Cemil Kılıç - Kur'an ile Aldatmak

Page 1


Cemil Kılıç 1975 yılında İstanbul'da doğdu. Sinop Gerze nüfusuna kayıtlıdır. İlköğrenimini Sinop ve İstanbul' da tamamladı. İstanbul' da Küçükköy İmam Hatip Lisesi'nin ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü'nü bitirdi.1998 yılında aynı üniversitenin Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü, Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Anabilim Dalında Yüksek Lisans eğitimine başladı.1999 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğine atandı. 2001 yılında; "Ümmet Sisteminden Ulus Devlete Geçişte Harf İnkılabının Kültürel Değişim Üzerine Etkileri" teziyle Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 200 l - 2002 yıllarında askerlik görevini yaptı. 2006 yılında Eğitim İş Sendikası İstanbul örgütlenmesine katıldı. O yıldan bu yana Eğitim İş şube yönetim kurullarında yönetici olarak görev almaktadır. Atatürkçü Düşünce Derneği Fatih Şubesinin kurucuları arasında yer aldı. Derneğe üyeliği devam etmektedir. Yurt içi ve yurt dışında pek çok panel, konferans ve sempozyuma konuşmacı olarak katıldı, katılıyor. Pek çok gazetede demeçleri yayımlandı. OdaTV başta olmak üzere bazı İnternet sitelerinde yazıları yayımlanmaktadır. Din, laiklik, İslam mezhepleri ve Alevilik üzerine televizyon ve radyo programlarına katıldı. Halk TV, Ulusal Kanal, Cem TV, Yol TV, KRT TV, TELE 1 gibi yayın organlarındaki söyleşi programlarında konuşmacı olarak yer aldı. CEM VAKFI tarafından AİHM'de açılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile ilgili davada yer aldı. Mahkemenin gerekçeli kararında söz konusu derslere dair hazırladığı bir rapora yer verildi. 13 Ağustos 2017 tarihinde "Atatürkçü, Cumhuriyetçi İlahiyatçılar" adıyla kurulan oluşuma öncülük etti. Oluşum aynı tarihte yayınladığı bildirgeyle laiklik çağrısında bulunup kuruluşunu ilan etti. 20 Eylül 2017 tarihinde yayınlanan ikinci bildirgede ise Diyanet İşleri Başkanlığına laiklik görevini yerine getirme çağrısında bulunuldu. Halen eğitimcilik görevine devam etmektedir. 15 Ocak 2019 tarihinde görevinden uzaklaştırıldı (Açığa alındı). Her hafta pazar sabahı TELE 1 TV ekranlarında Mehmet Ali Mendillioğlu ile birlikte "Karanlıktan Aydınlığa" adlı bir program yapmaktadır. Mayıs 2018 tarihinde İslam Bu- Muhammedi İslam adlı kitabı yayımlandı. Evli ve Bumin Kağan adında bir oğlu vardır.


Kırmızı Kedi Yayınevi: 1131 İnceleme: 94

Kur'an İle Aldatmak- İslam'a Kurulan Pusu Cemil Kılıç © Cemil Kılıç, 2019 © Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019

Yayın Yönetmeni: Enis Batur Editör: Mehmet A li Güller Kapak Tasarımı: Cüneyt Çomoğlu Sayfa Tasarımı: Taylan Polat Tanıhm için yapılacak kısa alınhlar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıhlamaz. Birinci Basım: Haziran 2019, İstanbul ISBN: 978-605-298-521-2 Kırmızı Kedi Sertifika No: 40620 Baskı: Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık AŞ. Dudullu Organize San. Bölgesi 1. Cad. No: 16 Ümraniye/İSTANBUL Tel: 444 44 03 Sertifika No: 42716

Kırmızı Kedi Yayınevi

kirmizikedi@kirmizikedi.com / www.kirmizikedi.com facebook.com: kirmizikediyayinevi / twitter.com: krmzkedikitap instagram: kirmizikediyayinevi Ömer Avni Mah. Emektar Sok. No: 18 Gümüşsuyu 34427 İSTA N BUL T: 0212 244 89 82 F: 0212 244 09 48


Cemil Kılıç

KUR'AN İLE ALDATMAK Islam' a Kurulan Pusu

-


İçindekiler

Sunuş • 7 Birinci Bölüm İslam' a Kurulan Pusu • 11 İkinci Bölüm Kur'an ile Aldatmak • 21 Üçüncü Bölüm Dinci ile Dindar Arasındaki Farka Dair • 191 Dördüncü Bölüm Dinden Dönme: Ridde ve Mürted! • 205 Beşinci Bölüm Küfür/ Kafirlik ve Kafir Kavramı Üzerine • 215 Altıncı Bölüm Cihada Karşı Cihat • 231 Yedinci Bölüm Türk Sünniliği Üzerine • 249 Kaynakça • 265



Sunuş Değerli okuyucu, Kur'an ile Aldatmak: İslam'a Kurulan Pusu adını verdiğimiz bu kitap, İslam görüntüsü altında İslam' a karşı yürütülen iha­ netlerin en azından bir kısmını deşifre etme amacıyla yazıldı. Kuşku yok ki bu alanda daha evvel yapılmış çok değerli ça­ lışmalar var. Onlardan istifadeyle de gerçekleştirilen bu çalış­ mamız, son yıllarda yükselen dincilik hareketini, dinin temel değerlerini şaşmaz kıstas yaparak tahlil eden çalışmalardan biri olma hüviyetindedir. Din, büyük bir toplumsal kurumdur. Dinin inkar ve ihma­ li, salt imanı bir sorun olmayıp sosyolojik anlamda karşı kar­ şıya kalınması muhtemel bir kısım problemlerin de kaynağı­ nı teşkil etmektedir. Bu cümleden olarak belirtelim ki imanı açıdan dine uzak olanların dahi din konusunda donanımlı, bilgili ve kanaat sahibi olması şarttır. Dinin ve dinsel değerlerin küresel politik atmosferde ne denli etkili olduğunu yaşayarak gördüğümüz günümüz dün­ yasında, İslam ve İslam orijinli mezhepsel ve siyasal hareket­ lerin ve onlardan kaynaklı bazı inançsal tartışmaların doğru ve isabetli bir tahlilini yapamayanların küresel siyaseti an­ lama noktasında da çoğu kere kimi fahiş yanlışlara sürükle­ necekleri muhakkaktır. O halde din, yalnızca dindarlar için 7


değil herkes için gereklidir. Kimine bir iman ve amel sistemi, kimine de bilgi sahibi olunması gerekli sosyokültürel bir yapı olarak . . İşte bu çalışma, bir yönüyle de bu gerçekten hareket et­ mektedir. Dolayısıyla da bu çalışma, sadece inananlara değil inançsızlara da hitap eden bir çalışmadır. İslam, bu çalışmanın failinin bir iman ve amel sistemi ola­ rak benimsediği bir dindir. Ne var ki artık herkesin kabule yatkın hale geldiği bir gerçek olarak belirtelim ki, İslam yek­ pare bir din değildir. İslam'a dair ortaya atılan görüşler, yapı­ lan yorumlar ve işlenen fiiller "hangi İslam" sorusunu haklı bir biçimde sordurmaktadır. Biz bu soruya mezheplerden, cemaatlerden, tarikatlardan bağımsız bir biçimde "Muhammedi İslam" diyerek yanıt ve­ riyoruz. İşte bu noktadan hareketle ifade ediyoruz ki, Allah ve Kur' an ile aldatmanın, dahası ezan, namaz gibi kutsal kav­ ramlarla kandırmanın temelinde yatan neden Muhammedi İslam çizgisinden sapmaktır. Bu sapma, dar bir çevrede kalan bir sapma değil kitleselleşerek Müslüman toplumların tümü­ nü kuşatma altına alan büyük bir sapmadır. Sapmanın teşhis ve tespiti elbette çok zordur. Zira bu sap­ ma, yüzyıllardır yerleşmiş kalıplara ve ön yargılara dayanı­ yor. Kalıpları kırmanın ve ön yargıları parçalamanın çetinliği kadar teşhis ve tespitin ardından ortaya konacak çözümün de çeşitli saldırılara maruz kalması, türlü ithamlarla muha­ sara altına alınması kaçınılmazdır. Ne var ki bu kaçınılmazlı­ ğa rağmen; "gerçeklerin er ya da geç bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır," sözünden hareketle hakikatin kendini izhar etmesi sürecinde birilerinin yol açıcı ve katali­ zör olması elzemdir. İdrak sahipleri için bundan kaçış gerçeğe ihanet etmektir. Hakikatin izharı sürecinde yol açıcı ve katalizör olmak, fe­ raset ve basiret sahibi her müminin görevidir. Bu çalışmamızın bu görevi ifa eden çalışmalardan biri ol­ ması dileğiyle çalışmamızın kitap haline gelmesi ve siz de­ ğerli okuyuculara ulaşması sürecinde emeği ve katkısı olan 8


herkese içtenlikle teşekkür ediyorum. Sözlerimizi bir Kur'an sözüyle bitirelim: "Rabbimiz, ışığımızı tamamla ve bizi bağışla... " [Yasaklama Bölümü, 8. Söz]

9



Birinci Bölüm

Islam'a Kurulan Pusu



İslam Hakk'ın son dinidir. İslam; adalet, barış ve kardeş­ lik dinidir. İslam; iyiliği egemen kılma ve kötülükle tavizsiz mücadele etme dinidir. İslam; mazlumların, mağdurların, yoksulların dinidir. İslam, sevginin, saygının, dayanışmanın, birliğin dinidir. İşte tüm bunları ifade etmek üzere İslam'a tevhid dini di­ yoruz. Tevhidin karşısında ise şirk vardır. Şirk ise bölünmedir, ayrılıkhr, ikiliktir. Şirk; insanların köle ve hür diye ayrıştırılmasıdır. Şirk; Hakk'ın birliğine gölge düşürmektir. Şirk; zulme rıza göster­ mek, mazluma sırt çevirmektir. Şirk; kutsal değerleri kullanarak insanları sömürmektir. İnsanın hem inancını hem emeğini sö­ mürmektir. Şirk; insanlık onurunun ayaklar alhna alınmasıdır. Şirk; Allah'ı, insandan, doğadan, evrenden koparıp çok uzaklara atmaktır. Onun evrende/ varlıkta içkin oluşu gerçeğini inkardır. Şirk; hem yokluğa tapınmanın hem de kula kul olmanın adıdır. Ve İslam şirke karşı mücadele bayrağını yükselten bir iman hareketidir. Böyle bir dine nasıl pusu kurulur? Kurulur mu? Kurulur elbet.. Peki, nedir pusu? Nasıl bir alçalmadır? Nasıl bir ihanet, nasıl bir rezalettir? Pusu; sözlüklerde şu şekilde tanımlanıyor: Birine saklana­ rak yani gizlice ve onun hiç beklemediği bir anda saldırmak için beklenen yer! 13


Pusuda bekleyip saldırmaya da pusu kurmak deniliyor. Pusu, korkakların başvurduğu bir yoldur. Zira pusu kur­ mak, korkaklığın en belirgin alametidir. Yiğitler ise düşman bildiğiyle mertçe dövüşür yahut sava­ şır. Hile yapmaz, pusu kurmaz. Düşmanıyla açıktan açığa savaşmayı göze alamayan kor­ kakların başvurduğu pusu, şeref kavramını da ayaklar altına aldıran bir rezilliktir. Evet, İslam'a da pusu kurulmuştur. Hem de binlerce kez ... Vene acıdır ki b u pusuların henüz sonu gelmiş değildir. İslam'a kurulan ilk pusu Mekke'nin fethi sırasında gerçekleşmiştir. İslam'a ve Müslümanlara karşı yiğitçe savaşmayı göze alamayan Ebu Süfyan ve şürekası Peygamber'in yanına varıp Müslüman olmak istediklerini söylemişlerdir. İslam' a inandıkları için değil, Hazreti Muhammed' e iman ettikleri için de değil; artık savaşmaya cesaretleri kalmadığı için . . . Nitekim [Odalar Bölümü 14. Sözde / Hucurat Suresi 14. Ayette] onların durumu anlatılırken şöyle deniliyor: Araplar, inandık, dediler. De ki; siz inanmadınız yalnızca teslim oldunuz. İman sizin kalplerinize girmedi... Böylesi sözde Müslümanlara "tuleka" denilmekte ... Çün­ kü onlar inanmadıkları halde teslim olanlardır. "Tuleka" da serbest bırakılanlar demektir. Hazreti Muhammed onları af­ fetmiş ve serbest bırakmıştır. Öte yandan "tuleka" terimi, daha dar çerçevede Mekke'nin fethi sırasında şehrin lideri sıfatıyla tulekanın başında yer alan Ebu Süfyan'ın soyundan gelen Emevi hanedanını nite­ lemek amacıyla da kullanılmıştır. Hazreti Ali'nin, Muaviye ve Ebu Süfyan için kelimeyi bu bağlamda kullandığı rivayet edilmektedir. Hazreti Ali, Muaviye'yi temsilen Mesleme oğlu Habib başkanlığında huzuruna gelen üç kişilik heyete şid14


detle tepki göstermiş, kendilerini muhatap almaya bile değer bulmadığını söylemiş, bu arada Muaviye hakkında da "talik oğlu talik" demiştir. Bilindiği gibi talik, tulekanın tekilidir. Tulekanın çoğu kendilerine yapılan iyiliğe nankörlük et­ mişlerdir. Zira bir süre sonra dışarıdan yenemedikleri İslam' ı içeriden çökertmek yahut yozlaştırmak için sinsi sinsi çalış­ maya başlamışlardır. İşte bu, yüzyıllardır süren bir pusu faaliyetinin başlangı­ cıdır. Onlar, Müslüman görünüp İslam'a düşmanlık etmişlerdir. Nitekim Huneyn Gazvesi'nde İslam ordusu baskına uğ­ rayıp dağılınca tulekadan olan pek çok kimse pervasızca se­ vinmekten geri durmamıştır. Savaşın ardından bazı sahabiler bunların münafıklığına kanaat getirmiş ve cezalandırılmala­ rını istemiştir. Ne var ki merhamet peygamberi Hazreti Mu­ hammed yine de onları cezalandırmamıştır. Ancak onlar kendilerine gösterilen bütün iyi niyete rağ­ men içten içe, düşmanlığa devam etmişlerdir. Biz bu gizli/ sinsi düşmanlığa pusu diyoruz. Ebu Süfyan'la başlayan bu pusu kurma ihaneti, Muaviye ile devam etmiş ve Emevi saltanatı boyunca İslam' a ağır dar­ beler indirmiştir. Sonrasında Abbasiler de aynı ihaneti sür­ dürmüşlerdir. Tulekanın İslam' ın başına açtığı işler bir değil, bin değildir. Onlar İslam'ı ters yüz edecek kadar dine zarar verdiler. Öyle ki İslam' da olmayanı İslam' a soktukları gibi İslam' da olanı da İslam'dan çıkardılar. Onlar ki haksızlığa karşı başkaldırı dini olan İslam'ı zul­ me itaat dinine çevirdiler. Sultana/ halifeye itaati Allah' a itaat gibi yansıttılar. Ona isyanı da Allah' a isyan olarak nitelediler. Onlar ki, hakkı batıl, batılı da hak kılığına soktular. Fetih ideolojisi ile nice memleketleri ele geçirip talan etti­ ler. Ganimetlerle semirdiler; milyonlarca mazlumun canını kemirdiler, kanını sömürdüler. İnsanları köleleştirdiler, cariyeleştirdiler. 15


Barış dini olan İslam'ı cihat adı altında kanlı savaşların di­ nine çevirdiler. Zulme karşı isyanı kafirlik ve mürtedlikle yaftaladılar. Her türlü hak arayışını fitne etiketiyle etiketlediler. Kerbela şehidi İmam Hüseyin'i bile fitne çıkarmakla itham ettiler. O Hüseyin ki peygamber torunuydu. O Hüseyin ki İmam Ali'nin ve pey­ gamber kızı Hazreti Fatıma'nın oğluydu. Lakin hiç umursamadılar ve hunharca katlettiler. Onlar ki Medine yakınlarındaki Harre'de binlerce sahabi Müslüman kadına tecavüz edip binlercesini de öldürdüler. Bu iğrençliği dillerindeki "Allahu ekber'' sözüyle gerçek­ leştirdiler. Oysa Allah'ın en büyük oluşuna iman etseydiler, bunları yapamazlardı. Gün geldi Kabe'yi bile ateşe verdiler. Mekke'yi yağmala­ dılar. Hatta 2 yıl boyunca hac için insanları Mekke yerine Kudüs'e çağırdılar. Onlar ki insan hürriyetini yok etmek için kader ve kaza inancını bir siyasi doktrin olarak icat edip müminlerin yürek­ lerini işgal altına aldılar. Yaptıkları zulümleri kadere bağladılar. Sergiledikleri hak­ sızlıkları ve işledikleri cinayetleri Allah' a fatura ettiler. Allah'ı dillerine sakız, ellerine oyuncak etmeye kalkıştılar. Ve onlar bunları yaparken daima Müslüman olduklarını iddia ettiler. Lakin onlar tuleka idiler yahut tulekanın çocukları, torunları... Namazı namaz olmaktan çıkardılar, orucu oruç, haccı hac olmaktan ... Zekatı ve infakı görmediler. Sömürüyü esas aldılar. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını zimmetlerine geçirdiler. Maun Suresi'ni ayaklar altında çiğnediler. Müslümanlara sırf Arap değiller diye köle anlamında Me­ vali dediler. Arapçayı ve Araplığı dayattılar. İslam'ın evren­ selliğini Arap ırkçılığına kurban ettiler. Ayırdılar, böldüler, kırdılar, parçaladılar. Vahdeti değil tef­ rikayı meslek edindiler. 16


Ve böylece tevhid dini olan İslam'ı şirke alet ettiler. Kim ki Muhammedi İslam'ı savunduysa ona türlü işkence ve zulümlerle saldırdılar. Hapsettiler, kırbaçladılar, sürgün ettiler, öldürdüler. Sonra tüm bu zulümlerini örtebilmek için gösterişli camiler inşa ettiler. O camilerde riya namazlarına durdular. Ne din umurlarındaydı ne iman ne Allah ne de Kur' an! Onlar yiğitçe savaşamadıkları İslam' a karşı alçakça mücadele yoluna saptılar. Kurdukları pusuyu yüzyıllar boyunca sürdürdüler. Lakin o ihanet hareketi tarihte kalmadı. Bugün de tüm şiddetiyle sürmektedir. Evet, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dö­ neminde de nice "tuleka", Müslümanların başına bela oldu. İslam'ı yozlaştırma hareketi bir geleneğe dönüştü. Mezhep dediler, tarikat dediler, cemaat dediler; örgütlen­ diler. Kur' an'ı dışlayıp hadis adı altında bir yığın yalanı Hazreti Muhammed'e izafe ettiler. Hasılı yıkıp İslam'ı, yeni bir din kurdular. Milli şair Mehmet Akif'in onlara hitaben; "Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun / Yıktın da din-i mü­ bini yeni bir din kurdun." demesi hakikati ne de isabetli ortaya koyuyor! Onlar ki Kur' an'ı anlaşılmaz addettiler. Ne var ki yalnızca kendilerinin anlayacağını ileri sürüp tahrif ve tahrip ederek ayetleri çarpıttılar. Halka çarpık fetva ve tevillerini anlattılar. Böylece Kur' an ile aldattılar. Kur' an'ı dillerinden gönüllerine indirmediler. Lafzının olmasa bile mana ve ruhunun üzerinde tepindiler. Şirkleri­ ne dayanak aradılar. Nice ayetleri eğip bükerek kendileri için ihdas ettikleri türedi makamlara Kur' an'dan meşruiyet ara­ dılar. "Şeyh" oldular; Allah'a götüren vesileyiz, dediler. "Mürşid" oldular; günahları bağışladılar. 17


"Gavs" oldular; sözde iman ve tövbe dağıttılar. "Şeyhülislam" oldular; Yunus'ları bile tekfir ettiler. "Müftü" oldular, Nesimi'lerin derisini yüzdüler. Onlar Hakk'ın değil şeytanın dostluğunu tercih ettiler. Onlar ihlası değil riyayı seçtiler. Onlar imanı değil küfrü üstün tuttular. Onlar tevhide değil şirke meylettiler. Saptıkça saptılar, saptırdıkça saptırdılar. Hidayet yolunun üzerinde engeller kurdular. Cehennemle korkuttular, azapla tehdit ettiler. Cenneti ise kendi tekellerine aldılar. Riya kürsülerine oturup katliam fetvaları verdiler. Çoluk çocuk, kadın ve yaşlı demediler; milyonların kanına girdiler. Ellerinde şeriat kılıcı vardı. Dillerinde çarpıttıkları ayetler vardı. Öyle bir pusu kurdular ki İslam'a, şeytan bile şaştı kaldı. Onlar Müslüman değil İslamcı, dindar değil dinci idi. Biliriz ki dincilik; Allah' a ve dine hizmet adı altında, dini Allah'ın iradesinin tersi yönünde işletmenin şeytani zihniye­ tidir. Dincilik kendi adına iş yapıp bunu Allah için diye yan­ sıtmaktır. Dincilik; dindarlığa karşı dini kendince farklı bir içeriğe sokup onu tahrif etme yolunda işlenen her türlü iğrenç fiilin adıdır. Dincilik; tarihin gördüğü en büyük sahtekarlıktır. Zira dincilik; dinden görünüp dine düşmanlık etmektir. O halde bizim çağrımız samimi Müslümanlaradır. Ey Müslüman, Ey Muhammedi mümin, Bil ki senin en büyük düşmanın ne dinsizlerdir, ne ateistler ne de başka dinlerin mensupları! Senin ve inandığın dinin en büyük düşmanı tulekanın ideolojik torunları olan dincilerdir. Onlara karşı teyakkuz ha­ linde olmayı dindarlığının ayrılmaz bir parçası haline getire­ mezsen aldatılmaktan kurtulamazsın. Bil ki aldatmak kadar aldanmak da günahtır, haramdır. Ne aldatan ne aldanan ol­ malıyız. Bu, Muhammedi İslam'ın şiarıdır. 18


Yüzyıllardır devam eden pusuyu fark etmek mümince bir basiretle mümkündür. Basiretini kullan, ferasetini ihya et ve kurulan tuzakları, oynanan oyunları boz. Allah ile aldatılma! Ezan ile aldatılma! Namaz ile aldatıl­ ma! Kur' an ile aldatılma! Fikrini, irfanını ve vicdanını özgür kıl; aklını kullan! Zira [Yunus Bölümü 100. Sözde] buyrulduğu gibi; Allah aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağdırır...

19



ikinci Bölüm

Kur'an ile Aldatmak



İnsanları doğru yola yönlendirmek için gönderilen kutsal kitap Kur'an, bir aldatma aracına dönüştürülebilir mi? Evet, dönüştürülebilir. Nitekim dönüştürülmüştür de . . . B u aldatma işi dinciliğin ana yolu ve yöntemidir. Bırakın Kur' an' ı, dinciler tarafından doğrudan doğruya Allah bile aldatma aracı yapılabilmektedir! Nitekim Kur'an'da bu gerçeği açıklayan sözler / ayetler vardır. Kur' an'da [Yaratan Bölümü 5. Sözde/ Patır Suresi 5. Ayet­ te] ve [Lokman Bölümü 33. Sözde / Lokman Suresi 33. Ayet­ te] şöyle bir ifade vardır: . . .O çok aldatıcı olan, sakın sizi Allah hakkında kan­ dırmasın! Aynı doğrultuda Demir Bölümü 14. Sözde/ Hadid Suresi 14. Ayette de benzer bir ifade vardır: ... O aldatıcı şeytan sizi Allah hakkında aldattı. Bilindiği üzere bu sözlerdeki / ayetlerdeki ifadelerden yola çıkarak merhum Yaşar Nuri Öztürk Hoca'nın Allah İle Aldatmak adlı çok önemli bir yapıtı vardır. Yaşar Hoca'nın yapıtı çok büyük bir aydınlanmaya vesile oldu. Herkes istifade etti ve etmeye de devam ediyor. Ken­ disini bu vesileyle bir kez daha saygı ve rahmetle anıyorum. 23


Biz de kutsal değerlerle aldatma konusunda meselenin baş­ ka boyutlarına dikkat çekmek için Kur'an ile Aldatmak adlı bu çalışmamızı kaleme alıyoruz. Elbette çalışma boyunca Yaşar Hoca'nın adı geçen eserinden de zaman zaman yararlanacağız. Aldanma ve aldatma kavramlarını karşılamak üzere Kur' an' da ğurur" ve ğırre" köklerinden ad ve fiiller kul­ lanılır. İsfahanlı Ragıb'ın; el-müfredat adlı eserinde yer alan ve gayın harfi ile yazılan ğurur sözcüğünün anlamı; uyanık halde iken aymazlığa yani gaflete düşmektir. Bu sözcük Arap dilinde mal, ün, şehvet ve şeytandan kaynaklanarak insanı aldatan her şey için kullanılmaktadır. Ancak daha ziyade şeytanın aldatması için kullanılır. Zira aldatanların en iğrenç olanı şeytandır. Şeytan ise başka çalışmalarımızda da ifade ettiğimiz üzere insanın içindeki kötücül duyguların eyleme dökülmesi sonucu ortaya çıkmasını belirtmek üzere kullanı­ lan simgesel soyut bir varlık olarak anlaşılmalıdır. Yani şeytan aslında kötücül duyguların kuvveden fiile geçmiş halidir. Kur'an' da aldahşlar ve aldanışlar konusunda son dere­ ce dikkat çekici ifadeler vardır. Bunları şu şekilde sırlamak mümkündür: 1- Yaldızlı ve süslü sözlerle aldatma ve aldanma. Bu ifa­ de [Hayvanlar Bölümü, 112. Sözde] geçmektedir. Buna göre şeytan, aldatmak için yaldızlı ve süslü sözler fısıldamaktadır. 2- Ülkelerde egemenlik kurmak, gezip dolaşmakla aldat­ ma ve aldanma. Bu ifadeler ise [İmran Ailesi Bölümü, 196. Sözde] ve [İnanan Bölümü, 4. Sözde] geçmektedir. Buna göre inkarcıların şehir şehir rahatça dolaşmasına aldanılmamalıdır. 3- Dine sonradan sokulan uydurma ve iftiralarla aldatma ve aldanma. Bu konuya [İmran Ailesi Bölümü, 24. Sözde] ve [Ganimetler Bölümü 49. Sözde] değinilmektedir. Buna göre dinden sanılıp uydurulan bazı şeyler bir kısım kimseleri al­ datmaktadır. Bir de bazı ikiyüzlüler vardır ki onlar müminle­ rin dinleri nedeniyle aldandıklarını sanırlar. 4- Hurafeler, uydurmalar, anlamını bilmeden okuyuşlarla aldatma ve aldanma. Bu husus da [Demir Bölümü, 14. Söz­ de] belirtilmektedir. Buna göre şeytan bazılarını hurafelerle, II

24

II


uydurmalarla ve anlamını bilmeden yaptıkları okuyuşlarla aldatmaktadır. 5- Sefil, rezil bir yaşayışla aldatma ve aldanma. Bu da, [İm­ ran Ailesi Bölümü, 185. Sözde], [Hayvanlar Bölümü, 70. Söz­ de], [Ara Yer Bölümü, 51. Sözde], [Lokman Bölümü, 33. Söz­ de], [Yaratan Bölümü, 5. Sözde] ve [Demir Bölümü, 20. Sözde] anlatılmaktadır. 6- Allah ile aldatma ve aldanma Evvelce de ifade ettiği­ miz üzere bu aldanma ve aldatış tarzı da [Lokman Bölümü, 33. Sözde], [Yaratan Bölümü 5. Sözde] ve [Demir Bölümü, 14. Sözde] ifade edilmektedir. Aldatmak ve aldanmak büyük bir musibettir. Bu musibetin bertaraf edilmesi hayli yakıcı bir süreci de beraberinde getirir. Aldatma, aldatan kişi için sanki bir nevi kazanç gibi görünse de aslında o en büyük aldanışlardan biridir. Aldanmanın en şiddetli ve sonucu en çetin olan türü aldatmaktır. Başka bir de­ yişle aldatanın aldanması kaçınılmazdır. Hiçbir aldatıcı yoktur ki sonunda en büyük aldanmayı kendisi yaşamış olmasın. Evet; aldatmanın en iğrenç ve en sarsıcı şekli Allah ile al­ datmaktır. Aslında Allah ile aldatmanın bir yolu da günümüz­ de, "Kur'an böyle diyor, Kur'an'a uyalım, Kur'an'daki şeriat ilkelerini uygulayalım," deyip Kur'an'ı tahrif ederek yanlış bir Kur'an algısıyla kitleleri siyaseten ve ticareten sömürmektir. Kur'an'ın ahlaki öğütlerini hiçe sayıp dönemsel hükümle­ ri üzerinden propaganda yaparak iktidar devşirmek, Kur'an ile aldatmanın her dönemde en güncel ve en çirkin yoludur. Bu yola tevessül öylesine yaygın hale geldi ki bundan vazgeç­ me çağrısı yapanları dinsizlikle itham etmek revaç kazandı. Ve ne acı ki, yalan, gerçeğe yeğlenir oldu. Yalın gerçek şu ki, Kur'an, İslam dininin kutsa kitabı. Bi­ zim tanımlamamıza göre devrimci Muhammedi İslam'ın manifestosu. Bu manifesto 7. yüzyıl Arap yarımadasında ve özellikle Hicaz bölgesinde çok büyük hadiselere ve toplumsal değişimlere neden oldu. Muhammedi İslam'ın doğduğu ve Kur'an'ın oluşma­ ya başladığı kent olan Mekke'deki toplumsal, kültürel ve 25


inançsal yaşam, devrimi doğuran nedenleri anlamada kıla­ vuz hüviyetindedir. Bundan dolayı öncelikle dönemin Mek­ ke'sini biraz tanımakta fayda var. Kabe'nin Kenti Mekke Mekke'yi Mekke yapan en önemli unsur içinde Kabe gibi bir yapının bulunuyor olmasıdır. Sözlükte dört köşeli veya küp şeklinde olmak anlamına gelen (Ka'b) kökünden türe­ me bir sözcük olan Kabe, küp şeklinde nesne demektir. Kabe binlerce yıldır önemini koruyan bir yapı. Yapılışını Hazreti İbrahim'e dayandıranlar olduğu gibi Hazreti Adem'e değin götürenler de var. Nitekim Kabe'nin öbür adı olan "Beyt-i Atik" sözü, çok eski ev anlamına geliyor. Doğal olarak eski­ likten kasıt binlerce yıl önce yapılmış olmasıdır. İnanışa göre yeryüzünde Allah'a tapınmak için yapılmış olan ilk bina Kabe'dir. Bundan dolayıdır ki Kabe için "Beytul­ lah" yani " Allah'ın evi" ifadesi de kullanılmaktadır. Kur'an'da Kabe sözcüğü iki defa geçmektedir. Sofra Bölü­ mü 95 ve 97. Sözlerde geçen Kabe için bir kısmı yine Kur'an'da kullanılan başka adlar da verilmektedir. Beytü'l- Muharrem, Beytü'l- Haram, Beytullah, Kabe-i Muazzama vb. Kabe, İslam'ın en önemli mabedi olarak kabul ediliyor. Ancak biliyoruz ki Kabe İslam'dan önce de çok önemli bir mabet idi. İslam inancı Kabe'yi sahiplendi ve onu Hazreti İbrahim'le ilişkilendirdi. Kur'an'daki kimi sözlerden / ayet­ lerden Kabe'nin Hazreti İbrahim'den önce de var olduğu an­ cak yıkıldığı ve Hazreti İbrahim'in bu yıkıntılar üzerinde onu yeniden inşa ettiği anlaşılmaktadır. Hazreti İbrahim Kabe'yi bir tevhid binası olarak inşa etse de daha sonra, zamanla Kabe yeniden şirk binasına çevrildi; içi putlarla dolduruldu. İslam, Kabe'yi içindeki şirk unsurlarını temizleyerek bir tevhid binası haline getirdi. Böylece Kabe ve çevresi "mescid-i haram" oldu. Yani dokunulmaz/ kutsal mescit... İslam öncesi dönemde müşrik Araplar için de Kabe kut­ saldı. Onun etrafında tavaf eder, karşısında secdeye kapanır­ lardı. Hatta müşrik Araplar da Kabe'ye doğru dönerek ibadet 26


ederler / namaz kılarlardı. Kabe'deki putlar için kurban ke­ sen müşrik Araplar, aynı zamanda hac için de Kabe'yi ziyaret ederlerdi. Yani kurban kesmek, tavaf etmek, haccetmek ve namaz kılmak gibi ritüeller İslam öncesi müşrik Araplarda da olan ve Kabe ile ilişkilendirilen tapınma biçimleri idi. Dolayı­ sıyla içinde 360' dan fazla put bulunan Kabe hem Mekke'nin hem de bütün Arap yarımadasının kalbi konumunda bulu­ nan bir kutsal mekandı. Mekke, Kabe'den ötürü o günkü Arap dünyasının bir nevi başkenti idi Mekke sadece dinsel anlamda değil yönet­ sel manada da Araplar için öne çıkan bir merkezdi Nitekim Mekke'deki en büyük Arap kabilesi yahut kabileler konfede­ rasyonu olan Kureyş'in bütün Arap yarımadasında nispeten siyasal bir üstünlüğü söz konusu idi. Mekke, aynı zaman da panayırlar kenti idi. Araplar pek çok panayır yapar, ticari, kültürel ve sosyolojik açıdan kabi­ leler arası iletişim bu panayırlarda ivme kazanırdı. En ünlü panayır, Ukaz panayırı idi ve bu panayır Mekke' de yapılırdı. Yine Mekke yakınlarında Micenne denilen yerde bir pana­ yır daha vardı ki o da en az Ukaz ka dar ünlü idi. Bu pana­ yırlar Mekke'nin bir ticaret kenti olma özelliğini yansıtması bakımından çok önem taşımaktadır. Nitekim ticari ilişkiler, borç alışverişi, tefecilik / riba gibi bir kısım iktisadi olayların Mekke'de yoğunlaşması kentin bu özelliğinin doğal bir sonu­ cu olarak daha sonra Kur'an'a da yansıyacaktı. Mekke toplumu bütün Araplar gibi köleci bir toplumdu. Halk; köle ve hür olmak üzere ikiye ayrılırdı. Kölelere kötü muamele sıradan bir hadise olarak görülürdü Kız çocukları kimi zaman utanç sebebi sayılırdı. Zira bor­ cunu ödeyemeyenin kızı elinden alınır ve borcun tahsili için genelevlerde çalıştırılırdı. Bu da borçlu Araplar için kız ço­ cuklarını utanç sebebi olarak görmen in kaynağını teşkil eden travma tik hadiselerden biriydi Mekke toplumundaki sınıfsal ayrım; kadın ve erkek, yok­ sul ve varsıl olarak da kendini gösteriyordu. Öte yandan ka­ bileler arasında da keskin bir ayrım söz konusu idi. Kureyşli 27


olan ve Kureyşli olmayan ayrımı ile birlikte bir de Mekkeli olan ve Mekkeli olmayan ayrımı vardı. Bu ayrımlar sınıfsal bir mahiyet taşımakta ve derin hak­ sızlıklara, adaletsizliklere sebep olmaktaydı. Sömürü, yoksul­ luk, açlık, kan, gözyaşı ve kadının aşağılanması gibi hadise­ ler Mekke şirk toplumunun en temel özellikleri arasındaydı. Arap kabileleri arasındaki savaşlar, kan davaları, yağma ve talanlar sonu gelmez bir toplumsal kriz olarak sosyal yapıyı kemırmekteydi. Sözün özü, Mekke müşrik Arap toplumu büyük bir buna­ lımın içinde kıvranıp durmaktaydı. Mekke'nin kodamanları ise varsıllıklanna varsıllık katıyor ve egemenliklerini şirk di­ nini refere ederek meşrulaştırıyorlardı. Onlara göre sömürü normaldi, sınıf ayrımı normaldi, kadınların aşağılanması da normaldi, tefecilik normaldi, kölelik ve köle ticareti de nor­ maldi. Kimdi o kodamanlar? Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve diğerleri ... Ancak onların normal gördüğünü normal görmeyen ve şirk dinine itiraz edenler de vardı ki onlara Hanif deniliyor­ du. Hanifler, Hazreti İbrahim'in dinini sürdürmeye çalışan küçük bir topluluktu. Lakin onların itirazı pek etkili olamıyor ve düzeni değiştir­ meye yetmiyordu. Bu düzenin değişmesi için büyük bir devrime gereksinim vardı. Devrimin önderi Muhammed, manifestosu ise Kur' an olacaktı. .. Ve Hazreti Muhammed 61O yılında Allah'tan vahiy al­ dığını belirterek peygamberliğini ilan edip büyük devrimi başlattı. Peygamberlik ve vahiy! İşte Muhammedi devrimin iki temel kavramı... Peygamber, elçi demekti; Tanrı'nın elçisi! Vahiy ise tanrısal esinlenme . . . Hazreti Muhammed ta çocukluğundan başlayarak devri28


me hazırlandı. Onu devrime hazırlayan şey, içinde yaşadığı koşullardı. Çok şeyler yaşadı, çok şeyler gördü ... Yaşı büyüdükçe düşünceleri de büyüdü. Derin derin düşündü. Ölçtü, biçti, tarttı. İnzivaya çekildi. Zaman zaman kendini toplumdan yalıttı. Zira yaşanan hak­ sızlıklara bazen yüreği dayanmıyordu. Gün geldi, vakit erişti ve zihninde biriken, yığıldıkça yığı­ lan o düşünceler doruk noktaya vardı. Muhammed, sidretü'l münteha'da idi. Sidretü'l- münte­ ha, son nokta, varlıklar dünyasının son sınırı demekti bir an­ lamda ... İşte oradan taştı düşünceler ve vahiy olup akh diline Muhammed'in. Zira artık daha fazla düşünmeye gerek kalmamıştı. Zihnine Cebrail, sözüne kelamullah dediler! Bilenler bildi gerçeği, duyanlar duydu Hakk'ın sesini . . . Cennetü'l- Me'va ülküsü haykırılmalı ve yeryüzü cehennemine karşı mücadele başlamalıydı. Cennetü'l- Me'va; beklenen, vaat edilen cennet demekti. Mekke cehennemini cennete çevirme devrimi bir anda pat­ ladı. Lailahe illallah, lailahe illallah, lailahe illallah! Bu söz, bütün haksızlıklara karşı atılan bir çığlıktı. Çığlık çığlığa Hakk'a çağırdı müşrikleri Muhammed pey­ gamber! O bir nezir-i üryan idi. Çırılçıplak gerçeği söyledi, gerçeği haykırdı. . . 2 3 yıl sürdü devrimci mücadele . . . Sürgün, boykot, savaş derken tamamlandı manifesto ve Kur' an denildi adına. Kur'an, Muhammedi devrimin kitabıdır. Kur' an, doğru yola kılavuzlayan bir yol göstericidir. Kur' an, adaleti buyuran, meşveret ve maslahatı emreden bir kitaptır. Kur' an, emanete sadakati ve liyakati esas alın diyen bir öğütçüdür. Ve buyurdu Muhammed Mustafa: 29


Din öğüttür! Öğüt alıp yaşama geçirenlere ne mutlu! Kötüye kullanıp bir aldatma aracına dönüştürenlere ise ne yazık! Evet, gün geldi; Kur'an, din, Allah, peygamber ve ne varsa kutsallık adına, hepsi bir aldatma aracına dönüştürüldü kimi münafıklar ve münkirlerce . . . Bu aldatmayı deşifre etmek v e müminleri teyakkuza çağır­ mak bizim görevimizdir. Görevimizi yapıyor ve "sizi Kur'an ile aldatıyorlar!" diye haykırıyoruz! Kur'an, Kabe'nin, Mekke ve Medine'nin, Hicaz ve Yemen'in hasılı Ceziretü'l- Arap'ın kitabıdır. Onu oluştuğu coğrafya ve zamandan kopararak anlayamazsınız. Onu Mekke'nin müşriklerinden, Medine'nin Yahudilerin­ den ve çevredeki Hıristiyan kabilelerden bağımsız bir bakışla yorumlayamazsınız. Onu, hangi dine ve inanca mensup olurlarsa olsunlar, Arap kabilelerinin kabileler üstü merkezi bir yönetime evril­ me ve bir nevi ümmetleşme sürecinden bağımsız da değer­ lendiremezsiniz. O halde Kabe'nin kenti Mekke'de mayalanıp Medine'de tekemmül eden Kur'an'ı önce sılasına kavuşturmak gerekir. Zira gurbete yollanmış bir kitabı istismar etmek kolaydır. Gelin; şimdi Kur'an'ı sılasına kavuşturalım ... Kavuşturalım ki aldatmaya karşı verilen mücadele başla­ mış olsun!

Kur'an'ın Yerelliğine İlişkin Birkaç Söz Kur' an'a ilişkin kurulan tümcelerin neredeyse tümü ev­ rensellik üzerinedir. Evrenselliğin iki boyutu var; coğrafyalar üstü olmak ve her çağa hitap etmek, yani zaman üstülük . . . Doğrudur; Kur'an'ın coğrafya v e zaman üstü ilkeleri vardır. Ve yine elbette Kur' an'da her halka / kavme yöne­ lik inanç, ibadet ve ahlak kuralları vardır. Bunun reddi asla imkan dahilinde değildir. 30


Ne var ki Kur'an'ın yerel ve oluştuğu çağa dair olan hü­ kümleri de vardır. Bunu da inkar etmek mümkün değildir. Ne denli itiraz edilirse edilsin, ne denli görmezden gelinirse ge­ linsin, Kur' an'ın yerelliği bir gerçektir. Bu gerçeği görmemek yahut görmek istememek ya da görülmesini istememek; tek­ rar ifade edelim ki o kutsal kitabı gurbete yollamak demektir. Kur'an'ın yerelliği gerçeği, evrenselliğini inkar zemininde yükselen bir gerçek değildir. Yerellik ve evrensellik her koşul­ da birbirine zıt iki kavram olarak telakki edilemez, edilme­ melidir. Bu durum Kur' an için öylesine apaçık bir hakikati ifade ediyor ki onu izahta zorlanmak diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Kur' an'a yalın bir akılla ve temiz bir gö­ nülle yaklaştığımızda görüyoruz ki o kendini pek çok yönden mahalli / yerel bir kitap olarak niteliyor. Nitekim Kur'an'da şöyle seslenilmektedir: Biz sana kentlerin anası olan Mekke'de ve onun çevresinde bulunanları/ yaşayanları uyarman ve kendisi hakkında asla kuşku olmayan toplanma günüyle onları korkutman için böyle Arapça bir Kur' an vahyettik / açıkladık ... [Danışma Bölümü, 7. Söz / Şura Suresi, 7. Ayet] Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır: Bu, kentlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları/ yaşayanları uyarman için sana indir­ diğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı kutlu bir kitaptır... [Hayvanlar Bölümü, 92. Söz /En'am Suresi, 92. Ayet] Açıkça görülmektedir ki, Kur' an'ın asli / birincil muhata­ bı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kur' an'ın dilinin Arapça olmasıdır. Kur' an'ın Arapça bir kitap olarak 31


indirilmesinin nedeni açıklanırken asli / birincil muhatapla­ rının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kur'an'ın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet: Eğer biz onu yabana dilde bir Kur'an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri aynntılandırıl­ malı değil miydi? Arap'a yabancı dilde kitap olur mu? .. [Açıklanmış Bölümü, 44. Söz / Fussılet Sure­ si, 44. Ayet] Kur'an'ın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok sözde / ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kur'an'ın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk ve asli/ birincil muhatap olan Arapların dilinin Kur'an'ın dili olması gerçeği bizi şu noktaya götürmektedir: Gayet doğal olarak Kur'an'da sadece asli/ birincil muha­ tapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal (uygulamalı) anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliğiyle asla çe­ lişmez. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özü­ dür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükmü evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kur'an, ilk muhatapları olan Arapların yaşamındaki somut toplumsal olayları örnek alarak kimi sosyal düzenlemeler ortaya koymuştur. Bu toplumsal olayların birebir karşılığı­ nın bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kur'an'ın tüm sözlerinde /ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum ya­ dırganacak bir şey olmayıp son derece doğaldır. Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar te­ melinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her coğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslam'ı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uyarlamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslam'ın Türk kültürü ile 32


yoğrulmasından doğan Türk ve Anadolu Müslümanlığıdır. Kur' an' da sadece Arapları ilgilendiren sözlerden / ayet­ lerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile yani yoruma olanak bırak­ mayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım İçinizden, hanımlarına, senin sırtın bana anamın sırlı gibidir, diyenlerin kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcı­ dır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin eşleriyle temas etme­ den önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gere­ kir. Size öğütlenen budur. Allah yaphklarınızdan ha­ beri olandır. Bulamayan kimse/ buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmaruzdan dolayı­ dır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır. [Mücadele Bölümü, 2-3-4. Sözler / Mücadele Suresi: 2-3-4. Ayetler] Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Arap­ larda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek var­ dı: Zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin!" deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hazreti Muhammed'in arkadaşlarından Sabit oğlu Evs de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hazreti Muhammed'e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiği­ ni, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında ko­ casının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hazreti Muhammed' den tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hazreti Muhammed ise "Sen ona haramsın," dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyor ve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar 33


tekrar istiyordu. Sonunda Hazreti Muhammed'de vahiy hali belirdi ve bu Kur' an sözleri / ayetler açığa çıktı. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlerle kadının kocasının anası ol­ mayacağını bildirdi. Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolay­ sıyla Kur' an'ın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman halklar için bu ayetlerin kuramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer Müs­ lüman halklarda böylesi bir gelenek bulunmuyor. Kur' an' da daha pek çok konuda böylesi ayetler var. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı yahut göğsü açık olmanın cariye (köle kadın) ve hayat kadını olmaya işa­ ret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolaysıyla Türkler için başa örtü almak öz­ gür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Arap­ ları için de böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla başı örtme diye bir buyruğa da artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili sözlerin / ayetlerin bir buyruk değil, bir öğüt/ tavsiye olduğunu ve başı örtmenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Biz de baş örtmenin bir gelenek olduğunu sa­ vunuyor, ilgili ayette başın değil göğüslerin kapatılmasının emredildiğini düşünüyoruz. Kız çocuklarının diri diri gömül­ mesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Arap­ larda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müs­ lüman topluluklar için bu türden sözlerin / ayetlerin kılgısal bir karşılığı yoktur. Yine Kur' an' da insanoğlunun bilemeyeceği, sadece Tanrı'nın bilebileceği kimi konuların olduğu -ki bunlara Kur' an literatüründe gayb (bilinmeyen, gizli) denmektedir­ aktarılmaktadır. Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti (Burada kastedilen çocukların cinsiyeti­ dir.) ve benzeridir. 34


Söz konusu Kur' an sözleri / ayetler şöyledir: Kıyamet vakti hakkında bilgi Tanrı'nın kahndadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kim­ se nerede öleceğini bilemez. Kuşkusuz Tanrı her şeyi bilendir, her şeyden haberi olandır. [Lokman Bölümü, 34. Söz /Lokman Suresi, 34. Ayet] Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi azaltacağını Tanrı bilir. Onun ka­ hnda her şey bir ölçüye bağlıdır. [Gök Gürültüsü Bölümü 8. Söz / Rad Suresi, 8. Ayet] İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar ar­ tık insanoğlu için gayp (bilinmeyen) şeyler değildir. Ancak Kur' an'ın oluştuğu dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrı'nın izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin / sonsuz ve sürekli vahyi­ nin yani bilim ve teknolojinin yol göstericiliği ile geçmişte bilinmeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığıyla bilmekte­ dir. Yağmurun ne zaman yağacağı insanlar için artık meçhul değildir. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde hava tahmin raporları ile hava durumu ve iklimsel özelikler yüzde yüze yakın bir oranla bilinmekte ve bu bilgiyle tarımsal, sınai ve sosyal planlar yapılmaktadır. Hatta insanoğlu geliştirdiği tek­ noloji ile artık yapay yağmur bile yağdırabilmektedir. Artık insanoğlu, ana rahmindeki çocuğun sadece cinsiyetini değil, yaşamı boyunca hangi hastalıklara yakalanacağını, saçının rengini, sakat doğup doğmayacağını, kaç kilogram olacağını vb. bilmektedir. Kur'an'ın yerelliği konusuna bir de şu açıdan bakılması mümkündür: Sözgelimi, Kur' an' da kardan, çığdan, kıştan bahsedilme­ mektedir. Zira Kur' an'ın oluştuğu coğrafyada bunlar yok­ tur. Yine Kur'an'da kutuplara özgü yahut başka coğrafya­ lara özgü hayvanlardan da bahis yoktur. Zira o hayvanlar 35


Kur'an'ın oluştuğu Arap coğrafyasında bilinen hayvanlar değildir. Bunun gibi daha nice örnekler vermek mümkündür. Lakin maksadın hasıl olduğu kanısındayız. Sıraladığımız bu örnekler, inancı zayıf kimseler için inkara zemin oluşturabilir. Ancak Kur'an'ın gerçek işlevi­ ni ve Tanrı'nın onu göndermekle / Hazreti Muhammed'in zihninde açığa çıkarmakla neyi amaçladığını, yine yüce Allah'ın kendilerine ihsan ettiği anlama gücü ve sezgi yete­ neği ile keşfedip bilenler böylesi bir inkar zeminine düşmek bir tarafa Tanrı'ya ve onun dinine olan imanlarını güçlen­ dirirler. Kur'an'ın Tarihselliğine / Dönemselliğine İlişkin Birkaç Söz Tarihsellik çok tartışılan konulardan biridir. Kimileri buna şiddetle karşı çıkıp tarihselliği savunmanın kafirlik / küfr olduğunu söyleyecek denli uç bir noktaya savrulmaktadır. Kimileri ise tam tersine tarihselliği Kur'an'ı anlamada en ya­ şamsal yol olarak kabul etmekte ve bu görülmediği sürece Kur' an' daki bir kısım hükümlerin maksadının anlaşılamaya­ cağını, dolayısıyla da Kur' an'la hayat arasında bağların kopa­ cağını belirtmektedir. Biz de bu kanıdayız. Evet, Kur' an'ın pek çok ayeti tarihseldir. Oluştuğu dö­ nemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan sözlerin / ayetlerin toplamı Kur'an'ın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hazreti Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan birçok tarihsel olay, Kur' an' da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kur'an'ın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen, hükümlerinin ge­ çersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi Kur' an sözlerinin / ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte gelenekçi Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kur' an' da bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır. 36


Oysa Kur'an'ın kendisi zamanla kimi hükümlerinin ge­ çersiz hale gelebileceğini öngörmektedir. Nitekim Dişi Sığır Bölümü'nde şöyle denilmektedir: Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini yahut ben­ zerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye güç getirendir. [Dişi Sığır Bölümü, 106. Söz / Bakara Su­ resi, 106. AyetJ Öte yandan Bal Arısı Bölümü'nde ise şöyle buyurulur: Biz bir sözü / ayeti değiştirip yerine başka bir söz / ayet getirdiğimiz zamanAllah ne gönderdiğini pekiyi bilmekte iken inkaralar elçiye; sen ancak bir iftiracı­ sın, dediler. Hayır, öyle değil; onların çoğu bilmezler. [Bal Ansı Bölümü, 106. Söz / Nahl Suresi 106. AyetJ Kuramsal olarak Kur' an, kendi sözlerinin / ayetlerinin ba­ zılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek -ki bu duruma tefsir literatüründe nesh denilir- tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginle­ ri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliş­ tirmeye çalıştırmaktadır. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kur' an' daki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok sözün / ayetin hükmü kalkmıştır. Özelikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, köle ve cariye hukuku vb. konulardaki sözlerin / ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır. Bu başlığı sadece iki örnek vererek kapatalım . . . Kur' an' da kadınların tanıklığı özellikle ticari meselelerde o dönem Arap toplumunun koşulları gereği erkeklerin tanık­ lığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kur' an' dan evvel ka­ dınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu. Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığı­ nız vakit onu yazın. . . Erkeklerinizden de iki tanık 37


bulundurun. Eğer iki erkek bulunmazsa rıza göste­ receğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa di­ ğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun ... [Dişi Sığır Bölümü, 282. Söz / Bakara Suresi, 282. Ayet] Çağımızda hiçbir entelektüel Müslüman kadın, Kur'an'da yazıyor diye kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu sözde / ayette o dönemin toplum­ sal koşullarına göre hüküm verilmiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edileme­ yecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. Böyle olunca da sosyal olaylarda -ki burada ticari bir durum söz ko­ nusudur- tanıklığı erkek kadar muteber olmuyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaş­ tırmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı ge­ çersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama bu yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kur' an'ın bu konudaki hükmü de artık ge­ çersizdir. Hiçbir Müslüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı içine sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslam'ın hükmü diye kabul ettiremezsiniz. Ne var ki bu durum, bir toplumda kadın ve erkek ara­ sındaki nüfus dengesinin erkeklerin aşırı düzeyde aleyhine olacak şekilde bozulması gibi bir hadise vuku bulduğunda yeniden değerlendirilebilecek bir durumdur. Kur'an'daki bir diğer çarpıcı örnek de, kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir. Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay hali bek­ lerler. Eğer onlar gerçekten Allah' a ve ahiret günü­ ne inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz ... [Dişi Sığır Bö­ lümü, 282. Söz / Bakara Suresi, 228. Ayet] 38


Görüldüğü üzere bu ayette Kur' an oluştuğu dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi (üç ay) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarını net bir bi­ çimde anlamaları, hamile iseler çocuğunun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememeleri söylenmektedir. Yeni bir evlilikten önce, bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tespiti olanaksız­ laşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dö­ nemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolaysıyla Kur'an'ın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu sözü / ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kur' an'ın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. An­ cak yüce Allah'ın vahyi sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Yani Kur'an'la son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kur'an'ın kendisi ilan etmektedir. Bakınız, Mağara Bölümü'nde bu gerçek nasıl ifade ediliyor: De ki; Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. [Mağa­ ra Bölümü, 109. Söz / Kehf Suresi, 109. Ayet] Yine Lokman Bölümü'nde de benzer ifadeler mevcut: Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de ar­ kasından yedi deniz katılarak mürekkep olsa yine Allah'ın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah güçlü­ dür ve erdemli bilginin kaynağıdır. [Lokman Bölü­ mü, 27. Söz / Lokman Suresi, 27. Ayet] Demek ki, yüce Allah'ın vahyi yani sözleri Kur'an'la bit­ memiştir. Kur'an, vahyin sonu değildir. Allah'ın vahyi son­ suzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmekte­ dir. Peki, bu vahyin içeriği nedir? 39


Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre -ki Kur' an böyle söylemektedir- devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrı'nın insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl de­ ğil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allah'ın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrı'nın en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi, Allah'ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, tanrısal vah­ yin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın evreni ve ondaki ya­ şamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise bahsi geçen Kur' an sözünde / ayette işa­ ret edilen Allah'ın tükenmeyen sözleridir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allah'ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kur'an'ın, Topluluk­ lar Bölümü 9. Sözünde geçen "Hiç bilenlerle bilinmeyenler bir olur mu? " şeklindeki ifadesi hatırlanmalıdır. Bu gerçeği büyük Anadolu bilgesi Hünkar Hacı Bektaş Veli bir sözünde şöyle dile getirmiştir: Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır! Kur'an'ın tarihselliği yahut dönemselliği meselesinde merkezi noktayı hukuki / şer'i düzenlemeler oluşturmakta­ dır. Şer'i düzenlemelerin çoğu dönemseldir. Bunu en iyi bir biçimde ortaya koyan Kur' an sözlerinden biri de Gök Gürültüsü Bölümü 38. Sözdeki şu ifadedir: ... Her zamanın bir hükmü vardır. Bu çalışma boyunca Kur' an'ın yerelliği ve tarihselliği ko­ nusunda başka pek çok örneğe yer vereceğiz. Zira çalışmamı­ zın ana omurgasını zaten bu nokta oluşturmaktadır. Şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz. Ancak bu noktada şunu da anım­ satalım ki Kur' an'ın yerelliği ve tarihselliği demişken bu iki 40


özelliğin merkezinde yer alan toplum evvelce de yazdığımız üzere elbette ki Araplardır. Peki, Kur'an Araplar hakkında neler söylemektedir? Bu sorunun yanıtlanması, meselenin gereğince anlaşılması için son derece elzemdir. Kur'an'da Araplar Hakkında Neler Deniyor? Kur' an' da Araplardan bahsedilen sözler / ayetler var­ dır. Bu sözlerin çoğu olumsuz anlam içeren sözlerdir. Peki, Kur' an' da Araplardan nasıl bahsedilmektedir? Arapları belirtmek için Kur'an'da a'rabi (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan 'a'rab' kelimesi kullanılmaktadır. Kur' an, Arapları ifadede başka bir sözcük kullanmamakta ve Arapları çok olumsuz sıfatlarla anmaktadır. Sonraki dönemde Arap dil bilimcileri, Kur'an'ın bu tavrını etkisiz kılmak için olacak, a'rab ve a'rabi sözcükleriyle tanıtılan Arapların Bedeviler / badiye Arapları, yani Arapların bir nevi köylü tipleri olduğu yolunda bir söylenti geliştirmişlerdir.1 Doğrusu şu ki, Kur'an'ın Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı sıkıntıya bir tepki olarak geliştirildiği anlaşılan bu yaklaşım kaş yaparken göz çıkarmıştır. Ne yazık ki bu tutum, Arap dili sözlüklerinin birçoğunda yer almaktadır.2 Sonraki dönemlerin bu söylemi temel alınırsa, "Kur' an' da, şehirli Araplar hangi sözcükle ifade edilmiştir?" sorusu soru­ lacak ve elbette yanıtsız kalacaktır. İşin gerçeğini, Kur' an dilinin büyük bilgini Isfahanlı Ragıb dile getirmiştir: Ona göre, Kur' an' da kullanılan a' rab söz­ cüğü Arap ırk ve insanını tümden ifade eden sözcüktür. Ragıb, şöyle diyor: Arab, İbrahim'in oğlu İsmail'in zürriyetinin adıdır. A'rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.3 Bunu kaydeden Ragıb, a'rab sözcüğünün daha sonraki za­ manlarda Bedevileri / badiye Araplarını ifadede kullanıldığını 11

1 Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2018, s.

176.

2 Örnek olarak bkz. İbn Manzur; Lisanu 'l Arab, arb maddesi. 3 Ragıb, el-Müfredat, arb maddesi

41


söylemektedir ki, bu bizim biraz önce değindiğimiz çabanın bir sonucudur. Kur'an, Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmadığına göre, a'rab sözcü­ ğü Arap ırkına mensup insanların tümünü ifade etmektedir. Öteki iddiaların bilimsel, tarihsel bir tutarlılığı bulunmuyor. Kur' an'da a'rab sözcüğü, geçtiği 10 yerin biri dışında, sü­ rekli olumsuzluğun taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır. Elbet­ te ki bu durum Kur'an'ın oluşum dönemindeki Arapların çoğunluğunu ifade etmektedir. Buradan hareketle evvelki ve sonraki dönem Arap toplumunu tümden olumsuzluk fi­ gürü olarak telakki etmek ne insani, ne de İslamidir. Ne var ki Kur' an'ın bu tavrı gelecekte İslam üzerinden geliştirilmesi olası Arap ırkçılığına karşı alınmış Kur'anı bir önlem konu­ mundadır. Biz şimdi sözünü ettiğimiz kullanımlara bir bakalım: 1. Uyarı Bölümü, 90. Söz: Bu Kur'an sözünde Arapların bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da bir takım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor. Arapların özür bahane edenleri kendilerine izin ve­ rilmesi için geldiler; Allah' a ve elçisine yalan söy­ leyenler oturdular. Onlardan inkarcı olanlara kor­ kunç bir azap erişecektir. 2 . Uyarı Bölümü, 97. Söz: Burada ise küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah' ın gönderdiğini tanımama bakımından en şiddetli insanlar ol­ dukları belirtiliyor. Araplar inkarcılıkta ve ikiyüzlülükte en aşırıdırlar. Onlar, Allah'ın elçisine gönderdiğini tanımamaya da en yakın olanlardır. Allah bilendir, erdemli bil­ ginin kaynağıdır.

42


3. Uyarı Bölümü, 98. Söz: Burada bağışta bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymak­ la, iman sahiplerinin başına belalar gelmesini istemekle suçla­ narak en büyük belaların onların başına geleceği bildiriliyor. Arapların kimileri de var ki, verdiğini angarya sa­ yar ve sizin başınıza belalar gelmesini gözetler. Bela onların başına gelsin. Allah işitendir, bilendir. 4. Uyarı Bölümü, 101. Söz: Bu sözde ise ikiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor. Gerek çevrenizdeki Araplar içinde ve gerekse Me­ dine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz bili­ riz. Onları iki kez azaba uğratacağız. Onlar sonra da büyük bir azaba çarptırılacaklardır. 5. Uyarı Bölümü, 120. Söz: Tanrı elçisini bir başına bırakmaları kınanıyor. Gerek Medinelilere gerekse onların çevresinde bu­ lunan Araplara; Allah'ın elçisinden geri kalmak ve kendilerini ona tercih etmek yakışmaz. Çünkü Al­ lah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, inkarcıları kızdıracak bir yere ayak basmak ve düşmana karşı başarı kazanmak karşılığında; onlara mutlaka barı­ şa yönelik güzel bir eylem yazılır. Gerçek şu ki Al­ lah, iyilik yapanların ödülünün kaybolmasına izin vermez. 6. Zafer Bölümü 11- 12. Sözler: Bu iki sözde ise ikiyüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar.

43


Araplardan savaşa gelmeyip geride kalanlar sana şöyle diyeceklerdir; 'Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile!' Oysa onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylü­ yorlar. De ki; 'Allah, size bir zarar gelmesini dilerse veya bir yarar elde etmenizi isterse; ona karşı kim engel çıkarabilir? Hayır, Allah yaptıklarınızdan ge­ reğince haberi olandır. Aslında siz, Tanrı elçisinin ve inananların, aile­ lerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, gönüllerinize güzel görünmüştü de kötü bir düşün­ ce beslemiştiniz. Böylece siz yok olmaya değer bir topluluk oldunuz. 7. Zafer Bölümü, 16. Söz: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşa­ cakları, bu karşılaşmada korkaklık, döneklik ve ürkeklik gös­ termeleri halinde perişan olacakları ikaz ediliyor. Araplardan savaşa gelmeyip geride kalanlara de ki; yakında güçlü ve savaşçı bir halka karşı çağrılacak­ sınız. O zaman ya onlar kendiliğinden teslim olacak veya onlarla savaşacaksınız. Buyruğa uyarsanız, Allah size güzel bir ödül verir. Daha önce yaptığı­ nız gibi yine yüz çevirirseniz, bu kez Allah, acı bir azapla sizi cezalandıracaktır. 8. Odalar Bölümü, 14. Söz: Sadece dilleriyle 'Müslüman olduk' dedikleri, imanın kalplerine asla girmediği bildiriliyor: Araplar, "İnandık!" dediler. De ki; "Siz inanmadı­ nız, fakat inanç kalbinize girinceye kadar teslim olduk" deyin. Allah' a ve elçisine uyarsanız Allah yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Al­ lah, çok bağışlayandır ve çok esirgeyendir. 44


Aslında bu Kur'an sözünde "tuleka" tabir edilen mecburen Müslüman olmuş bir kısım Araplar da kastedilmektedir. Malu­ munuz tuleka, İslam tarihi boyunca İslam'a pusu kuranların hem ideolojik atalarıdır hem de bu işi ilk olarak gerçekleştirenlerdir. Buraya kadar verdiğimiz Kur'an sözlerinin tümünde olumsuz olarak bahsedilen Arapların bir yerde bazılarının inanıp Allah yolunda harcama yapacakları belirtilir. Uyarı Bölümü 99. Sözde bu konuda şöyle denilmektedir: Araplardan öylesi de var ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, iyilik için harcadığını Allah katında yakınlığa ve Tanrı elçisinin duasına aracı sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıkhr. Allah onları rahmetine erişti­ recektir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Kur'an' da Araplarla ilgili bir de Savaşçı Birlikler Bölümü, 20. Sözde bir değinme vardır. Bu değinmede birlikte yaşadık­ ları kişilere ihanet edebileceklerine işaret vardır. İlgili Kur' an sözü şu şekildedir: Bunlar, düşman birliklerinin gitmediklerini sanı­ yorlar. Eğer birlikler yeniden gelecek olsa, çöldeki Arapların arasına kaçıp sizinle ilgili haberleri onlar­ dan sormak isterler. Zaten sizin içinizde olsalar bile, çok azı dışında, savaşacak değillerdi. Kur'an'ın Araplar hakkındaki bu yargıları aslında Kur'an, İslam ve Hazreti Peygamber üzerinden kotarılmak istenen Arap milliyetçiliği ve Arap gururunu geçersiz kılması gereken yargılardır. Ne var ki bütün bu Kur'anı yargılara karşın özel­ likle Emeviler başta olmak üzere İslam tarihi boyunca Araplar diğer halklar üzerinde bir üstünlük iddiasında bulunmaktan ve açıkça Arapçılık yapmaktan geri durmamışlardır. Bu gerçeği merhum Yaşar Nuri Hocanın Allah ile Aldatmak adlı yapıtının 180 ve 181. sayfalarındaki bilgilerden istifade ile izah etmeye çalışalım: 45


Tarihsel yaşanmışlık bize gösteriyor ki, Arap ır­ kının üstün ırk olduğuna inanmak, Araplar için her şeyin üstünde olmuştur. Kendileri dışında­ kilere 'acem' yani 'ötekiler-yabancılar' demiş ve onları 'köleler veya azatlı köleler' anlamında­ ki 'mevali' sıfatıyla anmışlardır. Bu anlayışa göre, bir mevalinin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arap'la eşit duruma getiremez. Düşünülsün ki, İs­ lam din bilimlerinin tümünde kaynak, İslam ahlak ve irfanında örnek kişilerden biri sayılan ve Haz­ reti Peygamber'in hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan el-Basri (ölm. 110 / 728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür tüm mevalisi horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine müsaade edilmemiştir. Fıkıh kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur' an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes 'ümmi' sayılır. Yani böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmidir. Yani okuma yazma bilmeyen biridir. Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallı­ ğı yolundaki bu Kur'an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelen­ miştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hazreti Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır. Kur' an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sür­ meye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz, üstünlük, niyet ve gayret iledir. Kur'an'ın beyanlarına göre, içinden nebi gelme­ miş hiçbir ırk yoktur. Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi (peygamber) gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilin46


melidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gel­ miştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir. Vahyin ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mal etmeye olanak tanımaz. Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiç­ bir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbi (ka­ zanılarak elde edilen), bir kurum değildir ki madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın. Peygam­ berlik, Allah'ın verdiği bir imkan ve bir unvan­ dır. Allah bunu verirken ırkın, kanın olanaklarını öne çıkarmamıştır. Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal ze­ mini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldat­ ma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir. Arapları sevmeyi bir din emri haline getirmek Kur' an' dan hareketle mümkün olmadığına göre "Allah ile aldatma pazarının" başka bir çare bulma­ sı gerekiyordu. Bulmuştur.

