ŞUBAT 2009
YIL 31 SAYI 361 ISSN 1300 - 1566
Gönülden hıçkırıkların bayrak çektiği yerlerde, günah orduları tarumar olur gider. Hüşyar gönüller, gelip vicdanlarına çarpan bu tür kabul esintileriyle âdeta berd ü selâm yaşar ve serinlerler.
“Zihnî dehr elinden her zaman aðlar Vardım bahçesine bâðbân aðlar Sümbüller periían güller kan aðlar ìeyda bülbül terk edeli bu baðı.” (Zihnî)
Gönüldeki hüzün-keder, neí’e-sevinç, merhamet merhamet-íefkat… gibi duyguların coíup bulutlaíması ve gözler yoluyla dıía vurmasıdır gözyaíları. Tasa-elem, aíkiítiyak, emel-ümit, firak-visal; belki bütün bunlardan daha çok da “mehâfetullah” ve “mehâbetullah” aðlatır, hisleri hüíyar ve kalb ufkunda O’na yâr olanları. Diðer aðlamalar, insanın cismanî ve ruhanî tabiatının halitasından fıíkırır gelir; cibillîdir, yaygındır, için sesi deðildir, dolayısıyla da sıradan sayılırlar. Temeli iman ve mârifete dayanan, muhabbet ve aík u íevkin tetiklediði aðlamalara gelince, bunlar, tamamen Hakk’ı bilmeye, her íeyde O’nu duymaya, miadı meçhul vuslat hülyalarıyla oturup kalkmaya ve O’na karíı mehâfet ve mehâbetle tir tir titreyip sürekli O’nun huzurunda saygıyla köpürüp durmaya baðlıdır. Sınırlıdır; çok az bahtiyara nasip olmuítur.. ve devamı da, nazarların her íeyde O’nu okumasına, O’nu duymasına, O’nu talep etmesine, O’nu bilmesine ve O’nu söylemesine vâbestedir. Bilen alâka duyar, ruhta alâka derinleítikçe sevgiye dönüíür ve zamanla bu sevgi, önü alınmaz bir aík u iítiyaka inkılâp eder. Artık böyle biri bîkarardır, gezer çölden çöle ve “Leylâ” der aðlar. Kendi uzaklıðını aímak için sürekli gerilim içindedir.. her zaman O’nu söyleyen izlere, emarelere yüz sürer durur.. bazen kâinat kitabıyla hasbıhâl eder; bazen eíya ve hâdiseleri O’nun mesajları gibi okur, koklar, gözlerine sürer.. bazen O’nun beyanı karíısında rikkate gelir, gözyaílarıyla soluklanır.. bazen de O’ndan söz eden dellâllara takılır kalır ve hep derin bir aík u alâka ile nefes alır-verir. Bu, sanatta Sanatkâr’ı duyup sezme, karíılaítıðı güzelliklerde Güzeller Güzeli’ne uyanma, O’nu çaðrıítıran her íeye kulak verip saygıyla O’nu dinleme ve O’ndan 2
ötürü her nesneye derin bir alâka ve sevgi duyarak hayatını bir aík u muhabbet dantelâsı gibi örgülemeye çalıíanların hâlidir. Bu derinlikte olmasa da, dost ve yakınların firkat ve vuslatları anında da gönüller heyecanla köpürür ve gözler yaílarla dolar; bu da bir aðlamadır ama, ötede her aðlamanın kıymeti, âh u efgân edenin duygu ve düíünce ufkuna göre deðerlendirilir: Haíyet ve murâkabe duygusuyla içlerini döküp aðlayanlar, ya da “Dertliyim dersen belâ-yı dertten âh eyleme / Âh edip aðyârı âhından âgâh eyleme!” mülâhazalarıyla içinden yükselen köpük köpük heyecanları sinelerine gömüp yutkunanlar, Sevgili kapısının gözü sürmeli sadık bendeleridirler ve sırlarını bir namus bilir, onu kendi gözlerinden bile kıskanırlar. Bunların aðlamaları da susmaları da derin ve mânâlıdır. Aksine, kalbden kopup gelmeyen tekellüflü aðlama görüntüleri ise göze cefa, gözyaílarına saygısızlık ve insanları da birer aldatma vesilesidirler; dolayısıyla da böyle zorlamalı bir aðlama cehdi, sadece íeytanı sevindirir ki bu da cehennemleri söndürebilecek bir iksiri riyayla kirletip iíe yaramaz hâle getirmek demektir. Musibet ve belâlar karíısında, rızasızlıða ve itiraza benzeyen aðlamalar haram; yarınlar endiíesiyle kıvranıp âh u vah etmek bir ruhî maraz, fevt ettiði íeyler karíısında sızlanıp durmak da boí bir telaí olduðu gibi gözyaíları adına da bir israftır. Hazreti Yakub’un Yusuf ve Bünyamin’e aðlaması, babalık hissi ve íefkattendi; kim bilir belki de bu Yüce Nebi’nin aðlamaları, onları gelecek adına medar-ı ümit görmesi veya Allah nezdindeki konumları açısındandı. Eðer böyleyse -ki biz öyle olduðunu düíünüyoruz- bu kabîl aðlamaların da mahzuru
olmasa gerek. Buna karíılık Yusuf’un kardeílerinin, babalarının yanında aðlama numarası yapmaları ise, fiilî bir yalan ve bir aldatmaydı ki, günü geldiðinde Yusuf onlara: “Bugün sizi kınayacak deðilim; ben hakkımı helâl ettim; Allah da sizi affetsin.”1 diyecekti. Onlar da “Tallahi lekad âserakâllahu aleynâ – Yemin olsun ki Allah seni bize üstün kılmıítır.”2 ile ona mukabelede bulunacaklardı. Allah için aðlama, O’na karíı olan aíkın iniltileridir. ñçinde hararet olanın gözünde de yaí olur; aksine gözleri çöller gibi kupkuru kimselerin içlerinde de hayat yoktur. Hüzün ve gözyaíı, enbiyanın en önemli vasfıdır; Âdem Nebi ömür boyu sızlandı durdu. Nuh Peygamber’in aðlamaları ise âdeta bir feryad u figân tufanıydı. ñnsanlıðın ñftihar Tablosu, hep duygularının íiirini gözyaílarıyla solukladı. Bu itibarla da O’na bir hüzün ve aðlama Peygamberi demek yanlıí olmasa gerek. O bir gün, “Eðer onlara azap edersen, íüphesiz onlar Senin kullarındır; íayet maðfiret buyurursan hiç kuíkusuz Azîz Sensin, Hakîm Sensin.”3 meâlindeki âyetle “Rabbim! O putlar insanlardan çoðunu baítan çıkardı; bundan böyle kim benim izimce yürürse o bendendir. Kim de isyan ederse Sen Gafûr’sun, Rahîm’sin.”4 mânâsına gelen âyetleri tekrar edip sabaha kadar aðladı. Cibril, Allah’ın emriyle bu aðlamanın sebebini Allah’a ulaítırınca da Cenâb-ı Hak: “Ümmetin hakkında seni mahzun etmeyeceðim.” biíaretiyle O’nun gönlüne su serpip bu feryad u figânı durdurdu.5 O hep hüzün ve tefekkürle oturur kalkar ve çok defa düíünür sonra da aðlardı. Yer yer biíaret alıp sevindiði olsa da, her zaman bir bülbül gibi içini döker ve sızlardı. Bülbül güle konduðu zaman bile çıðlık çıðlık feryat eder. O, âdeta âh u zâr için yaratılmıí gibidir. Kargaların öyle bir derdi yoktur; saksaðanlarsa sadece yem baíında seslerini yükseltirler. Hüzün ve aðlama, hak dostlarının her zamanki hâli ve gece-gündüz inleyip durma da Hakk’a ulaímanın en kestirme yoludur. Âíıðı gözyaílarından ötürü ta’n edenler kendi hamlıklarını mırıldanmıí sayılırlar. Hasretle yanan sinelerden bir íey anlamayanlar da ötede hasret ve hicran içinde sabahlarakíamlarlar. Kur’ân sık sık ciðeri kebap, gözleri giryan insanlara dikkat çeker ve her zaman onların örnek alınmasını salıklar: O, ruhun selâmeti adına, ahiret yurdu hesabına, Hak mehâfeti ve mehâbeti ya da günahların kahrediciliði karíısında aðlayan gözleri takdirlerle yâd etme sadedinde: “O rabbânîler, kitaplarında geleceði vaa-
dedilen Peygamber’i (Kur’ân’ın soluklarıyla) dinlediklerinde, aðlayarak çeneleri üzere yere kapanır ve içlerinde her an artıp duran bir huíû yaíarlar.”6 der ve Allah yolunda dökülen gözyaílarını O’na arz edilmií bir münâcât armaðanı gibi deðerlendirir. Allah, Meryem sûresinde deðiíik nebileri özel hususiyet ve fâikiyetleriyle bir bir tebcil, takdir ve tahsin ettikten sonra: “Bunların hemen hepsi, kendilerine Rahmân’ın âyetleri okununca hıçkırıklarla secdeye kapanırlar.”7 diyerek konuyu âh u efgân etme fasl-ı müíterekiyle noktalar. Önceki din ve baíka kitaplarla ilk tenbihini almıí olan, müteâkiben Son Peygamber’den son mesajı dinlerken hâlden hâle giren eski mü’min, yeni mûkinleri tebcil sadedinde de Kitab-ı Mübîn: “Onlar, Peygamber’e inen Kur’ân’ı dinlediklerinde ondan anlayıp zevk ettikleri haktan ötürü sen onların gözlerinin yaílarla dolup taítıðını görürsün.”8 íeklinde ferman ederek, gözyaílarının nezd-i ulûhiyetteki önemini ihtar eder. Keza Kur’ân, Allah yolunda mücahede için gerekli imkâna sahip olamadıklarından ve bu konuda kendilerine bir el uzatılamadıðından dolayı “Habibim! Sen onlara: Size binek olarak verecek bir íey bulamıyorum, dediðinde, (düímanla savaía iítirak edemediklerinden ötürü evlerine) gözleri yaílarla dolu olarak döndüler.”9 fermanıyla daha baíka gözyaíı kahramanlarını nazara verir ve semanın takdirleriyle o kırık kalbleri teselli eder. Aðlamanın rabbânîlere mahsus bir hâl olduðunu hatırlatmanın yanında, hayatı oyun ve eðlence sanıp ömürlerini gülüp oynamakla geçirenler hakkındaki ikaz ve tenbih de yine Kur’ân’a ait. Kur’ân: “Gayrı bunlar kazandıkları onca negatif íeyden ötürü az gülsün ve çok aðlasınlar.”10 iríadıyla aðlamanın önemine farklı bir göndermede daha bulunur. Kur’ân onlarca âyetle ve farklı üslûplarla hep aynı gerçeði hatırlatır ve bize, konumumuza göre bir duruí belirlememizi salıklar. Kur’ân’ın bu ısrarlı tenbihleri karíısında onun aydınlık ruh mübarek Mübelliði de hayat-ı seniyyelerini hep bu çizgide sürdürür: O, arkadaílarına yer yer: “Müjdeler olsun nefsine hâkim olana! Müjdeler olsun (misafir kabul etme adına) evini genií ve müsait tutana! Müjdeler olsun hataları karíısında gözyaíı dökenlere!”11 diyerek âdeta üç basamaklı bir miraç yolunu gösterir ve onları kendi ufkuna çaðırırdı; çaðırır ve “Eðer bildiðimi bilseydiniz, az güler, çok aðlardınız.”12 gibi ifadeleriyle de arkadaílarının nazarlarını fizik ötesi dünyalardaki ürpertici íeylere çevirirdi. 3
Onlara, hep âh u vâh edip aðlamayı salıklar ve riya ile kirlenmemií, haíyetle dökülen gözyaílarının ilâhî azaba karíı bir sütre olabileceðine dikkatlerini/ dikkatlerimizi çeker: “ñki göz vardır ki ötede onlara ateí dokunmaz: Biri, Allah karíısında haíyetle yaí döken göz, diðeri de hudut boylarında ve düíman karíısında ayn-ı sâhire.”13 diyerek iríadda bulunurdu. Bu mazmunu farklı bir üslûpla vurguladıðı bir baíka münasebetle “Memeden çıkan sütün dönüp memeye girmesi nasıl mümkün deðildir; (âdet-i ilâhî açısından) öyle de, haíyetullahla aðlayıp inleyenin de Cehennem’e girmesi asla söz konusu olamaz.”14 der ve gözyaílarının nezd-i ilâhîdeki kıymetine vurguda bulunur. Hele bir de bu aðlayıp sızlama, halka kapalı Hakk’a açık yerlerde gerçekleítiriliyorsa.. doðrusu böyle bir íeyi deðerlendirecek bir kıstas bilmediðimi itiraf etmeliyim... O her yerde ve her zaman bu kabîl íeyleri hatırlatıyordu ve hatırlattıðı íeylerin de gerisinde deðil, her zaman önünde olurdu; evet O namaz kılarken, iç aðlamalarından ötürü, sinesinde âdeta deðirmen taílarının çıkardıðı ses gibi bir ses duyulurdu.15 ñbn Mesud’a, kendisine bir miktar Kur’ân okumasını emretmiíti, o da Nisâ sûresinden bir kısım âyetler okuyup da nihayet “Her ümmetten bir íahit (peygamber), seni de bunların üzerine íahit getirdiðimiz zaman bakalım nasıl olacak!”16 meâlindeki fermana geldiðinde eliyle iíaret edip kesmesini söyledi. ñbn Mesud diyor ki, “Dönüp baktıðımda gözleri íakır íakır yaí döküyordu.”17 O yaí döküyordu da, o seçkinlerden seçkin arkadaíları sessiz mi duruyordu? Hayır! Onlar da aðlıyor ve bazen de aðlamaları âdeta bir âh u vâh korosuna dönüveriyordu. “Siz, bu sözü mü (Kur’ân) tuhaf buluyorsunuz; (bulup da) aðlayacaðınıza gülüyorsunuz?”18 meâlindeki âyetleri onlara hatırlatınca, hepsi birden hıçkıra hıçkıra aðlamaya durdu. Bu manzara karíısında O da bu âh u efgâna iítirak edip gözyaíları dökmeye baíladı. Bu defa da O’nun aðlamalarıyla rikkate gelen ashab bütünüyle kendilerini aðlamaya salıverdiler.19 Zaten onlar her zaman aðlayıp inlemiílerdi; evet bazen iman ve mârifet neívesiyle, bazen aík u iítiyak íivesiyle, bazen iílerine hata bulaímıí olabileceði endiíesiyle, bazen öteler ve akıbet korkusuyla, bazen de ufuklarının kararmasıyla hep aðlar ve sürekli niyaz buðulu feryatlarla rahmet aríına yönelirlerdi. Aslında, Allah’a en hızlı ulaían dua ve niyazların kaderi de büyük ölçüde iç sızlamalarına ve gözyaíla4
rına baðlanmıítır; baðlanmıítır zira gönül heyecanlarını gözyaílarından daha seri, daha duru aksettirecek bir baíka íey göstermek mümkün deðildir. Gönülden hıçkırıkların bayrak çektiði yerlerde, günah orduları tarumar olur gider. Hüíyar gönüller, gelip vicdanlarına çarpan bu tür kabul esintileriyle âdeta berd ü selâm yaíar ve serinlerler. Hayatlarını Allah için hep âh u vâhla geçirenler, gök ehlince sadakat ve aík bülbülleri sayılırlar. Onlar íakıdıklarında bütün ruhanîler seslerini keser ve onları dinlemeye koyulurlar. Aðlama eðer bu íekilde, gözler yoluyla gönlün köpüren çaðlayanları ise, insan onu ebediyete baðlayıp fevkalâde bir gizlilik içinde Ebedler Sultanı’na sunmalı; riya ve süm’a ile kirletilerek Cehennem söndüren o çaðlayan, bir kezzaba döndürülmemelidir. Iíıðını kaybetmií ve her yanıyla toz-duman bir dünyada yaíıyoruz; hepimiz birer aðlama bülbülü edasıyla baílarımızı mum gibi önümüze eðip bin bir isyan ve günahlarımızı düíünerek öyle bir çıðlık koparmalıyız ki, bütün gök ehli ellerinde nurdan çeraðlar bu aðlama íölenine koíup gelsin. Ateíin bacayı sardıðı íu günlerin, tam gözyaílarıyla boíalma zamanı olduðunu düíünüyorum. Gözyaíları her türlü íeytanî oyunun büyüsünü bozacak sihirli bir iksirse –ki öyledir– gezip durduðumuz, oturup kalktıðımız her yerde kaba sevinçlerle tepinme yerine gözyaílarıyla serinlemeye çalıímalı ve hep aðlamalarla âh u efgânları dindirme yolunda koímalıyız. Hak dostlarına göre gözyaíları, ñsa Nebi’nin nefesi gibi, cansız cesetlere can olma sırrını taíımakta ve âb-ı hayat gibi, ulaítıðı her yerde hayatla çaðlamaktadır. Halka kapalı Hakk’a açık gece koylarını aðlamalarıyla derinleítirenler ve çıðlıklarıyla ruhlarına feryat mûsıkîsi dinletenler bugün olmasa da yarın mutlaka dirilirler ve gezdikleri her yerde hayat soluklar dururlar. Seccadeler kuruyalı yıllar oldu; seneler var, kulaklarımız gönül çıðlıklarına hasret.. çöller gibi kupkuru atmosferimiz.. hicranla yanan sinelerin nasıl yandıðını hissetmiyor gibiyiz.. çehrelerimiz âdeta birer buz parçası, bakıílarımız da bütün bütün anlamsız.. sinelerimizde kıvrandıran acıdan iz yok.. simalarımızsa asla inandırıcı deðil. Bu gafletle geleceðe yürümemiz, yürüyüp varlıðımızı sürdürmemiz çok zor olsa gerek... Gözlerimizin yaíı dindiði günden beri, göklerin bereket pınarları da bir mânâda kurudu. Artık yaðmıyor ilham yaðmurları; bitmiyor güller, lâleler; gökten gelen ıíıklar aksak ve vakit vakit esen yeller de periían.. sema sakinleri âh u efgâna susamıí..
bulutlaíacak rahmet durmuí gözyaílarından imdat bekliyor.. Zihnî deyiíiyle: “Gül ile sümbülü sanki hâr almıí / Süleyman tahtını siyah mâr almıí / Zevk u íevk ehlini âh u zâr almıí / Gama tebdil olmuí ülfetin çaðı...” Kim bilir belki ruhanîler de “ií baíı” demek için bizden gözyaíı bekliyorlar. ñhtimal biz dört bir yanımızı kuíatan dertlerden âh u vâh edip aðlayınca, melekût ufku da tül tül rahmet yüklü bulutlarla dolacak ve gözyaílarımızın önünde sürüklenen günahlarımızı, isyanlarımızı, saygısızlıklarımızı, densizliklerimizi gördükçe onlar da sevinç neíîdeleriyle coíacak ve íefkatle üzerimize boíalacaklar..! ñhtimal bazen bizler, mevlid meclislerinde -íerefi mevlide ait- gül sularını yüzlerimize-gözlerimize sürdüðümüz gibi, gök ehli de, hicranla yanan sinelerin soluklanmaları sayılan gözyaílarını yüzlerinegözlerine sürüyor ve bunu kendilerine sunulmuí en deðerli bir armaðan sayıyorlardır… Günahlarımız, hatalarımız daðlar cesametinde; nedametlerimiz, nedamet gözyaílarımız riya ve süm’a edalı; gönüllerimizde ızdıraptan eser yok; aðlayıp sızlamalarımız büyük ölçüde dünyevî ve ma’siyet televvünlü. Bu vaziyette bizim baíka íeye deðil, birkaç asırlık kirlerimizi arındıracak piímanlık gözyaílarına ihtiyacımız var. ñhtimal ancak onlarla tevbe kapısına ulaíabilir ve onlarla ziyan olmuí ömrümüzü yeniden inía edebiliriz. Âdem Nebi, gözünde büyütüp Everest tepesi hâline getirdiði sürçmelerini gözyaílarıyla eritip yerle bir etti; çıtır çıtır yanıp da etrafa kokular saçan öd aðacı gibi, o da içten içe yanıp çevresine saldıðı nedamet iniltileriyle ruhanîlerin, meleklerin metâfı olma ufkuna yükseldi. Gün gelip çile bitince de, doðan her gün artık onun affına ferman renkleriyle tülleniyordu. Bunca günah, bunca ma’siyet ve o ölçüdeki hicrandan sonra zannediyorum bize de hep yalnızlık koylarını kollamak ve gecelerin siyah örtüsünü baíımıza çekerek, Hak tecellîlerine açık, o kimsenin göremeyeceði yerlerde baíımızı yere koyup hıçkıra hıçkıra aðlamak düíüyor. Vefasızlıðımıza, bir türlü samimî olamayıíımıza, yürüdüðümüz yolda sürekli zikzaklar çiziíimize, durduðumuz yerin hakkını veremeyiíimize, mazhariyetlerimize göre saðlam bir duruía geçemeyiíimize ve bizim gibi davrananların münasebetsizliklerine öyle bir aðlamalıyız ki, vazifesi aðlamak olan gök ehli dahi bundan böyle hep bizim çıðlıklarımıza gözyaíı döksünler... Evet biz, bize bahíedilen yerimizi koruyamadık, durduðumuz yerde kararlı, íuurlu ve ihlâs derinlikli duramadık. El elden çözüldü, yâr elden gitti, gülleri
hazan vurdu, bülbüller âha düítü. Çeímeler kesildi çaylar kurudu; âdeta her yanda dikenler salınıyor ve her tarafta saksaðan sesi. Gönüllerimizin diliyle bir íeyler söylemeli, hasret ve heyecanlarımız üzerine gözyaíı iksirleri saçarak bu kurumuíluða bir son vermeliyiz. Yaratan bize vücud, hayat, his, íuur, idrak… gibi nimetler lütfederek, bizi donanımımıza göre yaíama ufkuna yönlendirdi. Bizse her íeyi hevâ ve hevesimize kurban ederek, konduðumuz yerin çok gerisine, gerilerin de gerisine çekilerek insanca yaíamayı kirlettik ve kirlendik. Hiç olmazsa bundan sonra olsun, ömrümüzü kalbimizin çizgisinde yaíama azmi göstermeli deðil miyiz..! Gelin, bugüne kadar gülüp eðlenmelerimize karíılık biraz da feryad u figân türküleri söyleyelim.! Nefsânî yaíamaya veda edip biraz olsun dertlenerek hayatın baíka renklerini de duymaya çalıíalım.! Dert söyleyip dert dinleyelim ve dertlileri dinleyene yakın durma yollarını araítıralım..! Ömrümüzün iíe yarar günleri büyük ölçüde boíuna gitti. Artık ufukta bu hayat gündüzünün gecesinden emareler var. Bundan böyle bize kalkıp o uzun gece için, sönmeyen bir çerað tutuíturmak düíüyor. Bundan sonra olsun, kendimize gelmeli, daðınıklıklardan sıyrılmalı, özümüze dönmeli ve ciðerlerimizin hasretini gözyaílarıyla soluklamalıyız.. ve bilmeliyiz ki, Hak katında topraðın baðrına, gözyaílarından daha aziz hiçbir íey damlamamıítır. Bugün topraða dökülen o damlalar, çok yakın bir gelecekte her tarafı ñrem baðlarına çevirecektir. Gel, çöllerden daha kuru íu beyâbanda herkese gözyaílarının sâkisi olalım ve güftesi heyecan, bestesi aðlama en taze meyvelerden çevremize yepyeni ziyafetler tertip edelim... *Bu yazı, Yaðmur dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2002 tarihli 17. sayısından alınmıítır. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19.
Dipnotlar Yusuf sûresi, 12/92. Yusuf sûresi, 12/91. Mâide sûresi, 5/118. ñbrahim sûresi, 14/36. Müslim, ñman 346. ñsrâ sûresi, 17/107-109. Meryem sûresi, 19/58. Mâide sûresi, 5/83. Tevbe sûresi, 9/92. Tevbe sûresi, 9/82. Münzirî, et-Tergib ve’t-Terhib 4/116. Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Fezâil 134. Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12. Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 8; Nesâî, Cihad 8. Ebu Davud, Salât 157; Nesâî, Sehiv 18. Nisâ sûresi, 4/41. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 33; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 247. Necm sûresi, 53/59-60. Beyhakî, ìuabü’l-ñman 1/489. 5
Çoùumuz birer gösteriü budalası.. her iüimizde riya diz boyu; üöhret hissi ve fâikiyet iddiası ise ondan da aükın.. sürekli içimizde köpürüp duran bencillik duygusuyla, karüı taraf dediùimiz kimseleri âdeta birer kapıkulu gibi görüyoruz.
