Politika Dergisi
Sayı 20
iletisim@politikadergisi.com
07.03.2009
“Editörya”dan...
Kurucular Emrah ÖZDEMĐR Gökhan DAĞ Bu Sayıda Yazanlar Celal ŞEKERCĐ Emrah ÖZDEMĐR Gökhan DAĞ Hakan KORUK Hakan TOĞA M. Burak KAHYAOĞLU Mehmet TURAN Mert ATALAY Nuran TALAY Saadet TOKSÖZ Selvihan ÇĐĞDEM Sevda EĞER Süleyman GÖK
Kapak Tasarım Emrah ÖZDEMĐR P-Foto Güneş ER
Web Tasarım Gökhan DAĞ Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.
D
eğerli okurlarımız, en alttan; blogdan başlayarak, bugün binlerce kişinin takip ettiği bir elektronik dergi konumuna gelmiş bulunuyoruz. Dahası onlarca kişi, derginin “matbu” hâlini nerede bulabileceğine ilişkin eposta atmaktadır bizlere. Durup dururken bunlardan neden söz ettiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Söyleyeyim: Dergi miladı saydığımız 1 Mart 2008’de çıkarmış olduğumuz öncül sayı olan Tanıtım Sayısı’nın üzerinden iki yıl geçmiş bulunuyor. Sizlerin, yazarlarımızın, gönüllü destekçilerimizin, kimi hoca ve aydınlarımızın vs. desteğiyle ikinci yaşımızı da doldurmuş, üçüncü yılımıza adım atmış bulunuyoruz. Uludağ Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi’nde Gökhan DAĞ kardeşimin öncülüğünde yakılan bu kıvılcım, bugün “yerel”liği aşmış, Türkiye’nin her yerinden izlenen bir ateş durumuna gelmiştir. Aslına bakarsanız, kurucu kadro haricinde, Uludağ Üniversitesi öğrencileriyle de canlı bir bağımız kalmamıştır. Bunların yanında, Uludağ Üniversitesi bağlantımızı Erzurum Kongresi’ne benzetirim. Yerel bir oluşum gibi olsa da “ulusal” bir ateş yakıl-
mıştır orada. Bu arada 15 Şubat’ta sitelerinde dergimizi haber yapan Soner Yalçın’ın ekibi olan OdaTV’ye OdaTV de huzurlarınızda bir kez daha teşekkür edip; 2. yıl teşekkür listesini sunuyorum… Eski(meyecek) rektörümüz Prof. Dr. Mustafa YURTKURAN’a; YURTKURAN Katkısı yadsınamaz olan hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç SERDAR’a; SERDAR UMED Başkanı Erdinç DÜNDAR’a; DÜNDAR 6 Nisan 2008’de bizi köşesine taşıyan Melih AŞIK’a; AŞIK desteğini hep hissettiğimiz Dr. Gamze KONA’ya; KONA Emre KONGAR’a; KONGAR Soner YALÇIN ve OdaTV’ye; bize tüm röportaj veren OdaTV önemli şahıslara ama öncelikli olarak daha dergimiz kuruluş aşamasındayken destek olan Abdullah ÖZER ve Onur ÖYMEN’e; ÖYMEN şu an görev yapan veya yapmayan tüm yazarlarımıza yazarlarımız ve diğer görevlerde bulunanlara; bulunanlar adlarını sayamayacağımız destekçilerimize destekçilerimiz ve gönüllülerimize… gönüllülerimiz ... ve en önemlisi bizi biz yapan, varoluş sebebimiz olan siz, okurlarımıza mız Politika Dergisi’ne Dergisi verdikleri emekten, destekten ötürü dergi adına, gençlik adına, kendi adıma teşekkürle-
rimi sunuyorum. Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Politika Dergisi
Sayı 20
iletisim@politikadergisi.com
Đçindekiler Hakkımızda Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yaratılmış ve halen de yaratılmak istenen apolitik gençliğe bir karşı duruş fikrinden doğan Politika Dergisi, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı olduğu taktirde her türlü görüşe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'ndan almıştır.
Emrah ÖZDEMĐR
Bu Gazeteler, Kimin Gazetesi, Allah Aşkına? Sy. 8
Mustafa KÜPÇÜ (Konuk)
Reji’den Bugüne... Sy. 12
Nuran TALAY
TEKEL Đşçilerinin Mücadelesi Sy. 14
Oğuz Kemal ÖZKAN (Okur)
Habur’daki Gibi Karşılardınız! Sy. 16
Grup adına Banu AVAR
TEKEL Dayanışma Grubu Aydınları Çağrı Metni Sy. 17
07.03.2009
Politika Dergisi
Sayı 20
iletisim@politikadergisi.com
07.03.2009
Đçindekiler Yönetim Kurulu Başkanı Gökhan DAĞ Genel Yayın Yönetmeni
Emrah ÖZDEMĐR
Ergenekon, Đkinci “Malta Sürgünleri” Olayı mı? (1) Sy. 20
Emrah ÖZDEMĐR Yazı Đşleri Müdürü Evren YELKANAT
Saadet TOKSÖZ
Đdari Đşler Müdürü
Ne Mutlu Avrupa Kültür Şehriyiz! Sy. 27
Timur V. DOĞRUOK Plan—Proje Müdürü Nuran TALAY Đç Đlişkiler Sorumlusu Sevda EĞER
Hakan KORUK
Devletin Mevcut Tanımı ve Yeniden Yapılandırılması Sy. 33
Mehmet TURAN
Not Sistemi Sy. 36
Gökhan DAĞ
“Kavramsal Duyarlılıkta Faklılığının Farkında Olmak, Demokrasi için Bir Tehdit midir Yoksa Demokrasi için Bir Fırsat mıdır?” Sorusuna Dürüstçe Bir Yaklaşım Denemesi Sy. 39
Celal ŞEKERCĐ
“Batı”ya Mektup Sy. 44
Politika Dergisi
Sayı 20
iletisim@politikadergisi.com
07.03.2009
Đçindekiler Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.
Süleyman GÖK
Türkiye’nin Refahı Đçin Tek Yol “Antiemperyalizm” Sy. 47
Selvihan ÇĐĞDEM
Demokrasiyi Anlamak Sy. 54
Sevda EĞER
Cumhuriyet Tarihine Kronolojik Bakış Sy. 57
Hakan TOĞA
Eşref Bitlis Suikastı Üzerine Sy. 60
Baran YILDIRIM (Okur)
Sen misin Engellilere Kurum Açan! Sy. 63
Mehmet Burak KAHYAOĞLU
Artan Kamu Borçları Yeni Bir Kriz mi Yaratacak? Sy. 65
Politika Dergisi
Sayı 20
iletisim@politikadergisi.com
07.03.2009
Đçindekiler Görevimiz
kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kült
Der: Emrah ÖZDEMĐR 1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.
P—Kitap: Seçkiler Sy. 68
Der: Gökhan Dağ
P—Film: Seçkiler Sy. 69
Emrah ÖZDEMĐR
P—Kitap: Kadın ve Ekonomi (C. Perkins Gilman) Sy. 70
Emrah ÖZDEMĐR
P—Tiyatro: Anam Bacım Avradım Sy. 71
Nâzım Hikmet RAN
Nâzım Hikmet’ten “Kadınlarımız” Sy. 72
Mert ATALAY
Sürrealist Bildirge I Sy. 73
Güneş ER
P—Foto: Dirim 500, Ölüm 1.500 Sy. 18 P—Foto: Zor Zamanlar Geçiriyor Ülkem Sy. 75 P—Foto: Simsiyah Bir Sis Sarmış Yurdumu Sy. 76 P—Foto: Kimliği Bilinmeyenler (Uğur’a) Sy. 77
Sayfa 8
Politika Dergisi
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna...
Bu Gazeteler, Kimin Gazetesi, Allah Aşkına? Emrah ÖZDEMĐR
Değerli okurlar, bu ay gündeme dair vb. bir yazının yerine Türkiye’de çıkan gazetelerin aynı gün ön sayfalarının hâlini göstermeyi tercih ettim.
D
eğerli okurlar, bu ay gündeme dair vb. bir yazının yerine Türkiye’de çıkan gazetelerin aynı gün ön sayfalarının hâlini göstermeyi tercih ettim. Umarım, beğenirsiniz. “Geneli göstermeye yardımcı olması adına günlük bir fotoğraf çekme” de diyebiliriz.
Sizin için seçtiğim gün: 21 Şubat 2010, Pazar. Bir gün önce ne olmuştu? AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan “40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar.” sözleriyle gündeme oturmuştu. Sonra n’olmuştu? Özlük haklarını koruma mücadelesi veren TEKEL işçileri ve binlerce emekçi dostu, toplumcu Ankara’da eylem yapmıştı… Ayrıca, Başbakan Erdoğan Demet Akalın, Nihat Doğan, Rojin, Seda Sayan, Alişan gibi magazinsel, sanatçı sıfatlıların ağırlıkta olduğu bir toplulukla “açılım”la ilgili konuştu. Bu saydıklarımın dışında da HSYK’nın yetkileri gibi herkesin konuşmaya yetkin olmadığı konular da –daha çok yargıyı hedef gösteren yayınlarla– gündemdeydi.
Şimdi bakalım, bu gazeteler nerede duruyor? Başbakan söylemişti ya, vitrinine ne layıksa onu koyar, diye. Biz de alfabetik olarak sıralayarak bakalım gazetelerin vitrini olan baş sayfalarına. > AKŞAM Akşam gazetesinin gündemi farklı. “IRA barışı”nın mimarını başlığa k oym uş. Biz PKK’yla bir barış olacağını bilmiyorduk. Neyse… Onun haricinde Şemdinli Savcısını görüyoruz. Avni Doğan’ın sözleri de yer alıyor sayfanın en altında. Birkaç magazinsel veya yarı magazinsel konu da yer alıyor gazetenin vitrininde. Başbakan’ın Diyarbakırlıları küçümseyen Demet Akalın da dâhil olmak üzere, birçok sanatçımıza verdiği, “Elinizi taşın altına sokun!” salığı da görünür bir yerde yer almış. Aaa… Serdar Akinan’ın hatırına olacak, TEKEL işçilerinin eylemi verilmiş. Son anda fark edebildik, doğrusu. Đyice bakarsanız, belki siz de görebilirsiniz.
> BĐRGÜN
BirGün gazetesini kutlamak gerekiyor. Hem TEKEL eylemini, hem Đlhan Cihaner’in tutuklanmasıyla ilgili avukatıyla yapılan önemli bir söyleşiyi yayımlamış ön sayfada. Başbakan’ın sanatçı ve magazin oyuncularıyla görüşmesi de altlarda yer bulabilmiş gazetede.
Sayı 20
Sayfa 9
> BUGÜN Yazılı basının yandaş grubunda yer alan Bugün, yine Ergenekon’la gündemi doldurmaya çalışmış. Dink cinayetinde ihmali kesin olan Akyürek’i savunmuş (cemaat kardeşliği mi?), Şemdinli savcısını koymuş. TEKEL işçileri var mı, ne münasebet! Bu gazeteyi TEKEL işçileri mi ayakta tutuyor; “millet” ayakta tutuyor! > CUMHURĐYET Ergenekoncu vs. diye yaftalanan Cumhuriyet gazetesini tebrik etmek lazım. Gündemdeki tüm maddeleri işlemiş. Kimine göre muhalif gelse de en azından konuları “halkı geri zekalı yerine koyanlar” gibi görmemezlikten gelmemiş Cum huri yet. Kutluyorum.
> GÜNEŞ Güneş gazetesi de gündemi es geçmeyerek önemli maddeleri gazeteye koymuş, magazin de serpiştirerek. Türkiye’de bunlara bile sevinir olduk açıkçası. Buna şükür, diyoruz.
> HABERTURK Yandaş laşm a içine giren HT de ilginç bir habere imza atmış. Sözde muhalefet ederek, böylesi önemli bir günde Charlize Theron üzerinden THY’ye muhalefet etmiş. Ne de olsa yansız basın! Devam…
> HÜRRĐYET Doğan Medya’nın en önemli yazılı basın organı olan Hürriyet gazetesi de TEKEL işçilerinin eylemini es geçmiş. Neyse ki “halktan biri” Đbrahim Tatlıses’le bu açığı kapatmışlar. Bu günlerde Đlhan Cihaner’in tutuklanmasını manşete koyması da iyidir Hürriyet’in. Geçelim…
> MĐLLÎ GAZETE Milli Görüşçü gazete de eski huyundan vazgeçememiş. Hâlâ HSYK gibi yargı organlarıyla uğraşıyor. Nakşibendilere dokunmak, muhalif Saadet’i AKP’nin yanına çekti sanıyorum. Kendileri bilir; halkın gerçek gündemini değiştirmek SP’yi iktidara taşımaz, AKP’ye yarar sadece.
Sayfa 10
Politika Dergisi
> SÖZCÜ > MĐLLĐYET Milliyet gazetesi de TEKEL-körü olmuş. FB’li bir futbolcunun eski eşine yapılan fuhuş baskınını ise birinci sayfadan vermekten geri kalmamış Milliyet. Avni Doğan’ın skandal sözleri atlanm am ış neyse ki.
> POSTA Genellikle magazin ve Haydar Dümen gazetesi olarak bildiğimiz Posta, ülkenin en ciddi gazetelerinden daha fazla gündemi izliyor, saptırmıyor. Kısa kısa hepsinden vermiş Posta. Đlginç, diyor, diğerlerine geçiyoruz.
> RADĐKAL Radikal gazetesi ise TEKEL’i görmüş, Avni Doğan’ı atlamış. Aslına bakarsanız gazete, çok fazla “radikal” de değil.
Sözcü gazetesi de olayları kendince değerlendirmiş; fakat TEKEL eylemini biraz “küçük” görmüş.
> TERCÜMAN Deniz Baykal’ın sözlerini başlığa taşıyan Halk’a ve olaylara Tercüman gazetesi, TEKEL eylemini ve Başbakan’ın sanatçı buluşmasını da baş sayfasına koymuş. Fişleme konusu da kendine yer bulmuş.
> VATAN Vatan gazetesi sanatçı buluşmasını manşetine k o y m u ş . Üstbaşlıkta ise kültür-sanat konuları var. TEKEL eylemini ise maalesef göremiyoruz, Vatan’ın birinci sayfasında. Et yemenin gramajını verirken et yiyemeyenleri de vermek lazım, diye düşünüyorum.
Sayı 20
Sayfa 11
Bunlar da Diğer “Yandaş Medya”: SABAH, STAR, TAKVĐM, TARAF, TÜRKĐYE, YENĐ ŞAFAK, ZAMAN...
Bu gazeteler, AKP hükümetten düştükten sonra nasıl yayın yapacak lar acaba? Hiçbirinde ne Avni Doğan’ın “fişliyoruz” sözü, ne de TEKEL işçilerinin eylemi yer almıyordu. Savcı Sarıkaya’yı ise hiçbiri atlamamıştı. Ferhat Sarıkaya, Gülen’i tanımadığını söylüyordu ama Gülenci olmadığını söylemiyordu. Hem öyle söylüyordu; hem de neredeyse tüm Gülenci basının manşetinden inmiyordu. Ne demişler: Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
Gelelim Taraf’a… Çok demokrat Tarafımız nedense TEKEL’e gelince pek halkın yüzüne bakmaz oluyor. Şeffaflıktan yana ama Avni Doğan’ın sözleri görmezlikten geliyor. Ya... Tüm bunları koymamın sebebi açıktır: Böyle demokrasi olmaz. Kimi yandaş, öteki korkusundan yarıyandaş… Halkı yanlış bilgilendirip, sonra o halktan oy almayla demokrasi yürümez vesselam.
Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Sayfa 12
Politika Dergisi
TEKEL’i Reji’den alıp kurmuşlardı. Neyin nesiydi bu Reji?
Reji’den Bugüne... Mustafa KÜPÇÜ (Konuk Yazar) Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğr. Gör, Serbest Gazeteci.
Kimileri, “Tarih, tekerrürden ibarettir!” diyor. Oysa, tarihe “tarih bilinci” ile bakarsanız, yani; “olayları nedennedensonuç ilişkisi içinde algılarsanız”, tarihten ders alırsınız; aynı yanlışları yapmazsınız ve tarih de tekerrür etmez!
baskısı altında, “Düyun-u Umumiye” idaresinin ülkenin tüm gelirlerine el koymasına engel olamadı. Duyun-u Umumiye, Osmanlı’dan alacağı olanların kurduğu bir yabancı ortaklık. Bunun yanı sıra, yine alacaklı kuruluşların ortak olduğu “Reji” adı verilen kuruluş, Osmanlı “Yaprak Tütün ve Müskirat” işletmesine el koydu. Nerede, ne kadar tütün ekilecek, kaça satılacak, “Reji” karar veriyordu. Türk tütün ekicisi köylü, tütün ekemez, ekse de satamaz, satsa da emeğinin karşılığını alamaz oldu. Tütün ekicisi köylü, geçinebilmek için kaçak tütün ekip iç pazarda satmaya çalışınca, kıyamet koptu! Önce, resmi görevlilerce engellemeye çalıştılar. Başa çıkamadılar. II. Abdülhamit Han’dan aldıkları özel izinle, özel “Kolcu” kuvveti oluşturdular! Şimdiki “Özel Güvenlikçi”ler gibi.
Ö
ğrencilerime soruyorum: - Reji nedir? Yanıt yok!
Kocaeli Üniversitesi’ndeki bir söyleşide, katılımcı öğrencilere aynı soruyu soruyorum, bir kişi yanıt veriyor: - Kamera arkasındaki yönetici!.. Kimileri, “Tarih, tekerrürden ibarettir!” diyor. Oysa, tarihe “tarih bilinci” ile bakarsanız, yani; “olayları nedensonuç ilişkisi içinde algılarsanız”, tarihten ders alırsınız; aynı yanlışları yapmazsınız ve tarih de tekerrür etmez! Gelelim “reji”ye… Osmanlı’nın son döneminde ağır bir dış borçlanma yükü altında kalan padişah, alacaklı banka ve bankerlerin
Bu Kolcu kuvveti, Türk tütün ekicisine kan kusturdu. Dayak attı, ürününü yaktı, işkence yaptı ve bin küsur köylüyü de öldürdü… Hani, Ege yöresinin o meşhur “Çökertme” türküsü var ya, işte bu zulüm üzerine yazıldı ve söylendi.
Sayı 20
Sayfa 13
“…kolcular gelince Halil’im nerelere kaçalım?/ Teslim olmayalım Halil’in aman piştov saçalım.” der ya, işte türküde adı geçen o kolcular, Reji’nin kolcularıdır…
Dünden bugüne, bütün ulusun ortak malı olan en verimli tesisler yok pahasına siyasal yandaşlara ve yabancı şirketlere satılırken sesini çıkarmayan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen işçiler, küçük esnaf, emekli, memur, köylü de günahkar, değil mi?
Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın kalan son toprakları da emperyalist işgale uğrayınca, Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu halkı ile birlikte “Kurtuluş Savaşı” verdiler ve kazandılar. Lozan’da barış antlaşması imzalanırken, Osmanlı borçları da yüklenildi. Mustafa Kemal’in hayatta olduğu 15 yıllık dönemde, Cumhuriyet’i kuranlar, en güç koşullarda çalışıp üreterek, bu borçları ödediler, Reji’yi defederek, TEKEL Đdaresi’ni kurdular. O günden bu yana, gelmiş geçmiş siyasal iktidarların tüm oyunlarına rağmen TEKEL, hem en yüksek üretimi yaptı, hem tütün ekicisine hem de ülkeye büyük gelir olanakları sağladı. TEKEL zarar etmediği halde, önce parçalandı ve sonra yabancı şirketlere yok pahasına satıldı. Türk rakısı artık ABD’li bir şirketin elinde! Sigara fabrikaları, Amerikalı, Đngiliz, Japon firmalarına satıldı. Peki, işçiler ne oldu? 4-C denilen yönetmelik kapsamında, geçici olarak ve asgari ücret düzeyinde güdük ücretlerle açlığa mahkum edildiler! Đşte son bir aydır TEKEL işçilerin hak direnişleri bunun için yapılıyor. Bütün bir ulusun ortak malı olan en verimli tesisler yok pahasına satılırken “Tüyü bitmemiş yetim hakkını satanlar” şimdi haklı bir yaşam mücadelesi yapan TEKEL işçilerini, yan gelip yatarken beleş para kazanmakla suçluyor, “Yetim hakkı yedirmem” palavrası atıyorlar! Ama, kabahat yalnız bugünkü siyasal iktidarda
mı? Hayır! Dünden bugüne, bütün ulusun ortak malı olan en verimli tesisler yok pahasına siyasal yandaşlara ve yabancı şirketlere satılırken sesini çıkarmayan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen işçiler, küçük esnaf, emekli, memur, köylü de günahkar, değil mi? Bugün, iş yapamamaktan ve büyük mağazalar karşısında eriyip yok olmaktan yakınan esnaf, velinimeti olan işçilerin ekmeğiyle oynanırken neredeydi? Bugün hak mücadelesi veren TEKEL işçileri, dün SEKA’da, Sümerbank’ta, çimento fabrikalarında, TELEKOM satışında neredeydi? Yılan bir gün geliyor, seni de sokuyor! TEKEL ihanetinin bütününü gören ve bilinçle ayağa kalkan kaç kişi?
Mustafa.Kupcu@hotmail.com
Sayfa 14
Politika Dergisi
Toplumun sesi emekçiler:
TEKEL Đşçilerinin Mücadelesi Nuran TALAY
T
EKEL işçilerinin iş aş derdi, yabancılaştırma ve kapatılma sonucu daha da artmış, son dönemlerde içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. TEKEL’in özelleştirilmesi ile birçok aile ferdi işsiz kalmış evine aş götüremez duruma gelmiştir. Ekonomik krizin etkileri ile de çığ gibi büyüyen işsizlik nedeni ile iş bulma olasılığı, neredeyse imkânsız hale geldi. TEKEL’in özelleştirilmesi ile devlet kazanç sağlayacağını düşünürken, binlerce ailenin iş derdine düşeceğini görmezden geliyor. Özelleştirme Đdaresi Başkanlığı’nca yürütülen tüm özelleştirmeler bu ülkenin değerlerinin, kazanç noktalarının kaybedilmesine veya kısmî olarak yitirilmesinin adımlarına vesile olmakta. Bugün gelinen noktada, TEKEL işçilerinin özlük haklarıyla kamu kuruluşlarına nakillerini istemeleri mücadelesi halen sürüyor. Ankara’da özlük hakları için eylem yapan binlerce TEKEL işçisi sesini duyurabilmek için açlık grevine dahi başladı. Đktidarın TEKEL işçilerinin taleplerini duymazdan gelmesi, tepkisiz kalması bu zorlu yola zorunlu olarak itmiştir.
verilene dek devam edecek. Ancak, demokratik ve sendikal hakların talep edilmesi o kadar da kolay değil. Hak istemek, hakkına sahip çıkmak suçmuş gibi, verilen mücadelenin siyasi ya da ideolojik bir yanı olmadığı halde bu şekildeymiş gibi müdahalede bulunulması vahim bir durum. TEKEL işçileri yaşamlarını sürdürebilmek, temel ihtiyaçlarını karşılayıp hayatlarını idam ettirebilmenin direnişini gösteriyor. Abdi Đpekçi Parkı’ndaki eyleme polisin sert ve orantısız güç müdahalesi hâlâ hafızlarımızda. Kolay kolay da silinmeyecek izlerle. 1 Mayıs Đşçi Bayramı’nda da durum bundan faklı değildi. Đnsanların üzerine atılan göz yaşartıcı bombalar, coplar… Ülkemizin yaşadığı ekonomik kriz ortada! Kapanan dev fabrikalar, işletmeler, bankalar nedeni ile birçok çalışan işsiz kaldı. Krizden sebep, işsiz kalması ile ödenemeyen faturalar, ev kirası, kredi kartı borçları insanların boğazına düğüm atmış durumda. Ne yapacağını, işin içinden nasıl çıkacağını bilemediği gibi kazanılmış hakkını savunduğunda ise suçlu muamelesi ile karşılaştığında hem psikolojik olarak çöküyor hem de ekonomik dar boğazın eşiğinde yaşama tutunmaya çalışıyor.
Đktidar gözlerini kulaklarını ne kadar kapatırsa kapatsın, acı bir dram yaşanıyor. Đşçilerin ellerinden alınan hakları geri vermek için de adım atılmıyor, sorunlarını çözmek için de. Toplumumuzun kanayan yarası işsizlik... Sadece TEKEL işçilerinin değil, bu ülkenin eczasının, itfaiyecisinin, polisinin ve birçok sektörün yaşadığı sorun. Ellerinde ekmeklerle Meclis’e giden TEKEL işçisi kadınlar, dertlerini sorunlarını anlatabilmek için epeyce bir mücadele veriyorlar. Ekmek, yaşam ve onur mücadelesi, haklar geri
Fotoğraf: Nuran TALAY
Sayı 20
Sayfa 15
En az üç kişinin oluşturduğu çekirdek bir ailenin masrafları göz önünde bulundurulduğunda alınmayan ekonomik tedbirlerle daha kötü günlerin geleceğinin habercisi… Bu harcama tablosuna göre bir işçinin eline geçen maaşı en az 1.350 TL olması gerekiyor.
ları, uçak-tren masrafları yok. Üniversite harçları, hastanelerin almış olduğu özel katkı payları yok. Evin tamirat giderleri, bozulan beyaz eşyanın yerine yenisinin konmasının faturası yok. O nedenle TEKEL işçileri bu ülkede ki işsizlerin, kriz fırsatçılığı ile zam alamayan işçilerin, yiyecek ekmeği zor bulup iki kuruşu bir araya getirmeyenlerin sesi oldu. Verilen haklı mücadele örnek teşkil ediyor. Đktidarın, yetkililerin duyarsızlığı daha ne kadar sürer, bilemiyoruz. Ancak bir gerçek var ki dünyanın gözü önünde böylesi bir drama sessiz kalmak bırakın siyaseti, insanlığa sığmaz. Đşçiye yapılan her türlü haksızlık, faşist yaklaşımlar son bulmalı. Her tür emekçi harekete karşı yapılan sindirme, bastırma politikası iktidara hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çok şey kaybettirecektir. Zira bahse konu olan bir oyun değil, yaşam mücadelesidir.
Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Asgari yaşamını sürdürebilmesi için. Ancak asgari ücret tablosunu incelediğimizde masrafları karşılamanın oldukça güç hatta imkânsız olduğu anlaşılacaktır. Tüm bu harcamaların içerisinde; Tatil, önemli sağlık masrafları, doğum, yurtdışı seyahatleri, dershane ücreti, yurtdışı eğitim masraf-
Sayfa 16
Politika Dergisi
PolitikaDergisi.com’dan TEKEL işçileriyle ilgili birkaç içerik... Đçlerinde PKK’lı olsaydı
Habur’daki Gibi Karşılardınız! Oğuz Kemal ÖZKAN
Günlerdir TEKEL işçilerinin direnişini; herkesin susturulduğu, düşüncenin hapsedilmeye çalıştırıldığı bir dönemde, 1 Mayıs 1886’yı hatırlatacak idealizmle tüm dünyanın da ilgisini çeken hak arama mücadelesini ilgiyle izliyoruz. Türk Milletinin tüm bireylerine ders veren bu haklı mücadele, haksızlıklar karşısında Uğur Mumcu’nun mezar taşı gibi suskunluk simgesi olmamamız gerektiği sözlerini hepimize hatırlatmaktadır. TEKEL işçilerine yapılan haksızlık, toplumun uyuyan kesimlerini bir nebze de olsa harekete geçirmeyi başarmış, toplum da bu mücadeleye desteğin anlamını sorumluluk bilinciyle üstlenmiştir. Havada uçuşan darbe iddialarının, demokrasi taleplerine sahte gerekçeler oluşturduğu bu dönemde, toplum özgürlüğün ve demokrasinin tek güvencesinin ve esas gerekçesinin hak aramaktan geçtiğini iktidara bir ders niteliğinde göstermektedir. TEKEL işçilerinin özlük haklarını kurtarma mücadelesi, iktidarın da gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Đktidar, havuzlara atılan, biber gazlarıyla susturulmaya çalışılan işçilere demokrasi anlayışlarını insafsızca bir şekilde yansıtmıştır. Daha önce askerlik yan gelip yatma yeri değildir, diyip, işine gelmeyince analar ağlamasın, diyen demagoji ustası Başbakan, elleri ayakları nasır tutmuş işçilere de yan gelip yatarak para kazanıyorlar, deme cüretini, haksızlığını göstermiştir. O çadırların içindeki tablo gayet nettir, o insanların ailelerini nasıl geçindirdikleri, nasıl para kazandıkları ortadadır. Başbakan’ın ve yandaşlarının da mal varlıklarını nasıl elde ettikleri aşikârdır. Tüm bunların üzerine de Avrupa Parlamentosu’nun gündemine girecek kadar ses getiren bu haklı mücadeleyi, içlerinde PKK’lılar var, diyecek kadar acziyet ve vicdansızlık göstergesi sözleri kamuoyundaki tepkiyi azaltma çabalarından öteye gitmemektedir. Sanki PKK ile Talabani ve Barzani üzerinden olsun, BDP ve istihbarat kurumları aracılığıyla olsun görüşmeler yapan, onların
sözcüleriyle siyasi kanadıyla yemekler yiyen, gizli kapılar ardında toplantılar yapan da işçilermiş gibi. Sanki bu halkın daha kısa süre önce Habur’da teröristlere gösterdiği “hoş gelişler ola” türkülü karşılamayı da onlar yapmamış gibi. Teröristlere gösterdikleri hoşgörüyü, işçilere çok gören bir iktidar… Peki, soruyoruz size ey Başbakan, ey iktidar mensupları: O işçilerin arasında PKK'lılar olsaydı; Habur’daki gibi mi karşılardınız, yoksa terörist başını bu ülkenin milyonlarca insanından daha rahat bir ortamda yaşatırken, işçilerin başına o çadırları geçirme cüretini gösterir miydiniz? Halkın, yetimin parasını kimseye yedirmem, diyen Başbakan’ın, TEKEL’i kaça sattığını, alan kişinin kısa sürede tekrar satarak ne kadar kâr yaptığını, binalarının ihalesiz kimlere peşkeş çekildiğini tüm kamuoyu biliyor artık. Daha önce SEKA’nın arazilerini peşkeş çeken, Türk Telekom’u birkaç yıllık kârı gibi komik rakamlarla, taksitlerle satan zihniyetle, ananı da al git, diyen zihniyetin ülkeyi getirdiği nokta ortadadır. Askerin morali bozuk, yargıyla yürütme kavgalı, yasama organı işlevini neredeyse yitirmiş. Böyle bir kaos ortamında TEKEL işçilerinin hak arama ve ekmek mücadelelerini sonuna kadar destekliyoruz. Onlar bu ülke insanının karanlık ve geleceğe dair umutsuz dünyalarında bir ışık oldular. Sıra artık bizlerde... Ya bu ışıkla dünyamızı, geleceğimizi aydınlatma şansını değerlendireceğiz ya da ampul ışığına gelen kör sineklerin altında yaşamaya devam edeceğiz.
iletisim@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 17
Danıştay’dan işçilere umut kapısı göründü ama unutmamakta yarar var...
