Reyhanlı’daki terör saldırısında yaşamını yitiren kardeşlerimin aziz hatıralarına….
bilmem kimim neyim, benden ne kalır yarına cennet mi düşer yoksa cehennem mi payıma
Şehirler ve Hikâyeler: Antakya *
3 Mart 2012
Sabahın sekiz buçuğunda Yaşar, Asi Nehri’nin kenarında demir parmaklıklara dayanmış, paçaları çamurlu pantolonu, kirli gömleği ve uzun sakallarıyla öylece oturmaktaydı. Antakya’nın Habib Neccar Dağı’ndan nehre doğru esen serin sabah rüzgârı, yaklaşık iki gündür doğru dürüst bir şey yemeyen Yaşar’ın içini titretiyordu. Yine de açlık o anda Yaşar’ın aklına gelen en son şeydi. Boğazına bir yumruk gelip oturmuş, kirpikleri ıslanmıştı. Kim bilir kaç saattir bu halde duruyordu. Güneş doğduktan hemen sonra hareketlenen şehir onu daha da huzursuz etmişti. Şehirdeki keşmekeşi sanki ilk defa tanık oluyormuşçasına anlamsız bir ifade ile seyrediyordu. Köprübaşındaki kırmızı ışıklar ne yayalara ne de arabalara söz geçirebiliyor; bir çocuk Türkçe ağlıyor, annesi onu Arapça dövüyordu. Bu hengâmeye uzaktan bakan eski meclis binası yorgun görünüyor, teselli etsin diye tam karşısındaki asırlık camiye bakıyordu. Kim bilir hangi umutların çamura bulandığı Asi, her zamankinden daha kirli akıyor, bir an önce denize ulaşmaya çabalıyordu. Birden sıkıldığını hissetti Yaşar. Nehre sırtını döndü, korkuluklara dayandı. Yanından geçenlerden birinin sigarasından aldığı ilk nefesin davetkâr kokusu çalındı burnuna. Canı sigara çekti. Montunun iç cebinden bir sigaralık çıkardı. Çıkarınca birden duraksadı. Sonra usulca açtı. Aldığı tütünlerin bir kısmının ve ince sigara kâğıtlarının titreyen ellerinden kurtulup rüzgârda savruluşlarını seyretti. Kâğıda biraz tütün koyup diliyle alelacele ıslattı, hızlı ve özensiz bir hamle ile sardı. Sonra elleri bitkin halde çakmak aradı ceplerinde, bulamadı. Aradığını bulamamak Yaşar için tanıdık bir duygu olduğundan çabuk vazgeçti. Tek çare yoldan geçen birine ateş sormaktı. Konuşacak takat bulamadı. Bir süre öyle bekledi. Sanki birisini bekler gibi. Sanki birisi kolundan tutup onu buradan uzaklaştıracakmış gibi. Bekledi. Kimse gelmedi. Yanmamış sigarası dudaklarının arasında, yolun karşısına geçip künefecilerin bulunduğu meydandan eski Antakya çarşısına doğru yürüdü. Her şeyin açıkta satıldığı bu mekânda burnuna yoğun baharat kokusu doldu. Acıktığını hissetti. Uzunca bir süredir yemek yemediğini, uzun sürenden sonra ilk defa korkmadığını düşündü. Tam o anda gözlerini yumunca, iki damla gözlerinden süzülüp sakallarının arasında kayboldu. Belli ki soğuk değildi bu gözyaşlarının nedeni. Diğer ihtimalleri düşünmek istemedi. *
1 Mart 2012 - Bunları konuşmadık mı senle? -… - Konuştuk mu konuşmadık mı? Cevap ver. Lafına güvendik, onca adamdan seni seçtik getirdik. Şimdi, şu zamanda, şu yerde söylenecek laf mı bu? Eğer sözüne güvenilecek erkek adam değilsen söyle, siktir git buradan. Ama köye dönme, senin için iyi olmaz. Bu işe giriş var çıkış yok dedik mi demedik mi bre? Cevap ver. - Dedin. - O zaman götün ayrı, başın ayrı oynamasın. Canı kıymetli olan, korkan bir sen değilsin. De haydi. Bu bahis burada kapansın. Aç şu telefonunu, vakit geldi. Şu çantanı da al yerden. Yaşanılan bu anın kitabını yazıyor olsaydık eğer, Yaşar’ın yaptığı itiraza vicdan ve pişmanlık gibi insani kaygılar çerçevesinde duygudaşlık ile yaklaşabilirdik. Ama gecenin zifiri karanlığında, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başında Yaşar’ın ince ve cılız itirazına karşı yükselen tok, kalın ve tehditkâr ses, Yaşar’ın her bir hücresini korku ile doldurmuş, geriye başka bir duygu ve düşünce bırakmamıştı. Daha önce de çok korktuğu anlar olmuştu. Neredeyse dengesini bozacak ve ayakta durmasını zorlaştıracak kadar titreyen bacakları onu şaşırtmamıştı. Korkunun bacaklarında asla kontrol edemediği bir titremeye neden olduğunu biliyordu. Ama telefonu açacağı sırada ellerine hükmedemediğini görmek çok şaşırtmıştı Yaşar’ı. Telefonun açılmasıyla etrafa yayılan kuvvetli ışık sabit duramıyor, bir Yaşar’ın yüzünü bir zifiri karanlığı aydınlatıyordu. - Tek korkan sen değilsin Yaşar! Bu kez teskin eder bir tonda konuşuyordu Cuma. - Bakma içki masalarında atıp tutan köftehorlara, kaçağa gelip de eli kolu titremeyen bir Allah’ın kulu yoktur. Durdu. Gözlerini Yaşar’a dikmiş hareketlerini kontrol ediyordu. Sesini daha da yumuşatarak devam etti: - Onca kere geldim gittim bu yollardan. Neler gördük. Beş adam gelip hiç konuşmadan Karbeyaz’a kadar 4 saat yol yürüdüğümüzü bilirim. Dua okuya okuya… O mangalda kül bırakmayan Sadık bile ilk kaçağında omzumda ağladı karı gibi. Rahmetli… Neyse, zaten korkmak da gerekir Yaşar. Kimle neyle karşılaşırsın bilinmez burada. Allah’a emanetiz, bir de birbirimize. Haydi, al iç şu suyu. Az kaldı. Ellerindeki titreme azalmış ama içindeki korkudan en ufak bir eksilme olmamıştı Yaşar’ın. Kuruyan ağzını zorla açıp, Cuma’nın uzattığı şişeyi dudaklarına dayadı. Kana kana içmek istese de idareli
kullanması gerektiğini biliyordu. Şişeden suyu içerken kafasını ilk defa yerden kaldırmıştı. Gözü gökyüzünde takılı kaldı bir süre. Şişeyi dudaklarından uzaklaştırıp Cuma’ya geri uzatırken; - Bulutlar, dedi. Bulutlar dağılıyor. Sesi daha az titrek çıkmıştı Yaşar’ın. - Görüyorum, dedi Cuma. Allah vere de Ay’ın önünden çekilmeye bulutlar. Yoksa bu dolunayda işimiz zor. Bak bakalım telefonuna. Bi haber yok mu daha. O Cemal deyyusunu gözüm hiç tutmadı, işi berbat etmese bari. - Yok. On beş dakikası daha var. Yapsa da yapamasa da haber verecek zaten. Öyle dediydik. Beklemeye başlamışlardı. Etraf o kadar sessizdi ki. Hafif bir rüzgâr ağaçlıkların yanındaki çalıları sallıyor, uzaklardan gelen cırcır böceklerinin sesi ile birkaç köpek havlaması dışında başka bir ses duyulmuyordu. Cuma’nın gürültülü nefes alıp verişini hissedebiliyordu Yaşar. Neredeyse yerinden çıkacakmış gibi atan kendi kalbinin sesini de Cuma’nın duyacağını düşündü bir an. Sessizlikten rahatsız oldu. - Aslında havanın çok bulutlu olması da iyi değil. Hava çok bulutlu olunca dağda gepese çok iyi çalışmıyor, dedi. - Ney çalışmıyor, diye endişeli bi sesle sordu Cuma. - Gepese. Telefonda yerini gösteren şey. Çalışmıyor değil aslında çalışıyor. Ama hava açık olsa, bulutlu olmasa daha iyi çalışır. Bir de vericiden uzaklaşınca… - Ben onu bunu bilmem Yaşar, diye öfkeyle kesti lafını Cuma. O bulut dağılsın dağılmasın, o aletten çalıştırmak senin vazifen. Bu en iyi çekeni diye 2000 lira para saydırdınız bana o deyyus malına. Pili ıvırı zıvırı… Ne dediysen aldık. Bulut mulut bilmem ben, çalıştır işte. Hem dolunay çıkarsa asker kabak gibi görür kel tepeleri. O daha kötü. O zaman başçavuş da kurtaramaz bizi. - Peki. Konuşmak iyi bir fikir değildi. Zira söylenenler tedirginliğini daha da arttırıyordu Yaşar’ın. O nedenle kendinden bekleneni daha sessiz yapmaya karar verdi. Çantasına uzandı. Yedek bataryalarını saydı telefonun. Tamı tamına beş tane. Hemen telefonun batarya düzeyini kontrol etti. Açalı onbeş dakika olmasına rağmen yüzde seksen altıya inmişti. Yedek bataryalara bakıp, “Umarım İdare eder.” diye geçirdi içinden. Ama öyle endişeliydi ki, birden yine panikledi. Ya yetmezse? Acaba on tane mi alsaydı? Bacaklarındaki titreme yeniden arttı. Pil ömrünü uzatacak şeyleri düşünmeye çalıştı. Titreyen elleriyle ekran parlaklığını yeniden ayarladı önce. Ne kadar düşürse de yine de parlak sayılırdı ekran. Telaşlı ellerle telefonda birkaç şeyi daha kurcaladı.