Dr. C. Hamza AYDIN
ñNSANIN ñNSAN KARDEìLERñYLE ñRTñBATI; GÜZEL AHLÂK, GÜZEL HUY VE ìAHSÎ FAZñLETLER ÜZERñNDEN SAïLANIR. TOPLUMLARIN SAïLIKLI BñR SOSYAL HAYAT ñNìA EDEBñLMESñ, GÜZEL AHLÂK, HUY VE SAïLAM KARAKTERLñ ñNSANLARA NE NñSPETTE SAHñP OLDUïUNA BAïLIDIR. 6
“.... Bilirsin ki; âlemde sâbit bir nizam vardır, muhkem bir irtibat vardır ve dâimî düstûrlar, esaslı kanunlar vardır. Bu i’tibârla âlem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Her bir çarkın, her bir vidanın, her bir çivinin; makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faidelerinde bir te’siri olduðu gibi, ehli hayat için ve bilhassa beíer için de bir faidesi var.” (ñíârâtü’lñcâz, Seba Semavat, sh. 186) ñnsanın ferdî ve içtimaî hayatını saðlıklı íekilde düzenleyen prensipler ile hücrelerin ve oluíturdukları dokuların saðlıklı bir hayatı netice vermesini mümkün kılan kaideler arasında yüksek derecede paralellikler vardır. Zîrâ, kâinatta cereyan eden kanunlar ile insanın ferdî ve sosyal hayatını tanzim eden kanunlar, aynı kaynaktan gelmektedir. Yaratıcı ve kanun koyucu, Vâhid ve Ehad olan Zât-ı Uluhiyet’tir. Toplumların saðlıklı geliímesi için, insanlar arasında saðlıklı iletiíim, karíılıklı anlayıí ve doðru bilgi transferi zarurîdir. Benzer íekilde, mikrotoplumlar olarak
kabul edilebilecek hücrelerin saðlıklı olması da, girift sinyal iletim aðlarını sürekli kullanmalarına ve çevreleriyle irtibat hâlinde olmalarına baðlıdır. Hücrede koordineli ve saðlıklı bir hayatın sürdürülebilmesi için, komíu hücrelerle her seviyede yoðun bir bilgi (kimyevî moleküller vasıtasıyla) alıíveriíi gereklidir. Hücreler kendilerine gelen uyarıları, zarları üzerinden baílayan iletiíim aðlarıyla algılayıp cevap üretmektedirler. Bu tür bir haberleíme aðı vasıtasıyla, canlı organizmalarda en alt seviyeden (hücre içi moleküller ve organeller) baílayarak en üst seviyeye (organlar, sistemler, organizma, populasyon, ekosistem) kadar saðlıklı ve uyumlu bir geliíme, çoðalma, farklılaíma ve yaílanma gibi hâdiseler için; sürekli irtibat gerçekleítirilir. Doku (mikrotoplum) íeklinde organize edilen hücrelerin en hayret verici özelliklerinden biri, bencil varlıklar gibi deðil, sürekli olarak, içinde bulunduðu toplumun beklentilerine göre davranmalarıdır. Hücreler
mikrotoplumların yaíamasını mümkün kılacak íekilde davranırlar. Hücre biliminde “kontakt inhibisyon (irtibata baðlı saðlıklı ve uyumlu iíleyiíin ve geliímenin saðlanması)” olarak bilinen bu durum bozulduðu zaman kanser oluíur. Bu açıdan, her hücre iç ve dıí ortamdan gelen sinyalleri hassas íekilde algılamak ve uygun cevabı koordine etmek üzere programlanmıítır. Burada, ‘hücrelerde patolojik durumlar ortaya çıktıðı için mi irtibat kopukluðu veya düzensizliði yaíandıðı, yoksa irtibat bozukluðu olduðu için mi, patolojik durumların açıða çıktıðı’ sorusu akla gelmektedir. Genel kanaat, öncelikle hücre içinde moleküler deðiíikliklerin meydana geldiði (mutasyon) ve bunların daha sonra doku, organ, hattâ organizma seviyesinde anormalliklere ve irtibat kopukluklarına sebep olduðu íeklindedir. ñletiíim ve irtibatın bozulması veya düzensiz gerçekleímesi, çeíitli patolojik durumların (anormal hücre çoðalması, kanser ve ölüm gibi) ortaya çıkıíında önemli bir faktördür. Bundan dolayı, günümüzde birçok hastalıðın teíhis ve tedavisi, biyolojik haberleímenin ve irtibatın koordineli íekilde nasıl saðlandıðının bilinmesine baðlıdır. Hücreler kendi kendine uyarıcı olarak ií görebilecek íekilde tanzim edilmií hususi sinyal molekülleri vasıtasıyla kendi davranıílarını kontrol etme kapasitesine sahip kılınmıílardır. Meselâ hücreler sinyal moleküllerini kullanarak koloni veya biyofilm oluíturabilirler. Bitki hücreleri de plâsmodesmata isimli kanallar vasıtasıyla komíu hücrelerle irtibatlarını devam ettirir ve madde alıíveriíi yapar. Plâsmodesmata içinde dolaían sinyal moleküllerinin hücreler arasındaki yoðunluðu hastalık durumunda deðiíir. Hormonlar, çoðalma faktörleri ve nörotransmitterler farklı seviyelerde irtibat ve iletiíim saðlanmasında vazife görürler. Sinyal iílemlerindeki bu çeíitlilikle, hücre ve dokuların esnekliði ve uyum kabiliyeti artar. Hücreye gelen uyarıların mahiyetine baðlı olarak, sinyallerin hücreye alımında farklı yollar kullanılır. Meselâ steroid hormonlar gibi hidrofobik (suyu sevmeyen) kimyevî moleküller, hücre zarından doðrudan geçerek hücre içindeki reseptörlerine baðlanırlar. Genlerin okunmasında vazifeli bu reseptörler, ilgili genlerin okunmasını tetikler. ñrtibat ve haberleímeyi saðlayan moleküllerin birinde bir arıza (mutasyon) meydana gelirse, iletiíim ve irtibat
bozularak kanserleíme süreci tetiklenmií olur. Uygun olmayan yer ve zamanda sürekli çoðalan hücrelerin varlıðı, kanserleímenin baíladıðının önemli bir delilidir. Meselâ kolon ve rektum kanserlerinde, hücre zarından “Çoðal!” mesajını alan sinyal moleküllerinden Ras proteininde bir mutasyon oluíursa, sinyal molekülünü açıp kapamada iígören GTP molekülünün koparılması engellenir ve molekül sürekli aktif kaldıðı için, hücre içinde sürekli olarak “Çoðal!” íeklinde bir sinyal üretilir. Dolayısıyla, kanser tedavisinde kullanılan ve zar seviyesinde sinyali engelleyerek tesirini gösteren ilâçların faydası, Ras proteininde bu mutasyonun olmaması durumunda gözlenir. Bu mutasyon olduðu takdirde, sözkonusu ilâçlar tesirli olamamaktadır. Günümüzde bu mutasyonların olup olmadıðı hastalardan biyopsi örneði alınarak belirlenebildiðinden, kiíiye faydalı olacak kemoterapi (ilâç tedavisi) seçimi mümkün hâle gelmiítir. Hücre içinde haberleíme, iyon kanalları (sodyum, potasyum, kalsiyum gibi) vasıtasıyla da gerçekleítirilir. Zar üzerindeki bu kanallar, her bir iyon için seçici davranırlar. Meselâ voltaj kapılı kanallar, elektrik yüklerine göre açılıp kapanırlarken, ligand (anahtar) kapılı (reseptörlü) kanallar, ligandların baðlandıðı durumda açılıp iyon geçiíine izin verirler. Sodyum ve potasyum iyonları ve bunların geçtiði moleküler kanallar, sinirlerin haberleímesinde rol oynayan membran potansiyelindeki deðiíikliklerin düzenlenmesinde vazifelidirler. Kalsiyum kanalı ise, kas kasılmasında, kemiðin yapım ve yıkımı gibi biyolojik hâdiselerde önemli rol oynar. Son yıllarda, hücreler arası boíluðu dolduran (matriks) proteinlerin, hücreler arası haberleímenin genel kontrolünde ve çevreden gelen sinyallerin entegrasyonunda ana oyuncular olduðu yüzlerce delille gösterildi. Hücre zarı ile matriks proteinleri arasında irtibatı saðlayan adaptör ve çok modüllü proteinlerden biri olan CCN proteinlerinin, iyon kanallarından sinyal iletiminin kontrolünde, hücre farklılaímasında, hücrelerin birbirlerine tutunmasında ve göçünde, programlı hücre ölümünde, kıkırdak oluíumunda ve yeni damarların sentezinde çeíitli derecelerde düzenleyici rol aldıkları gösterilmiítir. Yukarıda hücreler için sözkonusu olan çok yönlü ve dinamik iletiíim ve irtibatın mevcudiyeti in7
bu irtibatlardan birini veya birkaçını ihmal ettiðinsanlar için de geçerlidir. Ferdin kendi iç dünyasıyde veya bunların koordinasyonunu bozduðunda, la ve diðer insanlarla saðlıklı irtibat kurması duruçeíitli seviyelerde arızalar, hastalıklar oluímaya munda saðlıklı toplumlar ortaya çıkmaktadır. Her insan, varoluíunu (ontolojik) mümkün kılan bu baílar. Bundan dolayı, saðlıklı insan çevresindeki irtibat noktalarına doðuítan potansiyel olarak sainsanlarla ve sivil toplum kuruluílarıyla çeíitli irhip kılınmıítır. Saðlıklı insanın ortaya çıkması, bu tibat noktaları oluíturabilen ve bunlar üzerinden irtibatların aktif hâle getirilmesine, dinamik olarak að tabanlı ve karíılıklı baðımlı iletiíim kurabilen düzenlenmesine ve canlı tutulmasına baðlıdır. kimsedir. Nasıl hücrelerimiz çevreleriyle ve komñnsanı, kozmolojik bakıí açısından varlıkların íu hücrelerle ‘kontakt inhibisyon’ denen bir mekamerkezine aldıðımızda, onun, Yaratıcı’sıyla nefsi nizmayla irtibat hâlini sürdürdüðünde, bizler beüzerinden kurması gereken irtibatın adı ubudidenen saðlıklı olabiliyorsak, yettir. Bu irtibatın kurulması bunun gibi, insanın ferdî ve noktasında nefis hem bir yariçtimaî seviyede saðlıklı olmadımcı, hem de engelleyicidir. sı, dört boyutlu irtibatlarını ñnsanın insan kardeíleriyaktifleítirmesini kolaylaítıran, le irtibatı; güzel ahlâk, güzel aralarında denge ve uyumu huy ve íahsî faziletler üzeüretecek íekilde koordinasrinden saðlanır. Toplumların yon saðlayan sivil toplum kusaðlıklı bir sosyal hayat inía ruluílarına ve hizmet eksenli edebilmesi, güzel ahlâk, huy cemaatlere aktif katılmasına ve saðlam karakterli insanlara baðlıdır. Kâinatın ve toplune nispette sahip olduklarına mun temel prensiplerinden baðlıdır. Fazilet bilgiye eílik DOKU (MñKROTOPLUM) ìEKLñNDE biri olan ‘irtibatı çok yönlü ve etmiyorsa, o bilginin insanı ORGANñZE EDñLEN HÜCRELERñN EN yoðun olarak koordine etme ve insanîleímeye götürmesi çok HAYRET VERñCñ ÖZELLñKLERñNDEN sürdürme’ hususunu çok iyi zordur. Günümüzde bu o kaBñRñ, BENCñL VARLIKLAR GñBñ DEïñL, idrak etmií Bediüzzaman dar çok hissedilmeye baílanSaid Nursi (ra) talebelerine mıítır ki, herkes saðlam ka- SÜREKLñ OLARAK, ñÇñNDE BULUNyazdıðı bir mektupta (Kastarakter ve güzel ahlâkı, bilginin DUïU TOPLUMUN BEKLENTñLERñNE monu Lahikası), irtibatı çok önüne koymaya baílamıítır. GÖRE DAVRANMALARIDIR. HÜCRE hususi bir yere oturtmakta, ñnsanın çevresiyle saðlıkBñLñMñNDE “KONTAKT ñNHñBñSYON bunu, ulaíılması gereken bir lı irtibatı, dıíındaki dünyaya duyarlı “alt-benlik” üzerinden (ñRTñBATA BAïLI SAïLIKLI VE UYUM- yükselme noktası olarak bekurulur. Ekolojik problem- LU ñìLEYñìñN VE GELñìMENñN SAï- lirtmektedir. “ ....Hem madem lere ve çevreye duyarlı alt LANMASI)” OLARAK BñLñNEN BU DU- bu zamanda her íeyin fevkinde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli benlikleri geliímemií kiíileRUM BOZULDUïU ZAMAN KANSER bir vazifedir; hem kemmiyet ise, rin çevreyi temiz tutmaları ve OLUìUR. keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azkirliliðe karíı tedbir almaları dır; hem muvakkat ve mütehavvil çok zordur. ñnsanın ontolojik siyaset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemat-ı îmâniyeye olarak kurması gereken bir diðer irtibat ise, kendi nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da iç dünyasıdır (gönlü-vicdanı, öz benliði). “Ey inolamaz. Risâle-i Nur’un talimatı dâiresinde ve bizlere san, önce kendini bil!” ve “Kendini bilen Rabbini bilir” bahíettiði hizmet noktasında feyizli makamlara kanagibi beyanlar bu irtibatın önemine dikkat çeker. at etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve Kiíinin, grupların ve toplumların saðlıklı bir müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat hayat sürmesi ve her seviyede saðlıðını koruyabilve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda mesi, bu dört irtibatı aktif hâle getirmesine, bunterakki etmeliyiz.” lar arasında koordinasyon ve uyumu inía etmesichaydin@sizinti.com.tr ne ve bunu sürdürülebilir kılmasına baðlıdır. Kiíi
8
Ramazan KERPETEN
1
500-1870 yılları arasında yaklaíık leri zinde tutabilmek maksadıyla her gün onları 12 milyon Afrikalı köle, Amerika’ya düzenli olarak güverteye çıkarırlar ve sözde dans getirilmiítir. Köle ticareti 1700’lü ettirirlerdi. Dans ettirme dedikleri de íuydu: yıllarda en üst seviyeye çıkmıítır. En fazla köle Gemideki tayfalar kırbaçlarını kölelerin çıplak satın alan ülke, dört milyon ile Brezilya’dır. Bu vücutlarına íaklatırlar ve onlar da can havliyle yıllarda, Florida ve Kaliforniyalı tacirler tarafınsaða sola kaçıíırlardı. dan ñspanya kolonilerinden Arjantin’e iki buçuk Bu dönemde iki türlü kaptan vardı: Fazla köle milyon köle satılmıítır. Deðiíik tacirler tarafınyükleyenler ve az yükleyenler. Az yükleyenler, dan da, Fransız kolonilerinden bir milyon altı hastalık ve ölüm riskinin azalacaðını düíünerek yüz bin, ñngiliz kolonilerinden iki gemiye az köle alırlardı. Fazla yüklemilyon ve Hollanda kolonilerinden yenler ise, gemide ne kadar yer varsa, beí yüz bin köle getirtilmiítir. Karaib oraları kölelerle doldururlardı. ManAdalarındaki halkın % 90’ı da köletıkları ise íuydu: Nasıl olsa yolda leítirilmiítir. birileri ölecek, öyleyse alabildiðimiz Köle ticareti yapan gemilerdeki kadar çok köle alalım. kaptan ve tayfaların en korktukları ... íey, kölelerin isyan etmeleriydi. Bu Atlas Okyanusu’nu geçerken yaksebepledir ki, köleler götürülecekleri laíık iki milyon Afrikalı ölmüítür; yere, el ve ayaklarından birbirlerine Robert Walsh, 1772–1856 ölüm sebeplerinin baíında dizanteri yýllarý arasýnda yaþamýþ, ve çiçek hastalıðı gelmektedir. Köle baðlanarak sevk edilirdi. Kaptanın maddî çıkarı gereði bu Batý Afrika sahillerinde köle tacirleri, kölelerin birinde en ufak denetimi yapan gemilerde ‘insan yükü’nün karaya saðlam çıkma- vazife almýþ Ýrlandalý bir bir bulaíıcı hastalık belirtisi gördüksı çok önemliydi. Bu yüzden de köle- denetimcidir. lerinde, onu hemen denize atarlardı. 9
Resimde, 1700’lü yılların sonunda köle ticareti yapılan gemilerden birisi olan Brookes’in köleleri ne kadar sıkıíık hâlde taíıdıðı açıkça görülmektedir. Kanuna göre 454’e kadar köle yükleyebilmesine, yetiíkin erkeklere 40 cm kadar yatacak yer ayırma mecburiyetine raðmen, uygulamada durum çok berbattı. Çok daha fazla köle almak için geminin köíesinde bulunan raflara da yükleme yapılıyordu. Ortalama olarak sadece 45 cm’lik yüksekliklerde taíınan bu talihsiz insanlar ne dönebiliyor, ne de yana yatabiliyorlardı. Bütün gemilerdeki köleler hem boðazlarından, hem de ayak bileklerinden gemiye zincirlenmiílerdi. Hattâ birçok gemide -daha fazla köle alabilmek için- köleleri birbirlerinin bacak aralarına oturtup zincirliyorlardı. Resimdeki Brookes gemisinin sahibi bu íekilde, her seferinde gemiye 600 köle sıðdırabildiklerini ifade etmiítir.
Acılara dayanamayıp intihar edenlere de çok rastlanmaktaydı. Bunlar, ya denize atlayarak, ya kendini, yanındaki arkadaíına boðdurarak veya yemek yemeyerek canlarına kıyarlardı. Onların yemek yemediðini gören tayfalar, mallarının zâyi olmaması için ‘speculum oris’ denen bir usûlle, zorla kölenin aðzını açıp yemeði gırtlaðından aíaðıya tıkarlardı. 1810’dan itibaren birçok ülkede köle ticareti resmen yasaklandıðı hâlde, Atlanta üzerinden devam etmiítir. Yasaða raðmen 1810’dan sonra Afrika’dan iki milyon köle daha getirilmiítir. Bunlardan iki yüz bini ñngiliz denetim gemileri tarafından kurtarılıp tekrar Afrika’ya götürülmüítür. 1808’den itibaren Amerika ve Büyük Britanya köle ticaretini yasaklamıí ve kanunu uygulayabilmek için, Batı Afrika sahillerinde denetim yapmaya baílamıítır. Denetimlerde köle gemileri durdurulup, köleler serbest bırakılmıítır. Bu denetim gemilerinin birinde, Robert Walsh (1772-1856) isimli ñrlandalı bir denetimci de vardı. Walsh, denetimler sırasında kölelerin içinde bulunduðu kötü íartlara íahit olmuí ve bundan sonra da kendini bu kölelik karíıtı organizasyona vakfetmiítir. Walsh, ‘Notices of Brazil in 1828 and 1829’ adlı eserinde gözlemlerini kaleme almıítır. Hâdisenin ürperticiliðini olduðu gibi
gözler önüne serebilmek için, onun, 22 Mayıs 1829 tarihli notlarından bir kısmını aíaðıda aynen naklediyoruz: “ìüpheli gemiye çıktıðımızda yük gemisinin kölelerle dolu olduðunu gördük. Geminin adı Feloz, kaptanının adı Jose Barbosa ve istikameti Brezilya idi. Yük gemisi, bir korsan gemisi olacak kadar genií ve büyüktü. Gemide 366’sı erkek, 226’sı kadın toplam 592 köle vardı. Gemi, Afrika sahillerinden ayrılalı 17 gün olmuítu. Köleleri dar parmaklıklar arasına hapsetmiílerdi. Hücreleri o kadar dardı ki, köleler birbirlerinin bacakları arasına oturmuílardı ve o kadar sıkıíıklardı ki ne yatmalarına, ne de saðlarına sollarına dönme imkânları vardı. Bedenlerine hangi köle tüccarına ait olduklarını gösteren damgalar vurulmuítu. Bu damgaların kimisi göðüs altında, kimisi de kollarındaydı. O köle gemisinin kaptanı hiç utanmadan ve çekinmeden, bu damgaları kızgın demirlerle daðlayarak yaptıklarını anlatıyordu. Kölelerin baílarında bulunan íahıs da, çok acımasız biriydi. Elinde deriden örülmüí bir kamçısı vardı ve aíaðıdan en ufak bir ses duyduðunda inip kamçısını acımasızca kullanmaktan çekinmiyordu. Ayrıca o kamçıyı kullanmaktan haz alır bir hâli vardı. Kamçısını bu adamın elinden almak bana ayrı bir mutluluk verdi. ìimdi o kamçıyı o dehíet günlerini unutmamak için yanımdan hiç ayırmıyorum. Onlara acıyarak baktıklarımızı gördüklerinde, bu zavallı kölelerin o siyah yüzlerinde bir
Kölelerin naklinde kullanýlan “Feloz” gemisinin temsili resmi
Yukarýdaki resimde en ufak bir hastalýk belirtisinde bile kölelerin diri diri denize atýlmasýnýn tasviri görülmektedir.
aydınlık belirdi. Belli ki daha önceden bir merhamet kırıntısı görmemiílerdi. Onların dostu olduðumuzu anladıklarında, baðırmaya ve el çırpmaya baílamıílardı. ñçlerinden Portekizce öðrenmií olanlardan birkaçı ‘Viva, viva!’ (Yaíasın, yaíasın!) diye baðırıyordu. Özellikle de kadınlar çok ümitlenmiíler, ellerini havaya kaldırmıílardı. Onlara selâm vermek için elimizi aíaðıya uzattıðımızda sevinçlerini gizleyemiyor, ellerimizi öpebilmek için dizlerinin üzerlerine doðrulmaya çalıíıyorlardı. Onları kurtarmaya geldiðimizi anlamıílardı. Buna raðmen birçoðu kafalarını umutsuzca sallamaktaydı. Bazıları bir deri bir kemik kalmıítı ve özellikle de çocuklar ölmek üzereydi. Bizi en íaíırtan íey, bu kadar insanın 90 cm yüksekliðindeki ıíıksız ve havasız hücrelerde, üst üste ve sıkıíık olmalarına raðmen hayatta kalabilmeleriydi. O esnada dıíarıda termometre gölgede 30 dereceyi göstermekteydi. Kölelerin kaldıkları yerler iki bölüme ayrılmıítı. Birinci bölüm: 4,9x5,5 m; ikinci bölüm 12,2x6,4 m ebatlarındaydı. Birinci bölümde kadınlar ve kız çocukları istiflenmiíti, diðerlerinde ise erkekler ve oðlan çocukları vardı. Köleleri yukarı çıkardıðımızda içerde el ve ayak zincirleri görmüítük; demek biz gelmeden onları çıkartmıílardı. O korkunç yerde kavurucu sıcaklık o kadar íiddetliydi ki, buraya girilecek gibi deðildi. Bu bölümlere ancak köleleri çıkardıktan belli bir müddet sonra girebildik. Onları boíalttıktan sonra da bölümlerin ebatlarını ölçebildik. Yanımızdaki askerler; iíkence görmüí bu zavallı kölelerin yukarıya çıkarılıp hava ve su ihtiyaçlarının giderilmesini istedi. Köle satıcılarının adamları buna itiraz ettiler. Askerler, bu itirazları dikkate almadan köleleri yukarıya, güverteye çıkardılar.
Bu resimde, köle sorumlularýnýn kölelere yapmýþ olduklarý insanlýk dýþý muameleler tasvir edilmiþtir...
Her yaí ve cinsiyetteki bu insanların tamamı çıplaktı. Temiz hava ve su ‘lüksünü’ tadabilmek için koíturmuílardı güverteye... Arı kovanında vızıldayan arılar gibi vızıltılar çıkararak üst kata çıktıklarında güverte çökecek gibi olmuítu. Bu kadar çok insanın böyle nereden çıktıðına hayret etmiítik. Onların çıktıðı bölmelere girdiðimizde köíelerden birinde bazı çocuklar gördük; sanki kıí uykusuna yatmıí gibi kalakalmıílardı orda! Bu küçük ‘yaratıklar’ hayatı umursamaz bir hâle gelmiílerdi. Onları yukarı çıkardıðımızda ayakta duracak hâlleri bile yoktu. Temiz havanın tadını çıkardıktan sonra onlara su verdik, ancak o zaman acılarının büyüklüðünü anlayabildik; sulara delirmií gibi saldırdılar. Bu paha biçilmez sıvıya sahip olabilmek için bizlerden gelen ne tehdit, ne de rica onları durdurabiliyordu. Zaten suyu görmek bile onları deliye çevirmeye yetmiíti. Bu manzarayı gördükten sonra, bu yolculuklarda ölümlerin ve hastalıkların olması bize sürpriz gelmedi. 7 Mayıs’ta Afrika sahillerinden ayrılmıílar ve on yedi gündür yollardaydılar, bu süre içerisinde ölen elli beí köle denize atılmıítı. Bunlar genelde dizanteriden ölmüítü. Bu hastalıðı bu gemide kapmıílardı, Afrika’yı terk ederlerken her biri saðlıklıydı. ìu an yaíayanların birçoðu da, ölmek üzereydi ve güvertede boylu boyunca yatmaktaydı. Yüzlerine bakılamayacak kadar kirliydiler. Bu insafsız köle satıcılarından da hastalık kapanlar olmuí, bunlardan sekiz veya dokuzu ölmüí, altısı da kendi kamaralarında ateíler içinde yatmaktaydı. ... Ben bu iíkenceleri íiddetle kınayıp, kızgınlıðımı arkadaílarıma anlattıðımda onlar, daha buna benzer birçok köle taíıyan gemi gördükle11
rini ve bu geminin -bu hâliyle bile- içlerinde en iyisi sayılabileceðini ifade ettiler... Bir keresinde onlar Bonny Nehri’nde bir köle gemisine rast gelmiíler, geminin altından tuhaf sesler, iniltiler geliyormuí. Merak edip aíaðı kata baktıklarında çok dar bir alanda, birbirine zincirlenmií köleler görmüíler. Onları yukarı çıkardıklarında, kölelerin ikiíerli, üçerli gruplar hâlinde zincirlenmií olduklarını fark etmiíler. Birçoðu boðulmak üzereymií, aðızlarının çevresinde köpükler varmıí ve korkunç sancılar içinde kıvranıyorlarmıí. Bazıları önceden ölmüí, diri kalanlar ise onlara baðlı duruyorlarmıí. Üçerli hâldeki bu gruptakilerden mutlaka birisi ya ölüymüí veya ölmek üzere baygın vaziyetteymií. Bu gemidekilerin on dokuzu önceden ölmüí. Biraz daha yer açabilmek ve hava alabilmek için birbirini öldürenler de olmuítu. Erkeklerden yanındakini boðanlar, kadınlardan tırnaðını birbirinin kafasına geçirenler olmuí. Bazıları da daha az can çekiíerek ölebilmek için, bulabildikleri ilk fırsatta da kendilerini suya atmıílar.” Burada Robert Walsh’ın sözleri bitiyor... Bütün bu anlatılanların yorumunu okuyucularımıza bırakıyoruz.... rkerpeten@sizinti.com.tr
-
Kaynaklar www.illvet.com isimli ñsveç kaynaklı internet adresi (ìubat 2005) Ahmet Gürkan, ñslâm Kültürünün Garbı Medenileítirmesi, Nur Yayınları, Ankara. Illustrerad Vetenskap, Haziran 2004. 12
Büyük ñslâm Seyyahı ñbn-i Battuta’nın Vefatı (24 ìubat 1369)
I
slâm dünyasında isimleri en fazla bilinen seyyahlar; ñbn-i Fadlan, ìehabbeddin el-Ömerî, Katip Çelebi ve Evliya Çelebi’dir. ñbn-i Battuta da ñslâm âleminin meíhur seyyahlarından birisidir. Onun, haklarında fazla malûmat bulunmayan Anadolu beyliklerinin siyasî, sosyal ve kültürel hayatlarına dâir verdiði bilgiler, tarih kitaplarında önemli bir yer tutmaktadır. ñbn-i Battuta (1304–24 ìubat 1369), Tanca’da doðmuítur. 22 yaíında iken Hacca gitmek üzere memleketinden ayrılması, hayatının geri kalan kısmına da tesir etmiítir. Karadan ñskenderiye’ye kadar yaptıðı yolculuðun hoí geçmesi, geçtiði yerlerde din ve hukuk iílerinden anlayan birisi olarak çeíitli iltifatlar görmesi, önemli íahsiyetlerle tanıíması onun macerayı ve araítırmayı seven fıtratını kamçılamıí ve çeyrek yüzyıl sürecek olan seyahatlerinin baílamasına vesile olmuítur. Önce Nil’den Antakya’ya kadar bütün Suriye’yi dolaímıí, sonra Irak, Mezopotamya, Yemen, Somali ve ìarkî Afrika kıyılarında seyahat ederek buraları Seyahatnâme’sinde anlatmıí ve o günün ñslâm dünyasını íeyhler, evliyalar, zâviye ve medreseler âlemi íeklinde tasvir etmiítir. Her defasında seyahatlerini Mekke ve Kâbe’de nihayetlendirmiítir. Bizler açısından, onun Anadolu seyahati ve bu seyahatle ilgili anlattıkları daha önemlidir. ñbn-i Battuta, Lâzkiye’den bindiði bir Ceneviz gemisi ile Alâiye’de Türk memleketine ayak basmıí; buradan Antalya-Burdur-Isparta-Denizli-Milas-Konya-KaramanKayseri-Sivas-Erzincan ve Erzurum’a geçmií, daha sonra Birgi’den baílayarak Manisa-Bergama-Balıkesir-Bursa-ñznik-Gerede-Safranbolu ve Kastamonu’ya kadar gidip oradan da Sinop’dan bindiði bir gemi ile Deít-i Kıpçak ülkesine geçerek Özbek Han’ın ordugâhına ulaímıí, nihayetinde Bulgar íehirlerine ve ñstanbul’a varmıítır. ñbn-i Battuta’nın sonraki seyahati Hindistan ve civarına olmuítur. “ìarkta kâin ñslâm íehirlerinin en büyüðü” dediði Delhi’ye gelerek burada yedi yıl kadılık vb. görevlerde bulunmuítur. ñbn-i Battuta, Hint Okyanusu’nda üzerinde Müslümanların yaíadıðı adalar da dâhil olmak üzere, ñslâm coðrafyasının neredeyse tamamını dolaímıítır. ñbn-i Battuta son seyahatini ‘Sahra-yı Kebir’ de denen Sudan, Fas ve Nijerya’ya yapmıítır. Bu seyahati, 1353 yılında tamamlayarak Fas’a dönmüítür. Bu esnada 49 yaíında olan ñbn-i Battuta, ölüm yılı olan 1369’a kadar, muhtemelen ‘Gezip görülecek baíka yer kalmadı.’ düíüncesiyle baíka seyahate çıkmamıítır. Seyahat ettiði yerlere dâir verdiði bilgiler hem coðrafya hem de tarih ilmine önemli katkılar saðlamıítır. Birkaç defa soyulması ve bindiði gemilerin batması sebebiyle seyahat notları kaybolmuísa da, daha sonra eksiklerini tamamlayarak meíhur Seyahatnâme’sini vücuda getirmiítir. ìubatta Yaíanmıí Bazı Önemli Hâdiseler 7 ìubat 1695 Sultan 2. Ahmed Han’ın Vefatı 8 ìubat 1664 Yeni Cami’nin ñbadete Açılması 10 ìubat 1918 2. Abdülhamid Han’ın Vefatı 15 ìubat 1947 Rodos ve 12 Adaların Yunanistan’a terki.
