[J.R.R. TOLKİEN’E İTHAFEN...]
İÇİNDEKİLER “İn a hole in the ground there lived a hobbit.” / Mahmut Sami Yıldız
2
Var ki ne vardır / Funda Gül
4
Fahrenheit 451 ve Yakma Zevki üzerine / Ozan Can Çeküç
5
Avlu / Selene Doğanlar
9
Cambazlar Gülmemeli / Mahmut Sami Yıldız
11
Alçı Tutanakları / Alper Çağatay Güner
12
Bir Nargile Gölgesinin O ‘an’ Tarifi / Funda Gül
15
Gözyaşı Kemiği Koleksiyonu / Mahmut Sami Yıldız
17
Editör: Mahmut Sami Yıldız Ön Kapak Çizim: Alper Çağatay Güner Arka Kapak Çizim: Seda Kahraman Tasarım: Mahmut Sami Yıldız, Mertcan Caner
İletişim: pervazfanzin@gmail.com
Mahmut Sami Yıldız
“In a hole in the ground there lived a hobbit.’’ ‘’Toprağın içinde bir kovukta bir hobbit yaşardı.’’ dedi J.R.R ve sustu. Onunla konuşmak için ağzımı açtığım vakit karşımda kimsecikler yoktu. Ne J.R.R ne hiç kimse. ‘’Sen…’’ dedi bir ses, ‘’Sen mi çaldın yoksa eski yüzüğümü?!’’ Başımı eğip baktım. Belim boyunda, sivri kulaklı, büyükçe ayaklarının üstü kıllarla örtülü ve oldukça şık giyimli bir ihtiyar, bana şaşkınca ve bir o kadar da kızgınca bakıyordu. ‘’Hiçbir şey çalmadım be…’’ Cümlemi bitiremedim. Bunun yerine ‘’Bilbo?!’’ diyebildim yarı şaşkınlık yarı sevinçle. ‘’Evet ya, Bilbo! Bilbo Baggins! Maceraya çıkarak soyadını kirleten hobbit.’’ dedi kızgınlıkla ve ani bir hareketle dönüp ‘’Çay?’’ diye sordu. Afallamıştım. Ölüm döşeğindeki, son nefesini veren bir ihtiyarın sesi gibi çıktı sesim. ‘’Zahmet olmazsa…’’ diyebildim yalnızca. Çayı ocağa koyup geldi, yavaşça karşımdaki ahşap sandalyeye otururken ‘’Fakat…’’ dedi, şimdi iyice kurulmuştu eski sandalyeye,‘’Seni tanımıyorum!’’ Sesi soğuktu. Bulunmayı çok istediğim bir yerde istenmediğimi düşünmenin verdiği huzursuzlukla adımı söyledim. Hiçbir şey söylemedi Bilbo. Yüzüme bakıyordu yalnızca. Birden ayağa kalktı, mırıldanarak ve parmaklarıyla hesaplar yaparak uzunca bir müddet düşündü. Sonra benden yana döndü, eğilmem için işaret etti ve yüzüme yaklaşarak soğuk ve bir o kadar da tehditkar bir ifadeyle ‘’Yıllar önce Gollum ile oynamak zorunda kaldığım bilmece oyununda dahi bu kadar zorlanmadım. Yaşlı Orman üzerine ant içerim ki böyle bir isim duymadım! Kimsin sen? Nerelisin? İnsan olduğun muhakkak. Gondorlu musun yoksa Rohanlı mı? Ya da Bree’den gelen bir serseri? Nice vakittir şarka yolum düşmedi. Kaç vakittir insanlar böyle komik giysiler giyer oldu? Yoksa Minas Tirith için artık Kralların Şehri değil de Soytarıların Şehri mi diyorlar?’’ Bilbo, cevap vermeme fırsat vermeden bir düzine soru sıraladı ve cevaplamak için pek bir vaktim olmadığını gayet açık ve net bir şekilde belli etti hal ve hareketleriyle. Boğazımı temizledim. Durumu nasıl açıklayacağımı bilemiyordum. ‘’Aslında ben… Ben Orta Dünya’dan değilim.’’ Bilbo’nun şaşkınlıkla faltaşı gibi açılan gözlerini gördüğüm vakit anladım söze çok yanlış yerden girdiğimi. ‘’Gri Limanlar’dan denize açılan hiçbir gemi geri dönmedi!’’ dedi Bilbo. ‘’Bakın Efendi Baggins’’ dedim, ‘’Orta Dünya’nın haritasını, dağlarını, ormanlarını, şehirlerini, her şeyini kendi dünyamınkilerden daha iyi biliyorum ama ne yazık ki, ah ne yazık ki ben Orta Dünya’dan değilim.’’ Bilbo az da olsa sakinleşmişe benziyordu. Fırsattan istifade devam ettim ‘’Ama sanmayın ki benim dünyam buradan çok farklı.’’ Devam etmeme fırsat vermeden ‘’Peki hiç hayatında bir ejderha gördün mü evlat?’’ diye sordu Bilbo laf sokarcasına. ‘’Hayır efendim.’’ diye yanıtladım sorusunu. Bilbo zafer kazanmış bir komutan gibi sırıtıyordu. “Hayır hiç ejderha görmedim lakin adını işittim. Benim dünyamdaki ejderhanın adı Smaug değil, Kapitalizm. Tüm ejderhalar gibi o da son derece açgözlü. Altına ve paraya çok düşkün bir ejderha.’’ Bilbo’nun bu cevabı beklemediği muhakkaktı. ‘’Peki’’ dedi, ‘’Bir cüceyle tanıştığın oldu mu?’’ Gülümsedim, ‘’Kısa boylu, sakallı, dağlarda yaşayan halkı soruyorsunuz değil mi? Hayır hiç cüce görmedim fakat cücelere benzeyen nice insan tanıdım. Saklamayı ve biriktirmeyi seven nice insan. Tıpkı arkadaşın Thorin’in dedesi, Erebor’un Smaug’un işgalinden önceki son kralı Thrór gibi. Ve salonları altınlarla, mücevherlerle dolu olan, sizin
II
Cüce Dağı yahut Cüce Mahzenleri dediğinize ise benim dünyamda Banka diyorlar.’’ Bilbo, ‘’Banka mı?’’ diye sordu? ‘’Garip bir dağ ismi. Banka’nın kralı kim?’’ Başımı, annesine vazoyu kırdığını söyleyen bir çocuğun başı gibi öne eğdim. Ve sıkkın bir şekilde ‘’Ne yazık ki Banka’nın kralı, tek ve gerçek hakimi Kapitalizm.’’ dedim. ‘’Yazık olmuş.’’ Bilbo’nun sesinde teselli vardı. ‘’Biliyor musun Bilbo, benim dünyamdaki bir şair ’Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur.’ diyor.’’ Üzüldüğü her halinden belliydi Bilbo’nun. Çayı almak için giderken aynı sözleri tekrarlayıp duruyordu. ‘’Aşksız halk, yazık, çok yazık…’’ Sessizce çaylarımızı yudumlarken derin bir nefes aldı Bilbo, konuşacak sandım lakin hiçbir şey söylemedi. ‘’Siz Smaug’u def etmiştiniz, biz bunu yapamadık.’’ dedim sessizliği bozmak için. Başıyla tasdik etti ve bambaşka bir konu hakkında konuşmaya başladı ihtiyar hobbit. ‘’Şark’ta çok büyük savaşların olduğunu söylüyorlar. Yeğenim, Gandalf ve üç delikanlı hobbit de orada, Minas Tirith’te bulunuyor olabilirler. Çok tedirginim evlat, çok tedirginim.’’ Gülümsemekle yetindim. Biliyordum ki bu konu hakkında tek bir cümle dahi söylesem, Minas Tirith surlarının önünde uzanan o geniş Pelennor Düzlüğündeki savaşın kazanıldığını söylesem örneğin, J.R.R’a ihanet etmiş olacaktım. Sustum ve gülümsedim. Lakin bu küçük ihtiyarı böylesine tedirgin görmek yüreğime dokundu. Küçük bir ipucu mahiyetinde de olsa konuşmaya başladım ‘’Ama çok da umutsuz değiliz!’’ dedim gülümseyerek ‘’Benim dünyamda da var Gandalf gibi bilge insanlar. Yol göstericiler. Her zaman az da olsa var oldular ve var olacaklar. Ya da Lorien Elfleri gibi umudu olmayana umut olmak için ölümüne yardıma koşanlar.’’ Gülümsemesinde vakar vardı Bilbo’nun. ‘’Yahut’’ dedim, gözlerimi Bilbo’nun gözlerine sabitleyerek ‘’Rohanlı Theoden gibi insanlar. Evet onun gibi insanlar benim dünyamda da var. Theoden’in Gondor’un yardımına koşması gibi yardımını hiçbir zaman, hiçbir kimseden esirgemeyen insanlar…’’ Bilbo’nun yüzü aydınlandı, gülümsemesindeki vakarın yerini neşe aldı. ‘’Hava çok güzel!’’ Yerinde duramıyordu, ‘’Gel de dışarıda pipolarımızı tüttürelim!’’ Başımı ‘olur’ manasında eğip ardı sıra yürüdüm ihtiyar hobbitin. Bilbo’nun yemyeşil çimlerin arasındaki minik sandalyelerine kurulduk. Tütün tabakasından aldığı bir tutam sararmış tütün yaprağını uzun saplı piposuna doldurdu. Ve tabakayı bana da uzatıp ikram etti. Almadığımı görünce ‘’Pipo içmiyor musun yoksa?’’diye sordu şaşkınlıkla. ‘’Ne yazık ki yanımda pipo yok Efendi Baggins.’’ dedim mahcup bir sesle. Gülümseyip kendi piposunu bana verdi. Yeni bir tane daha hazırladı ve ilk duman halkasını çıkardı yuvarlak dudaklarının arasından. ‘’Gandalf olsa bu halkalarının içinden binbir türlü şeyler geçirirdi. Ah Gandalf, eski dostum…’’ dedi iç çekerek. ‘’Ve sen, yeni dostum,’’ dedi bana dönerek. Sevinçle gülümsedim. ‘’Ömrün uzun olsun. Umarım ejderhanın canına okursunuz!’’ dedi . Teşekkür ettim ve ben de duman halkaları yapmaya başladım Bilbo ile birlikte. Gözlerimizi yumup huzurla pipomuzu tüttürdük uzunca bir süre. İşaret ve orta parmaklarımın acısıyla gözlerimi açtığım vakit karşımda kimsecikler yoktu. Ne Bilbo ne hiç kimse. Parmaklarımı yakan sigaram, artık o sevmediğim dünyada olduğumu hatırlatıyordu. Ve ben mırıldanıyordum kendi kendime. ‘’Şükürler olsun ki Oxford’ta J.R.R Tolkien adında bir dil profesörü vardı ve şükürler olsun ki boş bir sınav kağıdına ‘In hole in the ground there lived a hobbit’ yazarak bize Orta Dünya’nın kapılarını açtı!’’
III
Funda Gül
Var ki ne vardır onlar Yortu süvarileridir bu çoktan ayaklı gidenler İki kamburunun otururlar süt kaymağı misali arasına Çoklukturlar kimse değil kimselerdir, kırmızı yasmıktırlar işte biraz Futursuzca çoğul ek kullanırlar Göklerin, avuçlarına güneşler doldurduğu sabahın kavuran sevisi Bırakır yıldızlardan şemsiye gibi yağmur bilmez çöllerine mahali Ah kumun gazabından yine kuma sığınırlar Gölgeyi bilmezler ki güneşten korksunlar Ecele faydası olmaz korkunun dağında yaşarlar Var ki ne vardır onlar Varlıklarına şaşar tanrılar Ki ne diretmedir onların
IV
Ozan Can Çeküç
FAHRENHEİT 451 ve Yakma Zevki üzerine Bu yazımda Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 adlı romanını ve Yakma Zevki adlı öykü kitabını elimden geldiğince okuyucuya tanıtacağım ve bir miktar da kendi bakış açıma göre değerlendireceğim. Ray Bradbury bu kitabında günümüz toplumundaki çürümüşlüğü çok önceden görmüş (kitabın ilk basım yılı 1953) ve bunu kurguladığı gelecekte iyi bir şekilde yansıtmayı başarmıştır.
Teknolojinin gelişmesiyle insanlar yangına dayanıklı, kolay kolay yanmayan evler yapabilmişler. Bunu takiben de itfaiyecilerin yangın söndürme işine devam etmelerine gerek kalmamış. Bunun yerine toplumun mutluluğu ve istikrarı için itfaiyecilere çok daha önemli bir görev verilmiş: sansürcülük, bir bakıma da toplumun vicdan bekçiliği. Bir toplumu oluşturan birçok azınlık olabilir ki Ray Bradbury’nin öyküsünde öyle bir toplum var. (Ray Bradbury’nin Amerikalı bir yazar olması nedeniyle kurguladığı toplumun da Amerika gibi birçok azınlığı barındıran bir toplum olduğu düşünülebilir.) Ve bu azınlıkların birlikte çatışmadan yaşayabilmesi için onları rahatsız eden kitaplar ortadan kaldırılmalıdır. Kitaptaki itfaiye şefi Beatty bu durumu şöyle dile getiriyor:”…Zenciler Küçük Siyah Sambo’yu sevmiyorlar, yak gitsin. Beyazlar Tom Amca’nın Kulübesi’yle ilgili iyi şeyler hissetmezler. Yak gitsin. Birisi çıkmış tütün ve akçiğer kanseri hakkında bir kitap yazmış. Sigaracılar ağlıyor mu? Yak kitabı. Sükunet, Montag.Huzur Montag…”
Kitabın ana karakteri Guy Montag mutlu bir itfaiyecidir. Montag yaptığı işi şöyle tanımlamaktadır: ”İyi bir iş. Pazartesi günleri Millay, Çarşamba Whitman, Cuma Faulkner, yak kül olsun…”Neden itfaiyeci olduğunu ve neden kitap yakmak zorunda olduğunu hiç sorgulamamıştır. Bir gün bir olay yaşar, bu olayı burada anlatmıyorum.(Anlatırsam kitaba bir tür ihanet etmiş olacağımı düşüyorum. Bu yazıyı hazırlamaktaki amacım insanların kitabı merak edip okumalarını sağlamak. Onun yerine burada kitabın özetini vermeye kalkışmak, insanların bu özetle yetinip kitaptan yüz çevirmesine neden olmama yol açar ki Fahrenheit 451’in temel eleştirdiği noktalardan birini yapmış olurum.) ve o günden sonra Montag hayatındaki bütün yanlışları, işini, eşini, yaşayışını yeniden gözden geçirir.
Toplumun mutluluğu için neden kitap yakılması sorusuna kitapta verilen cevaplardan biri de “…kitaplar kafa karışıklığı yaratıyorlar, başka bir şey değil! Hiç var olmamış insanlardan bahsediyorlar. Bir kitabın dediğini öteki kitabın dediği tutmuyor.” Ray Bradbury’nin bu kitabında günümüzde güçlü bir şekilde var
V
olan Pozitivizm’e de yer verdiği ve pozitivizmi eleştirdiği görülüyor. Felsefeden ve edebiyattan bilim gibi objektif olması, kendi içinde tutarlı, çelişkiye yer vermemesi isteniyor. Pozitivizm kelime anlamıyla deneysel ve olgularla açıklanabilen (duyularımızla algıladığımız) olayların gerçek olduğunu, deneysel ve olgusal olmayan şeylerin metafizik olduğunu söyler. Deneye, olguya dayanan olayların “pozitif” olarak yüceltilmesi bununla beraber felsefe, sosyoloji gibi beşeri dalların metafizik olarak görülüp kenara itilmesi günümüzde yürütülen bir tür ideolojidir. Günümüzde bilim elde ettiği bilgilerin nasıl yorumlanması konusunda felsefe yerine pragmatizmle işbirliği yapmaktadır. Felsefesiz bir bilim de teknolojinin, sermayenin kölesi olmaktan da kurtulamamaktadır.
