"PSİKOLOJİZM"
"PSİKOLOJİZM" "Psikolojizm" St. Clements University / Türkiye Yayınları
Birinci Baskı OCAK/2015 ISBN:
St Clements University ™ Bu kitabın her türlü yayın hakkı St. Clements University Türkiye Enformasyon Bürosuna aittir. Yayıncının izni olmadan, eğitim ve tanıtım amaçlı, kısmi alıntılar hariç olmak üzere hiçbir şekilde kitabın tümü ya da bir kısmı yayınlanamaz ve çoğaltılamaz.
Sayfa Düzeni&Dizgi Kapak Tasarım Redaktör Yayın ve Dağıtım Telefon Fax Web Adresi E-Posta Baskı Sertifika No
: Timur TUNA : Timur TUNA : Esra OKANAKUL : İzmir-1 Cd. No:33/31 Kızılay, Ankara : 444 16 59 : (0312) 4184599 : http://www.stclements.eu : yayin@stclements. eu : :
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
St. Clements University Dekanı, Fahri Konsolos, PressGrup Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Yrd. Doç.Dr. Bilal Semih BOZDEMİR'e teşekkür ederiz.
"PSİKOLOJİZM"
İÇİNDEKİLER “AYNI ESKİ HİKÂYE” ................................................................................... 8 PSİKOLOJİZM ............................................................................................. 8 PSİKOLOJİZM: TANIMLAR VE SUÇLAMALAR ........................................... 21 Tümdengelim (Dedüksiyon) ............................................................... 47 Tümevarım (Endüksiyon) .................................................................... 47 Anoloji (Andırma) ............................................................................... 48 AKIL, MANTIK, DÜŞÜNME İLKELERİ ........................................................ 48 1- Özdeşlik İlkesi ................................................................................. 49 2- Çelişmezlik İlkesi ............................................................................. 49 3- Üçüncü Halin Olanaksızlığı İlkesi .................................................... 49 4- Yeter Neden (Sebep) İlkesi ............................................................. 49 MANTIĞIN TARİHÇESİ ............................................................................. 50 Rönesans ............................................................................................ 51 Yeni Çağ .............................................................................................. 51 Modern Mantık .................................................................................. 51 EDMUND HUSSERL ................................................................................. 74 POPPER ................................................................................................... 82 POPPER’İN ELEŞTİRİLMESİ ...................................................................... 95 POPPER VE TOPLUMBİLİMLERİ ............................................................... 99 ELEŞTİREL AKILCILIK .............................................................................. 104 ELEŞTİREL AKILCILIK VE İNSAN BİLİMLERİ ............................................. 107 ELEŞTİREL AKILCILIK VE POLİTİKA .......................................................... 108 POPPERCİLİK ......................................................................................... 111 POPPER’İN VE POZİTİVİZMİN ELEŞTİRİSİ ............................................... 113 KUHN VE FEYERABEND’İN PROBLEMLERİ ............................................. 120 PARADİGMA KAVRAMI VE TOPLUMBİLİMLERİ ..................................... 121 PARADİGMA KAVRAMI VE İNSAN BİLİMLERİ ........................................ 123 PARADİGMALAR VE POLİTİKA ............................................................... 125 YÖNTEM KURALLARI NEDİR? ................................................................ 128 ARİSTO .................................................................................................. 133 FREGE VE HUSSERL’İN ANTİPSİKOLOJİZMİNİN TARİHİ .......................... 167 YİRMİNCİ YÜZYIL FELSEFESİNDE FENOMENOLOJİ VE HİZİPLEŞME ....... 177 Fenomenoloji.................................................................................... 177 PSİKOLOJİZM VE SOSYOLOJİZM ............................................................ 206 FELSEFİ BİLGİNİN SOSYOLOJİSİNE DOĞRU ............................................ 209 Felsefenin Felsefi Ve Buna Karşıt Olarak Felsefi Olmayan Tarihi ...... 209
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ÖNSÖZ Bu kitap, psikoloji tarihinin önemli bir yönünün, sosyolojik ve felsefi anlamda yeniden şekillenmesini anlatmaktadır. Felsefi çelişkilerin, ortaya çıkma ve son bulma nedenleri, felsefi bilginin sosyolojik çelişkileri, psikolojizm tartışmasının; felsefenin yakın tarihinde neden yer alması gerektiği, kitabın ana konularıdır. Ondokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarında Alman akademik felsefesinde psikolojizm üzerine yapılan tartışmaları içermektedir. Psikolojizm tartışması üzerinde, bilimsel bilgi sosyolojisinin sunduğu bakış açılarını anlayarak değerlendirmek; konu hakkındaki sorunlara bir nokta koyacak gibi görünmektedir.
"PSİKOLOJİZM"
"PSİKOLOJİZM"
St. Clements University / TĂźrkiye Enformasyon Ofisi
"PSİKOLOJİZM"
“AYNI ESKİ HİKÂYE” PSİKOLOJİZM Psikolojizm, felsefi problemlerin, ancak psikolojinin cevaplandırabileceği sorunlar olarak yorumlanmasını ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Felsefe tarihinde özellikle John Locke (1632-1704) ve David Hume (1711-1776) tarafından
temsil
edilen
deneycilik
akımının
birçok
anlayışında psikolojizm kendini açıkça belli eder. J. Locke'un insandaki kavrama yetisini açıklarken kullandığı anahtar kavram, Rene Descartes'in ünlü "ide" kavramıdır. Hem Descartes, hem de Locke için insan zihninin bütün içerikleri (algı, inanç, düşünce, duygulanım vb.) "ide"lerden oluşur. Descartes bazı idelerin insan zihnine Tanrı tarafından yerleştirildiğini söylerken, Locke bütün ideierin insanın tecrübesinden kaynaklandığını ileri sürer. Yani Locke için bilgi, ide'lerin uyum ya da ilişkilerin veya uyumsuzluk ya da karşıtlıklarının
zihin
tarafından
algılanması
ve
kavranmasından ibarettir. D. Hume ise fazladan olarak ide'leri duyu izlenimlerinden ayırır. Hume'a göre ideler, duyu izlenimlerinin zihi-ne daha silik biçimde kopya edilmiş etkileridir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu ayrıma rağmen her iki filozofun da 'anlam'a bakışları ortak ve psikolojistçedir. Anlam, onlara insanın önceki duyusal
bağımlı
deneyimlerine
imgeler
olarak
görünmektedir. Deneyci felsefede psikolojizmin kendini ortaya koyduğu bir diğer yer de, Hume'un nedensellik teorisidir. Hume, hangi idelerin
hangi
duyu
izlenimlerinden
kaynaklandığını
araştırırken neden ve sonuç arasında zorunlu ve önceden belirlenmiş bir ilişki bulunmadığı fikrine ulaşır. Ona göre böyle bir nedensellik ilişkisi varsa, bunun da bir izlenim olması gerekir. Oysa olup biten tek şey, neden ve etki denilen durumların birbirlerinin ardısıra gelmesidir. Biz ise sürekli ve tutarlı olarak ardarda gözlemlediğimiz olaylardan birini gördüğümüzde, öbürünün de ortaya çıkmasını, onları birlikte algılamamızın neden olduğu bir alışkanlıktan dolayı bekleriz. Aynı şekilde nasıl nedensellik 'zorunlu
bağlantılı
duyumlarımızdan
kaynaklanıyorsa,
ahlakın kaynağı da akıl değil, içduyumlarımızdır. Locke ve Hume'un deneyciliği, ortaya çıkış zamanlarından beri etkilerini sürdürmüş ve modern düşüncenin vazgeçilmez yapı taşlarından olmuşlardır.
"PSİKOLOJİZM"
Bu fikirler Tanrı ile evren arasındaki metafiziksel bağlantıyı kopararak modern bilime felsefî bir temel hazırlamıştır. Onların önemli etkilerinden biri de XIX. yüzyılda J.S. Mili tarafından geliştirilen çağrışımcı psikolojiye ve faydacı felsefeye kapıyı aralamalarıdır. Mili, deneyciliği mantıksal sonuçlarına götürerek bütün zihinsel olayların ortaya çıkışını çağrışımlarla açıklar ve "alışkanlık duygulara ve yaşama tarzına kesinlik kazandıran biricik şeydir" der. Artık hareketlerimiz bize verdikleri haz oranında iyi olarak değerlendirilir. Semptomdan bahsederken de aynı yapı kavramında olduğu gibi bütünsel bir kendiliğe değil, aynı anda birden fazla anlama gelebilecek, kişinin birbirinden farklı hatta birbiriyle çelişkili, tutarsız ve zıt yönlerini ortaya koyan bilinçdışı bir oluşuma işaret ediyoruz. Bu bir yandan insanı, daha genel anlamıyla varlığı içinde taşıdığı zıtlıklarla, imkânlılık ve imkânsızlıklarla ele alan 19. yy modernizminin, özneyi kaçınılmaz bir bölünüşle tanımlayan psikanalizin doğuşunu nasıl hazırladığını da açıklar. Freud’un giderek yayılan ve serpilen 20.yy modernizminin ortalarına doğru kaleme aldığı benliğin bölünüşü çalışması, psikoz ve nevroz arasındaki ilişkiler de dâhil olmak üzere, öznenin ruhsal gerçeklik ve dışsal gerçeklik, bilinç ve bilinçdışı, haz ve hoşnutsuzluk
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
arasında nasıl bölündüğüyle ve insanın içinde taşıdığı bu yarığın büyüklüğünün patolojideki belirleyiciliğiyle ilgilidir. Benliğin ya da öznenin bu kaçınılmaz bölünüşü neyin pahasına ya da kazanımınadır? Bu Freud’un en az 19. yy modernistlerinden Marx, Nietzsche yahut Dostoyevski kadar ilgilendiği bir sorudur ve çözüm sonlu ve sonsuzu barındıran insanın ne birbirinden kopuk sınırsız bölünüşlerinde, ne de öznelliğinin teminatı olan farklı boyutların varlığının inkârındadır. Bunlar Lacan’ın Gerçek, Simgesel ve İmgesel olarak tanımladığı ve ruhsallıkta her biri birbirinin içine geçmiş olarak bulunan üç boyuttur ve bize anlamın insan yaşamında neden tek boyutlu olamayacağının da bir ipucunu verirler. Çünkü bu bir nevi insanın sonlunun içine hapsolmasıdır ve böylesi bir durumda da çoğu kez payına düşen ya depresif bir içe çekilme ya da yoğun ve ani patlamalardır. İnsan varlığına beden imgesini kazandıran ve bu imgenin sürekliliğini veren imgesel boyut, aynı zamanda özneyi kurguladığı
düşlemlerin
yanılsamasıyla
adım
atmaya,
nesneye cesurca yönelmeye ve edime başvurmaya iter ve anlaşılacağı
üzere
tüm
bu
tamamlanma düşlemini barındırır.
hareketlerin
temelinde
"PSİKOLOJİZM"
İnsan varlığının hem dünyayla hem de diğerleriyle ilişkilerini düzenleyen başta dil olmak üzere her türlü simgesel referans ise
öznenin
tarihselliğini
oluşturan
anlatının,
anlatı
olabilmesini yani birbirini takip eden başlangıçları, sonları, tekrarları ve kırılmaları içeren düğümleyici noktaları sağlar. Fakat
Hegel’in
de
yazdığı
gibi
insanın
gözlerine
baktığımızda keşfettiğimiz bir karanlık vardır ve bir gece gibi içine daldığımız bu karanlık, aynı zamanda dünyanın korkutucu karanlığı, öznenin ruhsallığından dünyaya fırlattığı ve her seferinde kapısını çalan gerçek’tir. Bu birbirinden farklı üç düzlemin birlikte bulunamayışı ya da herhangi birinin eksikliği ya ruhsallığın Marcuse’un tabiriyle tek boyuta indirgenmesine ya da çözünmesine yol açar. Bireysel psikolojiyi sosyal psikolojiden ayırmayan Freud’dan ve bilinçdışını ötekinin söylemi olarak tanımlayan Lacan’dan hareketle, bu üç boyutun birlikteliğinin aynı zamanda sosyal bağın oluşumunu da belirlediğini ve herhangi birinin yokluğunda toplumsal yapıda ya homojenleşme ya da parçalanma gözlemlenebileceğini öne sürebiliriz. Bu aslında çelişkileri içinde taşıyan ve varoluşuna anlam bulma
çabasıyla
bitmek
bilmeyen
tutarsızlıklara
ve
belirsizliklere toslayıp, yine de bu çalkantılardan umudu
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
sürdürerek çıkmaya çalışan modern insandan farklı olan postmodern
kültürde
her
türlü
simgesel
referansın
sorgulandığı ve hangi türden olursa olsun her üretimin ve ilişkinin “kendi kendine işaret ettiği” bir kapalı döngünün habercisidir. Modernliğin
hem
kendisine
ait
çelişkilerinden
ve
dinamiklerinden gelen hem de onu anlamsızlaştıran bu kırılma, geçmişin nostaljisinden arınmaya çalışırken, zamanı dahızla yakalanması gereken bitimsiz ve parçalı bir imkânlılıklar bolluğuna dönüştürür. Lacan’ın tam da İkinci Dünya Savaşı’nın akabindeki çalışmalarında işaret ettiği modernite ve psikoz ilişkisi, “simgeselin buharlaşmasıyla” ilişkilerde
sıradan
hale
gelen
temassızlığı
ya
da
ayrışamamayı vurgular. Kültürel referanslardan arınma ve insanileşmeyi sağlayan simgesel değerlerin boşluğu yerini hemen ivedilikle değişebilen geçerliliklere, en küçük ayrıntısına
kadar
içinde
kaybolduğumuz
bürokratik
prosedürlere ve süreçten yoksun pratik davranma şekillerine, dahası neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen hakikat bilirkişilerin, guruların, diktatörlerin ve çeteleşmelerin türemesine bırakır. Ve bu durumun kendisi artık içinde anlam bulabilme umuduyla değil de çaresizlikle çırpındığımız bir çelişkiler yığınına ve beraberinde getirdiği bir kavram
"PSİKOLOJİZM"
karmaşasına yol açar. Bu karmaşanın hem nedenlerinden hem de sonuçlarından biri başta simgesel boyutun yanlış anlaşılmasıdır. Simgesel, imgesel ve gerçekten farklı ve ancak onlarla birlikte olarak, katıksız bir farklılaşmanın ve ayrışmanın, dolayısıyla da eksikliğin garantisidir. Bu hem insandaki farklı dinamiklerin, hem de sosyal bağdaki çoğullukların ayrışarak bir arada olabilmelerini sağlayan bir konsensüs işlevi görür. Yine de nasıl bir ayrışmadan bahsettiğimizi açmakta yarar var çünkü söz konusu olan postmodern tüketim
ilişkilerini
belirleyen
birbirinden
kopuk
bir
alternatifler çokluğunu ve bunlardan her birinin kapalı bir sistemde kendi otoritesini kurup, egosunu şişirdiği telaşlı bir tanınma hırsını belirtmekten uzaktır. Ayrışabilme, ne ötekinin içinde eriyip kaybolmadan ne de bozguna uğratmayı düşlediğimiz
tehditkâr
bir
dışsallık
yanılsaması
yaratmaksızın “ile olabilme” halini sürdürebilmektir. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşının insanlık tarihinde bıraktığı izler, insanlık tarihinden adı ve ölümü silmesi bakımından modernizmin ve bilimsel söylemin serüveni içinde radikal bir dönemeç olarak ele alınmıştır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu dönemecin bir ürünü olan teknik belirlenimciliğin her türlü egemenliğine karşı üretilen yeni bireysel ve toplumsal ifade “stilleri” ise içinde bulunduğumuz “insanlık krizini” anlamaya ve belki de aşmaya olanak sağlamaktadır. Bu anlamda
Lacancı
yaklaşımın
bilinçdışı
özne
kuramı,
öznelliğin gerçek, imgesel ve simgesel olmak üzere farklı boyutları, arzu nesnesi ve psikoz gibi kavramları bireyselin toplumsalla olan bu bağı çerçevesinde düşünülmüştür. Avrupa akademik çevrelerinde ve araştırma merkezlerinde nitel araştırma yöntemlerinin sosyal bilimciler tarafından kullanımı tarihsel olarak 1960’lara kadar uzanmaktadır. Sosyal bilimlerin genelindeki bu eğilimin psikolojiyi içine alması ise 1990’ları bulmuştur. Bu gecikme, psikolojinin, kendini doğa bilimlerinin yakınında konumlandırmasıyla, bilim ve bilimsel yöntem anlayışının tekilliğiyle ve sayısallaştırmaya yönelik açık yanlılığı ile ilişkilendirilebilir. 1990’lar bir yandan nitel araştırma yöntemlerinin psikoloji içerisinde tanınması ve yaygınlaştırılması açısından önemli gelişmelere sahne olurken diğer yandan nitel çalışmalara karşı direncin akademik çevrelerde yoğun olduğu yıllardır. Yöntemi nitelleşttirmek psikolojinin “merkez” ya da
"PSİKOLOJİZM"
“baskın” grupları tarafından bilimselliği tartışmalı ve olası katkıları sınırlı bir çaba olarak görülmüştür. Bu direncin temel sebeplerinden biri nitel geleneğin basit şekliyle psikolojiye bir yöntem çeşitliliği önermiyor, aksine disiplinin bilim anlayışını, mevcut yöntemlerin temellerini ve ürettiği bilgiyi sorguluyor oluşudur. Nesnelliği ile idealize edilen psikoloji, erkek-egemen, ortasınıf ve Batılı oluşuyla eleştiriliyor; “gerçeği” keşfetmediği onu inşa ettiği iddia ediliyordu. Bu bağlamda özellikle feminist yaklaşımların ve sosyal inşacılığın etkilerinin altını çizmek gerekir. XIX. yüzyılda romantik hayat ve öz felsefelerinde, felsefedeki bu psikolojizme yoğun bir tepki ortaya çıkmıştır. Örneğin öz felsefesinin kurucusu Edmund Husserl, ünlü eseri Mantık
Araştırmaları'nın
ilk
bölümünü
psikolojizmin
eleştirisine ayırmış, bütün idelerin psikolojik yapılardan bambaşka bir karaktere sahip olduklarını, insan zihnindeki basit
imgeler
olmayıp
kendi
nesnel
gerçeklikleri
bulunduğunu savunmuştur. Fakat modern düşünce ve modern bilimle son derece uygun konumundan dolayı zamanla gelişip güçlenen yeni idealist felsefeler değil, Locke ve Hume'un temellerini attığı psikolojizm olmuştur.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Psikolojizm konusunda Alman çelişkisinin kitap boyutunda bir çalışması için en doğal başlangıç noktası Hegel’in ölümüyle yüzyıl dönümü arasında Alman felsefesindeki önemli olayların standart öykülemesinin bir hatırlatıcısıdır. Hegel’in
1831
yılındaki
ölümünden
sonra
Almanya’daki idealist felsefenin itibarı hızla zedelendi ve felsefe, entelektüel alandaki üstünlüğünü doğal bilimlere kaptırdı. Felsefenin biçim değiştirerek değişen koşullara uyum sağlaması gerekti. Bu pek çok filozofun “natüralist” ya da “pozitivist” bir yaklaşımı, yani bilgi idealinin ve deneysel bilimlerin gerekçelendirilmesinin felsefe için de geçerli olduğu
görüşünü
benimsediği
anlamına
geliyordu.
(Feuerbach’tan Marx ve Engels’e diğerleri daha da ileri giderek materyalist felsefeler geliştirdiler). Bu natüralist duruş, filozofların felsefi sorunları, yani epistemolojik, mantıksal ve etik sorunları, deneysel araştırma yoluyla çözmeye çalıştığı anlamına geliyordu. Kant’ın aşkın felsefesi bu süreçte yeniden yorumlandı: İnsan bilişselliğine dair Kantçı apriori kaynakların çalışması artık insanların madde olarak elde ettiğinden psikolojik ya da fizyolojik olarak önce gelen şeyin bir incelemesi, dolayısıyla (von Helmholtz gibi) fizyologlar ya da (Wundt gibi) psikologlar için bir konu olarak ele alınıyordu. Bu felsefi doğalcılık doruk noktasına,
"PSİKOLOJİZM"
mantığa psikolojik açıdan yaklaşma girişiminde ulaştı. Bu türden bir tedavinin yolunu İngiliz ampirisizmi (Locke, Hume ve Mill) çizmişti. Mill Psikolojiden bir bilim bile farklı olmayan ve Psikolojiyle uyumlu bir mantık üzerine yazmıştı. Bir bilim olduğu kadar, Psikolojinin bir parçası ya da dalıdır; psikolojiden bir yandan parçanın bütünden ayrılması gibi, öte yandan sanatın bir bilimden ayrılması gibi ayrılır. Teorik temelleri bütünüyle psikolojiden alınmıştır ve bu bilimden sanat kurallarını gerekçelendirmek için gerekli olan ölçüde şey taşır. Erdmann, Lipps ve Sigwart gibi Alman mantıkçılar Mill’in izinden gittiler. Onlara göre mantık “düşüncenin fiziği” idi ve mantıksal kanunların insanların mantık yürütme biçiminin deneysel genelleştirmeleri olduğunu düşünüyorlardı. Dahası, Mill ve takipçileri matematiğin de psikolojik bir yorumunu yaptılar. Sayılar fikir ya da sunumlardı ve ideal, soyut platonik oluşumların varlığı inkâr ediliyordu. Ama tüm bunlar bir “karmaşa” ve “müthiş bir hata”ydı. Neyse ki Husserl ve Frege gelerek sonunda işleri yoluna koydular. Dolayısıyla felsefede natüralizm çağı 1900 yılında, Husserl felsefe alanında natüralizme saldırısını
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
başlattığında son buldu. Husserl “psikolojizm”in (yani psikolojiyi felsefe ve bilimlerin temeli haline getirme girişiminin) kendini çürüten bir doktrin olduğunu gösterdi. Husserl
Frege’nin
kendisinin
önceki
“psikolojist”
görüşlerinden hoşnutsuz olduğu eleştirisiyle doğalcılığın karşısında
konumlandırılmıştı;
dolayısıyla
Frege’nin
“psikolojizm” çürütmesinin tarihsel bir önceliği vardır. Frege başta “Avrupalı” matematikçi ve mantıkçı arkadaşları tarafından görmezden gelinirken psikolojizm eleştirisi daha sonra Russell, Moore, Wittgenstein ve Carnap ve Popper’dan Sellars’a analitik filozoflar tarafından ele alınmıştı. Bu düşünürler
psikolojizmi
felsefenin
gitgide
artan
alt
alanlarından çıkararak felsefenin psikolojinin tuzaklarından kaçışına son verdiler. Bu anlatının yüzeysellikleri ve çarpıklıkları ne olursa olsun “aynı eski hikâye” nin psikoloji alanındaki çekişme üzerinde yapılacak bir çalışmanın her modern felsefe öğrencisi için gerekli bir okuma olması gerektiği iddiasını desteklediği yeterince açık olmalıdır. Ne de olsa, bu hikâye doğruysa psikolojizmin çürütülmesi yalnızca “felsefe tarihinde büyük bir kırılma noktası” ve yirminci yüzyıl felsefesinin bütününün tanımlayıcı olayı
"PSİKOLOJİZM"
değil, aynı zamanda “felsefede hiçbir ilerleme olmadığına inananlar için etkileyici bir öyküdür.” Bugünlerde yalnızca birkaç kişi bu görüşü resmen benimsemektedir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
PSİKOLOJİZM: TANIMLAR VE SUÇLAMALAR
Pek çok filozof “aynı eski hikâye"nin yakın felsefe geçmişimizin gerçek hikâyesini anlattığını kabul eder. Başka bir deyişle, Frege ve Husserl’in psikolojizmi kararlılıkla reddettiğini savunurlar. Bu yaygın görüş göz önünde bulundurulduğunda, pek çok filozof için psikolojizm kanserinin hala hayatta oluşu ve semptomlarına ya da doğasına ilişkin bir uzlaşının bile olmayışı, en azından felsefeye “yabancı” olanlar için bir tür sürprizdir. Gerçekten de pek çok yazar psikolojizmin “net olmaktan uzak bir fikir”, “oldukça anlaşılmaz bir doktrin”, “sistematik olarak belirsiz” ya da “felsefi bir konum olmaktan çok bir yakıştırma”
olduğundan
şikâyet
etmiştir.
Psikolojizm
suçlamasının tam olarak ne anlama geldiğinin çoğunlukla net olmaktan uzak olduğunu ya da suçtan kaçınmanın neredeyse imkânsız göründüğünü iddia ederler: Her türlü önlemi aldığına inanmana karşın en kötü düşmanın kaçınılmaz olarak bunu açığa çıkarır”. Bir yazar bu tuhaf fenomenin bir çalışmasının “felsefe sosyolojisinde ilginç bir bölüm sunacağını” dahi söylemiştir.
"PSİKOLOJİZM"
Burada psikolojizmin tanımlarının bir tarihini ya da Frege ve Husserl’in günlerinden bugüne psikolojizmin suçlamalarının bir tarihini yazamayacak olmama rağmen, psikolojizmin son elli yıla ait tanımlarından birkaçını listeleyerek ve bir suçlayanlar ve suçlananlar tablosu sunarak bu hayal kırıklığı yaratan yorumları haklı çıkarmak için harcadığımız zamana değer belki. Husserl’in savunduğu mantık anlayışının temelde Platoncu olduğunu belirtmekte, ancak onun deneyimi bilgiden dışlamadığını ve deney-bilgi ilişkisinde Kant’tan farklı düşünmediğinin altını çizmektedir. Husserl, zihnimizin doğa yasalarını önsel olarak kurma imkânı olmadığını belirterek, mutlak bilginin asla deneysel alanda elde edilemeyeceğini, fakat saf mantığın yasalarıyla mathesis pura’nın yasalarını içeren saf kavramsal bilginin alanında elde edileceğini savunur. Edmund
Husserl’in
psikolojizmden
görüngübilime
(fenomenoloji) giden felsefi yolculuğunda psikolojizm ve tarihselcilik eleştirisi önemli bir rol oynar; özellikle psikolojizm veya bilimsel akılcılık eleştirisi 20.yüzyıl Kıta Avrupası felsefesi açısından da çığır açıcıdır. Husserl’in söz konusu eleştirisini getirdiği ve aynı zamanda yeni bir felsefe
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
yapma tarzının da habercici olan iki ciltlik Mantık Araştırmaları adlı çalışması görüngübilim geleneğinde bir başyapıt olma özelliğini hala korumaktadır. Bununla birlikte söz konusu eserin Husserl’in diğer eserleri arasındaki konumu tartışma konusu olmuştur. Husserl’in mantık araştırmaları’ndaki betimsel görüngübilimine daha fazla değer atfedenler, görüngübilimin uzun tarihinde onun bir başlatıcı olarak önemine dikkat çekerler. Zira Husserl’in ilk dönemdeki ve kimilerine göre gerçekçi görüngübilimini terk edip, tekbenci bir idealizme, dünyasız bir özne felsefesine ve diyalektik olmayan, verimsiz bir aşkın yönteme saplandığı yönündeki kanaat Heidegger sonrası görüngübilimde yaygın hale gelmiştir. Özne, olduğu haline ancak ona klinik, sosyal, ahlaki ya da evrensel olarak dayatılan kalıpları olumsuzlayarak ulaşabilir. Bu aynı zamanda öznenin onu özne yapan ve ayırt edici semptomunu ya da genel olarak şikâyetini belirleyen şeyin sorumluluğunu almasıdır da. Bu durumda söz konusu olan başına gelenlerden ne masum ne de mağdur bir öznedir; tam tersine özgürlüğünü öznel yükümlülüğünden sıyrılmayarak bulan bir öznedir. Bu açıdan bakıldığında psikanalitik yöntemin insanı büyüten, daha doğrusu olgunlaştırıcı bir tarafının olduğunu öne sürebiliriz.
"PSİKOLOJİZM"
Bu kişinin kendisi ya da semptomu hakkında nesnel bir bilgiye erişmesinden ziyade, kendisiyle ve semptomuyla yaşamayı bildiği bir olgunlaşmadır. Ancak Husserl’in sağlığında yayımlanmamış çalışmaları yayımlandıkça
ve
eserleri
daha
itinalı
bir
şekilde
incelendikçe, onun ilgi alanının genişliği ve söz konusu yargıların yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Husserl Mantık Araştırmaları’nın uzun felsefi yolculuğunda sadece bir başlangıç olduğuna inanmıştır. Nitekim onun aşkınsal görüngübilimden fikirlerinin
son
dönem
görüngübilimine
nüvelerini
mantık
araştırmaları’nda
kadarki görme
olanağı vardır. Psikolojizm en geniş anlamıyla mantık ilkelerini, metafiziği, bilgibilimi (epistemoloji), hatta etiği, tüm felsefi kavram ve sorunları psikolojik görüngüler olarak gören ve öznel psikolojik deneyim açısından açıklamaya çalışan felsefi yaklaşımdır. Husserl’in pozitivizme karşı savaşımı onun psikolojizm ya da doğalcılık (natüralizm) eleştirisi olarak bilinir. Doğalcılığı temelde kuşkucu bir eğilim olarak gören Husserl, bu bağlamda tarihselciliği de doğalcılıkla akraba görür. Husserl en ayrıntılı psikolojizm eleştirisini mantık araştırmaları’nın birinci cildinde yapmıştır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Kesin bir bilim olarak felsefe’nin önemli bir kısmı yine doğalcılık eleştirisine ayrılmıştır. Husserl’in söz konusu eserinde haklı olarak belirttiği gibi felsefenin kesin bir bilim olma savı sadece modern zamanlara özgü bir durum değildir. Gerek ilkçağ gerekse ortaçağlarda felsefenin bizi kesin bilgiye ulaştırmada en uygun yöntemi sunan bir bilim olduğu dile getirilmiştir. Bilim dediğimiz şey problemleri, yöntemi belli olan, öğrenilebilir ve öğretilebilir bir şeydir. Oysa felsefede nesnel olarak kavranmış ve gerekçelendirilmiş fikirler yoktur; bu yüzden de felsefe öğrenilmez. Eşdeyişle, felsefenin henüz ne kavramsal olarak sınırları iyice belirlenmiş ne de anlam bakımından
problemleri,
yöntemleri
ve
teorileri
tam
anlamıyla aydınlatılabilmiştir; hatta Husserl felsefenin mükemmel olmayan bir bilim olduğunu değil, henüz bir bilim olarak bile başlamadığını söyler. Çünkü felsefede nesnel olarak gerekçelendirilmiş en küçük bir teorik içerik yoktur. Burada A’dan Z’ye her şey tartışmalı olup her tavır bireysel bir kanaat, okul görüşü ve bakış açısı meselesidir. Husserl’in felsefe tarihiyle ilgili gerekçelendirilmemiş bu sözlerinin fazlasıyla afaki olduğu ortadır. Açıkçası Husserl tüm bir felsefe tarihini bilim dışı ilan etmekte, bir nevi
"PSİKOLOJİZM"
“edebiyat” olarak yorumlamaktadır. Onun tarihte pek çok dâhinin felsefenin doğrudan kendi alanıyla ilgili hususlarda yaptığı, tutarlı, iyi gerekçelendirilmiş katkılarını göremiyor olması şaşılacak şeydir. Felsefede “nesnellik” aranacaksa bu bağlamda aranmalıdır. Ne var ki Husserl’in tüm bir felsefe tarihiyle ilgili söyledikleri ilk defa onun tarafından dile getiriliyor değildir. Husserl’in arzuladığı kesinlik idealini daha 17.yüzyılda sloganlaştıran Descartes kendinden önceki tüm felsefelerin felsefi ya da bilimsel kesinlikten yoksun olduğunu iddia eder. Ayrıca Husserl, zamanına kadarki tüm bir felsefe tarihini bilim dışı ilan etmekle pozitivizmle ve hususi olarak August Comte’la aynı çizgide buluşmaktadır. Comte’un bilim değil, metafizik diye değersizleştirdiği felsefe tarihi Husserl’de bireysel kanaatler tarihi ya da bir edebiyat türü olarak yorumlanır. Husserl’in felsefe tarihine yönelik bu eleştirileri ciddi bir haklılık zemini olmayan afaki değerlendirmelerdir. Doğalcılığa olan onca nefretine ve çok başarılı eleştirisine rağmen, Husserl çağının bilimsel kesinlik idealini paylaşır; onun hem mantık araştırmaları’nda hem de kesin bir bilim olarak felsefe’de özsel bir karşıtlığına rağmen, pozitivizmle bazı tavır benzerlikleri görülür.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Pozitivizm kabaca bilgiyle ilgili tüm sorunların doğabilimsel yöntem modeliyle çözülebileceği inancını, olguların mekanik sebep-sonuç gözlemlerine dayalı bir anlayışı ifade eder. Duyu verileri karşısında tam bir dogmatik tavır sergileyen pozitivizm nesnellik iddiasını da doğrudan bu yönteme dayandırır. İşte pozitivizmin olgu temelinde hedeflediği nesnel bilimi Husserl mantık araştırmaları’nda idealite temelinde kurmaya çalışır. Onun bu bilim idealindeki yıldızları pozitivist felsefenin de öncüleri olan filozoflardır. İlkçağda matematiksel kesinlik modeline yaptığı vurgusuyla Platon ve doğrudan matematiksel, mekanik sistemi ve temelci bilgibilimiyle pozitivizmi öncelemiş olan Descartes, Husserl tarafından felsefenin kesinlik arayışında devrim yapan filozoflar olarak görülür. Ona göre, Descartes’ta egemen olan bu kesinlik arayışı Kant ve Fichte’nin felsefelerinde de devam etmiş, ancak romantik felsefe tarafından sekteye uğratılmıştır. Husserl, Kant ve Fichte’ye duyduğu sempatiyi Hegel’den esirger. Kuşkusuz Hegel’in Husserl’in sempatisini kazanamamasının sebebi sadece temelci karşıtı olması değildir; hatta çok daha önemlisi onun (batı geleneğindeki ilk) tarihsel bir düşünür olmasıdır.
"PSİKOLOJİZM"
Bundan dolayı Husserl, Romantik felsefeyle Hegelci felsefeyi modern felsefenin kesin bilim olma idealinden bir sapma olarak görür. Özellikle Hegelci felsefenin, felsefeyi çağın tiniyle ilişkilendirmesinin ve o şekilde her zamandaki felsefeye bir haklılık payesi vermesinin bir kuşkuculuk içerdiğini savunur. Böylece Hegel felsefesi Husserl nazarında adının önündeki “mutlak”a karşın bir “göreci” felsefe olur. Hatta Husserl, Hegelci felsefenin bu “kuşkuculuğunu” dünya görüşü felsefesinin hazırlayıcılarından biri olarak kabul eder. O, felsefenin amacının belli bir çağın ya da dönemin dünya görüşü değil, tüm zamanlar için geçerliliğini koruyacak olan bir bilim olmak olduğunu savunur. Bu bakımdan Husserl doğalcılık ve tarihselcilik karşıtı iddiasında olmasına rağmen dünya-görüşü felsefesini (bir bilim olarak) felsefenin dışına iter. Böylece Husserl 20.yüzyılda felsefenin bir bilim olması yönündeki en büyük iki engelin doğalcılık ve tarihselcilik olduğunu iddia eder.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl doğalcılığı felsefeyi bir bilim olarak kurma amacı gütmesine rağmen, tarihselcilikten daha tehlikeli sayar. Çünkü doğalcılık sırf deneysel bilim temelli yöntemiyle bu amacı gerçekleştirmek istemektedir. Bu eğilim olgu kafalı insanlar
yetiştirebileceğinden
Batı
kültürü
için
tarihselcilikten çok daha tehlikelidir. Ancak Husserl’in eleştirileri hem doğalcı hem de tarihselci felsefenin kuşkuculuklarının arkasında yatan şeyin onların indirgemeci tavrı
olduğunu
imlemektedir.
Yöntembilimsel
ve
bilgibilimsel bir tavır olarak tarihselcilik temelde insan bilgisinin tarihsel bir karaktere sahip olduğu savından yola çıkar. Özellikle
doğabilimsel
modelin
insan
bilimlerine
uygulanmasına şiddetle karşı çıkarak, her çağın kendi biricikliği içerisinde, kendi paradigma ya da ilkeleriyle anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Çözen ya da kesin bir sonuca ulaştıran yöntem anlayışına karşı, görüngüyü tarihsel koşulları içerisinde anlamayı savunur. Bu noktada Husserl her şeyi psikofiziğe indirgeyen doğalcılıkla her şeyi tinselliğe ve tarihsel oluşuma indirgeyen tarihselciğin biçimsel olarak ortak bir noktada, yani indirgemecilikte ve görececilikte buluştuğunu düşünür.
"PSİKOLOJİZM"
Doğalcılığı kabaca tinsel ve ideal olan her şeyi doğal olana indirgeyen ve doğabilimlerinde kullanılan yöntemin tüm bilimler için mutlak bir model olduğunu savunan anlayış olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda doğalcılık pozitivizmle özsel olarak akrabadır. Husserl doğalcılığı ıralayan en önemli iki şeyin hem bilincin onun niyetsel içkin verilmişlikleriyle beraber doğallaştırılması olduğunu savunur. Bunun yanında Husserl, Hegel felsefesini bilimselliği olanaklı kılacak akıl eleştirisinden yoksun olmakla suçlar. Hegel’in Kant’la olan ilişkisi göz önüne alınırsa böyle bir eleştiri
pek
eleştirisini
doğru
gözükmemektedir.
gerekçelendirecek
herhangi
Ancak bir
Husserl
ayrıntı
da
vermemektedir. Ve böylece psişik görüngünün kendi bağımsız varlık alanının tanınmaması hem de idelerin ya da idealite alanının doğallaştırılması
olduğunu
söyler.
