2
ATİLLÂ DORSAY
Sinemamız Yüz Yaşında 100 YILIN 100 TÜRK FİLMİ
Remzi Kitabevi
3
4
100 YILIN 100 TÜRK FİLMİ / Atillâ Dorsay
© Remzi Kitabevi, 2013 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Eylül Duru Kapak tasarımı: Ömer Erduran
ısbn 978-975-14-1607-0 birinci basım: Mart 2014 Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Sertifika no: 10705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul Sertifika no: 10648
İçindekiler
İçindekiler
7 Sunuş 33 Bataklı Damın Kızı Aysel 37 Sürgün 40 Kanun Namına 44 Beklenen Şarkı 48 Düşman Yolları Kesti 51 Üç Arkadaş 54 Yalnızlar Rıhtımı 57 Üç Tekerlekli Bisiklet 60 Susuz Yaz 64 Yarın Bizimdir 67 Erkek Ali 70 Gurbet Kuşları 73 Karanlıkta Uyananlar 77 Bitmeyen Yol 80 Haremde Dört Kadın 84 Sevmek Zamanı 87 Son Kuşlar 90 Ahh Güzel İstanbul 93 Kuyu 96 Vesikalı Yarim 100 Umut 103 Lütfi Akad’ın Göç Üçlemesi: Gelin Düğün Diyet 11 1 Kızgın Toprak 114 Arkadaş 118 Süreyya Duru-Bekir Yıldız İşbirliği: Bedrana Kara Çarşaflı Gelin
122 Hababam Sınıfı İkilemesi: Hababam Sınıfı Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı 126 Memleketim 129 Otobüs 133 Zeki Ökten’in Kemal Sunal İkilemesi: Kapıcılar Kralı Çöpçüler Kralı 136 Selvi Boylum Al Yazmalım 139 Sürü 143 Maden 146 Bereketli Topraklar Üzerinde 150 Hazal 153 Yol 159 At 162 Şerif Gören-Osman Şahin’in ‘Kadın Filmleri’: Firar Kurbağalar 165 Hakkâri’de Bir Mevsim 168 Adı Vasfiye 171 Züğürt Ağa 174 Anayurt Oteli 177 Asılacak Kadın 180 Muhsin Bey 182 Arabesk 185 Hanım 187 Sis 190 Uçurtmayı Vurmasınlar 193 Camdan Kalp 196 Karartma Geceleri 198 Gizli Yüz
5
6
İçindekiler
201 Eşkıya 204 Ağır Roman 207 Hamam 210 Masumiyet 213 Gemide 215 Güneşe Yolculuk 217 Salkım Hanımın Taneleri 220 Büyük Adam, Küçük Aşk 222 Vizontele İkilemesi: Vizontele Vizontele-Tuuba 225 Demirkubuz’un Karanlık Üstüne Öyküler İkilemesi: Yazgı İtiraf 230 Hiçbiryerde 232 Abdülhamit Düşerken 234 Uzak 237 Duvara Karşı 240 İnat Hikâyeleri 242 Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak 244 Neredesin Firuze? 246 Anlat İstanbul 248 Babam ve Oğlum 250 Beş Vakit 252 Derviş Zaim’in Türk Sanatları Üçlemesi: Cenneti Beklerken Nokta Gölgeler ve Suretler 256 Takva 258 Ademin Trenleri 260 Mavi Gözlü Dev 262 Mutluluk
264 Devrim Arabaları 266 Issız Adam 268 Sonbahar 270 Tatil Kitabı 272 Üç Maymun 275 Vicdan 277 Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi: Yumurta Süt Bal 281 Hayat Var 283 Nefes: Vatan Sağolsun 285 Pandora’nın Kutusu 287 Av Mevsimi 289 Kosmos 291 Bir Zamanlar Anadolu’da 293 Dedemin İnsanları 295 Entelköy Efeköy’e Karşı 297 Kaybedenler Kulübü 299 Nar 301 Yeraltı 303 Ateşin Düştüğü Yer 305 Can 307 Fetih 1453 311 Lal Gece 313 Gözetleme Kulesi 315 Kelebeğin Rüyası 318 Jin 320 Sen Aydınlatırsın Geceyi 325 Kaynakça 326 Yönetmen Adları Dizini 327 Film Adları Dizini
SUNUŞ
7
SUNUŞ
Türk sineması 100 yaşında… Önemsememek, heyecanlanmamak mümkün mü? Ulusal sinemamız onca yıldır iyi kötü, düşe kalka, çoğu zaman devlet desteği yerine devlet kösteğiyle boğuşarak bugünlere geldi. Tüm tarihi boyunca yetersiz altyapıdan kurulamayan sanayiye, çözümlenemeyen teknik sorunlardan bulunamayan paralara, yetersiz sinema kültüründen bir dönemde hiç var olmayan sinema eğitimine, görkemli Hollywood yapıtlarının rekabetinden vaktiyle “Yeşilçam”dan gelen her şeyi küçümseyen aydınlarımıza, ne zorluklarla boğuştu, ne badireler atlattı. Ve sonunda bugün bulunduğumuz noktaya gelindi. Ki bu hiç de fena bir nokta değildir. Öylesine değildir ki, şu geride bıraktığımız 2013 yılı içinde toplam seyirci sayısı, 2000’lerdeki 30 küsur milyondan 2010’lardaki 40 küsur milyona ulaşmakla kalmamış, geçen yıl içinde tüm rekorları kırarak 50 milyon seyirciye yaklaşmıştır (tam olarak 49 milyon 580 bin). Ve daha da önemlisi, gişe şampiyonu olan ilk on filmin dokuzu Türk filmi olup sadece tek bir yabancı film –o da 9. sırada olarak– bu listeye sızabilmiştir. Dünyada şu anda ABD dışında bilinen hiçbir ulusal sinemaya nasip olmamış ve de olmayacak bir genel görünüm… Demek ki sevinecek çok şey var. Mutlu olacak dev bir gelişme söz konusu. Hep söylediğim ve zaman zaman da yazdığım gibi, bu mucizenin sayısız nedenleri var. Özetleyerek yaklaşırsak, öncelikle giderek artan bir kendi ulusal benliğimizi, eski deyimle milli hasletlerimizi tanıma ve yeniden keşfetme merakı var. Bu da birden patlayan tarihe ve geçmişimize olan ilgiyle kendini gösteriyor: Basında ve medyada tarihe ayrılan köşeler, sayfalar ve TV programlarından çok satan kitaplara birçok şey bu genel gidişin göstergesi.