Ray Bradbury kitabını çıplak olarak göstermeyi başardığı günümüzün acı gerçekleri üzerine kurmuş. Sanayinin gelişmesi ve tarımsal üretimin artmasıyla bunu dünyanın giderek kalabalıklaşması izledi. Bu kalabalık kitlenin yönetilmesi için de her şeyin basitleştirilmesi gerekiyordu: kitapların, sinemanın, televizyonun… Artık televizyonda izlenmeye değer çok az şey gösteriliyor. Ekranlardan eğlence ve yarışma programları eksik olmuyor. Burda kitaptaki karakterlerden itfaiye şefi Beatty’den bir alıntı yapıyorum:”Onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya Iowa’da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. Onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası olaylarla tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten zeki hissetsinler. Sonra düşündüklerini hissedecekler, hiç kımıldamadan hareket ettikleri hissine kapılacaklar ve mutlu olacaklar.” Sinemada gösterime giren filmlerin çoğu aksiyon ve seks ile doldurulmuş filmler. Dünya politikaları artık bir gazete sütununa, bir cümleye, bir manşete dönüşüyor ve insanların zihinlerine sürekli bir şekilde ıvır zıvır niteliğinde fikirler medya tarafından pompalanıyor. İnsanlar artık belli bir düşünce üzerinde yoğunlaşamaz hale geliyor. Artık nerdeyse çoğu şey köpük kıvamına gelmeye başlıyor. Biraz karamsar bir değerlendirme oldu ama biraz karamsarlıktan zarar gelmez.
Peki, Ray Bradbury’nin kurguladığı bir toplumda yaşasaydınız (ki artık çok uzak gözükmüyor bugüne) ve kitaplar sizin için özel bir dostsa ne yapardınız? Kitap yakmaya gelen sansürcülerle nasıl mücadele ederdiniz? Ray Bradbury, Fahrenheit 451’i yazarken bir yandan da romanına katmadığı ama romanla birtakım yakınlıkları olan öyküler yazmıştır. Bu öyküleri de bir kitapta toplamış, kitabın ismi de: ”Yakma zevki, Fahrenheit 451 öyküleri” Bu kitapta farklı öyküler aracılığıyla sansürcülerle nasıl mücadele edilebilir sorusuna Ray Bradbury’nin cevapları var. Bu kitaptaki “Parlak Anka Kuşu” öyküsü epey ufuk açıcı nitelikte. Öyküde bir kütüphanecinin kütüphanedeki kitapları yakmaya gelen sansürcülerle mücadelesi
VI
anlatılır. Kütüphaneci, sansürcülere doğrudan karşı koymaz; onların kütüphaneye girmelerine engel olmaz, kitapların raflardan kaldırılmasına bir şey demez. Baş sansürcü kütüphanecinin bağırıp çağırmasını, ona yalvarmasını beklerken kütüphaneciden böyle bir tepkisizlik alınca şaşkına döner. Baş sansürcüyle kütüphanecinin diyaloğu ilgi çekicidir ki buna burada yer vermiyorum. Konuşmaları sırasında yanlarından geçen insanlar ünlü yazarlardan alıntılar yaparak konuşmaya dâhil olur. Her yanlarından geçen kişi kütüphaneciye farklı bir şekilde seslenmektedir: ”Bay Shakespeare iyi akşamlar” ya da “Merhaba Keats” şeklinde. Öykünün sonuna doğru baş sansürcü kütüphanecinin kendisiyle nasıl mücadele ettiğini kavrar. Baş sansürcü, insanların kitapları hafızalarında kaydederek sakladığını anlar. Baş sansürcü çıldırır ve öykü biter.
Bence burada ufuk açıcı noktalardan biri, bir şeye (ki bu anlam veremediğimiz, karşı çıktığımız bir şey olabilir) doğrudan, açık açık karşı çıkmak yerine yeri geldiğinde farklı şekillerle dolaylı yollarla da karşı çıkabilip başarı sağlanabileceğidir. Türkiye’de bir şeyleri değiştirmek isteyenler (ki kastettiğim antikapitalist bir mücadeledir) alışılmış eylem kalıplarının tekrarlanması yerine farklı, yeni bir eylem tarzı geliştirmesi gerekmektedir. Öyküde baş sansürcü, insanların ona karşı koyarken bağırıp çağırmasına o kadar alışmıştır ki kütüphanecinin mücadele şekline hazırlıklı değildir, bu yeni durumla nasıl baş edeceğini bilemez ve başarısızlığa uğrar.
Fransız film yönetmeni ve aynı zamanda Fransız yeni dalga sinemasının kurucularından François Truffaut bu kitabı senaryolaştırarak 1966 yılında filme dönüştürmüştür. Fransız Yeni Dalga sinemasının kökleri 1951 yılında yayınlanmaya başlayan aylık Fransız sinema dergisi olan Cahiers du Cinema’ya (Türkçesi Sinema defterleri) dayanmaktadır. Bu dergideki eleştiri yazarları geleceğin yeni dalga sinema yönetmenleri olacaktır. Bu akımın güçlenmesindeki önemli noktalardan biri de Fransızların kendi kültürlerine bağlılıklarıdır. O dönem Hollywood filmlerinin egemenliği altında geçmektedir ve buna tepki olarak da Fransızlar kendi filmlerinin de Hollywood filmlerinin yanında gösterime girmesini istemektedir.
Truffaut, Fahrenheit 451’i filme dönüştürerek farkında olmadan kitabın okunması bakımından kitap aleyhine bir şey yapmış olarak görülebilir. Günümüzde en kısa zamanda bir işi tamamlamak gerektiği düşünüldüğünden insanlar filmi Truffaut, Fahrenheit 451’i filme dönüştürerek farkında olmadan kitabın okunması bakımından kitap aleyhine bir şey yapmış olarak görülebilir. Günümüzde en kısa zamanda bir işi
VII
tamamlamak gerektiği düşünüldüğünden insanlar filmi izledikten sonra kitabı okumak istemeyebilirler(ki çoğunluğun böyle yapacağını düşünüyorum).Kitap okumayan, kitaba gereksinim duymayan bir neslin gelecekte oluşabileceğini söyleyen bir kitabı filme dönüştürmek, ister istemez de filmi izleyenlerin kitabı okumayacağına neden olabileceği ihtimalinden dolayı absürt olabilir. Ama gerçek şu ki film kitabın yanında epey sönük kalmış ve kitaptaki dönüm noktaları ve etkileyici diyaloglar filmde yer almamakta. Belki de Truffaut insanların ilgisini kitap üzerine toplamak istemiştir.
Yazıyı bitirirken Fahrenheit 451’in geçtiği gelecekteki,kitapların acı sonu,yakılarak yok edilmesi….Belki de The Doors’un “when the music is over” şarkısında Jim Morrison’ın “Music is your only friend until the end” dediği gibi Ray Bradbury de kitabında buna benzer bir cümleyi okura fısıldıyor olabilir. Kitaplar yakılana kadar onlara sadık kalmış karakterlere ya da belki gelecekte kitaptaki kurguya benzer bir gelecekte yaşayacak kitap aşıklarına adanmış bir yazı olsun bu yazı.