Doğalcılık
psişik
görüngüyü fiziğe indirgemekte ya da fiziksel olana paralel olarak eşlik eden bir olgu olarak yorumlamaktadır. Bu
bakımdan
doğalcılık
indirgemeci
olduğu
kadar
belirlenimcidir de (determinist). Var olan her şey psikofizik yasalar çerçevesinde okunursa buradan zorunlu olarak her şeyin o yasalarca belirlendiği sonucu çıkar.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu belirlenimcilik içerisinde insan irade ve özgürlüğünün temellendirilmesi daha da güçleşecektir. Böylece doğalcılık bizim iradi, niyetsel görüngülerimizi de doğallaştırıp, tamamen
biyofiziksel
mekanik
bir
yapımıza
hayvana
indirgediğinde,
dönüşecek
ve
bu
insan noktada
Kartezyenizmle buluşacaktır. Descartes’ın mekanik işleyen hayvanı ve La Mettrie’in makine insanı doğalcılığın biyolojik, kimyasal yasaların hüküm sürdüğü insan anlayışıyla koşutluk arz eder. Husserl’in Batı kültürü için çok tehlikeli gördüğü sözde bilimsellik tam da budur. Öte yandan Husserl doğalcılığın sadece bilincimizi ve niyetselliğini değil; ideleri, mutlak ve ideal normları da doğallaştırdığına dikkat çeker. Husserl’in idealite tartışması bir anlamda bilginin nasıl mümkün olduğunun da tartışmasıdır. Bilindiği gibi Husserl idealiteyi tüm bir bilmenin ön koşulu olarak kabul eder ve bu noktada o göreceliğe karşı bir kalkandır. Ona göre, doğalcı aslında idealiteyi doğallaştırarak farkında olmadan kendi bilgibiliminin teorik zeminini de yok etmektedir. Fakat doğalcı eylerken tutarlı davranmaz. Pratikte varsaydığı şeyi teoride reddeder. Bu yüzden Husserl doğalcının davranışında idealist ve nesnelci olduğunu
"PSİKOLOJİZM"
savunur. Husserl, doğalcılığın öne sürdüğü teorilerin, belirlediği normların teori ve norm olmanın anlamı bakımından
farz
ettiğini
inkâr
ederek
radikal
bir
kuşkuculuğun eşiğine geldiğini, ancak antik kuşkucuların attığı adımı atmadığını belirtir. Çünkü doğalcı hem teorik hem değersel hem de pratik aklı doğallaştırır. Ancak Husserl buna rağmen doğalcının izlediği yolu sonuna kadar devam ettirmediğini ve ilkçağ kuşkucuları gibi aklı açıkça inkâr etmediğini söyler. Böylece doğalcılık burada da tutarsızlığını sürdürür. Aslında bu eleştiri biraz daha ileri noktaya taşınabilir. Sözde bilimsel akılcılığına rağmen doğalcılık aklı ve onun tüm türlerini doğallaştırarak bir irrasyonalizme de düşmektedir. Çünkü burada bilen, eyleyen ve değerlendiren akıldan geriye neyin kaldığı ciddi bir temellendirme sorunu oluşturmakta ve insanın klasik tanımındaki akıl anlamını yitirmeyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nokta, doğalcılığı hem görece kuşkucu hem de indirgemeci ve belirlenimci olarak okumaya imkân vermektedir. Husserl’e göre, yine de doğabilimciliğin gözden düşmesi bizim felsefenin kesin bilim olma idealinden vazgeçmemizi icap ettirmez.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Çünkü felsefede kesin bilim idealinden vazgeçmek, kesin bilimin ancak olgu temelli bir bilim üzerine kurulacağı inancından kaynaklanır. Bilimsel felsefeden sadece olgu temelli bir bilim üzerine inşa edilmiş felsefeyi anlamak bir önyargı olup felsefenin bilim olma idealinden vazgeçiştir. Bilim yapılacağı inancı, felsefenin kendi bağımsızlığını kaybetmesi ve bir göreceliğin içine düşmesi sonucunu doğurur. Açıkçası burada Husserl felsefenin ancak kendi görüngü (fenomen) alanını belirlemesiyle başka bilimlere tabi
olmayan,
bağımsız
bir
bilim
olabileceğini
savunmaktadır. Husserl’in amacı aslında doğalcılığın kendi alanındaki nesnelliğinin dengini felsefede de kurmaktır. Kesin bir bilim olarak deneysel psikoloji mantık, bilgibilim (epistemoloji), estetik, etik ve pedagojinin, hatta metafiziğin teorik temellerini sağlayarak onlara bilimsel bir statü kazandırdığı iddiasındaydı. Husserl öncelikle azıcık bir kafa yormakla bile bir olgu-bilimi olarak psikolojinin, tüm normlaştırmaların saf ilkeleriyle, yani saf mantıkla, saf değerbilim (aksiyoloji), ve pratikle ilgili olan felsefi disiplinlerin teorik temellerini sağlamada ne kadar elverişsiz olduğunun görülebileceğini belirtir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl’e göre, doğabilimin felsefe olamayacağı ya da felsefeye temel sağlayamayacağını göstermek için, aslında onun çıkış noktası bakımından naif, yani dogmatik oluşuna işaret etmek yeterlidir. Doğabilim için doğa her zaman orada vardır; benden bağımsız olarak varlığını sürdüren doğa algımda bana verilebilirdir. Doğabilimin amacı bu kesin verilmişlikleri nesnel geçerli, kesin bilimsel tarzda bilmektir. Bu durum bir doğabilimi olarak psikoloji için de geçerlidir. O, psişik olanı kendi dünyası içinde ayrı bir görüngüler alanı olarak değil, ben olarak ya da ben yaşantısı olarak ele alır ve psikofiziksel bakımdan nesnel biçimde açıklar. Dolayısıyla her psikolojik açıklamada doğanın varolduğu yargısı mevcuttur; bu yüzden her psikolojik açıklama fiziksel bir anlam barındırır. Doğabilimin
kendi
tarzındaki
eleştirelliği
de
felsefi
eleştirellikten büsbütün farklı bir şeydir. Bilinç olarak tecrübenin bir nesneyi nasıl verebileceği ya da onunla nasıl mutabık olacağı vs. kabilinden bilgibilimin en hayati sorularına dogmatik eğilimli doğabilimsel açıklama tarzının yanıt vermesi düşünülemez. Çünkü bir bilgi kuramında doğabilimin dogmatikçe kabul ettiği her bilimsel iddia ya da bilim öncesi iddia ilkesel olarak etkisizleştirilir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Doğabilimin
varlıksal,
kaynaklanan
sorunları
yani
doğabilimi
doğabilimince
olmaktan
çözülemeyecek
şeylerdir. Husserl bu bakımdan psikolojik bir bilgibilim ya da doğabilimin bilgibilime temel olamayacağını savunur. Kuşkusuz,
Husserl’in
psikolojinin
felsefi
disiplinlere
kuramsal temel sağlayamayacağına ilişkin yargısı sadece doğabilimin
yapısı gereği dogmatik olması olgusuna
dayanmaz. Husserl Mantık Araştırmaları’nın önsözünde amacının mantık bilimine ve bilgibilime yeni bir temel sağlamak
olduğunu
ifade
eder.
Bu
açıdan
Mantık
Araştırmaları bir yandan mantığı mahiyetine uygun olarak temellendirmeyi amaçlarken, bir yandan da bize apriori kesinlik verecek bir bilgibilim inşa etme amacı güder. Ancak Husserl burada metafizik karşıtı tutumundan dolayı zihinden bağımsız dünyayı nasıl bileceğimiz sorusuyla ilgilenmez; onun ele aldığı bilgibilim, bilginin nasıl olanaklı olduğuna, daha çok Kantçı tarzda bilginin önsel (apriori) koşullarına ilişkin bir araştırmadır. Husserl’in bu önsellik araştırması onun saf mantık araştırmasıyla yakından ilgilidir. Açıkçası Husserl için saf mantığın önsel kökenlerinin aydınlatılması, bilgibilimin nesnel temellendirilmesi açısından da hayatidir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl, Kant ve Herbart'a uyarak iki tür mantık arasında kesin bir ayrım yapar: Birincisi diğer bilimlerin uygulama alanı olarak normatif mantık, ikincisi ise saf mantık. O, normatif bir disiplin olarak mantığı her şeyden önce bir bilim kuramı olarak görür. Ona göre, bir bilimin neliğini belirleyen şey, o bilimin ulaşmak istediği amaçtır; bilim dediğimiz şey belli bir amaca yönelmiş ve yöneldiği bu amaca göre yargılanan zihinsel yaratımlardır. Bu tanım tüm kuramlar, geçerli kılmalar, kısaca yöntem olarak adlandırılan her şeyi kapsar. Eş deyişle, bir bilimin gerçekten bir bilim, bir yöntemin gerçekten bir yöntem olup olmadığını öğrenmenin yolu, onun elde etmeye çalıştığı şeye uygunluğunun ölçülmesidir. O halde mantığın en esaslı görevi hakiki, geçerli bir bilime ait olan, yani bilim ideasını oluşturan şeyi araştırmaktır. Bu alan Husserl’in saf mantık alanı dışında tuttuğu yöntemsel karakterli mantık alanıdır. Mantık araştırdığı bu bilim ideasını, bize deneysel olarak verilen bilimlerin kendi idealarına uyup uymadığını ölçmek için kullanır. Husserl burada mantığın normatif bir disiplin olarak
ortaya
çıktığını
ve
böylece
“bilimleri,
tipik
cemaatlerine hususiyetlerine göre, çağlarının somut kültürel ürünleri olarak düşünmeye ve kendi zamanlarındaki ilişkileri aracılığıyla açıklamaya çalışan karşılaştırmalı inceleme
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
tarzından” ayrıldığını söyler. Zira genel önermeler kurması normatif bir disiplinin özü gereğidir. Saf mantık-normatif mantık ayrımı ister yapılsın isterse yapılmasın, yukarıda ifade edilen hususlar aslında büyük tartışmalara yol açacak türden değildir. Asıl tartışma mevzu saf mantığın, daha doğrusu gerçek anlamında mantığın özünün ne olduğu, ideal ya da olgusal olup olmadığı ile ilgilidir. Psikolojistler böyle bir ayrım yoluna gitmemektedir. Onlar mantığı doğrudan normatif karakteriyle ve bizim biyofiziksel
süreçlerimiz
temelinde
ele
almaktadır.
Husserl’in saf mantıktan kastı ise, “geleneksel biçimsel mantığın ya da Kantçı ve Herbartçı okulların saf mantığının sadece bir yenilenmesinden başka bir şey değildir. Saf mantık, saf olarak anlamın ideal kategorileri anlamında, yani tüm bilimlerin ortak malı, mülkü olan temel kavramlarda kurulan ideal yasaların ve teorilerin bilimsel sistemidir. Bu anlamda saf mantık genel olarak bilimlerin imkânının ideal koşullarının bilimidir.” Ancak Husserl ne geleneksel mantığın ne de yeni mantığın tümdengelimsel
bilimin
rasyonel
doğasını
açıklamaya
elverişli olduğunu savunur. Doğalcılarla karşıtları arasındaki temel tartışma mantığın özü gereği “ideal” olup olmadığı ya
"PSİKOLOJİZM"
da
onun
bağımsız
normlarının olarak
insanın
düzenlenebilip
biyofiziksel
yapısından
düzenlenemeyeceğidir.
Kısaca mesele, mantığın teorik temellerinin nerede yattığıdır. Psikolojistlere göre, mantık teorik temellerini psikolojiden alır ve bu yönüyle de temelde psikolojik bir disiplindir; onun bir alt dalıdır. Kimya teknolojisinin her hangi bir dalı kimya bilimi ile nasıl ilgili ise mantık da psikolojiyle o şekilde ilgilidir. Husserl Mantık Araştırmaları I’de hem psikolojistlerin delillerini hem de karşı tarafın tezlerini ayrıntılı bir şekilde inceler. Psikolojistlere göre mantığın tanımı bizzat onun psikolojiyle esaslı bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir. “Mantık düşünmenin, yargılamanın, çıkarsamanın, bilmenin, ispatlamanın ve hakikat peşindeki anlamanın takip ettiği süreçlerin fenni olarak tanımlanabilir.” Psikolojistler zihinsel etkinliklerimizin ya da ürünlerimizin her daim pratik düzenlemenin nesneleri olduğunu dikkat çekerek şu noktaya varmak isterler. “Bir materyal üzerinde yapay
bir
değişiklik
yapmak,
ister
istemez
onun
özelliklerinin bilgisini varsayar. Bu, psikolojik materyal için de geçerlidir. O halde psikolojik içeriği kendilerine göre işlememiz gereken kuralların bilimsel incelenmesi, doğal
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
olarak bu özelliklerin bilimsel araştırmasına götürür.” Böylece psikolojistler bilmenin zihinde meydana geldiğinden ve düşünmenin bilgiyle sonuçlanan zihinsel bir olay olduğundan hareketle, psikolojinin mantığın, çok daha hususi olarak bilgi psikolojisinin kurulması için kuramsal bir temel sağlayacağını savunurlar. Mantıkta hakkında konuştuğumuz kavramlar, yargılar, kıyaslar, tümdengelimler, tümevarımlar, tanımlar, tasnifler gibi temel şeylerin hepsinin aslında psikolojiye ilişkin olduğunu ve tek farkın bunların normatif ve
pratik
bakış
açısından
seçilmiş
ve
düzenlenmiş
olduklarını; dolayısıyla psikolojiden ayrı saf bir mantık alanının söz konusu olamayacağını; psikolojinin “hakikat ve yanlışlık, olumlama ve olumsuzlama, tümellik ve tikellik, sebep ve sonuç gibi mantıksal yasaları oluşturan kavramların hepsinde zımnen var” olduğunu ileri sürerler. Bu iddiaya, psikolojizm karşıtları ise mantığın normatif karakterine işaret ederek cevap vermeye ve mantığın psikolojiden farkını göstermeye çalışırlar. Bu tez psikolojinin düşünmeyi olduğu gibi mantığınsa olması gerektiği gibi ele aldığını, yani psikolojinin doğa yasalarıyla, mantığınsa düşünmenin normatif yasalarıyla ilgili olduğunu, dolayısıyla mantığın temelini psikolojik ilkelerden çıkarmanın ahlaki olanı hayattan çıkarmak kadar saçma olacağını dile getirir.
"PSİKOLOJİZM"
Bu delili savunanların temel dayanak noktası, mantığın normatif karakteri ve zorunluluk kipiyle psikolojinin normatif olmayan, açıklayıcı karakteri ve imkân kipidir. Bu açıklama
tarzı,
düşünme
seyrini
psikolojik
olarak
gözlemlemenin bizi ancak mümkün yasaların bilgisine götüreceğini, oysa mantığın mümkün olanı değil, aksine aklın zorunlu kullanımını soruşturduğunu ileri sürerek kendini haklı çıkarmaya çalışır. Ancak Husserl mümkün ve zorunluluk ayrımına dayanan bu delilin psikolojistlerin gözünü korkutmadığını söyler. Çünkü psikolojistin (Mill) yanıtı
hazırdır
ve
zorunluluğu
kolayca
imkâna
indirgeyebilmektedir: “Anlamanın zorunlu kullanımı, yine de anlamanın bir kullanımıdır ve anlamanın kendisiyle birlikte psikolojiye aittir.
Olması
gerektiği
gibi
düşünme
olduğu
gibi
düşünmenin sadece özel bir biçimidir. Psikoloji kesinlikle düşünmenin doğal yasalarını, doğru ya da yanlış tüm yargılar için geçerli olan yasaları araştırmalıdır. Bununla beraber ne tür olursa olsun tüm yargılara en kuşatıcı genellikle uygulandığı haliyle böylesi yasalar sanki sadece psikolojikmiş gibi bu önermeyi yorumlamak saçma olur.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Oysa yargının özel yasaları, doğru yargının yasaları gibi, onun kapsamı dışında kalır.” Lipps ise yine ‘normatifliğin’ mahiyetinin ‘doğallık’la ilişkili olduğunu söyleyerek Mill ile ortak noktada buluşur. Neticede düşüncenin normatif yasaları dediğimiz şeyler, bize doğru düşünmek için nasıl ilerlememiz gerektiğini söylemeye çalışır. Lipps; şeyleri olduğu gibi düşündüğümüzde materyal anlamda doğru düşündüğümüzü söyleyerek doğru düşünmeyi uygunluk ya da tekabüliyet teorisiyle açıklar. Ona göre tasavvurlarımızın şeylere uygunluğu ya da şeylerin şu şekilde olduğunu söylemek, aslında zihnimizin doğasının onları başka türlü düşünmemize müsaade etmemesi demektir. Şeylerle
ilgili
düşüncelerimizi
şeylerin
kendisiyle
karşılaştırdığımızda, mümkün düşünmemizi; yani alışkanlık, gelenek, eğilim ve imtinadan etkilenmiş düşünmemizi, tüm bu etkilerden azade bir düşünmeye; başka bir ifadeyle hiçbir sese kulak asmayan, başına buyruk bir düşünmeye karşı değil; fakat sadece kendi içkin yasasına tabi bir düşünmeye karşı ölçüyoruzdur. Bunun için Lipss doğru düşünmek için kendisine dayanarak ilerlememiz gereken kuralların, sadece düşüncenin doğasına, hususi yasasına, gereğine göre
"PSİKOLOJİZM"
düşünmek
için
izlemek
zorunda
olduğumuz
kurallar
olduğunu ve bundan dolayı da onların bizzat düşünmenin doğal
yasalarıyla
özdeş
olduğunu;
kısaca
mantığın
düşünmenin fiziğinden başka bir şey olmadığını savunur. Psikolojizm karşıtları normatifliğin her iki disiplindeki anlamına dikkat çekerek bir yanıt bulmaya çalışırlar. Onlara göre sunumların yargıların, kıyasların vs. zihinsel görüngüler ve tertipler olarak psikolojide de bir yeri olması psikoloji ile mantığın vazifelerinin aynı olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu etkinliklerin yasalarını araştırmalarına karşın, yasanın her iki durumdaki anlamı oldukça farklıdır. Psikolojizm
karşıtlarının
bu
konudaki
ana
vurgusu
nedensellik üzerinedir. Onlar psikolojinin nedensel yasaları araştırırken, mantığın hakikat içeriğini araştırdığını ve nedensellik araştırmasıyla ilgisinin olmadığını savunur. Burada dayandıkları nokta; idealite-olgu ayrımı ve etik örneğidir. Mantıkçının ilgi alanı doğal yasalar değil, ideal bağlantılardır.
Çünkü
mantıkçı
doğal
olarak
insan
biyofiziğinde her zaman gerçekleşmiş olarak var olan bir şeyi değil,
fakat
insanın
düşünce
sürecinde
her
zaman
gerçekleşmiş halde bulunmayan, aslında düşünce seyrimizde
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
istisnaen gerçekleşmiş bulunan ideal bağlantıları araştırır. Kısaca mantığın amacı düşünmenin fiziği değil, etiğidir. Oysa psikolojistlerin buna da yanıtı hazırdır. Psikolojistler de mantığın vazifesinin farklı olduğunu inkâr ediyor değillerdir. Nitekim Lipss onun bir bilgi fenni olduğunu, ancak böyle bir fennin doğal bağlantıları incelemeden ideal bağlantıları araştıramayacağını söyler. Ona göre, aslında her malı bir "dır"a dayanır; her etik kendisini aynı zamanda bir fizik olarak gösterir. Bu yüzden Lipps psikolojinin doğru ve yanlış karşıtlığını ele almamasının, onun bu farklı zihinsel durumları
benzer
bir
temelde
ele
alacağı
anlamına
gelmeyeceğini, fakat her ikisini benzer bir tarzda anlaşılır yapacağını savunur. Daha açık bir ifadeyle, Lipps psikolojinin mantık ve etik gibi hareket etmesinin söz konusu olmadığını, ancak mantıksal ve etik yasaların kökenine, dayandığı temele aynı açıklama modelini uyguladığını söylemektedir. Buna göre, psikoloji doğru yanlış karşıtlığını ele almasa da etiği de mantığı da aynı temelle, yani insandaki psikofizik, kimyasal süreçlerle açıklar.
"PSİKOLOJİZM"
Bundan dolayı o, mantığın bütünün parçayla ilişkisi gibi psikolojiyle ilgili olduğu fikrindedir. Mantığın amacı, özelde, biçimin önermelerini kurmaktır: Eğer sonuç yargılar belgi karakterine sahip olacaksa, kelimenin kesin anlamında bilgi meydana getirecekse akli etkinliklerimiz, ya genel ya da spesifik olarak karakterize olmuş koşullar, öteki türlü değil de "şöyle şöyle bir biçime, şöyle şöyle bir düzenlemeye, şöyle şöyle kombinasyonlara" sahip olmalıdır. Lipps burada açıkça mantık yasalarında nedensel bir ilişkinin söz konusu olduğunu söyleyerek idealiteyi olgusallıkla koşullanmış olarak değerlendirmekte, idealite incelemesinin bir olgu incelemesi olduğunu savunmaktadır. Psikolojizm karşıtlarının delillerinden biri de mantığın tüm bilimler için bir alet işlevi görmesi noktasına dayanır. Buna göre, her bilim ancak mantıksal kurallara uygunluğu sayesinde bir bilim olma hüviyeti kazanır. Rasyonel bir faaliyet olarak bilim mantık kurallarının geçerliliğini önceden varsayar. Bu, tüm bir psikoloji için de geçerlidir. O halde mantığa psikolojide bir ilk temel vermeye çalışmak bizi bir kısır döngüye düşürür. Bunun için mantık psikolojiyle temellendirilemez.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Öte yandan, psikolojistler buna şu gerekçeyle karşı çıkacaklardır: Mantığın kendisi de mantıksal olarak ilerlemek zorundadır. Bu durumda o da aynı kısır döngüye düşer. Zira mantık da varsaydığı kuralların geçerliliğini kendisi kurmak zorundadır. Böyle bir delil aslında mantığın imkânsızlığını gösterdiği için savunulabilir değildir. Oysa psikolojizm karşıtlarının bu delili, Husserl’in saf mantıktan saymadığı, yöntemsel karakterli normatif mantığa dayanmaktadır. Dolayısıyla bu delilin de psikolojizm karşıtlarını ikna etmesi olanaklı gözükmemektedir. Mantık, günlük yaşamda pratik işlevleri olan bir disiplindir. Her şeyden önce doğru düşünmenin kurallarını belirleyerek insanın tutarlı ve doğru düşünmesine yardımcı olur. Mantıklı insan tutarlıdır. Yani zihninde birbiriyle çelişik düşüncelere yer vermez. Güvenilir olmayan ve yeterince belgelenmemiş bir iddiayı kabul etmez. Kuşkucu ve irdeleyici bir tavır takınır. Böylece mantık, insana eleştirel bir düşünme kazandırır. Mantık, doğru düşünmenin kurallarını koyan disiplindir. Doğru düşünme, kendini akıl yürütmede, verilen yargılardan sonuç çıkartmada gösterir. Yargı (önerme) ve akıl yürütme (çıkarım) mantığın temel kavramlarıdır.
"PSİKOLOJİZM"
Yargının dayandığı doğru, bilgi doğrusudur. “Şu kalem siyahtır.” yargısında, kalemle onun siyah olup olmadığının uygunluğu bilgi doğrusu ile saptanır. Yani bilgi doğrusu, yargının (düşüncenin) gerçeğe olan uygunluğudur. Yargılara dayanarak sonuç çıkartmak ise mantık (akıl) doğrusudur. Mantık doğrusu nda tek tek yargıların doğruluğuna değil, yargıların birbirleriyle tutarlılığına bakılır. Örnek: "Mevsim yazsa hava sıcaktır. Mevsim yazdır. O halde hava sıcaktır." Akıl yürütme (çıkarım) üç biçimde yapılır. Mantık terimi Türkçeye, Arapça "söz, konuşma" anlamına gelen “nutk” (nutuk) sözcügünden geçmiştir. Mantık, doğru düşünmeyi konu edinen normatif (kuralcı) bir disiplindir. Doğru düşünme, kendini akıl yürütmede gösterdiğinden, akıl yürütmelerde kullanılan ve dil ile ifade edilen yargılar (önermeler) mantığın konusuna girer. Mesela: 1 < 2 2<4 O halde 1 < 4 Bu şekilde oluşturulan akıl yürütme ve akıl yürütmede geçen yargılar mantığın inceleme alanına girer.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Mantık akıl yürütmelerde aklın işleyiş kurallarını belirlemeye çalıştığından normatiftir. Olgulara dayalı deneylemeler yapmaz. Akıl yürütme (çıkarım) üç biçimde yapılır: Tümdengelim
(Dedüksiyon)
:
Zihnin
genel,
tümel
yargılardan tekil, özel sonuçlar çıkarmasıdır. Örnek: Bütün madenler ısınınca genleşir. "Demir madendir." "O halde, demir ısınınca genleşir." Tümdengelimin doğruluk değeri kesindir. Çünkü bütün doğru ise parça da doğru olmak zorundadır. “Bütün madenler ısınınca genleşir.” “Demir ısınınca genleşir.” Tümdengelim, mantık doğrusunun açık bir örneğidir. Tümevarım (Endüksiyon) : Zihnin tek tek olgularla ilgili yargılardan hareket ederek genel sonuçlara ulaşmasıdır. Örnek : "Ali, Ayşe, Kerem, Betül insandır ve ölümlüdür." "O halde, bütün insanlar, ölümlüdür." Tümevarımın doğruluk değeri olasılıklıdır. Yukarıdaki örnekte sonuç doğru olduğu halde, “Ali, Ayşe, Kerem,Betül insandır ve sarı saçlıdır." "O halde, bütün insanlar sarı saçlıdır." akıl yürütmesinde sonuç yanlıştır.”
"PSİKOLOJİZM"
Anoloji
(Andırma)
:
İki
olaydaki
benzerliklerden
yararlanarak, birinde var olan özelliği diğerinde de var saymaktır. Örnek : “Güney Afrika Cumhuriyeti'nde altın madeni çıkar ve Güney Afrika Cumhuriyeti zengin bir ülkedir.” “Türkiye'de altın madeni çıkar.” “O halde Türkiye de zengindir.” Analoji,
zihnin
özelden özele sonuç
çıkarmasıdır ve doğruluk değeri olasılıklıdır. AKIL, MANTIK, DÜŞÜNME İLKELERİ
Mantıklı “düşünme”, aklın ilkelerine uygun düsen bir düşünmedir. Eğer aklın düşünme ilkeleri olmasaydı, insanlar arası iletişim olanağı ortadan kalkardı. Demek ki biz saçma ile saçma olmayanı, mantıklı ile mantıksızı aklımızdaki bir takım ilkelere göre birbirinden ayırırız. Klasik mantık (Aristoteles mantığı) düşünmenin ilkelerini, özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi olmak üzere üç ilkede toplar. Leibniz bunlara bir dördüncü ilke olarak, yeter neden (sebep) ilkesini eklemiştir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
1- Özdeşlik İlkesi : “Bir şey ne ise odur ya da bir şey kendisidir” ya da “A, A'dır” Özdeşlik ilkesine göre, akıl yürütme sırasında bir terime hangi anlam verilmişse sonuna kadar o anlama sahip kalınmalıdır. Bir nesne başka bir nesneye benzeyebilir ancak onunla özdeş olamaz. “İnsan taştır.” İfadesi özdeşlik ilkesine aykırıdır. 2- Çelişmezlik İlkesi : “Bir şey ayni zaman ve koşullarda hem kendisi hem başka bir şey olamaz” ya da “A, A olmayan değildir.” “İnsan hem ölüdür, hem canlıdır.” “Su hem sıvıdır, hem katıdır.” “Tas hem vardır hem yoktur.” Önermeleri çelişmezlik ilkesine ters düşer. 3- Üçüncü Halin Olanaksızlığı İlkesi : “Bir şey ya vardır, ya yoktur, ortası yoktur”, ilkesi üçüncü halin yokluğu ilkesidir. Örnek, Su insan ya ölüdür ya sağdır, bu sayı ya tek sayıdır ya çift sayıdır, bu önerme ya doğrudur ya yanlıştır. 4- Yeter Neden (Sebep) İlkesi : “Hiçbir yargı yeter neden olmadan doğru değildir”, biçiminde ifade edilen yeter neden ilkesinin bir düşünce ilkesinden çok, bir varlık ilkesi olduğu söylenebilir. Bu ilkeye göre yeterli görülen neden yargının doğruluğunun dayanağı olmalıdır.
"PSİKOLOJİZM"
Örneğin, “bu balık suda yasar.” yargısının nedeni yani dayanağı “bütün balıklar suda yaşar.” önermesidir. MANTIĞIN TARİHÇESİ
Mantık, doğruya ulaşmanın yolu olarak Aristoteles tarafından geliştirilen bir tümdengelim yöntemi olarak ortaya çıkar. Orta Çağ, Aristoteles mantığının takipçisi olur. Ancak, doğa
bilimlerinin
de
geliştiği
Rönesans
döneminde
Aristoteles mantığı yetersiz bulunur. Yeni Çağ’da mantık Leibniz'in
çabalarıyla
matematikselleşmeye
başlar
ve
sembolleşerek günümüzde modern mantık diye adlandırılan sembolik mantık haline gelir. Mantığı bir disiplin olarak kuran Aristoteles'tir. Aristoteles, Organon (Araç) adı verilen kitabında doğruya ulaşmanın yöntemini ortaya koyar. Ona göre bu yöntem, tümdengelim biçimi olan kıyastır. Ortaçağ boyunca Aristoteles'in mantık anlayışı egemen olur ve gerek Avrupa gerekse İslam mantıkçıları
Aristoteles'in
izinden
giderek
mantığı
geliştirirler. Farabi, İbni Sina en ünlü İslam mantıkçılarıdır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Rönesans: Rönesans’la birlikte, doğa bilimlerinin de gelişmesi sonucu Aristoteles mantığının yetersizliği görülür. Bu yetersizliği ele alan Bacon, Descartes ve Mill, Aristoteles'in
kıyas
yöntemini
yeni
bilgi
vermediği,
bilinenleri tekrarladığı için eleştirirler. Mantığın doğa bilimlerinin
yöntemlerine
yöneldiği
bu
dönemde,
Aristoteles'in mantık çalışmaları geri plana itilip, yöntem çalışmaları ön plana çıkartılır. Yeni Çağ: Yeni Çağda özel mantık alanı önem kazanır. Zamanla yöntem çalışmalarının bilim felsefesinin alanına girmesi sonucu mantıkta yeni arayışlar başlar. Bu arayışların ilk ciddi adımı Leibniz ile atılır. Leibniz, akıl yürütmelerin içeriğinden bağımsız bir biçimde matematik kuralları gibi olması
gerektiğini
savunur.
Bunun
yolunun
da
sembolleştirme olduğunu vurgular. Modern Mantık: Leibniz'in açtığı bu yolda De Morgan, Bole, Jevans mantığı matematiğe dayandıran çalışmalar yaparlar. Böylece modern (sembolik) mantık çalışmaları hız kazanır. Modern mantık çalışmaları önermeler mantığı ve niceleme mantığı olmak üzere iki değerli mantık çalışmaları ile Frege, Russel ve Whitelead tarafından geliştirilir. İki değerli mantığa karşı Lukasiewich ve Post çok değerli
"PSİKOLOJİZM"
mantığı kurarlar. Reichenbach ise olasılık mantığını kurarak sonsuz sayıda doğruluk değerli bir mantık sistemi geliştirir. Bu çalışmaları kiplik mantığı, özdeşlik mantığı ve varlık mantığı çalışmaları izler. Buraya kadar psikolojistlerin karşı tarafın tüm delillerine sarsıcı yanıtlar getirdiği söylenebilir. Psikolojizm karşıtları mantığın psikolojiyle temellendirilemeyeceğini savunurken, aslında haklı ve doğru olan bir itirazı yöneltmekte, ancak kendilerini temellendiremedikleri bir idealite-olgu karşıtlığı ile gerekçelendirmektedir. Psikolojistler ise idealiteyi olgusallığa indirgeyerek temelde idealite
diye
ayrı
bir
varlık
alanının
söz
konusu
olamayacağını sarsıcı delillerle savunmaktadır. Psikolojizm
karşıtları
delil
sandıkları
şeylerin
delillendirmeye, haklılandırmaya muhtaç tezler olduğunu fark edememiş ve bu yüzden doğalcı indirgemeciliğe yıkıcı yanıtlar verememiştir. Şu akıldan çıkarılmamalıdır ki; burada mesele
sadece
mantığın
psikolojiyle
temellendirilip
temellendirilemeyeceği meselesi değildir. Ancak onun psikolojizm eleştirisindeki en büyük başarısı, doğalcılığın önyargılarını belirleyerek aslında
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
idealitenin olgusallığa niçin indirgenemeyeceğini göstermiş olmasıdır. Husserl hakikatin ağırlık yanının, düşünceleri çok fazla yanlışa bulanmış olsa da yine psikolojizm karşıtı tarafta olduğunu belirtir. Psikolojist delillerin ise psikolojinin mantıktaki tek ve ana kısım olduğunu ya da mantığın özsel temelini sağladığını değil, fakat sadece mantığın temelinde onun yardımcı bir rolü olduğunu göstermeye yettiğini söyler. Peki, psikolojistlerin mantığı psikolojik bir disiplin olarak görmelerinin temelleri nerede bulunmaktadır?
Husserl
onların bu görüşlerinin altında üç temel önyargılarının bulunduğunu, hatta bu önyargılardan bazısının psikolojizm karşıtı tarafça bile paylaşıldığını belirtir. Birinci Önyargı: “Zihinsel (mental) olanı düzenleyen düsturlar açıkça zihinsel bir temele sahiptir. Buna göre, bilginin normatif ilkelerinin bilgi psikolojisi üzerine bina edileceği besbellidir.” Husserl’e göre, bu aslında psikolojistlerin bir kuruntusudur. Eğer onlar bu
genel
delillendirmelerinden
vazgeçer
ve
şeylerin
kendisine dönerse hemen yanılgıları ya da kuruntuları gider. Husserl bu önyargının gerçekte mantık yasalarının normatif olduğu
yanlış
inancıyla
ilgili
olduğunu
ve
hem
psikolojistlerce hem de karşıt tarafça da paylaşıldığını, oysa
"PSİKOLOJİZM"
her iki tarafın zannettiği gibi mantıksal yasaların, kendinde ve kendileri için alındığında, düstur, yani içeriklerinin parçası olarak nasıl hüküm vermemiz gerektiğini söyleyen önermeler anlamında normatif olmadığını belirtir. Husserl temelde iki farklı yasa türü arasında, yani bilgi etkinliklerimiz için normlar olarak hizmet eden yasalarla normatifliği düşünce içeriklerinde içeren ve evrensel zorunluluk ya da bağlayıcılık iddia eden yasalar arasında her zaman bir ayrım yapılması gerektiğini savunur. Örneğin bir kıyas ilkesini ele alalım: “A karakterine sahip her nesne ayrıca B karakterine de sahipse ve herhangi bir S nesnesi A karakterine sahipse o halde o B karakterine de sahiptir.” Husserl’e göre bu önerme en küçük bir normatiflik içermemekle
birlikte
onu
normatif
amaçlar
için
kullanabiliriz; fakat onun bundan dolayı bir norm olmadığını belirtmek gerekir. Yukarıdaki normatif olmayan önermeyi normatif olarak şu şekilde ifade edebiliriz: “Her A’nın B ve belli bir S’nin A olduğuna hükmeden herhangi bir kimse bu S’nin de B olduğuna hükmetmelidir.” Ancak Husserl bu önermenin mantığın orijinal bir önermesi olmadığını, aksine
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
normatif biçimde sunulmuş, teorik bir hakikati olmayan önerme olduğunu savunur. Aynı şey tüm kıyas yasaları ve saf mantığın yasaları için de geçerlidir. Buradan Husserl psikolojistler için gerçekten sarsıcı bir noktaya gelir ve normatiflik kapasitesinin diğer teorik disiplinlerin hepsinin üzerinde, genelde mantıktan ayrı tutulan
saf
matematiğin
hakikatleri
tarafından
da
paylaşıldığını örnekleri üzerinden gösterir. Çok iyi bilinen bir matematiksel ilke: (a+b) . (a-b) = a2 -b2 Bunu sayılar üzerinde gösterirsek (8+4) . (8-4)= 64-16=48 = 82 - 42 =48 Bu ilke toplamın çarpımının ve herhangi iki sayının farkının onların karesinin farkına eşit olduğunu söylemektedir. Husserl burada hiçbir hüküm vermeye ve normatifliğe (-malı, -meli) atıf olmadığına dikkat çeker ve şu an önümüzde bulduğumuz şeyin teorik bir yasa olup, pratik bir kural olmadığını belirtir. Bu durumda asıl önyargı ortaya çıkmaktadır. Demek ki psikolojistlerin ve psikolojizm karşıtlarının sandığı gibi mantık yasaları normatif değil,
"PSİKOLOJİZM"
aksine teorik hakikatlerdir. Her teorik içerik kolayca normatifliğe dönüştürülebileceğinden saf mantık alanıyla ilgili olmayan hususlar bu sayede bir mantık yasasıymış gibi değerlendirilmektedir. Nitekim Husserl (a+b). (a-b) = a2 -b2 ilkesini kolayca normatif bir forma dönüştürebileceğimizi gösterir:“Toplamın çarpımına ve iki sayının farkına ulaşmak için onların karesinin farkı bulunmalıdır.” Burada aslında teorik bir yasa değil, pratik bir kural ifade edilmektedir. Bu kural yukarıdaki yasanın açık genel-geçer sonucudur. Bundan dolayı Husserl herhangi bir teori alanına ait teorik bir hakikatin, doğru yargının evrensel bir normunun temeli olarak aynı şekilde kullanılabileceğini söyler. Bu yüzden mantık yasaları normatif değil, fakat teorik hakikatlerdir. Kuşkusuz mantık yasalarının düşüncemizin düzenlenmesinde hususi bir önceliği vardır. Ancak Husserl normatifliğin (düzenleme ya da -malı -meli fikrinin) bu tip yasaların içeriğinin parçasını oluşturmadıklarını ve bu konuda her iki tarafın da yanıldığını savunur. Psikolojizm karşıtları ise bilginin düzenlenmesini mantık yasalarının özü yapmışlar, bundan dolayı biçimsel mantığın tamamen teorik karakterini
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ve onun biçimsel matematikle olan özdeşlik karakterini layıkıyla tanımamışlardır. Psikolojist düşünürlerse herhangi bir teorik hakikatin, ister psikolojik olsun isterse olmasın, doğru bir yargı için bir kural oluşturmaya yarayabileceğini fark edememişlerdir. Bu noktada hem psikolojizm karşıtlarının mantığın normatif karakteri üzerinden yaptığı savunma hem de psikolojistlerin normatiflikle (-malı) doğallık (-dır) arasındaki ilişkiden hareketle verdiği yanıtın geçersizliği ortaya çıkmaktadır. Hussserl’e göre psikolojist mantıkçılar bilimi nesnel, yani hakikatin teorik birliğinin ideası olmaktan çok öznel yanından, yani spesifik olarak insanın bilgi ediniminin bir yöntembilimi
olarak
inceler.