TEKEL Dayanışma Grubu Aydınlarının Çağrı Metni Seçilmiş sanatçılar 20 Şubat’ta iktidarla buluşuyor. “Demokratik açılım”ı konuşuyor.. Bağrımızdan çıkmış sanatçılarımız acaba ĐMF dayatmasıyla gelen 4 C maddesiyle köleleştirilen TEKEL Đşçileri için ne düşünüyor? TEKEL işçileri, uluslararası protokoller sonucu 4C kölelik yasasının Ankara mahkumları..
O da bir milletin sanatçılarının durduğu yer! Tüm halkımızı, aydınlarımızı ve sanatçılarımızı 21 ŞUBATTA 13.00 de Ankara’da Türk-Đş Konfederasyon binası önüne davet ediyoruz… TEKEL DAYANIŞMA GRUBU adına Banu AVAR
Sesini kaybetmiş, binlerce kişi şu anda 4C’li… Onlar modern çağın köleleri. 4C sadece onlara özel değil. Geride sesini çıkaramamış ve kölelik yasasına sessiz sedasız boynunu uzatmış on binlerce kişi var… Dahası küresel çetenin dayatmasıyla Basel 3 protokolü 2012 de yürürlüğe girdiğinde, herkes 4cli, yani köle olacak. Serbest işgücü dolaşımı yasalaştığında sadece işçiler değil, her iş kolunda, her meslekten vatandaş, karşısında yabancı işsizleri bulacak.. TEKEL işçileri 4C’ye karşı sizin içinde direniyor... Sembolleşen direnişinde sizin haklarınıza da koruyor. Onlar söz edilen “demokrasi”nin ta kendisi… Onlar Alevi Sünni, Kürt Türk Laz Çerkez, kapalı açık tek yumruk halinde demokratik haklarının izindeler… Bu milletin yetiştirdiği, hayranlıkla sevgiyle beslediği sanatçılar! Onları duyuyor musunuz? Yoksa “demokratik açılım” adı altında tezgahlanan oyunda figüran olmayı mı seçiyorsunuz? TEKEL işçileri, ve yakında onların akıbetine uğrayacak milyonlar sizi izliyor.. Onlar sizi siz yapanlar.. Onlar mazlumlar.. Onlar, bir ülkede demokrasinin varlığını belirler! Demokrasinin varolup olmadığını bir belirleyen daha var:
TEKEL DAYANIŞMA GRUBU:
Abdullah AYSU, Afet ILGAZ, Ali ÇOLAK, Ali Ekber YILDIRIM, Ali SĐRMEN, Alpaslan IŞIKLI, Altemur KILIÇ, Aslan BULUT, Aziz KONUKMAN, Banu AVAR, Berhan ŞĐMŞEK, Birgül AYMAN GÜLER, Cem SOMEL, Erdal SARIZEYBEK, Enver AYSEVER, Emin ÇÖLAŞAN, Erinç YELDAN, Engin AYÇA, Ferhan ŞENSOY, Gökhan GÜNAYDIN, Gülsen TUNCER, Halil NEBĐLER, Đlter ERTUĞRUL, Đzzet ÇETĐN, Đzzettin ÖNDER, Kandemir KONDUK, Kaya GÜVENÇ, Kenan DEMĐRKOL, Korkut BORATAV, Levent KIRCA, Muazzez Đlmiye ÇIĞ, Müjdat GEZEN, Nihat GENÇ, Nebahat ÇEHRE, Oğuz OYAN, Oktay EKĐNCĐ, Özcan YENĐÇERĐ, Rıza ZELYUT, Sabahattin ÖNKĐBAR, Selcan TAŞÇI, Serdar AKĐNAN, Şükran SONER, Tuncay MOLLAVEĐSOĞLU, Turan ÖZLÜ, Ümit ÖZDAĞ, Ümit ZĐLELĐ, Yıldırım KOÇ, Zafer FORTACI
Sayfa 18
Politika Dergisi
P—Foto: Dirim 500, Ölüm 1.500 Fotoğraf: Güneş ER
Bu gün/gece tarihî TEKEL direnişi var. Sınıfsal yönden ve ulusal bağımsızlığımız açısından çok önemli bir direniş var bu gece. Ve TEKEL işçilerinin yüzleri gibi, Türkiye halkının da yüz hatları, yol çizgileri belirginleşiyor. -Adlarını vermeye hiç gerek yok- kimi “seçkin” aydınlar seçkin sofralarda ısmarlama açılımları tartışıyor, “diğer seçkin” aydınlar da TEKEL işçilerinin, daha doğrusu, Türkiye’nin direnişine katılıyorlar. Dediğim gibi, çizgiler gittikçe belirginleşiyor. (Metin yazarı: Emrah ÖZDEMĐR) 20.02.2010
Say覺 20
Sayfa 19
Sayfa 20
Politika Dergisi
Yazı dizisi başlıyor...
Ergenekon, Đkinci “Malta Sürgünleri” Olayı mı? (1) Emrah ÖZDEMĐR
“Malta sürgünleri” olayı, aslında, Đstiklal Savaşımız ve Cumhuriyet tarihimizin en önemli olayları arasındadır. Đlginçtir ki böyle olmasına rağmen, ne sözlü anlatımlarda, ne ders kitaplarında ne de tarihçilerin çoğunluğu tarafından gereken ilgiyi görmemiştir.
G
eçtiğimiz günlerde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal “Malta sürgünleri yeniden Türkiye’nin gündemine geliyor. Türkiye’yi kendi amaçlarına hizmet eder noktaya sürükleyebilmek
için, uydurma suçlamalar, dolayısıyla hesap sorabilmek için, yargılayacağız diye geçmişte Đstanbul’u işgal eden yabancı gücün girişimiyle bu memleketin evlatları toplanmış Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. En ağır suçlamalar ortaya atılmıştı. Daha sonra yargılamalardan hiçbir şey ortaya çıkmadı. Hepsi şerefli vatansever insanlar olarak topluma döndüler. Şimdi Türkiye tekrar böyle bir tabloya doğru sürüklenmek isteniyor. Bu manzara başka türlü izah edilemez.” diyerek “Ergenekon süreci”ni “Malta sürgünleri” olayına bağlayan (takip ettiğim kadarıyla) ilk siyasi lider olmuştur. Siteden (politikadergisi.com) yaptığım giriş yazısında da belirttiğim üzere; konuyu daha önceden ele almayı düşünmekle birlikte, Baykal’ın grup konuşmasından sonra bu yazı dizisine başlamak da hem yazıya güncellik kazandırmış olacak, hem de gündemi anlamak adına yararlı olacaktır. “Malta sürgünleri” olayı, aslında, Đstiklal Savaşımız ve Cumhuriyet tarihimizin en önemli olayları arasındadır. Đlginçtir ki böyle olmasına rağmen, ne sözlü anlatımlarda, ne ders kitaplarında ne de tarihçilerin çoğunluğu tarafından gereken ilgiyi görmemiştir. Hâlbuki Malta konusu, yalnızca tarih meraklılarının değil, tüm yurttaşların en azından genel bilgi olarak bilmesi gereken bir konudur. Bu konunun Devrim Tarihi derslerinde çok ayrıntıya kaçmadan, fakat önemli çizgilerinin vurgulanarak işlenmesi gerekmektedir. Ayrıca, konuyu duymuş olanların birçoğu da yanlış bilgiler / duyumlar taşımaktadırlar. Konuya giriş yazımda da belirttiğim gibi, konuyu enine boyuna değil, ama konumuzla ilgili “öz”ünü yitirmeden doğru bir biçimde sizlere sunmaya çalışacağım. Tarihteki ve günümüzdeki iki olayı ele aldığımız bu yazı, tarih yazısı değildir. Bazı önemli noktaları; benzerlik ve ayrılıkları ele almaya çalışacağız. Hatta bazen konunun dışında hafif gezintiler bile yapabiliriz. Bu bir “tekerrür mü, değil mi; tekerrürse ne kadar?” yazısı olarak nitelendirilebilir. Ele aldığım bu konuda en sık yararlandığım kaynağın yazarı, ehil bir tarihçi ve diplomat Bilâl Niyazi Şimşir’e de hem kendi adıma, hem ulus, hem de
Sayı 20
Sayfa 21
bilim adına teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. Lafazan, yalancı “tarih tahrifçileri”nin bolca olduğu ülkemizde, Şimşir gibi önemli yazarların bulunması da bizim için şanstır, diyebilirim.
Bu noktada akla Montesquieu’nun “Bir kişiye yapılan haksızlık, topluma verilen bir gözdağıdır.” sözü geliyor. Günümüze baktığımızda da yine bir şeyler anlatmaya çalışanlar mı var, demekten kendimizi alamıyoruz.
***
30 Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı adına, Bahriye Nâzırı Rauf Bey (Orbay) bir “ateşkes” antlaşması imzalamıştı: Mondros Ateşkes Antlaşması. Antlaşma, çoğumuzun bildiği birtakım ağır maddeler de içeriyordu; fakat bugün oradan oraya gidip protokollere (kim için imzalandığını daha önce söylemiştik) imza atan Dışişlerimiz gibi Rauf Bey de iyimser duygu ve düşünceler içindedir: “Evet, yaptığımız mütareke umudumuzun üstündedir. Devletin istiklâli, saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle kurtarılmıştır.” (Yeni Gün; 2 Kasım 1918) Gerçi aynı Rauf Bey, işgaller başladıktan sonra; “Mütarekenin mürekkebi henüz kurumadan Fransız, Đtalyan ve Đngilizler, Đstanbul’da bir sömürge havası yaratmaktan geri kalmadılar.” diyerek dert de yanmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal’in hareketinin önemli isimlerinden olan Rauf Bey de günü geldiğinde “cadı avı”nın kurbanı olacaktır, 2776 Rauf Bey olarak. (2776 gibi kodlar, sürgüne gider kişilere Đngilizlerce verilen sürgün numarasıdır.) Neyse, Mondros ve Rauf Bey faslını kısa tutalım; asıl konumuz başka.
***
Suçlamalar Neydi? Birtakım Đttihatçılar ve komutanlar fişlenmeye başlanmışlardı. Đngilizlerden de yavaş yavaş istekler yapılmaya başlanacaktır. Toplum nezdinde etkisi olan, gücü olan insanlar suçlanmaya başlanacaktır. Suçlamalar üç başlıkta toplanıyordu: 1) Mondros’un hükümlerine karşı gelmek / hükümleri uygulamamak, 2) Đngiliz tutsaklara kötü davranmak, 3) Ermenilere karşı “kırım” yapmak (sonradan uydurulan suçtur bu da). 1919’a girildiğinde artık kılıçlar çekilmeye başlamıştır. Đngilizlerin gözünde Đttihatçılar, direniş gösterebilecek örgüt olarak görünmektedir. Tutuklamalar, zaten Ermeni devletinin (soykırım bahane) kurulmasına engel olabilecek ve Anadolu’da direnişi
örgütleyebilecek önemli kişileri durdurmak veya Đngilizleri geçmişte kızdırmış olan birtakım asker / siyasetçilerden öç alınması anlamına geliyordu, gerçek anlamda. Amiral Calthorpe’un yazdıklarından çıkan birinci amaç şudur: “… Ermenilere saygı gösterilecek, Mütarekenin uygulanması kolaylaşacaktır.” Đkinci olarak: “… bu yeni eylem, Türklere yenilmiş olduklarını en iyi biçimde anlatacaktır.” diyerek gözdağı vermiş olduğunu gösteriyor ve sonra ekliyor: “…yoksa, cezalandırılması gereken herkesi yakalamak büyük iştir.” Bu noktada akla Montesquieu’nun “Bir kişiye yapılan haksızlık, topluma verilen bir gözdağıdır.” sözü geliyor. Günümüze baktığımızda da yine bir şeyler anlatmaya çalışanlar mı var, demekten kendimizi alamıyoruz. Tutuklamalardan önce Đstanbul’daki Đngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’un 2 Ocak 1919’da Londra’ya çektiği telgrafa bakarak, tutuklamaların hangi mantıkta yürüyeceğini anlayabiliriz: “… Kendileri aleyhinde delil bulunduğu sanılan kimselerin hemen yakalanıp Müttefik askeri makamlarına teslimini isteme yetkisinin bana verilmesi, en etkin çare olacaktır, kanısındayım.”
Amiral Calthorpe
Olaylar böyle gelişmiştir. Birincisi, o tarihte henüz işgal altında bile olmayan Đstanbul’da suçlu kişileri yakalatmak yetkisini Londra’dan istemekte; ikincisi, delil bulunduğu “sanılan” kişilerin tutuk lanm as ını
Sayfa 22
Politika Dergisi
Diğer yandan, çok ilginç bir biçimde, Padişah da aynı günümüzdekiler gibi “ihtilal korkusu” yaşamaktadır. Yandaş basın, Ergenekon diye yakıştırdıkları örgütü Đttihat ve Terakki’ye dayandırmakla kendilerine Vahidettin ya da Damat Ferit rolü biçtiklerinin de farkında mıdırlar acaba?
istemektedir. Sanılan!.. “Đddiaya göre”, “ileri sürülen”, “…’nın haberine göre” vb. sözleri çağrıştırdı mı?
Padişah Vahidettin’in Korkusu ve Đşbirlikçiliği Amiral Calthorpe, Tevfik Paşa hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Mustafa Reşit Paşa ile 7 Ocak 1919’da yaptığı görüşmede hükümetinin bu suçluları en sert biçimde cezalandırmaya kararlı olduğunu belirtmiş, Reşit Paşa da yanıt olarak, buna sadece Đttihatçıların karşı olduğunu; Türkiye kamuoyunu arkasına alan hükümetin biraz zaman tanınırsa suçluları gerektiği gibi cezalandıracağını ve “Đngiltere’ye güvenebileceğini umduğunu” söylemiştir. Đşin ilginç yanı Đngilizlerin “kırım” sözüne de itiraz gelmemiştir henüz, çünkü düşman ortaktır: Đttihatçılar! Padişah Vahidettin de Đngilizlerden medet ummakta ve günümüzde de bazı olayları bize anımsatacak bir konuş-
ma yapmıştır, Calthorpe’la. Amiral’in hükümetine gönderdiği mesajdan kesitler: “(Padişah Vahidettin) … uzun zamandan beri, aslında 1908’den beri, Đttihat ve Terakki Komitesi’nin hafiyeleriyle sarılmış olduğunu, onlardan çok çektiğini söyledi. Kendisi her zaman Đngiliz taraftarı olmuştur. Şimdi de bütün umudunu Đngiltere’ye bağlamaktadır.” “…Đngiltere’nin arzulayacağı her kişiyi, yine Đngiltere’nin arzusun göre, yakalatıp cezalandırmaya hazırdır. Ancak (buraya dikkat) geniş ölçüde bir eyleme geçince ihtilal olacağından, kendisinin belki de devrilip öldürülebileceğinden korkmaktadır.” Yani koskoca Devlet-i Âliye Osmaniye’nin son padişahı böylesi bir onursuzluk yapmıştır. Milleti (gerçi milletin koyun sürüsü olduğunu söylemiştir başka bir fırsatta) bunca ateş içindeyken, sarayı düşünse iyi! Kendi geleceğinin derdine, hem de büyük önderlere hiç yakışmayacak bir biçimde “can” derdine düşmüştür. Fatih Mehmet nerede, Vahidettin nerede? Diğer yandan, çok ilginç bir biçimde, Padişah da aynı günümüzdekiler gibi “ihtilal korkusu” yaşamaktadır. Yandaş basın, Ergenekon diye yakıştırdıkları örgütü Đttihat ve Terakki’ye dayandırmakla kendilerine Vahidettin ya da Damat Ferit rolü biçtiklerinin de farkında mıdırlar acaba? Mesajın Đngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen 25 Ocak tarihli yanıtını da görelim: “Padişah, Đttihat Komitesi’ne karşı fazla bir şey yapabilecek güçte değildir. Bu işleri biz elimize alabilirsek kendisi, halkının büyük nefretinden kurtulacaktır; daha sonra da işimize yarayan bir dost olabilir.” Vahidettin korkularını göstermeyi sürdürüyor. 21 Ocak’ta da yakında sadrazam olacak olan eniştesi Damat Ferit’i Đngiliz temsilcisi Mr. Hohler ile görüşmeye gönderir. Hohler’in görüşmeye ilişkin Londra’ya Foreign Office’e aktardığı mesajda Padişahın suçluları cezalandırmak için daha enerjik bir kabine kurulacağını söyledikten sonra, “Padişah, bu yüzden kendi görüşlerini paylaşanlara karşı bir patlamadan korkmaktadır. Böyle bir patlamada Đngiltere’nin tutumunun ne olacağını bilmeyi arzu etmektedir.” denilmektedir. Anlayacağınız Vahidettin muhtelif aralıklarla Đngilizlerin güvenini sınayıp durmaktadır. Bizimkilerde de var mıdır böyle şeyler? Umarım, yoktur. Đngiltere’den resmi istek gelmeden ilk tutuklamalar başlıyor, Đngiltere’ye yaranmak için olaylar ballandırılarak anlatılıyor, sayılar şişiriliyordu. Đngilizler Londra’da karar alıp “subaya hakaret” şeklinde bile suç içeren madde oluşturacaklardır. Bu maddeyle “yan baktın” cezası bile verilebilir.
Sayı 20
Sayfa 23
Padişah ve Hürriyet-Đtilafçılar, Đttihatçılara ceza kesmeye çalışırken Đngilizler bir milleti tam sömürge yapmaya çalışmaktadır. “Birileri” de 28 Şubat rövanşı alıyorum, diye NATO’ya mesafeli olduğu bilinen komutanları içeri alarak olayları “birileri”ne ballandırarak anlatıyor olabilir mi? Yok canım… Sömürge miyiz biz?
Alemdar Gazetesinde Đlginç Haber: Đstiklal Savaşı’ndan sonra “Yüzellilikler” listesine girecek olan Refii Cevat (Ulunay)’ın sahibi olduğu Alemdar gazetesi Milli Mücadele ve bağımsızlıkçılığa karşı, Đngilizci bir Đstanbul gazetesiydi. Bildiğim kadarıyla Attilâ Đlhan’ın terimleştirdiği, basına karşı “Mütareke basını” diye yapılan suçlamaları duymuşsunuzdur; işte gerçek anlamda Mütareke basını, Alemdar gibi basın organlarıdır. Konumuz bu olmadığı için kısa tutacağım. 23 Ocak 1919’da “ricali siyasi”den on kişi diyerek Padişah’a bir bildiri sunulmuştu. Bildiri haberinin yayımlandığı gazete ise Alemdar idi. Haberde Đstanbul’un yeniden Türklere bırakılması ve Müttefiklerce verilen kararların değiştirilmesi için, “suçlu” diye anılan (artık milliyetçi anlayabilirsiniz) kimselerin cezalandırılmasının gerektiği belirtiliyordu. Ne garip, değil mi? Yani tek engel olarak milliyetçiler görünmektedir. Bugün de Türkiye’nin önündeki tek engelin Ergenekoncular olduğunu söyleyenler gibi... Bir gün sonra ise Hürriyet ve Đtilaf Partisi, yayınladığı bildiride hükümeti ağır davranmakla suçladı. Bazen “bir takım” basının hükümete “gaz vermeye” çalıştığı yazıları görünce ilginç geliyor mu? Gelmesin; dahası var: Birazdan anlatacağımız geniş çaplı avdan sonra bile Alemdar’ın sahibi Refii Cevat, 2 Şubat’ta kaleme aldığı yazısında operasyonu övmekle birlikte “Hepsi bu kadar mı?” demekten kendini alamıyor. Yunus Nadi ise Refii Cevat’ın bu yazısından bir gün önce kaleme aldığı yazısında işe siyasetin karıştığını, tutuklamaların pek açık olmadığını belirterek, hükümete adaletten ayrılmamalarını salık veriyor. Yunus Nadi’nin bu sözü de tanıdık geliyor kulaklara. Anlamışsınızdır.
Yunus Nadi (Abalıoğlu)
Esasında o güne kadar birçok tutuklama yapılmıştı; fakat bakan, başbakan (sadrazam) düzeyindeki isimlerin alınmasını istiyordu yandaş basın. Bugün arada, Genelkurmay başkanlarına ve eski cumhurbaşkanlarına yöneltmeye çalıştıkları gibi.
Amiral Webb tutuklamaları “bu zamana dek gerçekleşen en sevindirici olay”, General Milne de “Đstanbul’da siyasi durum düzeldi.” sözleriyle değerlendirmiştir. Gelelim Malta sürgünlerinden önceki “toplama kampı”na…
Bekirağa Bölüğü “Toplama Kampı” Tutuklamalar ve Malta’ya sürülmeler, bizim Ergenekon gibi parça parça olmuştur. Osmanlı’dan Đngilizlere verilen bilgilere göre, ilk siyasi tutuklama 5 Ocak 1919’da Kırklareli Mutasarrıfı Hilmi Bey’in tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne yollanmasıyla yapılmıştı. Daha sonra Çorum Jandarma Komutanı, Trabzon Gümrük Memuru gibi unvanları olan kişiler içeriye alınır. Yüksek Komiser’den 7 Ocak günü sert bir mesaj gelir: Đyi niyet yetmez, sonuç istiyoruz. O gün Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey de bölüğe alınır. Sivil memurlar, filan derken, yüksek amirlere gelir sıra: (eski) Sivas Valisi, e. Musul Valisi, başka bir eski Sivas Valisi, Bursa Valisi de tutuklanır. 29 Ocak’ı 30’una bağlayan gece ise 27 kişi tutuklanarak büyük bir insan avı yapıldı. O “dalga”da tutuklananlar arasında Gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın), Ziya Gökalp, eski Đçişleri Bakanı Đsmail Canbulat, Kara Kemal, Hüseyin Kadri gibi çok önemli kişiler vardı. Amiral Webb tutuklamaları “bu zamana dek gerçekleşen en sevindirici olay”, General Milne de “Đstanbul’da siyasi durum düzeldi.” sözleriyle değerlendirmiştir. Ocak ayındaki üst düzey tutuklu sayısı 40’ı bulmuştur. Memur gibi ikinci derece tutukluların sayısı ise bilinmemektedir. Hüseyin Cahit’in evinin basılması da gözümüze başka şeyleri getirmiyor değil. Adı geçen gece yarısı, Hüseyin Cahit’in evi sanki terörist avlanacakmış gibi basılmıştır. Süngülü askerlerle birlikte sabahleyin götürüldü. Bu Hüseyin Cahit dediğimiz kimse, ordu komutanı değildir, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı değildir; yalnızca gazetecidir.
Sayfa 24
Politika Dergisi
Hüseyin Cahit’e baktığımızda 4444-45 yaşlarında o aralar. Peki, 80 küsur yaşındaki Đlhan Selçuk’un evinin sabahın 4’ünde basılması tarih kitaplarında nasıl geçecek? Demek ki bazı hareketler, o zaman da bu zaman da öç alınma duygusuyla ve özellikle yapılıyor. Hüseyin Cahit’e baktığımızda 44-45 yaşlarında o aralar. Peki, 80 küsur yaşındaki Đlhan Selçuk’un evinin sabahın 4’ünde basılması tarih kitaplarında nasıl geçecek? Malta sürgününe giden yoldaki süreci tam anlamıyla tarihsel olarak anlatsaydık, Fransız-Đngiliz sürtüşmesini, Mustafa Kemal’in Đtalyanlarla yaptığı stratejik ortaklığı vs. anlatırdık. Tevfik Paşa hükümetinin Ermeni konusuyla ilgili savaşa girmemiş ülkelerden tarafsız yargıç istemesi ve Đngilizlerin olaya engel olması, çok önemli bir konudur. Tevfik Paşa’nın yaptığı en doğru hareketi de Đngilizler engellemesini bilmiştir. Biz konumuzla ilintili kısımları anlatmayı sürdürelim.
Bir Kaçış ve Đntihar Đlk tutuklulardan olan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit
Bey Đttihat önderlerindendir. “Suç”u Ermenilere kırım yapmak ve mallarını yağma etmektir. Đngilizlere göre idam edilmesi gerekenler listesinde bulunan Dr. Reşit Bey, -nasıl olduğu tam bilinmese de- 25 Ocak’ta Bekirağa Koğuşundan kaçar. Hükümetin dostu gibi görünen Đngilizler sert çıkar: “…Bu yalnız Türk hükümetine değil, aynı zamanda Đtilaf devletlerine karşı bir meydan okumadır… … Reşit Bey’in kaçışını küçük memurlara bağlamak yararsızdır. Bu bir Türk oyunudur, hükümet üyelerinin kendileri de sorumluluktan kurtulamazlar…” Yüksek Komiser Đngiltere’ye çektiği telgrafta ise bu olaydan sonra Padişahın iyice ürkekleştiğini, kendisini desteklemek gerektiğini söyler. Polisler ve Reşit Bey’in mektubundaki ifadeyle “Ermeni tazıları” Đngilizlerin kendilerine hakaret saydıkları bu olayı kapatmak için her yerde seferber olmuşlardır. Reşit Bey, sonunda saklandığı yerden çıkınca, yakalanması kolay olur. Beşiktaş civarında yakalanan Reşit Bey, tabancasını kafasına dayayıp intihar eder. Cebindeki mektupta şunlar yazılıdır: “… Muhafız Paşa ile Polis Müdürü bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmışlar. Bazı dostlarımın ihmali programımı sekteye uğrattı. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için son dakikada intihar etmek fikrindeyim… …Sizi milletim için ihmal ettim. Đstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni Ermeni malı ile zenginleşmiş biliyor. Halbuki sizi temini maişetten (geçiminizi sağlamaktan) aciz bırakıyorum. Bu da talihin cilvesi…” Gerçekten de Dr. Reşit Bey, Ermeni malını yağma etmiş filan değildi. Mektupta da açık görüldüğü gibi ailesinin geleceğini bile güvenceye alamamıştı. Onuruna yedirememişti işte Đtilafçıların ve Đngilizlerin elinde oyuncak olmayı… Hemen günümüze dönüyoruz. Yarbay Ali Tatar, polisler onu ikinci defa tutuklamaya geldiklerinde intihar etmişti. Sonra “belge” dedikleri kâğıttaki elyazısının da imzanın da Ali Tatar’a ait olmadığı saptandı. Ali Tatar ne için intihar etti: Onur. Uyuşturucu filan da dediler, ama kanlarında o da çıkmadı. Kim verecek Yarbay Tatar’ın hesabını, derken; kamuoyu oluşturmakta ve kitleleri güdümleme konusunda o zamankinden çok daha başarılı ve etkin olan “yandaş basın” Ali
Sayı 20
Sayfa 25
Tatar’ın ölüsüne DHKP-C’den filan başlayarak askeri personelle “büyükler” arasında köprü oluşturmaya kadar 11 suç yapıştırmayı başardı.
Kara Listeler “Kara liste” (Black list) deyimi Đngiliz belgelerinde ilk kez 17 Ocak’ta geçmiş, ondan sonra sürekli kara liste hazırlanıp gönderilmiş hükümete. Kara listelerin çoğunu kim hazırlıyordu dersiniz: Rum ve Ermeni ayrılıkçılar, Đngilizci Türkler. Bugünkü listeleri kim hazırlıyor derseniz; PKK’lılar, Đslamcılar, Amerikancılar, olabilir mi? “Suçlu” Türklerin aleyhinde kim tanık oluyordu dersiniz: Toplama, yalancı tanıklar. Dr. Sironyan adındaki bir Ermeni, Türklerin Kut’el-Amara’da Đngiliz tutsaklardan 23 astsubay ile birçok eri sünnet ettiklerini ileri sürer. Đşin garibi kayıtlara girer bu sav. Aynı isim, Ali Đhsan (Sabis) Paşa’nın da Ermenilerden 120 araba dolusu nadide halı toplatıp Đstanbul’a yolladığını, bunların parasıyla Bebek’te iki adet yalı aldığını bile söyler. Asılsız iddialar! Mesela, Aram Forbikyan ve Agop Terzi adındaki iki Ermeni, hem Ankara Savcısı, hem Kırşehir Mutasarrıfı, hem Đzmir Lisesi Müdürü hakkında tanıklık yapmışlardı. Haydi, yaptı diyelim; işin ilginci, bu görevliler, bu suçlamalara dayandırılarak mahkûm da edilmişlerdir. Bugün birkaç PKK itirafçısına ve gizli tanığa dayanarak koca komutanları, başsavcıları mahkûm etmeye çalışan zihniyetle, bu eylemler arasında bir koşutluk var mı? Bilgi olarak geçelim: Mustafa Kemal de Samsun’a çıkmadan 80 gün kadar önce (28 Şubat 1919) Đngilizlerin kara listesine girmiştir. Mustafa Kemal konusunu fırsat olursa başka bir şekilde açarız. Sadece Mustafa Kemal Paşa değil elbette; Đsmet Paşa, Kâzım Karabekir Paşa gibi birçok önemli isim de listeye girmiştir. Yazı dizisinin ilk bölümünü Tevfik Paşa hükümetiyle s onlandır ı yorum. Bir dahaki bölüme Damat Ferit Paşa kabinesinin neler
Ali Đhsan Paşa
Bugün birkaç PKK itirafçısına ve gizli tanığa dayanarak koca komutanları, başsavcıları mahkûm etmeye çalışan zihniyetle, bu eylemler arasında bir koşutluk var mı?
yaptığıyla başlayacağız, umarım. Bir konuyu açıklığa kavuşturmakta yarar var. Bakınız; Đttihatçılar içinde, yani Malta sürgünleri içinde de suçlular olabilir. Toptan hüküm vermenin bize yakışmayacağı gibi, toptan aklayıcı bir role girmek de bize yakışmaz; fakat sorun, suçluların kim tarafından, nasıl ve ne amaçla yargılandığıdır. Đnsanlar toplama kamplarına doldurularak, yabancı güçlerin isteğiyle, gece vakitleri evlerinden alınarak (topluma mesaj verilerek) yargılanamazlar. Đhtilalci Ankara hükümeti de bunu ulusal bir onur meselesi yapmış, sürgünlerin tamamını konu edinmiş ve görüşmeleri hep bu çizgide sürdürmek istemiştir. Bakmayın siz Ayşe Hür’ün Đngilizleri savunan, Ankara hükümetini yeren yazısına. Bekir Sami Paşa, Ankara’nın bazı konulardaki ödünsüz politikasına uymadığı için görevden alınmıştır. Meseleyi daha net anlayabilmişsinizdir, umarım. Not: Kaynaklar, yazı dizisinin sonunda verilecektir. (Sürecek...)
Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Sayfa 26
Politika Dergisi
Sayı 20
Sayfa 27
Yozlaşan Kültürümüzle...
Ne Mutlu Avrupa Kültür Şehriyiz! Saadet TOKSÖZ
“K
ültür, insanlık vasfında insan olabilmek için esaslı bir unsurdur.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Organize suç örgütü üreten şehir planlaması politikalarımızla, gerçek kültürünü ve kimliğini kaybetmiş varoş kültürümüzle, sanata ve sanatçıya saygı duymayan yönetim biçimimizle 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçildik. Böyle trajikomik bir durumla yüz yüzeyiz.
Atalarımızın güzel bir sözü vardır “Kel başa şimşir tarak!” diye. Şu anda içinde bulunduğumuz durumu çok güzel özetliyor.
Bizi böyle bir şeye layık görenler, hangi kriterlere bakarak seçtiler? Anlamış değilim! Hangi kültürümüzle Avrupa’ya örnek olacağız ya da Avrupa’yı temsil edeceğiz? Biri bana anlatsın lütfen! Aslında başka bir konuda yazmaya hazırlanırken, yine uyutma politikalarını devreye soktuklarını görünce, dayanamadım. Bu kandırmaca daha ne ka-
dar sürecek, bu millet gerçekleri ne zaman görmeye başlayacak? Çok merak ediyorum! Memuruna, işçisine iki kuruş parayı çok gören devlet erkânının, çok büyük bir iş başarmış edası içinde, milyonlarca liraya mal olan bir açılışla, halkın önünde boy göstermesi, açlık ve sefalet içinde yaşayan halka çok büyük moral verdi. Ayrıca yarım asırdır bizleri Avrupalı olarak görmeyen ve aralarına almayan Avrupa tarafından aslında ne kadar kültürlü bir millet olduğumuzu öğrenmek ve taltif edilmek, herkesi çok mutlu etti. Bu saatten sonra kimse bize barbar diyemez! Diyemez de, yıllardır gettolaşmaya yönelik devlet politikalarıyla kültür erozyonuna uğrayan ve hiçbir şekilde insanların can güvenliği sağlanmayan şehirlerin başında da Đstanbul gelmektedir. Atalarımızın güzel bir sözü vardır “Kel başa şimşir tarak!” diye. Şu anda içinde bulunduğumuz durumu çok güzel özetliyor. Zamanında yedi tepeden ibaret olan, ama bugün neredeyse 57 tepeye ulaşan ve bugünkü haliyle 2010 Kültür Şehri seçilen Đstanbul’da gün geçmiyor ki, cinayetsiz, katliamsız bir gün geçirelim. Her gün gazetelerin 3. sayfa haberleri, televizyon kanallarındaki haber bültenleri birinci dereceden yakın insanların birbirlerini öldürdüklerini haber veriyor.
Sayfa 28
Her gün gazetelerin 3. sayfa haberleri, televizyon kanallarındaki haber bültenleri birinci dereceden yakın insanların birbirlerini öldürdüklerini haber veriyor. Sokaklar ise, “vahşi batı”yı aratmayacak durumda. Bunları okurken ya da dinlerken ne düşünüyorsunuz? Sokaklar ise, “vahşi batı”yı aratmayacak durumda. Bunları okurken ya da dinlerken ne düşünüyorsunuz? Bilmiyorum, ama ben insanların nasıl bu kadar vahşi olabildiklerini ya da onları bu noktaya getiren sebepleri düşünüyorum. Gündemde çok daha önemli meseleler varken, bu konu şu anda çok ilginizi çekmeyebilir, ama içinde yaşadığımız toplumun gün geçtikçe daha saldırgan ve daha vahşi bir ruh haline bürünmesi, bu toplumun bireyleri olarak hepimizi birinci dereceden ilgilendirdiğini düşünüyorum. Kaldı ki, kültür başkenti diye göz boyamaya çalıştıkları şu sıralar, aslında nasıl bir toplumsal kültür içindeyiz, biraz bunu irdeleyelim istiyorum. Đlk önce olayı kişisel olarak ele aldığımda ilk aklıma gelen soru; O nasıl bir ruh halidir ki, insan en sevdiği kişiyi hiç tereddüt etmeden öldürebiliyor? Adam karısını baltayla doğrayabiliyor ya da karısı adamı kaynar suyla haşlayabiliyor. Bir genç sevdiği kızı sokak ortasında kurşunlarken, bir başka genç babaannesini bilezikleri için öldürebiliyor. Daha o kadar çok ilginç örnekler var ki, hepsini yazamıyorum. Yalnız hepsinin de ortak özelliği, katliamların çok vahşice olmasıdır. Sadece bir an cinnet geçirilip yapılması değil, bilakis planlanarak en vahşi yöntemlerin seçilmesi gerçekten de çok dehşet verici bir
Politika Dergisi
toplumsal sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Şu anda gündemde olan 5 yaşında bir çocuğun başka çocuklar tarafından öldüresiye dövülmesi, toplum olarak nasıl vahşileştiğimizin en çarpıcı örneğidir. Peki, bunlar nerede yetişiyorlar ya da bunları kim yetiştiriyor, sonra ortalığa salıyor? Ya da toplum olarak bu noktaya nasıl geldik? Evet. Bu insanları yargılamadan önce, bunları dünyaya getirenleri sorgulayıp, yargılamak gerekiyor. Đnsan niye çocuk sahibi olur? Sadece annelik ya da babalık egolarını tatmin etmek için mi? Ya da doğum kontrol yöntemlerinden bihaber oldukları için mi? Maalesef, ülkemizde insanlar sırf bu sebeplerden dolayı ürüyorlar. Daha kendi sorumluluğunu alamamış insanların, dünyaya getirdikleri çocukların sorumluğunu yüklenebilmesi ne kadar mümkün olabilir? Şekilde görüldüğü gibi, olamıyor. Okuma oranının düşük olduğu ve ekonomisi gelişmemiş toplumlarda üreme yaşı 14-15'tir. Bu, sadece bizim ülkemizde değil, diğer ülkelerde de böyle… Ama Avrupa ülkelerine baktığımız zaman, sosyal güvenliğin doğru dürüst sağlanabilmesi yüzünden insanlar bizdeki kadar telef olmuyorlar. Mevcut sistemleri sayesinde devlet her vatandaşına sonuna kadar sahip çıkabiliyor. Biz ise “saldım çayıra, Mevla kayıra” sistemiyle insanlar yetiştiriyoruz. Zat-ı muhterem “üç çocuk yapın” diye millete akıl veriyor. Akıl veriyor da, dünyaya getirilecek çocukların nasıl adam gibi yetiştirileceği hususunda sosyal bir güvence vermediği gibi, toplumun yaşam standardını yükseltecek bir plan proje de ortaya
Sayı 20
koymuyor. Sosyal huzurun ve ekonomik huzurun sağlanamadığı toplumlarda aile içi şiddetin yükselmesi ve bunun toplumsal bir travmaya dönüşmesi kaçınılmaz bir durumdur. Refah düzeyi düşük toplumlarda sevgisizliğin ve saygısızlığın hâkim olduğu içsel çatışmalar, zamanla toplumsal çatışmalara dönüşüyor. Böyle bir ortamda yetişen çocuğun ruhuna kötülük tohumları ekiliyor. Bir çocuğun gelişimindeki en önemli rol modeller öncelikli olarak annesi babasıdır. Bir aile düşünün ki, çocuklarının önünde dayak yiyen ve aşağılanan bir annenin çocuğun gözündeki değeri, ancak kocasının kendisine gösterdiği değer kadar gelişiyor. Çocuk zamanla ya bunu doğru olarak kabul edip, kadına olan bakış açısını bu şekilde geliştiriyor ve şiddeti çok doğal bir davranış biçimi olarak algılıyor ya da bu duruma isyan eden ruhuyla baş edemeyip, ruhsal bozuklukları olan bir kişilik haline geliyor ve çoğunluğu bu kişilerden oluşan toplumlar ortaya çıkıyor. Psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud’a göre, insanoğlunun doğuştan gelen iki temel eğilimi vardır: cinsellik ve saldırganlık! Bu iki temel eğilim insanoğlunun toplum içinde uyumlu yaşamasını zorlaştırdığından, cinsellik ve saldırganlık davranışları, ebeveyn, öğretmen ya da yakın çevre gibi çocuğun sosyalleşmesinde önemli rol oynayan kişilerce baskı altında tutularak, zamanla o güdülerin bilinçaltına itilmesiyle kontrol edilebiliyor. Kişiliğin gelişimi bakımından ilk çocukluk yıllarındaki yaşantıların önemini vurgulayan Freud, kişilik gelişiminin
Sayfa 29
Göç edilen yerlerde gelişen aile yapısına baktığımız zaman, altyapısı bozuk mahallere itilen, düşük gelirli, eğitimsiz, yükselme şansı olmayan ve yüksek kriminalite rizikosu taşıyan, kendi coğrafyasında edindiği kültürel birikimini yaşayamayan, toplumun alt katmanlarını oluşturan yapısıyla, dışlanmış şekliyle var olma gayreti içinde gelişiyor. sağlanması için her dönemde bireyin temel ihtiyaçlarının doyurulması gerektiğini, temel ihtiyaçlar karşılanmadığı takdirde kişilik gelişiminin engellendiğini ve bunun sonucunda da, ileri yaşlarda bu ihtiyaçlarla ilgili olarak, normal olmayan bazı davranış biçimleri ortaya çıktığını ileri sürüyor. Bu kuramdan yola çıkarak, bugünün Đstanbul’u, nüfusunun üçte ikisi sürekli göç ettirilmeye mecbur bırakılmış farklı kültürlerden ve ırklardan oluşan topluluklardan oluşuyor. Göç edilen yerlerde gelişen aile yapısına baktığımız zaman, altyapısı bozuk mahallere itilen, düşük gelirli, eğitimsiz, yükselme şansı olmayan ve yüksek kriminalite rizikosu taşıyan, kendi coğrafyasında edindiği kültürel birikimini yaşayamayan, toplumun alt katmanlarını oluşturan yapısıyla, dışlanmış şekliyle var olma gayreti içinde gelişiyor. Kendi kültür ortamlarından başka bir kültür ortamlarına dâhil olan bu kişiler, yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk sebebiyle uzunca bir süre kültürel şok yaşamak zorunda kalıyorlar. Şehir hayatının acımasız şartları yüzünden, böyle ailelerde yetişen çocukların hem ruhsal açıdan ihtiyaçları (sevgi, şefkat, aile eğitimi), hem de fiziksel ihtiyaçları (barınma, yemek, giyim, akademik eğitim ve diğer sosyal ihtiyaçlar) gerektiği gibi karşılanması mümkün olamıyor. Temel ihtiyaçları doğru dürüst karşılanmayan çocuklar aynı zamanda toplumun diğer yüzüyle yani, gelişmiş, gelir seviyesi yüksek kesimlerle yüz yüze geliyor. Örneğin kitle iletişim araçlarının insanlara empoze ettiği zengin yaşam biçimleri bu çocukları daha da olumsuz yönde etkiliyor. Đçinde yaşadığı topluma entegre olamamış ve yaşadığı şehrin kültürüne yabancı kalmış, yokluk psikolojisi ile yetişen kişiler ya o
Sayfa 30
Sosyal devlet yerine kapitalist devlet olmayı yeğlemiş, devlet yerine yüksek kâr sağlayan şirket olmayı tercih etmiş hükümetler tarafından yönetildiğimiz için, vatandaşları da kendi varlıklarını sürdürebilmek için, kendilerine hizmet eden işçiler olarak görmektedirler. duygudan kurtulup, yaşam standardını yükseltecek ve toplum içinde daha saygın bir konuma gelmek için hırslanıp, çalışarak, içinde bulunduğu sosyal sınıftan kurtulma mücadelesi veriyor (Tabii, bu arada ülke rejimine karşıtı oluşturan cemaatlerin tuzağına düşecek potansiyel grubu temsil ediyorlar) ya da yine yokluk duygusuyla içinde gelişen nefret ve şiddet güdüleriyle hareket edip, illegal yollardan kurtulmaya çalışıyor. (Bu grup da yer altı örgütlerinin kurbanı oluyor) Tabii, çoğunluğu ikinci yolu takip etmek zorunda kalıyor. Çünkü devlet yönetiminin başıbozukluğu, bu sınıfın hayatını daha da zorlaştırıyor. Bu bölgelerdeki nüfus çoğaldıkça, burada yaşanan içsel çatışmalar toplumun bütününe yansımaya başlıyor. Artık şehirlerdeki nüfusun büyük bir bölümü göç eden kişiler tarafından oluştuğu için, toplumsal düzeni sağlamak ya da ortak kültüre sahip, homojen toplumlar oluşturmak mümkün olamıyor. Dikkatimi çeken bir başka husus da, toplumun bu olaylar karşısındaki duyarsızlığıdır. Asıl işin korku verici tarafı burasıdır. Đnsanlar bu haberleri duymaya o kadar çok alıştılar ki, artık bu olaylar hayatın bir gereğiymiş gibi çok fazla yadırgamıyorlar. Hatta gözleri önünde yaşanan bu olaylar karşısında bile insanlık namına yardım etmek kimsenin aklına gelmiyor. Đnsanların gözü önünde adam dövülüyor ya da öldürülüyor; kimsenin kılı kıpırdamadığı gibi bir de film izler gibi olayı sonuna kadar seyrediyorlar. Bunun sebebi, önlerinde yaşanan olayların kendi evlerinde de sürekli yaşanıyor olması mıdır? Yoksa toplum olarak genetik bir defor-
Politika Dergisi
masyona uğrayıp, insanlık açısından şekil mi değiştirdik? Toplumların geleneksel görgü ve bilgi birikimleri ile güncel deneyimlerinden meydana gelen davranış biçimleri ya da düşünce biçimleri toplumsal normları oluşturur. Her kültürde toplumsal düzeni sağlayan, bireylere yol gösteren, doğru ve yanlışı, olumlu yâda olumsuzu belirleyen bu normlar, bireyler üzerindeki yaptırım gücü sebebiyle, sosyal yaşamın vazgeçilmez değerlerini oluştururlar. Kapitalist sistemin toplumlara sunduğu bireysel yaşam modeli ve popüler kültür, bireyi çevresinden ve toplumdan uzaklaştırıp, kendi kültürüne yabancılaşmayı hedeflediğinden, toplumsal düzeni sağlayıcı normlar, bireyler üzerindeki yaptırım gücünü azaltıyor. Böylece birey, herhangi bir disiplini kendi içinde benimsemediği zaman, içgüdüsel olarak ehlileştirilmemiş duygularıyla hareket edip, son derece tehlikeli hale gelebiliyor. Bunun yanı sıra, günümüz insanın hayatta kalabilmesi ve var olabilmesi geçmiş yıllara nazaran çok daha zorlaştı. Artık temel ihtiyaçların karşılanması kişiler tarafından çok kolay sağlanamıyor. Bunun için ciddi savaşlar vermesi gerekiyor. Hatta gerekirse saldırganlaşıp, gasp yolunu rahatlıkla seçebiliyor. Çünkü bunu yapmasını men edecek hiçbir duygu ve düşünceye sahip olamıyor. Anayasamızda sosyal bir devlet olduğumuz belirtildiği halde, son 60 yıldır, toplum olarak devletin sosyal yüzünü görebilmiş değiliz. Sosyal devlet yerine kapitalist devlet olmayı yeğlemiş, devlet yerine yüksek kâr sağlayan şirket olmayı tercih etmiş hükümetler tarafından yönetildiğimiz için, vatandaşları da kendi varlıklarını sürdürebilmek için, kendilerine hizmet eden işçiler olarak görmektedirler. Bu yüzden de vatandaşların yaşam standardını yükseltip, onları çalışan, üreten, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler haline getirip, güçlü toplumlar oluşturmak yerine, ekonomik gücü olmayan, kimliğini ve kültürünü yitirmiş, her istediklerine boyun eğecek cahil toplumları meydana getirmeyi hedeflemişlerdir. Bunda da son derece başarılı oldular. Seçim zamanında, bu insanların oyları parayla satın alınarak iktidar oluyorlar. Karşılığında ne veriyorlar? Đşçiler, haklarını aramaya kalktıkları zaman polis gücüyle susturuluyorlar. Bunu bir devlet politikası olarak önümüze koyarak, sahip olduğu gücü parayla satın aldıkları halka karşı kullanarak, ezmeye devam ediyorlar. Yıllardır, “taşı toprağı altın” sloganıyla yağmalanan bu şehirde, tek sorun, organize suç örgütü üreten şehirleşme politikaları değil elbet. Toplumsal kültür deyince ne anlıyoruz? Toplumsal kültür denince, sözlük anlamı itibariyle, bir toplumun tarihi süreç içerisinde ürettiği ve ku-
Sayı 20
şaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin tümüne toplumsal kültür denilmektedir. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünce tarzıdır. Toplumsal kültür, temel olarak iki ana öğeden oluşur. Maddi kültür öğeleri: Yerleşim yeri, her türlü araç-gereç, giysiler vs. Manevi kültür öğeleri: Đnançlar, gelenekler, normlar, düşünce biçimleri vs. Kültür, toplumun çevresinden yani, coğrafi koşullarından etkilenir. Örneğin, kırsal bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle, şehirlerde yaşayan toplumların kültürleri birbirinden farklıdır. Bir araya getirildikleri zaman kültürel değişim ya da kültürel asimilasyon olur. Kültürün bireyler üzerindeki etkilerine baktığımız zaman;
Sayfa 31
Özellikle 80 sonrası şehirlere göçlerin artmasıyla ortaya çıkan arabesk kültürün hızla yayılması sonucunda, şehir kültürü, kültürel bir asimilasyona uğramıştır. Şehir kültürü, varoş kültürüne teslim olmuştur.
- Bireyin davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni sağlar - Topluma kimlik kazandırır, toplumları birbirinden farklı kılar. - Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir (“Biz” bilinci). - Toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar (Sosyalleşme).
Dikkat ederseniz, toplumsal kültürü ifade eden bu tanımlamaların hiçbirisini, yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı, kendi doğal oluşumu içinde gelişen bir şekilde yaşayamadığımızı görüyoruz. Göçler sebebiyle hem göç eden toplulukların kendi coğrafyasında edindiği toplumsal kültürü devam ettirememesi hem de şehir kültürüne sahip olan toplulukların kendi kültürlerini devam ettirecek ortamı bulamayışlarından kaynaklanan, kültür erozyonu yaşamaktayız. Özellikle 80 sonrası şehirlere göçlerin artmasıyla
ortaya çıkan arabesk kültürün hızla yayılması sonucunda, şehir kültürü, kültürel bir asimilasyona uğramıştır. Şehir kültürü, varoş kültürüne teslim olmuştur. Bu dönemde şehirlerde varoş nüfusunun artması sebebiyle, siyasi iktidarların oy kaygısıyla varoşlardan milli burjuva yaratma çabaları sonucunda, ortaya çıkan bu kültür ise, ne binlerce yıllık Anadolu kültürünü yansıtmaktadır ne de binlerce yıllık birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış Đstanbul şehrinin kültürünü yansıtmaktadır. Toplumun kültürünü, görgü ve nezaket kurallarını özümseyememiş bu gruplar, sadece ekonomik kalkınmayla sınıf atlayıp, merkeze geçmesi, kültürel bir gecikmeyi meydana getirmiştir. Kültürel gecikme, bir toplumda maddi kültür öğelerinde meydana gelen değişim hızına, manevi kültür öğelerinin ayak uyduramaması sonucu oluşan uyumsuzluk ve görgüsüzlük durumudur. Örneğin, cep telefonu (maddi kültür) hızla yaygınlaşmaktadır. Ancak onu kullanma görgüsü (manevi kültür) aynı hızla gelişmemektedir. Bunun sonucu olarak toplu mekânlarda yüksek sesle konuşulup, sinema, tiyatro, cami gibi yerlerde kapatılmamaktadır. Çünkü toplumu rahatsız etmenin hem ayıp olduğunu hem de saygısızlık olduğunu bilecek bir görgüye sahip değiller. Günümüzde çok sıkça kullanılan “Kıroyum ama para bende” sözü, son 50 yıldır gelişen Đstanbul kültürünün en güzel ifadesidir. Son üç kuşağın böyle bir kültürsüzlükle yetiştirilmesi sonucunda gelinen nokta, nezaketsiz, görgüsüz, anlayışsız, bencil, çıkarcı, kültürsüz ve kaba bir toplum olmamızdır. Maddi kültür öğelerinin hızla değiştiği ve geliştiği şehir kültüründe, toplumun manevi kültür öğeleri aynı hızla gelişmemesinin en temel sebebi
Sayfa 32
Politika Dergisi
budur. Şimdilerde ise arabesk kültürün yerini kitle iletişim araçlarıyla oluşturulan popüler kültüre bırakmasıyla tamamen kültürel bir yozlaşma içine girmekteyiz. Kültürel yozlaşma, yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine sahip çıkamaması sonucu meydana gelen bir bozulmadır. Örneğin, gençlerin batı kültürüne özendirilmesi, yardımlaşmanın yerini çıkarcılığın ve duyarsızlığın alması, bayramların özünden uzaklaşıp tatile dönüşmesi, anadilin yabancı kelimelerle yozlaştırılması, modernlik adı altında her türlü ahlaksızlığın meşrulaştırılması vs. gibi hiçbir şekilde bizi temsil etmeyen bu kültüre daha fazla sahip çıkmamız için, Avrupa tarafından “kültür başkenti” seçildik.
yetlerin devamını sağlamak önce devletlerin sonra da bireylerin görevidir. Toplumsal düzeni sağlayacak anayasal düzenlemelerin, kültürel oluşumları ya da var olan değerleri koruyacak nitelikte olmalıdır. Gelişmemiş ülkelerin uluslar arası rekabette irtifa kaybetmelerinin nedenleri arasında, güçsüzlük, kimliksizlik, kültürel yabancılaşma, yozlaşmış yönetim ve beyin göçleridir. Kültürel yozlaşma ve yabancılaşma, insanların tüm insani duygularını köreltmekte ve insanları sadece iki ayaklı hayvanlar haline getirmektedir. Bizleri getirdikleri nokta budur ve bizlere havai fişeklerle bunun kutlamasını yaptırıyorlar.
Oysaki baktığımız zaman, emperyalist güçlerin çağdaşlık adı altında son 50 yıldır önümüze koydukları paket programlarla, toplumsal yapılanmalarımızı, algılarımız vasıtasıyla değer yargılarımızı, çağdaş olmanın bir getirisi olarak her türlü ahlaki bozukluğu ve kültürsüzlüğü hoşgörü adı altında değiştirerek ve doğru bildiğimiz bütün kavramların içi boşaltılarak bize sunduklarını görüyoruz. Đçine düştüğümüz karanlığın farkına varmadan, ne kadar gelişmiş ve çağdaş olduğumuzu düşünüyoruz. Bu düşüncelerin kafamızın içinde teyit edilmesi gerekiyordu. O da oldu. Kültür başkentiyiz! Eski çağlardan beri, insanlığın devamını sağlayan, üremenin dışında, yaşanılan kültür biçimlerinin aktarımları sonucu yaşanan medeniyetlerin, bir sonraki çağa ışık tutması ve insanlığı yönlendirmesi bakımından çok önemlidir. Tarihe bakıldığı zaman, dünya üzerindeki tüm milletlerin sahip oldukları medeniyetleriyle değer gördüklerini ve bunun üzerinden güç hâkimiyetlerini ellerinde tuttuklarını görüyoruz. Bunun için bir ulusun sahip olduğu kültürel yapılanması, onu bulunduğu çağın ilerisine taşıyacak en önemli unsurdur. Bu medeni-
Kültürel yozlaşma ve yabancılaşma, insanların tüm insani duygularını köreltmekte ve insanları sadece iki ayaklı hayvanlar haline getirmektedir. Bizleri getirdikleri nokta budur ve bizlere havai fişeklerle bunun kutlamasını yaptırıyorlar.
Ne mutlu “kültür başkenti”yiz!
Saadet.Toksoz@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 33
Türkiye Cumhuriyeti yeniden nasıl düzenlenebilir?
Devletin Mevcut Tanımı ve Yeniden Yapılandırılması Hakan KORUK Devletin karar mekanizmasının bağımlı hale getirilerek Avrupa Birliği (AB) ve Amerikan çıkarları doğrultusunda kullanılması, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir siyasi oyun olmakla birlikte, Türkiye coğrafyasını yani haritasını değiştirmek, ancak ve ancak sınır ve güvenliğin koruyuculuğunu yaparak Cumhuriyet devrimlerinin vazgeçilmez bekçisi ve koruyucusu olan Türk Ordusu’nun yıpratılarak bağımlı hale getirilmesi ve hatta dağıtılması ile mümkündür.
Tanım ve Mevcut Durum Türkiye son elli yıl içinde Cumhuriyet devrimlerinin rotasından çıkarıldı, rejime ait kurumlar ve ilişkileri büyük ölçüde zarara uğratıldı. Bu şartlarda devlet yapısını “Kemalist devrim”in “altı ok” programıyla yeniden yapılandırmak, temelde Cumhuriyet dev-
Bu şartlarda devlet yapısını “Kemalist devrim”in “altı ok” programıyla yeniden yapılandırmak, temelde Cumhuriyet devrimlerine bağlı yurtsever Türk milletinin aslî görevidir. rimlerine bağlı yurtsever Türk milletinin aslî görevidir. Hedef Cumhuriyet aleyhtarı dışa bağımlı iç siyasi vb. örgütlenmelerden koruyarak Kemalist devrimi yıkımdan korumak ve devrim sürecini bağımsız, halkçı ve aydınlamış bir Türkiye’yi yeniden kurmak ve yapılandırmak olmalıdır. Ayrıca yobaz ve işbirlikçi emperyalist unsurların değişimden yanaymış gibi halkı aldatmalarına izin verilmemelidir. Halkın büyük bir çoğunluğunun mevcut siyasi ve sosyal durumdan memnun olmadığı apaçık ortadadır. Bu durumda yapılması gereken şey işbirlikçi ve batı yanlısı güçlerin maskesini indirmek, Kemalist devrim sürecinin tamamlanmasına katkıda bulunarak, Türkiye’yi, Atatürk’ün bahsettiği muasır medeniyetler seviyesinin en önüne taşıma kararlığını, ulusal tüm güçler birleşerek ortaya koymalı ve somut kanıtları ile göstermelidir.
Sayfa 34
Bulunduğumuz şartlarda, rejim, ancak güçlü bir orduyla çözebileceği sorunlarla karşı karşıyadır. Türkiye’ye Kıbrıs üzerinden yapılan baskıların göğüslenmesi, Kuzey Irak’ta fiilen kurulan kukla “Yahudi Kürt devleti” tezgâhının bozulması, AB ABD destekli irtica ve bölücülükle iç savaş olasılıklarına hazır olmak, ancak Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin güçlü bir yapıya sahip olmasıyla mümkündür.
Tam Bağımsızlık Silahsız bir millet esir olmaya mahkûmdur. Bulunduğumuz şartlarda, rejim, ancak güçlü bir orduyla çözebileceği sorunlarla karşı karşıyadır. Türkiye’ye Kıbrıs üzerinden yapılan baskıların göğüslenmesi, Kuzey Irak’ta fiilen kurulan kukla “Yahudi Kürt devleti” tezgâhının bozulması, AB - ABD destekli irtica ve bölücülükle iç savaş olasılıklarına hazır olmak, ancak Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin güçlü bir yapıya sahip olmasıyla mümkündür. Ulusal birliğin ve üniter devlet yapısının sözde yeni dünya düzeni denilen emperyalist tuzaklarla tehdit edildiği bir ortamda adı geçen bu emperyalist ve işbirlikçi kuvvetler, TSK’yi parçalamadan Türkiye’yi parçalayamazlar… Đşte bu yüzden TSK’nin birliği ve NATO’dan bağımsız yaptırım gücü, belirleyici bir unsurdur. Çünkü; Türkiye’nin tam bağımsızlık ve bütünlüğü, yüce Türk Ordusu’nun bağımsızlık ve bütünlüğü ile eş değerdedir. Dünyada savaşların karakter kazandığı 21.yy.da halk ile ordunun pekiştirilmesi kuşkusuz güçlü ve birleşik bir ordunun temel şartıdır. Devletin Yeniden Yapılandırılması 1) Devlet egemenliğinin sürekliliği için, devletin
Politika Dergisi
bağımsız karar alma mekanizması yeniden örgütlenmeli, yönetim halka dayandırılmalıdır. Bu sayede ülke yönetimine halkın birebir katılımı sağlanarak, alınan kararlarda halkın ortak çıkarlarının göz önünde bulundurulması şarttır. 2) TSK’nin, NATO ve diğer askeri veya siyasi kuvvetlerden bağımsız yaptırım gücünü geliştirmek ve pekiştirmek için Türkiye’nin başta insan ve tüm millî kaynaklarını değerlendirebilecek topyekûn bir ulusal savunma kavramı geliştirmek, ayrıca bağımsız özel bir savaş ve ulusal istihbarat örgütlenmesini kurarak savunma sanayisinin gelişmesine hız vermek ve savunma teknolojileri ile savaş sanayisini dışa bağımlı olmaktan kurtarmak, acil yapılması gereken kaçınılmaz bir görevdir. 3) Atatürk’ün bölge merkezli dış politikasını canlandırarak bölgede stratejik konumun güçlendirilip merkez güç unsurunu oluşturmak, ulusal çıkarların azami derecede öne çıkmasını sağlamak, acilen yapılması gereken görevler arasındadır. Çünkü, Sevr tehdidine karşı Asya’da oluşan Rusya - Çin Hindistan eksenli yeni bir kuvvet odağı ile olası tehlikeleri dizginleyecek politikalar geliştirmek ve buna bağlı olarak Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin Rusya - Çin ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunacak konumlarından azami derecede yararlanmak ve dünya dengelerini Türkiye’nin amaç ve hedefleri doğrultusunda değerlendirilmek zorunlu bir şarttır. Bunun yanı sıra, AB - ABD ilişkileri
Sayı 20
Türkiye’nin tam bağımsızlığına ve egemenliğine saygılı bir çerçevede karşılıklı saygı temeline oturtulmalı ve normalleştirilmelidir. Özetle 21.yy. Türkiye’si stratejisi olan Avrasya seçeneği programını belirlemek ve hayata geçirmek ve uygulamakla mükellef olmalıdır. Böylece 20.yy.ın başında gerçekleştirdiğimiz Kemalist devrimin 21. yy.ın ilk çeyreğinde tamamlanması için gerekli koşullar hazırlanmış olacaktır. Bu koşulları hazırlamak için yukarıda saydığım üç temel görev, esas olarak Türk milleti ve ulusal güçler tarafından değerlendirilmeli ve benimsenmelidir. Yine bu üç görev için “ulusal devlet”in karar mekanizmasının yeniden yapılandırılarak bağımsız hale getirilmesi ve halkın örgütlenmesini sağlanması esas olarak ele alınmalıdır. TSK’nin kritik görevlerinin NATO vb. dış güç odaklarından bağımsız hale getirilmesi bugünkü koşullarda tutulması gereken halkalardan biridir; çünkü bir ulusal devletin bağımsız bir yaptırım gücü olmadan bağımsız bir karar mekanizmasının olması mümkün değildir ve düşünülemez.