VIII
Selene Doğanlar
AVLU Ağır demir kapıyı arkamdan kapatıyorum. Serinlik yüzüme çarpıyor. Soğukluk. Kapıyı kapattıktan sonra çantamın içini kontrol etmeye başlıyorum. Fotoğraf makinem gözüme çarpıyor. Eski bir makine. İçinde yarısı başka bir ülkede bambaşka bir iklimde çekilmiş bir film var. Bir şey olmaz nasıl olsa mekanik diye çok hırpaladım onu. Daha da hırpalayacağım. Makineyi elime alıyorum. Çantayı sırtıma asıyorum. Avludayım ama dikkat etmiyorum nerede olduğuma aklım daha çok nereye gideceğimde. Evden çıktıktan sonra sağa dön. Solunda çift şeritli bir yol var. Sonuna kadar yürü. Daha büyük bir yol kestiğinde sola dön. Hiçbir yere sapmadan dümdüz yürü. Hatırlarsın zaten. Kuzenimin tarifi kulağımda. Hatırlar mıyım? Hayatta hatırlamam yanımda biri vardıysa. Sorarım. Hani sizin bir sokağınız var. Böyle sağlı sollu kafeler pastaneler barlar... Böyle ağaçlar var kocaman. Da? Sabah saat 10 ama hava birazdan kararacakmış gibi gri. Gökyüzünde bulut yok ya da gökyüzünde gök yok hep bulut. Hayır kasvetli değil. İçim içime sığmıyor. Seviyorum bu havada yalnız dolaşmayı. Her şeyin farkına daha iyi varıyor insan. Yağmur birikintisindeki gökkuşağını görüyor. Köşe başına geliyorum. Karşımda sıra sıra dizili 2-3 katlı gri,krem,kahve rengi binalar var. Eski binalar ama eskimişliklerinde farklılık var. Kişilik var. Bir binanın sıvası dökülmüşken öbürünün boyası solmuş. Dönmeden önce sağa bakıyorum. Şaşırtıcı değil ama yapraklarını dökmüş, simsiyah dalları romatizmalı ağaçlar sıralanmış yola sağlı sollu. Sisin arasında güzel bir görüntü. Bir poz harcamaya değer. Minik makinemi gözüme dayıyorum. Görüntü net değil. Objektifin kenarları küçük su damlacıklarıyla kaplanmış. Gördüğüm görüntü de büyüsünü kaybetti birden. İki yanda reklam panoları varmış çok çirkin. Ben bakarken onları görmüyorum. Keşke makinem de benim baktığımı görse. Ben hayalleri görüyorum. O gerçeği görüyor ama paslanıyor neticede. Sırtımı görüntüye dönüp yürümeye devam ediyorum.Keyfim kaçtı tabii. Fotoğraf makinem hala elimde ama atkıma sarıyorum. Yün atkı sanki nemden koruyacakmış gibi. Ana yol bir süre sonra sıkıcı bir hale geliyor. Daha tanımadım varacağım yeri. Başka bir köşe başına geliyorum. Yola paralel bir alt sokaktan gitmeyi düşünüyorum. Birkaç blok devam edip tekrar anayola çıkarım. Mantıklı ama bu benim için çok ciddi bir karar. Daha önce hiç yoldan çıkmadım. Bildiğim yolda bile yoldan çıkmam ben. Çok büyük bir cesaret örneği bu. Yıllar sonra çocuklarıma anlatacağım türden. Sola dönmüştüm ben düz gitmem gerekirken. Vay canına diyecekler. Bu sokak daha sakin. Arabalar yok. Birkaç insan demir parmaklı kapılardan evlerine girip çıkıyorlar. Hafif bir yağmur başlamış olsa gerek insanlar siyah şemsiyelerini açmışlar. Kasketim var hissetmiyorum. Yün ama olsun. Sen de dayan minik makine. Bir süre daha ilerledikten sonra sol tarafta uzakta büyük bir lojman gözüküyor. Komünist dönemin toplu konutları. Gri büyük binalar. Lojman ile aramda bir oyun parkı var. Eski oyuncaklar: 2 salıncak, 1 kaydırak, 1 de yerde dönen daire. Daireyi 2 kesişen demir dörde ayırmış. Böylece dört tane çocuk çılgınlar gibi dönebilecekler. Her demir de farklı renkte. Mat renkler. Gri gökyüzüne ve havada asılı duran sise yakışıyor. Fotoğraf makinesini dürümünden çıkarıp bir poz harcıyorum. Aklıma Kermit geliyor daha sonra. Sırt çantamdan Kermit’i çıkartıp önce salıncağa oturtuyorum. Klişe. Kaydırak? Düşünme bile. Etrafıma bakınıyorum. Arkamda romatizmalı bir ağaç var. Dallarına erişebiliyorum. Kermit’i alıp kollarından dallara bağlıyorum. Sadece dallar ve Kermit. Bir poz daha gidiyor. Bu mevsimde bu şehrin dalları Tim Burton’a adanmış. Salıncağa otursam diye düşünüyorum. En son ne zaman oturdum? Boşver sonra ellerim demir kokuyor. Yıkayana kadar keşler gibi parmaklarımı koklayıp duruyorum sonra. Boş parka son kez bakıp yoluma devam ediyorum. Biraz ileride tipik görünüşlü (ufak tefek ve beyaz saçlı) yaşlı bir kadın omzunda taşıdığı ağırca bir çantayla bir apartmana yöneliyor. Geniş demir kapıyı ittirip karanlıkta kayboluyor. Kadının girdiği apartmanın önüne geldiğimde duruyorum. İçeriye girmek gibi bir dürtüm var. Yeni bir şey
IX
değil bu yaşadığım yerde de böyle isteklerim olur ama ilk defa dürtüye dönüşüyor. Görünmez olmayı isterim ben. Görünmez olup insanların hayatlarına karışabilmeyi. Sanki bir fırsat gibi bu seferki. Bugün yaptığım ikinci çılgınlık. Fotoğraf makinemi atkımın arasında saklayıp karanlığa adım atıyorum. Dar bir geçit bu. Posta kutuları var duvarlarda. Çok eskiler, bir kısmının kapakları eğrilikten kapanmıyor. Bir kedi sürtünüyor ayağıma. Merdiven arıyorum yukarıya çıkmak için ama yok. Fark ediyorum ki bu bir apartman girişi değil bir koridor. Aydınlık geri geliyor ve bir demir kapıyı daha ittirip bir avluya varıyorum. Bu beklediğim bir şey değildi. Şaşkınım. Sanki dışarıdan gördüğüm apartman cepheleri sadece paravanmış gibi. Avlunun etrafı 2-3 katlı evlerle çevrili. Pencereler eski, duvarlar eski. Üst kattaki evler asma demir merdivenlerle avluya açılıyor. Sol taraftaki merdivene az önce gördüğüm yaşlı teyze yavaş yavaş tırmanıyor. O gizemli fenomen sayesinde ona baktığımı fark edip kafasını çeviriyor ve bana bakıyor. O ‘an’ havada donup kalıyor. Daha sonra teyze yavaş yavaş merdivenden çıkmaya devam ediyor. Ben mesajımı alıyorum. Avlunun ortasında taştan bir havuz var. İçinde siyah bir su birikintisi, yeni yağan yağmurdan. Havuzun ortasında eski bir Meryem ana heykeli yükseliyor. Bakımsızlıktan kararmış. Ama çok güzel ve çok doğal. Uzunca bir süre hayranlıkla bakıyorum. Nedir beni burada bu kadar etkileyen bilmiyorum. Gizli bir bahçe bulmak mı? Pastel tonların birbiri ve bu eski kentteki her şeyle uyumu mu? İçime çekercesine görüntüye bakıp terk ediyorum bu avluyu. Karanlık koridordan tekrar geçtikten sonra apartmanın önüne varıyorum. Biraz yürüdükten sonra tekrar yol ağzı. Ana caddeye çıkmak yerine bir alt sokağa sapıyorum. Sokakta yeni bir şey yok. İlk apartman girişini yokluyorum. Kilitli. İlerlemeye devam ediyorum. Yolun karşı tarafında bir evin girişinde büyük siyah bir jip bekliyor. Şoför koltuğundan iniyor, apartmanın kapısını açıyor ve avluya sürüyor. Ben de peşinden gidiyorum. Bu sefer bambaşka bir görüntüyle karşılaşıyorum. Geçen seferkinden çok daha geniş bir avlu, çevreleyen evler daha yeni ve bakımlı. Avlunun ortasına iki tane kocaman jip park etmiş. Biri peşinden geldiğim olsa gerek. Çok da cazip gelmiyor bu görüntü bana ancak arkamı döndüğümde şaşırıyorum. İçeriye girdiğimde fark etmediğim açık bir depo var. Üst kata çıkan asma merdivenlerden birinin altına eşyalarını yığmış insanlar. Çeşit çeşit hurda, çokça kırık dökük sandalye var. Üstü üste sıralamışlar hepsini. Bir tane tahta sandalye diğerlerinden ayrı duruyor. Üzerini bir kilimle örtmüşler, onun üstüne de miskin bir kedi oturmuş. Deponun etrafı çeşit çeşit saksılarla çevrili. Kimisinde sadece kuru dallar var kimisinde ise mevsime meydan okuyan kan kırmızı çiçekler. Fotoğraf makinemi dürümden çıkartıyorum. Aceleyle pozlamaya çalışırken alt kattaki evin perdesi açılıyor ve yaşlı bir adam huysuz bir ifadeyle bana bakıyor. Korkuyorum ve hızla çıkıyorum o avludan. Bir yanım avlu gezmeye devam etmek isterken örümcek yanım kıpırdanmaya başlıyor. Ya asıl gitmem gereken yeri bulamazsam? Son bir avlu diye söz veriyorum kendime daha sonra ana caddeye çıkacağım. Adımlarımı hızlandırıyorum. Yol ağzına geldiğimde bir üstteki paralel caddeye geçmeye karar veriyorum. Bu sokaktaki ağaçlar öncekiler gibi romatizmalı değil. Siyah da değiller. Uzun boylular ve sarı yapraklarının çoğu hala yerinde. Ben evlere girip çıkarken iklim değişmiş diye düşünüyorum kendi kendime. O sırada bir avlu gözüme çarpıyor. Bu avluyu dışarıda görebiliyorum. Demir bir kapının arkasına gizlenmemiş. Kubbeli bir girişi var. Bu sefer tedirgin olmadan içeriye giriyorum. Avluyu çevreleyen evler 2-3 katlıdan daha büyükler bu sefer. Asma merdiven de yok. Duvarlar mat bir turuncuya boyalı. Turuncu.. Bu rengi ilk defa bu şehirde görüyorum. Tam karşıdaki duvarda orta büyüklükte bir saat asılı. Saat üçe on kalayı gösteriyor. Bileğimdeki saate bakıyorum. On bir. Saatin yanlış olması daha çok hoşuma gidiyor. Gülümsüyorum, farkında olmam beni mutlu ediyor. Boş bir avluda bozuk bir saat. Hikayesini hayal etmek bana kalıyor. Dönüyorum ve koşarak ana caddeye çıkıyorum.
