Küçük Ağa Pdf Küçük Ağa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, siyasal karar ve tartışma merkezlerinin uzağında, Kuvvacı/Millici denilen, ama ne oldukları, neyi temsil ettikleri pek bilinmeyen birilerinin açtığı savaşa katılıp katılmamanın vebalini tartarak bir karar verme durumunda kalan insanları anlatır. Asırlarır sadece "halife-i ruyi zemin"in, padişahın açtığı sancağın altında savaşılacağı bilgi ve inancıyla yaşamış taşra insanlarının, halife-padişah çağrısının yokluğunda ve işgal haberleri yayılırken yaşadıkları ikilemlerin, açmaz ve iç çalkantıların, kendileri ve kaderlerine sahip çıkma hakkında yeniden düşünmek zorunda kalışlarının hikayesidir. Tarık Buğra'nın kendi deyişiyle Küçük Ağa, destanlara yakışır bir konuyu ele almasına rağmen, destan değil, gerçekliği anlatan bir romandır. İttihatçıların ve Kuvvacıların değil, inanç ve gelenek kalıtıyla başbaşa, ilk kez kendisi ve kendi adına geleceği için karar vermeye çalışan bir ahalinin "kahraman"ı olduu bir roman. Şimdilerde Küçük Ağa'yı okumak, güncelliğini bir kez daha kazanmış bir öyküyü, sorunsalı yeniden okumak demektir. Küçük ağa kitabını pdf olarak aşağıdaki adresten yükleyebilirsiniz. http://www.pdfkitaplariindir.com/kucuk-aga-pdf-indir.html
Küçük Ağa Kitabı İncelemesi Küçük Ağa romanın giriş kısmındaki kahraman Çolak Salih’tir. Salih’e "çolak" denmesinin sebebi I. Dünya Savaşı yıllarında cephede bir kolunu kaybetmiş olmasıdır. Salih, üç yıl cephede savaşır ve memleketi Konya – Akşehir trenle gelir. Kendisi, kolunu kaybetmenin eksikliğiyle ruhsal bir çöküntü yaşamaktadır. Bir süre tren istasyonunda durakladığı sırada çocukluk arkadaşı Niko ile karşılaşır. Niko, Rum bir ailenin çocuğudur. İlk başlarda Sahil ’in yakın çevresi tarafından dışlansa da zamanla Niko’yu tanıdıkça bu durumu kabullenirler. Çocukluk dönemlerinde; Salih demircilik işleri ile Nico ise; giyim işlerini ile uğraşmaktadır. Niko, istasyonda karşılaşmalarında itibaren Salih’e çok iyi davranır. Karnını doyurur, giyecek elbiselerini kendisi diker, faytonla evine kadar götürür. Salih eve gelir, annesi Fatma Hanım ile karşılaşır. Aralarındaki özlem duygusu ile birbirlerine sarılırlar. O sırada Fatma Hanım, Salih’in kolunun olmadığı fark eder, bu duruma çok üzülür. Bir süre hasret giderirler. Fatma Hanım; eşinin ve büyük oğlunun cephede şehit düşmesi, üç kızının evlenip yanından ayrılması ve küçük oğlunun çolak olması kendisinde ruhsal bir çöküntü başlamasına neden olur. Bu üzüntüden sonra eski Fatma Hanım gibi olamayacaktır. Köy halkı ona Deli Fadik demeye başlayacaktır. Salih, yakın çevresinin vereceği tepkiden endişelidir. Bir kolu yoktur ve yakın çevresine nasıl davranacağını bilememektedir. Diğer taraftan en iyi arkadaşı Niko’nun dostça davranışları Salih’i tedirgin eder. Niko, kendisine evinin bahçesini satmasını ve bir iş kurmasını önerir. Salih’in aklı karışmıştır. Bir yandan evinin bahçesini satmak istemektedir, diğer yandan ise kendisine bir oyun oynandığından şüphelenmektedir.
Salih, köy halkıyla konuşmak ve hasret gidermek için köy kahvesine gider. Burada sima olarak hatırladığı fakat isim olarak hatırlayamadığı insanlarla karşılaşır. Sohbet sırasında köy halkı; Niko ile arkadaşlığından dolayı Salih’i dışlamaya başlar. Salih, köy halkının bu davranışını anlayamamakta ve iyice sinirlenmektedir.
Aynı günün akşamında bir meyhanede Salih, Niko ve Niko’nun babası yemek yiyip eğlenmektedir. Gecenin ilerleyen saatlerinde şarkılar söylenir, halaylar çekilir. Salih, iyice sarhoş olmuştur. Bir yandan da köy halkının söylediklerini aklından çıkartamaz. Bir süre sonra, kendinin de bilmediği bir şekilde ağlamaya başlar. Akşehir’e bir hocanın geleceği kulaktan kulağa konuşulmaya başlamıştır. Bu hoca iyi tahsil görmüş, söylediği sözlere itibar edilen, genç, güvenilir İstanbullu Mehmet Reşit Efendidir. Aynı zamanda Akşehir’e bir de doktor tayin edilmiştir. Bu Doktor, Salih ile birlikte aynı cephede savaşmış olan Doktor Haydar Bey’dir. Çelimsiz yüzlü, içine kapanık, durgun bir yapıya sahiptir. Akşehir’de kalması çok kısa sürer. Çolak Salih ise, kendini şaraba ve Rum Nico’ya kaptırır. Her gece meyhanede içki içer. Onu gören köy halkı selam bile vermez olur ve köy halkını kendinden iyice soğutur. Evinin bahçesini satar, bir kahve dükkânı açar. Fakat çırak bulamadığı için kahvehaneyi işletememektedir. Salih bir kolunun olmayışından dolayı bir iş tutturamayacağını düşünür. Aradan kısa bir zaman geçer. İstanbullu Hoca Emine adında bir hanımla evlenir. Düğünleri de görkemli olur. Akşehir halkı bir süre bu düğünün dedikodusunu yapar. Fakat bu düğün kısa sürede unutulur. Akşehir’de eşkıyalar, çapulcular yol kesip haraç toplamaktadır. Bu durum köy halkını çok tedirgin eder. Eşkıyalar, haraç vermeyenleri dağa kaldırmakta veya öldürmektedir. Bu eşkıyalar Türk milletine karşı ayaklanan topluluklardır. Salih ise her zaman ki gibi meyhanede içki içmektedir. Bir gün, meyhaneden çıkarken Niko’nun babasının meyhanesinin önünden geçer. İçerisi karanlıktır, fakat bir takım sesler duyulmaktadır. Bu sesler rahip ve en iyi arkadaşı Niko’ya aittir. Salih bu konuşmaları dinlemeye başlar. Konuşmalar Karadeniz’de bir Pontus Rum Devleti kurma fikri üzerinedir. Nico ve yandaşları Karadeniz’de bir ayaklanma çıkartmak istemektedir. Salih’in kafasındaki Nico karakteri değişmiş ve Nico’nun hedefini anlamıştır. Bir cuma günü İstanbullu Hoca vaaz vermektedir. Camide büyük bir topluluk toplanmış, vaazı dinlemeye Salih ve Doktor Haydar Bey’de eklenmiştir. Konuşmasında hoca birlik ve beraberlik mesajları verir. Kuvayı Milliye, eşkıya ve çapulculardan söz eder. Bu konuşmalardan doktor ve cemaat çok etkilenir. Salih değişmek