Bölge Merkezli Dış Politika ve Avrasya Seçeneği “Bölge merkezli dış politika” ve “Avrasya seçeneği” bu politikaların uluslararası ortamını oluşturacaktır. Tüm bu saptamalar, Türkiye’yi yeniden Cumhuriyet rejiminin rotasına sokacak ve bütün ulusal kaynakları ortak amaç ve hedefler doğrultusunda ülkenin çıkarları gözetecek bir hükümetin kurulmasıyla mümkün olacaktır. Artık günümüz şartlarında bu millî dayanışma sergileyen halkın özlediği ulusal bir iktidar, olmazsa olmaz bir şart haline gelmiştir. Dış güdümlü tarikat - ticaret - siyaset ve mafya bağlantılı iktidarlarla Cumhuriyeti yeniden inşa etmek bir yana, olası çıkacak sorun ve tehlikeleri dahi göğüsleyemeyeceğimiz ortadadır. Dünya devletleri arasındaki rekabetin Orta Asya –
Sayfa 35
Dünya devletleri arasındaki rekabetin Orta Asya – Ortadoğu ve Kafkasya’da yoğunlaştığı, K. Irak’ta Türkiye için tehdit içeren Yahudi Kürt sözde devletinin kurulduğu, ekonominin dış tehlikelere açık özelliklerinin koyulaştığı bu süreçte bütün millî kaynakları bağımsızlık, bütünlük ve halkın esenliği için seferber etmek şarttır. Ortadoğu ve Kafkasya’da yoğunlaştığı, K. Irak’ta Türkiye için tehdit içeren Yahudi Kürt sözde devletinin kurulduğu, ekonominin dış tehlikelere açık özelliklerinin koyulaştığı, yani görünür bir hale geldiği bu süreçte bütün millî kaynakları bağımsızlık, bütünlük ve halkın esenliği için seferber etmek şarttır. Son tahlilde günümüzde TSK’nin yıpratılması çalışmalarına ağırlık veren dış güdümlü siyasi bazı unsurların neden bu denli Türk Ordusu üzerinde yoğunlaşarak cephe aldıklarını açıklamayı da ayrıca bir görev olarak kabul ediyorum. (En başta da belirttiğimiz gibi) Devletin karar mekanizmasının bağımlı hale getirilerek AB ve Amerikan çıkarları doğrultusunda kullanılması, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir siyasi oyun olmakla birlikte, Türkiye coğrafyasını yani haritasını değiştirmek ancak ve ancak sınır ve güvenliğinin koruyuculuğunu yaparak Cumhuriyet devrimlerinin vazgeçilmez bekçisi ve koruyucusu olan Türk Ordusu’nun yıpratılarak bağımlı hale getirilmesi ve hatta dağıtılması ile mümkündür. Đşte TSK’ye saldırıların yoğunlaşması ve ordunun halk ile bağının da bir şekilde koparılarak günümüzde NATO ve AB ile Amerika’nın tamamen orduyu da kontrol altına almak istemesi bu yüzdendir…
Hakan.Koruk@PolitikaDergisi.com
Sayfa 36
Politika Dergisi
Sabit noktadan, görülenlere ilişkin “not”lar.
Not Sistemi Mehmet TURAN
Yakında ben de kâğıdı elime alıp çıkacağım bu gidişle. Yazdırmıyorlar, konuşturmuyorlar. Ezan niyetine bir gün de şu bizim yazdıklarımızı dinlesin devlet büyükleri.
E
fendim kızıyorlar, “Önceden yazarlar haftada bir yazardı, şimdi her gün yazıyor.” diye. Bunu zaten bazı yazar ağabeylerimiz epeydir dillendiriyorlardı. Lakin Başbakan’ın açıklamayı kendi fikriymiş gibi benimsemesinden sonra, halk da bu düşünceyi sahiplendi. Yazar adam, her gün yazmamalı diyemiyorum. Bana üç günde iyi malzeme çıkıyor. Haftada iki yazı çıkartılabilir. Đsterseniz her gün yazarsınız. Ama edebi, tarihî, siyasi kalitesi yüksek metinler olmaz. Mahalle dedikoduları gibi olur. Kanallar yoğunlaştı. Her dakika bir haber! Gündemimiz hep yoğun. Artık olayları enine boyuna yatırmak yerine not almaya başladık. Türkiye’yi dört bir yandan kuşattılar. Sağcısı solcusu, liberali demokratı, devamlı beyin yıkama peşinde. Her kanalda ayrı uzman! Sıkıldık artık. Aynı kısır tartışmalar. Aynı açıdan olaya yaklaşmalar… Uluslararası Đlişkiler öğrencilerine üç program tavsiye ediyorum: Banu Avar ile Dünya Düzeni, Mithat Bereket ile Pusula, TRT 2’de yayınlanan Ufuk Çizgisi. Kaliteli, güzel yapımlar. Bilgi almak isteyenler, tartışma programları yerine bunları izlerse daha verimli olur… Türk medyasını her defasında yerden yere vururum. Eğer çırağı olmak istedi-
ğim insanlar varsa buradakilerdir. Avrasya TV güya kampanya yapmış. Güya insanları bilinçlendiriyor. Ajitasyon, demagoji kelimelerinin yerine Türkçelerini kullanın diye bir slayt yapmış. Ekranda ha bire dönüyor. Đşin garibi ardından “Analiz” isimli program yayına giriyor. Đyi de analiz, Türkçe bir kelime değil ki! Cami minaresinden ezan yerine Zeki Müren sesleri duyulmuş Rize’de. Elbet bir amacı vardır yapanın. Yakında ben de kâğıdı elime alıp çıkacağım bu gidişle. Yazdırmıyorlar, konuşturmuyorlar. Ezan niyetine bir gün de şu bizim yazdıklarımızı dinlesin devlet büyükleri. Bu nasıl iş ya? Evladım olursa adını sansür koyacağım. AK Parti iyice diktalaştı. Kafalarını kuma gömdüler. Hiçbir şey onları rahatsız etmiyor. Yazılar, eleştiriler onları yolundan döndüremiyor. Haberlerde aldığım nota bakın sayın okuyucular; üniversite yönetimi, üniversiteyi öğrencilere kapatıyor. Nedeni, protestoları engellemek için. Đşin garibi, boş salonda bakanlar ne yüzle çıkıp konuşuyor? Bebeğin teki tencerenin içine sıkışmış. Aman ne büyük olay! Habercilikte son nokta! Biz bunları izlerken, Amerika da bizi tencerenin içine sıkıştırdı. Dillendiren kaç kişi? Đnsanlar durumun farkında değil, günden güne çöküyoruz. Bu ülkenin kanını emen işbirlikçiler çıkıp ekrana, “tıkır tıkır” diyor. Hadi oradan, “çatır çatır”. Gidin işinize. Halk açlıktan ölüyor. Her dört kişiden birisinin işsiz olduğunu söylüyor uzmanlar. Bu nasıl ülke? Daha kötüsü ne olabilir ki?
Sayı 20
Hayatım boyunca devamlı üretim diyen, kapitalist ağzıyla millete akıl vermeye çalışan, gözü dönmüş çakal sürüsüne karşı çıktım. Ama bugün söylenebilecek başka ne kaldı? Yahu bir başka kanaldaki habere bakıyorum, o da balıkçılığın tam anlamıyla uygulanamadığından yakınıyor. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkede, balıkçılık faaliyetleri istenilen düzeyde değil. Tarım yok, balıkçılık yok, hayvancılık yok, sanayi, patent sıfır. Daha ne olsun? Diğer bir kanal, mucize adam olarak bir adamı gösteriyordu. Aort damarı kapalı adam, tam 44 yıl hayatta kalmış. Vay canına! Öldürmeyen Allah öldürmüyor, sayın seyirciler! Üsluplar önemli. Bu hükümet geldi geleli, yaşanmadık olaylarla karşılaşır olduk. Hükümet yancısı medyanın kanalındaki başlık: “Lamı cimi yok.” Engelliler için yapılmış yere gidiyorsun koca tabela asmışlar: “Đstanbul Özürlüler Merkezi”. Özürlü ne demektir ya? Bu ne çirkin bir laf? Sen bunu nasıl asarsın tabelaya? Bir tane daha var. Gençler için rehabilitasyon merkezi var, madde bağımlılarını, evi barkı olmayanları belli bir eğitime tâbi tutarak, hayata bağlamaya çalışıyorlar. Biz ziyaret düzenledik. Müthiş insanlar tanıdık. Herkese buradan tavsiye ediyorum! Tinerci, sokak çocuğu, serseri laflarıyla kimse küçümsenmesin. Toplumsal proje diyenlere duyurulur. Đşte merkez, işte kardeşleriniz. Fakat gelin görün ki hükümetimiz gene çalışıyor. Çocuklara bulduğu isim, taktığı, yakıştırdığı isim; sokak çocukları… Ve bu çocukların en nefret ettiği laf! Adamlar futbol turnuvası düzenliyor, kupaya yazdırdıkları metni söylüyorum; “Đstanbul sokak çocukları futbol turnuvası”. Buyurun. Đşte bu Đslamcıların görgüsüzlüğü, bu işi bilmeyen adamların yapması sonucu bu hâle geldik. Her dergide onlar. Her koltukta onlar. Onlar gidiyor, bu sefer diğer kesim geliyor. Bunlar da bilmedikleri işlere burnunu sokuyor. Bizim oturduğumuz yerde zabıta cipe biniyor. Amerikan filmlerinde olduğu gibi, çok havalılar. Mühendis ağabeyimiz gördü şaşırdı. Geçen akşam televizyon izliyorum, cenaze arabası son model Mercedes. Đşte bizim vergilerimiz. Dün Toros’a binen bir başbakanımız vardı, bugün zabıtamız cipten aşağı binmiyor. Tam bunları yazıyordum ki, annem televizyonda görmüş, o da aynısından yakındı. Bu arada Kanal 7’nin yaptığı haberin ayrı bir güzelliği var, Londra’daki ninjaları tanıtıyorlar. Çok önemliymiş. Söylediklerini aynen ekliyorum; “Boş zamanlarında binalara atlıyorlar, peki bu kadar boş zamanı nereden buluyorlar?” Đşte kaliteli haber, işte güvenilir habercilik. Tüm bunların yanı sıra CNBC-e‘de Arnold Schwarzeneger Efendi talk şov programına katılıyor. Büyük vali! Đnsanlığın son umudu… Irak’taki Amerikan askerlerine kahraman muamelesi yapıyor. Onları yere göğe sığdıramıyor. Đki kere kamplarına ziyarette bulunmuş. Ve bütün bunların ardın-
Sayfa 37
Engelliler için yapılmış yere gidiyorsun, koca tabela asmışlar: “Đstanbul Özürlüler Merkezi”. Özürlü ne demektir ya? Bu ne çirkin bir laf? Sen bunu nasıl asarsın tabelaya? dan çıkıp, kardeşlikten, barıştan bahsediyor. Đşte gafletin delili! Bu adamın filmlerini hala veren televizyonlarımız var. Kına yaksınlar. Bir ağabeyimiz bizzat yaşadığı olayı anlattı; “Mehmet bunu mutlaka yaz.” dedi. Adamın gözü önünde ağacı kesmişler. Đlerideki belediye görevlisine şikâyet etmiş, “O bizim belediyenin işi değil, Gazi Osman Paşa’ya söyleyeceksin.” cevabı ile karşılaşmış... “Telsizi var, yapsa ne olacak?” diye dert yandı. Ben işin başka bir boyutunu söyleyeyim. Kendi gözümle zabıtanın, belediyenin çalışmadığına şahidim. Mahallede izinsiz sulama yapan villa sahipleri vardı. En az beş kere şikâyet ettim, belediye ilgilenmedi. Adamlar gelip uyarıyor, ertesi gece bahçıvan gene açıyor muslukları. Gözümle defalarca gördüm, arıyorum “halledeceğiz” diyorlar. Ama ertesi gün gizlice adam gene takıyor hortumları. Bilgisayarcı arkadaşımız var, işin eğitimini alıyor, devlet okullarını bitiriyor, harç parası yatırıyor. Đşyerinde karşısına çıkan soru, şu sertifikan var mı? “Ben bu kadar yıl onun için mi okudum Mehmet?” diyor? Doğru diyor. Đyi tespit. Adam bilmem ne fakültesini bitirmiş. Đş bulamıyor, iki kursa katılıp, sertifika alıyor, işini hazır ediyorlar. Hastanedeki bilgi işlem odasında sertifikalı bilgisayarcı var, gözümle gördüm. Firmadaki de öyle, holding de öyle! Ama sen ben gidince alınmıyoruz. Önemli olan “bilmiş adam” sertifikasına sahip olmak. Buna birileri dur demeli. Şimdi bir şeyi söylemenin yeridir. Başbakana çiçek veren adamı hepimiz gördük. Güya işçilerin sesi! Adamın makam otomobili lüks; pirzola yiyor, plazma TV izliyor. Sözcü gazetesi tam sayfa basmış. Allah razı olsun. Bu ülkenin durumunu bizim yazmamıza gerek yok. Ama gerçekten halk, bunları bile anlamıyor. Bakkalda denk geldi, ekmeği tarttım. Üç yüz gram tuttu. Đyice başladılar gramajla oynamaya. Diyecek bir şeyimiz kalmadı.
Sayfa 38
Politika Dergisi
Şu gelişmiş, gelişmemiş, çağdaş, çağdışı kavramlarını biraz açalım. Meslek büyüklerimizin güzel tahlilleri var. Dün biz devamlı aşağılanıyorduk. Biz şöyle bir milletiz, biz bu kadar aciziz. Şimdi “güçlü Türkiye, büyük kültür, değişen dünya” kelimeleri kullanılıyor. Belgesellerde başlayan toplumsal paranoyalar halka iyice işledi. Neymiş; insanlara yakında çip takılacakmış. Fikri çıkaran ayrı bir ruh hastası, bunu filmine koyan daha ayrı, inanan da bambaşka bir ruh hastası! Modern çağda yeni bir roman mı yazsam ne? Adı mutlaka “Deliler” olmalı… Đnternet, televizyon, kamera, cep telefonu derken her yanımız teknoloji ile donatıldı. Çip taktırmaya gerek yok! Adam gökyüzündeki uydudan yediğini, çıkardığını izleyebiliyor. Şu gelişmiş, gelişmemiş, çağdaş, çağdışı kavramlarını biraz açalım. Meslek büyüklerimizin güzel tahlilleri var. Dün biz devamlı aşağılanıyorduk. Biz şöyle bir milletiz, biz bu kadar aciziz. Şimdi “güçlü Türkiye, büyük kültür, değişen dünya” kelimeleri kullanılıyor. Halkın aptal olduğuna nasıl inanmayayım? Profesör dediğin, akademisyen dediğin adamlar bu cümleleri nasıl geveler ya? Biz Amerikan milletinin bol iltifat ve övgü yağdırdığını kitaplarda okumuştuk. Kendi kendimizi yağladık yıllarca, yağlayanlarla dalga geçti kimimiz. Şimdi kazığa oturacağız. Sırtımızı sıvazlayıp, ceketimizin cebindekileri çalmaya çalışıyorlar, başka bir şey değil! Kendini öven bir kesimimiz de milliyetçiler
idi. Şanlı Türkler, büyük Türk tarihi, devasa Osmanlı laflarıyla göbek attılar. Geçen bizim sitenin haber müdürü güzel bir noktaya değindi. “Yahu hocam, bunlar ne yapmaya çalışıyor? Bir yere gidebileceklerini mi sanıyorlar? Ne olacak yani sonunda, Yunanlılar kalkıp; ‘A, bakın bu çocuklar güzel bir çalışma yapmış, büyük Türk dünyasına gideceklermiş, hadi gelin Selanik’i onlara bırakalım.’ mı diyecekler?” dedi. Hazır bizim siteye değinmişken bir önemli nokta daha var. Gazeteler haberlerimizi çalıyor. Günlük gazete çıkarıp, sonra başkalarının emeğine göz dikmek ne demektir? Bunları yazalım. Hırsızlara birileri destek çıkıyor, bizim çalışkan arkadaşlar bir başına… Nur cemaati üyeleri de çok şanslı. Cehenneme odun olma yarışmaları düzenliyorlar. Ara sıra kesin gidiş kampanyaları da var. Ne varsa dünyalık. Her şirkette, her holdingde adamları var. Evet, bu adamlar tehlike… Hz. Đbrahim vurgusu fazla yapılmaya başladı içinde. Tavsiye ile bitirelim, şimdi adımız din istismarcısına çıkmasın, solcu yazarlar da hadisle yazıya son verebiliyor. Neyse, karaborsacılıktan kazanılan bütün parayı, sadaka olarak muhtaçlara dağıtsan da kabul olmuyor. O yüzden stok, depolama yapanlara duyurulur. Karınlar ateşle dolmasın! Ayrıca yok edilen Filistin kentlerine bir tur düzenliyoruz. Đsrail’in özene bezene attığı füzelerin kalıntılarını görmek isteyenler, yerle bir edilen tarihi dokunun yanında, dünyanın en barışçı, en şirin, en melaike kavmi Yahudilerin kutsal, güzide amaçlarını canlı görebilirler. Korkmayın, Đsrail güvencesiyle. Mehmet.Turan@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 39
Solun, uyanmasına dair bir haykırış..
“Kavramsal Duyarlılıkta Faklılığının Farkında Olmak, Demokrasi için Bir Tehdit midir Yoksa Demokrasi için Bir Fırsat mıdır?” Sorusuna Dürüstçe Bir Yaklaşım Denemesi Gökhan DAĞ
D
emokrasi üzerine bugüne değin oldukça uzun konuştuk. Birçok yazımda demokrasiyi kendimce ele aldım. Kendimce diyorum; çünkü demokrasi mefhumunun “biz”cesini bulabilmek pek olası değil. Yine de Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi ve benim de desteklediğim tarzda “dürüst bir insan, inansa da inanmasa da mefhumları yerli, yerinde kullanmak borcundadır” ve borç az önce belirtilen kendindeliğin sınırlarını dürüstlük çerçevesinde belirler. Kısacası üzerinde tam anlamıyla uzlaşılamayan kavramlar, insanın o kavramı farklı yönlere çekmeyecek dürüstlükleri oranında açıklanabilir ve açıklanmalıdır da. Đşte bahsi geçen bu dürüstlük ve kavramların açıklanması durumu bugün siyasi yazımınızın giriş kısmını oluşturuyor. Yazı planıma sadık kalabilirsem ki kalmaya niyetim sonsuz, ilerleyen kısımlarda; farklılık ve farksızlık açısından demokrasiyi inceleyerek kendi amaçları için kavramları çarpıtanları (katıksız politikacıları) ve demokrasiyi dürüstçe tanımlaması gereken insanların nasıl dürüstlükten saparak demokrasiyi tehdit ettiklerini göstermekle uğraşacağız. Kısacası bu yazı farklılıkların farkında olan insanların demokrasiye yönelik avantajları kendi hedefleri doğrultusunda nasıl tehdit olarak algıladıklarını ve dürüstlükten saparak (katıksız politikaya yönelerek) mefhumların nasıl keşmekeşe sürüklendiklerini dürüstçe anlatmayı hedefliyor. Bu doğrultuda da, içinde bulunduğumuz paragraf yine Necip Fazıl Kısakürek’in “Ne olacaksa olur ve her hâlde bu millet, ölümden beter bir keşmekeşten kurtulur.” sözüyle bu yazıyı nasıl bir cesaretle yazacağımızı belirterek bitiyor.
Farklılık ve Farksızlık Bağlamında Demokrasi Demokratik Paradoks kitabının yazarı Chantal Mouffe, kitabı her ne kadar sonuna kadar savunmasak da, kitabın arka kapağında şu tarzda, doğru bir açıklamaya yer veriyor: “Sağ ve solun ötesine geçme gereğini savunan-
Sol demokratik politika açısından can alıcı iddialardan biri, neoliberalizme bir alternatif oluşturmaya başlamaktır. Solun itibar edilebilir bir projesinin olmamasının nedeni, neoneoliberal söylemin günümüzde karşı çıkılmayan hegemonyasıyla açıklanabilmektedir. Paradoksal olarak (...) sol, ideolojik anlamda hala ve tümden yenik durumdadır. lar, içinde yaşadığımız küreselleşen, refleksif toplum tipinde, ne muhafazakârlık ne de sosyalizmin yeterli çözümler sunabileceğini ileri sürerler. Kuşkusuz durum böyledir. Dahası, politik pratikte, sol ve sağ kategorilerinin giderek daha fazla bulanıklaştığı da doğrudur. Ama, bizim görevimiz, solu, eskiliğini ilan etmek için değil demokratik mücadeleyi yeniden canlandırmak için yeniden tanımlamak olmalıdır. Sol demokratik politika açısından can alıcı iddialardan biri, neoliberalizme bir alternatif oluşturmaya başlamaktır. Solun itibar edilebilir bir projesinin olmamasının
Sayfa 40
Politika Dergisi
Farklılık ve farksızlık bağlamında demokrasi; farklı düşünen bireylerin farklı düşünen diğer bireylerle birlikte, farkları, demokratik yollar dışında (dürüstlük çerçevesinde) asimile etmeye kalkışmadan fark yarattığı bir kavram, bir sistemdir.
nedeni, neo-liberal söylemin günümüzde karşı çıkılmayan hegemonyasıyla açıklanabilmektedir. Paradoksal olarak (...) sol, ideolojik anlamda hala ve tümden yenik durumdadır. Politika, bir çatışma ve farklılık bağlamında birliğin yaratılmasını hedefler; 'onlar'ın belirlenmesiyle, 'biz'in yaratılmasıyla ilgilidir daima. Demokratik politikanın yeniliği bu biz / onlar karşıtlığının üstesinden gelmek değil -bu olanaksızdır- ama onun oluşturulduğu farklı tarzdır. Can alıcı konu, biz / onlar ayrımını, çoğulcu demokrasiyle uyumlu bir şekilde yapmaktır. Etik olanla politik olanı uzlaştırmanın mümkün olduğu yanılsamasını bir kenara atmak ve politiğin etik tarafından sonu gelmez sorgulamasını kabul etmek; aslında demokratik paradoksu teslim etmenin tek yolu budur.” Çeviri bakımından oldukça zor anlaşılan bu kitabın amacı yazarın da belirttiği üzere (a.g.e., s: 19): politika teorisinin, varolan kilitlenmenin açılmasına ve bugünkü kötü durumumuza olanaklı bir çözüm için bazı koşulları yaratmaya hangi biçimde katkı bulunabileceğimizi incelemektir. (…) Sorunları bu yaklaşımla inceleyerek hem ‘müzakereci demokrasi’ teorilerinin hem de ‘üçüncü yol politikası’ için önerileri biçimlendiren demokrasinin ‘konsensüs modeli’nin, modern demokratik politikanın liberal-demokratik eklemlenmenin iki bileşeni arasındaki çatışmada yatan dinamikleri yeterince kavrayamadığını düşünüyorum. Diğer bir ifadeyle
demokrasi teorisyenlerinin ve politikacıların konsensüse yaptıkları yanlış vurgunun kökeninde yatan ve onların antagonizmanın sökülüp atılabileceğine inançlarını kuvvetlendiren, liberal demokratik politikanın ifadesi olan, paradoksu kabul edemeyişleridir. Uygun bir demokratik politika modelinin geliştirilmesini engelleyen böyle bir başarısızlıktır. Kitabı okumayanlar için yukarıda bahsi geçen ifadeleri özetleyeyim. Anlatılmak istenen; demokrasiyi yöneten politikacıların farklılıkları bir biçimde birleştirip bir konsensüs (uzlaşma) ortamı yaratıp farksızlık yaratma düşüncelerinin liberal bir politika anlayışı olduğu ve fakat, bu politikanın da liberalizmin bir paradoksu olarak tezahür ettiği gerçeğinde, bahsi geçen paradoksunda politikacılarca kavranamamış olmasının uygun bir politika gerçekleştirmenin önündeki engel olarak belirdiğidir. Özcesi farklılıkları ortadan kaldırıp bir farksızlık ortamını oluşturmaya çalışmak liberal politikaların bir yanlışıdır ve bu yanlış son dönemdeki demokrasi teorisyenlerinin ortak yanlışı olarak başarılı olması gereken bir politikayı başarısız kılmaktadır. Bu başarısızlığı göstermenin ve gidermenin mümkün yolu da gücünü neo-liberal anlayışın hegemonyası altında yitiren solun, gücünü geri kazanmasına yönelik politikalar üretmektir. En nihayetinde bizim anladığımız sol görüş dışındaki tüm görüşlerin ki buna merkez sol denilen yapılanma da bir nebze olsun dâhildir, demokrasi için bir farksızlık öngörüsünde ve planında olduklarıdır. Kısacası farklılık ve farksızlık bağlamında demokrasi; farklı düşünen bireylerin farklı düşünen diğer
Sayı 20
bireylerle birlikte, farkları, demokratik yollar dışında (dürüstlük çerçevesinde) asimile etmeye kalkışmadan fark yarattığı bir kavram, bir sistemdir. Bu başlık altındaki tüm açıklamalar çerçevesinde farklılıklar ve farksızlıklar paralelinde beliren demokrasi kavramı tanımı da solun koruması altında olmalıdır; çünkü sağ ideoloji demokraside (dürüst olmayan ve aslında farklılıkları yok etmeyi planlayan bir) farksızlık peşindedir. Nitekim adı geçen eserde Chantal Mouffe yaşanan ve yaşanacak bahsi geçen peşindelik tehlikesini şu sözlerle dile getirmektedir (a.g.e. s:33): Antagonizmanın (uzlaşmazcılık) sökülüp atılamaz karakterini yadsımak ve evrensel bir konsensüsü hedeflemek – demokrasiye asıl tehdit budur. Gerçekten bu, ‘tarafsızlık’ görünümü altında zorunlu dışlama biçim ve sınırlarını gizleyen liberal düşüncede ekseri olduğu gibi, şiddetin, ‘rasyonelite’ye başvurmanın ardına gizlenip fark edilmemesine yol açabilir. Yani Mouffe’nin belirtmek istediği farksızlık yaratan ve/veya yaratmak isteyen yapılanmaların demokrasinin yaşamsal sıvısı olan antagonizmayı reddederek demokrasiyi tehdit ettikleridir ve bu yok ediş aslında antagonizmanın doğasından çok farklı düşünenlerin doğasına yöneliktir. Özcesi farklı düşünenler olmazsa, antagonist bir yaşayış olmayacak ve dolayısıyla demokrasi kökten kazınacaktır. Dolayısıyla sağdan farklı düşünen solun tamamıyla yok edilmeden acilen kendisine gelerek liberal hegemonyadan kurtulması demokrasinin varlığı için elzemdir. Demokrasinin varlığı için elzem olan bu konu, tarihin ilerlemesi için de aslına bakılırsa gereklidir. Kant’ın da belirttiği gibi antagonizma tarihin ilerletici gücüdür. Bugün çatışmacı belki biraz hafifletirsek çekişmeci yapıların tümü daha kusursuz bir yapılanma için geleceğin sigortasıdır. Sırf bu açıdan bakıldığında bile bir farksızlık ortamı yaratmayı hedeflemek birçok siyaset felsefecisinin ulaşmak ve belirtmek istediği tarihin sonunun şaşalı bir heykelini yok etmeyi amaçlamakla eşdeğerdir. Kısacası farksızlığı yaratmak demokrasiden ötesine geçmek, yani tarihin sonuna doğru gitmek için bir araç değil, başa dönmek için kullanılan araç olmaktadır. Sanırız ki Kant, Hegel ve Marx; tarihin sonu için belirledikleri rejim, ideoloji vs. için farksızlığın yaratıldığı bu şiddet ortamına bizim kadar sessiz kalamazlardı. Bize gelince biz hala onların sesini tarihin geçmişinden duymaya devam ediyoruz, dolayısıyla bu düşünürlerin söylemlerine yönelik karşı reflekslerin atakları karşısında bir hegemonyaya saplanmış yenik bir durumda duruyoruz. Söz konusu olan ve şu an adını saymakla vaktimizi geçirmeyi düşünmediğimiz düşünürlerin bize fısıldadıklarını içimize atıp atıp bu hegemonyanın kendi kendisini yemesini beklemek açıkçası solun güçsüzlüğünü resmederken hala neyi beklediğimizi anlayamadan puslu bir
Sayfa 41
beyinle yazıma devam ediyorum. Hemen yeri gelmişken belirteyim katıksız politikaları asla savunmuyorum. Đyi de nedir bu katıksız politika?