X
Mahmut Sami Yıldız
CAMBAZLAR GÜLMEMELİ Bir eliyle karanfilini, öbürüyle de dostunu Sımsıkı saran bir cambaz tanıdım Solar bazen karanfili ve sıkılır canı cambazın Karanfilin yapraklarını koparmak ister cambaz Fakat dokunmaz, dokunamaz ona Çekip gider dostuna Kızar dostuna cambaz, bağırır, küfreder O dost ki gıkını çıkarmaz cambaza Onunla birlikte parlar ve onunla birlikte söner yalnızca İçini döker cambaz ve içini çeker dostuyla Pamuk ipliğine çıkar cambaz Bir elinde karanfil, öbüründe sigara Göktaşı gibi bir parça düşer sigaradan Düşer ve pamuk ipliği tutuşturur Sarsılır, dengesini kaybeder ve Sonsuz düşüşü başlar cambazın -Cambazlar gülerken sigara içmemeli Cambazın kolunda gökyüzü Lacivert gecede gezinir akrep ve yelkovan Gecede bir dolunay ve hiç yıldız Selam eder cambaza ve zamana Zaman ki henüz bilenmiş keskin bir bıçak Keser karanfilin özü bu şekerleri Hiçbir at bu şekerlerden şüphe etmemeli Ve parlak, beyaz bir ışığın vurduğu Örtüsü yeşil masanın sahipleri Siz sorgulayanlar Yani ki hayatımın Münkerleri, Nekirleri Vicdanlı olun ulan Masanızdaki bir geyik yavrusu Ve bir karanfil ki solan Lacivert gecede bir dolunay ve hiç… Yok, hayır, değil hiç, nerdeyse-tek bir yıldız Selam ettiler cambaza ve zamana -Cambazlar gülerken yıldız kaymamalı
XI
Alper Çağatay Güner
ALÇI TUTANAKLARI Geçen gün kalemi tam burdan şu köşedeki ağaca fırlatmıştım. Dün müydü yoksa? Sürünür gibi ağır ağır ilerledim ağaca doğru. Toprağın üstünde dalgalanan yemyeşil bir çayır olduğunu hayal ettim. Boş kola kutuları ve köpek pislikleri hayalime ket vuramazdı. Beş metre ilerdeki araba yığını deneyemezdi bile. Sinirlendim. Sağ bacağımın dizden altı alçıydı, önümdeki şişeye tekme atınca bir güzel sövdü bana. Kızgınlığı geçmemiş daha. "Sen!" diyorum, "Neden bu kadar haşin davranıyorsun bana?" Herkese tavanı boyarken düştüm ayağımı burktum diyorum. Der demez başlıyor sızlanmaya, kıvranmaya. İlla her şeyin doğrusu öyle mi? "Tamam sus, uğraşamam şimdi senle." Yürüdüm. Gökyüzünün ışıklarını yakmışlar gibi, her şey daha bir parlaktı normale göre. Filmlerdeki gibi yavaş çekimde ağaca yaklaştım çimenlerin arasında. Kırmızıda fokurdayan çorbadan bir korna sesi gelmeye başladı. Bastonu tuttuğum sağ elim kasıldı. Eğildim, sol elimle üç beş tane ot popülasyonunu huzursuz ettim. Kalemimi vermeyi reddettiler. Benim kalemim üstelik o. Benim olmasaydı fırlatır mıydım? Yavaş yavaş doğruldum. Beyaz elbiseli bir kadın elinde köpeğine bağladığı tasmayı tutuyordu. Elli metrekarelik parkın her yerine basmaya niyetliydi, köpeği de her yerine sıçmaya. Reklamlardaki bakışma anını yakalar mıyım diye bir an hayal ettim. Yavaşça esen rüzgarda dalgalanan saçlarını yanına alacak şekilde başını döndürürdü, keskin bir bakış atardı, ben de gülümserdim. hemen arkamı döndüm. Çorba olmuştu ama tuzu eksik biraz sanki. Kaldırıma geldim. Önümdeki kavşakta malzemeler karışmaya devam ediyordu. O anda iki metalin çarpışmasıyla ortaya çıkacak tipik sesi işittik. Tampondan saçılan parçacıkların artçıları, yandaki bir arabalık boşluktan geçenlerin tekerlekleriyle çıkardığı hışırtılar...Sonra kornalar, küfürler... Tuzu da tamamdı artık. Eve dönünce yorganı kaldırdım düştüğü yerden. Çarşafı topladım, yastık kılıfını çıkardım, hepsini salona yığdım. Masanın altında duran boş içki şişelerini tolayıp torbaya koydum. Sonra uzun süredir beyazını görmediğim yatağa oturup odaya baktım. Bütün günüm giderdi eğer adam gibi temizlemeyi göze alırsam. Alamadım. Sırtı devirdim tavana bakmaya başladım. Klişeler içinde boğulmak istedim. İçip içip evi dağıtmak, kırıp dökmek sonra yıkıntının içinde oturup ağlamak. Sonra doğruldum, gittim salondaki kumaş yığınını çamaşır makinesine attım. Mutafkta kahve olacaktı, gidip kendime kavhe yapayıp dedim. Tam kahveyi bardağa koydum baktım su bitmiş. Telefonu elime aldım. İki tane mesaj gelmiş. Birisi iletim mesajıymış, bak sen! Diğeri neymiş? Nerde kalmışım hani gelcem demişim? Eyvah! Cevap yazıyorum. "Ayağımı burktum ben, ondan gelemiyorum kusura bakmayın haber vermeyi unutmuşum." Sabah parka kadar giden ben değildim. Su çağırmam yaklaşık 30 saniye sürdü. İşin içinde kar olunca böyle organize olabilmemize kızdım. Sonra beklerken gidip bi şarkı açayım dedim. Rachmaninoff? Öğle vakti dinlersem ayıp olur. Portishead mi? Bence de. Telefonu almak için mutfağa geri döndüm. Koridorda düşündüm. Şimdi mesajı görmüştür. Ararsa bu demek oluyor ki senin için endişeleinyor, seni önemsiyor. Ya kızmışsa haber vermedim zamanında diye? "İyi o zaman sonra görüşürüz, geçmiş olsun." yazar gönderir... Telefon çaldı. Su firması telefonda gösterdiği performansı yolda gösteremedi. Evde oturduk konuşuyoruz. Neden oldu bu diye sordu önce. Yok yok, önce kapıdan girer girmez "Bu evin hali ne böyle? Çok dağınık." dedi. Aslında demek istediği "Senin halin ne böyle? Darmadağınsın." Ama düşündüğünü doğrudan söyleyemedi. Benden hala biraz çekiniyordu sanki. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Ancak bunun için ona kızamam. Belki de bana acıyordu. "Toplarım dert değil." dedim. Salona oturduk. Sonra "Eee neden oldu bu? Anlat bakalım." dedi. Telefon konuşma-
XII