ister ve değişmeye başlar. İlk olarak, içkiyi ve şarabı bırakır. Kahvehanesi satar, Rumlarla olan ilişkisini keser. Kuvayı Milliye birliğine katılabilmek için her gün Akşehir’in boş arazilerinde akış talimleri yapmaya başlar. Her gün kendini geliştirir. Bir akşamüzeri doktorun evine gider. Doktor, Kuvayı Milliye birliğinin üyelerinden biridir. Burada toplanırlar. Salih, Rum meyhanesinde duyduklarını doktor ve arkadaşlarına anlatır. Salih olayı anlattığı sırada dışarıdan bir haberci zaptiyelerin doktoru aradığını haber verir. İstanbullu Hoca, Doktor Bey’i Kuvayı Milliye üyesi olduğu için ihbar etmiştir. Fakat İstanbullu Hoca Kuvayı Milliye birliğini amacını bilmemektedir. Kuvayı Milliye birliği, çapulcuları, eşkıyaları yurttan atmak için kurulmuş bir birliktir. Doktor Bey, İstanbullu Hoca ile konuşmak üzere hocanın evine gider. Hocaya Kuvayı Milliye birliğinin amacını ve düşman olmadıklarını anlatır. Hocanın en yakınındakilerin bile yanlarında olduğunu, gerekirse zorla isteklerine ulaşacaklarını söyler. Ama hocayı inandıramaz. Doktor Bey, evden
ayrıldıktan sonra hocanın aklı karışıktır. Doktor Bey’in konuşmaları onu etkilemiştir. Hoca bir yandan da baba olmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Eşi Emine hamiledir. Kuvayı Milliye birlikleri, birleşerek bir topluluk oluşturur. Oluşturulan bu topluluk Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey’in evinde toplanır. Burada bir ordu oluşturulur. Köyün ileri gelenleri, Kuvayı Milliye Ordusuna destek verip vermeme konusunu konuşmak üzere bir köy evinde toplanır. Bu topluluk kendi içerisinde Kuvayı Milliye’ye destek verenler ve İstanbullu Hoca’yı destekleyenler olarak ikiye ayrılır. Ali Emmi ve arkadaşı Kuvayı Milliye ordusunu desteklemektedir. Ali Emmi, konuşmasında Kuvayı Milliye’nin Kurtuluş mücadelesi vermek için kurulduğunu ve bu amaç doğrultusunda çalışıldığını söyler. Yunus Bey ve arkadaşlarının ise aklı karışıktır. Çünkü Hoca Efendi Kuvayı Milliye ordusunu eşkıya ve çapulcu olarak görmektedir. Gecenin ilerleyen saatlerinde Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey bu konuşmaya dâhil olur. Reis Bey açık olarak Kuvayı Milliye ordusuna destek verdiğini söyler. Bu açıklama Hoca Efendi taraftarlarının fikrini değiştirir. Konuşma sonunda, Kuvayı Milliye ordusuna destek kararı çıkar. Salih, Akşehir’deki Ali Emmi den Kuvayı Milliye toplantısının nasıl geçtiğini öğrenmeye çalışır. Ali Emmi Kuvayı Milliye’ye destek için çalışmaların başladığını söyler. Salih bu haberi vermek üzere Ortaköy’deki Kuvayı Milliye karargâhına gider. Karargâhın savaş için hazırlandığını görür. Haberi Doktor Bey’e iletir. Bu haberi alan Doktor Bey çok sevinir. Salih bu haberi verdikten sonra tekrar Akşehir’e dönmek üzere yola çıkar. Salih gittikten kısa bir süre sonra Konya’da isyan çıktığı bilgisi gelir. Bu isyanı bastırmak için Kuvayı Milliye görevlendirilir. Doktor Bey tedirgindir. Daha dün analarının dizi dibinde oturan bu gençler şimdi savaş meydanlarında boy gösterecektir. Birçoğu ise silah kullanmayı yeni öğrenmeye başlamıştır. İstanbullu Hoca Kuvayı Milliye birliğinin oluşturulduğunu ve ayaklanmaları bastırmak için Konya’ya gittiğini öğrenir. Daha sonra köyü eşkıya Çakırsaraylı haydudunun basacağı dedikodusu çıkar. Herkes, bu eşkıyayı Hoca’nın çağırdığını düşünür. Ama Hoca bu eşkıyayı çağırmamıştır. Ali Emmi ve diğer köylüler bir köy evinde toplanır. Toplantıda, Çakırsaraylı haydudu baskını hakkında konuşulur. Kuvayı Milliye birliklerine haber verilmesi ve Hoca ile konuşulması kararı çıkar. Kuvayı Milliye birliklerinden yardım istemek için Salih Afyon’a, Hacı Bey ise Konya’ya gönderilir. Diğer köy halkı ise İstanbullu Hoca ile konuşmak üzere camiye gider. O gün hava karanlık ve yağmurludur. İstanbullu Hoca camide namazı kıldırır. Namaz çıkışında Reis Bey, Hoca’ya konuşmak istedikleri söyler. Hoca konuşma talebini kabul eder. Reis Bey, Çakırsaraylı haydudunun yapacağı baskını önlemek için Hoca’dan yardım istediklerini açıkça dile getirir. İstanbullu Hoca ise, çok kızgın ve kırgındır. Bu tür bir iftiranın atılması ve köy halkının da buna inanması Hoca’yı çok üzer. İstanbullu Hoca kendisine iftira atıldığını, Çakırsaraylı haydudunu çağırmadığını köy halkına söyleyemez. Köy halkına, bu baskının önlenmesi için yardım edeceğini, Çakırsaraylı hayduduna mektup yazacağını söyler. Hoca’nın böyle davranışının sebebi ileride anlaşılacaktır. O mektubu köy halkından Reis Bey, Çakırsaraylı hayduduna ulaştırmak üzere yola çıkar. Çakırsaraylı haydudunun konakladığı yere gelir. Konuşmak istediğini söyler. Kendisine Akşehir’i işgal altına almamasını, kanların döküleceğini, Kuvayı Milliye birliklerinin Akşehir’de olduğunu, işgal altına alacağını Akşehir’in düşman toprağı olmadığını, kendisinin Kuvayı Milliye birliğine katılması gerektiğini anlatır. Reis Bey’in söyledikleri haydudun kafasında olumlu düşünceler uyandırdıysa da Akşehir’i işgal
etme fikrinden vaz geçiremez. Akşam olmuş sofralar kurulmuş, yatma vakti de yaklaşmaktadır. Reis Bey, yatağında yatarken, Hoca’nın mektubunu vermediğini için pişmanlık duymaya başlar. Mektubu vermeye karar verir. Sabah olur, Reis Bey kahvaltıda mektubu verir. Ama mektubu verirken Çakırsayarlı hayduduna hoşuna gitmeyeceği şeyler söyler. Haydut çok sinirlenir, Reis Bey’in gitmesini ister. Reis Bey, Akşehir’e döner. Dönüşünden kısa bir zaman sonra Çakırsaraylı haydudunun emrindeki bir grup insan Reis Bey’in yanına gelir. Reis Bey’in söylediklerinden çok etkilenmişlerdir. Kuvayı Milliye’ye katılmak istediklerini Reis Bey’e anlatırlar. Reis Bey bu haberi duyduğunda çok sevinir. Bu grup haydudun işgaline karşı Akşehir’e gruplar halinde dağılır.