Mehmet ERDOïAN
O
DERñN BñR GECE, SANKñ ìEBNEM ÖRGÜLÜYORDU. BñNLERCE Çñï DANESñ, BU DERñN GECELERñ HATIRLATAN GÖZBEBEïñNñN ñÇñNDEN SANKñ BELñRñP GELñYOR VE YANAKLARINA SÜZÜLÜYORDU. ANNEM AïLIYOR VE DUA EDñYORDU.
nu ilk, annemin dudaklarından dinledim ve ruhuma sindirdim. O naðme ile içim bir hoí olmuítu. Bir yüksek duvar vardı sanki mutluluk ile aramda. O ses ile eridi ufaldı ve silindi gitti o mehîp duvar, o yüksek sur… “Elhamdülillahirabbil âlemin” diyordu annemin dudakları. Gözlerinde yakamoz sarısı bir ıíık vardı. Bakıíları derindi. Onun içinde gecenin yıldızları ve mehtabı ıíıyordu devamlı. Evet, miracî bir çizgi görüyordum o karanlık içinden ötelere yürüyüp giden ve ardı sıra nice yolcuya ‘Gel!’ diyen… Bir çizgi, bir iz, bir ince yol… “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” ile baílıyordu bu çizgi, bu yol. O’na íükür ile baílıyordu… Evet, boyun eðmeden içe dalma mümkün mü? Baíını öne eðmeden öze bakma ve kalbe nazar etme imkânı var mı? Elbette yok… Sonra annemin bakıíları baíka bir hâl aldı. Derinlik daha da büyüdü, daha da geniíledi, daha da sınırsızlıða yaklaítı. “Errahmânirrahîm” âyeti döküldü dudaklarından. Nurlu ve içli bir mûsıkî gibi aktı kucaðına bu kelimeler. Ben gözlerine bakarken, annemin kucaðına dökülen bu ıíık parçalarını da toplamadan edemiyordum. Onlar en güzide mücevher parçalarından daha deðerli geliyordu bana. Öyle parlıyorlardı ki an13
latamam. Sonra “Mâliki yevmiddin” dedi annem. “Din gününün Sahibi” diyordu… Allah, din gününün sahibiydi. Yani asıl günün, ölümsüz ve solmayan sabahın sahibi. O gün yaman bir gün, o gün her íeyin iyinin kötüden, karanlıðın aydınlıktan, çirkinin güzelden, ızdırabın neíeden, ayrılacaðı bir gündü. O sözler de bir tablo gibi çizgileriyle netleímeye baíladı nazarımda. Sanki bu sözün renkleri, íekilleri genií bir dünyayı örüyordu gözümün önünde. Annemin bakıílarından yansıyordu bu panoramanın çizgileri. Onun özünden kaynıyordu âdeta aík ve sevda tayfları… Onun kalbinden gelip gözlere misafir oluyor ve sonra dudaklarından naðmenin ıíıklarını, nurlarını alıp geliyordu bizim dünyamıza. Sonra “ñyyakena’büdü ve iyyakenestaiyn” sözleri aktı bir vaha ırmaðı gibi kalbime. Bu söz ne kadar müessir bir güç ve insanı kendine çeken bir efsun taíıyordu. “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen’den yardım dileriz.” Kâinattaki bütün varlıklara olan dilencilikten çekip kurtarıyordu kulunu Mevlâ. “Sen Benimsin ve kimseye bırakmam!” diyordu. “Hele nâdânlara, acizlere, sefillere seni bırakıp, parçalatmam.” diyordu ve bizi Kendi’ne çekiyordu. Emniyete erdiriyordu kalbimizi, ruhumuzu. Evet, bu söz çöllerde dolaían ruhuma sanki âb-ı zülâl gibi gelmiíti. O sözün iksirini içtim ve kuru dudaklarıma serinlik sunan ve kalbime dirilií tiryakı yudumlatan bu kevser ile kendimden geçtim. Kendime geldiðimde bir baíka boyuta çekildiðimi fark ettim. “ñhdinassırata’l-müstakîm” 14
diyordu annem. Bu söz, dosdoðru bir çizgi sunuyordu bizlere. Evet, “Sen Benimsin, siz Benimsiniz” diyen Mevlâ, bizden dosdoðru olmamızı istiyordu. Eðer böyle olmazsa, o Rahmeti Engin Olan’a ulaíamazdık. Yollarda zebil olup gitme, kurda kuía yem olma ihtimalimiz vardı. Zîrâ baílangıçta hafif bir sapma, ilerde büyük açılarla yoldan çıkmaya sebep olurdu. Bu dosdoðru çizgi, bir pusula bir rota gibi kalbimi bir ufka doðru çekti. Ve beni âdeta doðrunun zincir ve prangalarıyla baðladı, esir etti. Bu Hakk’a teslimiyet idi. Ve bütün hürriyetlerin, mutlulukların kaynaðıydı. Keíke bu teslimiyetim haíre dek sürse, sıratta devam etse, Cennet’e girinceye kadar bu zincirler, bu kementler beni sarsa ve bir dost gibi benden asla ayrılmasa. Bir tarif baíladı tekrar: “Sıratellezîne en’amte aleyhim” diyordu annemin dudakları. Bakıíları iyice uhrevîleímiíti. Ona bakan, oradan ince vazgeçilmez bir ıíık çizgisinin tâ Hakk’a doðru uzadıðını, rıza kapısına dayandıðını ve o kapının kilidini açan tılsımlı bir anahtar olduðunu anlardı. Evet, doðruluktu íifre. Bütün rahmet kapılarını ardına kadar açacak olan doðruluk ıíıðıydı, doðruluk nuruydu. “Bizi doðru yola ilet, nimete ermiílerin, nimetlendirdiðin peygamberlerin, evliyaların, ermiílerin yoluna ilet.” baíka deðil diyordu. Bu dua bize; “Böyle yakarıía geçin, en güzel dua budur.” der gibi nasihatte bulunuyordu. O an dudaklarım gayr-i ihtiyarî bu cümleyi tekrar etti. Bu kudsî beyan bir tılsımlı güce sahipti ve ömrümü merhamete uygun bir hâle getirecek ve onu bütün çirkinliklerden, karanlık ve kaostan temizleyecekti.
Annemin dudaklarından dökülen “Gayril maðdubi aleyhim” sözleri ile irkildim. Bu bir ikazdı, bu bir yanlıía sapmayın nasihatiydi. Bu sözde bin bir kırmızı ıíık yanıp söner gibi bir hâl ve keyfiyet hissettim. Sanki bu kırmızı ıíıklar bir yangın selinden, bir elem volkanından, bir acılar otaðından, bir ızdırap yurdundan geliyordu. Veya oradan yansıyordu. “Buraya gelmeyin, feci son ile kendinizi heder etmeyin.” ikazı vardı bu canavar gözünde parlayan, vahíi iítaha benzer kor gibi yakıcı, ürpertici, kızıl bakıíta. Ardından bir cümle döküldü dudaklarından annemin: “Veleddâllîn.” Bu daha korkunç bir ikazdı. Bu ikaz, derin bir çukurdan, dibi görünmeyen bir boíluktan veya ateí ile dolu bir cehennemden geliyordu. Öncekiler maðdûbindi, Allah’ın gazabına uðrayacak olanlardı. Günahkârlar da bunların arasında bulunuyordu. Fakat sonuncular, ‘veledâllîn’ sözüyle tarif edilenler, dalâlete sapmıí dallîn güruhuydu. Annemin gözlerine baktım o an. Derin bir gece, sanki íebnem örgülüyordu. Binlerce çið danesi, bu derin geceleri hatırlatan gözbebeðinin içinden sanki belirip geliyor ve yanaklarına süzülüyordu. Annem aðlıyor ve dua ediyordu. “Bu güruhlara dâhil etme bizi Allah’ım!” diyordu. Bir arz-ı hâli dillendiriyor ve naðmeleítiriyordu. Benim de gözlerim yaíardı. Bu iki güruh içine girmemek için, Allah’a dua ettim. ñíte o an annemin dudakları ‘âmin’ deyiverdi. Benim dudaklarım da ‘âmin’ dedi. Bu iki ‘âmin’ iki kanat gibiydi ve kalbimiz ruhumuzu, yekpareleímií umudumuzu, aíkımızı ve sevdamızı ötelere taíıyordu, Hakk’ın huzuruna çekiyordu. Kurtuluí iklimlerine yükseltiyordu…. merdogan@sizinti.com.tr
15
Âlemin uçarak ggeçtiùi yerlerde düüe-kalka yürüdüùümüz açık; gel gör ki, sürekli Süleyman tahtının vârisi olduùumuz iddiasındayız.. Sü ve henüz kendi ses ve üivemizi belirleyememiüken dünyaya bir üeyler anlatma peüindeyiz.
Hayvanlarda Sismik
I
Ahmet IìIK
nsanoðlunun ancak zaman içinde tespit edebildiði çeíitli tipteki sarsıntılar, bazı hayvanların vücutlarına yerleítirilmií mükemmel sistemler sayesinde rahatlıkla algılanabilmektedir. Sismik haberleímede kullandıkları bu sistemler sayesinde hayvanlar, çok küçük sarsıntıları bile tespit edebilmektedir. Bazı hayvanlar, tepinme veya ses çıkarma yoluyla biyosismik iíaret veya dalgalar meydana getirir. Iíıktan çok daha küçük dalga boylarına sahip bu sismik dalgalar, yüzeyde yayılmaktadır (Rayleigh dalgaları). Tepinme veya vurma gibi hareketlerle oluíturulan biyosismik iíaretler; eklembacaklılar, balıklar, sürüngenler, amfibiler, yengeç, fare, sincap ve diðer küçük memeliler arasında, haberleíme, av bulma ve yırtıcı hayvanlardan ko-
Rayleigh dalgaları
16
runmada kullanılmaktadır. kt d B Bunların l sadece d kkısa mesafelerde deðil, uzun mesafelerde de kullanılıyor olabileceðine dâir bazı iíaretler vardır. Son yıllarda bu küçük omurgalıların yanında, aslan, gergedan, boða ve fil gibi daha büyük sismik dalgalara sebep olabilecek büyük memelilerde de, bu metodun haberleímede ve diðer bazı sahalarda kullanıldıðı tespit edilmiítir. Filler, homurtu veya gürleme olarak adlandırılabilecek seslenme biçimiyle anlaíır. Araítırmalar, bu homurtuların Rayleigh dalgaları íeklinde yeraltında yayılabileceðini göstermiítir. Fillerin ayaklarını yere vurmalarıyla 32 km’ye, homurtularıyla da 16 km’ye kadar ulaían dalgalar meydana getirdiði ve bu íekilde haberleítiði tespit edilmiítir. Yarattıklarının ihtiyaçlarını en iyi bilen Alîm-i Mutlak; bu íekilde onların, eí bulma, alan belirleme, barınma, tehditlere karíı uyanık olma, korunma, kaynakları en iyi íekilde deðerlendirme, grupta uyum saðlama gibi konularda birçok ihtiyacını gidermektedir. Deneyler ve bilgisayar modelleri, fillerin kendilerine verilen kabiliyetle ürettikleri yeraltı
ARAìTIRMALAR, FñLLERñN BAZEN YÜZLERCE KñLOMETRE UZAKTA BULUNAN BñR BÖLGEDEKñ YAïMURA ÂNñDEN YÖNELDñKLERINñ DE GÖSTERMñìTñR. BUNUN SEBEP OLAN HUSUSUN, YAïMURDAN ÖNCEKñ GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN TOPRAKTA MEYDANA GETñRDñïñ TñTREìñMLER OLDUïU TAHMñN EDñLMEKTEDñR.
dalgalarını, havadan sesle haberleímenin uygun olmadıðı durumlarda kullandıklarını göstermektedir. Fillerin bu yeraltı titreíimlerini, hortumlarına ve ayaklarına yerleítirilmií olan alıcılar vasıtasıyla algıladıkları tespit edilmiítir. Dört ayaklı memeli sürülerinin yürüyüíleriyle meydana gelen dalgalar, memelinin büyüklüðüne, vücut yapısına, hattâ cinsiyetine baðlı olarak türlere göre farklılıklar arz etmektedir. Bir filin yürüme periyodu (birim yer deðiítirme için geçen zaman) 1,6–2,2 sn iken, bir atınki 1,2–1,8 sn, bir geyiðinki ise, 0,8–1,0 sn’dir. Çeíitli hayvanlarda farklılık arz eden bu yürüme periyotları sayesinde, hayvanlar dalgaların hangi tür tarafından
yayıldıðını tespit edebilmektedir. Meselâ bir aslan, bu periyotları temel alarak dalgaların bir ceylandan mı, yoksa zebradan mı yayıldıðını tespit ederek avlanabilmektedir. Yüce Yaratıcı bu hayvanları böyle hassas mekanizmalarla donatarak hem insanlara mükemmel sanatını göstermekte, hem de hayvanlara ihtiyaçlarını karíılamaları için imkân vermektedir. Stanford Üniversitesi’nde yapılan araítırmada, erkek ve diíi aslanların kükremeyle yaydıkları ses ve sismik dalgaların, birbirinden farklılık arz ettiði belirlenmiítir. Bir diíi aslanın tehdit oluíturabilecek tarzda davetsiz olarak kendisine yaklaían üç diíi aslanın geldiði yöne gitme tema17
HAYVANLARA BAHìEDñLEN SñSMñK DALGA OLUìTURMA VE TESPñT EDEBñLME KABñLñYETñ, ñNSANLIïIN DEPREM ARAìTIRMALARINDA BÜYÜK KAYNAKLAR HARCAYARAK ELDE ETTñïñ TEKNOLOJñK BULUìLARIN ÖNÜNE GEÇMñì, DEPREMñ ÖNCEDEN TESPñT ETME KONUSUNDA BñR ÜMñT IìIïI OLMUìTUR.
18
yülünün, davetsiz gelen bir aslandan daha az olduðu ve bu davetsiz misafir âíina olmadıðı bir erkek aslan olduðunda ise, diíi aslanın o yöne gitmekten kaçındıðı gözlenmiítir. Gecenin aynı saatinde, farklı yönlerden aynı su kaynaðına su içmeye gelen gergedanların da bu zaman uyumunu, aralarındaki sismik iíaret veya sesle saðladıkları tahmin edilmektedir. Fillerin de uzak mesafede sismik haberleíme gerçekleítirdiði gözlenmiítir. Filler üreme dönemlerinde eílerini bu yolla bulmaktadır. Ayrıca filler, muhtemel tehditlere karíı diðer filleri veya fil sürülerini yine bu yolla uyarır. Araítırmalar, fillerin bazen yüzlerce kilometre uzakta bulunan bir bölgedeki yaðmura âniden yöneldiklerini de göstermiítir. Buna sebep olan hususun, yaðmurdan önceki gök gürültüsünün toprakta meydana getirdiði titreíimler olduðu tahmin edilmektedir. Araítırmalar, köstebeklerin de (mole rat) sismik algılayıcılara sahip olduðunu göstermektedir. Köstebekler, tünel kazarken ürettikleri titreíimlerin bir cisme çarpıp yansımasıyla oluían sismik dalgaları, burun, pençe, kuyruk ve kafalarının arkasına yerleítirilen ve bir nev’i algılayıcı vazife gören ince ve sert kıllar vasıtazifesi sıyla alarak, cismin yerini, boyutunu ve mahiyetini belirleyebilmekte, kaza kazacakları tünellerin yönünü buna göre tespit edebilmektedir. H Hayvanlara bahíedilen sismik algılam kabiliyetine, Kur’ân-ı Kerîm’de lama karı karınca misâliyle iíaret edilmektedir.
Neml (Karınca) Sûresi’nin 18. âyetinde “Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.” ifadesiyle, karıncaların Hz. Süleyman (as) ve ordusunun geliíinden haberdar oldukları beyan edilmektedir. Bu âyette buyrulduðu gibi, karıncalardan birinin diðerlerini uyarabilmesi için, Hz. Süleyman’ın (as) ordularının geliíini görmesi veya ondan haberdar olması gerekir. Bu minicik hayvanlar henüz görüí sahalarına girmeyen bir orduyu göremeyeceklerine göre, ordunun ayak seslerine ait yerdeki titreíimleri hissetmií olabilirler. Nitekim araítırmalar, karıncaların titreíime hassas duyu organlarına sahip yaratıldıðını göstermektedir. Sismik haberleímeye uygun yaratılan hayvan anatomileri Bazı hayvanların anatomik yapısı sismik haberleímeye uygun yaratılmıítır. Meselâ yunuslarda, köpek balıklarından korunmada akustik algılamaya yardım ettiði tahmin edilen çene altı yaðları bulunmaktadır. Aynı cins yaðın bir köstebek türünün vücudunda da titreíimlerin algılanmasına yardımcı olduðu tahmin edilmektedir. Yunusların altçenelerinde bulunan yaðlar, gelen sesin íiddetinin iki kat büyütülmesine vesile olmaktadır. Deniz ayılarında (Trichechus manatus) yaðla doldurulmuí kıkırdak boíluðun ve kafatasındaki yað birikiminin, ses algılama ve çıkarmada vazife gördüðü tahmin edilmektedir. Fillerin ayaklarındaki ve kafalarındaki sert kıkırdak ve yað dokusu, bu hayvanların sesleri ve sismik dalgaları muhtemelen daha verimli algılamalarında rol oynamaktadır. Fillerin, böbrek, mide etrafı ve diðer iç organlarında kıí mevsiminde
yaðla neredeyse tükenirken, yaðlar haber haberleímede kullandıðı ayak ve baí kısımlarındaki yað miktarlarında m bir azalma olma olmaması da buna yorulmaktadır. Bu kıkırdak ve yaðca yoðu yoðun yapının, fillerin yerden gelen titreíimlere karíı hassa hassasiyetini artırdıðı tahmin eedilmektedir. dilmektedir. Ayrıca yapı yapılan gözlemlere göre filller, er, bir titreíim esnasında aðırlıklarını öne doðru vermektedir; böylece fillerin ayaklarının bu titreíimleri algılamaya yarayan yað ve kıkırdaktan meydana gelmií kısımları yere % 10 nispetinde daha fazla temas etmektedir. Büyük omurgalıların deri yüzeyleri dokunma ve gerilme gibi mekanik uyarılara reaksiyon gösteren sinir uçlarıyla (mechanoreceptor) donatılmıítır. Bunlardan en yaygın olan basınç reseptörü (Pacinian corpuscles) biraz derine, dokunma reseptörü (Meissner corpuscles) daha yüzeye, titreíim reseptörü (Herbst corpuscles, Lamellated corpuscles) ise, daha çok bacaklara yerleítirilmiítir. Bu alıcıların yerleri, yaratılıítaki mükemmelliðin bir iíareti olarak fonksiyonlarına uygundur. Hayvanlar depremi haber verebilir mi? Hayvanlara bahíedilen sismik dalga oluíturma ve tespit edebilme kabiliyeti, insanlıðın deprem araítırmalarında büyük kaynaklar harcayarak elde ettiði teknolojik buluíların önüne geçmií, depremi önceden tespit etme konusunda bir ümit ıíıðı olmuítur. Japonya’da, balık, timsah, zürafa, güvercin, maymun gibi 200’den fazla hayvan cinsi üzerinde bu konuda deðiíik araítırmalar yapılmıí, depremlerden önce bu hayvanların davranıílarının anormal derecede deðiítiði tespit edilmiítir. Meselâ depremden hemen önce farelerin binalardan çıkarak koíuíturduðu, tavukların yüksek yerlere çıktıðı, kazların ise, suya girmekten kaçındıðı görülmüítür. Stanford Araítırma Enstitüsü’nde, depremlerin hayvanlar vasıtasıyla önceden tespit edilmesi konusunda bine yakın gönüllüyle çeíitli
hayvanlar üzerinde araítırma yapılmıítır. Çalıímaların ilk iki yıllık döneminde gözlem bölgesinde meydana gelen on üç sarsıntının yedisinin öncesinde hayvanlarda anormal davranıílar gözlendiði bildirilmiítir. Anormal davranıí bildirilmeyen bölgelerde ise, anormal davranıíların gözlendiði hâlde bildirilmediði tespit edilmiítir. 1975 yılında Çin’in Mançurya bölgesindeki Haicheng íehrinde hayvanlar iyice huysuzlaímaya baílayınca halk, deprem tehlikesine karíı uyarılmıí ve böylece, binaların % 90’ının yerle bir olduðu íiddetli depremden önce íehrin boíaltılmasıyla büyük bir facia önlenmiítir. Burada birkaç saatlik bir yanılmayla depremin zamanı tespit edilebilmiítir. Kısa bir süre önce Çin’in Sichuan bölgesinde meydana gelen ve on binlerce kiíinin ölümüne sebep olan depremden önce de, kelebeklerin ve kurbaðaların depremin merkez üssünde bulunan bazı íehirleri terk ettiði gözlenmií, fakat yetkililer bu belirtileri pek dikkate almamıítır. Bu misâller açıkça göstermektedir ki, Yüce Yaratıcı’nın hayvanlara bahíettiði, insanın ise bilgi-teknoloji birikimini kullanarak ancak anlamaya çalıítıðı sismik algılama mekanizmaları, depremleri önceden tespit edecek sistemleri geliítirmede ilham kaynaðı olabilir. aisik@sizinti.com.tr
-
-
Kaynaklar C. E. O’CONNELL-RODWELL, L. A. HART, AND B. T. ARNASON, Exploring the Potential Use of Seismic Waves as a Communication Channel by Elephants and Other Large Mammals. Dr. Selim Aydın, Sızıntı Dergisi, Ocak 2000, Sayı: 252 Sismolog Karınca ve Termitler: Geleceðin Zelzele Uzmanları mı? Dr. S. Hakan Durmuí, Hayvanlar Depremi Önceden Haber Verebilir mi? Ekoloji Dergisi Sayı: 14. Sayı (Nisan-Haziran 2007). Caitlin O’Connell-Rodwell, Roland Günther and Simon Klemperer, Geophysical Research Letters 31 L11602 Kimchi T, Reshef M, Terkel J. Evidence for the use of reflected self-generated seismic waves for spatial orientation in a blind subterranean mammal. Kimchi T, Terkel J, Mole rats (Spalax ehrenbergi) select bypass burrowing strategies in accordance with obstacle size. http://news-service.stanford.edu/news/2001/march14/ elephants-37-a.html Kimchi T, Terkel J, Detours by the blind mole-rat follow assessment of location and physical properties of underground obstacles
19
ANNESñNñN ÖLÜMÜ, AHMET AGÂH’IN ÜZERñNDE, HAYATI BOYUNCA ATAMAYACAïI, VñCDAN AZABIYLA DOLU DERñN BñR TESñR BIRAKIR. ARTIK O, GñTTñKÇE DñNDARLAìIR. HER AKìAM, ANNESñNñN RUHUNA YASñN OKUR. ÜSKÜP’TEKñ RñFAñ DERGÂHI’NA VE MEVLEVÎ TEKKESñ OLAN SÂDñ TEKKESñ’NE GñDñP GELMEYE, ORADAKñ ZñKñRLERE KATILMAYA, BÜYÜK BñR ÇOìKUYLA ñLÂHñLER SÖYLEMEYE BAìLAR. Fatih BAïCIOïLU
Y
ahya Kemal Beyatlı, 2 Aralık 1884’te anneannesi Adile H Hanım’ın Adil ’ Üsküp’teki Ü kü ’t ki konaðında k ð d doðar. d ð Asıl A l adı Ahmet Agâh’tır. O doðduðunda daha on dokuz yaíında olan babası ñbrahim Naci Bey, onun doðumunu eíi Nakiye Hanım’ın Kur’an-ı Kerîm’inin son sayfasına tarihi ve saatiyla kaydeder Ahmet Agâh, çocukluðu, çevresi ve ilk eðitimi Yahya Kemal’in annesi ve babası, hem mizaç olarak hem de hayata bakıí tarzı bakımından birbirinden bir hayli farklıdır. Nakiye Hanım, “marazî bir derecede titiz ve temiz”1 ve beí vakit namazını muntazaman kılan, her gün huíu içinde Kur’ân okuyan, “beyaz baíörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eðilen,”2 oðluna peygamber sevgisi aíılayan dindar bir kadındır. Babası ñbrahim Naci Bey ise, sert, merhametsiz ve kızdıðında küfürbaz olabilen,3 ayrıca dinin “Ramazan’ından, bayramlarından, kandillerinden baíka íartlarıyla pek meígul” olmayan, “her akíam içkisini içen,”4 hayatını gönlünce yaíamak isteyen bir adamdır. Ahmet Agâh, 1889 yılında, beí yaíında Mahalle Mektebi’ne gönderilir. Bu okula üç yıl devam eden bu zeki çocuk, duyarak öðrendiði Amme Cüzü dıíında okumayı bile sökemez. Oðlunun bu durumunu gören babası ñbrahim Naci Bey, “benimsemediði bu eski usul eðitime, fırsat buldukça küfredecektir. Bayramlarda, evlere tepsiyle baklava sipariíi 20