Gecenin zifiri karanlığında telefonların pasparlak ekranları kaçakçılar için tam bir iletti. Jandarmalar tarafından fark edilmeyi kolaylaştırırdı. O nedenle telefonu mümkün olduğunca az kullanmak, kullandığın vakit de çok parlamadığından emin olmak şarttı. Neyse ki bu konuda yaşanan daha önceki sıkıntılar nedeniyle piyasa buna da bir çözüm yaratmıştı: Karartılmış ekran bantları. Antakya’da Kurtuluş Caddesindeki herhangi bir telefoncuda bu bantlardan bulmak mümkündü. Normal telefon bantlarının fiyatları 5 lira iken bunlar 50 liradan satılıyordu. Talep edeni belli olduğundan ve başka da bir çaresi bulunmadığından bu fiyat Antakya usulü çetin pazarlığa kapalıydı. Kendi telefonu için aldığı bantı çantadan çıkarıp zor da olsa telefonun ekranına taktı. Tam olmamış, biraz küçük kalmıştı ama idare etmez değildi. Peki ya sınırın öte yanından gelecek olanlar? Onlarda da telefon olacağını biliyordu. Ya onların ekranları parlarsa? Ya yakalanırlarsa? Ya askerler yakalar ya da vurursa? Belki de asker değil gelenlerden biri tabancasını çıkarıp başlarına sıkardı. Duyulmadık şey değildi… Bunları kafasından geçirince kalp atışları o kadar hızlandı ki bayılacak gibi oldu. Dünyadaki her şeyden endişe eder haldeydi Yaşar, her şeyden korkuyordu. Aydan, bulutlardan, Cuma’dan, telefondan, rüzgârdan… Telefonun titremesi o korkuların ortasına düşüverdi. Yaşar telefonu elinde tutuyor ama adeta ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Şimdi de telefonun öteki ucundaki kişinin ne söyleyeceği endişelendirmişti onu. Duyacağı cümleye göre ya geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacak ya da buradan gerisin geriye döneceklerdi. İkincinin olması için içinden Allah’a dua etti. - Açsana bre! diye bağırdı Cuma. Aç haydi, ne bekliyorsun? - Alo. - (Telefonun ucundaki ses) Hayırlı akşamlar abi. Yarın ki Mevlut’umuz için rahatsız ettim. Biz hazırlıkları tamamladık. Hocalardan haber bekliyoruz. Kısmetse yarın bekleriz. - …. - (Telefonun ucundaki ses) Alooo? - Tamam abi duydum, Allah kabul etsin. Yaşar, gözlerindeki korku umutsuzluğa dönmüş vaziyette Cuma’ya döndü: - Tamammış, halletmişler. Şimdi diğer telefonu bekliyoruz, dedi. Cuma hafifçe tebessüm etti. Yaşar’ın hayatı aynı şeyi yüzlerce kez yapıp farklı sonuç beklemekten ama umduğunu bulamamaktan ibaretti. Dua etmek gibi… Hayatı boyunca camiye giderek, evde namaz kılarak, adaklar adayıp kurbanlar keserek, ağlayarak, geceleri yalvararak ne dualar etmişti. Hiçbiri kabul olmamıştı. Bu da onlardan biriydi. Telefonun ucundaki ses, geri dönmeyi değil devam etmeyi haber veriyordu.
Kaçakçılar iki türlü öğrenirler: Yaparak ve ölerek. İkisi de pahalı yöntemlerdir. Bu nedenle camiada kulaktan kulağa yayılan her bilgi kaçakçı için hayati önemdedir ve ne kadar saçma gelirse gelsin hiçbir kaçakçının bu bilgileri duymazlıktan gelmek gibi bir lüksü yoktur. Jandarma’nın sınıra yakın yerde yapılan konuşmaların hepsini dinlediği söylentisi gibi. Söylentilere göre yabancı devletler öyle istiyor diye devlet, sınırın üzerinde gündüzleri çok yüksekten uçaklar uçurup oraları gözetliyormuş. Aynı uçaklar gece olunca da orada olan telefonları dinliyormuş. Telefonda konuştuktan sonra yakalanan, çatışmada vurulan onlarca kaçakçı bunun kanıtıymış. İşte bu nedenle telefonlarda konuşmamak, mesaj atmamak, bunların yerine şifreli konuşmak kaçakçılık camiasında kati suretle uyulması gereken bir kural haline gelmişti. Yaşar’ın konuştuğu adamın, Cemal’in, söyledikleri de onların belirledikleri bir şifreydi. Şifre Sırmacık Yolu ile Karbeyaz köyü arasında bulunan karakola elektrik veren trafonun patlatıldığı anlamına geliyordu. Bu karakol aslında Yaşar ve Cuma’nın güzergâhlarına uzak bir karakoldu. Ama yine de bilinçli olarak seçmişlerdi burayı. Son zamanlarda karakolların elektrik tellerine, direklerine yönelik saldırılar yapıyordu kaçakçılar. Bu saldırılar kimi zaman kaçağın güvenliği için olsa da çoğu kere anlaşmaya yanaşmayan karakol komutanlarına mesaj anlamı taşıyordu. Böyle saldırılar oldu mu, jandarma da o bölgede büyük bir olayın olduğunu anlar olmuştu. Bu nedenle civar karakollardan takviye ekipler bu karakollara gönderiliyordu. Bunu bilen Cuma kendi planlarını akıl etmişti. Güzergâhları üzerinde olan karakol, trafosu saldırıya uğrayana en yakın olandı. Dolayısıyla yardım bu karakoldan gidecek, kendi güzergâhları kısmen temizlenmiş olacaktı. Ama bu noktada ikinci bir telefon bekliyorlardı. Yol üstündeki karakoldan askerlerin destek için çıkıp Karbeyaz’a gittiklerinden emin olmak için. Nevzat Başçavuş, Cuma’nın planındaki en kilit isimdi. Eğer her şey istedikleri gibi giderse güzergâh üzerindeki karakolda bulunan Nevzat Başçavuş, zaten sayıları azalan askerleri Cuma ve Yaşar’a tehdit olmayacak bir bölgeye çekecekti. Nevzat Başçavuş, kaçakçılık camiasında güvenilirliği ile ön plana çıkmış, ismi camiada adeta bir marka haline gelmişti. Asık suratlı, mesafeli, temkinli ve kurnaz bir adamdı. Para getiren işlerle her zaman ilgilenir, ama hırsının aklını esir almasına izin vermezdi. Bu işlerin eskisi gibi kolay olmadığının o da farkındaydı. Bu nedenle çok göze batmayan kişilerle ve aklına yatan planları varsa çalışıyordu Nevzat Başçavuş. İlkeleri ile iş yapan birisiydi. Kendi tayin ettiği kurallara tam sadakat istiyor, en ufak bir şekilde bu kurallara aykırılığa tahammül göstermiyordu. Bu ilkeler çerçevesinde Cuma, Nevzat Başçavuşun onayını alan planından onun payına düşeni kaçaktan haftalar önce nakit olarak ödemişti. Ödemeyi yaptığı andan itibaren kaçağın olacağı güne kadar Nevzat Başçavuş ile iletişime geçemeyeceğini de biliyordu. Ama Cuma’nın içi oldukça rahattı. Nevzat Başçavuş bugüne kadar hep zor anlaşmış ama anlaştığı vakit de yüzüstü bıraktığı kimse olmamıştı.