Artık havalar soğumaya başlamıştır. Çakırsaraylı’nın ordusunun büyük bir kısmı Kuvvacılar tarafından dağıtılır. Günlerden bir Cuma günüdür. Hoca Efendi camide vaaz vermeden önce Doktor Bey ve yüzbaşı ile konuşur. Yüzbaşı dava adına hocanın yollarından çekilmesini, çekilmez ise caniler ile bir göreceklerini söyler.(Hoca ölümle tehdit edilir.) Hoca bu tip tehditlere aldırmaz. Artık hoca camide vaaz vermeye başlamıştır. Hoca Kuvvacıların aklına bile gelmeyecek şeyleri açıklar. Kuvvacıların Bolşevikler(Rusya) ile bir antlaşma yaptığını cemaate anlatır. Hocanın Kuvayı Milliye birliklerine bu denli düşman oluşu bu antlaşmadan dolayıdır. Kuvvacılardan Reis Bey iftira atıldığını söyler. Durumu biraz olsun yumuşatmayı başarır. Ama Hoca kendi düşüncelerinde ısrarcıdır. Kuvayı Milliye taraftarı olan Fuat Paşa İstanbullu Hoca’nın öldürülmesi için Kuvvacılara haber gönderir. Doktor, Nazım ve Hamdi yüzbaşılar bu emri aldıklarında çok üzülürler. Bir çözüm yolu ararlar ama o çözüm yolu yoktur. Vur emrini üçünden biri üslenecektir. Yüzbaşı Hamdi’nin hocayı vurması kararı verilir. Diğer taraftan ise İstanbullu Hoca’nın çocuğunun doğumuna az bir zaman kalmıştır. İstanbullu Hoca’yı vurmak için hazırlıklar tamamlanır. Kaçma ihtimaline karşı yollar tutulur. Kuvvacılar kendi yandaşlarını ürkütmemek için tedbirli olmak durumundadır. Artık İstanbullu Hoca’yı vurmak için her şey hazırdır. Ama Kuvvacılar hiçbir yerde Hocayı bulamaz. Ali Emmi’nin evinde olduğu haberi alınır. Ali Emmi’nin evinde Salih ve Doktor Bey’den başka kimse yoktur. Salih, annesini görmeye gelirken bir grupla çatışmış, yaralanmıştır. Doktor, Salih’in başındadır ve iyi olacağını söyler. Hoca’nın haber alıp kaçtığı anlaşılır. Kuvvacılar nasıl hocanın haber aldığını düşünürken, muhtarın haber vermiş olabileceğini akıllarına gelir. Muhtar Efendi hocayı vurma planlarını gizliden kapı aralığından duymuştur. İstanbullu Hoca ise, karışık duygular içerindedir. Eşi Emine’den ve daha doğmamış çocuğundan ayrılmak ona ağır gelmektedir. Muhtar ve Kel Hacı’nın yardımlarıyla Çakırsaraylı hayduduna sığınır. Haydut hocayı çok sevmiştir. Hocanın bir dediğini iki etmez. Kısa zamanda halkla tanıştırır. Çakırsaraylı ve halk ona Küçük Ağa demeye başlar. Böyle günler geçmeye başlar. Küçük Ağa haydudun adamı Recep’in baskısıyla silah kullanmayı ve at binmeyi öğrenir. Bunu kendini korumak için yapar. Günler geçtikçe Emine ve doğmamış olan çocuğunu hasretlik ağır basmaya başlar. Küçük Ağa’ya Akşehir’den haber gelir. Bir oğlu olduğu, isminin Mehmet konduğu, eşinin ise durumunun iyi olduğunu haberini alır. Çok sevinir, yerinde duramaz. Onları görmek ister. Ama bundan vazgeçer. Kuvvacılar her yerde onu aramaktadır.