veren Gani Hoca ile, sorduðunda alfabedeki harfleri tanıyasord madıðını d ð gördüðü ö düðü (oðlu) ( ðl ) Ahmet Agâh ona bu fırsatı zaten vermektedir.”5 Ahmet Agâh’ın eðitiminin son derece verimsiz sürüp gittiðini gören ñbrahim Naci Bey, sonunda dayanamaz, oðlunu alıp Üsküp Valisi Müíir Ahmet Paía’nın açtırdıðı, yeni öðrenim metotlarının kullanıldıðı Mekteb-i Edeb’e yazdırır. Fakat bu durum, ailede bir tedirginlik ve endiíe meydana getirir. Çünkü “Yahudi mahallesinde açılmıí olan okulun, Müslüman ahâlî arasındaki imajı hiç de hoí deðildir. Müdürlüðünü Selanik dönmelerinden Ali Galip Efendi’nin yaptıðı okula íüpheyle bakılmaktadır.”6 Bu yeni okulda, Ahmet Agâh ile bizzat okul müdürü Ali Galip Efendi ilgilenir ve “yeni usulle hazırlanmıí bir alfabeden çocuða harfleri íaíılacak bir hızla bir günde öðretir. Ahmet Agâh, iki ay içinde de okumayı sökmeye baílayacaktır. Baba, geliímelerden memnundur. Çocuk da ilk kaygılarının aksine okulu sevmiítir. Bu okul deðiíikliði, onun için bir inkılâp olacak ve yıllar sonra bu durumu, ‘ìark’tan Avrupa’ya geçií’ íeklinde tanımlayacaktır.”7 Ahmet Agâh, Mekteb-i Edeb’i 1895 yılında bitirir. Aynı yıl Üsküp ñdadisi’ne kaydolur. ñíte o yıl, bu küçük çocuðun aile felâketi baílar. Artık küçük Ahmet Agâh’ın mutlu çocukluk yılları bitmií, baba, bu küçük çocuðun diliyle söyleyecek olursak “kötüleímeye” baílamıítır. ñbrahim Naci Bey, Üsküp’te,
iç güveyisi olarak yaíadıðı hayattan bıkmıí, kendi babası ve kardeílerinin olduðu Selanik’te bir memuriyet bularak, orada “medenî bir insan gibi” yaíamaya karar vermiítir. Fakat bu kararı uygularken eíini ve çocuklarını üzmüí, kırmıí ve yıkmıítır. Bütün bu üzücü hâdiseler sonrasında Nakiye Hanım, verem olur ve yataða düíer. Fakat aile her íeye raðmen Selanik’e göç eder. Selanik hayatında Ahmet Agâh’ın annesi Nakiye Hanım’ın hastalıðı gittikçe artmıí, kendilerinden yakın ilgi beklediði eíi ve oðlunun ilgisiz tavırları, ona derin bir hayal kırıklıðı yaíatmıítır. ñbrahim Naci Bey, Selanik’te, kendini içki ve eðlence âlemlerine bırakmıí, gönlünce yaíamayı tercih etmií, Ahmet Agâh ise benzer bir duyarsızlıkla arzularının esiri olmuítur. Zavallı Nakiye Hanım, kendini yapayalnız hissetmií, memleketi Üsküp’e dönmek, o Müslüman íehrinde, (Ona göre Selanik “Yahudi ve gâvurla karıíık bir aðyar diyarı idi”) yakınlarının arasında ñslâmî bir atmosferde ölmek istemií, bu yüzden Selanik’ten ayrılıp Üsküp’e geri gelmiítir. Bir süre sonra, ñbrahim Naci Bey ve Ahmet Agâh da Üsküp’e geri döner. Ahmet Agâh, tekrar Üsküp ñdadisi’ne kaydolur. Fakat çok geçmez, Nakiye Hanım 1897 Eylül’ünde ölür. Annesinin ölümü, Ahmet Agâh’ın üzerinde, hayatı boyunca atamayacaðı, vicdan azabıyla dolu derin bir tesir bırakır. Artık o, gittikçe dindarlaíır. Her akíam, annesinin ruhuna Yasin okur. Üsküp’teki Rifai Dergâhı’na ve Mevlevî tekkesi olan Sâdi Tekkesi’ne gidip gelmeye, oradaki zikirlere katılmaya, büyük bir çoíkuyla ilâhiler söylemeye baílar. Ebcet hesabını öðrenir, Sâdi Tekkesi’nin íeyhi Kadri Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri alır. Bu arada evlerinde babasının kitaplıðından faydalanır. Muallim Naci, Recaizâde Mahmut Ekrem, Ziya Paía, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit ve Mehmet Celal’in eserlerini okur. ìiire karíı ayrı bir ilgi gösterir. Ahmet Agâh, 1900 yılında tekrar Selanik ñdadisi’ne yatılı öðrenci olur. Bu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenap ìahabettin’in eserleriyle tanıíır. Servet-i Fünun dergisini okur. Gerek Üsküp’te gerek Selanik’te, 2. Abdülhamid aleyhtarı bir çevresi ve hocaları vardır. Bu arada Ahmet Agâh’ın ilk íiiri, 10 Ekim 1901’de ñstanbul’da çıkan Musavver Terakki dergisinde yayımlanır. ñdadi (lise) eðitimini tamamlamak üzere, 1902 Nisan’ında on sekiz yaíında bir genç olarak ñstanbul’a, Humbaracı Yaíar Bey’in konaðına gönderilir. Bu bir mânâda, onu Üsküp’ten uzaklaítırma operasyonudur. Çünkü bu genç delikanlının babası ve üvey annesiyle geçimsizliði iyice artmıítır. ñlk defa ñstanbul’a gelií (1902) “Ahmet Agâh, bir sabah Selanik’ten bindiði trenle, yine bir sabah vakti ñstanbul’a, Sirkeci Garı’na gelir. ñstanbul’a ilk defa gelmektedir. O günkü uygulama gereði bu íehre, gümrükten girer gibi, yeni bir ülkeye ayak basar gibi, yol tezkeresini kontrol ettirerek girecektir. Polislerin kontroller sırasındaki tavrı, o gün orada bir íeyi hissetmesini saðlar; o,
‘dıíarı’dan gelmií biridir, bir taíralıdır.”8 Üstelik ñstanbul’a geldiði bu ilk günlerde, Rumeli íivesiyle konuímasının, ñstanbullu çocuklar tarafından alay konusu olması9 da, Ahmet Agâh’ta derin bir taíralılık kompleksinin oluímasını hızlandırmıítır. Münevver Ayaílı da hatıralarında, Yahya Kemal’in bu taíralılık kompleksini hayatı boyunca üzerinden atamadıðını anlatır. Hattâ, Yahya Kemal’in 1902 yılında geldiði ñstanbul’dan bir yıl sonra Paris’e kaçıíını, bu taíralılık kompleksiyle açıklar.10 Ahmet Agâh, ñstanbul’da, Malumat ve ñrtika dergilerinde íiirlerini yayımlar, íiirlerinde artık Agâh Kemal adını kullanmaktadır. Bu rast gele bir tercih deðildir. Ondaki Namık Kemal hayranlıðının tipik bir ifadesidir. ñstanbul’a lise eðitimini tamamlamak üzere gelen Ahmet Agâh, nedense bir okula kaydını yaptırmaz. Kendini tamamen duygularına teslim eder. O günlerde Tevfik Fikret, Halit Ziya, Ahmet ìuayıp gibi Edebiyat-ı Cedîde yazarlarının eserlerini okur. Onların, ülkelerine, içinde yaíadıkları topluma ve o toplumun deðerlerine yabancılaíma duygusunun tesiri altında kalır. Yine o günlerde tanıítıðı, ordudan atılmıí, ñslâm’a, Türklüðe ve bütün millî deðerlerimize düíman, Serezli ìekip Bey’in de Ahmet Agâh üzerinde önemli tesirleri olur. Bu kozmopolit adam, etrafına topladıðı gençlere, “memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem” gibi göstermeyi baíarmıí azılı bir 2. Abdülhamid muhalifidir. Serezli ìekip Bey, ñstanbul’da âvâre âvâre dolaían ve üstelik tek kelime Fransızca bilmeyen Ahmet Agâh’a da, Paris’e kaçmasını telkin ve tavsiye eder. Ahmet Agâh, 1903 Temmuz’unun son günlerinde, elinde bir bavul, baíında bir íapka “hür Fransa” bayraðının gölgesi altında yaíamak ve 2. Abdülhamid idaresiyle mücadele etmek üzere Paris’e kaçar. Daha on dokuz yaíındadır. Paris yılları ve Yahya Kemal adının ortaya çıkıíı (1903–1912) Reíat Beyatlı, aðabeyi Ahmet Agâh’ın “ñstanbul’dan Paris’e giderken istibdat korkusuyla, hüviyetini kaybettirmek için”11 adını Yahya Kemal olarak deðiítirdiðini söyler. Yahya Kemal ise, bu konuyla ilgili “Vaktiyle, bir gazetede yazılar yazıyordum. Bir gün baí makale yazmam icap etti. Yahya Kemal diye imza attım… Bunun üzerine ismim Yahya Kemal olup çıktı.”12 diye bir açıklama yapar. Paris yıllarından itibaren artık karíımızda Ahmet Agâh deðil, Agâh Kemal deðil, Yahya Kemal vardır. Yahya Kemal, kısa süre içinde babasıyla haberleímenin bir yolunu bulur. Babasını, Paris’e eðitim maksadıyla geldiðine inandırarak, her ay kendisine düzenli olarak para gönderilmesini saðlar. Bir talebe otelinin küçücük bir odasına yerleíir. Yahya Kemal önce, Paris’e üç saatlik uzaklıkta bulunan College de Meaux’ya yatılı öðrenci olup, bir yıl Fransızca öðrenir. Üsküp ñdadisi’ne (lisesine) kaydolduðu 1895 yılından, Paris’e kaçtıðı 1903 yılına kadar geçen sekiz yıl içinde bir türlü liseyi bitiremeyen Yahya Kemal, Paris’te 1904 yılında, 21
“lise diploması istemeyen (iki yıllık) özel bir HAYATININ SON YIL- günlerde Türkiye’de 2. Meírutiyet ilân edilmií, okula, kendisinin Ulûm-ı Siyasiye Mektebi LARINI YAìAYAN BÜ- Paris’teki rejim muhalifi jön Türkler iktidara diye Türkçeleítirdiði Ecole Libre des ScienYÜK MUSñKñ ÜSTADI gelmiítir. Yahya Kemal, Paris’ten tanıítıðı ñtces Politique’in Hârici Siyaset Bölümü’ne”13 tihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden TANBURÎ CEMñL BEY, kaydolur. Dr. Nazım’ın yardımıyla Paris’te burslu öðrenYahya Kemal daha Paris’e gelir gelmez, ONA, HAFIZ POST’U, ci olmuí, babasına olan baðımlılıðı ortadan Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım, Hü- ITRÎ’Yñ, SEYYñD NUH’U, kalkmıítır. seyin Siret gibi rejim muhalifi Jön Türklerle 1910 yılında ñsviçre, 1911 yılında tekTANBURÎ ñSHAK’I, tanıíır. Kısa bir süre sonra, onların haftalık rar ñngiltere gezisine çıkan Yahya Kemal, ñSMAñL DEDE’Yñ ANtoplantılarına katılır. O yıllarda Paris’te, aydınbu baíıboí ve gönlünce hayatı yüzünden, LATIP BENñMSETECEK, lar arasında, kilise ve din düímanlıðı iyice artyıllardır Avrupa’da olduðu hâlde, 1908’de mıítır. Zaten, Paris’e rejim muhalifi düíünce- ONUN TÜRK MUSñKñ- kaydolduðu ikinci okulunu da bitirememiítir. ler, dinî ve millî deðerlerden uzak pozitivist bir SñNE BAKIìINI BÜTÜ- 1903’te geldiði Avrupa’dan, dokuz yıl sonra, altyapıyla gelen gelen Yahya Kemal, Paris’in NÜYLE DEïñìTñREREK, 1912’de diplomasız bir íekilde yurda dönbu dine karíı havasından kuvvetle etkilenmií, mektedir. Beí yıl babasının, dört yıl devletin FRANSIZ KÜLTÜRÜanaríist bir genç hâline gelmiítir. Üsküp’te maddî imkân saðladıðı genç adam, bu uzun NÜN DERñN BñR TESñRñ ezan sesleriyle büyüyen genç adam, Paris’te yılların ardından çaresiz bir íekilde ülkesine, ne hâle geldiðini, hatıralarında bakın nasıl an- ALTINDA KALMIì BU ñstanbul’a dönme kararı vermiítir. O günlerde GENCñ, KENDñ KÜL- hüzün doludur. Paris’ten ayrılmak, gönlünce latır: “Mitinglere ve nümayiílere karıíıyordum. TÜR DEïERLERñMñZE yaíadıðı bir hayata veda etmek, ona çok zor Sokaklarda International’i dinlerken, kalbim YÖNLENDñRECEKTñR. gelmektedir. Paris hayatı onun için, genií bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve “Baíka yıldızda bir hayat imií o, gözlerim yaíarıyordu. Jaures, Pressence, Vaillant, Alman His ve haz yüklü kâinat imií o.”15 anaríist Sebastien Faure ve Malato’nun nutuklarını hararetmısralarıyla tasvir ettiði bir hayattır. Yahya Kemal, Paris’te le dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilâlcilik heveslerim arta arta, yaíadıðı bu dokuz yılı ve sonunda memleketine dönüíünü, anaríist Jen Grave’ın Temps Nouveaux gazetesinin ateíli bir bakın bir íiirinde nasıl tasvir eder: kaarii ve müfrit bir tilmizi oluverdim.”14 “Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin, Yahya Kemal, çok geçmez Paris’te kendini bohem hayaKoynunda vardı, lezzeti bin türlü nimetin. tına kaptırır. Paris’in eðlence merkezlerine alıíır. Tamamen Bir gün veda edip o diyarın hayatına arzularına göre bir hayat yaíar. Fransa’nın Albert Sorel, Albert Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına.”16 Vandale gibi ünlü tarihçilerinin, Emile Bourgoix gibi en ünlü milletlerarası hukuk hocalarının ders verdiði Siyasal Bilgiler ñstanbul’a dönüí, Balkan Savaíı ve 1. Dünya SavaOkulu’ndan gerektiði íekilde faydalanamaz. 1906 yılında íı yılları (1912 – 1918) Londra gezisine çıkar. Orada Abdülhak Hâmid’i ziyaret eder. Genç íair 1912 Mayıs’ında “emsalsiz bir bahar Bir ñngiliz ailenin yanında iki buçuk ay pansiyoner olarak kalır. sabahı” gemiyle ñstanbul’a gelir. Gemiden iner inmez 1906 sonbaharında ñngiltere’den Belçika’ya, Brüksel’e geçip, bir araba tutar ve arabanın sahibine Divanyolu’na gitParis’e geri döner. Dersleriyle ilgilenmeye, imtihanlara girmemesini söyler. Köprü’den, Bahçekapısı’ndan, Bâbıâli ye çalıíır. Fakat okula ciddi bir íekilde devam etmeyen Yahya Caddesi’nden geçerken sanki bir rüya görüyor gibidir. O Kemal, imtihanlarda baíarılı olamaz. günlerde, Paris’in, bu genç adam üzerindeki tesiri o kaBu arada, öðrendiði Fransızcasıyla eski Yunan ve Lâtin dar büyüktür ki, Divanyolu’na giderken, arabadan bakınca íiirini inceler. Fransız edebiyatını anlamaya çalıíır. Bu çalıí“Gelip geçen halkın esvapları soluk, vücutları bücür, hâl maları onu, eski íiirimize yöneltir. Eski íiirimize “vukuf ve ü íanları zibidi görünür.”17 Yahya Kemal’in bu cümlesi, ünsiyet” için, Paris’teki ìark Dilleri Mektebi’nde Arapça ve Tanzimat’tan beri, bu milletin büyük maddî fedakârlıklar Farsçasını geliítirmeye çalıíır. Divan íiirini anlama yollarını yaparak Avrupa’ya eðitim için gönderdiði Türk aydınlarıaraítırır. O günlerde eski íiirimizin güzelliði konusunda annın, ülkelerine nasıl bir zihniyetle döndüklerini ve içinde laítıkları Ali Kemal’le tanıíır, dost olur. Genç íair, daha sonra yaíadıkları toplumla baðlarını nasıl yitirdiklerini göstermeEski ìiirin Rüzgârıyla adlı íiir kitabında toplanacak olan íiirlesi açısından son derece önemlidir. rinin ilk örneklerini o günlerde vermeye baílar. Yahya Kemal, ñstanbul’da arkadaíı ìefik Esat’ın Bütün bu iíler arasında, Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitireDivanyolu’ndaki evi ve Kıbrıslı ìevket Bey’in Kandilli’deki meyeceðini anlayan Yahya Kemal, 1908’de kaydını Sorbon yalısında kalır. O, bu evlerin el üstünde tutulan íeref miÜniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne yaptırır. O safiridir. ñstanbul’da kısa bir sürede genií bir çevre edinir. 22
Yakup Kadri’den Tevfik Fikret’e, Cenap ìahabettin’den Ömer Seyfettin’e, Rıza Tevfik’ten Süleyman Nazif’e, Ruíen Eíref’ten Halit Fahri’ye, Faruk Nafiz’den Orhan Seyfi’ye, Enis Behiç’ten ìahabettin Süleyman’a, Hakkı Tahsin’den Abdülhak ìinasi’ye kadar, tanınmıí ve yeni yeni tanınmakta olan birçok íair ve yazarla tanıíır. Yine Paris’ten tanıdıðı, ñttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım vasıtasıyla, Ziya Gökalp’le görüíür. Büyük musiki üstatlarımızdan Tanburî Cemil Bey’i tanır. Hayatının son yıllarını yaíayan (ölümü1916) bu büyük musiki üstadı, ona, Hafız Post’u, Itrî’yi, Seyyid Nuh’u, Tanburî ñshak’ı, ñsmail Dede’yi anlatıp benimsetecek, onun Türk musikisine bakıíını bütünüyle deðiítirerek, Fransız kültürünün derin bir tesiri altında kalmıí bu genci, kendi kültür deðerlerimize yönlendirecektir. Sanat anlayıíını, dost konaklarında, Türk ocaðı salonlarında, dergi ve gazete yazıhanelerinde, etrafında onu merak ve ilgiyle dinleyenlere büyük bir zevkle anlatan bu genç adam, bu yıllarda sanat ve edebiyat toplantılarının en seçkin misafiridir. Paris’ten geldikten sonra, henüz hiçbir íiiri yayımlanmadıðı hâlde, íiirleri, mısraları, dilden dile dolaímakta, büyük bir hayranlık uyandırmaktadır. ìiirlerinin sayısı, son derece azdır. Biblos Kadınları, Sicilya Kızları, Mehlika Sultan, Nazar, Leyla, Sene 1140, Mahurdan Gazel, Bir Saki gibi çok az íiiri bilinmektedir. Yahya Kemal, 1913 yılında Daruííafaka’ya tarih ve edebiyat hocası olur. 1914 yılında, Medresetü’l–Vâizin’de ve Haydarpaía ñttihat Mektepleri Lisesi’nde medeniyet tarihi ve Türkçe derslerine girer. 1915 yılında, Ziya Gökalp’in teklifi ve ñttihat ve Terakki üzerindeki nüfûzunu kullanarak, Darülfünun’a Medeniyet Tarihi müderrisi yani öðretim üyesi tayin edilir. Hâlbuki ne lise ne de üniversite diploması vardır.18 1913 yılından itibaren yazları Büyükada’da, kıíları ìiíli’de oturur. Yahya Kemal, aktif siyasetin içinde olmamakla beraber, ñstanbul’a geldiðinden beri birlikte olduðu ìefik Esat, Kıbrıslı ìevket, daha sonra Büyükada’da görüítükleri Paris’ten arkadaíı Ali Kemal, Necip ìakir, Tahsin Nahit, Ahmet Refik gibi isimler, genel olarak ñttihat ve Terakki Partisi’ne muhalif kiíilerdir. Özellikle ñstanbul’da Yahya Kemal’i basın yayın dünyasına ilk tanıtan Ali Kemal, hızlı bir ñttihat ve Terakki muhalifidir. Yahya Kemal, 1916 yılında, Ziya Gökalp’i de Büyükada’da oturmaya ikna eder. Ziya Gökalp gelince, Ahmet Aðaoðlu, Hamdullah Suphi, Celal Sahir, Necmettin Sadık, Fuat Köprülü gibi Türkçü aydınlar da Büyükada’ya toplanır. Genç íair artık, iktidar partisi ñttihat ve Terakki’nin önde gelen bu isimleriyle de beraber olup, dostluklar kurar. Yıllar, 1. Dünya Savaíı yıllarıdır, ülkede savaíın doðurduðu büyük bir yokluk, kıtlık yaíanmakta, binler-
ce, yüz binlerce Anadolu çocuðu, hayatının baharında, Çanakkale’den Sina çöllerine, Kafkasya’dan Galiçya’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız coðrafyada, savrulup gitmekte, vatanını müdafaa için íehit düímekte, elini, kolunu, ayaðını, gözünü, yüzünü kaybetmekte, evine ya hiç dönmemekte veya bütün umutlarını, hayallerini kaybederek dönmektedir. Bütün Türkiye coðrafyasında bu büyük acılar yaíanırken, Büyükada’da toplanan ve kendisini aydın olarak niteleyen bir avuç insan, gününü gün etmekte, hayatın tadını ve lezzetini çıkarmaktadır. Maalesef bunların içinde, Yahya Kemal de vardır. Tuhaf bir íekilde askere alınmayan Yahya Kemal, 1. Dünya Savaíı’nın bu acı yıllarında, eðlenceli günler yaíamakta, çeíitli kadınlarla hissî yakınlıklar kurmaktadır. Meselâ, genç íair Büyükada’da kaldıðı bu yıllarda, Heybeli Bahriye Mektebi’nde de tarih hocalıðı yapmakta ve talebesi Nazım Hikmet’in, eíiyle arası bozuk olan annesi Celile Hanım’la, bir aík yaíamaktadır. 1916–1919 yılları arasında üç yıl devam eden bu aík, ancak delikanlılıða yeni adım atmıí olan Nazım Hikmet’in, Yahya Kemal’i tehdidiyle biter. Nazım, genç íairin, annesinin yanına, evlerine geldiði bir gün, pardösüsünün cebine gizlice, “Hocam olarak girdiðiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz.”19 diye bir not bırakır. Evden ayrılınca bu notu görüp okuyan Yahya Kemal, büyük bir korkuya kapılır, ñstanbul’a gidip günlerce ortadan kaybolur ve Celile Hanım’la olan bütün münasebetini keser. Bu aíkın evlilikle neticelenmemesini, Yakup Kadri, Yahya Kemal’in kıskançlık kuruntularına ve sosyal mevkiini düíünerek “bu kadar dile gelmií bir kadınla” evlenmek istemeyiíine, Vâ-Nû ise, Yahya Kemal’in kendini, maddî ve mânevî bakımdan evliliðe hazır hissetmemesine baðlar.20 fbagcioglu@sizinti.com.tr
Dipnotlar 1. Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluðum, Gençliðim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, ñstanbul, 1973, s. 4. 2. Nihad Sami Banarlı, Nihad Sami Banarlı’nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Daðdan Bir Daða, ñstanbul, 1984, s. 17. 3. Beyatlı, Çocukluðum, Gençliðim, Siyasi ve Edebî Hatıralarım, s. 4, 27. 4. y.a.g.e. s. 4, 33. 5. Âlim Kahraman, Yahya Kemal Beyatlı, ñstanbul, 1998, s.16. 6. y.a.g.e. s. 16. 7. y.a.g.e. ss. 16-17. 8. y.a.g.e. s. 36. 9. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, ñstanbul, 1980, s. 89. 10. Münevver Ayaílı, ñíittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, ñstanbul, 1973, ss. 62-67. 11. Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, ñstanbul, 1960, s. 47. 12. Sermet Sami Uysal, Yahya Kemal’le Sohbetler, ñstanbul, 1959, s. 38. 13. Beíir Ayvazoðlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, ñstanbul, 2008, s. 371. 14. Beyatlı, Çocukluðum, Gençliðim,Siyasi ve Edebi Hatıralarım, s. 102. 15. Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, ñstanbul, 1974, s.162. 16. y.a.g.e. ss. 163-164. 17. Beyatlı, Çocukluðum, Gençliðim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, ss. 125-126. 18.Ayvazoðlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 371. 19. Taha Toros, Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre, ñstanbul, 1988, s. 128. 20. Yakup Kadri Karaosmanoðlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara, 1969, ss. 172-173. Vâ-Nû, Vâlâ Nurettin, Bu Dünyadan Nazım Geçti, ñstanbul, 1965. 23
Muhteüem geçmiüimize ve ümitlerimizde tüllenen aydınlık geleceùimize arka çevirerek iddialarla avunan bir toplum hâline geldik ve bu meü’um dönemde ortaya, kayda deùer herhangi bir eser koyamadık.
Kaptan Murat ÇELEBñ
RABB’ñM BñZLERñ KÂñNATIN EN HIZLI PARÇACIïI OLARAK YARATMIì. SANñYEDE 300 BñN KM YOL KAT EDERñZ. OLDUKÇA HIZLI YOL KAT ETMEMñZE KARìILIK, GÜNEì’ñN MERKEZñ OLDUKÇA YOïUNDUR. BU YOïUNLUïU ANLATMADA, TÜRKÇEDEKñ “ñïNE ATSAN, YERE DÜìMEZ!” DEYñMñ BñLE YETERSñZ KALIR.