Yaptığı plan güzel olmasına rağmen kendi kontrolünde olmayan işler Cuma’yı fazlası ile tedirgin ediyordu. Gerginliği her hareketinden belli oluyordu. Gözü sürekli Yaşar’ın elinde tuttuğu telefondaydı. Aklı fikri Nevzat Başçavuşun karakolunu gözetleyen adamındaydı. - Aramadı mı bu deyyus, dedi. -… Yerinde duramıyordu. Kalktı, oturduğu kayanın etrafında tedirgin adımlarla küçük daireler çizmeye başladı. Sigara içermiş gibi eli ağzına gidip geliyordu. Görev esnasında sigara yasaktı. Yazılı olmayan kaçakçılık kurallarından bir diğeriydi bu. Bunun yerine stresin dayanılmaz olduğu anlarda Yayladağı tütünü çiğnenmesi adet edinilmişti. Cuma da aynen öyle yaptı. Cebinden bir sigaralık çıkarıp içinden aldığı tütünü ağzına götürdü. - Yahu bir askerin hazırlanıp karakoldan çıkması bu kadar sürmez ki. Niye aramıyor bu dürzünün dölü? Acaba bir sorun mu çıktı? Durdu. Elini çenesine götürüp kırçıl sakallarını sıvazladı, kendi kendine bir şeyler mırıldandı önce. Ardından sesi daha duyulur hale geldi: - Yok yok Nevzat Başçavuş öyle bir şeye izin vermez. 20 bin nakit para saydım ben o orospu çocuğuna…. Hele bir izin vermesin, bir aksilik olsun, o zaman gösteririm ben ona! Telefonunu kontrol et bakalım, çekmiyor mu yoksa? - Çok kuvvetli değil, ama çekiyor. - Eee, niye aramıyor? Sen mi arasan… Dur dur belki bir durum vardır. Karıştırmayalım…. Şimdi gidilmez de. Mecbur bekleyeceğiz… Cuma, kayanın üzerine yeniden oturdu. Başı öne eğik vaziyette, ellerini iki dizinin üstüne koydu. Bir süre konuşmadan öylece durdu. Bulutların arasından ara sıra çıkan dolunay Cuma’nın tam arkasında kalıyor ve onu karanlığın ortasında bronz bir heykel gibi gösteriyordu. Heykelin eli hareket etti önce. Sağ elini boğazına götürüp gömleğinin ilikli son düğmesini açtı, başındaki takkesini düzeltti. Sonra kafasını yavaş yavaş kaldırıp Yaşar’a baktı. Az önceki kaygılı ifade gitmiş, yerine kaderine teslim olmuş bir adamın dinginliği gelmişti. Mazideki güzel anıları hatırlayan bir insanın tebessümü bir süre kaldı yüzünde. Sanki eski zamanlara geri dönmenin hayalini kurar gibiydi. Cuma’nın hayalini kurduğu o zamanlarda henüz sınırın öte yanı savaş ve bombalarla harman yerine dönmemiş, mermiler silah ve topların ağzına sürülmemişti. Dün gibi hatırlıyordu Cuma kaçağa gittikleri ilk zamanları. Sadık vardı yanında, dağ gibi adam. Çay, şeker, öteberi ile başlamışlardı önceleri. Bunlar çok para etmezdi ama işi öğrenmek için yapılırdı. Asıl para
hayvandaydı. Sınırdan 300’e aldığın hayvanı Antakya’da 1000’e satmak mümkündü. Sadık’ın yarıcılık yapacak tarla bulamadığı sene gelmişlerdi hayvan kaçağına ilk defa. Kışlık buğdayı, hayvanlara arpayı almak için. Hayvan alacak parayı bulmak için bir ay zeytin bahçelerinde yevmiyeye gitmişti Sadık. Yetmemiş, üstünü Cuma tamamlamıştı. İlk hayvanlarından ancak 500 lira kar edebilmişlerdi. Cuma hakkından vazgeçmiş Sadık’a vermişti hepsini. Sadık bunun altında kalacak adam değildi. Sonraki bayramda Cuma’nın kurbanlık alamayacağını duyunca, süt veren ineğini satıp borç harç ederek “Haydi” demişti Cuma’ya. O zaman sıkı tutmuşlardı pazarlığı. Kurbanda kesmek üzere her biri için birer koyun, borçlarına derman olması için de bir inek almışlardı. Çocukların boynunu bükük bırakmamak için ilk haram kurbanlarını o bayram kesmişlerdi birlikte. Sonra tefeciden aldıkları borcu ödemek için; Sadık’ın evini yenileyip, Cuma’ya traktör almak için; kızın çeyizi, oğlanın düğünü için geldikçe gelir olmuşlardı. Kamyonetin arkasında 10 inek sığdırıp getirdikleri, başçavuşlarla pay yüzünden gırtlak gırtlağa geldikleri günleri hatırladı Cuma. Sadece kanuna aykırı davrandıkları günlerdi o günler, dahası da olacağını düşünemezlerdi. Ne olduysa Suriye’de uçaklar uçmaya, bombalar patlamaya başlayınca oldu. Bu kısmı hatırlamaya başlayınca huzursuzluk kapladı Cuma’nın yüzünü. Ağzında çiğnediği tütünü tükürüp, sigaralıktan yeni bir tutam aldı ve gözü yine bir kayaya dikilip kaldı. Savaş başlayınca kaçakçılar kimin kimi öldürdüğü ile pek ilgilenmemiş, siyasete uzak kalmışlardı. Fakat savaşın pazarı değiştirdiği su götürmez bir gerçekti. Önce sınırda iş yaptıkları Suriyeli köylüler birer birer azalmaya başladı. Daha genç ve daha gözü kara adamlar vardı artık sınırın öte yanında. Gözlerinden ateş saçan bu gençlerin hayvan ticareti ile kaybedecek zamanları yoktu. Daha istikrarlı ve daha çok para getirecek bir ticaret istiyorlardı: Mazot, tonlarca mazot. Bidonlarla eşeklerle olacak iş değildi düşündükleri. Sınırda bekleşen arkası açık kamyonetler yerini küçük tankerlere bırakmış ama o da yetmemişti. Karşı taraftaki aşırı arzı boşa harcamak istemeyen daha yaratıcı kaçakçılar civar köylerden çıkmıştı. Asi’nin Suriye tarafından atılan bidonları Türkiye tarafından toplama işi, eşeğe binen köylüleri kısa sürede tanker sahibi yapmış, ilk defa İstanbul’dan insanlar çalışmak için bu köylere gelmeye başlamışlardı. Önceleri Bağkur’dan emeklilik hayalleri kuran köylüler, akşam yemekleri için Harbiye’ye gitmeye, Antakya’dan ikişer üçer ev almaya ve köylerinin bakımsız yolları yüzünden mecburen BMW ciplere binmeye başlamışlardı.
Para
harcamayı sevdikleri doğruydu ama bu işlerini savsakladıkları anlamına gelmiyordu. Tam tersine canla başla çalışıyor, yeni ve yaratıcı fikirlerle kazançlarına kazanç katıyorlardı. Bidonlarla uğraşmak yerine sınıra boru döşemek de bu fikirlerden biriydi. Önceleri hayvan kaçakçılığını önlemek için sınırda devriye gezen, baskınlar yapan jandarma ise bu ticaretin karşısında dut yemiş bülbül gibi ne yapacağını bilmez halde öylece seyrediyordu. Sınır başta olmak üzere ticaretin önündeki tüm engeller fiilen kalkmıştı. Mazota hücum devri başlamıştı.