Kuvvacılardan Fuat Paşa Küçük Ağa’nın Çakırsaraylı tarafından korunduğunu öğrenir. Kuvvacılar; Çakırsaraylı ve Küçük Ağa’yı ele geçirmek için harekete geçer. Gün aydınlanmadan haydudun evi kuşatılır. Büyük zihayat verdirilir. Haydut ve adamları öldürülür. Yine Hoca hiçbir yerde yoktur. Kuvvacılar ikinci kez Küçük Ağayı ellerinden kaçırır. Kuvvacılar Küçük Ağa’yı ararken Akşehir iyice karışır. Hoca yanlısı olan Müftü Mustafa, Kuvvacılara karşı bir seferberlik başlatır. Müftü; Komiteci olan Pehlivan adındaki bir maceracıyı teşvik ederek bir çete kurar. Bu çete başarılı da olur. Pehlivan Ali Emmi ve Reis Beyi hapse bile atar. Fakat Kuvvacılar kısa zamanda Pehlivan ve Müftü’yü yakalar. Bu isimler vatana ihanet suçundan halkın kurduğu mahkeme ile idam edilir. Emmi ve Reis Bey kurtarılır. Böylece çete de yıkılmış olur. Kuvvacılar idamlardan sonra köyde kalırlar. Çolak Salih ise hızla iyileşmiştir. Hoca Efendiden ise hiçbir haber yoktur. Salih kuvvacıların konuşmalarını duyar. Hoca Efendi’yi arama işini kendisine verilmesini ister. Salih çok büyük işler başarmıştır. Kuvvacılar bu öneriyi kabul eder. Ankara’da Meclisi Mebusan Meclisi açılır. Akşehir’i temsil etmek üzere Hacı Yusuf görevlendirilir. Salih ve Küçük Ağa Çerkez kardeşlerinden Tevfik Bey’in çetesine katılmak için yola çıkarlar. Bu çete birçok başarılara ulaşmış Etem, Tevfik ve Reşit Beylerden oluşur. Tek hedefleri zararlı çeteleri yok etmektir. Salih ve Hoca çeteye katılmak istediklerini söyler. Tevfik Bey özellikle Küçük Ağa’nın konuşmalarından çok etkilenir. Onları silah arkadaşları ile tanıştırır. Küçük Ağa bir grubun başına getirilir. Bundan böyle bu çetede kalacaklardır. Küçük Ağa ve Salih çetedeki düzeni zamanla öğrenir. Tevfik Bey, Küçük Ağa ve Salih’e yardımcı olması için Halil Bey’i görevlendirir. Halil Bey Salih’in iyi silah kullandığını öğrenmiştir. Bir vuruşma olur. Salih kazanır ama bir tartışma çıkar. Tevfik Bey bu olaydan dolayı Salih ve Halil Bey’i ayrı gruplarda görevlendirir. Küçük Ağa ve Salih birbirinden ayrılmıştır. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Küçük Ağa çete tarafından dışlanmaktadır. Bazı kuşkuların olduğunu bilmektedir. Hala bir yakınlık olmamıştır. Tevfik Bey İstanbullu Hoca’nın Küçük Ağa olduğunu öğrenir. Küçük Ağa çeteden ayrılmak ister. Ama Tevfik Bey bunu kabul etmez. Tevfik Bey Küçük Ağa’ya kendi birliğini kurmasını söyler. Bunun üzerine Küçük Ağa gitmekten vazgeçer. Bu birlik ile büyük başarılar elde eder. Ünü Ankara’ya kadar ulaşır. Garp cephesi tam bir cephe olmak üzeredir. Görünüşte de işler iyiye gider, birlik beraberlik, bir güven ortamı vardır. Yunanlılarla yapılan savaşta yenilmesiyle güven sarsılır. Bunun üzerine İsmet Paşa cephesini başına Tevfik Bey’i getirmek ister. Etem Bey rahatsızdır çünkü. Tevfik Bey bu öneriye karşı çıkar. Emir altına girme istememektedir. Yıllardır hep emir veren taraf olmuştur. Ayrıca onlar askerdir. O cepheye geçmesiyle birlikte ölüme gideceğinin farkındadır. Kuvayı Milliye gruplarının asker olmadığını savunur. Söz Küçük Ağa’ya gelir. Küçük Ağa birlik beraberlik mesajları verir. Düşmanı yenmek için tek bir ordu oluşturulması gerektiğini savunur. Ama bu açıklamalar Tevfik Bey’in düşüncelerini değiştirmez. Tevfik Bey İsmet Paşa üzerinde planlar yaparak orduya saldırmayı düşünür. Tevfik Bey düşmanlardan daha tehlikeli olmaya başlamıştır. Küçük Ağa ise bir takım planlar kurulduğunu anlar. Niyetlerinin orduya savaş açmak, Küçük Ağa’yı öldürmek olduğunu kısa zamanda öğrenir. İlk iş olarak yanındaki birlikten bir grup oluşturur. Bur grupla birlikte Pehlivan ve Topal İsmail’i öldürür. Tevfik Bey
kendisinden şüphelenmemesi için bu grubu Ökkeş Ağanın yanına gönderir. Kendisi ise Tevfik Bey’in yanında kalır. Kısa zamanda Pehlivan ve Topal’ın öldürüldüğü duyulur. Salih Küçük Ağa’nın eşi Emine’den haber almak ve Reis Bey’e haber ulaştırmak için Akşehir’e gider. Köy halkıyla kısa süreli sohbet eder. Ali Emmi’nin hasta olmasına çok üzülür. Daha sonra Reis, Hacı Bey ile ziyaretine gidecektir. Ondan önce annesinin yanına gider. Hasret giderir. İkindi vakti Ali Emmi’yi ziyarete gider. Tevfik Bey ve çetesinin Türk ordusuna saldırma planlarını anlatır. Daha sonra da İstanbullu Hoca’nın ölmediğini, hayatta olduğunu ve başlarından geçenleri anlatır. Diğerleri ise endişelidir. Emine başkası ile evlenmiştir. Şimdi Salih bunu nasıl Küçük Ağa’ya söyleyeceğini düşünmektedir. Salih öğreneceği bilgiyi öğrendikten sonra ertesi gün Akşehir’den ayrılır. Küçük Ağa’ya bu haberi asla söyleyemeyecektir. Salih’in gitmesinden kısa bir süre sonra Emmi ağırlaşmıştır. Küçük Hacı, Reis Bey ve Ermeni Doktor Minas onu ziyarete gider. Doktor Bey, durumunun iyi olmadığını söyler. Ali Emmi’de düşmanı yurttan atmadan ölme niyeti yoktur. Reis Bey, Doktor Minas ve Küçük Hacı kısa süre sonra Ali Emmi’nin yanından ayrılırlar. Aradan zaman geçer. Emmi’nin durumu iyice kötüleşir. Küçük Hacı başında Kur’an okumaktadır. Emmi bu esnada son nefesini verir. Emmi’nin cenazesine Kuvva’ya karşı olanlar bile katılır. Etem Bey olup biteni kardeşi Tevfik’ten öğrenmek için karargâha gider. Tevfik Bey olup biteni Etem Bey’e anlatır. Ayrıca Tevfik Bey, Küçük Ağa’nın başarılarından, bilgeliğinden bahseder. Etem Bey Küçük Ağa’dan şüphelenir, her şey onun gelmesiyle başlamıştır. Ankara üzerine bir yürüyüş eylemi başlatılacaktır. Diğer çetelere haber sanılır. Birçok çete bu yürüyüşe destek olur. Etem Bey, yurdu kurtaranın kendini ve çetesi olduğunu sanmaktadır. Ama yanıldığını anlaması çok uzun sürmez. Demirci Efe çetesi ve diğer çeteler ordu tarafından yakalanır. Etem Bey bunun üzerine çete içerisindeki bütün ağaların sofada toplanmasını ister. Herkse toplandığında çetenin amacını hatırlatır ve orduyu vurma girişimlerinden bahseder. Düşmanı yurttan kendisinin attığını bir kez daha vurgular. Ağalardan destek ister. Ne karar alınırsa alınsın, verilecek kararda herkesin serbest olduğuna vurgu yapar. Küçük Ağa ise ağaların Türk ordusuna katılmalarını ister. Konuyla ilgili konuşma yapar. İyi düşünülüp öyle karar verilmesini gerektiğine vurgu yapar. Ağalar kendi aralarında toplanarak Etem Bey ve çetesine destek olmayanlarını vuracaklarını söylerler. Küçük Ağa’yı gözetmesini için bir gözcü tayin ederler. Etem Bey Küçük Ağa’yı yanına çağırır. Kendisine destek verip vermeyeceğini sorar. Küçük Ağa, bu davada yanında olduğunu söyler. Etem Bey, bu duruma çok memnu olur. Ama amacı Kütahya’da bulunan Kuvvacılara haber göndermektir. Etem Bey, Kütahya’ya taarruz emrini verir. Bu taarruz beklendiği gibi sonuçlanmaz. Daha öce Kuvvacılara haber gönderen Küçük Ağa çeteye büyük kayıplar verdirir. Çetenin büyük bir kısmı Kuvvacılara katılır. Etem Bey’in Yunanlılara sığınmasıyla çıkarma sona erer. Kuvvacıların bu başarısında İzzettin Bey’in rolü büyüktür. Küçük Ağa bu başarıdan sonra Yüzbaşı Nazım’ın yardımıyla Ankara’ya Doktor Bey’in yanına gider. Doktor Bey’e Salih’i aradığını ama haber alamadığını söyler. Diğer yandan ise Küçük Ağa’nın İstanbullu Hoca olarak tanınma korkusu içini kemirmektedir. Ama kimse onu tanımamıştır. Yâda o öyle zanneder. Kısa bir konuşmadan sonra istasyondaki odasına geri döner.