sından beri kafamda dönüp duran cevapların arasından birini çabucak seçmem gerekiyordu. Vereceğim cevap aramızdaki iletişim açısından önemli bir kırılma noktası olacaktı. Yalan söylersem duvarı yükseltecektim. Sağ elim kasıldı, yumruğumu sıktım, sonra gevşettim. "Kavga ettim... Bir barda oldu. Uzun süredir gitmemiştim bara biliyorsun pek sevmem, tek başıma hele... " Yüzündeki şaşkınlık öyle doğaldı ki yakalayıp hapsetmek istedim. Vitrine koymak, canım istedikçe bakmak... Sen kavga etmezsin hiç dedi. Doğru etmem. Yine de etmedim zaten. Adamın teki ayağıma vurdu, ben de çıktım gittim. Önce tek başıma oturuyordum. Müzikleri eskiden daha güzeldi bu barın. Aklıma geldikçe kızıyorum. Otururken kendimi çevreden izole ederdim hep, en arkaya köşeye otururdum. Ama bu sefer tam göbeğe, barmenin önüne oturdum. Sağım boştu. Solumda şişman ve kel birisi birayı gömüyordu. Kız olsaydım dedim, elimde "Bu gece yalnızım, oturun konuşalım" yazan pankarta gerek olazdı. Ama erkeğe lazımdı. Yanıma bir kadın geldi oturdu. Bana uzun uzun baktı. Ben kafamı çevirmedim ama gözümün ucuyla seçebiliyordum. Rahatsız hissettim kendimi, hem de çok. Demek ki pankarta gerek yokmuş dedim kendime. Sonra kadını gözlemlemeye başladım. 25 mi 30 mu? Giydiği bluzun dekoltesi dikkate değerdi. Amaca uygun tasarlanan araçlar… Eteğine bakmadım. Bakmamam gerekiyordu. Konuştukça konuşuyordu. Ellerini çok az kullandı, mimiklerinin abartılı olmasıyla bunu dengelemeye çalışıyordu demek ki. Öne doğru eğildi, barmenle boş muhabbetler etti, güzel kahkahalar attı. Canım sıkıdı. Bana doğru dönüp "Canım ateşin var mı?" deyince önce soldaki viski şişelerine baktım bir an için. Sonra herkese canım diye hitap edip etmediğini sordum. Güldü. Sen de çetin ceviz çıktın dedi. Kalkıp gitmek istedim. Gidemedim. Keşke pankartım olsaydı, katlayıp atardım ve biterdi. İlgi görmüş olmaktan içten içe memnun olduğumu kendime itiraf etmem için ayık kalmam gerekiyordu. Ayıktım. Gözlemlemeye devam ettim. Göbekli kel tuvalete gitmişti. Artık solum boştu. Sağımda gülüşmeler yer kaplamaya devam ediyordu. Yankılanıp yüzüme çarpıyorlardı. Sağ tarafım uyuşuyordu. Barmene kızmaya başladım. Bütün barmenler yavşak olmak zorunda mıydı? Olmayanını da bulacağım diye içimden geçirdim. İkinci yetmişliği de dikince algıdaki netlik belirgin şekilde kayboldu. Sol tarafım da uyuşmuştu artık. Sağımdan gelen yaşam enerjisini kara delik gibi emiyordum ancak tükenmiyordu. Sağ elimi sıkıp yumruk yaptım. Ardından ayağa kalktım, döndüm ve “Sen!” dedim. “Sen de bana acıyorsun değil mi?” “Hayatı kaçıran, ıskalayan, kaybeden güruh acınası değil mi?” Gözlerini kıstı, ağzı hafiften açıldı ama bir şey demedi. Devam ettim. “Senin için her şey öyle berrak öyle net ki dehşete kapılıyorum. Erkekleri kategorize ediyorsun. Ezik, korkak, yakışıklı, ukala… Tedirginlik yaşamıyorsun sen. İki seçenek arasında gidip gelmiyorsun. Kafası karışık olanları küçümsüyorsun. Kafanı kaldır ve etrafına bak. Şu adamın –barmeni gösterdim elimle- arasında gidip geldiği bişey var mı? Varsa et parçasıdır o, başka bir şey değil. İşte sen o et parçasından ibaretsin. Diğerleri gibisin ve bunun farkında bile değilsin.” Cebimden çıkardığım çakmağı ve saymadan aceleyle hazırladığım kağıt paraları masaya bıraktım. Arkamı dönüp çıkacaktım. İki adım attım atmadım, ileri doğru savruldum. Barmen beni tutup kapının yanındaki sandalyeye savurmuştu. Önce masaya çarptım, sonra yere düştüm. Sağ ayağım sandalyeyle masanın arasında kaldı. Çekemedim. Tekmeyi o zaman ayağımın üstüne yedim işte. Bir kaç defa daha vurdu. Sonra yan masalardan gelenler tuttular. Göbekli kel elimden tuttu kaldırdı. Az önce kahkaha atan kadın ağlıyordu. Barmen bana küfür etti, bi daha gelirsem beni hastanelik edermiş. Eder. Benden güçlüydü. Göbekliye tutunup dışarı çıktım. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını sor-
XIII
du. Hastaneden ambulanstan falan bahsetti. Gözlerinde acıma vardı. Teşekkür edip gittim. O gece eve giderken yolun kenarındaki küçük parkta durdum. Cebimden not defterimi ve kalemi çıkardım. Boş yola baktım, turuncu lambalara, açık bırakılan vitrin ışıklarına… Sonra defteri kalemi cebime koyup yürümeye devam ettim. Bi yandaki sokakta taksi durağı olacaktı. Taksiye binip hastahaneye gittim. İki tane kırık var dediler. Alçı ne fena şeymiş. Ayağım boğuldu sanki. Boğularak öldü ve yerine başka bir canlı geldi oturdu. O canlıyla konuşuyorum iki gündür. Bana barda söylediğim sözleri tekrar edip durdu. Saçmalıktan başka bir şey değil dedi. Beş para etmezsin dedi. Hazır cevap çıkmıştı. Karşındakini ezerek üste çıktığını sanıyorsun. İşin gücün artistlik, sen sanki çok farklısın, azıcık huyuna gitseydi kadın ağzının suyu akardı bok herif dedi. Karşı çıktım. Bütün gece kavga ettik. Ama galip gelemedim bi türlü. “Kimseye benzememek için insan, herkese benzeme cesaretini gösterebilmelidir.” dedi. Sartre okumuştu pislik! İnsanları nasıl kategorize ettiğimi nasıl kesin yargılara vardığımı yüzüme vurunca sinirlenip masaya bir tekme attım. Küfür etti. Benle tartışılmazmış. Hem kendini beğenmiş hem inatçıymışım. Hem sonra korkak dedi bana. Düşün, o kadar kişinin içinde cesurca çıkıp ağzına geleni söyleyen bana! Kendimle hesaplaşacak cesaretim yokmuş, ayağımla hayali diyaloglar yaratıyormuşum. Ayağım öldü ki benim. Boğdular onu. Yazarak kendimle hesaplaşmak ve bu işi kapatmak istedim bütün olanlardan sonra. Cesur olduğumu gösterecektim. Yazmam gereken yeri biliyordum. Giyinip evden çıktım. Parka gittim. Yola en uzak ağacın altına oturdum. Saat kaçtı bilmiyorum ama daha hava aydınlanmamıştı. Yazdıklarımı zor seçiyordum. Başlangıçta iyi gittim ama üçüncü sayfadan sonra kendimle hesaplaşmaktan çok kendimi haklı çıkarmaya çalıştığımı farkedince durdum. Sağ elimi sıktım. Kalemi tutup yola doğru fırlattım. Kalkıp eve döndüm. Yatakta saga sola yuvarlandım, yorganı yere attım gökyüzünün lacivertten açık maviye doğru değişimini izledim. Sonra sabah olunca başladığım işi bitirecek hevese tekrar kavuştuğumu sandım. Eski püskü birkaç eşyayı tıkıştırdığım küçük odadaki dolabı açtım. İçinden dedemin uzun şemsiyesini buldum. Bozuktu ama atmamıştı onu baston yapmıştı. Anısı var diye annem de atmamıştı. Ben neden atmamışım ona şaşıyorum. Gel gör ki işe yaradı şimdi. Bastonumu aldım ve parka geri geldim. Kalemimi aradım ama yoktu. Başka bir kalemle değil o kalemle yazmam gerekiyormuş gibi üzüldüm. On saniye sonra artık umrumda bile değildi. Düşünsene, hevesli falan değilmişim. Sonrası… Sonrasında bir şey yok. Sustu. Dinledi ve sustu. Ona aradığını, işini gücünü bırakıp jet hızıyla geldiğini, beni önemsediği için teşekkür ettiğimi söyledim. Konuşurken yüzündeki şaşkınlığı çok sevdiğimi, onu hapsetmek istediğimi, bu isteğimdeki bencilliğimi anlattım. Gülümserken gözlerinde acıma vardı. Kalktı. Mutfağa doğru yürürken gözlerime bak(a)madan “Sana bir çorba yapayım mı? Acıkmışsındır.” Dedi. Sonra zil çaldı. Suyu getirdiler.