Büyüyen pazarlarda elindeki ile yetinmek iyi girişimcilerin yapacağı bir hamle değildi. Bu nedenle her biri iyi birer girişimci olan kaçakçılar arasında sıkı bir pazar kavgası başlamıştı. Bu uğurda ilk önce bir kaçakçı, kendini bir tanker dolusu mazottan eden abisini İstanbul’dan getirdiği tetikçilere vurdurdu. Bu iş ona tam yüz bin liraya mal olmuştu. Sonra bir diğeri işin maliyetini arttıran tetikçileri aradan çıkarıp, tankerin yolunu kesen altı akrabasını köyün orta yerinde keleş ile taradı. Bu durum pazarda şaşkınlık ve tedirginlik yaratsa da ticaret devam etmek zorundaydı ve öyle de oldu. Ta ki bir başka civanmert kaçakçı çıkıp, jandarmanın el koymak istediği depoyu havaya uçuruncaya kadar… İşte o zaman bir ticaretin başına gelebilecek en kötü şey oldu: köylere gazeteciler ve kameralar doluştu. Tam da bu olayların arifesinde ilk ve tek kavgalarını etmişlerdi Cuma ile Sadık. “Korkak, kancık deyyus!!” diye bağırmıştı Cuma’ya. Sadık’ın aklında mazotu gölgede bırakacak yeni bir iş planı vardı. Cuma olsa da olmasa da yapacağı bir iş… Sadık’ın hakaretlerine karşın önüne dikilmiş, kolundan tutmuş “Gitme!” demişti Cuma. Sadık’ın ne kadar kararlı olduğunu Cuma’nın alnına doğrulttuğu tabancası göstermişti: “Anam avradım olsun vururum Cuma, çekil yolumdan!”. Bu Cuma’nın Sadık’tan duyduğu son söz olmuştu. O gecenin sabahında Cuma, Sadık’ın eşinin feryadı ile uyanmıştı. O günleri hatırlayınca Cuma kaşlarını iyice çatmış, hızlı hızlı inip kalkan göğsü ve ay ışığında kıvrımları belli olan kocaman kıllı elleri ile korkutucu bir hal almıştı. Cuma’nın bu halini gören Yaşar endişe ile yeniden telefonu kontrol etme ihtiyacı hissetti. - Vallahi çekiyor telefon, neden aramadı ben de anlamadım, dedi ürkek bir sesle. Hala hatıralarının etkisinde olan Cuma, Yaşar’ın söylediklerini duymamıştı bile. Derin bir rüyadan uyanır gibi ağır ağır mırıldandı: - Kanunsuzluğun da bir izanı vardı. Hayvanı bitince mazotu, mazotu bitince insanı, esrarı eroini, şimdi de… Halimize bak. Allah sonumuzu hayretsin. Yaşar Cuma’nın söylediklerine bir anlam veremedi. Sadece telefona gelen çağrıyı kaçırmadığından emin olmak için bir kez daha telefonunu kurcalamaya başladı. O arada uzun bir sessizlik oldu. Ay ışığında koşar gibi ahenkli adımları ile bir çakal belirdi yakınlarında. Yaşar ile Cuma’yı görünce durdu, kulaklarını kaldırdı ve onları seyretmeye başladı. Bu sessiz ortamı birden çalan telefonun melodisi doldurdu. Melodinin yankılanan sesi ile çakal korkup kaçmış, Yaşar ve Cuma da oldukları yerde neredeyse zıplamışlardı. Yaşar, kurcalarken sesini açtığı telefona cevap verip hızla kulağına götürdü. - Alo? - Selamun aleyküm abi. -…
- Abi, hocalar geliyor. Yarına mevlit olacak. Bekleriz. - Tamam. İnşallah. - Dikkatli olun! Telefondaki son söylediğini kısık sesle söyleyip kapatmıştı telefonu. Cuma yerinden doğrulmuş, konuşmayı sanki dinlemek ister gibi Yaşar’a yaklaşmıştı. Yaşar’dan ses gelmeyince sordu: - Ne dedi, ters bir şey mi var? - Yok… Askerler çıkmış. - Tamam o zaman haydi. Kaybedecek vakit yok. - Yalnız bir şey daha var.. Dikkatli olun dedi. - Dikkatli mi olun dedi? Telefonda? Bu beklenmedik söz Cuma’nın canını sıkmıştı. Bir süre durdu. Gözlerini kıstı, sınıra doğru baktı. Kafasını kaldırıp gözlerini gökyüzünde dolaştırdı. Dolunay bulutların ardına saklanmıştı yeniden. Yine bir şeyler planlar gibi elini sakallarının üzerinde dolaştırdı. - Nevzat Başçavuş var nasılsa, dedi. Kaybedecek vakit yok, geri de dönülmez bu vakitten sonra. Allah yardımcımız olsun. Haydi. *** Küçük kaya parçaları ile bezeli patika yollardan inip çıkarken; zeytin bahçelerinin ortasından geçip, ceviz ağaçlarının gövdelerine sarılmış asmaların yanında durup dinlenirken, yanındaki yeniyetmenin iki de bir cebinden çıkarıp göz attığı telefona ihtiyacı yoktu Cuma’nın. Yıllarını vermişti bu tepelere ve dağlara. Kavak kesip sınırda satmaya götürürken geçtiği yolların hikâyelerini dedesinden dinleyerek büyümüş, babası ile kavak kesmeye gelmiş, gençliğinde yapılan karakolun inşaatında çalışmış, tepelerdeki her bir bahçede zeytin toplamış, etraftaki sulak yerlerinde bostan yetiştirmişti. Son beş yıldır da Sadık ile beraber en iyi kaçakçılık güzergâhları konusunda rüştlerini ispat etmişler, bu âlemde nam salmışlardı. Gökyüzünde konuşlu hiçbir uydu buradaki yollar konusunda eline su dökemezdi Cuma’nın. Ne var ki, Cuma beş yıl önceki kaçakçılık ile şimdikinin bir olmadığını da çok iyi görüyor ve anlıyordu. Dünya çok hızlı değişiyordu ve Cuma bunun farkındaydı. Elinden geldiğince ayak uydurmaya çalışıyordu. Yollarını bulma konusunda gepese denilen zımbırtıya ihtiyacı yoktu evet, ama yol bilmek artık işin çok önemsiz bir kısmıydı. Hatta beş para etmiyordu. Ellerine küçücük telefonları alan elin yabancısı, onun yıllarını verdiği dağlarda kaybolmadan Yayladağı yoluna çıkabiliyor, oradan Antakya’ya
ulaşabiliyordu. Bunu kendi gözleri ile görmüştü. Kaçakçılık artık yaşlı, gözü kara kurtların değil, ellerinden telefonları düşürmek bilmeyen toy ama girişken veletlerin işi haline gelmişti. Şaşılacak şeydi. Sınırda bildiğin, tanıdığın, daha önce birlikte iş yaptığın adamlarla çalışmak diye bir şey yoktu artık. İnternet denilen zıkkım her şeyi mahvetmişti. Şimdi iki yabancı internetten konuşup anlaşıyor, birbirlerine telefon üzerinden haritalar gönderiyor, doğru dürüst fiyat pazarlığı yapmadan, el sıkışmadan işlerini hallediyorlardı. İşte yılların Cuma’sını bu el kadar, karanlıkta ödü bokuna karışan oğlana muhtaç eden buydu. Yaşar, Antakya’da Mustafa Kemal Üniversite’sinde iki yıllık bilgisayar öğretmenliği okudu. Okul bitince babasının sözünü dinleyip askere gitti. Askerden geldikten sonra bu defa anasının sözünü dinleyip İstanbul’a amcasının oğlunun yanına iş bakmaya gitti. İki ay boyunca bilgisayar üzerine iş aradı. Para suyunu çekince cebim iki kuruş para görsün diye oyuncak fabrikasında işçi olarak başladı. Sigortasının yatmamasını kafasına takmadı, nasıl olsa geçici bir iş diye düşündü. Üç yıl çalıştı. Ardından önce amcasının oğlu evlenince evden, sonra da siparişler kesildi bahanesiyle işten çıkarıldı. Yine anasının sözünü dinledi ve köye döndü. İki kuruş birikmişi ile dört bilgisayar derleyip toparladı ve ahırdan