Bir gün Küçük Ağa kendini Garp Cephesi karargâhı olan Akşehir’de bulur. İçi içine sığmamaktadır. Bir arkadaşı ile eski evinin yanından geçerken aklına Emine ve oğlu Mehmet gelir. Acaba onlara ne oluştu? Bunu öğrenmesi çok uzun sürmez. Emine’nin Çakırlı Hasan diye biriyle evlendiğini öğrenir. Küçük Ağa neredeyse her gün Hasan’ın evinin önünden geçmeye başlar. Oğlu ile karşılaştığında ise tam bir duygu patlaması yaşar. Senelerden beri ilk defe oğlunu görmüştür. Onunla hatıra fotoğrafları çektirir. Şekerler, türlü türlü yiyecekler alır. Emine ise ağır hastadır. Emine’sine kavuşamadan bir kez daha onu kaybeder. Emine ölmüştür. Artık Mehmet’e babası Küçük Ağa bakacaktır. Küçük Ağa Ankara’ya döner ve Kurtuluş yıllarının kaplanı olur. Küçük Ağa Pdf
Küçük Ağa Kitabı Okuyucu Yorumları Yorum-1 Tarık Buğra'nın Küçük Ağa'sını okuyorum. Yarıyı geçtim, şu an 277. sayfasındayım.(Bu yazıyı bitirmeden önce yazmıştım.) Ama takıldığım, takılmadan, ayağım tökezlemeden geçemediğim bir yer var, önce metni vereyim: "...Müftü ise: "Kader böyleymiş." dedi. Sâkindi, kendine hâkimdi. "Ölümden asla korkmadım, ama fakat böyle olsun istemezdim.", diye devam etti. "Kimseden davacı değilim. Çoluğuma çocuğuma dokunmadınızsa hakkım helâl olsun. Hacı Yunus'a benden rice ediniz, çocuklarımı o yetitirsin. Hakkı olan helâl etsin." Müftü efendi bir yolculuğa uçar gibiydi. Aralarında en kolay can veren o oldu. ...." Küçük Ağa, Tarık Buğra, İletişim Yay., İstanbul 2011, syf.277 Müftünün, bu alıntı yaptığım konuşması, onun darağacına götürülürkenki sözlerine tekabül ediyor. Müftünün idama giderkenki refikleri çete elebaşılığı yapmak, bir çok kanun suçu işlemek gibi çok daha cezayı hak eder sebeplerle -cezayı diyorum, idamı demiyorum- idama götürülürken; müftünün sabıkası nedir dersiniz? Kuvvacı olmamak. Müftünün, haliyle hitap ettiği bir çevresi, izzet ikram gördüğü ahbapları ve dinleyenleri, kendisine tabi olanları var. Ve müftü Kuvva yanlısı olmama fikrini onlara da söyledi diye, idam mı edilmeliydi? Hem de neredeyse yanındaki iki sergerde ile bir tutularak? Buna hangi selim akıl, vicdan, mantık "evet" der? Bu nasıl bir izansızlık? Şimdi kitabın daha önceki sayfalarında geçen bir paragrafa daha göz attıktan sonra, tekrar buluşalım. Bu paragraf daha sonradan lakabı Küçük Ağa olarak değişecek olan İstanbullu Hoca'yı ifna edin emri geldiğinde, onu vurma planları yapan kişinin mülahazalarından bir kesit: "Yere serilen yalnız yirmi, yirmi beş yıllık bir ömürle, bir ömrün elde ettikleri olsaydı dert bu kadar yakıcı olmazdı. İstanbullu Hoca'nın hakkı olan gelecek yirmi yıllara yürek nasıl kor gibi dayanmazdı? O gelecek yılları, yalnız hoca, yalnız karısı, yalnız çocukları kaybetmiyordu ki... O yılların üzerinde tanıdık, tanımadık daha binlerce ve binlerce insanın hakkı vardı. Hoca belki de gü gelecek gönül aydınlatan, kafa sağlığını getiren, insan kurtaran cümleler bulacaktı, bu çerçeve belki de çok, çok, ço daha geniş olacaktı. Ve kurşun, yirmi, yirmi beş yıllık ömürle birlikte bunları da yok edecek, ebediyen yok edecekti."