Bu
nedenle
mantığın
yöntembilimsel görevleri üzerinde tek yanlı bir vurgu yaparlar. Böyle yaparak da saf mantığın normları ile spesifik olarak insanın düşünme sanatının teknik kuralları arasındaki temel ayrımı inkar ederler. Bunlar karakter, içerik, orijin ve işlev bakımından tamamen farklıdır. Yöntembilimsel önermeler sadece gerçek (real) ile ilgiliyken, mantığın
yasaları
sadece
ideal
olanlarla
ilgilidir.
Yöntembilimsel önermeler esas olarak psikolojiye ait olan
"PSİKOLOJİZM"
deneysel olgulardan kaynaklanır; diğeri ise doğrudan belgin belitlerden
(aksiyom)
çıkar.
Mantığın
yasalarının
formülasyonu bizim sadece teorik ilgilerimizi yükseltir, yöntembilimsel önermeler ise bilimsel bilginin yöntemsel ilerleyişini
amaçlaması
bakımından ikincil
bir pratik
yardımda bulunur ve teorik ilgimize dolaylı olarak yardım eder. Her teorik ifade de normatif bir dönüşüme müsaade eder. İkinci Önyargı: Psikolojistlerin ikinci önyargısı hareket noktasını mantığın içeriğinden ele alır. Bu açıdan onun tematik bir önyargı olduğu da söylenebilir. Husserl bu önyargının başat önyargı olan birinci önyargıyı pekiştirici bir görev üstlendiğini ifade eder. Bu tez mantığın ele aldığı konuların onun psikolojik temelli bir bilim olduğunu gösterdiği iddiasındadır. Onlara göre, mantık her yerde sunum ve yargılarla, kıyaslar ve kanıtlarla, hakikat ve olasılıkla, zorunluluk ve imkânla, sebep ve sonuçlarla ve diğer yakından ilgili kavramlarla ilgilenir. Bu
başlıklar
altında
bizim
zihinsel
görüngüler
ve
formülasyonlardan başka bir şey düşünmemiz söz konusu olamaz.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu durum özellikle sunumlar ve yargılar durumunda daha açıktır. Kıyaslar adını verdiğimiz akıl yürütmeler yargılar aracılığıyla yargıların kanıtıdır; kanıtın ise zihinsel bir etkinlik olduğu su götürmez. Aynı şekilde hakikat, olasılık, zorunluluk, imkân vs. kavramlar yargılarla ilgilidir. Bu kavramların delalet ettiği şeyin de sadece yargılarda beyan ya da
tecrübe
edilebileceğini
savunan
psikolojistler
saf
mantıksal ve yöntemsel önermeler arasında yapılacak bir ayrımın da önemsiz olacağına inanırlar. Husserl bu basit indirgemeci anlayışla aynı şekilde saf matematiğin de psikolojinin bir dalı sayılmasının kaçınılmaz olduğunu belirtir. Oysa hiçbir psikolojist bunu iddia etmeye cesaret edemez. Filozoflar mantığı matematiğin kız kardeşi olarak görür; hatta
Lotze
matematiğin
mantığın
bağımsız
olarak
gerçekleşmiş bir kolu olduğunu, Riehl ise mantığın saf formel matematiğin geneliyle uyuştuğunu belirtir. Durum bu iken, Husserl, "eğer bir psikolojist kalkıp da matematiğin temeli psikolojidir derse matematikçi ona ancak güler" der. Saymadan sayılarımız, eklemeden toplamlarımız, çarpmadan çarpımlarımız olmadığı halde hiç kimse saf matematiğin teorilerini, yani saf sayılar teorisini, psikolojinin bir parçası
"PSİKOLOJİZM"
ya da dalı saymaz. Husserl burada kısaca şu hususa dikkat çekmeye çalışmaktadır: Psikolojistler zihinsel edimle nesneyi birbirine karıştırmakta, yani bilme edimiyle bilme nesnesini özdeşleştirmektedir.
Kuşkusuz
sayma
dediğimiz
edim
zihinsel bir edim olarak temelde psikolojiyle ilgilidir. Bir defalık ve tekrarlanamazdır; bu açıdan bir öznellik içerir. Ama sayının kendisi psikolojik değildir; o ideal bir varlıktır, nesnel ve tekrarlanabilirdir. 3 sayısı A ya da B şahsının 3’ü sayması değildir. Ben 1, 2, 3… şeklinde sayarken sayma edimim psikolojiktir ve sadece bana ve o ana özgüdür. Ancak saydığım sayılardan hiçbiri sadece bana ve o ana özgü bir görüngü
(fenomen)
değildir.
Husserl’in
doğalcılığı
kuşkuculukla, görecilikle suçlamasının temel gerekçelerinden biri de doğalcılığın zihinsel edimle, zihinsel edimin nesnesini birbirine karıştırması hususudur. Üçüncü Önyargı: Bu önyargı temelde hakikat idesiyle ilgilidir. Psikolojistler tüm hakikatlerin yargıya ait olduğunu, yargının da ancak içten belgin olması durumunda doğru olarak tanınacağını iddia ederler. Kısaca, psikolojistler yargılamanın ya da hüküm vermenin psikolojik bir süreç olmasından ve belgiyi de bu psikolojik süreçte tanımamızdan yola çıkarak
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
mantıksal yasaların psikolojik temelli olduğunu savunur. Buradaki önyargının dayanak noktası iç-belgi kavramıdır. Psikolojistlere göre “iç-belgi terimi herkesin kendi içsel deneyimiyle iyi bildiği hususi bir zihinsel karakteri, ilintili olduğu yargının doğruluğunu garantileyen hususi bir duyguyu temsil eder. Eğer mantık hakikati bilmede bize yardımcı bir fense o zaman mantıksal yasalar açıkça psikolojik önermelerdir.” Görüldüğü gibi psikolojistler iç-belgiyi hakikati bize garanti eden
psikolojik
bir
süreç,
bir
görüngü
olarak
yorumlamaktadır; hatta onlar mantıksal yasaların aslında bu içsel kanıt duygusunun varlığı ya da yokluğunun bağlı olduğu psikolojik koşulları aydınlatan önermeler olduğunu iddia ederler. Husserl mantığı içsel olarak belgin olanın uygulamalı psikolojisi olarak gören mantıkçılar arasında sayar. Belgi özellikleri ve evrensel geçerlilik bir takım düşünce bağlantılarıyla ilgilidir. Bu düşünce bağlantıları, mantıksal yasaları düşüncenin psikolojik yasalarından çıkarmamıza izin verir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl ise mantıksal yasaların söz konusu psikolojik belgiden bağımsız olarak geçerli olduğunu ve psikolojik süreçlerin
mantıksal
hakikatlerin
önsel
nesnelliğini
açıklayamayacağını ileri sürer. Aslında o, ne hakikati bilmenin
ve
ifade
etmenin
onu
önceden
görmeyi
gerektirdiğinden; ne de fen olarak mantığın iç-belginin yargılarımızı aydınlattığı psikolojik koşulları araştırması gerektiğinden şüphe eder. Husserl saf mantıksal ve metodolojik önermeler arasında kesin bir ayrım yapıyordu. Saf mantıksal olana karşıt olarak metodolojik önermeler tümüyle deneysel karakterliydi. Bu önyargı
da
temelde
idealite-olgusallık
sorunu
içinde
değerlendirilebilir. Söz konusu ayrımı yapmayan ve mantık yasalarının psikolojik bir veri olarak iç-belgiyle temel bir ilişkisi olduğunu savunan psikolojistlere karşıt olarak, Husserl saf mantık yasalarının iç-belgiyle doğrudan ve özsel bir ilişkisi olduğunu reddedip, iç-belgi ya da onun koşullarına dair hiçbir şey söylemeyeceğini belirtir. Bu bakımdan Husserl temelde deneysel karakterli olan içbelginin önsel bir nesnellik taşımadığına inanmaktadır. Bununla birlikte o, saf mantık yasalarının iç-belgiyle ancak dolaylı ve ideal anlamda bir ilgisi olduğunu kabul eder.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Fakat saf mantık yasalarının bu ilgiyi yalnızca uygulama ya da dönüştürme süreciyle elde ettiğini söyler. Husserl burada daha önceki yargılarda da yapılan bir yanılgıya işaret etmektedir. Nasıl ki, ideal ya da deneysel, tüm teorik içerikler normatif biçime dönüştürülebiliyorsa her salt kavramsal
yasa da
keza deneysel
durumlar alanına
uygulanabilir. Daha açık bir ifadeyle Husserl önsel olanın deneysel durumlara uygulanmak için kullanılabileceğini ileri sürer. Birincisinin (mantıksal yasaların) normatif karakterinin temeli self-evidence’a ve evrensel geçerliliğe sahip olan bir takım psikolojik düşünce bağlantılarındadır. Bu self-evidence ve evrensel geçerlilik olmadan, düşünceden onun apaçık (self-evident) ve evrensel olarak geçerli olanın koşullarını yerine getirmesi gerektiğini istemek bizim için mümkün olmaz. Selfevidence ve evrensel geçerliliğe sahip olacaksak yerine getirilmesi gereken koşullar düşüncenin mantıksal yasaları olarak adlandırılır.” Höfler
mantığın
sunumlarımızın
ve
işinin
ortaya
çıkan
iç-belginin,
yargılarımızın
hususi
özelliklerine
bağlılığını ifade eden temelde psikolojik olan yasaları
"PSİKOLOJİZM"
araştırmak olduğunu savunur. Höfler’e göre “gerçekten verilmiş tüm düşünce görüngüleri arasında mantık içbelginin doğrudan ilgili olduğu ya da iç-belginin ortaya çıkışının gerekli koşulları olan düşünmenin tiplerini ya da biçimlerini seçip ayırmalıdır. Bunun için mantığın metodu doğru
düşünmenin
teorik
temeliyle
ilgisi
içerisinde
psikolojinin tüm zihinsel görüngülere uyguladığı yöntemin aynısıdır. Mantık böyle görüngüleri, bu durumda doğru düşünmenin
görüngülerini
betimlemelidir.
Onları
olabildiğince basit yasalara indirgemelidir.” Çünkü kökeninde bu önermeler saf kavramsal önermelerdir. psikolojistlerin burada birbirinden tamamen farklı iki önerme arasında bir eşitlik kurduklarına dikkat çeker. Oysa “A doğrudur” önermesi “bir kişinin A’nın doğru olduğuna hükmetmesi
mümkündür”
önermesiyle
aynı
şeyi
söylememektedir. İlk önerme herhangi bir kimsenin yargısına ya da yargı edimine dair bir şey ifade etmezken; ikincisi zihinsel süreçle ilgili bir önermedir. 2+2=4 olduğunu söylemek birinin sayma ya da toplama edimine dair bir şey bildirmemektedir. Gerçekte bu noktanın edimle nesnesini birbirine karıştıran ikinci önyargıyla da akrabalığı ortaya çıkmaktadır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl’e göre iç-belgi hakikatin bir deneyimidir; hakikat de gerçek bir edimde tecrübe edilen ideal bir şeydir. Burada Husserl’in iç-belginin ve hakikatin mahiyetine ilişkin söylediklerine dayanarak şunları söyleyebiliriz: Birincisi, biz yargımızın nesnesiyle mütekabil olduğunu tecrübe ettiğimizde, o yargımızla ilgili belgimiz var demektir. Ancak bu belgi ya da apaçıklık duygusuna sahip olduğumuz deneyimde
ayrıca
bilgibilimsel
(epistemolojik)
bir
gerekçelendirici faktör olarak yer almakta ne de tecrübe ettiğimiz hakikatin bir parçasını teşkil etmektedir. İkinci olarak, Husserl iç-belgiyi psikolojik bir deneyim olarak kabul ederek varlık alanını olgusallık olarak tayin etmekte ve psikolojik deneyimin doğasından ötürü bu duygunun aslında öznel, tekrarlanamayan bir yaşantı olduğunu bize ima etmektedir. Bu açıdan o bir göreceliği içinde barındırmaktadır. Üçüncüsü, burada bir idea olarak hakikatin iç- belgiye, yani tecrübeye önceliği ortaya çıkmaktadır. Dördüncü olarak da bu hakikat alanı ideal-nesnel bir varlık alanı
oluşturmakta
konumlanmaktadır.
ve
göreceliğe
karşıt
olarak
"PSİKOLOJİZM"
Husserl’in ayrı ayrı bahsettiği bu üç önyargı temelde birinci önyargıya indirgenebilir ya da en azından onunla doğrudan alakalı gözükmektedir. Öncelikle düşünme sanatı ya da yöntembilimsel mantıkla saf mantık arasında bir ayrımın zorunluluğu ortadadır. Saf mantığın veya gerçek anlamıyla mantığın yasalarının tıpkı matematik gibi teorik içerikli hakikatler olduğunun kabul edilmemesi daha çok olgularla iş gören yöntembilimsel mantıkla karıştırılmasını ve son iki önyargıyı sahiplenilmesiyle netice verecektir. Mantığın özüne ilişkin bu tartışma hem Husserl hem de psikolojistler için basitçe bir köken tartışması değildir. Husserl böyle bir bilimin imkânına inanmış ve Mantık Araştırmaları’nda bütünüyle önsel evrensel tarzda geçerli mutlak bir bilim kurmayı hedeflemiştir. Ancak böyle bir bilimin olgusal olanla değil, ideal olan mümkün olacağını savunmuştur. Doğa yasaları tecrübe olgularından az ya da çok bir ihtimaliyet derecesi veren tümevarım yoluyla kurulduğundan, Husserl haklı olarak onlar üzerine apriori bir bilim kurma olanağının olmadığını düşünmüştür. Husserl saf mantığın aksine, kavrayışımızın doğa yasalarını önsel olarak kurma olanağı da bulunmadığını ifade ederek, mutlak bilginin asla deneysel alanda elde edilemeyeceğini,
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
fakat saf mantığın yasalarıyla mathesis pura’nın yasalarını içeren saf kavramsal bilginin alanında elde edileceğini savunur. Onun Mantık Araştırmaları’ndaki görüngülerinin daha ziyade mantıksal, matematiksel nesneler olması bu amaçla ilişkilidir. Husserl Mantık Araştırmaları’nda hem hakikati olgusal olandan büstün ayırması hem de idealite vurgusuyla Platoncu bir mantık anlayışını savunmaktadır. Bununla birlikte o, deneyimi bilgiden dışlamamaktadır. Deney-bilgi ilişkisi konusunda Kant’tan farklı düşünmez. Ona göre de “tüm bilgiler deneyle başlar, fakat bilgi bundan dolayı tecrübeden doğmaz”. Hatta Husserl zihinsel bir etkinlik olarak mantık yasalarına dair bilginin önceden fiili bir deneyimi gerektirdiğini ve temelinin somut sezgide olduğunu açıkça ifade eder. Ancak yasanın kendisinin deneyimden bağımsız olduğunu belirtmek gerekmektedir. Husserl burada psikolojik varsayımların ve bir mantık yasasına dair bilginin temellerinin, mantıksal sayıltılar, mantıksal ilke ve temellerle yahut yasanın öncülleriyle karıştırılmaması gerektiği konusunda bizi uyarır. Daha açık bir ifadeyle O, mantık yasasına dair bilfiil bilgimizin psikolojik olarak koşullanmış olduğunu, bu yüzden psikolojik olarak koşullanmış bilgimizle mantık
"PSİKOLOJİZM"
yasasının
kendisinin
karıştırılmaması
lazım
geldiğini
savunur. Çünkü mantık yasasına ilişkin söz konusu bilgimizin psikolojik olarak koşullanmış olmasına karşın, mantıksal delil onun nesnel doğasına ilişkin bir içgörü ya da kavrayışla sağlanır. Husserl bir yasanın sezgisel kavranışını bize psikolojik olarak iki adımda gösterir: Önce sezginin tikellerinin göz önüne alınması, sonra da onlarla ilgili yasanın kavranışı. Bununla birlikte Husserl mantıksal olarak burada sadece tek bir şeyin var olduğunu, çünkü kavrayışın içeriğinin tikellerden varılan bir sonuç olmadığını ısrarla savunur. Husserl’in bu ısrarının nedeni çok açıktır. Eğer biz mantık yasalarını tikellerden bir tümevarımla elde ettiğimizi söylersek bu ister istemez mantık yasalarıyla olgu yasalarını aynılaştıracaktır. Oysa “her olgu yasası deneyimden doğar ve sadece tikel tecrübelerden tümevarımla kurulabilir; o halde kavrayışla bilinen yasalar doğrudan olgunun yasaları olamaz.” Burada açıkça görüldüğü gibi Husserl sezgi ya da deneyimi olgudan bağımsız var olan mantıksal yasayı kavramada bir zemin olarak görmektedir. Yoksa sezgiyi mantıksal yasanın kuruluşu olarak kabul etmemektedir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Olgu yasası doğası gereği tümevarımla kurulur; mantık yasası ise tam tersine bir süreçle kavranır. Böylece Husserl’in elinde saf mantık, bir mantık araştırması olmanın da ötesine geçerek bir bilimler bilimi ya da temel bir bilgibilim (epistemoloji) olmaktadır. Husserl önsellik üzerine bina edilmiş bir bilgibilimden hedeflediği kesinliği umabilir. Ancak savunduğu böyle bir bilgibilim dar bir alanın dışına çıkamayacaktır. Zira bu yöntemin diyalektik olmadığı, aksine kesinliğini daha çok mekanik işleyişinden aldığı ortadadır. Diyalektik, değişen gerçekliğe koşut olarak bilginin niteliğinin değişmesiyle alakalıdır. Oysa bu yöntem değişme ve gerçekliğe ilişkin hiçbir şey söylememektedir. Burada savunulan bilgibilim, olguların mekanik bilimine karşıt olarak idealitenin mekanik bir bilimidir. Ne var ki Husserl bu durumun farkındadır; ısrarla yönteminin gerçeğe dair hiçbir şey söylemediğini ve bu temelde yapılacak bir eleştirinin geçersiz olduğunu ileri sürmektedir. Ancak onun bunu kabul etmesi, yönteminin diyalektik olmadığı ve dar çerçevede icra edilebilecek mekanik bir idealite bilimi olduğu eleştirisinin yerindeliğini etkilemez.
"PSİKOLOJİZM"
Diğer bir husus, Husserl ’in hakikat ve olgusallık arasını köprülenemez bir şekilde açması ve hakikati tamamen olgu dışı ilan etmesi, onun mantıkçı platonizmde vardığı radikal noktayı göstermesi açısından ilginçtir. Açıkçası burada Husserl, hakikati diyalektik olmayan bir şekilde, sadece töz olarak kavramakta ve onun değişmeye tabii konu boyutunu reddetmektedir. Husserl gerek tinsel gerekse doğal her türlü bilgi alanını önsel olmadığı gerekçesiyle görecelikle özdeşleştirmekte ve bu durum onun tarih karşısında da negatif bir tutum takınmasına yol açmaktadır. Husserl’in bu noktadaki hatasını görmesi yıllar alacaktır. Ayrıca önsel kesinlikte olmayan bir bilginin göreceliği ve onun neticesi olarak da kuşkuculuğu zorunlu olarak içereceği iddiası doğru değildir. Görececilikte ya da kuşkuculukta kategorik olarak doğru ya da yanlış yoktur; oysa diyalektik yöntem için doğrular ve yanlışlar vardır; ancak bu doğru ve yanlışlar gerçekliğin değişken yapısından dolayı sabit değildir. Husserl sonraki gelişmelerinde hem görüngü anlayışını genişletmiş hem de görüngübilimsel yöntemi diyalektik, tarihsel bir kavrayışla yetkinleştirmeye çalışmıştır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Mantık, nerede hayata geçirilirse geçirilsin sadece ve basitçe mantıktır.
Bunu
inkâr
etmek
psikolojizm
yapmaktır.
Psikolojizmden suçlu olmak “ ‘A’ ‘B’ anlamındadır,” gibi cümlelerdeki “anlamındadır” kavramının, ‘A’ sembolünü ve B unsurunu içeren psikolojik bir gerçeği temsil ettiğini varsaymaktır. Bu anlamda mantıksal ilişkiler öznel değil, tarafsızdır: Bu ilişkilerden herhangi birinin somut bir vakayla sınırlı kalıp kalmaması, herhangi birinin bu cümlelere ilişkin olarak hayal kurup kurmadığına ya da neyin hayalini kurabileceğine, düşünüp düşünmediğine ya da neyi düşünebileceğine, bilip bilmediğine ya da neyi bilebileceğine bağlı değildir. Sorunlarının kendilerinin tarafsız bir doğasının olduğu ancak yazarın
sorunların
genel
tanımını
vermeye
çalıştığı
tanımların ‘düşünmek’ gibi öznel, psikolojik bağlamlarda çerçevelendirildiği
türden
bir
uyuşmazlık
sıklıkla
psikolojizm olarak adlandırılır. Psikolojizm; deneysel bilimlerin duyumlara indirgenebildiği doktrinidir. Psikoloji zihnin teorisi olarak tanımlanabilirken, psikolojizm, “sağlıklı,” “normal,” “net,” “ideal,” “temiz,” “arındırılmış,” “tarafsız,” “objektif,” “rasyonel,” ya da “bilimsel” zihnin teorisidir.
"PSİKOLOJİZM"
Psikolojizm; sözcüklerin anlamının bir konuşmacıda ya da konuşmayı duyan kişide veya anlamlarını kavrayanlarda uyandırdıkları
zihinsel
süreçler
bağlamında
verilmesi
gerektiği tezidir (ya da daha güçlü olan tez bu zihinsel süreçlerin sözcükleri kullandığımızda gönderme yaptığımız şeyler olduğudur). Psikolojizm; karakteristik toplumsal fenomenleri psikolojik açıdan analiz etme girişimidir. Psikolojizm; psikolojinin zihinsel olanın biçimlendirici anlayışı için açıklayıcı temelin en azından bir kısmını sunduğu doktrinidir. Epistemolojik
Psikolojizm;
bilgi
sürecinin
gerçeği
üretmesinin en iyi yolu tüm üreticilerin, sürece tavrının aynı olmasını, yani tümünün gerçeği üretmeyi amaçlamasını gerektirir. Bu tanımları listelemekteki amacım onları değerlendirmek ya da onlardan iyisini yapmak değildir. Bir süre için rahatlıkla sürdürülebilecek bu tanımlar listesi daha çok filozoflar arasında psikolojizmin neye karşılık geldiğine dair bir uzlaşı olmadığına okuru ikna etmeyi amaçlar. Yanı sıra, sunulan özelliklerin çoğunun ve bunların muğlaklığının psikolojizmi ya da tinbilimci eğilimleri her felsefi sistemde kolay elde
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
edilebilecek bir başarı haline getirdiğinin bariz bir gerçek olduğunu belirtmeliyiz. Gerçekten de neredeyse tüm büyük filozoflar bir noktada psikolojizmle suçlanmışlardır; bu çoğu zaman aynı suçu başkalarına yüklemelerinden sonra gerçekleşir. Ancak buradaki amaç bu suçlamaların ve karşı saldırıların daha yakın zamanlara ait tarihini yazmak değildir. Ancak tüm büyük modern felsefecilerin psikolojizmle suçlandığı iddiasını belgeleyebilmek için en azından temel tanrıtanımaz araştırmacıların bir tablosunun olması gerekir. Tüm bir felsefi topluluğun tuhaf fenomeninin psikolojik eğilimlerin sürekli bir arayışı içinde oluşunun daha yakın bir sosyolojik ilgiye değer olduğu fikrini inandırıcı kılmak için ayrı bir argümana pek ihtiyaç yoktur. Bu fenomen bizi en azından “aynı eski hikaye” ye daha yakından bakmaya davet ederiz.
"PSİKOLOJİZM"
EDMUND HUSSERL
Çağımızda fenomenoloji olarak bilinen çağdaş felsefe okulunun kurucusu olan ünlü Alman filozoftur. 1859 yılında, Moravya'da dünyaya gelmiş olan Husserl, önce matematik tahsil etmiş ve daha yirmi üç yaşındayken, ünlü bir matematikçinin asistanı olmuştur. O, daha sonra psikoloji alanına da yönelmiş, bu alandaki çalışmalarının da etkisiyle, yeni ve orijinal bir öğreti meydana getirmiştir. Bilimsel aklın, pozitivist düşünüşün, ahlaki ve kültürel değer alanını
da
kapsayan
yayılmacılığına,
pozitivizm
ve
doğalcılığın doğa bilimlerinden hareketle oluşturduğu bir değer ve yaşama felsefesine karşı çıkmış olan Husserl, 'tin'in doğal dünyanın nesneleriyle aynı tür ya da düzeyden bir varlık olmadığını ve dolayısıyla, doğa bilimlerinde geçerli olan aynı açıklama kategorilerine tabi tutulamayacağını savunmuştur. Husserl'in doğalcılığa bu kadar şiddetle karşı çıkmasına neden olan şey, doğalcılığın içerdiği kuşkuculuk ve göreciliktir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu bağlamda Hegel ve Dilthey'ın başarısız olduğunu öne süren
filozof,
kuşkuculuğu akılcılığının
görecilikle (paranteze eleştirel
baş
etmenin
almayı)
tavrını
tek
veya
yolunun
Aydınlanma
benimsemek
olduğunu
söylemiştir. Başka bir deyişle, kesin ve dakik bir felsefenin her türlü önkabulden bağışık olması ve tıpkı Descartes'la Kant'ın yaptığı gibi, özne ya da bilinçten hareket etmesi gerektiğini belirten
Husserl'e
göre,
mutlak,
bilinçte
olmak
durumundadır. Felsefede Kant ve Fichte'nin mirasçısı, Descartes'in izleyicisi olmak durumunda olan Husserl, mutlakların felsefe sahnesinden uzaklaşmasının, yalnız felsefe için değil, fakat uygarlık için de gerçek bir kriz doğurduğu inancındadır. Husserl'e göre, kuşkuculuk, işte bu durumun bir sonucudur. Nietzche'nin göreciliği ve Dilthey'in tarihselciliğidir ki, bu kuşkuculuğu
ortadan
kaldıramadıktan
başka,
onun
pekişmesine hizmet etmişlerdir. Felsefenin bilim adamları ve empiristler tarafından reddedilmesi de, açık bir başarısızlık itirafından başka bir şey değildir. Bundan dolayı, Husserl fenomenolojisiyle,
felsefeye
bilimsellik
statüsü
"PSİKOLOJİZM"
kazandırmayı, Avrupa düşüncesini akıl yoluna sokmayı amaçlar. Buna göre, transendental bir filozof olarak Husserl, her tür bilginin nesne kuran öznelliğin başarılarında temellendiğini öne sürmüş ve yaşamı boyunca, bilmenin öznelliği ile bilinen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Bununla birlikte, bilinçten ya da özneden yola çıkarken Husserl, psikolojizm batağına düşmekten de ısrarla sakınmıştır. O, aritmetiğin doğrularının psikolojik sayma süreçleri ya da işlemleriyle ilgili empirik genellemeler olmadığına, olduğu takdirde, bu süreçlerin doğallıkla kişiden kişiye, toplumdan topluma ve çağdan çağa farklılık göstereceğine inanır. Zorunlu
doğruları
bilinçteki
çağrışımlara,
enpirik
genellemelere indirgemek olanaklı değildir; böyle bir şey yapılırsa, herşeyden vazgeçerek, psikoloji ve antropolojiyle yetinmek gerekir. Husserl buna göre, tıpkı Descartes ve Kant'ın yaptığı gibi, inançlarımızdan
bazılarının
bilgi
adını
almaya
hak
kazanabilmesi için, yalnızca doğru olmakla kalmayıp, diğerlerine temel olacak şekilde zorunlu olması gerektiğine inanmıştır. Bundan dolayı, bilincin dışına çıkmamak gerekir. Bilincin dışına çıkmak, kendinde şeylerle deneyimin
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
nesneleri arasında bir ayırım yapmak, kuşkuculuğu davet etmektir. Öte yandan, bilince, psikolojinin yaptığı gibi, çağrışımcı bir bakış açısından yönelmek de psikolojizme yol açmaktır. Öyleyse, yapılması gereken şey, deneyime ilişkin yeni ve nesnenin bilincin dışında gerçekten varolup varolmadığına
bakmaksızın
geçerli
olacak
bir
tasvir
sunmaktır. Husserl, bu çerçeve içinde bilincin apaçıklığına dayanır. Onun kurduğu fenomenoloji, nesnel doğruya ulaşmak amacıyla, öznelliğe dönüşten meydana gelir. Hakikat bilinçte, bende bulunmak durumundadır, başka hiçbir yerde değil. Buna göre, fenomenoloji, deneyimin, tecrübenin zorunlu ve tümel doğrularını çıkarsamak ve tasvir etmek amacıyla, bilincin özsel yapılarının incelenmesinden oluşur. Fenomenolojik tasvirin amacı, deneyimde verilen özlere ya da idealara ulaşmak, deneyimin çeşitli olgularının ve teorilerinin göreliğinin ötesine geçerek, doğrudan ve aracısız sezgide verilen yönlerini yakalamaktır. Husserl, Kant ve Hegel'den farklı olarak, dedüksiyon ya da diyalektiğe değil de, apaçıklığa; duyuların açıklığına değil de, bilincin doğrudan ve aracısız olarak sezilen apaçıklığına yönelir.
"PSİKOLOJİZM"
Başka bir deyişle, ona göre, nesne kuran öznellik olarak bilincin doğasını anlamak için, bize dünyayı izsel yönleriyle bilme imkânı verecek olan saf ya da transendental bilinç alanına girmemiz gerekmektedir. Bilinci fenomenolojik bir biçimde ya da saf fenomen olarak veya göründüğü şekliyle incelemek durumunda olduğumuzu söyleyen Husserl'e göre, fenomenoloji, gözlemden çok, algıyı içermekte olup, bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemez, fakat zihinsel fenomenlerin özünü sezgi yoluyla kavrar. Husserl işte, bu çerçeve içinde, sözcüklerin anlamını açıklayan sözel ve analitik nitelikteki bir bilgiden daha fazla bir şey olan her tür bilginin deneyime, tecrübeye dayanmak zorunda olduğunu savunmuştur. Buna göre, sözel ve analitik bir bilgi, kavramların analizine dayandığı ve deneyime dayanmadığı için, bize yeni bir bilgi vermez. Bundan dolayı, söz konusu analitik nitelikteki bilginin dışında kalan her tür bilgi deneyime dayanmalıdır. Bununla birlikte, o deneyimi empiristlerden biraz daha geniş bir çerçeve içinde anlar. Deneyimden söz ettikleri zaman, empiristler ya fiziksel nesnelerin tecrübe edildiği duyu deneyini ya da zihinsel fenomenlerin tecrübe edildiği içebakışı düşünürler.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl ise, başka bir deneyim türü daha olduğunu savunur. Bu deneyim türünde, fiziksel dünyanın da, zihinsel dünyanın da kapsamı içinde yer almayan belirli varlıklar, bize doğrudan ve aracısız bir biçimde verilir. Duyu deneyindeki doğal nesnelerle, içebakışta söz konusu olan zihinsel fenomenler, birlikte, zaman içinde var olan gerçek varlıkların dünyasını meydana getirir. Husserl'e göre, bu gerçek dünyadan başka, ezeli-ebedi olan ideal varlıkların oluşturduğu bir başka dünya daha vardır. İşte, idealar, şeylerin özleri bu dünyayı oluşturur. O'nun şeylerin özleri deyimiyle dile getirdiği ideal varlıklar, hemen hemen Platon'un İdealarına karşılık gelir. Belirli bir türün örneği olarak belli bir şeyin özü, tam olarak bu türün kendisidir. Buna göre, yazı yazarken şimdi parmaklarımın arasında tuttuğumuz bir nesnenin, yani kalemin özü 'kalem' türüdür. Masamızı
kaplayan
kırmızı
örtüye
baktığım
zaman,
duyularımızla bu somut şeyi algılarız; ancak aynı zamanda zihnimiz de kırmızılığın özünün neden meydana geldiğinin bilincine varır.
"PSİKOLOJİZM"
Edmund Husserl'e göre, insan zihni burada kırmızılığın özünün bilincine varırken, yine deneyim söz konusudur. Bununla birlikte, bu deneyim beş duyu aracılığıyla gerçekleşen duyu deneyi değildir. Burada söz konusu olan deney zihinsel bir deneyimdir. Yani, insan zihni kırmızılığın özünün bilincine varırken, bu özü doğrudan ve aracısız olarak kavrar. Bu deneyim türünde, şeylerin özleri, bize tıpkı duyu deneyindeki doğal cisimler gibi, doğrudan ve aracısız olarak verilir. Husserl, şeylerin özlerini tecrübe ettiğimiz bu deneyim türüne özlere ilişkin sezgi adını verir. Ona göre, biz özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, kesin ve kuşku duyulamaz önermelere, sonuçlara ulaşırız. Husserl'e göre, matematiğin nesneleri, aksiyomları da aynı şekilde bilinir. Matematiğin
aksiyomları,
matematiksel
nesneler
yalnızca
hakkında,
sayılar sezgiler
ve
diğer
aracılığıyla
kazanılmış bilginin dilsel ifadeleridir. 'Doğal sayı', 'nokta', 'doğru çizgi', 'düzlem' gibi ifadeler, duyu deneyiyle tecrübe edilebilir olan gerçek nesnelerin adları değildir. Bu ifadeler, bize Husserl'in özlere ilişkin sezgi adını verdiği söz konusu deneyim biçimi içinde doğrudan ve aracısız olarak verilen ideal nesnelerin adlarıdırlar.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl'e göre, özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, biz matematiğin kendisine konu aldığı ideal varlıkların belirli özelliklerini, ilişkilerini, vb. bilme durumuna geliriz. Öze ilişkin sezgi, Husserl'in paranteze alma adını verdiği bir dizi fenomenolojik tekniğin ardından gelir. Ona göre, ideal özler alanı duyularla algılanan tüm nesnelerin ötesinde bulunur. Bununla birlikte, onlar asla havada, boşlukta kalan şeyler değillerdir. İdeal özler de duyusal yaşantılara dayanır. Ancak bu yaşantılar, birçok rastlantılar ve niteliklerle yüklü olduklarından, özlere yükselebilmek için, onları bir yana bırakmak ya da 'parantez içine almak' zorundayızdır. Husserl'e göre, felsefe bir bilimdir. Felsefe zihne verilmiş olan özlerin tasvir edilmesinin bilimidir. Şu halde, Husserl'in felsefesinde en önemli nokta, zihne verilmiş olan varlığın özünü algılamaktır. Bunun için de fenomenolojik yöntem kullanılarak, varlığın özünü meydana getirmeyen somut özellikler ayıklanır. Varlığın somut özellikleri parantez içine alınmak suretiyle ayıklanınca, onun bireysel yanı ortadan kaldırılmış olur. Bu ise onun özüne varılması anlamına gelir.
"PSİKOLOJİZM"
POPPER
Raimund Popper, 1902 yılında Viyana'da doğdu. Nazizm, pozitivistler gibi Popper'i de ülkesinden göçmek zorunda bıraktı. Popper, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yeni Zelanda'da bulundu; savaş sonrasında Londra'da profesörlük yaptı. Pozitivistler gibi Popper da, bilimselliğe bir ölçüt bulmak istedi. Popper'in koymuş olduğu ölçüt, pozitivistlerin ölçütünden ayrılır ve Popper her zaman pozitivizme açıkça karşı çıkmıştır. Popper, 1919 yılında, bilimselliğin niteliği üzerinde düşünmeye başladığı zaman çıkış noktasının ne olduğunu kendi anlatır: Zihnimdeki sorunu doğuran ortamı ve uyarıcı olan örnekleri kısaca
anlatmak
isterim.
Avusturya
İmparatorluğunun
çöküşünden sonra, Avusturya'da bir devrim oldu. Ortalık devrimci sloganlar ve fikirlerle, yeni ve çoğunlukla saçma kavramlarla dolmuştu. Benim ilgimi çeken kavramlar arasında Einstein'ın görelilik kuramı kuşkusuz en önemli olanıydı. İlgi duyduğum diğer üç kuram da, Marx'ın tarih,
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Frued'un psikanaliz ve Alfred Adler'in `bireysel psikoloji' kuramlarıydı. Popper, Einstein'ın görelilik kuramı ile diğer üç kuramı karşı karşıya getirdi. 1919 yılı, görelilik kuramı bakımından anlamlı bir yıldı. Bu kurama göre, güneşin yakınından geçen ışık ışınları; güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar. O yıl, bu kuramı sınamaya elveren bir güneş tutulması oldu. Uzaydaki bir yıldızın yerini önce gece, sonra gündüz saptama yoluyla, yıldızın güneşe yakın olması halinde, gönderdiği ışınları güneş tarafından eğilip eğilmediği araştırılabilecekti. Ölçümlerin verdiği sonuçlar
sözkonusu,
ışınların
eğildiğini
gösteriyordu.