Her şeye karşın gelişme Ayrıca kendi edebiyatımızdan (ki artık Nobel’e bile ulaştık!), kendi plastik sanatçılarımıza (ki artık eserleri dünya çapında para ediyor ve alıcı buluyor), kendi öz mutfağımızdan kendi öz musikimize birçok şeyde de öz değerlerimizi geliştirip dünyaya tanıtıyoruz. TV alanında, yerli diziler, en azından büyük kitle kanallarında yabancı dizileri tam bir yenilgiye uğratıp adeta tümüyle ekranlardan kovalı hayli zaman oldu. Ve her türden olumsuz ve üzücü siyasal-ekonomik gelişmelere, bir türlü yerleştiremediğimiz demokratik ortama ve hepimizi üzen türlü çeşitli olayla-
8
SUNUŞ
ra karşın, bence Türkiye’nin çağdaşlık yolundaki gelişme açısından geleceği parlak gözüküyor. Sinemada da olan bu… Bu parlak gelişme, yine hep düşündüğüm gibi, sinema denen karmaşık, yoğun, çok yönlü alanın, bir yanıyla sanatların en komple olanı, öte yanıyla da büyük bir yatırım, ticaret ve endüstri alanı olan bu 20. yüzyıl çocuğunun, bu ülkede kendi dilini konuşması, kendi egemenliğini ilan etmesi, kendi soluğunu alması anlamına geliyor. Ama bu olay, özellikle ulaştığımız bu 100. yılda, durup geriye bakmayı da gerektiriyor. Hiçbir konuda, hele sanat alanlarında, geriye bakmadan, geçmişi iyi bilip irdelemeden, klasikleri ve ustaları iyi tanımadan, tam bir döküm yapıp hesaplaşmaya gitmeden başarıya ulaşmak, ulaşılsa bile bunu sağlıklı olarak sürdürmek kolay değil, hatta mümkün değil.
Niçin bu kitap? İşte bu kitap bu düşüncenin ürünü olarak ortaya çıktı. Sinemamızın başlangıcı, hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön’ün saptamasıyla yıllardır kabul ettiğimiz üzere, 14 Kasım 1914 tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayastefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri “Rus Abidesi”nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınması olayıdır. Filmden eser olmadığı için zaman zaman tartışılsa da, artık kabul görmüş bir tarihtir bu… Ve bu nedenle, içinde bulunduğumuz 2014 yılı boyunca bu olayın ve bu vesileyle tüm sinema tarihimizin anılması kaçınılmaz gözükmektedir: toplu gösteriler, tarihe bakışlar, panel ve tartışmalar, olasılıkla ve inşallah gerçekleşecek olan onarımlar ve “kurtarılmış filmler”in bize getireceği sevinçler ve sürprizlerle… İşte yaklaşan bu yıldönümünün ışığında, ben de bu kitabı düşündüm. Tıpkı 1995 yılında sinema sanatının tüm dünyada kutlanan 100. yılı dolayısıyla hazırladığım üçleme gibi: 100 Yılın 100 Filmi, 100 Yılın 100 Yönetmeni, 100 Yılın 150 Oyuncusu. Elbette kolay olmadı. Zaten baştan beri bildiğim gibi, filmlerimizin büyük çoğunluğu kayıptı. Çeşitli ihmaller, genel bir önemsemezlik duygusu, bizde Batı’daki gibi baştan beri süregelen ve ciddi arşiv geleneği olan yapımcı şirketlerin yokluğu, başta yangınlar veya uygunsuz mekânlarda çürümeler olmak üzere bitmeyen “kazalar”. Ve de elbette kendisini bu nankör ve belalı koruma işine adamış insanların azlığı. Sonra da çok anacağım Prof. Sami Şekeroğlu dostumun nadir ve son derece mutlu bir istisna olduğunu hemen söylemiş olayım. Dolayısıyla, adını bilip duyduğumuz, kimi zaman yıllar önce gördüğümüz
SUNUŞ
9
tüm o eski dönem filmlerini bulup izlemek, yeniden keşfetmek veya eski izlenimleri denetlemek imkânsız gibiydi. Belli bir mantık yürütmek, belli bir akılcı plan yapıp belli bir seçime gitmek gerekiyordu. Ben de öyle yaptım.