H
ayat hikâyemi anlatmaya nereden baílayacaðımı bilemiyorum. En iyisi, yaratıldıðım andan baílayayım. Ben bir ıíık parçacıðı, yani fotonum. Yaratıldıðım yer, sıcak mı sıcaktı; sizin ölçülerinizle yaklaíık 15 milyon derece… Bulunduðum yer, Güneí’in merkezi... Kâinatın yaratılıíı esnasında, Yüce Yaratıcı’nın hidrojen çekirdeklerinde depoladıðı enerjiden var edildim. Güneí’in en önemli vazifelerinden biri, Dünya’yı ısıtmak ve ona enerji vermek… Bizler Güneí’in elçileriyiz. Bizlerin de vazifesi, kâinatın yaratılıíı esnasında (13 milyar 700 milyon yıl önce), Güneí’te depolanan enerjinin Dünya’ya taíınmasını saðlamak. Güneí’in merkezinde, füzyon dediðiniz nükleer tepkimelerde, 4 adet hidrojen çekirdeði, 1 adet helyum çekirdeðine dönüítürülüyor. 4 hidrojen çekirdeðinin kütlesi = 4x1,6726x10ø24 gram (yani 6,6904x10ø24 gram); 1 helyum çekirdeðinin kütlesi ise, 6,6447x10-24 gramdır. Dikkat edildiðinde görülecektir ki, 1 helyum çekirdeðinin kütlesi, 4 hidrojen çekir24
deðinden birazcık azdır. Aradaki farkı hesaplayacak olursak: 6,6904x10ø24 g – 6,6447x10-24 g = 0,0457x10-24 g. ñíte bu kadar az kütle farkı, Yaratan’ın emriyle muazzam bir enerjiye dönüíür ve böylece biz ve akrabalarımız nötrinolar yaratılırız. Rabb’im bizleri kâinatın en hızlı parçacıðı olarak yaratmıí. Saniyede 300 bin km yol kat ederiz. Oldukça hızlı yol kat etmemize karíılık, Güneí’in merkezi oldukça yoðundur. Bu yoðunluðu anlatmada, Türkçedeki “ñðne atsan, yere düímez!” deyimi bile yetersiz kalır. Bu yo-
ðunluk, suyun yoðunluðundan (1 g\cm3’ten) 150 kat fazladır. Bu yüzden daha birkaç milimetre bile gitmeden, etraftaki hidrojen ve helyum çekirdeklerine çarparız. Onlar bizi yutarlar; fakat hemen serbest bırakırlar; ancak birkaç milimetre ötede baíka bir çarpıíma bekler bizi. Her çarpıímada enerjimiz biraz azalır ve daha düíük enerjili birçok ıíık parçacıðına bölünürüz. Ömrümüzün çoðu -belki 100 bin yılı- bu çarpıímalarla geçer. Eðer bizler, Güneí’in merkezinden hiç çarpıíma yapmadan çıksaydık, Dünya bir anda kavrulurdu. ñlk baíta yüksek enerjiye sahip kılınan bizler, çarpıímalar neticesinde, içinizi ısıtacak, gözlerinizin görebileceði, düíük enerjili milyonlarca ıíık parçacıðına dönüítürülürüz. Güneí’te bizlerden oldukça fazla yaratılır; öyle ki, her saniye 4 milyon ton kütle enerjiye dönüítürülür. 5 milyar yaíındaki Güneí’te íu âna kadar, Dünya’nın kütlesinin yaklaíık 100 katı kadar madde enerjiye çevrildi. Güneí’in çekirdeðinde yaratıldıðımızı belirtmiítim. Merkezden Güneí’in yüzeyine doðru katmanları yavaí yavaí geçerek, Güneí’in dıí katmanlarından Fotosfer’e ulaíırız. Merkezden uzaklaítıkça enerjimiz azalır, sayımız artar ve sıcaklıðımız 5.800 dereceye kadar düíer. Bu sıcaklık size yüksek gelebilir; ancak unutmamalısınız ki, bizler 15 milyon derece sıcaklıkta yaratıldık. Güneí’in merkezinden, Fotosfer tabakasına kadar olan yaklaíık 700 bin kilometrelik yolu, yüz bin yılda aíarız. Fotosfer katmanı oldukça seyrektir, öyle ki yoðunluðu, sizin deniz seviyesindeki atmosferinizin yüzde biri kadardır. Burada çarpıíma yapmadan, hızla çıkarız. Dünya’ya ulaímak için, önümüzde 150 milyon kilometre uzay bulunmaktadır. Güneí’in içindeki çarpıímalardan göstermeye fırsat bulamadıðımız hızımızı burada sergileriz. 150 milyon kilometreyi
8 buçuk dakikada kat eder ve Dünya’ya geliriz. Aramızda, zararlı olabilecek hayli yüksek enerjili kardeílerimiz vardır. Ozon tabakası bunları ayıklamakla vazifelendirilmiítir. Zararlı olmayanlarımız, 100 km’lik atmosferinizi saniyenin 10 binde biri kadar bir sürede aíıp yeryüzüne gelir. Artık taíıdıðımız enerjiyi sizlere iletmenin vakti gelmiítir. Her birimiz vazifesini yapmaya baílar. Kimimiz Dünya’yı ısıtır, kimimiz rahmet yaðmurları yaðsın diye, denizlerdeki suyu buharlaítırır. Bunlardan baíka daha birçok vazifemiz vardır. Belki de en önemli görevimiz, bitkilerin yapraklarındaki klorofillerde yutularak, teneffüs ettiðiniz oksijende ve yediðiniz gıdalarda bulunan enerjiyi saðlamaktır. Bu yazıyı okurken harcadıðınız enerji, belki de öðle yemeðinde yediðiniz etli fasulyeden geliyor. Fakat unutmayın; hem etini yediðiniz hayvanın beslendiði otta, hem de fasulyede bulunan enerjiyi biz Güneí’in merkezinden getirdik. Bu sayfaları size getiren kamyonun mazotundaki enerjiyi de bizler taíıdık. Bizden milyonlarca sene önce Dünya’ya gelen kardeílerimiz, o zamanki bitkilerin yapraklarına enerji taíımasalardı, uzun süre toprak altında kalan o bitkiler çürüyerek petrole veya kömüre dönüíür müydü? Rabb’imiz bizleri (ıíık taneleri), maddede depolanan enerjiyi, sizlere hayat vesilesi olacak íekilde taíımakla görevlendirmií. Sizler düíünüp ibret alasınız diye, bizler vazifemizi eksiksiz yerine getiriyoruz. Bir sonraki yemeðinizde, tabaðınızdaki nimete bir de; “Yaklaíık 100 bin yıl önce, Güneí’in merkezindeki nükleer fırında 15 milyon derecede piíirilmií, zamanla soðutulup, insan bünyesine uygun hâle getirilmií bir enerjiyi yemek üzereyim.” nazarıyla bakın. kmcelebi@sizinti.com.tr
25
ñstiðrak* Dalma, içine gömülme, boðulma mânâlarına gelen “gark” kelimesinden türetilmií istiðrak; kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endiíelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.. ve binnetice vecde gelerek bir mânâda kendini bilemeyecek íekilde dalgınlaíıp hayrete dalmak demektir ki, hak dostluðuna erip “halvet-i hâssa” ile íereflenenlerin muhabbetten müíâhedeye, müíâhededen muhabbete gidip gelmek suretiyle, ya bütün bütün mâsivâyı (Allah’tan gayrı her íey) gönlünden çıkarıp atma veya Hakk’a im’ân-ı nazar ettiklerinden ötürü O’ndan baíkasını “net” olarak tam müíâhede edememe hâlidir. Bu, O’nu “net” olarak müíâhede etmeleri mânâsına da gelmez. Buradaki müíâhede bir “sezi” ve duyuítur. Bu durumdaki bir sâlik, Allah’ta fâni olmanın hâsıl ettiði iç sezií ve duyuílarla, bütünüyle “cem” televvünlerine gömülür ve artık hiçbir íeyi tam olarak fark edemez.. ki bu hâli idrak edip bu zevki duyanlar, bazen vücud-u ilâhîye istiðraklarını, ya “Ene’l-Hak” ya sözleriyle ifade ede gelmiída lerdir. Aslında, bu bir zevk ve hâl iíi olmasına raðmen çok defa iltibaslarla hakikat zannedilmiítir.. evet, sâlik bazen, neyin ne olduðunu fark edemez ve bir damla mesabesindeki mahiyetini, içine karıíıp kaybolduðu “Ehadiyet” deryası sanır ve yakıíıksız íatahatlara girer. Böyle bir zevk ve bu ölçüde bir hiss-i fenâ herkes için söz konusu olmasa da, “seyr u sülûk-i ruhanî”de çokları bu hâli duyar ve yaíar ki, bunlardan bazılarına da “Üveysî meírep” denir. Bu meírebe telmih sadedinde merhum Muallim Naci: “Bak ne istiðraka sevk ettin beni, Gözyaíı zanneyliyor çeímim seni” diyerek hoí bir söz eder. ñstiðrakın üç mertebesi vardır: 1. ñlmin hâlde istiðrakıdır ki; baílangıç itibarıyla hak yolcusu bazı íeyleri bilse de, onları tam duyup zevk etmediði için, gerektiði ölçüde o íeylerin hakikatlerine vâkıf deðildir.. evet, ilim ayrı íey, onu yaíayıp hissetmek ayrı íeydir. Aslında, iman, muhabbet, aík, zevk-i ruhanî insanın tabiatının birer buudu hâline 26
gelecekleri ana kadar nazarîdirler ve hakikatlerinin tam bilindiði de söylenemez. Ne zaman ki bunlar, insan vicdanında zevken ve keífen duyulurlar, iíte o zamandır ki hâl, mücerret ilme galebe çalar ve ilim hâlin içinde müzmahil olur gider. Buna, aynı zamanda peygamber ilmi de denir. Buna ilim denmesi, sadece bu iíin mebdeinin unvanı olması itibarıyladır. Yoksa o, aksiyon itibarıyla bir hâl ve pâye itibarıyla da bir makamdır. Gerçek peygamberlik mülâhazası mebde ve müntehâyı cem etmesi açısından, mebdee bakan yanıyla, Hz. ñbrahim ve ñsmail’le alâkalı “ñkisi de Hakk’a inkıyat edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oðlunu yere serdi.”1 ilâhî beyanı, böyle bir ruh hâletini ifade etmesi bakımından gayet mânidardır ve böyle bir istiðrakın müntehâsı, bizim tasavvurlarımızın istiabını aíar. Konuyu biraz daha açacak olursak; burada mücerret ilimden, ilimle hedeflenen hâle intikal söz konusudur. Ve müstesnaların hâli müstesna, onlar her zaman en güzel örnek konumlarıyla misallere, mesellere sıðmayacak kadar “âlicenap”tırlar. Onlar íimdilik mesellerin en güzeliyle kendi numune dünyalarında kalakalsınlar; hâlin bahis mevzuu olmadıðı mücerret bilgifehvâsınca, siyle bir bilgin 2 íuurunda olmadan sırtında kitap taíıyan merkûptan farksızdır. Bilgisiz hâl bir dalâlet ve ilhad, “hâl”siz bilgi de bir gaflet ve cehalettir. Nübüvvet bilgisi sayılan ilimle istikamet ise, ilim cevherinin, hâl televvünleriyle en yüksek semavî bir “araz” hâline yükselme keyfiyetidir. 2. ñíârâtın keíifte istiðrakıdır ki; ruhta Zât-ı Ulûhiyet hakikatinin inkiíafı ile sâlik, O’nun mukaddes isimlerinden “Ehadiyet” mertebesine, yani Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın, kulun idraki seviyesinde ona hususî vâridlerde bulunma mertebesine yönelir ki, bu mertebede ruh bütünüyle mâsivâdan alâkasını keser ve kalbin kadiríinas ibresinin gösterdiði ufka teveccüh eder. Böyle bir mazhariyete eren sâlikin nazarında, isimlerdeki ihtilaf tamamen ortadan kalkar ve her íey sıfat perdedarlıðıyla Hazreti Zât’ın nurlarına
müstaðrak görünür. Bu makama vâsıl olacaðı ana kadar, Cenâb-ı Feyyâz-ı Ezelî’yi “Cemîl, Celîl, Latîf, Kahhar...” gibi pek çok isimlerle anan hak yolcusu, duyuí ve hissediílerinin tesiri altında olmadan temyiz ve tefriki bırakarak, Hazreti Nur-u Zât’ın “bî kem u keyf” televvünleriyle mest ü mahmur bir hayata kendini salar. Bu hâli ifade sadedinde mest ü mahmurların pîr-i muðânı Hz. Mevlâna ne hoí söyler:
“Ey Müslümanlar, ne çare ben kendimi bilmiyorum .................. Ben ne dünyadan ne ukbâdan ne Cennet’ten ne Cehennem’den ne Âdem’den ne Havva’dan ne de firdevs-i âlâdanım; mekânım lâmekân, niíânım bîniíân oldu. Artık bende ne can var ne de ten; zira ben cânân otaðındayım. ñki gözü de (kapı) dıíarı ettim; iki âlemi birden görüyorum.. gayrı Bir’i biliyor, Bir’i söylüyor, Bir’i arıyor ve Bir’i okuyorum.. ey ìems-i Tebrizî! Dünyada öyle bir mestim ki, bu âlemde mestlikten baíkası bana derman olamaz.” 3. ìevâhidden “cem”in duyulduðu istiðraktır ki; ilâhî sıfatların emare ve tecellî dairesinden dahi hâlî ve zevkî olarak sıyrılıp sadece ve sadece “Ehadiyet” nurlarının íualarıyla Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın hakikatleriyle mermuz Hazreti Zât’ın tecellî-i akdesi içinde mahv u müzmahil olarak ilk kaynaktan baíka hiçbir íeyi duyup hissetmeme hâlidir ki, bu hâle, kenziyetteki makama avdet ve âlem-i ıtlaka dönmek de denir. Bu “hâl” ile hâllenen ruhun çok defa vird-i zebânı: “Allah vardı, O’nunla beraber hiçbir íey yoktu. O, íu anda da yine öyle..”3 ve sırdaílarına beyanı da: “Mekânım lâmekân oldu, Bu cismim cümle cân oldu; Nazar-ı Hak ayân oldu, Özüm mest-i lika gördüm.” (Nesimî)
íeklindedir. Herhâlde varlıðı kendinden olan Zât-ı Ulûhiyet’le, mevcudiyeti O’nunla kaim bulunan diðer varlıkların vücuddan nasiplerinin ifadesi, hâl ve zevk ehli için bundan daha güzel olamazdı. Sâlikin bu makamdaki hâlini ifade sadedinde bir güzel sözü de Abdurrahman Hâlis Hazretlerinden nakledelim:
“Ey Müslümanlar, bu ne hâldir? Ben kendi hâlimde íaíkınlık içindeyim. Bazen âíık-ı íeydâyım, bazen de bir mecnûn-u rüsvâyım, bazen mekânsız bir fakir, bazen de zamanın sultanıyım. ......................... Zira ben aík íarabının sarhoíuyum; baíka bir íey de bilmiyorum. Ben kuru zühd külahına boí vermií biriyim. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve minnet olsun ki, ben (aík yolunda) bâde içenlerdenim. Ben vahdet köyünde O Biricik’in sözünü söylüyorum; zaman íâhından endiíem ve hırka giyenlerden de korkum yoktur.” Hâle maðlubiyetle söylenmií ve Kitab’a, Sünnet’e muhalif bir kısım beyanları bilhassa tayyettim. O hâl ile serfiraz hak dostlarının öyle düíünmemeleri, kendi özleriyle zıtlaíma, makam-ı farkta bu kabîl düíüncelerin ifadesi de dalâlettir. Hele, onları taklîden avam halkın bu kabîl beyanlarda bulunması apaçık bir ilhaddır.
* Bu yazı, Sızıntı dergisinin Haziran 1996 tarihli 209. sayısından alınmıítır. Dipnotlar 1. Sâffât sûresi, 37/103. 2. Cuma sûresi, 62/5. 3. Buhârî, tevhid 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/431; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 18/204.
27
ûimdilerde bu gariplerden garip dünyaya musallat olan mülhidler, münkirler, bohemler, üehvet simsarları, hak ve adalet bilmez tiranlar; tali’siz yıùınlara üeytanların yapmadıklarını, yapamadıklarını yapmaktadırlar.
Cendel TUNA
Ç
ay ve yemek için evimizde her gün su kaynatırız. Sıcak yaz aylarında ise, dolapta bir íiíe buzlu suyumuz çoðu zaman vardır. Bazılarımız suyu buzlu, bazılarımız biraz ılıítırıp da içer. Böylece teknolojinin imkânlarını kullanarak, Yaratıcı’nın her íeye onunla hayat verdiði suyu bir hâlden diðerine çevirir dururuz. Bütün bunları yaparken suyun kaynama veya donma noktası çoðu zaman aklımıza gelmez. Tek farkında olduðumuz mevzu, suyu sadece soðutacaksak íiíeyi buzdolabının kapaðına, donduracaksak buzluða koyacaðımızdır. Buzdolabının kapaðı sıfırın üstünde, buzluk ise, sıfırın altında bir sıcaklıktadır. Peki, suyu 0 ºC’ye indirip orada tutarsak ne olur? Bir íiíeden bardaða taíırmamaya çalıíarak gazoz doldururken, oluían köpüðe dikkat etmiíizdir. Doldurduktan sonra da bardak yüzeyinde baloncuklar oluíur; daha sonra bu baloncuklar 28
büyür, yerlerinden kopup yükselir ve havaya karıíır. Çocukken yaptıðımız gibi, bardaktaki gazoza parmaðımızı veya bir pipeti batırdıðımızda, batırdıðımız nesnenin üzerinde hemen gaz baloncuklarının oluítuðunu görürüz. Suyun donmasında veya gazozdaki gazın kaçmasında olduðu gibi faz deðiíimlerinin baílangıcında hayret uyandıran bir enerji hesabı takdir edilmiítir. Hesaplar tutmadan faz deðiíiminin ilerlemesi, yani suyun donması veya buharın sıvılaíması (bulutun yaðmura dönmesi) mümkün deðildir. Bu hâdiselerin bir hesabının oluíu, alınıp verilen enerjilerin dengesi ve hayat için en müsait sıcaklık aralıklarında meydana gelmeleri kâinatta hiçbir íeyin tesadüf olmadıðını, her íeyin bir Alîm-i Hakîm’in tasarrufunda cereyan ettiðini göstermektedir. Kâinatta bütün maddelerin Yaratıcı’nın koyduðu minimum enerji prensibine göre hareket ettiðini biliyoruz. Suyu dondurmak istediðimizde yapmamız gereken onu 0 °C’nin altında soðutmaktır. Sıcaklık sıfır dereceye düítüðünde, suyun buza dönüíme zamanı gelmiítir. Bunun için atomlar birbirlerine yaklaíarak üst üste yıðılmaya ve katı tanecikler oluíturmaya baílar. Ancak beí on atom veya molekül bir araya geldiði anda, baíka bir müíkül ile karíılaíırlar. Katı-sıvı, katı-gaz veya sıvı-gaz ara yüzeylerinin oluíabilmesi için belli bir enerjiye ihtiyaç vardır. Katılaímak için toplanan atom kümelerinin yüzeyleri baílangıçta hacimlerine göre çok büyüktür. Öyle ki, yüzey oluíturmak için aldıkları enerji verdikleri ısı enerjisine göre çok daha fazladır. Böylece toplam enerji artacaðından minimum enerji prensibi gerçekleímez. Bunu íöyle bir teíbihle izah edelim.
ìekil-1 Geri dönme eðilimi Büyüme eðilimi
Enerji bütçesi
Süs eíyası yapmak için boncuklar îmal ediyoruz. Bu boncukların yüzeylerini iíleyip parlatmak gerekiyor. Eðer îmal ettiðimiz boncuklar belli bir büyüklükten küçükse, yüzeylerini iílemek çok pahalı olmakta ve maliyeti karíılamamaktadır. Ancak belli bir boncuk büyüklüðünden sonra îmalât kârlı olmaktadır. ñíte sadece maliyetini karíılayan boncuk büyüklüðü kritik büyüklüktür. Bu ebadın üstündeki büyüklüklerde îmalât basitleíir ve kârlı hâle geçer. Böylece küçük boncuk taleplerini geri çevirmek kaçınılmazdır. Bu teíbihte olduðu gibi, baílangıçta oluían küçük katı atom ve molekül kümeleri (embriyo) yüksek enerji maliyeti sebebiyle yeniden sıvı hâle döner. Sonra bir kez daha toplanmaya baílarlar; fakat netice yine aynıdır. Embriyolar belli bir büyüklüðe eriímelidir ki, yüzeyleri hacmine göre azalıp toplam enerjiyi düíürsün. Bu da ancak daha fazla atomun bir araya gelmesiyle olabilir. Yeterli sayıda atom bir araya gelirse embriyo artık çekirdek adını alır ve katılaíma devam eder. ìekil 1’de homojen çekirdeklenme hâdisesi resmedilmiítir. Homojen çekirdeklenmenin çok hassas íartlar hâricinde meydana gelmesi pek mümkün deðildir. Çünkü enerji dengelerinin deðiímesi ve çekirdek teíkil edecek sayıda su molekülünün katılaímak üzere bir araya gelmesi için yerine göre -40 °C gibi düíük sıcaklıklara inmek gereklidir. Saf suyu sarsıntısız bir íekilde buzlukta bekletirsek -8 °C civarında aíırı soðumuí; fakat donmamıí su elde etmek mümkündür. Bildiðimiz donma noktasıyla çekirdeklerin meydana gelme noktası arasındaki bu sıcaklık farkına aíırı soðuma bölgesi adı verilir. Aíırı soðuma hâli yarı kararlı
r*
r
Kritik büyüklük
Faz deðiíiminin oluíabilmesi için, yeni faz çekirdekleri belli bir kritik büyüklüðe eriímelidir.
bir hâldir. Yani sıvı veya gaz aíırı soðumuí hâlde emaneten durur. En ufak bir müdahalede aíırı soðumuí sıvı katıya dönüíür. Gazozun içindeki gaz da yarı kararlı bir durumdadır. Fırsatını bulduðu anda havaya karıíır. Gazoza parmaðımızı veya bir pipeti daldırırsak, bunlar ilâve yüzey oluíturur ve katı-gaz ara yüzeyi kolaylıkla oluíabilir. Gazoza bir kaíık íeker atarsak, bulutlarda veya dökümde olduðu gibi aíılama yapmıí oluruz. Bu durumda gazoz hızla köpürür. Bir kapta ısıttıðımız su, kap cidarından çekirdeklenerek kaynar. Aíırı soðuma maddenin yarı kararlı bir hâlidir. Her maddenin belli bir aíırı soðuma derecesi mevcuttur. Meselâ sıvı bakır 1083 °C’de katılaíır. Homojen çekirdeklenme için 310 atomun birleímesi ve bunun için de 236 °C’lik bir aíırı soðuma gereklidir.
BULUTLARDAKñ BUHARIN VEYA AìIRI SOïUMUì SU DAMLACIKLARININ YAïIì OLARAK YERE ñNEBñLMESñ ñÇñN, BELLñ BñR BÜYÜKLÜïE ULAìMALARINA ñHTñYAÇ VARDIR. BURADA MñKROSKOBñK KATI TANECñKLERE ÇEKñRDEK OLUìTURMA VAZñFESñ VERñLMñìTñR. BU ÇEKñRDEKLERñN YOKLUïUNDA BULUTLAR ÇOK DAHA DÜìÜK SICAKLIKLARDA DAHñ YAïIì HÂLñNE GELEMEZ. DENñZLERDEN KURTULAN TUZ ZERRELERñ, ÇÖLLERDEN YÜKSELEN KUMLAR, VOLKANñK AKTñVñTELERñN KÜLLERñNDEN ÇIKAN SÜLFAT, BAZI PLANKTONLARIN SALDIïI DñMETñL SÜLFñT GñBñ TANECñKLER ÇEKñRDEK TEìKñLñ ñÇñN RÜZGÂRLAR YARDIMIYLA ATMOSFERE SEVK EDñLñR. 29
Çekirdek
Katı yüzey
ìekil-2 ñlâve yüzeyin çekirdek vazifesi görmesi, faz deðiíimini kolaylaítırmaktadır.
Normal íartlarda sudan farklı olarak birden fazla çeíitte moleküle sahip bütün maddeler, heterojen çekirdeklenme denen íekilde faz deðiítirir. Bu durumda atomlar sıvının bulunduðu kabın çeperlerini ve sıvının ihtiva ettiði mikroskobik katı parçacıkları (safsızlık) baílangıç yüzeyi olarak kullanır. Böylece hazır bir yüzey üzerinde çekirdeklenme gereken yüzey-hacim nispeti hızlı bir íekilde saðlanmıí olur (ìekil-2). ìimdi boncuk teíbihine geri dönelim. Küçük boncukları doðrudan üretmek yerine, herhangi bir usulle baíka bir maddenin üzerine kaplama yapılmasının yüzey iíleme maliyetini düíürdüðü keífedilmiítir. Küçük boncuklar artık bu íekilde imâl edilmekte ve maliyetleri azaltılmaktadır. Katı cidarların ve safsızlıkların bulunduðu hâllerde aíırı soðuma 2–3 °C’de bile görülür. Bu durum çok mühimdir. Bulutlardaki buharın veya aíırı soðumuí su damlacıklarının yaðıí olarak yere inebilmesi için, belli bir büyüklüðe ulaímalarına ihtiyaç vardır. Burada mikroskobik katı taneciklere çekirdek oluíturma vazifesi verilmiítir. Bu çekirdeklerin yokluðunda bulutlar çok daha düíük sıcaklıklarda dahi yaðıí hâline gelemez. Denizlerden kurtulan tuz zerreleri, çöllerden yükselen kumlar, volkanik aktivitelerin küllerinden çıkan sülfat, bazı planktonların saldıðı dimetil sülfit gibi tanecikler çekirdek teíkili için rüzgârlar yardımıyla atmosfere sevk edilir. ñíte Alîm-i Hakîm Hicr Sûresi’nin 22. ayetinde “Ve aíılayıcılar olarak rüzgârları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık.” buyur-
ìekil-3
250 Pm
Havadaki katı partiküller, yaðmur oluíumu için çekirdek vazifesi görür.
makta ve rüzgârların yerine getirdiði vazifelerden birinin de aíılama olduðunu nazara vermektedir. ñnsanların sorumsuzca atmosfere saldıðı egzoz gazları ve fabrika bacalarının dumanlarındaki kurum tanecikleri bile yaðmur için çekirdek oluíturur (ìekil 3). Dökümcülükte sıvı metale hususi maksatlarla (meselâ çabuk katılaíma olması ve metalin yüksek mukavemet kazanması için) katı maddeler ilâve edilir. Sıvı metal soðutulduðunda atomlar bu mikroskobik katı safsızlıklar üzerinde çekirdekler oluíturur. Bu çekirdekler büyüyerek tane denilen atom gruplarını teíkil ederler. Gruplar arasındaki düzensiz bölgeye tane sınırı adı verilir. Tane sınırları, yük altında atomların kaymasını zorlaítırır ve metalin mukavemetinin artmasını saðlar. Aíılama veya tane küçültme denilen bu usulle daha fazla çekirdek oluíması ve metalin mukavemetinin artması temin edilir. Yaðmurların azaldıðı günlerde gündeme gelen yaðmur bombası da sun’î çekirdekler oluíturmak için bulutları aíılama faaliyetidir.
SAF SUYU SARSINTISIZ BñR ìEKñLDE BUZLUKTA BEKLETñRSEK -8 °C CñVARINDA AìIRI SOïUMUì; FAKAT DONMAMIì SU ELDE ETMEK MÜMKÜNDÜR. BñLDñïñMñZ DONMA NOKTASIYLA ÇEKñRDEKLERñN MEYDANA GELME NOKTASI ARASINDAKñ BU SICAKLIK FARKINA AìIRI SOïUMA BÖLGESñ ADI VERñLñR. AìIRI SOïUMA HÂLñ YARI KARARLI BñR HÂLDñR. YANñ SIVI VEYA GAZ AìIRI SOïUMUì HÂLDE EMANETEN DURUR. EN UFAK BñR MÜDAHALEDE AìIRI SOïUMUì SIVI KATIYA DÖNÜìÜR. 30
Bulut yoðunlaíma çekirdekleri (Çap: 2Pm)
Nem damlacıkları (Çap: 20 Pm)
Tipik yaðmur damlası (Çap: 2000 Pm)
Bazı canlılar, Yaratıcı’nın kendilerine lütfettiði mekanizmalarla donmaktan korunurlar. Orman kurbaðası bunlardan biridir. Hücre içindeki suyun donmaya baílamasıyla birlikte kanında bulunan antijel protein, oluían çekirdeklerin etrafını sararak büyümelerine mâni olur. Böylece kurbaða aíırı soðumuí ve hareketsiz bir íekilde havaların ısınmasını bekler. Bu hâldeki bir kurbaðaya dokunacak olursak, kurbaða âniden donar ve ölür. Bir kurbaðanın aíırı soðumayı ve çekirdeklenmeyi bilmesi mümkün deðildir. Üstelik böyle bir mekanizmayı öðrenmek için tecrübe etmesi gerekir ki, bu da öldürücü olduðundan imkânsızdır. Bu durum, aíırı soðuma ve çekirdeklenmeyi takdir eden ve kurbaðayı buna göre yaratan bir Alîm-i Hakîm’in tasarrufuna açık bir iíaret deðil midir?! ctuna@sizinti.com.tr
Kaynaklar - http://www.int-res.com/articles/cr/5/c005p053. pdf - www.atmos.uwyo.edu/~geerts/atsc2000/class/ chap4_clouds.ppt - Lawrence H. Van Vlack, Çev: Recep A. Safoðlu, Malzeme Bilimine Girií .