Popper'i büyük ölçüde etkileyen, kuramın ön-deyişinin doğru çıkması değildi. Onu asıl ilgilendiren şuydu: Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, genel görelilik kuramı derhal reddedilecekti. Popper bu tutumla, diğer üç kuramın savunucularının tutumlarını karşılaştırdı. Bunlar belirli bir olayın kuramlarına nasıl
uygun
düştüğünü
her
zaman
kolaylıkla
açıklayabiliyorlardı; ama hangi koşulların gerçekleşmesi halinde kuramlarını savunmaktan vazgeçeceklerini asla belirtmiyorlardı.
"PSİKOLOJİZM"
Popper, hangi kurama 'olursa olsun ampirik destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemede yattığını düşünmeye başladı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir, dedi. Böylelikle Popper “yanlışlanabilirlik ilkesini” getiriyordu. Bu ilkeyle ilgili olarak üç noktayı belirtmek gerekir. Popper her üç noktada da yanlış anlaşılmıştır. 1 - Yanlışlanabilirlik ilkesinin, anlamlı ve anlamsız önermeler ayrımıyla bir ilgisi yoktur. Popper, genel olarak, apaçık saçma olan önermeler dışında, bütün önermelerin anlamlı
olduğunun
savunulabileceğini
kabul
eder:
Pozitivistlerin bu konudaki anlayışlarını derinlemesine eleştirmiş değildir. Ancak, pozitivistlerin bir önermenin nasıl anlamlı olacağı sorusunu olgulara değgin bir soruymuş gibi ele aldıklarına dikkati çekmiş; bir önermenin doğru olup olmadığına karar vermenin yalnızca bir uzlaşım (convention) sorunu olduğunu söylemiştir 2 - Popper, bütün kuramların genel içerimlerden, yani “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer x.... o halde x. . . ... “ şeklindeki önermelerden
oluştuğu
görüşündedir.Popper'in
bu
görüşünün, kolaylık sağlaması bakımından, kendisinin de
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
kullandığı “Bütün kuğular beyazdır önermesiyle ifade edilen “yasa”yı (Bütün x'- ler için geçerlidir: Eğer x bir kuğuysa, o halde x beyazdır) örnek alarak açıklamaya çalışalım. Yukarıdaki önerme, siyah renkli bir kuğunun ortaya çıkması halinde yanlıştır. “Burada siyah bir kuğu var” önermesi, bu yasayı yanlışlar; yanlışlığını gösterir. Bu çeşit önermelere, yani belirli bir yerde, belirli bir zamanda ve belirli bir nesne ya da olaya değgin önermelere Popper, temel önermeler adını verir. Bazı temel önermeler yukarıdaki “yasayla bağdaşır (örneğin, “Burada yeşil bir iskemle var”; “Burada beyaz bir kuğu var” gibi) . Öte yandan; başka bazı temel-önermeler (örneğin, “Burada siyah bir kuğu var”) yasayla bağdaşmaz, yani sözkonusu olan temel önerme doğru ise, “yasa” yanlıştır. Popper, yasaların bağdaşan önermelere izin verdiğini, ama bağdaşmaz önermeleri yasakladığını söyler. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için, en azından bir temel önermeyi yasaklaması gerekir. Burada dikkat çekilen konu Popper'ın bir temel- önermenin doğru
ya
da
yanlış
olduğunun
kesin
güvenirlikle
belirlenebileceğini söylemeyişidir. Popper, bilimin nesnel şeylere değgin olduğunu ve dolayısıyla temel-önermelerin de nesnel
olması
gerektiğini;
ancak,
nesnelliğin
kesin
"PSİKOLOJİZM"
güvenilirlikle belirlenemeyeceğini söyler. Oysa Popper'a göre, öznel şeylere ilişkin kesin güvenilir bilgi edinmek olanaklıdır.
Bundan
çıkan
sonuç,
Popper'ın
temel-
önermelerinin herhangi bir gözlemciye bağlı olmayışıdır. Gerekli olan, bazı temel-önermeleri doğru saymak; doğru olarak kabullenmek için bir karara varmaktır. 3 - Yukarıdaki örnekte yer alan “Bütün kuğular beyazdır” önermesi, “Burada siyah bir kuğu var” önermesiyle yanlışlanmaktadır. Ancak, bu kuğuyu, birinin siyaha boyadığı şeklinde yardımcı bir varsayım öne sürülecek olursa bu bir yanlışlama olarak anlaşılmayacaktır. Bu çeşit yardımcı varsayımlar ileri sürerek bir kuramı kurtarmak
her
yanlışlanmadan
zaman
olanaklıdır.
kurtarılmasının
yanlışlanmaktan Bir
başka
kuramın
yolları
da,
kavramlarının içeriğini değiştirmek, belki de bir hesap hatası yapılmış
olduğunu
ileri
sürmek,
deneyimin
doğru
yapılmadığını iddia etmek gibi yollardır. Bu durumda, yukarıda anlattılanların aksine; bir kuramın yanlışlanması olanaksızlaşır. Bir kuramın yanlışlanabilmesi için, yardımcı varsayımlar getirmemek, anlam değişiklikleri yapmamak gibi bazı yöntem kurallarının kabul edilmesi gerekir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Yanlışlanabilirlik ilkesi ancak, belirli bir yöntembilimle birlikte işletilebilir. Popper, bilimselliği dil ölçütleriyle değil, yöntem kurallarıyla tanımlamaktadır: Örneğin, koyduğu yöntem kurallarından birine göre, yardımcı varsayımlara ancak,
kuramsal,
sistemin
ampirik'
içeriğini
ya
da
yanlışlanabilirliğini artırıyorsa izin verilebilir. Pozitivistlerin tekil olayların nedensel açıklanmasının tümdengelime dayandığı görüşünü aslında ilk olarak Popper ortaya atmıştır ve bu modele çoğunlukla Popper-Hempel modeli adı verilir. Ancak Popper, bu modele ilişkin tartışmalara hiç katılmamıştır. “Neden önermelerine ilişkin görüşleri de pozitivistlerden önemli bir farklılık göstermez. Popper “neden önermeleri”nin bir çeşit zorunlu ilişkiyi ifade ettiklerini savunmanın anlamlı olduğunu kabul ederken bir sorunla karşılaşmadığı halde, yöntembilimsel açıdan bu zorunluluğun tümüyle geçersiz olduğu kanısındadır. Bu yüzden, bu zorunluğun bir yana bırakılabileceği görüşündedir. Popper'a göre de, kuramlar ve yasalar, özlerinde, yani özleri bakımından evrensel bağlılaşımlardan başka şey değillerdir. Popper'ın yukarıda sözünü ettiğimiz temel önermelere koyduğu koşul, bunların gözlemlenebilir şeylere değin
"PSİKOLOJİZM"
olmalarıdır. Bu konuda pozitivistlerle arasında yalnızca sözde benzerlik vardır. Popper'a göre “gözlemlenebilir” kavramı, tanımlanması olanaksız ve bilim felsefecilerince öğrenilmesi gereken bir kavramdır. Kendisinin bu kavramı kullanışına bakılacak olursa, bilim adamlarının
varlığını
belirledikleri
tüm
özgülükler
gözlemlenebilir şeylerdir. Pozitivist açıdan bakılınca, Popper neyin
gözlemlenebilir
görünmektedir.
olduğu
Kuramsal
sorusunu
atlamış
gözlem
terimleri
terimlerle
arasında da ayrım yapmamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, fiziksel olan herşeyin gözlemlenebilir olduğu görüşündedir. Nedensel açıklamalar ve “neden-önermeleri” konusunda Popper'ın görüşleriyle pozitivistlerin görüşleri büyük ölçüde birbirine
uymaktadır.
Pozitivistlerin
anlamlı-anlamsız
önermeler, kuramsal terimler, gözlem terimleri ayrımlarına gelince, Popper bu ayrımlarla fazla ilgilenmemiş ve bunların ayrıntılı bir eleştirisini de yapmamıştır. Tümevarımsal mantığı ise tümüyle reddeder. Bu konuda kırk yıl süren yoğun bir mücadele vermiş, çeşitli pozitivist savları ayrıntılarıyla ele alıp, kıyasıya eleştirmiştir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Mantıkçı
pozitivistlerin
bir
bölümünün
araçsallığa
kaymalarına karşılık, belirtmek gerekir ki; Popper her zaman için gerçekçi bir realist olmuş, yani kuramların bizden bağımsız olarak varolan dış dünyaya değgin olduğunu savunmuştur. Ancak Popper, başka bir pozitivist anlayışı, “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlamı” ayrımını kabul etmiştir. Popper'ın tümevarımsal mantığa yönelttiği eleştiri üç bölüme ayrılabilir. 1 - Popper, öncelikle, (Hume gibi), belirli bir ampirik kuramının belirli bir olasılığı olması gerektiğini söyleyen bir önermenin kendisinin de ampirik bir önerme olması gerektiğine işaret eder. Dolayısıyla bu önermenin de ampirik bir olasılığı olacağına göre, onun da olasılığını belirleyecek yeni bir tümevarımsal mantık gerekecektir. Bu durumda yeniden belirli bir olasılığı olan yeni bir ampirik önermeyle karşılaşılacak ve bu sonsuza kadar böyle gidecektir. Tümevarımsal
mantığın,
tümevarımsal
mantıkta
ele
alınmayan ampirik önermelere dayanması gerekir. 2 - Mantıkçı pozitivizmle ilgili bölümde, tümevarımsal mantıkla ele alınacak kuramlara, tümevarımsal mantığın yardımıyla kanıt önermelerine bağlanışından önce, belirli bir
"PSİKOLOJİZM"
olasılık verilmesi zorunluğu üzerinde durmuştuk. Popper'a göre, olasılığın, örneğin yanılış kuramların olasılığının `sıfır' ve doğru kuramların olasılığının `bir' sayılması gibi, bazı akla uygun koşullara dayandırılması halinde buna olanak yoktur. Tümevarımsal
mantık
asla gerçek
kuramlara
uygulanamaz. 3 - Bu, olanaklı olsa bile, arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü olası kuramlara değil, olası olmayan kuramlara gerek vardır. Popper'in görüşü yalnızca görünüşte paradoksaldır. Tümevarımsal mantıkta, kuramların, bunlara belirli bir olasılık veren kanıt önermelerle ilişkisi kurulur. Kuramların, kanıt önermelere uygunluğu arttıkça, olasılıkları da yükselir. Tümevarımsal mantıkçıların çoğu, kabul edilmiş kuramları da, bu kanıt önermelerden sayarlar. Popper'ın olası olmayan kuramlar (ki, bunlar için çoğunlukla ”cesur tahminler” deyimini kullanır) ortaya atılması gerektiği savını en iyi açıklayan da bu durumdur. Bu durumda, yüksek olasılığı olan bir kuram, kanıtlar arasında bulunan mevcut kuramlara çok benzer niteliktedir. Oysa Popper'a göre, kökten yeni olan kuramlara gereksinme vardır.
Tümevarımsal
mantık,
mantıkçı
pozitivizm
bölümünde anladığımız görüşlere benzer görüşlere, yani
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
"önce deneysel yasalar koy, sonra bunlardan kuramsal sistemler kur" a dayanmaktadır. Tümevarımsal mantıkçılar, Popper'dan
farklı
olarak,
bilgilerin
birikerek
arttığı
varsayımından hareket ederler. Popper'ın Yöntem Kuralları; Popper'ın yanlışlanabilirlik ilkesinin, bilimselliğin, ölçütü olarak kullanılabilmesi için, bazı yöntem kurallarıyla tamamlanması gerekmektedir. Bu kurallardan bazıları şunlardır: “Yardımcı
varsayımlar,
kuramsal
bir
sistemin
yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz” , “Tanımlanmamış kavramların kuram tarafından örtük olarak tanımlandığı
kabul
edilemez”
(bu
durumda
kuram,
çözümlemesel olarak doğru olur ve yanlışlanamaz) , “Dil kullanımının sürekli olarak değiştirilmesi yasaktır.” Popper bu kurallardan başka, bilimin gelişmesine yardımcı olacak bazı kurallar koyar. Aslında Popper'ın bilim felsefesinin altında yatan temel amaç, bilimin gelişmesini sağlayacak yöntem kuralları getirmektir. Yukarıda sayılan kurallar, bilim selliğin asgari kurallarıdır ve bilimselliğe bir ölçüt getirirler.
"PSİKOLOJİZM"
Diğer kurallar, bazen ifade ediliş tarzlarından da anlaşılacağı üzere, kuramların yanlışlanabilir olduğu noktasından hareket eder. Bu kurallardan bazıları şunlardır: En
çetin
şekilde
sınanması
gereken,
en
yüksek
yanlışlanabilirlik derecesi olan "kuramlara öncelik ver" kuramı, eski kuramlardan bağımsız olarak sınanabilmelidir. Yeni bir kuram, şimdiye kadar birbirinden ayrı görünen olayları birleştiren özgün ve yalın bir fikre dayanmalıdır. Bir kuramın doğrulanması için, kabul edilmiş temel önermelerle bağdaşması ve bu temel önermelerin bazılarının da kuramı yanlışlamak için harcanan bilinçli çabalar sırasında kabul edilmiş olması gerekir. Sonuncu
kural,
Popper'ın
bir
kuramın
doğrulanmasından ne anladığını ortaya koymaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken; doğrulamanın alışılmış anlamda doğrulama değil, “yanlışlama çabalarının başarısızlığa uğraması” demek olduğudur. Yani, bir kuram, tümevarımsal mantıkçıların
“kanıt
önermeleri”
dedikleri
şeylerle
doğrulanamaz. Bu kanıt önermelerinden kalkarak, kuramın hangi durumlarda yanlış çıkacağının kestirilmesi ve o durumlarda sınanması gerekir. Kuram ancak bu sınamalardan başarıyla çıkarsa doğrulanmış sayılabilir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu yöntem kurallarından ikisi; yanlışlanabilirlik derecesiyle ilgilidir. (Yardımcı varsayımlar yanlışlanabilirlik derecesini azaltamaz
ve
yanlışlanabilirlik
derecesi
yüksek
olan
kuramlara öncelik verilmelidir kuralları) . Yanlışlanabilirlik derecesi nedir? “Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer Fx; o halde Gx (Fx = x, F özelliğine sahiptir)” şeklindeki yalın kuramı ele alalım. X'in F özelliğine sahip, ancak G özelliğinden yoksun olduğunu bildiren her temel-önerme, bu kuramı yanlışlayacaktır. Popper'ın kendi verdiği örnek şudur: “Bütün uzay cisimleri çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” şeklindeki kuram, “ kuyruklu yıldız, parabol biçimindeki bir yörüngede ilerliyor”, “Güneş hiperbol biçiminde bir yörüngede ilerler”, “Merkür gezegeni fiyonk biçiminde bir yörüngede ilerler”, “Ay elips biçiminde bir yörüngede ilerler” şeklindeki temel önermeler tarafından yanlışlanır. “Bütün gezegenler çember biçimindeki yörüngelerde ilerler” önermesini ele alırsak, bu son önermeye oranla ilk sözü edilen önermeyi yanlışlayacak çok daha fazla sayıda önerme düşünülebilir. İlk sözü edilen önermenin çok daha fazla sayıda potansiyel -gizil- yanlışlayıcıları vardır ve dolayısıyla yanlışlanabilirlik derecesi daha yüksektir.
"PSİKOLOJİZM"
Popper, yanlışlanabilirlik derecesini genel olarak ampirik içerikle
belirlemektedir.
O'na
göre
bir
kuramın
yanlışlanabilirlik derecesi = kuramın ampirik içeriği = kuramın potansiyel yanlışlayıcılarının sayısı'dır. Yukarıdaki 'örnek, açıklamayı kolaylaştırmaktadır. Şöyle ki, son önermeye konu olan “gezegenler”, ilk önermeye konu olan “uzay cisimlerinin yalnızca bir bölümüdür. Böyle bir örnekte, önermelerden hangisinin daha çok sayıda potansiyel yanlışlayıcısı olabileceğini kestirmek zor değildir. Ancak başka örneklerde bu, çoğunlukla olanaksız duruma gelir. Popper, yanlışlanabilirlik derecesinin belirlenmesi sorununun nasıl çözüleceğini tam olarak gösterememiştir. Dolayısıyla, tümevarımsal mantığa yöneltmiş olduğu şu eleştiri,
kendi
yöneltilebilir:
yöntembiliminin Bu
yöntembilimin,
büyük
bölümüne
mevcut
değerlendirmek için kullanılması olanaksızdır.
de
varsayımları
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
POPPER’İN ELEŞTİRİLMESİ
Yanlışlanabilirlik genişletilebilir.
ilkesine
Popper'ın
yöneltilen
yanlışlanabilirlik
eleştiri derecesini
belirleme yönteminin varılmak istenen kavrama uygun olup olmadığı
sorulabilir.
Popper'a
göre,
kuramlar
genel
içermelerden oluşur ve genel içermelerin bazı temelönermelerle bağdaşması mantıksal olarak olanaksızdır. Söz konusu kuram doğru ise, bazı temel-önermelerin yanlış; kuram yanlış ise, bazı temel-önermelerin doğru olması gerekir. Kuram, bazı temel önermeleri yasaklar. Buna karşılık, kuram nedensel bir ilişkinin ifadesi olarak anlaşılırsa, temel önermeleri, ancak geçerli başka nedensel etkenlerin bulunmaması koşuluyla yasaklar. “Isı yükselmesi halinde uzunluk artar” şeklindeki önerme, bir çubuğun ısıtılmasına rağmen aynı uzunlukta kalmasıyla bağdaşabilir. Örneğin, çubuk bir yandan ısıtılırken, öte yandan mekanik olarak sıkıştırılabilir. Bilimde normal olan durumda, birlikte veya birbirlerine karşı etki yapan birden çok sayıda nedensel etkenin varlığı kabul edilir.
"PSİKOLOJİZM"
Dolayısıyla, Popper'in yanlışlanabilirlik derecesi kavramı, gerçek yanlışlanabilirlik derecesini değil, yanlışlanabilirlik derecesi ölçülmek istenen önermede ifade edilen nedensel etkenlerden durumlardaki
başka ideal
hiçbir bir
etkenin
düşünülemeyeceği
yanlışlanabilirlik
derecesini
ölçmektedir. Bu nedenlerle Popper'in yanlışlanabilirlik derecesini belirleme yöntemi reddedilecek olursa, onun yöntem kuralları da kabul edilemez, çünkü bu kurallar gerçekten varolan durumlardaki gerçekten varolan kuramlara uygulanmak üzere düşünülmüştür. Bu eleştirinin temeli, “neden önermeleri”nin değil, genel içerimlerin, bazı temel önermeleri yasakladığı (ya da onlarla mantıksal olarak bağdaşmaz olduğu) görüşüdür. Popper'a göre, neden önermeleri yöntemsel açıdan genel içerimlerle eşitlenebilir; dolayısıyla
yukarıdaki eleştiri
Popper'ın bu fikrinin de tartışılabilir olduğunu düşündürür. Bu eleştirinin Popper-Hempel açıklama modeli bakımından da bazı sonuçları vardır. Bu model bütün yasaları ve kuramları genel içerimler olarak görür ve açıklamalar, tümdengelimsel çıkarımlardan ibarettir, der. Ancak tümdengelimsel açıklamaların, nedensel açıklamalarla eşit değerde görülebilmesi için, tümdengelimsel çıkarımın
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
kapsadığı genel içerimlerle temsil edilen nedensel etkenin dışında geçerli olabilecek hiçbir başka etken bulunmaması gerekir. Tümdengelimsel bir çıkarımın açıklama olarak anlaşılabilmesi için, bu çıkarımda söylenmeyen bir şeyi varsayması gerekir ve bu durumda da tümdengelimsel açıklamaların nedensel etkenleri ve nedensel açıklamaların yerini ne ölçüde alabileceği sorusu sorulabilir. Popper'ın yöntembilimi en azından iki varsayıma dayanır gibidir: 1 - Kuramları ve yasaları diğer önermelerden bağımsız olarak ele almak olanaklıdır; 2 - Kuramlar normal olarak yanlışlanmaz. İlk varsayımı gerçekten yapmış olduğu, tikel önermeler için yanlışlanabilirliği tanımlamasından ve ayrıca yazılarında, bağla- ma bakılmaksızın her zaman için “cesur tahminlerde bulunulabileceği fikrini uyandırmasından da anlaşılmaktadır. Kuhn'a göre, bir önceki bağlamı reddetmeksizin, “cesur tahminler”de bulunulamaz. Yepyeni bir paradigma kurulması gerekir. Paradigmalar da, yöntembilimsel açıdan tikel önermeler gibi davranmazlar.
"PSİKOLOJİZM"
Bu bağlamda, mantıkçı pozitivizmin giderek soyutlanmış önermelerin ele alınışından nasıl uzaklaştığı hatırlanabilir. Popper'ın ikinci varsayımı yaptığı apaçıktır. Kuramları yanlışlamaya çalışmak gerektiğini önemle vurgular; normal olarak yapılan bu olsaydı, üzerinde durması gerekmezdi. Oysa Kuhn'un ortaya koyduğu bilim tarihi, kuramların normal olarak yanlışlandığına işâret eder. Popper hemen hemen tüm kuramların ampirik desteğe sahip olduklarını göstererek mantıkçı pozitivistlerin ayaklarını nasıl yerden kaydırmışsa, Kuhn da hemen hemen tüm kuramların hemen her zaman yanlışlandığını, yani kuramlara tümüyle uymayan geçerli verilerin her zaman bulunduğunu göstererek Popper'ın ayaklarını yerden kaydırmıştır. Bundan çıkan sonuç şudur: hangi kuramın kabul edilmesi gerektiği sorusu, Popper'ın yöntembilimiyle bağdaşmayan bir biçimde
yeniden
sorulmalıdır.
Soru
şöyle
olacaktır:
Yanlışlanan tüm kuramların hangisi ya da hangileri doğru olarak kabul edilmelidir?
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
POPPER VE TOPLUMBİLİMLERİ
Popper'a göre yöntem kuralları hem doğa hem de toplum bilimlerinde uygulanmalıydı. Mantıkçı pozitivistlerin tersine, Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık Popper, görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla,
tüm
bilimlerde
aynı
yöntembilimin
uygulanabilirliğine inanır. Popper, "Toplum bilimlerinde deney yapılamaz, çünkü toplumsal etkenler asla fizik etkenler gibi soyutlanamaz. Toplum ve insanlar doğa bilimlerine konu olan olaylara oranla çok daha karmaşık olaylardır; “Toplum bilimlerinde özel bir sezgisel anlayış olabilir, çünkü burada kuramların konusu
insandır”
yöntembilimin
gibi
toplum
savlara, bilimlerine
yani
doğabilimsel
uygulanamayacağı
görüşünün çeşitli savlarına açıkça karşı çıkmıştır. Popper'ın karşı savlarını kısaca ele almak gerekirse; Popper'a göre deneyimlerde belirli etkenlerin birbirlerini etkileyip etkilemedikleri ya da belirli bir deneyimde değişik etkenlerin birbirinden soyutlanmış olup almadığı deney öncesi olarak
"PSİKOLOJİZM"
belirlenemez. Bu ancak etkenlerin belirlenmesi ve deneyimin yapılmasından sonra keşfedilebilir ki bunun için de kuram biliniyor olmalıdır. Toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğuna ilişkin inanç, normal bir toplumsal olayla, etkenlerin
soyutlandığı
fiziksel
bir
olayın
karşılaştırılmasından ileri gelir. Oysa normal bir toplumsal olayla normal bir fiziksel olay, örneğin bir yaprağın yere düşüşü, karşılaştırılacak olursa, her iki durumda da bir öndeyide bulunmanın eşit ölçüde güç olduğu görülecektir. Özdeşleşim, Popper'a göre ancak buluş işlevi görebilir; bir varsayıma ulaşmamıza yardımcı olabilir. Ama varsayımın sınanmasında hiçbir rolü olamaz. Benim nasıl hissettiğim, başkalarına ilişkin bir varsayım bakımından bir anlam taşımaz. Doğa ve toplum bilimlerinin bazı ortak yöntem kuralları bulunduğunu ve tek bir yöntembilimden sözedilebileceğini savunmak, bilimsel disiplinlerin kendilerine özgü belirli kuralları olduğu
görüşüyle
bağdaşır.
Popper, toplum
bilimlerinde özel bir “yöntembilimsel. Bireycilik” koşulu arar.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Popper şöyle söyler: "Toplumsal kuramların görevi, sosyolojik modellerimizi betimsel ya da adcı (nominalist) terimlerle, yani bireylere, onların tutumlarına, beklentilerine, ilişkilerine, vb. ilişkin terimlerle, titizlikle oluşturmak ve çözümlemektir. Bu, `yöntembilimsel bireycilik' diyebileceğimiz bir ilkedir. Carnap'ın bireyleri somut temel deneylerden kurulan mantıksal kurulumlar olarak görmesi gibi, Popper da, sınıflar gruplar ve kurumlar gibi toplum bilim kategorilerini, somut bireylerden kurulu kuramsal kurulumlar alarak görür. Tüm sosyolojik kuramlar, tutumlar, beklentiler, vb. psikolojik terimlerle çözümlenebilirse, o zaman sosyolojiyi psikolojiye indirgemek (psikolojizm) mümkün değil midir? Popper'in bu soruya yanıtı olumsuzdur. Ancak, Popper'in yöntembilimsel bireyciliği ile psikolojizme yönelttiği eleştirilerin nasıl bağdaştırılacağını anlamak güçtür. Psikolojizmin, yöntembilimsel bireyciliği savunarak ve yöntembilimsel kollektivizme karşı çıkarak kazandığı büyük erdemleri küçümsememeliyiz. Psikolojizm, bütün toplumsal olayların ve özellikle bütün toplumsal kurumların işleyişinin, her
zaman
için
bireylerin
kararlarının,
eylemlerinin,
"PSİKOLOJİZM"
tutumlarının, vb., sonucu olarak anlaşılması gerektiğini savunan ve sözde `kollektifler'e (devletler, uluslar, ırklar, vb.) dayanılarak yapılan açıklamalarla asla yetinilmemelidir diyen önemli öğretiyi destekler. Psikolojizmin hatası, toplum bilimleri alanındaki bu yöntembilimsel bireyciliğin tüm toplum
olaylarının
ve
tüm
toplumsal
düzenliliklerin
psikolojik olaylara ve psikolojik yasalara indirgenmesi programını içerdiğini varsaymasıdır. Popper'ın tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: O'na göre, bilimsel açıklamalar ve öndeyiler, daha önce verdiğimiz şemayı izler. Ancak genel olarak tarihsel olaylar bakımından bir sınırlama yapılması gerekir: bunlar konusunda ön-deyide bulunmak olanaksızdır. Popper'ın gösterdiği gerekçeler şunlardır: 1- Tarihin akışı, insan bilgisinin gelişmesinden büyük ölçüde etkilenir. 2
–
“Akılsal
ya
da
bilimsel
yöntemlerle
bilimsel
bilgilerimizin gelecekteki ilerlemeleri üzerine öndeyilerde bulunamayız.
Bilimsel
bir
kuram
üzerine
öndeyide
bulunabilmek için, o kuram konusunda şimdiden bilgi sahibi olmak gerekir.”
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
3 – “Dolayısıyla gelecekteki tarihsel olaylar konusunda öndeyide bulunamayız.” Bu durumda, Popper'e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. O halde tarih kitapları nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, böyle bir bakış açısına, “tarih anlayışı” adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla doğru ya da yanlış oldukları söylenemez. Herkes ilginç bulduğu tarih anlayışını benimseyebilir. Tarih, sınıflar, ırkılar, dinsel fikirler, “açık” ve”kapalı” toplumlar arasında bir mücadele olarak görülebilir.
"PSİKOLOJİZM"
ELEŞTİREL AKILCILIK
Popper'ın bilim felsefesinin insan bilimleri ve politika konusundaki görüşleriyle nasıl bağlandığını görmeden önce, koymuş olduğu yöntem kuralları üzerine görüşlerini ele almamız gerekir. Popper'a göre, yöntem kuralları, daha iyileri bulunana kadar kabul edilmesi kararlaştırılan uzlaşımlardan ibarettir. Yöntem kuralları değişmez değildir ve bilimin gelişmesinde oynadıkları rol açısından her zaman için eleştirilebilirler. Bir kuramı eleştirmek, onu yanlışlamaya çalışmaktır. Bir yöntem kuralını eleştirmek ise, onun bilîmin gelişmesine nasıl engel olduğunu göstermeye çalışmaktır. Her iki durumda da hata veya yanlış aranır: Ancak hatanın bulunması için (kuramı veya kuralı) denemek gerekir. Popper'e göre her iki durum da genel bir yöntemin, “deneme ve
yanılma”
ya
da
“eleştirel
akılcılık”
yönteminin
örnekleridir. Yapılan hatalardan ders alınır. Her zaman bir sorundan (P2) hareket edilir. Sonra buna bir çözüm önerilir ve bu çözümün yanlış olduğu gösterilmeye çalışılır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu gösterilince de yeni bir sorunla (P2) karşılaşılır; ancak bu kez bilgiler artmıştır. Popper bu metodu P1ž TT žEE ž P2 şemasıyla ifade eder. Popper'a göre bu şema tüm bilimsel disiplinlere, yöntem kurallarına, felsefeye ve politikaya uygulanabilir ve uygulanmalıdır. Bu şema, kişinin her zaman yanılabileceği görüşüne dayanır. Bu görüşe, başkalarının da doğru olabileceği görüşünü eklersek, şema Popper'in “eleştirel akılcılık” adını verdiği tutumu temsil eder. “Bu tutum, tartışma ve deneye verdiği önemden dolayı, `Ben yanılıyor olabilirim, sen de haklı olabilirsin; birlikte çalışarak doğruya yaklaşabiliriz' Şeklindeki yaklaşımıyla, daha önce de değindiğimiz gibi, bilimsel tutumla çok yakından ilişkilidir. Bu tutum, herkesin hata yapabileceği; bu hatanın kendisi, başkaları veya başkalarının yardımıyla kendisi tarafından keşfedilebileceği görüşüne bağlıdır. Kimsenin kendi kendinin yargıcı olamayacağı fikrini ve tarafsızlık fikrini içerir. Bu tutumun akla olan inancı, yalnızca kişinin kendi aklına değil, -belki daha da çok- başkalarının aklına olan inançtır. ”Eleştirel akılcılık”ın bu belirlenişi, pozitivistlerin (bilimle metafiziği ayıran) ayrım-ölçütü' ne 'tekabül eder. Popper'a göre, (özneler-arası) eleştirilebilir ve eleştirilemez önermeler;
"PSİKOLOJİZM"
daha doğrusu, önermeleri, özneler-arası olarak eleştirilebilir sayan ve saymayan iki ayrı tutum vardır. Popper,
metafizik
saydığı
önermelerin
çoğunu
eleştirilebilir bulur. Örneğin, determinizm ve idealizm başlıkları
altına
eleştirilebilir,
giren
ancak
felsefi
bunları
görüşler
yanlışlamak
yanlıştır
ve
olanaksızdır.
Pozitivistlerin bilim - metafizik ayrımının Popper'daki karşılığının akılcılık - akıldışıcılık ayrımı olduğu, Popper'ın akıldışılığa ilişkin olarak söylediklerinden anlaşılmaktadır. Bu sözler, pozitivistlerin metafizik hakkındaki sözlerini anımsatır. Kısa bir örnek vermek gerekirse: Marx bir akılcıydı. Sokrates ve Kant gibi o da, insanlığın birliğinin temeli olarak insan aklına, inanıyordu. Ancak, fikirlerin sınıf çıkarları tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi, insan aklına inancın çöküşünü hızlandırdı. Hegel'in, fikirlerin ulusal çıkarlar ve gelenekler tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi gibi, Marx'ın bu öğretisi de akla olan akılcı inancı sarsıcı bir eğilim taşıyordu. Hem sağdan hem de soldan tehdit edilen tutum, yani toplumsal ve ekonomik sorunlara değgin akılcı tutum, tarihiçi kehanet ve kehanetçi akıldışıcılığın cepheden saldırısına uğradığında kendini savunamadı.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Akılcılık ile akıldışıcılık arasındaki çatışmanın, çağımızın en önemli düşünsel ve belki de ahlaksal sorunu oluşunun nedeni budur. Popper'a göre akılcı tutumun kendisi akılsal savlara dayandırılamaz. İnsanlığın ortak bir akılsallığı olduğuna inanmak gerekir. Buna inanarak ancak Popper'ın bu terime verdiği anlamda akılcı olunur. ELEŞTİREL AKILCILIK VE İNSAN BİLİMLERİ
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Popper'ın felsefe konusundaki görüşü şudur: Felsefe kuramlarının çoğu, her ne kadar yanlışlanamaz nitelikte ise de, akılsal olarak
tartışılabilir.
Felsefe
ne
edebiyattır,
ne
de,
pozitivistlerin iddia ettikleri gibi, sözcüklerle oynanan bir oyun. Felsefenin konusu, gerçek sorunlardır. İnsan bilimleri de P1 TT EE P2= şemasını izlemelidir. Popper'ın 'bu konuda en çok vurguladığı şudur: Yapılması gereken şey, önce sorun durumunu (P1) iyi anlamak, sonra da yazarın ya da sanatçının yapıtını bu sorunun çözümü için az ya da çok başarılı bir deneme olarak değerlendirmektir.
"PSİKOLOJİZM"
Popper'a göre, sorun durumları, tıpkı matematik sorunları (problemleri) gibi, nesnel olarak vardır. Matematikçinin deneyleri değil, önerdiği çözümün söz konusu sorunu çözüp çözmediği tartışılır. Sanat, edebiyat ve düşünce tarihçileri, sorun durumlarını yeniden kurmaya çalışıp, söz konusu olan yapıtın sorunu ne ölçüde çözdüğü konusunda bir yargıya varmalıdırlar. Örneğin
Popper'a
göre,
Batı
sanatının
bir
bölümü,
gerçekliğin imgesinin, görüntüsünün (örneğin perspektiften yararlanılarak) nasıl yaratılabileceği problemini çözmekle; diğer bir bölümü de, seyircinin eyleme geçirilip, kendi başına yorum yapmasının nasıl sağlanabileceği sorununu çözmekle uğraşmıştır denilebilir. ELEŞTİREL AKILCILIK VE POLİTİKA
Popper, bilimsel
akılcılığın,
yalnızca
özel
bir
durumunu oluşturduğu temel bir akılsallığı belirlemeye çalışmıştır. Bu akılsallığın politikaya da uygulanması gerekeceği açıktır. Toplumsal normlar, tıpkı bilimsel normlar (yöntem kuralları) gibi tartışılabilmelidir. Birincisinde;
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
insanlığın çektiği acıların azaltılması; ikincisinde, insanlığın bilgi dağarcığının genişletilmesi amacı söz konusudur.
"PSİKOLOJİZM"
Popper şöyle der: “Politikada bilimsel yönteme benzer bir yöntem uygulamanın tek yolu, belirli olumsuz yanları, bazı istenmeyen sonuçları olmayan
hiçbir
politik
davranışın
bulunmadığı
varsayımından hareket etmektir. Hataları aramak, bulmak ve gün ışığına çıkarmak, çözümlemek ve bunlardan ders çıkarmak, bilimsel bir politikacının ve politikacı bir bilim adamının
yapması
gereken
şeydir.
Bilimsel
yöntemi
politikaya uygulamak, hiç hata yapmadığımıza kendimizi inandırmak, hatalarımızı görmezden gelmek, gizlemek ve başkalarına yüklemek sanatının yerine daha üstün bir sanatı yaptığımız hataların sorumluluğunu yüklenmek, bunlardan ders almak ve derslerden ileride aynı hataları yinelememek için yararlanmak sanatını koymak demektir.” Eleştirel akılcılığa göre, hataların ortaya çıkarılabilmesi için özgür tartışmaya gerek vardır. Özgür tartışma ise, buna olanak
tanıyan
kurumların
ve
geleneklerin
varlığını
gerektirir. Bu hem bilim adamları toplumu hem de tüm toplumlar için geçerlidir. Denebilir
ki,
Popper
önce
bilim
dünyasının
nasıl
örgütlenmesi gerektiğine ilişkin bir fikir geliştirmiş, sonra
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
bunu bütün topluma, uygulamıştır. Varılan sonuç, Popper'ın “açık toplu” dediği ultra-liberal toplumdur. Popper'a göre toplumu değiştirirken de P1 ž TT ž EE žP2 şeması uygulanmalıdır. Burada TT toplumsal bir kurumun değiştirilme denemesini, EE alınan sonuçların özgürce
tartışılmasını
temsil
eder.
Popper,
toplumda
devrimci değişiklikler yapılırsa, hangi sonucun hangi nedene dayandığını görebilmenin olanaksızlaşacağı görüşündedir. Bu ise, P1ž TT ž EE ž P2= şemasını uygulanamaz hale getirir. Bu ve başka nedenlerle Popper toplumu değiştirmede devrimci yöntemler yerine “adım adım toplumsal düzeltme” yönteminin uygulanmasını savunur. Her adımda, fazla kapsamlı olma- yan, tek bir düzeltme (reform) yapılmalıdır. POPPERCİLİK
1950'lerin ortalarına kadar Popperciliği tek başına Popper temsil etmiştir. O zamandan bu yana, Popper'm görüşlerini savunan ve Popper'a dayanan ya da Popper'ın felsefesinin içerdiği düşünceleri geliştirdiğini söyleyen kimselerin sayısı giderek çoğalmıştır. 1960'lara gelindiğinde, bu çevre o kadar büyümüştür ki, Poppercilikten başlı başına
"PSİKOLOJİZM"
bir bilim felsefesi okulu olarak söz etmek zorunlu hale gelmiştir.