Kişisel belleğin önemi Dayandığım birkaç şey vardı. Biri ve belki başlıcası, Allahtan çok erken yaşta başlamış “sinemaya gitme” serüvenimdi. Yaklaşık olarak 1940’lı yılların ortalarından itibaren, daha İzmir-Karşıyakalı bir çocukken anne babamla veya bir komşuyla, demiryoluna çıkan Şayeste Sokağı’nın köşesindeki Sümer Sineması’nda veya sahildeki Melek’te izlediğim filmlerin bazıları Türk filmi değil miydi? Gerçi sinema alanındaki şaşırtıcı belleğim sayesinde hatırladıklarım, pek matah şeyler değildi. O çocuk yaşımda bile Suavi Tedü ve Gülistan Güzey’li Hürriyet Apartmanı, Cahide Sonku’lu Yuvamı Yıkamazsın, Nevin Seval’lı Harmankaya vb. filmler, beni yabancı filmler kadar etkilememişti. İstanbul’a geldikten sonra ise Vurun Kahpeye, Fato-Ya İstiklal Ya Ölüm, Üçüncü Selim’in Gözdesi, Allahaısmarladık, Vatan ve Namık Kemal, Lale Devri gibi filmler izliyordum, ama yine çocuk ruhum pek tatmin olmuyordu. Arada Nevin Aypar’lı Bir Kız Böyle Düştü adlı bir melodramdan çok etkilenmiştim. Melodram merakım o yıllarda başlamış olmalı… Ama 50’lerde artık daha iyi filmler çekiliyordu. Örneğin Kanun Namına’yı ilk izlediğimde çok beğenmiştim. Yıllar sonra yanılmadığımı gördüm. Yine o günlerde Zeki Müren fenomeninin perdeye yansıması olan Beklenen Şarkı da “ailecek” gidip sevdiğimiz bir film olmuştu. Ancak 50’lerde ben artık Türk sinemasından kopmuştum. Okulum Galatasaray’ın Beyoğlu’nun göbeğinde olması, elimizin altında olan o birbirinden güzel salonlarda erişebildiğimiz dünya sineması örnekleri, o yıllarda Batı’da birden ortaya çıkıp yaygınlaşan televizyon olayına karşı renkli filmler, geniş perde istemleri (Sinemaskop, Vista Vision, vs.), savaş ve sonrasının etkilerinden nihayet kurtulmuş, insanları neşe duymaya ve keyif almaya çağıran bir Hollywood ve onun yepyeni, gencecik starları, benim ve kuşağımın aklını başından almıştı. Artık varsa yoksa Amerikan filmleri. Ve de Alain Delon, Brigitte Bardot gibi yeni starların hatırına bir miktar da Fransız sineması… Arada örneğin Avare gibi bir büyük popüler filmle arz-ı endam eden Hint sineması, Raşomon’la bizi şaşırtan Japon sineması, La Red-Ağa Düşen Kadın’la olay yaratan Meksika sineması gibi aykırı çıkışlar da barındıran… Bizim kuşağı Yeşilçam’la barıştıran film Bizim kuşağı yeniden Yeşilçam’la barıştıran, biraz da Memduh Ün’ün Üç Arkadaş’ı olmuştu. Zaten aslında 1960’larda tüm özellikleri ve bütün haşmetiyle ülke ufkunu kaplayacak olan Yeşilçam’ın ilk ve de erken habercilerin-
10
SUNUŞ
den, onun birçok özelliğini en iyi biçimde bir araya getiren, gözü yaşlı, ama kafası dinç ve yüreği sıcacık bir popüler melodram… Bu filmin bizim nezdimizde kazandığı başarıda rahmetli ve sevgili eleştirmen Tuncan Okan’ın da katkısı vardı. Sinema eleştirisini belki ilk kez popüler bir alan haline getiren Okan, Milliyet’teki çok okunan köşesinde bir Türk filmini öylesine övüp üç de yıldız vererek, hepimizi harekete geçirmişti. Gidip görmüş ve hayli de sevmiştik. Ama beni Yeşilçam’a asıl yaklaştıran, daha önce de yazmışımdır, 1964-66 yıllarındaki askerlik yıllarım oldu. Önce Balıkesir’de altı aylık okul dönemi. Sonra Salihli kasabasında tam bir buçuk yıllık kıta hizmeti. Dağın tepesindeki bir mühimmat deposunda, geceleri kasabada bir otelde kalarak ve akşamları, özellikle on ay hizmet veren açık hava sinemasında Türk filmleri izleyerek… Yeşilçam’ın asıl temellerinin atıldığı görkemli yıllardı ve o açık hava perdesinde karşıma gelen filmlerin önemli bir bölümüne tutulmuştum. Defterlerim tanıktır… En verimli yıllarında Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Halit Refiğ, Osman Seden, Ertem Göreç gibi ustaların filmlerini izlemek, siyah beyazın o eşsiz tadını tatmak… 27 Mayıs’ın getirdiği yeni anayasanın artık başta sol görüşler olmak üzere fikir yasaklarını iyice gevşetmesi, işçi haklarını gözeten düşünce ve eylemlere geçit vermesi de eklenince, 60’lar gerçekten de sinemamızın en parlak dönemlerinden biri olmuştu. Ve ben tam da bu önemli dönemde, o filmlerin önemli bir bölümünü sıcağı sıcağına izleyip defterlerime not düşme imkânına sahip oldum. Beni Yeşilçam’la gerçek anlamda kaynaştıran o dönemi hep özlem ve minnetle anarım.