Benzeri

durumlarda başvurdu­

ğu hadis uydurma yoluna gitmiştir. Allah'ın elçisi sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve idrak mümkün görmez. İslam' a ve Hazreti Muhammed' e isnat edilmiş uydurmaların en çir­ kinlerinden biri de şudur: "Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni gö­ rüp bana iman ederek beni tasdik eden Araplardır. Onların ardından da Araplardan beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlara şe­ faat edeceğim." Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplar­ dan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü gö­ reni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır. Kur' an, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir. 47


Arapçılık ve Arap gururu Kur' an ile aldatanların yani din­ cilerin mesleklerinden biri haline gelmiştir. Arapçılık ve Arap gururu sadece Arap soyundan gelenlerin işlediği bir sapkın­ lık değildir. Soyca Arap olmadığı halde Arapçılık yapan ve Arap gu­ ruruna hizmet eden gayri Arap Müslümanlar da bulunmak­ tadır. Bu türden kimseler Türkler arasında da vardır. Soyca Türk olduğu halde Arap dilini, Arap kimliğini kutsayan bir kısım Müslüman Türkler bu saplantılı yönelişlerini Kur' an'la iliş­ kilendirmeye çalışmaktadırlar. Onlara göre Kur'an Arapça olduğu için, Peygamber Arap olduğu için Araplık çok de­ ğerlidir. Türklüğün ise bu noktada nasıl bir değeri olabilir ki; Türklük kimliği onlar için bir anlam ifade edebilsin?! "Arapça kutsaldır çünkü Kur' an dili Arapçadır", deyip insanları Kur' an ile aldatanlar aslında doğrudan doğruya Kur'an'ın yasakladığı bir büyük günah çukuruna yuvarlan­ maktadırlar: Arap ırkçılığı! Bu, Kur'an istismar edilerek gayri Arap Müslüman halk­ ların Araplaştırılma uğraşısından başka bir şey olmadığı gibi en temel insani değerlerin de ayaklar altına alınıp ezilmesi, çiğnenmesi manasını taşımaktadır. Kur' an'ın dili üzerinden yürütülen Arapçacılık ve Arap­ çılık hareketi aslında Romalılar Bölümü 22. Söz ile geçersiz kılınmaktadır. Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renk­ lerinizin farklılığı da onun kanıtlarındandır. Doğru­ su bunda da bilenler için ibretler vardır. Kur 'an'ın bu apaçık sözüne karşın, Kur'an ile aldatıp "Kur' an'ın dili Arapçadır" diyerek Arapçaya ve Araplığa üs­ tünlük devşirmeye çalışmak insafsızlıktır. Hatta belki de bu gizli bir inkardır. Gizli inkarın münafıklık kavramıyla ifade edildiği İslam terminolojisini bu noktada anımsatmak sanı­ rım pek yerinde olacaktır. Biz buna bir başka açıdan yaklaşıp 48


Müslüman'mış gibi görünerek İslam' a pusu kurmak da diyo­ ruz. Evet, bu, İslam'a kurulmuş büyük bir pusudur. Pusunun hedefi, onun evrensel iletilerine ihanet etmek ve onu Araplığa mahkum etmektir. Kur'an ile Aldatmanın Bir Şekli Olarak Kur'an Okuma İbadetinin Saptırılması Kur'an ile aldatanların yahut diğer bir ifadeyle dincilerin seoep oldukları en büyük yıkımlardan biri, Kur'an'ın getirdi­ ği temel ibadetin ikinci, üçüncü sıraya atılması veya tümüyle dışlanmasıdır. Bu dışlamada pek çok etken vardır ama en baş­ ta yine Arapçacılık ve Arapçılık ile ibadet kavramının istisma­ rına bağlı tezgahlar ve çıkarlar yer almaktadır. Temel ibadet, önce namaz ritüeline hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da namaz Arapça kılınma koşulu­ na bağlanarak sorun bunalım noktasına taşındı. Namaz kıla­ cak kadar Kur'an ezberleyen milyonlarca Müslüman, asırlar boyunca bununla yetinmiş ve Kur' an'ın okunması, ayrı ve farz bir buyruk olma noktasına fiilen asla ulaşamamıştır. Arap olmayan kitleler, namazda okudukları Kur'an sözü / ayet ve Kur' an bölümlerinin / surelerin anlamlarını bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu söz / ayet ve bölümlerin / surelerin anlamlarını bilmek bile yetmez. Namazda kıraatin Arapça olması gerektiği şeklindeki da­ yatmaya karşı savunma amaçlı geliştirilen namazda Kur' an okumak gibi bir şartın olmadığı yönündeki görüşleri biliyo­ ruz. Ama işin aslı şu ki, namaz dahi Kur'an okuma yolu ola­ rak telakki edilmek durumundadır. Zira namaz bize göre bir okuldur ve o okulda okuma eylemi yapılır. Okunacak şey de Kur'an'dır. İslam'ın bütün ritüelleri, müminleri, okuma ey­ lemine yönlendirmek içindir. Okumaksa öyle birilerinin ileri sürdüğü gibi sadece bir kısım lafızları telaffuz etmek değildir. Ne demek olduğunu açıklayacağız. Ancak önemine binaen bir kez daha belirtelim ki, İslam'ın en önemli ve birincil ibadeti okumaktır. Okumaktan maksat da öncelikle Kur'an okumaktır. Elbette okuma ibadeti yalnız49


ca Kur' an'la sınırlı tutulamaz. Yaşamı ve evreni okumak yani onlar üzerinde araştırma yapmak da okuma ibadetinin ge­ reğidir. Ancak bu gereğin ifasına giden yol öncelikle Kur'an okumaktan geçmektedir. Kur'an ile aldatanların saptırmalarından sıyrılıp temiz bir vicdan ve duru bir düşünce ile meseleye yaklaştığımızda görü­ yoruz ki, Allah'ın "Kur'an oku!" emri, "Namaz kıl!" emrinden hem daha öncedir hem de daha önemlidir. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur'an'ın açık beyanıdır. İsteyen her insan, Kur'an hükümlerinin oluşum sırasını takip ederek Kur' an okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. Gerçeği daha yalın bir biçimde ortaya koyalım ... Bir kere Kur'an'ın vah yedilen ilk sözcüğü Kur'an'ın ilk emridir ve şöyledir: Yaratan rabbinin adıyla okul Evet, Tamı'nın ilk buyruğu okumaktır. Kur'an'ı okumak­ tır. Peki, Kur'an nedir? Kur'an'ın ne olduğu Bağışlayıcı Tanrı Bölümü yani Rahman Suresi'nin ilk sözlerinde / ayetlerinde çok çarpıcı bir biçimde ifade edilmektedir. Birilerinin sandığı gibi Kur'an sadece sayfalarda yazılı olan ve Hazreti Muhammed'e vahyedilmiş olan kitap değil­ dir. Hem odur hem de bütün bir evrendir. Dahası bizzat do­ ğadır. Hatta insanın doğası da Kur'an'dır. Bağışlayıcı olan Tanrı Kur'an'ı öğretti, insanı yarath .. Görüleceği üzere Allah önce Kur'an'ı öğretiyor sonra insa­ nı yaratıyor. Öncelik Kur'an'da yani evrende, doğada, insan doğasında ... Allah'ın Kur'an'ı öğretmesi demek her canlıya ve her var­ lığa doğasına uygun davranma tarzını öğretmesi demektir. Ardından insan yaratılıyor. İşte müminler önce her varlık ve her canlının doğasını okumalılar yani öğrenmeliler. Kur'an okumak demek aslında her şeyden önce bu demektir. 50


Ne var ki Kur'an ile aldatanlar Kur'an okumayı sadece yazılı Kur' an'ı okumak olarak bellettiler. Onu da en başa koy­ maktan kaçınıp arkalara attılar. Üstelik Kur'an'ın anlaşılarak okunmasını da engellediler. Bir nevi gerçek bir okumayla okunmasına set çektiler. Milyonlarca Müslüman'ı Kur'an'ı anlamadıkları bir dilde yani Arapça olarak okumaya sevk et­ tiler. Oysa Kur'an, kendisinin nasıl okunması gerektiğini ga­ yet açıklıkla ifade etmektedir: Kur'an'ı ağır ağır, dikkatle oku! Bu buyruk, Örtünüp Bürünen Bölümü 4. Sözde / Müz­ zemmil Suresi 4. Ayette verilmiştir. Aynı buyruk, aynı bölü­ mün / surenin 20. Sözünde / Ayetinde bir kez daha yinelen­ dikten sonradır ki "Namazı kılın! " emri gelmiştir. 20. Sözde yer alan "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun! " ifadesini açıklayalım. Burada da yine hem yazılı Kur' an hem de kainat kitabı, doğa kastedilmektedir. Gücünüz ve bilginiz yettiği ölçüde kainat kitabını, doğa kitabını okumak inananların üzerine buyruk olarak yazılmıştır. Sözü geçen ayette geceye yapılan vurgu yahut gecele­ yin okumaya yapılan vurgu da aslında gizemli olana yani bilinmeyene, araştırılıp çözülmesi ve anlaşılması gereke­ ne işarettir. Elbette zahiri manada bildiğimiz geceye de vurgu vardır. Lakin Kur'an yalnızca yalın anlamla anla­ şılması gereken bir kitap değildir. Ondaki geniş anlamları ancak Kur'an ile aldatılma girdabına düşmemiş olanlar sezebilir. Evet, Kur' an okumak en büyük ibadettir. Zira bu, Tanrı'yı anmaktır yani zikrullahtır. Örümcek Bölümü 45. Söz açıkça gösteriyor ki, "Zikrullah" namaz kılmaktan üstündür. Zikir, Kur'an'ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir. Zikrullah tabiri, tarikat sulandır­ maların iddia ettiği gibi, "Allah, Allah" sesleri çıkararak def çalıp zıplamak yahut kafa sallamak değildir. 51


Allah'ı zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kur'an oku­ maktır. Kur'an okumaktan kastın yalnızca yazılı Kur'an'ı okumak olmadığını belirtmiştik. Merhum Yaşar Nuri Hocamız adı geçen eserinde Kur'an okumakla daha ziyade yazılı Kur'an'ı okumanın anlaşılması gerektiği yolunda bir görüşe sahip. Zikrullah ifadesini de bu şekilde anlamlandırıyor. Yaşar Nuri Hoca ünlü eserinin 180 ve 181. sayfalarında şöyle diyor: ... 19. yüzyılın büyük sufi düşünürü Kuşadalı İbra­ him Halveti (ölm.1845), tasavvuf ve tarikat meşre­ binin en büyük temsilcilerinden biri olmasına rağ­ men, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah'ın tertibi olan Kur'an'ı bırakıp da şunun-bu­ nun tertibi olan sözde zikirlerle zaman yitirmeme­ lerini emretmiştir. Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kur'an'a sadakatin bir ifadesi olarak duyuralım: Kur'an okumak, namaz kılmaktan daha erdiri­ cidir. En azından şunu söylemek zorundayız: Na­ maz kılmamak ne ise Kur' an okumamak da odur, hatta Kur'an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebili­ riz: Namaz kılmamak neyse Kur'an okumamak da odur, hatta Kur' an okumamak daha yıkıcıdır. Sadece Kur' an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur' an okumayanın durumundan iyidir. Bu Kur'ansa! gerçek asırlardır insanlardan bile­ rek veya bilmeyerek saklanmıştır. Kur'an'ın; gece­ leri Kur' an'la meşgul olmak anlamında kullandı­ ğı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kur'an'ın söylediğinin tam tersi yapılmıştır. Kur' an okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur'an okumayı adeta dışlamak da Allah ile alda52


tanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır. Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kur'an okumayı camide bulunma şartına bağlayan ortak bir şuuraltı geliştirilmiştir. Kur'an okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevılerin despot valisi 'zalim' unvan­ lı Haccac (ölm.95/ 714) başlatmıştır. O, sabah nama­ zından sonra okunmak üzere camilere özel mushaf­ lar koydurdu. Böylece Kur' an okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır. Kur' an okumayı merasime bağlamak da aldat­ maların ve Kur'an'ın okunmasını zorlaştırmanın uzantılarından biri ve belki en kötüsüdür. Kur' an, okunacak şeyleri toplayan kitap anla­ mındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de "Oku!" olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müda­ haleler bu 'okunacak kitap'ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de 'üfürülecek kitap' ha­ line getirdi. Bu şeytani müdahalenin yarattığı din dışılıkları burada sadece sıralamakla yetineceğiz . . . Abdest almayı gerekli görmek B u anlayış, Ya­ hudilikten İslam'a aktarılmıştır. Yahudi hahamları, Tevrat'ın okunması için abdest alınmasını ve başın örtülmesini şart koşmuşlardı. (Bu Konuda Hikmet Tanyu'nun; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinin, Yahudi Kutsal Kitapları konusunun iş­ lendiği 14. Sayısına bakılabilir.) Başı örtmeyi gerekli görmek: Bunun da bir Ya­ hudi örfü olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Kur'an okunan mekanda resim olmamasını ge­ rekli görmek Duvarlardan resim indirmek, masa üstlerinden fotoğrafları kaldırmak vs. şeklindeki uygulama da bir hurafedir. Kitap ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur. 53


Belli oturuş biçimlerini zorunlu göstermek: Kıb­ leye dönmek, diz çökmek vs. Tüm bunlar sonradan uydurulmuş yapay kutsallıklardır. Kur'an okumak, bu merasimler değil, derin derin düşünmek demek olan tedebbürdür. Tedeb­ bürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile insanlık suçudur. Allah ile aldatanlar bu suçu asır­ lardır işliyorlar. Süratli ve daha çok sayfa devirmeyi esas alan bir okuyuş da din dışıdır. Çünkü böyle bir okuyuşta tedebbür yoktur. Kur' an'ı okumak demek bize göre kesinlikle onu anla­ mak demektir. Anlamadan okunan bir Kur' an, hiçbir biçimde Kur'an değildir. Bunu yapan kişi de kesinlikle Kur'an oku­ muş olmamaktadır. Zira Kur'an, anlaşılmak ve doğru yolu göstermek için vardır. Kur' an'ın okunmasını engelleyen zihniyetin asıl amaçla­ rından biri de ondaki yerelliğin ve tarihselliğin fark edilmesi­ ne mani olmaktır. Böylece Kur 'an'ı tümüyle mekan ve zaman üstü bir kitap gibi algılatıp onu uygulanamaz bir bildirge konumuna indirgemektir. Bu aslında Kur' an'la yaşam arasın­ daki bağı koparmaktır. Bu bağı koparabilmek için de onu an­ lamayı bir kısım ulemanın tekeline verme yoluna gidilmiştir. Böylece halka; "siz anlamazsınız, anlayamazsınız", denil­ miştir ve denilmeye de devam edilmektedir. Kur'an'la irtibat sözde ulemanın izin verdiği ölçüde ve onların istediği şekilde olabilmiştir. Kendilerini Kur' an'ın bekçisi gören sözde ulema, asırlar boyu kutsal kitaba musallat olmuş, Muhammedi dev­ rimin manifestosu üzerine tahakküm kurmuştur. Bu tahakkü­ mün kırılması ve etkisizleştirilmesi için Muhammedi İslam'ın yeni bir dirilişe yönelmesi ve yükselişe geçmesi şarttır. Bu arada tekraren belirtelim ki Kur'an okumaktan kasıt yalnızca yazılı Kur'an'ı okumak değildir. Aynı zamanda do­ ğayı, evreni, insanı okumaktır. Bu hususun asla gözden kaçı­ rılmaması gerektiğini önemine binaen yeniden anımsatmak isteriz. 54


Kur'an Okuyan Kişi Ne Kazanır? Kur'an okuyan kişi her şeyden önce din adına ahkam ke­ sen sözde ulemanın dinsel bilgi üzerine kurduğu tekeli parça­ lar. Dinsel bilgiye doğrudan kendisi ulaşır. Böylece ulemanın eğip bükerek ve kendi süzgecinden geçirerek açıkladığı bilgi­ lerin ham ve özgün haline vakıf olur. Bu da Kur' an'ın bir dev­ rimci manifesto olarak oluşum tarihi ve zamanı çerçevesinde anlaşılıp yorumlanması gerçeğini zihinlere kazır. Bu kazıyış ruhbanlaşan ulema sınıfının egemenliğini de bir deprem gibi sarsıp yerle yeksan eder. Kur' an ile aldatanlar yani dinciler, insanların Kur' an okumasından korkarlar. Ancak bunu açıkça belli etmezler. Söylemde insanları Kur' an okumaya teşvik ederler. Ama onların teşvik ettiği okuma, gerçek bir okuma değildir; an­ lamadan okumadır. Ancak anlamadan okumaya teşvik çok güç bir iştir. Zira buna ikna etmek zordur. Akıl sahibi her­ kes anlamadığım şeyi neden okuyayım ki, sorusunu sorar. Bu soruyu sordurmamak sözde ulemanın birincil gündem maddeleri arasında yer almışhr. Peki, ne yapacaklar da in­ sanları bu soruyu sormaktan alıkoy acaklar? Yahut şöyle diyelim; ne yapacaklar da insanların aklına böyle bir soru sormak gelmeyecek? Şunu yaptılar ve hala da yapıyorlar: Kur'an bir devrim manifestosu değil tılsımlı sözler toplu­ luğudur. Kur'an'daki sözleri tekrarlamak o sözlerin tılsımın­ dan istifade sağlar. Ne denli tekrar ederseniz o denli yarar sağlarsınız. Ş u işiniz için şu sureyi şu kadar kere tekrar edin, bu işiniz için de bu sureyi tekrar edin. Böylece insanları Kur'an'ın bir yaşam kitabı değil de hlsım, gizem ve büyü kitabı olduğuna ikna ettiler. Bu yolda bir yığın rivayet uydurdular. Bu rivayetleri başta Hazreti Peygamber'e daha sonra sahabilere, daha sonra da evliya dedikleri bir kı­ sım zevata nispet ettiler. Gün geldi şifa ayetleri adıyla kitap yazıp Kur'an'ı pazarla­ dılar. Yüz binlerce kitap basıp cahil müritlerine sathlar. Para­ larını alıp onları söğüşlediler. 55


Her hastalık için bir veya birkaç ayeti okuma merasimi icat ettiler. Hatta işi cinsel rahatsızlıklar için ayet okuyup cinsel organa üflemeye kadar bile vardırdılar. Ne büyük bir utanmazlıkhr ki şifa ayetleri diye kitap ya­ zanlar kendileri hasta olduklarında ayet okumadılar da has­ taneye koşup doktorlara teslim oldular. Bu konuda, edebimizden dolayı daha fazla ayrıntı ve­ remiyoruz. Lakin konuya vakıf olanlar zaten neyi ve kimi yahut kimleri kastettiğimizi anlıyorlar. Ancak meseleden haberdar olmayanlar bilsinler ki yapılan iş Kur' an'la aldat­ manın da ötesine geçip adeta Kur' an ile alay etmek / dalga geçmekten bile daha iğrenç bir mahiyete sahip. Kur'an'dan bazı sözleri / ayetleri okuyup tenasül uzuvlarına üflemek nasıl bir iğrençlik ve nasıl bir ahlaksızlıktır, gerisini okuyucu düşünsün! Evet, vallahi de billahi de bunu yaptılar ve hala yapıyor­ lar. İşte bunlar mümin görünümlü münafıklardır. Yani bunlar gizli kafirlerdir. Lakin onların maskesini düşürmeye yelten­ diğinizde laf kalabalığı ve kurdukları propaganda ağlarıyla hemen sizi din düşmanı ve kafir ilan ederler. Bu noktada çarpıcı bir örnek olay sunmak istiyoruz. 2015 yılı Mart ayında Afganistan'ın Kabil kentinde ya­ şanan feci hadiseyi anımsayalım. Ferhunde adlı genç bir Afgan kadın önce linç edildi, sonra cesedi yakıldı. Ne idi Ferhunde'nin suçu? Ferhunde bir ilahiyat öğrencisi idi. Bir türbenin önün­ de muska yazan yobaza müdahale edip bunun İslam' a ve Kur'an'a aykırı olduğunu söyledi. Ona Kur' an'ın bir tılsım ki­ tabı değil bir yaşam kitabı olduğunu anlatmaya çalıştı. Ama o yobaz, tıpkı şifa ayetleri adıyla kitap yazanlar gibi, Kur'an'ın bir tılsım kitabı olduğunda ısrarcı idi. Kur'an anlaşılarak oku­ nursa, o yobaz halkı kandıramayacaktı. Ferhunde, Kur'an'ın anlaşılmak için okunması gereken bir kitap olduğunu anlat­ maya çalıştı. Ne var ki öyle bir suçla itham edildi ki akıllar şaştı kaldı, vicdanlar kanadı, neredeyse yer gök sarsıldı ama kimse duymadı Ferhunde'nin çığlığını... 56


O yobaz, Ferhunde'nin Kur'an'ı yaktığını iddia etti. Oysa Ferhunde muskaları alıp yakmıştı. Cahiller sürüsü yobazın sözüne inandı. Ferhunde artık din düşmanı olmuştu, Kur' an düşmanı olmuştu, kafir olmuştu, mürted olmuştu . . . Linç ettiler Ferhunde'yi. Üzerine araba sürüp ezdiler. Kana susamış yamyamlar sürüsü Ferhunde'yi öldürmek ile yetin­ mediler; cesedini ateşe verip alçakça seyrettiler yanışını. . . Ferhunde'nin bedeni meşale olup aydınlatmıştı Kabil'in karanlık sokaklarını, caddelerini, meydanlarını. . . Ama yobazlık kinini kusmuştu, iğrençliğini, rezilliğini, al­ çaklığını ilan etmişti bir kez daha! Ferhunde'nin ölümü, Kur'an ile aldatanların işlediği en alçak cinayetlerden biri olarak kazındı tarihin belleğine. Ev­ velki nice cinayetler, nice katliamlar gibi.. . Evet, Kur' an'ı herkes anladığı dilde okursa aldatıcıların düzeni bozulur, Ferhundeler yitip gitmez. Akıl esir alınmaz, bilim itibardan düşürülmez; yaşamda en gerçek yol gösterici olur! Kur' an'ı anladığı dilde okuyan hiç kimse mollaların salya­ lı sümüklü vaazlarına itibar etmez. Kur'an'la aldatan aldatıcıların saltanatına son vermek için okumak şarttır. Hem kainat kitabını hem de Muhammedi devrimin manifestosu olan Kur'an'ı. Okumak ama anladığı dilde okumak. .. Kur'an'la Aldatmak Nasıl Başladı? İnsanları Kur' an ile aldatmanın başlangıcı olarak kesin bir tarih vermek mümkün olmamakla birlikte bu sapkınlığın do­ ruk noktaya ulaştığı dönem olarak Emeviler dönemini işaret edebiliriz. Emeviler döneminde ve özellikle de Muaviye za­ manında bu konuda neler yaşandığını ele almadan önce Haz­ reti Muhammed daha hayattayken yaşanan bir hadiseden bahsetmek istiyorum. Kur'an'la aldatmanın dolayısıyla genel anlamda Allah ile aldatmanın yolu olan dinciliğin Medine döneminde yaşanan bir örneğini anlatarak bu meselenin nasıl bir köke ve derinliğe 57


sahip olduğunu ortaya koyarak algı düzeyini daha yukarılara taşıyalım. Olayın baş faili Übeyrik oğlu Tu'me adlı biridir. Bu kişi pek çok kaynakta sahabeden sayılıyor. Tu'me, Medine'nin yerlisi idi. Müslüman olmuştu. Ne var ki bir gün, Numan oğlu Katade adlı komşusunun zırhını çalmıştı. Ancak çaldığı zırhı, bir süre sende dursun diyerek Yahudi komşusu Semin oğlu Zeyd'e bırakmıştı. Zırhın Tu'me tarafından çalındığı anlaşılınca onu takibe aldılar. Zırhın sahibi Katade, Hazre­ ti Muhammed'e gelip zırhının Tu'me tarafından çalındığı­ nı söyleyerek yardım istedi. Öte yandan Tu'me hazırladığı planı uygulamaya koymuş, zırhı Yahudi Zeyd'in çaldığını iddia ederek onun suçlanmasını istemişti. Tartışma Hazreti Peygamber'in hakemliğine taşınınca, Yahudi kendi tanıkları­ nı getirmişti. Tu'me de kendi kabilesinden sahabı bir ekibi tanık göstermişti. Rivayet tefsirinin babası sayılan Taberı (ölm. 31 0/922), konu hakkında şu bilgiyi veriyor: Tu'me'nin adamları daha önceden Hazreti Peygamber'e gelerek onu, Tu'me'yi aklaması için yönlendirmek üzere daha işin başında Yahudi'yi şu ithamla karaladılar: "Ey Tanrı elçisi! Bu pis Yahudi, seni ve sana vah­ yolunan Kur'an'ı inkar eden bir adamdır; zırhı da o çalmıştır. Halka karşı Tu'me'yi savun, Yahudi'yi suçla." 4 İşte bu tutum Kur'an'la aldatmaya tevessül etmenin en sarsıcı örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Bu olayın bize öğrettikleri şunlardır: Gerçek hırsızın kim olduğu değil de başka nedenler dev­ reye sokulmak isteniyor. Eğer hırsız Kur' an'a inandığını söy­ leyen biriyse onun hırsız olmasının üzerinde durulmaması isteniyor. Kur'an'a inanmayan biri ne denli dürüst olursa olsun o hırsızlık ve diğer bir takım suçlarla suçlanabilir gibi 4 Taberf, Tefsir, 5/ 268. 58


bir yaklaşım sergileniyor. İşte Kur'an ile aldatmak böylesi bir sapmanın zemini yapılabilmiştir. Kur' an ile aldatanlar işi öyle bir noktaya taşımışlardır ki bu konuda İslam peygamberi Hazreti Muhammed'i bile tu­ zağa düşürmeye çalışmışlardır. Yani ona pusu kurmuşlardır. Ona kurulan pusunun İslam'a kurulan pusu olduğunu elbet­ te ki hatırlatmaya gerek yoktur. Devam edelim ... Zırhın sahibi Katade, şikayetini Hazreti Muhammed'e ulaştırdığında, peygamberimiz Tu'me'nin adamlarının etki­ sinde kalarak Katade'yi azarlamış ve şöyle demiştir: "İslam'a hizmetleri ve iyilikleri bilinen bir aileyi, kanıtsız, tanıksız hırsızlıkla mı suçluyorsun!"5 Hazreti Muhammed, bir bölük Müslüman'ın tanıklığı ile Tu'me'nin lehine, Yahudi' Zeyd'in aleyhine hükmetme eğili­ mine girmiş ama meseleyi daha ayrıntılı düşünmek için süre istemişti. Bu sırada Hazreti Muhammed'in bilincinde konuya ilişkin bazı sözler / ayetler açığa çıkmıştır. Söz konusu sözleri / ayetleri Hazreti Muhammed açıkladığında Tu'me, "Men­ subu olduğum halde bana bu kötülüğü yapan dine lanet olsun!" diyerek Medine'den kaçıp Mekke'ye giderek müşriklere ka­ tılmış, bununla yetinmeyip Hazreti Muhammed'in aleyhine propagandaya başlamıştır. Bir süre sonra bir başka hırsızlığı gerçekleştirmek üzere bir duvara tırmanırken duvar yıkılmış ve altında kalan Tu'me ölmüştür.6 Bütün İslam din bilginlerinin görüş birliği içinde bu olayla ilgili olduğunu belirttikleri Kur'an sözleri / ayetler şunlardır: Doğrusu biz sana gerçeğin ta kendisi olan kitabı in­ dirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. Sen ki, sakın çıyanlık eden­ lerin savunucusu olma. 5 Taberı, Tefsir, 5 / 266. 6 Yaşar Nuri Öztürk, Dincilik, s.420- 421.

59


Ve Allah'tan bağışlanma dile. Kuşkusuz Allah, çok acıyıcı ve çok esirgeyici olandır. Kendilerine çıyanlık edenleri sakın savunma. Çünkü Allah, çıyanlık edip günah işleyenleri asla sevmez. Onlar yaptıklarını halktan gizleseler de Allah'tan saklayamazlar. Çünkü onlar Allah'ın asla hoşlanmadığı iftiraları sinsice düzüp dururken, Al­ lah, onlarla birlikteydi ve onların bütün yaptıklarını kuşatmış bulunuyordu. İşte siz böylesiniz; dünya yaşamında onlar için mücadele ettiniz. Peki ya diriliş günü onlar için Allah'la mücadele edecek kim vardır? Ya da onların vekili olacak kimdir? Bununla birlikte, kim bir kötülük işler ya da ken­ dine zulmetler de sonra Allah'tan bağışlanma diler­ se, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok esirgeyici bulacaktır. Kim bir günah işlerse onu kendi zararına işler. Kuşkusuz Allah, gereğince bilendir ve erdemli bil­ ginin kaynağıdır. Kim bir hata ya da günah işler de sonra onunla bir suçsuzu suçlarsa hiç kuşkusuz, büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur. Eğer Allah'ın sunumu ve bağışı senin üzerinde olmasaydı, onlardan bir topluluk, seni de saptırma­ ya yeltenmişti. Oysa onlar, ancak kendi kendilerini saptırırlar ve sana hiç bir biçimde zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve erdemli bilgiyi indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Elbette ki, Allah'ın sana olan sunumu çok büyüktür. Onların kendi aralarında gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi buyuranlarınki başkadır. Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, yakında ona büyük bir ödül vereceğiz. 60


Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Tanrı elçisinden ayrılıp, inananların yolundan baş­ ka bir yola uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu Cehenneme atarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. [Kadınlar Bölümü 105- 115. Sözler] Bazı Kur'an yorumcuları bu sözlerin / ayetlerin münafık­ lar hakkında indiğini ileri sürerler. Tu'me'yi de münafık kabul ederler. Bunlar arasında İbn Kesir ve Süleyman Ateş'i zikre­ debiliriz. Merhum Yaşar Nuri Hocamız ise Tu'me'nin müna­ fık biri olduğu görüşünü reddediyor. Zira ona göre Tu'me'nin Ensar' dan bir sahabi olduğunu diğer müfessirler / Kur' an yorumcuları görüş birliği içerisinde rivayet etmişlerdir. Tu'me gerçekten münafık olsaydı Ensar' dan onca sahabe onun için aracılık/ şefaatçılık yapmaya kalkmazdı. Tu'me'nin peygamberden beklediği iltiması görmemesi üzerine irtidat ettiği yani dinden döndüğü de yine görüş birliği içinde bildi­ rilmektedir.7 Tu'me olayı dinciliğin ve İslam'a kurulmak istenen pusu­ nun ibretlik bir belgesidir. Bizdendir diyerek kendi yandaşla­ rını kayırmanın tarihsel köklerinden birini teşkil eden bu olay günümüz dincilerinin de ilham kaynaklarından biri olmakta­ dır. Bugün de dinciler ne denli dürüst olursa olsun, ne denli ahlaklı olursa olsun ateist yahut bir deist hakkında olumlu söz duymaya tahammül edemezler. Ama ne denli ahlaksız olursa olsun kendi yandaşlarını kayırırlar. Bahaneleri de ha­ zırdır: Bizimki Kur' an'a inanıyor! Evet, Kur'an'a inandığınızı söyledikten sonra hırsız da ol­ sanız, yolsuzluk da yapsanız, taciz, tecavüz gibi sapkınlıkları da işleseniz dinciler sizi savunur. O bir mümindir, günah işle­ miş olabilir; olsun bir gün gelir tövbe eder, elbette onu savun­ malıyız, derler. Ama öte taraftan çok ahlaklı, çok dürüst bir ateist yahut deist için; onun ahlaklı olmasının, dürüst olma­ sının hiçbir değeri yoktur, çünkü o Kur'an'a inanmıyor, der­ ler. Ahlaksız bir Müslüman'la ahlaklı bir ateist arasında bir 7 Yaşar Nuri Öztürk, age, s. 423-424

61


anlaşmazlık olsa dinciler gözleri kapalı bir biçimde dinciyi sa­ vunurlar. İşte bu tavır, apaçık bir biçimde Kur' an ile aldatma ve Kur' an ile aldanma dediğimiz zavallılıktan başka bir şey değildir. Evvelce de belirttiğimiz üzere her aldatıcı aslında aldanandır. Aldattığını sanır ama aslında aldanan kendisidir. Zira gerçeklerin er ya da geç bir gün mutlaka açığa çıkmak gibi bir huyu vardır. Gerçekler açığa çıktığında doğrular ka­ zanır, eğriler kaybeder. Bir başka hadiseye işaretle konuya devam edelim ... Kur' an ile aldatma denildiğinde herkesin aklına ilk ge­ len olay hiç kuşku yok ki 657 yılında cereyan eden Sıffın Savaşı'nda yaşanan hadisedir. Sıffın'da Hazreti Ali'nin or­ dusu ile Muaviye'nin ordusu karşı karşıya gelmiştir. Muavi­ ye, müminlerin önderi ve meşru devlet başkanı olan Hazre­ ti Ali'ye karşı isyan başlatan bir fitnecidir. Halife Osman'ın öldürülmesinden yahut katillerinin tespit edilememesinden Hazreti Ali'yi sorumlu tutacak kadar haddini aşmış, azgınlık ve sapkınlıkta sınır tanımamıştır. Yaşanan büyük toplumsal olaylardan ve karşılıklı temas­ lardan sonra iki tarafın ordusu Sıffın denilen yerde savaşa tutuşmuştur. Savaşı Hazreti Ali'nin ordusu kazanmak üzereyken Muaviye'nin komutanlarından biri olan el- As oğlu Amr'ın önerisiyle askerlerden mızraklarının ucuna Kur' an sayfaları takmaları istendi. Böylece Hazreti Ali'nin ordusuna ve Haz­ reti Ali'ye karşı şu denildi: Bize saldırırsanız Kur'an'a saldırmış olursunuz! Gelin, Kur' an aramızda hakem olsun... İşte bu olay savaşın akışını ve neticesini değiştirmeye yet­ ti. Zira bu alçakça hileye binlerce asker kandı ve böylece al­ datılmış oldu. Oysa Hazreti Ali onlara; "bu hiledir, aldatmadır, kandırmadır, kanmayın ve savaşa devam edin," diye emir vermiş­ ti. Lakin Hazreti Ali'yi dinlemediler ve aldatıcıların aldatma­ sına kandılar. 62


Gerçekten Kur'an'a hakkıyla iman etmiş ve Kur'an'ın me­ sajını anlamış olsalardı Hazreti Ali'yi dinlemeleri gerekirdi. Zira Hazreti Ali bir sözünde şöyle buyuruyordu: Kur'an'ın hiçbir sözü / ayeti ve hiçbir bölümü / suresi yoktur ki ben onun neden ve nerede gönde­ rilmiş olduğunu bilmiyor olayım. Zira ben Kur' an hafızıyım ve ben konuşan Kur' an'ım! Lakin bu açık beyana rağmen hak sese değil de aldahcı sese kulak verdiler. Böylece Kur' an ile aldatanlar işlerini başarmış oldular. Hazreti Ali'nin ordusundan pek çok asker ki sayıları­ nın 7 bin civarında olduğu belirtiliyor, savaşmaktan vazgeçti. Hazreti Ali daha sonra cereyan edecek olan Hakem Olayı ile halifelikten azledildi Ardından bir süre sonra da Hariciler ta­ rafından şehit edilerek tasfiye edildi. Böylece İslam tarihinin akışı değişmiş oldu. Tarihe, Kur' an ile aldatanlar ve ne acı ki aldananlar yön verdi Bu ihanetin yol açtığı yara asırlardır ka­ nıyor. Acısı hiç dinmiş değil. Zira bu ihanet, açtığı yarayı daha sonra daha da derinleştirdi. Kerbela katliamı bu derinliğin öl­ çülemez hallerinden biri ve birincisidir. Kerbela' dan sonra da çok katliamlar yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Kur'an ile aldatma ihaneti dallanıp budaklandı ve İslam'a karşı bir öç alma hareketi olarak asırlar boyunca halifeler, sultanlar, sözde ulema ve meşayih takımı tarafından devam ettirildi. Kur' an ile aldatma alçaklığının birincil faillerinden olan Muaviye'nin kimlik ve kişiliğinin tanınması, bu aldatma oyu­ nuna karşı yapılacak mücadelede çok önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle Muaviye hakkında birkaç kelam etmek yerinde olacaktır. Öncelikle şunu belirtelim ki Muaviye, Kur'an ile aldatma sapkınlığının babası olarak Müslümanların başına oğlu Yezit gibi bir musibeti de bela eden biridir. Muaviye hakkında yazdıklarımızın bu pencereden de değerlendiril­ mesini dilerim. Muaviye, Ebu Süfyan ve Hint'in oğludur. Hicretten 17 yıl önce doğmuştur. Mekke'nin fethinden sonra mecburen 63


Müslüman olmuş Tuleka'dandır . Halife Ömer döneminde Şam valiliğine atanmıştır. Bir kısım kaynaklar Ebu Bekir tara­ fından bu göreve atandığını da belirtmektedir. Muaviye, Ha­ life Ömer'in ifadesiyle Şam' da tam bir Arap kralı gibi hüküm sürmüştür. Halife Osman'ın öldürülüşünü Haşim oğulları ve ehlibeyte karşı bir kan davası haline getirmiş, Hazreti Ali ve Hazreti Hasan'ın devlet başkanlığım / hilafetini tanımamıştır. Hazreti Hasan ile yaptığı anlaşmaya da uymamış, Hazre­ ti Ali ve taraftarlarına karşı camilerde hakaretler edilmesine mani olmayıp bu çirkinliğin devamını destekleyerek düşman­ lığını sürdürmüştür. Muaviye bununla da yetinmeyip İmam Hasan'ı zehirletmek suretiyle hilafetin oğlu Yezit'e intikal et­ mesi için her çeşit yola başvurmuştur. Hicretten 49 yıl sonra yani Miladi 669 yılında Hakk'a yürüyen Hazreti Hasan'ın ya­ şamını yitirdiği haberi Şam' a ulaşır ulaşmaz Muaviye, hemen oğlunun veliahtlığını gündeme getirmiştir. Muaviye ta başından beri aslında bu fikirdeydi. Yöne­ timin tümüyle ve sürekli olarak Ümeyye oğullarının elinde kalmasını istiyordu. Babası Ebu Süfyan'ın Mekke'nin fethi sırasında düştüğü zor durum ve Müslüman olmak zorunda kalması, Muaviye'nin içinde daima bir sızı olarak yer etmişti. Mekke'nin ve Arap dünyasının liderliğinin Hazreti Peygam­ ber eliyle Ümeyye oğullarından Haşim oğullarına geçmiş ol­ masını hiçbir Emevinin hazmedemeyişi gibi Muaviye de haz­ medemiyor ve iktidarı yeniden ele geçirmek için fırsat kollu­ yordu. Ümeyye oğulları her ne kadar Hazreti Peygamber'e iman ettiklerini söyleseler de yönetim konusunda talepkar olma konumlarını daima sürdürmüşlerdi. Muaviye'nin Yezit'in veliahtlığı konusunu ilk açtığı kim­ selerden olan Şube oğlu Mugire ona destek olmuş ve cesa­ ret vererek cüretini artırmıştır. Aslında Muaviye, veliahtlık işini kendisinin değil de güvendiği adamlarının gündeme getirmesini istiyordu. Böylece oluşacak tepkileri azaltmak ve gerçekte kendisinin değil de halkın ileri gelenlerinin bu yön­ de bir talebinin olduğunu yaymak arzusunu taşıyordu. İşte bu maksatla başta Kufe valisi Şube oğlu Mugire olmak üze64


re Basra valisi Ziyad da Yezit'in veliahtlığı fikrini el altından yaymaya çalışıyordu. Ancak bu konuda Muaviye ve taraftarlarının aşmak zo­ runda oldukları çok ciddi bir engel vardı: Yezit'in halk arasın­ daki olumsuz imajı... Yezit, ahlaki düşüklüğü, gayri dini yaşantısı, eğlence ve iç­ kiye düşkünlüğü ile meşhurdu. Böyle birinin halka kabul et­ tirilmesinde güçlükler yaşanacağı hesap ediliyordu. O halde Yezit için bir imaj düzeltme operasyonu yapılması şarttı. Bu maksatla Muaviye, oğlunu "Hac Emiri" olarak tayin etti Yine aynı maksatla İstanbul'un fethi amacıyla hazırlanan ordunun kumandanlarından biri olarak Yezit'e de yer verildi. Bunlar imaj düzeltme konusunda pek etkili olmasa da Muaviye fik­ rini hayata geçirmek konusunda son derece kararlıydı. Ancak acele davranıp hata yapmak istemiyordu. Bu sebeple iki aşa­ malı bir planı uygulamaya koymaya karar verdi. Birinci aşamada valilerine; "Geçmişteki ihtilaflarda çok kan döküldüğünü, bunun önüne geçmek için bir veliaht tayinine ihtiyaç hasıl olduğunu... " belirten içerikte mektuplar gönderip yanıt vermelerini istedi. Böylece bir veliaht tayinine gerek duyul­ duğu fikrini kamuoyuna benimsetme yoluna gidildi. Bunda başarı sağlandığı takdirde ikinci aşama olarak veliahdın adı­ nın açıklanması gerçekleşecekti. Nitekim plan Muaviye'nin hedefine uygun bir şekilde uy­ gulandı. Sonunda Muaviye, oğlu Yezit'i veliaht olarak ilan etti Ardından da valilerine mektuplar göndererek halkı cami­ lere toplamalarını ve Yezit'in veliahtlığını açıklamalarını iste­ di. Halkın camilerde toplanarak Yezit'e biat etmelerinin sağ­ lanmasını da emretti. Valiler, Muaviye'nin emrine itaat ederek zorla ve baskıyla Yezit için halktan biat aldılar. Muaviye'nin bu konuda söylediği bir söz gerçekten ibretliktir: Muhammed ümmetini çobansız bir sürü gibi başı­ boş bırakmak istemediğim için oğlum Yezit'i ken­ dimden sonra halife olarak ilan ettim ve halktan biat aldım. 65


Bu söz aslında doğrudan doğruya Muhammed ümmetinin aşağılanması demektir. Ümmeti koyun sürüsü, Yezit'i de o sü­ rünün çobanı olarak gören Muaviye, Yezit'in işleyeceği bütün günahların da sorumluluğunu paylaşmış olmaktadır. Gerçi Muaviye'nin zaten bizzat kendisi günahkar, zalim ve gasıptır. Yezit'in halife ilan edilmesine itiraz eden ve biat vermeyen büyük bir kitle de mevcuttu. Daha ziyade Hicaz bölgesi hal­ kı bu konuda önde geliyordu. Zira Hicaz'ın iki önemli kenti Mekke ve Medine' de İslam toplumunun önde gelen şahsi­ yetleri mukim idiler. Bunların en başında da Hazreti Ali'nin oğlu, peygamber torunu, Hazreti Hüseyin geliyordu. Hazreti Hüseyin'in Yezit'in hilafeti meselesi karşısında şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ne üzücü ki artık haksızlıklar da ağaçlar gibi dal budak salıyor. Muaviye'nin hilafeti haksızdı, şimdi o haksızlık da dal budak salıyor... Hazreti Hüseyin gibi Yezit'in hilafetine itiraz eden Zübeyr oğlu Abdullah, Ömer oğlu Abdullah, Ebu Bekir oğlu Abdur­ rahman ile Muaviye'nin Medine valisi Mervan, mescitte gö­ rüşmeler yaptı. Amacı Yezit' e biat almaktı. Lakin görüşmeye katılan hiç kimse Yezit' e biat vermedi. Mervan'ın, tüm çabalarına rağmen Yezit'e biat almak ko­ nusundaki başarısızlığının ardından vali değişikliğine gidil­ di. Mervan'ın yerine el- As oğlu Said getirildi. Yeni gelen vali de halkı biat konusunda ikna edemedi. Zira halk o bölgede mukim İslam önde gelenlerinin tavrına göre hareket ediyor­ du. Sonunda Muaviye'nin bizzat kendisi yanına aldığı bin kişilik bir süvari birliği ile hac mevsiminde Hicaz'a giderek halktan biat istedi. Bu maksatla halk Medine'de mescide toplandı. Muaviye halka bir söylev verdi. Söylevinde oğlu Yezit'in sözde yete­ neklerinden bahsederek halkı biat konusunda ikna etmeye çalıştı. Hatta ikna çalışmaları baskıya da dönüştü. Ancak hal­ kın çoğunluğu biat etmemek konusunda direndi. 66


Muaviye, Medine'ye gelmezden evvel, Hazreti Hüseyin efendimiz Medine' den Mekke'ye gitmişti. Zübeyr oğlu Ab­ dullah da aynı şekilde Mekke'ye ulaşmıştı. İşte bu sebeple Muaviye'nin önündeki en büyük engel aşılabilmiş değildi. Muaviye de Medine' den ayrılıp Mekke'ye doğru yola çıktı. Zira hac mevsimiydi ve İslam önde gelenlerinin büyük ço­ ğunluğu Mekke' de bulunmaktaydı. Muaviye, hac süresince Zübeyr oğlu Abdullah'a ve Hazre­ ti Hüseyin efendimize karşı siyaseten son derece saygılı dav­ randı, hatta iltifat etti. Ne var ki bunun sebebinin biat mesele­ si olduğunu herkes bilmekteydi. Hazreti Hüseyin ve Zübeyr oğlu Abdullah, biat vermediği sürece halkın biat vermesi de pek mümkün görünmüyordu. Muaviye, haccın bitiminden sonra Zübeyr oğlu Abdullah' a ve Hz. Hüseyin' e biat mesele­ sini açtı. Fakat başarılı olamadı. Ret yanıtını alınca başka yol­ lara başvurmak zorunda kalacağını bildirmekten de çekin­ medi. Bu apaçık tehdide rağmen biat verilmedi. Zira Yezit'e biat istemek İslam' a aykırıydı. İslam ve onun peygamberi bu konuda Gadir Hum' da tavrını ortaya koymuştu. Hazreti Hüseyin'in bundan ödün vermesi düşünülemezdi. Buna göre hilafet ve imamet Hazreti Ali ve evladının hakkıydı. İkinci İmam Hazreti Hasan'ın Hakk'a yürümesinin ardından da za­ ten müminlerin önderi olarak Hazreti Hüseyin iş başındaydı. Hazreti Hüseyin'in Yezit'e biat vermesi kendisini hilafet­ ten azletmesi demek olurdu. Hatta bu, sadece kendisini az­ letmesi değil nebevi tercihi de ayaklar altına alması anlamına gelirdi. Nasıl olurdu da İmam Hüseyin böyle bir yola boyun eğip sevgili dedesi A hmed-i Muhtar'ın tercihini silerdi. Elbet­ te ki bu olamazdı. Nitekim olmadı da . . . Muaviye, halkı sindirmeyi v e baskıyla büyük çoğunluğun­ dan biat almayı başardıysa da Hazreti Hüseyin'in ve Zübeyr oğlu Abdullah'ın biatını alamadan Medine üzerinden Şam'a döndü. Birkaç yıl daha yaşadı. Yaklaşık 20 yıllık bir saltana­ tın ardından Miladi 680 yılı nisan ayında öldü. O, İkinci Halife Ömer'in de dediği gibi bir İslam önderi değil bir Arap kralıydı. Krallık yaptığı 20 yıl boyunca tam bir Arap ırkçılığı ve Ümeyye 67


oğulları kabileciliği ile hareket etti. Nitekim öldüğünde müs­ teşarlarından Kays oğlu Dahhak, elinde Muaviye'nin kefeni olduğu halde cami minberine çıkıp şunları söyledi: Muaviye, Arapların kuvvetli eli ve güçlü kralıydı. O pek çok ülkeyi ele geçirdi. Ama arlık öldü İşte kefeni elimde bulunuyor. Onu bu kefene sarıp me­ zara koyacağız. O, bundan sonra kendi yapbklarıy­ la baş başa kalacak. . . B u konuşmanın ardından Muaviye'nin cenazesi kefenle­ nip hazırlandı. Cenaze namazı Dahhak tarafından kılındı ve Şam'da toprağa verildi Muaviye, her şeyden önce bir kabileciydi. Ümeyye oğulla­ rının diğer Arap kabilelerine karşı üstünlüğünü savunurdu . Ona göre Arapları yönetme hakkı Ümeyye oğullarına aitti Zira babası Ebu Süfyan da Mekke' de yönetici liderdi Haşim oğullarına mensup Abdullah oğlu Muhammed yani Ahmed-i Muhtar, Ümeyye oğullarının iktidarına son vermiş biriydi. Belki de Muaviye için Hazreti Muhammed, sadece bu yönüy­ le görülen gizli bir düşman idi. Yine belki de ona iman etmiş görünmesi sadece bir taktikti. Nitekim babası da Mekke'nin fethi sırasında şehri savunma imkanı kalmayınca mecburen iman etmişti . İslam tarihinde bu şekilde mecburen iman et­ miş görünenlere "Tuleka" denilmiştir. Muaviye babasının ve kabilesinin düştüğü durumu düşünerek yıllar süren bir stra­ tejiyle Halife Ömer zamanında ele geçirdiği Ş am valiliğini Haşim oğullarına karşı ve Ümeyye oğullarının iktidarının ye­ niden tesisi için bir koz olarak kullandı . Kendisi gibi Ümeyye oğullarından olan Halife Osman'la birlikte gücünün zirvesi­ ne ulaşarak Şam merkezli bir Arap krallığı inşa etti. Halife Osman'ın ölümünü bir kan davasına dönüştürerek Hazreti Ali ve ehlibeyte karşı haksız yere hücum etti. Muaviye'nin ellerinde dolaylı olarak da olsa başta Hazreti Ali, Ebu Zer Gıfari, Hazreti İmam Hasan, A diy Oğlu Hucr'un ve oğlu Yezit tarafından işlenen bütün cinayetlerin kanı mev68


cuttur. O, zulmüyle namdar bir zalim, kitleleri Kur'an ile al­ datan bir aldahcı, siyasetiyle meşhur bir hilekar ve inkarını iman ile perdeleyen bir münafıktan başkası değildi. Nitekim onun münafıklığına delalet eden pek çok olay vardı. Bunlardan biri de; Hazreti Peygamber'e önce iman ettiğini bildirip vahiy katipliği yapan daha sonra da dinden dönerek tekrar Mekke'ye gidip Ebu Süfyan'ın hizmetine giren, böylece yıllar yılı peygamberle ve müminlerle alay edilmesi için müş­ riklere sözde malzemeler veren Ebu Serh oğlu Sa'd'ı Mısır vali­ liğine atamasıdır. Bu kişi peygamberle yıllar yılı alay etmiş biri­ si olmasına rağmen Mekke'nin fethi sırasında tıpkı Ebu Süfyan gibi Müslüman olmak zorunda kalmıştı. Hazreti Peygamber onun yüzünden çok incinmişti. Hatta bir keresinde onun için; "Kabe'nin örtüsüne bürünmüş olsa bile onu bulduğunuz yerde öldürün." demişti. Müslüman olduğunu bildirip peygambe­ rin yanından gittikten sonra Hazreti Peygamber çevresinde­ kilere; "Müslüman olmadan önce içinizden bu adamı öldürecek doğru biri çıkmadı mı?" diye sormuş onlar da; "Biz sizin işareti­ nizi bekliyorduk." demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; "Bir peygamber ima ile adam öldürtmez, açıkça k onuşur." demiştir. Aslında Ebu Serh oğlu Sa'd, Halife Osman'ın sütkardeşi idi. Hazreti Muhammed Halife Osman'ın aşırı ısrarı sonucu onun yeniden Müslüman olmasını kabul etmiş ve affetmişti. Muaviye, tıpkı İstanbul'un fetih girişimi sırasında olduğu gibi başka konularda da hadis uydurtma yoluna başvurmuş­ tu. Bunlardan üçü şöyledir: Cebrail, üzeri yazılı bir sayfa getirdi. Sayfada şunlar yazıyordu: Lailahe İllallah, Muaviye'yi sevmek kul­ larımın üzerine farzdır. Muaviye, hilminden yani yumuşak huylulu­ ğundan ve güvenilirliğinden ötürü neredeyse pey­ gamber olarak gönderilecekti. Allah kahnda güvenilir kişiler üçtür: Ben, Ceb­ rail ve Muaviye! 69


Muaviye'nin bir diğer valisi Ertad oğlu Busr, kendisinden önceki vali Abbas oğlu Abdullah'ın iki küçük çocuğunu an­ nesinin gözleri önünde katlettirmiş ve zavallı kadın gördüğü manzara karşısında aklını yitirerek çıldırmıştır. Busr, ayık do­ laştığı hiç görülmeyen ve sürekli av partileri düzenlemekle meşgul bir münafık idi. Yine insanları, başlarını gövdelerinden kopararak öldür­ me vahşiliğinin de İslam tarihinde ilk kez Muaviye dönemin­ de başladığı ileri sürülmektedir. Bu şekilde Muaviye'nin em­ riyle başı gövdesinden koparılarak öldürülen ilk kişinin de Yasir oğlu Ammar olduğu iddia olunmaktadır. Lakin her şeye rağmen İslam dünyasında çok ciddi bir kit­ le hala Muaviye'yi bir İslam halifesi olarak görüp sevmekte­ dir. Hatta ona verilen payelerden biri de sözde vahiy yazıcılı­ ğı ve peygamberin sır katipliğidir. Oysa bu iddiaları şiddetle reddeden aktarımlar da vardır. Ehlibeyt taraftarlarının tüm itirazlarına rağmen Muaviye'ye duyulan sevgi ve saygı günümüzde dahi İslam dünyasının büyük çoğunluğu tarafından inançla sürdürül­ mektedir. Muaviye'nin fetihler yoluyla İslam dinini çok bü­ yük bir coğrafyaya yaydığı düşüncesini paylaşan bir kısım Müslümanlar nedense onun bir İslam önderi gibi değil, bir Arap kralı gibi davrandığını görmek istemezler. Son olarak herkese Muaviye hakkında hüküm verirken onun, oğlu Yezit'e ölmeden evvel söylediği şu sözlerini unut­ mamalarını dileriz: Ali'nin oğlu Hüseyin' e dikkat et. O senin karşına as­ lan gücüyle ve tilki hilesiyle çıkar. Başını ezmek için her an fırsat kollar. İşte o böyledir. Eğer o sana kar­ şı çıkarsa ona dünyayı zindan et ve onu lime lime doğra. Oğlum, ortalığın karışık olduğu dönemlerde bunca sene nasıl ayakta durup kırk yıl yöneticilik yaptığımın sırrını öğren ve sen de yarın halife ol­ duğunda uygula ki başın hiç ağrımasın. Konuşarak çözemezsen parayı devreye sok Paranın çare ol70


madığı yerde elinden kırbacı düşürme. Kırbacın iş görmediği durumlarda ise kılıcını elinden bırakma. İşte başarının sırrı budur. Muaviye Kur' an sözlerinin/ ayetlerin gerçek mesajını çar­ pıtma işini meslek edinmiştir. Bu nedenle o, kendi hesabına uygun olmayan Kur' an sözlerini/ ayetleri; "Bunlar bizim hak­

kımızda değil, Musevi ve Hıristiyanlar hakkında, falancalar, filan­ calar hakkındadır," diyerek dışlamasıyla ünlüdür. Muaviye'nin Sıffın'da askerlerine mızraklarının ucuna Kur' an sayfaları taktırmasını örnek alarak sonraki yıllarda ve yüzyıllarda sürdüren dincilik hareketi benzer yöntemleri bu­ gün de kullanmaya devam etmektedir. Bugün de dinciler dil­ lerine Kur'an sayfaları takmakta, kalemlerinin ucuna ayetler iliştirmekte, siyasi söylevlerini Kur'an ayetleriyle bezemeye çalışmaktadırlar. Sıffın' da mızrak ucuna takılan Kur' an sayfalarını, bugün bazı vaizlerin, bazı şeyh takımının ve bazı diyanet mensupla­ rının dillerine takılmış olarak görüyoruz Onlar da tıpkı Mu­ aviye gibi müminleri Kur' an ile aldatmaya devam etmekte­ dirler. Onlar da İslam' a pusu kurmayı meslek edinmişlerdir. Ne acı ki, Kur' an bugün de geçmişteki gibi siyasi çıkar ve maddi menfaat için pervasızca kullanılmaktadır. Ağızların­ dan Kur'an'ı düşürmeyen sözde ulema ve meşayih ile sözde muhafazakar kanaat önderlerinin hiçbirinin maddi manada mütevazı bir yaşamı yoktur. Hepsi varsıllık içinde yüzmek­ te, lüks konutlarda, saraylarda, yalılarda, villalarda ikamet etmekte, son model lüks araçlarla seyahat etmekte, en pahalı kıyafetlerle giyinmektedirler. Bu halleriyle yoksullara vaaz vermeye de hayasızca devam etmektedirler. Kur'an ile aldatanların siyasi ayağını oluşturan bir kısım politik figürler ise sürekli Allah, Kur' an, namaz, ezan, cami diyerek yoksulların oyunu alıp, kendi varsıl yaşamlarını ika­ me etmeyi tarz-ı hayat eylemektedirler. Halka din-iman, kendilerine ise han hamam şeklinde bir tasnife yönelen bu aldabcı güruh, işlemiş oldukları bu ağır 71


günahı kendilerine hatırlatanları ya dinsizlikle suçlamakta ya yargı yoluyla susturmaya yahut da başkaca yöntemler kulla­ narak etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Bu aldatıcı münafıkların zulmünden bezen milyonlarca mümin ise biçare bir şekilde onları Allah' a havale edip bed­ dualarla yetinmektedir. Lakin inançla ve kararlılıkla gerçeği haykırmak, zalime ve zulmüne karşı adaleti, eşitliği ve hakkı savunmaktan vazgeç­ memek her müminin görevidir. İşte bizim bu çalışmamız da bu görev kapsamında yapılan salih ameller zümresinden gö­ rülürse biz bundan bahtiyarlık duyarız. Kur'an ile Aldatanların Ağızlarındaki Sakız: Şeriat! Kendilerini şeriatçı olarak nitelemekten hoşlanan güruha sorsanız bütün sorunların kaynağı şeriatın uygulanmaması­ dır. Şeriat bir uygulansa suç kalmayacak, sorun kalmayacak .. Şeriatı, Allah'ın kanunları olarak niteleyip yaşanan her türlü sosyal sorunun sebebinin Allah'ın kanunlarının uygu­ lanmaması olduğunu savunan bu cahil güruhun dine verdiği zararı gereğince anlatmak konusunda bazen kelimeler yeter­ siz kalıyor. O cahil güruh şöyle dünyaya baksa ve suç oranlarının en düşük olduğu ülkelerin hangileri olduğunu görse ve düşün­ celerini sorgulasa olmaz mı? Olmuyor maalesef ... Zira cehalet öylesine kuşatmış ki bünyelerini, artık sağlık­ lı düşünme ve sorgulama yetilerini de yitirmişler. Ne gerçek manada şeriattan haberleri var, ne İslam' dan ne bilimden ne hukuktan! Şeriatçıların en aydın görüneni, en okumuş yazmış olanı bile kör bir bakışın tutsağı olmuş durumda. Dillerine pelesenk ettikleri kimi Kur' an sözleri var. Sürekli onları tekrarlayıp dururlar. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir! Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalim­ lerin ta kendileridir! 72


Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasık­ ların ta kendileridir! Evet, bu Kur'an sözleri / ayetler Sofra Bölümü'nde geçiyor. Şeriatçılar; Allah'ın indirdikleri ifadesinden ne anlıyorlar? Ne hazin ki sadece bir kısım dönemsel cezalandırma yöntemlerini anlıyorlar. Yani; hırsızın eli kesilsin, zina eden recm edilsin / taşlanarak öldürülsün, dinden dönen idam edilsin yahut yakılsın, kısasa kısas uygulansın vb. Bir de çok eşliliği, erkeğin kadın üzerinde egemen olması­ nı, boşama hakkının erkeğin olması gerektiğini, kadının mi­ ras ve şahitlik hakkının yarım kabul edilmesini, örtünmeyi, alkol içmenin yasaklanmasını, Arapçanın kutsanmasını, hila­ fetin ihyasını... Hiçbiri de çıkıp demiyor ki; adalet olsun, eşitlik olsun, kar­ deşlik olsun, barış olsun, her konuda kamu yararı gözetilsin, milletin malı çarçur edilmesin, yöneticilerden hesap sorula­ bilsin, meşveret olsun, insan haklarına riayet edilsin, yoksul­ lukla ve yolsuzlukla mücadele edilsin, eğitimde ve sağlıkta mahrumiyetler giderilsin, ezilenlere kol kanat gerilsin, dinin ve ibadetlerin günahları gizlemek için maske olarak kullanıl­ masının önüne geçilsin, komşusu aç iken hiç kimse tok yat­ masın, bilimsel çalışmalara daha çok kaynak aktarılsın, yaşlı­ lara ve güçsüzlere bakım evleri kurulsun vb. Neden, bu denli yaşamın ve gerçeğin uzağına savruluyorlar? Çünkü onları bu savruluşa iten aldatıcılar var. O aldatıcılar her şeyin farkında ama kendi ikballeri için cahil güruha yalan ve yanlış düşünceleri telkine devam ediyor, onları Kur' an ile kandırıyorlar. Şeriatı İslam'la eşitleyip güdümlerindeki güruha çağ dışı anlayışın savunucusu olma vazifesini yüklüyorlar. Kendileri ise servetlerini çoğaltma, saltanatlarını güçlendirme ve itibar­ larını genişletme yolunda gemi azıya almış bir biçimde çalı­ şıyorlar. Kur' an ile aldatanların ağızlarındaki şeriat sakızını çekip almak için gerçeği ortaya dökmeliyiz. Gerçekte şeriatın ne 73


demek olduğunu izah etmeliyiz. Biz bu konuda daha evvel yayımlanan İslam Bu adlı kitabımıza da koyduğumuz; "Şeriat Allah'ın Kanunları mıdır?" başlıklı yazımızda şeriat sözcüğü­ nü semantik açıdan tahlil etmiş ve Kur'an'daki kullanımları­ nı da açıklamıştık . Şimdi o yazımızdan bazı bölümleri buraya da aktaralım ki aldatıcıların hilesini deşifre edelim: ... Arapçada; kamın / yasa, hukuk ve töre gibi an­ lamlara gelen bu sözcük, bazen yol, yöntem anla­ mında da kullanılıyor. Yani Arapçada kanuna / yasaya / hukuka şeriat deniliyor. Bu kanun yahut hukuk kimin ve nerenin olursa olsun aynı adı alı­ yor. Sözgelimi Arapçada Roma Hukuku denilirken aynen şu ifade kullanılıyor: "Şeriat'ur-Ruman" İlginç bir bilgi daha verelim; Arapçada orman kanunu denilirken de şeriat sözü kullanılmakta İşte Arapça orman kanunu: "Şeriat'ül-Ğab" veya "Şeriat'ül - Ğabeti" Arapçada şeriat sözcüğü ile aynı kökten gelen "Şari'" sözü de hem kanun koyan hem de ana yol / cadde anlamına geliyor. Sözün özü Arapçada şeriat doğrudan doğruya Allah'ın kanunu / yasası anlamına gelmez. Her türlü yasaya, kanuna, hukuka şeriat denilir. İşte bu neden­ ledir ki şeriat denildiğinde Allah'ın kanunu / yasası manasını dayatmak kesinlikle bir Emevı zulmüdür. Emeviler kendi İslam öncesi Bedevi Arap gelenekleri­ ni bir kısım İslamı hükümlerle de ambalajlayarak şe­ riat adı altında Allah'a izafe edip bu kavrarnı Allah' ın kanunu anlamına gelecek şekilde yozlaştırdılar. Oysa Tunus, Lübnan ve Cezayir gibi laik Arap devletlerinde de kanunlara / hukuka şeriat denil­ mektedir. Türkçede kullandığımız meşru sözü de yasaya uygun olan / şeriata aykırı olmayan anlamındadır 74


ki buradaki yasa ve şeriat, görüldüğü üzere dini re­ fere etmeyen laik kanunlar da olabilmektedir. Gerçeği görmek için şimdi de Kur' an' a bakalım. Bazı ayetlerde [Danışma Bölümü 13 ve 21. Sözler / Şura Suresi 13 ve 21. Ayetler] fiil halindeki kulla­ nımları dışında "şeriat" sözü gibi, aynı anlama ge­ len "şir'a" sözü de geçiyor. Nitekim Sofra Bölümü 48. Sözde / Maide Su­ resi 48. Ayette şir' a sözünün yasa, yol ve yöntem anlamında kullanıldığını görüyoruz. Ama durun bir dakika! Ayette tek bir yasa, yol ve yöntemden bahsedilmiyor. Tam tersine her topluluk / toplum / ümmet için yasa, yol ve yöntemlerin olduğu ifade ediliyor. Yani bu ayetin bize öğrettiği; bütün top­ lumları kapsayan tek bir şeriatın mevcut olmadığı, farklı farklı şeriatların söz konusu olduğudur. İşte o Kur'an sözünün / ayetin ilgili bölümü: ... Sizden her biriniz için bir şeriat / yol ve yön­ tem koyduk. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir üm­ met yapardı. .. Şeriat sözünün geçtiği bir diğer Kur'an ayeti de Diz Üstü Çökenler Bölümü 18. Sözdür / Casiye Suresi 18. Ayettir. Ayette şeriat sözcüğü özgün ha­ liyle geçiyor ve Hazreti Muhammed'e hitaben şöyle deniliyor: Sonra sana da, buyruğumuzla bir şeriat (yol, yöntem, yasa) verdik. .. Burada da İslam dininin temel inanç ve ahlak ilkeleri kastediliyor. Yoksa dinci grupların ileri sür­ düğü gibi şeriat sözü burada da, değişmez, evrensel ilahi kanunlar anlamında kullanılmıyor. Bu manayı kavramak için Sofra Bölümü 48. Söze / Maide Suresi 48. Ayete bir kez daha bakmak ye­ terli olacaktır. Ayrıca Diz Üstü Çökenler Bölümü 16 ve 17. Sözlerdeki / Casiye Suresi 16 ve 17. Ayet­ lerdeki ifadeler, 18. Sözdeki / 18. Ayetteki ifadeyle 75


ilahı bir ceza hukukunun kastedilmediğini apaçık bir şekilde göstermektedir. Nitekim Kur' an, değişmez ilahi ceza hükümleri vazetmediğini şu ayette ortaya koymaktadır: " . . . Her zamanın bir hükmü vardır." [Gök Gürül­ tüsü Bölümü 38. Söz/ Rad Suresi 38. Ayet] Malum olduğu üzere, bu ayetten mülhem olsa gerek Mecelle'nin ana ilkesi olarak ifade edilen şu cümle hukukçularımızın diline pelesenk olmuştur: "Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tegayyürü inkar olunamaz!" / "Zamanın değişmesi ile hü­ kümlerin değişmesi inkar edilemez!" Kur'an'da ve bazı hadislerde geçen bir kı­ sım "had ve ta'zir cezalarını" Allah'ın değişmez ve evrensel şeriatı gibi kabul etmek, görüleceği üzere doğrudan doğruya Kur'an'a aykırıdır. Bunun bu şekilde kabul edilmesi aslında Kur' an' a rağmen bir şeriat icat etmektir. Bu icadın mucitleri de Emevi güdümlü bir kısım sözde ulemadır. Aynı durum kısas, aile hukuku, kölelik-cariye­ lik hukuku gibi konular için de geçerlidir. Bu gibi konulardaki hükümler tarihseldir. Kur'an'ın tarih­ sel ayetleri gerçeğine göz kapayamayız. Aksi halde IŞİD tarzı bir sözde "Şeriat devletini" savunmaktan başka bir çaremiz kalmaz. IŞİD' e kızmanın da bir gereği kalmaz. Dahası bu çağda bile köle ve cariye pazarlarını tabii görmemiz gerekir. Şeriat sözünü İslam Hukuku olarak kullananlar da vardır. İslam Hukuku denildiğinde tarihsel olarak dört ana Sünni Fıkıh ekolünün görüşleri kastedil­ mektedir. Ne var ki bu dört ana Sünni Fıkıh ekolü pek çokkonuda birbirine zıt görüşlere sahiptirler. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli adıyla anılan bu dört ekolün mevcudiyeti bile şeriatı Allah'ın değişmez ceza kanu­ nu sanan cühelayı gülünçleştirmekte değil midir? (Bu dört ana Sünni ekolün dışında deyim yerindeyse be76


şinci mezhep olarak bir de Caferi Fıkhı vardır. Lakin Caferi Fıkhı yazımızın kapsamı dışında olduğundan bu noktada detaya yer vermek zait olacaktır. ) Yeri gelmişken hemen belirtelim ki Hanefi Fıkhı, Ebu Hanife'den çok onun öğrencilerinin fıkhıdır. Ebu Hanife'nin meşhur iki öğrencisi hocalarının tersine o günkü siyasi yönetimle iyi ilişkiler içeri­ sinde olmuşlardır. Mezheplerinin fıkhını da bu te­ melde oluşturmuşlardır. Şeriat kavramına ilişkin söylememiz gereken birkaç kelam daha var. İslam tarihindeki muhalif hareketlerin bu kavra­ ma hiç de sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Özellik­ le de sufi İslami akımlar, şeriat sözünü çoğunlukla olumsuz anlamda kullanmışlardır. Zira savunduk­ ları mistik / tasavvufi yorum ve görüşler şeriata aykırılıkla itham edilmiş ve bu sebeple pek çok Müslüman Sufi idam da dahil olmak üzere ağır ce­ zalarla tecziye edilmişlerdir. Bu noktada büyük Sufi ozan Yunus Emre'nin; "Şe­ riat oğlanları nice yol keser bana. Hakikat denizinde bahri oldum yüzerim." sözünü anımsatmakta fayda görüyo­ rum. Gerçek şu ki şeriat, haşa Allah'ın kanunu değil, Muaviye ve Yezit gibi Emevi zalimlerinin Bedevi Arap geleneklerini İslam maskesiyle yeniden pa­ zarladıkları taşeron bir kavramdır. Peki, Allah'ın kanunu yok mudur? Elbette vardır. Allah'ın kanunu; kayıtsız, şartsız adalet, kölele­ re hürriyet, tabiata saygı ve bilime sarılmaktır. Allah'ın bütün evrene ve toplumlara egemen olan değişmez yasaları vardır. Kur'an, Allah'ın işte bu gerçek yasalarına "Sün­ netullah" diyor. 77


Son sözümüz Zafer Bölümü 23. Sözün / Fetih Suresi 23. Ayetin Arapçası ve Türkçe çevirisi olsun: "Ve len tecide lisünnetillahi tebdila!" "Sen, Allah'ın kanununda bir değişme bulamaz­ sın!"8 Gerçekte toplumsal yaşamı düzenleme anlamında Allah' ın kanunları olarak nelerin anlaşılması gerektiğini daha evvelki pek çok çalışmamızda ifade ettik Burada bir kez daha ve de­ taya girmeden sadece zikrederek yetinelim. Allah'ın beş temel buyruğu vardır. Bunları, insanların uyması gereken asli kurallar olarak düşünebiliriz: 1. Adalet 2. Emanete sadakat 3. Ehliyet ve liyakat 4. Maslahat 5. Meşveret İşte bu ilkelere uyulduğunda Allah'ın kanunlarına uyul­ muş olur. Keşke; "Şeriat isterüz!" diye ortalığı fesada boğan güruh bu ilkelerin yaşama geçirilmesi için uğraş verse. Lakin hiç oralı değiller. Kur'an ile Aldatanların Niteliği: Şeytan Evliyası Olmak! Evliya denildiğinde Türkçede hemen akla olumlu bir mana gelir. Hatta evliya olmak herkesin harcı değildir, şek­ linde bir inanış vardır. Ancak birilerinin evliya gördüğünü bazıları eşkıya görebilir. Yani evliya olmak da topluluktan topluluğa değişir. Bu inanışa göre evliya olan kimse sıradan insanlar gibi de­ ğildir. Onda birtakım üstün nitelikler vardır. Hatta o çeşitli ke­ rametleri olan bir kimsedir. Ondan asla kötülük sadır olmaz. O hep iyiliklerin failidir. Ondan medet dilenir, yardım istenir ve kendisine sonsuz güven duyulur. Oysa işin aslı böyle değildir. Evliya her zaman olumlu mana taşımadığı gibi burada anlattığı­ mız biçimiyle bir evliya inancı da Kur' ani temelden yoksundur. 8 Cemil Kılıç, İslam Bu - Muhammedı İslam, Kırmızı Kedi Yayınları, s. 221- 225.