Popperci
çevreye
dâhil
bazı
düşünürlerin,
Popper'ın bazı görüşlerinin, temel savlarıyla bağdaşmadığını göstermeye çalışmaları da bunu göstermektedir. Örneğin, Popper'ın
kendisi
tutarlı
bir
Popperci
olmamakla
eleştirilmiştir. Popperciliğin önde gelen temsilcileri arasında Joseph
Agassi,
Hans
Albert,
(Popper'm
profesörlük
kadrosunu devralan) Imre Lakatos, Alan Musgrave ve J.W.N. Watkins sayılabilir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
POPPER’İN VE POZİTİVİZMİN ELEŞTİRİSİ
Popper'in
metodolojisi
yukarıdaki
görüşlerle
bağdaşmaz. Popper 'e göre, bilim adamlarının yanlışlamaya çalışmaları gereken yanlışlanmamış kuramlar vardır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, (görünürde) yanlışlanmış kuramlar vardır ve bilim adamlarının görevi, bu kuramların gerçekte yanlışlanmamış olduğunu göstermeye çalışmaktır. Onlar, verilerin ya da temel-önermelerin bir kuramı yargılamalarına izin vermezler. Aksine, çoğunlukla teoriden kalkarak verileri tartışma konusu yapmak gerekir. Feyerabend açıkça, "eğer bilim adamları 1500'lerden bu yana Popper'in metod kurallarını izlemiş olsalardı hâlâ Aristoteles fiziğinde kalınırdı" der. Kuhn ve Feyerabend'e bakılırsa, Popper'in kendisi için çıkış noktası olduğunu söylediği tarihsel deneyi yani güneşin çekim alanının ışık ışınlarını ezip eğmediğini belirlemek için yapılan deneyi bile yanlış anlamış olduğu söylenebilir. Popper'in iddia ettiğinin aksine, ölçümün bilinen sonuçları vermemesi halinde genel görelilik kuramının terkedilecek olduğu görüşü, büyük bir olasılıkla yanlıştır; belki de özellikle Einstein bakımından. Ölçüm sırasında kuramı
"PSİKOLOJİZM"
terketmek istemeyeceklerin kolaylıkla tartışma konusu yapabilecekleri birçok yardımcı varsayım kullanılmıştır. Kuhn ve Feyerabend'in pozitivizme ve Popper'e yönelttikleri eleştirilerin büyük bölümü şu görüşlerine dayanır: Farklı paradigmaları birbirine
karşılaştırmak çevrilemeyecek
olanaksızdır, kavramları
zira
bunlar içerirler.
Karşılaştırılabilir oldukları yerlerde de tarafsız bir gözlem dili yoktur. Günümüzde filozofların çoğunluğuna göre, bir terimin (kavramın) anlamı, kapsandığı kuramsal bağlama bağlıdır. Dolayısıyla, farklı paradigmaların terimlerinin farklı anlamları vardır. Bundan çıkan sonuç şudur ki, farklı paradigmaların kavramlarının karşılaştırılabilir olup olmadığı sorusu, tarafsız bir gözlem dilinin bulunup bulunmadığı sorusuna bağlıdır. Tarafsız bir gözlem dilinin varlığına inananlar, algılarımızın kuramlara bağlı bir yönü olduğunu varsayarlar. Kuhn ve Feyerabend'e göre (her ne kadar ikincisi bu konuda biraz belirsiz ise de), algılarımız kuramlardan öylesine etkilenir ki, bunların tarafsız bir özü yoktur. Farklı kuramlara inananlar farklı şeyler görürler ve bir anlamda farklı dünyalarda yaşarlar. Eğer bu doğruysa, o
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
zaman hemen hemen bütün kuramlar için deneysel (empirik) destek bulmak mümkündür. Örneğin, Feyerabend'e göre: Aynı süreç, cinler ve tanrılar hakkında
gerçek
gözlem
bildirimlerinden
sorumludur.
Beklentiler, hayalden korkular ve akıl hastalıkları (sesler duymalar, davranışlarına yabancı bir kuvvetin, ikinci bir kişinin hükmettiği duygusuna kapılmalar) da gerisini tamamlar.
Cinlerin
doğrudan
gözlemlenebilir
olması
gerekirdi. Ve bu gerçekten de olmuştur. Akli dengesini yitirmiş, bunalım geçirmekte olan kadın örneğini düşünün; sesler
duymaktadır;
düşle
gerçeği
birbirinden
ayıramamaktadır; ve bunlara dayanarak şeytanla cinsel ilişkide bulunduğuna inanır. (Bir zamanlar, düşlerin içeriği kişinin ruhsal durumunun gerçek belirtisi sayılırdı.) Bu kadın hayali bir gebelik geliştirebilir ve bu durumdaki kadınların hayali gebelikler geliştirdikleri gerçekten görülmüştür. Şeytanca bir etkinin varlığına daha doğrudan bir kanıt bulunabilir mi? Değişik
paradigmaların
kavramlarının
karşılaştırılamayacağı görüşünün, pozitivist ve Popperci bilim felsefesi bakımından başka vargıları da vardır. Kuramsal
dille
tarafsız
gözlem
dili
arasında
ayrım
"PSİKOLOJİZM"
yapılamıyorsa, gözdeme dayanmayan ögeleri bilimden arındırmaya çalışmak anlamsızdır. (Aslında Kuhn, belirli bir paradigma içinde; kuramsal terimlerle gözlem terimleri arasında kabaca bir ayrım yapılabileceğini yadsımaz. Örneğin, o'na göre, elektron izleri doğrudan gözlemlenebilir. Bazı
pozitivistler,
çıkarılabilirliğini
eski
kuramların
savunmuşlardır.
yeni
kuramlardan
Oysa
kuramlar
karşılaştırılması olanaksız kavramlar içeriyorlarsa, buna olanak yoktur. Bir kuramdan ancak o kuramın kendi kavramlarıyla ifade edilen önermeler çıkarılabilir. Popper'in yöntem kurallarının çoğu, farklı kuramların deneysel içeriğinin karşılaştırılabileceğini (yanlışlanabilirlik derecesi)
varsayar.
Değişik
kuramların
kavramları
karşılaştırılamazsa, deneysel içeriğin ölçülmesi olanaksızdır ve dolayısıylâ yöntem kurallarının uygulanabilirliği de kalmaz. Hem Popper, hem de pozitivistler “buluş bağlamı” ile “doğrulama bağlamı” arasında kesin bir ayrım yapmışlar ve yalnızca ikincisiyle ilgilendiklerini öne sürmüşlerdir. Kuhn ve Feyerabend bu ayrımın bilim felsefesi açısından bir işlevi olmadığı görüşündedirler. Bir paradigmanın “keşfi”, yeni bir kavramlar sistemini öğrenme, daha doğrusu kurma ve aynı
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
zamanda dünyayı yeni bir biçimde görmeye başlama sürecidir. Ancak dünyayı bir paradigma açısından görmek demek, bir ölçüde doğrulamak demektir. Yani bir paradigmanın keşfedilmesi (kurulması) süreci, onun doğrulanması süreciyle kısmen aynı şeydir. Bundan şu sonuç çıkar: Doğrulamanın nasıl olacağına ilişkin bazı kurallar konacak olursa, kuramların nasıl bulunacağına ilişkin kurallar da bir ölçüde konmuş olur. Pratikte bu iki olayı, Popper ve pozitivistlerin yaptığı gibi, birbirinden ayırmak olanaksızdır. Denebilir ki, “buluş bağlam” ve “doğrulama bağlamı” iki ayrı süreç değil, aynı sürecin iki yüzüdür. İki ayrı paradigmanın kavramlarının karşılaştırılamazlığı, Kuhn'un paradigma değişmesinin bir dinden başka bir dine geçişe benzediği görüşünü vurgular. Farklı paradigmaları savunanlar arasında, ancak kısmî bir haberleşme olabilir. Birinin dilinin diğerinin dilinde karşılığı yoktur. Biri diğerini anladığını söylüyorsa, bu, onun diğerinin dediklerini kendi diline çevirmesi ve dolayısıyla diğerini (kısmen) yanılış anlaması demektir. Yapılacak şey, diğerinin dilini ya da kuramını iyice öğrenmek, bundan sonra hangi kuramın doğru sayılabileceğine karar vermektir.
"PSİKOLOJİZM"
Ancak Kuhn'a göre kişi, dünyayı bir anlamda belirli bir paradigma aracılığıyla görür. Yani her iki dili öğrenmek mümkünse de, yansız bir açı yoktur. Kişi kendini daima bir paradigma içinde bulur. Bir paradigmayı benimseyip, başka bir paradigmanın dilini öğrendiği zaman, durumu İngilizce konuşabilen ama Fransızca düşünen kişiyi andırır. Ancak bu dil benzetmesini fazla ileri götürmemek gerekir. Çünkü, hem İngilizce hem de Fransızca konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmek mümkündür. Oysa Kuhn'a göre, kişi diğer paradigmanın
diliyle
konuşmaya,
dünyayı
onun
kavramlarıyla görmeye başlar başlamaz, o paradigmayı kabul etmiş olur. Bu, bir din değiştirmeye benzer.Popper'in koyduğu yöntem kuralları genel ve her zaman geçerlidir. Feyerabend ise, genel yöntem kuralları olamayacağını söyler. Bir yöntem kuralı ne denli temel bir kural olarak görülürse görülsün, bu kuralın bir yana bırakılmasını hatta tersinin uygulanmasını zorunlu kılacak durumlar vardır. Feyerabend, özellikle Aristoteles fiziğinden modern fiziğe geçiş konusunda yazmıştır. Bu yazılarında, modern fiziğin temsilcilerinin birçok varsayım kurarak, deneysel olarak belirlenmiş
verilere
karşı
çıktıklarına;
Aristoteles'ci
varsayımlardan, sezgisel bir anlamda, daha düşük düzeyde deneysel içeriği olan varsayımlar ortaya atmış olduklarına
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
işaret etmiştir. O'na göre, modern fiziğin kurulabilmesi Popper'in
temel
yöntem
sayesinde mümkün olmuştur.
kurallarının
uygulanmaması
"PSİKOLOJİZM"
KUHN VE FEYERABEND’İN PROBLEMLERİ
Kuhn ve Feyerabend pozitivizmin ve Popperciliğin çok ağır ve yer yer yıkıcı bir eleştirisini yapmışlardır. Ancak bu, kendi görüşlerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Aslında, onların görüşleri sorunsuz olmaktan çok uzaktır. Kuramlarla
gözlemler
arasındaki
ilişki
hakkındaki
görüşlerinin ve Kuhn'un, aynı anda iki ayrı paradigmayı tam olarak anlamanın olanaksızlığı görüşünün iyi işlenmiş olduğu söylenemez. Bilimin gelişmesi konusunda söylediklerine içerik kazandırmakta büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Kuhn şöyle yazar: “Bulmaca mekaniğine
çözmede göre;
Newton Einstein
mekaniğinin mekaniğinin
Aristoteles de
Newton
mekaniğine göre, daha iyi birer araç olduğundan kuşku duymuyorum. Ama bu gelişmede tutarlı bir ontolojik (varlıkbilimsel) gelişme çizgisi de göremiyorum.” Paradigmaların bulmaca ya da sorun çözmede daha iyi ya da daha kötü araçlar olmalarından söz edilip, edilemeyeceği bile kendi başına bir sorundur. Çünkü iki ayrı paradigmaya ortak bir sorun olabileceği dahi kabul edilmemektedir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
En fazla, bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen bir sorunun, başka bir paradigmanın kavramlarıyla betimlenen diğer
bir
soruna
benzediğinden
söz
edilebileceği
savunulmaktadır. PARADİGMA KAVRAMI VE TOPLUMBİLİMLERİ
Feyerabend'in, genel yöntem kuralları olamayacağı görüşü, bilimin yöntem kurallarıyla belirlenemeyeceği sonucunu verir. O'na göre özgül bir bilimsel yöntem yoktur. “Anarşist bilgi teorisi” ni savunur ve Bakunin'in şu sözlerini aktarır: “Bırakın insanlar kendilerini özgür kılsınlar; o zaman kendi kendilerini eğiteceklerdir.” Gerek Kuhn, gerekse Feyerabend bütün örneklerini doğa bilimlerinden alırlar; ancak bu örneklerden, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi konusundaki tartışmaya değin bazı sonuçlar kolayca çıkarılabilir. Kuhn'un paradigmalar üzerine genel görüşlerinin toplum bilimlerine de uygulanabileceği açıktır. Ancak bu görüşler, toplum bilimsel paradigmaların özel anlama yöntemlerini vb. içerip içeremeyeceği konusunda bir şey söylemezler.
"PSİKOLOJİZM"
Feyerabend'in genel yöntem kuralları alamaz görüşü, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi tartışması açısından daha anlamlıdır. Bu görüşten, tüm tartışmanın yanlış öncüllerle yürütüldüğü sonucu çıkar. Önce doğabilimsel yöntemin belirlenebileceği kabul edilmiş; sonra bu yöntemin toplum bilimlerince uygulanıp uygulanamayacağı sorusu sorulmuştur: Oysa, Feyerabend'e göre, toplum bilimlerinin bilimselliklerini güven altına almak için ithal edebilecekleri özgül bir metodoloji yoktur.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
PARADİGMA KAVRAMI VE İNSAN BİLİMLERİ
Pozitivistler, bilim ile felsefe arasında kesin bir sınır çizilebileceğini
savunurlar.
Onlara
göre,
bilim
gözlemlenebilir veriler arasındaki bağlılaşımları belirler; spekülatif felsefe,
yalnızca duyguları ifade
eder ve
gereksizdir. Bilim felsefesi ya da gerçek felsefe ise bilimsel kavramları
çözümler.
Böylelikle
felsefe,
kavram
çözümlemeye indirgenir. Popper'e göre, spekülatif felsefe, gerçek sorunları ele alır ve bilimsel kuramlar için gerekli bir ön aşamadır; ancak mümkün olan en kısa sürede aşılmalı ve kuramlar yanlışlanabilir, yani bilimsel hale getirilmelidir. Metafizikle bilim arasında kesin bir sınır vardır. Bilim felsefesinin görevi, bilimsel bilgilerin gelişmesini sağlayan genel yöntem kurallarını koymaktır. Kuhn ve Feyerabend'e göre ise, bilim ve felsefe iç içe geçer. Metafizik bir dünya imgesi olmayan bilim olamaz. Ne yansız bir gözlem dili, ne de bilimle metafiziği ayıran genel yöntem kuralları vardır. Bu düşünürler bilim felsefesini bilim tarihiyle özdeşleştirme eğilimindedir.
"PSİKOLOJİZM"
Görüldüğü gibi, mantıkçı pozitivistler, Popper ve Kuhn Feyerabend karşılaştırması şunu ortaya koymaktadır: her bilim felsefesinin bilimin ve felsefenin ne olduğu konusunda belirli bir görüşü vardır; öte yandan bilim ve felsefenin ne olduğu konusunda her görüş belirli bir bilim felsefesini içerir. Kuhn'un paradigmalar görüşünden çıkan bir başka sonuç, felsefeyi bilimlerin anası sayan anlayışın, kısmen de olsa, yanlışlığıdır. Bu anlayışla, felsefeyi bilime bağlayan göbek bağı kesilmiştir. Oysa Kuhn, her bilimsel kuramın,
dahil
olduğu
paradigma
tartışma
konusu
yapıldığında, her zaman için bir ölçüde felsefi savlarla savunulduğu görüşündedir. Kuhn Feyerabend felsefesinin, felsefe dışındaki diğer insan bilimleri bakımından dolaysız sonuçları olup olmadığını belirlemek güçtür. Ancak, insan bilimlerinin klasik sorunlarından biri olan yorumsama Kuhn ve Feyerabend sayesinde bilim felsefesi problemleri arasına girmiştir. Farklı kuramların kavramları karşılaştırılamaz ise, o zaman savunduğumuz kuramın karşıtı olan kuramı anlayıp anlayamadığımız nasıl bilinebilir? Yorumsama yalnızca geçmişteki kuramlarla ilgili bir sorun değildir. Aynı zamanda varolan kuramlar için de geçerlidir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Pozitivistlerin basit ve sorunsuz, `özneler-arası anlam' kavramı kaybolup gitmiştir. Toplum bilimleri bakımından söylenenler insan bilimleri bakımından da yinelenebilir: Genel bir bilimsel metodoloji olamayacağına göre, bir bilimin bilimselliğini başka bir bilimden ithal edilecek yöntem kurallarıyla güven altına almak olanaksızdır. PARADİGMALAR VE POLİTİKA
Bazı pozitivistler örtük, Popper ise belirtik olarak, bilimsel yaklaşımın politikaya da uygulanmasını savunurlar. Bilim adamları olgulara dayanarak tartışır ve birbirlerini anlamaya çalışırlar. Politikacılar da aynı şeyi yapacak olurlarsa, bütün önemli çelişkiler çözülebilir. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden çıkan sonuçlar (Kuhn bunları hiç tartışmamıştır; Feyerabend ise yalnızca ima eder) , pozitivistlerin ve Popper'in bu anlayışlarını da baş aşağı eder. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden şu sonucu çıkarmak olanaklıdır: Politik akılsallık ve bilimsel akılsallık, geçmişte, bugün ve gelecekte hep aynı akılsallıktır. İkisinin ayrı şeyler olduğuna
ilişkin
inanç,
özdeşleştirilmesinden doğar.
bilimin
normal
bilimle
"PSİKOLOJİZM"
Normal
bilim
yapılan
dönemlerde,
olguların
ya
da
gözlemlenebilir verilerin ne olduğu konusunda görüş birliği vardır ve yanlış anlamalara yer bırakmaksızın tartışmak olanaklıdır. Oysa devrimci bilim yapılan dönemlerde, birbirinden bütünüyle farklı paradigmaların savunucuları karşı karşıya gelirler ve o zaman `tipik politik' denilen durumlar ortaya çıkar. Taraflar birbirlerini anlamazlar ve taraflardan biri diğerinin olguları dikkate almadığını öne sürer. Bu durumun tipik olarak görülmesinin nedeni, kökten farklı düşünen tarafların toplumun nasıl işlediğine dair tümüyle farklı paradigmaları olmasıdır. Kuhn ve Feyerabend'in görüşlerinden, “bilimsel akılsallığın” özgürce işlemesine izin verilmeyen tarihin iki ünlü olayını (Galileo ve Lisenk”
olaylarını) nasıl değerlendirmek
gerekeceği konusunda da bazı sonuçlar çıkar. Pratikte her iki olay da kalıcı olarak çözülmüştür: Galileo doğru; Lisenko ise yanlıştı. Sorun, bu olayların teoride de çözülüp çözülmediği, yani hatanın nereden ileri geldiğinin; gelecekte işlenmesini de önleyecek şekilde, belirlenip belirlenmediğidir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Genellikle kabul edilen çözüm, Galileo olayından dinin, Lisenko olayında, da politikanın bilime egemen olduğudur. Yanlışlık, bilimin kendi kendine egemen olmasına izin verilmemiş olmasındadır. Bu çözüm, bilimselliğin ne olduğunun iyice bilindiği varsayımına dayanır. Oysa Kuhn ve Feyerabend'e göre bilimsellik tam olarak belirlenemez. Kuhn terminolojisiyle bu iki olay şöyle betimlenebilir: Galileo,
yöneticilerin
Aristoteles
fiziğini
de
içeren,
paradigmasıyla bağdaşmayan bir paradigmayı savundu. Lisenko'nun ise hiç geliştirilmemiş olan bir alanda, yönetenlerin paradigmasına (yani, diyalektik materyalizme) diğerlerinden çok daha uygun düşen bir kuramı vardı. Konuya böyle bakılacak olursa, sorun `dine ve politikaya karşı bilim' olmaktan çıkar ve hangi paradigmanın doğru olduğunun nasıl belirleneceği sorunu olur. Bunu belirleyecek basit bir ölçüt de yoktur.
"PSİKOLOJİZM"
YÖNTEM KURALLARI NEDİR?
Feyerabend genel bilimsel yöntem kuralları olduğunu yadsır; ama bazı `çalışma kuralları' konabileceğini yadsımaz. Ancak, bu çalışma kuralları bilime özgü değildir. Gerek edebiyatta,
gerekse
poltikada
bilime
uygulanabilecek
yöntemler bulunabilir. Farklı paradigmalarm savunucuları arasında bir kavram karışıklığı vardır; birine göre, diğerinin görüşleri saçmadır. Her taraf kendi görüşlerini doğal ve doğru görürken; diğerinin görüşlerini yalnızca yanlış değil, aynı zamanda biraz da çılgınca bulur. Bu durumda, karşıt tarafa savunduğu görüşlerin saçmaladığı nasıl gösterilebilir? Feyerabend'e
göre,
bu
konuda
bilim
adamlarının
tiyatroculardan öğrenecekleri çok şey vardır.Kavramına ve Ionesco'nun hergün yaşanan durumları nasıl saçma haline getirdiğine atıfta bulunur. Ancak kullandığı bu örneklerden hiç birin.? somut bir bilimsel tartışmaya uygulamış değildir. Feyerabend'in
politikadan
nasıl
metodoloji
çıkardığı,
Lenin'in Ne Yapmalı? Adlı kitabından bir parçayı, aşağıdaki gibi yeniden yazışında görülmektedir:
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
“Genel olarak tarih ve özel olarak devrimler tarihi, en iyi tarihçilerin ve en iyi metodologların (Lenin'de: En gelişmiş sınıfların en iyi partilerinin, en bilinçli öncülerinin) sandığından çok daha zengin, çok daha değişken ve çokyanlı, çok daha canlı ve `kurnaz'dır. Bundan tarihsel sürecin niteliğinden iki çok önemli pratik sonuç çıkar: Bilimsel teorileri değiştirmek isteyen kimse (devrimci sınıf), bu görevi yerine getirmek için, yalnızca belirli bir metodolojiyi değil, hiçbir istisna tanımaksızın, bütün metodolojileri ve bunların düşünülebilecek
bütün
çeşitlerini
anlayabilmeli
ve
uygulayabilmeli (siyasal çalışmanın bütün biçimlerini ve yönlerini iyice öğrenmeli) ve bunların birinden diğerine en çabuk ve en beklenmedik bir şekilde geçebilmeye hazır olmalıdır.”
"PSİKOLOJİZM"
Şekil 1 Suçlanan
Suçlayanlar
Aristotle
Sellars
Armstrong
Kitcher
Ayer
Wild
Bergson
Wild
Berkeley
Wild
Betti
Gadamer
Bloor
Fuller
Boole
Musgrave
Carnap
Popper, Pandit
Chomsky
Katz
Dilthey
Brugger
Dummett
McDowell
Frege
Kitcher, Curie
St. Clements University / TĂźrkiye Enformasyon Ofisi
Geach
McKinsey Goodman
Hume
Wild
Husserl
Sellars, Dummett
Kant
Sellars, Fuller
Locke
Wild
Mc Dowell
Green
Mc Taggart
Wild
Mill
Nordquest
Neurath
Popper
Nietzsche
Habermas, Jansen
Plato
Sellars
Popper
Pandit, Willard
Quine
Chisholm
Russell
Sellars
Sober
"PSİKOLOJİZM"
Sellars
Willard
Sophists
Wild
Spengler
Brugger
Wittgenstein
Wild, Willard
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ARİSTO
Makedonia’ya
bağlı
Khalkis'deki
Grek
Kolonileri’nden biri olan Stageira Kasabasi’nda Makedonya Kralı Amyntas'in özel hekimi Nikomakhos’un (Nicomachus) oğlu olarak doğdu. Oğlunu bir aristokrat gibi eğitip yetiştirmeye çalışan Nikomakhos, onun da kendisi gibi bir doktor olmasını istiyordu. Çünkü o zamanlarda, doktor yetiştiren bir okul ya da kurum yoktu. Dönemin doktorları tüm bildiklerini çocuklarına aktarırlardı ve onların da gelecekte kendileri gibi birer doktor olmalarını sağlarlardı. Kısaca doktorluk babadan oğula geçen bir meslek idi.10 yaşına geldiğinde Aristo’nun babası öldü ve kendisinin doktor olma şansı da böylece ortadan kalkmış oldu. Annesi Phaestis’i de bir süre sonra kaybeden Aristo, amcası (ya da aile dostlarından biri olan) Proxenus tarafından yetiştirilir ve büyütülür.18 yaşına geldiğinde eğitimini tamamlamak amacıyla Atina’ya gider ve burada, yine o zamanın büyük felsefecilerinden olan Platon'un kurduğu akademiye girer.
"PSİKOLOJİZM"
Her ne kadar sıklıkla köklü bir geçmiş arayışının bir parçası olarak psikoloji tarihi Antik Yunan’a kadar götürülse de, modern psikolojinin kaynaklarını psikolojiye yönelik Kantçı eleştiride aramak gerekir. Kant’ın insan zihninin zamansal
gösterilebilirliğine
karşın
mekânsal
gösterilemezliğinden hareketle psikolojiyi doğa bilimlerinin dışında bırakan eleştirisi 19. ve 20. yüzyıl psikolojilerinin temel hareket noktasını oluşturuyordu. Doğayı duyularımızın nesnesi olarak anlayan Kant, Descartesgibi bir düalizme sapmak yerine “dışsal duyular” ve “içsel duyular” arasında bir
ayrım
yapıyor,
ruh
öğretisini
içsel
duyularla
ilişkilendiriyordu. Ancak Kant’a göre bütün algıların koşulu zaman ve mekândı. Zamanın ve mekânın dışında duyu, ancak bir histen ibaret olabilirdi. Dolayısıyla zaman ve mekân nesnenin değil, bizim bilgi edinme yeteneğimizin temel bir özelliğiydi. Yani bir nesnenin kanıtı, onun zamansal ve mekânsal varoluşu değildi. Ancak bizim onu bilebilmemiz, onu zamansal ve mekânsal düzlemde ampirikleştirebilmemizle olanaklıydı. Arı bir matematik de, ancak zaman ve mekânın bizim içimizde apriori mevcut olmasıyla mümkündü. Zaman ve mekânın ötesinde bulunan şey matematikleştirilemezdi.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu yüzden de bir bilimi Kant’a göre “gerçek” bir disiplinler başlığı
altında
psikiyatri,
psikoloji
ve
psikanaliz
düşünülmelidir. Bilimi bilim yapan, yani çelişkisiz hale getiren şey, temelinde ampirik bilginin bulunduğu ve doğal nesnelerin bilgisine a priori olarak dayanan arı bir yana sahip olması, yani
başka
bir
deyişle
matematiğin
bu
bilime
uygulanabilmesiydi. Psikoloji bu anlamda gerçek bir bilim olamazdı. Çünkü içsel duyuların mekânsallığı olmayan fenomenlerine matematik uygulanamazdı. Bu fenomenler sadece zaman boyutuna sahipti. Bu yüzden de psikoloji içsel duyuların tarihsel ve sistematik bir öğretisi, bir doğa tasviri olabilse de, asla bir doğa bilimi haline gelemezdi. Kant’ın temsil ettiği Aydınlanmacı ideallerin teorik etkisi o kadar güçlüydü ki, fizik bilimini model alan bir doğa bilimi geliştirme dışında psikoloji araştırmacılarının çoğu için bir alternatif görünmüyordu. Bunu özellikle 19. yüzyılın sanayi devrimiyle yoğrulmuş havasını göz önünde tutarak düşünürsek, toplum ve doğanın ortak bir ontolojiyi paylaştıklarına
yönelik
genel
yargının
Sosyal
Darwinist'lerden Marksist'lere kadar bütün akılcı yaklaşımlar tarafından paylaşıldığı bu dönemde, psikoloji araştırmacıları
"PSİKOLOJİZM"
için Kantçı eleştirinin etkisi daha anlaşılır olacaktır. Sonuçta toplum ve doğa aynı yasalara uygun olarak çalışıyorsa, her ikisinin de aynı bilimsel metodoloji ile incelenebilmesi, dolayısıyla
topluma
ve
insana
özgü
fenomenlerin
doğabilimsel bir metodolojinin nesnesi haline getirilebilmesi gerekirdi. Yoksa insan ve toplum bilimleri hiçbir zaman kesin bilimler halini alamazlardı. Böylelikle, Kant’ın psikoloji eleştirisi, bir psikoloji geliştirmek isteyen bilim insanlarının temel motivasyonu, yani psikolojik fenomenleri matematikleştirme çabası için belirleyici oldu. Kantçı eleştirinin etkisi altında ruhsal araştırma yapanlara alanlarını ampirikleştirmekten, yani psikolojik fenomenlere bir mekânsallık kazandırmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Bu ampirikleştirmenin en önemli
bileşeni
fizik
bilimlerinde
olduğu
gibi
sayısallaştırmak, ölçülebilirlikti. Bunun için de gerek Königsberg’de Kant’ın ardılı olan ve bir “ruh mekaniği” kurma çabası içinde duyu şiddetlerini mantıksal-matematiksel çalışan
Herbart’ın
bir
tanımlamaya
formülasyonla
psikolojisi,
gerekse
de
Herbart’ın
psikolojisinin ölçüme dayanmamasını eleştiren Fechner’in psikofiziği bu matematikleştirme çabası üzerine oturmuştu.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Yalnız Wundt ve Würzburg Okulu’nun deneycilikleri değil, deneyi yalnızca bir yardımcı araç olarak kabul eden ve psikolojinin
doğa
bilimlerinin
yöntemini
kullanması
gerektiğine inanan Brentano’nun psikoloji yaklaşımı da ”ampirik
bir
bakış
açısıyla
psikoloji”
anlayışının
savunucusuydu. Aydınlanma düşüncesi etkisi altında yeşeren ve insanlık tarihinde dogmaların kaldırılması için önemli bir gelişme olan ampirisizm, bilginin en son noktada güvenilir kaynağının
duyu
organlarımızla
yaptığımız
gözlemler
olduğunu işaret ediyordu. Bu noktada kimi psikologlar, aynı Newton fiziğinde bir nesnenin ilerdeki bir noktadaki konumunun bir önceki noktadaki konumuyla ve hızıyla belirlenebilmesinde olduğu gibi (bir denklem fonksiyonu ile), insanın zihinsel ve davranışsal süreçlerinin de bir önceki halleriyle ya da verili yapılarıyla yaklaşık olarak belirlenebileceğini düşünmüştür (örneğin bir regresyon denklemi ile). Zamanla
fizik
bilimlerindeki,
bir
zamanların
koyu
determinizmi, kimi psikoloji araştırmacıları için bilimsel çalışmaların olmazsa olmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu da mekanik bakış açısının gelişmesine neden olarak, disiplin
"PSİKOLOJİZM"
davranışının arkasındaki dolaysız nedenleri araştırır olmuş, ancak zihinsel olayların ve davranışların arkasındaki anlayış daha çok ihmâl edilmiştir. Bu doğrultuda Kuzey Amerikalı araştırmacılar için davranışı istatistiksel anlamda tahmin ve daha sonra kontrol etmek, onu kuramsal anlamda derin bir şekilde (öznel ve sosyal dünyayı da içererek) açıklamaktan daha önemli hale gelmiş ve bu bir çalkantılar çağı olan 20. yüzyılda gerek iş yaşamının, gerek toplumsal hayatın ihtiyaçlarını karşılamak için daha pratik bulunmuştur. Artık insan zihni faktörlerine ayrılmış, sosyal bütünlüğünden büyük ölçüde koparılmıştır. Bütün bunlara paralel gelişen Darwinizm de doğal seçilim sonunda sadece genetik olarak uyum sağlama yeteneğine sahip olanların hayatta kaldığını iddia ederek, psikologların dikkatlerini sanayi devriminin ve askeri teknolojideki gelişmelerin de etkilemiştir. Psikologlar insanın, psikolojik özelliklerinin bir fonksiyonu olduğunu,
bunun
da
temelde
biyo-sosyal
varoluşu
kolaylaştırdığını savunmaya başlamışlardır. Bu esnada toplumsal-politik nedenlerle pragmatizm gelişmiş, kullanışlı bilgi arayışı daha “iyi” işleyen, yani daha verimli üretim ve daha çok tüketim yapan bir toplum için aranan en önemli
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
bilgi olmuştur. Bunların peşi sıra gelen davranışçılık da bu düşünceleri
kucaklamış,
Darwinizmden
etkilenerek
insanların sosyal çevreye olan uyum-öğrenme ve değişme şekillerini araştırmış, insan zihnine değil, gözlenebilir insan davranışına odaklanmıştır. Psikolojiyi doğa bilimi olarak geliştirme çabası içersinde Ebbinghaus’un
klasikleşmiş
deneyleriyle
Wundt’un
deneyselciliğini ileriye taşıdığını ve günümüz ampirik psikoloji paradigmasını büyük oranda belirlediğini belirtmek gerekir. Ama aynı zamanda deneysel paradigmaya karşı çıkan Brentano, Dilthey ve Husserlci fenomenoloji gibi akımların adını anmakta fayda vardır. Bu akımlar daha çok teorik düzlemde kalmış, deneysel paradigmaya getirdikleri itirazlar pratik uygulanabilirliğe kurban olmuş ve bu psikoloji programları kuvvetli ve büyük iddialarına karşın geniş bir popülerliğe kavuşamamıştır. Bu sürecin sonu Avrupa psikolojisinin giderek geri çekilmesi ve bireyci bir paradigmaya dayanan biyolojik evrensellik iddiasıyla Kuzey Amerikan psikolojisinin bütün kardeş disiplinleri arasından sıyrılması olmuştur. Sonuç
olarak
psikoloji,
spekülasyon
üzerine
kurulu
felsefeden ”ayrılırken” daha çok bir sosyal bilim ya da bir
"PSİKOLOJİZM"
insan bilimi olarak değil, diğer temel bilimlerde olduğu gibi bir
doğa
bilimi
olarak
ayrılmaya
çalışmıştır.
Doğa
bilimlerindeki bilgiye ulaşma şekli psikologların önemli bir kısmının bilgiye ulaşmakta kendine rehber edindiği bir temel olmuştur. İnsanlık da daha çok bu araştırmacılar tarafından bir doğal araştırma nesnesi olarak görülmüş, sosyal düzen de doğal düzenin doğrudan bir uzantısı olarak algılanmış, organizmayı anlamak toplumu anlamakla eş tutulmuştur. Evrensel bilgiyi keşfeden temel bilimler gibi psikoloji de evrensel-genelleştirilebilir bilgi peşinde koşmuş ve evrensel bir özne kurmaya çalışmıştır. İşin ilginç tarafı, bu evrensel özne tasarlanırken hareket noktası spekülatif felsefenin insan tasarımının soyutluğu idi. Oysa ki, ihtiyacımız olan şey, etiyle, kanıyla sokakta görmeye alıştığımız somut insandı. Üstelik nasıl su dünyanın neresine gidilirse gidilsin atmosfer basınç altında yüz derecede kaynıyorsa, aynı çevre koşulları sağlandığında bu somut insanın da aynı tepkileri vermesi gerekirdi. İnsanla su atomu arasındaki farkın böylesine ihmal edilmesi aslında yaşamsal bir hataydı. Ancak yöntemsel mükemmellik su atomu kadar ideal bir araştırma nesnesi, Holzkamp’ın deyişiyle bir norm-denek, ön görüyordu. Bu norm-denek dışsal değişimlere doğrudan ve sadece araştırma konusu ile
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ilgili tepki verecek, kendi öznelliğini mümkün mertebe araştırmanın dışında bırakacaktı. Geleneksel deney desenlerinde deneklerin yorumları bu yüzden çok da ciddiye alınmadı, hatta deneklerin yorum yapmayı bırakıp deney sürecine odaklanmaları, sürecin kendilerinde uyandırdığı ama deney süreciyle ilgili olmayan tepkileri kendilerine saklamaları istendi. Sonuçta bu normdenek, geçmişi ve geleceği olmayan, toplumsal ilişkiler içinde şekillenmemiş, o ilişkileri yeniden şekillendirmeyen, pasif ve yalıtılmış bir organizmadan ibaretti. Spekülatif felsefenin soyut insanının yerini alan evrensel özne ancak bu kadar somut olabilmişti. Bu somut evrensel özne tarihsel olarak değişen somut toplumsal ilişkiler içinde yaşamıyordu. Somut olarak tasarlanmak istenen özne yeniden soyut ve yalıtık tekil bir bireye dönüşmüştü. Fenomenoloji ancak niteliksel yöntemlerin yaygınlaşması ve geleneksel psikolojiye yönelik bir tür eleştirinin psikoloji metodolojisini etkilemeye başlaması ve fenomenolojinin bir araştırma yöntemi halini almasıyla önem kazanmaya
"PSİKOLOJİZM"
başlamıştır. Ancak hala daha bu yaklaşımların ana akım olmaktan uzak olduğunu belirtmek gerekir. Deneyci-denek arasındaki özneler arası ilişkinin teatral deney süreci açısından belirleyici bir yanı vardı. Denekler deneycinin beklentilerinin farkındaydı ve bu beklentilere göre tepki veriyorlardı. Ancak ölçümü etkileyecek bu karıştırıcı etkenlerin kontrol altında tutulması ve eğer bu çok da sağlanamıyorsa sadece göz ardı edilmeleri yöntemsel tutarlılık adına deneysel araştırmanın temel ilkesiydi. Bütün bu süreçlerin sonunda gelişen bilişsel psikoloji, insan zihninin sandığımızdan daha kompleks olduğunu iddia etmiş, davranışçılığın ampirisizminin ve arı bilimin ihtiyaçlarını karşılamak için kapattığı meşhur ‘kara kutu’yu açmıştır. Fakat bu ‘kara kutu’dan yine yöntemsel bireycilik çıkmış, ABD’deki kültürel-siyasal iklim ile beraber insan zihninin bireyci-yalıtık-mekanik, toplum ve tarih dışı ve son derece spesifik bir versiyonu araştırılmaya başlanmış, toplumsal olanın bireysel olanla açıklanması yani psikolojizm daha da gelişmiştir. 20. yüzyılın ekonomistleri de psikolojinin birey üzerindeki temel vurgularını kucaklamış, politik-ekonomikkültürel olan bireysel olanla açıklanmaya devam etmiştir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bilim felsefesi de bu süreçte psikolojizmi zaman zaman desteklemiş,
eleştirel
düşünceyi
ampirik
verilerin
yanlışlanabilme olanağı üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Böyle olunca psikologlar entelektüel ufuklarını büyük oranda görgül olanla, yani ampirisizm ile sınırlamış, nitelik niceliğe göre daha değersiz olarak görülmüş, ampirik olan, bilgiye ulaşmak açısından en değerli olan olarak algılanmıştır. Örneğin sosyal psikolojinin “insan doğasını” kavramak açısından nesnel bilgi ürettiği sanılmış, kültür ve ideolojinin sosyal bilginin üretimi içinde bir yerinin olmadığı ileri sürülmüştür. Bütün bunların sancılarını en çok çeken gruplardan ikisi doğal olarak sosyal psikologlar ve kişilik psikologları olmuştur. Tahmin gücü yüksek “teorilerin” açıklama düzeyindeki güçsüzlüğü ya da basitliği birçok araştırmacıyı rahatsız etmiştir. Örneğin kişilik psikolojisinde, kişiliği beş boyutta tanımlayan “Big Five” yaklaşımı tahmin edici ve tanımlayıcı bir çerçeve olarak kabul edilmektedir. Fakat bu yaklaşımın arkasında bulunan lexical hipotez, yani bir kültürdekikişilik tanımlamalarının o kültürün diline yansıdığına dair hipotez ve bu hipotez ile birlikte geliştirilen bilimsel niceliksel yöntem üzerine tartışmalar halen sürmektedir.