Aík Yolcusu* Said Türkoðlu, irfanî kültürün içinden giderek kendine yol bulan bir gönül ve yazı insanı… Iíıðın Kalbi ve Hikmet Pınarı isimli kitapları Mevlânâ’nın yanı baíından doðmuítu. Ve íimdi son kitabı Aík Yolcusu ile bu yolculuðunu daha da derinleítiriyor. Türkoðlu, Mevlânâ’yı anlatırken onu ‘aík’ diye adlandırıyor ve bu, denemeler boyunca sürüyor. Anekdotlar, menkıbeler eíliðinde bir zincirin halkalarını andıran metinler Mevlânâ’nın hayat hikâyesiyle paralel ilerliyor. Denemeler arasında ilerlerken babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’in gözbebeði Mevlânâ’nın göç esnasında Niíabur’da Feridüddin Attar ile karíılaímasına, bu aík yolcusunun dünya yollarında çileyi, sabrı öðrenmesine, ariflerle, âlimlerle, bilgelerle hemhal oluíuna ve gönlünde git gide artan geniíliðe ortak oluyorsunuz. Yazar, Sultan Veled’in Maarifetname’sinden, Sipehsalar Feridun Ahmed’in Risalesi’nden ve Ahmed Eflakî’nin Menakıbü’l-Arifin’inden epey istifade etmií. Denemelerin arasından göz kırpan bu alıntılar ve anekdotlar yazarın duru üslubu ile birleíiyor. Türkoðlu, denemelerini mesnevi havasında yazmıí denebilir. Kısa cümleler, kimi zaman okuru derin bir tefekküre çaðırırken kimi zaman da hiç soluk aldırmadan içine çekiyor. Denemelerde, Mevlânâ’nın aík rehberlerinden Seyyid Burhaneddin, müridi ìeyh Selahaddin Zerkubi, Mesnevi’nin yazılmasına vesile olan Hüsameddin Çelebi, oðlu Sultan Veled ve etrafında halkalanan pek çok isimle karíılaíıyoruz. En önemlisi ise Celâleddin’i Mevlânâ yapan sırrın kapısını aralayan Tebrizli ìems ile buluíma ânı. Türkoðlu bu iki aík sultanının karíılaímasını íöyle anlatıyor: “Bir gün kalabalıðın arasından biri Aík’ın elini yakalar ve öper; ‘Dünyanın sarrafı beni anla.’ der, kaybolur. Mânâ göklerinden peteklenmií anlık bir bakıí, Aík’ın gönül evini hareketlendirmiítir. Bu anlık buluímadan tam sekiz yıl sonra asıl vuslat Konya’da gerçekleíir. Bu bakıí Celaleddin’in gönül evine nüfuz etmiítir.” Said Türkoðlu, Aík Yolcusu’nda Mesnevi’nin ilk on sekiz beytini ‘kendi’ gönül iklimine kulak vererek âyetlerle, hadîslerle bir mânâda íerh ediyor. Kitabın en uzun denemesi olan bu metin, yazarın nasıl zor bir iíe giriítiðinin de göstergesi. Zîrâ bu sahili olmayan deryanın hayat sözlerini, hikâyesini aík taílarıyla örmeye çalıímak kolay bir ií olmasa gerek. “Gönül Yasaları” baílıklı denemesinde yazar, Mevlânâ’nın: “Baíkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol”, “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol”, “Hoígörülülükte deniz gibi ol” gibi sözlerini açıklıyor. Kitabın sonunda ise, vuslata eren ve ölümü bir düðün gecesi olarak adlandıran Mevlânâ’nın Aík’a kavuíma günü tasvir ediliyor. Said Türkoðlu, duru bir dille aíkın perdelerini aralamaya çalıímıí. Ortaya incelikli ve ruha dokunan metinler çıkarmıí diyebiliriz. Bu hassasiyetin ıíıðında okuyucuyu Mevlânâ ile aíka yolculuða davet eden kitap, hakikate biraz daha yakınlaímak için ‘sahih’ bir vesile olabilir. Özellikle aík’ın mânâsını yitirmií modern zaman insanları için. *Musa ñðrek’in Kitap Zamanı’ndaki ilgili yazısından derlenmiítir.
31
YİRMİNCİ YÜZYILDA, BATI’NIN YETİŞTİRDİĞİ EN TANINMIŞ ŞAİR, YAZAR VE TENKİTÇİLERDEN BİRİ KABUL EDİLEN VE EDEBİYAT TENKİDİ DALINDA NOBEL ALMIŞ OLAN THOMAS STEARNS ELİOT’A GÖRE, BÜYÜK EDEBÎ ESERLER, DİNÎ MUHTEVALI ESERLERDİR VE BÜYÜK ŞAİR VE YAZAR DA, BELLİ BİR DİN VE AHLÂK ŞUURUFatih ALPEREN
E
debiyatla din arasında ne gibi ve ne ölçüde bir münasebet vardır? Dinî meseleler, edebî eserlere konu olabilir mi? Dinî konuların edebî eserlerde işlenmesi, bunun da ötesinde dinin, edebî eserleri şekillendirmesi, hattâ edebî eserlerin bir dinin tebliğ ve telkin vasıtası olarak kullanılması edebiyatın özüne uygun mudur? Bu ve benzeri sorular, yüzyıllardır edebiyat teorisinin en önemli tartışma konularından biri olmuştur. Bu tartışmalar genel olarak iki ana grupta toplanır: Kimi edebiyat teorisyenlerine göre, edebiyatın yegâne fonksiyonu, estetik zevk ve heyecan uyandırmaktır. Bu yüzden edebiyatın, bir fikrin, bir davanın, bir ideolojinin, bir inancın, bir dinin, tebliğ ve telkin vasıtası olarak kullanılması, onun mahiyetine aykırıdır. Edebiyatın gayesi, sadece edebiyattır. Edebiyat, okuyucuda, hoş ve ilgi çekici bir duygu, salt bir güzellik duygusu uyandırdığı zaman, fonksiyonunu yerine getirmiş olur. Yani edebiyatın, edebiyattan başka gayesi yoktur. Klâsik ifadesiyle söyleyecek olursak, “sanat sanat içindir”, “edebiyat şahsî ve muhteremdir.” Edebiyat, kendisi dışında hiçbir maksat için kullanılamaz. Dolayısıyla dini ve dinî değerleri işleyen bir edebiyattan söz edilemez. Edebiyat
32
NA SAHİP OLAN KİMSEDİR.
lâdinidir, yani dinle bir ilgisi yoktur. Onun konusu, aşk, tabiat ve insandır. Edebiyat, insanın tarihi süreç içerisinde sahip olduğu evrensel-dünyevi değerleri işler. Meselâ, Batı’da Sembolistler, bu anlayışın tipik bir misâlini teşkil eder. Onlara göre edebiyat, şiir, “dinin bile yerini tutabilir.” Batılı ünlü yazar ve Nobel mükâfatlı edebiyat tenkitçisi T. S. Eliot ise, “Ne bu dünyada, ne de öteki dünyada hiçbir şey, diğer bir şeyin yerini alamaz”1 diyerek, bütün bu görüşlere karşı çıkar. Fakat Batı edebiyatında, Albert Camus, Nietzsche, Türk edebiyatında, Beşir Fuat, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik gibi yazarlar hiçbir dine inanmaz ve dinle edebiyat arasında hiçbir münasebet kurmazlar. Bu görüşe tamamen zıt, ikinci görüşe göre ise, edebiyatla dini birbirinden tamamen ayırmaya çalışan yukarıdaki anlayış, “maddeci” ve “aşırı dünyevîlikle yozlaşmış”2 yanlış bir anlayıştır. Bu anlayış, hayatı, sadece maddeden ibaret gören, mânânın maddeye üstünlüğünün farkında olmayan sakat bir anlayıştır. Estetik zevk ve heyecan uyandırmak, muhayyel bir âlem inşa ederek hoş ve ilgi çekici bir duygu ve düşünce dünyası kurmak, okuyucuyu bu muhayyel duygu ve düşünce dünyasında dolaştırarak mutlu
lerindeki dinî görüşleri, “sayılamayacak kadar değişik etmeye çalışmak, edebiyatın yegâne fonksiyonu, tek şekillerde yorumlanmıştır.”4 fonksiyonu, hattâ ana fonksiyonu olamaz. Bu anRus edebiyatında Lev Tolstoy, eserlerinde, layış, edebiyatı çok basite indirgemek, okuyucuyu, ilk, bozulmamış, saf Hristiyanlığa dönüş özlemini gerçek olmayan, tamamen kurguya dayalı ve yalancı anlatmış, Hristiyan tasavvufuna büyük bir ilgi duybir dünyaya hapsetmek mânâsına gelir ki, yazarın muştur. Özel hayatında son derece dindar bir habuna hakkı yoktur ve olmamalıdır. Aksine edebiyat, yat yaşamış, kilisenin akla, mantığa ve dinin özüne ezelî ve ebedî hakikatin peşinde koşmalı, onu bulaykırı görüşlerine karşı çıkmasına rağmen, sık sık maya ve okuyucuya göstermeye çalışmalıdır. oruç tutmuş, köy kilisesindeki âyinlere katılmış, Sanat ve edebiyatın gayesi, ana fonksiyonu, tehattâ tamamen dinî muhtevalı, vaaz diyebileceğimel fonksiyonu, varlığını bize her an hissettiren miz yazılar kaleme almıştır.5 yüce Yaratıcı’yı aramak, bulmak, bilmek, tanımak Yine Rus edebiyatının en önemli yazarlarından ve O’nun yarattığı kâinat kitabını anlamaya çalışbiri kabul edilen, eserleriyle Rusya’ya derinden temak, O’nun muhteşem sanatı karşısında derinliği sir eden, çarlık Rusya’sında köleliğin kaldırılmasınolan bir duygu ve tefekkür ufkunu yakalamaktır. da büyük bir rol oynayan Dostoyevski, eserlerinde Necip Fazıl, sanat ve edebiyatın bu fonksiyonunu dinî muhtevaya büyük bir önem vermiş, hattâ “Bu“Sanat” adlı şiirinde ne güzel anlatır: dala” adlı eserinde, Hz. İsa’yı örnek tutan, O’nun “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış, hayatını kendisine ve insanMarifet bu, gerisi yalnız çelikEDEBİYATIN ESTETİK ZEVK VE HElığa model olarak alan, iyilik çomakmış.” YECAN UYANDIRMAK DIŞINDA BİR timsali bir karakter ortaya Yine bu görüşe göre, sanatçı da toplumun bir ferdidir ve FONKSİYONU OLMADIĞI, SANATIN koymaya çalışmıştır.6 Rus edebiyatında Dostoonun da toplumun bütün fertle- SANAT İÇİN OLDUĞU, DİNLE EDEri gibi, hem kendisini Yaradan’a BİYAT ARASINDA HİÇBİR MÜNASE- yevski ve Tolstoy, eserlerinde dinî konular üzerinde öylekarşı, hem de içinde yaşadığı BET BULUNMADIĞI KONUSUNDAKİ sine yoğun bir şekilde durtopluma karşı mesuliyetleri GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİN, HİÇBİR muşlardır ki, Batı edebiyatını vardır. Bu mesuliyetin başında da, ona Yaratıcı’nın ihsan ettiği İLMÎ DEĞERİ YOKTUR. AYRICA BU inceleyen birçok araştırmacı, dili, ustalıkla kullanma, duygu ÇARPIK GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER, onları, “çoğu zaman dinî konuve düşüncelerini sanatın ihti- YÜZYILLARDIR ORTAYA KONAN larla ilgili düşünceleri bakımından ele almışlardır.”7 şamı içinde mükemmel bir şeVE KONMAYA DEVAM EDEN DİNÎ 19. yüzyılın en büyük şair, kilde anlatma kabiliyetini, hayır MUHTEVALI EDEBÎ ŞAHESERLERLE, piyes yazarı, romancı ve tenistikametinde kullanması gelir. O hâlde sanatçı, başıboş, her is- BÜTÜNÜYLE ÇÜRÜTÜLMÜŞ VE ÇÜ- kitçilerinden biri sayılan Puşkin, gençlik yıllarında çarlık tediğini istediği şekilde anlatan, RÜTÜLMEKTEDİR. başkenti Petersburg’da yaşahiçbir kimseye ve hiçbir otoridığı başıboş, dinden uzak monden hayatın boğucu teye karşı sorumluluğu olmayan, nefsanî arzularıkâbusundan, İncil’in mânevî atmosferine sığınmış, nın esiri bir varlık değildir. yaşadığı bohem hayatından vicdan azabı duyarak, O, belli bir din ve ahlâk şuuru olan ve bütün eserlerini dinî duyguların akisleriyle doldurmuşyazdıklarını bu şuura uygun bir şekilde kaleme alan, tur. nâdide bir varlıktır ve hemen bütün büyük sanatçıRus edebiyatı ve Batı edebiyatı üzerinde çok lar, bu şuura sahip olmuşlar, bu şuura uygun eserler etkili bir isim olan Gogol, çok dindar bir anne vermişlerdir. Meselâ, Batı edebiyatında Dante, Ratarafından büyütülmüş ve ömrü boyunca bu dinî cine, Corneille, “büyük bir dinî şuur içinde eser vermiş 3 duyguların tesiri altında yaşamıştır. Gogol, eviyazarlar” olarak tanınmışlardır. İtalyan edebiyatının ne kapanıp günlerce İncil okuyan, Kudüs’e hacca en önemli şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilen gitmek arzusuyla yanıp tutuşan, sonunda bunu Dante, her ne kadar İslâm’a ve Peygamberimiz’e gerçekleştiren, faziletli bir insan olmak için çile (sas) karşı menfî bir bakış açısına sahip olsa da, çekmek gerektiğine inanan, devamlı oruç tutan ve eserlerini dinî konularla doldurmuş ve onun eser33
oruçlu ölen dindar bir Hristiyan’dır. Onun birçok eseri, ister istemez bu çok samimi dinî duyguların tesiri altında yazılmıştır. Alman edebiyatının en büyük yazarlarından biri, belki de birincisi olan Goethe de, eserlerinde dinî konular üzerinde durmuş ve özellikle, altmış yıl süreyle daha da mükemmelleştirme ve derinleştirmeye çalıştığı8 şaheseri Faust’u, Cennet, Cehennem, Şeytan gibi tamamen dinî-mânevî bir çerçeveye oturtmuştur. Goethe’nin birçok eserinde, dinî muhteva önemli bir yer tutmuş, yazarın ısrarla üzerinde durduğu önemli bir tema olmuştur. Fransız edebiyatının en önemli şahsiyetlerinden Gustave Flaubert, çocukken sahip olduğu dinî inançlarını, gençlik yıllarında kaybetmesine, üstelik “insan meslek tutmamalı, aile kurmamalıdır”9 gibi anarşist fikirlerine rağmen, daha sonra, kaybettiği dinî inançlarına yeniden kavuşmuştur. “Ermiş Antonius ve Şeytan” ve “Cehenneme Yolculuk” gibi birçok eserinde, dinî konuları işlemiş, eserlerini Hristiyanlığın önemli şahsiyetleri ve sembolleriyle doldurmuştur. En büyük Fransız şair ve yazarlarından biri olarak bilinen, Fransız kültürünün en önemli dehalarından Viktor Hugo, Allah inancı kuvvetli, dindar bir insandır. Eserlerinde dinî konulara yönelmiş, meselâ, “Notre-Dame de Paris” (Notre-Dame’ın Kamburu) adlı romanında, kaderin acıklı cilvelerini anlatmıştır. “Sefiller” yazarı, iç dünyası çok zengin, inançlı bir şair ve romancı olarak edebiyat tarihine geçmiştir. İran edebiyatında Sâdi, Pakistan edebiyatında Dr. Muhammed İkbâl, eserlerinde hep İslâmî değerleri işlemişlerdir. Sâdi ve Dr. Muhammed İkbâl, edebî eserlerinde, Kur’ân ve hadîsin aydınlık yolunu anlatmaya çalışmışlar, Hz. Peygamber’in (sas) insanlığa huzur saçan nurlu ifadeleri, onlar için hep yol gösterici olmuştur. Hint edebiyatının en büyük simalarından Tagor da, eserlerinde hep mistik duyguları anlatmış, insanın ancak bu mânevî duygularla huzur bulabileceğini dile getirmiştir. Türk edebiyatında da Ahmet Yesevî’den, Edip Ahmet’e, Yusuf Has Hacip’ten, Mevlânâ’ya, Yunus Emre’ye kadar edebiyatçılarımızın eserlerinde İslâmî değerler dâima ön plâna çıkmıştır. Allah aşkıyla dopdolu Mevlânâ, dünyaca ünlü Mesnevi’sini, İslâmî unsurlarla örmüştür. Anadolu’nun bağrından çıkan Yunus Emre, şiirlerinde hep İslâmî ve insanî 34
değerleri terennüm etmiş, ahireti, öteler ötesini, “Düşt’önüme hubbü’l vatan, gidem hey dost deyu deyu, Anda varan kalur heman, kalam hey dost deyu deyu.” diyerek, âdeta türküler söyleyerek karşılamıştır. “Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir, Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.” diyerek, okumaktan mânânın Allah’ı bilmek olduğunu, eğer insan, okuyup da Allah’ı bilmiyorsa, bütün çalışmalarının kuru bir emekten ibaret olduğunu anlatmıştır. Süleyman Çelebi, edebî dehasını, yüzyıllardır sevilerek, aşkla, vecdle okunan, dinlenen Mevlid’iyle göstermiştir. Şeyhi’den, Bâkî’ye, Fuzûlî’den, Nâbî’ye, Şeyh Galip’e kadar klâsik edebiyatımızın en büyük şairleri, en güzel na’tları yazmışlar, eserlerini İslâmî değerlerle güzelleştirmişlerdir. Klâsik edebiyatımızda, İslâm Tarihleri, Siyer-i Nebiler, Kırk Hadîsler, Yüz Hadîsler, Bin Bir Hadîsler, Kısas-ı Enbiyalar, Battalnâmeler, Gazavatnâmeler önemli bir yer tutar. Divan şairlerimiz, kasidelerinde, padişahtan, sadrazamdan önce, hep Hz. Peygamberi (sas) övmüşler, Allah’a hamd ü sena etmişlerdir. Klâsik edebiyatımızın hemen bütün şairleri, eserlerinde, ya bir âyet-i kerîmeye ya bir hadîs-i şerîfe veya İslâm tarihindeki bir hâdiseye telmihte bulunmuşlardır. Kısacası, Tanzimat’a kadar Türk edebiyatı, İslâmî değerlerin yoğun bir şekilde işlendiği bir edebiyat olmuştur. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında da, Şinasi’den, Ziya Paşa’ya, Namık Kemal’den, Ahmet Cevdet Paşa’ya, Abdülhak Hâmid’den, Muallim Nâci’ye, Tevfik Fikret’ten, Ömer Seyfettin’e, Yahya Kemal’den, Süleyman Nazif’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Peyami Safa’ya, Tarık Buğra’dan, Mustafa Kutlu’ya, hattâ, Attila İlhan’dan, Kemal Tahir’e kadar, hemen bütün tanınmış şair, hikayeci ve romancılarımızın eserlerinde dinî muhteva önemli bir yer tutar. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve onların çizgisinden gelen genç nesil edebiyatçılar da eserlerinde, dini, hayatın olmazsa olmaz temel değeri olarak görmüşler, eserlerini bu anlayışla kaleme almışlardır. Meselâ Mehmet Akif, bütün hayatını ve sanatını İslâm’ı anlatmak için kullanmış; Necip Fazıl, otuz yaşından itibaren yarım asırlık sanat hayatında İslâm’ı, İslâmî değerleri anlatmayı hayatının gayesi hâline getirmiştir.
Yukarıda, Türk ve dünya edebiyatlarından verilen örneklerle açıkça ortaya konulduğu gibi, edebî eserlerin en önemli kaynağı dindir. Hemen bütün şair, hikâyeci, romancı büyük yazarlar, dine, dinî konulara, dinin her şeye hayat veren ulvî değerlerine, kayıtsız ve ilgisiz kalmamışlar, aksine, dini, sanatın ve edebiyatın en önemli kaynaklarından biri olarak görmüşlerdir. Bu anlayış, materyalist hayat tarzının Batı dünyasında çok yaygın olduğu on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl için de geçerlidir. Yirminci yüzyılda, Batı’nın yetiştirdiği en tanınmış şair, yazar ve tenkitçilerden biri kabul edilen ve edebiyat tenkidi dalında Nobel Ödülü almış olan Thomas Stearns Eliot’a göre, büyük edebî eserler, dinî muhtevalı eserlerdir ve büyük şair ve yazar da, belli bir din ve ahlâk şuuruna sahip olan kimsedir. Netice olarak, edebiyatın estetik zevk ve heyecan uyandırmak dışında bir fonksiyonu olmadığı, sanatın sanat için olduğu, dinle edebiyat arasında hiçbir münasebet bulunmadığı konusundaki görüş ve düşüncelerin, hiçbir ilmî değeri yoktur. Ayrıca bu çarpık görüş ve düşünceler, yüzyıllardır ortaya konan ve konmaya devam eden dinî muhtevalı edebî şaheserlerle, bütünüyle çürütülmüş ve çürütülmektedir. falperen@sizinti.com.tr
Dipnotlar 1. Wellek, Rene-Warren, Austın, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev: Ahmet Edip Uysal), Ankara, 1983, s. 35. 2. Eliot, Thomas Stearns, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev: Sevim Kantarcıoğlu), Ankara, 1983, s.114. 3. Y.a.g.e. s.109. 4. Wellek-Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev: Ahmet Edip Uysal), s.153. 5. Porche, François, Büyük Yazarlar, Lev Tolstoy, (Çev:İhsan Akay), İstanbul, 1970, ss.117–128. 6. Büyük Yazarlar, Dostoyevski, (Çev: İhsan Akay), İstanbul, 1970, ss.103–108. 7. Wellek-Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev: Ahmet Edip Uysal) s.154. 8. Beutler, Ernst, Büyük Yazarlar, Johann Wolfgang Von Goethe, (Kısaltarak çev: T. Yücel), İstanbul,1970, ss.10–11. 9. Guıllemin, Henri, Büyük Yazarlar, Gustave Flaubert, (Çev:İhsan Akay), İstanbul, 1970, s.110. 35
Böbrek kapsüllerinde süzülen ve tüpçüklerde geri emilen maddelerin gram cinsinden günlük deðerleri aíaðıdaki tablodan incelendiðinde, geri emilmenin ne kadar önemli olduðu daha iyi anlaíılır. (Tablo-1)
ñDRARIN TERKñBñ VE VÜCUT SIVILARININ AYARLANMASI
I
Prof. Dr. Arif SARSILMAZ
drarın terkibinin ve miktarının bilinmesi, boíaltım sisteminin ve genel vücut saðlıðının devamı açısından önemlidir. Kan ve idrar tahlilleri, hastalıkların teíhisinde baívurulan en temel iki tahlildir. Birçok maddenin kan ve idrardaki yoðunluðunun deðiímesi, vücutta deðiíen veya bozulan bazı metabolik vetirelere iíarettir. ñdrar miktarı ile terkibinin deðiímesi, beslenme tarzındaki normal deðiíikliklerden olabileceði gibi, herhangi bir organdaki bozukluktan veya idrar boíaltım sisteminin herhangi bir yerindeki farklılıktan da olabilir. Bu sebepten, idrarda bulunması gereken maddelerin miktarının ve normal íartlarda bulunmaması gereken maddelerin bilinmesi gerekir. 1.012–1.022 gr/litre olan idrarın özgül aðırlıðı, sudan biraz daha aðırdır. 1,0–1,4 olan idrarın nispî viskozitesi (akıíkanlıðı) ise, sudan hafif daha koyu kabul edilebilir. ñdrarın, asitlik ve bazikliði belirleyen pH deðeri de, 4,8–7,6 arasında deðiíir. Buna göre idrar daha çok hafif asidiktir; ancak zaman zaman çok hafif bazikliðe kayabilir. Vücudun iç yapısına ait sıvıların terkibi ve yoðunluðu, metabolizmanın saðlıklı iíletilmesi adına hayatî ehemmiyeti hâizdir. Her maddenin kandaki miktarı, hassas kontrol mekanizmalarına baðlanarak dengede tutulur. Bu yüzden, kandan böbrek nefronlarının kapsüllerine süzülen maddelerin belli miktarı nefronların tüpçük kısımlarında geri emilir; kalan kısım ise, idrarın terkibine dâhil olur. Bu zâviyeden bakılınca idrar, hiç de basit bir sıvı deðil, aksine doku ve sistemler hakkında birçok gizli bilgiler taíıyan önemli bir atıktır. 36
Tablo-1 Madde Su Glikoz Ürik asit Üre Kreatinin Sodyum Kalsiyum Potasyum Bikarbonat Klorid Fosfat Amonyum
Kapsüllerde Tüpçüklerde süzülen geri emilen 170.000 168.500 170 169,5 8,5 7,5 46 19 1,7 0 566 561 17 16,8 28,9 26,2 270 269,7 634 628,7 5,1 4 -
ñdrarla atılan 1.500 0,5 0,53 27 1,7 5 0,2 2,7 0,3 5,3 1,1 0,7
Bir insanın günlük attıðı ortalama 1,5 litre (1–2 litre arasında deðiíebilir) idrarın içindeki mineral tuzların, íekerin ve diðer maddelerin toplam miktarı aíaðıda verilmiítir. Sol taraftakiler, fazla atılan maddelerin (gram cinsinden); sað taraftakiler ise, daha az miktarda atılanların (miligram cinsinden) listesidir. (Tablo-2) ñdrar tahlilinde, günlük toplam miktarlar üzerinden hesap yapmak, külfetlidir ve oldukça uzun zaman ister; bu yüzden hazır bulunan az miktardaki idrarın içindeki yoðunluðu hesap etmek daha pratiktir. ñdrar tahlilinde, ürik asit ve üre gibi bazı maddelere her zaman bakıldıðı hâlde, özel bileíiklere ve kuríun, nikel gibi bazı maddelere ancak hususi durumlarda bakılır. Herhangi bir maddeTablo-2 Madde Üre Toplam azot Klorid Sodyum Potasyum Fosfat Sülfat Kreatinin Amonyum Benzolglisin Ürik asit
Atılan toplam
Madde
miktar (gr/gün)
20–50 10–20 4–9 4–6 1,5–3,0 1,0–2,5 1,0–2,0 1,0–1,5 0,5–1 0,4–0,8 0,2–1
Atılan toplam miktar (mg/gün)
Kalsiyum Magnezyum Sitrat Fenolsülfat Glukuronat Steroid Glikoz Purin bazları Urobilinogen Porfirin Indoksilsülfat
100–400 100–400 100–300 80–120 40–400 50–250 10–200 10–60 0,5–2,0 0,02–0,1 0–32
Tablo-3 Madde Į1-Mikroglobulin Į2-Mikroglobulin Albumin Amilaz ȕ2-Mikroglobulin Bence-Jones-Protein Bilirubin C-Peptid Erginlerde Çocuklarda Sitrat Fluorid Galaktoz Erginlerde Bebeklerde Homosistin Kalsiyum Erginlerde Küçük çocuk Bebeklerde Bakır Kreatinin Erkeklerde Kadınlarda Mangan Myoglobin Nikel ñnorganik fosfat Oksalik asit Erginlerde Çocuklarda Porfobilinogen Civa Urobilinogen Kalay
ñDRARDA BULUNAN MADDELERñN NORMAL DEïERLERñ ñdrardaki yoðunluðu <13,3 mg/d <0,3 mg/l <20 mg/l 32-600 U/l <129 g/l negatif negatif
Madde Klorid (Erginde) 6 aylıða kadar 7–24 aylık 2–7 yaíları 8–14 yaíları Krom Kobalt
ñdrardaki yoðunluðu 170–210 mmol/d 0,22–0,36 g/d 0,65–1,58 g/d 1,19–2,63 g/d 1,86–4,18 g/d 0,6–2,9 g/l < 10 g/l
33-60 g/d 16-28 g/d 2,8-4,16 mmol/d 0,3-1,5 mg/d
Kadmiyum Kuríun Sistin Fruktoz Hemoglobin (serbest) Ürik asit Üre Potasyum Erginlerde 6 aylıða kadar 7–24 aylık 2–7 yaíları 8–14 yaíları Laktoz Lizozim Magnezyum Molibden Sodyum Erginlerde Oruçluyken 6 aylıða kadar bebek 2–7 yaíına kadar 8–14 yaíları Toplam porfirin Selenyum Çinko
<5 g/d <70 g/d < 30 mg/dl < 30 mg/d 0,02 mg/dl 2,38-4,46 mmol/d 13–33 g/24 saat
<10 mg/dl <20 mg/dl <1 mg/d 0,1-0,4 g/d 60-160 mg/d 20-100 mg/d <50 g/d <189 mg/d < 270 mg/d 0,2-1,0 g/l negatif < 1,7 g/l 300-1000 mg/d < 29 mg/d < 50 mg/d 0-2 mg/l < 20 g/d negatif < 2 g/l
nin miktarının normal deðerlerin üzerinde artması veya eksilmesi yahut idrarda bulunmaması gereken bir maddenin görülmesi, hekime hastalıðın teíhisi hususunda yol gösterir. (Tablo-3) Birçok insan, idrarda bu kadar madde olduðundan habersiz yaíamaktadır. Cıva gibi zehirli bazı maddelerin bir kısmı idrar ile atılarak, vücutta zehir birikmesinin önüne geçilir. Birkaç damlası bile, abdesti bozan bir kirlilik kabul edilen idrarın terkibinin hassas bir íekilde kontrol edilmesi, insan vücudunda
2–4 g/d 0,2–0,74 g/d 0,82–1,79 g/d 0,82–2,03 g/d 1,01–3,55 g/d < 35 mg/d < 1,4 mg/l 1,5–7,5mmol/d < 5 g/l 3–6 g/d hemen hemen 0 0,05–0,14 g/d 0,62–1,43 g/d 1,17–2,51 g/d <100 g/d 74–139 g/l < 140 g/g kreatinin
cereyan eden bütün metabolik süreçleri en ince teferruatına kadar bilen sonsuz bir ilim ve kudret sahibi Yaratıcı’yı göstermez mi? Hipokrat’tan ñbn-i Sîna’ya kadar birçok hekim, gerektiðinde idrarın da bir kitap gibi okunacaðını tespit edip, insanlıða önemli bilgiler sunmuílardır. ñdrar tahlilleri, bugün de, insan vücudundaki deðiíiklikler hakkında hekimlere çok mühim bilgiler vermeye devam ediyor. asarsilmaz@sizinti.com.tr
37
Çetin MAMUì
2
HOCASIYLA YAPTIïI KISA BñR GÖRÜìMEDEN SONRA, BASIN TOPLANTISINDA: “ONUN EN ÇOK ñHTñYACI OLAN ìEY, MORAL...” DñYEREK, BñRñNCñLñïñNñ AHMET’E HEDñYE ETTñ. AYNI GÜN BñR TELEVñZYON KANALI ñKñSñNñ BULUìTURDU; AKìAM ANA HABER BÜLTENñNDE AHMET ñLK HABERDñ.