78


Evliya sözü Türkçede tekil anlamda kullanılsa da aslında çoğul bir sözcüktür. Arapça veli sözcüğünün çoğuludur. Veli sözcüğü ise dost anlamına geliyor. Evliya sözü bu bağlamda "dostlar" manasını taşıyor. Din dilinde evliya sözü "Allah'ın dostları" anlamında kul­ lanılıyor. Ancak bir de şeytanın dostları var. İşte onlara "Şey­ tanın Evliyası" diyoruz. Kur'an'da Allah'ın dostları ve Allah'tan yana olanlar; "Hizbullah" olarak nitelenirken şeytandan yana olup ona dostluk edenler ise "Hizbuşşeytan" biçiminde nitelenir. Hizb, topluluk, grup, parti, ekip gibi anlamlara gelir. Bu mana itibarıyla hizbullah; Allah'ın topluluğu, hizbuşşeytan ise şeytanın topluluğu demektir. Şeytan, kötülüğün simgesidir. Aslında o kötücül duygu­ ların kuvveden fiile geçmiş halini sembolize eder. Her kim ki içindeki kötücül duygularla hareket ederse şeytanın dostu olur. Ona askerlik yapar. İçindeki kötücül duyguları kuvveden fiile geçiren insan­ lar Kur' an'da "şeytanın evliyası", "şeytanın orduları" veya "şeytanın hizbi" diye zikredilir. Bu evliya yahut ordular ya da hizip, Kur' an ile aldatmanın öncüleri ve uygulayıcıları olma vasfını taşırlar. Bunlar çoğu kere suret-i hak görünümündedirler. Lakin görünümün ardı­ na saklanmış olan gerçek, şerre yani kötülüğe hizmetkarlıktır. Kur'an'da, Ara Yer Bölümü 27. ve 30. Sözlerde şeytana dost olanlar yahut şeytanın kendilerine dost olduğu kimse­ lerden bahsedilir. Şeytan evliyası, insanlara korku aşılamaya gayret eder. Bütün propagandası korku üzerinedir. İnsanları cehennem­ le korkutur. Sanki birer ahiret müfettişi gibidirler. Başlarına çöktükleri insanları korkutup bastırır ve tek çıkış yolu olarak da kendilerini gösterirler. Cehennemden kurtuluş yolu onla­ ra itaat ve biat etmektir. Onlar işte böylece kitleleri sömürüp soyma şeytanlığını pervasızca icra ederler. Kur'an'da bir de şeytanın orduları tabiri vardır. Bu tabire Şairler Bölümü 95. Sözde rastlıyoruz. 79


Tabirin özgünhalinde "İblis'in orduları" ifadesini görüyoruz. Sözde Allah yolunda cihat için kurulmuş bir takım silahlı örgütler, kendilerini Allah'ın ordusu gibi niteleseler de çoğu kere kan, zulüm ve gözyaşından başka bir sonuç ortaya ko­ yamamaktadırlar. A ynı zamanda onların, daima emperyalist orduların güdümünde hareket etmek gibi bir tenakuza düş­ tükleri, ibretle gözlemlediğimiz hadiseler arasındadır. Şeytanın silahlı orduları aslında emperyalist ülkelerin or­ dularıdır. Bunu sadece aktüel anlamda söylemekle yetine­ meyiz. Türkistan'a saldıran Emevi Arap orduları da şeytanın istilacı ordularındandır. Gerçek şu ki, Kuteybe'nin Horasan'da gerçekleştirdiği kat­ liamlar, yakıp yıkhğı Türk şehirleri ve katlettiği yüz binlerce insan, Türkistan' a yönelik harekatın birilerinin iddia ettiği gibi bir fetih hareketi değil doğrudan doğruya zulüm ve istila hareketi olduğunu ortaya koymaktadır. Tarihin gördüğü en büyük ve en zalim şeytan ordusu Emevi Arap ordularıdır. Zira o ordular, Kur' an ile aldatanla­ rın ordularıdır. İslam'ı yaymak, Kur'an'ı hakim kılmak gibi bir iddia ile girişilen istila hareketi Türkistan' a zulüm, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmiş değildir. Şeytana hizmet eden Emevi ordusunun zaten Kerbela' da nasıl bir katliama imza attığını hepimiz tarihen biliyoruz. Hazreti Peygamber'in en yakınlarını, başta Hazreti Hüseyin olmak üzere katleden o askerler, şeytan ordusunun askerleri değil midir? Hüzünle ifade edelim ki, bugün Türkiye' de Emevi övgüsü yapanlar da şeytanın ordularına hizmet eden şeytan evliya­ sı zümresindendirler. Onlar kendi atalarına ihanet edenler, babasını reddeden ve nesebi gayri sahihler olarak muamele görmesi gerekenlerdir. Öte yandan yine Kur' an' da, evvelce de belirttiğimiz üzere "hizbuşşeytan" ifadesi de vardır. Bu ifade şeytanın dostlarını belirtmek için kullanılan ifadelerdendir. Şeytanın yandaşları anlamına gelen bu ifadeye Mücadele Bölümü 19. Sözde denk geliyoruz: 80


Şeytan onları etkisi altına aldı da Allah'ı anmayı onlara unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları her zaman kayıpta olacaklardır. Şeytanın yandaşları, insanları Kur'an'dan koparmak is­ ter. Kur' an'ın herkesçe anlaşılabilir bir kitap olmadığını ileri sürerek onu anlamayı kendi tekellerine alırlar. Dahası halka Kur'an'ı tılsımlı sözler yığını imiş gibi anlatırlar. Böylece bir nevi Kur' an'ı unutturmak isterler. Bilelim ki, Kur' an'ın unut­ turulması demek, aslında insanları onu anlamaktan alıkoy­ mak demektir. Şeytanın yandaşları Kur' an'ı dillerinden hiç düşürmezler. İnsanları eğip büktükleri sözlerle / ayetlerle etkilemeye ça­ lışırlar. Çeşitli gırtlak şovlarıyla Arapça özgün biçimini oku­ dukları Kur'an sözlerini Türkçeye kendi anlayışları doğrultu­ sunda yozlaştırarak aktarırlar. İşte bunlar, Kur'an'a dost görünerek düşmanlık edenler­ dir. Şerleri çetindir, fark edilmesi zordur, büyük sağgörü is­ teyen bir iştir. Bu sağgörüyü kuşanıp mücadeleye başlamak da tehlikelerle doludur. O tehlikeleri göğüslemek ve gerçek anlamda Allah için mücadele etmek hakiki mümin olmanın temel vasıfları arasındadır.

Kur'an ile Aldatmada Şeriat Hilesi: Hile-i Şer'iyye Hile- i şer' iyye, şeriat hilesi demektir. Bu aslında İslam' a hile karıştırmanın bir ifadesidir. Şeriatçılar şeriat hilesini, "edille-i şer'iyye" yani şeriatın delilleri kavramının içine dahil etmişlerdir. Ne var ki bunu açıkça değil dolaylı olarak yaparlar. Şeriat hilesi denildiğinde çoklarının aklına hülle nikahının geldiğini düşünüyorum Sahi nedir hülle nikahı?! Nasıl bir hile vardır o sözde nikah türünde?! Anlatalım . . . Dişi Sığır Bölümü 2 30. Söze göre bir erkek eşini ü ç kez boşarsa tekrar onunla evlenmesi o kadının başka bir erkekle 81


evlenip boşanmasından sonra mümkündür. Eğer böyle bir evlilik olmamışsa o erkek "pişman oldum" deyip eşiyle tek­ rar evlenemez. Evet, kural bu ama uygulamada bu konuda bir hile gelişti­ rilmiş. Buna göre bir erkek eşini öfkeyle üç kez boşuyor. Yani boş ol, boş ol, boş ol, diyor. Fakat daha sonra pişman oluyor. Bu durumda ne yapacak? Eşinin bir başka erkekle evlenip boşanmasını mı bekleyecek?! Normalde böyle olması gereki­ yor. Ama böyle olmuyor. O erkek eşi ile birini göstermelik bir nikahla evlendiriyor. Bir gün sonra o kişi o kadını boşuyor ve böylece o kadın eski kocasına geri dönebiliyor. Ama Kur' an' da göstermelik bir evlilikten bahsedilmiyor. Gerçek evlilikten bahsediliyor. Yani zifafın / gerdeğin olduğu bir evlilikten ... Fakat eşini üç talakla / boşamayla boşayan ve pişman olan kişi, eşinin bir başka erkekle evlenip gerdeğe gir­ mesine elbette razı olamıyor. O halde güvenilir biri aranıyor. Çoğunlukla da böylesi durumlarda bir din görevlisi tercih ediliyor. Onunla evlendirilip sonra zifaf olmadan boşandırı­ lan kadınla eski kocasının tekrar evliliği söz konusu olabili­ yor. Ne var ki bu bir hiledir. Zira zifafın olmadığı bir nikah bu durumda Kur'an'a göre geçerli sayılmıyor. Lakin Kur'an ile aldatanlar buldukları hileyi uygulamaya asırlardır devam ediyor. Bazı anlatımlarda göstermelik nikahla evlenenlerin sonra­ dan boşanmadan vazgeçtikleri ve zifaf / gerdek yaşadıkları ve kadının eski kocasına dönmesinin mümkün olmadığı ya­ şanmışlıklara da denk geliyoruz. Böylesi durumlarda bazen bir kısım sözde din görevlisi kişiler, hülle nikahını gerçek nikah olarak kabul edip evlendikleri kadınları boşamaktan vazgeçmişler ve böylece son derece büyük ahlaki sorunlar yaşanmıştır. Burada iki türlü aldatma vardır. Birincisi; Kur' an'ın açık hükmüne rağmen Allah'ın aldatıl­ maya çalışılması. İkincisi ise bazı din görevlileri yahut göstermelik nikahın erkek tarafı olan kişilerin, nikah öncesi sonradan boşayacak82


larını belirtmelerine rağmen evlendikleri kadını boşamaya­ rak kadının önceki kocasını aldatmış olmaları. Öte yandan dini açıdan zaten sonradan boşamak üzere biriyle evlenilmez. Yani boşama öngörülmez. Olur da geçine­ mez, anlaşamazlar ve boşanmak zorunda kalabilirler ama ta haştan ben seni sonra boşayacağım, diyerek biriyle evlenmek kesinlikle meşru değildir. Evet, şeriatçıların başvurdukları en ilginç hilelerden biri budur. Daha nice hileleri var. Bu konuda merhum Yaşar Nuri Hocamızın, evvelce de re­ fere ettiğimiz Allah İle Aldatmak adlı eserinin 264 ve 265. say­ falarındaki anlatımlarından istifadeyle tarihten birkaç örnek sunalım: Meşhur şair Ferezdak (ölm. 115/ 733), bir şiirinde, çok sayıda genç kadının yatağına girdiğini, sayısız aşk macera­ sı yaşadığını, söyler. Onun bu beyanına bakarak hakkında zina soruşturması başlatılır. Yargılanmak ve cezalandırıl­ mak istenir. Ne var ki büyük şair Ferezdak hileci şeriatçı­ ların ilham kaynaklarından birini oluşturan şu hileye baş­ vurur: Kur'an, Şairler Bölümü 226. Sözde, şairlerin, 'yap­ madıkları şeyleri söylediklerini' bildirmiyor mu? Ben de bir şairim ve ben de yapmadığım şeyleri söylemiş bulunuyorum. İşte bu savunma üzerine Ferezdak beraat ediyor. Ferezdak'ın aldatıcılara ilham verdiği aşikardır. Zira Kur' an ayetleri nasıl eğilip bükülür ve çıkara göre nasıl yoz­ laştırılır sorusuna yanıt olmak üzere anlatılacak örnek bir olaydır bu. Hazreti Muhammed'in ardından henüz yüz küsur yıl geçmiş olmasına karşın bir kısım Müslümanlar en önemli Kur' ani ilkelerden birini alenen çiğnemeye başladılar. Nedir o Kur' ani ilke? Servet biriktirmemek, gelir dağılımı adaletini gözetmek! 83


Kamu malı olan servetin belli ellerde birikmesi Kur'an'a muhalefetin en yakıcı göstergelerinden biridir. İşte bu gerçek­ leşti ve bazı kesimler servet şımarıklığı ile bir başka suça daha yöneldiler. Zenginler evlerinde bol miktarda altın ve gümüş eşya kul­ lanıyor, hizmetlerinde iğdiş edilmiş uşaklar çalışhrıyorlardı. Altın ve gümüş eşya saklanabiliyor ama uşakların gizlenmesi mümkün olmuyordu. Peki, uşaklar neden iğdiş ediliyordu? Çünkü hemen hemen her zenginin birkaç karısı vardı. İğ­ diş edilmemiş uşaklarla onların aynı evde kalması tehlikeli görülüyordu. O halde uşakların iğdiş edilmiş olması gereki­ yordu ki karılarına sarkıntılık edemesinler. İyi ama bir erke­ ğin iğdiş edilirken uğradığı zulüm ve işkence Kur'an'a aykırı değil miydi? Elbette aykırıydı. Zira bu büyük bir insanlık su­ çudur. Peki, nasıl bir hile ile bu engeli aştılar? Kendi arzularına göre fetva verecek fakihler vardı. O fa­ kihler fetva verdiler ve dediler ki, evet, bir Müslüman'ın bir kimseyi iğdiş etmesi büyük zulüm ve günahtır ama iğdiş etme işini gayri Müslim biri yaparsa sorun olmaz. Evet, işte böyle fetva verdiler. Kur'an'a karşı işte böyle bir hileye baş­ vurdular. Zira onlar Kur'an ile aldatan aldatıcılardı. Bugün de nice şeriat hileleri yapılıyor. Bu konuda da bir örnek verelim ... Faizsiz kazanç denilen aldatmacadan bahsedelim. Türkçeye faiz diye çevrilen sözcük "riba" sözcüğüdür. Riba, sözcüğünün sadece faiz kelimesiyle sınırlanması doğru bir yaklaşım değildir. Öte yandan riba kavramının bugünkü banka faiziyle eşitlenmesi ise açık bir saptırmadır. Kur'an'da 7 yerde geçen riba, kelime anlamıyla, anamal ve anaparaya yapılan ilavedir. Din dilinde bu, karşılıksız artış diye ifade edilir. En doğrusu, ribayı, emek ve gayret karşılığı olmayan her türlü artış diye anlamakhr. Riba ile kastedilen bir diğer kavram da aslında tefeciliktir. Fahiş artış ile borç verme ve ödenmeyen borçlardan dolayı oluşan borç köleliği kurumu da riba ile ifade ediliyor. 84


Hazreti Peygamber, ödünç verilen şeylerin ayniyle iadeleri sırasında yapılacak ilavelerin riba olduğunu belirtmiştir. Sözge­ liıni, bir ölçek arpanın yerine bir buçuk ölçek, bir altının yerine 2 alhn almak ribadır. Banknotlar ise, reel değerleri olmadığın­ dan, mesela 100 lira karşılığında 110 lira almanın riba kavramı içine girip girmeyeceği tarhşılacaktır. Çünkü banknot, sadece üzerine konan nominal değerle bir anlam ifade etmektedir. O halde, bütünüyle nominal değerler üzerinden işleyen banka faizlerinin ve banka faizciliğinin, Kur'an'daki riba kav­ ramı içine girdiğini söylemek isabetli olmayacaktır. Gerçek şu ki, Kur'an, riba yasağını, paranın ekonomide dolaşmasını sağlamak için getirmiştir. Yine şu bir gerçek ki, Kur'an'ın getirdiği riba yasağının te­ mel amaa, ihtiyacını gidermek için borç almak zorunda kalan yoksulun büsbütün mahvolmasını önlemek ve onu, çaresizle­ rin kanını emen kodaman zümreye karşı korumaktır. Banka faizi ile enflasyon arasındaki ilişki açısından bakıl­ dığında da Kur'an'daki riba kavramı ile banka faizi arasında bağ kurmanın olanaksızlığı ortaya çıkmaktadır. Paranın enf­ lasyon nispetinde erimesi karşılığında verilen faizin riba ola­ rak nitelenmesi aslında Kur'an ile aldatarak paranın alım gü­ cünün azalması gerçeğini gizlemeye çalışmak yahut en hafif tabirle bunu idrak edememektir. Enflasyon nispetinde olan faizin aslında paranın değerini koruma amacı çerçevesinde düşünülmesi gerekirken bunu riba kapsamına almak hırsız­ lığın bir başka boyutudur. Günümüzde de üzerinden reklam yapıp kazanç sağlama yolunu tutan Kur'an ile aldatma odaklan, Kur'an'daki riba ile ilgisi bulunmamasına karşın, banka faizini "haram" ilan etmekte, öte yandan "Biz kardan pay veriyoruz" diyerek din­ dar halkın mevduatını toplayıp modern bankacılığın en acı­ masızını yapmaktadırlar. Banka faizi riba değildir demeleri halinde, Müslüman kitleyi kendilerine çekmede bir özellik­ leri kalmayacağını bildiklerinden din adına yalan söyleme yolunu tercih edip dinlerini ve ahiretlerini satarak dünyalık devşirmektedirler. 85


Kur'an ile aldatanların faiz konusunda başvurdukları bir yol da şudur: Derler ki, Müslüman'ın Müslüman'a faiz vermesi ve on­ dan faiz alması haramdır ama gayri Müslimlerden faiz almak haram değildir. Lakin onlara faiz vermek haramdır. Bu bağ­ lamda Müslüman'ın bankadan faiz alması helaldir ama ver­ mesi haramdır. Oysa Kur' an' da böyle bir kural söz konusu değildir. Türkiye' de bazı dinci gruplar faiz konusunda böyle bir gö­ rüşe sahiptirler. Onlar Türkiye'yi "dar'ul- harb" yani kafir memleket ya da kafir devlet gördüklerinden böylesi bir saç­ ma fikri ileri sürer ve savunurlar. Bu arada hatırdan çıkmaması için bir kez daha belirtelim ki, Kur'an'daki riba ile günümüzdeki banka faizi kavranılan örtüşen kavramlar değildir. Kur'an ribayı yasaklamıştır. Zira riba yoksulu ezme yolu olarak ve tefecilik için kullanılan yön­ temi ifade etmektedir. Faiz haram deyip kar payı dağıtıyoruz söylemiyle din­ dar kesimin birikimlerini toplayan dinci yapıların bir kıs­ mının insanları nasıl sömürdüklerini pek çok olayla anımsı­ yoruz. İflas eden sözde İslamcı holdinglerin, bünyelerinde bulunan sözde İslami' bankalar aracılığıyla binlerce yoksu­ lun parasını batırma yollarından biri de bu kar payı aldat­ macasıdır. Onların yaptıkları, Dişi Sığır Bölümü 174. Sözde ve Kadın­ lar Bölümü 10 . Sözde geçen ifadede olduğu gibi "karınlarına ateş doldurmaktan" başka bir şey değildir. Kur' an ile aldatanların hilelerine karşı akıl, bilim ve man­ tık yoluyla mücadele her inananın üzerine yazılmış kutsal bir buyruktur. Bu buyruğun yerine getirilmesi için canla, başla gayret etmeliyiz. Kur'an ile Aldatmada Kadınlar Konusu

Kur'an ile aldatan aldatıcılar kadınlarla ilgili pek çok hü­ küm üzerinden çağ dışı bir anlayışın propagandasını perva­ sızca yapmaya devam ediyorlar. 86


Kur' an'ın buyruğudur diyerek, kadınları ikincilleştiren bir kısım fıkhı hükümleri ısrarla savunuyor ve onları dindar ke­ simlere telkin ediyorlar. Ne diyorlar? Erkekler kadınlardan "bir derece" üstündürler. Kadınların tanıklığı yarımdır. Kadından yönetici olamaz. Kadından imam olmaz. Birden çok, dörde kadar kadınla aynı anda evli olu­ nabilir. Kadının boşama hakkı yoktur. Adet görmeye başlayan kız çocukları evlendirilebilir. Kadınların başlarını / saçlarını örtmeleri Allah'ın emridir. Örtünmeyen kadın günahkardır. Örtüsüz kadınlar "göz zinasına" sebep olmaktadır. Kadınların / kız çocuklarının miras hakkı yarımdır. Kadın, tek başına evden çıkamaz, yanında bir aile­ sinden bir erkek olmadan hacca bile gidemez Kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yarahlmışhr. Erkek, kendisine itaat etmeyen eşini çeşitli uyarılar­ dan sonra hala itaatsizlik yapıyorsa dövebilir. Evet, bu ve bunun gibi bir yığın saçma sapan görüşler­ le Kur'an'ı refere ederek insanları aldatan aldatıcılara yanıt olması için İslam Bu kitabımıza, "Büyük Kriz: İslam'da Kadın Meselesi" başlıklı bir çalışmamızı koymuştuk. Şimdi o çalış­ madan bazı bölümleri sunarak aldatıcıların aldatmalarını ge­ çersizleyelim . . . Öncelikle kadının ikincilliği ve kaburga kemiği meselesine ilişkin iddiaları karşılayalım: Kadının cari yahut egemen İslam'daki ikincilliği ve edilgenliğinin kökü evveliyata dayanmaktadır. Zira ilk kadın Hazreti Havva'nın yarahlışı anlatımının 87


İsrailiyat kaynaklıdır. Kur' an bu konuda daha farklı şeyler söylüyor. Kadının yaratılışı / varlık alanına çıkışı konu­ sunda Kur' an' a baktığımızda Kadınlar Bölümü 1 . Söz / Nisa Suresi 1 . Ayet ile Ara Yer Bölümü 189. Söz/ Araf Suresi 189. Ayet karşımıza çıkıyor. Bu iki ayette de benzer ifadeler var: " . . . Sizi bir özden var den ve ondan da eşini var eden rabbiniz . . ." Bu ifadeleri yorumlarken bazıları Tevrat'ın etki­ siyle Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden ya­ ratıldığını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu ifadelerden böyle bir anlamın çıkması mümkün değildir. Öyle olsaydı açıkça yazılırdı. Bu ifadelerden çıkan gerçek anlam, Havva'nın, Adem'in yaratılmış olduğu öz­ den yaratıldığıdır. Yani kadın da erkek de Kur' an' a göre aynı özden / canlıdan / hücreden yaratılmış­ tır. Bu bakımdan yani yaratılış bakımından eşittir­ ler. Yaratılış bakımından eşit oluşları başka alanlar­ daki eşitlik için teorik ve itikadı bir zemin meydana getirmektedir. Nitekim Kur' an' da kadın ve erkeklerin eşitliğe çıkan bir ifadeyle birbirlerinin dostu olduğu vurgu­ lanır. Bu konuda Uyarı Bölümü 72. Sözde / Berae Suresi 71. Ayette şöyle denilmektedir: "İnanan erkekler ile inanan kadınlar birbirleri­ nin dostlarıdır..." İşte görüldüğü gibi işin aslı o aldatıcıların iddia ettiği gibi değil. Her şey apaçık ortada duruyor. Gün gibi, güneş gibi aydınlık bir biçimde hem de . . . Bir d e erkelerin kadınlardan üstün olduğu iddiası var. Bu iddia Kur'an'a dayandırılan bir iddia . . . Oysa Kur'an öyle de­ miyor. Kadın erkek eşitliği konusunda yukarıdaki Kur'an sözleri­ ne ilaveten başka Kur'an sözleri de var. 88


Savaşçı Birlikler Bölümü 35. Söz / Ahzab Suresi 35. Ayet çok dikkat çekicidir: Allah'a bağlı olan erkekler ve bağlı olan kadınlar, inanan erkekler ve inanan kadınlar, Allah' a boyun eğen erkekler ve Allah'a boyun eğen kadınlar, dü­ rüst erkekler ve dürüst kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, alçak gönüllü erkekler ve al­ çak gönüllü kadınlar, yardım için harcama yapan erkekler ve yardım için harcama yapan kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetleri­ ni koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve çok anan kadınlar var ya, işte Allah onlara bir bağış ve büyük bir ödül ha­ zırlamıştır. Görüleceği üzere burada erkek ve kadının eşitliği tam an­ lamıyla ortaya konulmuştur. Bu ayet kadın erkek eşitliği ko­ nusunda Kur'an'ın ve İslam'ın gerçek ruhunu yansıtan ayet­ lerdendir. Asıl önemli nokta erkeklerin kadınlardan bir derece üstün oldukları iddiasıdır. Bu husustaki iddiaya yanıtımız ise şudur: Kadın erkek eşitliği denildiğinde en çok tartışılan Kur' an sözü / ayet, Dişi Sığır Bölümü 228. Söz / Ba­ kara Suresi 228. Ayettir. Bu ayette boşanmış kadın­ ların üç adet dönemi beklemeleri istenmektedir. Bu­ nun nedeni gebe olup olmadıklarının anlaşılmasıdır. Boşanmış kadın bir başka erkekle evlenmeden önce üç aybaşı dönemi beklemelidir. Zira önceki eşinden gebe olup olmadığı anlaşılsın ki doğacak çocuğun babasının kim olduğu net bir biçimde belirlenebilsin. Bu ayetin sonunda erkeklerin kadınlar, kadınların da erkekler üzerinde hakları olduğu ama erkelerin kadınlar üzerinde bir derece daha hakları bulundu­ ğu belirtilmektedir. Burada "bir derece daha olan 89


hak" aslında üç adet dönemi ile ilgilidir. Bu hakka riayet edilmesi istenmektedir. Yoksa birilerinin iddia ettiği gibi erkeklerin kadınlardan bir derece daha üs­ tün olduğu düşüncesi söz konusu değildir. Kur' an sözünü yani ayeti bağlamından koparıp yalnızca bir bölümü üzerinden doğru yorum yapmak mümkün değildir. Bazıları bu hakkın yöneticilik hakkı oldu­ ğunu bile ileri sürmekteler. Bazıları da kastedilenin fiziki üstünlük olduğunu iddia etmişlerdir. Hatta bu fiziki üstünlük nedeniyle erkeğin kadını koruma gö­ revi olduğu da anlahlmaya çalışılmaktadır. Erkeğin kadını koruma durumu Kadınlar Bölü­ mü 34. Sözde/ Nisa Suresi 34. Ayette de geçmekte­ dir. Ayetin başında yer alan bir ifade (kavvam) gö­ zetip kollama manasını içermektedir. Bu ifade bir hüküm ortaya koymaktan çok nesnel bir saptamayı yansıtmaktadır. O dönemde de bu dönemde de ge­ nel toplumsal yapı bağlamında kadınların erkekler tarafından korunup kollanması insanlığın henüz tam anlamıyla değiştiremediği sosyolojik bir ger­ çekliktir. Lakin bu koruyup kollama meselesi asla bir üstünlük meselesi olarak görülmemelidir. Zira bazen kadınların da koruyup kollama fonksiyonu kazandıkları durumlar olabilmektedir. Sözgelimi, birtakım dövüş sporları eğitimi alan bir kadının ko­ ruyup kollama bağlamında, fiziki güç açısından ko­ casından daha ileri bir konumda olması olasıdır. O halde söz konusu ifade bir üstünlük anlatımı olarak görülemez. Kur'an'ın ilk muhatabı olan toplumda­ ki sosyolojik bir durumun ifadesi olarak görülebilir. Yine adı geçen çalışmamızdan örnek sunarak bir de çok eş­ lilik meselesine değinelim. Bu konu da en çok istismar edilen konular arasında yer alıyor. Lakin tekraren ifade edelim ki, işin aslı birilerinin iddia ettiği gibi değil. Bahsi geçen çalışma­ mızda konuya ilişkin şöyle bir açıklama yapmışız: 90


İslam ve kadın denildiğinde çokça tartışılan ve yanlış anlaşılan bir diğer konu da çok eşlilik mese­ lesidir. Öncelikle belirtelim ki Kur'an'daki bazı hü­ kümler kesinlikle tarihsel / konjonktüreldir. Bun­ lardan biri de çok eşlilik konusundaki hükümlerdir. Bu konunun ön yargısız bir biçimde anlaşıla­ bilmesi için bazı tarihsel ve sosyolojik gerçeklerin bilinmesi gerekir. Bu noktada meselenin en önemli ayaklarından biri toplumdaki kadın erkek nüfusu­ nun durumudur. Doğal koşullarda, savaş olmadığı zamanlarda, insan nüfusunun bire bir eşlemeye yakın şekilde kadın ve erkeklerden oluştuğunu görüyoruz. Bu da tekeşliliğin insanların genelinin tercihi olaca­ ğını, çokeşliliğin de, savaşlarda erkek nüfusunun azalması gibi durumlar özelinde bir istisna olaca­ ğını doğa kanunu olarak göstermektedir. Kur' an' da Allah, kadınlar arasında adalet yapılamazsa tek bir eşle evlenilmesini söyler (Kadınlar Bölümü 3. Söz / Nisa Suresi 3. Ayet ). Böylece kadınlardan birini ön plana alacak, diğer kadınları sömürecek evlilik modeline yasak getirilir. Bazı durumlarda ailesi ölen kız çocuklarına mi­ ras kalır ve bazı erkekler evlilik yoluyla bu maddi serveti ele geçirip, yetim kızın mallarını çarçur ede­ bilir. Kur' an buna benzer durumları engellemek için Kadınlar Bölümü 3. Sözde / Nisa Suresinin aynı 3. Ayetinde "Yetimler konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız; bu durumda size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. . . " der. Nitekim aynı surenin / Kur' an bölümünün 2 . Sözünde / Ayetinde yetimlerin / yetim kızların mallarının korunması, onların mallarına evlilik gibi yollarla el konulmaması istenir. 2. ve 3. Sözü/ Aye­ ti birlikte düşündüğümüzde aslında denilmek iste­ nen şudur: Diğer kadınlarla gerekirse ikişer, üçer, 91


dörder evlenin ama sakın mallarına sahip olmak için yetim kızlara ilişmeyin ... Bunu derken yine de ilave edilir ki, sizin için en doğru olan tek eşliliktir. Bu ayet gerçekte o günkü Arap toplumunun ge­ leneklerinden neşet eden bir toplumsal meseleyi or­ taya koymaktadır. Biliyoruz ki o dönemde çok eşlilik yaygındı. Hatta bu konuda üst bir sayı da mevcut değildi. İslam çok istisnai ve zaruri durumlarda dört eşe kadar evliliğe teorik manada izin verse de pra­ tikte en doğru olanının tek eşlilik olduğunu beyan ediyor. Açık konuşmak gerekirse o dönem için tek eşliliğin bu denli vurgulanması yani en doğrusunun tek eşlilik olduğunun belirtilmesi dahi o toplum bağ­ lamında zaten büyük bir devrimdir. İnsanlığın ulaş­ tığı evre itibarıyla bugün hiçbir gerekçeyle çok eşlilik savunulamaz. Bu konuda Gök Gürültüsü Bölümü 38. Söze / Rad Suresi 38. Ayete uymak lazımdır. Ma­ lumunuz o ayette; "Her zamanın bir hükmü vardır" de­ niliyor. Yaşadığımız zamanın hükmü belli ve nettir. İnsanlar için doğal olan / tabii olan tek eşliliktir. Zira her toplumda kadın ve erkek sayıları birbirine son derece yakındır. Doğa kadın ve erkek nüfusu­ nun birbirine yakın olmasını sağlayan dikkat çekici ve çarpıcı bir mekanizmaya sahiptir. Kadın ve erkek nüfusunun birbirine çok yakın olması, tek eşliliğin insan doğasına en uygun nikahlanma olduğunu işaret ediyor. Çok eşlilik fıtrata / insan doğasına ay­ kırıdır. Tekraren ifade edelim ki, bunu nüfus denge­ sinden bile anlayabiliyoruz. Hazreti Muhammed'in ilk eşi Hazreti Hatice'nin vefatının ardından çok eşli bir hayat sürmesi de dö­ nemin koşullarının bir sonucudur. Yukarıdaki izahı peygamberin evlilikleri konusunu açıklamada da göz önünde bulundurmalıyız. Ayrıca bu evliliklerin bir kısmı siyasi sebeplerle gerçekleşmiş evliliklerdir. 92


Peygamber evlenmek istemese de onunla evlen­ mek için çaba sarf eden kadınların hatta kızlarını peygamberle evlendirmek isteyen ailelerin bulun­ duğunu çok net bir biçimde bilmekteyiz. Nitekim bu duruma bir son vermek için Kur' an' da şöyle bir ayet vardır: "Bundan sonra güzellikleri ne kadar hoşuna gitse de evlenmen sana helal olmaz ... " [Savaşçı Birlikler Bölü­ mü 52. Söz/ Ahzab Suresi 52. Ayet ] Kadınlar konusunda çokça tartışılan bir diğer konu da ka­ dınların boşama hakkı olup olmadığı meselesidir. Bu konuda ise şöyle yazmışız: Kadınların boşama hakkının olup olmadığı da tar­ tışılıyor. Oysa bu konuda da Kur'an'ın hükmü çok açık bir biçimde ortadadır. Aynı Kur'an Bölümü­ nün / Sure'nin 28. Sözünde / Ayetinde kadınların isterlerse eşlerinden boşama bedeli isteyip boşana­ bilecekleri, peygamberin eşleri üzerinden şu şekil­ de anlatılmaktadır: "Ey Tanrı elçisi, eşlerine de ki; 'Eğer dünya yaşamını ve süsünü istiyorsanız, gelin size dilediğiniz dünyalığı vereyim ve sizi boşayayım'." Bu ayette dünyalıktan kasıt boşama bedelidir. Görüleceği üzere "İslam' da kadının boşama hakkı yoktur" savı gerçeğe dayanan bir görüş değildir. Kur' an ile aldatanların istismar ettikleri bir diğer konu da kadınların tanıklığı meselesidir. Bu meselenin halli de lazım­ dır. Zira aldatıcıların elindeki malzemeyi almak gerekiyor. Kur' an' da bu konuda gerçekte denilen ve ortaya konulan hü­ küm nedir? Bunun yanıtı için de şöyle yazmışız: Kadınlarla ilgili bir diğer konu da şahitlik/ tanık­ lık konusudur. Genel ve egemen dinsel düşünce ve 93


anlayış kadının tanıklığının erkeğin yarısı olduğu yönündedir. Oysa bu da isabetli bir yaklaşım de­ ğildir. Zira bu hükmün çıkarıldığı ayet [Dişi Sığır Bölümü 282. Söz / Bakara Suresi 282. Ayet] yal­ nızca ticari alana özgü olup aynı zamanda tarih­ sel / konjonktüre! mahiyettedir. Bu ayette vadeli borçların yazılması meselesinde tanık olarak iki erkek bulunamıyorsa bir erkek ve iki kadın tanık bulunması isteniyor. Burada o dönem için kadınla­ rın pek etkin olmadıkları ticari sahada kadınların tanıklığından ziyade erkeklerin tanıklığı öncelen­ miştir. Bu, tümüyle dönemsel / tarihsel nedenler­ den kaynaklanıyor. Buradaki hükmü her konuda ve her çağda geçerli genel bir hüküm olarak kabul etmek, düpedüz inançsal bir körlükten başka bir şey değildir. Nitekim zina suçunun saptanması konusunda aranan dört şahit meselesinde ilginç bir durum var­ dır. Burada kendi eşine zina isnat eden ve kendisin­ den başka tanığı olmayan kadın veya erkeğin Allah adına dört kez yemin etmesi böylece bu dört ye­ minin dört tanık yerine geçeceği belirtilir. Dört kez yemin etme durumu erkek için de kadın için de ge­ çerlidir. [Işık Bölümü 6- 9. Sözler / Nur Suresi 6- 9. Ayetler] Yani kadının tanıklığı ile erkeğin tanıklığı bu örnekte eşit kabul edilmektedir. Dolayısıyla ta­ nıklık meselesinde de bugün için mutlak eşitliği sa­ vunmak gerçekte Kur'an'ın ruhuna en uygun olan tutumdur. Zira dönemsel bir hukuki düzenlemeyi her çağda geçerli saymak akla aykırıdır. Bir de miras paylaşımı konusuna değinelim. Bu konudaki açıklamamız da şu şekildedir: Kadınlarla ilgili bir diğer tartışmalı konu da mi­ ras paylaşımı meselesidir. Genel ve egemen din94


sel görüşte kız çocuklarının erkek çocuklara göre mirastaki payları daha azdır. Bu hüküm mira­ sın paylaşımının anlatıldığı Kadınlar Bölümü 11. Sözden / Nisa Suresi 1 1 . Ayetten çıkarılmaktadır. Gerçeği bir kez daha ifade edelim ki bu hüküm de tarihsel / dönemseldir. Kur'an'da ailenin maddi geçim külfeti çoğunlukla erkeğe yüklendiğinden miras paylaşımında erkek, kadına göre daha fazla pay almaktadır. Ancak toplumsal gelişim, kadın ve erkeğin ortak maddi mükellefiyet sahibi olduk­ ları bir yapıya doğru ilerlemiştir, ilerlemektedir. Bu nedenle artık bu konuda da tam bir eşitliğin olması gerektiği görülmelidir. Söz konusu hük­ mün esbab-ı mudbesi ortadan kalkma yönünde bir değişim geçirmiştir, geçirmektedir. Fıkıhta, illi­ yet bağı dediğimiz ilke açısından bakıldığında bu hükmün bu çağda yeni bir yorumla tecdid edilip mutlak eşitlik yönünde yeni bir hükmün ihdas edilmesi kaçınılmazdır. Hakikatte İslamı olan da budur. Zira İslam her devirde kendini tecdid ede­ bilecek gizilgüce / potansiyele sahip bir dindir. Bu gizilgücü / potansiyeli göremeyenlerin körlüğüne teslim olamayız. Ya kadınların dövüle bilmesi meselesi? O konuda neler de­ miş, neler yazmışız, bir bakalım: Kadınlar Bölümü 34. Sözde / Nisa Suresi 34. Ayette geçen bir ifadenin çarpıtılarak kadına yönelik şidde­ tin dinsel bir meşruiyetle savunulmaya çalışılması tam bir kepazeliktir. Oysa söz konusu ayette, kesin­ likle dövmekten bahsedilmez. Ayette; geçimsizlik yaşıyorsanız öğüt yoluna başvurun, geçimsizliğiniz devam ediyorsa yatakları ayırın, hala devam ediyor­ sa boşanın denilmek isteniyor. Uzunca bir ayet oldu­ ğu için yalnızca ilgili bölümü aktarmak istiyorum: 95


"

Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, sonra da evden çıkarın ... " Arapçadaki "daraba" fiilinin anlamlarından biri de "evden çıkarmak, uzaklaştırmak, boşamak" şek­ lindedir. Bu ayetin tahrifine dayanarak, bir kısım kendi­ ni bilmez sözde hocalar, "İslam' a göre kadın döv­ menin usulü" konulu vaazlar verebilme pervasız­ lığını gösterebiliyorlar. Bu utanmazlığa asla itibar edilmemeli, bu şekildeki yorumlara artık yasak getirilmelidir. Muhammedi İslam'ın bu çirkin ve insanlık dışı tahrifle bir arada anılması mümkün değildir. Hepimiz biliyoruz ki İslam dünyasında ve özellikle Türkiye' de kadın ve din denildiğinde en çok konuşulan ko­ nulardan biri de tesettür konusudur. Bu tartışma yüzlerce yıl­ dır devam eden bir tartışmadır ve daha bir o kadar tartışılaca­ ğa benziyor. Bu tartışmada Kur' an'dan ziyade erkek egemen bir anlayışın ve söz konusu anlayıştan neşet eden bir çarpık ahlaki savruluşun etkili olduğunu tespit etmek durumunda­ yız. Kadının bedenini ve özellikle saçım ahlakla ilişkilendiren çarpık anlayış Kur' an' daki tesettür konusunu sosyolojik bir mahiyetten koparıp ahlak ve edep kavramları çerçevesinde anlamlandırmaya gayret ediyor. Peki, biz bu konuda bahsi geçen çalışmamızda neler de­ mişiz: Tesettür, malumunuz örtünme demektir. Erkek için de kadın için de örtünme söz konusudur. İnsanlar, yaşadıkları iklim koşulları, mensup oldukları kül­ tür ve gelenekleri doğrultusunda bir kısım örtün­ me yahut giyinme biçimlerine sahiptir. Kur' an'da da giyinme yahut örtünme ile ilgili bazı ayetler var. Sözgelimi bunlardan biri şöyle: 96


"Ey Ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak giysiler gönderdik. Sakınma giysisi bunlardan daha hayırlıdır... " [Ara Yer Bölümü 26. Söz / Araf Suresi 26. Ayet] Görüleceği üzere kadın veya erkek örtünmesi herkes için çok köklü bir gelenektir. Ama bu konu­ da daha ziyade kadınların giyinmesi / örtünmesi ve özellikle de başörtüsü noktasında yoğunlaşan bir tartışma öne çıkıyor. Öncelikle şunu ifade edelim ki Kur'an'da "te­ settür" kelimesi yoktur. İslam adına etrafında bu kadar büyük fırtınalar koparılan bir kavramın, yani "tesettür" ifadesinin İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an'da bulunmaması önemlidir. Bu da gösteri­ yor ki, "tesettür" sözcüğü dini bir kavram olarak sonradan oluşturulmuştur. Kadınların başlarını kapatmalarından tutun da, yüzleri de dahil vücutlarının her yerini kapat­ maları gerektiğine kadar bir yığın farklı fetvaların verildiği bir alan olan tesettür, yüzyıllardır büyük bir mesele olarak İslam toplumlarını meşgul et­ meyi sürdürmektedir. Bu konuda zaman zaman gülünç fetvalara dahi rastlamak olasıdır. Zira bir kısım ulema kadının, örtülü bile olsa mecbur ol­ madıkça asla evinden çıkmaması gerektiği, eğer çıkmak zorunda kaldıysa da gözleri hariç her ye­ rini kapatması gerektiği, hatta iki gözünü değil yalnızca bir gözünü açıkta bırakabileceği gibi son derece saçma ve akla ziyan fetvalar da vermiştir. Hatta Afganistan gibi bazı İslam memleketlerinde adına burka denilen; gözler de dahil vücudun tü­ münü kapatan giysiler de söz konusudur. Burka adlı giysi, kadınların gözlerinin önünü delikli bir perde ile kapatacak şekilde tasarlanmış bir giysi­ dir. Kadının bu şekilde toplum içinde, üretimde, çalışma yaşamında yer alması zaten imkansızdır. 97


Bu, kadının sosyal yaşamdan tamamen dışlanması demektir. Örtünme denildiğinde egemen dinci çevrelerin öne sürdüğü ilk Kur' an sözü / ayet, Işık Bölümü 31. Söz / Nur Suresi 31. Ayettir. Bu ayetten yola çıka­ rak tesettürü ve başörtüsünü Allah'ın farzı diye tak­ dim eden egemen dinci çevreler, gerçeği söylemek gerekirse Allah' a iftira atıyorlar. Oysa Kur' an' da der ki; 11 ... Allah'a iftira atandan daha zalim kim var­

dır ?" [Hud Bölümü 18. Söz / Hud Suresi 18. Ayet] Biz şimdi Işık Bölümü 31. Sözü / Nur Suresi 31. Ayeti kendi çevirimizden aktaralım:

"İnanan kadınlara da söyle... Açıkta olan bölümleri dışında süslerini göstermesinler. Örtüleri ile yakalarının üzerini kapatsınlar... Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar... " Ayetin tümü biraz daha uzun ama biz ilgili kı­ sımları aldık. Görüleceği üzere burada başörtü­ sünden bir bahis yoktur. Ayetin özgün metninde geçen "hımar" sözü normalde yalnızca örtü demek iken bunu çarpıtıp başörtüsü biçimine sokuyorlar. Oysa ayette kesinlikle böyle bir ifade bulunmuyor. Zira o dönemde olduğu gibi bugün de hala Arap coğrafyasındaki aşırı sıcaklar nedeniyle sadece ka­ dınlar değil erkekler de başlarına zaten örtü alıyor­ lar. Bu nedenle başlarınızı örtün yahut saçlarınızı kapatın biçiminde bir ifadeye gerek yok. Baş örtmek de belirttiğimiz gibi dinsel değil tümüyle iklimsel ve kültürel bir uygulamadır. Aslında bu ayette ka­ dınlardan örtmelerinin istendiği yer yakalarıdır. Daha açık ifade etmek gerekirse göğüslerdir. Zira o dönemde kimi kadınlar başlarına örtü alsalar bile göğüsleri açık dolaşıyorlardı. Hatta hac ibadetini bile (İslam'dan önce) kadın ve erkek çıplak şekilde yapıyorlardı. Erkekler gündüz, kadınlar ise gece ol­ mak üzere Kabe'yi çıplak vaziyette tavaf ederlerdi. 98


Yürürken süslerini belli edecek şekilde ayakları­ nı yere sert vurmasınlar ifadesi de aslında örtülmesi gereken yerin neresi olduğunu açıklamaktadır. Zira bir kadın ayağını yere sert vurduğunda göğüsleri belli olacaktır. Ayette, göğüslerinizi kapahn ve onla­ rın belli olması için ayaklarınızı yere sert vurmayın, deniliyor. Örtünme ile ilgili bir de Savaşçı Birlikler Bölümü 59. Söz/ Ahzab Suresi 59. Ayet vardır. Ayetin Türk­ çesi şu biçimdedir: "Ey Tanrı elçisi, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları ve incitilmemeleri için çok daha uy­ gun bir yoldur..." Bu ayet, o dönemde özellikle bazı cariye kadınla­ rın veya bir başka görüşe göre bazı fahişe kadınların göğüsleri açık bir biçimde dolaşmaları gerçeğinden hareketle, mümin kadınların kıyafetlerinin daha düzgün olması gerektiğini belirtmektedir. Böylece mümin kadınlar ve peygamberin eşleri cariye sanı­ lıp incitilmeyeceklerdir. Zira o dönemde cariye ka­ dınlara sataşmak ve onları rahatsız etmek türünden hoş olmayan hadiseler vuku buluyordu. Elbette ki bu çeşit hadiselerin faili müşriklerdi. İşte böylesi du­ rumlar yaşanmasın diye bu ayette mümin kadınların daha düzgün giyinmeleri istenmektedir. Yoksa me­ selenin bugünkü tesettür anlayışıyla bir ilgisi yoktur. Örtünme ile ilgili söyleyebileceğimiz son sözleri şu şekilde ifade edebiliriz: Müslüman kadın mensup olduğu topluma, çağa ve kültüre ve yaptığı işe göre genel toplumsal ku­ rallar çerçevesinde nasıl giyinmesi gerektiğini el­ bette ki bilir. Bu konuda herhangi bir ilave dayatma, zorlama ve yönlendirmeye asla lüzum yoktur. Aksi halde bu, kadın için de bütün toplum için de onur kırıcı olacaktır. 99


Tesettür meselesinde ifadeye lüzum gördüğümüz bir ko­ nuyu da ilaveten söyleyelim. İleri sürüldüğü gibi Kur' an' da kadınların saçlarını / başlarını kapatmaları gibi bir istek olsa bile bu kesinlikle bir buyruk değildir. Olsa olsa en fazla bir tavsiyedir. Şayet buyruk olsaydı kesinlikle müeyyidesi olur­ du. Biz başı / saçı kapatma uygulamasının işte bu tavsiyeden doğan bir gelenek olduğunu da düşünmekteyiz. Lakin yine de belirtelim ki bize göre aslında ilgili sözlerde / ayetlerde başın / saçın örtülmesi değil yakaların örtülmesi istenmek­ tedir. Kur' an ile aldatan aldatıcıların üzerinde ısrarla durduk­ ları ve erkeğin kadından daha üstün olduğuna kendilerince delil olarak ileri sürdükleri bir husus da kadınların ibadet yöneticiliği yapamamaları ve buradan hareketle de devlet başkanı olamayacakları iddiasıdır. Bu iddia ve görüş de ke­ sinlikle Kur' an' a aykırıdır. Ne var ki iddia sahipleri iddiala­ rını Kur'an'ı refere ederek savunuyorlar. Gerçek onların ileri sürdüğü gibi değil; kesinlikle değil! Kur'an'da kadınların imamlık ve müezzinlik yapa­ mayacaklarına dair hiçbir hüküm yoktur. Kur' an'ın yasaklamadığı her şey ibaha kapsamındadır. Yani dine aykırı değildir. Devlet başkanlığı konusu da aynıdır. Kadın­ lar İslam' a göre devlet başkanı olabilirler. Nitekim Kur' an' da Saba Melikesi Belkıs' dan olumlu ifade­ lerle bahsedilmektedir. Bu da göstermektedir ki ka­ dınların siyasi liderliği dinen caizdir. Ne var ki bu gibi konularda İslam külliyatında ve özellikle de hadis külliyatında kadınların aley­ hine bir yığın hüküm vardır. Hadis külliyatında yer alan; "Başlarına bir kadını lider tayin eden toplum helak olur!" [Buhari, Meğazi, 82, Fiten 18; Tirınizı, Fiten 75; Nesaı, Kudat, 8] şeklindeki ünlü hadis tamamen uydurmadır. Hazreti Muhammed'in asla böyle bir sözü yoktur. Zira böyle bir söz olsaydı bu, açıkça 100


Kur'an' ı çiğnemek manasını taşırdı. Zira Kur' an'da Belkıs'tan olumlu bir şekilde söz edilmektedir. İslam' a göre cinsiyetler arasında asla bir üstün­ lük söz konusu değildir. Üstünlük yalnızca fiillerde olabilir. İyi işler yapanlar, elbette ki Hak katında, kötü işler yapanlara göre üstündür. Nitekim bu du­ ruma işaret olmak üzere Kur' an'da şöyle denilmek­ tedir: "Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler cennete girecekler ve zerre ka­ dar da haksızlığa uğratılmayacak/ardır." [Kadınlar Bö­ lümü 124. Söz / Nisa Suresi 124. Ayet] "Erkek veya kadın, kim inanmış olarak iyi işler işlerse elbette ona güzel bir yaşam yaşatacağız ve onların ödülle­ rini yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz." [Bal Arısı Bölümü 97. Söz / Nahl Suresi 97. Ayet] Kadınlar denildiğinde kadın köle anlamına gelen cariye me­ selesine de değinelim. Kur' an genel anlamda köleliğin kaldırıl­ ması sürecini başlatmıştır. Lakin açıkça kaldırılmıştır şeklinde bir ifade yoktur. Ancak o manaya gelecek ifadeler bulmak ola­ sıdır. Bir de Kur' an pek çok suça karşılık olmak üzere köle azat etmeyi buyurmaktadır. Bu da köleliğin fiilen ortadan kalkması için koşulları hazırlama mücadelesini yansıtmaktadır. Aslında Kur'an, bu konuda özgürleştirici ve özgürlükçü hükmünü "Fekku ragabe!" haykırışı ile ortaya koymuştur. Kent Bölümü 13. Sözde / Beled Suresi 13. Ayette köleleri öz­ gürleştirmekten bahsedilmektedir. Bu durum yalnızca erkek köleler için değil, cariyeler için de söz konusudur. Ancak ege­ men dinsel düşünce, Kur'an'ın bu buyruğunu hiçe sayıp kö­ leliği İslam sonrası dönemde de sürdürme doğrultusunda bir sapmanın içine yuvarlanmıştır. Oysa İslam'ın ortaya koydu­ ğu sosyolojik evrim istikametine yönelinmiş olsaydı bir süre sonra kölelik ve cariyelik tümden ortadan kalkmış olacaktı. Evet, Kur' an'ın bazı ayetlerinde kölelerden ve cariyeler­ den bahsedilmektedir. Onlarla ilgili bir kısım hükümler de 101


söz konusudur. Ancak bugün insanlığın ulaştığı evre köleliği ve cariyeliği en azından hukuki manada ve büyük ölçüde or­ tadan kaldırmıştır. Bu arada tam bir netlikle ifade edelim ki, Kur' daki kölelik ve cariyelikle ilgili hükümlerin genel karak­ terinin onları özgürleştirmeye teşvik yönünde olduğu açıktır. O halde bu konuda da, İslami tecdid hareketinin, çağdaş ya­ şamın ulaştığı seviyeyi sahiplenir bir hüviyette olmasından başka türlü bir şey düşünülemez. Kur'an'la aldatanların öteden beri savundukları çirkin iddialardan biri de adet görmeye başlayan kız çocuklarının evlendirilebileceği düşüncesidir. Evlilik yaşı olarak yalnızca buluğa ermeyi esas alanlar Kur'an'ın bu konudaki gerçek hükmünü gizleme uğraşısı içindedirler. Hatta evlilik konusunda kız çocuklarının buluğa ermesine bile gerek olmadığını savunanlar vardır. Bu savunmaları için istismar ettikleri Kur'an sözü ise Boşama Bölümü 4 . Sözdeki bir ifadedir. Söz konusu ifade; "kadınlarınızdan henüz ay hali görmemiş olanlar... " ifadesidir. Bu ifadeden yola çıkarak buluğa erme­ miş kız çocuklarıyla da evlenilebileceğini savunan aldatıcılar vardır. Oysa bu ifade onların anladığı anlama gelmemekte­ dir. Zira burada kastedilen mana istisnai bir durum olmakla birlikte hiç adet görmeyen kadınlarla ilgilidir. Biyolojik bir sorundan dolayı adet görmeyen kadınlarla ilgili olan bu ifa­ deyi kız çocuklarına yormak düpedüz bir aldatmacadır. Bi­ yolojik bir sorundan dolayı yaşı gelmiş ve geçmiş olmasına rağmen hala adet görmemiş olan kadınların kastedildiği bu Kur'an sözünü / ayeti istismar edip onun üzerinden Hazre­ ti Muhammed'in de Hazreti Ayşe ile çocuk yaşta evlendiğini iddia edebilmektedirler. Bu iddia kesinlikle gerçeği yansıtma­ maktadır. Zira Kur'an'da evlilik için hem buluğ çağı hem de rüşt çağı esas alınmaktadır. Bu konuda Kadınlar Bölümü 6. Sözde / Nisa Suresi 6. Ayette açıkça hem nikah çağı hem de rüşt / olgunluk ifadeleri yer almaktadır. Yani nikahla rüşt kavramı arasında bağ kurulmaktadır. Böyleyken peygamberin kendi102


sinin bu ayeti çiğnemesi ve Hazreti Ayşe ile çocuk yaşta ev­ lenmesi mümkün değildir. Hazreti Muhammed'in Hazreti Ayşe ile çocuk yaşta iken evlendiği yönündeki rivayetler tü­ müyle uydurmadır. Hiçbiri muteber addedilemez. Bu konu­ da asıl muteber kaynak Kur'an'dır. Bu nedenle gerçek şu ki, söz konusu evlilik olduğunda Hazreti Ayşe'nin en az 18- 19 yaşlarında olması icap ediyor. Kadın meselesi Müslüman toplumların hala en büyük sorunlarından birini teşkil ediyor. Bu sorunun aşılması için İslam'ın yeni ve çağdaş bir yoruma gereksinimi vardır. Bu, aslında İslam'ın güncellenme ihtiyacını yansıtmaktadır. İslam'ın yenilenme / güncellenme gereksinimini giderme yolunda, özellikle kadın hakları alanında büyük devrimler gerçekleştirmiş olan ulu Atatürk ve Cumhuriyet devrimcile­ rini bu vesileyle bir kez daha saygıyla analım. Kadınlarımızın yaşamın her alanında daha çok öne çıktı­ bir toplumsal yaşamı hep birlikte kurmalıyız. Gerici sözde ni yorumların toplumda taraftar kazanmasının önüne geç­ �li, özellikle kız çocuklarımızın eğitimine çok büyük önem rmeliyiz. Kur'an ile aldatan aldatıcıların kadınlara yönelik ikincilleş­ ici görüşlerini şiddetle reddetmeli, çağdaş değerlerle donan­ tş yeni bir dindarlık anlayışını hep birlikte inşa etmeliyiz. Kur' an ile Aldatma Kurumu Olarak Diyanet İşleri Başkanlığı İslam dünyasındaki en büyük din adamları sınıfı örgütü, irkiye'nin Diyanet İşleri Başkanlığı örgütüdür. Bu örgüt kkında pek çok yazı kaleme aldık Burada ise bu kurumun sıl bir sömürü aracı haline geldiğini anlatmaya çalışacağız. Öncelikle bilelim ki bu kurum anayasal bir kurumdur. irkiye Cumhuriyeti kurulurken bir devlet kurumu olarak yanet İşleri Başkanlığı da kurulmuştur. Resmi kuruluş tari3 Mart 1924 olan bu kurum cumhuriyet tarihi boyunca gerek işlev ve görevi bakımından gerekse kadrolarına egemen olan zihniyet bakımından bir hayli değişimler yaşamıştır. 103


Atatürk döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı, yapılan dev­ rimleri destekleyen bir kurumdu. İlk Diyanet İşleri Başkanı merhum Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, büyük Atatürk'ün en büyük destekçilerinden biri olduğu gibi cumhuriyet dev­ rimlerinin en kararlı savunucuları arasında idi. Ne var ki özellikle Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Diyanet'e egemen olan zihniyet de yavaş yavaş değişmeye başladı. Bu değişim süreç içerisinde öyle bir noktaya vardı ki bu kurumun bünyesinde Fethullah Gülen, Cemalettin Kap­ lan, Timurtaş Uçar gibi şahıslar yer bulabildi. Fethullah Gülen'in ve Cemalettin Kaplan'ın Türkiye'nin başına hangi çorapları ördüğünü gördük ve yaşadık Öte yandan vaiz Timurtaş Uçar da cami kürsülerinden laikliğin aleyhine ateşli vaazlar verdi. "İlk laik şeytandır!" gibi saçma sapan sözleri söyleyebildi. Oysa tarihin duyduğu en devrimci ve laiklik vurgusu en yüksek söz, Lailahe İllallah sözüdür ve bu sözün ilk söyleyeni de Hazreti Muhammed'dir. Timurtaş Uçar aslında doğrudan doğruya Hazreti Muhammed'e haka­ ret etmiş biridir. Ne var ki ya bilmiyordu yahut da bildiği hal­ de kasten böyle davranıyordu. Laikliği dinsizlik olarak itham etmek din adamları sınıfının egemenliğini Allah'ın egemenli­ ği diye yutturmaktan başka bir şey değildir. Keşke Timurtaş Uçar bilseydi ki ilk dinci şeytandır! O, hiçbir zaman Allah'ı inkar etmedi ama kendi egemenliğini Allah'ı refere ederek savundu. Dedi ki, ben Adem'den üstünüm zira Allah beni ateşten onu ise topraktan yarattı. Din uleması da çoğunlukla benzer şeyleri söyledi, söylüyor. Onlar da kendi egemenlik­ lerine Allah'ı refere ediyorlar. Diyorlar ki, "bizim fetvalarımız Allah'ın kanunlarıdır. Bu fetvalara uyarsanız Allah'ın hakimiyetini tanımış olursunuz, uymazsanız ona başkaldırmış olursunuz. Allah bizi ilmimizle size üstün kıldı. Biz bu fetvaları Allah'ın bize verdiği ilim sayesinde açıklıyoruz. " Gerçek şu ki din adamları ve işbirliği içerisinde oldukları sultanlar / halifeler halkı hep bu şekilde kandırdı. Allah'ın hakimiyeti söylemi ile kendi egemenliklerini kurdular. Ule­ manın çoğu sultanla işbirliği yaptı ve rahat yaşadı. Sultanın 104


arzusuna göre fetvalar verdi. Bel'am bin Baura'nın yolunu yol eylediler. Karşı çıkıp hakkı ve halkı savunanlar ise zaten zındık, mülhid ve kafir ilan edildiler. İşte tüm bu izahlar çerçevesinde 1950'lerden bugüne Diyanet'i hangi konuma koyabiliriz? Halkın ve devrimin diyaneti mi yoksa Allah'ı refere ederek Allah'a isyanın ser­ gilendiği, kitlelerin Kur' an ile aldatıldığı, halkın vergilerinin çarçur edilerek sömürüldüğü bir aldatma kurumu mu? Sahi hangisi? Duralım ve düşünelim! Peki, Diyanet kendisini nasıl anlatıyor? Kurumun resmi İnternet sitesinde "Kuruluş ve Tarihi Geli­ şim" başlığı altında şu bilgilere yer veriliyor: "Sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsuru olan dine dair işlerin yürütülmesi için kurumsal bir hüviyete her halükarda ihtiyaç bulunduğu açıktır. Ülkelerde din hizmetlerinin sunumu her ülkenin kendi gelenek ve kültüründen gelen özelliklere göre şekillenmek­ tedir. Türkiye'de din hizmetleri geçmişten günü­ müze hep bir kamu hizmeti olarak görüle gelmiştir. Osmanlı devleti çoğunluğun dini olan İslam dini ile ilgili işleri olduğu gibi azınlıkların dini işlerini de kamu hizmeti anlayışı içerisinde idare etmiştir. Osmanlı devletinde İslam dinine dair işler ve Müslümanlara sunulacak din hizmetleri, bir devlet görevlisi olan Şeyhülislam tarafından idare edilmiş­ tir. Şeyhülislamlık, İmparatorluğun son iki asrına gelinceye kadar vakıflar ve din hizmetlerinin ya­ nında adliye ve eğitim hizmetlerini de yürütmüştür. Tanzirnat'tan sonra, adliye ve maarif nezaretlerinin kurulmasıyla birlikte Şeyhülislamlığın yetki alanı sadece dini konularla sınırlı hale gelmiştir. Ömürle­ ri boyunca bu hizmeti sürdürmek üzere atanan Şey­ hülislamların devlet erkanı arasındaki konumunda zaman içerisinde değişimler olmuş; daimi olarak 105