"PSİKOLOJİZM"
Örneğin insanların kişilik özelliklerinin basit tanımlara sığmayacak kadar kompleks ve bir kelimeyle ya da sıfatla tanımlanamayacak kadar karmaşık olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan Big Five kişilik teorisi faktör analizi tekniği üzerine kuruludur. Bu analizler esnasında araştırmacıların kaç faktörlü (örneğin bir faktör, üç faktör, beş faktörlü) bir kişilik teorisi çözümüne karar
verecekleri
sadece
verinin
yapısıyla
değil,
araştırmacıların öznel kararları ile de belirlendiğini biliyoruz. Son olarak da kişilik özelliklerinin verilerle yönlendirilen bir yaklaşımla ortaya konduğu; fakat bu yaklaşımın kişilik özelliklerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını açıklayan bir yaklaşım olmadığı da tartışılmıştır. Bu teorinin evrensel bir kişilik teorisi olacağı sanılmış, ancak yapılan araştırmalar ve tartışmalar beş faktörün bırakın farklı kültürde doğrulanmasını, ABD’deki araştırmacılar arasında bile bir konsensüs sağlayamamıştır. Buradaki sıkıntı evrensel bir bilginin aranması değil, arananın ABD’de bulunduğunun sanılması ve buradan dünyaya ihraç edilerek doğrulanması gerektiği düşüncesidir. İnsanların evrensel bazı psikolojik eğilimlerini anlamak için evrimsel-evrensel bir özne ve temel bilimlerdeki gibi bir epistemoloji öne sürdüğümüzde,
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
indirgemecilik
sorununa,
kültürel
farklar
hususuna,
ürettiğimiz hipotezleri hangi noktadan (ör: bireyci-izole edici) ürettiğimize ve yöntemsel olarak nasıl bir yol izlediğimize dikkat etmemiz gerekir (ör: sadece niceliksel ve istatistiksel doğrulama üzerine kuruludur). Benzer şekilde sosyal psikoloji kişiye-içsel süreçlere çokça eğilmiş, yöntemsel bireyciliğin içine daha da gömülmüş, özcü yaklaşımları kucaklamış, kişiler-arası süreçleri ihmal etmiştir. Ana akım sosyal psikolojik yaklaşımların içerisinde önemli bir sorun bulunmaktadır. Yani sosyalin ne olduğunu anlamak için (ki bu sosyal psikologların pek ilgisini çeken bir meşgale değildir) insan bilişini anlamak yeterlidir. Aslında özelikle sosyal psikoloji alanı açısından bakıldığında, psikolojik olanın sosyalin bir uzantısı olduğu söylenebilir. Sosyal psikologlar, toplumsal anlam sistemlerini bireysel olana ve hatta kimi zaman bireyin kişilik organizasyonuna indirgediklerinden, sosyal psikolojiyi içerisinde sosyalin kayboluşu üzerine tartışmalar bitmemiştir.
"PSİKOLOJİZM"
İnsan zihnini ‘beden mekaniği’ ya da kişiye içsel bilişsel süreçlere (ör: korkmak, kaygılanmak) odaklanarak okumak yine evrensel özne kurma arzusundan kaynaklanmıştır, fakat dilsel
toplumu,
anlamlar-ideolojiler
dünyasını,
üretim
süreçlerini ve iktidar ilişkilerini ihmal etmiştir. Bu kuramlar içerisinde yöntemin ihtiyaçlarını karşılamak çoğu zaman kuramın ihtiyaçlarını
karşılamanın
önüne
geçtiğinden,
tahmin edici olduğu düşünülen kavramlar kuram ile temelde ters düşse de üzerlerinde çalışılmaya devam edilmiştir. Örneğin varoluşçular, deneysel yöntemlerle çalıştıklarından olacak, determinist ve indirgemeci olabilmiş, hümanist araştırmacılarsa evrenselci ve özcü yaklaşımları farkında olarak ya da olmayarak kucaklayabilmişlerdir. Fakat kuramsal olarak ne varoluşçuluk ne de hümanizm, deneysel sosyal bilimin ortaya koyduğu gibi bir özne tarif etmektedirler. Benzer şekilde kişiliğin analizinde evrimseldoğal yöntemlerle dilsel-anlamsal yöntemleri aynı çatı altında birleştirmek isteyenler olmuş, ancak birbirini çelen epistemolojileri
bir
araya
teorik
bütünlük
olmadan
getirdikleri için eleştirilmişlerdir. Zihni diğer zihinler ile bütünlük içerisinde alan kuram ve yöntemler,
özneye
bakışları
açısından
ampirisizmden
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
kendilerini ayırmak durumunda kalmışlardır (ör: sosyal temsiller kuramı; söylem analizi; bunlardan bazılarıdır). Bu da yöntemsel açıdan çok farklı yaklaşımları olan alt disiplinler ortaya çıkarmıştır. Çünkü birincisi, insan zihninin sosyal ve tarihsel kuruluşu, bedenin-beynin organizmik kuruluşuna indirgenememektedir. İkincisi, insan zihnine bakış gibi sosyal-tarihsel bir hususta, naif bir keşif düşüncesi üzerine kurulu bir nesnellik iddiasında bulunmamız mümkün değildir. Yani öznel görüşlerin araştırma üzerindeki etkisini bilinçli olarak kontrol etmek gereklidir. Bunu geleneksel yöntemin bir parçası yapmak her zaman mümkün olmayabilir. Bu yüzden farklı gelişen akımlar deneysel-tarafsız, arı, nesnel bilimin köktenciliğini reddetmekte ve kısaca deneyime referans
vermektedirler.
Hem
araştırmanın
“nesnesi”
konumunda olan insanların seslerini dinlemeyi, hem de araştırmacının
kendi
öznelliğinin
araştırma
üzerindeki
etkisini kontrol etmeyi amaçlamaktadırlar. İnsanların zihinlerini nasıl kurduklarına ve nasıl anlamlar inşa ettiklerine ve insanların biricik yanlarına eğilmektedirler (ör: yapılandırmacılık). Böyle alternatiflerin gelişmesini bir yandan 1968 hareketinin Avrupa’da yarattığı eleştirel
"PSİKOLOJİZM"
entelektüel ortam, bir yandansa 1980’lerin siyasal iklimi olan küreselleşme
ve
çok
kültürlülük
tetiklemiştir.
Bu
yöntemlerde araştırma nesnesinin temel doğasına (ontoloji), araştırma
nesnesi
(epistemoloji),
hakkında
bilgiye
ulaşmak
neyi için
bilebileceğimize nasıl
araçlar
kullanacağımıza (yöntem) ve nasıl bir değer sistemi ile bu bilgiye
yaklaşacağımıza (etik) dair görüş, geleneksel
yöntemlerden ayrılmaktadır. Burada özetle “gerçek” insana daha da yaklaşılmakta ve dolayısıyla insanların ihtiyaçları psikolojinin gündemine daha hızlı girmektedir. Yöntemsel farklılaşmanın en önemli odaklarından birisi araştırma nesnelerinin ne olduğuyla, nasıl kurulduğuyla ilgilidir. En yalın haliyle psikolojiye bir eleştiri getirmek gerekirse şu söylenebilir: Psikoloji temel bilimlerde olduğu gibi keşif nesneleriyle değil, daha çok kendi icat ve inşa ettiği nesneler ile çalışmaktadır. O yüzden dünyanın yuvarlaklığının gerçek olduğunu artık kimse tartışmazken, psikoloji tarihindeki çeşitli ‘doğru'lar tartışılmaya devam edilmektedirler (ör: eşcinsellik, “ırk”, zekâ üzerindeki iddialar vb). Psikoloji kuramlarındaki tarih-dışılık ve bireycilik psikolojiyi ve özellikle sosyal psikolojiyi git gide miyop bir disiplin haline getirmiştir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bu noktada kuramın belirsizliğe, çelişkilere ve spekülasyona açık olabilmesi sosyal psikolojinin daha geçerli bilgi üretmesi için bir zemin hazırlayabilir. Soracağımız sorunun ne
olduğundan
psikolojik
tanımlarıverilebilecek
ve
kavramların toplanabilecek
ne
olduğuna,
verilerin
ne
olduğundan veri toplama sürecine, verilerin analizinden tartışılmasına kadar her bir basamakta kuramsal bir anlamlandırma ve tartışma bulunmaktadır. Özellikle de bizim inşa edişimizden bağımsız bir şekilde gördüğümüzü sandığımız gerçeklik, veriler yoluyla bize tekrar göründüğünde ne yaptığımız önemlidir. Veri (data) özellikle yüksek analiz düzeylerinde (toplumsal-siyasal düzey) kendisi için konuşmaz. Öyle olsaydı tarihte bütün toplanmış veriler bizimle bugün aynı şekilde konuşurlardı. Oysa veriyi farklı analiz düzeylerinde farklı şekillerde konuşturan, farklı tarihsel dönemeçlerde farklı gözlerle yorumlayan bizleriz. Yani bir veriyi bize yorumlatan ontoloji, epistemoloji, yöntem ve etik gibi en temel hususları içeren kuramsal bütünlüğümüzdür. Dolayısıyla bilimsel düşünce açısındanasıl sorun temel olarak tek başına yöntemde değil, ontoloji (nesnenin temel doğasının ne olduğunun varsayıldığı) ve
"PSİKOLOJİZM"
epistemoloji (bu nesnenin nasıl bilinebileceği) sorunlarında yatmaktadır.
Örneğin,
sosyal
inşacı
psikolojinin
araştırma
nesneleri
görüşlere
tarihsel
olarak
göre inşa
edilmektedirler. Zekâ, hafıza, “ırk” gibi kavramlar tarihsel olarak farklı anlamlar kazanabilmektedirler. Bu da bizlere psikolojinin kaçınılmaz olarak sosyal bir bilim olduğunu, çünkü insan zihninin kuruluşunun ve ona dair edimsel tanımların fiziksel gerçeklik ile karşılaştırılamayacağını göstermektedir. Aslında
psikolojinin araştırma
nesnelerinin
ve
temel
paradigmalarının tarihsel olarak inşa edildiği çok uzun süredir
ileri
sürülmektedir.
Hindistan’daki
Örneğin,
Kurt
Danziger
psikologlara “motivation” (motivasyon),
“emotion” (duygu) ve “personality” (kişilik) gibi kavramları anlatmak istediğinde, oradaki akademisyenlerin bunları anlamadıklarını gözlemlemiş, çünkü onlar için insana bakarken araştırma nesnesinin “soul” (ruh) gibi farklı bir kavram
olduğunu,
onun
bütünlüğüyle
uğraştıklarını
görmüştür. Benzer
şekilde
ABD’de
özgüven,
zihinsel
hastalık,
eşcinsellik, dikkat bozukluğu ile ilgili bakış açılarının toplumsal bağlam içerisinde ve belli bir tarihsel kesitte
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
oluştuklarını ve bu kavramların ortaya çıkışında bu tarihseltoplumsal bağlamın belirleyici olduğunu gözlemlemekteyiz. Bugün birçok sosyal bilimcinin, özgüven denilen inşayı eleştirdiğini görüyoruz, fakat yıllar önce ABD’de bu duygu hemen her şeye çözüm olarak öne çıkartılıyordu. Özgüven duygusu insanın kendi öz değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan bir gösterge ya da sonuç olup, az çok olumlu olduğu ölçüde bireysel refahın göstergesi olan bir duygudur. Psikoloji içerisinde özgüven kavramı özellikle 1970’lerden sonra ve bireycilikle birlikte önem kazanmaya başlamış, okullardaki eğitim programlarına öğrencilerin kendilerini ne olursa olsun olumlu değerlendirmelerini ve iyi hissetmelerini
sağlayacak
anlayışlar
yerleştirilmiştir.
Günümüzdeki araştırmalar ise bu hissin çok yüksek ve çok düşük
olduğu
durumlarda
fonksiyonel
sorunlar
yaratabileceğini göstermektedir. Bu araştırmaların kendini koşulsuz bir şekilde sürekli iyi hissetme baskısının bir Amerikan rüyası olduğunu, bunun da insanlara ve özellikle gençlere zarar verdiğini anlatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sosyal psikoloji ise daha önemli olabilecek örneğin öz kabul gibi bir kavramı ihmal etmiş, çünkü egemen Anglo-Sakson kültür araştırmacıların olgulara bakışını belli bir tarihsel
"PSİKOLOJİZM"
kesitte kurmuş, inşa etmiştir. Birçok kişilik ve sosyal psikoloji uzmanına göre insan benliği ya da kişiliği sabit bir nesne olarak algılanmaktadır ve bu yaklaşım “nesnel” (ya da nesnel olduğu varsayılan) yöntemlerle araştırma yapmak için elverişli olmaktadır. Toplumsal yaşamın kuram ve özellikle etik üzerindeki etkilerine en ilginç örneklerinden birisi, eşcinselliğin hastalık olarak DSM ölçeğinden çıkartılmasıdır. Eşcinselliğin hastalık olması ya da olmaması bilimin sadece içsel dinamiklerini değil, içinde şekillendiği toplumsal ve siyasal dinamik ve iktidar ilişkilerini yansıtır. Aynı şekilde, dikkat bozukluğu ve depresyon, beyindeki yapı ile ilişkilerine indirgenemeyecek, toplumsal-metaforik özellikler taşıyan, toplumsal üretim ve iktidar ilişkilerinin yol açtığı kimi sorunları göz ardı ederek, yapısal
sorunları
psikolojik
düzleme
indirgeyerek
kişiselleştiren sembolik kurgulardır. Beynin maddi hali ile insan zihninin manevi hali arasında kaldığında tercihini daha çok beyinden yana yapan tıp bilimi ile psikoloji arasındaki en temel farklardan birisi, psikolojinin sosyal olarak kurulan ve sosyal bir araştırma nesnesi olan zihin ile de uğraşıyor olmasıdır. Üstelik bu durum tıp bilimlerinin ve psikolojinin toplumsal iktidar
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ilişkileri içindeki konumlanışlarındaki benzerlikleri ve farklılıkları da düşünmemizi gerekli kılar. Psikoloji temel olarak, zihni araştırma nesnesi yaptığından psikolojik bilgi her zaman sosyal bir bilgi olmaya devam etmiş, örneğin sosyal psikoloji çalışmalarının çok önemli bir bölümünün yaygın inanışın ötesinde pek bir şey ileriye süremediği tartışılmış ve yaygın inanıştan nasıl ayrılacağına dair çabalar ortaya çıkmıştır. Toplum içinde yaygın olan inanışlardan bolca beslenen psikoloji, tarihinin bir kesitinde erkeklerin ve beyaz “ırk”ın üstünlüğünü, kadınların, siyahların ve göçmenlerin düşük zekâlı olduğunu bile iddia edebilmiştir. Psikoloji bu açıdan çoğu zaman ‘aleni’ olana işaret etmiş, bilime temel oluşturan toplumsal
kavramların
eleştirel
olmayan
kullanımı
sonucunda, özellikle sosyal psikologların kimi zaman “sıradan bir insan”dan bir farkları kalmamıştır. Örneğin, sosyal psikologların sosyal cinsiyet sorununa yaklaşımları, uzun süre ve halen yaygın inanış ile paralel gitmiş, evrimsel epistemoloji ile sosyal olarak inşa olmuş olanı açıklamaya devam etmişlerdir. Çoğu zaman sosyal psikologlar olgular ve değerler arasında;
yani olanlar ile
olması gerekenler ya da olabilecek olanlar arasında önemli
"PSİKOLOJİZM"
bir ayrımın olduğunu iddia etmişler ve kendi ‘bilimsel’ görüşlerinin nesnel bir olguyu tarafsız bir şekilde yansıttığını, hiç bir değer sistemi ile bulaşıklık içerisinde olmadığını düşünmüşlerdir. Bütün bunlar tarihsel bir bakış açısından bizlere bir şeyler söylemektedir. Psikoloji tarihine baktığımız zaman psikolojinin hatalı bilgiden uzaklaşıp daha doğru bir insan anlayışına
yaklaştığını
düşünmek
süreklilik
düşüncesi
üzerine kurulu doğrusal bir tarih anlayışıdır. Bu doğrusal tarih anlayışı büyük bir tartışma konusu olmakla beraber, bu anlayışın bilim insanları arasında önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Son gelen insan modelinin ya da insana bakışın, aynı son gelen dinde olduğu gibi, en iyi model ya da metaforik olarak en
iyi
‘din’
olduğunu
düşünmek
bizleri
bazen
rahatlatabilmektedir. Oluşturduğumuz bilginin tarihsel ve sosyolojik doğasını kavramak, sosyal gerçekliğin bizim kurgu gücümüzden ayrı ve ona dışsal bir niteliğinin olduğunu düşünmek bilim insanı statümüzü
devam
ettirmek
açısından
bizleri
rahat
ettirebilmektedir. Çünkü böyle olunca bizler kendimizi ‘gerçekliğin’ doğrudan sözcüsü, onun uzmanı, ya da
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
istatistiksel çıkarımsama yoluyla ona kendini en yakın hisseden insanlar durumunda görebilmekteyiz, ya da metaforik
olarak
son
‘gelen’
dinin
müritlerine
benzemekteyiz. Bu dar görüşlülükten çıkmak için eğer ampirik veriye ihtiyacımız varsa, eleştirel psikoloji tarihi bize bunu verebilir. Bütün bunlar bize sosyal bilginin tarihsel-ideolojik doğasını ciddiye almamız gerektiğini ve bunun gerektirdiği sorumluluğu almamızı da öğütlemektedir. Bu, güneş sistemi içinde dünyanın merkezde olmadığını ileri süren ve Kopernik’i destekleyen Galileo’nun sorumluluğundan biraz daha farklı olabilir. Zira, Kopernik ve Galileo fiziksel bir gerçekliğin ve o anlamda şüphe götürmeyen matematiksel bir rasyonalitenin ve gücünü evrensel gerçeklikten alan evrensel bir aklın savunucusuydular. Bizler ise ancak kendi verili dünyamız içinde inşa ettiğimiz insan anlayışını savunabiliriz, o yüzden de tarih bilinci ve bilim felsefesi ile beraber kendi iddialarımızın
tarihsel
zeminini
ve
toplumsal-siyasal
sonuçlarını tekrar tekrar düşünmek durumundayız. Aydınlanma projesini bu dünyanın halen en önemli projesi olarak görüyorsak, entelektüel ufkumuzu sosyal bilim tarihi ve felsefesi ile genişletmemiz gerekebilir. Psikolojinin
"PSİKOLOJİZM"
geleceği ancak bu şekilde kurulabilir, aksi takdirde psikologlar var olan insan anlayışını naif gerçekçilik (algının nesneleri olduğu gibi yansıttığı) ve mantıksal pozitivizm (kuramsal bilginin mutlaka görgül olarak test edilmesi gerektiği düşüncesi) üzerinden verili olarak alırlarsa, psikolojinin kısa tarihi boyunca yaptığı hataları tekrarlar ve bilinçdışı
ideolojik
bir
işlev
görmeye,
statükoyu
pekiştirmeye devam ederler. Eşcinsellik, sosyal cinsiyet, zihinsel hastalık gibi toplumsal sistemin normlarıyla ilişkili konular bunların en açık örnekleridir. Psikoloji teorisi ve uygulamaları açısından daha geçerli ya da toplumsal ihtiyaçlar açısından daha verimli bir sürece ancak geçmişten bu yana nereden, nasıl ve hangi dış belirlenimlerle geldiğimizi idrak ederek girebiliriz. Tarihsel akıl, psikolojik bilginin sosyolojisi ve felsefesi bizlere kuram ve yöntem konusunda dikkatli olmamızı öğütlemektedir. Aksi takdirde psikologlar olarak topluma sadece bir teknokrasi sunmak durumda kalabiliriz. O arada insanî olanı ve değer sistemimizi (etik) yitirmemiz de mümkün olabilir. Psikoloji kendi bilimsel ve dolayısıyla deterministik dili içerisinde
kurduğu
bireyin
çeşitli
‘faktörler’
altında
belirlendiğini belirli paradigmalar içinde ileri sürmektedir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Bunun içerdiği olumlu potansiyellerin yanında, tehlikeleri de bulunmaktadır: Kendini düşünen, karar veren, kendi üzerinde özgür irade sahibi olan, ahlakî sorumluluk taşıyan, toplumsal bir anlam sistemi ve iktidar ilişkileri içinde siyasal olarak var olan, sadece var olan dünyanın verileri ile değil olası dünyaları da tahayyül eden, dünyayı o ya da bu doğrultuda, ama sürekli ve aktif olarak değiştiren, hatta zaman zaman irrasyonel ve tahmin edilemez olan bütünlüklü insanı ihmal edebilmektedir, bu arı bilimsel görüştür. Bizler ihmal etmememiz gereken en önemli hususun bu olduğunu düşünüyoruz. O zaman psikolojik olgulara bakışımız değişebilir. Ezilen sınıflara mensup olmanın, sosyal olarak adaletsiz dünyanın şanssız insanları olmanın, kadın olmanın, eşcinsel olmanın, siyah olmanın, Kürt olmanın, Alevi olmanın, Ermeni olmanın ne demek olduğunu insanların kafalarının içinde değil, toplumsal-tarihsel-kültürel düzeyde arar, bunların psikolojik sonuçlarını düşünürken de indirgemeci olmayız. Bütün bunları başarabilmek için psikolojiyi bir doğa bilimi olarak ve sadece evrimsel epistemoloji üzerinden değil, her açıdan bir sosyal bilim olarak kurgulamak durumundayız. Hem gözlem nesnesinin (zihnin ve öznenin) doğal bir tür olmayışı hem de gözleyenin
"PSİKOLOJİZM"
kurulu
dünyasını
dikkate
alarak.
Bütün
bunlar
için
ihtiyacımız olan veriye ise düşünümsellik yoluyla ve kendi akademik ve mesleki varlık zeminimizin her düzeydeki temellerini sorgulayarak ulaşabiliriz. O zaman bilimsel bilgi ile toplumsal kader arasındaki bağı kurmamız da kolaylaşır. Bu, bugün bizi teknisyenlik yazgısından kurtarabilecek yegâne olasılık olarak görünüyor. Psikolojinin bir bilim olup olmadığı, diğer bilimlerle olan ilişkisi ve sınırları, ‘nesnel’ bilgi üretip üretmediği, araştırma nesnesinin doğal mı yoksa sosyal bir nesne mi olduğu ve tarafsız araştırmacıların bilgi üretimine etkisinin ne
olduğu
üzerine
tartışmalar
geçtiğimiz
yüzyılda
bitmemiştir. Psikolojinin bu önemli disipliner sorunları ve tartışmaları psikologları önemli ve temel bir soruya doğru itmektedir: Bütün bu sorunların yöntemsel yönelimlerle yani psikolojik
bilgi
edinme
biçimleri
ile
ilişkisi
nedir?
Psikolojiye baskın olan felsefi varsayımlar ve bunların alternatifleri nelerdir? Sosyal bilimlerde araştırma ve yöntem sorunu insan varlığını ve dünyayı algılama, tanımlama, anlamlandırma biçimlerinden bağımsız değildir. Yine başlı başına bir yöntembilim sorunu olan ve onun da ötesinde insan-nesne
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
ilişkilerini, içerisi-dışarısı algısını belirginleştirmeye yarayan gözlem de bu varlığı anlamlandırma biçimleriyle iyiden iyiye bağlantılıdır. Söz konusu olan insani bilimler olduğunda bilgi ve hakikat gibi temel iki sorunun birbirini kendiliğinden tamamlamadığıyla karşılaşırız. Öznenin bilgi ve hakikat arasındaki bu bölünüşüyle belki de hem en doğrudan hem de en kaçamak karşılaştığımız yer, öznel arzuya ve söze çağrıda bulunduğumuz klinik uygulamadır. Ama klinik uygulamanın bizzat çalışma nesnesi olan “bilinçdışı”, eksikli olan ve Lacan’ın psikanalize dâhil ettiği şekliyle yitirilmiş bir nesnenin, nesne a’nın etrafında kurulmuştur. Eğer söz konusu olan ne sadece gösterenle işaret edilebilir simgesel bir nesne ne de salt düşlem aracılığıyla
kurgulanabilir
imgesel
bir
nesneyse,
bu
nesnehakkında bir bilgiye sahip olmak nasıl mümkün olacaktır? Dahası hakikati tüm bir klinik çalışmanın harekete geçirdiği bu (kayıp) nesne üzerine dayandırmak bilimsel açıdan ne kadar güvenilir ve geçerlidir? Stil sorunu öznenin bu imkânsız nesne karşısında aldığı konumlarla ilişkilidir ve bu aynı zamanda öznel koşullarının sınırları içindeki ölümlü öznenin tahammül
"PSİKOLOJİZM"
edilemez zira imkânsız- olanla nasıl başa çıktığıyla yakından ilgilidir. Fakat buradaki nasıl sorusunun cevabı yalnızca hangi yöntem sorusunu değil, nesnesi tam da tanımlanamaz olduğundan psikanalize has bir “stil” sorusunu da dâhil eder. Freud, Goethe, Shakespeare, Leonardo da Vinci gibi yazar ve sanatçılardan esinlenirken, psikanalizin nesnesine dair bir fikir sahibi olmak isteyen okuyucusuna da sık sık edebiyatçılara, özellikle de şairlere başvurmasını salık verir. Lacan bu durumda, kliniğin tanımını doğrudan “dayanılması imkânsız olarak gerçek”le bir tutar. Başka bir deyişle klinik, sözcüklerin belirlediği sınırların ve düşlemlerde tekrar eden kurguların
sağladığı
bilginin
ötesinde,
özneyi
kendi
hakikatindeki bilinmezle karşılaştırır. Bilginin her türlü eminliğine, genelleyiciliğine ve kapsayıcılığına karşılık bir o kadar tekinsiz, tekil ve uçuşkan olan bu unsur, psikanalizden farklı olarak psikoloji ya da psikiyatri gibi niceliksel yöntemlere dayanan bilim dallarının tam da dışlayarak güvenirlik ve geçerliklerini temellendirdikleri bir unsurdur. Aslında bu dışlama, bilgiye indirgenemez olanı sınıflandırma ve istatistiğe dökme biçimi altında beliren bir “şeffaflık tutkusudur”. Ve bu tutku tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımının ve hemen akabindeki
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının (1945) insanlık tarihinde bıraktıkları izin bir mirası olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın yıkıcı gücünün gelebileceği en üst düzeyi temsil eden bu dönüm noktası, ölüm ve yaşam gibi temel varoluşsal sorunsallarla ilgili sosyal ilişkileri şekillendiren iki önemli sarsıntıyı da beraberinde getirmiştir: Ölümün kitlesel olarak teknolojik ve yönetimsel idaresi ve bununla birlikte gelişen genetik deha yani klonlama teknikleri. İnsanı yaşam ve ölüm karşısında Tanrılaştıran ve sırtını modern tıbbın teknik gelişmelerine dayayan bu yeni oluşan sosyallikteki hâkimiyet ve bilme iddiası, bundan böyle her türlü bilginin ölçülebilir ve denetlenebilir bilimsel bir sisteme dayanmasını da neredeyse zorunlu kılmıştır. Böylelikle şeffaflık ve bunun sağlayıcısı olan istatistik tutkusu, özneleri sadece bedenlerinin gerçeğinde değil, aynı zamanda ruhlarında da öldüren yeni bilimsel yöntemlere dönüşür. Öznenin ona verilen etiketten her zaman daha fazlası olduğunun kabulü, onun ruhsal determinizminin basit bir neden-sonuç ilişkisine indirgenemeyeceğinin bir göstergesidir.
"PSİKOLOJİZM"
Lacancı kuramın özne varsayımı gösterenler arasındaki bir temsiliyet hareketine dayansa da, özneyi daima bir başka gösteren için temsil eden temel gösterenler, kayıp nesneyi de içeren
bitimsiz
bir
dolaşımda
yer
almaktadır.
Bu,
bilinçdışında özneyi temsil eden ve öznel hikâyeye yörüngesini veren ayrıcalıklı gösterenler olmakla birlikte, hiçbir gösterenin ne tek başına, ne de salt ikili bir nedensellikte yer alamayacağını belirtir. Çünkü bilinçdışını mümkün kılan tam da geçici olan yani Lacancı tabirle yazılmaya karşı yazılmamaya devam edendir. Öznenin bir gösteren tarafından diğer bir gösteren için temsil edilmesi, aslında öznenin ikinci bir gösteren için değil, potansiyel olarak bulunan ve henüz keşfedilmemiş diğer tüm gösterenler bütünü için temsil edildiği anlamına gelir. Psikanalitik çalışma tam da bu koşullu nedenselliğin dışında öznel deneyimin açılabileceği gösterenler bütününün aynı zamanda çoklu anlamlarının, dilin şaşırtıcı bileşenlerinin araştırılmasıdır. M. Foucoult’nun çalışmalarında ayrıntılarıyla gösterdiği gibi karşılıklı
olarak
dinamiklerden doğurmuştur.
hem
bireysel
elenmesi,
hem
dışlanması
de
toplumsal gerekliliğini
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Yüzyılımızın bilimsel söyleminin veri, bulgular ve tanı konusunda
“transparan”
olmakla
övünmesi,
çoğu
üniversitede nitel araştırmaların yeteri kadar bilimsel bulunmaması sıklıkla karşılaşılan örneklerdendir. Hâlbuki akademi geleneğinin kurucusu sayılan Sokrates, bilimselliğin şifrelerden, sayılardan ve mutlak tanımlamalardan değil, tartışma ve ussal eleştirilerden geçtiğini, bunun da ancak sanılar ve hakikat arasındaki ayrımları yapabilmekle olanaklı olduğunu göstermiştir. Bu açıdan bakıldığında İkinci Dünya Savaşının 19. ve 20 yy modernizmleri içinde dünyadan ve insan varlığının insanileşme süreçlerinden adı ve ölümü silmesi bakımından insanlık tarihinde çok daha keskin ve radikal bir belirlenime sahip olduğunu öne sürebiliriz. İnsan varlığını insanileştiren ölümü yok sayması değil, tam tersine ölüleriyle ilgilenmesidir. Bu bağlamda Yahudi Soykırımının toplu imhaları dünya tarihindeki “kökensel bir olaydır”. Bu durumda tekil olanı evrenselin karşısında korumak ve kuramı uygulamada sınamak klinik etiğin bir zorunluluğu haline gelir. Çünkü her şey aynı ve tek bir anlama sahip olduğunda anlamın olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi,
"PSİKOLOJİZM"
hiçbir anlamın olmadığı ya da her türlü anlamın havada uçuştuğu, her şeyin her türlü anlama gelebileceği durumda da anlamdan bahsedemeyiz. Oysaki anlamın ikili ya da çoklu olduğunu söylemek bu önermelerden daha farklı bir şeyi işaret
eder
ve
hakikatin
bu
durumda
her
zaman
tamamlanmamış ve kısmi kalacağını yapısal ve etik bir sonuç olarak kaydeder. Lacan, nesnesi “nesne a” olan bir bilimin metodunun ne olacağı sorusunu aslında tüm yapıtı boyunca tartışır, çünkü bu aynı zamanda bilgiyi aktarmanın farklı tarzlarını da tartışmaya
açmaktır.
Seminerleri
boyunca
Lacan’ın
kullandığı matematiksel formülleştirmeler ve de topolojik figürler kuramsal, didaktik bir açıklamanın ötesinde, gösterilebilir bir işleyişin bilinçdışı öznesinin işleyişininolası düğümlenişlerini ve kopuşlarını işaret eder. Yani söz konusu olan kesinlikli bir bilgiyi öğreti biçiminde ya da metaforik örneklemelerle aktarmaktan ziyade, öznel deneyimin çaresizce durup dayandığı ya da bilinçdışının öngörüsüzce açılıp kapandığı noktaların zihinsel bir alış tırmasını yapmaktır, tabii biraz da kaygıyla karışık. Bu aslında “bilinçdışının bilgisi” ve “bilinçdışı üzerine bilgi sahibi olmak” arasında yapılan en temel ayrımlardan birine
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
yol açar ve yine Lacan tarafından “analist olma arzusu” ve “analistin arzusu” ya da “öznenin ancak varsayılabilir olması” ve “özne üzerine bilgi” arasındaki farklılığa getirilen denk olmayışlardır. Psikanalitik bir araştırma yöntemi için en uygun gözüken projektif testlerde bile testi yapanın “bilinçdışı arzusunun” araştırmadan muaf tutulması ve sadece cevap verenin öznelliği çerçevesinde bir değerlendirme yapılması, bu uygunluğun derecesini sorgulamaya yeterdir. Çünkü bu en basitinden analistin yorumuyla etkilediğinin - daha ziyade bir kopuş üretmesinin- sadece analizan olmaması, analistin de bu analitik edim sayesinde nasıl bir kırılma ve değişiklik yaşadığının
psikanalitik
sorgulama
açısından
önemli
olmasıdır. Diğer bir sebep de klinik bir karşılaşmada belki de ilk andan itibaren kurulan aktarım ilişkisinin, bir bilme şekli olarak analistin formasyonundan değilse de onu şu ya da bu formasyona yönelten arzusundan bağımsız gelişmemesidir. Aynı şey bilimsel bir araştırmaya bakış açısında da geçerlidir.
"PSİKOLOJİZM"
Araştırma konusu her ne üzerine olursa olsun, araştırma
nesnesi
yazılanların
arasında
bir
özne
varsaydığından, ancak yazarın “stilinin” aldığı güzergâhta ve yine anlatının düğümlenip, kesintiye uğradığı, vurguların şiddetinin hareketlendiği anlarda belirir. Konu konuyu, soru soruyu açsa da etrafında halkaları genişleterek dönülen, kelimeleri kazanmak pahasına kaybedilen şu tarifi mümkün olmayan arzu nesnesidir. Öznellik, öznenin onu belirleyen her türlü nedenselliğe karşı çıkışıyla oluşur. Ama bu sadece ebeveynlerin hikâyesine, geçmişin yüküne, ona atfedilen anlamlara ve belirlenen yere bir karşı çıkıştan ibaret değildir, özne olmanın özgürlüğünün ve
sorumluluğunun
başka
türlü
bir
anlam
kazanamamasındandır. Gerçekten de “yapı” kavramı bu açıdan psikanalizde yalıtılmış ve kemikleşmiş bütünsel bir kendilikten çok psikoz, nevroz ya da sapkınlıklar olsun, öznenin ona dışarıdan dayatılana cevap verme biçimlerini, Ötekinin talebine “hayır” deme şekillerini ifade etmesi bakımından özeldir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
FREGE VE HUSSERL’İN ANTİPSİKOLOJİZMİNİN TARİHİ
Gerçekten de analitik felsefe alanında yakın zamanda yapılan çalışmaların büyük bölümü “Frege’ye karşı bir ayaklanma” olarak anlaşılabilir. Eğer bu öykü doğruysa yüzyıl dönümü Alman felsefesinde neyin yanlış gittiğinin anlaşılması için psikolojizm üzerinde çalışılması gerekir; yani psikolojizm alanındaki ihtilaf psikolojik uslamlamanın bir mucizesi olarak değil daha çok felsefeyi (ve psikolojiyi) yanlış yola saptırabilecek bir olay olarak dikkate değerdir. “Aynı eski hikâye"nin yeni ortaya çıkan rakibinin kaba bir taslağını çizmek kolay bir iş değildir; yeni hikâye hala pek çok farklı yazar tarafından yazılmakta ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla roman anlatısı henüz tutarlı biçimde sunulamaz ve çeşitli bileşenlerini bir araya getirmek kapsamlı bir alıntılama ve paye çıkarmayı gerektirir. Öyleyse “aynı eski hikâye"nin bu yeni rakibi nedir? Öncelikle Frege psikolojistik rakiplerine karşı kesinlikle geçersiz olan argümanlar öne sürdüğü için paylanmıştır. Örneğin Frege’nin anti psikolojistik argümanının yakın döneme ait ayrıntılı bir çalışması bunu “yanlışlıklar”la dolu
"PSİKOLOJİZM"
ve “bir kavramsal karmaşalar galaksisi” olarak değerlendirir. Diğer yazarlar Frege’nin felsefe ve psikoloji arasındaki uygun
ilişkiye
ilişkin
görüşünü
sorgular.