İstanbul’da hareketli ortam Ben 1966 yılında İstanbul’a döndüğümde, her şey çok değişmişti. Yeni kurulan Türk Sinematek Derneği yepyeni bir heyecan getirmiş, gerek gösterdiği klasikler veya Avrupa filmleri, gerekse özellikle sol tandanslı, o yılların jargonuyla “devrimci” filmleri ve (başta Yılmaz Güney) sanatçıları himayesine alarak belli bir cephe oluşturmuştu. Aynı zamanda çıkardığı Yeni Sinema dergisinde de son derece entelektüel, sofistike ve seçkinci bir eleştiri tarzını başlatarak. Ve Güney’in yanı sıra özellikle Lütfi Akad’ı bir tür “milli sinemacı” ilan ederek… Karşı cephede ise Ulusal Sinema hareketi vardı. Halit Refiğ’in kuramcılığını yüklendiği, yanı başına Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu gibi adları aldığı, Güzel Sanatlar Akademisi (sonrasının Mimar Sinan Üniversitesi) içinde Film Arşivi adıyla bir tür küçük sinematek kurmuş olan Sami Şekeroğlu’nun ise sonradan Türk Film Arşivi (günümüzde Prof. Sami Şekeroğlu Film Merkezi) adını alan kurumuyla tam destek verdiği bir hareket. Lütfi Akad ve
SUNUŞ
11
Atıf Yılmaz gibi iki büyük usta ise biraz iki arada bir derede kaldılarsa da, sonunda Ulusal Sinema yanını seçmişlerdi. Ve tartışmalar bitmiyordu. Art arda sinema dergileri çıkıyor, tartışmanın harareti yükseliyor, suçlamalar yağmur gibi yağıyordu. Ve arada güzel filmler de yapılıyordu. Yeşilçam muazzam bir çarka, dev bir üretim mekanizmasına dönüşmüştü. Tartışmalardaki şehvet, sanki yapıma da yansımıştı. Yoksa yılda 200’leri bulup aşan film sayısı nasıl izah edilebilirdi? Türkiye’de o kadar filmi besleyecek yaratıcı güç, yazar-çizer-yönetmen kadrosu var mıydı?…
Yeşilçam’ın gücü ve zaafı Sonuç olarak her tutan yabancı filmin, her iş yapan yerli filmin düzinelerce kopyası yapıldı. Birbirinin içinden çıkan hikâyeler, hep aynı kişiliği canlandıran oyuncular, kahve köşelerinde, hatta sette çiziktirilen senaryolar, neredeyse bir haftada çekilip bitirilen filmler. Biraz da bu yüzden değil mi, Yeşilçam’ın yüz yılda yarattığı filmlerin birkaç bini tümüyle kayıp olduğu halde, kimselerin sesinin çıkmaması… Böyle bir olay başka bir çağdaş ülkede yaşanabilir miydi? Nitekim bu kadar aceleye gelmiş onca filmin yarattığı doygunluk, sinemamızı o parlak dönemden sonra sürekli ve periyodik bunalımların içine attı. Bahaneler hazırdı: TRT yayına başladı, seks filmleri çıktı ve aileler eve kapandı, video-kasetler çıktı, yabancı filmler günü gününe gelmeye başlayıp piyasayı ele geçirdi, özel televizyonculuk başladı, devlet yardım elini uzatmadı, vs. vs. Eğer Yeşilçam’ın o en parlak günlerinde, tüm bunlar bir parça öngörülüp her şey bir tabana, bir düzene oturtulabilseydi, sinema endüstrileşebilseydi, teknik, yasal ve toplumsal altyapıya kavuşabilseydi, böyle mi olurdu? Hiçbiri yapılamadığı, hatta yıllar boyu istenen, özlenen, üzerinde çalışılan ve tüm dünyada farklı adlarla da olsa var olan bir Sinema Kurumu kurulamadığı için, o bunalımlar hep yaşandı. 1970 başlarındaki görece çıkışa karşın (Yılmaz Güney filmleri, Akad’ın “göç üçlemesi”, Arzu Film’in başta Hababam Sınıfı serisi son derece popüler filmleri, Süreyya Duru, Fevzi Tuna, Zeki Ökten, Şerif Gören’in çıkışları, vs.), 70’lerin ikinci yarısı seks filmlerine teslim olan bir kargaşa ve çöküş dönemi oldu. Benim sinema yazarlığımın başlangıcı Ancak 70’lerin sonuç olarak 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla başlayıp 12 Eylül 1980 askeri devrimini yaratan o karmakarışık siyasal ve toplumsal ortamı içinde, benim açımdan çok özel olan bir şey oldu. Ben tam 1970 yılı itibarıyla Türk sineması üzerine de yazmaya başladım. Hep anlatmışımdır: O zamana dek Cumhuriyet gazetesinde sevgili, rahmetli dostum, eşsiz Yeşilçam arşivcisi ve araştırmacısı Turhan Gürkan arkadaşım Türk filmlerini yazardı, bense yabancı filmleri. Adı konmamış, üzerinde konuşulmamış bir “consen-
12
SUNUŞ
sus” idi bu… Turhan’ın o gazetede yıllanmış yazarlığından ve de elbette sinemamızla öylesine içli dışlı olmasından kaynaklanan… Ama ben, özellikle Yılmaz Güney’in yarattığı fırtına içinde, ilk kez Umut filmi üzerine bir eleştiri yazıp verdim. Ve kullandılar. O günden başlayarak ben Türk filmlerini de eleştiri alanım içine aldım. Bu benim kişisel tarihim içinde çok önemli bir olaydır. Ve gelip bu kitaba dek dayanır.