bozma bir dükkânda köyün ilk internet kafesini açtı. Açtığı internet kafeye önce çocuklar oyun oynamak için; sonra gençler porno izlemek için ve ardından kaçakçılar Facebook öğrenmek için geldiler. Facebook’ta kurulan “Journey to Europe” ve “Trip to Turkey” sayfalarına ilk burada denk geldi Yaşar. Gelen kaçakçılar internette böyle bir şeyin olduğundan haberdar, nasıl kullanılacağından ise bihaberdiler. Bu sayfalar, artan sınır keşmekeşi içerisinde kaçakçıları çağın gereklerine ayak uydurmaya zorlayan alanlardı. Arz ve talep artık bu sayfalar üzerinde birbiri ile buluşuyor, anlaşmalar bu sayfalar üzerinden sağlanıyordu. Bu Facebook sayfalarında başlıca iki grup insan vardı: İlki, Suriye’den kaçarak Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya gitmek isteyen mülteci adayları idi. Bunlar için asıl mesele sınırı geçmek değil, kendilerini Avrupa’ya ulaştıracak doğru insanlara ulaşmaktı. Bu grup ile iş yapabilmek için Ege kıyılarına yakın insan kaçakçıları ile de bağlantı kurmak ve sınırdan geçirilen kişilerin Antalya, İzmir ve İstanbul gibi büyük kentlere transferini sağlamak da gerekliydi. Dolayısıyla bu grubun zahmeti fazla ve kâr oranları düşüktü. İkinci grup, bulundukları ülkede hala fırsat olduğuna inanan, bu nedenle de henüz mülteci olmaya heves etmeyenlerdi. Bunların işi sınırdan düzenli olmayan aralıklarla mal ticareti yapmaktı. Mazot işi daha buyuk grupların ellerinde olduğundan, onlar için geriye küçük çaplı esrar, eroin ve zaman zaman tarihi eserlerin sınırlar arası sevkiyatı kaliyordu. Getirilen malların alıcısı çoğu zaman Antakya’da ya da civar illerde hazır beklerdi. O yüzden bir tek, sınır geçiş güvenliği sağlayacak ve jandarmayı uzak tutacak iş ortakları arıyorlardı. Bu görece daha temiz bir işti. Güvenlik kısmını halleder karşı tarafa da isin altından kalkacağınıza ikna edebilirseniz çok yüksek paralar kazanmanız işten bile değildi. Hal böyle
olunca ikinci grubun talebini karşılamak isteyen kaçakçılar arasında sıkı bir rekabet başlamıştı. Bu pastadan pay kapmak için iyi bir planlama yapmak, İngilizce ve Arapça bilen kişilerle çalışmak ve teknolojiden anlamak gerekiyordu. Sayfada pazarlıklar önce basit Arapça veya İngilizce cümleler ile başlıyordu. Eğer taraflar anlaşma umudu görürse, özel kanallardan mesajlaşıyor ve gerekirse Skype üzerinden yüz yüze görüşülüyordu. Bu aşamada Antakya’da bu konuda uzmanlaşmış Suriyelilerin istihdamı şarttı. Hem Arapça hem Türkçe konuşabilen hem de kaçağı bilen bu adamlar görüşme başına beşyüz lira alıyorlardı. Taraflar anlık mesajlaşmalar için Whatsapp uygulamasını tercih ediyordu. Harita uygulamaları ile karşı tarafa alternatif kaçak güzergâhları gönderiliyor ve nihai anlaşma sağlanırsa ödemenin yüzde yirmilik kısmı PayPal üzerinden tahsil ediliyordu. Sayfada kullandığınız ismin marka imajına kötü yorumlar ile zarar vermemek ve itibarlı bir iş geçmişi yaratmak için bunların hepsini ciddiyetle yapmak gerekiyordu. Kaçakçılar bu anlamda iş ahlakına bağlı insanlar olmak zorundaydılar. Dükkânına gelen kaçakçılar bu zorlu piyasayı çözmek için debelenirken Yaşar dikkatlerini çekmişti. Bildiği az buçuk İngilizce cümleler ile ilk teması sağlıyor, Arapça bilmese de internetten Türkçe cümlelerin Arapça’ya nasıl çevrileceğini gösteriyor, dahası akıllı telefon ve uygulama denilen şeylerin nasıl kullanılacağını öğretiyordu. Yaşar sayesinde ilk defa buradan iş yapacaklarını düşünmeye başlayan kaçakçılar olmuştu. Bunlardan bazıları hemen fırsatı değerlendirmek istemiş ve Yaşar’a ortaklık teklif etmişlerdi. Ortaklık tekliflerini ilk duyduğu zaman Yaşar, bahsedilen paralarla neler yapabileceğinin hayalini kurmuştu önce. Bu ahırdan kurtulup İskenderun’da bir internet kafe açardı. Şöyle en az 20 bilgisayarı olan kocaman bir tane. Ama Yaşar hayalini kurduğu güzel şeylerin olmayacağını bilecek kadar burnu yere sürtmüş bir adamdı. Kendinde bu bahtsızlık varken böyle riskli bir işte bu adamlara asla güvenemezdi. Hem güvenden de öte bir şey vardı: Yaşar korkardı, risk almaktan, ölmekten, karanlıktan, askerden, kanunlardan, Allah’tan… Yaşar’ın korkusunun ardına gizli hevesi sadece Cuma fark edebilmişti. Askerde bir ayağını bırakarak gelen oğluna bilgisayar almak için Yaşar’ın yardımını istemiş, dönüş yolunda yemek ısmarlama bahanesiyle Harbiye’de mükellef bir sofraya konuk etmişti. Boğma rakının ilk iki kadehini içerken havadan sudan konuşmuşlar, üçüncü kadehte Cuma sakat oğluna bağlanan maaştan şikâyet etmiş ve o kadarcık maaşı reva gören devlete sövmüştü. Dördüncü kadehe doğru Cuma susmuş, Yaşar’a uzun uzun bakmıştı. Yaşar bir şey dememişti. Bilgisayar alma işinin en başından beri düzmece olduğunu anlamış gibiydi, konunun nereye gideceğini biliyordu. Karşılıklı olarak ne kadar sefil bir hayat sürdükleri, paraya köpek gibi ihtiyaçları olduğu ve devletin onlara başka çare bırakmadığı gibi zırvalıklarla hiç vakit kaybetmek istemiyordu. Kadehinden bir yudum daha aldıktan sonra hayatında kurduğu en cesur cümle döküldü dudaklarından Yaşar’ın:
- Olur mu dersin? Cuma yavaş yavaş, tane tane konuşmaya başlamıştı. Mazotun artık para getirmediğini, insan işinin vicdansız, esrar eroin işinin de günah olduğunu anlattı önce. Ama başka bir şey vardı, daha temiz daha çok para bırakan: Tarihi eser işi. Askerin artık işi sıkı tuttuğunu, öyle herkesin kolay kolay sınırdan geçemediğini, ama kendisinin Nevzat Başçavuşu ayarlayabileceğini anlattı. Yeter ki şu bağlantıyı kurmasında kendisine yardım etsindi. Hepsini tek tek anlattıktan sonra Yaşar’ın kadehine son rakıyı koyup babacan bir tavırla ekledi: - Şimdi he de deme yok da deme. Üstüne bir düşün bakalım, demişti. Üstüne iki gün düşünmüştü Yaşar. Şu anda karanlık gecenin ortasında korkunç bir canavar gibi ağaçları yara yara yürüyen bu adamın bir an için hayatında ıskalamaması gereken tek şansı olduğunu düşünmüş ve bir cuma namazı çıkışında yakalayıp “Tamam” demişti. **** Kaç tane tepe inip çıktıklarını hatırlamıyordu Yaşar. Nefes nefese kalmış vaziyette önde bir panter çevikliği ile hareket eden Cuma’yı yakalamaya çalışıyordu. Bir an onu gözden kaybedince var gücü ile tepenin başına doğru koşmaya başladı. Tepenin başına vardığında Cuma’yı bir zeytin ağacına sırtını