Divan (Bakanlar Kurulu) üyesi kabul edildikleri za­ manlar olduğu gibi, gerektiğinde Divana kahldıkları zamanlar da olmuştur. Son dönemlerde kabine siste­ mine geçildikten sonra Şeyhülislam, Şer'iye ve Evkaf Nazırı adıyla kabine üyesi sayılmış ve görev süresi, üyesi olduğu hükümetin ömrüne bağlı hale gelmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce kurtuluş sava­ şı ve yeni bir devletin kurulması gibi son derece olağanüstü hallerin yaşandığı bir zaman dilimin­ de kurulan TBMM Hükümeti döneminde de din hizmetleri ihmal edilmemiş, 3 Mayıs 1920 tarihin­ de oluşturulan hükümette, Osmanlı dönemindeki Şeyhülislamlık ve Evkaf Nezaretinin hizmetlerini deruhte etmek üzere Şer'iye ve Evkaf Vekaleti adı altında bir bakanlık yer almış ve 3 Mart 1924'te Di­ yanet İşleri Başkanlığı kuruluncaya kadar ülkede din hizmetlerini yürütmüştür. Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerektiği düşüncesinden hareketle kaldırılan bu bakanlık, Osmanlı devletindeki Şeyhülislamlık ile Türkiye Cumhuriyetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı arasın­ da köprü vazifesi görmüştür. Cumhuriyetin bir kurumu olmakla birlikte ta­ rihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislamlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın görevi, ku­ ruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Kanun'da "İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare et­ mek" şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Baş­ kanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa veril­ miştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır. 106


429 sayılı yasa Başkanlık teşkilatı ve kadroları hakkında bir husus içermemiş, ancak 1924-1926 yıl­ ları bütçe kanunlarında kadro dereceleri ve sayıları belirtilmeksizin merkez teşkilatında, Reis, Heyet-i Müşavere, memurin-i merkeziye ve müstahdemin-i muhtelife; taşra teşkilatında ise müftiler, müfti mü­ sevvidleri, müstahdemin-i ilmiye, vaizler, dersi­ amlar ve müftilikler müstahdemini kadroları maaş yekunu olarak yer almıştır. 1927 Yılı Bütçe Kanunu'nda, 71'i merkezde ol­ mak üzere toplam 7172 adet kadro tahsis edilen Di­ yanet İşleri Reisliği'nin merkez ve taşra teşkilatları­ nın idari yapısı da ilk defa belirtilmiştir. Buna göre, merkez teşkilatında Heyet-i Müşavere ile Tetkik-i Mesahif Heyeti Reisliği, Müessesat-ı Diniye Müdü­ riyeti, Memurin ve Sicil Müdüriyeti, Levazım Mü­ düriyeti, Tahrirat ve Evrak Müdüriyeti; taşrada ise vilayet ve kazalarda müftülükler yer almıştır. 1931 Yılı Bütçe Kanunu ile bütün cami ve mes­ citlerin idaresi ve bunların görevlileri Evkaf Umum Müdürlüğü'ne devredilmiş ve bu sebeple Dini Mü­ esseseler Müdürlüğü ile Levazım Müdürlüğü'nün personeli, 4081 hayrat hademesi, 26 cuma ve kürsü vaizi kadrolarıyla birlikte Evkaf Umum Müdürlüğü'ne geçmiştir. Alt yapısı zaten oldukça zayıf ve yetersiz bulunan Başkanlık, bu kanunla neredeyse işlevsiz hale gelmiştir. Söz konusu yanlış uygulama 1950 yılına kadar devam etmiştir. 22.06.1935 tarihli Resmi Gazete' de yayımlanarak yürürlüğe giren 2800 sayılı "Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun", Başkan­ lığımızın ilk teşkilat kanunudur. Bu kanunda, teş­ kilatın yapısı, kadro durumu, merkez ve taşra gö­ revlilerinin nitelikleri ve tayin usulleri belirlenmiş, her vilayet ve kazada bir müftü bulunacağı hükme bağlanmış, müftü seçimi usulü belirlenmiştir. 107


29.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Reisliği'nin adı "Diyanet İş­ leri Başkanlığı" olarak değiştirilmiş, Evkaf Umum Müdürlüğü'ne devredilen cami ve mescitlerin ida­ resi ve cami görevlileri (Hademe-i Hayrat) kadrola­ rı yeniden Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilmiştir. 1961 Anayasası Diyanet İşleri Başkanlığı'nı Ana­ yasal bir kurum olarak düzenlemiş, genel idare içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini öngörmüş­ tür. 1982 Anayasası, "Genel idare içinde yer alan Di­ yanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edi­ nerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmü ile Başkanlığın görevlerini yerine getirirken uyması gereken kıstasları belirlemiş, Baş­ kanlığa tarihi bir misyon yüklemiştir. 5634 sayılı Kanunla oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın teşkilat ve kadro yapısı 1965 yılına kadar aynen devam etmiştir. 15.08.1965 tarihinde yürürlüğe giren 633 sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" Başkanlığın görevleri noktasında önemli bir açılım getirmiş, İs­ lam dininin ahlak alanı ile işleri yürütmek de görev­ ler arasında sayılmıştır. Kanun' da Başkanlığın göre­ vi, "İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek" şeklinde ifade edilmiştir. Bu Kanunla, Başkanlıkla ilgili mev­ zuat tek metinde toplanmıştır. Daha sonraki yıllarda da ihtiyaca binaen eğitim merkezi müdürlüğü, hac işleri müdürlüğü gibi yeni birimler Bakanlar Kurulu kararlarıyla teşkilata ilave olmuştur. 26 Mart 1976 tarihli ve 1982 sayılı Kanun'la 633 sa­ yılı Kanun' da bazı önemli yenilikler ve değişiklikler 108


yapılmış ancak bu Kanun, Anayasa Mahkemesi'nin 18.12.1979 tarihli ve E.79 / 25-K:79 / 46 sayılı kararıy­ la usul yönünden iptal edilmiştir. Meydana gelen hukuki boşluk ancak 01.07.2010 tarihli ve 6002 sayı­ lı Kanun ile 31 yıl sonra doldurulabilmiştir. 24.02.1978 tarihli ve 7 / 14656 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bazı birimler daire başkanlığına dönüştürülmüş, eğitim merkezlerinin sayısı 5'e çı­ karılmış ve ilk defa 10 adet Yurtdışı Din Hizmetle­ ri Müşavirliği kadrosu ihdas edilerek, Başkanlığın yurtdışında da teşkilatlanması sağlanmıştır. 14.12.1983 tarihli Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında yayımlanan 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki sayılan cetvellerde Başkanlığımı­ za tahsis edilen kadrolar da yayımlanmış ve 3046 sayılı "Bakanlıkların Kuruluş ve Görevleri Hakkın­ da Kanun" a uygun olarak Başkanlık yeniden teş­ kilatlandırılmıştır. Bu çerçevede, merkez teşkilatı bir Başkan, beş başkan yardımcısı, beş danışma ve denetim birimi, beş ana hizmet birimi ve dört yar­ dımcı hizmetler birimi şeklinde; taşra teşkilatı 67 il müftülüğü, 582 ilçe müftülüğü ve 7 eğitim merkezi müdürlüğü şeklinde; yurt dışı teşkilatı ise 16 din hizmetleri müşavirliği ve 17 din hizmetleri ataşeliği şeklinde oluşturulmuştur. Başkanlığın mevcut teşkilat yapısı, 633 sayı­ lı Kanun' da çok kapsamlı değişiklikler yapan 01.07.2010 tarihli ve 6002 sayılı Kanun ile belirlen­ miştir. Söz konusu Kanun Başkanlığa çok önemli kazanımlar sağlamıştır. Başkanlık, hiyerarşik olarak genel müdürlük seviyesinden müsteşarlık seviyesi­ ne yükseltilmiş, iki sürekli kurula ilaveten dokuz adedi genel müdürlük seviyesinde olmak üzere on dört hizmet birimi oluşturulmuştur. Başkanın görev süresi 5 yıl ile sınırlandırılmış, bir kişinin en fazla iki kez bu göreve getirilebileceği hükme bağlanmıştır. 109


Başkan yardımcılarının sayısı üçe düşürülmüştür. Din İşleri Yüksek Kurulu için üye seçimini yapacak heyetin kapsamı genişletilmiş, teşkilatın her kade­ mesinden temsilcilerin katılımı sağlanmıştır. Gerek Din İşleri Yüksek Kurulu gerekse diğer birimlere verilen yeni birçok görevle uluslararası alanda et­ kin bir din hizmeti sunmanın yasal alt yapısı oluş­ turulmuştur. Bu bağlamda, çağımızda din hizmeti sunma­ nın bir gereği olarak cami dışı din hizmetlerinin önü açılmış, Başkanlık personelinin hizmet içi eği­ timleri için gerekli alt yapı hazırlanmış, radyo ve televizyon kurulması Başkanlığa bir görev olarak verilmiştir. Başkanlık, toplumu din konusunda aydınlatma noktasında her türlü imkandan ya­ rarlanmaya memur edilmiştir. Modern yönetimin bir gereği olarak insan kaynakları yönetim sistemi benimsenmiş ve personelin kariyer sistemine göre alınarak yetiştirilmesi sağlanmıştır. Başkanlığın ihtiyaç duyduğu kadrolar ihdas edilerek persone­ lin yıllardır mağdur durumda bulunduğu özlük hakları istenildiği gibi olmasa da iyileştirilmiştir. Özetle, söz konusu Kanun din hizmetlerinin önü­ nü açmış, engel görülebilecek bazı hususları ber­ taraf etmiş, personelin uygun bir ortamda hizmet etmesini sağlamıştır." Diyanet'in kendini tanıttığı bu cümleleri herkesin takdi­ rine bırakıyorum. Özellikle de Osmanlı'daki şeyhülislamlık kurumunun devamı oldukları yönündeki ifadelere dikkat çekmek isterim. Diyanet'in kendisine böyle bir misyon biçmesi aslında yasal dayanaktan yoksundur. Zira anayasamızda Diyanet'in görev alanı ve görevini hangi ilkeler doğrultusunda yapması gerektiği açıkça belirtilmektedir:

110


Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlı­ ğı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe daya­ nışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanu­ nunda gösterilen görevleri yerine getirir. (Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası, Madde 136) Evet, bu madde çerçevesinde durup düşünelim ve soralım: Diyanet gerçekten anayasal ve yasal anlamda bir cumhuriyet kurumu olma vasfını hala sürdürüyor mu, sürdürmüyor mu? Diyanet gerçekten bir hizmet kurumu mu yoksa Kur' an ile aldatma araçlarından biri mi? Kur' an ile aldatmanın çeşitli boyutlarını tefekkür ettik­ çe karşımıza çıkan manzarayı tahlil edelim ve bu bağlamda Diyanet'in konumunu da hatırımıza getirelim. Bir ülkede ibadethanelerin sayısı okulların ve hastanelerin sayısından fazla ise din üzerinden geçim sağlayan din adam­ ları sınıfı sayıca eğitimcilerle, doktorlarla, mimar ve mühen­ dislerle yarışıyorsa o ülkede alenen ve çok çirkin bir biçimde din ile Allah ile ve Kur'an ile aldatma vardır. Ve bu aldatma son derece süflice bir aldatmadır. Bu aldatma vicdansızlık, in­ safsızlık ve ahlaksızlık boyutunda bir aldatmadır. Diyanet İşleri Başkanlığına ayrılan bütçe büyük ölçüde is­ raf edilmekte, yoksul halkın verdiği vergiler ziyan olmaktadır. Diyanet' e ayrılan bütçe 10' dan fazla bakanlığın bütçesinden bile çoktur. Bunun karşılığında Diyanet'in ve din ulemasının ürettiği hiçbir şey yoktur. Diyanet'in yaptığı binalar, tesisler, düzenlediği organizasyonlar ve kullandığı makam araçları is­ rafın haram kabul edildiği İslam dini için utanılası vesikalar hükmün dedir. Kur'an' da, " ... Allah israf edenleri sevmez!" deni­ liyor. Bu bağlamda soralım: Allah Diyanet'i seviyor olabilir mi? Diyanet Allah'ın rızasın uygun işler yapan bir kurum olabilir mi? Diyanet gerçekten İslamı bir kurum olarak görülebilir mi? Yanıtı mümin vicdanlara bırakalım . . . Öte yandan Diyanet'in mezhepçi kimliği esas alındığında nasıl bir adaletsizliğe sebep olduğu, yurttaşlar arasında ne 111


gibi ayrımalıklara zemin oluşturduğu ve devlet-millet ara­ sında hangi uçurumları inşa ettiği de düşünülmelidir. Diyanet yalnızca bir dinsel görüşü temel alarak faaliyet icra eden bir kurumdur. Söylemde mezhepler üstü ve İslam'ın kök değerlerini esas aldıklarını belirtseler de Diyanetçiler alenen Sünni-Hanefi mezhebi görüntüsü arkasına sığınarak Emevi Arap Müslümanlığı temelinde ve zaman zaman Selefi Vahhabi bir çizgide çalışmaktadır. Türk / Anadolu Sünniliği­ ni Emevi Arap Müslümanlığına evriltme uğraşısı, Diyanet'in en önemli hedefidir. Yine dürüstlükle ifade edelim ki Diyanet Türkiye'deki on milyonlarca Alevi yurttaşımızı yok saymakta yani varlıklarını inkar etmektedir. Sözgelimi, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi mücadelesinde en büyük engelleyici kurum olarak daima Diyanet'i gördük. Bunu, Diyanet'in fetvalarından, yayımladığı kitap ve der­ gilerden, hazırladığı hutbelerden çok net bir biçimde anlıyo­ ruz. Diyanet, yayınlarında zaman zaman kamuoyunun tepki­ sini çeken görüşlere yer vermekte ve zaman zaman da infiale yol açacak kadar Anadolu Müslümanlığından uzak bir görü­ nüm arz etmektedir. Şimdi o tepki çeken fetvalardan birkaçına değinelim ... Evlilik için buluğ çağına ermiş olmak gerekir. İslam hukukçularınca buluğ çağının alt sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir. (Diyanet'in sitesinde yer alan Dini Kavramlar Sözlüğü) Diyanetin aynı sözlüğünde "Nikah" tanımlamasında buluğ çağına erişmiş kişilerin evlenebilmesinin mümkün ol­ duğunun belirtilmesi ise bazı gazeteler ve siyasiler tarafından Diyanet'in erken yaşta evliliklere destek verdiği yönünde yo­ rumlandı. Diyanet'e bağlı fetva sitesinde Ocak 2016'da, "Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikahını düşürür mü?" diye soruldu. 112


Soruyu İslam kaynaklarından farklı görüşleri referans gös­ tererek yanıtlayan Diyanet, "Babanın kızını kalın elbiselerden tu­ tarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz," ifadelerini kullandı: Babanın kendi öz kızını öperken şehvet duyması durumunda nikahın ne olacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı mezheplere göre, babanın şeh­ vetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikaha bir etkisi yoktur. Hanefilere göre ise; babanın, kızını şehvetle öp­ mesi, kızına şehvetle sarılması durumunda kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük ol­ ması gerekir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin or­ ganında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Kamuoyu tepkilerinin ardından Diyanet, söz konusu ya­ nıtı İnternet sitesinden kaldırdı ve haberini yapanlara dava açacağını duyurdu. 6 Aralık 2017 günü Diyanet'e bağlı Din İşleri Yüksek Ku­ rulu, gelen bir soruya cevap olarak, erkeğin "Telefon, faks, mek­ tup, mesaj ve internetle ile de eşinden boşanabileceğini" açıkladı: Bir kimse, yüzüne karşı "seni boşadım, benden boş ol" gibi boşamayı ifade eden sözleri şifahi olarak söylemek suretiyle, eşini boşayabileceği gibi, bu sözleri telefon, mektup, mesaj, İnternet ve faks yoluyla bildirerek de boşayabilir. Söz konusu iletişim vasıtalarıyla boşamak, sözlü olarak yüz yüze boşamak gibi geçerlidir. Ancak, bu durum­ da kocanın, boşamış olduğunu inkar etmemesi gerekir. 113


Boşamanın yazılı olması halinde ise boşanan kimse, yazının veya mesajın eşinden geldiğinden emin olmalıdır. Bu durumda boşama hükümleri, kadının mektubu okuduğu andan itibaren başlar. Fakat koca eşini daha önce gıyaben boşamış da bunu mektupla haber veriyorsa, boşamanın hü­ kümleri, kocanın boşadığı andan itibaren başlar. Boşama ile ilgili bu fetva T ürk Medeni Kanununu hiçe say­ mak demektir. Verilen bu fetva alenen laiklik ilkesine ve laik hukuka muhalefet etmektir. Kendileriyle evlenilmesi caiz olmayan kişilerin ayet ve ha­ dislerde belirtildiği, bunların dışında kalanlarla evlenmenin helal olduğu belirtilen bir fetvada ise Diyanet, "Alevi olan kişi ile evlilik caiz midir?" sorusuna şu şekilde yanıt veriyor: İslam'a göre Müslüman bir kadın ancak Müslüman bir erkekle evlenebilir. Allah' a, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Allah'ın elçisi olduğuna, onun ümmetine tebliğ edip hayatında uyguladığı dini hükümlere inanan ve bunları kabul eden herkes Müslüman' dır. Bu itibarla evlenirken aranan nokta, kişinin Müslü­ man olup olmadığının tespitidir. Müslüman olanla evlenilir, olmayanla evlenilmez. Burada da görüleceği üzere zımni olarak Alevilerin Müs­ lüman olmayabileceği ifade edilmeye çalışılıyor gibi sanki. Ayrıca bu fetva yine laik hukuku hiçe saymanın bir göster­ gesidir. Laik hukuka göre kimlerle evlenilip evlenilmeyeceği konusu din ve inanç temelinde belirlenmez. Herkes istediği din ve mezhepten kişilerle, inançsızlarla, ateist yahut deist­ lerle dilerse evlenebilir. Din İşleri Yüksek Kumlu'nun, "Sol elle yemek yemekte bir sakınca var mıdır?" sorusuna verdiği yanıt, Diyanet'in internet sitesinde yayımlanmaya devam ediyor. Diyanet bu soruya şu yanıtı veriyor: 114


Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşı­ lamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yiyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle ye­ mek yemeyi öğretmiştir. Hz. Peygamber'in sağ elle yeme ve içme ko­ nusundaki tavsiye ve irşatlarına uymak her Müslüman'm vazifesidir. Bu nedenle anne ve baba­ ların çocuklarına diğer yemek adabıyla birlikte sağ elle yeme ve içmeyi de öğretmeleri gerekir. Fiziki bir engel sebebiyle sağ eliyle yiyemeyen kimselerin sol elle yeme içmesinde ise bir sakınca yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı, 8 Mart 2008 Dünya Kadınlar Günü'nde resmi web sitesine Türkiye Diyanet Vakfı'nm iki cilt halinde yayımladığı İlmihal 1-2 adlı eserin "Kadın Hakları" başlıklı 14 sayfalık bölümünü koydu. Yazıda feminizmle ilgili bölüm "Feminizm ahlaksızlıktır" başlığıyla yer buluyor ve şu ifadeleri içeriyordu: Feminizm, ahlaki ve sosyal bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bir kere, feminizm hare­ ketine kapılan kadın, genel olarak kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değerleri hiçe saymaktadır. O dönem kamuoyundan alman tepkiler üzerine yazı de­ ğiştirildi ve kadın örgütlerine gönderilmek üzere bir yazılı açıklama yapıldı: Başkanlık olarak kadın haklarını ve toplumda bu konuda bilinç ve duyarlılık oluşmasını çok önem­ sediğimizi, bunun için de kadın haklarını güçlen­ dirmeye yönelik etkinlikleri her geçen gün artırdı­ ğımızı bütün kamuoyu bilmektedir. Diyanet İşleri 115


Başkanlığı olarak kadın hakları, cinsiyet ayrımcılı­ ğı, kadınlara yönelik şiddet, kadınların eğitimi ve benzeri konularda yanlış anlaşılmaya meydan ve­ recek her türlü söz ve tavırdan kaçınmakta duyarlı olacağımızı da bilmenizi isteriz. Diyanet'in daha pek çok konuda tepki çeken fetvaları var. Özellikle anadilde ibadet, türban-başörtüsü meselesi gibi ko­ nuları son derece primitif bir biçimde ele alan Diyanet, laik bir devletin kurumu gibi davranmak yerine sanki bir din dev­ letinin kurumu imiş gibi davranıyor ve bir nevi şeriat mercii vasfına bürünüyor. Dinin / İslam'ın güncel yaşamda nasıl yaşanması gerektiği konularına çağdaş bir kafa ile değinmesi ve bu gibi konularda ilerici, modern ve devrimci görüşler ortaya koyması gereken Diyanet'in yüzyıllar öncesine ait bir din algısıyla hareket et­ mesi aslında İslam'ın devingen / dinamik yapısını özümse­ yememiş kişilerce yönetilmekte olduğunu göstermektedir. Bu zihniyetin değişmesi şarttır. Aksi halde din sadece teo­ rik planda kalıp pratiğe aktarımı mümkün olmayan bir inanç­ lar ve uygulamalar topluluğu olma konumuna sürüklenerek yaşamdan kopacaktır. Bu noktada dinin güncellenmesi tartışmalarının yeniden gündeme gelmesi ve bu konuda çok ciddi çalışmaların yapıl­ ması elzemdir. Gerçek şu ki dinin güncellenmesi çalışmaları­ na engel olan ve bu çalışmaları tıkayan en zararlı kurumlar­ dan biri ve birincisi kesinlikle Diyanet'tir. Diyanet'in bu haliyle devam etmesi mümkün değildir. Ya ıslah edilip Atatürk dönemindeki gibi bir hüviyete kavuştu­ rulmalı ya da kapatılmalıdır. Kapatılma durumunda ise yeri­ ne "İnançlar Arası Eşitlik Kurumu" adıyla bir kurum kurulmalı ve bu kurumda her inancın temsilcileri bulunmalıdır. Hatta bu kurumda inançsızlar da temsil edilmelidir. Günümüz Diyanet'ine yönelik bu eleştirel yazımızı nok­ talarken Atatürk dönemi Diyanet İşleri Başkanlığına bakışı­ mızın farklı olduğunu belirtmek adına ilk Diyanet Başkanı 116


merhum Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi'nin yaşamı ve hizmetleri hakkında birkaç kelam edelim: Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi, Ankara' da dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Rıfat'tır. İlk eğitimini sıbyan mektebinde alan Börekçi, daha sonra ise Ankara Rüştiyesini tamamladı. Eğitimini tamamla­ masının ardından İstanbul' a gitti ve Beyazıt dersiamlarından Atıf Bey'in derslerine katılarak icazet aldı. İlerleyen dönem­ lerde Ankara'ya dönen Börekçi, açılan bir sınavı kazanarak Fazliye Medresesi'ne müderris oldu. Takvimler 22 Ekim 1898 gününü gösterdiği sıralarda ise Ankara İstinaf Mahkemesi üyeliğine tayin edildi. Yaklaşık altı yıl sonra bu görevi sona eren Börekçi, kısa bir süre sonra tekrar aynı göreve getirildi ve 18 Mart 1907 yılına kadar bu vazifeyi sürdürdü. Aynı yıl içerisinde Ankara müftüsü oldu. Görevleri esnasında kendi­ sine devletçe pek çok ödüller verildi Hatta bir de Osmanlı Nişanı aldı. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Kuvayı Milliye hareketini destekleyen ve Milli Mücadele'nin meşru oldu­ ğuna dair fetva vererek Ankara'nın meşruluğu noktasında önemli çalışmalarda bulunan Börekçi, Milli Mücadele'nin ilk yıllarında Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni kurdu ve bu cemiyetin başkanı olarak aktif çalışmalarda bulundu. 23 Ni­ san 1920' de Menteşe'den (Muğla) mebus seçilerek ilk meclise katıldı. Bu arada Şeyhülislam Dürrizade'nin İngilizlerin bas­ kısıyla Milli Mücadele aleyhinde verdiği fetvayı reddeden bir karşı fetva yayımladı. Bu fetva çok sayıda müftü ve din adamı tarafından da imzalandı. Hfikimiyet-i Milliye gazetesinde ya­ yımlanarak yurdun her tarafına dağıtılan bu fetva halkın Mil­ li Mücadele etrafında toplanmasında son derece etkili oldu. Bunun üzerine İstanbul hükümeti tarafından 2 5 Ni­ san 1920' de müftülük görevinden azledildi Ayrıca Milli Mücadele'ye destek olduğu gerekçesiyle idamına ve malları­ nın müsadere edilmesine karar verildi. Ancak Ankara hükü­ meti Rıfat Efendi'yi derhal müftülük görevine iade etti. Altı ay Manisa mebusu olarak T ürkiye Büyük Millet Meclisi'nde 117


çalışan Rıfat Efendi müftülük görevini tercih ederek 27 Ekim 1920'de mebusluktan ayrıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması üzerine ise 31 Mart 1924 tarihinden ölümüne ka­ dar sürdüreceği Diyanet İşleri Başkanlığı görevini sürdür­ dü. Merhum Mehmet Rıfat Börekçi 5 Mart 1941 tarihinde Ankara' da vefat etti. Mehmet Rıfat Börekçi Hoca daima Atatürk'ün yanında yer aldı. Milli Mücadele sırasında da gerek maddi gerekse ma­ nevi anlamda pek çok yardımda bulundu. Topladığı paraları ve kendisine ait birikimlerini Atatürk ve silah arkadaşlarına takdim etti. Devrimleri destekledi. Gerçek bir din bilgini ola­ rak cumhuriyet devrimlerinin yerleşmesinde önemli roller oynadı. Başkanlığı sırasında pek çok eserin yayımlanmasını sağladı Kur'an'ın Türkçeye çevrilmesi ve tefsirinin yazdırıl­ ması onun döneminde oldu. Bu iş için büyük Atatürk tara­ fından Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın görevlendirildiği malumdur. Aynı dönemde bazı hadis kitapları da T ürkçeye çevrildi. Atatürk ile merhum Börekçi arasında çok yakın bir dost­ luk ve işbirliği ilişkisi vardı. Nitekim Ercüment Demirer; Din, Toplum ve Atatürk adlı yapıtının 10. sayfasında merhum Börekçi' den aktarımla şu bilgiyi veriyor: Atatürk'ün huzuruna geldiğimde beni daima ayak­ ta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, "Paşam beni mahcup ediyorsunuz" dediğim zaman, "Din adam­ larına saygı göstermek Müslümanlığın icapların­ dandır" buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adam­ larını sevmezdi. Kur'an ile Aldatma Kurumları Olarak Kur'an Kursları Kur'an Kursları resmi manada Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren kurumlardandır. Ancak bir kıs­ mı görünüşte Diyanet' e bağlı olsa gerçekte bir kısım cemaat ve tarikatların elindedir. Türkiye'de hemen hemen her cemaat 118


ve tarikatın Kur'an Kursları vardır. Adı Kur'an Kursu olma­ sa da Kur'an okumayı öğrettiği ileri sürülen bir takım yasal yahut yasa dışı yerler, binalar, apartman daireleri, dernek lo­ kalleri ve camiler bulunmaktadır. Elbette sadece bahsi geçen kurslarda değil, İmam Hatip okullarında da Kur'an okuma öğretilmektedir. Hatta artık normal diğer okullarda da seçme­ li ders olarak; "Kur'an-ı Kerim Dersleri" vardır. Kur'an öğretiminin İslam'ın doğuşundan bugüne gelince­ ye değin geçirdiği aşamalar aslında süreç içerisinde Kur'an'ın nasıl bir aldatma aracına dönüştürüldüğünün de göstergesidir. Öncelikle hemen bildirelim ki, günümüzde Kur'an öğ­ retimi denilirken Kur' an'ın Arapça lafızlarının telaffuzunu öğrenmek anlaşılmaktadır. Aslında İslam tarihinin büyük bir bölümünde de zaten genel anlayış buydu. Özellikle anadili Arapça olmayan Müslüman halkların neredeyse tümünde Kur' an öğretiminden kasıt onun telaffuzunu öğretmektir. Anlamı ve yorumuna ilişkin öğretim ise son derece kısıtlı bir çevreye özgü kalmıştır. Bu durum bugün de böyledir. Biz bu noktada önce Kur' an öğretiminin yahut öğrenimi­ nin Hazreti Muhammed' den bugüne geçirdiği tarihsel aşa­ maları kısaca özetlemek istiyoruz. Zira bugüne dair eleşti­ rilerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için tarihçenin bilinmesi elzemdir. Kur' an Kurslarının mevcut halinin savunucu olan çevre­ ler bu kursların tarihini egemen dinsel anlayış doğrultusun­ da Hazreti Muhammed'in ilk vahyi aldığı Hira Mağarası ile başlatmaktadırlar. Buna göre ilk Kur' an Kursu Hira Mağara­ sı, ilk Kur' an hocası Cebrail, ilk Kur' an öğrencisi de Hazreti Muhammed'dir. Bu genel kabule ilişkin itirazlar da söz konusudur. Zira bazı İslam bilginleri ilk vahyin alındığı yerin Hira Mağarası'nda değil Mekke'nin yaklaşık 9 mil yakınında bulunan ve ken­ disine Mescid-i Aksa denilen Ci'rane bölgesi olduğunu ileri sürerler. Açıkçası bu konuda net bir bilginin ortaya konula­ bilmesi imkan dahilinde değildir. Ne var ki birilerinin sandığı gibi bu konuda bir ittifakın ve kesin bir bilginin olmadığını 119


bilmekte de elbette fayda vardır. Biz ilk görüşü kesin olarak reddetmemekle birlikte ikinci görüşün de yabana atılır olma­ dığını düşünenlerdeniz. Şayet ikinci görüş doğru ise o zaman ilk Kur'an Kursu ola­ rak Ci'rane'yi kabul etmek gerekir. Bu bilgi, sonradan inşa edilmiş bir tarihin aslında sağlam bir zemine dayanmadığını da gösteren önemli bir bilgidir. Zira bu durumda Kur' an Kurs­ larının başlangıç tarihine ilişkin verilen bilgi inşa edilmiş yahut uydurulmuş bir bilgi konumuna düşmektedir. Kur'an Kursla­ rının ne denli tartışmalı kurumlar olduğu yönündeki görüşler, görüleceği üzere kursların miladı hususunda da caridir. Öte yandan ilk gönderilen sözlerin / ayetlerin "oku" ses­ lenişi ile başlamasını da salt Kur'an okuma olarak anlamlan­ dıran aynı çevreler, ilk Kur' an öğretiminin de bu şekilde Ceb­ rail ile Hazreti Muhammed arasında başladığını kurgularlar. Bunların son derece zorlama yorumlar olduğunu sanırım belirtmeye bile lüzum yok. Ama biz yine de ne olur, ne ol­ maz diyerek ifade edelim ki, bu görüşler geriye doğru dönüp geçmişi yeniden inşa etme çabasından başka bir şey değildir. Zira ne ilk vah yin geldiği yer konusu kesindir ne de ilk vahiy­ deki oku seslenişinin gerçekte ne anlama geldiği ... Oku, seslenişi sadece bildiğimiz anlamda yazılı bir metni okumak değildir. Aynı zamanda "meydan okumaktır", "da­ vet etmektir", "araştırıp öğrenmektir", biçimindeki açıklama­ ları daha evvel pek çok yazımızda izah etmeye çalışmıştık. Ayrıca Kur'an'dan kastın da yalnızca yazılı Kur'an olmadığı­ nı, bütün bir varlıklar alemi olduğunu hatta doğa olduğunu ve özellikle de insan doğası olduğunu izah etmiştik. Bütün tartışmaların dışında şurası bir gerçek ki Müslü­ manlar daha ilk zamanlardan itibaren bir araya gelip gizli gizli Kur' an okumuşlardır. Ancak onlar için ilk dönemlerde Kur' an okumayı öğrenmek diye bir çabadan bahsedemeyiz. Zira okuma ve yazma bilenler çok azdı ve ayrıca zaten ge­ len sözleri / ayetleri peygamber okuyor diğerleri de dinli­ yordu. Böyle Kur' an hakkında bilgi sahibi oluyorlardı. Ama onlar için bugün malum çevrelerin söylediği gibi yalnızca 120


Kur'an'ın telaffuzunu öğrenmek şeklinde bir faaliyet söz ko­ nusu değildi. Onlar telaffuzu değil Kur' an' daki hükümleri, bilgileri öğreniyorlardı. Konumuza Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi'nin Cilt 13, Sayı 2, sayfa 81 - 140 arasında yayımlanan, Mustafa Öcal' a ait bir makaleden istifadeyle devam edelim ... Mekke döneminde evlerde ve özel bazı yerlerde gizli gizli başlayıp devam eden Kur' an öğretimi, Medine dönemine ge­ çildikten sonra alenileşmiş ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Önce yalnızca sözlü olarak ve kulaktan kulağa yapılan öğ­ retim, Kur' an'ın yazılmaya başlaması ile yüzünden okuya­ rak öğrenme şekline dönüşmüştür. Mescid, Suffa ve benzeri yerlerde yapılan Kur' an eğitim ve öğretimi zamanla müstakil öğretim yerlerine taşınmıştır. "Kur' an okulu" veya bugünkü ifade ile kamil manada "Kur'an Kursu" olarak nitelendirile­ bilecek yerlerin ilki, Medine' de açılan Mahremetü'bnü Nevfel Daru'l- Kurrası' dır.9 Zamanımızın bir nevi ilkokulları konumundaki Küttablar ve cami eğitimi yanında açılan bu ilk ihtisas okulunda Kur' an tilaveti ve Hazreti Peygamber'in çeşitli lehçelerde okudu­ ğu kıraat usulleri öğretilmiştir. Hazreti Muhammed sağlı­ ğında, önceden Müslüman olanlardan bazılarını, Mekke ve Medine'de yeni Müslüman olanlara Kur'an öğretmek üzere görevlendirdiği gibi, İslamiyet'i yeni kabul etmiş olan başka bölgelere de Kur'an öğretmenleri göndermiştir. 10 Hazreti Muhammed'in vefatından sonra da, Halifeler dö­ neminde, Emeviler, Abbasiler ve ondan sonraki dönemde Kur' an eğitim ve öğretimi kesintisiz devam etmiştir. Kur' an öğretimi için en temel ve değişmez mekanların başında mes­ cit ve camiler gelmekle birlikte, zamanla müstakil olarak Kur' an eğitim merkezleri de çoğalarak yaygınlaşmıştır. Müs­ takil Kur'an eğitim merkezlerinin adı Eyyübiler döneminde; 9 Cahit Baltacı, "Türk Eğitim Sisteminde Kur'an Kurslarının Yeri", (Bildiri) Kur'an Kurslarında Eğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, İstanbul, 2000 s. 15-16. 10 Ziya Kazıcı, "Bir Eğitim Kurumu Olarak Daru'l-Kurra" (Bildiri), Kur'an Kurs­ larında Eğitim Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, İstanbul 2000, s. 34. 121


"Daru'l-Kur'an" iken, Selçuklular döneminde, "Daru'l­ Huffaz" olmuştur.11 Selçukluların yerini alan Osmanlı devleti döneminde de Kur' an öğretimi kesintisiz devam etmiştir. Osmanlı devleti döneminde özel olarak Kur' an öğretilen yerlerin adı; Daru'l­ Kurra' dır. "Yer, mekan, ev" gibi anlamlara gelen "dar" ile "okuyan" anlamındaki "kari"nin çoğulu olan "kurra" sözcüklerinden meydana gelen Daru'l-Kurra, Kur'an'ın okunmasının öğretil­ diği, bir bölümünün veya tamamının ezberletildiği ve kıraat vecihlerinin pratik ettirildiği okullar için kullanılmıştır. Aslına bakılırsa "kurra" kelimesi, Hazreti Muhammed za­ manından beri kullanılan bir kavramdır. Çünkü Kur'an'a vu­ kufiyetleri ile öne çıkmış sahabilere daha o dönemde "kurra" denilmekte idi Tekraren belirtelim ki, Osmanlı devleti döne­ minde, Kur' an öğrenilen ve öğretilen yerlerin adı Daru'l-Kurra olmuştur. Osmanlı devletinin kuruluş döneminden itibaren cami görevlileri Daru'l-Kurra'lardan yetişirlerdi. Sıbyan Mek­ tebini bitiren veya o seviyede özel bir öğrenim görmüş olan bir talebe, bu kurumlarda okumak istediği zaman, önce en alt se­ viyedeki bir Daru'l-Kurra'ya girer ve orada hıfzını / hafızlığını tamamladıktan sonra yüksek seviyedeki bir Daru'l-Kurra'ya devam ederdi Buralarda "İlm-i Kıraat" ve "İlm-i Meharic-i Hunlf"u yani harflerin söyleniş biçimlerini öğrenirdi. Bilindiği kadarıyla, Osmanlılarda ilk Daru'l-Kurra Bursa'da Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Bu Daru'l-Kurra, 798 / 1395'te Bursa'ya gelen İmam Cezeri tara­ fından 1399'da ibadete açılan Ulu Camide faaliyete başlatıl­ mıştır. Evliya Çelebi ise, İstanbul' da bulunan bütün Selatin Cami­ lerinde (Sultanların yaptırdıkları camilerde), vezirlerin yap­ tırdıkları camilerin her birinde birer Daru'l Kurra olduğun­ dan bahseder. 12 11 Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara 1964, s. 8. 12 Evliye Çelebi Seyehatnamesi, c.l, s. 318. 122


Osmanlı devleti döneminde Kur' an-ı Kerim'in öğretildiği yerler elbette ki sadece Daru'l-Kurra'lar değildi. Zamanımı­ zın okullarına göre "İlkokul" olarak nitelendirilebilecek olan Sıbyan Mekteplerinde de Kur' an öğretimi yaptırılıyordu. Keza; Günümüzün "ortaokulları" mesabesindeki Rüştiye­ lerde ve liselerin karşılığı sayılabilecek İdadiyeler ve Sulta­ niyelerde, ayrıca Muallim Mekteplerinde de Kur'an öğretimi yaptırılmakta idi. Daru'l-Kurra'ların, Sıbyan Mektebinin veya diğer mek­ teplerin olmadığı küçük köy veya yerleşim birimlerinde ise, cami görevlileri çocuklara ve isteyen yetişkinlere Kur' an öğ­ retimi yapıyorlardı. Hatta görevli olmasalar bile belli ölçüde Kur' an'ı öğrenmiş olan erkek veya hanımlar da fahri olarak bilgi ve kapasiteleri oranında Kur' an okumayı öğretiyorlardı. Kısaca özetlemeye çalıştığımız şekliyle, Osmanlı devletinde­ ki Kur' an öğretimi yaygın bir şekilde Cumhuriyet dönemine kadar süregelmiştir. Buraya kadarki aktarımlarda net bir biçimde görüleceği üzere Kur' an öğretimi ile kast olunan şey Kur' an'ı telaffuz etmeyi öğretmektir. Anlamını, açılımını, yorumunu öğretmek diye bir şey neredeyse hiç söz konusu olmuş değildir. Ol­ muş olsa bile bu son derece kısıtlı ve sadece belli bir zümreye yönelik olarak olmuştur. Yaygın bir öğretimden bahsetmek imkan kabilinde değildir. Cumhuriyet'le birlikte aslında durumun pek de değiştiği­ ni söyleyemiyoruz. Elbette büyük Atatürk'ün Kur' an'ın an­ laşılması konusunda çok ciddi çabalar sarf ettiğini biliyoruz. Bu bağlamda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır' a Kur' an'ı tercüme ve tefsir ettirdiğini defalarca yazdık Bununla birlikte Cumhuriyet döneminde Kur'an kursla­ rının telaffuz öğretme kurumları olarak varlıklarını devam ettirdiğini görüyoruz. Cumhuriyet ilan edilip, 3 Mart 1924'de kabul edilen 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe girdikten son­ ra Daru'l-Kurra'larla ilgili yeni bir durum ortaya çıkmış­ tır. Bu kanun gereği bütün mektep ve medreselerin Maarif 123


Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığına) bağlanması gereki­ yordu. Gerçekten de bütün mektepler Bakanlığa bağlanmış ve "tek elden" yönetilmeye başlanmıştır. Fakat medreseler, daha kanunun yürürlüğe girmesinden bir kaç gün sonra kapatılmıştır. Bu arada, -bir değerlendirmeye göre "ihtisas medresesi" olarak nitelendirilen- Daru'l-Kurra'lar da kapa­ tılmıştır. Kapatılan medreselerin yerini alamamış olsalar da, on­ lara karşılık Maarif Vekaleti, Tevhid-i Tedrisat Kanununun 4. maddesi gereği İmam ve Hatip Mektepleri ile Daru'l­ Fünun'un çatısı altında bir İlahiyat Fakültesi açmıştır. Fakat Daru'l-Kurra'ların yerini alacak herhangi bir eğitim ve öğre­ tim kurumu açılmamıştır. Bundan sonraki durumla ilgili farklı bazı tespit ve geliş­ melerden bahsedilmektedir. Şöyle ki: Birinci tespit ve görüşe göre, Kur'an öğretimi konusunda, daha önce Ankara Müftüsü iken, ilk Diyanet İşleri Reisi (Baş­ kanı) olarak göreve başlamış olan Rıfat Börekçi tarafından Daru'l-Kurra'ların yerine "Kur'an Kursu" adıyla yeni Kur'an öğretim merkezleri açılması için girişimler başlatılmıştır. Rıfat Börekçi'nin gayreti neticesinde 50 milletvekilinin tak­ rir (önerge) vermesi üzerine, 2 Nisan 1 341(1925)' de "Hafız-ı Kur'an" yetiştirmek üzere bütçeden 50 bin lira tahsisat ay­ rılmıştır. Bu paranın, 10 (on) Kur'an öğreticisine 5'er bin lira­ lık kadro tahsis edilmek suretiyle kullanımı kabul edilmiştir. Ancak uygulamada 10 değil, 9 kişi bu tahsisattan yararlan­ dırılmıştır. Böylece bir okul niteliğinde olmasa bile, "Kur'an Kursu" adıyla yeni Kur'an öğretim merkezleri açılmıştır. Bu tespite göre; 1925-1926 öğretim yılından itibaren 6 yıl boyunca 10, 1931-1932'den itibaren 3 yıl boyunca 9 Kur'an Kursu var iken, 1934-1935 öğretim yılında sayı 7'ye düşmüş­ tür. 1935-1936 öğretim yılından başlayarak iki yıl boyunca 14 olan Kur' an Kursu sayısı daha sonra 21 olmakta, ondan sonraki yıllarda ise inişli-çıkışlı (azalarak-çoğalarak) bir seyir takip etmektedir. 124


İkinci tespit ve görüşe göre; 1927'den 1933'e kadar 9-10 adet Kur'an Kursu kadrosu olmasına rağmen, -fiiliyatta- hiç Kur'an Kursu olmamıştır. 1934-1935 öğretim yılında ise sade­ ce 1 adet Kur'an Kursunun faaliyette olduğu bilinmektedir. Bu tespite göre, 1930'lu yıllardan 195 0'li yıllara kadar Kur' an Kursları sayısı şöyledir: 1934-1935 öğretim yılında 1, 1935- 1936'da 2, 1937-1938'de 4 , 1938-1939'da 6, 1941-1942'de 17, 1943-1944'te 24, 19451946'da 41, 1948-1949'da 101, 1950- 195 1'de ise 143 Kur'an Kursu resmi izinli olarak faaliyet göstermiştir. Kur'an Kurslarının sayıları konusunda farklı iddialar da vardır. Bir Alman araştırmacı olan Gotthard Jaschke ise, 1932-1933 öğretim yılından 1949-195 0 öğretim yılına kadar Türkiye' de mevcut Kur' an Kurslarının, hocalarının ve öğren­ cilerinin sayısını daha farklı vermektedir. 13 Resmi Kur'an Kursları dışında yasa dışı olarak da kimi Kur' an Kursları faaliyet göstermiştir. Bu kurslara yönelik devletçe çeşitli müdahaleler yapıldığı malumdur. Zira her devlet gibi Türk devleti de kendi denetimi dışında bir kuru­ mun ihdas edilmesine elbette müsamaha gösteremezdi. Bu kaçak kursların yer altına inmiş olan cemaat ve tarikat­ lar tarafından devreye sokulduğu malumdur. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle Kur'an Kursları denetimsiz bir biçimde hızla artmış hatta kaçak kurslara da göz yumulmuştur. Dinci tarikat ve cemaatler DP' den yüz bu­ larak faaliyetlerini artırmışlar ve gerici hareketler böylece güç kazanmaya başlamıştır. Böylece Kur' an Kursları, gerici hareketlerin en önemli yu­ valanma merkezleri haline gelmiştir. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askeri ihtilal dö­ neminde de Kur' an Kurslarının artışı devam etmiş ve 19641965 öğretim yılına gelindiğinde Kur' an Kursu sayısı 434 ol­ muştur. 1965 yılında Adalet Partisi (AP) iktidarı dönemi baş­ ladıktan, 12 Mart 1971 tarihinde askerlerin verdikleri muhtıra 13 Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye'de İslamlık, (Çev. Hayrullah Örs), Bilgi yay. An­ kara 1972, s. 76.

125


sebebiyle hükümetin istifa ettiği yıla kadar Kur'an Kursu sa­ yısı 786'ya ulaşmıştır. Bu tarihten sonra da artış devam etmiş ve 1978-1979 öğretim yılında kurs sayısı 1.538 olmuştur. 12 Eylül 1980'de bir askeri ihtilal yaşanmıştır. Buna rağ­ men Kur'an Kursu sayısında duraklama olmamış, tam tersi­ ne giderek artan bir hızla çoğalma söz konusu olmuştur. Ara­ dan 10 yıl geçtikten sonra, 1990-1991 öğretim yılında Kur'an Kurslarında kaydedilen gelişmelere bir göz attığımızda şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Bu (1990-1991) öğretim yılında kurs sayısı 4.998'e ulaş­ mıştır. Bu kurslarda 2.635 bayan, 2710 erkek olmak üzere toplam 4845 kurs hocası görev yapmıştır. Öğrenci sayısı ise şöyle gerçekleşmiştir: 94.744 kız, 51.862 erkek olmak üze­ re toplam 146.606 öğrenci 5 yıllık ilkokuldan sonra kursla­ ra kayıt yaptırmak suretiyle en az bir yıl boyunca Kur'an'ı yüzünden okumaya çalışmıştır. Aynı yıl; 6,555 kız, 11. 206 er­ kek olmak üzere 17,761 öğrenci de, yine 5 yıllık ilkokuldan sonra yaklaşık 3 yılını bu kurslarda hafızlık yapmaya tahsis etmiştir. Kur'an'ı yüzünden okumak üzere kurslara devam eden kız öğrencilerin çokluğuna karşılık, hafızlık yapanlar­ da erkeklerin çokluğu dikkat çekmektedir. 1996-1997 öğretim yılı, Kur'an Kursları, öğretici ve öğrenci sayısı bakımından en yüksek rakama ulaşılan yıllardan biridir. Buna göre; toplam 6.387 kurs merkezinden 5.241'i öğretime açık, 1.146 kurs mer­ kezi ise -hoca yokluğu sebebiyle olsa gerek- öğretime kapalı­ dır. Bu yıldaki hoca sayısı 2.936'sı bayan, 3,938'i erkek olmak üzere toplam 6.874'tür. Bu yılda öğretici (hoca) sayısı kurs sayısından fazla gözükmektedir. Bunun sebebi; büyük kurs merkezlerinde birden fazla hoca görevlendirilmiş olmasıdır. Ama buna karşılık, 1.146 kurs merkezi de öğrenci yetersizliği veya başka bazı sebeplerle kapalıdır. Aynı yıl öğrenci sayısı ise şöyle gerçekleşmiştir: lll.155'i kız, 47.291'i erkek öğrenci olmak üzere toplam 158.446 öğrenci bir yıl boyunca yüzünden Kur'an okumayı öğrenmiştir. Buna karşılık; 8.148 kız, 14. 237 erkek olmak üzere 2 2.385 öğrenci de yaklaşık üç yıl boyunca hafızlığa çalışmıştır. 126


Yüzünden okumayı öğrenenlerle hafızlığa çalışanların toplamı ise 180.83 1'dir. İstatistik verilerinde dikkat çeken bir diğer hu­ sus ise; geçmişteki her yıl olduğu gibi bu yılda da yüzünden okumak üzere Kur'an Kurslarına devam eden kız öğrenci sayı­ sının çokluğuna karşılık, hafızlığa devam eden erkeklerin çok­ luğudur. Bu rakamlar şunu ifade etmektedir: 1996-1997 öğretim yılında insanlarımızdan yaklaşık 181 bini çocuklarının en güzel ve verimli yıllarından bir ila üç yılım feda edip Arapça kelimele­ rin telaffuzunu öğrenmeleri için onları Kur'an Kurslarına gön­ dermiştir. 1996 yılının yaz aylarında camilerde kısa süreli olarak açılan 76.323 yaz ve akşam kurslarına devam eden öğrencilerin toplamı 1.554.540'tır ki bunların 763.206'sı kız, 791.334'ü erkek­ tir. Bu rakam o yıllarda yaz ve akşam kurslarına devam edenle­ rin en yüksek seviyeye ulaştığı dönemi ifade etmektedir. Her ne kadar 1996 yılı, Kur'an Kurslarına olan ilginin zir­ veye çıktığı yıllardan biri olarak tarihe geçmiş olsa da, aynı zamanda bu yıl hatta 1995 yılı eğitim ve öğretim sistemimiz açısından yeni bir döneme geçiş sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur. Çünkü 1995'te, yıllardan beri konuşula gelen 8 yıllık zorunlu eğitime geçiş için adım atılmış ve 15. Milli Eğitim Şurası'nın hazırlıkları başlatılmıştır. Bunun üzerine, herkesin süresi üzerinde ittifak ettiği 8 yıllık zorunlu ilköğre­ tim "5+3=8 olarak kesintili mi olsun, kesintisiz 8 yıl olarak mı devam etsin?" tartışmaları yapılmıştır. Tartışmalar 1995'ten başlayarak 1996 yılı boyunca TV'lerde, gazete köşe yazarla­ rı ve siyasi parti mensupları arasında giderek yoğun bir şe­ kilde devam etmiştir. Bu arada 13-17 Mayıs 1996 günlerinde Ankara' da "15. Milli Eğitim Şurası" toplanmış ve "8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim" kararı alınmıştır. Söz konusu tar­ tışmalar ve Şura kararı, hem Kur' an Kurslarının ve hem de kurslara devam eden öğrencilerin sayısında bir gerilemenin başlamasına sebep olmuştur. Nihayet 1997'de TBMM'de ka­ bul edilen bir kanunla 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir. Kanunun yürürlüğe girmesi üzerine 1997 yılında hazırla­ nan yönetmeliğin 15. maddesinin (b) bendi gereği yaz Kur' an 127


Kurslarına kayıt kabul şartları arasında: "İlköğretimin 5. sı­ nıfının geçildiğini gösteren karnenin okul yönetimince onay­ lanmış örneğini vermek (İlköğretim çağını geçmiş olanlardan Türkçe okuma yazma bilenler kurslara kayıt ve kabul edilir­ ler)" şarh getirilmiştir. 1999 yılında ise, 22.6.1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İş­ leri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'a ya­ pılan bir ek madde (Kanun No: 4415) ile Kur'an Kurslarına kayıt yaphrıp devam edebilmek için (8 yıllık) ilköğretimi bi­ tirme ön şartı getirilmiştir. Yaz tatillerinde kısa süreli kursla­ ra devam edebilmek için ise ilköğretim okullarının 5. sınıfını bitirmiş olmak ön şart olarak konulmuştur. Kanun maddesi şöyledir: EK MADDE 3. İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur' an-ı Kerim ve mealini öğren­ mek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak iste­ yenlerden ilköğretimi bitirenler için, Diyanet İşleri Başkanlığınca Kur'an Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, kü­ çüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5'inci sınıfını bitirenler için ta­ tillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gö­ zetiminde yaz Kur' an Kursları açılır. Kur'an Kurslarının açılış, eğitim-öğretim ve de­ netimleri ile bu kurslarda okuyan öğrencilerin ba­ rındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmala­ rına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir. Kanunun bu maddesine ve ilgili diğer maddelere daya­ nılarak 2000 yılında hazırlanan Kur'an Kursları Yönetmeli­ ğinde ise, "kayıt için gerekli belgeler" olarak şu ifadelere yer verilmiştir: Madde 9. Kursa kayıt olacaklardan: Dilekçe eşliğinde; "İl­ köğretimi bitirdiğini gösteren belgenin aslı veya onaylanmış 128


örneği, yaz Kur'an Kursları için ise, İlköğretimin 5'inci sınıfı­ nı geçtiğini gösteren karnenin okul yönetimince onaylanmış örneği," istenir. 1997-1998 öğretim yılından itibaren "öğretime açık ve ka­ palı olan" Kurs sayılarına bir göz atalım: 1997-1998 öğretim yılında toplam 6.514 resmi Kur'an Kur­ sundan, 4.890'1 öğretime açık kalabilirken, l . 624'ünün bir kısmı hocasızlıktan, önemli bir kısmı ise, 8 yıllık İlköğretim Okulu mezunlarının ya liselere geçiş yapmaları veya Çırak­ lık Eğitim Merkezlerine geçiş yaparak iş hayatına atılmaları sebebiyle kursa devam edememelerinden dolayı kapalıdır. 1997-1998 öğretim yılında 3.583 bayan, 3.339 erkek olmak üzere toplam 6.922 hoca kurslarda görev yapmıştır. Öğren­ ci sayısı ise 109. 718'i kız, 46.258'i erkek olmak üzere toplam 155.976 olarak gerçekleşmiştir. Hafızlığa çalışanlar ise; 7.465 kız, 13.679 erkek olmak üzere toplam 21.144'e düşmüştür. Gerek kurs sayısında ve gerekse öğrenci sayısındaki en düşük rakamların 2000-2001 öğretim yılına ait olduğunu görüyoruz. Bu öğretim yılında toplam 6.308 kurstan 3.119'u öğretime açık kalma başarısını gösterirken 3. 189'u (yarıdan fazlası) öğretime kapanmıştır. Bu kurslarda hocalık görevi ya­ pan bayanların sayısı 2.689 olarak tespit edilirken erkek hoca­ ların sayısı l.942'ye düşmüştür. Toplam hoca sayısı 4.631' dir. Önceden görevli erkek hocaların önemli bir kısmı öğrencisiz­ lik sebebiyle kurslarının kapanması üzerine camilerde imam veya müezzin olarak görevlendirilmişlerdir. Öğrenci sayısına baktığımızda ise; aynı yıl (2000-2001' de) yüzünden okuyanla­ rın sayısı toplam 85. 106'ya düşmüştür ki bunlardan 76.340'1 kız, 8.766'sı erkektir. Bu demektir ki, 8 yıllık kesintisiz eğitim sonrasında erkek çocuklar ya liselere devam ettikleri veya iş hayatına ve Çıraklık Eğitim Merkezlerine yöneldikleri için Kur'an Kurslarına devam etmemişlerdir. Liselere veya Çı­ raklık Eğitim Merkezlerine gitmeyen / gidemeyen kızlar ise Kur' an Kurslarına devam etmişlerdir. Aynı sebepten dolayı hafızlığa çalışmakta olan kızlar (9.244) ilk defa sayısal olarak erkeklerin (8.511) önüne geçmişlerdir ki sayı toplamda 17.755 129


olmuştur. Yaz ve akşam kurslarına devam eden öğrenci sayı­ sındaki en düşük oran, 2000 yılının yaz aylarında gerçekleş­ miştir. Bu yılın tatil döneminde Kur' an Kursları ile camiler­ de açılan yaz Kur' an Kurslarına devam eden öğrenci sayısı 3 19.122' si kız, 381.685' i erkek olmak üzere toplam 700.807'dir. Hafızlığa çalışanlarda en düşük oran ise; 2001-2002 öğretim yılında gerçekleşmiştir. Bu öğretim yılında hafızlığa çalışan kızların sayısı 4.713 iken, erkekler 3 . 161'dir ki toplam 7.87 4 öğrenci ömürlerinin en güzel dönemlerinde üçer yıllarını ayı­ rarak hafızlık yapmaya devam etmişlerdir. Bu arada hafızlı­ ğın günümüz dünyasında pratik yararı ne olabilir, sorusunu da ayrıca düşünmeliyiz. 14 Kur'an Kursları konusunda 2019 yılına geldiğimizde ise manzara şudur: Kur' an Kurslarının sayısı, yaz tatilinde açılanlarla birlik­ te artık 20 bine dayanmıştır. Toplamda bu kurslara katılan­ ların sayısı da 3-4 milyon civarındadır. Bu kurslarda hafızlık yapanların sayısı da geçmişte hiçbir zaman olmadığı kadar yüksektir. Diyanet İşleri Başkanlığı artık çocuklar ve yetişkinler için açtığı kurslarla yetinmiyor. 4 yaşındaki çocuklara bile kurslar açılıyor. Bu kurslara da yüz binlerce çocuk kaydediliyor. Ay­ rıca ortaokul ve liselerde de seçmeli Kur' an-ı Kerim dersleri veriliyor. Bu derslerde de sadece Arapça lafızlar belletiliyor. Toplamda milyonlarca kişi Arapça sözleri telaffuz edebilmek için aylar, yıllar boyu uğraş veriyor. Ne hazin ki Diyanet ve İslamcı çevreler bu sayılarla övünç duyuyor. Yaptıkları işi doğru bir şey sanıyorlar. Ne yazık ve ne hazin bir durum bu aslında! Milyonlarca insan ve yüz binlerce masum çocuk anlamı­ nı bilmediği sözleri telaffuz edip duruyor. Zihnine binlerce 14 Buraya kadar verdiğimiz tarihçe ile ilgili bilgileri derlerken Mustafa Öcal'ın çalışmasını (Kur'an Kursları Tarihçesi, Uludağ Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 13, s. 2.) esas almaya gayret gösterdik. Ne var ki çalışmadaki bazı tarafgir ifadelere katılmadığımız için kendi görüşlerimiz doğrultusunda küçük mü­ dahalelerde bulunduk. Çalışmanın özgün haline Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinin ilgili sayısından ulaşılabilir.

130


Arapça sözcüğü dolduruyor. Hiçbirinin anlamını bilmediği bu sözcükleri ömür boyu bir yük gibi taşıyıp duracak ve zih­ ninde başka bilgiler için ayrılan yer son derece kısıtlı kalacak O çocuklardan bilim insanı çıkma olasılığı son derece düşük Yazık ki zihinler işgal ediliyor. Hele hafızlık denilen olay ise tam bir facia boyutunda. . . Tek kelimesinin bile anlamını bilmediği bir kitabı binler­ ce insana ezberletmek ve onu binlerce kez, milyonlarca kez tekrarlatmak bir nevi işkence değil midir? Evet, öyledir. Zira bu beyne yapılmış bir darbedir. Ve bu darbe milyonlarca kez tekrarlanan bir darbedir. Hafızlık bir zamanlar anlamlı bir şeydi. Zira kayıt cihazları yoktu, matbaa icat edilmiş değildi Böyle bir durumda elbette kutsal kitabı bazılarının baştan sona ezberlemeleri çok değerliydi Ancak bugün sayısız kayıt cihazları var. Kur'an'ın tümü milyonlarca cihaz tarafından kayıt alhna alınmış durumda. En basitinden herkesin cebinde olan akıllı telefonlara bile Kur'an'ın tamamı yüklenebiliyor. İstediğiniz an istediğiniz Kur'an bölümünü ve Kur'an sözünü bulunduğunuz her yer­ de okuyabiliyor ve dinleyebiliyorsunuz. O halde Allah aşkına Kur' an'ı baştan sona ezberlemenin pratik nasıl bir değeri ola­ bilir? Evet, yine de bazı kimselerin ezberlemesi değerli adde­ dilebilir ama yüz binlerce insanı buna yöneltmenin faydası var mıdır ve nedir? Bu noktada büyük Atatürk'ün bir feryadını hatırlatmanın çok yararlı olacağını düşünüyorum: Türk milleti birçok asırlar, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'an'ı ezberlemekten beyni su­ lanmış hafızlara döndü. Ne denli haklı bir feryat, ne denli doğru bir teşhis! Beyni sulanmışlık hali hala devam ediyor mu, etmiyor mu; düşünelim . . . Bunun yerine o öğrencilere Kur'an'ın anlamını ve yoru­ munu öğretseler, Kur'an'dan yola çıkıp düşünsel tartışmalar 131


yaptırsalar, Kur'an ve bilim üzerine araştırmalar gerçekleştir­ seler daha doğru ve daha Kur' ani bir amel yapmış olmazlar mı? Elbette olurlar. Ama bunu yapmıyorlar. Zira o vakit Kur' an ile aldatma söz konusu olamayabilir. Ve bu durumda birilerinin konumu sarsılır. Maddi kazançları azalır yahut yok olur. Kur' an ve din kazanç elde etme yolu olmaktan çıkar. Bu ise elbette Kur'an ile aldatan ulema sınıfının işine gelmez. Arap harflerini ve Arapça sözcükleri telaffuz ettirme sek­ törü, Kur' an ile aldatmaya dayalı saltanatın en güçlü sektör­ lerinden biridir. Bu sektörün kitlelere bir manifesto gibi da­ yattığı Kur' an ve akıl dışılık şu biçimde ifadeye konabilir: Arap harflerinin ve sözcüklerinin telaffuzunu şöyle veya böyle öğren. Öğrendiğini kullanarak Kur' an harflerini telaffuz etmeye gayret et. Bunu yaparsan çok sevap alırsın. Ölmüşlerinin ruhuna okursan on­ lar da cennete gider. Kur ' an' ın ne dediği, ne istediği seni ilgilendiriyorsa o zaman bize gel, bizi dinle. Biz sana ne diyorsak Kur'an odur, din odur. Her gün tıraş olan teneke yüzlü reformistleri dinleme, bizi dinle! 15 Kur' an Kursları kullanılarak Kur' an ile aldatmanın bir baş­ ka boyutu da yüce kitabı müzikal bir eğlence unsuru haline getirmektir. Kur' an'ı güzel ve etkileyici okumak söylemi etra­ fında kotarılan bu aldatma faaliyeti için bir takım gırtlak şov­ ları ile "Kur'an'ı Güzel Okuma Yarışmaları" düzenlenmektedir. Oysa Kur' an birilerinin ses güzelliği şovlarına malzeme yapılmayacak kadar aziz bir kitaptır. Ne denildiğini anlama­ dığı halde sırf okuyucunun gırtlak şovundan ve ses güzelli­ ğinden etkilenip ağlamayı neredeyse bir iman ve ihlas gös­ tergesi olarak takdim edecekler. Bir takım törenlerde okunan ama anlamına dair hiçbir şey söylenmeyen Kur'an bölümleri ve Kur' an sözleri, ne hazin ki müzikal zevkleri tatmin aracı 15 Yaşar Nuri Öztürk, age, s.194.

132


olarak kullanılmaktadır. Bu türden işler, aslında doğrudan doğruya Kur'an ile aldatmanın da ötesine geçip açıkça kutsal kitabı putlaştırmak manasına gelmektedir. 16 Kur'an elbette güzel okunmalıdır. Ama bu, anlamanın önüne geçemez. Anlamanın önüne geçen her şey kutsal kitabı putlaştırma faaliyeti kapsamındadır. Bu emsalsiz bir günah­ tır. Bu günaha karşı mücadele şarttır. Lakin bu mücadelenin dahi dinsizlik yahut din karşıtlığı şeklinde damgalanması iş­ ten bile değildir. Müslüman kitlelerin özellikle de Müslüman Türklerin Kur'an'la ilişkisinin ne denli yanlış olduğunu milli şair Meh­ met Akif Ersoy, "Kur'an'a Hitap" adlı şiirinde çok çarpıcı bir biçimde şöyle dile getiriyor: "Böyle gördük dedemizden!" sözü dinen merdı1d; Acaba saha-i tatbiki neden na-mahdı1d? Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet, bilseydik, Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik. İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde? Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'an'ın; Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın. Ya açar Nazm-ı Celil'in, bakarız yaprağına; Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur' an, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için! Mehmet Akif Ersoy'un bu şiirinde dile getirdiği görüşleri aslında bizim Kur'an'a ilişkin sayfalarca yazarak anlatmaya çalıştığımız düşüncelerin en özlü anlatımlarından biri hüvi­ yetindedir. Mehmet Akif; "dedelerinizden gördükleriniz dinen geçerli de­ ğil," diyor. 16 Bu konuda İslam Bu adlı kitabımızda "Kur'an'ı Putlaştırmak" başlıklı bir yazı­ mıza da yer verdik. Daha geniş bilgi için o yazıya bakılabilir.