1980’lerin getirdikleri 80’lerin 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde baş slogan “depolitize toplum” ve kesip biçilen emekçi haklarıydı. Sol ve sağ neredeyse eşit düzeyde baskı gördüler. Ama bu bir yandan bizzat 12 Eylül’ün, en azından o on yılın ikinci yarısında filmlere konu olmasını engelleyemediği gibi, toplumcu konulardan zoraki kaçış belki hayırlı da oldu. Çünkü belki ilk kez birey denen varlığa dört başı mamur yaklaşımlar yapıldı ve belki Türk sinemasında ilk kez öylesine boyutlu, yaşayan, nefes alan, karaktere dönüşen kahramanlar ortaya çıktı. Benzer biçimde, kadına bakış da değişti. Geleneksel Yeşilçam’ın adı kadın filmleri olan, kadın seyirci için yapıldığı söylenen filmlerinde bile var olan o keskin ayrım, bir yanda her durumda erdemlerini, masumiyetini koruyan, cinselliğe (seks dönemi dışında!) bulaşmayan iyi kadın. Öte yanda her şeyi yapabildiği gibi yatıp kalkmasında da mahzur olmayan “düşmüş kadın” (ki bu aslında “kötü kadın” değildi, çünkü tüm bunları yapıp yine altın kalpli olabiliyordu!). Evet, bu iki kadın tiplemesi arasına sıkışıp kalmış Yeşilçam kadını, 80’lerde radikal biçimde değişti. Ve “iyi kadınlar” da cinselliklerini yaşamaya başladılar. Şoray kanunları bile yıkıldı diyeyim, siz anlayın! Böylece her daim genç Atıf Yılmaz’ın Mine’yle başlayan Türkan Şoray’lı filmleri, ardından Şerif Gören’in aynı tema üzerine Hülya Koçyiğit’li filmleri, derken Hale Soygazi ve özellikle Müjde Ar filmleri, bu alanda topluma dev adımlar attırdılar. 90’lar. Ve yine bunalım… 90’lar yine bunalımla başladı. Bu kez, bir yandan patlayan özel televizyonculuk, öte yandan ülkemizde bürolar açıp filmlerini bizzat pazarlamaya ve dolayısıyla günü gününe getirmeye başlamış dev Amerikan şirketleri, ayrıca yeni çıkan DVD hastalığı nedeniyle, Türk sineması yine köşeye sıkıştı. 90’ların başlarında film üretimi 10’lu sayılara dek inmiş, bunların bile hepsi sinemalara çıkamamış, çıkanlar da kimi büyük starlara karşın hiç iş yapmamış, hatta birkaç gün içinde afişten inenler olmuştu. Öylesine bir bunalım, tam bir çöküş. Ve Yeşilçam tarihi içinde kapkara bir dönem. Diriliş ise yavaş yavaş, adım adım gelecekti. 1993’ten başlayarak adları örneğin Amerikalı, Berlin in Berlin, İstanbul Kanatlarımın Altında gibi film-
SUNUŞ
13
ler, çok farklı nedenlerle de olsa belli seyirci sayılarına ulaşacaklar, nihayet 1996 yılında Eşkıya gelip o zamana dek görülmeyen (ve şimdi çoktan aşılmış) kabaca üç milyon seyirci sayısıyla, sinemamıza yeni umutlar getirecekti. Arkasıysa biliniyor. Yani bugünkü çok umut verici, hatta parlak bir manzara. Bu sunuşun başlarında söz ettiğim gibi…
Ertuğrul Sineması ve 30’lu yıllar Bütün bu genel perspektif içinde ve de sinemamızın tam bir tarihi dökümüne de kalkışmadan, artık bu kitabın oluşumuna ve film seçiminin kriterlerine geçmek istiyorum. Ne de olsa sinemamızın, Agâh Özgüç’ün saptamasıyla günümüzde yaklaşık 6500’ü bulan tüm o zengin üretiminden yüz film seçmek gibi hem iddialı, hem de sorumluluk getiren bir iş bu… Özgüç’ün o çok değerli ve her gerçek Yeşilçam/Türk Sineması meraklısının evinde bulunması gereken dev eseri Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü (Horizon Yayınları) sinemamızı yıl be yıl izler ve her türlü çalışmaya gerekli bir altyapı sunar. Bu kitabı şöyle bir karıştırırken, Fuat Uzkınay’ın başlangıcı oluşturan Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (1914) kısa belgeselinden sonra, 1910’larda bir avuç (toplam 12) film çekildiğini görürüz. Hemen hepsi kayıp filmler. 1920’lerde ise devreye Muhsin Ertuğrul girer. Ve bir avuç film istisnasıyla, 1930’ların sonuna dek (yani 17 yıl boyunca) sinemamızın tek yönetmeni olma durumunu yaratacak olan etkinliğine başlar. Bu filmlerin de çoğunun kayıp olduğunu söylemeye gerek yok. Bunlar 20’ler boyu, dönem gereği sessiz filmlerdir. 30’lardan sonra ise sese kavuşurlar. 