dayamış sınıra doğru bakarken buldu. İkisi de nefes nefeseydi. Biraz soluklandıktan sonra Yaşar’a doğru dönüp kendinden emin bir ses tonu ile sordu Cuma: - Bak bakalım senin telefona, doğru yere mi gelmişiz? Ellerini belinin iki yanına yerleştirmiş vaziyette ağzından derin derin soluyan Yaşar, cebinden telefonu çıkarıp bir süre ekranda bir şeyleri seyrettikten sonra: - Evet… Haritada işaretlediğimiz yerdeyiz. Ama erken geldik, dedi Cuma bir süre daha sınıra baktıktan sonra Yaşar’a doğru yaklaşıp bir çam ağacının gövdesine sırtını verip oturdu. Çevreye hâkim bir tepenin üstündeydiler. Yamaçlarında zeytin ağaçları bulunan bir vadiyi arkalarında bırakmışlardı, hemen önlerinde sınır karakollarını birbirine bağlayan yol ve yolun öte yanında ise Suriye ile Türkiye’yi ayıran sınırın geçtiği seyrek bir çamlık vardı. Ara sıra bulutların arasından çıkan dolunay, tepeleri ve çam ağaçlarını sarı ile gümüş arası bir renge boyuyor, büyüleyici bir manzara ortaya çıkarıyordu. Gördükleri manzara ikisini de biraz dinginleştirmiş gibiydi. Cuma içindeki sigara yakma hevesini yine bir tutam tütün ile bastırırken bir yandan da gözlerini kısmış sınıra bakıyordu. Aslında sınır diye bir şeyden bahsetmek oldukça güçtü. Yayladağı sınır kapısı ile kırk yıl önce kapanan Karbeyaz sınır kapısı arasındaki engebeli ve dağlık arazi boyunca ilerleyen sınırı Güveççi, Aslanyazı ve
Kılıçtutan köyleri yakınlarına konuşlanan az sayıda karakol koruyordu. Sınırın Yayladağı’na yakın kısımlarının daha fazla asker, nöbet noktaları ve yer yer mayınlı arazi ile daha sıkı şekilde denetlendiğini söylemek mümkündü. Hatta sınırdan geçişlere ilişkin televizyonda çıkan haberler sonrasında tel örgüler ve hendeklerle de desteklenmeye başlamıştı sınırın bu tarafı. Ama Cuma ve Yaşar’ın bulundukları bölgede ne mayınlı arazi, ne hendek, ne tel örgü vardı. Bu bölgedeki koruma sınıra paralel ilerleyen asfalt yol üzerinde askerlerin devriyelerinden ibaretti. Zaten bu akşam o devriyeleri yönlendirmek de Nevzat Başçavuşun işiydi. Her ikisi de gözlerini çamlığa dikmiş, Suriyelilerin bir an önce gelmesini bekliyorlardı. Onları burada karşılayacak, askerlerin devriye attığı yollardan mümkün oluğunca uzak patikalardan geçirerek Hisarcık köyüne götüreceklerdi. Bu yaklaşık üç saatlik bir yolculuk olacaktı. Yayladağı Antakya yolu gece daha fazla denetlendiğinden Suriyeliler geceyi bu köyde geçirecek ve ertesi gün Cuma’nın ayarladığı kamyonet ile Antakya’ya gideceklerdi. Anlaşma bunları kapsıyordu. Bu işin en kötü yanı beklemekti. Sınır boyunda beklerken zaman kurşun gibi ağırlaşıyor, bu dağ başındaki zifiri sessizlik insanı boğacakmış gibi oluyordu. Etraflarını sarmalayan karanlık, içinden korku zebanilerinin fışkırdığı dipsiz kuyulara dönüşüyordu. Yorgunluğu artık iyiden iyiye azalan Yaşar’ın her hücresi yine korku ile dolmuştu. Gözlerini kırpmadan yolun öte yanındaki çamlığa bakıyor, bir yandan da bildiği tüm duaları birbiri ardına okuyordu. Yaşar’ın bu halini gören Cuma, korkusunu unutuyor hatta neredeyse güleceği tutuyordu. - Az kaldı Yaşar. Hele bi gelsinler. Buradan Hisarcık taş çatlasın iki saat. -… - Bak gelen giden askerden yana ses de yok. Nevzat Başçavuş Allah bilir ne yana gönderdi. Yaşar’dan yine ses gelmeyince Cuma bakışlarını Yaşar’dan kaçırıp mazot kaçakçılığının yapıldığı köylerden yana çevirdi. Aklından geçenler alnındaki çizgileri belirginleştirmişti. - Korkma Yaşar, Allah bize yardım eder. Biz onlar gibi yapmıyoruz. Açgözlü olmuyoruz. Mazot için, para için öldürmüyoruz. İnsanları kaçırıp sınırın öte yanında paralarını alıp bırakmıyoruz. Parası var diye esrara eroine bulaşmıyoruz. Bir süre durdu. Sanki etraftan bir ses duymuş gibi hafifçe doğruldu, etrafa kulak kabarttı bir süre. Bir şey olmadığından emin olunca sakinleşti. Yüzündeki gergin ifade biraz olsun yumuşamıştı. - Tarihi eser öyle değil ama Yaşar. Kimseye zararımız dokunuyor mu? Dokunmuyor. Olursa bir faydamız o da zengine oluyor. Milyonlar veriyorlarmış o taşlara mermerlere Avrupa’da. Versinler bakalım. Biz bizim payımızı alalım da…
Yaşar pek dinlemiyor gibiydi. Titreyen bacaklarını seyretti Yaşar’ın bir süre. Ardından: - Antakya’da var ya hani bi tane. Müze. Gittin mi sen hiç ona? “Evet” anlamında kafasını salladı Yaşar. - Ben hiç gitmedim. Niye? Çünkü eski taşlara bakacak kadar keyfim yerinde değil hayatta benim. Onlara vakti olan zenginler bakar anca. Sen, ben işimize, ekmeğimize bakarız. Biraz durdu, iç geçirdi ve devam etti: - Şu işi bi halledelim, bi alalım paramızı. Sen dükkânına ben dolmuşuma bir kavuşalım da… Hayırlısıyla... Cuma’nın sözünü bir eşeğin anırması kesti. Gecenin zifiri karanlığında duydukları bu ses ile her ikisi de oldukları yerden sıçradı. Hemen oldukları yerde yüzüstü uzanıp yolun öte yanındaki çamlığa doğru baktılar. Karşıda karanlıkta hayal meyal seçebildikleri bazı karartılar hareket halindeydi. Ama kim olduklarını seçmek mümkün değildi. - Onlar mı, diye sordu Cuma. - Bilmiyorum, dedi Yaşar. Jamal ile birlikte iki kişi daha olacaklardı. Ama sanki karşıda daha fazla kişi var. Bir de bu eşek? Ondan da bahsetmediler. Yaşar’ın dili damağı kurumuş haldeydi. Kesik kesik konuşabilmişti. - Karanlıkta seçemiyorum kaç kişi olduklarını. Belki üç kişilerdir… Ama eşek işi kötü. Ya eşeğe yükleyip geldilerse? Ulan hani çuvalla getireceğiz, ağır değil demişlerdi. Deyyusun dölleri. Bu eşek böyle anıra anıra giderse karakolda ne kadar adam varsa toplarız başımıza... Jamal mı acep. Gelince mesaj çekecekti hani sana? - Çekmiyor, dedi Yaşar titreyen bir sesle. Telefon… çekmiyor! Cuma’nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Yattığı yerden yarı beline kadar doğrulup Yaşar’ın iki yakasına yapıştı. - Ulan anam avradım olsun gebertirim şimdi seni şuracıkta! Geçen gündüz geldiğimiz de çekiyor burada demedin mi? Buluşmayı burada ayarlarsak olur, bu telefonla bir sıkıntı olmaz demedin mi? Yok ben korkuyorum, yapamam, yok telefon çekmiyor. Yeter ulan! Senle mi uğraşayım bi de. Cuma’nın kıpkırmızı olmuş yüzü ve boğazının etrafında şişen damarları sanki kısık sesle değil de bağıra bağıra konuşuyormuş hissi uyandırıyordu. Yaşar’ın yakasını bırakıp sırt üstü uzandı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu.