133


Oysa bu geçersiz anlayış, ne denli çok uygulanıyor. Çünkü din gereğince bilinmiyor. Bilinseydi bu kadar sersemlik edil­ mezdi, diyen Mehmet Akif; Kur' an'ın ezberlendiği ve sürekli tekrar edildiği halde manasının umursanmadığı hatta mana aranmadığını dile getiriyor. Kur'an'ın sadece yüzüne bakılacak, mana aranmadan okunacak, ölülerin toprağına üflenecek bir kitap olmadığını haykıran büyük şair son olarak dillere pelesenk olan o sözleri söylüyor: İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için! Heyhat; Kur' an Kursları dediğimiz kurumlar ve Kur' an dersleri hala Akif'in eleştirdiği çizgide ilerlemeye devam edi­ yor. Keşke bilselerdi; bu ilerleyiş, gerileyişin ta kendisidir. Bu ilerleyiş Kur'an ile aldatmanın en acınası hallerinden biridir. Hala Kur'an'ı anlamadan tekrar edip duruyoruz. Hala onu ölülerin toprağına üflüyoruz. İşte bunlar Kur' an'ı bir hidayet kitabı olarak değil de tılsımlı sözler yığını olarak gördüğümü­ zün ibretlik göstergelerindendir. Bu ise, tekraren ifade edelim ki, aslında Kur' an'ı putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Se­ vaba girme arzusuyla yapılan bir işin kişiyi ağır bir günaha sürüklemesidir. Bu sürüklenişin varacağı nokta neresi olabilir? Hakkın rızası olamayacağı kesindir! Hidayet olamayacağı da kesindir! Aydınlanma olamayacağı da kesindir! Öyle ki, şeytan evliyasının tuzak kurduğu izbe bir yerdir orası... İşte oradan kurtulmak için Kur'an ile aldatılmamayı öğ­ renmek şarttır. Kur'an ile Aldatmanın "Peygambere İtaat" Boyutu Kadınlar Bölümü 59. Sözdeki "peygambere itaat" kısmı­ nı sünnet mefhumu üzerinden açıklamaya çalışanlar aslında büyük bir aldatmanın faili olma durumundadırlar. Zira pey134


gambere itaat ona izafe edilen hadislere ve sünnete bağlılık değildir. Peki nedir? Bunun çok iyi anlaşılabilmesi için öncelikle sünnet ve ha­ dis kavramları üzerinde durmak gerekiyor. Öncelikle bahsi geçen Kur 'an sözünü / ayeti anımsayalım: Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Tanrı elçisine ve siz­ den buyruk sahibi olanlara da itaat edin. Sonra bir konuda çekişmeye düştüğünüzde, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun durumunu Allah' a ve Tanrı elçisine bırakın. Böyle yapmanız daha hayırlı ve sonuç itibariyle de daha güzeldir. Bilindiği üzere dindeki en önemli tartışmalardan biri de sünnet kavramına ilişkin tartışmadır. Bu konuda bir hayli farklı görüşler vardır. Öncelikle sünnet sözcüğünün Kur 'anı açıdan kullanımına bakalım. .. Kur'an'da sünnet sözcüğü tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçiyor. Bunların lü'u "Allah'ın sünneti" yani tavrı-tarzı an­ lamındadır ki bu ifade doğa kanunlarını işaret eder. Kulla­ nımların hiçbirinde "peygamberin sünneti" ifadesi yer almaz. Bu durum bile aslında kavrama ilişkin saptırmaların ne boyu­ ta ulaştığını apaçık ortaya koymaya yetiyor. Öte yandan dil ve tarih açısından baktığımızda; alışkanlık, adet, yol, tutum, tarz-tavır, gelenek, yöntem, yaşayış biçimi gibi anlamları olan sünnet sözcüğü İslam literatüründe bu anlamların tümünde kullanılmıştır. Sözgelimi; devirlerin sünnetleri, kentlerin sünnetleri, kişilerin sünnetleri deyimleri literatürde sık sık geçer. Sün­ net sözcüğü ayrıca, sahabe ve onu izleyen kuşakların söz ve kabullerini ifade için de kullanılır. Ayrıca sünnetin bir parçası kabul edilen hadis sözcüğü de aynı şekilde kulla­ nılıyor. Yani, sahabe ve onu izleyen kuşakların sözleri an­ lamında . . . İslam literatüründeki özel v e terminolojik anlamıyla sün­ net mefhumu, Hazreti Muhammed'in davranış biçimlerini, 135


sözlerini ve kabullerini birlikte ifade eden bir çerçeve kav­ ramdır. Ancak burada şu noktaya dikkat etmeliyiz: Hazreti Muhammed'in sünneti dediğimizde de iki ayrı an­ lam oluşmaktadır: 1. Hazreti Muhammed'in, Tanrı elçisi sıfatıyla, aldığı va­ hiylerin uygulanmasından doğan davranışlar ve sözler bütü­ nü anlamında sünnet. 2. Hazreti Muhammed'in, yaşadığı toplumun ve zamanın geleneklerini diğer insanlar gibi yaşamasından doğan sünnet. İslam din bilginleri bunların birincisine "sünnet-i iba­ det" veya "sünnet-i hüda", ikincisine "sünnet-i adet" veya "sünnet-i zevaid" demişlerdir. Bu ayrımın amacı, Hazreti Muhammed'in bir nebi sıfatıyla bizi bağlayan sünnetleriyle, bir beşer sıfatıyla uyguladığı ve din olarak bir bağlayıcılığı olmayan sünnetlerinin farkını göstermektir. Birinci anlamıyla sünnet dinin uygulanışı, ikinci anlamıyla ise bir toplumun ge­ lenek ve göreneklerinin yaşanmasıdır. Sünnet konusunun en yıkıcı ayak kayması işte bu ayrımın dikkate alınmamasından doğmaktadır. Hazreti Muhammed, mensup olduğu Arap toplumunun bir kısım gelenek ve göreneklerini de kendi yaşamında uy­ gulamıştır. Ancak bunların dinsel anlamda bir bağlayıcılığı yoktur. Olması da mümkün değildir. Zira o zaman Arap top­ lumunun gelenek ve görenekleri de dinin bir parçası sayılmış olur ki bu da dini bir Arap dini haline sokar. Bu durumda İslam'ın evrenselliği söz konusu olamaz. Sünnet konusunda yapılan yanlışlardan biri de şudur: Sünneti dinin yarısı gibi görerek Kur' an'a ortak konumu­ na getirmek .. Bu anlayış kesinlikle Kur'ani değildir. Zira pey­ gamberler Allah'ın elçileridir, ortakları değil. Bunun zorunlu sonucu, peygamberlerin tanrısal kaynaklı olmayan, yani kut­ sal kitaba dayanmayan söz ve davranışlarının dinde bir ortak irade haline getirilmemesi gerektiğidir. Tarih bize göstermek­ tedir ki bu kapı aralanıp tanrısal irade herhangi bir ortakla paylaştırıldı mı iş, peygamberlerle bitmiyor, art arda diğer ortaklar sökün edip geliyor. 136


Sözgelimi İslami çerçevede konuşursak bunun en belirgin örneği ünlü "edille-i şer'iyye / dinsel deliller" kabulüdür. Bi­ lindiği gibi, Sünni İslam'ın temel kabullerinden biri de edille-i şer'iyenin dört olduğu yolundaki anlayıştır. Bu deliller, Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak sıralanıyor. Bazı mez­ hepler, bunlara bazı ilaveler yaparak dinsel delilleri 7'ye, 9'a, hatta 10'a, 15' e çıkarmaktadır. Oysaki bunlar dinin kaynakları değil, dinin kaynağını ve dayanağını anlamada başvurulan beşeri yol ve yöntemlerdir. Gerçek şu ki, anlaşılması istenen kaynak ve dayanak tektir ve o da Kur'an'ın ta kendisidir. Ne yazık ki konuyu bu soruyla gündeme getirdiğinizde te­ orik olarak bir itiraz gelmemekte, esas kaynağın ve delillerin tek olduğu söylenmekte ama yaşanan hayatta asırlardır bu­ nun tam tersi işletilmektedir. Günümüz İslam toplumlarının günlük hayatlarında, diğer delillerle Kur' an arasında hiçbir fark kalmamıştır, hatta Kur'an o delillerin çok gerisine atıla­ rak diğer üç beşeri kaynak dinin ta kendisi kılınmıştır. Hazreti Muhammed'den aktarılan bir sözün / hadisin ve genel anlamda sünnete dahil addedilen bir hususun doğru­ luğu ve bağlayıcılığı konusunda takip edilmesi gereken yol onu Kur'an'a sunmak değil midir? Kur'an'a uygun olmayan hiçbir söz ve uygulama doğru ve bağlayıcı addedilemez. Ne var ki geleneksel ve egemen İslam tarihinde, tartışma­ sız kitap sadece Kur' an olmamış, düzinelerle zübür yani kut­ sanmış kitap, binlerce mişna yani Yahudi din ulemasının yaz­ dığı kitaplar gibi binlerce kitap dokunulmaz ve tartışılmaz ilan edilmiştir. Hatta Kur' an tercüme ve tefsir edildiği halde, dokunulmaz ilan edilen bu zübür ve mişnalar yoruma bile açılmamıştır. Bunları yazanlar, örtülü bir biçimde, Allah'tan daha fazla otorite haline getirilmişlerdir. Bu, Kur'an'ın şid­ detle reddettiği bir sapmadır. Bu sapmanın yol açtığı inançsal bunalımlar, halen etkisini çok güçlü bir biçimde sürdürmeye devam etmektedir. Tartışılmaz ve eleştirilmez tek kişi olan Hazreti Muhammed'in yanına yüzlerce tartışılmaz kişi eklenmiştir. 137


Bunlar, yerine göre mehdidir, mezhep imamıdır, tarikat şey­ hidir, efendidir, üstattır, ulemadır vb. Bu noktada öyle bir yere gelinmiştir ki din dendiğinde teorik kaynak olarak bu putlaştırılmış kişilerin kitapları, canlı kaynak dendiğinde de kendileri akla gelir olmuştur. Peygamber'in din içindeki payı bol bol salat ve selam ile güya sakal-ı şerifinin öpülmesine, Kur'an'ın yeri ve payı da cenazelerde, mezarlıklarda okunmaya indirgenmiştir. Bir gün gelmiştir ki hak ve hidayet kavramlarını artık Kur'an ifade et­ mez olmuştur. Kur'an'ın yerine "Hak Mezhepler" ve "Hak Ta­ rikatlar" inancı geçirilmiştir. Dahası bu "Hak Mezhep" ve "Hak Tarikatların" dışındaki bütün anlayışlar batıl addedilmiştir. Sünnet kavramı konusunda açıklık getirmemiz gereken bir diğer husus da bu kavramın üçe ayrılmış olduğudur. Bun­ lar; fiili sünnet / eylemsel sünnet, kavli sünnet / sözel sünnet ve takrirf sünnet / onaya dayalı sünnettir. Fiili sünnet, peygamberin yaptığı davranışlardır. Kavli sünnet ise sözleridir. Takriri sünnet ise onun tanık olup da itiraz etmediği iş ve davranışlardır. Şu bir gerçek ki, hadis yahut sünnettir diye bugüne ulaş­ tırılan on binlerce hatta yüz binlerce sözün büyük çoğunluğu üretilmiş sözlerdir. Gerçekte Hazreti Muhammed' e ait olma­ yan sözlerin ona aitmiş gibi aktarıldığı bir vakıadır. Zira biz inanıyoruz ki sonraki zamanlarda, sahabenin adları kullanıla­ rak da hadisler uydurulmuştur. Bizim, ahad haber vb. adlarla andığımız rivayetlerin bir kısmı da bu şekilde çürüğe çıkar. Yani senedinde sahabe adı gördüğümüz her söz, güvenilir değildir. Sahabilerin hiçbirinin yalan söylemediğini var sa­ yalım; sahabenin adını oraya koyanın yalan söylemediğini nereden bileceğiz! Hazreti Muhammed' e yalan isnat edenler, onun sahabesine neden isnat etmesin! Bu durumda bizim so­ nuç olarak bir tek dayanağımız kalır. O da hadis diye rivayet edilen sözün Kur' an' dan onay al­ masıdır. Şayet hadis diye söylenen sözler Kur'an'dan onay alıyor­ sa doğru kabul edilebilir ki buna hadis literatüründe "sahih" 138


denilmektedir. Yok; Kur' an' dan onay almıyorsa o halde uy­ durmadır. Buna da literatürde "mevzu" denilmektedir. Li­ teratürde bu iki terimin dışında da terimler var. Ancak diğer terimlerin tümü aslında bu iki terimin türevleri gibidir. Söz­ gelimi "mütevatir hadis" denilince sahihliği çok sağlam ha­ dis akla gelir. "Zayıf hadis" denildiğinde ise bir nevi, mevzu olma ihtimali yüksek hadis denilmek istenir. Bu noktada açıklıkla ifade edelim ki mütevatir hadis ne­ redeyse hiç yok gibidir. Zira en mütevatir denilen hadislerde bile bazen aktarıcıların metinleri arasında bir veya birkaç ke­ lime de olsa ihtilaf söz konusu olmaktadır. Ancak herkesin ama herkesin üzerinde ittifak ettiği ve hiçbir farklı rivayetin söz konusu olmadığı tek bir hadis vardır. O da şudur: Kim bana yalandan bir söz isnat ederse cehennem­ deki yerine hazırlansın! Ne var ki bu söze bile kimi aktarıcılar tarafından ilave ya­ pılmışhr. Bu durumda hadis şu şekle dönüşmüş olmaktadır: Kim bana kasten yalandan bir söz isnat ederse ce­ hennemdeki yerine hazırlansın! İşte hadise eklenen "kasten" sözcüğü de ele veriyor ki pek çokları Hazreti Muhammed' den yalan söz rivayet etmişlerdir. Ne var ki bunu bazen iyi niyetle bazen de kötü niyetle yap­ mışlardır. İyi niyetle de olsa Hazreti Muhammed'e yalan söz isnat edilebilir mi? Edilemez, edilmemelidir. Zira biz insanları bir konuda iyiliğe sevk etmek için pey­ gambere izafe ettiğimiz bir söz uydurduk ama maksadımız insanları iyi bir işe yöneltmekti, biçiminde açıklanan bu iyi niyet kıstası kesinlikle dinden onay alır bir bahane değildir. Bu söz Hazreti Muhammed'indir, diyerek binlerce, on binlerce söz aktaranlar bilmezler mi ki; peygamberin, Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki zamanda okuduğu 139


552 hutbenin hiçbirinin metni yoktur. Çünkü o hutbeler­ de öğüt olarak okuduğu sözler, Kur' an ayetleri idi. Onun Kur' an dışında tartışılmaz din kaynağı istememe ve bırak­ mama niyetinin en belirgin göstergelerinden biri de bu dav­ ranışıdır. Sünnet ve hadis denildiğinde meşhur hadis derlemele­ rinden de kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu konuda akıllara hemen Kütüb-ü Sitte geliyor. Ancak biliyoruz ki Kütüb-ü Sitte dışında da hadis derlemeleri var. Sözgelimi; İmam Malik'e ait Muvatta, Hanbel oğlu Ahmed'e ait Müsned ve Darimi'nin Sünen adlı derlemesi gibi... Zaten bu son üç derlemeyi de ele­ yerek Kütüb-ü Sitte ifadesini Kütüb-ü Tis'a yani dokuz hadis kitabı olarak ifade edenler de var. Biz bu noktada altı hadis kitabı anlamına gelen Kütüb-ü Sitte' yi yazalım ve az önce bahsi geçen üç derleme ile birlik­ te dokuz hadis kitabının hangileri olduğu sorusuna da yanıt vermiş olalım. l. Sahih-i Buharı 2. Sahih-i Müslim 3. Ebu Davud'un Sünen' i 4. Tirmizınin Sünen'i 5. Nesai'nin Sünen'i 6. İbni Mace'nin Sünen'i Bu derlemeler Sünni ekolün itibar ettiği derlemelerdir. Bir de Şii ekolün hadis derlemeleri vardır. Onlara da Kütüb-ü Er­ baa yani dört hadis kitabı deniliyor. Onlar da şunlardır: 1. Küleynınin; el- Kafi adlı derlemesi 2 Şeyh Saduk'un; Men La Yahduruhu'l- Fakih adlı derlemesi 3. Ebu Cafer et- Tusi'nin; Tehzibu'l- Ahkam adlı der­ lemesi 4. Ebu Cafer et- Tusi'nin; el- İstibsar adlı derlemesi

140


Sünni ve Şii ekollerin itibar ettiği bu derlemelerde birbi­ riyle çelişen binlerce hadis bulunuyor. Birinin sahih dediği­ ne öbürü sahih değil diyor. Birinin uydurma dediğine öbürü uydurma değil diyor. Birinin naklettiğini öbürü nakletmiyor. Dolayısıyla bu hadis derlemelerinden istifade etmek çok zor­ dur. Lakin Kur'an'a uyan sözlere / hadislere itibar etmek; tekraren belirtelim ki, elbette lazımdır. Sünnet adı alhnda rivayet edilen kimi hadislerde ve diğer aktarımlarda ele alınan bazı konular gerçekten ilginçtir. Zira Hazreti Muhammed'in özel yaşamı ve kişisel tercihleri sünnet adı altında, sanki herkesin örnek alması ve uygulaması gereken şeylermiş gibi sunulmaktadır. Sözgelimi, sakalı, kıyafeti, neyi yiyip neyi yemediği, konuşma tarzı hatta Arapça konuşuyor oluşu vb. Oysa bunlar onun şahsi tutum ve tercihlerini yahut içinde yaşadığı toplumdan kaynaklanan uygulamaları yansıt­ maktadır. Bunların Müslümanlar için bir bağlayıcılığı yoktur. Gerçekte Müslümanlar için bağlayıcı olan yalnızca Kur'an'dır. Hazreti Muhammed'e uymakla yahut Kadınlar Bölümü 59. Sözde ifade edilen "peygambere itaat" sözüyle kas­ tedilen Kur'an'a uymaktır. Peygamber, Kur'an'ı söze / lafza döken kişidir. İnsanlar Kur'an'ı onun dilinden duymuşlardır. Zira Kur'an'ı tebliğ eden odur. O halde onun Kur'an'dır diye­ rek, ayettir diyerek söylediği sözlere uymak peygambere itaat etmek demektir. Peygambere itaat buyruğunun bir de dönemsel boyutu var­ dır. Şöyle ki, Hazreti Muhammed yaşamda iken müminlerine çeşitli emirler vermiştir. Savaşa hazırlık ve savaş esnasında ver­ diği komutlar ve savaş planlarına itaat etmek gibi... İşte pey­ gambere itaat emrinin dönemsel boyutu budur. Bu kısım, Haz­ reti Muhammed'i gören ve onun emri altında savaşlara katılan yahut onun verdiği görevleri yapmakla görevlendirilen kişilere yönelik bir ifadedir. Bugün için bunun bir karşılığı yoktur. Bu­ gün için peygambere itaat emrinin karşılığı Kur'an'a uymaktır. Bahsi geçen Kur'an sözünü ve başkaca bazı Kur'an sözle­ rini17 istismar ederek ve yanlış. anlamlandırarak peygambere 17 Sözgelimi Sürgün Bölümü 7. Söz'ü ki bu sözde mealen; peygamber size neyi

141


itaati ona izafe edilen / isnat edilen uydurma sözlere uymak olarak açıklamak apaçık bir aldatmadır. Bu aldatmaya karşı başvurulacak yol Kur' an' a uymak ve ondan başkasını dinde bağlayıcı kabul etmemektir. "Peygambere itaat" mefhumu üzerinden yürüyen ve pey­ gamberle aldatma diyebileceğimiz sapkınlığın en acınası hallerinden biri de bir kısım şeyh takımının rüyasında pey­ gamberi gördüğü ve bizzat ondan hadis aldığı hatta yapacağı günlük işleri her gece rüyada peygamberle istişare ettiği şek­ lindeki acayip açıklamalarıdır. Bu türden beyanların psikolo­ jik açıdan bir patoloji içerdiğini düşünmekteyiz. Ne var ki bu beyanları ile milyonlarca echel-i cühelayı / cahiller cahilini kandırmayı ve aldatmayı başarıyorlar. Netlikle ifade edelim ki bu türden beyanlar, sapkınlıktır. Peygamberle rüyada gö­ rüştüğünü, ondan hadis ve direktif aldığını söylemek aslında "ben Allah'tan vahiy alıyorum" demek isteyip de diyemeyen iblis evliyasının başvurduğu şeytani bir yoldur. Peki, neden Allah'tan vahiy aldıklarını söyleyemiyorlar. Çünkü Kur' an bunun yolunu çok net bir biçimde kesmiş bu­ lunuyor. Hazreti Muhammed'in son peygamber olduğunu ve ondan sonra başka bir peygamberin gelmeyeceğini ilan edi­ yor. Bu Kur'anı gerçeği aşamayanlar kendileri için ikinci bir yol inşa ettiler. O da işte yukarıda izah ettiğimiz yoldur. Allah' tan vahiy alamıyorsak bari peygamberden hadis ala­ lım ve rüyada onunla görüşüp ondan direktif alalım, diyen yahut böyle düşünen onlarca tarikat şeyhi var. Kendilerini, "gavs", "mürşid", "mehdi" diye adlandıran yahut müritlerin­ den kendisini böyle anmalarını isteyen bir kısım sahtekarlar pek çok saf müminin duygularını sömürdükçe sömürüyor. Ne hazin ki, bu şeyhlerin peşinden giden ve onların gerçekten peygamberle her gece görüşüp ondan hadis ve direktif aldığı­ na inanan milyonlarca insan var. Bu işin daha da hazin tarafı şu ki, o insanlar kendilerine bu konuda yapılan uyarıları ve tevhid inancına bağlı kalmaları yönündeki çağrıları dinsizlik yahut din karşıtlığı ithamıyla yanıtlıyorlar. emrettiyse ona uyun, denilir.

142


Şeyh ve tarikat takımının bu şirk yolu, mevcudiyetini her geçen gün artırarak, rüyada peygamberle görüşme yalanına yatırım yapmaya devam ediyor. İşte peygamberle aldatmanın en süfü ve en şeytani yolla­ rından biri de maalesef budur. Bir de Kur' an'da, Savaşçı Birlikler Bölümü 21. Sözde yer alan ve Hazreti Muhammed için kullanılan "üsve-i hasene" yani "güzel örnek" ifadesini peygambere itaat kavramıy­ la ilişkilendirip bunu da sünnete / hadise uymaya götüren yorumlar söz konusudur. Oysa burada da kafa karışıklığına lüzum yoktur. Peygamberin güzel örnek oluşuna dair verileri de yine Kur' an' dan öğrenmek durumundayız. Kur' an' a uyan zaten peygamberi örnek almış olur ve onun "üsve-i hasene" oluşunu da böylece idrak eder. Bahsi kapatmadan önce konuya ilişkin ilginç bir hususa daha değinmekte yarar görüyorum. Kur' an' da sünnet sözü evvelce de belirttiğimiz üzere 10'a yakın sözde/ ayette "Allah'ın sünneti" yani Sünnetullah biçi­ minde kullanılmaktadır. Yani sünnet sözü peygambere değil Allah' a nispet edilmektedir. Bu ifade ile "Allah' ın tarzı, tutumu, tavrı, yasası" gibi an­ lamlar kastediliyor. Merhum Yaşar Nuri Hocamız Kur 'an'ın Temel Kaynakları adlı yapıtında sünnet kavramını açıklarken bu konuya ilişkin şunları yazıyor: İnsanların sünnetleri değişken olduğu halde, Allah' ın sünnetinde değişme ve bozulma yoktur. (İsra,77; Ah­ zab, 62; Faatır, 43) Doğaldır ki, değişmeme sünnetul­ lahın fiil olarak işleyen kısmı içindir. İrade kısmı bi­ zim tarafımızdan bilinmediği için biz onu her an de­ ğişken kabul etmek durumundayız. Kur'an; "Allah yaratılışta dilediğini artırır." (Faatır, 1) demektedir. O artacak olan da sünnetullahın iradeden fiile çıkışıdır. Tabiat kanunları, varlık ve oluşun prensipleri sünnetullah cümlesindendir. Suyun 100 derece143


de kaynaması, mevsimlerin belli bir düzen içinde oluşması, çekim kanunları vs. hep sünnetullahhr. Kur' an bu değişmezliğe kader de demektedir. Sün­ netullah icabı her şey kader denen ölçüye göre sey­ reder; "Allah kahnda her şey bir ölçü iledir" (Rad, 8 ). Bu ayette ölçü anlamında kullanılan mikdar ke­ limesi kaderle aynı kökten gelmektedir. Sünnetullah, Allah'ın tavrı ve tarzı olduğuna göre, tabiah, eşyayı, oluşu ve bunların bağlı ol­ dukları prensipleri tetkik, bizi bunların yöneticisi olan büyük şuura, yarahcı egoya götürecektir. Bu yüzdendir ki, Kur' an, bütün kainah tetkik edilme­ si gereken bir ibretler ve deliller yığım olarak gös­ termektedir. İkbal'in dediği gibi, Tabiah tanımak, Allah'ın davranışım tammakhr. Tabiah inceler ve seyrederken Yarahcı Kudret'le bir tür yakınlık ara­ maktayız; bu ise duanın başka bir şeklidir. 18 Sünnet, hadis ve peygambere itaat meselesi hakkında el­ bette daha söylenecek, yazılacak çok şey var. Verilecek çok örnek de var. Lakin maksadın hasıl olduğunu düşünüyor ve sözlerimizi burada nihayete erdiriyoruz. Umarız yeterince açıklayıcı olmuştur.

Kur'an ile Aldatmanın "Ulu'l- Emre İtaat" Boyutu Yukarıda bahsi geçen [Kadınlar Bölümü 59. Söz] Kur'an sö­ zünde / ayette "sizden olan buyruk sahiplerine de itaat edin" ifadesi var. Bu ifadenin Arapça özgün halinde geçen "Ulu'l­ Emr" yani "buyruk sahibi" sözüyle kastedilenler kimlerdir? Egemen dinsel anlayışa göre bu ifadeyle kastedilenler; sul­ tanlar, halifeler ve onların görevlendirdiği tüm yöneticilerdir. Bu anlayışa göre sultana, halifeye ve onların valilerine itaat etmek farzdır. Lakin bu anlamlandırma bizce kesinlikle isa­ betli değildir. Zira sözde/ ayette "sizden olan" ifadesi vardır. 18 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1991, s.546- 547. 144


Bir yöneticinin itaati hak etmesi için bizden olması gerekir. Peki, Kur' an'a göre sizden derken kimler kastediliyor? İşte bu soruya verilecek yanıt aslında dinin bir sosyal mü­ cadele hareketi olarak gerçek konumunu ve mahiyetini ortaya koyacaktır. Bir yöneticinin bizden olabilmesi için bizim gibi "mustazaf" olması gerekir. Mustazaf, zayıf düşürülen, ezilen, mağdur olan demektir. Kur'an'da Öyküler Bölümü 5. Sözde geçen ezilenleri önder kılmak ifadesi ile mazlumların iktidarı anlatılmak istenmektedir. Mazlumlar ancak kendi içlerinden olan bir yöneticiye yani Ulu'l-Emr' e itaat ederler. Zalim bir yöneticiye itaat ise aslında hakka ve halka iha­ nettir. Bu, Allah'a başkaldırıp zalime boyun eğmek demektir. Bu sebeple her Ulu'l- Emr aslında itaati hak ediyor değildir. Lakin egemen İslam ulemasının çoğu bir yönetici yani sultan yahut halife Allah'a, peygambere, ahiret gününe iman ettiğini söylüyorsa o bizdendir demişler ve ona itaati farz görmüşler­ dir. Onun zalim olup olmadığını bir kıstas olarak göz önünde bulundurma gereğini pek duymamışlardır. Hatta Müslüman bir sultan zalim bile olsa ona isyan edilmez, itaat edilir, zul­ müne ise sabredilir, demişlerdir. Buna karşı çıkan alimler de olmuştur. Sözgelimi; İmamı Azam Ebu Hanife gibi . . . İmamı Azam Ebu Hanife "zalim yöneticiye itaat caiz de­ ğildir. Ona isyan vaciptir." şeklinde fetva vermiştir. Nitekim kendisi de zalim Emevi ve Abbasi halifeleriyle daima müca­ dele etmiş ve asla itaat etmemiştir. Bu Kur' ani davranışının bedelini de zindanda işkence altında can vererek ödemiştir. İtaate layık olan bir yöneticide bulunması gereken nitelik­ ler vardır. Bu nitelikler o kişide yoksa ona itaat edilmez. Ken­ disi Müslüman bile olsa itaat edilmez. Peki, nedir o nitelikler? Kur'an'ın, itaate layık yöneticide bulunmasını istediği üç nitelik şunlardır: 1 - İman. Bu nitelik birilerinin sandığı gibi Allah'a iman yahut genel manada İslam'a iman etmek demek değildir. Bu ilke, güvenilir olmak anlamında bir ilkedir. Zira iman sözü Kur' ani açıdan her şeyden önce güvenilir olmak manasını taşır. Mümin, güvenen ve güvenilen demektir. Yönetici de 145


mümin olmak zorundadır. Yani yönetici güven veren biri ve yönettiklerine güvenen biri olmalıdır. Mümin sözü malum ol­ duğu üzere Allah'ın adlarından da biridir. Allah'ın adı olmak bakımından mümin sözü, kendisine inanılan, güvenilen ve güven veren demektir. İşte yöneticide bulunması gereken en önemli nitelik budur. 2- Ehliyet. Bu ilke işleri ehline vermeyi ifade eder. Yöneti­ cinin kendisi de yönetme konusunda ehil olmalıdır. Ehil ol­ mayan bir yöneticiye itaat edilmez. Onun görevlendirdiği gö­ revliler de ehil olmak zorundadır. Ehil değilse onlara da itaat edilmez. Aksi halde toplumsal sorunlar baş gösterir. Halk mutlu ve huzurlu olamaz. 3- Adalet. Bu ilke Kur' an'ın en önemsediği ilkedir. Adalet ve adil olmak, Kur' an'ın öğüdü değil doğrudan doğruya emridir. Nitekim Kur'an'da; "Allah size adaleti emreder. .. " [Bal Arısı Bölümü, 90. Söz] şeklinde bir ifade söz konusu­ dur. Bize göre bu üç niteliğe sahip her yöneticiye itaat edilme­ lidir. Ancak bu itaat her yaptığını sorgusuz sualsiz destekle­ mek değildir. İtiraz etmek, farklı görüş ve öneriler sunmak kesinlikle itaatsizlik olarak görülemez. İtaatsizlik başkaldır­ mak demektir. Başkaldırıp onu yöneticilikten uzaklaştırmak, görevine son vermek demektir. Oysa ona yardımcı olmak için farklı görüş ve öneriler sunmak başkaldırı değil tam tersine, tıkandığında ona yol göstermektir. Yöneticiye itaat şartları içinde Müslüman olma şartı yok­ tur. Müslüman olmayan ama adil olan, güvenilir olan ve ehil olan yöneticilere de itaat gerekir. İslam toplumlarının sosyo­ lojik ve siyasal evrimi bu noktaya ulaşmak durumundadır. Aksi halde Müslüman olduğu yahut göründüğü halde zul­ meden, adil ve ehliyet sahibi olmayan bir kısım yöneticiler toplumun ve idarenin başına bela olurlar. Öte yandan Ulu'l-Emr ifadesini yalnızca yönetsel çerçeve­ de düşünmek kesinlikle Kur'anı bir tutum değildir. Zira bu ifade yalnızca yönetimle ve yöneticilerle ilgili bir ifade olma­ nın çok daha ötesinde bir anlama sahiptir. 146


İslam bilginlerinin önemli bir bölümü, sahabi ve Kur' an yorumcusu İbn Abbas'tan beri gelen bir kabulle Ulu'l- Emre deyiminin içine bilgileriyle buyruk / hüküm çıkaran bilim in­ sanlarını da koymuşlardır. Bu sebeple bu ifade ile kastedilen mana, aslında hangi konu olursa olsun o konuda bilgi sahibi olan, uzman olan ve bilgin sıfatını hak edip taşıyan herkesi işaret etmektedir. Bu bahsi kapatırken Kur' an ile aldatanların bu konuya ilişkin saptırmalarını bir kez daha anımsatalım Diyorlar ki sultan, halife devlet başkanı, cumhurbaşkanı Müslüman ise ne yaparsa yapsın itaat etmelisin. O na itiraz etmek isyandır ve Kur'an'a aykırıdır. Böylece aslında yöne­ ticiye itaati Kur' ani, İslami ve insani çerçeveden koparıp şirk zeminine çekmiş oluyorlar. Oysa İslam, sırf Müslüman'dır diye zalime itaati asla onaylamaz Tam tersine İslam bir itaat dini değil haksızlığa isyan dinidir. Öte yandan hakikati güçlendirmek adına tekraren belirte­ lim ki, Ulu'l-Emr sözü ile kastedilen, aldatıcıların iddia ettik­ leri gibi sadece yöneticiler değildir. Hangi alanda olursa olsun o alanın uzmanı olan kişilerdir. Bu nedenle, bilim insanlarına saygı duymak, görüşlerine değer vermek, işi uzmanına da­ nışmak, Ulu'l- Emr' e itaatin Muhammedi, Kur' anı ve İslami mahiyeti kapsamındadır. Ulu'l- Emr'e itaat doktrini üzerinden hilafet davası güt­ mek ve ancak halife sanlı yönetici ye itaat edilir, demek apaçık bir aldatmadır. Biliyoruz ki tarihte halife sanlı nice yöneticiler zulüm konusunda Firavunları, Nemrutları bile aratacak dü­ zeyde haddi aşmış, azgınlaşmış ve rububiyet ileri sürecek dü­ zeyde bir sapkınlığa sürüklenmişlerdir. Böylesi yöneticilerin rububiyet sapkınlığına örnek olması için sıkça örnek verdiği­ miz bir sözü yine anımsatalım: İslam tarihindeki bir kısım halife sanlı sultanlar kendilerini; "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi'' olarak nitelediler. Bu apaçık bir rububiyet iddiası değil midir? Biliyoruz ki Firavun da hal­ kına; "ben sizin en yüce rabbinizim!" diyordu Yani rububiyet taslama sapkınlığının kökü Firavunlara dayanmaktadır. 147


Hilafet devleti kurmak, Allah'ın kanunlarını hakim kıl­ mak ve bu paralelde Ulu'l- Emr' e itaat etmek gibi söylemler, İslam'dan görünüp İslam' a muhalefet etmenin göstergeleri arasındadır. Bu söylemleri samimi anlamda İslami saymak apaçık bir aldanmadır. O halde Kur' an ile aldatanlara karşı devrimci Muhammedi İslam düşünce ve inancını yükseltmek durumundayız. Aldat­ manın ve aldanmanın önüne geçebilmek ve daima hakka uy­ mak ancak böyle mümkündür. Din konusunda ne aldatan ne aldananlardan olabilmek için devrimci Muhammedi İslam çizgisinde, çağdaş, akılcı, ezilen­ lerden yana, ahlak ve erdemi önceleyen yeni, yepyeni bir ihya hareketi ile yeniden inşayı yaşama geçirmek zorundayız. Dilerseniz bu konuyu büyük halk ozanı Aşık Veysel'in di­ zeleriyle bitirelim. .. Aldanma cahilin kuru lafına, Kültürsüz insanın külü yalandır. Hükmetse dünyanın her tarafına, Arzusu, hedefi, yolu yalandır. Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz Gül dikende biter, diken gül olmaz Vız vız eden her sineğin bal'olmaz Peteksiz arının balı yalandır. İnsan bir deryadır; iliınle mahir İlimsiz insanın şöhreti zahir Cahilden iyilik beklenmez ahir İşlediği amel hali yalandır. Cahil okur amma filim olamaz Kamillik ilmini herkes bilemez Veysel bu sözlerin halka yaramaz Sonra sana derler; deli yalandır.

148


Kur'an ile Aldatmanın "Maun Suresi" Boyutu Maun Suresi ya da bizim adlandırmamızla İyilik Etme Bö­ lümü, Kur' an'ın en sarsıcı ve en uyandırıcı bölümlerinden bi­ ridir. Ortaya konan iletiler, biçem (üslup) ve sorgulatıcı içerik Kur' an ile aldatmanın ve bu aldanmadan kurtulmanın yolla­ rını özetin özeti olarak ifade ediyor. Maun Suresi hakkında yapılmış pek çok çalışma var. Bunlar arasında en çok ses getiren ise merhum Yaşar Nuri Öztürk'ün çalışmasıdır. Maun Suresi üzerine yapılan çalışmalar arasında M. Fatih Kesler'in Kur'an-ı Kerim'de (Maun ve Kevser Surelerinde) İnsan Tipleri ve Kutbettin Ekinci'nin Maun Suresi Tefsiri (yüksek li­ sans tezi, 1979, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı eserleriyle Harris Birkeland'ın "The Interpretation of Surah 107" başlıklı makalesi anılabilir. Şimdi biz öncelikle Maun sözcüğü hakkında anlambilim­ sel/ semantik bir tahlil yapalım. Bu sözcük surenin en sonunda yer alıyor. Arap dilinde bu sözcüğe verilen anlam; zekat, komşular arasında ödünç alınıp verilen ev eşyası şeklindedir. Ancak ilk anlamı olan zekat söz­ cüğün temel anlamını teşkil ediyor. Zekat, aslında kamunun hakkı olan mal demektir. Dolayısıyla maun sözcüğünü zekat kavramı üzerinden kamu malı olarak anlamlandırmak gün­ cel dil bağlamında son derece isabetlidir. Kamu malının yerine ulaşmasını sağlamak iyiliktir. Bu nedenle biz kendi Kur'an çevirimizde "İyilik Etme" sözcü­ ğünü yeğledik Bu arada yeri gelmişken hemen izah edelim ki Kur'an bölümlerinin adları tanrısal kaynaklı değildir. O bölümlerde geçen bazı sözcükler üzerinden adlar verilmiştir. Kaldı ki hiçbir Kur' an bölümün tek adı yoktur. Ancak ünlen­ miş adlar vardır. Bugün bilinen adlar da o ünlenmiş adlardır. Sözgelimi "Tevbe Suresi" için "Berae Suresi" adı da verilmek­ tedir. Berae; uyarı, ültimatom gibi anlamlara gelmektedir. Biz kendi çevirimizde Uyarı Bölümü dedik ki bunun Arapçası Berae'dir. Ne var ki Tevbe Suresi adı yerleşmiş ve ünlenmiş bir addır. 149


Nitekim Maun Suresi için de başka adlar verilmiştir. Tek­ zib Suresi, Din Suresi, Yetim Suresi gibi ... Ancak Maun Suresi ifadesi yerleşmiş ve ünlenmiştir. Bu surenin Mekke'de mi yoksa Medine'de mi gönderildiği konusu da tartışılmıştır. Ancak Kur'an yorumcularının ço­ ğunluğu bu Kur' an bölümünün Mekki yani Mekke dönemine ait olduğunu kabul ediyor. İyilik Etme Bölümü / Maun Suresi, bilindiği üzere dikkat çekici bir soru ile başlamaktadır: Dini yalanlayanı / yalan sayanı gördün mü?! Bu soruda dinden neyin kastedildiği konusunda Kur'an yorumcusu İbnü'l- Cezvi ve Fahreddin er- Razi şunları söylü­ yor: "Uhrevı yargı, Allah'ın hükmü, İslam, Kur'an." Yani bu soruyu şöyle de sorabiliriz o halde: Ahireti yalanlayanı gördün mü? Yahut şöyle de sorabiliriz: Allah'ın hükmünü yalanlayanı gördün mü? Şu şekilde de sorabiliriz: İslam'ı yalanlayanı gördün mü? Ama şu şekilde sorarsak daha isabetli olur kanısındayım: "Kur'an'ı yalanlayanı / yalan sayanı gördün mü? " Evet, aslında bu Kur'an bölümünde dini yani Kur'an'ı ya­ lanlamak nasıl olur, sorusuna yanıt veriliyor. Kimin Kur' an'ı yalanladığı anlatılıyor. Biliyoruz ki gerçekte Kur'an'ı yalan­ layanlar açıkça ben Kur'an'a inanmıyorum, diyenler değildir sadece ... Peki, kimdir Kur'an'ı yalanlayanlar? Elbette ki Kur' an ile aldatanlardır! Bazı Kur'an yorumcuları bu ayetin / ilk ayetin, Mekke'nin ünlü müşriklerinden Vail oğlu As hakkında olduğunu belir­ tirler.19 Devam edelim. . . Sorulan soruya yanıt verilip Kur'an'ı yalanlayanların özel­ likleri sıralanıyor. Birinci özellik; yetimi itip kakmadır. 19 Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Maun Suresi Maddesi.

150


Kim ki yetimi itip kakıyorsa o, dini yalanlıyordur yani Kur'an'ı inkar ediyordur. Yetimi itip kakmak ne demektir? Yetim babasını çocuk yaşta iken yitiren kimseye deniliyor. Bu sözcük Arapça bir sözcük ve Türkçede daha ziyade öksüz sözcüğü akla geliyor. Ne var ki öksüz aslında annesini yitiren çocuk manasını taşıyor. Yani Türklerde annesizlik daha acı bir olay olarak düşünülüyor. Babasızlık için ise herhangi bir kav­ ramsallaşhrma söz konusu değil. Bu durum Türkler ve Araplar arasındaki önemli ayrım noktalarından birine de işaret ediyor. Kadın ve erkeğin toplumsal ve ailevi yaşamdaki yeri ve önemi... Görülüyor ki Araplarda baba figürü çok önemli iken T ürk­ lerde anne figürü öne çıkıyor. Babasızlık ve annesizliğe ad verirken yapılan tercih de bunun en yalın göstergelerinden birini oluşturuyor. Biliyoruz ki müşrik Arap toplumunda yetim çocukların mallarına çöreklenmek adet haline gelmiş. O çocukları itip kakmak ve babasından miras kalan mallarına el koymak bü­ yük bir sosyal sorun noktasına ulaşmış. İşte Kur' an bu ger­ çeğe dikkat çekiyor ve uyarıyor. Dini yalanlayan kişi öyle bir kişidir ki yetimi itip kakar yani mallarına el koyar. Mesele aslında çok boyutlu bir meseledir. Bunu T ürkçe­ mizdeki şu sözden de anlayabiliriz: "Tüyü bitmemiş yetimin hakkı!" Evet, bu söz çok şey anlatıyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ne demektir? Biliyoruz ki kamu malı yani bir devletin bütçesi herkesin verdiği vergilerden meydana geliyor. Bu vergilerin içinde devletçe yetimleri koruyup kollamak için ayrılan pay da var. Bu bütçenin içinde babalarını yitirip de yetim kalan ama ya­ kınları tarafından bakılan nice çocuğun hakkından kesilerek verilen vergiler de var. İşte yöneticiler bu hakkı düşünmeliler ve tüyü bitmemiş yetimin hakkım çarçur etmemeliler. Daha da fecisi; zinhar o hakkı yani onların hakkı olan parayı, malı zimmetlerine geçirmek gibi bir sapkınlığın içine düşmemeli­ ler. Düşerlerse ne olur? 151


İşte o vakit, dini yalanlayanlardan olurlar. İşte o vakit, Kur' an'ı inkar edenlerden olurlar. Zira din yetimi korumak için vardır. Zira Kur'an, "yetimlerin mallarına sakın el koymayın," diye buyurmaktadır. Geçmişte ve bugün görüyoruz ki devlet bütçesinden kar­ şılanan paralarla devlet ricali son derece lüks bir yaşam sür­ mektedir. Saraylar inşa edilmekte, lüks araçlarla, çok pahalı ve masraflı uçaklarla seyahat edilmektedir. İşte bunların hep­ si tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını yemektir. T üyü bitmemiş yetimlerin hakkını yemek ise büyük gü­ nahtır, haramdır. Hatta doğrudan doğruya dine karşı koymak, dinsel ilkele­ ri ayaklar altına almaktır. Bu suçun Kur'an'da gulül kelimesinin fiil halindeki kul­ lanımı ile ifade edildiğini görüyoruz. Gulül, aslında ken­ disine emanet edilen kamu malına ihanet etmek / çıyanlık etmek anlamında kullanılan bir tabirdir. Bu tabirin İmran Ailesi Bölümü 161. Sözde şu şekilde kullanıldığına tanık oluyoruz: Hiçbir Tanrı elçisine kamu malına yani ganimete yahut emanete çıyanlık etmek yakışmaz. Kim çı­ yanlık ederse çıyanlık ettiğiyle birlikte gelir. Sonra her can ne kazandıysa, karşılığı eksiksiz olarak öde­ nir. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar. İyilik Etme Bölümü / Maun Suresi kamu malını çarçur edenlerin yahut onu zimmetine geçirenlerin din karşıtı ol­ duklarını, dini yalanladıklarını bildiriyor. Yukarıdaki Kur'an sözünde gulül suçunun ihanet olarak nitelendiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Gulül suçu sadece yetimin hakkı üzerinden değil başka yollarla da ifade ediliyor. İyilik Etme Bölümü'ndeki sözleri irdelemeye devam ede­ lim: "Yoksulları doyurmaya yanaşmaz!" 152


Yoksulluk zenginlerin yol açhğı bir sorundur. Zira zengin­ lik hakkı ve ihtiyacı olandan fazlasını almak ve biriktirmek sonucu olmaktadır. Bu ise yoksulun hakkı olanı bir nevi gasp etmektir. Oysa İslam' da infak kavramı vardır. İnfak ihtiyacın­ dan fazlasını yoksullara dağıtmak demektir. Din, yoksullukla mücadele için vardır. Yoksulluğu yok etmeyi hedeflemeyen din, din değildir. Bu nedenle Kur' an'a göre gerçek dindar yoksullukla mücadele edip elindekini yoksullarla paylaşan, onları doyurmak için çaba gösterendir. Kim ki bunu yapmıyorsa o kesinlikle dini yani Kur'an'ı ya­ lanlamaktadır. O bir din karşıtıdır. Evet, böyle diyor İyilik Etme Bölümü / Maun Suresi... Şimdi gelelim en çarpıa söze: "Yazıklar olsun o namaz kılanlara!" Ancak bu Kur' an sözünün başında Arapça özgün halinde "fe" ifadesi vardır ki bu, takip fe'sidir. Bu durumda sözün gerçek anlamı şu şekilde olmakta: "O halde yazıklar olsun o na­ maz kılanlara!" Önceki sözlerin devamı olarak kurulan bu tümce tam ola­ rak şu anlamı yansıtıyor bize: Tüyü bitmemiş yetimin hakkını çalıp da, yoksulla­ rı doyurmaya yanaşmayıp da, kamu malını çarçur edip zimmetine geçirip de sonra namaz kılanlar var ya işte onlara yazıklar olsun! Böylesi kişiler açıkça dini / Kur'an'ı yalanlayan, inkar eden kişilerdir. Bu Kur'an sözünden esin alıp biz de kolaylıkla şu tümce­ leri kurabiliriz: Gecekondularda yaşayan milyonlarca insan varken saray­ larda, villalarda, rezidanslarda yaşayıp sonra da namaz kılan­ lara yazıklar olsun . . . Asgari ücretle geçinmeye çalışıp yarı aç yarı tok yaşayan milyonlarca insan varken tıka basa yiyen, içen ve adı duyul­ mamış yiyecek, içecek ve meyvelerle beslenen ama sonra da kalkıp namaz kılanlara yazıklar olsun . . . 153


İşe gitmek için saatlerce araç bekleyen, toplu taşımda itiş kakış bir vaziyette seyahat etmek zorunda kalan milyonlar varken, son derece lüks araçlarla ve koruma ordusuyla, fiya­ ka satarak oradan oraya gezen ama sonra da kalkıp namaz kılanlara yazıklar olsun . . . Zira onlar dini / Kur'an'ı yalanlamaktadırlar. Onların namazı iman namazı değil riya namazıdır. Onların namazı İslam namazı değil şirk namazıdır. Onların namazı tevhid namazı değil nifak namazıdır. Onların namazı ihlas namazı değil ifsat namazıdır. Evet, benzer başka tümceler de kurabiliriz. Ancak anımsatalım k i bu tümceleri kurmamız için bize esin veren Kur' an'ın ta kendisidir. Biz bu tümceleri İyilik Etme Bölümü'ndeki / Maun Suresi'ndeki sözlere bakıp da kuruyoruz. Devam edelim. . . Deniliyor ki bir sonraki sözde; "Onlar na­ mazlarında aymazlık içindedirler!" Evet, aymazlık yani gaflet. . . Niçin namaz kılınması gerek­ tiğini, nasıl namaz kılınması gerektiğini ve namazın gerçekte ne demek olduğunu bilmeyen yahut bilip de ona göre amel etmeyen herkes gaflet içindedir. Anlamını, amacını, mahiyetini bilmeden kılınan namaz gerçek bir namaz değildir. O bir şirk tapınmasıdır. Şirk ta­ pınması ise doğrudan doğruya dini/ Kur'an'ı yalanlamak­ tır. Devam edelim. . . "Onlar yaptıklarını gösteriş için yaparlar!" Evet, gösteriş yani riya münkirlerin/ dini yalanlayanların mesleğidir. Onların her eylemleri riyadır. Onlarda samimiyet aramak beyhudedir. Zira onlar bir sonraki sözde ifade edil­ diği üzere; "Kamu malının yerine ulaşmasına da engel olurlar!" Yani iyilik edilmesini / yapılmasını engellerler. İyilik öyle bir şeydir ki halkın yararınadır. Halkın yararına olmayan bir işe, eyleme iyilik denilemez. Kamu malının yeri­ ne ulaşmasını sağlamak bu bağlamda elbette iyiliktir. Kamu malının çarçur edilmesi bazen "iyilik" maskesiyle 154


de yapılabilmektedir. Sözgelimi ihtiyaç olmadığı halde kamu malı ile gösterişli mabetler inşa etmek, evsizlere ev yapmak dururken ihtişamlı camiler yapmak bu türden sahte iyilikler­ dir. Zira bu, kamuya karşı yapılan bir kötülüktür. Birincil ve acil dünyevi gereksinimler dururken insanları uhrevi umutlarla kandırmak için dine, dinsel mekanlara yatı­ rım yapmak sinsi bir din karşıtlığıdır. Bunu halkımız aslında çok güzel bir deyimle ifade etmek­ tedir: "Eve lazım olan camiye verilmez!" Cami uhrevi, ev ise dünyevidir. Bu söz önce dünya, diyen bir sözdür. Dolayısıyla önce insanların dünyevi gereksinim­ leri giderilmeli, karşılanmalıdır. Dünyevi manada yoksulluk ve ihtiyaç içerisinde olan kitleler için camiler yapmak apaçık bir din karşıtlığıdır. Gerçek şu ki, din karşıtlığının, dindarlık maskesiyle icra edilmesi kendisiyle mücadelenin en zor olduğu istismar çe­ şitlerindendir. Zira bu istismara karşı mücadele edip sinsi din karşıtlığı­ nı açığa çıkarmaya çalıştığınızda size karşı o sahte dindarlar hemen dinsizlik yaftası vurmaya yeltenip aleyhinizde akla hayale gelmeyecek propaganda yollarına başvururlar. Halkı, Kur' an ve namaz ile aldatmaya çalışırlar. Kendi din karşıtlıklarını sizi dinsiz ilan ederek gizlemeye yeltenirler. Onlar aldatıcıların en şeytani olanlarıdır. Zira onlar şeytanın evliyasıdır. Onlar Kur' an' da kendilerine hitaben; " Yazıklar olsun!" de­ nilerek en ağır biçimde yerilenlerdir. Onların yolu Hakk'ın değil İblis'in yoludur. Onlar suret-i haktan görünüp zulme alan açan ve haksızlığı hak diye takdim etmeye çalışan münafıklardır. Onlar şerlilerin en şerlisi, hayırsızların en hayırsızıdır. Onlar ki ilhamlarını Firavunlardan, Nemrutlardan alırlar. Onlar Ebu Leheblerin, Ebu Cehillerin, Ebu Süfyanların ideolojik torunlarıdır. Onlara uyan şirke düşer, inkar bataklı­ ğında debelenip durur.

155


Kur'an ile Aldatmak ve Tevbe Bölümü'ndeki Birkaç Söze İlişkin Kısa Bir Değerlendirme Tevbe Bölümü Kur' an üzerine yapılan tartışmaların oda­ ğında yer alan en önemli bölümlerden biridir. Aldatıcıların bu bölüme ilişkin görüşleri ve çıkarımları kimi zaman ib­ retlik addedilecek düzeyde dikkat çekicidir. Bu sebeple biz şimdi Tevbe Bölümü hakkında birkaç değerlendirmemizi idraklere sunmak istiyoruz. Önce bölüme dair genel bilgiler verelim ... İslam'ı Anlamak İçin Türkçe Kur'an adını verdiğimiz meal çalışmamızda biz bu Kur' an bölümüne öbür adıyla yer ver­ dik; Berae Suresi... Berae, evvelce de söylediğimiz gibi uyarı ve ültimatom an­ lamına geliyor. Buradan hareketle biz bu Kur'an bölümüne Türkçe olarak Uyarı Bölümü adını verdik Uyarı Bölümü, tümü Medine'de oluşmuş bir Kur'an bölü­ müdür. Bu nedenle Medeni diye nitelenir. Bu Kur'an bölümüne tevbe adını verenler; 117 ve 118. Söz­ lerde geçen tevbe sözcüğünden hareket ederler. Bunun yanın­ da bölümde müşrik ve münafıkların tuttukları yanlış yoldan dönerek tövbe etmelerinin gerekliliğinden söz edilmesi de bu isimle anılmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca bu bölüm, "hiçbir sorumluluk kabul edilmeyeceğine ilişkin bildiri" anlamına gelen ilk kelimesi beraetten dolayı Berae adıyla da anılmış, içeriğinde münafıklardan uzunca bahsedilerek iç yüzlerinin ortaya konulması ve taktiklerinin anlatılmasından dolayı 10'u aşkın başka isimlerle de adlandırılmıştır. Uyarı Bölümü'nün en ilginç özelliklerinden biri de başın­ da "besmele" yer almamasıdır. Kur'an'daki bütün bölümlerde besmele yani; "Bismillahirrahmanirrahiym" ifadesi başta yer alır. Bunun Türkçesi bilindiği üzere; "Esirgeyen, Bağışlayan Allah'ın Adıyla!" demektir. Uyarı Bölümü'nün başında besmele bulunmaması hak­ kında birkaç görüş vardır. Bunlardan biri; bu bölümün bir önceki bölümün devamı olduğu yani ayrı bir bölüm olmadığı için besmele olmadığı, 156


biçimindedir. Bilindiği üzere bir önceki bölüm Enfal Suresi / Ganimetler Bölümü' dür. Bir diğer görüş ise bu bölümde daha çok savaştan bahse­ dildiği, besmelenin ise rahmet ve şefkat özelliği taşıdığı do­ layısıyla bölümün içeriğiyle uyuşmadığı için besmeleye yer verilmediği şeklindedir. Bir de Hazreti Muhammed'in bir neden belirtmeksi­ zin bu bölümün başına besmele yazılması konusunda bir şey söylememiş olması dile getirilmektedir. Oysa Hazreti Muhammed'in diğer bütün Kur' an bölümlerinin başına bes­ mele yazılmasını istediği aktarılmaktadır. Şimdi bir de Uyarı Bölümü'nün içeriğine bakalım . . . 129 sözden oluşan b u Kur'an bölümünün ü ç ana ko­ nudan bahsettiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki ve en çok tartışılanı şirk dinine ve müşriklere karşı tevhid dini olan İslam'ın egemenliğinin ilan edilmesi ve bu egemenliğe kar­ şı çıkmak isteyen, bozgunculuk yapan, anlaşmalarına sadık kalmayan, Müslümanları zor durumda bırakmak için bas­ kınlar düzenleyen, pusular kuran, suikastlar tertip eden müşriklerin uyarılması, yaptıklarından vazgeçmeye çağrıl­ ması ve vazgeçmedikleri taktirde kendilerine savaş açılaca­ ğı ve etkisiz hale getirilecekleri yönünde kesin bir uyarının yapılması yani onlara ültimatom verilmesidir. Nitekim bu konu ile ilgili bazı ayetler kimi çevreler tarafından bağla­ mından ve dönemin koşullarından koparılarak saptırılma­ ya ve Hazreti Muhammed haşa katliamcı gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna ilişkin yanıtlarımızı vereceğiz. Ancak önce bu Kur' an bölümünün içeriğini oluşturan diğer iki ko­ nuyu da belirtelim . . . Münafıkların özellikleri ve müminlerin özellikleri. . . Biz b u Kur' an bölümü ile ilgili olarak özellikle Berae yani Uyarı / ültimatom kavramlarının geçtiği ilk kısma ilişkin de­ ğerlendirmemizi sunacağız. Önce uyarı yapılan / ültimatom verilen ilk 13 sözü oku­ yalım:

157


1 . Bu; Allah'tan ve elçisinden kendileriyle antlaş­ ma yapmış olduğunuz ortak koşuculara bir uyandır. 2. Yeryüzünde dört ay daha dolaşın ve bilin ki siz, Allah'ı güçsüz bırakamazsınız. Şu da bir gerçek ki, Allah inkarcıları rezil edecektir. 3. Allah ve elçisinden, Kutsal Secdelik'i büyük ziyaret gününde insanlara bir duyurudur ki, Allah ve elçisi ortak koşuculardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz bu sizin için daha iyi olur. Yüz çevirirse­ niz bilin ki, Allah'ı güçsüz bırakabilecek değilsiniz. O halde inkarcılara acıklı bir azabın müjdesini ver. 4. Fakat antlaşma yapmış olduğunuz ortak ko­ şuculardan size karşı bir eksiklik sergilemeyen ve aleyhinizde başka birine yardım etmeyenler bunun dışındadır. Artık, onlara verdiğiniz sözü belirlenen süreye kadar tam bir şekilde koruyun. Şu bir gerçek ki Allah, sakınanları sevmektedir. 5. O kutsal aylar çıktığında artık ortak koşucu­ ları, bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, kuşatın ve onların tüm geçit noktalarını tutun. Eğer tövbe eder, içtenlikle yakarıp dua eder ve yoksulun hakkı olanı verirlerse artık yollarını açın. Kesin olan şu ki, Allah acıyandır, esirgeyendir. 6. Eğer ortak koşuculardan biri sana sığınırsa sen ona güvence ver. Ta ki o, Allah'ın sözünü işit­ sin. Sonra onu, güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir toplumdur. 7. Ortak koşanların, Allah'ın ve elçisinin ya­ nında nasıl geçerli bir antlaşması olabilir? Ancak Kutsal Secdelik'in yanında antlaştıklarınız bunun dışındadır. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah, sakınanları sevmektedir. 8. Onların antlaşmasına nasıl güvenilebilir ki! Eğer üzerinizde egemenlik kurarlarsa, sizinle ilgili ne bir antlaşmaya ne de bir yemine saygı duyarlar. 158


Ağızlarıyla size hoşnutluk sunarlar, fakat kalpleri inat eder durur. Onların çoğu yoldan çıkmış kim­ selerdir. 9. Onlar ki, Allah'ın ayetlerine karşılık az bir de­ ğeri satın alırlar da böylece onun yolunu engeller­ ler. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür. 10. Onlar, bir inananla ilgili olarak akrabalık da ant­ laşma da tanımazlar. İşte onlar taşkınlık edenlerdir. 11. Eğer onlar tövbe edip içtenlikle yakarma­ yı sürdürürler ve yoksulun hakkı olanı verirlerse, artık onlar sizin, dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için biz, ayetleri böyle birer birer açıkla­ maktayız. 12. Eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, o zaman inkarın elebaşlarını öldürün. Çünkü onlar için yeminin bir değeri yoktur. Belki bu şekilde vazgeçerler. 13. Yeminlerini bozan, Tanrı elçisini sürgüne göndermeye azmeden ve savaşa ilkin kendileri başlayan bir toplumla savaşmanız gerekmez mi? Onlardan korkar mısınız? Eğer gerçekten inanıyor­ sanız kendisinden korkulmaya Allah daha layıktır. Bu çeviri bizim çevirimiz ve İslam'ı Anlamak İçin Türkçe Kur'an mealimizde yer alıyor. Burada biz namaz yerine iç­ tenlikle yakarmak, zekat vermek yerine yoksulun hakkı ola­ nı vermek, mescid-i haram yerine Kutsal Secdelik ifadelerini kullandık. Bir de hac yerine kutsal ziyaret dedik. Gerçek şu ki yukarıdaki Kur' an sözlerinin tümü bir arada düşünüldüğünde ağır bir ihanete uğrayan bir topluluğun fer­ yadı ve önlem alma refleksi teşhis edilecektir. Bu sözler; Müslümanlarla anlaşma yapıp da bu anlaşma­ yı ihlal eden, sözünde durmayan, Müslümanlara saldıran, suikast ve baskınlar düzenleyen, şirk dininin kurallarını yeniden egemen kılmaya çalışan müşriklere karşı güçlü bir uyarıdır. 159


Yalnızca 5. Söz üzerinden bir değerlendirme yapıp Kur' an'ı katliamcı ve savaşçı bir kitap olarak nitelemek hem insafsızlık hem de büyük bir çarpıtmadır. Görüleceği üzere anlaşmaya sadık kalanlara yönelik her­ hangi bir tehdit söz konusu değildir. Tam tersine onlar için koruma vardır. Diğerleri içinse tövbe çağrısı, yoksulun hakkı olanı verme, İslam'ın egemenliğini kabul etme uyarısı vardır. Saldırıya uğrayan Müslümanların kendilerini savunması gerektiği uyarısı da vardır. İfadeler arasında yer alan öldü­ rün emri de yalnızca canını alın anlamında değildir. Bu aynı zamanda etkisizleştirin demektir. Zira Kur' an' da "katl" sözü etkisiz kılma anlamına da gelmektedir. Kaldı ki bildiğimiz an­ lamda öldürme de söz konusu olabilir. Saldırıya uğrayan bir kimse yahut bir toplum saldırganlar tarafından öldürülme­ mek için öldürmek zorunda kalabilir. Bu sözlerde böylesi bir öldürmeden de bahis vardır. Okuduğumuz 13 sözün hiçbirinde bir saldırı savaşından söz edilmez. Savunma amaçlı bir savaştan söz edilir. Toplum­ ların kendilerini savunmaları en doğal haklarıdır. Bu hakkı kullanmak zorunda kaldıkları için Müslümanları suçlamak doğru olabilir mi? Elbette olamaz. Tevbe Suresi yahut diğer adıyla Berae Suresi / Uyarı Bölümü'nün verdiğimiz ayetleri üzerinden iki aldatma söz konusudur. Birisi, sözleri bağlamından ve sosyolojik koşulla­ rından koparıp çarpıtarak Kur'an'ı katliamcı gibi göstermek, diğeri ise İslam'ı egemen kılabilmek için gerekirse katliam, savaş gibi yöntemlere başvurmayı meşru göstermeye çalış­ maktır. İlkini İslam karşıtı çevreler yaparken ikincisini sözde Müs­ lüman ama özde dinci çevreler sergilemektedir. Her ikisi de aldatmadır. Her ikisi de gerçeği yansıtmamaktadır. Sözlerin öncesi ve sonrasını kırparak; "Kur'an, müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün!" diyor, katliam emri veriyor, di­ yerek iftira atmak ahlaksızlıktır. Bu ahlaksızlığı sahiplenip "kafirlere ölüm!" sloganı atan dincilik ise daha büyük bir ah­ laksızlıktır. 160


Uyarı Bölümü, Hazreti Muhammed'e Mekke'nin fethin­ den yaklaşık dört ay sonra vahyedilmiştir. Hazreti Muham­ med özellikle müşriklerle ilgili sözleri ulaştırması için; Ebu Bekir yönetiminde ilk İslami haccın ifası için Müslümanların Medine'den yola çıkmasının ardından Hazreti Ali'yi görev­ lendirmiştir. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed' e vahyedilen sözleri hac kafilesinin peşinden giderek ulaştırmıştır. Buna göre aralarında antlaşma bulunan gruplarla antlaş­ ma müddetince, diğer müşriklerle o günden itibaren dört ay süreyle barış hali devam edecek, antlaşma şartlarına uyup düşman saflarında yer alan kimselere destek vermemeleri kaydıyla müşriklere savaş açılmayacaktır. Bunun yanında putperestlikten dönüp iman eden, namaz kılıp zekat veren herkes dokunulmazlığa sahip olacak, kendi inancına bağlı kalmakla birlikte Müslümanların ülkesine -seyahat amacıyla­ girmek isteyenlere de güvence verilecektir. Bu sözlerin ardın­ dan müşriklerin Müslümanlara karşı samimi davranmadık­ ları, ahit ve antlaşma tanımadıkları belirtilir. Bununla birlikte tuttukları yoldan vazgeçip iman ettikleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi kabul ettikleri takdirde Müslümanların din kardeşleri sayılacak, fakat antlaşmaları bozup İslamiyet'e dil uzatanlara savaş açılacaktır. İslam' a saldırmadıkları sürece müşriklere karşı herhangi bir saldırının olmayacağı da apaçık bir biçimde ortaya konul­ maktadır. İslam' da savaş kuralları konusu doğru anlaşılması gere­ ken bir konudur. Zira bu konuda bir yığın yanlış yorum, yan­ lış uygulama ve yanlış inanış üretilmiştir. Bu meseleye ilişkin ayrıntılı bilgilere cihat kavramını ele aldığımız "Cihada Karşı Cihat" bölümünde yer verdik. Kur' an ile Aldatmanın Laiklik Düşmanlığı Boyutu Kur' an ile aldatanların laiklik düşmanı olduklarını gayet net bir şekilde biliyoruz. Kaldı ki onlar da bunu saklamıyor­ lar ya da eğip bükerek laikliğin içini boşaltmaya çalışıp kendi anlayışlarına zemin kazandırmak istiyorlar. 161


İşte bu sebeple laiklik ve Kur'an ilişkisi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Öncelikle laiklik sözcüğü hakkında birkaç kelam edelim. Yunanca laikos sözcüğünden gelen laik kelimesi, halktan olan, din adamları sınıfına mensup olmayan anlamını taşıyor. Laiklik ya da laisizm uzun bir mücadele tarihinin içinden ge­ len bir kavramdır. Bahda Fransız İhtilali (1789) ile ilişkilendi­ rilen laiklik, süreç içerisinde tekemmül ederek 1870'li yıllar­ dan itibaren kullanılmaya başlıyor. Bununla birlikte laisizm terimi ilk defa 1 6. yüzyılda İngiltere' de papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade et­ mek için kullanılmıştır. Avrupa' da ruhban sınıfının ve kilisenin devlet ve toplum üzerindeki otoritesine karşı bir başkaldırı hareketi olan la­ iklik, 1 9. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl boyunca son derece etkili bir politik düşünce olarak dünya siyasetine damga vur­ muştur. Siyasal egemenliğin din adamlarının elinden alınma­ sı ve doğrudan doğruya halka verilmesi demek olan laikliği tanımlama konusunda farklı yaklaşımlara tanık olabiliyoruz. Ancak yine de laiklik tanımı konusunda bir ortaklaşma söz konusudur. Buna göre laiklik; devlet yönetiminde, toplumsal yaşamda ve eğitimde herhangi bir dini, mezhebi, inancı değil aklı, bilimi ve değişen sosyal koşulları refere etmek demektir. Avrupa' da laikliğin yayılmasında 1 6. yüzyılda Protestan hareketin doğuşu çok etkili olmuştur. Katolik Kilisesi'nin egemenliğine karşı büyük bir itiraz hareketi olan Protestanlık pek çok dinsel dogmayı sarsmış ve halk nezdindeki etkisini kırmışhr. Böylece ruhban sınıfının egemenliği yerine halkın egemenliği düşüncesi öne çıkmışhr. Bu hareket daha sonra yani 1 9. yüzyılda etkisini göstermiş ve Protestan aklı laikliğe giden sürecin yollarını açmıştır. Laiklik T ürkçeye Fransızca "laicite" sözcüğünden geçmiş­ tir. Bu sözcük "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Osmanlılar bunu "ladini" sözcüğüyle ifade et­ mişlerdir. Laiklik, devlet yönetiminde herhangi bir dinin re162


ferans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız ol­ masını savunan bir düşüncedir. Yine laiklik din alanı ile dün­ ya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılmaları, birbirlerine karışmamaları anlamına gelir. Başka bir ifadeyle ise laiklik; din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demektir. Buradan hareketle ifade edelim ki Azerbaycan Türkçesin­ de laik sözcüğünün dünyevi olarak karşılanması aslında son derece isabetlidir. Nitekim Azerbaycan anayasasında devle­ tin dünyevi bir devlet olduğu vurgulanır. Laiklik meselesi her ne zaman gündeme gelse din- devlet ilişkisi ve egemenliğin kaynağı konusundaki tartışmalar, Mu­ sevilik, Hıristiyanlık ve İslam'ın egemen yorumu çerçevesin­ de ele alınmakta ve dolayısıyla tek bir dinsel anlayışı esas alan bir polemiğin içinden bakılmaktadır. Oysa bütün İbrahimi dinlerde ve özellikle de İslam' da protest bir dinsel anlayış da vardır. Bu anlayış en başta Tanrı tanımlaması ve inancı konu­ sunda dahi egemen düşünceden tümüyle ayrılmaktadır. Pro­ test yahut muhalif dinsel düşünce egemen dinsel düşüncenin aksine daha dünyevi bir mahiyet arz etmektedir. Egemen dinsel düşüncedeki "Tanrı İktidarı" yani teokrasi aslında transandantal bir Tanrı mefhumundan güç almakta­ dır. Tanrı'yı, aşkınlık kuramı çerçevesinde tasavvur eden bu anlayış, din ulemasını yahut ruhban sınıfını aşkın Tanrı'nın içkin temsilcileri biçiminde görmekte olduğundan Tanrı'nın iktidarını da ulema ve ruhban sınıfı üzerinden inşa etmek­ tedir. Dolayısıyla aslında bu anlayış ve inanışta Tanrı'nın iktidarı denilen şey ulemanın yahut ruhban sınıfının iktida­ rından başka bir şey değildir. Yani gerçekte Tanrı'nın iktidarı diye bir şey söz konusu değildir. İslam'da ruhban sınıfı yoktur söylemi, teorik planda doğ­ ru olsa da pratikte ulema denilen din adamları tam anlamıyla bir sınıf haline gelmiş ve böylece ruhban sınıfının İslam' da­ ki karşılığı olarak ulema sınıfı ortaya çıkmıştır. Ulema sınıfı halife sanlı sultanla birlikte evrenin dışındaki aşkın Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcileri olmuşlar ve onun adına egemenlik kurmuşlardır. 163