Aynı şeyleri bir kaç kelime değiştirerek; mesela yirmili yaşlar yerine müftünün yaşı olan kırklı, ellili yaşları yazarak da söyleyebiliriz, öyle değil mi? Oysa müftünün konuşmasındaki idamı kabullenişte, davacı olmayışta, "ben unu hak ettim" der gibi bir gizli itiraf okunmuyor mu? Bu ne derece doğru? Müftü, anlatıldığı gibi Kuvva yanlısı olmamaktan başka suçu (!) olmayan bir kul ise, idamı hak etmiş midir; kendisi böyle bir şeyi söylemeli midir? Tarık Buğra, acaba İstanbullu Hoca hakkında bir kahramanına yukarıda geçen paragraftakileri düşündürtürken aynı hassasiyeti müftü beyin öldürülme kararında da kendi benliğinde duyuyor mu, yoksa bu kararı haklı mı buluyor? Müftü hakkında da aynı şeyleri söyletmemesi gayet tabiî romana çok fazla yazar müdahalesi bulaştırmama istediğinden doğuyor olabilir. Fakat benim korkum; roman okuyucularının, müftünün ve tarihte onlarca, yüzlerce ifnasına karar verilmiş olan müftü gibilerin ifnasında haklılık görmek, böylece yanlış bir yargıya düşmek ihtimalleridir. Bundan sakınılmalı! Bir insanın ölümüne karar vermek, çok ince ve uzun hesaplar ister. Bir insanın öldürülmesi için geçerli olabilecek sebep, yine o insanın yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Allah tarafından belirlenmiştir. (Kıyas; Bkz: Bakara Suresi, 178 ayet.) Aksi hâlde ne keyfi olarak, ne de akli olarak üretilen hiç bir sebep, bir insanın katline gerekçe olamaz. Bunun vicdanî açıklaması, ikinci alıntımda mevcuttur. Şer'i açıklaması ise Kur'an'da mevcuttur. Yorum-2 Öncelikle romanın akıcı bir dili olmasına karşın bazı detaylı betimlemeler okuyanı sıkıyor ve mevcut konuyu dağıtıp anlamsızlaştırıyor. Eser de kuvayi milliye ruhu neden-sonuçlarla çok güzel bir şekilde betimlenmiş. Konusu daha çok kuvvacıların cephedeki savaşı değilde, cephe gerisindeki yaşanan bazen sıkıntılı bazen ilginç ve bazen de eğlenceli olayları anlatıyor. Yazarımız herkesin yüzeysel bildiği çerkez ethem olayını da büyük bir ustalıkla romanının içinde eriterek okuyana sunuyor. Burada Tarık Buğra çerkez ethem'in Vatana nefsini feda edemediğini, okuruna içten içe hissettiriyor... Yorum-3 Öncelikle bu kitabın büyük değer olduğu sugötürmez bir gerçek. Çünkü bu kitap milli mücadele dönemine alışılagelenden farklı bakan eserlerden biri. Genelde kurtuluş mücadelesini hep üst rütbelerden,paşalardan okuduk. İşte bu kitabın farkı burada yani paşaların yanından halkın arasına iniyoruz bu kitapta. Mücadeleyi, örgütlenmeyi tabandan anlatıyor. Bunun yanı sıra yüzlerce yıldır hilafet sancağı altında cihat eden halkın kaldığı ikilem oldukça tarafsız bir biçimde aktarılıyor. İstanbul'a tam bir bağlılık hisseden halk diğer yandan Kuvvacıların söylediklerine kulak kabarttığında onlara da hak vermeden edemiyor. Toplum olarak çok zor bir tereddüt yaşıyorlar. Bu konuda yazar resmen o dönem toplumunun tahlilini yapmış. Küçük Ağa sahneye çıkınca kitap daha bir güzel ilerliyor, merak ettiriyor.Ayrıca Küçük Ağa'nın zafere ve sonrasına sağduyulu yaklaşımları ilgi uyandırıcıydı. Ayrıca günümüzde bile tarihçileri ikiye ayıran bir tartışmaya, Çerkez Ethem'e değiniyor. Adeta Çerkez Ethem canlandırılıyor ve kendisini savunma şansı veriliyor. Tarihe, Milli Mücade Dönemi'ne ilginiz varsa ve bir destan aramıyorsanız seveceksiniz bu kitabı. Ancak okurların genelde şikayet ettiği gibi dili biraz ağır ve okuması zor. Ben de zorlandım, okurken TDK sitesini sık sık ziyaret ettim.
Bağlamak gerekirse çabuk sıkılan biri değilseniz, dönem kitaplarını seviyorsanız ve en önemlisi tarihe merak duyuyorsanız okuyabilirsiniz ancak bu özelliklere sahip değilseniz siz de yarım bırakanlardan olabilirsiniz. Yorum-4 Başlangıçta hemen söyleyelim, Hasan Mutlucan’ın söylediği kahramanlık türküleri eşliğinde balkona bayrak astıracak bir kitapsa derdiniz sizi yeşil renkteki “EXIT” tabelasına doğru alalım… Yazar; işgal ve sonrası Kuva-yı milliye hareketinin yanında olup olmamanın arafını yaşayan, Osmanlının son çocuklarının hikayesine olabildiğince objektif bakmış. “Siyah” veya “beyaz” tarafın hikayesini yazıp işin kolayına kaçmak yerine “gri” de vardı deyip zor bir işin altına giriyor. Kaybedenlerin hepsine “ hain” demek ne kadar kolay, aralarında çok fazla “masum günahkar” padişah kulları da vardı diyor. Hayatları boyunca saltanatın, halifeliğin ve bunların kendisinde vücut bulduğu padişahın “çok yaşaması” için cepheden cepheye sürülen insanlara; daha dün “padişahın çok yaşaması” için emirler veren, otuzlu yaşlardaki “çocuk” komutanlar bu sefer, en az bin yaşındaki padişahları için: “ Padişah zayıf düştü – bir süre sonra, her yerde açıkça olmasa da- Padişah bir hain, gelin ona karşı savaşın “ diyorlar. Uğruna ölmeye hazır olduğun insana artık hain deniyorsa sen tuzun koktuğu bir zamanda yaşıyorsundur. Bu durumdaki insanların sayısı da hiç az değildi diyor. Tabi ki şunu da unutmamak lazım, böyle puslu bir zamanda kurtuluş savaşına destek vererek, hem bu dünyada ( padişaha karşı çıkıyorsun vatan hainisin) hem de ahirette ( halifeye karşı çıkıyorsun, anlayacağın ateş seni çağırıyor…) hayatlarını hiçe sayan atalarımıza da bir kez daha hayran kalıyoruz.