Katıksız Politikaya Dair Katıksız politika konusunda Giovanni Sartori’nin Demokrasi Teorisine Geri Dönüş kitabından yararlanacağım. Sartori, politikada gerçekçiliğin yanlış anlaşılmasının geçmişini Niccolo Machiavelli’ye kadar götürür. Ona göre politikaya gerçekçi yaklaşım maskelenmiş ve bu maskeleme birbirinden açıkça ayırt edilmesi gereken, şu iki esasla açıklanmıştır: a) politika politikadır ve başka bir şey değildir; veya b) siyasal gerçekçilik kendisini somut biçimde, özellikle katıksız politika adı verilen belli bir politika ve politik davranışta gösterir. Katıksız politika denilen şeye de yakın zamanda Matchpolitik, yani kuvvet politikası adı verilmiştir ve bu politikada ideallere değil, tamamen kaba güce, hileye ve iktidarın acımasız kullanılmasına dayanan bir politika türüne işaret eder. Son zamanlarda da siyasi gerçekçilik bu politika türüyle anılmıştır (Sartori a.g.e., s. 41).. Politikada ahlakı reddeden ve başarıya ulaşmak için her yolu mubah sayan bu anlayış ne yazık ki etiği ıskalar; hatta ıskalamakla da kalmaz, onu yerin dibine doğru bir serüvene çıkarır. Bu serüvende, (bence) kavramları çarpıtarak, mefhumu olduğundan farklı göstermekle başlar. Kavramların nasıl ve ne yönde değiştirildiği ya da değiştirileceği bu politika tarzında hissettirilmeden, geçmişten geleceğe yönelik bir planla saptanır. Bahsi geçen bu planda en ufak bir hataya karşı olası “B Planları”nı içerir ve bu kusursuz planlama tarzı diğer beklenmedik durumlara, beklendik durumlarla cevap verir. Kısacası pusuya yatma vakti ile başarıya ulaşma arasında geçen diyalektik tarih kusursuz bir planın eseri olmak durumundadır.
Bir Katıksız Politikacının Yaşam Serüveni ve Plan Günlükleri Yukarıda ulaşılmak istenen, daha doğrusu istenilmeyen bir yapıyı yıkarak istenen bir yapıyı kurmanın kusursuz bir plan işi olduğu anlatıldı. Bu planın başarıya ulaşması için gereken aracın da farklılıkları savunarak bir farksızlık ortamı yaratmak olduğu irdelendi. Bu planı bozmak için de solun bir çeşit hegemonyadan kurtarılmasının elzem olduğu belirtildi. An itibariyle yazımızın sonuç bölümünden önceki son başlığını kaleme aldığımı ifade etmek isterim. Bu başlık altında bir katıksız politika savunucusu ve uygulayıcısı katıksız politikacının olası yaşam serüvenini ve (kusursuz) planını çok derinlere inmeden irdeleyeceğiz; fakat olası tehlikeleri
Sayfa 42
Politika Dergisi
Demokrasi denilen şeyin farklılıklarla yaşayacağını biliyorken, sistemde bulunan farklılıkları demokrasiye karşı bir avantaj olarak görmek gerekliliği, farklılıkları demokrasiye bir tehditmiş gibi göstermekle ne yazık ki yerle bir olmuş görünüyor.
önlemek amacıyla, burada vereceğimiz aşama ve faktörleri belirtirken katıksız politikacının hile ile sistemi değiştirmek istediğini aklımızın bir kenarında tutmalıyız. Eğer bunu aklımızda tutamazsak ve/ veya gerçeği göremezsek karşımızdakinin katıksız bir politikacıdan çok toplumu dürüstlükle yöneten bir yönetici olduğunu düşünürüz ki, bu düşünüş tarihin sonu (en iyi sistem) için ilerlemektense yukarıda da anlattığımız üzere resmen geriye yürümek olacaktır. Sistemin, mantıklı bir yanının olmadığına dair inanç: Katıksız politikacının gençlik yıllarında daha önce sistemin kendisi için uygun olmadığına inanan insanlar tarafından fikir beslemesine tutulması, gençlik yıllarından itibaren sisteme yönelik karşı tepkimeleri doğurur. Bu tepkimeler, benzeştiği insanlarla birlikte (başarı için) kusursuz (olması gereken) bir planın başlangıcı oluşturur. Planın ilk maddesi sistemin değiştirilmesindeki amaçtır. Mevcut sistemin eksileri ve artılarının belirlenmesi: Değiştirilmek istenen sistemin eksileri katıksız bir politikacı için kullanılması gereken artıları belirlerken, sistemin artıları yozlaştırılması gereken noktaları oluşturur. Sistemi oluşturan kişi (örneğin Mustafa Kemal Atatürk), enstrüman (örneğin laiklik), kurumların (örneğin güçlü bir ordu) vs. yanlış tanıtılmasına dair katıksız bir politika izlenir. Politikaya atılma ve ikinci dönem: Sistemin taraftarlarına ve/veya sistemi yıkmaya teşebbüs
etmiş kendisinden (şimdilik) daha güçlü olanların yanına katıksız bir politika örneği göstererek yakınlaşma girişimi. Bu tarz tavırlar sistemin taraftarlarına yönelikse öncelikle hileyle sistem taraftarlarına yakınlaşma olur, sonrasında ise sistem taraftarlarının olası açıklarıyla onların muhalefeti olma durumunu yansıtır (örneğin mevcut partisinden kopup tam zıttı bir muhalefet partisi kadrolarına katılma). Bu politikaya atılma kendisi gibi düşünenlerin kadrolarına katılma yönünde olduğunda ise daha büyük güç için o kadroya kısmi muhalefet etme refleksi doğuracaktır (örneğin soldan kopan bir partinin yine bir sol parti kurması, ya da sağdan kopan bir partinin yine sağ bir parti kurması). Bu parti kuruluş aşaması politikada ikinci dönemi yansıtmaktadır. Bu ikinci dönem yeni bir parti kurma şeklinde olabileceği gibi mevcut parti üzerinden de devam edebilir. Đkinci dönem sonrası, üçüncü dönem: Bu dönem katıksız politikacının kritik dönemidir; çünkü planının başarıya ulaşması bu dönemde yapacağı faaliyetlere bağlıdır. Đktidar olmak öncelikli tercihi, iktidar olamıyorsa ana muhalefet lideri olmak ikincil tercihidir. Bu dönemde birincil veya ikincil amacına ulaşmak için tüm yolları deneyecektir. Bu amacına ulaştıktan sonra ise katıksız politikacının hayatında kavramların gerçekten farklı, gerçekten çarpıtılmış tanımları ortaya çıkar. Yazının konusu olan demokrasinin tanımı, farklılıklar zenginliğimizdir (lütfen google.com uzantılı adreste farklılıklar zenginliğimizdir söylemlerini kimlerin söylediğini inceleyiniz, bu yazı yayınlandıktan sonra bu listede benimde olacağımı belirtmek biraz üzücü; ama bu da “internet dünyasında özgürlük” içerikli bir başka yazının konusu) şeklinde ifade edilirken, farklı düşünenler sistemin dışına itilir ve bir farksızlık ortamı yaratılır. Açılım safsataları ile farklı düşünenlerin aslında iktidar veya ana muhalefetle çokta farklı düşünmedikleri belirtilmeye çalışılır. Kısacası herkesin hem fikir olduğu bir demokrasi yaratılırken farklılıkların zenginlik olduğu söylemleri kendi kendisini ateşe atar. Planın sonraki aşamaları: Amaca yakınlığın ayak seslerinin geldiği bu safhada iktidarı elinde bulunduranlar, sistemin savunucularının artık güçlerini yitirdiklerinin bilincindedirler. Sistemi değiştirecek olan son aşamanın da başarılı olması için kurumlara (demokratik yoldan!) el konmanın yolları aranır. Devletin erkleri iktidarı elinde bulunduranlarca değiştirilmek istenir, devletin ana yasalarının değiştirilmesi için çalışmalar başlatılır vs. Sistemin çöküşü: Planın veya durumun bu safhası, planın başında belirtilen amaca ulaşıldığının göstergesidir. Sistem çökmek ve o çöken sisteme tarihin sonuna doğru ilerlemek amacıyla yeniden uğramak için yeni bir süreç başlamak üzeredir. Sis-
Sayı 20
temin çöküşünü engellemek için vakit Mouffe’nin de belirttiği gibi Solun uyanma vaktidir. Solun sistemin kurtuluşu için uyanışını inceleyeceğimiz bir yazının gelecek ayki sayımızda yazılacağının ayak seslerini duyduğunuz bu satırla okuduğunuz yazının sonuç bölümüne geçmek istiyorum.
Sonuç Demokrasilerin farklılıkların farklılığında yeşereceği gerçeği karşısında farklılıklara vurgu yaparak farksızlık ortamını kimi yerlerde baskı ve hileyle kimi yerlerde de güzellikle yaratmayı hedefleyenlerin hikâyesini bu başlıkla bitirmiş oluyoruz. Demokrasi denilen şeyin farklılıklarla yaşayacağını biliyorken, sistemde bulunan farklılıkları demokrasiye karşı bir avantaj olarak görmek gerekliliği, farklılıkları demokrasiye bir tehditmiş gibi göstermekle ne yazık ki yerle bir olmuş görünüyor. Bugün bu ülkede ne yazık ki bir takım katıksız politikacılar “bugüne kadar onlar bizi fişledi, şimdi de biz onları fişliyoruz” derken farklı düşünenleri demir parmaklıklar ardına göndererek nasıl bir farksızlık ortamı yarattıklarını farklılıklar zenginliğimizdir çerçevesinde bize yutturmaya kalkıyorlar. Bir diğer katıksız politikacı da “bu kanı bozuklar” ifadesiyle aramızda
Sayfa 43
fark var, ama onlarda bizi desteklemeliler (aramızda fark kalmamalı) demeye getiriyor lafı. Devlete kurşun sıkanlarla “Kürt açılımı” adı altında aramızdaki farkı kaldırmaya çalışan katıksız politikacılar, devlete kurşun sıkanları engellemekle meşgul olanları bizden faklılar diye hapislere darbeci diye yollayabiliyorken, bu hegemonya altında kalan soldan başka suçlu göremiyorum ne yazık ki! Bir uyanışa ihtiyacı olduğu bu yazının başından beridir neredeyse elli defa söylenen solun, bir uyanışa henüz bir refleks geliştirememiş olmasının bu yazıyla son bulmasını diliyor, bu yazıyı okumadaki sabrınız için teşekkürlerimi sunuyorum. Son sözler yine Necip Fazıl Kısakürek’ten: “Şahsiyeti olmayanın hiçbir şeyi yoktur” Bizim yaptığımızsa yine Kısakürek’in dediği gibi “tohum ekmek, vermezse de toprak utansın.” Esenlikler…
Gokhan.Dag@PolitikaDergisi.com
Sayfa 44
Politika Dergisi
Bazı gerçekleri anımsatmakta fayda var.
“Batı”ya Mektup Celal ŞEKERCĐ
Malum sizler daha medeni toplumlardan oluşan devletlersiniz. Köklüsünüz, kökünüze sadık ve kökünüzün izinden gittiğinizi her daim söylüyorsunuz. Şimdi bakalım kökünüzde ne varmış ne yokmuş...
talep ediyorsunuz bazen de bizi suçlama haddine ulaşıyorsunuz. Maalesef yürüttüğünüz iftira kampanyaları dünyaya gözünü açmamış evlatlarımızı bile zan altında bırakıyor. Özellikle bazı konularda bizleri çok üzüyorsunuz; -Sözde Ermeni soykırımı -Kürt vatandaşlarımızın hakları Siz bunlara takılırken ben de sizin sorunlarınıza takıldım. Her birinizin geçmişine göz gezdirdim. Bazı küçük detaylara takıldım. Birazdan bu detayları size aktarıp soykırımı kimlerin kime yaptığını, hakları kimin kime vermediğini daha rahat bir şekilde ortaya koyabileceğimiz kanaatindeyim. Liste başı Sevgili Đngiliz dostum; Meşhur ‘güneş batmayan Britanya’. Büyük Krallık... Đskoçya’yı, Kuzey Đrlanda’yı ve Galler'i neden serbest bırakmıyorsun? Bildiğin gibi o milletler senden yüzyıllardır özgürlük istiyor. Yanlış hatırlamıyorsam Falkland Adaları sizden 13.000.000 km uzaklıkta. Onlardan ne istiyorsunuz? Sevgili dostum, göster büyüklüğünü ver özgürlüklerini... Sana yakışanı yap...
B
u yazımda ülke gündemini bir kenara bırakıp 1959 yılından bugüne kadar süregelen AB yolunda Türkiye’nin karşısına çıkarılan engellere mürekkep damlatmak istedim. Đngiltere, Almanya, Đtalya, Yunanistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği ve diğer Avrupa / Batı ülkelerinin tarihlerine parmak basarak sizlere aktarmak istiyorum. “Evet, Frenk dostum; 1959’dan bugüne kadar AB tam üyelik formlarında sürekli engel çıkardın. Çoğunun mantığını anlayabildim, ancak bazılarını anlayamadım ve senin yanlış anlamana da üzüldüm. Đşte bu yüzden seninle gerçekleri gözden geçirmek istiyorum. Malum sizler daha medeni toplumlardan oluşan devletlersiniz. Köklüsünüz, kökünüze sadık ve kökünüzün izinden gittiğinizi her daim söylüyorsunuz. Şimdi bakalım kökünüzde ne varmış ne yokmuş... Sevgili Frenk dostum; bizlerden sürekli bir şey
Sevgili Kanadalı dostum; maalesef sözde Ermeni soykırımını kabul eden ilk parlamento olarak tarihin karanlık sayfalarında yerini aldın. Parlamentonuz umarım bundan sonraki kararlarında hayalî değil de reel kararlara imza atar. Sizin de bir sorununuz var sanırım. Quebeck bölgesi sizden pek hoşnut değilmiş. Sizinle bağları koparıp Fransa’ya katılmak istiyormuş. Neticede “Đnsan Hakları” bunu gerektirir değil mi? De Gaulle “Yaşasın H ü r Quebeck” diye haykırıyor tarihin karanlık sayfaları arasından, belki hatırlamışsındır.
Sayı 20
Sevgili Belçikalı dostum; seni de Kongo ile alakalı aydınlatayım. 1960 yılına kadar sömürdüğünüz ve gerçek bir soykırıma uğrattığınız 200.000 Kongoluyu ve bağımsızlığını kazandıktan dört ay sonra öldürülen Kongo Başbakanı’nı hatırlatmam yeterli olmuştur umarım. Bu arada tetikçi Fehriye Erdal’ı himaye altına alıp bize ahlak ve insanlık dersleri verdiğin günler de hâlihazırda seni bekliyor. Sonra da güncel olsun diye Valonlar ve Flamonlar hakkında da birkaç nokta var görmen gereken. Đkisi de sizden ayrı yaşıyor. Bir kocanın iki karısı gibi geçinemiyorsunuz; verin toprakları, ikiye bölün, kurtulun. Bu kadar kolay. Haksız mıyım? Sevgili Fransız dostum; sana gelince, o kadar doluyum ki anlatmakta zorluk çekiyorum. 1830 yılından 1962’ye kadar Cezayir’i işgal edenler sizler değil miydiniz? Sadece Cezayir değil, girdiğiniz tüm Afrika ülkelerinde masum insanları öldüren sizin askerleriniz değil miydi? Sevgili Alman dostum; sözde en büyük müttefikimiz, milyonlarca insanımıza kucak açan Almanya… Nedendir bilinmez, bir türlü kanınız bize ısınmadı. Her defasında AB kapısından geri döndüren heyette sizler de vardınız. Hayret verici bir olay. Yoksa bizi Nazilerle mi karıştırdınız? Söylesenize “soykırım uzmanı” kim acaba? Sevgili Đtalyan dostum; hep birbirimize benzettiğimiz Akdeniz komşumuz... Garibaldi öncesi “Bağımsız Cumhuriyetler Đtalyası”na geri dönün.
Sayfa 45
Sevgili Đtalyan dostum; hep birbirimize benzettiğimiz Akdeniz komşumuz... Garibaldi öncesi “Bağımsız Cumhuriyetler Đtalyası”na geri dönün. Eğer ikna olmadıysanız en azından Sardunya ve Sicilya bağımsızlıklarına kavuşsun. Ne de olsa “Đnsan Hakları” bunu gerektirir, değil mi? Eğer ikna olmadıysanız en azından Sardunya ve Sicilya bağımsızlıklarına kavuşsun. Ne de olsa “Đnsan Hakları” bunu gerektirir, değil mi? Sevgili Rus dostum; son zamanlarda bize faydası olmasa da birçok enerji projesine beraber imza attık. Ancak o kadar çok Türk asıllı özerk cumhuriyet var ki içinde bırakın tamamen özgür olsunlar.
Sevgili kadim dostum, komşum Yunanistan; demokrasinin doğduğu, Helen Uygarlığının beşiğisiniz, ancak neden Epir bölgesinin Arnavutluk talebini göz ardı ediyorsunuz? Demokrasilerde azınlık hakları korunur, diyor sizin atalarınız. Biraz atalarınızın sözlerine kulak verin. Makedonya bölgesine bıyık burmaktan vazgeçin artık. Batı Trakya konusuna hiç girmiyorum... Son olarak savaşa girmediğiniz bir ülkenin topraklarını işgal etmeye kalkarak, kadın, çoluk çocuk, yaşlı demeden öldüren, sonra da Ege’nin serin ve güzel sularında üniformalarınızla yüzen sizler değil miydiniz? Gerekli olan dersi orda almamış olacaksınız ki 1974 senesinde bir de Akdeniz sularının tadına baktınız. Yakın tarihe gelince terörist başına “abilik” yapmaya yeltendiniz, ancak bunu da nasip etmedik size. Listemizin son kahramanı ABD; yeni başkanınız çok sempatik bir lider. Hele bizim bazı vatandaşlarımızdan ve devlet erkânımızdan büyük beğeni kazandı. Ancak benim size de birkaç hatırlatmam olacak. Sözde Ermeni soykırımını kabul etmemizi bekliyorsunuz. Farz edin, kabul ettik; ancak müttefik olarak sizin bize örnek olmanız gerek bazı durumlar var. Mesela soylarını kurutarak topraklarını ellerinden aldığınız dürüst topluluklar olan Kızılderililer hakkında bir adım atmanız lazım. Biz size
Sayfa 46
Politika Dergisi
Bence susun ve film yapın. Bu alanda başarılısınız. Đyi senaryo yazıp, sahte kahraman türetmeye devam edin. Diğer konular sizi aşar...”
Mesela soylarını kurutarak topraklarını ellerinden aldığınız dürüst topluluklar olan Kızılderililer hakkında bir adım atmanız lazım. Biz size gereken desteği sağlarız.
Son söz; mutluluğu, refahı, istikrarı Avrupa’da arayan sevgili vatandaşlarımız ve devlet erkânımız; medeniyet her zaman Doğu’dan doğar, Batı’dan batar! Medeniyetlere ev sahipliği yaptığımızı unutup neden kendi kültürümüze sırtınızı dönüyorsunuz? Đstiklal şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un mısralarında belirttiği gibi: “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” Sen sevgili kardeşim; geçmişine küfretmek yerine geçmişine sahip çık!
gereken desteği sağlarız. Ya da 1960 yılına kadar aynı kaldırımı bile paylaşmadığınız siyahlar hakkında mı adım atmalısınız acaba? Aslında siyahî başkan seçtiniz, ama tarih tekerrür etmez umarım... Bu adım da yetmezse Hiroşima olayını hatırlatayım size. Bomba atarak milyonlarca masum Japon vatandaşını öldürmüştünüz. Bu konuda da bir adım atmanız gerekir.
Celal.Sekerci@PolitikaDergisi.com
Dikkatinizi çekerse iki örnek daha vereyim size; Kore ve Vietnam... Seçin bakalım; hangisini, nasıl açıklayacaksınız?
Basın şehidimiz
Çetin EMEÇ’i (1935 - 7 Mart 1990)
saygıyla anıyoruz. UNUTMADIK! www.politikadergisi.com
Sayı 20
Sayfa 47
Geçmişten günümüze öğrenci hareketleri...
Türkiye’nin Refahı Đçin Tek Yol “Antiemperyalizm” Süleyman GÖK
T
ürkiye siyasi tarihini incelediğimiz zaman; Osmanlı Đmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren Batı’ya karşı sempati içinde olması, Tanzimat Fermanı arkasından gelen Islahat Fermanı’ndan sonra ülkemiz, Batı güçlerinin emellerine teslim olmaya başlamıştır. Burada konuyu derinlemesine analiz etmeden önce ilk olarak Tanzimat ve Islahat Fermanı’nın Osmanlı Đmparatorluğu ve devamında Türkiye Cumhuriyeti açısından etkilerini doğru bir şekilde görebilmek için bizi ilgilendiren maddelere bir göz atmak istiyorum. Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinin nedenleri arasında, Avrupa’nın Osmanlı’nın içişlerine karışmasını önlemek, gayrimüslimleri devlete bağlamak, hukukta eşitlik ilkesini uygulamak, tüm vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak gibi amaçlar vardır. Tanzimat Fermanı ile ülkede birliği ve beraberliği sağlamak adına önemli düzenlemeler getirmiş, Osmanlı’da I. Meşruiyet’in ilanına kadar süreçte etkili olmuştur. Bu kadar güzel ve anlamlı bir çalışmanın Osmanlı için hiç olumsuz etkisi olmamış mıdır? Sorunlara tek tek bakarsak emperyalist güçler diye nitelendirdiğimiz Batı Devletleri -ki bunların
Ülkemizi emperyalist sürece götüren ilk basamaklardan bir tanesi Tanzimat Fermanı’dır. Gayrimüslimleri devlete bağlamak ile bazılarının kafasında birlik sağlanması yolunda çalışmaların yapıldığı fikri oluşsa da aslında gerçek başkadır. başında o zaman Đngiltere gelmekteydi- her fırsatta Osmanlı’nın içişlerine karışmaya çalışmış ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun jeostratejik ve Müslüman kimliğinden yararlanarak da bunu başarmıştır. Ülkemizi emperyalist sürece götüren ilk basamaklardan bir tanesi Tanzimat Fermanı’dır. Gayrimüslimleri devlete bağlamak ile bazılarının kafasında birlik sağlanması yolunda çalışmaların yapıldığı fikri oluşsa da aslında gerçek başkadır. “Dünya siyasi tarihi”ne baktığımız zaman, emperyalist güçler bir ülkeyi ele geçirmek istiyorlarsa o ülkenin iç dinamikleri ile oynayarak zayıflatmayı amaç edinmişlerdir. Bu olayın tarihte birçok örnekleri vardır. Çok uzağa gitmemize gerek yoktur. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin hazırlık aşamasına baktığımız zaman, ülke içerisindeki yapılanmayı bozmak, birden çok etnik grup barındıran Irak Devleti’ni içten olarak yıktıktan sonra bir işgal hareketine girmiştir. Evet, emperyalist sürecin ülkemiz tarihi açısından ilk dönüm noktalarından biridir Tanzimat Fermanı. Diğer bir önemli konu Islahat Fermanı’dır. 1856 Islahat Fermanı, Osmanlı tebaası içerisinde gayrimüslimlere yönelik bir takım hakların verilmesini içermektedir. Avrupalı devletlerin Fransız Đhtilali’nin yaymış olduğu milliyetçilik akımlarından etkilenerek Balkanlar’da isyanlar çıkarmakta olan gayri-
Sayfa 48
Her zaman söz ve eylemlerinde tam bağımsız Türkiye, başı dik onurlu Türkiye sözlerini yineleyen, dış politika misyon ve vizyonlarına baktığımızda tavizsiz, onurlu; akıl ve bilime dayanan; antiemperyalist, sömürü ve sömürmeye karşı; yurtta sulh, cihanda sulh anlayışıyla hareket eden kurucumuz emperyalist dünyaya karşı savaşmış ve ülkemizin kurulma aşamasında tüm emperyalist güçlere karşı mücadele etmiştir.
müslim azınlıkları ülkeye bağlamayı amaçlamaktadır ve dolayısıyla amaçlanan hedeflerden biri de Avrupalı devletlerin bunları bahane ederek Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önlemektir. Bu sürecin önemli gelişmelerini ilk önce yazdıktan sonra analiz etme fırsatımız olacaktır; çünkü Islahat Fermanı’na götüren süreci ve bunun sonucunda emperyalist akımların ülkemize yavaş yavaş sokulmaya başlaması çok ilgilidir. Bu dönemde Batı'nın ekonomik desteğine, vereceği borçlara gereksinim duyan Osmanlı Devleti, bunları ancak batı devletlerine çeşitli imtiyazlar tanımak koşuluyla elde edebilmiştir. Bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı topraklarına giren yabancı sermaye ve yatırım, sahip olduğu imkân ve güçle yerli sanayiyi büyük ölçüde öldürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti yarı sömürge bir devlet hâline gelmiş, bütün ekonomisi ve zengin kaynakları Batılı devletlerin eline geçmiştir. Ferman bir Osmanlı toplumu oluşturmayı amaçlar. Irk, dil, din vb. ayrımı yapmaksızın bir Osmanlı milleti oluşturmayı amaçlar ki 19. yüzyılda devletin kötü gidişatını durdurmak amacıyla ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık kapsamındadır. Tanzimat Fermanı'nın amacı azınlık isyanlarını önlemek, azınlıkları bahane ederek Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önlemek ve toprak bütünlüğünü korumaktır. Yukarıdaki Islahat ve Tanzimat Fermanı ile ilgili bilgileri gördükten sonra aslında her şey ortadadır. Osmanlı Devleti’nin güçsüz ve acizliğinden yararlanmak isteyen ve Rusya’yı bahane ederek Os-
Politika Dergisi
manlının iç işlerine müdahale etmeme kararı alınsa bile ekonomik yardım, yatırımlar ve azınlıklar konusunda çok bariz bir şekilde iç işlerine karışılması muhtemel konular üzerinde antlaşma imzalanması bizleri bugünlere getiren sürecin parçalarıdır. Antiemperyalist süreci ve bu sürecin ülkemizdeki çalışmaları, etkileri ve günümüzde uygulamalarını analiz etmeye başladığımız zaman, ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emperyalizm ile ilgili sözlerini hatırlamakta yarar var, diye düşünüyorum. Her zaman söz ve eylemlerinde tam bağımsız Türkiye, başı dik onurlu Türkiye sözlerini yineleyen, dış politika misyon ve vizyonlarına baktığımızda tavizsiz, onurlu; akıl ve bilime dayanan; antiemperyalist, sömürü ve sömürmeye karşı; yurtta sulh, cihanda sulh anlayışıyla hareket eden kurucumuz emperyalist dünyaya karşı savaşmış ve ülkemizin kurulma aşamasında tüm emperyalist güçlere karşı mücadele etmiştir. Sevr, Mondros gibi ülkemizin parçalanma projelerine karşı dik ve onurlu duruşuyla bize bu ülkeyi bırakmıştır. Ülkemizin kurucusunun emperyalist sürece karşı bakış açısını çok detaylı olarak yazmaya gerek duymuyorum; çünkü herkes Atatürk’ün emperyalizm ve bu stratejiyi savunan güçlere karşı girişmiş olduğu mücadeleleri ve başarılarını bilmektedir. Bu yazımın ana temasını oluşturan asıl konu: Ülkemizde emperyalizme karşı başkaldıran gençlik hareketi var mıdır? Bu başkaldırmanın ne gibi sonuçları olmuştur, gibi sorularla bu yazıma son vermek istiyorum. Öncelikle Atatürkçü düşünce sistemini benimseyen gençler, ilk olarak kendilerini 68 hareketi olarak göstermişlerdir. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin Đnan liderliğinde ve birçok antiemperyalist öğrenciler bu sürece karşı çıkmak için eylemler düzenlemiştir. “Mustafa Kemal Yürüyüşü”, “6. Filo Defol” gibi dönemin gençleri açısından son derece önemli organizasyonlarla adını gerek ülkemizde gerekse tüm dünyada duyurmuştur. Öğrenci hareketlerinin ülkemizdeki dünü ve bugününe baktığımız zaman, gerçekleri görmüş oluruz. Türkiye’nin “Cumhuriyet döneminde” yaşadığı tarihsel olayların kronolojik bir dökümü yapılacak olursa bu listede üniversite menşeli hareket ve vakaların hiç de küçümsenemeyecek ölçüde yer işgal ettiği görülür. Aslını söylemek gerekirse bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir.
Sayı 20
20. yüzyıl Avrupa’nın merkez devletlerinden Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika kıtasına kadar dünyanın hemen hemen tamamında “öğrenci olaylarına” tanıklık edildiği bir çağdı. Bu eylemlilikler belirli dönemlerde o kadar yaygın bir görünüm arz etmektedir ki Türkiye gibi toplumsal örgütlülüğün zaten son derece dar olduğu ülkelerde bu öğrenci hareketleri aynı zamanda çok daha genel olması gereken gençlik hareketleri - mücadelesini de kapsayan ya da ona denk düşen bir görünüm kazanmıştır. Elbette ki bu durum, tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi öğrenci hareketinin çok abartılı bir güce ulaşmasından değil, tam tersine gençlik hareketinin diğer damarlarının (işçi - köylü) zayıf kalmış olmasından kaynaklanmaktadır. Elbette ki öğrenci hareketi olarak adlandırdığımız “şey” de tek bir hat ve yönelim olarak değerlendirilip standart açıklamalarla çözümlenebilecek bir bütünü değil; tam aksine oldukça karışık ve parçalı bir yapıyı temsil etmekteydi. Hatta çoğu zaman, dünya coğrafyasının neredeyse tamamına yayılmış olan eylemlerin (veya hareketlerin) tek ortak noktasını eylemi yapanların öğrenci kimliğine sahip olması oluşturuyordu. Eylemlilikler genellikle içinde bulunulan coğrafyanın jeopolitik yapısına göre şekillenirken zaman zaman söz konusu jeopolitiğin de dışına taşarak daha evrensel talepler etrafında birleşme ve mücadele etme çizgisine eviriliyordu. Örneğin Filistin ve Arap ülkelerinde son otuz yıllık dilimde gelişmiş olan öğrenci eylemliliklerine bakıldığında, söz konusu hareketliliğin genel olarak yoğun bir antiemperyalizm ve ulusal kurtuluşçuluk vurgusu ekseninde kendini ifade ederken yine aynı dönem-
Sayfa 49
lerde Avrupa’da ortaya çıkan öğrenci hareketlerininse daha çok sanayi toplumu olgusunun bireylere yüklediği yüksek maliyetli faturaya da isyan eder nitelikli talepleri vurguladığı görülecektir.