Katolik inancında Papa'nın sözü Tanrı sözü olarak nasıl görüldüyse İslam' da da ulemanın fetvaları Tanrısal kanunlar olarak telakki edilmiştir. Halife sanlı sultanlar da kendilerini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak nitelemiş oldukların­ dan onların egemenliği Tanrı'nın egemenliği gibi görülmüş­ tür. Muhalif ve protest dinsel düşünce ise aşkın Tanrı inancını reddedip evrende mündemiç yani içkin bir Allah tasavvuru­ nu savunduğundan, din ulemasının egemenliğine karşı çık­ mış; Allah'ın gerçek egemenliğinin aslında halkın egemenli­ ğinde tecelli edeceğini ileri sürmüştür. Dolayısıyla içkin Allah itikadı açısından laiklik bir nevi dine uygunluktur. Halkın ve aklın iradesi Tanrısal iradenin tecellisi addedilmiştir. Halka ve akla rağmen bir Tanrısal ira­ de söz konusu değildir. Bizim Muhammedi İslam görüşümüz de Allah'ı evrende mündemiç düşündüğünden transandantal Tanrı mefhumu­ nu ve o mefhum üzerinden geliştirilen; din ulemasının ya­ hut hulefanın egemenliğini reddetmiş, halkta ve akılda tecelli eden bir Allah'a itikatla bilimsel düşünceyi, dinsel kuralların dönemselliğini ve durağan değil devingen bir dinsel anlayı­ şı esas almıştır. Bu anlayış laiklikle örtüşen bir anlayıştır. Bu konuda Arap dil uzmanlarının laiklik kavramına Arapça kar­ şılık olarak önerdikleri "eılmaniyye - almaniyye" sözü ilim sö­ zünden türeme ve ilimcilik yani bilimcilik anlamına gelen bir ifadedir. Bizce laikliğin Arapça karşılığı olarak seçilen sözcük son derece isabetli bir seçimi yansıtmaktadır. Hazreti Muhammed'in Mekke kodamanlarına karşı baş­ lattığı mücadele de aslında bir nevi laiklik mücadelesidir. Mekke kodamanları dediğimiz Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan aslında aynı zamanda bir bakıma şirk dininin rahiple­ ri idi. Onlar da Mekke şirk dininin ruhban sınıfıydı. Onların egemenliği putların ve Allah'ın egemenliği olarak görülüyor­ du. Hazreti Muhammed'in lailahe illallah şeklindeki haykırı­ şı şirk dininin rahiplerine karşı ezilen halkta ve akılda tecelli eden Allah'ın egemenliğini ifade etmekteydi. 164


Hazreti Muhammed Mekke rahiplerine karşı şöyle diyor­ du aslında: Sizin ve putlarınızın egemenliğine karşı ezilen hal­ kın egemenliğini savunuyorum. Öte yandan aslında putlar sınıfsal ayrımların sembolik ifa­ desiydi. Putlara karşı çıkış sınıf ayrımına karşı çıkıştı. Allah'ı birlemek, halkı birlemekti. Tevhidin gerçek anlamı da buydu. İslam adına laikliğe karşı çıkış aslında Allah adına hiç hak etmedikleri halde din ulemasının egemenliğini savunmak, halkın ve aklın egemenliğini reddetmektir. Bu ise apaçık bir din karşıtlığıdır. Üstelik din adına yapılan bir din karşıtlığı. . . Bir kısım Kur' an sözlerinin tahrifi üzerine kurulu "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek!" retoriği etrafında teşekkül ettirilen İslamcı teokrasi düşüncesi, Kur'an'ın ruhuyla bağdaşmayan, Kur'an'dan onay almayan, Kur'an'a rağmen Kur'ancılık ma­ nasına gelen hayret uyandırıcı bir sapkınlıktır. Oysa şer'i dinsel hükümlerdeki dönemsellik, dinsel kural­ ların değişkenliği ve devingenliği düşüncesi, aklın özgürlüğü­ ne kapı aralayan Kur' ani' ilkelerin kılavuzluğu perspektifiyle teşhis ve tespit edilmesi gereken tarihsel, sosyal ve teolojik ger­ çeklerdir. Bu gerçeklerden kopmak tümel anlamda realiteden kopmaktır. Zaten laiklik karşıtlığı bir realite düşmanlığıdır. Kur'an ile aldatanlar, laikliği Kur'an'a muhalefet etmek biçiminde takdim etme uğraşısındadırlar. Oysa Kur'an'a mu­ halefet, aslında realiteye muhalefettir. Realite ise aklın özgür­ lüğü, bilimin inkişafı ve sosyolojik koşulların değişkenliğidir. Kur'an'ı refere ederek laikliğe karşı çıkmak ve laikliği dinsizlik olarak yansıtmaya çalışmak apaçık bir inançsal körlüktür. Bu körlük Kur'an'ı tarihin getirdiği bir takım ka­ bullerin / önyargıların tasallutu altında değerlendirme çar­ pıklığından neşet etmektedir. Ulemayı ve hulefayı dinden addeden ve dini onlarsız düşünemeyen çarpık inanış; dini, yaşamın devingenliği karşısında durağanlığa hapsetmeye çalışmaktadır. 165


Konuyu sonlandırırken belirtelim ki kitleleri Kur' an ile aldatanlar, laikliği dejenere etmeyi de önemli gündem mad­ deleri olarak görmektedirler. Bu dejenerasyonun göstergesi, laikliği tanımlarken onu sadece din ve inanç özgürlüğü nok­ tasına indirgemek istemeleridir. Oysa laiklik, din ve inanç özgürlüğü demek değildir. Din ve inanç özgürlüğü laikliğin unsurlarından sadece biridir. Lakin ana unsurlarından değil tali unsurlarındandır. Laiklikte temel; din ve inancın devlet yönetimi, eğitim ve toplumsal yaşamda referans olmamasıdır. Zira maksat din­ den güç alan din ulemasının / ruhban sınıfının egemenliğine mani olmaktır. Gerçek şu ki, Kur'an, din ulemasının da, ondan güç alan halife sanlı sultanların da egemenliğine temelden karşıdır. Zira Kur' an, aklı, adaleti, liyakati, şurayı, meşvereti ve masla­ hatı esas alır. Ve Kur' an bildirir ki hükümler zamanlara göre tegayyür eder. Çünkü Kur'an'a göre; " ...Her zamanın bir hük­ mü vardır!" [Gök Gürültüsü Bölümü 38. Söz] O halde Kur' an ile aldatanların laiklik düşmanlığının hiç­ bir Kur' ani dayanağının olmadığını onların yüzüne çarpmak her gerçek Kur'an mümininin vazifesidir. Vazifemizi yapmaya devam edeceğiz. Kur'an ile Aldatmanın Atatürk Düşmanlığı Boyutu Kur' an ile aldatmayı meslek edinmiş olanlar istisnasız bir biçimde Atatürk düşmanlığı noktasında da yekvücutturlar. Onlara göre Atatürk bir din düşmanıdır, dinsizdir. Peki, neden böyle düşünüyorlar? Çünkü onlara göre Atatürk az zamanda yaptığı çok ve bü­ yük işlerle İslam'ı tahrip etmiştir. Ne yapmıştır Atatürk? Her şeyden önce emperyalist işgal kuvvetlerini Ana­ dolu'dan söküp atmıştır. Göktürklerin ardından yaklaşık 1300 yıl sonra tarihte ikinci kez Türk adıyla kurulmuş bir devlet olan Bağımsız Türkiye'yi tüm dünyaya ilan etmiştir. 166


Saltanatı kaldırmıştır. Halifeliği kaldırmıştır. Cumhuriyet'i kurmuştur. Tekke ve zaviyeleri kapatmıştır. Yazı devrimi yapıp Arap harflerini yasaklamıştır. Okuma yazma seferberliği ile cehalete karşı savaşta büyük bir devrim gerçekleştirmiştir. Uluslararası ölçü ve tartı esaslarını almıştır. Güneş takvimini esas alan takvim düzenlemesi yapmış, hafta tatilini cumadan pazara almıştır. Şeriat yasalarını kaldırmıştır. Kadınları erkeklerle hukuken eşit hale getirmiştir. Seyitlik, şeyhlik gibi unvanları yasaklamıştır. Büyücülüğü, üfürükçülüğü, muskacılığı da yasaklamıştır. Giyim kuşam devrimi yapmıştır. Ümmet kimliği yerine modern Türk ulusu kimliğini inşa etmiştir. Türk dilini sadeleştirmiştir. Kur' an'ı Türkçeye çevirtmiş ve tefsirini yaptırmıştır. Hadis kitaplarını da Türkçeye çevirtmiştir. Okullar, fabrikalar yapmıştır. Yollar, köprüler, demiryolları yapmıştır. Hastalıktan kırılan Anadolu insanını tedavi için hastaneler inşa etmiştir. Türk tarımını modernize etmiştir. Hayvancılığı ayağa kaldırmıştır. Sanayide dev adımlar atmıştır. Limanlarımızı, denizlerimizi millileştirmiştir. Bitmek bilmeyen savaşların ardından yorgun ve bitkin düşmüş olan bir halkın özgü venini yeniden ayağa kaldırmış­ tır. "Yurtta barış dünyada barış" diyerek memleketimizin çev­ resini bir barış bölgesi haline getirmiştir. Peki, bunların nesi dine aykırıdır, nesi İslam'a terstir? Açıklıkla ifade edelim ki bunların hiçbiri İslam'a yani bizim deyimimizle Muhammedi İslam'a ters veya aykırı değildir. 167


Ama bunlar aldatıcıların kafasındaki dine ters ve aykırıdır. Peki, nedir aldatıcıların kafasındaki din yahut dinsel anlayış? Onu da açıklıkla belirtelim: Emevi Müslümanlığı yahut Emevi İslam' ı! Şimdi yukarıda tek tek yazdığımız hususlara ilişkin açık­ lamalarımızı yapalım. Büyük Atatürk son üç yüz yıldır Batı'ya karşı sürekli ge­ rileyen İslam dünyasında emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı verip bu savaşı zafere taşıyan ilk liderdir. Nitekim bu gerçeği teşhis eden pek çok siyasi önder Atatürk'ü övmekten geri durmamıştır. Bunlar arasında yer alan Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Muhammed Ali Cinnah; ölümünün ardından Atatürk için şunları söylemiştir: Atatürk, modern İslam dünyasındaki en büyük Müslüman' d1 Ve ben eminim ki bütün İslam dün­ yası onun ölümünü derinden hissedecektir. Muhammed Ali Cinnah; 1 938 yılında Hint Müslümanları­ nın ve Pakistan' ın milli şairi kabul edilen Muhammed İkbal' in ve büyük Atatürk'ün ölümü üzerine bir başka konuşmasında ise şöyle demiştir: ... Aramızdan ayrılan başka bir şahsiyet, dün­ ya çapında tanınan devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Onun ölümü, İslam Dünyası için büyük bir kayıptır. O, Müslüman Doğu'nun ileri gelen bir şahsiyetiydi. O, İran'da, Afganistan' da, Mısır' da ve tabii ki, Türkiye' deki nüfuzu ile Müs­ lümanların nelere kadir olduğunu göstermiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün şahsında İslam dünya­ sı büyük bir kahramanını kaybetıniştir. Önlerinde böylesine ilham veren bir örnek dururken Hint Müslümanları bataklıkta kalmaya devam mı ede­ ceklerdir? 168


Büyük Atatürk'ün ulusal kurtuluş mücadelemizdeki des­ tansı önderliği Muhammed İkbal'i de derinden etkilemiştir. Muhammed İkbal, "Mustafa Kemal Paşa'ya Sesleniş" adlı şiirin­ de Atatürk için şu dizeleri yazmıştır: Bir millet var, biz onun varlığıyla ulaştık İlahi kanunların gizli gerçeklerine Bir bakışla yön verdi bizlere, dağlan aştı Dünya güneşi olduk bir kıvılcım yerine Koş Mustafa Kemal koş atın çatlayana dek Bizi tedbir mat etti, sana tedbir ne gerek? Muhammed İkbal gibi Bangladeş'in milli şairi kabul edilen Gazi Nazrul İslam'ın da "Kemal Paşa" adını verdiği meşhur bir şiiri vardır. Şiir 258 mısradan oluşur ve 1921'de Kalküta' da yayımlanır. Büyük Atatürk'ün emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi destansı bir şekilde anlatan şiir bütün Bangladeş halkı arasında meşhur olur. Bengal dilin­ de yazılan bu şiir Bengal edebiyatının da önemli unsurları arasında yer almaktadır. Şiiri yazdığında Gazi Nazrul İslam henüz 22 yaşındadır. Üstelik şiirin yazıldığı 1921 tarihinde henüz Türkiye' de bile Atatürk için bir methiye yazılmış de­ ğildir. Bengalce yazılan destansı şiirin girişinden bir bölümün Türkçesi şöyledir: Bir sonbahar akşamüstüdür. Gökler Kerbela'ya dökülen kan renginde kırmız1 O günkü çarpışmalarda Yunan ordusu tamamen yok edilmiş. Askerlerinin çoğu savaş alanında cansız yalıyor. Geriye kalanlar canlarını kurtarmak için kaçıyorlar. Türk ordusunun asil, cesur ve muzaffer Baş­ komutanı Kemal Paşa savaş meydanlarından karargahına dönmektedir. Etrafını çevreleyen askerlerin zafer şarkıları yeri 169


göğü sarsıyor. Her biri, ya yaralı, ya da şehit bir arkadaşını sırtın­ da, omzunda taşıyor. Aslında kendi üniformaları da kan ve vücutları yara bere içinde. Umursamıyorlar bile bu hallerini. Zaferin verdiği coşku onlara tüm yorgunluklarını unutturmuş. Dimdik tuttukları sancak ve kan rengine dönüş­ müş süngüleri ile zaman zaman omuzlarında taşıdıkları Kemal Paşa ile ve söyledikleri şarkılarla yeri göğü inleterek yürüyorlar. Kabaran bir denizin coşkun sesini andıran zafer şarkıları her yerde yankılanıyor. Bu zafer şöleninin ve durmayan davulların sesleri çok uzaklardan duyulabiliyor. Sevinç gözyaşları durmak bilmiyor. Çavuş askerle­ ri yürüyüş düzenine hazırlıyor. Muzaffer ve mağ­ rur gaziler ağır ağır bir şarkıya başlıyorlar: Ey kahırlı ananın yiğit oğlu Kemal Kardeş! Kararlıydı, kararlı ve kızgın Düşman siperlerinde bir telaş bir bozgun Canını kurtarmak beyhude oyun Harikalar yarattın sen Kemal, harikalar Harikalar yarattın sen Kemal Kardeş, harikalar...20 Mustafa Kemal hayranlığı aslında İslam dünyasında­ ki bütün ilerici Müslüman a ydınlar arasında yayılmıştı. Buna ilişkin binlerce örnek sunmak m ümkündür. Aynı zamanda Müslüman siyasetçiler arasında da Atatürk hay­ ranlığı ve onu örnek alma temayülü çok güçlü idi. Söz­ gelimi bunlardan biri modern Tunus'un kurucusu Habib Burgiba' dır. 20 Büyükelçi Özcan Davaz'ın 4 Haziran 1999 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan makalesinden alınmıştır. 170


Bütün siyasi analistler Habib Burgiba'nın modern Tunus'u inşa ederken Atatürk devrimlerini ve dolayısıyla Atatürk'ü örnek aldığını belirtiyor. Bunu Tunuslu aydınlar da daima dile getiriyor. İslam dünyasında Mısır' dan İran' a, Cezayir' den Afga­ nistan'a kadar hemen hemen her coğrafyada aydınlar ve ile­ rici siyasetçiler tarafından Atatürk devrimleri gıpta ile izlen­ miştir. Ne var ki kendileri aynı devrimleri yapmak isteseler de başarılı olamamışlardır. Özetle ifade edelim ki, Atatürk Müslüman Doğu'nun öz­ gürlük sembolü ve önderidir. Böylesi bir kişiliğe düşmanlık elbette ki İslam'a dostluk olarak telakki edilemez. Atatürk'e düşmanlığın bir diğer sebebi de aslında T ürk kimliğine düşmanlıktır. Atatürk düşmanlarının T ürk kimli­ ği yerine ümmet kimliği yandaşı oldukları malumdur. Onlar T ürklüğü günah görecek kadar bu ulusa yabancıdırlar. Zira onlar ümmet kimliği altında Araplaşmayı ve böylece daha iyi Müslüman olmayı savunurlar. Onlara göre Araplığa ait ne varsa İslam'ındır. O halde Araplaşmak Müslümanlaş­ maktır. Bu konuda Abdurrahman Kevakibi (ölm. 1902) adlı Halepli yazarın görüşlerine daha evvel de yer vermiştik O, Ümmü 'l- Kura adlı kitabında, "Araplık ve İslamlık birbirin­ den ayrılamaz" demektedir. "T ürklerin gerçekten Müslü­ man olabilmesi için Araplaşmaları gerekir," diyecek kadar T ürklüğe düşmandır. Üstelik kendisi de ırken Türk'tür. Ne var ki ümmetçi ideoloji onu Araplaştırmıştır. Atatürk'ün Göktürk Devleti'nden 1300 yıl sonra T ürk adıyla bir devlet kurması Türkleri Araplaştırmak isteyen üm­ metçilere ağır bir darbe vurmuştur. Bu darbenin altında halen ezim ezim ezilmekte ve hınç duygusuyla Atatürk düşmanlı­ ğını körüklemeye devam etmektedirler. Atatürk'ü din karşıtı ve dinsiz gibi göstermeye çalışmalarının en büyük nedenle­ rinden biri de budur. Atatürk düşmanları tarihten bahis açtıklarında bin yıllık tarihimiz retoriğini kullanırlar. Zira onların tarihi T ürklerin Müslümanlaşma tarihi ile başlıyor. Onlara göre İslam' dan 171


öncesi yok hükmündedir. Oysa Atatürk; "Türkler İslam'dan önce de büyük millet idi!" diyecek kadar T ürk kimliğine can­ dan bağlı bir büyük kahramandır. Atatürk düşmanlığı üzerinden Türk düşmanlığı yürüten ve ümmetçilik adı alhnda bütün Müslüman ulusları Araplaş­ hrmak isteyenler Odalar Bölümü 13. Sözdeki ifadelere rağmen bu sapkın yönelimlerini Kur' an ile aldatarak devam ettiriyorlar. Ne diyor Odalar Bölümü 13. Söz? Ey insanlar, gerçek şu ki biz, sizi bir erkekle bir dişi­ den yarattık Ve birbirinizle tanışmanız için sizi mil­ letlere ve kabilelere ayırdık Elbette ki Allah yanın­ da en değerli olanınız, ondan en çok sakınanınızdır. Kuşkusuz Allah gereğince bilendir ve her şeyden haberi olandır. Kur' an insanların milletlere ayrılmasını ilahi bir düzenle­ me olarak belirtirken ümmetçiler bütün Müslümanları Arap­ laştırmayı adeta Kur' ani bir emirmiş gibi kabul ettirmeye ça­ lışıyorlar. Çoğu kez bunu dolaylı olarak yapmaktalar. Açıkça söylemezler ki kimse uyanmasın. Yalnızca şöyle derler: Arapça bütün Müslümanların ortak dilidir. Pey­ gamberimiz Arap'tır, Araplar Allah'ın son vahyine muhatap olan bir halktır. Bunları duyan gayri Arap samimi ve cahil bir Müslüman'ın Araplığa arzu duymaması mümkün müdür? Bu söylemler Araplaştırmayı amaçlayan söylemlerdir. Nitekim Atatürk düşmanları da Atatürk'ü kutsal Arap harflerini yasaklayan dolayısıyla ümmete ihanet eden biri olarak takdim etme gayretindedirler. Onlara göre Arap kültürü yerine T ürk kül­ türünü savunmak İslam düşmanlığıdır. Zira onlar Araplıkla İslam'ı bir görme sapkınlığının faillerindendir. Atatürk düşmanlığının sebeplerinden biri de saltanatçı­ lıktır. Sultanlığın kaldırılıp Cumhuriyet yönetimine geçilme172


si Atatürk'e düşmanlığın en ilginç gerekçelerinden biridir. Zira sağduyu sahibi hiçbir Müslüman'ın saltanatçı olması imkansızdır. İslam'da sultanlık yoktur. İslam sultanlığı değil sosyal mukaveleyi yani biatı, şurayı ve meşvereti esas alan bir dindir. Kur'an'da apaçık bir biçimde Müslümanların arala­ rında sürekli istişare eden bir topluluk olması gerektiğinden bahsedilir. Nitekim Danışma Bölümü 38. Sözde bu, çok net bir şekilde ifade edilmektedir: Onların işleri aralarında şura iledir. Biliyoruz ki İslam tarihinde halife sanlı sultanların ege­ menliği söz konusudur. Bu konuda yalnızca birkaç ismi is­ tisna edebiliriz. Kendilerine halife diyen sözde İslam sultan­ ları Kur'an'ın açık beyanlarına rağmen tek adam yönetimini tercih etmişler, yeryüzünde Allah adına hüküm sürdüklerini söylemekten de imtina etmemişlerdir. İslam'da kulluk yalnızca Allah'adır. Oysa yüzlerce yıl hü­ küm süren sultanlar tebaalarına "kul" muamelesi yapmışlar ve hatta onlara "kullarım!" diye seslenmişlerdir. Atatürk önderliğinde kurulan Cumhuriyet idaresinde ise kulluk kavramı yerine yurttaşlık kavramı esas alınmış ve kul­ luk yalnızca Allah'a özgülenmiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet'i savunmak aslında İslami olanı savunmaktır. Saltanatçılığı sa­ vunmak ise hiçbir bakımdan dinden onay alır bir tavır değil­ dir. Sultanların İslam' a hizmet ettikleri iddiası ise son derece gülünçtür. Kendisi İslam'a aykırı olan bir kurumun İslam'a hizmet için kullanıldığını söylemek abesle iştigalden başka bir şey değildir. Gelelim halifelik meselesine ... Malumunuz önce saltanat kaldırıldı ama halifeliğe doku­ nulmadı. Sultanın iki vasfı vardı. Biri sultanlık diğeri ise ha­ lifelik. .. Önce bu iki vasıf ayrıldı. Sultanlık açıkça ilga edildi. Fakat halifelik sembolik olarak da olsa devam etti. Halife bir süre sonra fiilen sultanlık da yapmaya kalkışınca halifeliğin de kaldırılışı için zemin oluştu. 173


Halifeliği sultanlıktan ayrı düşünmek aslında pek isa­ betli bir düşünüş olmamakla birlikte dönemin koşulları ge­ reği böyle davranıldığını tahmin edebiliyoruz. Her halife, sultan idi. Her sultan da yönetimi altındakilerin bir nevi halifesi idi. Sultanlık ve halifelik İslam tarihinde sanki ayrı makamlar imiş gibi gösterilmeye çalışılsa da gerçekte böyle değildir. Evet, bazı dönemler halife ayrı sulta ayrı idi. Ama o dönemlerde halife unvanlı şahıslar bazı sultanların kuklası konumuna düşmüşlerdi. Gerçek şu ki o halifelerin halifeliği göstermelik ve sembolik olmaktan öteye gidemeyen uyduruk halifeliklerdi. Öte yandan egemen İslam düşüncesi ve inancında bir kimsenin halife olabilmesi için kesinlikle Kureyş soyundan gelmesi gerekir. Kureyş'ten olmayan halife de olamaz. Biz bu konuyu İslam Bu kitabımızda, "Türk'ten Halife Olmaz!" başlıklı yazımızda genişçe ele almıştık. Halifenin Kureyşiliği meselesi, Osmanlı sultanlarının hali­ feliğini de geçersiz kılmaktadır. Nitekim Arap Müslümanların nezdinde Osmanlı sultanlarının halifeliği sahih görülmemiş­ tir. Öte yandan İslam dünyasının yaklaşık % 17-lS'ini oluştu­ ran Şii Müslümanlar da halifelik kurumunu kabul etmezler. Onlar hilafeti değil imameti savunurlar ki imamet de On İki İmam denilen Hazreti Ali soyuna mensup kişilere aittir. Do­ layısıyla Atatürk'ün kaldırdığı yahut daha doğru bir ifadeyle halifenin yetkileri meclisin yetkilerinde mündemiçtir denile­ rek ilga ettiği halifelik kurumu hiçbir zaman Müslümanların birliğini sağlayabilmiş değildir. Kimi dönemler baskı ve zor­ la; kitleler ezilmek suretiyle halife sanlı sultanlara itaat ettiril­ mişse de özellikle Emevilerle birlikte hiçbir zaman halifenin etrafında gönüllü bir birleşme söz konusu olmamıştır. Halifelik Müslüman kitlelerin belleğinde bazı zamanlar zulümle, katliamla, işkenceyle yer bulmuş bir kurumdur. Söz­ gelimi, Kerbela faciası dahi bu kurum yüzünden yaşanmıştır. Halifeliği, Müslümanların birliğinin sembolü olarak gör­ mek ve bu kurumu dinsel bir kurum olarak nitelemek kesin­ likle İslam'a aykırıdır. Zira İslam' da böyle bir kurum yoktur. 174


Halifeliğin kaldırılışını İslami bir kurumun kaldırılışı gibi telakki etmek Kur' an ve İslam konusundaki cehaletin zirve yapmasıdır. İslam meşveret dinidir. Meşveret dininde sultan yahut halife söz konusu olamaz. İlk dönem Müslümanlar bu kavram yerine "Emir 'ul- Müminiyn" kavramını kullanmışlar­ dır. Bu da aslında bir nevi devlet başkanlığı kurumuna denk düşmektedir. Emir'ul- Müminiyn unvanlı devlet başkanları Hazreti Muhammed'in ardından geldikleri için onlara bir sıfat ol­ mak üzere halife denmişse de halifelik o kurumun asli ve gerçek adı olmuş değildi. Bu sıfat Emevilerle birlikte sıfat olmak yerine devlet başkanlığı kurumunun adı haline ge­ tirilmiştir. Üstelik arhk bu kavram Hazreti Muhammed'in ardından gelen kişiyi nitelemek yerine doğrudan doğruya Allah'ın ardından gelen kişi gibi bir anlama büründürülmüş ve Muaviye ile birlikte "Halifetullah" ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Halifelik konusunda çok şey yazmak mümkündür. Lakin biz sözü boş yere uzatmamak niyetindeyiz. Bu konuda biz son sözü, en doğru değerlendirmelerden birini yapan büyük İslam mütefekkiri merhum Muhammed İkbal'e bırakalım. Merhum İkbal'in oğlu Cavit İkbal, babasının bu konudaki görüşlerini bir söyleşide şöyle açıklıyor: .. . Babam, Mustafa Kemal'in yaphğı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp Millet Meclisi'ne devre­ dilmesi olarak görüyordu. Bu sistemde Meclis arhk halife hükmündedir. Ulema sözlerinin üstünde­ ki içtihat gücünün, hilafet makamından alınarak Meclis' e verilmesi, İkbal'e göre çok yeni bir olgu­ dur. Babamın Mustafa Kemal'i çok sevmesinin bir sebebi de budur... 21 Cavit İkbal, babasının görüşlerini açıklarken devamla şöy­ le diyor: 21 Muhammed İkbal'in Atatürk'e Bakışı, Yurt Gazetesi, 14 Kasım 2013. 175


İkbal'in zihnindeki devlette demokrasi olmalıy­ dı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı. İkbal, bunların İslam' da esasen var olduğu kanaatinde idi. Bu konudan söz edildiğinde "Reform yap­ mıyorum, İslamiyet'i özüne çeviriyorum" derdi. İkbal'e göre, laiklik de İslam'ın özünde vardı. Bana kalırsa, İslam' da hukukun üstünlüğünün kanıtı Kur' an' dır ve Peygamber bile hukukun üstünlüğüne tabidir. Babam, bütün örfi hukukun içtihatla değişime tabi olması gerektiğini düşünü­ yordu. Özellikle kadının durumuna vurgu yapı­ yordu. Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ile Cumhuriyet'in ila­ nı birbirleriyle bağlantılı konulardır. Bu nedenle Cumhuriyet için ayrıca derinlikli bir izaha başvurmayacağım. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki büyük Atatürk'ün Cumhuriyeti ile Hazreti Muhammed'in Medine Sözleşmesi arasında içerik ve anlam olarak büyük bir bağ vardır. Medine Sözleşmesi, dinine, ırkına, kabilesine bakmadan bütün Medinelileri tek bir üst kimlikte buluşturuyor ve Me­ dineliliği bir nevi yurttaşlık kimliği olarak inşa ediyordu. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i de bütün Türkiye hal­ kını dinine, mezhebine, etnik kökenine bakmadan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı üst kimliği altında buluşturmuş ve modern yurttaşlığı inşa etmiştir. Bu yurttaşlık kimliği Türk ulusunun temelini oluşturmuştur. Nitekim büyük Atatürk; "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir" demiştir. Cumhuriyet yönetiminde yöneticiler sultanlıkta yahut saltanata dönüşen hilafette olduğu gibi soydan gelmezler. Halkın seçimi sonucunu yönetici olurlar. Yani Cumhuriyet'te halkın istenci / iradesi esastır. Gelelim tekke ve zaviyelerin kapatılması konusuna . . . Tekke v e zaviyelerin kapatılmasını din karşıtlığı olarak görmek yahut göstermek tam bir aymazlık halidir. Zira tekke 176


ve zaviyelerin herhangi bir İslami dayanağı bulunmamakta­ dır. Dinsel ve kültürel tarihimiz içinde vücut bulan ve bir za­ manlar bir eğitim ve dayanışma kurumu olarak işlev gören tekke ve zaviyeler zamanla işlevini yitirmiş ve yozlaşmıştır. Bu gerçeği dile getiren Kuşadalı İbrahim Efendi 19. yüz­ yılda tekkelere karşı görüşleriyle öne çıkmış en önemli muta­ savvıflardandır. Onun hakkında merhum Yaşar Nuri Öztürk şöyle diyor: ... Kuşadalı, Osmanlı saltanat çevrelerince de irfan ve din çevrelerince de Ariflerin kutbu, kutsal gö­ nüllü mürşit gibi unvanlarla anılmış ve 19. yüzyıl tasavvuf hayatının tartışmasız önderi kabul edilmiş bir büyük insandır. Bu Kuşadalı İbrahim Halveti, Atatürk'ten yüz küsur sene önce, tekkelerden söz ederken şu mealde konuşuyor: "Tekkelerde artık ha­ yır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlar­ dan artık insanlığa da, İslam 'a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler." Onların yerine neyin konulması lazım? Kuşada­ lı buna da cevap vermiştir: "Yeryüzünü bir tekke hali­ ne getirmek ve bütün yeryüzünde insanlığın hizmetinde faaliyet göstermek lazımdır. Zaten Hazreti Peygamber'in de bize bıraktığı budur. Evaile dönmek yani ilk zamana, özgün İslam'a dönmek lazımdır." Şimdi sormak lazım: Tekkeleri, şu sözlerin sahi­ bi Kuşadalı mı kapattı, Atatürk mü? Gerçekte Ku­ şadalı kapattı, Atatürk bu işin resmi tescilini yaptı.22 Tekke ve zaviyelerin kapatılması noktasında bardağı taşı­ ran son damla bildiğimiz üzere Şeyh Sait ayaklanması olmuş­ tur. 1925'te Şeyh Sait'in elebaşılığında Doğu ve Güneydoğu' da başlayan ayaklanmada tekke ve zaviyelerin rolü büyüktür. Bu ayaklanma Cumhuriyet'e karşı halifeliği ve şeriatı savunmak için yapılmıştır. Yani tekke ve zaviyelerden ayrıca bölgedeki 22 Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, s.158- 159. 177


medreselerden büyük destek alan hatta oralarda başlayan bu ayaklanma tarihte, Emevi' dinciliğinin en gerici yüzlerinden biri olarak yer almışhr. Ayaklanma bastırılıp denetim yeniden sağlandıktan son­ ra 1925'te 677 sayılı "Tekke, Zaviye ve Türbelerin Seddine, Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun" ile tekkeler kapatılmış ve onlarla ilişkili bir kısım un­ vanların kullanımı da yasaklanmışhr. Büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi akıl ve bilim dışı sapkınlıklarla mücadele edilmiş, uygar ve ileri bir toplum olma yolunda büyük adımlar atılmıştır. 677 sayılı yasa aslında bir başka açıdan T ürkiye'de cema­ at ve tarikatların da kapatılması, faaliyetlerinin engellenmesi sonucunu doğurdu. Bu son derece doğru ve isabetli bir dü­ zenlemeydi. Cemaat cemaat, tarikat tarikat bölünmüş bir top­ lumun medeni / uygar bir toplum olduğu ileri sürülebilir mi? Elbette sürülemez. Büyük Atatürk'ün bu konudaki meşhur sözü hala kulak­ larımızdadır: Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. Gericiler ne derse desin şu bir gerçek ki büyük Atatürk, Kur'an'ı Türkçeye çevirterek ve tefsirini yaphrarak gerçek Müslümanlığın yolunu açan, Muhammedi' İslam inananın yeniden inşası için uygun ortamın oluşmasını sağlayan bü­ yük bir devrimcidir. Atatürk, din konusundaki bir yığın hura­ fenin teşhis ve tespiti için de hadis derlemelerini T ürkçeye çe­ virtmiştir. Bu amaçla "Buhari Tercüme ve Şerhi" yaptırılmıştır. Atatürk'e din üzerinden ve Kur'an ile aldatma yoluna başvurarak düşmanlık edenlerin mizacını ortaya koyması ba­ kımından merhum Yaşar Nuri hocanın şu sözleri gerçekten manidardır:

178


Kendi idrak ve bilgi çaplarını büyütemeyenler, İs­ lam ile uyuşmak için onu küçültmek zorunda kaldı­ lar. Ama işin böyle olduğunu itiraf haysiyetini gös­ teremediklerinden, eksiklerini, dinin yüceliklerini kirleterek kapatma yoluna gittiler.23 Atatürk'teki derin bilgi birikimini idrak edemeyenler kendi sığ düşünceleri çerçevesinde onun devrimlerini din karşıtlığı ile itham ettiler. Oysa büyük Atatürk Muhammedi İslam yolunda çığır açan işlere imza atmıştır. Ona düşmanlık edenler gerçek­ ten sığ düşünceli, sığ inançlı, sığ amelli kimselerdir. Bu kimseler kendi sığlıklarına İslam'ı da çekmeye çalışmaktadırlar. Oysa İs­ lam derin düşüncelerin, yüce inançların, ulvi hedeflerin dinidir. Onu 7. yahut 8. asra ve Arap çöllerine hapsetmek isteyenlerin büyük devrimci Atatürk'ü anlamaları olanaksızdır. Atatürk düşmanlığı tek kelimeyle yobazlıktır. Peki, yobaz­ lık nedir? Yobazlık İslam'ı daraltmaktır. Evet, gerçekten böyledir. Ni­ tekim bu gerçeği Tatar bilgin Musa Carullah (ölm. 1949) şöyle ifadeye koymaktadır: Öz gönüllerini genişletemeyenler, İslamiyet'i da­ raltmaktan korkmadılar. Ahval-i siyasiye de buna müsaade etti. Merhum Yaşar Nuri Öztürk de Carullah'ın sözlerinden yola çıkarak yobazlığı şöyle tanımlıyor: Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dini yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur.24 Atatürk, gönlü büyük, idraki büyük, bakışı büyük bir dahidir. Dolayısıyla onun İslam konusundaki görüşleri de bu büyüklükle paralel bir biçimde idi. Onun görüşlerini yobazların 23 Yaşar Nuri Öztürk, age, s.165. 24 Yaşar Nuri Öztürk, age, s.164.

179


sığ fikirleriyle kıyas etmek büyük bir haksızlık olacaktır. Bu ne­ denle ona yöneltilen din karşıtlığı ithamı zavallıca bir ithamdır. Ona din karşıtı demenin Ebu Cehil'in Hazreti Muhammed'i dinsizlikle suçlamasından farklı bir yanı yoktur. Atatürk, yobazı yakamızdan düşürecek elin, Kur 'an'ın eli olduğunu biliyordu. Bu sebepledir ki o, dini Kur' an, Kur 'an'ı da din yapmak istedi. Bir kez daha belirtelim ki, Türk insanı­ nın kutsal kitabı kendi dilinde okumasını ve dolayısıyla anla­ masını sağlamak için Kur 'an'ı Türkçeye çevirtti. Bu, emsalsiz bir devrimdir. Bu devrimden rahatsız olanlar aslında Kur 'an ile aldatmaya çalışanların ta kendileridir. Onlar kitleleri Kur'an ile aldatabilmek için onun anlaşılmaz kalmasını iste­ diler. Kur' an'ı kendi heva ve hevesleri doğrultusunda eğip bükebilmek için Arap dilinde kalmasını özellikle yeğlediler. Ne var ki Atatürk onların bu habis oyunlarını bozdu ve bozmaya da devam ediyor. Atatürk' e yönelik din karşıtlığı ithamının nedenleri arasın­ da gösterilen birkaç hususa daha değinmek istiyoruz. Bunlar; giyim kuşam devrimi, hafta tatili ve takvim meselesi, bir de dil devrimidir. Önce giyim kuşam konusundan başlayalım ... İslam'd a dini kıyafet diye bir şey yoktur. İslam kıyafet konusunda temizliği ve örfe uygunluğu önemser. Bir başka ifadeyle İslam'da dinsel kisve söz konusu değildir. Ne var ki zamanla bu konuda da bir yığın hurafe devreye sokulmuştur. Sarığı, cübbeyi, şalvarı dini kıyafet diye takdim edenler İslam'ı şekilciliğe boğanlardır. Bunların hiçbirinin İslamilikle ilgisi yoktur. Bunlar tümüyle kültürel unsurlardır. Her top­ lumun kendi kültürel kimliği çerçevesinde bir giyim kuşam biçimi vardır. Hazreti Muhammed de içinde yaşadığı Arap toplumunun gelenekleri doğrultusunda giyinip kuşanmıştır. Sözün özü Ebu Cehil ile Hazreti Muhammed'in giyim kuşamı aynıydı. Zira ikisi de Arap'tı. Bu örnek aslında me­ selenin halli noktasında kafidir. Lakin maksat İslam değil de Araplaşmak olunca dinci, ümmetçi güruh İslami kisve diye bir şey tutturuyor. İslam şekil, şemal dini değil öz ve mana 180


dinidir. Giyim kuşamdaki öz ve mana ise temizlik ve örfe uy­ gunluktur. Büyük Atatürk' ün gerçekleştirdiği giyim kuşam devrimin­ de medeni toplumların evrensel bir kimlikle ürettikleri giyim kuşam biçimi esas alınmıştır. Şapka, ceket, pantolon bütün dünyanın giydiği kıyafetlerdendir. Bu kıyafetleri bir topluma mal etmek mümkün değildir. Uygar toplumların bu konuda öncü oldukları malumdur. Türk toplumu da Atatürk'le birlik­ te giyim kuşam konusunda uygar toplumları örnek almıştır. Sözgelimi, şapkaya gavur giysisi demek saçmadır. Zira bili­ yoruz ki şapkadan önce giyilen fes de aynı şekilde tepkiyle karşılanmıştı. Fese gösterilen tepkiler bu sefer şapkaya göste­ rildi. Kıyafet konusundaki yenilenme ve değişim bütün top­ lumların geçirdiği bir süreçtir. Batı toplumları da üç yüz yıl önceki gibi giyinmiyor artık. Türk toplumunun da böylesi bir değişim ve dönüşüm geçirmesi tabiidir. Bunun, dinle, imanla bir ilgisi yoktur. Fötr şapkayı Yahudi kıyafeti deyip karşı çıkanların bir Ya­ hudi ve Hıristiyan kıyafeti olarak bilinen kara çarşafa sahip çıkmaları ise gerçekten büyük bir çelişkidir. Malum olduğu üzere Hıristiyan rahibeler kara çarşafa benzer bir kıyafet giy­ mektedirler. Öte yandan şapka giymedikleri için bazı kimselerin idam edildikleri yönündeki iddialar ise tümüyle yalandır. Vatana ihanetten idam edilenleri şapka giymemekten dolayı idam edilmiş gibi göstermek kesinlikle haksızlık, ahlaksızlık ve vicdansızlıktır. Giyim kuşam konusunda en çok tartışılan nokta, aslında kadın kıyafetleridir. Kadınların tesettür zorunluluğunun kaldırılması yani başını kapatmadan da sokağa çıkabilme­ si, devlette görev alabilmesi sanki başı kapatmanın yasak­ lanması gibi takdim edilmektedir. Oysa böyle bir kanuni düzenleme yoktur. Öte yandan başı kapatma anlamında bir tesettür emrinin Kur'an'da olmadığını, Kur'an'da ola­ nın göğüsleri kapatmak olduğunu "Kur 'an ile Aldatmak ve Kadınlar Konusu" başlığı altında işlemiştik. Bu konuda 181


daha ayrıntılı bilgiye İslam Bu kitabımızdan da ulaşmak mümkündür. Kadınlarımız ister başlarını kapatırlar isterse kapatmazlar. Bunun giyim kuşam devrimi ile bir ilgisi yoktur. Başı kapat­ mak İslami bir gelenektir. Hatta çoklarınca bir tavsiyeden iba­ rettir. Zira başı açık olmanın Kur' an' da hiç bir yaptırımı belir­ tiliyor değildir. Yani Kur' an' da başı açık olmanın bir cezası söz konusu değildir. Büyük Atatürk giyim kuşam konusunda da kadınıyla er­ keğiyle Türk toplumuna önderlik etmiş ve uygar toplumlar gibi giyinmek noktasında son derece isabetli düzenlemeler yapmıştır. Bunları dinsizlik yahut din karşıtlığı gibi sunmak dinden bihaber olmanın ta kendisidir. Gelelim hafta tatili ve takvim meselesine . . . Dünyanın bütün gelişmiş toplumları Güneş'i esas alan Miladi takvimi kullanmaktaydı. Osmanlı da Miladi takvime benzer Rumi takvimi kullanmak zorunda kalmıştı. Rumi tak­ vim hicreti esas alan ama Güneş temelli bir takvimdir. 13 Mart 1840'ta kullanılmaya başlandı. Zira Hicri takvim uluslararası ticaret ve diplomatik ilişkiler konusunda bazı sıkıntılara yol açmaktaydı. Ay'ı esas alan Hicri takvim sadece Ramazan ayı, dini bayramlar, kandiller gibi dini gün ve gecelerin tespiti ve takibi için kullanılıyordu. Yani aslında takvim konusundaki düzenlemenin de kökü Osmanlı'da vardı. Dolayısıyla Os­ manlı'daki uygulamayı güncelleyerek kullanıma sokmanın dinle, dinsizlikle bir ilgisi yoktur. Hafta tatili konusu da önemli bir konudur. Hafta tatilinin cumadan pazara alınması yine dinci çevrelerce insanların Cuma namazına katılımını engellemek için yapılan bir deği­ şiklik olarak yansıtılmaya çalışılmaktadır. Kur' an' da Cuma gününün hafta tatili olması diye bir şey söz konusu değildir. Cuma namazının emredildiği Cuma Bölümü'nde namazdan sonra yeryüzüne dağılıp rızkınızı aramaya devam edin, denilmektedir. Dolayısıyla o gün tatil­ dir, diye bir şey söz konusu değildir. İlgili Kur' an sözlerine bakalım: 182


Ey inananlar, Cuma günü toplu yakarış yani namaz için çağırıldığınız zaman hemen Hakk'ı anmaya koşun ve işlerinizi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha iyidir. Yakarış yani namaz bitince de işlerinizin başına dönün ve Allah'ın sunumundan payınıza düşeni isteyin. Hakk'ı çokça anın ki kurtuluşa erebilesiniz. Görüleceği üzere bu iki Kur' an sözünde Cuma gününün tatil olması değil kesinlikle olmaması gerektiği belirtiliyor. İbadet bitince hemen işinizin başına dönün, deniliyor. Cuma gününün tatil ilan edilmesi kesinlikle Kur' an' a aykırıdır. Kur'an'ı ve Cuma Bölümü'nü refere ederek Cuma gününün Müslümanların tatili olduğunu savunmak apaçık bir biçimde Kur' an ile aldatmaktır. Bütün gelişmiş ülkelerin hafta tatillerini Pazar günü yap­ tığı bir dünyada onlarla sıkı ekonomik ilişkiler içerisinde bu1 unan bir ülke olarak bizim de Pazar gününü hafta tatili ola­ rak seçmemizden daha doğal ne olabilir? Bu nedenle, hafta tatili üzerinden bile Atatürk düşmanlığı devşirmeye çalışmak utanmazlıktır. Bu utanmazlığı deşifre ediyoruz ve daima da deşifre edeceğiz. Gerçek şu ki, Cuma namazı İslam'ın en önemli ritüeli ve ibadetidir. Biz bu konuyu " Türkiye'de Cuma Namazı Kılınır mı?" başlıklı bir makalemizde genişçe incelemiştik. Yazımı­ za Diyanet çok büyük tepki gösterip internetten kaldırılması için mahkeme kararı aldırdı. Yazımızı milli güvenliğe tehdit oluşturuyor şeklinde damgaladılar. Kafalarında millet mef­ humu olmayanların milli güvenlikten bahsetmesi trajikomik bir vakıadır. Onların kafasında millet yok, ümmet var. Kafa­ sında millet olmayanın milli güvenlik diye bir derdi olabilir mi? Elbette olamaz. Milli güvenliği dert eden biziz. Zira biz millet mefhumuna inananlardanız. Ta Oğuz Kağan' dan, Bumin Kağan' dan, Bilge Kağan' dan beri millet diyoruz. Milletimizin emsalsiz önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk' e milli duygularla bağlıyız. Dolayısıyla millet diyen, milli 183


olan ve milli güvenliği dert edinen elbette bizleriz; onlar değil! Yıllarca T ürkiye'yi "dar'ul- harp" görenlerin halkı Cuma namazına gitmekten alıkoymak adına neler yaptıklarını he­ nüz unutmuş değiliz. Halkı, Cumhuriyet'in camilerinden ko­ parıp dinci, gerici tarikat ve cemaatlerin kaçak tapınaklarına toplayanlar bilsinler ki biz o ihanetleri unutmuş değiliz. Biz Mustafa Kemal'in Türkiye'sine yürekten bağlıyız. Zira biz ik­ balini Katar'da, Kuveyt'te, Suudi ailesinde ve bilumum Ana­ dolu düşmanlarının kucağında arayanlardan değiliz. Biz iki Mustafa'ya bağlılıktan asla vazgeçmeyecek olan yurtsever­ leriz. İki Mustafa'mızın biri Muhammed Mustafa diğeri ise Mustafa Kemal' dir. Şimdi biraz da dil devrimi konusuna değinelim ... Yazı devrimi ve dil devrimi aslında birbiriyle ilintilidir. Yazı devrimi konusuna bir miktar değinmiştik. Biraz daha değinelim: Arap harflerinin Türk dilindeki sesleri karşılama konu­ sunda başarısız ve yetersiz olduğu bilimsel bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen Türk dilini Arap harfleri ile yazma konusun­ da ısrarcı olmak elbette Arapçılıktan başka bir şey değildir. Nitekim Arap harfleri ile yazılamayan pek çok Türkçe sözcük zamanla unutturulmuş ve yerlerine Arapçaları ikame edil­ miştir. Bir süre sonra da özellikle Osmanlı döneminde T ürk dili tanınmaz hale gelmiştir. Osmanlıca denilen uydurma bir dil üretilmiş ve bu sözde dili Türk milleti hiçbir zaman anla­ mamıştır. Türk milleti tıpkı 8 yüzyıl önceki Yunus gibi T ürkçe konuşmaya devam etmiştir. Osmanlıcayı temel alıp dil devri­ mi yüzünden ecdadımızın dilini anlamıyoruz diyen cahiller sürüsüne anımsatalım ki dil devrimi sayesinde Yunus'u anlı­ yoruz. Dil devrimi sayesinde 5 asır önceki Şah Hatayi'yi an­ lıyoruz, yine aynı şekilde Dede Korkut Öykülerini anlıyoruz ama Osmanlıcayı anlamıyoruz. Zira Osmanlıca bizden de­ ğildi. Uydurma bir dil idi. Ama Yunus'un Türkçesi bizimdir, bizim Türkçemiz de Yunus'undur. Tıpkı Dedem Korkut'un Türkçesi gibi... 184


İşte dil devrimi dediğimiz devrim, Anadolu Türkmen halkının dilini devlet dili yapan bir devrimdir. Aynı za­ manda bu devrimle Türkçeye gereksiz yere girip pek çok öz Türkçe sözcüğün unutulmasına yol açan bir yığın Arapça kelimeler de kullanımdan kaldırılmıştır. Kötü mü olmuştur? Asla! Son derece iyi olmuştur. Çünkü atalarımızın sözcükle­ rini yeniden dirilttik . Yanıtı öldürüp yerine cevabı yerleştir­ mişlerdi. Ama yüzyıllar sonra yanıt gibi güzelim öz T ürkçe sözcük yeniden dirilmiştir. Bunun gibi yüzlerce sözcük diril­ tilmiştir. Ne var ki Arapçı kafa, "Kur' an dilinin kelimelerine düşmanlık ediliyor," yaygarasıyla T ürkçe sözcüklere karşı Arapça kelimeleri savunmuştur. Öz atalarının sözcüklerini aşağılayıp Arapların kelimelerini yücelten bir mankurtluk­ tur bu! T ürkçeye, Kur' an'ın ve İslam'ın dili olan Arapçadan gelen kelimeleri yasakladılar; bunlar Kur'an düşmanı, din düşmanı, İslam düşmanı deme cüretini gösteren aldatı­ cı güruh, T ürkçeye olan düşmanlıklarına Kur'an'ı kalkan yapmaya çalışmıştır. Tıpkı Sıffın Savaşında Muaviye'nin, mızraklara Kur' an sayfaları takması yaptığı gibi onlar da ağızlarından dışarıya sarkan dillerinin ucuna Kur 'an sayfa­ ları takmışlardır. Yazı devrimini yaptı diye ve resmi dilimizi öz Anadolu T ürkmen diline yaklaştırdı diye büyük Atatürk'e din kar­ şıtı diyecek kadar bilincini yitirmiş azılı halk düşmanları­ nın aslında derdi ne dindir ne de iman. Onların derdi T ürk kimliğidir. Onlar Türk kimliğinin ümmet adı altında eriyip Araplaşmasını hararetle arzulayan bir güruhtur. Atatürk Türk diline büyük bir sevgiyle bağlıdır. Türk di­ linin öz gücünü yeniden kazanması için canla başla çalışmış­ tır. O, Türk dili hakkındaki görüşlerini bazı sözlerinde şöyle açıklamıştır: Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dil­ dir. . . Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazine185


dir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız tehlikeli felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıra­ larının, çıkarlarının kısaca bugün kendi milletini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu gö­ rüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıkla­ rını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde ça­ lışmak lazımdır. Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her ya­ yın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat ede­ bilmelidir. Konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz. Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bu­ lunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecbu­ ruz. Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvet­ lidir. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğun­ dan kurtarmalıdır. Son olarak büyük Atatürk'e şeriat yasalarını kaldırdı diye saldıranlara yanıt verelim . . . Şeriat yasaları kaldırıl­ mak zorundaydı. Zira insanlığın hukuki evrimi daha ileri bir noktaya varmıştı. Şeriat yasalarının çoğu da zaten dö­ nemsel kuralları ifade eden düzenlemelerdi. Onların 20. yüzyıl Türkiye'sinde uygulanması olanaksızdı. Şeriat kav­ ramı ve şeriat yasaları konusunda yazımızın daha evvelki bölümlerinde daha ayrıntılı bilgiler vermiştik. Bu neden­ le aynı hususları tekrar etmeyeceğiz. Ne var ki şunu ilave edelim ki, şeriat yasalarını dinle eşitlemek hem dine hem 186


de insana yönelik büyük bir haksızlıktır. Zira din insan için vardır, insan din için değil. İnsanın mutluluğu, huzuru ve güveni her şeyden önemlidir. Din araç, insan ise amaçtır. Aracı amacın önüne geçirmek basiretsizliktir. Basiretsizlik ise gericiliğin, yobazlığın, tükenmişliğin ve durağanlığın ana kaynağıdır. Şeriat yasalarındaki dönemselliği görememek de basiret­ sizliğin en koyu hallerinden biridir. Büyük Atatürk'ü şeriat yasalarını kaldırdı diye dinsiz addetmek dini basiretsizliğe mahkum etmektir. Atatürk, kadın erkek eşitliğini esas alan düzenlemeleri yaptığı için mi din karşıtıdır? Atatürk, çok eşliliği yasaklayan medeni kanunu kabul etti diye mi din karşıtıdır? Atatürk, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiği için mi din karşıtıdır? Atatürk, mirasta kadın ve erkeği eşit kıldığı için mi din karşıtıdır? Atatürk, mahkemelerde ve her türlü hukuki meselede ka­ dın ve erkeğin şahitliğini eşit kabul ettiği için mi din karşıtı­ dır? Atatürk kız çocuklarının okula gitmesini, eğitim almasını sağladığı için mi din karşıtıdır? Atatürk kız çocuklarının kendi rızaları dışında evlendiril­ melerini engelleyen hukuki düzenlemeleri yaptığı için mi din karşıtıdır? Atatürk boşama hakkının sadece erkekte olduğu bir siste­ mi reddedip kadının da boşama hakkı olmasını sağladığı için mi din karşıtıdır? Sahi Atatürk'e ne hakla din karşıtı diyorsunuz? Atatürk'ün kaldırdığı şeriatın ne demek olduğunu bir nebze olsun anlamak istiyorsanız yukarıdaki soruları düşü­ nünüz. Göreceksiniz ki bırakın din karşıtlığını, o dine büyük hizmetler yapmış emsalsiz bir önderdir.

187


Atatürk'ün İslam, Din, Dincilik, Gericilik ve Bağnazlık Hakkındaki Bazı Sözleri Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipler, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz Milletimiz daha da dindar olmalıdır diyorum. Ama bütün sadelik ve güzelliği ile... Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a iste­ diği gibi ibadet eder. Türkiye Cumhuriyeti'nin res­ mi dini yoktur. Türkiye' de bir kimsenin fikirlerini, zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmak­ sızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin, başlı başına faaliyette bulunması elzemdir. Fıkıhtaki zamanın değişmesiyle hükümlerin de­ ğişmesi inkar olunamaz kaidesi adalet siyasetimi­ zin temel taşıdır. Şu anda batıl itikatlardan oluşan ikinci bir din mevcuttur. Fakat bu cahiller sırası gelince aydınla­ tılacaktır. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmama­ ya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkar hare­ ketlerden sakınıyoruz. Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımı­ zın halife olmadıkları zamandır. 188


Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. Peygamberimiz tilmizlerine, dünya milletlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümeti başına geçmelerini emretmedi. Peygam­ berin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Tekkeler de acilen kapatılmalıdır. Türkiye Cum­ huriyeti her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz tekkelerin irşadına muhtaç de­ ğiliz. Biz medeniyet, ilim ve fenden kuvvet alıyo­ ruz. Başka bir şey tanımıyoruz. Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Tam tersine Allah da, Pey­ gamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor. İntisap etmekle bahtiyar olduğumuz İslam dinini, asırlardan beri alışılmış olduğu üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden kurtarma ve yük­ seltmenin elzem olduğu hakikatini müşahede ediyoruz. Mukaddes ve lahuti olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı çapraşık ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtirasların tecellisine sah­ ne olan siyasetten ve siyasetle ilgili bütün husus­ lardan bir an evvel ve kesin olarak kurtarmak, milletin, dünya ve ahiret saadetinin emrettiği bir zarurettir. Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte din­ darlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiş­ tir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerle­ me ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden baş­ ka kimse olamaz. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmeme­ lidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç 189


kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkekler­ den geri kalmasını talep etmemiştir. Allah'ın emret­ tiği şey, kadın ve erkek beraber olarak ilim ve kültür edinmeleridir. Kadın ve erkek, bu ilim ve kültürü aramak ve nerede olursa oraya gitmek ve onunla dolu olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki bugün kendimizi bir türlü kayıt­ larla bağlı zannettiğimiz şeyler yoktur. Türk sosyal hayatında kadınlar ilim, kültür ve diğer hususlar­ da erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileriye gitmişlerdir. Bazı kimseler asri olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların maksadı, İslam'ın kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmiş­ lerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz ... Görürsü­ nüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fena­ lıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.

190


Ü ç ü n c ü B ö lüm

D in c i il e D in dar Aras ın dak i Farka D air



Günlük konuşmalarımızdan siyasal söylevlere, dinsel tah­ lillerimizden sosyolojik tespitlerimize değin hemen hemen her alanda kullandığımız iki tabir olarak dinci ve dindar söz­ cükleri gerçekte ne anlama geliyor? Gerçi sözcüklere mana yükleyen onları kullanan kişiler ve o kişilerden oluşan top­ lumdur. Ama kimi sözcüklerin tarihsel süreç içerisinde anla­ mı yerleşmiş ve kesinlik kazanmışken kimileri ise henüz bu süreci tamamlamış değildir. Bu cümleden olarak belirtelim ki, dinci ve dindar sözcükleri de mana itibariyle üzerinde her­ kesçe uzlaşılmış ifadeler arasında yer almıyor. Buna karşın yine de dindar sözcüğünün çoğunlukla olumlu bir mana taşıdığı, dinci sözcüğünün ise tersi bir semantik ko­ numa sahip olduğu hissediliyor ve gözlemleniyor. Ancak bu hissedilme ve gözlemlenme durumu tam bir mutabakatı da yansıtmadığından kimi zaman dinci sözcüğünün de müspet bir içerikle ve daha ziyade "bir dine mensup olan" anlamında kullanıldığı yahut o şekilde anlaşıldığı, karşıt sözcük olarak da "dinsiz" ifadesinin hatırlara geldiği, kısıtlı da olsa bir kesim var. Bundan dolayıdır ki birine yahut bir topluluğa dinci de­ nildiğinde bundan dine ve dindara yönelik bir eleştiri manası çıkaran şaşırtıcı bir itirazla karşılaşmak mümkün olabiliyor. O halde öncelikle nesnel bir biçimde iki tabiri de etimolo­ jik ve semantik açıdan inceleyelim ve gerçeği birlikte keşfe­ delim . . . Dinci tabirinin de dindar tabirinin de kökünü oluştu­ ran din ifadesi; İbn Manzur Muhammed bin Mükerrem'in 193


Lisan'ul Arab adlı ünlü sözlüğünde; hükmetmek, yönetmek, galip gelmek, hal ve tavır, ceza ve ödül, boyun eğmek, isyan, hesaba çekmek, hesap vermek, örf, ün, sakınmak, köleleştir­ mek, yönetici atamak vb. şeklinde anlamlandırılmaktadır.25 Sözlük anlamının ötesinde terimsel olarak ise din, kişi ve toplumların yaşama biçimini ifade eder. Yukarıdaki anlamla­ rı çerçevesinde dikkat edildiğinde görülecektir ki din sözcü­ ğünde durum ve tavır, hareket tarzı, yaşama biçimi gibi an­ lamlar mevcuttur. Bu nedenle dini aslında bir yaşayış tarzı olarak görmek mümkündür. Kur'an; "İyi bil ki, gerçek din yalnız Allah'ındır." [Toplu­ luklar Bölümü 3. Ayet] demektedir. Allah'ın dini denilirken kastedilen Allah'ın düzenidir. Zira din aynı zamanda düzen anlamına da gelmektedir. Allah'ın düzeni ise hiç kuşku yok ki fıtrattır. Fıtrat var oluş yasasıdır. Evrende ve doğadaki var oluş yasaları dindir. Bu din gerçekte doğal olanın ta kendisi­ dir. Bu noktada dine aykırılık denilen şey de aslında var oluş yasalarına yani doğaya aykırılıktır. Ancak zaman zaman biz­ zat din diye uydurulan şeyin kendisi fıtrata aykırı bir hale dö­ nüşebilmektedir. İşte bu noktada bilinmesi lazım gelen şeyin Kur'an'daki dinin ne olduğudur. Eğer bu bilinirse din diye takdim edilen bir takım davranış biçimlerinin gerçek din olup olmadığı anlaşılabilecektir. Bakalım Kur' an bize dini nasıl anlatıyor: Kur' an' a göre din Allah' a teslim oluştur. Bunun içindir ki dinin adı İslam' dır. Zira İslam teslim oluş demektir. Allah' a teslim olmak demek de aslında Allah'ın koyduğu değişmez yasalara teslim olmak anlamına gelir. Dinin adı Kur 'an'da apaçık bir biçimde İslam sözcüğüyle dile getirilmektedir: "Doğrusu Allah katında din İslam 'dır. . . " [İmran Ailesi Bölü­ mü 1 9. Söz / Al - i İmran Suresi 19. Ayet] " . . . Bugün, dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamam­ ladım ve size din olarak İslam 'ı seçtim ... " [Sofra Bölümü3. Söz / Maide Suresi 3. Ayet] 25 Lisan'ul Arab; din maddesi.