Michael
Dummett’in görece sempatik değerlendirmesini alıntılamak gerekirse: (Hem Frege hem Husserl’in) başarısız olduğu nokta mantıksal fikirleri psikolojik olanlardan oldukça kesin bir çizgiyle ayırmalarıydı. Bu hatalar felsefeyi psikolojiden “bilişsel bilim” başlığı altında gelecek yeni bir akına açık bıraktı. Husserl ve Frage’nin uyguladığı savunma stratejileri artık işlevsiz istilacılar, ancak bu iki öncünün olumlu kuramlarının zayıf noktalarını düzelterek püskürtülebilir. Frege ve Husserl’in antipsikolojizminin kurumsal anlamda oldukça sağlıksız bir bölünmeyle sonuçlandığı da görülür. Temelde psikolojinin felsefeden özgürleştiği anda aslında “sürgün”e gönderilmiş olmasını bu iki düşünüre borçluyuz: “Psikologlar terk ederken, filozoflar kapıyı arkalarından kapatıyordu”. Bugün filozof ve psikologlar “bir Ortodoks sinagogundaki erkek ve kadınlar gibi davranmaktadır. Her grup diğer grup hakkında bir şeyler bilir, ama uygun olan her birinin bir diğerini görmezden gelmesidir.” Hem psikoloji hem felsefe öğrencilerinin “felsefe derslerinde
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
psikolojik olmamaya, psikoloji derslerinde ise felsefi olmamaya zorlandıkları sinir bozucu bir deneyimi vardır”. Dahası, Frege’nin psikolojiye yönelik eleştirisinin yanı sıra ikincisine ilişkin kavrayışı, bazı yazarlara göre, yirmi birinci yüzyıl bilim felsefesinin önemli bir bölümüne hedef şaşırtmıştır. Örneğin Isaac Levi bilim felsefesinde “Frege’nin lanetinden” söz eder. Frege mantığın kurallarının bağlamdan bağımsız ve insan düşüncesinden bütünüyle uzak olduğunu varsaydığından o ve destekçileri hiçbir zaman “objektif mantık normlarını öznelerin nasıl düşünmesi gerektiğine ilişkin talimatlara bağlayan kapsayıcı normlar” a fazla ilgi göstermediler
ve
bunu
önemsiz
bir
konu
olarak
değerlendirmediler. Elliot Sober bununla ilişkili olarak Frege’nin mirasının keşif mantığından yoksun oluşuyla suçlanması
gerektiğini
söyler.
Frege,
psikolog
meslektaşlarıyla birlikte psikolojik olanın insandan insana çok fazla değişiklik gösterdiğini varsaydığından, o ve destekçileri insan psikolojisindeki tüm değişmezlikleri inkâr ettiler. Ancak, Sober bu fikrin anakronistik hale geldiğini göstermeyi sürdürür: Psikolojik çalışmalar insanların sınırlı keşif süreçleri olduğunu; yani keşif süreçlerinin, kendilerine
"PSİKOLOJİZM"
özgü olmaktan öte, insan türünde değişmez olduğunu gösterir. Son yıllarda, Fregean antipsikolojizminin ana kalesi, mantık bile
saldırıya
uğradı.
Bazı
yazarlar
neopsikolojistik
hamlelerini tümevarımlı mantık ya da mantık psikolojisiyle sınırlarken diğerleri daha da ileri gider ve tümdengelimci mantığın kendisinde psikolojizmi savunur. Tümevarımlı mantıkta Gilbert Harman geçerli çıkarım prensiplerinin zihni çalıştıran prensipler olduğunu” iddia eder. Harman’ın kendisi bu konumu “bir tür psikolojizm” diye adlandırır.
Mantık
prensiplerinin
insan
düşüncesini
tanımlayıcı biçimde kullanıldığı bu türden psikolojistik bir projeye verilen standart antipsikolojist cevap, psikolojizmin geçersiz uslamlamanın nedenini açıklanmasını imkânsız kılmasıdır. Harman kendisini “geçerli kuralların zihnin her şey yolunda gittiğinde çalışma biçimiyle: ideal olarak nasıl çalıştığıyla ilişkili olduğuna” işaret ederek savunur. İnsanın mantıksal ve matematiksel uslamlamasını inceleyen psikologlar Frege’yi insan uslamlaması üzerine yapılacak araştırmalara engel olmakla suçlasalar da sıklıkla Frege’nin
mantık
ve
matematik
antipsikolojizmine büyük saygı duyar.
alanındaki Örneğin John
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Macnamara’nın
psikolojik
mantık
çalışması,
mantığın
psikolojisinin mantıksal yapıların mekân ve zamandan bağımsız olduğu ideal, soyut oluşumlar olduğu Platonist görüşle uyumlu olduğunu iddia edecek kadar ileri gider. Aslında, Macnamara’ya göre mantığın psikolojik çalışması ontolojik konularda oldukça tarafsızdır ve salt “mantıksal sezginin zihnin özelliklerinde nasıl temellendiği” üzerine çalışmayı amaçlar. Macnamara’nın kuramı Chomsky’nin “yeterlik” ve “performans” arasındaki ayrımı üzerine kuruludur. (Mantıkçının formüle ettiği) bir mantık ne zaman insan sezgileriyle uyumlu olsa, bu mantık “buna karşılık gelen bilişsel psikolojide bir yeterlik kuramına” karşılık gelir. Belirli bir alanda mantıksal bir sistemle insan uslamlaması arasındaki bu uyum (sezgilerle uyumlu) her ideal mantığa zihinsel bir mantık karşılık gelir” sözleriyle de ifade edilebilir. Uslamlamadaki hatalar performans unsurlarından kaynaklanır. Macnamara ne kadar bu çalışmanın bir psikolojizm örneği olmadığı konusunda ne kadar ısrar ederse etsin, diğerleri ya psikolojizm mantığının psikolojisini suçladılar ya da bu tanımlamayı fazla kaygı duymadan kabul ettiler. Pascal Engel mantık psikolojistlerinin, psikolojizme yüzyıl dönümü
"PSİKOLOJİZM"
formuyla
bağlı
bağlı
olmamakla
birlikte
“mantıksal
kanunların “psikolojik bir gerçekliği” olduğu hipotezini savunduklarında
farklı
türden
bir
psikolojizme
bağlı
olduklarını” yazar. Matematik psikolojisine yakın zamanda yapılan bir katkıda da “doğal dil üzerine yapılacak bir çalışmanın matematik ve mantığı aydınlatabileceği” söylenir ve sayıların, “rakamları kullanan ilk insanlar tarafından icat edildiğini” iddia eder. Aynı kitabın aynı zamanda Mill’in Frege’e karşı güçşü savunmasını içermesi de küçük bir sürprizdir. Son dönemdeki bilişsel evrimsel dönüş de, tümdengelimli mantığın felsefesi üzerinde iz bırakmıştır. Örneğin, Susan Haack
Frede’nin
bugünlerde
psikolojizm
varsaymanın
moda
karşıtı
argümanlarını
olduğundan
daha
az
inandırıcı; psikolojizmin en azından bir formunu daha güvenilir bulur. Haack psikoloji ve mantık arasındaki ilişkiye karşılık üç konum arasında ayrım yapar. “Güçlü psikolojizm”e göre mantık insanların gerçekte nasıl düşündüğünü tanımlar; “zayıf psikolojizm”e göre mantık biza nasıl düşünmemiz gerektiğini söyler ve “antipsikolojizm”e göre mantığın zihinsel süreçlerle hiçbir ilgisi
yoktur.
Haack zayıf
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
psikolojizmi,
sıklıkla Peirce’e atfedilen bir konumu
benimser. Haack’ın zayıf psikolojizme taraf ve Frege antipsikolojizmine “düşüncelerine”
karşı bilindik
temel itirazdır.
argümanı Bu
gizemli,
Frege ideal
kimlikleri nasıl algılayabileceğimiz net değildir. Haack’ın kendisinin de işaret ettiği gibi, zayıf psikolojizmin uygulanması mantıkla psikoloji arasındaki Frege sınırlarını bütünüyle
yeniden
çizebilir:
“uslamlamanın mantıksal
çalışmasını psikolojik olandan ayıran tam olarak nedir?” (Psikolojinin, mantıktan farklı olarak hiçbir zaman normatif olmaması söz konusu olamaz, hatta gerçeğe ilişkin olarak hiç normatif olmaması da söz konusu değildir; örneğin, güvenilir/
yanıltıcı
algının
koşulları
üzerine
yapılan
psikolojik çalışmaları düşünün). Brian Ellis de benzer bir tutum alır. Ellis yüzyıl dönümünün kilit bir cümlesini bütünüyle benimser; bu, açıkça derin ölçüde psikolojist mantıkçı Theodor Lipps’in bir cümlesidir: “Mantık ya düşüncenin fiziğidir ya da hiçbir şeydir”. Ellis’e göre, mantığın kanunları gerçekten de insan düşüncesinin kanunlarıdır. Ancak deneysel genelleştirmeler değildirler, daha çok ideal olarak rasyonel inanç sistemlerine gönderme yaparlar, tıpkı fizik kurallarının ideal koşullarda
"PSİKOLOJİZM"
ideal varlık modellerine işaret etmesi gibi. Ancak bu niteliğe karşın, “mantık psikolojinin bir dalıdır”. Ellis insana bilimsel bir bakış açısı istiyorsak mantığın bu türden bir kavrayışının kaçınılmaz olduğunu iddia eder. Haack
gibi
Ellis
de
psikolojizme
karşı
geleneksel
argümanlardan biraz etkilenmiştir. Felsefede yakın zamanlı “anti-antipsikolojizm”in büyük bölümü elbette Quine’in doğallaştırılmış bir epistemoloji projesine dayanır, bu proje özgün olarak “Doğallaştırılmış Epistemoloji; ya da Psikolojizm Vakası” başlığı altında sunulur. Kısaca, Quine,
Frege, Carnap ve destekçilerinin
temelci programlarının başarısız olduğunu, dolayısıyla epistemolojinin, “psikolojinin, dolayısıyla doğal bilimlerin bir bölümü olarak yerini bulduğunu” iddia ediyordu. Doğal bir fenomen, yani fiziksel bir süje üzerinde çalışır. Epistemolojide psikolojizme yönelik geleneksel suçlamaya, yani epistemolojiyi psikoloji üzerine temellendirmenin, psikolojinin de epistemolojinin çalışma alanına girmesinin gerekmesinden ötürü döngüsel olduğu iddiasına karşılık, Quine doğrudan cevap verir: “Döngüselliğe ilişkin bu türden endişelerin, bilimi gözlemlerden çıkarmayı hayal etmeyi bıraktığımızda pek az anlamı vardır”.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Frege’den esinlenen koltuk felsefesine karşı tavırları, antipsikolojizmi bir lütuftan çok lanet olarak gören yazarların en
düşmanca
tavrıdır.
Slezak’a
göre,
felsefenin
doğallaştırılmasına yönelik eğilim, pratikte, söylenenlerden farklı olarak; filozofun heveskâr ve ihtiyaç fazlası eleştirmen olarak feragatini ima etmelidir. AI disiplini Dennett’in hoş imgesinde
filozofun
koltuğunun
bilgisayar
masasına
çekilmesi bağlamında görülebilirse bir laboratuvar önlüğü giyme görevi daha az ilgili ve zorlayıcı görünmez pek. Ve Slezak laboratuvar önlüğünü hâlihazırda rahatça giymiş olmalıdır, çünkü koltuk analitik felsefesiyle ilgilenen filozoflar ona “ortaçağdaki kökenlerinden itibaren modern anatomiye öncülük ederken buna karşıt olan kendi çıkarına rağmen
kendini
galenik
prensiplerden
kurtaramayan
anatomist Vesalius” gibi görünür (gerçi bu oldukça onur vericidir, çünkü ne de olsa Vesalius başarılı olmuştur)’. Ve Patricia Churchland’e göre Gettier sorunu, duyu verileri ve önsel bilgi fikri artık “eski meraklar” değildir. Dahası, “formel anlambilim artık tüm yönleriyle gayrı resmi bir proje gibi görünmektedir. Elbette insan psikolojisi ya da nörofizyolojiyle hiçbir ilgisi olmayan bir anlam kuramının dilin anlamlılığını açıklayabileceği fikrine ilişkin tuhaf bir
"PSİKOLOJİZM"
şeyler vardır”. Koltuk analitik felsefesinin “büyük eski paradigması” yandaşlarını
“zayıf
düşürülmekte”
kaybetmektedir;
“buna
ve
yavaş
karşın
yavaş
doğal
bir
yaklaşımda, psikolojide ve sinir biliminde araştırmamız için veri sağlayabilecek ne olduğuna ilişkin kayda değer bir vaat vardır”.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
YİRMİNCİ YÜZYIL FELSEFESİNDE FENOMENOLOJİ VE HİZİPLEŞME Fenomenoloji
Felsefede Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenoloji felsefesi, 20. yüzyılın başlarında pozitivizme ve ampirisizme karşı çıkıyordu. Fenomenoloji, felsefenin bilgi, varlık, değer felsefeleri gibi alanlarıyla uğraştığı için tümel bir nitelik taşıyordu. Bazılarına göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemiydi. Bu akım da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkıyordu. Fenomenolojiye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu bir deney verileriydi. Aslında bu bakımdan
pozitivizm
ve
ampirisizmle
bir
farklılık
göstermiyordu. Ancak tek tek nesnelerin oluşturduğu nesneler dünyası söz konusu olduğunda, pozitivizm ve ampirisizmden farklı bir tavır ortaya çıkıyordu. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak ‘rastlantı’ kategorisi ile kavranabilirdi. Yani diğer iki felsefenin iddia ettiği gibi, nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar, daha doğrusu doğa yasaları egemen değildiler.
"PSİKOLOJİZM"
Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, Husserl’e göre, belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyorlardı. Koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının
genel
geçerlilik
iddiaları
söz
konusu
olamayacaktı. Bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi Husserl için. Ampirik olarak algılanan nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. Dünyanın varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve dogmatik bir realisttir. Bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir düşüncedir. Bu tavrı aşmak için ikinci bir ‘fenomenolojik indirgeme’ diye adlandırılan bir tavır geliştirir. Bu tavır ise Husserl’in yapıtlarında ‘parantez içine alma’, ‘etkisiz kılma’, ‘dışarda bırakma’, ‘engelleme’, ‘soru konusu yapma’ deyimleriyle isimlendirilmektedir. Bu şekilde bir adım daha atar ve bu kez de fenomenolojik indirgemeyi özneye yöneltir. Artık özne paranteze alınır. Çünkü özne de psişik ben’i, bilinci, öznelliği bakımından nesneler dünyasının bir parçasıdır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Özetleyecek olursak, amaç dünyanın özünü, onu rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece nesneler dünyası için ‘salt öz’, ‘salt varlık’ düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir. Husserl de, tıpkı Dilthey gibi, felsefi kariyeri boyunca, doğa bilimlerinin bilimsel aklının, özellikle ahlaki ve kültürel değer alanındaki emperyalist eğilimlerine karşı koymaya çalışmıştır.
Buna
göre,
pozitivizmle
doğalcılığın
(natüralizmin) diğer biçimleri dünyaya ve hayata ilişkin değer biçici bir felsefeyi, sadece ve sadece doğa biliminin bulgularından ve yöntemlerinden türetmeye kalkışır. Doğalcı, değerle ilgili problemlerde, kendi kabullerine göre savunulamayan
ve
dolayısıyla,
çelişkiye
düşen
bilgi
iddialarında bulunur. David West Husserl de, tıpkı Dilthey gibi, felsefi kariyeri boyunca, doğa bilimlerinin bilimsel aklının, özellikle ahlaki ve kültürel değer alanındaki emperyalist eğilimlerine karşı koymaya çalışmıştır. Buna göre, pozitivizmle doğalcılığın (natüralizmin) diğer biçimleri dünyaya ve hayata ilişkin değer biçici bir felsefeyi, sadece ve sadece doğa biliminin bulgularından ve yöntemlerinden türetmeye kalkışır.
"PSİKOLOJİZM"
Doğalcı eğitir, telkinde bulunur, ahlâk dersi verir, reform yapar. Ama bir anlama sahip olmak durumundaysa eğer, her davanın, önceden varsaydığını reddeder. Bununla birlikte, o, doğalcılığa karşı olan tüm husumetine karşın, doğa bilimlerinin `teorik tavrı'nın başarılarını, Sokrates ve Platon'dan başlayarak Galileo ve modern bilime kadar izi sürülebilecek olan güçlü `kesin bilim arzusu'nun ürünlerini, üzerlerinde ısrarla durarak takdir eder. Husserl için, zan altında bulunan teorik tavrın kendisi değildir. Karşı konması gereken şey daha ziyade, kesin bilimin, kendi özel alanlarındaki şüphe götürmez başarılarının bir sonucu olarak, doğa bilimlerinin yöntemleriyle, başka herşeyi dışta bırakacak şekilde özdeşleştirilmesidir. `Tin', doğal dünyanın nesneleriyle aynı `varlık' düzeyinde değildir ve aynı açıklama kategorilerine tâbi tutulmamalıdır. Doğalcılık bağlamında, Husserl'i en çok rahatsız eden şey, tam ve gereği gibi anlaşıldığında, onun içerdiği şüphecilik ve rölativizmdir. Husserl, Hegel'in rölativizmi diyalektik bir tarih felsefesiyle aşma teşebbüsüyle de ikna olmaz. O, rölativist
dünya
görüşleri
felsefesi'
Hegelci
sistemin
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
çöküşünün yan ürünlerinden biri olan Dilthey'dan, en aşikâr bir biçimde bu bakımdan ayrılır. Gerçekten de, hâkim kültürel atmosferden kısmen Dilthey'in rölativizmi ve tarihselciliği sorumlu tutulur. Husserl, Dilthey'in, `tarihsel bir bilincin oluşumunun, dünyanın tutarlılığını bir kavramlar bütünüyle zorlayıcı bir biçimde dile getirmeyi taahhüt eden felsefelerden birinin evrensel geçerliliğine duyulan inancı, sistemlerin birbirleriyle olan uyuşmazlıklarını incelemekten bile, daha kusursuz bir biçimde yıktığı' açıklamasını aktarır. Husserl, Dilthey'ın, o anlama ve açıklama, insan bilimleri ve doğa bilimleri düalizmiyle yetindiği için, tarihsel bilincin rölativist gücünün karşısında yeterince sağlam bir tedbir almayı son çözümlemede başaramadığına inanır. Husserl bunun yerine, anlama kategorisinin tek ve eksiksiz bir bilen, hisseden ve eyleyen özne felsefesi için yeni bir temel sağlayabileceği inancındadır. Onun stratejisi, Dilthey'da olduğu gibi, bundan böyle sadece, insan bilimleri için, doğa bilimlerinin evrenselci iddialarıyla indirgeyici kategorilerinden bağımsız bir özerk alanı güvence altına almak değildir. Doğalcılığa, doğalcılığın kendi terimlerine dayanarak saldıran Husserl'in yapmak istediği
"PSİKOLOJİZM"
şey, Dews'in de öne sürdüğü gibi, şudur: bir yandan, bilimlerin `nesnelci' gücünü, öznenin kurucu rolüne ilişkin bilinçliliğin kültürel bakımdan felaket getirici ihmaline yol açmaktan alıkoyarken, bir yandan da deneysel bilimlerin kendilerini apodeiktik temeller üzerine oturtacak yeni, kesin bir felsefe oluşturmak. Bilincin öznesine ilişkin yeni bir kavrayış, ona, hem doğalcılığın ve hem de tarihselciliğin iddialarını,
Hegelci
idealizme
de,
irrasyonalizme
de
düşmeden, geçersiz kılma imkânı verecektir. Husserl, söz konusu iddialı ruh hali içinde, dar ve pozitivistik bir rasyonalite anlayışına hiçbir taviz vermez. Fakat O; eleştirel rasyonalizm genel eğilimi içinde örtük olarak bulunan,
kesin
hakikate
ulaşmaya
yönelik
yüksek
özlemlerden vazgeçme niyetinde de değildir. Husserl, kesin bir biçimde temellenmiş bir felsefe ve son çözümlemede de, bir ahlâk yaratmaya elverişli bir hakikat ve rasyonalite yorumunun peşindedir. O, önüne geçilmez bir saf ve mutlak bilgi arzusunu (ve bununla ayrılmazcasına bir olan, saf ve mutlak değer biçme ve isteme arzusunu) beyan eder. Husserl'in stratejisi, şüphecinin silâhlarını şüphecinin kendisine
çevirmeyi
içerir.
Kültürel
şüphecilik,
hem
doğalcılık ve hem de tarihselcilik bağlamında en temel
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
problem ise eğer, şüphecilik aynı zamanda bu probleme verilecek felsefî bir karşılığın temellerini de sağlar. Aydınlanma
akılcılığının
eleştirel
ve
şüpheci
tavrı
radikalleştirilmelidir. Başka bir deyişle, model hâlâ Descarts'ın metodik şüphesidir: Hakikî felsefe biliminin özsel bir özelliği olan radikalizmle birlikte, ilerledikçe hiçbir şeyi verilmiş kabul etmediğimiz gibi, ne geleneksel olan bir şeyin bir başlangıç diye geçmesine, ne de, ne kadar büyük olursa olsun, bir isim karşısında başımızın dönmesine izin veririz, fakat daha çok, kendimizi özgür bir biçimde problemlerin kendileriyle onlardan
türeyen
taleplere
vakfederek,
başlangıçlara
ulaşmanın yollarını ararız. Kesin bir felsefe, tüm önkabullerden bağımsız olmalı, hiçbir şeyi kendinden açık bir doğru olarak görmemelidir. Buna ek olarak, Husserl (Descartes, Hume ve Kant'la birlikte,) modern epistemolojinin karakteristik başlangıç noktasını, yani, bilinç içeriklerinin bizim biricik bilgimizi temsil ettiği kabulünü de benimser. Fakat Husserl, her ne kadar onların farklı yaklaşımları kendisine önemli bazı ipuçları sağlasa bile, felsefedeki öncülerinin bilgi problemine getirdikleri çözümlerden de hoşnut olmaz.
"PSİKOLOJİZM"
Descartes, doğru bir başlangıç noktasına ek olarak, önkabullerden bağımsız kesin bir bilimin temel ilkesini teklif ediyorsa eğer, Kant'ın transendental yöntemi de, doğru bir yönteme en fazla yaklaşan yöntemi sağlamaktadır. Keza Kant da bizim yalnızca, bize göründükleri biçimiyle şeylerin fenomenal
dünyasının
doğrudan
bilgisine
sahip
olabileceğimiz ve `kendilerinde' var oldukları şekliyle, şeylerin doğasını bilemeyeceğimiz epistemolojik öncülünden hareket eder. Bununla birlikte, Kant duyumların (ya da `sezgilerin'), bizim için tecrübenin mümkün nesneleri olmak durumundaysalar eğer, belirli bir biçimde düzenlenmeleri gerektiği kavrayışını sergiler. Duyumların tecrübenin öznesinin veya zihnin belirli yönlerine uymaları gerekmektedir. Daha özel olarak da, tecrübe, nesnel dünyayı bize göründüğü şekliyle oluşturan kategorilerle (örneğin, nedensellik ve töz kategorileri) düzene sokulmalıdır. Öznenin bu yönleri, nesnel bir dünyaya ilişkin tecrübemizi mümkün kılmaları ve söz konusu tecrübeden önce
kavranmak
transendentaldirler.
durumunda
olmaları
bakımından
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Kant,
tecrübenin
transendental
özneleri
olarak,
dünyayı bu şekilde tecrübe etmek durumunda olmamız nedeniyle, zaman ve mekânda, nedensel ilişki içinde bulunan bir nesneler dünyasında ikâmet ettiğimizi bilebileceğimize inanır. Ama Husserl'i Kant'ın bulduğu çözüm de tatmin etmez. Kant'ta tecrübenin öznesi de `tamalgı'nın soyut ve bölünemez bir `birliği'nden daha fazla hiçbir şey olmayıp, sadece `benim' deneyimlerimin kimliği teşhis edilebilen bir özne ya da `ben'e yüklenişinin zeminini meydana getirir. Kant'ın bu özne anlayışından türettiği şey, doğa bilimi tarafından
keşfedilen
nesnel
dünyanın
yapısının
zorunluluğuna dair bir argümandır. Bu `transendental dedüksiyon' bir kez gerçekleştirilince, daha zengin bir bilinç ya da tecrübe anlayışına ihtiyaç duyulmaz. Nesnel tecrübe imkânını bilimsel bilgi imkânıyla özdeşleştirdiği için, Kant, Husserl'e göre, bilinç ve öznelliğin gerçek katkısını gözden kaçıran felsefî bir `nesnelcilik'le sınırlanmış kalır. Bir sonuç olarak, Kant hâlâ, pozitivizm ve doğalcılığa yardım sunar. Bu eğilimler, Kant'ın felsefedeki halefleriyle birlikte, daha aşikâr hale gelir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl, bu eleştirilere karşın, yine de, Kant'ın tecrübemizin
oluşumuyla
ilgili
transendental
keşfinin
takipçisi olmayı teklif eder. O, hâlâ transendental bir filozoftur. Husserl, felsefî kariyeri boyunca, bilmenin öznelliğiyle bilinen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi' araştıracaktır. Bütün bilgi, nesne kuran bir öznelliğin başarılarına dayanır. Husserl, yine de Kant'ın tersine, özne, nesne kavramlarından başka,
öznenin
nesneyle
olan
`yönelimsel'
ilişkisini
açıklamak amacıyla bilincin doğasının ayrıntılı bir tasvirini ortaya koyarken, tecrübenin öznesi üzerinde, daha kararlı ve hatta sabit fikirli olarak yoğunlaşır. Husserl, kendi yaklaşımını, psikolojik veya eleştirmenlerine göre, `psikolojistik' bir yaklaşımdan, başlangıçta ayıramadı. Geç ondokuzuncu yüzyıl Avrupasının doğalcı mizacı açısından, deneysel psikoloji felsefî problemlerin bilimsel çözümü için bilinen yolu sağlamaktaydı. Herşey bir yana, psikoloji, bilinçli ya da psişik fenomenleri konu alan bilimsel bir araştırmadır ve Husserl, bilincin özünün, epistemoloji bilmecesinin anahtarı olduğu sonucuna varmıştır.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl, aritmetiğin temelleri üzerine olan ilk eserlerinden birine gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, bilince yönelik kendi yaklaşımını psikolojik bir yaklaşımdan ayırt etmek zorunda kalmıştır. Husserl eserinde, o, sayı kavramının kendileri yoluyla kazanıldığı psikolojik süreçlere ilişkin olarak genetik bir açıklama getirir, psikolojizmin bir türü olduğu gerekçesiyle, sert bir biçimde eleştirilmişti. Husserl, aritmetiğin zorunlu doğrularının doyurucu bir analizini ortaya koymak yerine, onları psikolojistik bir yaklaşımla, tecrübeden yapılan olumsal ve dolayısıyla, yanlışlanabilir genellemeler statüsüne indirgemiştir. Zihinsel ya da psişik halleri fizikî ya da nörolojik hallere karşılık gelen deneysel psikolojinin epistemolojinin problemini asla çözemeyeceği, Husserl için kısa sürede açık hale geldi. Doğalcı psikoloji, nesnel bir dış gerçeklik olarak doğayı öngerektirir ve dolayısıyla da, bir dış dünyanın varoluşu için, döngüselliğe düşmeden, kanıtlar sağlayamaz: Her psikolojik yargı, fizikî doğanın varoluşunu, açıkça ya da zımnen öne sürmeyi
içerir.
Psikolojik
bir
epistemoloji,
yalnızca
doğalcılığın başka bir görünümü olmaktan daha fazla bir şey asla olamaz.
"PSİKOLOJİZM"
Öte yandan, Husserl, bir yandan bu psikolojizm eleştirilerini kabul ederken, yine de, Frege ve diğerlerinin `noetik koşulları' veya `bilginin öznel yönünü' ihmal ettiklerini düşündü. Husserl'in, bilincin doğasına ilişkin olarak, psikolojizme yenik düşmeden, daha sıkı ve yoğun bir inceleme gerçekleştirme teşebbüsü, onun eski hocası Franz Brentano'nun eserinden istifade eder. Brentano, zamanının deneysel psikolojisinin bilincin özgül ve ayırıcı özelliklerini yakalamada kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradığını savunur. O da, bilince ilişkin bilgiyi, psikologun kendi zihin hallerine ilişkin gözlemden türetmeye çalışan `içebakışsal' psikolojiye, aynı şekilde şüpheyle bakar. İçebakışsal psikoloji, fizikî olaylara ilişkin gözlemle psikoloğun kendi zihin hallerine ilişkin içebakışı arasındaki özsel farklılığı görebilmeyi başaramaz. Zihinsel fenomenler söz konusu olduğunda, gözlemleme edimi, kaçınılmaz olarak nesnesini
tarif
gözlemleme
eder:
O,
dikkatimizi
"diyelim
onun
ki
kızgınlığımızı
üzerinde
yoğunlaştırma
teşebbüsümüz, onu hemen çarpıtır" der. İçebakışın güvenilirliği de, dış gerçekliğe ilişkin bilgimizde olduğu gibi, tanım gereği, başka gözlemciler tarafından denetlenemeyen bir şeydir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Husserl'in de ifade ettiği gibi, psikolojik fenomenler kendilerini tecrübede, çeşitli şekillerde değişen "öznel görünüşlere" göre sunma imkânı olmayan saf fenomenlerdir. Brentano, bunun yerine, zihinsel fenomenlere ilişkin `algı'yla `gözlem' arasındaki bir ayrıma dayanan `tasvirî psikoloji' adını verdiği psikoloji türünü teklif eder. İçebakışçı psikolog, sadece kendi zihin hallerini gözlemler. Psikoloğun gözlemi, nesnesi olarak ilk zihin haline sahip, ve görmüş olduğumuz gibi, özü itibariyle güvenilmez olan, ilâve bir zihin hâline eşittir. Oysa algı, her zihin haline eşlik eden ya da her zihin halinin bir ögesi olan ve dolayısıyla, bu problematik ilâveyi içermeyen bir şeydir. Passmore'un yararlı açıklamasına göre, `her zihinsel edim kendisini doğrudan doğruya "ikinci nesnesi" olarak bir "görünüş" olarak, veya zihinsel edimin gerçek karakterinin kendisinden çıkarsanmak durumunda olduğu bir şey olarak değil, tam tamına zihinsel edimin gerçekte olduğu şey olarak algılar. Brentano, bununla alakalı (ve daha anlaşılır) olan, bilincin `yönelimselliği' ilkesini, içinde bir rahip olarak yetiştiği, skolastik gelenekten türetir. Buna göre, `bir nesneye yönelmiş olmaları', bir `içerik' ya da `nesneye gönderimde bulunmaları' zihinsel ya da psişik
"PSİKOLOJİZM"
fenomenlerin ayırıcı bir özelliğidir: Her zihinsel fenomen, her ne kadar hepsi bunu aynı şekilde yapmasa da, kendi içinde nesne olarak bir şeyi içerir. Sunumda bir şey sunulur, yargıda bir şey tasdik ya da inkâr edilir, aşkta sevilir, nefrette onun kendisinden nefret edilir, arzuda arzulanır, vs. Bu yönelimsel varoluş, salt zihinsel fenomenlere özgü bir özelliktir. Hiçbir fizikî fenomen buna benzer bir şey sergilemez."Büyük halamı anımsar, boğadan korkar ve bir kitap yazmaya karar veririm" -bu örneklerden her birinde, zihin hâli, `büyük halam', `boğa' ve `bir kitap yazma' deyimleriyle gösterilen belli bir nesne ya da içeriğe yapılan gönderim olmadan betimlenemez. Yönelimsel nesnenin dünyadaki fizikî bir şeyle (örneğin, boğayla) aynı olmaması konusu, önem taşır. Bu, nesneleri, yıkılmış binaları, David Copperfield'i, tek boynuzlu at şeklindeki
hayvanları
veya
dörtkenarları
üçgenleri
düşündüğümüzde, varolan şeylere tekabül etmeyen, hatta edemeyen zihin hallerinde açıklıkla ortaya çıkar. Sayılarla, mantıksal bağıntılarla ve kızgınlık, yaratıcılık veya kıskançlıkla ilgili düşünceler de benzer problemlere yol açar. Brentano, zihinsel edimlerin nesnelerinin özel statüsünü betimlemek
amacıyla,
onların
bilinçteki
`yönelimsel
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
varoluşları'ndan veya içkin nesnellikleri'nden söz eder. Bununla birlikte, o bir yandan da, `fizikî fenomenlerin bile yalnızca "zihinde" varoldukları düşünülür anlamındaki cümlelere ilişkin yanlış bir idealist yorumdan sakınmaya özen gösterir. Zihin hâllerinin, sayılar, bağıntılar, tümeller ve varolması imkânsız nesneler türünden, soyut nesnelerinin varlık statüsüne dönük bu ilgi, Husserl'in aritmetik ve matematiğin temelleri konusundaki
çalışmaları
için itici
bir
güç
sağlamıştır. Husserl, Brentano'nun tasvirî psikoloji anlayışını, epistemolojik problem için tek münasip yaklaşım olarak gördüğü şeye uygular. Bu, şüphe götürmez tek şey olarak bilincin kendisine ilişkin incelemedir. `Nesne kuran öznellik' olarak
bilincin
doğasını
anlamak
için,
`saf'
ya
da
`transendental' bilinç alanına girme gereği duyarız, öyle ki dünya bundan sonra, tüm özsel yönleriyle ve önyargısız tasvir edilebilsin. Husserl`in terimleriyle, bizim bilinci `fenomenolojik olarak' ya da diğer bir deyişle, göründüğü şekliyle
veya
saf
fenomen
olarak
incelememiz
gerekmektedir. Aynı zamanda, düşüncelerimizin normalde kendilerine
gönderimde
bulundukları
düşünülen,
dış
"PSİKOLOJİZM"
dünyadaki fizikî nesnelerin varoluşuyla ilgili her tür kabulden titizlikle kaçınmalıyız. Bu ise, `doğal tavrın paranteze alınmasını' , fizikî dünyadaki olaylara ilişkin doğal bilimsel açıklamalarda ve sağduyunun yorumlarında ortaya çıkan varoluş, nedensellik, vs. ile ilgili kabullerin askıya alınmasını içerir. Fenomenoloji, doğal tavrı paylaşanlar olarak bizleri, bilince gerçekten verilmiş olanları, normal olarak kabul ettiklerimizden süzerek çıkarmaya teşvik eder. Bu noktada, Husserl'in, Kartezyen kabulleriyle Descartes'a duyduğu hayranlığın telkin edebileceği gibi, şüpheciyi şüphe edilemez bir takım temeller tespit ederek cevaplamaya kalkışmadığını vurgulamak gereği vardır. O, bundan ziyade, daha yeterli bir bilinç kavrayışının şüpheci argümanın etkili olmasını engelleyeceğine inanır. Husserl, Brentano’ nun psikoloji görüşünün fenomenoloji projesinin makul bir proje olduğunu ispat ettiğini düşünür. Fenomenoloji, Brentano'nun terimleriyle konuşulduğunda, gözlemden çok algıyı ihtiva eder. Fenomenoloji, içebakışsal psikolojinin başka bir versiyonu değildir. Fenomenolojist, fiilî bilinç akışının bireysel zihnî bileşenlerini gözlemlemez. O, zihinsel fenomenlerin öz ya da eidos'unu sezgi yoluyla
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
bilir. Eğer bu doğruysa, bilincin ayırd edici varlığına dair tam bir açıklamanın önünde aslî hiçbir engel almaz, zira öz olarak zihinsel fenomen tam tamına olduğu gibi görünen şeydir. O, görünüş ve gerçekliğin birbirinden ayrıığı gündelik fizikî varoluş düzeninin bir parçası değildir. Öz olarak zihin hâli, saf fenomen ya da görünüştür. Skolastik terimlerle ifade edildiğinde, zihinsel fenomenlerin 'varoluşu yoktur, fakat onların yalnızca, gözlemlenebiliyorlarsa eğer, en azından sezgi yoluyla bilinen bir özleri vardır.Fenomenlerin yine de, dolayımsız bir görmede kavranabilen ve doyurucu bir biçimde tanımlanabilen bir özleri vardır. Sezgi, özü özsel bir varlık olarak kavrar, ve oradaolmayı hiçbir şekilde öngerektirmez. Bilinç, saf fenomen olarak ya da "eidetik bir tarzda' sezilebilir. Fenomenolojinin yöntemi, gerçekte bilinç fenomenlerinin `kendi başlarına, saf içkinlikteki' saf sezgisi (ya da `' veya `öz analizi') yöntemidir. Bakışın, doğal tavrın istediği şekilde, deneyime, bir insan ya da bir hayvanın içsel,bir duygu hali olarak, söz gelimi haz tecrübesine yöneltildiği psikolojik bakış açısının tersine, fenomenolojik
görüş
noktasında,
`bakış,
bir
mutlak
tecrübenin kendi içsel ve öznel akışı içinde tamalgısını veren mutlak saf bilinç üzerine bir refleksiyona yöneltilir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl'in
fenomenolojik
yöntem
bağlamında
kullandığı teknik terimler, şöyle ya da böyle, herkesçe pek anlaşılabilir olmayan terimler olsa bile, onun verdiği örnekler her zaman bu şekilde insanın gözünü korkutacak cinsten değildir. Buna göre, bize ses ve rengin özlerini birbirlerinden ayırt etme olanağı veren şey, saf ya da dolayımsız sezgidir. Fenomenoloji, bu örneğin de telkin ettiği gibi, aynı zamanda Husserl'in tümeller problemine getirdiği çözüme karşılık gelir. Nesne kuran öznellik olarak, bilinç üzerinde odaklaşma, belirli
kavramları
kullanma
yeteneğimize
empirizm
tarafından tercih edilen açıklama türü ilişkin `nominalist' yorumların kaçınılmaz olarak döngüsel olduğu kabulünün diğer yüzüdür. Kavramları yorumlar,
kullanma
yeteneğimizle
ilgili
nominalist
deneyimden
hareketle
genelleme
yapma
yeteneğimize dayanır. Diyelim ki, belli bir rengi olan nesnelere ilişkin bir dizi duyumu tecrübe ettikten sonra, söz konusu rengin kavramını = kırmızı tümelini kazanırız. Fakat nominalizmi eleştirenlerin uzunca bir süreden beri işaret ettikleri gibi, kırmızı nesnelerin duyumuna ne kadar çok sahip olursak olalım, önceden kırmızı nesneleri birlikte
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
sınıflama yeteneğine sahip olmadıkça ya da bir diğer deyişle, tüm kırmızı nesnelerin ortak olarak kırmızılığa sahip olduklarını bilmedikçe, kırmızı kavramını kazanamayız. Ama bu, bizim kırmızı kavramına zaten sahip olduğumuzu varsayar. Husserl'in yaklaşımı en azından, dikkatimizi bilincin bu başarısı üzerine odaklaştırma avantajına sahiptir. Fenomenolojik yönteme ilişkin daha ayrıntılı bir betim, Husserl'in
önkabulleri
olmayan
bir
felsefe
anlayışı,
yönelimsellik ve saf öz olarak bilincin ayırt edici varlığı arasında bulduğu ilişkiyi aşikâr hâle getirir. Bilgi teorisi herşey bir yana, bilinçle varlık arasındaki ilişkiyle ilgili problemleri araştıracaksa eğer, onun önünde, yalnızca bilincin karşılığı, bilince özgü bir tarzda yönelinmiş, yani algılanmış, anımsanmış, umulmuş, resimsel olarak tasarlanmış,
imgelenmiş,
tözleşleştirilmiş,
inanılmış,
düşünülmüş, değer biçilmiş, vs. bir şey olarak varlıklar vardır. Bu nedenle, araştırmanın bilince ilişkin bilimsel, özsel bir bilgiye, ayırt edilebilir tüm biçimleri içinde, bilincin kendisinin kendi özüne göre olduğu şeye doğru yöneltilmiş olması gerekir. Bununla birlikte, araştırma aynı zamanda, bilincin nesnel olana farklı yönelme tarzlarına olduğu kadar,
"PSİKOLOJİZM"
bilincin `anlatmak istediği' şeye doğru da yöneltilmelidir. Burada, bilincin `anlatmak istediği' şeye yapılan gönderme, Dilthey'ın zihin ya da tini ve onun nesnelleştirimlerini anlamak için hermeneutik yöntemi kullanmasını anımsatır. Fenomenoloji, herşeye karşın, kavramları, daha belirgin bir biçimde felsefî olan amaçlar için kullanır. Husserl dış dünyaya ilişkin algı ve bilgimizin, hatta en temel mantıksal
ve
matematiksel
kategorilerimizin
bile,
fenomenolojik olarak, anlamlar dünyasında temellendirilmesi gerektiğini savunur. Bilinç içerikleri, daha tipik bir biçimde empirik gelenekte olduğu gibi, doğrudan doğruya maddî nesnelerin `şeybenzeri' dublörleri olarak (gerçekte şeylerin, `zihinde' bulunan `kopyalan' ya da etkileri veya `ideleri' veya `izlenimleri' ya da `duyu verileri' olarak) şeyleştirilmek yerine, bir özler ya da anlamlar düzenine göre anlaşılmalıdır. Bu bakımdan Hume; fenomenolojinin sahasına çok yaklaşır, ama empirist psikolojinin yasağı dışına çıkamaz. Locke'un okulundan, psikolojinin sahasına neredeyse giren, fakat gözleri körleşen, psikolojik bir filozoftur. Husserl'in kesin bilim olarak felsefe programı, aşikâr keskinlik ve yaratıcılığına
rağmen,
daha
iddialı
hedefleri
hayata
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
geçirmede
güçlüklerle
karşılaşır.