Aynı şekilde Türkiye’deki gençlik hareketinin ana ve çoğu zaman maalesef tek damarı olan öğrenci hareketi de dünya genelindeki gençlik hareketlerinde olduğu gibi bazı dönemlerde ciddi kırılmalar ve rota değişiklikleri yaşamıştır. Hiç kuşkusuz bu değişimler de dünyanın diğer yerlerinde yaşanan gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Özellikle Cumhuriyet dönemiyle başlayan sürecin modernleşme adı altında bilimsel ve sosyal yaşamı batıya endekslemesi bizdeki üniversitelerin -ve dolayısıyla- içindeki unsurların da- buralardaki gelişmelerden dolaysız etkilenmesinin çok kez yolunu açmış gözükmektedir. Türkiye’deki üniversiteli gençlik mücadelesinin kendi evrimini ve gelişimini anlayabilmek için bu noktanın anlaşılmasının anahtar bir rolü olduğunu söylemek galiba yanlış olmaz. Bir Dönemeç Olarak 1968 Bu topraklarda belirli dönemler hariç tutulacak olursa, çoğu zaman gençlerin önemli bir kısmı sistem karşıtı olmuştur. Ancak örgütlü ve kitlesel bir karşı duruş, sonuçları da göz önüne alındığında, ilk olarak 1960 yılında Amerikancı Menderes hükümetinin devrilmesinde rol oynayan öğrenci eylemleridir. Bu eylem aniliği ve belirli illerle sınırlılığı göz önüne alındığında daha sonraki çıkışların yanında cılızdır; ama onlara açmış olduğu yolsa epey büyük olmuştur. Bu yüzden bir dönemin -en azından tek başına olmasa da kimi toplumsal güçlerle birlikte hareket ederek- sonunu getirmiş olması, onu bugün için bile önemli kılmaktadır. Ancak yukarıda bahsetmiş olduğumuz asıl “dönemeç” 68 süreci olmuştur. Sadece Türkiye için değil, aynı zamanda bütün dünya için sarsıntıları uzun süre hissedilmeye devam edecek olan bir tarihtir 1968. Çünkü yaklaşık olarak bu tarihle başladığını kabul edebileceğimiz süreçte başta kapitalist devletlerin metropollerinde yaşayan gençler olmak üzere bütün dünyada büyük gençlik kitleleri kapitalist - emperyalist hegemonyanın varlığını sorgulamaya başlamış, boyunduruğu kırmanın yollarını aramış ve bu doğrultuda pek çoğu ciddi eylemliliklerin içine girmişlerdir. Türkiye’de de yaşananların üç aşağı beş yukarı bu dizgiyi takip ettiğini söylemek mümkündür. 1961 Anayasasının “nispi özgürlükçü” ortamı ve yine bu ortama bağlı olarak parlamentoya girmeyi başarmış Türkiye Đşçi Partisi’nin
Sayfa 50
varlığı ve ağırlıklı olarak TĐP’e yakın duran gençlik dernek / inisiyatiflerinin giderek yaygınlaşması, (örneğin Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) kurulması ki bu federasyon adını daha sonra DevGenç olarak değiştirecekti), yine aynı dönemde Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DĐSK) kurulması ve kuruluşunun hemen ardından burjuvaziye karşı çok hacimli ve örgütlü sendikal faaliyetlere girişebilmiş olması 68’e giden yolda deyim yerindeyse taşları döşemeyi epey kolaylaştırmıştı. Ancak Avrupa’daki ile aynı olmayan pek çok şey de vardı Türkiye’de. Kendi aleyhindeki gelişmeleri önceden sezerek bunlara yanıt üretme konusunda yadsınamaz bir yeteneği olan Türkiye burjuvazisi, gelişen gençlik ve sınıf muhalefetinin hem birbirine ulaşması hem de ayrı ayrı da olsa sindirilmesi için uzun erimli bir programı uygulamaya koydu. Đlk adımlardan birisi doğrudan faşist bir örgütlenme olan MHP’nin kur(dur)ulması ve ilerici devrimci işçi ve öğrencilerden başlayarak büyük bir kıyım operasyonunun başlatılması için düğmeye basılması oldu. Bu dönemde yaşanan pek çok toplumsal ve siyasal olay olsa da özellikle faşist MHP’nin kurulması ve aktif olarak halka yönelik terör eylemlerine girişmesi yeni yeni kabuğunu kırarak toplumsallaşmaya başlayan üniversiteli gençlik hareketinin ilerideki dönemlere yönelik tercih ve eğilimlerini doğrudan etkileyecekti. Aynı şekilde uluslararası alanda Amerikan emperyalizmine karşı üçüncü dünya ve çevre ülkelerde başlamış olan ulusal kurtuluşçu antiemperyalist hareketlerin eylemsel ve teorik anlayışları / farklılıkları da gerek gençlik alanında yaşanan bölünmelerin gerekse bu bölünen parçaların izlemeye çalıştıkları hattın ortaya çıkışında çok ciddi bir etkide bulunacaktı. Đçte bir askerî darbenin gelişine zemin hazırlamak üzere kotarılan kontrgerilla eylemlilikleri, dıştaysa özellikle bir tarafta Çin, diğer tarafta hemen hemen bütünsel bir sosyalist sistem olmak üzere yaratılan birbirine zıt sosyalist ülkeler görüntüsü, bu zıtlığı temel alan yeni örgütlerin çıkmasına neden olmuştur. Ancak bu yapılanmaları da gençlik / öğrenci hareketinden bağımsız düşünmek imkânsızdır. Öyle ki en önde gelen THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi) ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) gibi örgütlerin kurucu kadrolarının ezici çoğunluğu üniversitelilerden oluşuyordu ve hiç kuşkusuz filizlendikleri yer öğrenci hareketinin içiydi. Söz konusu örgütlerin işçi sınıfının öncü / militan kitlesine bile ulaşamamış olması, hep sözü edilen köylülükle bir türlü somut bağların kurulamaması, bir kısmının Türkiye’de devrimci bir harekete özne olabilecek bir işçi sınıfının dahi bulunmadığı yönündeki tezleriyle birlikte düşünüldüğünde- 68’de bütün dünyada kitlesel ve giderek toplumsal bir boyut kazanmış olan hareketliliğin Türkiye’de ikti-
Politika Dergisi
dar karşısında ciddi bir alternatif oluşturamaması sonucunu da beraberinde getirmişti. Bu durum devletin yoğunlaşan saldırılarıyla birlikte dağınıklığın daha da artarak ayrılan parçaların birbirine karşı daha sertleşmesi sonucunu da doğurmuştur. Bir adım daha ileriye giderek söylemek gerekirse Türkiye’deki sol gençlik hareketi kendi içine düştüğü bunalımla burjuvazinin 12 Mart faşizminden çok önce bir kısır döngü içine girmiştir.
12 Mart’tan 12 Eylül’e öğrenci gençlik 12 Mart 1971’deki faşist darbe, öğrenci gençlik mücadelesinde çok ciddi sonuçlar doğurmuştur. 12 Mart faşizmi en başta, yukarıda bahsettiğimiz örgütleri askerî anlamda bastırmış ve bunun doğal bir sonucu olarak da öğrenci gençlik en militan ve örgütlü gücünden büyük ölçüde yoksun kalmıştır. Bu, 1974’de politik tutsakların önemli bir kısmının hapishaneden çıkmasını sağlayan affa kadar böyle sürmüştür. Ancak 12 Mart’ın başka önemli sonuçları da olmuştur. Özellikle, alınan ağır darbeler 68’in sınıftan kopuk, maceracı çizgisinin o dönemin militan kadrolarca sorgulanmasına ve herkesin eğrisiyle doğrusuyla bir özeleştiri -bazılarının samimiyeti tartışma götürse de- yapmasına yol açmıştır. 74 affıyla birlikte dışarı çıkanlar bu tartışmaların da etkisiyle siyasal ve teorik olarak yeni bir takım oluşumların önünün açılmasını sağlamıştır. Tabii bu oluşumların varlığı öğrenci gençlik başlığı altında bir sürü yeniliği ve değişikliği beraberinde getirmiştir. Türkiye sosyalist hareketinin bütün kesimlerinde sınıf gerçeğinin yadsınamaz olarak belirli bir ağırlığa kavuşması ve işçi sınıfının bu döneme militan ve örgütlü eylemlerle damgasını vurmaya başlaması geniş gençlik kesimlerinin giderek işçi sınıfının politik mücadelesiyle ortaklaşma ve taleplerini sınıfsal bir çerçevede ifade etme arayışlarını kuvvetlendirmiştir. 1970’lerin ortasına gelindiğinde dünyada 68 rüzgârları dinmiş olsa da, Türkiye öğrenci hareketinin ana gövdesi eskisinden daha sağlam ve daha kitleselleşmiş gözüküyordu. Bu dönemde şekillenmiş olan ĐGD (Đlerici Gençler Derneği) özellikle gençliğin sınıfsal bir perspektifle yeniden ele alınması, geniş gençlik kesimlerinin -ve doğal olarak öğrenci gençliğin- kapitalizm karşısında nasıl konumlanacağı gibi konularda örgütlenme şekli ve pratiğiyle diğer gençlik örgütlerinden çok daha farklı bir görünüm arz etmekteydi. Aynı şekilde ĐGD örneği sınıf partisinin varlığı koşullarına rağmen onun genel programatik çerçevesinden bağımsız hareket edilebileceği iddiasındaki gençlik örgütlerinin 12 Mart öncesi teorik yaklaşımından da köklü bir kopuşu sembolize etmiştir. Daha öncesinde “ordu - öğrenci - aydın el ele” slogan-
Sayı 20
Sayfa 51
nından binlerce öğrenci gözaltına alınmış, pek çoğu işkenceli sorgulardan geçirilerek tutuklanmış, bütün öğrenci / gençlik dernek ve kuruluşları kapatılıp yönetici ve üyeleri ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Kapitalizmin sonucu olan ekonomik ve sosyal programda ömür boyu açlığa ve cehalete mahkûm edilen emekçi gençlik kesimleri darbeyle birlikte koyu bir karanlığın içine hapsedilmeye çalışılmıştır.
larını atanlar ya da Türkiye devriminin gençler (özellikle de öğrenci gençlik) tarafından kotarılıp yönlendirilebilecek bir vakaya indirgeyenler olmuştu. Bunlar karşısında ĐGD’nin “gençliğin yolu işçi sınıfın yoludur” diyerek gençlik mücadelesi başlığını “öğrenci” kabının dışına taşırıp ezilen ve sömürülen gençlik kesimleriyle buluşması, mahallelere, fabrikalara, kırsal alanlara kadar ulaşabilmesi ve bu kitleleri antikapitalist özle ekonomik, demokratik mücadelenin içine çekebilmesi ayrımın boyutunu göstermesi açısından anlamlıdır. Aynı zamanda ĐGD 12 Eylül’e doğru hızla ilerlemekte olan Türkiye koşullarında faşist saldırılar karşısında da önemli bir mevzi olmuş, kendini salt faşizm karşıtlığı üzerinden tanımlayan dönemin gençlik örgütlerinin aksine ilerici / sosyalist kimliği ve işçi sınıfını temel alan bir sosyalizm mücadelesini eksen alır tarzda militan bir antifaşist mücadele hattı örmeye çabalamıştır. 12 Eylül’ün hemen öncesine gelindiğinde Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketi belki de tarihinde ilk defa okulunun duvarlarını aşmış vaziyetteydi. O dönemde çıkmış olan aktüel gençlik yayınlarına bakılacak olduğunda bu toplumsallaşmanın boyutları çok daha iyi görülebilir. Gençlik hareketinin kitleselleştiği başka dönemlere rastlamak mümkündür; ancak bunların ne kadar toplumsallaşabildikleri tartışmalıdır. Ancak bu tartışmadan ne sonuç çıkartılırsa çıkartılsın, 12 Eylül öncesiyle mukayese edilmesi zordur.
12 Eylül faşizmi ve bugüne gelene kadar 12 Eylül, sadece Türkiye tarihi için değil; uygulamaları ve sonuçları düşünülecek olduğunda dünyadaki pek çok benzerinden çok daha iddialı sayılabilecek bir askerî darbedir. Sistemi korumak ve kollamak için üretilen faşist darbenin ilk gündem maddelerinden birisi de hiç kuşkusuz son yıllarda hızla politikleşmiş ve bir o kadar da emekçi kitlelerin mücadelesine eklemlemiş olan geniş gençlik yığınlarını sindirmek olmuştur. Bu amaçla ülkenin her ya-
Darbenin öncesi dönemde büyük bir kitleselliğe sahip olan ve genelde “meşru” olarak belirtebileceğimiz yapıları bulunan öğrenci hareketleri, kendilerine alternatif yollar üretmeye çabalamış; ancak pek çoğu ciddi bir aşınmaya maruz kalmıştır. Yeni dönemde eski güç ve kitlesellik yerini büyük bir marjinalleşmeye bırakmıştır. O kadar ki, gençlik hareketinin tamamı için bu marjinallik hali, hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Ancak özellikle belirtilmesi gereken bir şey vardır ki, o da darbe sonrası süreçte ilk demokratik tepkilerin yine öğrenci gençlik içinden gelmiş olduğudur. Darbenin en karanlık günlerinde yeni gençlik dergileri çıkartılmaya başlanmış ve bunların üniversitelerde kurumsallaştırılabilmesi için, her ne kadar künyelerinde, elbette dönem için anlaşılabilir, “kültür - sanat” ibaresi bulunsa da, çok büyük çabalar verilmiştir. Örneğin yayın hayatına 81’de başlayıp aralıksız dokuz sene çıkan Yarın dergisinin bu döneme damgasını vurmuş olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Ancak darbenin etkilerinin kısmen de olsa aşılması ve tüm sol - muhalif kitlelerin üstüne serilmiş bulunan ölü toprağının silkelenmesi seksenlerin ortalarından sonra olmuştur. 1982 yılında 12 Eylül Anayasasının kabul edilmesi, sadece icazetli partilerin girebildiği 1983 yılındaki seçimlerde ANAP’ın iktidara gelmesi, 1984 yılında öğrencilere dernekleşme hakkının tanınması 12 Eylül’den çıkış sürecinin kronolojik aktarımıdır. O dönemde özellikle TĐP ve ĐGD kökenli öğren-
Sayfa 52
cilerin öncülüğünde başlatılan demokratik hak arama mücadelesi, bu amaçla Yarın dergisinin daha elverişli bir biçimde kullanılmaya başlanması karanlıktan çıkış yolunda atılan belirleyici adımlar olmuştur. Bugün bizlere çok uzak gelse de dönemin özelliğini anlatmak üzere şunu söyleyebiliriz: Neredeyse okulların tamamında, dernek kurmak için gereken isim listesinin emniyete verilmesinin ardından aynı gün, listede yer alanların tümü gözaltına alınıyor ve ağır işkencelerden geçiriliyordu. Bu nedenle kimi zaman ismini veren arkadaşlar bir süre gizlenmek zorunda kalıyordu. Aynı dönemde sendikalar da tekrar faaliyetlerine başladı. Çok güç koşullar altında grevlerin tekrar başlaması, işçilerin adım adım sokaklara alışmaya başlaması, toplumun artık içine sokulduğu cendereye dar gelmeye başladığını gösteriyordu. Öğrenci hareketinin özellikle yurtlarda verdikleri mücadele ile YÖK karşıtlığı temelindeki muhalefet yavaş yavaş demokratik kazanımların artmasını sağladı. Asıl olarak üniversitelerde dernekleşme fikri çok yeni olmamakla birlikte, faşizm tecridini yırtabilme ve öğrenci gençlik hareketini tek bir çatı altında birleştirmek için bu dönemde yeniden gündeme gelmiş ve -uzun tartışmalar eşliğinde de olsa- kısa sürede bütün ilerici - sosyalist öğrencilerin birlik ve mücadele aracı haline gelmiştir. Öğrenci derneklerinin kısa süre içerisinde büyük bir meşruiyet ve etki sağlaması burjuvaziyi ciddi ölçüde korkutmuş olacak ki derneklerin kapatılması, üye ve yöneticilerine karşı yoğun bir baskı politikasının devreye sokulmasında oldukça aceleci davrandılar. Doksanlara gelindiğinde gerek siyasi çekişmelerin gerekse devletin saldırıları sonucu dernekler süreci olarak adlandırabileceğimiz ve seksenlerin son kısmına damgasını vuran dönem artık inişe geçmiş ve yerini tekil, her siyasi yapının kendi gençlik projelerine uygun olarak oluşturduğu çeşitli çalışma ve faaliyetlerine bırakmıştır. Bu dönemin ilk örneklerinden biri olarak TÖDEF’i (Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu) vermek mümkündür. Öğrenci gençliğin yeniden birleşmesi tartışmalarının yapıldığı bir dönemde bu tartışmalardan bağımsız olarak bir siyasi oluşumun kendi
Politika Dergisi
programatik çerçevesince şekillenen TÖDEF, öğrenci gençlik hareketinde etkileri hâlâ devam eden, ‘her siyasetin kendi gençlik hareketi olsun’ anlayışının bir sonucudur. Burada bir parantez açacak olursak, aynı dönem, sosyalist hareketler açısından işçi sınıfının rolünün sorgulandığı yıllardır aynı zamanda. Đşçi sınıfının topluma önderlik edebilecek kapasiteden yoksun olduğu tartışmaları yaşanırken, 89 bahar eylemlilikleri olarak adlandırılan işçi eylemleri kısa sürede yaygınlık kazanmış ve bütün saldırılara rağmen sınıfın alanlardan koparılamayacağı bir kez daha kanıtlamıştır.
94-95-96 ve Öğrenci Koordinasyonu Dernekler sürecinin kesin olarak bittiği doksanlı yılların başında öğrenci hareketi belirli noktaları yeniden tartışmaya ve yeni duruma uygun politikalar üretmeye çabalamaktaydı. Çünkü doksanlar gerek Türkiye’de gerek de dünyada pek çok şeyin değiştiği yıllar olarak tarihe geçti. Reel sosyalizmin kapitalist barbarlık karşısındaki yenilgisi sonrasında emperyalizm Türkiye gibi ülkelerde oynadığı oyunların tehlike hadlerini giderek yükseltti. Özellikle periferi (çevre) olarak adlandırılan ülkelerde emperyalist politikalar sonucu başta sağlık ve eğitim olmak üzere bütün sosyal güvenlik şemsiyesinin parçalanması ve emekçilerin eskisinden çok daha ağır bir sömürüye maruz kalması tartışmasız olarak öğrenci hareketini de yakından ilgilendiriyordu. Zaten uygulamaya konulan programların doğrudan hedeflerinden birisi de öğrencilerdi. Kapitalizmin mutlak tahakkümünün ilanı anlamına gelen “Yeni Dünya Düzeni” üretmek istediği yeni insan tipine en kestirme yoldan, eğitim sistemini kullanarak gideceğini gayet iyi biliyordu. Bu doğrultuda yeni düzende kendilerine daha fazla sömürü ve yoksulluk düşen işçi-emekçi kitleler okul kapılarından geri döndürmeli, eğitim maliyetinin çok üstünde pazarlanan spekülatif bir meta haline getirilerek satılan “eğitim hizmeti”, özellikle de üniversite öğrenimi, hemen hemen sadece mutlu bir azınlığın kullanımına sunulmalıydı. Bu amaçla eğitim sektörü bütünüyle (şimdilik bazı noktaları biraz daha az olmakla birlikte) paralı hale getirildi. Devlet üniversitelerinin dahi vakıf adı altında özelleştirilmesi teşvik edilmekte. Her sene arttırılan harçlarla emekçi çocuklarının üniversiteye girme şansı hemen hemen yok denecek kadar azaltılmış durumda. YÖK ve Millî Eğitim ise her gün yenilerini “icat ettiği” bahanelerle eğitimin her alanını aykırı düşünce ve üretime kısaca bilime kapatmış vaziyette. Đşte son on yıldır Türkiye’de de eğitimin her aşamasına sirayet ettirilen program budur.
Sayı 20
Böyle bir programa muhalefet etmemek mümkün değildi ve 90’ların ortalarından bugüne öğrenci gençliğin genel hareket noktasını bu muhaliflik oluşturmakta. Ancak böyle bir muhalefeti dillendirmek ve sonuçta kazanabilmek için dağınıklığın ve merkezileşememenin aşılması zorunluydu. Koordinasyonu büyük ölçüde bu ve benzeri problemlerin aşılması için ortaya çıkmış bir çözüm önerisi olarak kabul etmek mümkündür. Derneklerin yasal süreçlerden fazlasıyla etkilenmesi, geçen süre zarfında bağımsız, ayrı yürütülmeye çalışılan çalışmaların çok fazla sonuç vermemesi görünürde birlikte ve karar alma sürecinde biraz daha esnek -siz daha katılımcı da diyebilirsiniz- bir yapıyı dayatmaktaydı. Koordinasyon’da böyle bir yapı olması temenni edilerek özellikle Đstanbul’daki üniversitelerde ve giderek diğer illerde yaygınlaşmaya başladı. Bu dönemde (94-95) harç zamlarını ve paralı eğitimi protesto için yurt geneline yayılan öğrenci eylemlerinde üniversite işgallerinde öğrenci koordinasyonun hatırı sayılır bir etkisi olmuştur. Koordinasyon, adından da anlaşılabileceği gibi biraz farklı da olsa cephe tarzlı bir örgütlenmeyi beraberinde getirmekteydi. Temel olarak Koordinasyon fakültelerde kurulu olan birbirinden bağımsız cephelerden oluşuyordu. Bu cephelerin içerisinde özellikle başlangıçta neredeyse bütün siyasi yapılar bulunmaktaydı. Ancak daha sonraları gerek eylemlerin şekli, gerekse teorik hat gibi konularda yaşanan tartışmalar nedeniyle kısa sürede Koordinasyon da dernekler sürecine benzer bir akıbete uğrayarak kendi başına bir harekete veya hareketlere dönüştü.
Bugüne Gelindiğinde Belirtmek gerekir ki özellikle son dönem öğrenci hareketi içerisinde Koordinasyonu bu kadar vurgulamamız sebepsiz değil. Öğrenci hareketi son beş
Sayfa 53
altı yıldır içinde bocalamış olduğu kuyudan çıkış yönünde ciddi bir adım atabilmiş değil ve çıkış için ortaya en son atılan önerilerden birisini hâlâ Koordinasyon projesi oluşturuyor. Diğer siyasi yapıların da çoğunun ortaya atmış olduğu öğrenci inisiyatifi, cephe çalışmaları gibi kavram ya da yöntemler de aslını düşünecek olursak bugünün gerçekliğinde çok da farklı bir kapıya çıkmamakta. Oysa gelinen noktanın somut olarak gösterdiği bir şey varsa bu da artık Türkiye’de politik öğrenci hareketinin farklı bir yol geliştirmek zorunda olduğudur. Bu hareketin bir bütün olarak yakın gelecekte varlığını hissettirmesi ve kendine yönelik saldırıları püskürtebilmesi için ertelenemez ve vazgeçilmez bir görevdir. Senelerce öğrenci hareketi kendi içine hapsedildi. Toplumdan yalıtıldı ve her geçen gün biraz daha marjinalleştirildi. Acaba bugün gelinen noktayı sadece faşist darbelerle, YÖK’le veya çalışma alanının özgül zorluklarıyla izah etmek ve bütün suçu bu ve benzeri bahanelere atmak mümkün mü? Bu soruya verilecek yanıt nettir: Hayır! Bu tablonun oluşmasında işçi sınıfını ve onun bilimini ciddiye almayanların, akademik alanın sorunlarının akademinin dört duvarı arasında halledebileceğini sananların, eğitimin sermayeleştirilmesi karşısında, harçlara hayır, demekten başka bir şey yapamamış olmanın vb. payı en az diğerleri kadar fazladır. Öyleyse bugün gerçek anlamıyla öğrenci hareketinin toparlanmasını ve mücadele hacminin büyümesini sağlayıcı yeni projeler üretmek gerekmektedir. Bugüne kadar kendi duvarlarını aşmada pek de başarılı olduğu, bir iki örnek dışında, söylenemeyecek olan gençlik hareketi kendi önünde duran “marjinalleşme mi, kitleselleşip toplumsallaşma mı” sorusuna net bir yanıt bulmak ve verdiği yanıta uygun politikalar üretmek zorundadır. Ancak bu soru karşısında yıllardır işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseltilmesi ve öğrenci gençliğin taleplerinin sınıfsal alandan ayrı düşünülemeyeceğini söyleyenlerin fazla düşünmesine gerek olmadığı da açıktır.
Suleyman.Gok@PolitikaDergisi.com
Sayfa 54
Politika Dergisi
Herkesin dilinde ama anlayan kim?
Demokrasiyi Anlamak Selvihan ÇĐĞDEM
Tarih boyunca çok fazla ihlale uğramış, kimi zaman da anlamı hiç olmayacak şekilde çarpıtılmıştır demokrasinin. Bırakın devletten devlete farklılık göstermesini kişiden kişiye bile faklılık gözetmektedir. Kimileri hak ve özgürlüklere saygı diye nitelendirirken, kimine göre sonu düşünülmeksizin sınırsız özgürlük, kimine göreyse sadece izin verildiği ölçüde düşünme ve konuşma (!) anlamına gelmektedir
D
emokrasi, halkın egemenliğine dayanan yönetim biçiminin adıdır. Daha geniş anlamında başkasının hakkının sınırlarını aşmayan, kişi hak ve özgürlüğünü savunan sistemdir. Demokrasi, ilk kez Antik Yunan’ın site devletlerinden Atina’da MÖ 6. ve 4. yüzyıllar arasında uygulama örneğine tanıklık etmiştir. Aristophones, Ksenophon, Sofokles, Epikür, Aristoteles, Eflatun ve Socrates’in düşünce olarak katkıda bulundukları demokrasi, Atina’da bir çeşit yönetim sistemi olarak siyasi tarihteki yerini almıştır. Zaman içinde çeşitli şekillerle farklı devletlerde uygulama alanı bulmuş ve her milletin kültürel özellikleri ile alışkanlıklarına göre değişiklikler göstermiştir. Günümüzde de çağdaşlığın temel şartı görülerek kimi dünya devletlerinde uygulanmaktadır. Tarih boyunca çok fazla ihlale uğramış, kimi zaman da anlamı hiç olmayacak şekilde çarpıtılmıştır
demokrasinin. Bırakın devletten devlete farklılık göstermesini kişiden kişiye bile faklılık gözetmektedir. Kimileri hak ve özgürlüklere saygı diye nitelendirirken, kimine göre sonu düşünülmeksizin sınırsız özgürlük, kimine göreyse sadece izin verildiği ölçüde düşünme ve konuşma(!) anlamına gelmektedir. Demokrasi tanımı bu kadar açık ve netken hâlâ farklı anlamlarla çağrılması elbette şaşkınlık verici! Daha da şaşırtan bir şey var ki o da demokrasiyi nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına vurmak. Devletin temel ilkelerine saldıranlar, cumhuriyet rejimini yıkıp şeriat düzenini -ya da herhangi bir düzenigetirmek isteyenler, anayasayı kendi hukuk kurallarına göre değiştirenler, toplumun sosyal düzenini bozacak hareketlerde bulunanlar en demokratik haklarını kullanıyorlar. Nitekim yaptıkları iş gayet demokrasiye uygundur(!) Neden? Çünkü ülkede demokrasi vardır. Öte yandan bu ülkede hukukun işlemediğini savunmak, vatanın birliğini ve bütünlüğünü istemek, üniversiteler özgür olsun, buralarda bilim üretilsin demek, basın özgürlüğünden ve sosyal devlet anlayışından yana olmak, yerli yersiz demokrasi çığırtkanlığı yapan zevatların katında demokrasiyle bağdaşmaz. Bunlardan birini aklının köşesinden geçirmek ise düşünce suçlusu konumuna düşmek için yeterli bir nedendir.