194


Dini tanımlama konusunda tarihte pek çok din bilgini çe­ şitli tarifler yapmışlardır. Bunların ortak noktalarını esas ala­ rak yapılabilecek genel bir tanım aşağı yukarı şu şekildedir: Dünya ve ahiret mutluğu için Allah tarafından pey­ gamberler aracılığıyla insanlara gönderilen ilahi bilgiler, kurallar ve ibadetler bütünüdür. Din kavramına ilişkin bu açıklamadan sonra şimdi gelelim dinci ve dindar tabirlerine . . . Dincilik v e dindarlık bütün dinleri kapsayan iki temel davranış tarzı olmakla birlikte Müslüman bir toplumda bu iki tabirin öncelikle İslam'la ilintili olarak anlaşılması tabiidir. Fakat diğer dinlerin dincileri ve dindarları da bu iki tabiri ge­ reğince anlamada kendilerinden istifade edilmesi lazım gelen örnekler noktasındadır. Ancak yine de ifade edelim ki, Müslüman dinci ile Müslüman dindarı tanıdığınız vakit, onların başka dinlerdeki versiyonları­ nı fark etmede hiçbir sıkıntı çekmeniz söz konusu olmayacaktır. Bu itibarla İslam dini özelinde ve Müslüman toplum temelinde dinci ile dindarı en azından ana hatlarıyla tanımalıyız. Dinci sözcüğündeki -ci eki Türkçedir. Dindar sözcüğündeki -dar eki ise Farsçadır. Türkçe -ci ile Farsça -dar ekleri anlamca aslında birbirine yakın iki ektir. Türkçedeki -ci eki, "bir şeyi destekleyen, bir kimseden yana olan" anlamı verdiği gibi aynı zamanda bir şeyin satıcısı olan ya da bir işle meşgul olan manasına da gelmektedir; Sol­ cu, sağcı, Alici, sütçü, tüpçü, emekçi, ilahiyatçı gibi . . . Peki, b u semantik izah sonrası soralım; dinci denildiğinde ortaya çıkan anlam yukarıdaki örneklerden hangisine koşut bir manaya geliyor? Dinci demek, dinden yana olan demek mi? Yoksa din işiyle meşgul olan demek mi? Ya da din satan, din üzerinden para kazanan, kazanç elde eden demek mi? 195


Sahi hangisi kulağa ve gönle yatkın geliyor? Bu soru şimdilik burada dursun. Yanıtı yazının ileriki bö­ lümlerinde zaten vermiş olacağız. Öte yandan T ürkçede Farsça kökenli -dar ekiyle türetil­ miş dindar sözcüğünden başka sözcükler de kullanılmakta­ dır. Sözgelimi; bayraktar, hazinedar, emektar, silahtar, mü­ hürdar, taraftar gibi ... Farsça -dar yahut -tar eki, sözcüğe; "sahip olan, tutan, yandaş olan, taşıyan . . . " şeklinde anlamlar katmaktadır. Bu bağlamda dindar sözü de aslında "bir dine sahip olan kim­ se" anlamına geliyor. Bu açıdan "dindarım" demek de, "be­ nim bir dinim var," demektir. Elbette ki dindar sözcüğü sadece bu anlamda kullanılmıyor. Dindar; dinini yaşayan, dini değerler konusunda duyarlılık sahibi olan kimse anla­ mına da geliyor. Kuşkusuz bu anlamlar, sözcüğün taşıdığı yalın anlamlardır. Bunun ötesinde meselenin tüm berrak­ lığıyla ortaya konulabilmesi için bir de dindar veya dinci olan kimselerin temel özellikleri başlığı altında iki kavra­ mın içeriğine ilişkin daha doyurucu bilgiler takdim etmek lazımdır. Lakin buna geçmeden önce T ürk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğünde dinci ve dindar kelimeleri acaba nasıl anlamlandı­ rılmış; ona bir bakalım: Dinci: Dini görüşleri her alana yaymak isteyen kimse. Dindar: Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı kimse, mü­ tedeyyin Evet, bu tanımlar yeterince açıklayıcı olmasa bile yine de çok önemli bir anlam zemini sunmaktadır. Buna göre; dinda­ rın tanımında bireysellik ön planda iken dincinin tanımında inancı başkalarına dayatma anlayışı kendini göstermektedir. Gerçekten de dindar, dinsel inancını özel yaşamında yaşama­ ya gayret gösteren ve başkalarına dayatmak gibi bir amaç ta­ şımayan kimsedir. Arapça bir sözcükle dindara aynı zaman­ da "mütedeyyin" de denilmektedir. Bu temel izahtan sonra şimdi dindar ile dincinin başkaca başat özelliklerini karşılaştırarak ortaya koymaya çalışalım . . . 196


Dindar her şeyden önce inancında samimidir. Dinci ise her hareketiyle kuşku uyandıran, dolayısıyla samimiyet testini geçemeyendir. Dindar, alçakgönüllüdür. Kibir ve bencillik gibi kötü vasıf­ lardan uzaktır. Dinci ise daima büyüklük taslar. İnsanlara te­ peden bakar. Kendisi gibi inanmayanları zavallı görür, onları küçümser hatta ezmeye çalışır. Dindar, dinde zorlamanın olmadığını bilen ve bunu içsel­ leştiren gerçek mümindir. Kimseyi kendisi gibi inanmaya zor­ lamadığı gibi inanç propagandası yapmaya dahi kalkışmaz. Onun tek bir propaganda yöntemi vardır; o da yaşantısıdır. Şa­ yet insanlar yaşantısını örnek alıp onun gibi inanmaya ve onun gibi yaşamaya yönelirse bundan sevinç duyar. Ama hiçbir za­ man bundan süfü bir zafer duygusu devşirmeye de kalkmaz. Dinci ise kendi inanç ve görüşlerini başkalarına gerekir­ se yahut gücü yeterse zorla kabul ettirmeye çalışır. İnancı ile yaşantısı çelişse de o bunu pek dert etmez. Zira onun daima bir bahanesi vardır. Lakin şayet aynı durumda olan başkaları varsa onların hiçbir bahanesi ona göre geçerli değildir. Dindar kendisi gibi inanmayanların bile sevgi ve saygısını kazanma erdemini önemser. Ayrıca onun temel ilkelerinden biri yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. Dindar, doğadaki tüm canlılara da hak nazarı yla bakar ve onları korur. Dinci ise kendisi gibi inanmayan ya da düşünmeyenlerin nefretini kazanmayı başarı sayacak kadar bağnazdır. Ona göre doğa ve doğadaki her canlı, insana hizmet için yaratıldığından on­ lara zarar vermenin bir sakıncası olmadığını düşünür. Doğayı kendi malı sanır. Dindar çevre dostu iken dinci kendisini do­ ğanın/ çevrenin efendisi gibi görür. Dindar, kendi dininden olmayan insanlara karşı münase­ betinde Hz. Ali'nin Mısır valisine yazdığı mektupta söylediği şu direktifi esas alır: "Sakın din farkından dolayı insanlar arasın­ da ayrım yapma. Unutma onların bir kısmı sana dinde kardeş ise diğer kısmı da yaratılışta eştir." Dindar için; bir Yahudi'nin cenazesi geçerken ayağa kal­ kıp saygı duruşunda bulunan Hz. Muhammed'in; o bir 197


Yahudi'nin cenazesi, neden ayağa kalktınız şeklindeki soru­ ya, "Ben bir insanın cenazesine saygı için ayağa kalktım" deyişi diğer din mensuplarına yönelik ilişkilerde sarsılmaz ve sağ­ lam bir örneklik teşkil eder. Dinci ise Müslüman olmayan herkese karşı düşman ol­ mayı neredeyse dinin bir gereği sanır. Ona göre gerekirse bütün kafirler imana davet edilmeli, kabul etmezlerse ya öldürülmeli yahut köle yapılmalıdır. Sözgelimi IŞİD adlı te­ rör örgütünün yaptığı gibi ... Ayrıca dinci, dini kendisi gibi yorumlamayanları da kafir yahut fa.sık kabul eder. Yani ona göre Müslüman olmanız bile yeterli değildir. Onun gibi Müs­ lüman olmak zorundasınız. Zira dini doğru anlayan ve doğru yorumlayan bir tek odur. Ondan başkasının yorumları dini tahrip etmeye yönelik bir sapkınlıktır. Dindar, bir mezhebe bağlı olsa da asla mezhepçilik yap­ maz. Dinci ise kendi mezhebinden olmayanları katletmekte bir beis görmez. Dindar; Kur'an'ın Topluluklar Bölümü 9. Sözünde / Zü­ mer Suresi 9. Ayetinde geçen " ...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ? ..." ifadesini esas alarak bilgiye ve bilime daima say­ gılı olup bilim insanlarına değer verir. Dinci ise hem bilime ve hem de bilim insanlarına karşı kuşkuyla yaklaşır. İnancına ters geldiğini düşündüğü bir takım bilimsel gelişmeleri şüp­ heci bir bakışla reddetmeye meyillidir. Ancak kimi zaman da pragmatist bir biçimde bilimin sunduğu olanaklardan yarar­ lanmaktan da geri durmaz. Özetle dinci, bilime karşı çelişkili tutumlar sergiler. Dindar, kadın erkek eşitliğine gönülde bağlıdır. "Mümin erkeler ve mümin kadınlar birbirlerinin yardımcıları ve dostları­ dır ..." anlamındaki Uyarı Bölümü 71. Sözde / Berae Suresi 71. Ayette yer alan ifadeleri, bu konudaki tutumunun kaynağı olarak görür. Hz. Muhammed'in Medine'de kadınları pazar­ da zabıta olarak görevlendirmesi gibi uygulamalarını da dik­ kate alarak yaşamın her alanında kadın ve erkeğin birlikte yer almasının dinin değerli bir öğüdü olduğunu daima hatırında tutar. 198


Dinci ise kadını eve hapseder. Onu daima ikincil görüp ka­ dın erkek eşitliğini asla kabul etmez. Dindar, dinsel kuralların zaman ve topluma göre bazı de­ ğişiklikler gösterebileceğine dair temel İslami yaklaşımı iç­ tenlikle benimseyip yenilenmenin kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu kabul eder. Dinci ise yenilik ve değişim sözünden neredeyse nefret eder. Yeni dinsel görüşleri dini tahrip etmek olarak değerlen­ dirir. Dindar, dindarlığını bilgiye dayandırır. Dinci ise hikmet kavramından habersiz bir biçimde kör inançlarını sloganlarla ifade eder. Nitekim dindar ile dinci arasındaki en büyük farkın doğru bilgiye sahip olup olmama olduğunu Kur'an şu şekilde orta­ ya koymaktadır: "İnsanlardan öylesi vardır ki, hiçbir bilgiye veya yol göstericiye veya aydınlatıcı bir kitaba dayanmadan Allah hakkında tartışmaya kalkar. Allah yolundan saptırmak için de kendini eğip bükerek bü­ yüklük taslar. Onun için dünyada bir rezillik vardır; diriliş günün­ de ise ona yakıcı azabı tattırırız." [Kutsal Ziyaret Bölümü 8.- 9. Sözler/ Hac Suresi 8. - 9 . Ayetler] " ... İnsanlardan bazı kimseler, bir bilgiye dayanmadan, yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında tartışıp dururlar. Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denildiğinde, onlar; biz atalarımızdan ne gördüysek ona uyarız, dediler. Peki, ya Şeytan onları bir alevli ateşin azabına çağırıyorsa?" [Lokman Bölümü 20.- 2 1 . Sözler/ Lokman Suresi 20.-2 1 . Ayetler] Görüleceği üzere dinci aslında din konusunda doğru bil­ giye sahip olmayan kişidir. Lakin sanki o konuda uzmanmış gibi davranır. Hatta yanlış bilgisiyle kibirlenir yani büyüklük taslar. Dindar, Allah'ın, rahman olma vasfı gereği bütün insan­ lara ve doğaya merhamet ettiğine inanır. Allah rahmetini su­ narken kulları arasında din ve ırk ayrımı yapmaz. Yağmur herkes için yağar, güneş herkes için doğar. Dinci ise Allah'ın Müslümanlara yahut kendisi gibi inananlara ayrıcalıklı 199


davrandığını sanır. Müslüman olmayan ülkelerin başlarına gelen doğal afetleri Allah'ın bir cezalandırması gibi telakki eder. Müslümanların başına gelen felaketleri ise ilahi bir im­ tihan olarak niteler. Dindarın din anlayışı Kur'an'a, Hz. Muhammed'e ve eh­ libeyte dayanır. Dinci ise Muaviye ve Emevi sultanlarını örnek alır. Güya din ve hilafet için peygamber torunu Hz. Hüseyin'in bile ba­ şının kesilmesini meşru görebilecek kadar bir dalaletin içinde olduğunu fehmedemez yahut fehmetse de içindeki kine tes­ lim olur. Dindar, insanları cennetle müjdelemeyi öne alırken dinci ise daima cehennem vurgusu yapıp korku üzerine kurulu bir dinsel yaşamı önceler. Dindarın din anlayışında asla şiddete yer yoktur. Dindar, kesin olarak barışçıdır. Zira iman ettiği dinin adı olan İslam'ın anlamlarından birinin de Allah'a teslimiyetle birlikte barış demek olduğunu gayet iyi bilir. O cihadı bile ancak savunma amaçlı olduğunda meşru görür. Öte yandan dindarın cihadı daha çok nefsine karşı mücadele etmek biçimindedir. Dinci ise cihat kavramının arkasına saklanarak terör ve savaş da dahil her türlü şiddeti güya Allah yolunda mücadelenin olmazsa ol­ maz bir parçası görür. Hatta çoğu kere çarpık cihat anlayışını sözde dindarlığının nişanesi gibi takdim etmeye çalışır. Dindar tevhid inancının temsilcisidir. Tevhidi sadece mu­ hayyel bir ilahı birlemek olarak değil aynı zamanda insanla­ rı da birlemek ve eşit görmek olarak anlamlandırır. Dinci ise şirk dinin dindarı olup Allah ile insanların arasına şeyhleri, gavsları ve bilumum kerameti kendinden menkul sözde dini liderleri yerleştirir. Allah'a ibadet adı altında onlara tapınır. Ne var ki çoğu kez bunun farkında bile değildir. Dinciliğin kök itibariyle İslam öncesi döneme değin uzan­ dığını ifadeyle birlikte İslam sonrasında ise beslenme kayna­ ğının Emevi saltanatı olduğunu belirtmeliyiz. Bu gerçeği dile getirmek bakımından; büyük İslam bilgini Ebu Hanife'nin hocalarından olan İmam Cafer Sadık'ın; "Emevilerin en bü200


yük kötülükleri şirkin tanınmasını engellemeleri olmuştur,"26 şeklindeki sözü son derece dikkat çekicidir. Gerçek şu ki dindarın en büyük düşmanı ne ateistler, ne deistler, ne agnostikler ne de başka dinden olanlardır. Dinda­ rın en büyük düşmanı dincilerdir. Nitekim Türk sağının fikir adamlarından olan Nurettin Topçu, bu savı desteklercesine şu cümleyi kurmaktadır: Gözlerinden kin, riya ve para akan habis tip. Allah'ın dininin kara talihi ateistler falan değil işte bu habis tiptir. Son çağın büyük İslam bilgini merhum Yaşar Nuri Öztürk de bu konuda sözü hiç dallandırıp budaklandırmadan o yalın gerçeği şöyle açıklıyor: Dindarların en zararlı düşmanı dincilerdir. Tabii ki, dincinin en tehlikeli düşmanı da dindarlardır. Çün­ kü dinci, dindarın en yüce, en kıymetli sermayesini kirleten, çalan, istismar eden bir namerttir. Dinci, dindarın hayatı pahasına koruduğu ve yaşama se­ bebi bildiği yücelikleri birer maske gibi kullanarak hesaplarını denk getirmeyi esas alan hayasız bir hırsızdır, gaspçıdır.27 Merhum Yaşar Nuri Öztürk, bu cümlelerin ardından daha da ilginç olarak şu cümleleri yazıyor: Dindar, Allah'ın rahmeti, dinci ise Allah'ın mu­ sibetidir. Dinci, dindarın kıymetini bilmeyenlere Allah'ın musallat ettiği bir beladır. Gerçek şu ki dindar, dini, Allah' a ulaşmanın, onun rızası­ nı kazanmanın aynı zamanda daha iyi ve daha olgun insan 26 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk; Dincilik, s. 138. 27 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk; Dincilik, s. 140.

201


olmanın yolu olarak bilir. Bu nedenle dindarın amacı daha iyiye ve daha güzele ulaşmaktır. Din ona; "Halka hizmet, Hakka hizmettir," dediği için o daima insanlara bir şeyler ve­ rebilmenin çabası içinde olur. Dindar, kendisinin iyi ve rahat olmasıyla işinin bittiğini düşünmez. Başkalarının da iyi ve mutlu olması için çalışır. Bu tavrınm altında Hz. Muhammed' e nispet edilen şu söz vardır: "Kendin için sevip istediğini başkaları için de sevip isteme­ dikçe gerçek mümin olamazsın." [Müslim; İman 71-72, Tirmi­ zi; Kıyamet 59, Nesai; İman, 19- 33] Dincinin yaşamında ise, "İyi ve güzel şeyleri yalnızca kendin için iste, başkalarının da bunlara sahip olmasını engelle!" duygusu egemendir. Dindarın dindarlığında din, insan içindir. Dincinin dincili­ ğinde ise insan, din içindir. Dindar amaç ve aracı yerli yerinde görürken dincide amaç ve araç alt üst olmuş durumdadır. Dindar, Allah için iyi işler yapıp değer üreten bir rahmet insanıdır. Dinci ise Allah adına ahkam kesmeye kalkan ve kendini Allah' ın vekili sanan kötü bir kişiliktir. Dindar, karşıtlarının bile kendisinden emin oldu­ ğu kişidir. Zira o bir rahmet insanıdır. Dindar bilir ki, iman ettiği peygamberin en güzel unvanlarından biri de Muhammed'ül- Emiyn / Güvenilir Muhammed unvanıdır. Güvenilir Muhammed' e iman ettiğini söyleyip güvenilmez bir kişilik sergilemek dindar için asla söz konusu değildir. Dinci ise sözcüğün tam anlamıyla kendisine asla güvenilme­ yen kişidir. Onda ahde vefa yoktur. Onda sözünde durma vasfı da bulunmaz. Bilindiği gibi ahde vefa yani anlaşmaya ve dostluğa sada­ kat dinin ve dindarlığın temel değerlerinden biridir. Dindar, kıymet bilen kişidir. Bu sebeple onun asli özelliklerinden biri de ahde vefa duygusuna sahip olmaktır. Oysa dinci nankör­ dür. Onun ihanet etmekten çekineceği hiçbir kimse ve hiçbir değer yoktur. Dindar, ibadetlerini yalnızca Allah rızası için yapar. İba­ detlerinin asla reklamını yapmaz. Onları ticari veya siyasi ka202


zanca tahvil etmeye çalışmaz. Hasılı; ibadet onunla o ibadetle güzelleşir. Dincinin ibadeti ise daima bir dünyevi çıkara endekslidir. O ibadetini toplumun neredeyse gözüne sokar. Bu nedenle de onun namazı İyilik Etme Bölümü / Maun Suresi'nde yer alan; "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar gösteriş yaparlar ... " ifa­ deleriyle anlatılan sahte namazın ta kendisidir. Onun orucu da aslında oruç değildir. Dinci öyle bir sapkınlık içindedir ki adeta kimin namaz kılıp kılmadığının, kimin oruç tutup tut­ madığının Allah adına çetelesini tutar. Oysa bu, Allah'ın asla razı olmayacağı ifsat edici bir tavırdır. Dindarın ibadetinden; namaz ve orucundan kimsenin pek de haberi olmaz. Zaten o da birileri bilsin ve görsün diye de­ ğil sadece Allah için ibadet eder. Oysa dincinin namaza gidişi de bir gösteriş halindedir. Orucu, haccı da öyledir. Dinci eğer yüksek mevkilerde bir siyasetçi ise hangi camide namaz kı­ lacağını mutlaka basına haber verir. Namaza bazen yüzlerce araç konvoyu halinde ve binlerce kamera eşliğinde gider. Dincinin en belirgin özelliği küstahlığıdır. O, en büyük küstahlığını da Allah' a karşı yapar. Zira o Allah' a din öğret­ meye kalkacak kadar küstahtır. Evet, Allah'a din öğretme tabiri Kur'ani bir tabirdir. Bu tabir Kur'an'da Odalar Bölümü 16. Sözde / Hucurat Suresi 16. Ayet­ te geçmektedir. Ayetin Türkçesi şu şekildedir: "De ki; siz dininizi Allah' a mı öğretiyorsunuz? Oysa göklerde ne var, yerde ne varsa Al­ lah onların hepsini bilir. Çünkü Allah her şeyi gereğince bilendir."28 Allah'a din öğretmeye yeltenmek hiç kuşku yok ki eşi ben­ zeri olmayan bir küstahlıktır. Bu küstahlığın temelinde yatan neden de azgınlık ve dini kendi çıkarları için utanmazca kullan­ maktır. Bu, Allah' a kafa tutmanın belki de en ahmakça halidir. Dindar ile dinci arasındaki en önemli farklardan biri de yurt ve ulus sevgisi konusundadır. Dindar, yurtseverdir. Bunun bir gereği olarak mensup ol­ duğu ulusu da sever. Ne yurduna ne de ulusuna asla ihanet etmez. 28 Cemil Kılıç, İslam'ı Anlamak İçin Türkçe Kur'an, Güz Yayınları.

203


Dinci ise yurt / vatan ve ulus / millet kavramlarını ka­ bul etmez. Zira onun için söz konusu olan ümmettir. Lakin dincinin ümmeti, Hazreti Muhammed' e nispet edilen ümmet değil Muaviye'ye nispet edilen bir ümmettir. Emevi kabilesi­ nin ideolojisini ve yayılmacılığını savunmayı ümmetçilik ola­ rak gören dinci, aslında bir gizli / kripto vatan hainidir. Zira onun ümmetçiliğinde vatan / yurt ve millet / ulus kavram­ larına yer yoktur. Eğer bir dincinin ağzından vatan ve millet kavramlarını duyarsanız, biliniz ki onlar, tümüyle siyaseten ve halkı aldatmak için söylenmiş sözlerden ibarettir. T üm bu izahlardan sonra netlikle ifade edelim ki asıl kav­ ga dindar ile dinsiz arasında değil dindar ile dinci arasında­ dır. Bu kavganın dindar lehine sonuçlanması sadece dindar­ lar için değil bütün insanlık için hayırlı ve hak olandır. Hayrın ve hakkın galibiyeti ise en samimi dileğimiz ve duamızdır. Dindar ve dinci kavramlarına ilişkin bazı özellikleri ana hatlarıyla verdiğimiz bu bölüm elbette ki meseleyi tüm bo­ yutlarıyla ortaya koymaya kifayet etmez. Her bir özellik için ayrıca yeni bölümler yazmak mümkündür. Bizim bu yazı­ mızsa belki ancak bir dibace olabilir. Sözlerimizi Türkiye'de dinciliğe karşı savaşmış ve hakiki dindarlığın yolunu açmış olan büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bir sözüyle bağlayalım: Türk milleti daha dindar olmalıdır. Bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime biz­ zat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. Çünkü bizim dinimizde akla aykırı gelişmeye ve ilerlemeye engel hiçbir şey yoktur.

204


Dördüncü Bölüm

Dinden Dönme: Rid d e ve M ii rte d !



Arap dili sözlüklerinde; "dönmek; geri çevirmek, kabul etmemek" anlamlarındaki redd kökünden türeyen ridde ve irtidat, fıkıh terimi olarak Müslüman bir kişinin kendi iste­ ğiyle İslam dininden çıkmasını ifade eder. İrtidat eden erkeğe mürtedd, kadına mürtedde denilir.29 Egemen dini anlayışta dinden dönme / ridde konusu çok önemsenen konular arasındadır. Bu hadise neredeyse güncel dildeki vatan hainliği mefhumu gibi telakki edilmektedir. Riddenin tarihsel kökü Hazreti Muhammed'in vefatından sonra Halife Ebu Bekir' e biat etmeyen ve ona zekat vermeyi reddeden kabilelerin durumuna değin uzanmaktadır. Hatta ridde meselesini bizzat Hazreti Peygamberin döne­ mine değin vardıranlar da bulunuyor. Hazreti Muhammed'e önce iman edip sonra bu imanından dönen bazı kişilerin bu­ lunduğu kimi siyer ve hadis kaynaklarında aktarılıyor. İslam tarihinde ilk dinden dönen / mürted kişinin bir va­ hiy katibi olduğu ve adının da Saad oğlu Abdullah olduğu bildiriliyor. Abdullah daha sonra Mekke'nin fethi sırasında tekrar Müslüman oluyor.30 Bir de bazı hadis derlemelerinde Neccaroğulları Kabi­ lesine mensup bir Hıristiyan'ın önce Müslüman olup daha sonra dinden döndüğü rivayet ediliyor. Hatta bu kişinin vahiy katipliği yaptığı da iddia ediliyor. Yine iddiaya göre irtidat ettikten sonra Hazreti Muhammed'in ve Kur'an'ın 29 M.F. Abdulbakı, el- Mu'cem, rdd maddesi. 30 Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Abdullah İbn Saad maddesi.

207


aleyhinde sözler söylüyor. Bu kişi yeniden Hıristiyanlığa dönünce kavmi onu taltif ediyor. Bir süre sonra ölüyor. Ce­ nazesi gömülüyor ama daha sonra toprağın cesedi dışarı attığı da ileri sürülüyor. Birkaç kez gömüldüğü halde aynı hadise vuku buluyor. Hıristiyanlar o şahsın kabrinin Müs­ lümanlar tarafından açıldığını iddia ediyor. Sonunda çok daha derin bir mezar kazılıp ceset son kez gömülüyor ve bir daha cenaze dışarı çıkmıyor.31 Bu rivayetin uydurma olduğu aşikar. Zira rivayetlerde şahsın ismi bile belirtilmiyor. Bu nedenle bu irtidat rivayeti çoğu tarihçi tarafından ciddiye alınmıyor. Biz de doğru oldu­ ğu kanısında değiliz. Bu iki rivayetin dışında da başka irtidat rivayetleri var. Lakin onların da uydurma olduğu kaynaklar incelendiğinde anlaşılmaktadır. Zira rivayetlerde çelişik unsurlar ve tutarsız­ lıklar mevcut. Ridde ile irtibatlandırılan sahte peygamberler meselesi de var. Bu konuda iki kişi öne çıkmakta. Biri Müseylime diğeri de Ansı'dir. Müseylime meselesi Halife Ebu Bekir dönemine de­ ğin uzanıyor. Ansı meselesi ise daha farklı bir mahiyete sahip. Kaynaklarda Esved el- Ansı olarak bahsedilen biri, Haz­ reti Muhammed'in rahatsızlığını fırsat bilerek kendisine "Rahman'ül- Yemen" sıfatını verip peygamberliğini ilan edi­ yor. Yemen' deki Ans kabilesi ile Mezhic kabilesinin desteği­ ni alıyor. Ayaklanıp Yemen'in büyük bir bölümüne egemen oluyor. Hazreti Muhammed, Ansı'yi yeniden İslam'a davet etmek için elçi gönderiyor. Fakat Ansı daveti reddediyor. Bu­ nun üzerine bölgedeki Müslümanlar ve Ansı' nin eşi harekete geçiyor. Ansı eşi tarafından bir gece evinde öldürülüyor ve böylece Ansı'nin sahte peygamberlik ve isyan hareketi etki­ sizleştiriliyor.32 İslam tarihinde ridde ve irtidat denildiğinde aslında ilk olarak, Hazreti Muhammed'in vefatınm ardından Halife Ebu Bekir' e vergi vermeyi (zekat) reddeden kabilelerin durumu 31 Buhari, Menakıb, 25.

32 Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ridde maddesi. 208


akla gelir. Bu kabilelere karşı girişilen savaşlara da "Ridde Savaşları" denilmektedir. Zekat vermeyi reddetmek o zaman için dinden dönme hadisesi olarak görüldü. Oysa o kabileler İslam itikadını reddetmekten ziyade yalnızca Halife Ebu Be­ kir yönetimine zekat vermeyi yani vergi vermeyi reddetmiş­ lerdi. Başka bir ifadeyle aslında olay bir din-iman meselesi olmaktan çok iktisadi bir sorundu. Ne var ki o günün koşul­ larında bu hadiseler, irtidat olarak değerlendirildi. Bu iktisadi sorunu Medine yönetimine karşı bir bağımsızlık hareketi ola­ rak görenler de vardır. Zekattan bağımsız olarak gerçek anlamda dinden dönen­ ler de vardı. Onlarla savaşılması konusunda bir görüş ayrı­ lığı yoktu. Ama zekat meselesinden dolayı savaşmayı, bazı sahabeler kabule yanaşmadılar. Bazıları ki; bunlardan biri de Hattab oğlu Ömer'dir, "lailahe illallah" diyenlerle savaşılma­ sının doğru olmadığını düşünüyorlardı. Ne var ki bir süre sonra onların da ikna edildiklerini görüyoruz. "Zekat verme­ yerek Halife'ye isyan etmek suretiyle aslında dolaylı olarak dine de başkaldırılmış olur ki bu da zaten lailahe illallah sözünü reddetmek demektir," şeklindeki bir izahın savaşa muhalefet edenleri ik­ nada etkili olduğu anlaşılıyor. Halife Ebu Bekir döneminde yaşanan Ridde Savaşları, İslam tarihinde bir geleneğin başlayıp yerleşmesine neden oldu. Sonraki dönemlerin siyasal ve yönetsel güçleri, Ha­ life Ebu Bekir döneminde izlenen bu siyaseti izleyerek yö­ netime her çeşit karşı çıkışı, "inançtan sapma" yani irtidat olarak görme yoluna yöneldiler. Böylece her çeşit muhalif düşünce bir iman sorunu olarak algılandı. Siyasi iktidara muhalefet etmek doğrudan doğruya dine karşı çıkış olarak damgalandı. Bu, aslında din ve devletin özdeşleşmesi sonucunun do­ ğurduğu büyük bir sapma olarak tarihin belleğine nakşoldu. Devlete karşı çıkış, dine isyan şeklinde nitelendi. Sultanlar ya­ hut halife sanlı krallar, kendi otoritelerine karşı çıkan herkesi dinden dönmekle suçladı. Sözgelimi; gerçek adı Sabit oğlu Numan olan büyük İslam bilgini İmamı Azam Ebu Hanife 209


bile Emevi ve Abbasilere muhalefetinden dolayı dinden dön­ mekle suçlanmış ve kırbaçlanarak zindanda şehit edilmiştir. E gemen İslam fıkhında / şeriatta mürtedlerin cezası ölüm olarak belirlenmiştir. Bu konu fıkıh kitaplarında; "ahkam'ul­ mürteddiyn", "kitab'ul- mürted" ve "kitabu'r-ridde" başlık­ ları albnda ele alınır. Mürtedler hem öldürülürler hem de mallarına el konulur. Bu konuda birkaç fakih haricinde bütün İ slam mezhepleri neredeyse görüş birliği içerisindedir. Ayrıca Hanefi mezhebi, İslam' a karşı savaşan bir asker olabilme ihti­ mali üzerinden sadece erkek mürtedlerin öldürülmesi gerek­ tiğini ve kadın mürtedlere ölüm cezasının u ygulanamayaca­ ğını hükme bağlamıştır. Buradan mürted için ölüm cezasının aslında yalnızca savaş durumunda söz konusu olabileceği görüşü ortaya çıkmaktadır. Mürted, İslam' a karşı savaşan biri değilse öldürülmesi gerekmez, şeklinde bir görüş, Hanefi fık­ h ına yabancı bir yaklaşım değildir, desek yeridir. Mürtedin öldürülmeden önce tövbeye davet edilmesi ge­ rektiği görüşünde olan fakihler de vardır. Öte yandan Hanefi ve Caferi fakihler kadın mürtedin tövbe edinceye kadar hap­ sedilmesi gerektiği görüşündedirler. Mürtedin öldürülmesi cezası Kur' an kaynaklı bir uygula­ ma değildir. Zira Kur' an' da mürted için dünyevi bir cezadan bahsedilmez. Uhrevi ceza içinse şu ayetler söz konusudur: . . . Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölür­ s� onların yapbkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada de­ vamlı kalırlar.33 İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkar edenleri, sonra da inkarlarını art­ tıranlan Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.34 Gönlü inançla dolu olduğu halde, baskı altında olan kimse dışında, inandıktan sonra Allah' ı inkar 33 Dişi Sığır Bölümü 217. Söz / Bakara Suresi 217. Ayet. 34 Kadınlar Bölümü 137. Söz / Nisa Suresi 137. Ayet. 210


edip gönlünü inkarcılığa açanlara Allah katında bir öfke vardır; üstelik onları büyük bir azap bek­ lemektedir. 35 Hiç kuşku yok ki onlar yani dinden dönenler, ahi­ rette yıkıma uğrayacak olanların ta kendileridir.36 Mürtede dünyevi ceza uygulama yönündeki hükme daha çok bir kısım hadisler dayanak yapılmıştır. Hadis derlemele­ rinde yer alan ve uydurma olduğu anlaşılan bir kısım hadis­ lerde mürtedin öldürülmesi gerektiği belirtilir.37 Mürtede verilen ölüm cezası için Kur'an' dan bir hüküm kaynağı bulma noktasında da Sofra Bölümü 33-34. Sözler / Maide Suresi, 33-34. Ayetler öne sürülmektedir. Ancak bu Kur'an sözlerinde / ayetlerinde, silahlı gasp ve eşkıyalık ya­ panlarla cinayet işleyenlere verilecek cezadan bahsedilir. Yani mürtedle ilgili bir hüküm yoktur. Dinden dönenlere ölüm cezası uygulaması aslında İslam' dan önceki dönemlerden kalma bir yaptırımdır. Eski Yunanlar ve Romalılar, dinden dönenlere ölüm cezası vermiş­ lerdir. Yahudilikte ise taşlanarak öldürülme öngörülmüştür.38 Hıristiyanlıkta da engizisyon mahkemeleri kurulmuş ve ölüm cezaları uygulanmıştır. Egemen İslam fıkhındaki / şeriattaki uygulamanın evvelki dönemlerden geçmiş bir sapma olduğunu söylemek zorunda­ yız. Zira böyle bir uygulamanın hiçbir Kur' ani dayanağı yoktur. İslam tarihinde mürtedler için öngörülen cezanın ölüm ol­ duğunu belirtsek de bu konuda normal bir ölüm cezasından daha feci bir uygulama da söz konusu olmuştur. Halife Ebu Bekir döneminde bazı mürtedler yani ridde isyancıları, hali­ fenin emriyle yakılarak öldürülmüştür. Evet, evet yanlış okumadınız; Halife Ebu Bekir, ridde is­ yancılarından bazılarını yaktırarak öldürtmüştür. Egemen İslam fıkhında yani şeriatta, ta'zir cezası kapsamında devlet 35 Bal Arısı Bölümü 106. Söz / Nah! Suresi 106. Ayet. 36 Bal Arısı Bölümü 109. Söz / Nah! Suresi 109. Ayet. 37 Buhari, "İstitabet'ül- mürteddiyn", 2. 38 Tesniye, 13/ 6- 10. 211


başkanının devlet için sakıncalı gördüğü kişileri öldürtmesi kavram ve kurumunun ilk ve en dikkat çekici uygulaması işte budur.39 Mürtede ölüm cezası uygulanmasının Kur'an'ın ruhuna aykırı olduğunu kararlılıkla belirtmek durumundayız. Zira Kur'an'da, Dişi Sığır Bölümü 256. Sözde apaçık bir biçimde yer alan; "Dinde zorlama / baskı yoktur," ilkesi mürtedin öldürülmesi uygulamasını Kur'an dışı kılmaktadır. Dileyen dine girer, dileyen de dinden çıkar. Kur' an, dine girişin so­ nuçlarını gösterdiği gibi dinden çıkmanın da sonuçlarını gös­ termiştir. Bu sonuçlar arasında dinini değiştirene maddi ve dünyevi bir ceza yoktur. İrtidadı ölümle cezalandırmak bir tür "İslam engizisyo­ nu" doğurmuştur. İdeolojiye dönüştürülerek siyasallaşbrılan İslam, din üzerinden siyaset yapanların siyasal rakiplerini et­ kisiz kılmak veya ortadan kaldırmak için irtidat kavram ve kurumunu kullanmalarına zemin hazırlamıştır. 40 İstenmeyen yahut görüşlerinden rahatsızlık duyulan in­ sanları bir yolunu bulup mürted ilan etmenin dinci, gerici çevrelerde kolayca başvurulan bir yöntem olduğunu gösteren bir yığın örnek vardır. Meselenin ne denli vehamet arz ettiğini kavramak bakı­ mından ilginç bir örnek olarak, ünlü Suudi din adamı Bin Baz'ın, 1975 yılında Medine İslam Üniversitesi'nin yayını ola­ rak çıkardığı bir kitabında yazdıklarına bakalım: Yüzyılımızın birçok yazarı ve öğretim üyesi arasın­ da şu düşünce yayılmış bulunmaktadır: Güneş sa­ bittir, dünya döner. Bu konuda bana birçok soru so­ ruldu ve sonunda konuyla ilgili kısa ve özlü bir eser yazarak okuyucuları bu sapık düşünceden uzaklaş­ tırmak ve gerçeğe yöneltmek gerektiğine kanaat ge­ tirdim. Artık bundan sonra hala "Dünya dönüyor" 39 Ahmet Fethi Behnesi, et-Ta'zir fi'l-İslam (Muessesetü'l- Halic), Kahire 1988, s. 103- 104, aktaran; Yaşar Nuri Öztürk, Dincilik, İstanbul 2015, s. 204. 40 Yaşar Nuri Öztürk, age, s. 206.

212


diyenlerin sözleri Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanlamaya yönelik küfür ve sapıklıktan başka bir şey olmayacakhr. Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanlayanlar ise dinden çıkmış olurlar. Bunlara önce tövbe teklif edilir; tövbe ederlerse ne iyi, et­ mezlerse ve eski düşüncelerini sürdürürlerse kafir ve mürted olarak katledilirler. Geriye kalan malları - mülkleri de kamu hazinesine devredilir.41 Görüleceği üzere Suudi din adamı "Dünya dönüyor" di­ yenleri de mürted ilan edip katledilmeleri gerektiğini söy­ lüyor. İrtidat kurumunun vardırıldığı nokta bu örnek bağla­ mında hakikaten ibret ve dehşet verici bir mahiyete sahiptir. Günümüzde bazı sözde İslami grupların dini, kendileri gibi yorumlamayan / anlamayan diğer grupları yahut şahısları tek­ fir edip mürted ilan etmesi, kökü tarihin derinliklerine değin uzanan bir sapkınlıktan başka bir şey değildir. Bu sapkınlıktan ötürü faili belli yahut meçhul pek çok cinayetin işlendiğini, ne acı ki, bilmekteyiz. Dinci terörizme de zemin hazırlayan "mür­ tede ölüm!" anlayışı aslında Muhammedi İslam'a kurulmuş büyük bir pusudur. İslam'ın bu pusudan kurtulması, çağdaş değerlerle Kur' ani ilkeleri bir arada ele alıp dini, tecdid ederek / güncelleyerek ihya etmekten geçiyor. Yüksek bir duyarlılık ve kararlılıkla belirtmeliyiz ki, ege­ men İslam fıkhındaki yani şeriattaki irtidada / dinden dön­ meye ölüm cezası uygulaması, hem Kur'an'a hem de insanlı­ ğın ulaştığı çağdaş insani değerlere tümüyle aykırı olmasın­ dan ötürü büyük bir suç olarak kabul edilmelidir. Daha yalın söyleyelim; mürtede ölüm hükmü gibi daha pek çok çağ dışı hükümden dolayı, muharref dini anlayışa dayalı şeriatı savunmak suçtur; suç olarak kabul edilmek zorundadır. Bu hem çağdaş ve laik hukuk açısından hem de Kur' ani değerler bakımından böyledir.

41 Yaşar Nuri Öztürk, age, s. 209.

213



Beşinci B ölüm

K ü fü r / K a fi rl i k v e u

K a fi r K a v r a m ı U z e r i n e



Arapça bir sözcük olan kafir sözü, dinsel terminolojideki anlamıyla "inkarcı" demektir. Bununla kastedilen "İslam dışı olma" durumudur. "Küfr" ve "kefir" kökünden türeyen söz­ cüklerin Kur' an' daki kullanım sayısı 550 dolayındadır. Bun­ ların en büyük bölümü "küfre saptı/ saphlar" anlamında fiil­ dir. Bu kullanımı 130 küsurla tekil ve çoğul halde kafir (küfre sapan) sözcüğü takip eder. Kafir kavramının Kur' an'da ilk geçtiği yer, vahiy düzenine göre, 7 4. Kur'an Bölümü olan Bürünüp Sarınan Bölümü'nün 10. Sözü / Müddessir Suresinin 10. Ayetidir. Bundan önce Kur' an' dan sadece Göze Bölümünün / Alak Suresinin ilk beş sözü / ayeti vahiy olunmuştu. Bu açıdan kafir kelimesinin anlamı, daha sonra İslam bilginlerince sınır­ lanmış ve basitleştirilmiş "inançsız", "inkarcı" gibi anlamlar­ dan çok daha geniştir. Kur' an' daki kullanımında kafir, gerçe­ ği inkar eden veya kabul etmeye yanaşmayan kimseyi anlatır. Kendi kişisel bilgi ve yargılarını tek gerçek olarak sayıp, hiç eleştiri ve araştırma yapmadan, başkasını veya başkalarını suçlayana kafir denilir. Aslında kafir sözcüğü; gizlemek, saklamak anlamlarına gelen (k-f-r) kökünden gelir. Sözlük anlamıyla, tohumla­ rı toprağın altına gizlemesi sebebiyle bu sözcük, Arapça­ da çiftçi için de kullanılmıştır. Kişileri örtüp gizlediği için geceye, yıldızları örtüp gizlediği için güneşe, güneşi ört­ tükleri için bulutlara eski Arapçada kafir (örtüp gizleyen) denilirdi. 217


Bu sözcük Kur' an' da sadece dinsel anlamıyla kullanılma­ mıştır. Sözgelimi, çiftçi anlamına gelmek üzere kafir sözcüğü­ nün çoğulu olan küffar kelimesi Fetih suresinin son ayetinde kullanılmaktadır. 42 Kur'an'da küfürden türeyen tüm sözcüklerde bu örtmek anlamı devinim noktasıdır. Nitekim Kur'an'da günahı örtüp kapatan şey ve davranış anlamında kefaret ve günahı kapat­ mak anlamında tekfir sözcükleri de kullanılmaktadır. 43 Kafir, küfür işleyendir. Küfür ise, İslam'ın amentüsünü oluşturan ve İslam itikadının temeli sayılan (Ortodoks İslam'a göre imanın altı şartı olarak da anılan) ilkelerden birini çiğne­ mek, kabul etmemek veya inanmamak anlamındadır. Bir insanın kafir olması, Müslümanların onunla ilişkileri açısından bazı sonuçlar doğurur. Sözgeli­ mi, egemen İslam hukukuna göre, bir Müslüman ile bir kafir birbirlerine mirasçı olamazlar. Yine ege­ men dinsel anlayışa göre Müslüman kadınlar kafir erkeklerle evlenemezler. Biz bu iki konuda da farklı düşünüyoruz. Kimin kafir olacağı ya da olduğu konusunda İslam mez­ hepleri arasında şiddetli tartışmalar olagelmiştir. Bunların başlıca nedeni imanın farklı mezheplerce farklı şekilde tarif edilmiş olmasıdır. Bu nedenle Mümin ile kafir tanımları çe­ şitlilik gösterir. Sünnilerin çoğunluğunun bağlı bulunduğu Eş'ari ve Maturidi mezheplerinde iman, özde kalbin tasdiki olarak kabul edilir. Buradan hareketle bu mezhepler, kalben tasdik edilmesi gereken itikadı unsurları tasdik etmeyen, yani bunları bütünüyle veya kısmen reddeden kişiyi kafir olarak tanımlamışlardır. Bununla birlikte bu mezhepler içerisinde de ayrıntılarda farklılık görülebilmektedir. 42 Kur' an - ı Kerim, Zafer Bölümü 29. Söz / Fetih Suresi 29. Ayet. 43 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, s. 348 349.

218


Kalbin tasdikinin yanı sıra dilin ikrarını, yanı ımanını diliyle belirtmeyi de içeren iman tariflerine göre bu her iki şarttan birini yerine getirmeyen kişi kafir olarak tarif edilir. Yani eğer dili ile kabul eder, kalbi ile tasdik etmezse veya ter­ si şekilde dili ile inkar eder kalbi ile tasdik ederse kafir olur. Ameli de imanın bir parçası sayan tariflerde ise iman üç bö­ lümden oluştuğu için bu üç bölümden birinin terki küfre yol açar ve kişi kafir olur. Bununla birlikte bu iman tarifini kabul eden Selefiler kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmesine rağmen, ibadeti ret değil de tembellik sebebiyle terk eden kişinin kafir olmayacağı kanaatindedir. Küfür konusundaki görüşlerin en katısı Haricilerindir ve bu gruba göre herhangi bir ibadetin -nafile/ sünnet ibadetler dahil- terki küfürdür ve dolayısıyla fail/ terk eden kafirdir. Ayrıca kendileri için kafir teriminin kullanılabileceği gruplar ve bireyler de tartışma konusu olagelmiştir. Sözge­ limi, Hıristiyan ve Musevilerin Ehlikitap olmalarına rağmen kafir olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı tartışma konu­ su olmuştur. Küfür olan eylemlerin çeşitliliği sebebiyle küfür kavramı da çeşitlere ayrılmıştır ve farklı fakihler, farklı küfür tiplerini işleyen farklı kafirlere ilişkin farklı karar ve görüşler ortaya koymuştur. Küfür yani kafirlik kavramının karşıt anlamlısı imandır. Türkçe karşılığı inanç olan iman sözcüğünün İslami ekol­ ler açısından irdelenmesi kafir kavramının anlaşılması için zorunludur. Ancak bu noktada ilginç bir örnek oluşturması açısından Musevilik ve Hıristiyanlıktaki iman ilkelerini sun­ mak istiyorum Bunun, egemen İslam'daki iman ilkelerinin teolojik zemininin daha i yi anlaşılması için son derece faydalı olacağı kanısındayım Öncelikle Musevilikteki inanç ilkelerine bakalım Her din­ de olduğu gibi Musevilikte de iman esasları vardır. Bunlara İbranicede "Emunot" adı verilir. Museviliğin amentüsü olan bu 1 3 Emunot şunlardır: 1. Bütün imanımızla inanırız ki, adı kutsal olan Yaradan'ı­ mızın yarattıkları onun eseridir. O yaratır ve yaratacaktır. 219


2. Tüm imanımızla inanırız kt adı kutsal olan Yaradan'ı­ mız tektir, ondan başkası yoktur. O, bizim ilahımız olmuş ve olacaktır. 3. Bütün imanımızla inanırız kt adı kutsal olan Yaradan'ı­ mız bir beden değildir ve bedene benzerliği yoktur, hiçbir şe­ kilde tasvir edilemez. 4. Bütün imanımızla inanırız ki, adı kutsal olan Yaradan'ı­ mız ezeli ve ebedidir. Onun dışında başka ilah yoktur. 5 . Bütün imanımızla inanırız ki, adı kutsal olan Yaradan'ı­ mızdan başkasına dua etmemeliyiz. 6 . Bütün imanımızla inanırız kt peygamberlerin bütün sözleri doğrudur; Tanrı tarafından kabul edilmiştir. 7. Bütün imanımızla inanırız kt rahmetle andığımız Musa, hakikatlerin peygamberi ve peygamberlerin en büyüğüdür. 8. Bütün imanımızla inanırız kt ezelden beri elimizde olan Tevrat, Sina Dağında, rahmetle andığımız Musa'ya verilenin aynısıdır. 9. Bütün imanımızla inanırız kt elimizde olan Tevrat de­ ğiştirilmemiştir ve asla değiştirilemez. 10. Bütün imanımızla inanırız kt adı kutsal olan Yara­ dan'ımız insanların bütün hareket ve düşüncelerini bilir. Kut­ sal Kitap'ta da yazdığı üzere; "Her birinin yüreğini yaratan, bütün onların işlerini anlayan odur." 11. Bütün imanımız ile inanırız kt Davud soyundan Mesih gelecektir. Gecikmesine rağmen geleceği günü bekleriz. 12. Bütün imanımızla inanırız kt adı kutsal olan Yara­ dan' ımız, emirlerini yerine getirenleri ödüllendirir, emirlerini ihlal edenleri tövbe etmezlerse cezalandırır. 13. Bütün imanımızla inanırız kt ruhumuz ölümsüzdür ve kutsal Yaradan'ımızın dilediği zaman ölüler yaşama kavuşa­ cakhr. Hıristiyanlıkta ise Katolik Kilisesine göre iman ilkeleri şöyledir: Tek Tann'ya, her şeye gücü yeter Peder' e, gök ile yeryü­ zünü yaratana ve onun biricik oğlu, efendimiz İsa Mesih' e, Ku tsal Ruh'tan beden alarak bakire Meryem'den doğduğuna, 220


Pontuslu Pilatus zamanında azap çektiğine, Haça gerilerek ölüp gömüldüğüne, Araf'a indiğine, üçüncü gün dirildiği­ ne, göğe çıktığına, gücü her şeye yeten Baba Allah'ın sağında oturduğuna, oradan gelip dirilerle ölüleri yargılayacağına, Kutsal Ruh'un varlığına, Kutsal Evrensel Kiliseye, Azizlerin birliğine, günahların bağışlanmasına, bedenin dirilmesine ve sonsuz yaşama iman ederim. Ortodoks / egemen İslam inancının inançsal ilke ve görüş­ leri ile Museviliğin iman esasları büyük benzerlik taşımakta­ dır. Tanrı'nın tekliği, eşsizliği, bedensizliği, benzersizliği inan­ cı ile Tevrat'ın değişmez ve değiştirilemezliği ve Musa'nın en büyük peygamber olduğu inancı ile İslam'daki "Tevhid İnancı", "Kur'an'ın değişmez ve değiştirilemezliği ve Hazreti Muhammed'in en büyük ve son peygamber olduğu itikadı" ne denli birbirine benziyor. Öte yandan egemen İslam' daki kader inancı ile Musevilikteki 10. iman ilkesi de neredeyse aynıdır. Musevilikteki Musa, Tevrat ve Tanrı düşüncesi Ortodoks / egemen İslam'da yerini Hazreti Muhammed'e, Kur'an'a ve Tevhid inancına bırakmıştır. Bunlara ek olarak ruhun ölümsüzlüğü, yeniden diriliş ve Mesih inancının da egemen İslam'da mevcut olduğunu gör­ mekteyiz. Tek farkla ki, İslam'da Mesih inancı Mehdi inancı­ na dönüşmüştür. Hıristiyanlıktaki iman esasları da içerik olarak daha öz­ gün olmakla birlikte Musevilik ve İslamiyet'le benzerlikler taşımaktadır. Şimdi gelelim egemen İslam'daki iman esaslarına . . . Öncelikle Ortodoks / egemen İslam'ın iki ana kolundan biri olan Sünniliğin inanç ilkelerine bakalım. Sünnilikte imanın altı koşulu vardır. Bunlar; Allah'a inanmak, Meleklerine inanmak, Kitaplarına inanmak, Peygamberlerine inanmak, 221


Ahirete inanmak, Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna ve öldükten sonra dirilmeye inanmak Bu altı ilke ile ilgili olarak pek çok tartışma konusu olmak­ la birlikte en azından zahiren bir birlik bulunmaktadır. Allah'ın sıfatları, peygamber ve özellikle kader inancı hu­ susunda Sünni ekoller, kimi farklı görüşlere sahiptir. Eş'ari ve Maturidi ekoller yüzyıllardan beri bu farklılıkları aşabilmiş değildirler. Ancak mevcut farklı görüşlere karşın iki ekol de birbirini tekfir etmekten / kafir ilan etmekten özenle kaçın­ maktadır. Sünnilikteki Eş'ari ve Maturidi ekollerin ihtilaf ettikleri bazı itikadı konular özetle şöyledir: İnsanın İradesi / Cüz'i İrade: Eş'arilere göre cüz'i iradeyi Allah yaratır. Maturidi'lere göre ise cüz'i iradeyi Allah yaratmaz. Bu yaklaşım Eş'arilerin cebri' çizgiye kaydıklarını gösteriyor. İyi ve Kötü / Hüsün ve Kubuh: Eş'arilere göre hüsün ve kubuh, yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu aklen bilinemez. Hüsün ve kubuh, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bilinir. Allah bir şeyi emrettiyse o şey iyidir. Allah bir şeyi yasak etti ise o şey kötüdür. Maturidilere göre ise hüsün ve kubuh akıl ile idrak olu­ nur. Emir ve nehiy bir şeyin iyi veya kötü olduğuna delalet eder. Herhangi bir şey iyi ise Allah onu emretmiştir. Kötü ise Allah onu yasak etmiştir. Maturidilerin akla önem verdikleri­ nin göstergelerinden biri olan bu yaklaşım gerçekten dikkat çekicidir. Allah'ı Tanıma: Eş'ariler, Allah'ı tanımanın şer'an vacip olduğunu söyler­ ler. Maturidi'ler ise Allah'ı tanımanın aklen vacip olduğu fik­ rindedirler. Bu konuda Eş'ari anlayış kendisine herhangi bir uyarıcı / peygamber vb. gelmeyen bir kişinin aklıyla Allah'ı 222


tanımasının ve ona iman etmesinin zaruri olmadığını belirtir. Maturidiler ise kendisine peygamber / uyarıcı ulaşmayan ki­ şilerin de akıl yoluyla Tanrı'yı tanımakla yükümlü oldukları­ nı ileri sürerler.

Tekvin: Eş' ariler tekvini itibari bir sıfat olarak kabul ederler. Hakiki sıfat olarak kabul etmezler. Maturidiler ise tekvinin, kudret ve irade gibi hakiki bir sı­ fat olduğunu söylerler. Kula Gücü Yetmeyecek Şeyleri Yükleme: Eş'arilere göre Tanrı'nın kula gücünün yetmeyeceği şeyle­ ri yüklemesi caizdir. Maturidilere göre ise Allah'ın kulunu gücü yetmeyeceği şeylerle yükümlü kılması caiz değildir. İlliyet ve Hikmet: Eş'ariler, Allah'ın yaptıklarındaki hikmeti bizim aklımız kavrayamayabilir. "Allah'ın fiilleri için neden aranamaz" derler. Onun fiilleri hikmet ile bağlı da değildir. Çünkü Allah yaptığından sorumlu değildir. Sorumlu olan kullardır. Maturidilere göre ise Allah abesten/ boş işten münezzeh­ tir. Allah'ın fiilleri hikmeti gereği meydana gelir. Çünkü Al­ lah, Hakim / hikmet sahibidir, Alim/ bilicidir. Allah tekvini / yaratılışa ilişkin fiillerinde ve teklifi / yükümlülüğe dair hükümlerinde hikmetini gösterdi ve irade etti. Hasılı Allah'ın fiilleri hikmeti ile bağlıdır ve fiiller bir sebebe dayanır. Bu, Allah'ın abesle meşgul olmamasının gereğidir. Allah yaptık­ larından sorumlu değildir. Ezelde Ma'duma Hitap: Eşariliğe göre ma' duma ezelde ilahi hitap taalluk eder. Buna göre Allah ezelde Mütekellim' dir. Maturidiliğe göre ise Allah ezelde Mütekellim değildir. Çünkü ma' duma ezelde ilahi hitap taalluk etmez. 223


Nübüvvet İçin Cinsiyet: Eş'arilere göre nübüvvet/ peygamberlik için erkeklik şart değildir, kadınlar da peygamber / nebi olabilirler. Nitekim Meryem, Asiye, Sare, Hacer, Havva ve Hazreti Musa'nın an­ nesi nebidirler. Maturidilere göre ise nübüvvetin şartlarından birisi erkek olmakhr. Kadınlar nebi olamazlar. ibadetin İfası: Eş'ariler Müslüman olmayanların da ibadetle yükümlü olduğu görüşündedirler. Onlara göre gayrimüslimler bu ne­ denle de ceza görürler. Maturidiler ise, Müslüman olmayanların ibadeti ifa ile yükümlü almadıkları görüşündedirler. Onlar küfürden / kafirliklerinden dolayı ceza görürler fakat ibadeti ifa etme­ dikleri için cezaya çarptırılmazlar. Dinden Dönme / İrtidat: Eş'arilerce mürted yeniden imana dönerse amelleri de av­ det eder. Maturidilere göre ise mürted imana dönse de amelleri av­ det etmez. Yani Eş'ari anlayışta bir kimse dinden dönüp tekrar imana geldiğinde önceki ibadetleri de geçerlidir. Oysa Maturidiler bunu kabul etmezler. Kişi imana dönse bile ibadetleri dön­ mez. Korku ve Umutsuzlukla Yapılan Tevbe / Tevbe-i ye's: Eş'arilerce tevbe-i ye' s makbül değildir. Maturidilere göre ise makbuldür. Kur'an: Eş'arilere göre Kur'an'ın bazı ayetleri değer bakımından bazılarından büyüktür. Matüridilere göre ise büyük olamaz.44 44 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için; Dr. Halil Taşpınar, "Matüridiyye ile

224


Ortodoks/ egemen İslam'ın bir diğer kolu olan Şiilikteki ( Caferilik ) iman ilkelerini de ele almak yerinde olacaktır. Şii dünyasının en büyük kolu olan İmamiyye ( Caferilik )'ye göre inanç ilkeleri (usul-u din) şu şekildedir: 1. Tevhid: Allah'ın birliği ilkesidir. Allah zatı, sıfatları, fiil­ leri ve ibadet yönünden de birlenmiştir. İmamiyye, Allah'ın sıfatları konusunda Sünnilikten üç noktada ayrılır. Şiiliğe ( İmamiyye ) göre Tanrı'nın sıfatları Zatının aynıdır. Sünniliğe göre ise Zatının ne aynı ne de gay­ rıdır; onlar Tanrı'nın kendisini nitelendirdiği sıfatlardır. Şiiliğe göre Kur'an mahlüktur.45 Sünnilik ise Kur'an'ın Tanrı'nın sözü / kelamı olduğunu; Tanrı'nın "kelam sıfatı"mn ise onun ( Tanrı'nın ) kıdemiyle kadim olduğunu ileri sürer. Başka bir deyişle Sünniliğe göre Tanrı'nın ezeli kelam sıfatı var­ dır; Şiiliğe göre ise Tanrı'nın böyle sıfatı yoktur. Yani Sünnilikte Tanrı, "kadimden beri konuşan bir Tanrı" iken Şiilikte ise konuş­ mayan ve kutsal kitapları söyleyen değil yaratan bir Tanrıdır. Daha açık söylemek gerekirse Şiilikte Tanrı'nın kelamı / sözü kadim olmayıp sonradan yaratılan izafi/ göreli bir kelamdır. Yine Şiiliğe göre Tanrı ahirette inananlarca kesinlikle gö­ rülmeyecektir. Cennet halkına görüleceğini söyleyen kafirdir. Oysa Sünniliğe göre Tanrı ahirette inananlarca görülecektir. 46 2. Nübüvvet: Allah'ın seçtiği kullarını Cebrail aracılığıyla ve vahiy yoluyla peygamber olarak görevlendirmesidir. 3. İmamet: Allah'ın emri üzerine Hazreti Muhammed'in tayin ettiği imamların imamlığına inanmak. İmamiyye' ye göre Allah'ın emri üzerine peygamber tarafından tayin edi­ len imamların sayısı 1 2'dir. Birincisi Hazreti Ali' dir. Bir kim­ senin mümin olabilmesi için 12 imamlara inanması şarttır. 4. Mead: Ölümden sonra diriliş ve ahiret inancıdır. 5. Adalet: Allah'ın adil, kulun da iradesinde ve eylemlerin­ de özgür olmasıdır. Allah kullarını fiillerinde cebretmez. Cebr Eş'arıyye Mezhepleri Arasında İhtilaf mı? Suni Dalgalanma mı?", Cumhuri­ yet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt X/ 1, s. 213-250, Haziran 2006. 45 Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Halk'ul- Kur'an maddesi. 46 Ethem Ruhi Fığlalı, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, Tercüman Yayınları, 1987, s. 106.

225


ve tefvizi ( havale ) savunmak Allah'ın adil oluşuyla bağdaş­ maz.47 Kişinin kafirliği konusunda en sert ve katı tutumun Hari­ cilikte bulunduğunu da belirtelim. Haricilik, Hazreti Ali, Ha­ life Osman, tahkime katılan hakemler; Amr b. El-As ile Ebu Musa El-Eş'ari'yi, Cemel Savaşı'na katılan Ayşe ile Talha ve Zubeyr'i ve hakemlerin hükmüne rıza gösteren herkesi kafir görmektedir.48 Bununla birlikte ilkesel anlamda Hariciliğin katılığının en bariz örneği, büyük günah işleyenlerin kafir görülmesi ilkesi­ dir. İnanç ilkelerinden de öte bir kural olarak böylesi bir ilke­ nin mevcudiyeti, İslami akımların küfür konusundaki çelişik, tutarsız ve karmaşık durumunun en net göstergelerinden biri olarak kaydedilmelidir. İslami akımların iman ve küfür konusundaki tutarsız, çe­ lişik ve karmaşık durumunu örneklemek hususunda yüzler­ ce veriye başvurmak mümkündür. Ancak biz bu konuda çok ciddi etkileri bulunan Mutezile mezhebinin görüşlerine de yer vererek meseleyi noktalamak arzusundayız. Mutezile mezhebi beş ilke etrafında teşekkül etmiştir. 1. Tevhid ilkesi: Bu ilkeye göre Mutezile mezhebi Allah için sıfat kabul edilemeyeceğini ileri sürdü. Zira bu mez­ hebe göre Allah için sıfat kabul etmek birçok başlangıcı ol­ mayan varlık kabul etmek demektir. Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak da Mutezile, Kur ' an'ın yaratılmış olduğunu savunmuştur. Yine Tevhid ilkesi konusundaki yorumlarının gereği olarak Mutezile bilginleri, Allah'ın ahirette görüle­ meyeceğini ileri sürmüştür. Allah'ın görüleceğini söyleme­ nin tevhide aykırı olduğunu, dolayısıyla kişiyi küfre götü­ receğini iddia etmiştir. Mutezile'ye göre Allah'ın görülece­ ğini söylemek onu cisimleştirme anlamına gelmektedir ki bu da küfürdür. 2. Adi: Allah adildir. Mutezile'ye göre Allah'ın, kullarının hiçbir fiiline dahli yoktur. Kul tüm fiillerinde özgürdür. Allah 47 Ethem Ruhi Fığlalı, age, s. 87. 48 Ethem Ruhi Fığlalı, age, s. 151-152. 226


kendi dahli bulunan işlerden dolayı kulunu yargılayamaz. Zira bu, onun adil oluşuna aykırıdır. Mutezile bu yorumuyla Sünnilikteki kader inancını red­ detmiş olmaktadır. Sünniliğe göre de bir iman ilkesini red­ dettiği için Mutezile akımı küfr içindedir. Mutezile ise kaderi kabul ettiğinden dolayı Sünniliği küfr içinde görmektedir. 3. El- Va'd ve'l-Vaid: Mutezile kamil imandan çıkmış, fakat tamamen küfre sapmamış kimselerin yani fasıkların cezalandırılmasını ve mümin olup ibadet edenlerin ödül­ lendirilmesini Allah için zorunlu sayar. El-Va'd ve'l-Vaid dedikleri ilkenin özü budur. Bu da Allah'ın adil olup kulla­ rına zulmetmeyeceği düşüncesine dayanıyor. Allah, insanla­ ra, iyi şeylerin yapılmasını ve kötü şeylerin terk edilmesini Kur' an' da emretmiştir. Bu hususta birçok ayet vardır. Bu ayetlerin hükümlerinin infaz edilmeyeceğini kabullenmek, Allah hakkında, bir nevi iftira etmek demektir. Allah insan­ lara emir ve nehiyleri ayırsınlar diye, bir lütuf olarak, akıl vermiştir. İnsanın sevap ve cezaya duçar olma zorunluluğu eylemlerinde içkindir. Mutezile'ye göre şefaat, kul hakkı konusundaki günah­ larda hiç bir etki icra etmez. Ancak ibadetlerde gösterilen gevşeklikler gibi hakkullaha / Tanrı hakkına taalluk eden günahları hafifletmekte etkili olabilir. Mutezile, Kur' an' daki şefaati nefyeden ayetleri olduğu gibi kabul eder. Şefaati emre­ den ayetleri ise görüşlerine uygun olarak yorumlar. 4- El-Emr bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehy ani'l - Münker: Bu, iyi ve doğru şeyleri buyurmak, kötü ve çirkin şeyleri ise engellemek ilkesidir. Emir, bir emredicinin yani üstle bulunanın kendin­ den aşağı derecede olana bir şeyin yapılmasına ilişkin hitabı­ dır. Nehy ise üstün durumda olanın, aşağı konumda olan bir kimseden bir şeyi yapmamasını istemesidir. Ma'ruf kelimesi­ ne gelince; yapılması gereken iyi bir iş veya eylemdir. Bu ilke aşağı yukarı bütün İslam akımlarınca zorunlu gö­ rülmektedir. Ancak Sünnilikle Mutezile arasındaki fark şudur: Genel manada Sünnilik, iyi ve kötü şeylerin şer'an öğretil­ miş ve açıklanmış olmasının gerektiğine inanır. Mutezile ise 227


El-Emr bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehy ani'l -Münker'in akıl yolu ile vacip / zorunlu olduğunu iddia eder. 5- El-Menzile beyn el-Menzileteyn (İki menzile arasında orta bir menzile veya makam): Bu ilke Mutezile'nin en dikkat çeki­ ci ilkelerindendir. Bu ilkeye göre büyük günah işleyenler ne kafir, ne de mümindir. Onlar kafirle mümin arasında manevi bir dereceye sahiptirler. Başka bir deyişle onlar fasıktırlar. Al­ lah, onların günahlarını bağışlamaz. Tövbe etmeden ölürlerse cehenneme giderler. Ölmeden önce tövbe ederlerse mümin sayılırlar. Görüleceği üzere İslam mezheplerinin neredeyse tümü kendinden olmayan tüm akımları bir şekilde küfr içinde gör­ mektedir. İslam tarihinde bu sebeple yapılan yüzlerce savaş ve işlenen yüz binlerce cinayet vardır. İslam akımları içinde en özgün ve en farklı akım Alevilik akımıdır. Bu nedenle İslam akımları birbirlerini tekfir etme konusunda gösterdikleri ödünsüz tutum ve keskin karar­ lılıktan çok daha fazlasını Alevileri tekfir konusunda gös­ termişlerdir. Özellikle Osmanlı şeyhülislamlarının Aleviler / Kızılbaşlar hakkında verdikleri fetvalar ve ilan ettikleri tekfir sebepleri son derece ürkütücüdür. Bu nedenle, küfr ve kafirlik kavramı üzerinde yürütülen siyasi ve teolojik tartış­ maların İslam tarihindeki etkilerini sürekli hatırda tutarak güncel dini tartışmalarda daha sağduyulu bir yol izlemek ve kafir görülenin kafirliğine saygının da gerekli olduğunu aksi halde sonu gelmez ve bitmez tükenmez kanlı mücadelele­ rin insan olma vasfımızı zamanla yok edeceğini idrak etmek lazımdır. Hakikat o ki, müminlere göre, gerçek kafirin kim olduğu­ nu yalnızca Allah bilebilir. Her din ve mezhep ve hatta her dinsel akım kendisi dışındakileri tekfir etmeyi (İslam dışı saymayı) kendi meşruiyeti için bir gereklilik olarak görmüş­ tür. Zaman zaman bu gerekliliğin üzeri örtülse de örtünün al­ tındaki nesnenin mevcudiyeti doğal olarak inkar edilemezdir. İslam tarihine baktığımızda görüyoruz ki kafirlikle suçlan­ mayan neredeyse hiç kimse yoktur. 228


Ancak özellikle Sünni ulemanın; "Ehlikıble tekfir oluna­ maz!" diye teorik bir ilke etrafında birleştiğini görüyoruz. Yani kıbleye dönüp namaz kılan kişi din konusunda hangi görüşte olursa olsun ona kafirlik ithamında bulunulamaz. Ne var ki bu ilke, uygulama aşamasında hiç de dikkate alınmış değildir. İslam tarihinde kafirlik yahut dinsizlikle suçlanan ilk kişi bizzat İslam'ın peygamberi olan Hazreti Muhammed'dir. Ne var ki onu şirk dininin temsilcileri bu şekilde suçlamışlardır. Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan'ın gözünde Hazre­ ti Muhammed şirk dinini reddedip tevhid dini olan İslam'ı tebliğ ettiği için dinsiz ve kafir görülmüştür. Hatta kaynaklar, Bedir Savaşı öncesi Ebu Cehil'in Hazreti Muhammed ve Müs­ lümanlara yönelik olarak mealen şöyle dua ettiğini aktarıyor: Ey Allah'ım, bizimle akrabalık ilişkisini kesen, bize bilmediğimiz (senin dinine aykırı) şeyler getiren bu dinsizleri (kafirleri), bu mal mülk düşmanlarını he­ lak eyle! 49 İslam tarihinde kafirlikle suçlananlar diye bir liste oluş­ tursak ikinci sıraya kesinlikle Hazreti Ali konulur. Hazreti Muhammed'den sonra İslam'ın en önemli kişisi olan Hazreti Ali, Hariciler ve Muaviye taraftarlarınca kafirlikle suçlanmıştır. Büyük İslam bilgini İmamı Azam Ebu Hanife de kafirlikle suçlanmıştır. Hatta Ebu Hanife deccal diye de suçlanmıştır. Ona yönelik suçlamalar arasında din tahripçisi, mülhidlik, zındıklık, fasıklık gibi ithamlar da vardır. Hatta muhaddis Buhari tarafından bile Ebu Hanife'ye bu sıfatlardan bazıları yüklenmiştir.50 Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii, İmam Malik'in öğ­ rencileri tarafından tekfir edilip / kafir ilan edilip dövülerek öldürülmüştür. 49 Bedreddin Çetiner, Fatıha'dan Nas'a Esbab-ıNüzul, Çağrı Yayınları, 2013, C.I, s. 414-415. 50 Bu konuda daha ayrınhlı bilgi için merhum Yaşar Nuri Öztürk'ün İmamı Azam Ebu Hanife adlı kitabına bakılabilir. 229


Öte yandan fukahanın ( İslam fıkıh bilginleri) ekserisi ta­ rafından İslam sufilerinin çoğunun tekfir edildiğini de ilave edelim. Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimı, Şeyh Bedrettin ve daha niceleri ... Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebussuud tarafından Yunus Emre'nin de tekfir edildiğini, hatta onun, Yunus'un şiirlerini okuyanların da kafir olacağı şeklinde fetva verdiğini anımsa­ talım. Tekfir konusundaki en ünlü tarihsel olaylardan biri de Gazali'nin İslam filozoflarını tekfiri hadisesidir. Gazalı'nin Tehafüt'ül- Felasife / Filozofların Tutarsızlığı adlı kitabı bu konu­ daki en ilginç çalışmalardan biridir. Tarihte haksız yere tekfire uğrayan kişileri yazmaya ve saymaya kalksak, bu konuda hacimli bir kitap yazacak denli veriye sahip olabiliriz. Lakin biz son olarak öteden beri gerici, dinci çevrelerin he­ defe oturttuğu, tekfir ettiği hatta tekfirden de öte doğrudan doğruya deccal diye nitelediği büyük Atatürk hakkında da, bu konu bağlamında birkaç kelam edelim. Türkiye' deki cemaat ve tarikatlarla gerici çevrelerin tümü görüş birliği içinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk' e, kafir, din düşmanı, zındık, deccal gibi nitelemelerde bulunurlar. Bunu çoğunlukla kapalı devre toplantılarda yaparlar. Ancak zaman zaman, imaen de olsa bir kısım dinci gerici yayınlarda da ben­ zer ithamlara rast gelmek olasıdır. Sözgelimi, Said-i Nursi'nin kimi risalelerinde kıyamet alametleri bahsi işlenirken deccal meselesi bağlamında büyük Atatürk çeşitli tariflerle itham edilir. Gerçek şu ki büyük Atatürk hakkındaki bu sapkın inanış­ ların ve suçlamaların hiçbir değeri, önemi ve gerçekliği yok­ tur. Hatta bunu söylemek, yazmak bile aslında zaittir.