006 Mart’ının ilk hafta sonu, Ahmet dershaneye gelmedi, bir sonraki hafta sonu da... Ahmet, o espri madeni çocuk, hastaneye yatırılmıítı. Meraklı bekleyií çok uzun sürmedi ve teíhis duyuldu: Lösemi (kan kanseri). Murat Hoca, geometri öðretmeni Selahattin Bey, fizik öðretmeni Selçuk Bey ve dershaneden bazı talebeler, Kozyataðı’ndaki özel hastaneye ziyaretine gittiklerinde Ahmet’te herhangi bir deðiíiklik yoktu. Dað gibi bir tevekkülle karíılandılar. Beklendiði üzere esprilerin baðı çözülmüítü yine. Ahmet periyodik kemoterapi seanslarına baílayınca, arkadaíları ziyaret için program yaptı, kimlerin hangi gün ‘Ahmet’e gideceði’ belliydi. Hastanede, evinde, onu düzenli olarak ziyaret ettiler; ona el bilgisayarı, sekiz parça basketbol seti aldılar; gerektiðinde kan (trombosit) verdiler. Öðretmen-talebe ortak ziyaretlerden birinde Ahmet’in babası Orhan Bey, hocaları bilgilendirirken: “Taze kan lâzım; Allah razı olsun, kimi aradıysak koíup geliyor. Ahmet’in durumu da gayet iyi, çok metin; fakat ben ve annesi periíanız, belli etmemeye çalıíıyoruz.” demiíti. Ah, anne-baba yüreðine düíen ateíi hangi kalem yazabildi? Bir baíka ziyarette Murat Hoca, itinayla hazırlattıðı çikolatayı Ahmet’e takdim ederek ondan, kutu ile kurdele arasına sıkıítırdıðı küçük kâðıtta yazılanları seslice okumasını istedi: 1- “Hastalıðı yaratan íifasını da yaratmıítır; ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz.” (Hadîs-i íerîf meali)
2- “Allah, iki sıkıntıyı ve iki rahatlıðı beraber vermez.” (Hadîs-i íerîf meali) 38
Ahmet’in yüzüne, inanmıí olmanın sıcaklıðı yayıldı. … Murat Hoca, dershanenin ÖSS hazırlık derece sınıfları danıímanıydı. Talebelerine Ahmet’i ve onun hastalıðını anlatmıí, onlar da ‘tanımadıkları bu arkadaílarına’ dua etmiílerdi. 2006 ÖSS neticeleri Temmuz’da açıklandı. Murat Hoca’nın talebelerinden Burak, bir puan türünde Türkiye íampiyonu olmuítu. Hocasıyla yaptıðı kısa bir görüímeden sonra, basın toplantısında: “Onun en çok ihtiyacı olan íey, moral...” diyerek, birinciliðini Ahmet’e hediye etti. Aynı gün bir televizyon kanalı ikisini buluíturdu; akíam ana haber bülteninde Ahmet ilk haberdi. Kalbden kalbe giden bu yol ne kadar gerçek, dünyevî dereceler ise, ne kadar mecâziydi... Eðitimden gâye ‘güzel insan olmak’sa íâyet, Burak o gece insanlık imtihanında sınıf geçtiðini düíündü. … Ahmet, adamakıllı ders çalıímayı özlemiíti. Tedaviye olumlu cevap verince, 2006 Eylül’ünde hem okuluna hem de dershanesine döndü. Okul, bilgi ile donanmanın yanında/ötesinde bir sosyalleíme alanıydı. Filmden spora, tadına bakmadıkları eðlenceli aktivite kalmamıítı. Okul çıkıíı yaptıkları hararetli basketbol maçlarından birinin akabinde Ahmet, normal kontrollerinin sonuncusunu yaptırmak üzere hastanesine gitti. Evleri hastaneye yakındı; her zamanki gibi, ilik örneði alınıp personele teíekkür ettikten sonra, yürüyerek evine geçti. Tahlil iílemi de öncekilerden farklı deðildi, ama netice... Ahmet, çok geçmeden hastaneye geri çaðrıldı. Hastalıðı nüksetmiíti... Hekimler ‘ilik nakli’ne karar verdiler. ÖSS’ye iki ay kala Ahmet’in imtihanı yeniden baílamıítı. … Kan aranmadıðı gibi ilik de aranmadı. Ahmet’le aynı okulda okuyan, lise birinci sınıf talebesi kız kardeíinin iliði, yüzde yüz uyuyordu. Özlem, aðabeyine çok düíkündü; onun hastalıðıyla birlikte kendi dünyasında yaíadıklarını anlatabilmesi için, ‘kalbinin dili olmalı’ydı... Çalıíkan, baíarılı, sorumluluk sahibi bu ‘güzel insan’, bir ay süreyle ilâç verilerek ilik nakline hazırlandı. Nakil, ñstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde yapılacaktı. Ahmet buraya, çok deðil beí ay içinde, bir ‘tıp talebesi’ sıfatıyla da gelebilecek potansiyel ve konuma sahipti. Ne var ki, ‘Her ìe-
yin Hakiki Sahibi’ baíka türlü takdir buyurmuítu. “Hakkımızda neyin hayırlı olduðunu bilemeyeceðimizi” iyi bilen Ahmet, 11 Mayıs’ta Çapa’ya taíındı. … Dershanelerdeki Mayıs yoðunluðu, hocaların Ahmet’i yeni yerinde ziyaretine müsaade etmeyince Murat Hoca, onu cep telefonundan aradı. Uzun uzun konuítular. Nihayet hoca, yanında kimin kaldıðını sordu. Ahmet, nakil hazırlıðı sebebiyle yanına kimsenin alınmadıðını, yalnız olduðunu söyledi. Yalnızdı... Sesi titredi... Aðladı... ñnancın, sabrın, metanetin timsâli bu çocuk yalnızlıðın hüznünü derinden hissetmiíti. … 24 Mayıs’ta nakil yapıldı. Ahmet; doktor, hemíire ve ‘dua’ nezaretinde tedavisini sürdürecekti. Hastalıklar, esasen bir muhasebe ve duaya vesile deðil miydi?! Ahmet’in sevenleri-sevdikleri, hususen kardeíi ile arkadaíları bu davete icabet ettiler: “Allah’ım, biz yoktuk, Sen var ettin, varlıðından haberdar ettin; hamd ve íükür Sana’dır. Benim, kırık, fakat takdirine râzı bir kalbden baíka sermayem yok... Çektiði sıkıntıyla günahlarını sonbahar yaprakları gibi döktüðün abime/arkadaíıma, íifâlar ihsan eyle...” Haziranda, hayatlarımızın fânî tarafını íekillendiren imtihanlar ayında, devran döndü; dua sırası Ahmet’teydi: Onun ‘makbul’ duasını alan arkadaíları ÖSS’de terlediler... Ahmet’in hastalıkla imtihanı devam ederken arkadaíları ve hocaları tatile çıkmıílardı. ñstanbul’da kalanlar, elbette, ziyareti aksatmadılar. Nakilden sonra okulun yeni buluíma yeri, Kadıköy’deki Eminönü ñskelesi’ydi. Burada, genellikle saat 17’de toplanıp vapurla Eminönü’ne geçiyor, oradan tramvayla Çapa’ya çıkıyorlardı. Ziyaretler, hastaya duyulan derin sevgiden dolayı hiç de yorgunluk sebebi olmuyordu: ñkbal, Ahmet’in dizüstü bilgisayarının -bunu da dedesi hediye etmiíti- internet problemini çözdü. Ailesi de Çapa’ya taíınmıítı. Annesi, Ahmet’in bütün íahsî ihtiyaçlarına yetiíiyor, Orhan Bey, o ilâç senin bu tahlil benim koíturuyordu. Çapa’nın teknik imkânları tabii ki özel hastane kadar iyi deðildi, Orhan Bey yoruluyordu... Her íeye raðmen o ve eíi, vazifelerini hakkıyla yerine getirmií insanların rahatlıðıyla dâima mütebessimdiler. Ahmet, temmuzda, buruk sevinçler yaíadı: Arkadaílarının çoðu, deðiíik üniversite ve bölümlere 39
yerleímiíti. Ahmet’e sabır düítü... Vücudunun yeni iliði kabullenme sürecinde uygulanan tedavi artık onu zorluyordu. Kullandıðı ilâçların tahribi sebebiyle idrar yollarından ameliyat edildi. Aylarca süren tedavinin zayıf düíürdüðü bedeni, bu operasyondan sonra iyice sarsılmıítı. Murat Hoca, aðustos baíındaki ziyaretinde Ahmet’le çok az konuítu; konuímanın dahi onu yorduðu kanaatine varmıítı. Babasına: “Aðabey, ben 12 Aðustos’ta askere gideceðim, gitmeden Ahmet’e kan vermek isterim. Sizden telefon bekliyorum.” diyerek ayrıldı. Orhan Bey, ihtiyaç olmadıðından, kan grubu tutmasına raðmen, hocayı o güne kadar hiç aramamıítı. Murat Hoca 7 Aðustos Salı günü íu mesajı aldı: “Sabaha doðru Ahmet’i kaybettik, baíımız sað olsun. Dönüí yalnız O’nadır” … Gözler aðladı, gönüller mahzûn oldu; fakat isyan edilmedi. Mülk O’nundu ve O, mülkünde dilediði gibi tasarrufta bulunurdu. Çaríamba günü öðle namazını müteakiben Kozyataðı Modern Camii’nin avlusunda toplanan cemaat, ‘iyi bildikleri er kiíi’ye haklarını helâl ettiler. Topraktan gelen, topraða dönmüí; Orhan Bey, mezarlıðın bitiíiðindeki caminin önünde, taziyeleri kabul ediyordu. Yine mütebessimdi; sıra Murat Hoca’ya geldiðinde: “Ah, hocam!” dedi, “Buraya kadarmıí. Takdir edilen ömür bu kadarmıí.” Bir yolcunun ‘aðaç altında azıcık dinlenmesi’ kadar olan íu dünya hayatı, herkes için farklı zaman dilimlerinde son bulan, ama her hâlûkârda kısa bir seyahatti. Burada, “Her nefis ölümü tadıp durmaktadır.” hakikati tecelli ediyordu. cmamus@sizinti.com.tr
40
Recep Şükrü GÜNGÖR
“Nerde babamın ölümüne ağladığım gecelerin karanlığı Nerde o keder ki, ruhumu her an tabiata verir. Anamın o güzel ahret inancı nerde Nerde, dünyanın ufuklar arası bilindiği altın devir.” (Dağlarca, Nedamet/Çocuk ve Allah)
A
rdıç kokuludur babam. Tezek kokuludur. Onurludur. Kıt kanaat geçinir, geçindirir; ama asla el açmaz. İhtiyacını belli etmez. Her eksiği giderilmiş gibi davranır. Neden böyledir babam? Böyle terbiye görmüş, böyle öğrenmiştir. Ali okulu mezunudur. Okuma yazmayı askerde çözmüştür. Ama el yazısı benimkinden güzeldir. Babam, iyi kalbli babam. Alnında kırışmadık nokta kalmamış. Diken diken olmuş çehresinin her kırışığı; çizgisi bir çilenin, bir bitkinliğin, yorgunluğun izini taşır ama, sen onu dünyanın en zengin insanı bulursun. Öylesine cömerttir. Ardıç köküne yaslanıp ovayı yalpıyıp gelen bakışları asırlık çilenin tahlilidir. Elinde dâima bir çakı bulunur. Fidanları tımarlar, sebzelerin diplerine birer çöp dikiverir. Ağaçların fazla gelen dallarını temizler. Babam, çalışmaktan yorulmaz. Namazını ne pahasına olursa olsun, kılar.
Namaz onun olmazsa olmazı. Bu şuuru okumuşlarımız bile gösteremiyor. “Nerden kazandı toprağın adamı bunu?” diyeceksiniz. “Atalarından tevarüs ettiği iman şuuru ve nasihat kültürü her zaman yazılı gelenekten güçlü olmuştur da ondan.” derim. Babam, çalışmanın fiilî dua olduğunu asla unutmaz. Her varlığın bir dille yaratıldığını benden çok daha iyi kavrar. Ağaçlarla, koyunlarla, tarlalarla, çapayla, orakla, tırpanla, kötenle, kayısıyla, dut ağacıyla konuşur. Onların ne dediğini anlar. Acıkmışlarsa gübre, susamışlarsa su verir. Her yaprağın sesini, sözünü dinleyen, anlayan babam. Bölünmez bir huzur içinde yaşar tarlalarda. Ağaçlardan nasibine selâmet düşmüştür. Çardağa oturdu mu, gözleriyle kirazlarını, dutlarını, incirlerini, elmalarını, cevizlerini sever babam. Dinlenmek için namaz vakitlerini seçer babam. Çocukluğumun kahramanı, gençliğimin cahili, bugünümün ise her şeyi babam. Meğer babamın varlıkla bağı ne kadar da güçlüymüş, ne kadar çok dil biliyormuş; meğer babam ne büyükmüş ve ben ona ne kadar muhtaçmışım! 41
Babasız geçen günlerime hayıflanmamın bir mânâsı yok. Geçen; geçti, gitti. Biz şimdiye bakalım. Her aradığımda neden camiye gitmiş oluyor babam? Babamın saati namaza göre. “Anne babam nasıl, ne yapıyor?” diye her sorduğumda: “Baban camiye gitti.” “Baban camiden yeni geldi.” “Baban camiye hazırlanıyor.” İnsan camiyle ancak bu kadar hemhâl olur! Tatil günlerinde sılaya vardığımızda da, durum aynı. Sofra kurulur, tereyağlı bulgur pilavı buğu buğu kokar, naneli cacık iştahımızı açar. “Babam nerde?” “Camiden daha gelmedi.” Bekleriz. Babam camiden gelir, elini yıkar, kurular; sofranın bir köşesine ilişir, ev sahibi değil de, eve yeni gelmiş utangaç bir misafir gibi âdeta. İnsan da dünyada hep misafir değil midir?!.. Pilav soğumuştur. Çocukların ağzı yanmaz. Çay gelir. Bir bardak. O da yarım. Çayı sevmez. Ona soğuk, içinde buzlar çalkanan ayran getirilir. Kocaman tasla. Babam işte. Her şeyi farklı. Toprak adamı. Tarlaya vardı mı, toprağa öyle bir bakışı vardır ki, onu anlamak, okumak biz mürekkep yalamışlar için zor. Kendisinin de, geldiği o toprağa döneceğinin farkındadır her an. Dertlerini, acılarını açmaz bize. Kendi kendine hesaplaşır hayatla, acıyla. İster ki, çocukları sadece huzurlu yaşasınlar. İnsanların derdine ortak olmak, derman olmak için çırpınır; ama asla lâf taşımaz. Bunca rüyadan, bunca hatıradan sonra babam tek ve yalnız, yolcu etti bizi tek tek. Kendi kaldı o uçsuz bucaksız ovalarda, bitmez tükenmez işin içinde. Bizden mutlu haberler bekleyerek vuruyor kazmasını ağaçların diplerine. İçin için gözyaşı döküyor gidişimize. Öğle yemeğini bir dutun gölgesinde yerken çakısını çıkarıp usulca kesiyor soğanını. Bir çoban mı olur, yoksa bir yolcu mu, veya bir işçi mi; ayırt etmeksizin ortak ediyor azığına. Babam ki asla tek başına yemez yemeğini. “Halil İbrahim sofrasıdır” demişler zamanında kulağına. O da onu kanun bellemiş, sofraya yalnız oturmamış bugüne kadar. Biz şehir ahâlîsi bir ceset gibi sürüklenirken şehirden şehre, semtten semte, mahalleden mahalleye, babam hayatın hâfızıdır şimdi tarlalarda. Biz uyurken, o ümitlerini ve insan sevgisini çoğaltıyor. 42
Biz dine mesafeli dururken, babam dini bir yorgan gibi sardı kendine; Anadolu’nun bütün babaları gibi. Kainât sarayında uçurtma uçuran çocuk gibi mesut hayaller kurdu babam. Âdem Nebi (as) onun pîri oldu. Su, toprak ve dua; bu üç kelime onu özetler. Saman doldururken harara, ot biçerken ineğe, odun kırarken sobaya ve su verirken pamuğa, dünyanın en metin insanıdır o. Dünyaya hak ettiği kadar değer verir, ama buradaki varlığını ve imtihanını ciddiye alır, nasibini de unutmaz. Namaza dururken dünyayı terk ediyormuş gibidir. Onun her namazı son namazı gibidir. Uzun, sıhhatli, tadil-i erkâna uygundur. Ahşap merdivendir babama dünya. Bir gün çürür düşer. Onun dünyadaki aşkı Kâbe’dir. Ne gün gideceğini hesap edememenin acısıyla kıvranır durur. Helâlinden kazanıp da o yolun tozuna belenmeyi düşler. Kuşlardan önce başlar hayata babam. Kuşlarla çekilir evine. Güneş doğmaz onun üzerine. Her şafak ayaktadır, her gün güneşi merhabayla karşılar. Fatiha bir bahardır babama, sabahtır. Yasin gün ortası, V’el Asr ise akşamın işaretçisidir. Gün döndü mü ikindiye, çalışması hızlanır, yirmi dört saatini derleyip toparlar ikindi duasıyla günün hesabını sunar Varlığın Sahibi’ne. Aramızda bir şeyler hep yarım kalmıştır. Aramızda bir mesafe hep açık kalmıştır. Varlığına varlığımdan daha çok itimat ederim. Günün belli saatlerinde evde, belli saatlerinde tarlada, geri kalanında ise camidedir. Kendi evine asla sessizce girmez, ya birini çağırır veya öksürür ki, geldiği anlaşılsın, uygunsuz vaziyette görünmesin kimse. Kendi evine bile misafirlik hâliyle girer. Mahcup babam. Annemin evdeki ağırlığı karşısında hiç rahatsızlık duymadığı gibi, memnuniyetini de belli etmekten kaçınmaz. Kolay kolay kızmaz, her hâdiseye sesini çıkarmaz. Sorulursa fikrini beyan eder. Gün kızıla döndü mü oturur çardağa, abdestini tazeler, hocanın sesini bekler. Allahu ekber. Babam akşamın alacasında salâvatla yürür gülşefdeli yemenisini ayağına geçirip. Kutlu Nebi’nin (sas): “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” sözünü düstur edinmiştir. Güzel yaşayıp güzel ölmek ister. Rabb’inin huzuruna ak alınla çıkmak ister. rsgungor@sizinti.com.tr
1- Hücreler sinyal molekülleri sayesinde biyofilm oluíturabilir. 2- Güneí’in merkezindeki nükleer tepkimelerde, 4 adet helyum çekirdeði, 1 adet hidrojen çekirdeðine dönüítürülür. 3- S a n a t ç ı n ı n h e m k e n d i s i n i Yaradan’a, hem de içinde yaíadıðı topluma karíı sorumlulukları vardır. 4- Sızıntı, otuz yıl boyunca akıl ve kalb birlikteliðini ön plâna alıp, aklın nuru ile kalbin ziyasını bir noktada birleítirip, hakikati vicdanlarda tecelli ettirmek için alabildiðine gayret göstermiítir. 5- Fillerin ayaklarını yere vurmak suretiyle 23 km’lik bir mesafe içinde haberleíebildikleri tespit edilmiítir. 6- Katı cidarların bulunduðu hâllerde aíırı soðuma görülmez. 7- Vücudun iç yapısına ait sıvıların terkibi ve yoðunluðu, metabolizmanın saðlıklı iíletilmesi adına hayatî öneme sahiptir. 8- Mevlânâ’nın, Mesnevî’yi yazmasına Hüsameddin Çelebi vesile olmuítur. 9- Köle ticareti yapan gemilerdeki kaptan ve tayfaların en korktukları íey, kölelerin salgın hastalıklar sebebiyle ölmeleriydi. Aralık 2008 Bulmacasının Doðru Cevabı: 9.853-B’dir.
B
ulmacamızı çözerken; 1’den 9'a kadar numaralandırılmıí ve belli bir puan verilmií ifadelerden size doðru (d) veya yanlıí (y) olanı oklarla takip ederek ve ilgili kutu içindeki sayıları da toplayarak, en üstteki harflerden birine ulaímaya çalıíacaksınız. Sonra, ulaítıðınız harfi ve toplam rakamı, aíaðıda belirttiðimiz adreslerden biriyle bize bildirebilirsiniz. Bulmacamýzdaki sorular, dergimizin bu sayýsýnda yayýmlanan yazýlardan seçilmiþtir.