Sayı 20
Demokrasi, en güzel, hukuk devletinin varlığını sürdürdüğü ve kendi kendini koruma hakkını elde ettiği sistemlerde işler ve gelişir. Demokrasiyi kullanarak iktidar olanların, istediklerini elde edince demokrasiyi ortadan kaldırma çabaları ancak faşizanlıkla örtüşebilir. Demokrasi elbette sınırsız özgürlük değildir. Fakat kişiye yaşam olanağı sağlayan birtakım hakları beraberinde getirir. Bunların başında bireylerin temel hak ve özgürlükleri gelir. Yaşam hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, çalışma hakkı, taşınma hakkı vs gibi. Bunun dışında basın ve yayın özgürlüğü, sendikal haklar (toplu iş sözleşmesi, eylem, grev vs) da vardır. Tüm bunlar, kişilere rahat bir yaşama hakkı tanımakla birlikte, kişiler ve kurumlar arasındaki ilişkileri düzene sokar, sistemleştirir. Kendi haklarının sorumluluğunda olan birey ise yaşamın her safhasında akılcı davranır. Sorgulayıcı bakış açısına sahip olur. Haklarının sadece oy vermekten ibaret olmadığını -eğer öyle olsaydı Đran’ın bugün demokratik bir ülke kabul edilmesi gerektiğini- bilir. Öte yandan, örneğin kamu kuruluşunda başörtüsüyle çalışma, kişisel bir hak değildir. Dolayısıyla demokrasiyle bağdaşmaz. Çünkü bu türlü bir davranış, hem hizmet edenlerin kendi aralarında hem de hizmet edenlerle hizmet alanların arasında ayrışmaya yol açar. Farklı dünya görüşlerine sahip insanlar, birbirlerine üstünlük taslama yarışına girerler. Ayrıca böyle bir uygulama farklı istek ve yapılanmaları da beraberinde getirir. Bu da ilgili kurumun, devletin kontrol mekanizmasından uzaklaşmasına sebep olur. Devletin kontrol mekanizmasından uzaklaşan kurumlar, başka kurumların özellikle ülkemizde Cumhuriyet kazanımlarıyla elde edilen kurumların- yok olmasına ve devletin de bunu koruyamamasına neden olacaktır. Bu noktada yine demokrasi devreye girmektedir. Çünkü aksi takdirde kendisi büyük zarar görecektir. Bir ülkede demokrasi var diye demokrasinin izin vermediği yapılanmaların (gericiliği hedefleyen yer altı örgütleri, dernek, okul gibi) çoğalması o ülkede demokrasinin tasfiyesine neden olmaktadır. Demokrasinin göz ardı edilmesi aklın ve bilimin temel alınmadığı anayasaların meydana gelmesine neden olacaktır. Darbe sonrası yapılan anayasalar bunun en güzel kanıtıdır. Bu da laikliğin ve rejimin çöküşüne zemin hazırlamaktadır. Oysa demokrasi ancak bu saydığımız değerlerle birlikte var olmaktadır. Akıl ve bilimin olmadığı yerde laikliğin olmayacağı gibi, laikliğin olmadığı yerde de demokrasinin işi yoktur. Gericiliği özgürlük sayanlar, buna uygun bir rejimde ellerindeki bütün demokratik haklarını kaybederler. Nitekim okulda başörtüsünü savunan kız, başını kapatmak zorunda olduğu bir rejimi getirmek için uğraş vermektedir. Böyle bir rejimde ise okuma hakkını kaybedeceğini bilmesi gerekmektedir. Demokrasiye aykırı hareketleri, hoşgörü diye nite-
Sayfa 55
Bu noktada yine demokrasi devreye girmektedir. Çünkü aksi takdirde kendisi büyük zarar görecektir. Bir ülkede demokrasi var diye demokrasinin izin vermediği yapılanmaların (gericiliği hedefleyen yer altı örgütleri, dernek, okul gibi) çoğalması o ülkede demokrasinin tasfiyesine neden olmaktadır. lendiren zihniyet, en çok az gelişmiş ülkelerde baş göstermektedir. Bunun nedeni ise oy toplama kaygısıdır. Fakat asıl neden sosyal ve ekonomiktir. Doğrudan doğruya, toplumun, az gelişmiş ve özellikle din sömürücülüğüne elverişli gelenekçi ve tutucu yapısıdır.(1) Gelişmiş ülkelere ve çağdaş toplumlara göre, ekonomisi düzgün olmayan ve altyapı yetersizliği olan ülkelere bakıldığında görülen yaşam kalitesinin düşüklüğü, bilinçsiz insanları dine eğilimli kılar. Bu tür insanlar tevekkül duygularıyla kandırılır ve dünya işlerinden soyutlanmaları sağlanarak bir nevi düşünmeleri de engellenir. Düşünmeyen bir toplumda ise demokrasi sekteye uğrar. Düşünmeyen insanlardan meydana gelen toplumu yönlendirmek ve yönetmek daha kolay olur. Çünkü bu tür toplumlarda eleştiri yoktur. Hiçbir şey sorgulanmaz, kulaktan dolma hurafeler kabul edilir, beyinler buna yönlendirilir. Halk, öteki dünyada mutluluğa kavuşacağı umuduyla, bu dünyadaki tüm haklarını din simsarlarının ellerine bırakır. Halkın cehaletinden faydalanmak isteyen bu sömürgenler, demokraside delikler oluşturarak halka demokrasi ve getirilerini kötü bir olguymuş gibi gösterirler. Bunlara göre düşünmek suçtur ve derhal katli vaciptir. Demokrasi elbette farklı düşüncelerin dile getirilmesini engellememektedir. Demokraside, benim gibi düşünmeyene hayat hakkı yok denilmemektedir. Özünde farklı görüşlerin de dile getirildiği hatta halkın meclisinde yer verildiği çoğulcu bir yapıyı savunmaktadır. Kendilerini öven olayları hoş karşılamak, muhalif görünenler hakkında kovuşturmaya geçmek ve yalnız bunları siyasal saymak demokrasi anlayışının darlığını ve yanlışlığını ifade eder. Olayları eşit açılardan görmek hürriyetlere saygıyı kanıtladığı kadar, kişi güvenliğini de pekiştirir.(2) Aksi halde ise faşizmin kol gezdiği diktatörlükler oluşur. Tarih bir yana hâlâ günümüzde bunun örneklerine rastlamaktayız. Đran, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerde demokrasi var diyebilir miyiz?
Sayfa 56
Osmanlı’nın son dönemlerini saymazsak, Türkiye, gerçek anlamda demokrasiye Kemalist ideolojiyle kavuştu. Eleştirel akılcılığa dayanan Kemalizm’in demokrasiye bakışı da “Bireyin birinci hakkı doğal yeteneklerin serbestçe geliştirmesidir” şeklindedir. Peki ya demokrasinin getirildiği iddia edilen Irak’ta demokrasinin izine rastlanabilir mi?
Nasıl bir demokrasi? Osmanlı’nın son dönemlerini saymazsak, Türkiye, gerçek anlamda demokrasiye Kemalist ideolojiyle kavuştu. Eleştirel akılcılığa dayanan Kemalizm’in demokrasiye bakışı da “Bireyin birinci hakkı doğal yeteneklerin serbestçe geliştirmesidir” şeklindedir. Aynı zamanda bireysel özgürlük mutlak olamaz. Diğerlerinin ortak çıkarı bireysel özgürlüğü sınırlar. Özgürlük başkasına zarar vermeyecek her türlü tasarrufta bulunmaktır. Bireysel özgürlüğe sınır olarak başkalarının özgürlük sınırını gösterir. M.Kemal Atatürk, Medeni Bilgiler kitabının hazır-
Politika Dergisi
lanması sırasında demokrasiyle ilgili kısımda demokrasi ilkesinin belirgin niteliklerini de sıralamaktadır. a) Demokrasi özüyle siyasi bir görünümdedir. Demokrasi bir sosyal ayrım veya ekonomik bir örgüt değildir. Demokrasi maddi refah sorunu değildir. Böyle bir kuram, vatandaşların siyasi özgürlük gereksinimini uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasaldır, onun hedefi ulusu idare edenler üzerindeki kontrolü sayesinde siyasi özgürlüğü sağlamaktır. b) Demokrasinin birinci özelliği ile ortak öz itibarıyla ikinci bir özelliği daha vardır. O da şudur; demokrasi düşünseldir. Bir kafa sorunudur. Herhalde mide meselesi değildir. Hükümet ilkesi de bir adalet sevgisini ve ahlak düşüncesini gerektirir. Demokrasi memleket aşkıdır. Aynı zamanda babalık ve analıktır. c) Demokrasi özünde bireyseldir. Bu nitelik, vatandaşın egemenliğine insan sıfatıyla katılmasıdır. d) Demokrasinin temel niteliklerinden birisi de eşitliğe çok değer vermesidir. Bu nitelik demokrasinin bireysel olması niteliğinin zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz bütün bireyler aynı siyasal haklara sahip olmalıdırlar. Demokrasinin bu bireysel ve dengeye değer veren niteliklerinden yaygın ve eşit oy ilkesi çıkar. (3) Sonuç olarak demokrasi için, insanlara bireysel hak ve özgürlüklerini kullanabilme fırsatı veren, farklılıklara saygı gösteren fakat bu farklılıkların devletin temel yapısına zarar vermesini önleyen, fırsat eşitliğine ve çok sesliliğe önem veren siyasal bir olgudur diyebiliriz.
Dipnotlar (1) Tunaya Prof Dr Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Hukuk Düzeni ve Siyasal Kurumlar, s. 107 (2) Tunaya Prof Dr Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Olayların Siyasallaşması, s. 66 (3) Yaltırak Cenk, makale, Kemalizm’in Kuramsal Çerçevesi, Kemalizm’in Demokrasi ve Özgürlük Anlayışı.
Selvihan.Cigdem@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 57
Bazı olayları anlamak için, bilmek şart!
Cumhuriyet Tarihine Kronolojik Bakış sınırlamasını kaldırmak
Sevda EĞER
d) Kriz yaşayan üye ülkelere teknik ve mali destek sağlamak
K
ısım 1: 1942-1958
1942- 31 Ocak Öğrencilere sigara içme ve nişan yüzüğü takma yasağı getirildi. 1942- 30 Ekim Kız öğrencilerin ipek çorap giymesi saçlarını kıvırması yasaklandı. 1942- 05 Kasım Lokanta ve birahanelere ekmek verilmesi yasaklandı 1943- 26 Şubat Varlık Vergisini ödemeyen 160 kişi çalıştırılmak üzere Aşkale’ye gönderildi. 1944- 14 Nisan ABD ve Đngiltere Türkiye’ye nota vererek Almanya’ya krom ihracını durdurulmasını istedi. 1945- 03 Ocak Türkiye Japonya’yla tüm ilişkilerini kesti. 1945- 23 Şubat TBMM, Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olabilmek için Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. 1945- 27 Aralık Uluslararası Para Fonu (IMF) kuruldu. IMF Kuruluş sözleşmesine göre amaçları: a) Parasal istikrar sorunlarında uluslararası işbirliği sağlamak ve dünya ticaretinin gelişmesine katkıda bulunmak b) Para değişimi esaslarına ilişkin düzen sağla yac ak önlemler almak, devalüasyonu önleyici kurallar getirmek c) Üye ülkeler arası ticarette, döviz
Müdahale ettiği bazı ülkeler: Ruanda (kıtlık, etnik katliam ve iç savaş), Bangladeş (açlık ve ardından gelen 1975 askeri darbesi) Hindistan (dolaylı egemenlik, açlık ve kast sömürüsü), Vietnam (kamunun ve ulusal ekonominin çöküşü), Brezilya (köylülerin topraksızlaştırılması), Peru (kırsal çöküş ve uyuşturucu ekonomisi), Yugoslavya (kan, gözyaşı...)
1946- 16 Aralık Đstanbul sıkıyönetim komutanlığı Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi, Đstanbul Đşçi Sendikalar Birliği, Đstanbul Đşçi Kulübü kapatıldı. 1946- 30 Aralık Demokrat Partiyi komünistlikle suçlayan Yozgat valisi Sadri Aka mahkûm oldu. 1947- 20 Şubat Đşçi ve Đşveren Sendikaları kanunu TBMM’de kabul edildi. CHP grev hakkına karşı çıktı. 1947- 6 Mart Sağcı milliyetçi öğrenciler, solcu öğretim üyelerinin üniversiteden atılması talebiyle Ankara Ulus’ta gösteri yaptılar. 1947- 11 Mart Türkiye Uluslararası Para Fonu Teşkilatı’na katıldı. 1947- 18 Nisan M. Ali Ayar’ın çıkarttığı Zincirli Hürriyet gazetesi sağcı öğrenciler tarafından tahrip edildi. 1947- 20 Aralık Cumhurbaşkanı Đsmet Đnönü’nün yatlarının ödeneğinin, bütçeden çıkarılması. 1948- 11 Ocak Ankara Üniversite senatosunun, sol eğilimli oldukları gerekçesiyle bazı öğretim gö-
Sayfa 58
Türkiye’deki tarım alanları iyi tarım uygulamaları yapılamaması nedeniyle yeterince verimli kullanılmamaktadır. Ancak, var olan topraklar yaklaşık 80 milyon nüfusu doyurabilecek düzeydedir.
revlilerini üniversiteden uzaklaştırması… 1948- 22 Şubat Üniversiteler Arası Kurul Kararı ile Ankara Üniversitesindeki solcu profesörlerin üniversiteden uzaklaştırılması 1948- 03 Nisan Marshall Planının imzalanması. Avrupa Ekonomik Đşbirliği’ne katılım. 1948- 25 Kasım Đlkokullarda isteğe bağlı din derslerinin koyulması 1949- 04 Nisan Sosyalizm ve SSCB’ye karşı emperyalist bloğun jandarmalığını yapması için ABD öncülüğünde kurulan Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO) kurulması 1950- 03 Ocak Türk-Amerikan Kadınlar Derneğinin kurulması 1950- 02 Mart Van Özalp’de hayvan kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle 33 kişiyi sorgulamadan kurşuna dizdiren Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın 20 yıl hapse çarptırılması. 1950- 17 Ekim TBMM kararı olmaksızın Kuzey Kore’ye karşı savaşmak üzere bir Türk Tugayının Güney Kore’ye gönderilmesi. 195030 Aralık Türk Barışseverler Derneği’nin Kore’ye asker gönderilm esini protesto etmesi üzerine dernek başkanı Behice Bo-
Politika Dergisi
ran ve arkadaşlarının 15 ay hapse mahkum edilmesi. 1951- 13 Mart Demokrat Partili Rauf Onursal, Đsmet Đnönü’nün Abdülmecid gibi sınırdaşı edilmesini istemesi... 1951- 25 Mart Milli Eğitim Bakanı Tevfik Đleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı. 1951- 25 Nisan Đstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, siyasal bildiri yayınladığı gerekçesi ile Ordünaryus Profesör Doktor A.Fuat Başgül hakkında 25 ayrı soruşturma başlattı. 1951- 17 Ekim NATO protokolü Londra’da imzalandı. NATO NATO ittifakı salt SSCB’ye karşı Kızıl Ordu’nun verdiği panikle kurulan bir savunma örgütü değil, SSCB’yi çevreleme politikasının ilk adımını oluşturan bir stratejik örgüttür. Nitekim daha sonraki dönemlerde 1951 ANZUS Paktı, 1954 SEATO, 1955’de Bağdat Paktı’nın kurulması ve 1959’da CENTO’ya dönüşmesi de göstermektedir ki, NATO’nun kuruluşundan sonraki dönemlerde SSCB’ye karşı çevreleme politikası büyük bir etkinlikle uygulanmıştır. Ancak 1991 darbesi sonrasında SSCB’nin dağılma sürecine girmesi ve bunun getirdiği askeri etnik sorunlar NATO’nun da gündemini değiştirmiş, yeni görev alanları çerçevesinde AGĐT ve BM ile pek çok çalışma alanı kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 1951- 27 Ekim Sevim Tarı’nın tutuklanmasıyla başlayan ve 2 yıl süren TKP operasyonu başladı. Birçok devrimci ve demokratın gözaltı, işkence ve tutuklanmasıyla sonuçlandı. 1952- 21 Ocak Milli Savunma Bakanlığı bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre Kore’de 34 subay, 46 astsubay, 1252 er öldü. 1952- 25 Ocak Gümrük ve Tekel Bakanı Sıtkı Yırcalı özelleştirme kapsamında özel sektörün kibrit üretebileceğini açıkladı. 1952- 25 Şubat Başbakanlık ilmi komisyonu, anayasada 40 antidemokratik yasa olduğunu açıkladı. 1952- 07 Mart Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ve 222 arkadaşı, anayasanın dilinin Osmanlıcaya çevrilmesi için DP adına meclise önerge verdi. 1953 17 Ocak Adnan Menderes demokrat rejimi tehdit eden tehlikeleri saydı: Siyasi irtica, dini irtica, milliyetçi irtica, komünizm. 1953- 06 Şubat TBMM kararına göre gazeteciler artık askeri mahkeme yerine sivil mahkemelerde yargılanacak. 1953- 28 Mayıs Kore’de 155 kayıp daha verildi. 1954- 18 Ocak Yabancı sermayeyi teşvik kanunu
Sayı 20
çıkarıldı. 1954- 27 Ocak Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. 1954- 07 Mart Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan Petrol Yasasının kabulü. 1954- 25 Kasım gazeteci Nurettin Ardıçoğlu’nun 6 ay hapse mahkûm olması. 1954- 01 Aralık gazeteci Hüseyin Cahit Yaçın’ın 26 ay 20 gün hapse çarptırılması 1954- 25 Aralık gazeteci Sadık Aldoğan’ın 10 ay, gazeteci Hüsnü Söylemezoğlu’nun 1 yıl 10 ay hapse çarptırılması. 1955- 24 Şubat Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği anlaşması olan CENTO’nun imzalanması. Pakta sonradan Đran ve Pakistan da katıldı. CENTO Amacı taraflar arasında güvenlik ve savunma konularında işbirliği sağlamak olarak belirlenmişti. Örgüt Pakistan’ın 1965 ve 1971’de Hindistan ile olan çatışmalarına destek sağlamıştır. ABD ve Đngiltere’nin Ortadoğu’daki stratejileri doğrultusunda batı yanlısı bölge rejimlerini bir araya getiren bu ittifak, Pakistan ve Đran’ın ayrılmasıyla dağılmış oldu. 1955- 22 Mart Akis Dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek’in 6 ay mahkûm edilmesi 1955- 06 Nisan Akis Dergisi başyazarı Metin Toket’in Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’a hakaret ettiği gerekçesi ile 9 ay mahkûm edilmesi 1956- 02 Ocak Türk-Đran Dostluk ve Kültür Derneğinin kurulması 1956- 16 Ocak Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Türkiye’de basına hükümet tarafından baskı yapıldığını açıklaması. 1956- 08 Şubat Kâğıt yokluğu gerekçesi ile hükümetin gazetelerin sayfa sayısına sınırlandırma getirmesi. 1956- 04 Nisan Amerikalı sanayici Earl Bunting, Türkiye’yi ‘dolar vermezseniz komünist olurum’ demeyen tek ülke olarak tarif etti. 1956- 01 Kasım Akis Dergisi sahibi MetinToker 7 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1956- 19 Kasım Akaryakıt tüketimine sınırlama getirildi. Ekmekte 70 gr indirim yapıldı. 1956- 03 Aralık Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri hükümet baskılarını protesto etmek amacıyla dersleri boykot etti. 1957- 03 Ocak Bütçe komisyonunda liselerde de
Sayfa 59
din dersi verilmesi istendi. 1957- 07 Ocak Milli Türk Talebe Birliği hükümetten “Rock and Roll” ve striptizin yasaklanmasını istedi. 1957- 07 Mart Ankara’da gece kulübünden çıkan gençlerin “Rock and Roll” yapması zabıtalarca durduruldu. 1957- 08 Mart Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi eski dekanı Turhan Feyzioğlu, ‘Türk Hukuk Kurumu’ndaki konferansında ‘Meşrutiyeti takip eden birkaç yıl ve DP iktidarının ilk yılları hariç, ülkede basın hürriyete muhtaç kalmıştır’ dedi. 1957- 01 Nisan Milletvekillerinin mal beyanında bulunmasına ilişkin yasa teklifi mecliste reddedildi. 1957- 05 Kasım Dini siyasete alet ederek komünizm propagandası yapmak gerekçesi ile Vatan Partisi genel başkanı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tutuklanması. 1958-06 Ocak hükümete muhalif olduğu bilinen Tan Gazetesi’nin matbaasında patlama oldu. 16 kişi hayatını kaybetti. 1958- 25 Ocak Đstanbul’da, aralarında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da bulunduğu 25 kişinin komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanması. 1958- 12 Mart DP Eskişehir il başkanı A. Rıza Ilıca’nın Son Söz Gazetesi’ne açtığı hakaret davası sonuçlandı. Gürol’un 11 ay 20 gün hapsine, gazetesinin 1 ay kapatılmasına karar verildi. 1958- 07 Mart Akis Dergisi toplatıldı. 8 saat sonra tekrar satışı serbest bırakıldı. 1958- 09 Nisan Ulus Gazetesi 3. kez kapatıldı. Yazı işleri müdürü Ülkü Arman 1 yıl, karikatürcü Halim Büyükbulut 1 yıl 2 ay hapis cezası aldı. 1958- 12 Ekim Vatan Cephesi kuruldu. 1958- 14 Kasım Hukuk Profesörü Ragıp Sarıca ‘gazetecilerin tevkif edildiği yerde demokrasi yoktur’ dedi. 1958- 15 Aralık Adalet Bakanı Esat Budakoğlu, 4 yıl içerisinde basın suçundan 238 gazetecinin mahkûm olduğunu açıkladı. 1958- 23 Aralık Cumhurbaşkanı Celal Bayar Bütçe Komisyonu görüşmesine Adalet Partisi bastonuyla geldi. (Sürecek…) Kaynaklar 1. Tarihte Neler Olmadı ki- Dünya ve Türk Tarihi Kronolojisi, A.Timur BĐLGĐÇ (Pelikan Yayınları) 2. Devletler Arası ve hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, Mehmet HASGÜLER-Mehmet B. ULUDAĞ (ALFA yayınları)
Sevda.Eger@PolitikaDergisi.com
Sayfa 60
Politika Dergisi
Soru işaretleri kalmasın...
Eşref Bitlis Suikastı Üzerine Hakan TOĞA
lkemizde şimdiye dek belli sayıda subay, siyasi cinayete kurban gitti. Kuşkusuz en çok ses getiren Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in öldürülmesiydi. Org. Bitlis suikasta uğrayan subayların en üst rütbelisiydi. Bir kuvvet komutanının, “müttefikimiz” ABD tarafından tertiplenen bir suikasta kurban gitmesinin vahameti ortadadır. Sonuçları da sarsıcı olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye halkına bu suikastın faturası daha fazla ölüm ve daha fazla bağımlılık biçiminde ödetilmiştir.
Ü
Org. Eşref Bitlis’in öldürülmesi, Muz Cumhuriyetleri’nde sıkça görüldüğü gibi, devlet içindeki klikler savaşının bir sonucu mu? Yoksa ordunun tepesine çıkmak için kıran kırana süren bir çatışma mı suikasta neden oldu? Dışarıdan bakanlar, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana ülkemizin siyasi yaşamına damgasını vuran bir kuruluşun içinde bu tür hesaplaşmalar olur diye düşünebilir. Ancak burada söz konusu olan bir makam kapma savaşının vahşice sürdürülmesi değildir. Kaldı ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nde böyle bir gelenek yoktur. Eşref Bitlis cinayeti bir “Yeni Dünya Düzeni” suikastıdır. Adını net koyalım bu, “müttefikimiz” ABD’nin işlediği bir cinayettir. Bu yazıda bunun açık örneklerini, delillerini, kazanın ayrıntılarını anlatıp olayı açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Org. Bitlis’in katli, ABD’nin eksen ülke olarak belirlediği Türkiye’de ayak bağı olan büyük bir engeli temizleme operas yonudur. ABD bu cinayetle Kürt sorununu
globalleştirme ve Türk Silahlı Kuvvetlerini kriz bölgelerinde taşeron olarak kullanma hedefini gerçekleştirme şansını elde etti. Bu şansı sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal hatalarıyla değil Çiller hükümetinin bir türlü çözülemeyen ABD ilişkileri ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in hükümet emrinde olması ile elde etti. Kürt sorununu çıkmaza sokma hamlesinde başarıya ulaşması ABD’ye büyük avantajlar sağladı. Bu hamle ABD’nin Türkiye için 80’li yılların ortasından itibaren belirlediği “Çökert ve Kullan” stratejisinde önemli bir taktik adım olmuştur. (Çökert ve Kullan 12 Mart 1994’te Pentagon’un raporunda Türkiye’nin Washington politikası olarak belirtilmiştir.) Orgeneral Bitlis suikastı Türkiye için utanç vericidir çünkü katledilen bir orgeneralin canı değil, Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliğidir. ABD yönetimi, Türkiye’yi denetim altına alma planlarına karşı durduğu, engeller çıkardığı için hedef almıştır Org. Bitlis’i. ABD’nin Ortadoğu’da PKK’ya verdiği destek ve Türkiye karşıtı hareketleri desteklediği, Org. Bitlis tarafından belgelerle ortaya çıkartılmaya çalışılmıştır ayrıca Bitlis geleceğin Genelkurmay Başkanıydı ve Amerika bu durumu kendisi için tehlikeli görüyordu. ABD’nin Org. Bitlis’i öldürmesinin nedeni son dört yılda yaşanan gelişmelerle ve gelişmelerin sonuçlarıyla ortaya çıkıyor. Kamuoyunda “Bitlis Planı” olarak bilinen Kürt sorununa bölge ülkeleriyle birlikte çözüm bulma politikası önemli mevziler kazandı. Bu da ABD’nin pek hoşuna gitmedi. Bitlis suikastının üstünün örtülmeye çalışılması sömürge olmayı kabul etmek demekti ve bu cinayetin faillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılmaması Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenliğine büyük zararlar vermiştir. Bitlis suikastının nedenleri, Türkiye’ye etkileri ve ABD ile paşanın karşıtlığı genel olarak böyle. Olayın nedenlerini biraz daha derinden inceleyip kazayı ayrıntılı olarak anlatmak suikastın ardındaki perdeyi biraz daha aralayacaktır. Org. Bitlis’in Diyarbakır’a gidiş sebebi ve uçuştan bir önceki gece görülen şüpheli şahıs… Demirel-Đnönü hükümetinin “Kürt realitesini tanıma” adımından sonra, Kürt sorununda bir dönüm
Sayı 20
noktasına gelinmişti. Org. Bitlis sorunun çözümü için ABD’nin K.Irak’ta yarattığı vakumu ortadan kaldırmaya birinci önceliği veriyordu. Bu amaçla, Irak Kürt örgütlerini Saddam Hüseyin’le anlaşmaya zorluyordu. Bu konuda ciddi bir mesafe kaydedilmişti. Irak yönetimi ve Kürtlerle anlaşarak nihai bir sınır ötesi operasyona hazırlanılıyordu. Org. Bitlis, bu çalışmaları denetlemek için birkaç günlüğüne Diyarbakır’a gitmeyi planlamıştı. 16 Şubat Salı akşamı Đçişleri Bakanı Đsmet Sezgin’le makamında görüşüp gelişmeleri takip etmek için birkaç günlüğüne Diyarbakır’a gideceğini söylemiş ve vedalaşmıştı. Org. Eşref Bitlis’e Diyarbakır’a gitmesi için 10011 kuyruk numaralı Beechcraft 200 tipi uçak tahsis edilmişti. Uçağı tahsis edense Kara Havacılık Okulu Komutanı Tuğgeneral Armağan Kuloğluydu. Bütün kontrollerin yapılmasının ardından uçak için olumlu rapor verilmiş ve uçak hangara alınmıştı. Aynı uçaktan bir tane daha olması ve yetersiz ışıktan uçağın seçilemeyebileceği nedeniyle Bitlis’in uçağı kuyruğu dışarıda kalacak şekilde park edilmişti. Hangarlardaki akşam nöbeti sırasında anormal bir durum olduğu bildirilmişti. Bu olayı Ordonat Er Tahir Metin şöyle anlatıyordu: “Saat 19:30 civarında, dâhili kışlık kıyafetli ve pilot bereli, astsubay olduğunu tahmin ettiğim resmi bir şahıs Havacılık Okulu’na doğru geçiyordu. Dur ihtarı yapıp parolayı ve şifreyi sordum, bildi ve geçip gitti. Parolayı bildiği ve üniformalı olduğu için şüphelenmedim. Ben dört aydır bu birlikte görevliyim daha önce nöbet yerimizden yürüyerek geçen birini görmedim. Burada genellikle Havacılık Okulu’nun cipli devriyesi gezer. Cipten indiğini düşünsek bile şahsın kolunda nöbetçi kolluğu yoktu.” Tüm hazırlıklar tamamlanmış, uçuş ekibi ve Paşa ölüme uçuyordu… 17 Şubat sabahı uçuş ekibi neşeli bir şekilde son hazırlıkları tamamlıyordu. Normalde sabah yapılacak olan uçuş hava şartları nedeniyle öğleye kalmıştı. Pilotların muayenesi, pistin temizlenmesi, meteorolojiden hava raporlarının alınması... Artık herkes uçuşa hazırdı. Diyarbakır’dan gelen olumlu hava ve pist raporu ekibin gönlünü rahatlatmıştı. Uçuş ekibinde 1. Pilot Kurmay Binbaşı Yaşar Erian, 2. Pilot Kurmay Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve uçuş teknisyeni Kıdemli Başçavuş Astsubay Emin Öner
Sayfa 61
Org. Bitlis sorunun çözümü için ABD’nin K.Irak’ta yarattığı vakumu ortadan kaldırmaya birinci önceliği veriyordu. Bu amaçla, Irak Kürt örgütlerini Saddam Hüseyin’le anlaşmaya zorluyordu. Bu konuda ciddi bir mesafe kaydedilmişti. bulunuyordu. Tüm hazırlıklar sonucunda uçak 12.20’de hareket etti. Uçak kalktıktan ve Güvercinlik üzerinde bir süre turladıktan sonra Esenboğa’ya motorlarda sarsıntı olduğunu bildirdi. Esenboğa kule ile zor anlaşan uçuş ekibi 1 dakika sonra Esenboğa’ya motorlarda bir anormallik olduğunu bildirerek Esenboğa’ya iniş talep etti. Đniş sırasında da uçağın radar takibiyle izlenmesini istedi. Yüzbaşı Sezgin’in “gürültü var, gürültü derinden…”mesajından sonra uçaktan haber alınamadı ve 12:26’da radarda kaybolduğu tespit edildi. Uçak bu sırada havadaki patlamanın ardından Yenimahalle Posta Đşleme Merkezi’nin bahçesine düştü ve yaklaşık 60 metre sürüklendi. Uçakta bulunan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, Org. Bitlis’in emir subayı Albay Fahir Işık, 1. Pilot Kurmay Binbaşı Yaşar Erian, 2. Pilot Kurmay Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve uçuş teknisyeni Astsubay Kıdemli Başçavuş Emin Öner şehit oldular. Uçağın düşüp alev topuna dönmesiyle PTT çalışanları büyük bir şok içerisindeydiler. Uçaktan fırlayan cesetler paramparça bir halde çevreye saçılmıştı. Uçağın Posta Đşleme Merkezi’ne düştüğü haberi hemen Genelkurmay’a ulaştı. Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Muhittin Fisunoğlu, kuvvet komutanları ile diğer askeri erkân enkazın bulunduğu yere geldiler. Güvercinlik’ten enkazı toplamak için gönderilen astsubaylar, erler gözyaşları içinde dört bir yana saçılmış parçaları topluyorlardı. Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral Yalçın Erten feci görüntü karşısında fenalık geçirdi. Olay yerindeki ilk değerlendirme uçağın motordaki arıza sonucu düştüğü şeklindeydi.
Sayfa 62
Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı motora yapılan sabotaj sonucu düşürülmüştür ve Türkiye, “müttefikimiz” ABD’nin 150 yıllık planları çerçevesinde bir değerini daha kaybetmiştir. Sabotaj iddiaları artmaya başladı… Gazeteler ilk gün kaza hakkında farklı yorumlara yer veriyordu. Bazıları Esenboğa’ya yangın alarmı verildiğini bazıları ise uçağın havada kontrol kaybı yaşadığını yazıyordu. Pilotun “motorlar yanıyor, kontrol edemiyorum” mesajı ve bu mesajın kaza sonrası kayıtlara alınmaması sabotaj olasılığını ortaya çıkarıyordu. Kaza sonrası artan sabotaj iddialarında ise dikkatler iki isim üstünde yoğunlaşıyordu: Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş ve Kara Havacılık Okulu Komutanı Tuğgeneral Armağan Kuloğlu. Org. Güreş enkaz yeri incelenmesinden sonra Tuğgeneral Kuloğluyla görüşerek Meydan gazetesi muhabirlerine uçağın kesin düşüş nedenini açıkladı. Org. Güreş, sabotaj olmadığını uçağın buzlanma ve pilotaj hatası sonucu düştüğünü söyledi. Olaydan sonra Başbakan Demirel kazayla ilgili kesin bir bilgi yok demiş ancak aynı anda Genelkurmay kesinlikle sabotaj yok açıklamasını yaparak dikkatlerini üzerine çekmişti. Kazayla ilgili herhangi bir bilimsel ve teknik inceleme yapılmadan Genelkurmayın buzlanma açıklaması yapması ve bu konudaki hızı oldukça şaşırtıcıydı. Açıklamanın dayandığı tek maddi kanıt, emir komuta altındaki, uzman olmayan 2 subay ile 3 astsubayın hazırladığı 17 Şubat 1993 tarihli “Kara Havacılık Okulu Teknik Heyet Raporudur.” Kaza sonrası özellikle de uçakla ilgili teknik detayların incelenmesi ve hazırlanan kaza raporundaki çelişkiler olayın sabotaj olması ihtimalini ihtimal olmaktan çıkartıyor artık kesinlik kazandırıyordu. Emekli generallerin verdiği demeçler, F-16 mühendislerinin verdiği Beechcraft 200 tipi uçağın motoru donamaz raporu, uçakta şehit olan 1. ve 2.