30’larda ise o yine tek başınadır. Araya iki filmle Nâzım Hikmet ve son yılda gelip Taş Parçası ile ilginç bir başlangıç yapan (ve dönemin tiyatro-dışı tek yönetmeni olarak kalan) Faruk Kenç’in dışında… Aralarından en azından Ateşten Gömlek, Sözde Kızlar veya Ankara Postası’nı görmek isterdim. Bu toplama gireceklerini sandığımdan değil, sadece meraktan… Ertuğrul için sinema tarihimizin öncüsü sayılan Nijat Özön’ün yargısı tümüyle olumsuzdur. Şöyle yazar: “Yeni Türk tiyatrosunun kurucusu olarak kazandığı ünün büyüklüğü oranında, Ertuğrul’un sinemamız üzerindeki etkisinin olumsuzluğu da büyük oldu. Bu alandaki yeteneksizliğiyle sinemamızda çok kötü ve kolay kolay silinemeyen bir etki bıraktı. Her şeyden önce Ertuğrul, sinema duygusundan yoksundu. Sinema dilini hiçbir vakit öğrenemedi.” (Türk Sineması Kronolojisi, 1895-1966, Bilgi Yayınevi, 1968) Doğrusu bugünden baktığımda bu kadar acımasız olamıyorum. O dönem filmlerinden vaktiyle gördüğümüz Bir Millet Uyanıyor’u yeniden göremedim. Ama zaten anılarım da çok parlak değildi. Ancak en azından 1934’te çektiği Bataklı Damın Kızı Aysel’i çok daha olumlu olarak hatırlıyordum.
14
SUNUŞ
Yeniden izlemek, bu eski yargımı pekiştirdi. Ve böylece bu, o yıllardan toplama giren tek film oldu. O on yılın toplam 18 filminin sanırım en iyisi de buydu.
40’lı yıllara bakış 40’lı yıllar, malum, Özön’ün artık klasik ve tartışılmaz olmuş sınıflamasına göre, “geçiş dönemi” idi. Yani Ertuğrul tekelinin yine tiyatro kökenli sinemacılar tarafından kırıldığı, ama ortaya çıkanın yine çokluk tiyatro havasında olduğu yıllar… Bu dönemin sinemacıları Faruk Kenç, Adolf Körner, Şadan Kamil, Baha Gelenbevi, Talat Artemel, Refik Kemal Arduman, Hadi Hün, Ferdi Tayfur, Şakir Sırmalı, Vedat Örfi Bengü, Turgut Demirağ, Seyfi Havaeri, Kani Kıpçak, Sami Ayanoğlu, Çetin Karamanbey, Aydın Arakon, Mümtaz Ener, Fikri Rutkay, Suavi Tedü gibi gerçekten de büyük çoğunluğu tiyatrodan gelen adlardı. Ve toplam 78 film çekilmişti. O yılların kimi film adlarını hatırlıyorum, ama çok azını görmüştüm. Gördüklerimse son yılın (yani 1949’un) filmleriydi. Örneğin Akad’ın Vurun Kahpeye’sini Taksim sineması önündeki kuyruğa girip izlemiştik. Ya da Aydın Arakon’un Çığlık filmini Galatasaray Lisesi’nin sinema kulübü göstermişti ve perdede yabancı bir filmden alındığını haykırsa da, bizi çok ürküten bir “esrarlı ev” serüveni vardı: Muzaffer Tema, Emine Engin ve Atıf Avcı’nın oyunlarıyla. O filmi yeniden görmeyi ne isterdim! Ve kendi adıma izleyebilip okuduklarıma dayanarak en azından Faruk Kenç, Şadan Kamil, Baha Gelenbevi, Şakir Sırmalı’nın ilginç yönetmenler olduğunu düşünüyorum. Ancak Özön o döneme de pek şans tanımıyor. Ve şöyle diyor: “Geçiş çağı yönetmenlerinden en önemlileri olan Şadan Kamil, Şakir Sırmalı, Aydın Arakon ve Orhon M. Arıburnu’nun en iyi filmlerini 1950 sonrasında vermeleri dikkate değer.” (a.g.e.) Vurun Kahpeye neden yok? Ne yazık ki anılan filmlerin çoğunu bulmak mümkün olmadı. Bulabildiklerimden Yılmaz Ali’nin kopyası çok kötüydü, film de bana çok statik gözüktü. Tüm dünyada klasik filmlerin onarımına para ve gönül koyan Groupama grubu tarafından onartıldığı için kopyası gayet iyi olan Vurun Kahpeye ise anılarıma da, şöhretine de ihanet ediyor gibi geldi bana… Akad usta bu ilk filminde yer yer belli bir sinema duygusuna ulaşsa da, yönetim sorunlarını aşamamış, en önemli sahneleri ya çekmekten ürktüğü için tümüyle boşlamış, ya da biraz müsamereye çevirmişti. Ve Vurun Kahpeye’den sadece üç yıl sonra çektiği Kanun Namına’da öylesine büyük bir mesafe almıştı ki… Aslında Vurun Kahpeye’yi belki sadece Sezer Sezin için bile bu toplama alabilirdim. O inanılmaz frapan giysileri, örneğin devasa üçgen yakalı man-
SUNUŞ
15
toları veya yılansı motifli bluzuyla öylesine bir Aliye öğretmen olmuştu ki… Tam bir Kuvayımilliye kızı, bir Mustafa Kemal fedaisi, bir “Kemalizm ikonu.” Yani Engin Ardıç vb.lerinin illet oldukları ve ellerine dillerine geçirseler yapmayıp etmediklerini bırakmayacakları kişilerden… Ama yapamadım. Akad’ın öylesine daha güzel filmleri vardı ki (kitaba giren toplam yedi film!). Ve bu kez tarihsel önem, zaman dışı sanatsal kriterlere yenildi. Böylece 40’lardan hiçbir film de kitaba girememiş oldu. Günahı boynuma!