*Teşekkür: Eren Ozan Bakır’a katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum.
XIV
Funda Gül
Bir Nargile Gölgesinin O ‘an’ Tarifi Elleri titriyor elleri Selim ’in, güneş ne tarafta, kalem tutacak kıvrımı vermekte zorlanır oldum. Biraz gelincik topla, şöyle açmışlarından ve yeşile en yakışanından; sen gelincikten anlarmışsın. Mayıs, çarşamba, Nafiz ‘ in nargilesi, sendeki yıldızlar, hiç bitmesin, erken kalkarmış dolmuşlar, doğru mu buralarda, gecemin ışıkları, denizlerde karanlık su, yine Nafiz‘in nargilesi… Selim’in titreyen elinde tuttuğu silahın namlusundan bakıldığında, Nafiz’in alnının görüldüğü bir ‘an’a şahitlik edeceksiniz hepiniz. Ölüme mi geldi sıra? Biz gölgeler için. ‘Büyük Huanna, sen yokluktakileri koru, iradeleri seninledir.’ Hep beraber tekrar ettik. Saat üç yönüne düştük, orada birleştik. Ayinlerimizin saatiydi bu. Gölgeler olarak burada bu saatte buluşurduk, örtüşürdük. Yemekler saat sekiz yönünde yenir, on iki oldu mu; işte o vakit öldün demektir. Ölenler Huanna’nın gölgeler aleminden ayrılır; bir başkasının emrine verilirdi, bir başka alemde. Gölge olmak zor iştir ve sizin gözünüzde hiç var olmamak gibi bir şey, size ait sandığınız bir yansımadan çok daha fazlası, dünyadaki her şeyin sırf sizin için yaratıldığına inanmanız yansımasından çok dahası. Anlatacağım ama merak etmeyin. Şimdi evlerimize dağılıp, haberleri seyretme vakti. Bir yerde patlama olmuş, şu ‘enikısagölgeler’ bir örgüt mü ne kurmuşlar, kullanılması devletimizce yasaklanmış- devlet dedim şaşırmayın, birden fazlaysa sayınız mutlaka olur devletiniz, bir ikinci varlık yeterlidir kaos için- devletimizce yasaklanmış gün ışığı kullanmış örgüt. Üç gölgeyi silmişler, üç de yaralı varmış. Niye şaşırdınız var olma çabası işte, bizim burada da işler sizinkinden farklı yürümüyor yani. Enikısagölgeler eni kısadır, eni uzun olamazlar, oldukça basit bir cebir kendileri. Elleri titriyor elleri Selim‘in. Oğlum; Selim‘in gölgesidir, Selim’in gölgesi olmak durumunda bırakılmıştır Büyük Huanna tarafından. Selim kimdir, nedir anlatacağım. Sadece bir nargile gölgesiyim diye üstüme basıp geçmiyor insanlar, sadece gölgeyim diye oluyor bu her defasında sizin dünyanızda. Ama işim zor işte nargile gölgesiydim ve Nafiz‘indi o da. Yani kaçıncı sahiplenişteydim, kaçıncı iyelik ekinde. Büyük adamdı Nafiz, büyük adamlarla büyük meydanlarda büyük toplarla büyük tüfeklerle büyük patlamalarda büyük adamlar öldürmüştür. Bu yüzden kime sorsanız Büyük Huanna aleminde, ne kadar gururlu olduğumu size söyleyecektir. İki, üç, altı, sekiz öncesiydi diye lafa başlardı her defasında Nafiz. Beynine girdikten sonra, çıkmayı unutan bir kurşundan muzdarip unutmuş zamanların çoğunu derlerdi. Konuşurken aşağı kayan sol, yukarı kayan sağ ağız köşesine rağmen; benim marifetimdi her defasında nargileyi ağzına dosdoğru götürmesi. Tütünü böyle içmesini Kızılderili arkadaşı Bo öğretmiş ona. Bunu da anlatır Nafiz; büyük adamlarla bitmez kavgasından ve ya beynindeki çıkmaz bilmez kurşundan ötürü şaşırmaz dinleyenler. Bo; git dermiş, gel dermiş, ye, iç, sus ve dinle dermiş. Çekimli eylemler kullanmak; modern zaman masallarına kanmak gibiymiş, o yüzden kullanmazmış. Bir gölge olarak; Nafiz ‘ in beynindeki kurşunun bir metal parçasından çok, Bo‘yu andırdığına şahit olabilirdim eğer fırsat verilseydi. Sırtını güneşe dönüp, ayak tabanlarından başlayıp önüne doğru uzayıp giden gölgesine, kendi gölgesine, secde edermiş
XV
Nafiz’in derisi kızıl arkadaşı. Bir yakınlığım varsa bu yüzdendir. Selim ise büyük korkumdur hiç sebepsiz. Elleri ve yamuk parmakları ve Nafiz’ e bakışları ve yalnızlığı korkutur korkuturdu. Bir gölge, bir insandan neden korkardı? Bir anda şuracıkta bir köşecikte nefesimi keseceği, bir parça nargile dumanındaki varoluşumu yokluğuyla örteceği korkusuyla, kaç kere Nafiz’ in kesik öksürüklerinin sebebi olmuşumdur istemsizce bilemezsiniz. Bir gölgenin korkusunun; öksürük nöbetlerine neden olacağından habersiz niceleri, kabahati Nafiz’ in ciğerlerinde buldu, tütünün zararlarında… Oysa her Selim dendiğinde, adı anıldığında, buraya yanı başıma geldiğinde Nafiz’ i tutardı bitmek bilmez süresiz bir öksürük. Dünyanın en gereksiz insanlarındandı Selim. Öylece gelmiş de dünyaya öylece gidecekmişlerden, insanlardan kaçmayı kendine görev bilmişlerden, gece karanlık sularda yüzmeye cesaret bulanlardan ama bugününün bahanesini çocukluğuna atmama cesaretini bulamayanlardan. B. Dağ’ında bu yüzden yalnız otururdu, bir yandan ondan korkar bir yandan ona üzülürdüm. Her şey ondandı ya da onaydı. Kaç kere onunla hiç karşılaşmamayı dilemişimdir ve kaç kere biraz cesaret edebilmesini. Hiç şüphesiz, bir gölgenin korkularını duyamaz göremezdi. Elleri titriyor elleri Selim’in. Selim’in titreyen elinde tuttuğu silahın namlusundan bakıldığında, Nafiz’in alnının görüldüğü o ‘an’dasınız hepiniz. Haksız da değilmişim. Oğlum ‘ Çekti tetiği Selim, bir adamı vurdum’ dediğinde anladım. Bizim Nafiz’ i, benim gölgesi olduğum nargilenin sahibi olan Nafiz’i vurmuş. Çok yalan söylerdi demiş, çekmiş tetiği vurmuş.