Politika Dergisi
Pilotların uçağın üretimden sonra ABD’den Türkiye’ye getirilmesinde de bulunması ve Türkiye’den daha sert bir iklimin olduğu Đzlanda’da donmayan motorun Ankara’da donmasının mümkün olmayacağı görüşleri Genelkurmayı köşeye sıkıştırıyordu. Kazanın ardından sabotaj ihtimalini öne çıkaran delillerin ve raporların Org. Güreş emrindeki Genelkurmay tarafından saklanması ve gerçeklerin örtbas edilmesi dikkatlerin Org. Güreş üzerinde yoğunlaşmasına neden oluyordu. Sonuç olarak tüm bu gelişmelere bakıldığında kamuoyunda ortak bir görüş hâkimdi. Yasaların ve askeri yönergelerin çiğnenmesinin, geleneklere aykırı davranılmasının bir nedeni olmalıydı. Bir soruşturmada bu kadar çok hata olamazdı. Hele bir kuvvet komutanının şehit edilmesine neden olan bir uçağın düşmesiyle ilgili soruşturmada bu kadar usulsüzlük ve baştan savmacılık olamazdı. Olgular bütün kanıtlarıyla şunları ortaya koyuyordu;
-Uçak, motorlardaki buzlanma sonucu düşmemiştir. -Pilotlar kusurlu değildir. -Motorlarda ve uçakta yapım hatası yoktur. Bir tek neden vardı: Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı motora yapılan sabotaj sonucu düşürülmüştür ve Türkiye, “müttefikimiz” ABD’nin 150 yıllık planları çerçevesinde bir değerini daha kaybetmiştir.
Hakan.Toga@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 63
Devlet hem yapmayıp, hem yapana mâni mi oluyor?
Sen misin Engellilere Kurum Açan! Baran YILDIRIM (Okur)
Ö
zel Eğitim Kurumları; fiziksel, zihinsel engelli bireylere, öğrenme veya sosyal uyum sorunu yaşayan insanlara eğitim vermek için kurulmuştur.
Mili Eğitim Bakanlığı ve Özel Eğitim Kurumları Genel Müdürlüğü’ne bağlı çalışan bu kurumlar eğitime ihtiyaç duyduğunu tespit ettiği bireylerin sağlık kurul raporlarını bölgenin Rehberlik Araştırma Merkezine iletir. Rehberlik Araştırma Merkezi (R.A.M) bireyleri tekrar testlere tabii tutar ve eğitim almasını
uygun görmesi halinde söz konusu kişinin kuruma kaydı yapılır. Özel Eğitim Kurumları yönetmeliğine R.A.M.’ın uygun gördüğü aylık seans sayısı kadar öğrencilere ders verilir. Bu sayı geçtiğimiz aya kadar, aylık minimum 6 maksimum 10 saattir. Her ay sonu bireyin aldığı dersler rapor olarak Bölge Milli Eğitime bildirilir. Faturalandırılır ve icmal yayınlanması beklenir. Zira seans ücretleri özel eğitim ödeneğinden, başka deyişle devlet tarafından karşılanır. Geçtiğimiz aya kadar ücretler seans üzerinden hesaplanmaktaydı ve bir seans bedeli KDV dâhil 54 lira 72 kuruştu. Ancak bu aydan (Ocak 2010) itibaren seans sayısının 8’e çıkacağı bildirildi. Normal koşullarda altı ayda bir %3-5 oranında ücret zammı yapılmaktaydı. Ve bu artış vakti ocak ayına rast gelmekteydi. Kurum sahipleri seansların 6 saatten 8 saate yükseltilmesinin artan maliyetini ocak ayı itibarı ile kaçınılmaz olarak yüklenmiş bulundu. Ve yayınlanan son tebliğde AKP hükümetinin uygun gördüğü rakamlar özel eğitim sitesinde yayınlandı. Tebliğe göre ücret ilanları seans üzerinden değil aylık 8 saat üzerinden ilan edildi. Yani eskiden seans ücreti üzerinden yapılan artış bu defa toplam rakam üzerinden yapıldı. Buna göre aylık verilen 8 saatlik dersin toplam bedeli 335 lira 88 kuruş olarak ilan edildi. Ancak geçen 6 ay boyunca aylık verilen ders saati toplam ücreti 328 lira 32 kuruştu. Yani toplam rakam üzerinden zam yapmış hissi veren komisyon aslında ders saati hesabı yapıldığında arttırması gereken rakamı nasıl bir ilizyonla indirdiğini gösterdi. Zira 2010 yılı merkezi yönetim bütçe uygulama tebliğine göre seans ücreti KDV dâhil 41 lira 85 kuruş olarak belirlendi. Peki, seans 6’dan 8’e çıktı da ne oldu? Bu soruyu cevaplamak için kurumların nasıl çalıştığını biraz daha detaylı bilmek gerekir. Örneğin 100 öğrencili bir özel eğitim merkezini işletebilmeniz için en az 2 özel eğitim öğretmeni, 2 fizik tedavi uzmanı, 1 okul öncesi öğretmeni, 1 usta öğretici, 1
Sayfa 64
Amaç kurumları kapatmaya zorlamaktır. Maliye vergisini faturası kesildiği ay tahakkuk etmekte, SGK personel puantajı bildirildiği dakika alacağını istemekte fakat kurum ödenekleri iki ay geriden gelmektedir. Şu anda Türkiye’deki tüm özel eğitim kurumlarının bütçeden iki aylık alacağı vardır. memur 1 hizmetli, 1 servis personeli, 1 şoför, 1 kurum müdürü, 1 psikolog çalıştırmak zorundasınız. Bu personellerden öğretmen olanlar, her ay milli eğitime verilen öğrenci raporlarına girdiği ders kadar imza atar. Bir öğretmenin maksimum atacağı imza sayısı 160’dır. Bu saat aşıldığı anda yeni bir öğretmene ihtiyaç duyulur. Yani geçen aya kadar imzası -haliyle personeli-
Politika Dergisi
kendine yeten bir kurum, seansın 8’e çıkmasıyla belki 15-20 imza için öğretmen almak zorunda kalmıştır. Yani maliyet arttığı gibi, bir önceki aya kadar verilen hak da geri alınmış, ücretler akıllara zarar bir kalem oyunuyla arttırılacağına aşağı çekilmiştir. Bu gün 100 öğrencili bir kurumun minimum maliyeti aylık 35.000 liradır. Aldığı rakam ise en az 3-4 bin lira aşağılarda kalmaktadır.
Komisyonun amacı nedir? Amaç kurumları kapatmaya zorlamaktır. Maliye vergisini faturası kesildiği ay tahakkuk etmekte, SGK personel puantajı bildirildiği dakika alacağını istemekte fakat kurum ödenekleri iki ay geriden gelmektedir. Şu anda Türkiye’deki tüm özel eğitim kurumlarının bütçeden iki aylık alacağı vardır. Aylardır düzen değişmemiştir. Yönetmelikler ve tebliğlerle yaşama alanı iyice daraltılan rehabilitasyon merkezleri iflasın eşiğindedir. Bu durum hükümetin işine gelmektedir zira engelliler için özel eğitimcilere ödenen rakamlar külfettir. Bu insanlar doğdukları günden itibaren ikinci sınıf insan olma yaftası yapıştırılmış bireylerdir ve sosyalleşmeleri, eğitimöğretim almaları gerekliliği ısrarla göz ardı edilmiştir. Hükümet her zaman olduğu gibi kolayına kaçmış ‘bu kadar parayı özel kurumlara vereceğimize kendimiz yapalım’ işgüzarlığıyla sektörü bitirmeyi hedeflemiştir. Gelin görün ki devletin kendine ait -sayılı- özel eğitim okullarının da hali içler acısıdır. Engelli sayısının devlet özel eğitim kurumları sayısını defalarca katladığı ve devletinde can havliyle “engelli angaryasını” özel sermayeye yıkması sonucu oluşan bu sektör, tam sistem içerisinde kökleşmeye başlamışken tekrar dağıtılmak istenmektedir.
iletisim@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 65
Gidiş, ne yöne doğru?
Artan Kamu Borçları Yeni Bir Kriz mi Yaratacak? Mehmet Burak KAHYAOĞLU
K
üresel krizin yarattığı şok ile birlikte özellikle gelişmiş ülkeler (G-7) hızlı bir şekilde piyasalara müdahale ettiler. G-7 ülkelerinde krizin etkilerinin hafifletilmesine yönelik yapılan müdahaleler birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlar:
GSYĐH’ye oranının muazzam şekilde arttığını görüyoruz. Krizden sonra oluşan ekonomik ortama bakıldığı zaman bu durumun krizin etkilerinin hafifletilmesi için indirilen faiz oranları üzerinde baskı yaratacağı açıktır ve yeniden ülkelerin resesyona girmesi tehlikesini barındırmaktadır.
- Bankaların kamulaştırılması - Zehirli varlıkların (toxic assets) satın alınması - Kamu harcamalarının (yatırımların) artırılması
Bu müdahalelere baktığımız zaman, kamu harcamalarının artırılması ve vergilerin azaltılması şeklindeki Klasik Keynesyen müdahaleyi görüyoruz. 2007-2010 dönemini incelediğimizde karların özelleştirildiği, zararların ise kamulaştırıldığı (vergi ödeyenlerin sırtına yüklendiği) bir durum ile karşı karşıyayız. Sonuç olarak kriz atlatılmış gözükse bile krizin maliyeti artan kamu borçları olmuştur ve bunun uzun vadeli sonuçları olacaktır. Şimdi duruma bakalım:
Kaynak: IMF Yukarıdaki tabloda G7 ülkelerinde 2007-2010 dönemi için kamu net borcunun GSYĐH’ye oranları verilmiştir. Krizle birlikte kamu net borcunun
Toplam kamu borcunun GSYIH’ye oranına baktığımızda ise durum daha da kötüdür. Dünya ekonomisinin lokomotifi konumunda bulunan ülkeler ve özellikle ABD artık eski tüketim alışkanlığını değiştirmek zorunda kalacaktır. Derecelendirme kuruluşları son aylarda özellikle artan kamu borçlarını önemli bir risk olarak dile getirmeye başlamıştır ve birkaç ülkenin kredi derecesini bu nedenle düşürmüştür. Son olarak genel kamu dengesinin GSYĐH’ye oranlarına bakalım.
Görüldüğü üzere kamu bütçe açığının GSYĐH’ya oranları G-7 ülkelerinin tümünde yükselmiştir.
MBurak.Kahyaoglu@PolitikaDergisi.com
Sayfa 66
Politika Dergisi
Sayfa 67
Politika Dergisi
Sayfa 68
Politika Dergisi
P—Kitap: Seçkiler
Uğur Mumcu Kürt-Đslam Ayaklanması
Kolektif, Şu Đngilizler Canımı Çok Sıkıyor
Sina Akşin Yakın Tarihimizi Sorgulamak
Alain Touraine Modernliğin Eleştirisi
Geoff Mulgan Antipolitik Çağda Politika
Cengiz Özakıncı Türkiye’nin Siyasi Đntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı
Attilâ Đlhan O Sarışın Kurt
C. Leys - L. Panitch Küresel Parlama Noktaları
Đlhan Arsel Şeriat ve Kadın
Ayten Aygen Devrimin Üç Kadını
Gisela Bock Avrupa Tarihinde Kadınlar
Gülnur A. Savran Beden Emek Tarih / Diyalektik Bir Feminizm Đçin
Der.: Ayşe G. Altınay Vatan Millet Kadınlar
Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ben çocukken fakirdim. Đki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.”
Hazırlayan Emrah ÖZDEMĐR Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com
Sayı 20
Sayfa 69
P—Film: Seçkiler
Hazırlayan Gökhan DAĞ Gokhan.Dag@PolitikaDergisi.com
Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com
Sayfa 70
Politika Dergisi
Bu kitabı bulmanız biraz zor...
P—Kitap: Kadın ve Ekonomi Emrah ÖZDEMĐR
mutlaka yeniden basılması gerektiğini düşünüyorum. Kitaptan birkaç alıntı yapalım, belki işe yarar:
B
u bölümü, genellikle okuyucularımıza birtakım kitapları salık vermek, tanıtmak, almayı düşünenlere yardımcı olmak, kısacası o kitabı almalarına vesile olmak için kullanırız.
Bu sayımızda bu ilkeyi bu seferliğine atlayarak, başka bir amaçla oluşturacağım “P—Kitap” bölümünü. Elimde 1986 baskısı (1. basım) olan bir kitap var: Charlotte Perkins Gilman’ın Kadın ve Ekonomi adlı yapıtı. Kitap, Kaynak Yayınları’ndan çıkmış. Amerika’nın işçi ve kadın hakları mücadelesinin en önemli isimlerinden olan Gilman’ın kitabı hâlihazırda basılmamaktadır. Bugüne değin okurlara kitap seçiminde yardımcı olmaya çalıştığımız bu bölümde, bu sayımızda yayınevine kitap bastırmak için tavsiye edici olmaya çalışıyoruz. Đlkemizi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün de etkisiyle değiştiriyoruz bu sayılığına. Ünlü alışveriş sitesi Amazon.com’da ise kitabın özgün diliyle basılmış olan Women and Economics’i rahatlıkla bulabiliyoruz. Demek ki her yerde göz ardı edilmiş değil. Kadınların ekonomik bağımsızlığına kavuşması için savaşım veren, gelenekselciliği ve “Sosyal Darwinizm”i şiddetle eleştiren Perkins Kitabın sa- Gilman’ın önemli haf sitele- yapıtı olan “Kadın rinde bula- ve Ekonomi”nin bildiğimiz kapak resmi.
“Bir süre için makinaların ortaya çıkışıyla birçok işin evin dışına çıkması, kadının ekonomik öge olarak önemini kaybetmesinin nedeni olmuştur. Ama o yine ayağa kalkmış ve yitirdiği çıkrığıyla tezgâhını yeni yerinde, fabrikada tekrar bulmuştur. Bugün ülkede, içinde kadının yer almadığı hemen hiçbir endüstri alanı yoktur. Amerika baştan başa, dışarıda ücretli, evinde ücretsiz çalışan emekçi kadınlarla doludur.” “Dünyanın dışından bir toplumbilimcinin yeryüzüne geldiğini varsayalım. O, insan yaşamını inceleyecek ve ilk kez ‘ana özverisi” sözlerini duyunca türün yararına bir nitelik olduğunu sanarak duygulanacak ve etkilenecektir. «Ne güzel, ne dokunaklı, ne ince! Đnsanlığın bir yarısının, diğer insani ilgi ve uğraşların tümünden vazgeçerek zamanını, gücünü, sevgisini analık işlevlerinde yoğunlaştırması, kendisinnin hiçbir zaman gerçekten dahil olamayacağı görkemli bir soyun çocuklarını dünyaya getirip yetiştirmeye özgülenmesi! Ve sonuna kadar başkası adına, oğulları ve kızları yoluyla salt başkası için bir halka oluşturmak üzere yaşaması! Ne üstün, ne yüce bir özveri!» diyecektir. (..) Ayrıca toplumun bu özveriyi değerlendireceğini, yaşamını başkalarının yaşamına gömen bu üstün yaratığı onurlandıracağını ve bu soylu etkinlik için her türlü gücü onların emrine vereceğini düşünür. Ama dünyadışı toplumbilimci ve onun beklentilerine yazık olacaktır!” Ne diyorduk? 8 Mart Dünya Kadınları Günü kutlu olsun…
Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 71
Ankara DT’den etkileyici bir oyun...
P—Tiyatro: Anam Bacım Avradım Emrah ÖZDEMĐR
A
Oyun 9 Mart’tan itibaren yeniden Altındağ Sahnesi’nde.
nkara Devlet Tiyatroları’nın bu sezon ilk kez sahnelenen bir oyununu kısaca tanıtmak istiyorum bu sayıda.
Bir müzikal kabare olan “Anam Bacım Avradım” oyunu, kadına karşı yapılan ayrımcılığı ve toplumsal baskıyı -hatta toplumsal hapishaneyimizahi bir dille izleyiciye sunuyor. Çelişkileri, çaresizlikleri, söylenmeyen ama varolan birtakım gerçekleri gösteren oyundan, her ne kadar mizahsal bir dil kullanılsa da etkilenmemeniz olanaksız. “Mahalle”den bir kadının baba evinde, evlenme aşamasında, toplum nazarında, hatta haberci nazarında, dul bir kadına ev veren emlakçı nazarında, durumu kabullenmiş hemcinslerinin nazarında, geneleve gelenlerin nazarında… kısacası erkeğin nazarında nasıl göründüğünün oyunudur. Elbette ki erkek-egemen toplum… Anamız, bacımız, avradımız, kutsalımız…Acaba öyle mi? Yazan: Đnanç Yılan Yöneten: Cem Emüler Dekor Tasarım: Hakan Dündar Giysi Tasarım: Esra Selah Işık Tasarım: Zeynel Işık Müzik (Düzeni): Cem Đdiz Dans Düzeni: Đhsan Bengier Dramaturg: Özcan Özer Yönetmen Yardımcısı: Adnan Erbaş Asistan: Bilge Çağman Pala Sahne Amiri: Adem Tutak Kondüvit: Adem Tutak Suflöz: Medine Kalıç Işık Kumanda: Osman Bal Dekor Sorumlusu: Dursun Dinçsoy Aksesuar Sorumlusu: Yücel Ünver Rol Dağılımı: Alev Buharalı, Adnan Erbaş, Şirin Ergüven, Gürkan Görbil, Süheyla Gürkan, Cem Balcı, Berna Konur, Sedat Keçeci, Zuhal Taşar, Erdinç Doğan, Selma Bayraktargil, Mehmet Ali Toklu. http://www.devtiyatro.gov.tr/web/oyunlar/oyun0905.html adresinden oyunun tanıtım filmine ve fotoğraflarına erişebilirsiniz.
Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com
Sayfa 72
Politika Dergisi
Bir şiir...
Nâzım Hikmet’ten “Kadınlarımız”... Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişemeyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık kısacıktılar ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak, ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve onbeşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru. Nâzım Hikmet RAN
Sayı 20
Sayfa 73
Beşikten…
Sürrealist Bildirge I Mert ATALAY
Ö
lümden sonraki ilk yorgunluk çayını yudumladığın boğazına yüce dilekler hazinesi sıkışmakta. Surat kalibrene doluşmuş binbir mazinin temelini sökmekte tüm yaşanmışlığın.
Doğmaktasın, kasıkların yanıklarını avuç içine alarak göbeğinden sarkan salyamsı yaşam koridoruna şaşkın bakışlarla sana sırıtanlara ne oldu havası atmaktasın… Eğer ki dilim olsaydı o vakit veyahut o vakit konuşulan dil anlaşılsaydı; doğduğun an kutlanmayacaktı bir dahaki aynı saat aynı vakitte, bir dahaki yıl aynı saat aynı vakitte kasık yanıkları ve vajina yırtılmaları çekmeyecek anne bellediğin. Đşin kelamı; her doğum gününü döllendiğin halden hesapla, normal olarak doğum gününden dokuz ay on gün evvel. Doğmaktasın, insan hallerini belleyen kolların, bacakların ve yarı tüylü kafan, çiğ süt emmeye hazır dudakların bu anı yaşamış ve unutmuşlar için mucizelerini barındırıyorsun salyamsı vücudunda. Yeme, içme, sindirim faaliyetlerinin kontrolsüzlüğünü kaybedip midene inenden haberdar olduğun vakitleri geçeli uzun zaman oldu. (Aradaki aktiviteleri yazma kapasitesi bulunmamakta, hatırlanmıyor! Ayrıca izlediklerim de gerçek olmamalı.) Yavaşça salıverdiğinde bedenini aşılara, ilk tepkimelerinle uyuşturucuya bağışıklığını arttıran kimyasalı barındırmaya başlıyor hücrelerin, artık bulunduğun düzen içerisinde kodlanmış mikroorganizmaların birinden türeyen, adı sanı belli dokunaksızlığın en başında yer alan, her an yok olmaya müsait, aslen belli belirsizsin. Adın, yaşın, misyonun belirli. Bilinçaltına ittirmeye başladığın gezegen öğretileri arasında dokunaklı manzaraların ressamı öğretiliyor önce sana, önce din kazılıyor aklının en karanlık köşelerinden silinmeyecek vaziyette. Dil darbelerini kavramaya başlayan sinir sisteminden, harf yığınlarından anlamları öğrenip önce fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan varlıklar, daha sonra da başka faydalara yönelecek kelimeleri karışım ediyorsun zihin
egzersizlerinle, ardından ses olup çıkıyor evrenin sonsuzluğuna yankı ederek; konuşuyorsun. Belirli evrelerin kıvanç duyulan adı olduktan sonra düzende ilerlemenin yegâne temeli, bol sen ve senden gibilerin oluşturulduğu bir başkası olarak bakıldığında o hazneye otokontrol okul ve o-kullar. Para miktarına göre değişkenliğini barındırma özelliği ve harp kıvamı sistemsel askeriyenin zihne ilk işlenişi bu vakit. Öğretilerin bayatlığını anladığın gün, sonradan sana anlatacağım o gün fark ettiklerinin gölgesinde intihar etme girişimlerinin gölgesinde intihar etme girişimlerine sebep arayacaksın. Artık ruhunun elverişli topraklarından vazgeçip kurak yarınları sulama görevini üstlenmiş mavi önlüklü asker olmayı kabul etmiş haldesin. Hazırsın yok olmanın yıpranmış ve boş senedine imza atmaya. Sorumluluk altında yutturulan fısıltıları inceden işitmeye başladığında yaşanmışlığın kokusu kemiklerin sertleşmesine, kasların olgunlaşmasına denk yayılmakta strosfere kadar. Artık bireyleşme mevzuunda ailenin verdiği kadar saygı, sevgi vereceksin onlara ve diğer olanlara. Cahiliyet dolu zihinler arasında adımlamaktayken, benzerleşmenin adını dahi duymamışken sürünün ayrılamaz parçası olma hissiyatını barındırıyorsun topuğundaki ölü derilere kadar. O kadar ki bilincini ikram ediyorsun her daim gem vurulan bu sofrada… Hoşnut bırakıyorlar. Hoşnutluğun hedeflerine yönelişinde hep kendi oluşundan öte adım atılamıyor belletiliyor sana. Devlet, vatan, bayrak, dil, savaş - barış kavramlarıyla tanışıklığın onlara sıkı sıkıya bağlılığınla öğretiliyor, biliyorsun ya da bunları hep bildiğin farz edilmekte sana. Anlamaya uğraştığın konuları dogma başlığı altında sıkıştıran yüce istikrar ve iktidar, soyutluğuyla ölümsüzlüğüyle ters düz etti artık akıl koridorlarını, ancak sana gösterilen kapıları irdeleyen anahtarların mevcut ellerinin arasında. Yetinmeyi öğreniyorsun. Televizyon gösterileri arasında nefeslenen yaşam biçimleri asıl gelmeye başladığı vakit, yani onları gerçek sandığında istenilen kıvamda yol almanın tam adı haline gelmiş, artık önünde alabileceğin nice övgüler, diplomalar belki de madalyaların hesabını yapmalısın. Okul hayatında yutturu-
Sayfa 74
lan tarafsız tarih senin, sözüm ona yaşayan en iyi Müslüman olmanın öğretilerini kıskaçlayan nice satırlar sana. “Şükür”ü bilmeden lanet etmeyi öğreniyorsun. Yaşın on küsurlardan giderken tek tiplemenin en ideal vatandaşısın artık. Artık bu vatan için ölebileceğini bilmiyorsun! Ama öleceksin. Anlatılan devrimlerden öte hiçbir ideolojinin lafı dahi edilmiyor sana… En yakınından en hafifinden neden ülkelerin olduğu dahi anlatılmıyor; sınırların neden var olduğu, fakat o sınırlar için siper olmayı ittiriyorlar zihnine, zihninin bir daha aydınlanmayacak, aydınlanması zor en köşe taraflarına. “Ben kimim?” kaygısının yüreğini titrettiği, sabah çatıştığın tüm davranışlarınla yaşama senfoninin düdükçüsü olmanın verdiği erdemsizliğin bataklığında çay demlemiş ve birbirlerine manzaranın harikalığını peydahlayanları izlersin. Bu senin manzaran. Sensin o. O’sun. O kadarcıksın. Belirli evrelerin doğasal tepkimelerinle eş, fakat bir o kadar uzaksın makina misali kendine. Çatışmanın verdiği yara; ömür boyu sürecek soruşturmanın faili meçhul bir cinayeti aydınlatmana yetmeyecek, sen artık bir ölüsün, velhasıl tam değil dirisin. Hala bilmediğin bir sürü istek, dilek ve açgözlülüğün içinde yüzen zihninden hem şikâyetçi hem dostusun en derininden. Diploma kırışıklığını elinde hissettiğinde, liseler, üniversiteler, masterlar… yani o his, anladın mı? Đşte o, senin aslen yani sen olarak dilemediklerinin peşinde koşman için takılan ayakkabıdır ayaklarına. Kimdir ki bilerek ve isteyerek adımladı o yolların bayırlarını ve kim o yolların kösteklerini kaldırmak için uğraştı? Atlanıp gidilmedi mi üzerinden, diye sayıklama. Üzülme, atlayabilirsen gidersin,
Politika Dergisi
atlayabilirsen gidensin ve o seni yetiştiren ailene gurur kaynağı, toplumda statü sahibi, çevrede saygın duruşun… fakat hâlâ nerede olduğunu bilmeyen bir “Sen” ile yaşamaktasın. Kimine göre gerçekten doğmaktasın, kasıkların yanıklarını avuç içine alarak göbeğinden sarkan salyamsı yaşam koridoruna şaşkın bakışlarla sana sırıtanlara ne oldu havası atmaktasın. Her şeyi kontrol etme çabası içerisinde kurduğun yarınlarla buluştuğun zamanları yaşarken, etrafın ıssızlığından şikâyetçi ve nedense isyankar havandan bir o kadar nedensiz sevmeli, sevinçlisin. Bastırılmış duyguların en ağır savaşından galip kurtulmanın kahkahalarını bilemektesin duvarlara. Hazlara teslim olmaya başlayan beyin odacıklarında tecavüze uğradığını bile bile bu pornografiye bakıyorsun doya doya. Seni teslim alan sistemde mutlu bir şekilde mastürbasyondasınız hep birlikte, arkadaşların, dostların, fertlerin… Didine didine edindiklerini bir anda kaybetme korkusunu kurcaladığında bu tür kâbusları oluşturmaktan öte tutuyorsun kendini. Düşünmenin verdiği rahatsızlıktan ilerde kurulan bu medeniyetin yapıtaşı olmaktan öte düşmeyen haldesin. Đstedikleri kadar çalışıp istedikleri kadar para kazanıyorsun, para kazanıyorsun, kazanıyorsun… “ Sen” kazanıyorsun. Etrafta olup bitenden haberdar olmak için aşındırdığın haber bültenlerinden sonra beynini bok edip atan eğlence programlarına dalıyorsun, ardından biraz gündüzse zaman türlü insan rezilliklerini izleyerek geçirdiğin onca zaman içerisinde tam olarak var oluyorsun. Sistemin geri dönüşsüz diyalektiğine kapılmış ruhunun gelgitlerini çeşitli psikolojik tedaviler ile arayarak, güdülerini erteleyen en basit canlı olmanın hatta makinalaşmanın zamiri olmaktan gurur duyar halde, hep bilinmeyen bir burukluk hep bilinmeyen bir depresyon, melankoli diplerinde ve çeşitli olgulara özlem içerisinde yaşamanın verdiği rahatsızlığı erteleyerek, erdemden, düşünceden, tanrıdan, dürüstlükten… uzak insan olmanın ötesinde bir bakışa sahip olarak revize ediyorsun kendini. Bir ses duyunca irkilen düşünsel sisteminin yakınlarında çürümüş bir çocuk eli kıvranmakta, sürünmekte kaldırımların her çeşit tasvirine uygun halde milyarlarcası ile birlikte… Ve biz, hepimiz çürümüş o ellerle sarılmaktayız dünyaya, düşmesinden korkarak, düşmekten korkarak.
Mert.Atalay@PolitikaDergisi.com
Sayı 20
Sayfa 75
P—Foto: Zor Zamanlar Geçiriyor Ülkem Güneş ER
... Hava biraz serinlemişse, ekimse, anlamıyorsa ve kimse kışın geldiğini. Doğurturken baharı yeniden martta Kalırlarsa hayatta unuturlar bildiğini, Mücadele verdiğini. ... (Emrah ÖZDEMĐR)
Güneş ER’in fotoğraflarına ulaşmak için www.guneser.net.tr adresine girebilirsiniz.
Sayfa 76
Politika Dergisi
P—Foto: Simsiyah Bir Sis Sarmış Yurdumu
Sayı 20
Sayfa 77
P—Foto: Kimliği Bilinmeyenler (Uğur’a)
Uğur Mumcu anısına;
Kimliği Bilinmeyenler Ne gören var, ne de duyan Kimliği bilinmeyenler Karabasan bir düş gibi Kimliği bilinmeyenler Yok ettiler inceliği, Aklı kurşuna dizdiler Çocukların çığlığında Kimliği bilinmeyenler Özü özden ayırdılar, Đpeği kozasından Kimlikleri ayan beyan Kimliği bilinmeyenler (Zülfü LĐVANELĐ)
Sayfa 77
Politika Dergisi
www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com
Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar’a,
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
> YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a
Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
> Değerli Eğitimci ve Yazar Sayın Emre Kongar’a
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
> Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e
> Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.
Not Bu sayımızda bazı yazarlarımızın yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayınlanamamıştır. Okurlarımızdan özür dileriz.
20 Ekim 1927