50’lerden gelen güzel sürprizler Ama 50’lerden itibaren işler kolaylaştı. Öncelikle filmlerin sayısı ve düzeyi artıyor, artık alınacak film bulmanın güçlüğü, yerini seçme zorluğuna bırakıyordu. Ve de filmlere erişmek biraz daha kolaylaşıyordu. Böylece 50’leri sanırım iyi seçilmiş altı filmle temsil ediyorum. Yine de aklım bir parça Akad’ın Öldüren Şehir veya Beyaz Mendil, Atıf Yılmaz’ın Gelinin Muradı, Bir Şoförün Gizli Defteri veya Karacaoğlan’ın Kara Sevdası gibi filmlerinde kalmış olabilir. (Ama ikisinden de öyle çok film aldım ki.) Veya Kaçak ya da Tuş-Bir Aşk Hikayesi ile Şadan Kamil’i veya Kamelyalı Kadın adlı cesur denemesiyle Şakir Sırmalı’yı da anmak isterdim. Ama olmadı. 60’lardan sonrası, baştaki kişisel anılarımda anlattım, benim daha iyi bildiğim, daha çok film izlediğim ve bunları da iyi biçimde hatırladığım bir dönemdi. Bu açıdan, filmleri seçmekte çok zorlanmadım. Ama kitaba aldığım tüm filmleri –ve de sağlıklı bir karar için en azından bir o kadarını– baştan izlemek gerekiyordu. Ancak bu kez kopyalar nispeten kolay bulunuyor ve hayli iyi korunmuş gözüküyordu. 60’ların Zenginliği Ama yine de zorlandım. Bu da bu dönemin parlaklığından ve her açıdan getirdiği zenginleşmeden kaynaklanan bir olaydı. Film sayısı kadar yeni gelen yönetmenler de çoğalıyor ve en parlak dönemlerini yaşayan eskilerle rekabet ediyor, siyasal sinema işin içine giriyor, yaratıcı yönetmen sineması başlıyor, kuramsal tartışmalar, akımlar ve ekoller kendini gösteriyordu. Öylesi bir hareketli dönem… 60’lardan kitaba aldığım 13 film arasında beklenen klasikler vardı. Susuz Yaz’dan Gurbet Kuşları’na, Haremde Dört Kadın’dan Sevmek Zamanı’na, Kuyu’dan Vesikalı Yarim’e… Ama bu yeni görüşümde bana heyecan veren filmler de oldu. Atıf Yılmaz’ın Erkek Ali ve Yarın Bizimdir’inin çok farklı, hatta zıt açılardan böylesine ilginç olduğunu, Son Kuşlar’ın bu denli “Yeni Dalga” koktuğunu unutmuştum. Almadığım bir ünlü film, Hudutların Kanunu oldu. Nedense bu filmi eskimiş buldum. Hem de Martin Scorsese’nin ünlü World Cinema
16
SUNUŞ
Foundation Vakfı tarafından onarılmış kopyasına rağmen… Ama asıl ana temaları –sınır kaçakçılığından kadın-erkek ilişkilerine– yine Güney’in yazdığı sonraki senaryolarda, özellikle Sürü ve Yol’da çok daha zengin işlenmiş değil miydi? Belki biraz da Akad’ları azaltma dürtüsüyle, bu ünlü filmi alamadım. Bir kez daha, günahı boynuma!