Yaşar artık titremeyi bırakmıştı. Artık dayanacak takati kalmayınca, içindeki korkunun gözlerinde biriktirdiği yaşlara engel olmayı bırakmıştı. Hüngür hüngür ağlıyor ama ses çıkarmamaya özen gösteriyordu. Ağlamak onu sakinleştirmişti. Yaşar’ın ağladığını görünce Cuma önce nefesini tuttu ve hemen ardından olduğu yerden doğrulup sırtüstü yatan Yaşar’ın yanağına okkalı bir tokat indirdi. Tokat yolun karşısından rahatlıkla duyulabilecek tok bir ses çıkarmıştı. İki eli ile Yaşar’ın yakasını kavrayıp kendine doğru çekerek konuşmaya başlamıştı. - Bak Yaşar, dedi Cuma. Sesi oldukça sakindi ama öfkeden iyice açılmış ve kızarmış gözlerinden alevler çıkıyordu: - Varımı yoğumu satıp bu iş için o çavuşa, sana ve diğer ite çakala yedirdim. Sakat oğlumun rızkını bu işe yatırdım. İstediğin kadar ağla, istediğin kadar kork Yaşar, umurumda değil. İster ağlaya ağlaya, ister güle oynaya kalkacak ve karşıdakiler bizim adamlar mı değil mi öğreneceksin. Bak Yaşar, aç kulaklarını, iyi dinle oğlum. O işi yapacaksın yoksa seni şuracıkta öldürürüm. Anam avradım olsun, eğer bu işte senin yüzünden bir bokluk çıkarsa, seni öldürür zifiri karanlıkta bir yamaçtan aşağı yuvarlayıveririm. Duydun mu beni oğlum, anladın mı, öldürürüm seni. Kendine gelmen için sana beş dakka mühlet. Sözlerini bitirdikten sonra rahatlamışçasına geriye çekilip sırt üstü uzandı Cuma. Cebindeki sigaralığı çıkarıp Yaşar’ın üstüne doğru attı, tütün çiğnemesini istercesine. Yaşar ağlamayı bırakmış, nemli gözlerini gökyüzüne dikmişti. Sigaralıktan bir tutam tütün aldı. Ayın önünden akıp geçen bulutları, ayı, uzaktaki yıldızları seyretmeye başlamıştı. Zeytin ağaçlarının rüzgârda sallanan dallarının çıkardığı sesi dinledi. Çam ağaçlarının kokusunu içine çekti. Güzel bir gecede öleceğini düşündü bir an. Erken veya geç olmasının önemi yoktu, sadece o anda içini kaplayan anlamsız bir huzuru kaybetmekten korktu. Hemen ölmek istedi. Son gelen bulut ayın önünden çekilmeden. Sonra nedense birden ayağa kalktı Yaşar. Önce iki eli ile gözlerini sildi, sonra pantolonunu, üstünü başını silkeledi. Ardından gözlerini kısıp sınırda karanlıktaki görüntüleri seçmeye çalıştı. Bir şey göremeyince eli cebine gitti, telefonu çıkarıp ekranına baktı. Çekmiyordu. Hiç paniklemedi bu defa. Telefonun ekranındaki bandı çıkarıp, parlak ekranı karşı tarafa doğru tutarak sallamaya başladı. Şaşkın gözlerle Yaşar’ı seyreden Cuma dayanamadı: - N’apıyorsun lan? Yaşar pantolonunun paçalarını çekiştiren Cuma’ya aldırmadan bir süre daha devam etti. Sonra telefonu indirdi. Öylece sınıra bakmaya devam etti. Bu esnada karşı tarafta ağaçların arasından önce zayıf bir ışık belirdi. Ardından o ışık daha da kuvvetlenerek Yaşar’ın yaptığı hareketi tekrarladı. Yaşar’ın yüzünde önce küçük bir tebessüm belirdi. -Onlar, dedi Cuma’ya doğru bakarak. Sesi gayet net ve sakindi. Ben gidip karşılayayım, diye ekledi.
Cuma’nın hayret dolu bakışları arasında toprak yığınının üstünden atlayarak yola çıktı ve hiç acelesi olmayan adımlarla karşı tarafa yürüdü Yaşar. Bu defa Cuma paniklemişti. Belindeki silahı yere düşürdüğünü anlamayacak kadar çok hem de. Alelacele yerinden kalkıp Yaşar’ı yakalamak için peşinden koştu. Yolun öte yanındaki çamlık alanın girişinde yakaladı onu. İkisi birlikte çamların arasında kendilerini bekleyen gruba doğru yürüdüler. Gruba yaklaştıkça ikisinin de kaşları çatıldı. 5 kişi ortalarında iki eşek olduğu halde öylece duruyorlardı. Yaşar ve Cuma ise sadece üç kişi karşılamayı umuyorlardı. Sessizliği bozan Yaşar oldu: - Jamal, diye seslendi. Yaşar’ın seslenmesi bir süre karşılık bulamadı. Kısa bir sürenin ardından gruptan biri Araplarınkine hiç benzemeyen ağır bir aksan ile konuşarak Türkçe cevap verdi: - Jamal yok. Biz varız. Yaşar, şaşırmış ve soru soran gözlerle Cuma’ya baktı. Cuma hala tedirgin görünüyordu. Bu cevap huzursuzluğunu daha da arttırmıştı. Kesik kesik çıkan tedirgin bir ses ile sordu Cuma: - Ama biz Jamal ile anlaşmıştık. Bu defa aynı aksanlı ses daha yüksek ve sert bir ifade ile tekrarladı aynı kelimeleri: - Jamal yok. Biz varız! Yaşar ile Cuma yeniden birbirlerine baktıktan sonra bu defa Yaşar devam etti: -Para? Anlaştığımız parayı getirdiniz mi? Karşıdaki gruptakilerden hiçbiri Yaşar’ın söylediklerini anlamışa benzemiyordu. Biri eşeklerden huysuzlanan birini zapt etmeye uğraşıyordu. Bir diğeri ise sırtında taşıdığı keleşi bir omuzundan diğerine attı. Bunu gören Cuma telaşlanmıştı. Grubun konuşan üyesi bozuk Türkçe ile devam etti: - Jamal yok. Değişti plan. Hisarcık değil, Turfanlı gidiyoruz. Bu cümle Cuma’nın telaşının paniğe dönüşmesine yetmişti. Bu esnada gayri ihtiyari biçimde elini belinde olması gereken silahına doğru götürdü. Silahın orada olmadığını anlayınca Cuma’nın gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Ne yapacağını bilemez bir halde gözlerini karşısındaki gruptakilerin üzerinde gezdirdikten sonra Yaşar ile göz göze geldi. O da ne yapacağını şaşırmış bir halde Cuma’ya bakıyordu. Sessizliği gruptan birinin keleşinin şarjörünü yerine oturtması bozdu. Bu Cuma’nın çok fazla seçeneği olmadığı anlamına geliyordu. Bozuk Türkçesi ile grup üyesi bir kez daha konuştu: - Paranı alırsın. İki katını. Ama iş düzgün olacak. Asker uzak…
Cuma ne hissedeceğini bilemez vaziyetteydi. Adamların hal hareketleri, eşekte yüklü olanlar onu fazlasıyla huzursuz ediyordu. Ama itiraz etmenin veya tartışmanın şu anda yapabileceği en iyi şey olmadığını da biliyordu. Korkusunu biraz bastırınca boğazını temizleyerek konuşmaya başladı: - İstediğiniz yer çok uzak. Gidersek üç katını isterim, dedi. Durdu. Karşı taraftan ne olumlu ne de olumsuz bir yanıt veya tepki alamayınca devam etti. - Tamam, gidelim ama bizim öteberilerimiz yolun öte yanında kaldı, önce onu bir alalım. Bunu der demez Yaşar’ı kolundan sıkıca kavrayıp kendine doğru çekti, kulağına eğilip fısıldar bir sesle: - Silahım yok, düşmüş. Git bak bakalım yolun öte yanında mı? Bulursan beline tak, belli olmasın. Uygun bir zamanda senden alırım. Yaşar duyduğunun tam olarak ne olduğunu anladığından emin değildi. Sadece ayakları yola doğru yönelmişti. Yolun ortasına geldiğinde kafasını yarım çevirerek arkasına baktı. Beş adam, eşekler ve Cuma’nın karanlık siluetini gördü. Kafasını acele ile önüne çevirip adımlarını hızlandırdı ve yolun kenarındaki tümseğin üzerinden atlayarak yolun karşı tarafına geçti. Sonra sanki bir şeyler ararmışçasına yere doğru eğildi. Niyeti eğilmek olsa da bir anda kendini, boylu boyunca yere uzanmış halde buldu. Aklı ile değil içgüdüleriyle hareket ediyordu. Az önce ölüme razı olan ruh hali gitmiş, şimdi yeniden ölümden korkan içgüdüleri ve hayatta kalma arzusu tüm benliğini ele geçirmişti. Silahı aramak aklının ucundan bile geçmemiş, yere uzanır uzanmaz bir asker gibi sürünmeye başlamıştı. Köye doğru. Cuma’yı arkasında bırakıp uzaklaştıkça hayata yaklaştığını düşünüyordu. Kolunu çizen dikenler, vücuduna batan taşlar ona sadece hayatta olduğunu hissettiriyordu. Yaşama aşkı ile var gücüyle sürünüyor, bu şansı ele geçirdiği için Allah’a şükrediyordu. Yeterince süründüğünden emin olduktan sonra, bir an duraksayıp kafasını arkaya doğru çevirdi. Artık Cuma’yı ve yanındakileri seçemiyor, sadece çok tiz bazı sesler duyabiliyordu. Bunu ayağa kalkıp koşabileceğine yordu. Yine de tam emin olamıyordu. Biraz daha sürünerek ileride bulunan bir zeytin ağacının dibine kadar geldi. Ardından ağaca tutunup kalkmaya yeltendiği anda aynı anda patlayan onlarca silah sesi ile kendini yere attı. *** Yolun ortasında durup başını yavaşça arkaya çevirdiğini görünce Cuma, Yaşar’ın geri dönmeyeceğini anlamıştı. Ne şaşırdı ne de kızdı. Adamlara dönüp, biraz daha beklemelerini eğer Yaşar gelmezse, onları kendisinin götürebileceğini söyledi. Bu esnada adamlar kendi aralarında tartışmaya başlamıştı. Arapça konuşmadıklarından emin olsa da konuştukları dile dair hiçbir fikri yoktu Cuma’nın. O esnada Cuma, yolu karşı yakasına bakıp Yaşar’ı seçmeye çalışıyordu. Dudaklarında acı bir tebessümün kırıntıları vardı, Yaşar’a karşı tüm hissettikleri bundan ibaretti.