A
B y
5400
9230
d
8
y
6
5
400
4
150
110
260
d
79
180
d
100
35 d
y
67
24
d
3
y 12
d
4
y d
d
8
1
5
y d
y
46
6
y d
88
d
7
y d
y
y
8
y
y
120
2
1000
d
d
200
y
y
3
d
9
y
d
y
y
d
8000
y
780
d
d
3000
y
d
d
y
d
2100 d
7
y
y
d
9
C
2
y
0
1
E
kim 2008'de yayýmladýðýmýz bulmacada doðru cevabý bulan yarýþmacýlarýmýzýn adreslerine kitaplarý gönderilmeye baþlanmýþtýr. Ýlginizden dolayý tekrar teþekkür eder, yeni bulmacada baþarýlar dileriz. Bulmacayý çözüp, cevap veren bütün okuyucularýmýza teþekkür ediyoruz. Bulmacamýzý cevaplandýran okuyucularýmýz, bulduklarý neticeleri, isim-soyisim ve açýk adresleriyle birlikte, 871 Sk. No: 45/2 Konak/Ýzmir adresine göndererek; (0232) 441 52 38 numaralı telefona fakslayarak; www.sizinti.com.tr web adresindeki "bulmaca cevapları" formunu doldurarak katılabilirler. Ýsim-soyisim ve adresini bildirmeyen yarýþmacýlarýmýzýn cevaplarý deðerlendirmeye alýnmayacaktýr. Yarýþmaya son katýlma tarihi ise; 15 Mart 2009'dur. 43
Evli Çiftlerde Kalb Hastalığı Riskleri Benzer 100.000’den fazla evli çiftin incelendiği 71 çalışmanın neticeleri bir araştırmada değerlendirildi. Karı-kocadan birinde sigara içiciliği, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, kan basıncı, kan trigliseriti veya kan LDL kolesterolünün yüksekliği gibi kalb hastalığı risk faktörlerinden en az biri varsa, diğer eşte de benzeri problemin bulunması ihtimali yüksek bulundu. Karı-koca arasındaki bu benzerliğin sebeplerinden biri, eşlerin benzeri çevre faktörlerinde yaşamaları olabilir. Diğer muhtemel sebep ise, insanların kendilerine benzeyen kişilerle evlenmeye meyilli olmalarıdır. Bu neticelere dayanarak araştırmacılar, koroner risk faktörlerini azaltmayı hedef hedefleyen uygulamalara sadece kişinin değil, eşinin ve ailesinin de dâhil edilmesi gerektiğini ifade etmektedirler. Araştırmanın neticeleri American Journal of Epidemiology’de yayımlandı. (WebMD Health News 09.01.2009)
44
Kan Şekerinin Yüksek Olması Hafıza Kaybıyla Bağlantılı Yaşlanmaya rağmen kan şekerinin normal seviyede tutulması, şeker hastalığından başka problemlere karşı da korunma sağlayabilir. Araştırmacılar, yüksek çözünürlüğe sahip beyin görüntüleme tetkiklerini kullanarak, kan şeker seviyesinin yükselmesinin hafıza kaybıyla alâkalı önemli bir beyin merkezini seçici olarak hedef hedeflediğini ortaya koydular. Bu neticeler düzenli egzersiz ve sağlıklı beslenme gibi kan şekerini azaltan uygulamaların hem vücuda hem de yaşlanan beyne faydalı olduğunu göstermektedir. Düzenli egzersizin kan şekerinin normal seviyede kalmasına yardımcı olduğu ve yaşlanmayla irtibatlı hafıza kaybının azalmasında rol aldığı önceki çalışmalarda ortaya konulmuştu. Bu araştırmada ise, kan şekerinin yükselmesinden etkilenen spesifik beyin bölgeleri gösterilmiş oldu. Şeker hastalığı ortaya çıkmasa bile, kan şekerinin belli bir seviyenin üzerine çıkmasının engellenmesi, zihin sağlığının hafıza gibi çeşitli yönlerinin korunmasını sağlayabilecektir. Bu araştırma ayrıca şeker hastalarında niçin Alzheimer hastalığı riskinin arttığını da kısmen açıklamaktadır. Araştırmanın neticeleri Annals of Neurology’de yayımlandı. (WebMD Health News 30.12.2008)
Patlayıcı Kokusu Alan Biyobatarya
Nanotüp Süper Batarya
Yeni geliştirilen bir biyoelektronik sensör (algılayıcı), bomba ve benzeri patlayıcıları kokuları ile buluyor. Hâli hazırda bu işi yapan dedektörler; oldukça büyük, karmaşık ve maliyetli.. ayrıca bu dedektörlerin açık sahada kullanılmalarında bazı zorluklar yaşanmakta. Missouri’deki St. Luis Üniversitesi’nde Shelley Minteer ve çalışma arkadaşları, bir posta pulu ölçeğindeki algılayıcıyı geliştirerek oldukça çarpıcı bir buluşa imza attılar. Shelley liderliğindeki grup, aslında gücünü mitokondriden alan bir yakıt hücresi üzerinde çalışıyordu: Hücrelerin bu parçası piruveyt denen asit tuzu ile yakılarak enerji (elektrik enerjisi) üretilecekti. Çalışmadan beklenen şuydu: ‘Oligomisin’ denen bir antibiyotik, asit tuzunun oksitlenmesine engel olacak ve biyolojik olarak ‘açık anahtar’ vazifesi gören bir anahtar elde edilecekti. Ekip ‘nitrobenzen’den (birçok patlayıcıda kullanılan kimyevî maddeler ile aynı aileden bir patlayıcı) eser miktarda eklenirse, oligomisinin tesirini ters yönde tekrarlayabileceğini denedi. Böylece mitokondri anahtarı kapatacak enerjiyi üretecekti. Journal of American Chemicak Society dergisinde yayımlanan makalede ekip lideri Minteer, deneme neticelerinin verimli olduğunu ve çalışmaların tamamlandığında trilyonda 2 partikül yoğunluktaki kokuların fark edilebileceğini belirtti. Nitroaromatik (nitrojen bulunan ve koku yayan) her türlü patlayıcı artık bu metot ile tespit edilebilecek.
Nanoteknolojide neredeyse her gün yeni bir icat haberi alıyoruz. Malzeme biliminin bu velut konusu, birbirinden çok farklı sahalarda kullanılabiliyor ve birbirinden çok farklı teknolojilerde yeni buluşların temeli oluyor. Massachutes Instute of Technology’de (MIT) yapılan bir araştırmada, karbon nanotüplerin, karbonun diğer formlarına göre çok daha fazla elektrik yükünü depolayıp taşıyabileceği gösterildi. Nanotüplerin, bu özellikleri taşıyan bataryalarda kullanılabileceği daha önceki çalışmalardan biliniyor ancak, bir uygulama örneği ortaya konulamıyordu. Bu çalışmada, kimya ve makine mühendisliği sahalarında uzmanlaşmış araştırmacıların işbirliği ile bir film üretildi. Bu film, daha önceki üretim tekniklerinden farklı adımlarla elde edildi: Birisi pozitif diğeri negatif yüklü moleküllerle bağlanmış iki farklı nanotüp çözeltisi, çok ince silikon tabakanın iki yüzüne sıvandığında herhangi bir yapıştırıcıya gerek duymaksızın yapışmaktadır. Zîrâ iki zıt yük birbirini çekmektedir. Şimdiye kadar yapılanlardan farklı olan bu teknik, takip eden adımlarla film hâlinde bir ürünü netice veriyor. Denemelerde oldukça yüksek güçler elde edildi. Batarya hâline getirilmiş filmin en mühim hususiyetlerinden birisi, oldukça kısa sürede şarj olabilmesi… Ayrıca söz konusu bataryanın kullanım süresi, piyasadakilere göre çok daha uzun. Yüksek kapasiteli pillerde ve elektronik devrelerde kullanılacak süperkapasitörler, geliştirilecek îmalât teknikleri ile elektronik devrelerin daha da küçülmesine ve günlerce şarja ihtiyaç duymadan kullanılabilecek mobil elektronik cihazların yapılmasına imkân sağlayacak.
Patlama Engelleyici Biyohücre Oligomisin mitorondri’nin bombayı patlatma etkisine engel olur
Oligomisinli patlama engelleyici zar (Membran)
Asit tuzu çözeltisi
Mitokondri Karbon elektrot
Patlayıcı kimyevi madde devreyi kapatır
Patlayıcı ve asit tuzu çözeltisi
Patlayıcı oligomisin’in reaksiyona girmesini engeller ve mitokondrisinin enerji üretmesini sağlar.
45
Yakarıílar Kenan Erdoðan Çarh-nâme íairinin ruhuna rahmet temennisiyle… Nedir bu fânî dünyada bunca günahlar Kenan, Bununçin mi getirdi o Rahîm Rahmân olan Hani ya söz vermiítin ezel bezminde o Yâr’a Kazık çakmaya mı geldin bu temelsiz diyara Yalan bu dünya yalan.. gel Hakk’a eyle iman Kimse kalmadı gitti vallahi dostum inan “Yolcu yolunda gerektir çað u çıplak ac u tok” Öyleyse bu gaflet ne! Git yoluna hazırlan Tevbe istiðfar eyle, yan yakıl o Gaffâr’a ñndir ve ferahla daðlarca yükü sırtından Yoksa ayaðın kayar tam Sırat Köprüsü’nde Güneíin yaklaítıðı korkunç mahíer gününde Kalırsın yolda yoksa aç ve susuz ve yayan Öyleyse el aç yalvar, o Tevvâb ve Settâr’a Yıka gözyaílarınla kirlenen bedenini Aðla, yan günahlarına.. günahlarına aðla yan! Yaíayamazsın bunca âh ile günâh ile Niyaz eyle her gece, yalvar her gün âh ile Belki bir berat gelir afv u maðfiret eyler Geçer günahlarından temiz bir sayfa açar Settar u Gaffâr Allah, Vehhâb u Fettâh Allâh Anın içün evvel âhir en büyük tavsiyem íu: El açıp boyun büküp huzurunda yüzün sür Elin boí yüzün kara el açıp ufuklara Yalvar yüce Allah’a var huzuruna dayan Aðla, yan günahlarına.. günahlarına aðla yan! Belki bir gün affolur günahlarına aðlayan.. Eyâ Rahîm ü yâ Rahmân eyâ Hannân ü yâ Mennân Lutf ile íefkat eyle afv u maðfiret eyle Gidecek kapı mı var baíka Sen’in kapından Sen bizi bizden daha iyi bilir tanırsın Hâlimiz Sana mâlûm, baðrımız dopdolu kan Dökülüyor her yanımız akmıí kokmuí çürümüí Eyyub’un hâli gibi kurt kaynıyor yaradan Ey gökleri ve yeri ey her íeyi Yaradan Merhem sür yaramıza derdimize kıl derman Eyâ Rahîm ü yâ Rahmân eyâ Hannân ü yâ Mennân Lutf eyle, kerem eyle, kovma kulun kapından 46
Not: ñtalik yazılan mısra Niyâzî-i Mısrî’ye aittir.
Sızıntı mı, Yoksa Coíkun Bir Akarsu mu? Bilal Ünsal Sızıntı Dergisi ile tanıítıðımda, ortaokulu yeni bitirmiítim; dergi bana çok ilgi çekici gelmiíti. Rengârenk, enteresan ve güzel fotoðraflar, bu fotoðrafların üzerine yazılmıí; mânâlı, doyurucu, güzel sözler ve muhtevadaki zenginlik beni kendisine hayran bırakmıítı. Her ay onun çıkacaðı günü dört gözle bekliyordum. Dergi ayda bir neírediliyor, geçmií sayılar her senenin sonunda, cilt hâline getiriliyordu. Ben, ilk defa bu derginin 3. cildine sahip olmuítum. Ciltlerin arkasında íöyle bir dörtlük yazıyordu: “Sıza sıza göl olur Akar akar yol olur Yaradan dileyince Az; çoklardan bol olur.” Bu sözlerin aslında dergiyi yayına hazırlayanların maksatlarını ve hedeflerini ifade ettiðini o gün anlayamamıítım. Sızıntıların göllere hattâ denizlere; ‘az’ların da bir gün çoklara dönüíeceði elbette kaçınılmazdı. Sızıntı Dergisi iki yıl önce abonelerine ilk 25 yılın bütün sayılarını ihtiva eden bir cd paketi (25 yılda 25 cilt) hediye etti. Bu pakette, 1. sayıdan 300. sayıya kadar yayımlanan yazıları; sayı, yazar ve konularına göre de inceleme imkânı veren bir özellikte hazırlanmıí 5 adet cd vardı. Bu cd’leri incelediðimde gördüm ki, gerçekten sızıntılar göl, ‘az’lar çok olmuí. ñnsanlık tarihine devasa bir bilgi-kültür mirası ve hazinesi hazırlanmıí. Aslında söz konusu olan, bir sızıntı deðil, coíkun bir akarsu imií. ñsterseniz beraber bu 25 yılı bir deðerlendirelim: Dergide bu zaman zarfında 875 yazar yazmıí. Bu yazarların 27’si profesör, 38’i doçent, 11’i yardımcı doçent, 79’u doktor unvanına sahip akademisyen. Yani dergi, hatırı sayılır bir akademisyen yazar kadrosunun nakıíları ile bezenmií. Geri kalan 720 yazar ise, akademik unvanı bulunmayan ama bu mirasa katkı yapmıí, bu iíi kendine dert edinmií kiíiler. Yine bu zaman içerisinde dergide 4.795 adet yazı yayımlanmıí. Bu yazıların 232’si profesör, 225’i doçent, 66’sı yardımcı
doçent, 446’sı doktor unvanına sahip akademisyenler; 3.826’sı da diðer yazarlar tarafından yazılmıí. Bu rakamlar, meseleye verilen ehemmiyetin bir göstergesi olsa gerek. Bazı yazarların bu dergide yazı yazma konusunda ciddi gayretleri olduðunu görmekteyiz. Meselâ hiçbir akademik unvanı olmamasına raðmen, bir yazarın bu 25 yıllık zaman süresince tam 205 yazı yazdıðını görüyoruz. Bununla birlikte bazı yazarların profesör olana kadar her aíamada yazı yazdıðına da íahit olmak mümkün (yani doktor, yardımcı doçent ve doçent iken). Rakamlarla bazı neticelere bakarsak: Baíyazılar da dâhil olmak üzere, Baíyazar’ın dergide -íiirler hâriç- 600’ün üzerinde yazı yazdıðını görürüz. Bir yazarın 205, bir baíkasının 112, bir diðerinin 90, 85, 83, 81... Bunun yanında 471 yazarın 1; 124 yazarın 2; 60 yazarın 3; 36 yazarın ise 4’er tane yazısı bulunmaktadır. Yazar baíına ortalama 5,8 adet yazı düímektedir. Yani yazı yazma konusunda, belli baílı birkaç kiíinin deðil ciddi bir yazar kadrosunun bu iíe emek verdiðini görmek mümkün. Bu rakamlar bize bu derginin muhtevasının ne kadar renkli, ne kadar zengin ve ne kadar istifadeli olduðu hususunda yeterli bir fikir vermektedir. Ayrıca yazıları, konuları açısından incelediðimizde bu fikrin daha da güçlenmesine katkı yapacak verilerle karíılaíıyoruz. ìöyle ki: Neíredilen 4.795 yazıyı, abonelere verilen cd’lerde derginin yetkilileri konulara göre tasnif etmiíler. Ben bu tasniflere baðlı kalarak konuları ele aldım ve neticede 33 ana konu tespit ettim. Anatomiden astronomiye, biyolojiden botaniðe, edebiyattan felsefeye, sosyolojiden pedagojiye, din ve ahlâktan içtimâî hayata, ekolojiden jeolojiye, kimyadan fiziðe, tıptan matematiðe vs. 33 ana konu ve yüzlerce alt konu. Konu yoðunluðuna baktıðımızda ise, muhtevanın ne kadar zengin olduðunu görürüz. Tespit ettiðimiz 33 konuyu biraz daha daraltarak ele aldıðımızda, dergide sosyal bilimlerle alâkalı 1.239, edebiyat konuları
47
ile alâkalı (íiirler dâhil) 1.186, fen bilimleri ile alâkalı 1.142, din ve ahlâk konuları ile alâkalı 660 ve saðlık bilimleri ile alâkalı 562 yazı görürüz. Çaðımız insanının ihtiyaç duyacaðı her sahadan bilgiler ihtiva eden âdeta ansiklopedi vasfındaki bu zengin kaynakta, herhangi bir fikr-i sâbite dalmadan, kimseyi karalamadan, insanımıza mesafe kazandırmak, bilgilendirip geliítirmek gâyesine matuf binlerce yazı görüyoruz. Sızıntı íimdilerde 30. yaíını kutluyor. Türk yayın hayatına bakıldıðında resmî müesseselerin desteði ve himayesi altında çıkan dergileri istisna edersek -böyle dergilerin sayısı da çok sayılmaz- bu kadar uzun süre yayın yapan ve kalitesinden hiç taviz vermeyen, hattâ her geçen sayıda kalitesini artıran dergi sayısı çok azdır. Hâlbuki bu 30 sene içinde hem Türkiye’de hem de Dünya’da neler oldu neler… Bir tarafta âfetler, depremler ve felâketler… Bir baíka tarafta savaílar, kavgalar, çatıímalar ve ölümler… ñçerde ihtilâller, muhtıralar, dıíarıda ise, yok olan ve yeniden türeyen diktatörler, yıkılan ve yeniden kurulmaya çalıíılan paktlar… Yıkılan ve yeniden inía edilen duvarlar… Hâsılı bu 30 senede gerek dünyada gerekse ülkemizde acı tatlı pek çok tecrübe yaíandı. Ayrıca pozitivist bir yaklaíımla ve dinî referanslardan uzak ele alınan bilim sayesinde insanlık Hak ve hakikatten hızla uzaklaítı/uzaklaítırıldı. ñnançla ilim bir arada bulunamazmıí gibi, teknolojik neticelerle, evrim safsatasına inanmıí materyalist ve ateist bir kafa yapısı oluíturulmaya çalıíıldı. Bu süreci, yani 30 sene öncesi ile 30 sene sonrasını incelediðinizde, Sızıntı’nın çizgisini hiç bozmadıðını, hedefinden sapmadıðını, milletin ilim ve irfanı adına ciddi bir özveri ve gayret içinde olduðunu görürsünüz. Zîrâ Sızıntı; günlük, geçici ve çabuk eskiyen aktüalite ile uðraímamıí, eskimeyen ve cazibesi kaybolmayan gerçeklerin izahı ile meígul olmuítur. Eski yazıları okuduðunuzda bile, sanki bugün yazılmıí gibi taze olduðunu düíünürsünüz. Sızıntı, bu herc ü merç döneminde insanlıða büyük bir mânevî destek olmuí, onların hafakanlarını, streslerini bir Hızır eli gibi meshedip dindirmiítir. Ümitsizlik karanlıðına düímüí bir millette sevgiyi yüceltmií, kin ve öfkeyi yermiítir. Akıl ve kalb birlikteliðini, ön plâna alıp, aklın nuru ile kalbin ziyasını bir noktada birleítirip, hakikati vicdanlarda tecelli ettirmek için alabildiðine gayret göstermiítir. 48
Sızıntı bugün sekiz yüz bini aían satıí/abone ile belki de milyonlarca insan tarafından okunan, sevgiyi, ilimle ve inançla birleítiren bir dergi olmuí. Yani sevgi, hoígörü, ilim ve kültürün dergisi olmuí. ñsmi oldukça mütevazı… Deryaya karıímaya hazır bir damla, güneíle bütünleímeye namzet bir zerre ve binler-yüz binler ıíık kaynaðından minik bir ıíık kaynaðı olma niyetinde. Bu kadar çok rakamla kafaları karıítırmak veya bu dergiyi herhangi bir íekilde kritiðe tâbi tutmak niyetinde deðilim. Yapmak istediðim, elimizdeki bu kıymetin, bu deðerin ve bu hazinenin büyüklüðüne dikkat çekmektir; bunun bir sızıntı olmadıðının, coíkun akan bir akarsu olduðunun ve hepimizin kaplarımızı olabildiðince çok doldurmamız gerektiðinin altını çizmektir. Daha önemlisi ise, bu güzelliði bize sunan kudsîler ordusuna bir teíekkür borçlu olduðumuzu düíünmemdir. Fakat kuru bir sözle teíekkür etmek deðil, aksine “Her nimetin íükrü kendi cinsinden olur.” esasınca, yapılması gereken teíekkürün bu dergiyi okumakla ve okutmakla ancak yerine getirilebileceðine inanıyorum. Ayrıca derginin daha çok insana ulaítırılmasının da teíekkür etmenin bir yolu olduðu kanaatindeyim. Zîrâ insan tabiatını, cihan tabiatını kirleten yirminci asrın mülevves, aklı göze indiren ilmini, tekniðini, ruhunun ve gönlünün imbiklerinden geçirip arıtarak, o zehirlerden íifâ verici iksirler damıtıp insanlıða Hızır gibi, âdeta âb-ı hayat sunan Sızıntı’nın kudsîler kadrosu, astronomi, biyoloji, botanik, dil, edebiyat, íiir, felsefe, sosyoloji, psikoloji, sanat, ekoloji, fizik, kimya, mühendislik, tarih, tıp, jeoloji gibi daha nice konuda ‘iç’in ve ‘dıí’ın hikmet ve kurtuluí derslerini vermektedir. Bakıíı bulanmıí, baíı dönmüí, ruhu meflûç, kalbi hasta, asrın maddeperest, tenperver insanına doktor gibi, Hekîm-i Lokman gibi hizmeti íiar edinmií hasbîler kadrosuyla Sızıntı, rüítünü ispat etmiítir. Bu dersleri alanların, bu yazılardan doyanların önden gidip yollara döküldüklerine, dünyanın dört bir yanında; bahar sevdasını, sevincini unutmuí, kıíların korkunç yüzüyle ruhu kavrulmuí gönüllere yepyeni bir bahar muítusunu, dirilií müjdesini, bir Yunus misyonuyla ve bir mübellið tavrıyla götürdüklerine íahit olduk. Onlar, gittikleri yerlerde insanlara sevgiyi, barıíı, hoígörüyü öðrettiler. Bugünlerde de bu baharın meyvelerini bütün dünya ile birlikte seyrettik, kokladık, tattık. Teíekkürler Sızıntı, her íey için teíekkürler…
Sevindir Bizi
Temiz Ruhlar
Arslan Mayda
Mustafa Akdað Gözlerinde ıíık, yüzlerinde nur, Görülmez onlarda öfke ve gurur; Hayata göz kırpan bakıílarıyla Kurumuí bahçeler meyveye durur.
Rahmetini kesme bizden, Zâtınla sevindir bizi Lütfun ile rızanı ver, Katında sevindir bizi.
Ölüler onlarla nasıl can bulur, Yoksa hep beklenen asır bu mudur? Bu temiz ruhların tezgâhı nerde, Kim ustaları, nerde dokunur!
Kalemi yazan duygular, Yazıyı bozan uygular, Rüyana hasret uykular, Tadınla sevindir bizi.
Anladım.. hakikat.. nur üstünde nur, Deðil uzaklarda, yanımda durur; O’dur tezgâhı da, ustaları da Bu temiz ruhları dokuyan O’dur.
Sabır kalbde derin bir iz, Uzar gece sıkar gündüz, Nefsin adı íerden bir yüz, ‘Batın’la sevindir bizi.
Vuslat Yolcusu Hüseyin Kolukırık Elinde hicret fermanı Sinesinde gül harmanı Kuíanıp derdi dermanı Gülendir vuslat yolcusu
Sermaye zanla harcandı, ìerefle íanla harcandı, Vaadine eller uzandı, Adınla sevindir bizi. Batın: ñç, iç yüz, gizli, sır.
Umran düíünde kafile Talim; kültür, irfan dile Gözünde yaílarla bile Gülendir vuslat yolcusu Gelir elinde kandille Hak söyleyen bin bir dille Gam yaðsa gökten zembille Gülendir vuslat yolcusu Aría yükselmiítir çıta ‘Artık tamam’ demek hata Ufka karíı hazır kıta Gülendir vuslat yolcusu Ardında bir ulu çınar Çırpınır dalında kuílar Sorgulanıp fecre kadar Gülendir vuslat yolcusu Sürgün valiz, tek istasyon Dönmek yoktu; saat tam on Dilinde íahadetle ‘Son Gülen’dir vuslat yolcusu 49
Ş U B AT 2009 S AYI:361
ñÇñNDEKñLER
Aylık İlim-Kültür Dergisi MÜŞTERİ HİZMETLERİ
444 0361 Tüm GSM operatörlerinden dakikası 1 SMS/kontör Sabit telefondan 0216 alan kodu eklenerek aranabilir
IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş
16 9
Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal Genel Yayın Yön. : Prof. Dr. A. Sarsılmaz Sorumlu Yazı Işleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı
İDARÎ MERKEZ Bulgurlu Mah. Bağlar Cad. No: 5 Üsküdar/İstanbul Tel: (0216) 522 11 07; Faks: (0216) 522 11 06
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ 871 Sk. No: 45/2 35250 Konak/İzmir Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38 E-posta: sizinti@sizinti.com.tr http://www.sizinti.com.tr
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ Bulgurlu Mh. Bağlar Cd. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL P.K. 95 Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 318 60 11 - Faks: Faks: (0216 ) 522 11 78
2 2
Bence Tam Ağlama Mevsimi Sızıntı
28
Çekirdeklenme Cendel Tuna
Yurtiçi bir yıllık abone bedeli KDV dahil 42 YTL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30 € 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 45 $ 3. Grup Ülkeler (Avusturalya ve Yeni Zelenda) ise 50 $’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini; Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 5568324 nolu Posta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin; YTL olarak, 54053-40 numaralı, $ olarak, 54053-41 numaralı, € olarak 54053-42 numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.
AVRUPA DAĞITIM
6 9
İrtibat Her Yerde Her Zaman Dr. C. Hamza Aydın
Ölüme ve Esarete Taşıyan Gemiler Ramazan Kerpeten
32
Din ve Edebiyat
36
İnsan Denen Meçhul-24
Fatih Alperen
Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
WORLD MEDIA GROUP AG-İsmail Küçük Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 63069 OFFENBACH am MAIN Müsteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112 Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105 dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de
YAYIN TÜRÜ: Yaygın Süreli
YAYINA HAZIRLIK Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38
13
Geç Duyulan Beste Mehmet Erdoğan
38
Buraya Kadar... Çetin Mamuş
GÖRSEL YÖNETMEN Engin Çiftçi
GRAFİK-TASARIM Kaynak Kültür Yayın Grubu: (0216)318 60 11-Faks: (0216)318 53 14
16
Hayvanlarda Sismik Haberleşme Ahmet Işık
41
Benim Babam
BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş.
Recep Şükrü Güngör
Sarnıç Yolu No:7 35410 Gaziemir/İzmir Tel: (0232) 252 20 97-8 Faks: (0232) 252 21 00
BASIM TARİHİ: 2 Şubat 2009
20
Muhalif Bir Yanlız Adam Yahya Kemal Beyatlı Fatih Bağcıoğlu
43
Bulmaca
ISSN 1300-1566 BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş. ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş. Fiyatı: 3.50 TL
24 26
Fotonun Hikâyesi Kaptan Murat Çelebi
Kalbin Zümrüt Tepelerinde (İstiğrak)
44 46
Sağlık Bilim Teknoloji Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu Doç. Dr. Yusuf Demir-S. Rıza Sayın Damlalar A. Osman Dönmez
YAZI KURALLARI * Yazılar disketle veya e-posta ile (sizinti@sizinti.com.tr adresine) gönderilmelidir. * Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar, daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere uygun olarak sonda verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüĞü takdirde deĞişiklik yapabilir. * Dergimizde ìUBAT 2009/342 yayımlanan yazılarw wkay w . snak i z i n tgöste i . c o m .ri t rlerek iktibas edilebilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez.
3.50 TL
Bilen alâka duyar, ruhta alâka derinleştikçe sevgiye dönüşür ve zamanla bu sevgi, önü alınmaz bir aşk u iştiyaka inkılâp eder. Artık böyle biri bîkarardır, gezer çölden çöle ve “Leylâ” der ağlar. Kendi uzaklığını aşmak için sürekli gerilim içindedir.. her zaman O’nu söyleyen izlere, emarelere yüz sürer durur.. bazen kâinat kitabıyla hasbıhâl eder; bazen eşya ve hâdiseleri O’nun mesajları gibi okur, koklar, gözlerine sürer.. bazen O’nun beyanı karşısında rikkate gelir, gözyaşlarıyla soluklanır…
DPP No: 112491-2009/02