70’ler ve sonrası 70’ler yine daha önce değindiğim gibi, zirveye çıkış ve çöküş yıllarıydı. Hep Yılmaz Güney’in gölgesi altında yaşanan… İlk yarının klasik köy gerçekçiliğiyle son yarının yaklaşan 12 Eylül’ü davet eden siyasal filmleri bir yerde buluşuyor, araya Hababam Sınıfı serisi veya Kemal Sunal filmleri çıkıyordu. Hepsine saygıyla yaklaşmayı ve popüler sinemayı da dışlamamayı seçtim. Umarım iyi etmişimdir. Ve o on yıldan toplam 17 film aldım. Aynı tavır, yine çok zenginleşen 80’lerde de egemen oldu. Yine siyasal tavırlı gerçekçi filmler ve onun yanı sıra cinsellik dozu yüksek kadın filmleri… Görkemli birey portrelerinin yanı sıra Atıf Yılmaz’ın 60’lardaki kasaba filmlerinin izini süren komediler. Ya da Muhsin Bey’den Hanım’a nostaljik yapımlar. Öyle bir çeşitlilik… Toplam olarak 16 filmde yansıtmaya çalıştığım. 90’lar, kitaba girebilen sadece on filmle duraklamanın sinyallerini verir. İlk beş yılı kurtaran Camdan Kalp, Karartma Geceleri ve Gizli Yüz’den ibarettir. Ama 96’lardan sonra yükseliş başlar. Seçme zorluğu da… Ve 2000’lerle birlikte her şey daha da renklenir ve çeşitlenir. Ve günümüzdeki çeşitlilik Artık Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi yeni ustaların yanı sıra Mustafa Altıoklar, Serdar Akar, Abdullah Oğuz, Tolga Örnek gibi düzeyli popüler sinema yönetmenleri, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, giderek Ata Demirer gibi yıldız komedyenler var. Yavuz Turgul’un eski Yeşilçam’la köprü kurmadaki büyük başarısını ise Çağan Irmak aynı başarıyla ve güçle sürdürmekte. Biket İlhan’dan Tomris Giritlioğlu’na, Handan İpekçi’den Yeşim Ustaoğlu’na, Pelin Esmer’den Belmin Söylemez’e kadın yönetmenler ilginç filmler imzalarken, Erden Kıral, Reis Çelik gibi “eskiler” hiç de eskimediklerini gösteriyorlar. Ve 2010’ların sineması, bu zenginlik ve çeşitliliği sürdürmeye kararlı gözüküyor. Bir de “dışardan bakanlar” var. Yani Ferzan Özpetek ve Fatih Akın. Onların filmleri Türk yapımı değil, İtalyan veya Alman yapımı. Ama iki yönetmen de vatanlarıyla ve kültürleriyle ilişkilerini öylesine sağlam tuttular ve tutuyorlar ki… Tüm filmlerinde Türkler var, Türk oyuncular var, Türkçe şarkılar var.
SUNUŞ
17
Ve de önlenemez bir Türk-Doğu duyarlılığı. Onları bizim saymamak mümkün mü? Ben Özpetek’ten tümüyle İstanbul’da geçen ve en “Türk olan” filmi sayılan Hamam’ı aldım. Fatih Akın’dan ise Avrupa’da başlasa bile Türkiye’de biten, asıl İstanbul’da geçen finaliyle kafalarda yer eden ve çokluk Türk oyunculara emanet edilmiş olan Duvara Karşı’yı aldım. Ve sanırım ki doğru yaptım.
Yönetmenler ve film sayıları Bu konuda son bir sözü yönetmenler ve onları seçme mantığım üzerine söylemek istiyorum. Açıktır ki sinemamıza katkıda bulunmuş herkesi ve her önemli çabayı bir ölçüde gözetmek, böyle bir kitabın asli görevlerinden biridir. İlla da herkese mavi boncuk dağıtmak değil, ama özverili çabaları da göz ardı etmemeye çalışmalıyız. Ben de, bilinçaltında da olsa biraz buna çabaladım. Klasik dönemden Lütfi Ö. Akad, elbette o çok zengin üretimiyle başa güreşmeyi hak ediyordu. Birçok şeyi ilk kez başlatmış adam değil miydi o? Böylece yedi filmle bu toplamın en çok anılan yönetmeni o oldu. Üçü aynı başlığın (Göç Üçlemesi) filmleri olmak üzere. Hemen ardından Atıf Yılmaz geliyor. Onun kimi filmlerinin benim için bir keşif gibi olduğunu yazmıştım. Onun bu toplama giren beş filmi, 60’lardan 80’lere uzanıyor. Biraz farklı bir seçimle, 50’lerden 90’lara dek uzanıp yarım yüzyıla yayılabilirdi de… Sonra dörder filmle “modern zaman ustaları”, Zeki Demirkubuz ve Reha Erdem geliyor. Demirkubuz’un ilk önemli filmi olan Masumiyet üzerine eleştirimi hep yetersiz bulmuşumdur. Yeniden izleyip yazdım ve sanırım çok daha geçerli bir yazı oldu. İç içe çektiği Yazgı-İtiraf ikilemesi ve de –şimdilik– son filmi olan Yeraltı bu dörtlüyü tamamlıyor. Çok sevdiğimi hep yazdığım Reha Erdem’i de dörtten aşağı indiremedim: Beş Vakit, Hayat Var, Kosmos ve Jin’den hangisini gözden çıkarabilirsiniz? Üç filmli yönetmenler Sonra yine klasik ustalar geliyor. Metin Erksan’dan Susuz Yaz, Sevmek Zamanı ve Kuyu’nun yanı sıra (hepsi de 60’ların filmleri) Yılanların Öcü’nü de alabilmek isterdim. Halit Refiğ de yine üç filmle var: Gurbet Kuşları, Haremde Dört Kadın ve Hanım. Üç filmiyle kitaba giren bir diğer “klasik” sinemacıysa Ertem Eğilmez. Onun Hababam Sınıfı serisinin ilk iki filmi bir “ikileme” olarak, ayrıca Arabesk adlı Yeşilçam taşlaması ise tek başına listede. Üç filmliler arasında Zeki Ökten ve Şerif Gören de var. İlki Yılmaz Güney senaryosu üzerine Sürü ve de bir Kemal Sunal ikilemesi Kapıcılar KralıÇöpçüler Kralı ile. Şerif Gören ise yine Güney’in senaryosu üzerine Yol ve de YTF 2