Yaşar’ın ağaca tutunup kalmaya çalıştığı anda, birden patlayan silahların birinden çıkan kurşun Cuma’nın takkesini sıyırıp karşıdaki adamın omuzuna saplanmıştı. Ortalık bir anda cehennem yerine döndü. Omuzundan vurulan adam tepeleri inletircesine bağırıyor, eşekler anırıyor, silahlar patlıyordu. Grubun üyeleri hemen kendilerini yere atmış, silahlarına davranmak için vaziyet alıyor ve nereden geldiği belli olmayan atışlara karşılık vermek için zifiri karanlıkta sağa sola ateş ediyorlardı. Karşı taraftan ateşin kesildiği kısacık bir anda karanlığın ortasından gelen tok ve gür bir ses karanlığı iletti: - Teslim olun! Kendini gayri ihtiyari olarak bir ağacın arkasına atan Cuma, silahların patlamasından daha çok duyduğu sese şaşırmıştı. Çünkü adı gibi emindi. Bu Nevzat Başçavuşun ta kendisiydi! Ses kesildikten sonra ilk önce Suriye tarafına doğru kaçan gruptan birkaç el silah sesi duyulmuş, bunun üzerine askerin ara verdiği mermi yağmuru yeniden başlamıştı. Bu hengâme içinde yüreği yerinden çıkacakmış gibi atan Cuma önce iki yanına bakınmış, nereye doğru kaçması gerektiğini kestirmeye çalışmıştı. Bir an Suriye tarafına kaçan grubun elinde kalacak olmaktan daha fazla korkmuş olacak ki, tüm cesaretini toplayıp sınırın Türkiye tarafındaki ağaçlıklara doğru koşmaya başladı. Ağaçların arasında yol boyunca ilerleyip, çam ormanının daha da sıklaştığı yöne doğru gitmek için açık alana çıktı. İşte tam o esnada vızıldayarak gelen bir mermi baldırına saplandı. Öylece bir iki adım daha attıktan sonra, önce ılık kanın bacaklarından aşağı doğru akışını, ardından da kemiğine saplanan kurşunun dayanılmaz acısını hissetti. Yoldan tarafa doğru devrildi. Bağırmamak için dudaklarını ardından da dilini ısırdı. Ama bu acıya katlanmak imkânsızdı. Ay bulutların arasından bir kere daha çıkmıştı. Yolun ortasındaydı ve acıdan bağırmaya başlamıştı. Öleceğini düşündü. Acı içinde. Kurşunlar bedenine ardı ardına saplanacak, kafasını, yüzünü parçalayacak onu tanımaz hale getirecekti. Sadık’ı düşündü. Onun gibi ölecekti. Oğlunu düşündü. O da askerde kurşun yiyip yere düştüğünde bunları yaşamış olmalıydı. Yaşar’ı düşündü. Orospu çocuğu kaçmış olmalıydı… Acı içinde kıvranır ve bağırırken, hemen yanında bir silah sesi ve yaklaşan adımlar duydu. Sol yanına baktığında bir askerin yanı başında dikildiğini gördü. Bir başkası Cuma’yı yakasından kavramış, yolun kenarına doğru çekiyordu. İki asker loş ay ışığında Cuma’nın kıvranışını bir süre seyrettikten sonra, silahlarının ucuyla üstünü başını dürttüler, postallarıyla iterek ve çevirerek üstünü aradılar. Ardından biri telsizine davrandı: - Bir Türk. Yaralı olarak ele geçirdik komutanım, dedi. Askerlerden diğeri, palaskası ile kurşun isabet eden bacağının üst kısmını bağlarken Cuma telsizden, “Konumunuz” ile başlayan belli belirsiz bir konuşma duydu. Acısı dayanılacak gibi değildi. Askerin ona sorduğu şeyleri anlayabilecek halde değildi. Silah sesleri azalıyor ve uzaklaşıyordu. Askerlerden biri onun başında beklerken diğeri telsizden gelen talimat üzerine koşarak uzaklaşmıştı.
Cuma bedeninin uyuşmaya başladığını hissediyordu. Bu tuhaf bir şekilde acısını azaltmıştı. Bu esnada yattığı yerden ona doğru yaklaşmakta olan bir çift ayak gördü. Biraz daha yaklaşınca bunun Nevzat Başçavuştan başkası olmadığını anladı. Nevzat Başçavuş, iyice yaklaştıktan sonra durdu. Ardından askere doğru bakıp kafası ile gitmesini işaret etti. Asker selam verdikten sonra, koşar adımlarla yanlarından uzaklaştı. Yerde yatan Cuma’yı yüzünde sert bir ifade ile bir süre inceledi Başçavuş. Acı içinde kıvranmasına rağmen Cuma’nın bu sert ifadeden merhamet dilenmeye hiç niyeti yoktu: - Yirmi bin lira saydım eline, orospu çocuğu! Karakoldaki tüm askerlere beni tarat diye mi, kahpe dölü! Nevzat Başçavuş yanıt vermedi. Sadece yanına doğru diz çöktü. Cuma’nın acı içinde kırışmış yüzüne daha yakından bakmaya başladı. Cuma sözlerine devam etti: - Sözüne güvenilirmiş! Hele hele! Kahpenin önde gidenisin işte apaçık. Bu yanına kalır sanma Başçavuş. Hem parayı alacaksın, anlaşacaksın, hem de sonra vurup öldüreceksin, bu da yanına kar kalacak he mi? Orospu çocuğu… Cuma derin derin nefes alarak kesik kesik konuşabiliyordu. Takati kalmamıştı. Tıkandı, sustu. Sessizliği Nevzat Başçavuşun tok ve sakin sesi bozdu: - Biz ne diye anlaştık Cuma senle? Tarihi eser diye mi, teröristler bomba sokarken yol göster diye mi? Bunu duyunca Cuma’nın nefes alıp vermesi bir an için durdu. - Terörist mi, diye sordu. - Tabi senin bundan hiç haberin yoktu değil mi Cuma, kandırdılar seni, dedi Başçavuş. Alaycı ve öfkeli bir sesle. - İster inan, ister inanma, dedi Cuma. Zar zor konuşuyordu. Ben tarihi eser diye geldim, diye devam etti. Oğlumun dolmuş hattı parası için… Son cümlesini yarıda bıraktı Cuma. Söylediğine pişman olmuş gibiydi. Nasıl olsa ölecekti. O son cümleyi söylemese daha mertçe ölürdüm diye düşündü. Başçavuşun yüzünde bir tebessüm olduğunu görünce haklı olduğunu anladı. - Hepimiz evlatlarımız için çalar, vatanımız için öldürürüz Cuma, bilmez miyim, dedi Başçavuş. Bir süre durdu. Ardından devam etti: - Ama anlaşmayı sen bozdun Cuma. Terörist yoktu işin içinde. Ankara’dan adamlar senin yüzünden musallat oldular başıma. Ben değil sen batırdın işi. Şimdi arkada iz bırakamam sen de biliyorsun.
Cuma hiç bir şey demedi. Ne yüzüne baktı, ne yapma dedi, ne de bacağının acısını duydu. Zeytin ağaçlarının rüzgârda sallanan dallarının çıkardığı sesi dinledi. Çam ağaçlarının kokusunu içine çekti. Güzel bir gecede öleceğini düşünerek Nevzat Başçavuşun ateş etmesini bekledi. Bir el ateş sesi yankılandı dağlarda. Gecenin tek şahidi olan Ay bulutların arasına saklandı.