Komşusuna saldıran azınlık yerin dibine batsın ama devlet zayıflayınca bağımsızlık isteğine kapılan azınlıklar, yaşadıkları “ yurtlarına” mı ihanet ettiler yoksa çok hoş bir şekilde ağırlandıkları uzun süredir kaldıkları “misafirhanelerinin” batışından mı nemalanmak istediler diye ortaya bir soru bırakıyor. Kitap çok değerli bir eser olmasına rağmen; saltanata samimi bir şekilde bağlı “ İstanbullu Hoca” nın, kuvayı milliyeci yaman bir “Küçük Ağa”ya dönüşümü çok hızlı geçilmiş. Bir de Karakol cemiyetine biraz haksızlık yapılmış gibi… Savaşın “ölmek” veya “öldürmek” değil "yaşanılan" bir olgu olduğunu anlamamak için yoğun çaba sarf eden, vatanı savunmak için "savaş duası" eden, prematüre algı sahiplerinin bu kitabı okumasını dilerim. Sözün Özü; Niko ile Salih’i birbirine düşürenler utansın… Yorum-5 Türk yazarları arasında en beğendiğim yazarlar arasındadır Tarık Buğra. Elime aldığımda kitabın ismiyle bu kadar alakasız olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Birinci Dünya Savaşı'ndan gazi olarak dönen Salih'in ve Akşehir'e imam olarak atanan hitabeti kuvvetli hocanın hikayesi anlatılır. Kurtuluş
Savaşı'nın arka planını görürüz. Bir kasabada yaşananlar üzerinden savaştan, Kuvay-ı Milliye'nin yararlarından ve sonra da zararlarından bahsedilir. Hoca olarak fazla kalamayan Mehmet Reşit Çerkez Ethem'in kardeşi Çerkez Tevfik'in çetesine sığınır. Burada Küçük Ağa sıfatıyla çağrılmaya başlanır. Kitabın konusu genel olarak böyle. Biraz da Tarık Buğra'nın üslubundan bahsetmek istiyorum. Yazarın ağır bir üslubu var. Ama cümleleri yazarken kelimeleri o kadar güzel yerleştirmiş ki, bir roman değil de bir şiir okuyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. O havayı ve ahengi hemen hissedebiliyorsunuz. Değinmek istediğim ikinci nokta ise, uzun cümleler. Zaten asıl ahengi ve kelimeler arasındaki dengeyi sağlayan nokta burası. Bunu Oğuz Atay ve Orhan Pamuk'ta da görmüştüm. Çok da hoşuma giden bir yazım türüdür. Cümle istediği kadar uzasın, anlamından bir parça bir şey bile kaybetmiyor, aksine o cümleyi okumaktan; okuyup anlamaktan değil sadece okumaktan zevk alıyorsunuz. Bu özelliğiyle Tarık Buğra benim gönlümde taht kurmuş çok başarılı bir romancıdır. Tarihi roman severlere rahatlıkla tavsiye ederim. Keyifli okumalar. Yorum-6 Kurtuluş Savaşı dönemini konu alan müthiş bir eser.. Anadolu'nun küçük bir kasabasında halkın milli mücadelesi, kararsızlıklarla ve güçlüklerle dolu zafere ulaşma hikayesi anlatılmaktadır. Anadolu'yu, çete isyanlarını, kuvayi milliye oluşumunu tarafsız bir biçimde ele alarak, dönemin milli mücadele ruhunu savaş cephelerinin gerisinde halkın gözünden anlatımı okuyucuya ayrı bir tat veriyor. Milli mücedele, sarfedilen çabalar, yapılan fedakarlıklar çok akıcı bir şekilde anlatılmış. Dönemi daha iyi anlamak isteyen herkesin okuması gereken eserlerden bir tanesi. Tavsiye ederim.. Yorum-7 o dönemde kuvvacı olmakla olmamak arasındaki ince çizgiyi harikulade bir şekilde ortaya koyuyor bu eser...ayrıca din adamlarının milli mücadeleye bakışı gibi çetrefil bir konuda oldukça başarılı bir güzergah takip ediyor. edebi yönünden bahsetmeye dahi gerek yok:zira rahmetli Buğra'nın romancılığı bir zirve romancılığıdır...Peyami Safa'nın haklı olarak yaşadığı "bu eser bir epope mi olur?" korkusunun boş olduğunu ispat eden ve milli mücadeleyi anlama kılavuzu niyetine de okunabilecek başarılı bir eser...bilhassa eserin devamı sayılabilecek olan Firavun İmanındaki "vurgunculuk iki durumda tavan yapar;birisi devletler yıkılırken ikincisi ise devletler kurulurken; 1920 lerde ise iki hadise birden aynı anda olmuştur!" şeklinde özetlenebilecek olan altyapısı Milli Mücadele sonrasındaki pay kapma yarışını da ortaya koymaktadır. Yorum-8 Romanda Akşehir halkının düşüncelerine hakim olan endişe, "taraf olamamanın verdiği kararsızlık" ve ilerleyen düşmanın yaydığı korku, Anadolu coğrafyasında ilk halinden neticelenme sürecine kadar olan aşamalarıyla incelenir. Yazarın romanında tarihî bir hadiseyi ve kahramanların her birinin bu olaya verdikleri hisleri, toplumun milli ve manevi değerlerine dayandırarak ele alması, Türk edebiyatında tarihî romanda işlenen fikri düzey açısından bir yeniliktir. Tarık Buğra, bir Türk insanının dramını Kurtuluş Savaşı fikrinin ortaya çıkması ve bu mücadelenin karşısında yer alan kahramanların iç dünyalarındaki hesaplaşmalarıyla yakalamıştır. Buğra, Küçük Ağa’yı planlarken
kendisinden önce yazılan romanlarda bir yanılgı tespit etmiş ve bunu yazacağı eseriyle aşmak istemiştir. Buğra, bu durumu şöyle ifade eder (1976) : “ - Kurtuluş Savaşımız ile ilgili çok roman yazılmıştı. Ben de bunların çoğunu okumuş ve hemen hepsinde bir önemli yanılgı bulmuştum. Konu bilinen ve artık değiştirilemez sonuca göre ele alınıyor, insanlar da, bulundukları ortam ve şartlara, bu ortam ve şartlar içerisinde geçerli olan anlayışlara, tutumlara, davranışlara göre değil, gene sonuç’a göre yorumlanıyor, yargılanıyor, değerlendiriliyordu. "Önemli bir yanılgı dedim". Aslında önemli bir yanılgıdır bu; çünkü ben, bir yazarın -bir roman yazarının- bir bilim adamı gibi, tam o kadar objektif olması gerektiğine inanıyorum. Aksini insana ihanet sayarım. Küçük Ağa’yı, bu inancıma özel bir titizlikle sarılarak yazdım.” Yorum-9 Milli Mücadele yıllarını, o yıllardaki Orta Anadolu halkının psikolojisini, insanların yaşadığı ikilemleri, zorlukları, mücadeleleri çok güzel anlatan bir kitap. Hem kuvvacılar hem de hilafet ve saltanat tarafının / temsilcilerinin düşünceleri derinlemesine işlenmiş. Dönemin muhafazakar görüşüne de bu denli yer vermesi açısından önemlidir. Yorum-10 Olay örgüsü çok güzel olsada yazımda bilmediğim kelime çoktu buda kitabın yavaş ilerlemesine sebep oluyuor.Lâkin bir yerden sonra kitabin nasıl bittigini anlayamıyorsunuzanlayamıyorsunuz.Oldukça güzel bir kitaptı. Küçük Ağa Pdf indir
Küçük Ağa Kitabından Alıntılar Alıntı-1 Bir millet mezarının kıyısında boğuşuyor, yeniden hayata katılmak için dişini tırnağına takıyordu. Fakat zor olan zaferdi, zaferden sonrasıydı. Başlangıç bu günler değildi, başlangıç zafer denilen şey olacaktı. Başlangıç yani Türkiye'nin hayatıyla ilgili asıl savaşın başlangıcı... Bu savaş zaferden sonra başlayacak; iyilerle kötüler, mideciler ve budalalarla vatanseverler arasında geçecekti. Alıntı-2 "1920 baharı muhteşem bir mart sabahında Sultan Dağları'nın sınır çizdiği Batı Anadolu'ya kan ve barut kokularıyla geliverdi.Yine de sırtlar yemyeşildi, toprak kokusu yine de gönül alıyordu ve doruklardaki karlar yine de sarışın fısıltılarıyla insanın içine zevk veriyordu, ılıklık veriyordu. Bu mart sonunda bir türkü gibi dağı taşı saran baharın derinliği, diriliği ve üretim gücü bütün Anadolu ruhlarını da sarmış gibiydi.