230


Al t ı n c ı B ö l üm

C i h a d a Ka rş ı C i h a t



Temel İslami kavramlardan biri de cihattır. Cihat kavramı etrafında cereyan eden güncel politik hadiseler ve tartışmalar, küresel siyaseti de etkileyen bir mahiyet arz ediyor. Öyle ki günümüzde "cihatçılık" diye bir tabir de üretilmiş durumda. Cihatçılık tabiri İslam bağlamında din kaynaklı terörist faaliyetleri işaret etmek üzere kullanılıyor. Cihatçı denilirken peşi sıra şu da deniliyor: İslamcı terörist! Peki, gerçekte cihat nedir? Cihatçılık diye bir tabir ne derece haklı bir zemine sahip? İslamcı terörizm doğru bir ifade mi? Bunları anlayabilmek ve isabetli bir kanıya ulaşabilmek için cihat kavramının dinsel metinlerdeki manasına ve aktüel açıdan kullanım amaçlarına etraflıca bakmak icap ediyor. Yeri gelmişken ifade edelim; malumunuz, 2018 yılından itibaren orta öğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin müfredatına cihat kavramı da dahil edildi. Bu durum, büyük tartışmalara yol açtı. Milli Eğitim Bakanlığı, cihat kavramının yanlış anlaşıldığı­ nı ve okullarda doğrusunu öğreteceklerini savundu. Anımsa­ yalım; öteden beri Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda zorunlu din dersi olmasını da yine doğrusunu öğretmek ve dinin eği­ tim kurumları dışında, farklı yerlerde yanlış öğretilmesinin önüne geçmek gerekçesine dayandırmakta. Lakin gelinen aşamada söz konusu derslerin ne gibi tahribata yol açtığı herkesçe malumdur. Bu tahribatın büyük kısmının aslında dersin müfredatından ziyade öğretici kadronun derse ilişkin 233


alternatif bir ajandaya sahip olmasından kaynaklandığını be­ lirtmeliyiz. Aynı alternatif ajanda cihat kavramı için de söz konusudur. Milli Eğitim Bakanlığı cihat kavramını kendi id­ diası doğrultusunda ne denli doğru bir biçimde ders kitapla­ rına koyarsa koysun; öğretici kadronun yorumları sınıf orta­ mına damgasını vuracak ve belki de Selefi - Vahhabi anlayış doğrultusunda bir saptırma, öğrencilere empoze edilecektir. Bu, çok güçlü bir olasılıktır. Zira Din Kültürü ve Ahlak Bil­ gisi öğretmenlerinin önemli bir bölümünün din algısı, Selefi - Vahhabi çizgidedir. Gerçek şu ki, cihat kavramına ilişkin yerleşik anlayış, ege­ men İslam düşüncesinin ürünüdür. Egemen İslam düşüncesi de Emeviliğe dayanmaktadır. Emeviliği, Selefi - Vahhabi an­ layışın kökü olarak teşhis etmek de herkes tarafından kabule değer bir gerçektir. Bu gerçek doğrultusunda baktığımızda cihat; doğrudan doğruya kanlı bir din savaşı gibi görülmek­ tedir. İslam'ı yaymak için kan dökmeyi meşru addeden dü­ şünce de cihatçı düşüncedir. İslam'ı anlama ve algılamada düşülen büyük hata, kaçı­ nılmaz olarak onun temel kavramlarından biri olan cihadı da yanlış anlamlandırmaya neden olmaktadır. İslam, sultanların / halifelerin egemenliği ve şeriat adı verilen bir kısım tarihsel hükümlerin cari olacağı primitif bir hukuk sistemi olarak telakki edildiğinde böyle bir anla­ yışı hakim kılmak için yapılacak savaş da Kur'anı manada bir cihat olmayıp fetih kavramıyla kamufle edilen bir sömürü mücadelesi vasfına bürünmektedir. Bu anlayış, dini, bir zu­ lüm aracına çevirmekte, İslam'ı da sömürü ideolojisi olarak ikame etmektedir. Böyle bir dinsel anlayışı ve böyle bir İslami düşünceyi egemen kılma mücadelesine cihat demek, aslında hem Kur'ani cihada hem de doğrudan doğruya dinin kendi­ sine karşı savaşa girişmek demektir. IŞİD, Taliban, El Kaide, Boko Haram vb. terör örgütlerinin egemen kılmak istedikleri İslam'ı düşündüğümüzde, onların bu yoldaki mücadelelerinin aslında gerçek cihat mefhumunu nasıl tahrip ettiğini de görmüş olacağız. 234


Sahi, adı geçen örgütlerin kafasındaki İslam nasıl bir İs­ lam? Sözü eğip bükmeden ve kitabın ortasından konuşarak manzarayı aktaralım: Onlara göre İslam bir teslimiyettir. Müslüman olmak demek, teslim olmak demektir. Varlıklar dünyasının dışında ve her şeyden münezzeh, muhayyel bir ilaha yani Allah' a teslim olmaktır. Allah'a nasıl teslim olunur ki? Aslında Allah'a teslim olunmaz. Zira o çok uzaklardadır. Adeta yokluğun diğer adıdır Allah, cihatçı örgütlerin dilinde ... Lakin yeryüzünde onun adına hüküm süren ve egemenli­ ğini yoklukla müsavi bir ilaha dayandıran güç odakları var­ dır. Onlar kendilerini hep Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak görmüşler ve öyle takdim etmişlerdir. Kimdir onlar? Sultanlar, halifeler, din uleması yahut şeyhler, mezhep imamları yahut kerametleri kendilerinden menkul bir kısım dinbazlar! Sözde cihatçı terör örgütleri, kafalarındaki sapkın dinsel anlayışı egemen kılmak için az evvel ifade ettiğimiz sapkın bir Tanrı düşüncesini refere ederek birkaç Kur'an ayeti üze­ rinden ahkam keserler. İstismar ettikleri o Kur' an ayetleri şunlardır: Allah 'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendi­ leridir." [Sofra Bölümü 44. Söz / Maide Suresi 44. Ayet] Allah 'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendi­ leridir." [Sofra Bölümü 45. Söz / Maide Suresi 45. Ayet] Allah 'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler bozguncuların ta kendileridir." [Sofra Bölümü 47. Söz / Maide Suresi 47. Ayet] Gerçekte bu Kur'an sözlerinin / ayetlerin ilk ikisi Yahu­ diler hakkındadır. Özellikle de Yahudi din adamları hakkın­ dadır. Tevrat' taki emri uygulamak istemeyişlerinden dolayı Hazreti Muhammed' e haklarında bu ayetler vahyedilmiştir. Üçüncü Kur'an sözü / ayet ise İncil hakkındadır. İncil'deki ahlaki ilkelere uymayanlar bozguncu olarak nitelenmektedir. II

11

11

11

•••

•••

• ••

235


Cihatçılar bu Kur'an sözlerinin bir nevi devamı mahiye­ tinde bir başka Kur' an sözünü / ayeti daha istismar edip çar­ pık cihat anlayışlarını Kur' ani'leştirmek isterler: " ... Din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın ... " [Ga­ nimetler Bölümü 39. Söz / Enfal Suresi 39. Ayet] Pekt onlara göre Allah'ın indirdikleri nelerdir? Ayrıca din ile kast olunan nedir? Öncelikle tekraren belirtelim ki, onlar, Allah'ı yokluk ola­ rak tanımlayıp onu putlaştırma üzerine kurulu bir şirk inan­ cını tevhid etiketiyle kamufle ederek sultanların / halifelerin koyduğu kuralları yahut onların egemenliğini takviye edecek sapkın bir din anlayışını Allah'ın indirdiği yasalar diye empo­ ze etmeye çalışıyorlar. Burada indirme tabiri de ayrıca sorunlu bir tabir olarak karşımıza çıkıyor. Kur'an'da geçen bu tabir, somut anlamda bir indirmeden çok, soyut ve mecazi bir anlatımı işaret ediyor. İndirmeyi somut anlamda anladığımızda Allah'ı ve top­ lumu hiyerarşik bir ilişki ağı içerisinde düşünmüş oluruz ki böylesi bir Allah inancı mazlumların değil zalimlerin ve ege­ menlerin Allah tasavvurunu yansıtmaktadır. Oysa gerçekte indirme ile kastedilen şey ilhamdır yani esinlenmedir. Bunun nebevi terminolojideki adı da vahiydir. Pekt onlar Allah'ın indirdiklerinden neyi yahut neleri an­ lıyorlar? Ortaya koydukları uygulamalardan açıkça görüyoruz ki şunları anlıyorlar: İnsanları Allah adına bir halife yönetmeli ... Halife ömür boyu başta kalmalı ve herkes ona biat etmeli ... Halifenin uygulamalarına karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır. Bu ise Allah' a isyandır. Zira halife, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Halife, Kureyş'ten olmak zorundadır. Dolayı­ sıyla Arap olmak zorundadır. Bütün Müslümanları Arap soyundan gelen bir halife yönetmelidir. 236


Bütün Müslümanlar ümmet şemsiyesi altında birleşmelidir. Ümmetin dili Arapçadır. Arapça kut­ saldır. Hiçbir Müslüman ulusun dili Arap dilinden daha değerli değildir. Gerçek Müslümanlık için Araplaşmak kaçınıl­ mazdır. Milli kimlikleri ileri sürmek İslam'a aykırı­ dır. Türk'üm, Fars'ım, Berberı'yim demek ırkçılıktır. Bütün Müslümanlar şer'i' yasalarla yönetilmeli­ dir. Şer'i' yasalar bütün dünyaya egemen kılınma­ lıdır. Şeriata göre erkekler kadınlardan üstündür. Ka­ dın yönetici olamaz. Kadının, tanıklığı ve miras hakkı yarımdır. Zina yapan kişi recm edilmelidir. Yani, taşlana­ rak öldürülmelidir. Kadın ve erkek bir arada bulunamaz. Okulda, çarşıda, toplu taşımada kadın ve erkek tümüyle ayrılmalıdır. Kadın tesettürsüz olamaz. Tesettür zo­ runludur. Bir erkek aynı anda dörde kadar kadınla evle­ nebilir. Kadının boşama hakkı yoktur. Boşama hakkı sa­ dece erkeğindir. Kadının kocasına itaati farzdır. Adet görmeye başlayan her kız çocuğu evlendi­ rilebilir. Müslümanken başka bir dine geçen yahut din­ sizliği, ateistliği seçenin yani mürtedin cezası ölüm­ dür. Hırsızlık yapanın eli kesilmelidir. İçki içen dövülmelidir. Silahlı gasp, eşkıyalık ve yol kesme gibi suçları işleyenler öldürülmeli, el ve ayakları çaprazlama kesilmeli yahut sürgün edilmelidir. Cinayet ve yaralama gibi suçlarda kısasa kısas cezası uygulanmalıdır. 237


Namaz kılmayan hapsedilmeli, dövülmeli hala kılmıyorsa öldürülmelidir. Kafirlerle yapılan savaşta esir alınanlar köle ve cariye olarak satılabilir. Kölelik ve cariyelik kurumu İslami'dir. İşte o dinbazların Allah' ın indirdiklerinden anladıkları, üç aşağı beş yukarı bunlardır. Onlara göre bu kurallar uygulandığında haşa "din yalnız Allah'ın olacak" ve fitne yeryüzünden kalkacakmış. Oysa yukarıda ifade ettiğimiz konuların bir kısmı Kur' an'da olmadığı gibi Kur' an' da mevcut olanların çoğu da konjonktüre! / dönemsel uygulamaları yansıtmaktadır. Kur' an inanç ilkeleri itibarıyla evrensel ve zaman üstü­ dür. Yukarıda bahsi geçen bir kısım ceza hükümleri açısın­ dan ise asla evrensel ve zaman üstü değildir. Zira bunu bizzat Kur'an'ın kendisi söylüyor. Gök Gürültüsü Bölümü 38. Sözde / Rad Suresi 38. Ayette ifade edildiği üzere; " . . . Her zamanın bir hükmü vardır!" Gerçek şu ki Kur'an'ın evrensel ve zaman üstü yani her çağda ve her toplumda geçerli olan ilkeleri de vardır. Onlar, Allah'ın değişmez buyruklarıdır. Peki, nedir onlar? Adalet, ehliyet / liyakat, emanete sadakat, maslahat ve meşverettir. Bu beş ilke dinin temelini oluşturur. Bir memlekette bu il­ keler egemense orası İslam yurdudur. Yani barış yurdudur. Zira İslam barış demektir. Kur' an'ın pek çok sözünde / ayetinde, sıraladığımız beş ilkeye ilişkin buyruklar vardır. Bunların bir kısmını takdim edelim: Önce Danışma Bölümü 15. Söze / Şura Suresi 15. Ayete bakalım: ... Bana aranızda adaletle hükmetmek emredildi...

238


Aynı şekilde Bal Arısı Bölümü 90. Söze / Nahl Suresi 90. Ayete de bakalım: Şu bir gerçek ki, Allah size adaleti ve iyilik yapmayı emreder... Hazreti Muhammed'den nakledilen bir hadiste onun şöy­ le dediği bildiriliyor: Haksızlık yani adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytandır. Hazreti Peygamberin bu sözünün kaynağı aslında Kur'an'ın Kadınlar Bölümü 1 35. Sözüdür. / Nisa Suresi 1 35. Ayetidir. Ayette çok çarpıcı bir biçimde şöyle denilmektedir: Ey inananlar, kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa Allah için tanık olarak adaleti göze­ tin. Tanıklık ettiğiniz kişiler ister zengin, ister yoksul olsun, Allah onlara daha yakındır. Öyleyse canınızın arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz bilin ki, Allah'ın, yaptıklarınızdan elbette ki haberi olacaktır. Kur'an'ın adalet konusundaki görkemli tutumu, Sofra Bö­ lümü 8. Sözde / Maide Suresi 8. Ayette ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey inananlar, Allah için adaletle tanıklık edenler olun! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın. Korunup sa­ kınma haline uygun olan budur. Allah'tan sakının. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. Ehliyet / liyakat konusunda ise Kur'an'da şu ayeti görü­ yoruz: 239


Allah size emanetleriehline vermenizi, insanlar ara­ sında hüküm verdiğinizde de adaletle hükmetme­ nizi emrediyor. Gerçekten de Allah ne güzel öğütler veriyor. Kuşkusuz ki, Allah, gereğince işitmekte ve gereğince görmektedir. [Kadınlar Bölümü 58. Söz / Nisa Suresi 58. Ayet] Bu Kur' an sözünü / ayeti, emanete sadakat konusunda da örnek verebiliriz. Ancak Kur'an'da bu konuda başka pek çok söz / ayet daha var. Onlardan en azından birini aktararak yetinelim: Ey inananlar, Allah' a ve elçisine çıyanlık etmeyin. Yoksa bile bile kendi emanetlerinize karşı çıyanlık etmiş olursunuz. [Ganimetler Bölümü 27. Söz / En­ fal Suresi 27. Ayet] Çıyanlık, hıyanet / ihanet sözünün Türkçesidir. Allah'a ve elçisine çıyanlık etmek demek, Kur'anı ilkelere sırt çevirmek demektir ki bu da emanete çıyanlık etmektir. Bunun kavram­ sal karşıtı da emanete sadakattir. Maslahat konusunda da Kur' an'da pek çok söz / ayet var­ dır. Lakin genel manada şunu biliyoruz ki, Kur' an, mefsede­ tin zıddı temelinde maslahatı ikame etmeyi amaçlar. Mefse­ det, ifsat etme fiilinden gelir; kötülük demektir. Maslahat ise ıslah etme manasından hareketle iyilik ve yarar anlamını ta­ şır. Maslahat aslında def-i mefsedettir. Yani kötülüğü kovma, savma, engellemedir. Toplumsal anlamda maslahattan kasıt, halkın yararı de­ mektir. Buna kamu yararı da deniliyor. Toplumsal ilişkilerde, hukuksal düzenlemelerde, devlet yönetiminde ve hüküm ih­ das etme konusunda bir zümrenin değil kamunun yani top1umun yahut bütün insanlığın yararını gözetme ilkesi olarak maslahat, aslında İslam'ın sultanlığa, tek adamcılığa ve her türlü oligarşik anlayışa karşı çıkışını ifade ediyor. Meşveret ilkesine gelince . .. 240


Bu konudaki meşhur Kur'an sözü / ayet, Danışma Bölü­ mü 38. Söz / Şura Suresi 38. Ayettir. Sözün ilgili bölümü şu şekildedir: ... Onların işleri aralarında şura iledir... Bu Kur'an sözünde şuraya yani meşveret ilkesine işaret edilmektedir. Onların derken kastedilen müminlerdir. Şuranın yani meşveretin olduğu yerde halkın maslahatını saptamak da daha kolaydır. Bu bağlamda bu Kur' an sözünü hem meşveret hem de maslahat ilkesi için örnek gösterebiliyoruz. Şura sözcük anlamı olarak, "danışma, danışarak iş yapma, danışma meclisi" gibi anlamlara gelir. Meşveret de şuraya bağlılığı ifade etmektedir. Bu ilkenin güncel anlamdaki uza­ nımı da açıklıkla belirtelim ki, cumhuriyet ve demokrasi yö­ netimidir. Kur'anı açıdan cihat, işte bu beş ilkeyi bir beldede ve tüm dünyada egemen kılmak için yapılan her çeşit mücadelenin / çabanın / çalışmanın adıdır. Öte yandan bu beş ilkenin egemen olduğu bir yerde infak vardır. İnfak, kişinin gereksiniminden fazla olan malını dağıt­ ması demektir. Bu bağlamda; yoksulluğu ortadan kaldırmak, İslam'ın temel hedefidir. İnfak, Kur' ani bir emir olarak pek çok ayette yer alıyor. Bu, iktisadi adaleti ifade etmektedir. İk­ tisadi adalet de genel adalet ilkesinin en önemli unsurudur. Kur' an' da cihatla ilgili pek çok ayet bulunuyor. Sözde ci­ hatçılar bu ayetleri yukarıda sıraladığımız çarpık dini anla­ yışlarını yaymak için ilahi emir telakki ediyor. Oysa söz ko­ nusu ayetler Kur' an'ın beş temel ilkesini egemen kılmak için yapılacak her türlü devrimci mücadeleye işaret etmektedir. Üstelik cihat, illa ki savaş anlamına da gelmemektedir. Zira cihat; Arapça çalışmak, uğraşmak, çaba harcamak anlamına gelen "cehd" sözünden türemedir. Oysa Kur'an'da savaş için ayrıca "kıtal-mukatele" sözü kullanılır. Her haklı ve savunma amaçlı kıtal cihattır ama her cihat savaş değildir. Sözlük anla­ mı, savaşma ve "öldürüşme" demek olan, kıtal ve mukatele, 241


saldırı olduğunda savunma amaçlı yapılır. Ama cihat, saldırı olmasa da iyiliği anlatma, doğruyu öğütleme, hakkı söyleme ve yayma çabasıdır. İşte bu bakımdan cihat aslında düşünsel ve ahlaki bir gayrettir. Geleneksel ve egemen dinsel anlayışta, içinde kıtal ve cihat sözünün geçtiği bütün ayetler genel cihat kavramı ile ilintili olarak tefsir edilir. Üstelik tümü de baskın bir biçimde savaş manası temelinde ele alınır. Oysa İslam'da asıl olan sa­ vaşsız cihattır. Savaş manasındaki cihat yani kıtal ise tümüyle savunma amaçlı ve zorunluluk çerçevesinde başvurulan bir yoldur. Nitekim devrimci İslam peygamberi Hazreti Muham­ med'in bir sözünde şöyle dediği aktarılıyor: Ey insanlar, düşmanla savaşmak üzere karşı karşı­ ya gelmeyi dilemeyin. Tanrı'dan, sizi savaştan ko­ rumasını isteyin. Düşmanla karşılaşınca da dayanın ve direnin! 51 Hazreti Muhammed'in bu sözünün cumhuriyetimizin ku­ rucusu büyük Atatürk'ün; "Zorunlu olmadıkça savaş bir cina­ yettir," sözünü anımsattığı muhakkak Bilinmelidir ki, canı korumak ve yaşamı savunmak en te­ mel İslami ilkeler arasındadır. Cihat kavramını istismar ede­ rek ve şehitlik inancını kullanıp insanları, büyük can kayıpla­ rının yaşanması kaçınılmaz olan bir savaşa pervasızca yönelt­ mek kesinlikle İslam' a aykırıdır. Nitekim Kur' an' da da bu yaklaşıma koşut olarak şöyle de­ nilmektedir: ... Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgun­ culuk çıkarmamış birini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin yaşamını kur­ tarırsa bütün insanların yaşamını kurtarmış gibidir... [Sofra Bölümü, 32. Söz / Maide Suresi 32. Ayet] 51 Buhari, Cihad, 11 l. 242


İslam' da savaşın (kıtal-mukatale) yalnızca zorunluluk du­ rumunda ve savunma amaçlı olduğunu en iyi ortaya koyan Kur'an sözlerinden biri de Kutsal Ziyaret Bölümü 39. Söz / Hac Suresi 39. Ayettir: Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiş­ tir. Çünkü onlar haksızlığa uğratıldılar. Allah onla­ ra elbette ki yardım edecek güçtedir. İslam' da savaşın ancak savunma amaçlı olacağını ortaya koyan bir başka Kur' an sözü da Dişi Sığır Bölümü 190. Sözdür: Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda sa­ vaş açın. Ama aşırılık yapıp da saldırgan olmayın. Çünkü Allah saldırganları asla sevmez. Müslümanlar ancak mecbur kaldıklarında, saldırıya uğra­ dıklarında yahut potansiyel bir tehlikeyi bertaraf etmek için savaş yapabilirler. Bu durumlar söz konusu olduğunda sa­ vaşmak elbette ki tüm Müslümanların üzerine farzdır. Aslın­ da bu genel ilke her toplum için geçerlidir. Müslüman olsun yahut olmasın bütün halklar böylesi durumlarda savaşmak zorunluluğunu bilir ve görürler. Savaşmak zorunlu hale geldiğinde Müslümanların sorum­ luluktan kaçmamaları gerektiği çeşitli Kur' an sözlerinde / ayetlerinde açıkça belirtilir: Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hep birlikte sava­ şa çıkın. Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edin Eğer bilirseniz bu, sizin için daha iyidir. [Uyarı Bölümü 41. Söz / Berae Suresi 41 . Ayet] Arhk inkarcılara boyun eğme. Onlara karşı Kur'an ile zorlu bir savaşa giriş. [Ayırdedici Bölü­ mü 52. Söz / Furkan Suresi 52. Ayet]

243


Kur' an, Dişi Sığır Bölümü 154. Sözde / Bakara Suresi 154. Ayette, savunma amaçlı bir savaşta ölenlere ölü denilmeme­ sini istiyor: Allah yolunda öldürülenlere sakın 'ölüler' deme­ yin Onlar diridirler ancak siz anlayamazsınız. Bu ayet, Allah uğrunda yani ülkesini savunma, hak, adalet ve özgürlük yolunda mücadele ederken yaşamını yitirenleri onore edercesine "onlar diridirler" diyor. Gerçekten de büyük davalar uğruna hayatını feda edenlerin anısı daima yaşar. Onlar, bedenen yaşamasalar da hatıralarıyla ve geride bırak­ tıkları büyük şerefle yaşarlar. Öte yandan cihat kavramı, İslam tasavvufunda daha ziyade nefisle mücadele anlamında kullanılmaktadır. İslam sufileri, nefsin insana fısıldadığı kötü yönelişlere karşı direnmeyi ve zararlı arzuları gemlemeyi gerçek cihat olarak nitelemişlerdir. Cihat eden kişiye mücahit denilmektedir. Bu bağlamda, tasavvufta, İslam Sufileri nefislerine karşı giriştikleri müca­ deleden dolayı gerçek mücahitler olarak kabul edilmişlerdir. Onların bu görüşleri aslında Hazreti Muhammed'den aktarı­ lan bir rivayete dayanmaktadır. Buna göre gerçek cihadın nefse karşı yapılan cihat olduğu­ nu belirten Hazreti Muhammed; "Gerçek mücahit nefsine karşı cihat açan kimsedir," diye buyurmuştur.52 Gelin görün ki günümüzde, yakın geçmişte ve egemen İslam tarihinin büyük bölümünde cihat kavramı şeriatı silah zoruyla yaymak için yapılan kanlı savaşların adı olmuştur. Gerçekte o kanlı savaşların evvelce açıkladığımız Kur'ani beş ilkeyi egemen kılmak gibi bir amaa hiçbir zaman olmamıştır. Kaldı ki o beş ilke de zaten savaş yoluyla egemen kılınabile­ cek ilkeler değildir. Onlar ancak barış yoluyla yayılabilir ve insanlığa egemen kılınabilir. Kökü Emevilere dayanan muharref İslam' ın dilinde cihat, aslında ganimet, yağma ve talan savaşından başka bir şey 52 Tırmizi, Cihat, 2. 244


olamamıştır. İşte bu nedenle cihat, geçmişin ağır ve sapkın yaşanmışlığının günümüze yansıması olarak dinci terör ör­ gütleri için bir terör yolu olmaktadır. Temiz ve arı duru bir Kur' an kavramı olan cihat, terörize edilerek kirletilmiş, kor­ kunçlaştırılmış ve yozlaştırmanın en sefil haline maruz bıra­ kılmıştır. Gerçek şu ki, katıksız devrimci Muhammedi İslam açı­ sından cihat kavramı, kıtal ve mukateleden bağımsız olarak; inanıp iyi işler yapmak, iyiliği özendirmek ve kötülükten sakındırmak, kargaşayı önleyip huzur ve güveni sağlamak, doğayı ve hayvanları korumak, sömürüye ve her çeşit adalet­ sizliğe karşı çıkıp bireyin, toplumun ve halkların özgürlüğü­ nü savunmaktır. Tüm bunları yaparken herhangi bir saldırıya uğradığında kendini savunmak için kıtal ve mukateleye de başvurup savaşmaktır. İslami sol projenin temsilcisi Mısırlı Profesör Hasan Hanefi'nin; Min'el- akide, ile's-Sevra / İnançtan Devrime adlı ya­ pıtında da dile getirdiği gibi aslında cihat; adalet ve özgürlük için devrimci çabanın adıdır. O halde tüm yazdıklarımıza ilaveten belirtelim ki bugün için cihadın en önemli yollarından biri de kendilerini şeriat­ çı, cihatçı, mücahit, İslamcı, hilafetçi gibi sıfatlarla niteleyen caniler sürüsüne ve onları maşa olarak kullanan emperyalist güçlere karşı mücadele etmek, hakkı, adaleti, insan haklarını, kadının özgürlüğünü, çağdaş eğitimi, aklı, bilimi, sanatı sa­ vunmaktır. Cihat, İslami ve insani bir mücadeledir. Cihadı, sözde ci­ hatçı canilerin elinden çekip almak zorundayız. Gerçek ve güncel cihat, dünya halklarını din ve mezhep üzerinden düş­ manlaştırmaya çalışanlara karşı halkların kardeşliğini, ulus­ ların birliğini, dünya barışını, en kutsal değer olarak emeği, eşitlik ve adaleti, güven ve huzuru egemen kılmak için bilim­ le, felsefeyle, propagandayla, teknolojiyle, sanatla ve her çeşit iletişim yoluyla mücadele etmektir. Bu mücadele ilerici, devrimci bir mücadeledir. Tahrip ve tahrif edilmiş sözde İslami kavram ve terimlerle insanlığın 245


ve Müslümanların zihnini bulandıran dinci terörizmi ancak devrimci bir mücadele yenebilir. İslami sol düşüncede bu mü­ cadelenin adı cihattır. Cihadı yaşamlarının merkezine yerleş­ tiren mücahitler de devrimcilerin ta kendileridir. Devrimci Muhammedi İslam mücadelesi, İslam'ın kirle­ tilmiş, korkunçlaştırılmış kavram ve terimlerini Kur' ani bir perspektifle yeniden ihya etme gayretini mutlaka başarıya ulaştıracaktır. O halde bir kez daha kararlılıkla ifade edelim ki, cihatçı sapkınlığın, devrimci cihat anlayışı karşısında yenilip darma­ dağın olması kaçınılmazdır. Şu şartla ki, sapkın cihatçı anlayışın yol açtığı sorunlar sa­ dece bir güvenlik sorunu olarak görülmemelidir. Çünkü ci­ hatçı sapkınlık, düşünsel ve inançsal zemini olan son derece kompleks bir sorundur. İşte bu nedenle gerçek başarı için Ali Şeriati'nin dine karşı din ifadesindeki gibi cihata karşı cihat anlayışı, cihat kavramı üzerinden geliştirilen sapkın yönelişleri bertaraf etmek için muhakkak surette devreye sokulmalıdır. Son söz olarak ilaveten belirtelim ki, cihatçı sapkınlığın retoriğinde başat bir yere sahip olan şeriat kavramı, Allah'ın değişmez yasaları olarak nitelenir. Bu nitelemeye bazı Kur' an sözlerini dayanak yaparlar: . . . Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın! Bu ifade; Kur' an' da, Zafer Bölümü / Fetih Suresi 23, Sa­ vaşçı Birlikler Bölümü / Ahzab Suresi 62 ve Yaratan Bölümü / Fatır Suresi 43. Sözlerde geçmektedir. Ne var ki bu ifadeyle kastedilen şey, Allah'ın evrene ve topluma koyduğu işleyiş kurallarıdır. Evrendeki fiziksel ve biyolojik yasalar ve top­ lumdaki sosyolojik işleyiştir. O kuralları / yasaları, işleyişi, istese de zaten hiç kimse değiştiremez. Lakin bilmezler ya da anlamazlar. Belki de bilmek ve anlamak istemezler. Bilip anlayanlara ve bilip anlatanlara esenlikler olsun. Gerçeği bilip anlayarak onu herkese anlatmak cihadın en büyüğüdür. Zira böylesi bir cihat kendine düşman olarak sa246


dece cehaleti görür. Cihatçı sapkınlığın beslendiği en önemli kaynak da cehalettir. Cehaleti yenip bilimi egemen kılmak için cihada karşı ci­ hat etme sorumluluk ve yükümlülüğümüzü ihya etmek zo­ rundayız.

247



Ye d i n c i B ö l ü m

..

T ü rk S ü n n il iği U z e r i n e



Önce, Müslüman olmayan veya diğer dinlere dahil olan on milyonlarca nüfusa sahip Tür ki' topluluğun mevcudiyeti gerçeğini bir kenara koyalım. Ardından Müslüman Türk­ ler realitesi üzerinden ifade edelim ki; Müslümanlaşmanın başlangıcından yüzyıllar sonrasına değin Türklerin İslam algısı doğal olarak diğer Müslüman halklardan belli ölçüde farklılık içeren bir mahiyete sahipti. Bu bağlamda bir Türk Müslümanlığından bahsetmek kesin olarak mümkündür. Türk Müslümanlığının genel Müslümanlık kimliğinin mez­ hepsel ayrışması içinde çoğunlukla Sünni ekole dahil oldu­ ğu da söylenebilir. Bu durum on milyonlarca Şii / Caferi Türk'ün ve yine bir o kadar Alevi Türk'ün varlığını yad­ sıyan bir yaklaşımı asla ifade etmez. Zira Türklerin Sün­ niliği de aslında Türk Müslümanlığı ifadesi gibi kendine özgüdür. Bu kendine özgü olma halinin en başat unsurları arasında Şii / Caferi ve Alevi kimliğinin kültürel ve inanç­ sal anlamda çok derin izleri de bulunmaktadır. Yani Türk Sünniliği genel anlamda Türk Müslümanlığı gibi bir ölçüde Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliğinden gelme güçlü öğeler taşımaktadır. O halde Türklerin İslam algısına nasıl ki Türk Müslüman­ lığı demek imkan dahilinde ise Sünniliğin Türkler arasındaki teşekkülüne de yine aynı şekilde Türk Sünniliği demek müm­ kündür. Türk Sünniliği sadece Anadolu Türklerinin Sünnili­ ğini değil Orta Asya, Kıbrıs, Kafkasya ve Balkanlardaki Türki' topluluklarla birlikte akraba halklar olan Arnavut, Boşnak, 251


Çerkez, Pomak, Gürcü, Abhaz gibi gruplar arasındaki Sünni­ lik algısını da ifade etmektedir. Sünni tabiri; sünnete uyan demektir. Sünnetten kasıt da çoğunluk ulemaya göre Hazreti Muhammed'in uygulamala­ rı, sözleri ve öğütleridir. Bazıları Sünni sözü ile aslında Eme­ vi sünnetinin kastedildiğini de ileri sürer. Evet, gerçek şu ki bir Emevi Sünniliği vardır. Nitekim Arap dünyasına egemen olan anlayış çoğunlukla Emevi Sünniliğidir. Lakin Emevilere muhalif Ebu Hanife Sünniliği diyebileceğimiz bir Sünnilik de vardır. Ebu Hanife aslında bir mezhep falan kurmuş değildir. Hanefilik denilen akım da Ebu Hanife'nin görüşlerini değil onun öğrencilerinin görüşlerini yansıtır. Bize göre Ebu Ha­ nife, Muhammedi İslam'ın tarihteki büyük temsilcilerinden biridir. Gerçek şu ki Türklerin İslam algısı da Sünnilik algısı da ta­ rihen ve tüm yozlaştırma ve zayıflatma çalışmalarına rağmen güncel anlamda da diğer Müslüman halklardan özellikle de Araplardan son derece farklıdır. Bu farklılığı gereğince teşhis ve tespit edebilmek için İslam' daki itikadı ve fıkhı mezhepleş­ me serüvenine kabaca göz atmamız gerekiyor. İslam, Hazreti Muhammed'in vefatından sonra, süreç içerisinde tıpkı evvelki dinler gibi mezheplere bölündü. Ta­ rih ilerledikçe mezheplerin sayısı da arttı. İslam tarihine ve günümüz İslam dünyasına baktığımızda yüzlerce mezhep­ ten söz edebiliriz. Ancak bunların tümünü üst bir kategori­ zasyonla temelde ikiye ayırmak mümkündür: Sünnilik ve Şiilik ... Elbette bu iki kategoriye dahil edilemeyen mezhepsel oluşumlar da söz konusu. Lakin onları hem sayıca hem de etki bakımından son derece kısıtlı yapılar olarak değerlendiri­ liyoruz. Bu sebeple biz daha ziyade iki ana akım çerçevesinde bir analiz yapma arzusundayız. Gerek Sünnilik gerekse Şiilik, itikadi bakımdan da fıkhı açıdan da yüzlerce diyebileceğimiz sayıda kola ayrıldı. Başat ayrışım itikadi ve fıkhı ekoller olarak ortaya çıktı. Sözgelimi Sünnilik; itikadı olarak Maturidilik ve Eş'arılik olmak üzere ayrıştı. Fıkhı açıdan ise dört Sünni mezhep oluş252


tu: Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik Sünnilik deni­ lince bir de buna Harranlı İbn Teymiye (Ölüm 1328) tarafın­ dan temelleri atılıp sistematize edilen Selefilik akımını ilave etmek gerekir. Bu akım bugün de çok ciddi sayıda taraftara sahiptir. Selefilik aslında Hanbelilikten doğmuştur. Fıkhı bir ekol olan Hanbeliliğin itikadi boyutu olan Selefilik, günümüz dünya Müslümanlarının yaklaşık % 12'sinin mensup olduğu bir akımdır. Selefilik demişken, 18. yüzyılda Vahhabilik akımının da aynı gelenekten doğduğunu belirtmeliyiz. Ayrıca İbn Teymiye'den evvel de Selefilikten bahsetmek mümkündür. Selefilik, gerçekte Eş'arilik ve Maturidilik gibi itikadi akım­ ların doğuşundan önceki dönemde cari olan egemen Sünni­ lik anlayışını da ifade etmektedir. Bu anlayış temelde ayet ve hadisleri zahiri manasıyla kabul edip yorumlamayı tasvip etmeyen bir yaklaşımı işaret ediyor. Selefiliğe, "Ehl-i hadis" yahut "Hadis Taraftarları" da denilmektedir. Ayrıca ilaveten belirtelim ki, İbn Teymiye öncesi Selefiliği ifade etmek üze­ re "Ehl-i Sünnet-i Hassa" tabiri de kullanılmaktadır. Bu tabir, Sünniliğin özel hali gibi bir anlama karşılık geliyor. Sünniekol kendiniifadeederken; "Ehl'üs-sünne ve'l-cemaa" sözünü kullanır. Bazılarınca, bunu ilk olarak Muaviye'nin te­ laffuz ettiği ileri sürülüyor. Muaviye, Hazreti Hasan'la Hicretin 40. yılında yaptığı anlaşma sonucu halifeliği ele geçirip o yılı "sünnet ve cemaat yılı" olarak ilan eder. Bazı kaynaklar sadece "Am'ul- cemaa" yani "birlik yılı" ifadesinin söylendiğini belir­ tir. Muaviye, aynı zamanda kendi hilafetini de Allah'ın takdiri olarak niteler. "Allah'ın takdiri" söylemi kader ve kaza inan­ cının bir doktrin biçiminde Sünniliğe yerleşmesini sağlayan önemli bir retorik olarak tarihin belleğine nakşedilir. Kader ve kaza inancı, Emevilerin resmi devlet ideolojisi olunca yönetimin yaptığı tüm uygulamalar da Allah'ın tak­ diri yani kader olarak görüldü. Bu uygulamalara itiraz et­ mek de Allah'ın takdirine / Allah'a itiraz olarak damgalan­ dı. Nitekim Amr el -Maksus, Mabed el-Cuheni ve Ca'd bin Dirhem gibi birçok düşünce erbabı kişi, "kaderi inkar ettiği" 253


gerekçesiyle ağır işkencelere maruz bırakılıp şehit edildi. Bu kişiler yönetim yanlısı sözde alimler tarafından da "Rafızi" yani sapkın diye nitelenip itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Aslında kader ve kaza inancı konusunda iki Sünni ekol arasında pek çok yorum farkı vardır.53 Geçmişte ve günümüzde İslam dünyasının büyük çoğun­ luğu Eş'arı anlayışın egemenliği çerçevesinde bir dinsel görü­ şe yönelmiş durumdadır. Maturıdilik ise daha sınırlı bir etki­ ye sahip olmuştur. Eş'arı anlayış, Eş'adliğin sistematik hale gelmesinden önce de Selefi düşünce ile birlikte İslam dünya­ sında egemendi. Kökleri Emevilere değin uzanan Eş'arı dü­ şünce zahiren Maturıdı olan kitleleri de belli ölçüde etkile­ miştir. Zira Eş'arıliğin dayandığı fideist anlayış, özü itibariyle imana meyyal kimseleri çok çabuk etki altına alabilecek bir özelliğe sahiptir. Nitekim geniş halk yığınlarından inançla il­ gili konularda aklı bir tavır beklemek kitle psikolojisi açısın­ dan realiteye pek de uygunluk arz etmemektedir. Bununla birlikte Müslüman Türkı halklar arasında, ço­ ğunlukla Maturıdı düşünce egemen iken Araplar ve diğer Müslüman halklar arasında ise başat olarak Eş'arı ve Selefi düşüncenin hakimiyeti söz konusudur. Osmanlı ve Türkiye'ye de Eş'arı ve Selefi düşüncenin sira­ yet ettiği ve etkisinin özellikle son dönemde bir hayli arttığını belirtmeliyiz. Özellikle Yavuz'un Mısır'ı ve hilafeti ele geçir­ mesinden sonra Mısır'daki Eş'arı ulemanın İstanbul'a getiril­ mek suretiyle medreselere hakim kılındığını tarihen biliyoruz. Anadolu'nun ve Anadolu Türklerinin Eş'arıleştirilmesinde Yavuz'un etkisi büyüktür. Lakin bu noktada Nizamiye Medre­ seleri gerçeğini de zikretmeliyiz. Bu medreseler Anadolu top­ rakları dışında ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında ihdas edilse de Türklerin Müslümanlık algısını etkilemiştir. Nizamiye Medreselerinin baskın bir biçimde fıkıhta Şafiili­ ği, akaid ve kelam konusunda ise Eş' ar' iliği esas aldığı ve bu çizgide bir İslam algısı inşa etmeye çalıştığı malumdur. 53 Bu yorum farklarını "Küfür / Kafirlik ve Kafir Kavramı Üzerine" başlıklı 5. Bölümde incelemiştik. .. 254


Söz bu noktaya gelmişken Türklerin İslam ve Sünnilik kimliğinin fıkhı boyutta Hanefilikten beslendiğini ve Hanefi imamlardan da daha ziyade Muhammedi İslam'ın tarihte­ ki büyük temsilcilerinden gördüğümüz Ebu Hanife sevgi­ si etrafında teşekkül ettiğini belirtmeliyiz. Ebu Hanife'nin genel Hanefi fıkhından daha özgürlükçü görüşlere sahip olduğunu biliyoruz. Sözgelimi, Ebu Hanife, fıkhı meselele­ rin hallinde istihsan adını verdiği bir yöntem geliştirmiştir. İstihsan; müctehidin daha güçlü gördüğü bir husustan do­ layı bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır. Bu aslında bir nevi, çeşitli sebeplerle zahiri kıyası terk edip daha yararlı yahut daha isabetli kabul ede­ rek başka bir hüküm vermektir. Ebu Hanife bu konuda örfü de dikkate almaktadır ki diğer bazı ekollerde istihsan bağ­ lamında örfün hüküm kaynağı sayılması çoğunlukla itibar görmemiştir. Ebu Hanife'nin ana dilde ibadet meselesi ve nebizler (şa­ rap dışındaki alkollü içecekler) konusundaki görüşleri de onun özgürlükçü kimliğinin önemli öğeleri arasında yer al­ maktadır. Oysa İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf ve İmam Serahsi gibi Hanefi fakihler, fıkhı meselelerde gayet katı ad­ dedilebilecek görüşlere sahiptir ki mezhebin ana karakteri de söz konusu görüşler çerçevesinde teşekkül etmiştir. Ebu Hanife'yi özgün bir düşünce önderi ve özgürlükçü bir fakih kılan önemli görüşlerinden biri de zalim sultana isyanı farz yahut vacip görmesidir. Ne var ki, diğer Sünni ulema, ço­ ğunlukla bu görüşü reddetmiş ve zalim de olsa sultana itaati farz görmüştür. Zira onlara göre isyan; fitneye, asayişsizliğe sebep olacağından caiz görülemez. Lakin Ebu Hanife, zalim sultanın zulmüne rıza göstermenin de zulüm olduğu düşünce­ sinden hareketle, zulme isyanı İslami bir vecibe kabul etmiştir. Nitekim kendisi de İmam Zeyd'in isyanına destek vermiştir. Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, sadece itikaden Maturidi, fıkhen de Ebu Hanife bağlamında Hanefi çizgiden ibaret değildir. T ürk Sünniliğinin en önemli kaynaklarından 255


biri de sufizmdir. İslam sufizmine / mistisizmine tasavvuf denildiği malumdur. Tasavvufun Türkler arasındaki yaşanış biçiminde kadim Türk inanç ve geleneklerinin de derin izleri bulunmaktadır. Dolayısıyla Türk tasavvufu bir nevi İslam ön­ cesi Kök Tengri inancının İslamize edilmiş hali gibidir. Türk tasavvufu Anadolu Türkmen Aleviliğinin de özünü oluşturur. Türkistan Piri Ahmet Yesevi ve Yesevilik yolu, hem Anadolu Türkmen Aleviliğinin hem de Türk Sünniliğinin en önemli zeminini oluşturmuştur. Lakin tasavvufun folk İslam addedilip, daha ziyade geniş halk kitleleri içinde etkin ol­ duğunu ve şeriat ulemasınca pek de muteber sayılmadığını belirtelim Nitekim Şeyhülislam Ebussuud, büyük Türkmen sufi önder ve Türkçenin büyük ozanı Yunus Emre'nin şiirleri­ ni küfür / kafirlik sayarak ibretlik fetvalar vermiştir. Tasavvuf karşıtlığı aslında kökü Emevilere değin inen Hanbeli, Selefi, Eş'ari, Vahhabı Arap Sünniliğinin temel özel­ liğidir. Arap Sünniliği tasavvufu, sufizm ve mistisizm kav­ ramları üzerinden İslam'a aykırı hatta İslam'dan ayrı bir din gibi görmeye varacak düzeyde yadsır. Yeri gelmişken belirtelim; Selefilik ve Vahhabilik Sün­ niliğin en katı koludur. Her ne kadar diğer Sünni ulemanın çoğu Selefiliği ve Vahhabiliği Sünni şemsiye altında görmese de Selefiler / Vahhabiler kendilerini Sünni olarak tarif eder. Selefiliğin kurucusu İbn Teymiye'nin, dönemin Sünni otori­ teleri tarafından dışlanması hatta görüşlerinden dolayı hapis de dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmış olması, nihai tahlilde hem onun hem de Selefiliğin Sünni niteliğini yine de ortadan kaldırmaz. Emevi, Selefi, Eş'arı Arap Sünniliğinin diğer özelliklerin­ den biri de İslam'ı Araplığın ayrılmaz bir parçası gibi görme­ sidir. Bu konudaki tavrı desteklemek için Arapçayı, Araplığı ve Arap kültürünü İslam adına öven bir yığın hadis üretil­ miştir. Bu uydurma hadislerden mülhem Araplığa ilişkin pek çok fazail / fadail kitapları yazılmıştır. Bunlarda biri de İbn Kuteybe'nin Fazl'ül Arab ve't-Tenbih ala ulumiha adlı kitabıdır. Aslen Arap kökenli olmadığı halde Müslümanlaşarak Arap256


laşan İbn Kuteybe, Mervli olmasına karşın katı bir Arap mil­ liyetçisi olmuştur. Bu konuda tarihte pek çok örneğe rastlamak mümkündür ama biz son dönemden ve bir hayli ibretlik bir örnek vererek konunun bu kısmını bağlayalım. Aslen Halepli bir Türkmen olduğu halde Araplaşan ve işi katı bir Arap milliyetçiliği yapma noktasına kadar götüren Abdurrahman Kevakibı, Ümm 'ül-Kura adlı kitabında şöyle demektedir: Türklerin Müslümanlığı gerçek değildir. Gerçekten Müslüman olmuş olsalardı Arapçayı ve Arap kül­ türünü benimseyip Araplaşmalan gerekirdi. Zira Araplık ve İslam birbirinden ayrılamaz. Osmanlı'nın son şeyhülislamlarından Mustafa Sabri'nin de aslen Tokatlı bir T ürkmen olduğu halde nasıl bir Arap mil­ liyetçisi olduğunu, Yunanistan' da çıkardığı Yarın adlı gazete­ deki yazılarından ve Türklüğü aşağılayan şiirlerinden biliyo­ ruz. İşte bunlar ve bunlar gibi daha nice örnek, Arap Sünni­ liğinin T ürkler arasında nasıl bir etkiye yol açtığının ibretlik göstergelerindendir. Yalın gerçek şu ki, şeriat uleması / alimleri (filihler) çoğun­ lukla Türk Sünniliğine mesafeli durmuşlardır. Hele söz konusu olan Türkmen Alevileri olduğunda ise öldürülmelerinin vacip olduğu şeklinde fetvalar yayımlamışlardır. Öyle ki bu fetvaların ve özellikle de Yavuz'la birlikte başlayan Alevi T ürkmen kat­ liamlarının bir sonucu da yüzbinlerce ve belki de milyonlarca Alevinin can korkusuyla asimile olarak Sünnileşmesi olmuştur. Arabize olmuş T ürkiye Sünniliğinin (Türk Sünniliği de­ ğil!) Türkmen Aleviliği ile arasındaki makas geçmişte, bu­ gün olduğu kadar açık değildi. Makasın açılması Yavuz'la hızlanmış, 2; Mahmut'la doruk noktaya çıkmıştır. 2. Mahmut Bektaşiliği de ezmiştir. Binlerce Bektaşi inanç önderi idam edilmiş, dergahları yakılmış ve pek çoğuna da el konularak o dergahlara Nakşibendi şeyhler tayin edilmiştir. 257


Anadolu'nun pek çok yerinde Yavuz'a gelinceye kadar bugünkü manada Sünni bir yerleşim yerine rastlamak olası değildi. Kaldı ki Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu göçer­ lerden oluşuyordu. Göçerlerin yaşam tarzı ise Alevice idi. Osmanlı göçer Türkmenleri yerleşik yaşama geçirerek bu yol­ la onları Sünnileştirmeye de çalıştı. Önemli ölçüde de sonuç aldı. Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi. Bu kimlikte de Ortodoks İslami inanç ve geleneklerden ziyade Sufi ve Kök Tengrici unsurlar egemendi. Önemine binaen tekraren belirtelim ki, bugün Anado­ lu'daki Sünni Türk kitlenin çok önemli bir kesiminin ataları, birkaç yüzyıl öncesine değin Alevi / Kızılbaş karakterde idi. Nitekim bundan dolayıdır ki Türk Sünniliğinde diğer Müslü­ man halkların Sünniliğinde olan bazı şeyler yoktur. Sözgeli­ mi Türk Sünnileri çocuklarına asla Muaviye, Yezit ve Mervan gibi adlar vermezler. Ama Arap Sünnileri içinde bu isimlere rahatlıkla rastlayabilirsiniz. Ayrıca Türk Sünnileri çocuklarına çoğunlukla hep ehli­ beyt isimleri vermektedirler. Ali, Hasan, Hüseyin, Haydar, Ali Ekber, Fatma, Zehra gibi adlar Türk Sünnileri arasında yaygındır. Geleneksel Türk Sünniliğinde Arap Sünniliğindeki gibi katı harem selamlık kuralı yoktur. Türkistan piri Ahmet Yesevi'nin meclislerinde kadın erkek birlikte yer alıyor ve bir­ likte ibadet ediyorlardı. Türk Sünniliğindeki bu özelliğin kay­ nağı Yesevi etkidir. Son 30-40 yıla kadar Anadolu' daki Sünni Türkmen köylerinde harem selamlık diye bir şeyden bahset­ mek mümkün değildi. Ancak Türk Sünniliği, Arap Sünniliği­ ne evriliş süreci boyunca gitgide özgünlüğünü yitirdi. Bugün gelinen aşamada dindar Türk Sünni kitle, tarihsel ve gelenek­ sel Türk Sünniliğine iyice yabancılaşmış ve Eş' arı hatta Selefi, Vahhabi bir anlayışla kuşatılmış durumdadır. Bu süreç halen devam etmektedir. Türkiye'deki dinci cemaat ve tarikatların çoğu Vahhabileş­ me hareketine destek vermekte ve bu yolda büyük çaba har258


camaktadır. Vahhabileşme hareketi, Diyanet yoluyla da dev­ let tarafından desteklenen bir sapma olarak güncel manada gemi azıya almış bir biçimde hızla ilerlemektedir. Bu durum Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Kıbrıs'ta da yaşanmakta­ dır. Vahhabi propaganda adı geçen coğrafyalardaki Türk Sün­ niliğini de yozlaştırmaya devam etmektedir. Özellikle Özbe­ kistan ve Kırgızistan'da Vahhabi akımın ciddi oranda taban bulduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz. Yeri gelmişken ifade edelim ki, biz tarihsel Türk Sünnili­ ğini İslam tarihindeki Ebu Hanife temelli muhalif İslami ha­ reketin ana damarı olarak görmekteyiz. Bu bağlamda Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış aslında mezhepleri yadsı­ yan Muhammedi İslam inancının da özgün bir türevidir. Zira tekraren belirtelim ki, Ebu Hanife hiçbir zaman bir mezhep kurma iddiasında olmamıştır. Tam tersine resmi ideolojinin yani egemen İslam'ın mezhepçi anlayışına karşı mücadele et­ miştir. Nitekim bu mücadelesi zindanda kırbaçlanarak şehit edilmek suretiyle son bulmuştur. Öte yandan Anadolu özelinde Türklerin Türkmen Alevi­ liğinden ve Türk Sünniliğinden koparılması yahut kopması sürecinin tarihsel derinliklerinde bir kısım ekonomik neden­ leri de görmekteyiz. Şöyle ki: Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan'ın saptamalarına göre Os­ manlı, kuruluşundan 200 yıl sonrasına değin Türkmenlerden tek vergi alırken 16. yüzyıla gelindiğinde vergiler 3 katına çıkmıştır. Bu vergileri ödemekte zorlanan Türkmen kitleler, Osmanlı topraklarını terk etmeye ve Safevi ülkesine göç et­ meye başladılar. Zira büyük Türkmen önderi Şah İsmail, tek ve adil vergi alıyordu. İşte bu göç başlayınca Anadolu gitgide ıssızlaştı ve Osmanlı'nın vergi gelirleri düştü. Safevilere kar­ şı büyük bir düşmanlık başladı. Mesele vergi idi ama inanca döküldü. Giden Türkmenler Kızılbaş / Alevi diye kötülendi. Oysa bu hadiseler yaşanmadan önce Osmanlı sultanları Şah İsmail'in dedelerinin dergahı olan Erdebil Dergahına her yıl "çerağ akçesi" adıyla yardımlar gönderiyorlardı. 259


Safevi topraklarına giden Kızılbaş T ürkmenler, Şah İsmail'den birkaç nesil sonra T ürkmen Aleviliğini bırakıp süreç içinde Fars Şiiliğine yöneldi. Anadolu' da kalan Sünni T ürkmenler de Osmanlı ulemasının baskısıyla T ürk Sünni­ liğinden Selefi, Emevi, Eş' arı Sünniliğine doğru savrulmaya başladı. Ve yine Anadolu' da kalan Alevi Türkmenler ise dağ­ lara, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere saklanıp yerleştiler. Bu sayede Aleviliklerini korumayı başardılar. Safevi toprak­ larına gidenler ise büyük ölçüde Şiileşti. T üm bu olup bitenlere rağmen Anadolu T ürkmenleri, Sün­ nisi ve Alevisiyle Osmanlı'nın ağır vergilerine karşı direnme­ ye devam ettiler. Anadolu topraklarında, "Celali İsyanları" denilen başkaldırılar süreci başladı. Bu başkaldırı hareketi, tarihçilerin çoğuna göre her ne kadar 16. ve 17. yüzyıllarda cereyan etse de aslında büyük / küçük ayaklanmalar ve içten içe muhalefet direnişiyle, ta Cumhuriyet'in kuruluşuna değin devam etti. Cumhuriyet'in kuruluşu ve Osmanlı saltanatına son verilmesi aslında bir bakıma Celali isyanlarının zaferidir. Anadolu Türkmenleri Alevisi, Sünnisi ile üzerine ağır ver­ giler yükleyen Osmanlı padişahlarına karşı türküler yaktı. Birinde şöyle dediler: Şalvarı şaltak Osmanlı, Eğeri Kaltak Osmanlı, Ekmede yok, biçmede yok, Yemede ortak Osmanlı. .. Osmanlıcı anlayış Osmanlı'dan sonra da unutulmadı. Os­ manlı yıkılsa da ona duyulan öfke dinmedi. Bu öfkeyi sonraki yıllarda pek çok ozan değişik biçimlerde dile getirmeye de­ vam etti. Onlardan birinde şu sözleri görüyoruz: Hudey hudey hak aşkına, Hak yardım etsin düşküne, Adaletsiz padişahın Canavar girsin köşküne ... 260


Evet, aslında bu ikinci türküdeki dilek gerçek oldu. Adalet­ siz padişahın köşküne bir canavar girdi. Malumunuz, Anadolu Türkmen ağızlarının çoğunda canavar sözüyle kurt kastedilir. Kurt deyince de aklımıza Türkçenin büyük toplumcu, devrimci şairi Nazım Hikmet'in Kuvayı Milliye Destanı'nda­ ki şu sözleri gelir: ... Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaklı... Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, bugün çok zayıflamış olsa da bir cevher olarak hala toplumsal belleğimizin derin­ liklerinde varlığını hissettirmeye devam ediyor. Canlandırıl­ mayı ve Selefi, Emevi, Eş' arı Arap Sünniliğine karşı yeniden ayağa kaldırılmayı bekliyor. Cumhuriyet devrimleri ile hedeflenen yeni toplumsal yapı­ da dinin denk düştüğü alan, aslında tarihsel Türk Sünniliğidir. Cumhuriyet devrimleri, Türk Sünniliğini bilimsel ve çağdaş düzlemde yeniden diriltmeyi ve Arapçı din anlayışına karşı bir nevi "Milli Müslümanlık" kimliği inşa etmeyi amaçlamış­ tır. Bu Milli Müslümanlık düşüncesinde Ebu Hanife ve İmam Maturidi'yi esas alan fıkhi ve itikadı bir çizgi ile birlikte Yesevi, Alevi, Mevlevi, Bektaşi kültürel mistik İslami miras da temel öğedir. Böylesi bir zeminde laik karakterli bir devlet kurulup Türk Sünniliği sosyolojik bir kimlik olarak müesses nizam hali­ ne getirilmek istendi. Kısmen başarılı olunsa da toplumun için­ de sinsi sinsi faaliyetlerini sürdüren gerici, Selefi, Vahhabi Arap dinciliğini esas alan cemaat ve tarikatlar, yer alh çalışmalarıyla modern Türk Sünniliği projesini büyük ölçüde tahrip etti. Bun­ da dış destek de çok etkili oldu. Özellikle ABD'nin Yeşil Kuşak projesi Türk Sünniliği yerine gerici Emevi, Selefi, Eş' arı Arap Sünniliğini takviye etti. Zira ABD için gericileşmiş bir Türkiye, sömürmek, yönetmek ve ezmek için daha elverişliydi. 1950 ve 1960'lı yıllarda dünyadaki sol akımların estirdiği laik, seküler fırhna, Müslüman halkların da emperyalizme karşı uyanışını ve ayağa kalkışını müjdeliyordu. Ancak ABD emperyalizmi 261


bu uyanışı dinci tarikat ve cemaatleri destekleyerek boğdu. Şeyhine kul olan kitleleri, o şeyhi emperyalizme kul ederek yö­ netmek elbette ki daha kolaydı. Oysa birey kimliğinin geliştiği toplum ları baskılamak kolay olmayacaktı. ABD, 1950'ler ve 1960'lardan sonra Türkiye'yi dinci yapı­ lar eliyle gericileştirdi. Böylece ABD ile cemaat ve tarikatlar elbirliği içinde Türk Sünniliğini boğdu. Oysa Türk Sünniliğini korumak ve geliştirmek maksadıy­ la Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam Hatip Okullarını kurmuştu; İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitülerini açmıştı. Bir dönem bu kurumlara gerçekten laik cumhuriyete sadık kadrolar egemendi. Lakin gitgide gericilik güç kazandı ve Türk Sünniliği, Emevi, Selefi, Eş'arı Sünnili­ ğine yenildi. Bahsi geçen kurumlardan azılı Cumhuriyet düşmanları çık­ tı. Fethullah Gülen, Timurtaş Uçar ve Cemalettin Kaplan gibi isimler azılı Cumhuriyet düşmanlığının simge isimleridir. Bugün rejimin korunması, toplumsal barışın sarsılmaz bir biçimde yen iden ihdası ve geleceğe emin adımlarla yürüye­ bilmek için Türk Sünniliğinin canlandırılması, güçlendirilme­ si ve geliştirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Zira Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış, cumhuriyet devrimleri ile barışıktır. Türk Sünniliğinin kökü; "Sünnet imiş kafir de olsa incitme insanı," diyen Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi'ye ve "Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü," diyen Yunus Emre'ye dayanır. Türk Sünniliği; hayata, akılla, bilimle bakan bir anlayıştır. Bunda büyük Anadolu bilgesi Hünkar Haa Bektaş Veli'nin; "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır," sözünün etki­ si büyüktür. Türk Sünniliğinde din devleti talebi yoktur. Türk Sünniliğinde dinsel yaşam bağlamında ahlak ve iba­ det merkezli bir yapı egemendir. Türk Sünniliği; köklerinin dayandığı Ebu Hanife'nin ana­ dilde ibadet hakkı fetvasından etkilenerek ibadethanelere ve dinsel ritüellere Türk dilinin mevlitler, ilahiler, kasideler, 262


T ürkçe hutbe ve Türkçe vaazlar yoluyla girmesini sağlayan milli bir anlayıştır. Bu nedenle Türk Sünniliğinde Türk dili duyarlılığı yüksektir. Türk Sünniliği; ehlibeyt sevgisi, din kardeşliği ve mil­ letdaşlık temelinde Alevi ve Caferi yurttaşlarımıza karşı da saygılı bir tutum içerisindedir. Nüfusunun çoğunluğunu Şii / Caferi ve Alevi kardeşlerimizin oluşturduğu Azerbaycan'a dair geliştirilen "Bir millet, iki devlet" söylemi bu tutumun en net yansımalarından biridir. Türk Sünniliği tıpkı Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliği gibi ulus olarak mevcudiyet ve istikbalimiz açısından milli güven­ cemizdir. Bu sebeple Türkiye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni-Hanefi kitle düşünülerek tekraren ifade edelim ki, Se­ lefi, Emevi, Eş'ari, Vahhabi radikalizmine karşı modern Türk Sünniliğinin yeniden ihyası elzemdir. Türk Sünniliği, bizim Muhammedi İslam dediğimiz anla­ yışın Türkler arasındaki nüvesini ifade etmektedir. T ürk Sün­ niliği egemen Emevi İslam anlayışına karşı kesinlikle muhalif bir İslami direniş yoludur. Bunun diğer Müslüman halklar arasındaki versiyonları da Muhammedi İslam'ın ihyası için önemlidir. Muhammedi İslam, mezheplerin böldüğü Müslü­ manları Muhammedi çizgide birleştirme ve akılcı yorumlarla İslam' ı çağdaş manada tecdid etme iradesini ifade etmektedir. Öte yandan T ürkiye özelinde, orta ve uzun vadede kendi­ ni; dinsel, mezhepsel ve etnik kimliklerle ifade eden bireyle­ rin, yerini yurttaşlık kimliği ile ifade eden bireylere bırakması ve toplumun modern dönüşümünün sağlanıp laik Cumhu­ riyet sisteminin takviye edilmesi için bu toprakların tarihsel ve geleneksel kimliğine yabancı olan Arapçı anlayışlara karşı amansız bir mücadele şarttır. Bu aslında gericiliğe karşı verilen bir ölüm kalım müca­ delesidir. Bu mücadeleyi kazanmaktan başka çaremiz yoktur.

263



Kaynakça

Ali Akın, İslam Kaynakları Işığında Güncel Konulara Açıklama, İstanbul 1996. Bedreddin Çetiner, Fatiha'dan Nas'a Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları, 2013, CI. Cahit Baltacı, "Türk Eğitim Sisteminde Kur'an Kurslarının Yeri", (Bildi­ ri) Kur'an Kurslarında Eğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, İstanbul, 2000. Cemil Kılıç, Kur'an- İslam'ı Anlamak İçin Türkçe Kur'an, Güz Yayınları, İs­ tanbul, 2018. Cemil Kılıç, İslam Bu- Muhammedi islam, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2018. Dr. Halil Taşpınar, "Matüridiyye ile Eş' arıyye Mezhepleri Arasında İhtilaf mı? Suni Dalgalanma mı?", Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakül­ tesi Dergisi, Cilt X / 1, Haziran 2006. Ebu Bekr Muhammed Serahsı, el- Mebsut, Beyrut, 1989. Ethem Ruhi Fığlalı, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, Tercüman Yayın­ ları, 1987. Evliye Çelebi Seyehatnamesi, c. l . Faik Reşit Unat, ikinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, TTK, An­ kara, 1991. Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, A n ­ kara 1964. Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye'de islamlık, (Çev. Hayrullah Örs), Bilgi yay. Ankara 1972

265


Hasan Hanefi, Teoloii mi Antropoloji mi? ( Çeviren: Mustafa Sait Yazıcıoğlu) AÜİFD. Hikmet Kıvılcımlı, Şeyh Bedreddin, Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı 105. Hikmet Kıvılcımlı, Allah- Peygamber- Kitap, Sosyal İnsan Yayınları, 2014. İbn Manzur, Ebu'l- Fazl Cemalüddin el- Afrikı; Lisanü'l- Arab, alfabetik. Kur'an Araştırmaları Grubu, Uydurulan Din ve Kur'an 'daki Din, İstanbul Yayınevi, 2003. Kütüb-ü Erbaa (Dört Hadis Derlemesi) Kütüb-ü Sitte (Altı Hadis Derlemesi) Mahmut Esat Bozkurt; Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005. Muhammed b. Hasan Şeybanı, el- Camiu's- Sağir, Beyrut, 1986. Muhammed Hamidullah, Kur'an Tarihi ( Salih Tuğ Çevirisi), İstanbul 1988. Mustafa Öcal, Kur'an Kursları Tarihçesi, Uludağ Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 13. Ragıb el İsfahani, el- Müfredat li E(fazı'l- Kur'an, Alfabetik Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul 1962. Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2018. Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002. Yaşar Nuri Öztürk, Dincilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015. Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Azam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2009. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an 'daki İslam, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2007. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İs­ tanbul 1991. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2005. Yaşar Nuri Öztürk; Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası, İstanbul, 2003. Yaşar Nuri Öztürk; Din ve Fıtrat, İstanbul, 1999. Yaşar Nuri Öztürk; Kur'an Açısından Şeytancılık, İstanbul, 2002. Yaşar Nuri Öztürk; Kur'an Verileri Açısından Laiklik, İstanbul, 2003. Yaşar Nuri Öztürk; Kur'an'ın Temel B uyrukları, İstanbul, 2006. Ziya Kazıcı, "Bir Eğitim Kurumu Olarak Daru'l-Kurra" (Bildiri), Kur'an Kurslarında Eğitim Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, İstanbul 2000.

266


Yazarımızın Kırmızı Kedi' den çıkan diğer kitabı

M U H A M M E D İ İ S LA M

'

, , /l'--- � �

/

/

o

o

,Jb "

Cemil Kılıç

,

.!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.