Husserl'in
doğrudan
doğruya şeylerin kendileriyle başa çıkma yönündeki giderek gelişen teşebbüslerinin soyutluğu ve muğlaklığı da, her halde ironiktir. Saf fenomenoloji projesini hayata geçirme güçlüğü, Husserl'in, son konferans ve yazılarından bazılarına yansır. Hitler'in nasyonal sosyalistlerinin Almanya'da iktidarı ele geçirmelerinden sonra kaleme alınmış olan bir yazıda, Husserl, kendisini hayatı boyunca meşgul etmiş olan konulara geri döner. Olgusal bilim, bilim idesinin saf olgusal bilime pozitivistik indirgenişinin bir sonucu olarak, insanî değerleri, insanın özgürlüğünü açıklamak ya da aklı akıldışından ayırmak suretiyle temellendirmeye yetkili değildir. Hem nesnelci doğa bilimleri ve hem de değerden bağımsızlık düşüncesine sadık kalan insan bilimleri anlamında, bilimsel akıl, ilke olarak tam da, en mutsuz zamanlarında en talihsiz bunalımlara teslim olan insanın fazlasıyla nazik olduğunu düşündüğü soruları, bütün bir insan varoluşunun anlam ya da anlamsızlığı sorularını ihmal eder. İşte bu anlam kaybı, şimdi daha çok kendisini bilim pratiğiyle açıklayan `yaşama-dünyası' arasındaki bir açılımla ifade edilir.
"PSİKOLOJİZM"
Pivcevic'in de ifade ettiği gibi, bilimin anlamı konusunda yaşanan karışıklık, bilimin tarihsel insanî bağlamından koparılmış olmasının neticesidir. Bu koparılışın bir sonucu olarak, insanî dünyanın özellikle kendisi, bizim için giderek daha anlaşılmaz hale geli. Modern bilim, her ne kadar doğayı daha iyi anlamamıza ve ona daha başarılı bir biçimde egemen olmamıza yardım ediyor olsa da, dünyayı bizden gizleme eğilimindedir. Husserlin Avrupa bilimlerinin krizi karşısındaki tepkisi, şimdi her tür düşünce ve eylemin temel önkabulü olarak yaşama dünyasının rolü üzerinde odaklaşmaktır. Özellikle bilim ve felsefe, `önkabullerin sorgulanmamış bir zeminine', yaşama dünyasını meydana getiren gayri refleksif kabullerin, değer ve pratiklerin bir arka planı üzerinde sürdürülen faaliyetler olarak anlaşılmalıdır. Tüm felsefî ve bilimsel araştırmalarda, bizi kuşatan yaşama dünyasının içinde her birimizin kendi varoluşumuza bilinçli olarak sahip olduğumuz çevremizdeki dünyanın varolduğu peşinen kabul edilir; bilim adamları ve teorileriyle birlikte, bu dünyadaki kültürel olaylar olarak, bilimler de buradadır. Biz bu dünyada, yaşama dünyasının nesneleri anlamında, nesneler arasındaki nesneleriz, yani bir şeylerin ister
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
fizyolojide, psikolojide ya da ister sosyolojide, bilimsel olarak ispatlanmasından önce, deneyimin tanıdık kesinliği içinde, şurada ya da buradayız. Öte yandan, bizler bu dünya için özneleriz, yani onu tecrübe eden, ona değer biçen, onunla amaçlı bir biçimde ilişki kuran özneler olarak varız. Pozitivizm ve olgusal bilim, eskiden hayatlarımızı kendilerine dayandırdığımız bu teori öncesi kesinlikleri, bize daha bilimsel ya da daha kesin bir alternatif sağlamadan alt üst eder. Yaşama dünyasına ilişkin daha kesin bir felsefî kavrayıştan yoksun bulunmaktayız. Hakikî felsefeye düşen görev, bilimle yaşama dünyası arasındaki uçurumu kapatacak böylesi kesin bir kavrayışı hazırlamaktır. Husserl, yaşama dünyasının özüne
ilişkin
felsefi
bir
analiz
gerçekleştirirken,
fenomenolojik yöntemi bu göreve koşabileceğine inanır. Bununla birlikte, bilen öznenin başarıları için özneler arası geçerli ve tarihsel olarak konumlanmış bir arka plan olarak yaşama dünyası görüşünü, Husserl'in ilk fenomenoloji formülasyonlarının temelinde bulunan transendental bilincin perspektifiyle bağdaştırmak zordur. Husserl'in son dönemin verimi olan eserlerinde, transendental fenomenolojinin teorik çerçevesinin ötesine gitmeye başladığı söylenebilir.
"PSİKOLOJİZM"
Husserl'in ihtiraslı epistemolojik iddiaları ve transendental fenomenolojinin, yeni yaratılmış terimlerin amansız bir çoğalışı ve zaman zaman da anlaşılması güç ayrımlarıyla seçkinleşen incelikle işlenmiş donanımı, en sonunda yeni izleyiciler
buldu.
Muhtemelen
Husserl'in,
şeylerin
kendilerine geri dönme, `bilim ve felsefeden önce' var oldukları
şekliyle
şeylerin
kendilerine
geri
gitme
düşüncesinin yaratıcı bir düşünce olduğu ortaya çıktı. Bubnel in de söylediği gibi, fenomenolojinin mirası, şu hâlde, uzun bir süre boyunca, Husserl'in sisteminin tanımlanmasından değil de, felsefe yapma işi karşısında alınacak belli bir tavırdan meydana gelir. Max Scheler, Husserl'in entellektüalizminin tersine, duyguların ve irâdenin, ahlâkî ve öznelerarası olanın önemini vurgular. Onun fenomenolojik antropolojisi, ben ve ötekinin karşılıklı bağımlılığına ve salt bilen özneden daha fazla bir şey olarak, bir kişi kavramına dayanır. Alfred
Schütz,
sağduyunun
gündelik
hayatla
ilgili
önkabullerine ilişkin sosyolojik bir araştırma için yaşama dünyası kavramını benimser.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Fenomenologlar ve diğer kıtasal geleneklerin gerekçesini açıklamak “kıtasal düşünce” tarihsel ve hatta sosyolojik çalışmaları felsefenin en büyük tapınağına kabul etmeye çok daha açık olduğu için, çok daha kolaydır. Standart Alman felsefe ansiklopedilerinde tipik olarak “aynı eski hikâye” İngiliz ve Amerikan olanlarla neredeyse aynı biçimde anlatılır. Ancak Anglo-Amerikalı yazarlar hem Frege hem Husserl’den psikolojizmin yalanlayıcıları olarak söz ederken, Alman yazarlar -sıklıkla Frege’nin önceliğini vurgulayarak- Frege’den hiç söz etmez ve bunun yerine psikolojizmi aşmada kilit figürler olarak Husserl ve Heidegger’e gönderme yaparlar. Elbette bu gerçek olağan şartlarda bir açıklama gerektirmektedir. tartışması
Gerçekten
üzerine
yapılacak
de,
Alman bir
psikolojizm
çalışmanın
Batı
felsefesindeki “hizipleşme”yi, yani analitik felsefe ve “kıtasal düşünce” arasındaki uçurumu anlamaya ve bunun üstesinden gelmeye çalışan herkesin ilgisini çekmesi gerektiği, pek vurgulanması gereken bir şey değildir.
Ne de olsa bu
uzlaşmacı janra katkıda bulunanlar sıklıkla, Frege ve Husserl’e ve onların ortak antipsikolojizmine dönerek iki geleneğin ortak zeminini ararlar.
"PSİKOLOJİZM"
Ne yazık ki, pek çok bilim insanı bu şekilde hareket ederek Frege’nin
eleştirisinin
Husserl’in
gelişimi
üzerindeki
etkisinin boyutunu belirlemeye çalışmaya odaklanmıştır. Yakın dönemde bir gözlemcinin de ifade ettiği gibi; Her geleneğin tarihçileri kurucusunun antipsikolojik önceliğinin gösterimini bir menfaat olarak değerlendirir gibidir. Dolayısıyla
bir
bağırsaklarında
yandan pusuya
Husserl’in yatan
fenomenolojinin
psikolojizm
kanserini
konumlandırmak için Husserl’in retoriğinin nüfuz edilemez sisini yararak geçen berrak zihinli ve hissi cerrah Frege’nin portresini buluruz. Ancak öte yandan görüngübilimciler Husserl’in Frege’nin eleştirisinden önce ve kendi isteğiyle antipsikolojik tedavi gördüğünde ısrar ederek bu görüşü reddetme eğilimindedir. Bilim
insanlarının
sabitlenmesiyle
ilgisinin birlikte,
bu
öncelik
Frege’nin
tartışmasında Almanya’daki
antipsikolojik savaşta neden görmezden gelindiğine ilişkin çok daha merak uyandıran soru hiçbir zaman ciddi olarak ele alınmadı, dolayısıyla hizipleşmenin en azından bir temel özelliğine hiçbir zaman gönderme yapılmadı.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Frege ve Husserl arasındaki ilişki konusu bir yana, Alman psikolojizm tartışmasının “Kıtasal Filozof” için ilginç olması gerektiğini iddia etmek güç değildir. Öncelikle diğer filozofların psikolojizmle suçlanması aynı zamanda kıtasal geleneğin en önemli figürleri arasında da popülerdir. Dolayısıyla, örneğin, Gadamer, bir metni anlamanın
yazarken
yazarın
amaç
ve
deneyimlerini
hatırlamak anlamına geldiği her türden metin yorumu kuramını “psikolojist” olarak değerlendirir. Habermas ise, çıkarların sınıfsal ya da soyut çıkarlardan çok açgözlülük ya da nefret gibi kişisel güdüler olduğu bilginin çıkar kuramcılarını, psikolojizmle suçlar. Yine aynı sövgüsel “psikolojizm”in nasıl bu ölçüde farklı felsefi günahları kapsayabilecek
ölçüde
şişirilmiş
olabileceği
sorusu
sorulabilir. İkincisi,
Husserl’in
“atılım”ını
birden
fazla
anlamda
oluşturduğunu bilir. Husserl'in çalışmasının Husserl’in psikolojizme saldırısını da içeren bölüm, Husserl’i Alman felsefe çevrelerinde neredeyse bir gecede meşhur hale getirdi. Bir felsefe tarihi, 1951 yılında bunu yirminci yüzyılın “en etkili” felsefi çalışması diye adlandırdı.
"PSİKOLOJİZM"
Üçüncüsü, psikolojizmin eleştirisi aynı zamanda Husserl’in kendi gelişiminde bir dönüm noktasıydı. En azından Husserl bize, mantık ve epistemolojideki bu yeni başlangıcın ancak kendisini önceki dönem psikolojizminden kurtardığında mümkün olduğunu söyler. Dördüncüsü, Husserl’in psikolojizme karşı argümanlarının alımlanması hem büyük çapta hem de çok yüzlüydü. Bu argümanları pek az yazar görmezden gelmiştir, ancak bazıları bunları önceki eleştirilerin salt bir yeniden ifadesi olarak görmüş,
bazıları
hayranlıkla
kucaklamış,
bazıları
da
Husserl’in antipsikolojizmindeki kusurlara işaret etmek için büyük zahmetlere girmiştir. Pek çoğu da Husserl’i, çürüttüğünü iddia ettiği psikolojizmle suçlamıştır. Yeterince tuhaf
biçimde, fenomenolojik akımın tarihçileri hiçbir
zaman bu algıyı belgelemek için ciddi biçimde çaba sarf etmemiştir. Beşinci ve son olarak, Husserl bilim insanları transandant fenomenolojisine kadar gelişimine ilişkin pek çok önemli ve bilimsel çalışma ortaya çıkarmıştır. Oldukça nadir görülen istisnalar dışında bu çalışmalar bu dönemde diğer filozofların etkilerini aramayı reddeder.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Ve
bu
istisnalar
bile
kendilerini
ya
diğer
çağdaş
fenomenolojistlerle (yani Münih okuluyla) ya da bazı NeoKantcılarla sınırlar. Ancak bu bakış açısı çok sınırlıdır. Husserl’in transandant felsefeye
kayışının
ve
transandant
ve
eidetik
“indirgeme”lerini açıklama yönündeki bitimsiz girişimlerinin açıklanabilmesi için, bu yüzyılın ilk yirmi yılında Alman felsefesini karakterize eden psikolojistik eğilimlerin karalama ve sindirme kampanyasında konuşlandırılması gerekir.
"PSİKOLOJİZM"
PSİKOLOJİZM VE SOSYOLOJİZM
Öncelikle psikolojizm elbette sosyolojide de temel bir suiistimal
biçimidir.
Bloor’un
psikolojizmi
“sosyal
fenomenleri karakteristik olarak psikolojik anlamda analiz etme girişimi” olarak karakterize ettiğini hatırlarsak; aynı pasajda,
bu
türden
girişimleri
bir
“hastalık”
olarak
nitelendirir ve bir dipnotta Durkheim’da “psikolojizmin klasik ithamı” olduğunu söyleyerek okurunu Durkheim’ın “toplumsal bir gerçeğin belirleyici nedeninin insan bilincinin durumlarında değil, bundan önce gelen toplumsal gerçekler arasında aranması gerektiği” beyanına yönlendirir. Ne yazık ki kişi, bilimsel bilginin sosyolojisinde bile psikolojizmi en güçlü biçimde reddederken psikolojizmle suçlanmaktan kaçılamaz. Steven Fuller sosyolojinin ancak “toplumsal etkileşim tanımı toplumsal
öznelerin,
toplumsal
olarak
tanımlı
rol-
beklentilerinden uzak belirli tutku ya da inançlar gibi herhangi
bir
gerektirmediğinde” etmiştir.
özel
zihinsel
içeriğinin
“antipsikolojistik”
olmasını
olduğunu
iddia
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Fuller’in bakış açısıyla Edinburgh Okulu (Bloor, Barnes, Shapin,
MacKenzie)
bu
kritere
uymaz,
dolayısıyla
“psikolojizme yatkın olarak kabul edilmesi gerekir.” Bunun nedeni Bloor’un programının “toplumsal öznelerin, bilim gibi belirli meşrulaştırma kurumlarının süresini yöneterek tanıtmaya çalıştığı, görece iyi tanımlanmış ‘çıkarları’ olduğunu varsaymasıdır. Alman psikolojizm tartışmasının da 1920lerin sonları ve 1930ların başlarında bilgi sosyolojisi alanındaki çatışmayı önemli ölçüde etkilediğini hatırlamak önemlidir. Örneğin kendi konumları için “psikolojizm” etiketini açıkça kabul eden az sayıda kişiden biri olan Wilhelm Jerusalem de bilgi sosyolojisinin ilk yandaşlarından biriydi. Dahası, bu çekişmede çeşitli katılımcılar sıkça kendi antipsikolojizmlerinin güvencesini verdiler. Bazı yazarlar daha da ileri giderek Mannheim’ın bilgi sosyolojisinin psikolojizm suçunu işlediğini “sosyolojizm”in psikolojizmin ardından
gelen
psikolojizme
hastalık karşı
olduğunu
ya
argümanlarının,
da
Husserl’in
Mannheim’ın
“sosyolojizm”ine karşı konumlandırılabileceğini iddia ettiler. Son olarak psikolojizm alanında Almanların tartışması üzerine çalışan herkes mutlaka bir yandan yüzyıl dönümü
"PSİKOLOJİZM"
Almanya’sında “saf” filozofların (deneysel) psikolojiye karşı düşmanlığı, öte yandan pek çok “saf” bilim filozofunun günümüzdeki gerginliğinden etkilenecektir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
FELSEFİ BİLGİNİN SOSYOLOJİSİNE DOĞRU Felsefenin Felsefi Ve Buna Karşıt Olarak Felsefi Olmayan Tarihi
Felsefi
bilginin
sosyolojisi,
felsefe
tarihinin
yazılmasının yollarından birini temsil eder. Ancak “felsefe tarihi üzerinde neden ve nasıl çalışmalıyız?” sorusunu soran pek çok Anglo-Amerikalı filozof, sosyolojik yeniden yapılandırmaları önemsememiştir. Felsefe tarihine mevcut Anglo-Amerikan bakış açısı olarak değerlendirilen şey muhtemelen en net biçimde antik felsefe ve ortaçağ felsefesinin üç seçkin tarihçisinin tarihsel metinlerinde açığa çıkmaktadır: Michael Frede, Jorge Gracia ve Calvin Normore. Anglo-Amerikan geleneğinde, felsefe tarihinin standart resminin merkezinde iki ayrım yer almaktadır: Sistematik felsefe ve felsefe tarihi arasındaki ayrım ve felsefenin felsefi olan ve olmayan tarihleri arasındaki ayrım. Üç yazar da, felsefe tarihini bilmek bazen sistematik filozof için işlevsel ve önemli olabilse de, felsefe tarihinin felsefe için önemli olmadığını belirtirler. Garcia’ya göre, filozoflar
"PSİKOLOJİZM"
“dünyanın, ya da dünyanın herhangi bir bölümümün, gerçek, tutarlı ve kapsayıcı olmayı amaçlayan bir görüşünü” geliştirirler. Öte yandan felsefe tarihçisi, geçmiş felsefi fikirlerin tanımlarını sunar. Bu
türden
tanımlar,
kaçınılmaz
olarak
felsefi
değerlendirmeler ve yorumlar içerir, dolayısıyla felsefenin tarihi sistematik felsefeye bağlıdır. Ancak bağımlılık ilişkisi yalnızca tek bir yönde işler: “Bu türden bir felsefi girişim geçmişin
açıklamasını
yapmakla
ilgilenmez
ve
işini
sürdürmek için buna dayanması gerekmez.” Gracia, farklı yönde iddiaları olan tarihçilerin, yanlış biçimde,
felsefe
pratiğinin
tarihselciliğini,
içeriğinin
tarihselcilikten uzaklığıyla özdeşleştirdiklerini iddia eder. Ancak, Gracia, felsefe tarihi sistematik felsefenin temel bir parçası olmasa da yine de ikincisiyle ilgilenilmesinde işlevsel olduğunu vurgulamayı sürdürür. Bu türden bir işlevselliğin savunulabileceği çok çeşitli yollardan söz eder, ancak sonunda felsefe tarihi üzerinde çalışmanın
bizi
“kültürel
taşralılığın
zincirlerinden
kurtardığı” fikrini benimser. Bize filozofların geçmişteki düşünüş biçimini ve bunu nasıl yaptıklarını göstererek,
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
entelektüel
kültürel
mirasımızın
sınırlarının
farkına
varmamızı sağlar.” Frede ve Normore, genel olarak aynı görüşü benimser. Normore buna ek olarak felsefe tarihi üzerinde yapılacak bir çalışmanın sistematik felsefe için ancak ikincisi “bir güven krizi” yaşadığında önemli hale geldiğini ve felsefe tarihinin felsefe için öneminin bu türden krizlerin şiddetine bağlı olduğunu vurgular. Frede, felsefe tarihinin sistematik felsefe için, güncel felsefi düşüncenin geçmişin felsefi hatalarına borçlu olduğunu ya da bunun belirleyicisi olduğunu gösterebilecek kadar önemli hale geldiğini ileri sürer. Felsefe tarihinin farklı yönleri üzerinde çalışmanın arasındaki ayrıma gelince, üç yazar (bir dizi fikir, argüman ve kuram olarak) felsefe tarihi üzerinde farklı bakış açılarıyla çalışılabileceği konusunda hemfikirdir. Bu bakış açıları felsefi olanlar ve olmayanlar olarak bölünür. Felsefe tarihi üzerinde çalışmanın felsefi olmayan biçimleri, fikirlerin ortaya çıkışının filozofların hiç ilgisini çekmeyen açıklamalarını
sunarlar;
açıklamalar
felsefi
fikirlerin
kendilerine ilişkin olmayan düşünceler üzerine kuruludur”.
"PSİKOLOJİZM"
Garcia’nın bu türden felsefi olmayan yaklaşımlar listesinde, başka şeylerin yanı sıra “sosyolojik yaklaşım” da yer alır. Garcia bunun daha yakın ilgi gerektirmediğini, “çünkü yaygın olmadığını” ifade eder. Sosyolojik bir çalışma, geçmişteki
fikirleri
toplumsal
fenomenler
bağlamında
açıklayacaktır. Dolayısıyla Voltaire’in kuşkuculuğu Fransız kökenleri
bağlamında
görgülcülüğünün
izi
ise
açıklanabilir, yaşadığı
dönemde
Hume’un İngiliz
toplumunda hâkim olan toplumsal fenomenlere kadar sürülebilir. Frede ve Normore bu bakış açısına uyarlar. Normore’un yaklaşım biçimiyle felsefe tarihine sosyolojik bir bakış açısı, felsefe tarihinin “derinlemesine irrasyonel” olduğu ve “bir kuramın savunulduğu ve ona karşıt teorilerin tüm araçlarının neredeyse bütünüyle yalnızca ideolojik bir sis perdesi olduğu” varsayımını içerir. Frede filozofların “salt felsefi nedenlerle” görüşler benimsediği fikrinden vazgeçtiğimizde, kendimizi kesin olarak tüm felsefe girişiminin “yanlış yönlendirilmiş” olduğu düşüncesine inandırdığımızı öne sürer. Elbette Frede bir filozofun toplumsal çevresinin sıklıkla bazı konular üzerinde farklı biçimde düşünmesini
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
oldukça güçleştirmesi ihtimalini ve bir filozofun ait olduğu okulun
öğretmenlerinin
fikirlerinden
uzak
görüşler
geliştirmesini neredeyse imkânsız kılabileceğini göz önünde bulundurur. Ancak Frede, bu türden toplumsal unsurlar rol oynadığında dahi,
felsefenin
felsefi
tarihçisinin
gerekçelere
odaklanmaktan vazgeçmeyeceğini vurgular. Bu şekilde, salt (toplumsal ya da dini çıkarlara ilişkin) rasyonelleştirmelerin bile oldukça iyi gerekçeler haline gelebileceği ve bu türden rasyonelleştirmelerin bile “felsefe tarihini rasyonelleştirmeler olarak
değil
gerekçeler
olarak
etkileyebileceği”
varsayımlarına dayanacaktır. Dahası, Frede felsefe tarihinin önemli figürlerinin fikirlerinin felsefi olmayan unsurlara başvurulmadan açıklanabileceğini iddia eder. Frede bunun yanında felsefi fikirlerin “daha sınırlı” ve “daha geniş” bağlamları arasında ayrıma giderek aynı fikri biraz daha farklı biçimde ortaya koyar. Daha sınırlı olan bağlam, felsefi gerekçeler ve argümanlar bağlamıdır. Öte yandan daha geniş olan bağlam felsefi uslamlamanın konumlandırıldığı kültür ve toplumu içerir. Daha sınırlı bağlama gösterilen özel ilgi, felsefenin kendi rasyonel
"PSİKOLOJİZM"
değerlendirme standartları olduğu ve kültürün geri kalan bölümünden
çeşitli
ölçülerde
özerk
olduğu
ölçüde
gerekçelendirilir. Buna bağlı olarak Frede, felsefe tarihinin felsefi bir çalışmasının “dışsal tarih” değil “içsel tarih” ve felsefenin felsefi bir tarihi olacağını iddia eder. Felsefenin felsefi bir tarihi “felsefi hususlar dışındaki unsurların” kendi felsefi geçmiş tanımına girmesine izin vermeyecektir. Frede, Garcia ve Normore’un tarih yazımına ilişkin önerileri analitik filozofların felsefe tarihine bakış açısını fazlasıyla temsil eder. Öncelikle sistematik felsefe için felsefe tarihinin gereksiz olduğu tezinin yanıltıcı olmasına ilişkin üç fikir ileri sürülmüştür. Sistematik felsefenin -prensipte- felsefe tarihinden bağımsız olduğu fikri, analitik felsefenin ilk günlerine, Wittgenstein’ın ilk dönemlerine ve Viyana çevresine dayanır. Wittgenstein’ın ünlü özdeyişi “Tarihin benimle ne ilgisi var? Benimki ilk ve tek dünya”, bu görüşü açıkça ifade ediyor, aynı zamanda mantıksal deneyciliğin felsefeyi bilim üzerinde biçimlendirme girişimleri de öyledir. Felsefedeki diğer geleneklerin, örneğin sıklıkla mutsuz “kıtasal düşünce” başlığı altında özetlenenlerin oldukça farklı bir felsefe anlayışı vardır. Adorno, Benjamin, Heidegger,
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Foucault, Derrida, Deleuze ve Lyotard gibi kıtasal figürler kuşkusuz kendi düşünce okulları içinde farklı türden filozoflar olarak görülüyor, dahası, salt yazılarının çoğunda geçmişteki
yazarlarla
ilgilendikleri
için
çalışmalarının
sistematik felsefe için dolaysız bir geçerliğinin olmadığını öğrenmek onları kesinlikle şaşırtırdı. Elbette farklı felsefi düşünce okulları felsefi geçmişleriyle ilişkilerine ilişkin olarak farklı biçimlerde düşüneceklerdir. Dolayısıyla salt bu bakış açısı kıtasal düşünceyle uyumlu olmadığı için, analitik felsefenin geçmişini güncel çalışması için gereksiz görme hakkı inkâr edilemez. Ancak en azından Garcia bu türden bir savunmaya kolaylıkla başvuramaz. Bu kitabın ne de olsa, açık biçimde, çağdaş felsefede iki farklı gelenek arasındaki köprüyü kurmayı amaçladığını ifade eder. İkincisi, Frede, Gracia ve Normore’un ifade ettiği standart bakış açısı, bunu felsefedeki diğer geleneklerin kavramlarıyla karşılaştırarak ölçmesek de tatmin edici değildir. Bu özellikle, örneğin Gracia’nın gereksizlik tezini savunma girişimini incelemeye başladığımızda belirgin hale gelir. Kabaca iddiası (sistematik) felsefenin “dünyaya, ya da
"PSİKOLOJİZM"
dünyanın herhangi bir bölümüne,” ilişkin gerçeklerin peşinde olduğudur. Öte yandan felsefe tarihçisi felsefi fikirlerin gerçek beyanlarının peşindedir. Ancak bu ayrım yapaydır. Neden filozofun dünyayla yalnızca geçici olmayan, eşzamanlı bir biçimde ilgilendiğini düşünelim ki? Dünyanın geçmişi dünyanın önemli bir parçası değil mi? Gerçekten de, Gracia’nın filozofun görevine ilişkin herkesi kapsayan tanımı düşünüldüğünde herhangi bir bilginin nasıl sistematik felsefenin dışına çıkabileceğini görmek zordur. Üçüncüsü, felsefe tarihinin felsefe için önemli olmadığı iddiası, reddedilemez biçimde özgün sistematik felsefi sorular olduğuna inanılan birkaç konunun göz önünde bulundurulmasını reddeder. Örneğin; felsefi bilgi zaman içinde nasıl gelişmektedir? Filozoflar neden hemfikir değildir? Felsefede kuram değişikliğinin dinamiği nedir? Felsefi kuramların kabul ya da reddedilme koşulları nelerdir? Toplumsal unsurlar felsefi bilginin gelişimini nasıl etkiler? Felsefeyle toplumsal kurum ya da sınıflar arasındaki ilişki nedir? Bu soruların felsefi sorular olması durumunda, en azından bunlara ilişkin olarak felsefe tarihi felsefe için gereklidir.
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
Dolayısıyla sistematik felsefeyle, felsefe tarihi arasındaki ilişkinin algılanan görüşü tatmin edici değildir. Ancak felsefe tarihine felsefi olan ve olmayan ve özellikle sosyolojik yaklaşımlar arasındaki temel zıtlık fikrinin geçersiz olduğu düşünülmektedir. Felsefenin felsefi olan ve olmayan tarihleri arasındaki zıtlık felsefi nedenler ve felsefi olmayan amaçlar ya da “filozof
olarak
ilgilendirmeyen
filozof”u unsurlar
ilgilendiren arasında
net
şeyler bir
ve ayrım
yapabildiğimiz varsayımı üzerine kuruludur. Ne yazık ki, yazarlarımızın hiçbiri bu türden çizgilerin nasıl çizilebildiğini açıklamazlar. “Filozof olarak filozof”un ilgi alanları fikrinin yanıltıcı
olduğunun
farkına
varmak
için,
kendinize
filozofların ilgi alanlarının aşırı derecede farklılaştığını hatırlatmanız yeterlidir.
Gerçekten de Garcia’nın (filozof
olarak filozof kadar ilginç olan) felsefi nedenler “tanımı” kesinlikle Adorno’nun ya da Derrida’nın “ilgi alanları”nın yeterince netleştirdiği toplumsal ya da psikolojik unsurları hariç tutmuyor. Yanı sıra, Frede’nin Batı geleneğindeki en önemli filozofların salt sınırlı bir çerçeve içinde “açıklanabileceğine” ve “felsefe tarihçisinin felsefi görüşlerin sıklıkla felsefi
"PSİKOLOJİZM"
nedenlerle
ortaya
koyulduğuna
ilişkin
varsayımını
sürdürebileceğine” ilişkin iddialarına dair sorgulanabilecek şeyler var. Açık biçimde, felsefi nedenler dışındaki unsurları hariç tutan bir açıklama fikri varsayışıyla ilk iddianın doğru olduğu varsayılıyor. Yanı sıra, filozofların bilimsel bilgi sosyolojisine düşmanca tepkilerinden de bilinden, sosyolojik bakış açılarına ancak “rasyonel seçimler” bağlamında salt içsel bir bakış açısının başarısız olduğu durumda izin verileceği fikrinden doğuyor. İkinci öneri tarihçilerin yaptığı şeyin bir tanımından çok bir talimatıdır. En azından bazen ‘şüphenin yorumbilimi’ diye adlandırılan
şeyden,
yani
örneğin
Marx,
Freud
ve
Nietzsche’nin egosundan etkilenen o (felsefe ve bilim) tarihçileri, zıt varsayım üzerinde, yani felsefi görüşlerin çoğu zaman tek başına felsefi nedenlerle ortaya koyulmadığı görüşü üzerinde çalışacaktır. Yanı sıra Frede, Gracia ve Normore’un yanılgıya düşerek sosyolojik yaklaşımların gerekçeleri toplumsal nedenlere yani sınıfsal çıkarlara indirgeyeceğini varsaydığını belirtmek de önemlidir. Ancak bu korku abartılı gibi görünmektedir. Örneğin Frege ve Husserl’in psikolojizme karşı argümanları üzerine yapılan çalışmada, argümanlarını kesinlikle sınıfsal
St. Clements University / Türkiye Enformasyon Ofisi
konumlarına ya da mesleklerindeki konumlarına indirgemek amaçlanmaz. Aksine, argümanlarını yeniden inşa etmiş olarak nasıl belirli bir dönemde önemli hale geldiği, belirli insanların neden argümanları ele aldığı, kendi bakış açıları için nasıl destek aradıkları -ya da aramayı ihmal ettikleri - ya da Frege’nin argümanlarının nasıl uzun süre görmezden gelindiği açıklanmaya çalışılmıştır. Yanı
sıra, felsefi
argümanın ceplerini psikoloji bağlamında “özerk” kılan ya da kılmayan çalışmaya da odaklanılmaz ve tartışmada çeşitli tarafların kullandığı tartışmacı stratejilerin bir çalışması eklenmiştir. Bu unsurların bir çalışması, ancak filozofu bilimsel çalışmanın toplumsal karakteri ve bağlamı üzerine yorum yapması nadiren beklenen doğal bilimciye örnek alırsak felsefenin ya da felsefenin felsefi olmayan tarihinin dışında kalır. Filozofun bu imgesinin Frede, Gracia ve Normore’un yazılarını biçimlendirdiği gerçeği bu noktada yine açıktır. Ne de olsa Frede’nin filozofun özerkliğine göndermesi, bilim insanları ve bilim filozofları arasında popüler olan, bilimin (genel anlamda topluma ilişkin olarak) özerk olduğu ya da özerk hale geldiği fikrine dayalıdır ve Normore’un sosyolojik ve tarihsel konuların sistematik filozoflar için ancak “kriz” durumlarında önem kazandığı önermesi Kuhn’un normal
"PSİKOLOJİZM"
bilim ve yeni bir paradigma arayışındaki bilim arasında yaptığı ayrımı hatırlatır. Bu arada Normore’un iddiasının elbette felsefi görüşlerin bazen ideolojik olabildiği ve bu türden ideolojik görüşlerin “nedensel tarihlerinin hasta tarihi bağlamında izlenmesiyle” zayıflatılması gerektiğini de belirtmek uygun olur. Ancak filozofun farklı bir idealini, Kant ve Alman idealizmiyle ortaya çıkan ve örneğin birbirinden Marx, Nietzsche, Adorno ve Foucault kadar farklı yazarlarda destek bulan bir ideali hatırlarsak, sosyolojik bakış açısının felsefi olmamaktan çok uzak olduğunun, aksine felsefi soruların tam kalbinde yer aldığının farkına varırız. Bu fikre göre, felsefi girişimin temel bir bileşeni kendi olasılığının koşullarının sorgulamasıdır. Bu bakış açısıyla, felsefi standartların özerk olduğu iddiası kanıksanamaz, ancak nasıl elde edildiği, ne tür bilgileri hariç tuttuğu ve öncelikle kendilerine neden herhangi bir özel değer atfedildiği açısından sorgulanmalıdır. Özetlemek gerekirse; felsefenin sosyolojik bir çalışmasının felsefenin dışında kalması gerekmez. Malzemesi, potansiyel olarak temel felsefi sorulardır. Felsefi bilginin sosyolojisi son derece felsefi bir projedir.