Payitahta düşman askeri girmişmiş.. Yunan ordusu insanın eşini görmediği bir zulüm fırtınası gibi içerilere kadar dayanmışmış.. Aynı büyük ve asil devletin nimetleriyle beslenen Rumlar, Ermeniler arkadan vurup dururlarmışmış.. Bahar öyle bir geliş geldi ki bütün bu kahredici mışmışların üstesinden sanki bir Köroğlu, bir Genç Osman narası esiverdi.sanki bütün bu mışmışlar ocak ayının donları, fırtınaları gibi çözülüp, silinip gitti, sanki her şey yeniden başlıyordu, tıpkı 1071'deki gibi, tıpkı 1299'daki gibi. Sanki Anadolu kocaman bir kovandı da oğul vermeye hazırlanıyordu, ölen arılar dışarı atılacak, bölümler temizlenecek, çiçek tarlalarına doğru o yaratıcı, o biriktirici,o eşsiz uçuşların şevki başlayacaktı..." Alıntı-3 Tek kollu, fakat sapasağlam mideli kalan bedeni, ihtiyar anayı düşünmeliydi artık. Düşünmeli ve hiçbir şey hatırlamamalıydı. Hem hatırlamak, hem de düşünmek mi? Fakat cehennem dedikleri işte bu değilse nedir? Alıntı-4 ''Yanıldığımı sanmıyorum muhterem peder. Evet biz Osmanlıyız. Babalarımız ve dedelerimiz asırlardan beri bu toprakta Türklerle birlikte, onların haklarına sahip olarak yaşadı. Bir zulüm, bir hakaret görmedik. Aldık, verdik, hak hukuk geçti aramızda... Devlet galip gelince bir kötülük görmedik, üstelik makamlar, unvanlar aldık.Fakat yenilince biz kötülüğe kalkıştık. Ne için ? Yakışır mı bu? İşte işitiyoruz. Bizim dediğimiz Atina ordusu gittiği yerde bize köpek gibi bakıyormuş. Halbuki siz bayram yaptınız geliyorlar diye...'' Alıntı-5 “Doktor bey.. Biz Arabız ve Müslümanız elhamdülillâh... Osmanlı Devleti de Müslümandır. Dedelerimiz asırlarca bu din kardeşliği için Araplıklarını hatırlamadılar. Osmanlılardan ayrılsalar dinlerini mi kaybederlerdi? Elbette hayır. Hallerinden memnundular ve ondan hatırlamadılar. Fakat hatırlamamak vazgeçmek değildir doktor bey. Dediğim gibi onlar memnundular. Çünkü Osmanlılar âdildi ve kuvvetliydi. Adalet ve kuvvet! Bunların ikisi bir arada olunca mesele kalmaz. Bir başka ırkı veya kavmi elde tutabilmek için bunlar lâzımdır. Hem de tam olarak olması lâzımdır. Osmanlı Devleti ise uzun zamandır ne âdil, ne de kuvvetli. İttihatçıların, Cemal Paşaların yaptığı zulümler ortada. Sığınacak bir yer aradık, İngilizler, refah vâdettiler. Onlara kandık. Siz şimdi yalnız aldığımız paraları düşünüp bize hain, hem de din haini gözüyle bakıyorsunuz. Allah adına yemin ederim ki, biz hain değiliz, biz yaşamak, ayakta kalmak için böyle yaptık.” Alıntı-6 Soldaki mutfağın kapısı ardına kadar açıktı. Ve mutfak da çoktan terk edilmiş gibiydi. Salih'in sesi neşeyi artık büsbütün kötü taklit ediyordu: "Ana, ben geldim diyorum sana." Kapıyı kapattı. Taşlık büsbütün karardı ve yukarı sofanın tahtaları hızlı hızlı gıcırdadı: "Salih, Salih.. Salih'im."
Bir kadının bu sesi çıkarabilmesi için ana olması, bir oğlunu şehit vermesi, dul kalması ve nihayet, son oğlunu da işte böyle cepheden beklemesi gerekti. Ve, insanın harbin ne demek olduğunu anlaması için bu sesi işitmesi gerekirdi. Alıntı-7 Kadınlar evlerde, ak sakallı erkekler kahvelerde toplanıyorlardı. Bu toplantılarda saatlerce susulurdu. Tek tek değil de birarada susuşun bir başka mânası var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi. Alıntı-8 ''Sen Müslümansın ve Osmanlısın. Bunun ne demek olduğunu sana söyleyeyim mi? Dinle: Senin cedlerin defalarca ve defalarca Konstantiniyye diye sefere çıktılar. Amma yalnız kanları bu fethin misilsiz şerefini elde etmeye yetmedi. Ve Arap dahi defalarca aynı şeref uğruna, başlarında Eyyub Ensari'nin taşıdığı sancak olduğu halde aynı sefere çıktılar. Amma bu emsalsiz fethe yalnız İslamda yetmedi. Vakta ki senin kanın İslamın imanı ile birleşti, işte o zaman Allah'ın takdıs ettiği büyük feth müyesser oldu. Senin ikbalin, senin varlığın bu birliğe bağlıdır. Birinden koptun mu uçurum seni yutar, yutacaktır. ve sen al ve yeşil sancağı unutmak üzeresin, birbirinden ayırmak üzeresin. Uyan.'' Alıntı-9 "Salih, Salih.. Salih'im." Bir kadının bu sesi çıkarabilmesi için ana olması, bir oğlunu şehit vermesi, dul kalması ve nihayet, son oğlunu da işte böyle cepheden beklemesi gerekti. Ve, insanın harbin ne demek olduğunu anlaması için bu sesi işitmesi gerekirdi. Alıntı-10 Bir ordunun derlenip toparlanması, hattâ yeniden kurulması, evet, yavaş yavaş olacaktı. Fakat asıl sabır isteyen, asıl yavaş yavaş dedirten, dedirtmesi gereken iş bu idi; yanılanı yanıldığına inandırmaktı, onu yoktan yere bir başka düşman yapacak yerde, hakkı olan cepheye, asıl cephesine kazandırmaktı. Küçük Ağa Pdf indir