XVI
Mahmut Sami Yıldız
Gözyaşı Kemiği Koleksiyonu Dumanlı bir sabaha uyandı yine Züleyha. Odasını havalandırmadan yattığından olsa gerekti. Sigara dumanı tavanla koyun koyuna uyumuştu tüm gece ve on beş yıllık aktif sigara içicisiyken tüm gece boyunca pasif içici olmuştu kendisi. Aşağıdaki top oynayan, pantolonunun dizleri alakasız bir kumaşla yamanmış çocuklardan birine seslendi ‘’Hey! Hey yakışıklı! Şu bozukluklarla bana bir ekmek alır mısın? Para üstünü de harçlık yaparsın?’’ Güneşin bütün rengini alıp götürdüğü pembe bir mandala sıkıştırıp attı bozuk paraları aşağıya, harçlık alacak olmaktan son derece mutlu olan çocuğa. Çocuk gerçekten çok heyecanlıydı, sokakta ezilmiş kutu kola kutusu ile maç yapan onlarca çocuk varken kendisi seçilmişti ne de olsa. Cebine attığı birkaç bozuk parayla bakkalın yolunu tutan çocuğu izlemekteydi Züleyha. Küçük çocuğun cebindeki bozuk paralar öyle ahenkli sesler çıkarıyordu ki, eğer eğitim alırsa ilerde çok büyük bir perküsyon sanatçısı olabileceğini düşündü. Ekmeği beklerken hazırladığı kahvaltısını yapar yapmaz kendini sokağa attı büyüleyici güzellikteki genç kadın. Kahvaltı açlığına fayda etmemişti yine, edemezdi de, hiçbir somut yiyecek ruhunu doyuramazdı. Züleyha, kendisi bilmese de tarihteki en büyük seri katillerden biriydi. Kırk dokuz er kişiyi katleden bu katil, cinayet masası polislerinin en büyük kabusuydu adeta. Kırk dokuz ve sıfır. Bu iki sayı Züleyha’nın hayatının kısa bir özeti sayılabilirdi. Kırk dokuz sayısı muhtemelen değişecekti fakat sıfır sayısının değişmesi yeri yerinden oynatırdı elbette. Ne de olsa sıfır, Züleyha’nın yaptığı hata sayısıydı. Züleyha, etrafındaki insanlara bakındı, çevresine ne yararı ne de zararı olan insanlara. Toplama işleminin ‘sıfır’ı yahut çarpma işleminin ‘bir’i kadar etkisizdi çoğu. Etkisizdi çünkü etkilemek, etkilenmeyi gerektirirdi ve bunu göze alamıyordu insanlar. İşte bu yüzden soğuk bir kış sabahının güneşi olmaya razı olmuştu hepsi. Güneş demişken, güneşten nefret ederdi Züleyha, gün ışığıyla uyandığı her gün, güneşe ve Japonlara lanet ederdi. Güneşten nefret ederdi belki ama gündüzü severdi Züleyha. Pervanenin ışığa olan sevdasına benziyordu belki de bu, ama bulutlar, evet bulutlar. Bulutlar olanaklı kılıyordu bu sevdayı. Pervane kadar bahtsız değildi Züleyha. Vapur iskelesine doğru yürümeye başladı genç kadın, bugün tam kendine göre bir kurban bulabileceğini düşünüyordu, ama şu ana kadar umduğunu bulamamıştı. Planı her zamanki gibiydi. Olağanüstü güzelliğiyle bir erkeğin aklını başından alacak, zamanı geldiğinde de onu öldürüp göz çukurunda bulunan, çoğu kişinin varlığından bile haberdar olmadığı gözyaşı kemiğini yani lakrimal kemiği çıkaracak ve koleksiyonuna yeni bir parçayı, ellinci parçayı ekleyecekti. Vapur iskelesine gelince duraksadı Züleyha, karşıya geçmekten vazgeçip sahilde yürümek istedi cani canı. On beş yıllık tecrübeyle yaktı sigarasını. Sigara demişken, on beş yıllık sigara tiryakiliği yüzünden kısa yürüyüşler bile Züleyha’nın nefes nefese kalmasına neden oluyordu. Boş bir bank aradı gözleri. Bütün banklar doluydu; bazısında liseli sevgililer, bazısında bira içen işsiz gençler, bazısında sigara içen ihtiyarlar ve birinde, yalnızca birinde kitap okuyan bir erkek. Kitap okuyan genç adamın bulunduğu banka doğru seğirtti. Kitabı sesli bir şekilde okuyordu genç adam. Burada da kafa dinleyemeyeceğini düşündü Züleyha, oysa deniz çok güzeldi; görüntüsüyle, sesiyle, kokusuyla çok güzeldi. Deniz kokusunu çok severdi Züleyha, o tuzlu yumuşak kokuyu. Kalkıp boş bir bank aramaya karar verdiği sırada genç adamın okudukları dikkatini çekti Züleyha’nın.
XVII
‘’Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemencecik karşılık verdi: Deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar! Neden denizciler böyle çok ağlar ki! Çünkü, dedi. Yolculukları bitmez… Onun için de mendillerini hep direklere asıp kuruturlar! Gene sordum: Ya niçin insanlar üzgün olunca ağlar? Çünkü, dedi, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerek!’’ Tam da denizi, tuzlu denizi düşündüğü sırada bu satırların okunması hayli şaşırtmıştı Züleyha’yı. Üstelik gözyaşından da bahsediliyordu. Şaşkın bakışlarla kitaba baktı. August Strindberg- Düş Oyunu. En kısa zamanda alıp okumak üzere hafızasına kaydetti kitabın adını. Şaşkınlığı hala geçmemiş bakışlarını yakışıklı genç adamın yüzüne sabitledi. Gülümsedi. Genç adam da ürkekçe karşılık verdi. ‘’Biliyorum çok garip’’ diyerek söze girdi genç kadın. Ve kendine çok güvendiğini gizlemeyerek ekledi ‘’Sizi evime davet etmek istiyorum. Yemek yer, film izleriz.’’ Şaşkınlık ifadesi bu kez de genç adamın mimik kaslarına hükmetmeye başladı. ‘’Size gülümseyen her erkeği evinize davet eder misiniz?’’ Züleyha şaşırmıştı. İlk defa bir erkek kendine bu kadar direnmişti. Şaşkınlıkla ‘’Hemen hemen!’’ diyerek yanıtladı genç adamın sorusunu. ‘’O halde ben davetinizi geri çevirmek durumundayım, herkes gibi olmaya hiç niyetim yok.’’ Bütün samimiyetiyle ‘’Farklı olduğunuz için davet ediyorum.’’ dedi genç kadın. İlk kez bir erkeği öldürmek için değil de sırf istediği için, mutlu olacağını düşündüğü için evine çağırıyordu Züleyha. ‘’Davetimi kabul ederseniz çok sevinirim.’’ Ani bir hareketle elini uzattı genç adam ‘’Adını dahi bilmediğiniz birini evinize davet etmeniz çok saçma olur. Adım Yusuf.’’ Şaşırma sırası tekrar Züleyha’ya gelmişti. ‘’Yusuf…’’ diye mırıldandı genç kadın, ‘’Yusuf…’’ Yemeklerini bitiren ikili yemek masasında sessizce oturuyordu. Züleyha ise kendini zor tutuyordu. Kendini zor tutuyordu çünkü soğanları doğrarken gözyaşları sel olup akan Yusuf’un gözyaşı kemiğini ölesiye istiyordu. Karşısındaki erkek Yusuf olmasaydı çoktan ölmüş olurdu. Oysa bu kez farklı olacağını düşünmüştü Züleyha. Kendini kahinin falına bakmaya çalışan kocakarılar kadar aptal hissediyordu. Bakışlarını yanan muma doğrulttu Züleyha ‘’Mum hem yanar hem ağlar.’’ dedi hüzünlü bir sesle. ‘’Ağlar…’’ Kısık gözlerle güzel kadına baktı Yusuf, genç kadının söylediklerini anlamamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra ‘’İsmet Özel’in çok sevdiğim bir sözünü söyleyeyim mi?’’ diye sordu Züleyha ve Yusuf’un cevabını beklemeden devam etti ‘’Dünyaya gelmek, bir saldırıya uğramaktır.’’ Cümlesini bitirmeden çantasındaki silaha davrandı büyüleyici güzellikteki kadın. Silahını Yusuf’a doğrulttuğunda tek silah çekenin kendi olmadığını anladı. ‘’Ben de sana Jeff Lindsay’in bir sözünü söyleyeyim o zaman.’’ diye söze girdi Yusuf. ‘’Canavarlar sonsuza dek mutlu mesut yaşamaz.’’ Tanışırken göz göze geldikleri gibi yine göz göze geldi ikili. Uzun süren sessizliği silah sesi bozdu. Tek bir el silah sesi. Tek el silah sesi duyduğuna yemin eden komşulara inat Züleyha Y.’nin dairesinden iki ceset çıktı. Komşuların hesap etmedikleri şey, silahların aynı anda ateşlenmiş olmasıydı. Ertesi günkü gazetelerin yazdığına göre kırk dokuz kişinin katili Züleyha Y. ölürken bile öldürmüştü. Öldürdüğü kişiyse cinayet masası komiserlerinden Yusuf U.dan başkası değildi. Hem Züleyha hem de Yusuf’un yaptıkları alıntılar haklı çıkmıştı. Gözyaşı kemiği koleksiyonu ise bir tıp fakültesi tarafından anatomi dersinde kullanılmak üzere satın alındı. Bu olağanüstü koleksiyon anatomi makroskobi salonunda günden güne çürüdü. Ta ki bir tıp öğrencisi bu gözyaşı kemikleri hakkında bir hikaye kaleme alana dek…
XVIII
“Size, ‘Sakın ağlamayın’ demeyeceğim. Çünkü her gözyaşı şerden akmaz.’’ [Gandalf]