2
ENVER AYSEVER
Geç Kalmış Romantik
Remzi Kitabevi
3
4
geç kalmış romantik / Enver Aysever © Remzi Kitabevi, 2003 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Neclâ Feroğlu Kapak: Ömer Erduran
ısbn 978-975-14-0935-5 birinci basım: Eylül 2003 ikinci basım: Kasım 2013 Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Sertifika no: 10705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul Sertifika no: 10648
5
İçindekiler Önsöz Niyetine Vasiyetname . ................................................7 Aşk Acemisi ...........................................................................13 Geç Kalmış Romantik ...........................................................21 Ben, Şerko ve Müzisyen ........................................................31 Durdurulmuş Zamanın Fotoğrafı ........................................39 Renkler ve Günce ..................................................................63 Yağmurla Gelen Yüzler .........................................................79 Bordo Defter .........................................................................91 Mübeccel’in Feryadı.............................................................119 İstanbul’da Sabah ................................................................127
6
7
ร nsรถz Niyetine Vasiyetname
8
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa onun yerinde olmak istemezdim. Çünkü dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bir bağırmak hakkımızdır: “Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?”
schopenhauer
9
B
en Münir. Sizin bildiğiniz, tanıdığınız Münir. Birinizin eşi, apartmanınızın yöneticisi, dönem dönem başarılı bir memur, borcuna sadık, mazbut, hoşgörülü olmaya gayretli, hasta olmamaya özen gösteren, ama sık sık hastalanmaktan kurtulamayan; yani hepiniz gibi olduğuiçin tanıdığınızı uman Münir. Ben sizi tanıdım. Hepinizin yüzünü kazıdım beynime. Doldurdum kokunuzu ciğerlerime. Vedalaşma zamanı gelmeden, çok inanmasam da başaracağıma, çağdaş bir eylem gerçekleştirme arzusuyla oturdum bu eskimiş, biraz da pasaklı yazı makinesinin başına. Pasaklı diyorum; cânım sayfalarımı, kılını bile kımıldatmadan lekelediği için. Nereden geliyor bu mürekkep sızıntısı, bulamıyorum bir türlü. Uygarlığa kolay uyum sağlayamayan ben ve çağdışı makinem, bu alaturkalığa yazgılı biçimde sürdürüyoruz ilişkimizi. Gözümün önünde acımasızca kirleniyor, bu eskimiş makineden sızan mürekkeple güzelim A4 sayfalarım. Tıpkı hepimizin vicdanlarını kirlettiği gibi, bıkmadan usanmadan devam ediyor bu sızıntı. Kaç onarımdan geçti bilinmez ama, onarmakla giderilemeyecek bir dert bu. Yüreklerimize yaptığımız by-pass’lar ne kadar yarar sağlıyorsa kirlenen vicdanlarımıza, bizim makinenin onarımları da aynen öyle. Kısacası beyhude bir gayret, beyhude. Bu sabah, diğer sabahlar gibi, biraz yorgun, ama gülüm semeye gayret ederek ve ev halkına bu durumu sezdirmemeye çalışarak uyandım. Karım yine söylenmekle meşguldü. Sanırım benim duyarsızlığımdan ve gamsızlığımdan söz ediyordu birine. Haklıydı. Yanılmıyorsam apartman aidatını geciktirmiştik. Her zaman olduğu gibi meymenetsiz kapıcıyı dayamıştı kapımıza yönetici. Bir dönem yöneticilik yapan ben,
10
elbette bunun ne anlam taşıdığını biliyordum ama, kusur bizdeydi ya, ne söylersen nafile. Gamsızım gamsız! Üstümde mavi çizgili bir pijama altı, beyaz pamuklu bir fanila olduğu halde girdim helaya. Birkaç avuç suyu fırlatmak suretiyle, yüzümü yıkamış olduğuma ikna olarak kahvaltı için mutfağa geçtim. Beyazpeyniri biraz tırtıkladım. İki tane zeytin yedim. Salata akşamdan kaldığı için, limondan cılkı çıkmış hıyar ve domatese dokunmadım. Üç bardak, tek şekerli, demli çayı hızla içtim. Radyoda haberleri dinledim. Sinirlendim, eleştirdim, ahkâm kestim. Çok kısa bir sürede canımın sıkılmasını sağladım. Anlayacağınız, her şey yolunda. Aklım başımda ve sağlıklıyım. Büyük kızım okula gittiği için, küçük kızım ödevini yapmayıp hasta numarası yaparak, yatağının içinde sağa sola dönüp bizi kandırmaya çalıştığı için mutluyum. Mutlu olmamak için bir neden yok. Karım var, bu önemli. Onu seviyorum. Gerçekten seviyorum. Evin sorunlarını kendi becerisiyle çözdüğü için, daima söylense bile, aslında gıkı çıkmadan benimle yaşadığı için seviyorum onu. Bence karım dünyadaki en tutarlı kişi. Tanıştığımız günden beri, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyler hiç değişmedi. Hiçbir zaman oturduğumuz kira evlerini beğenmedi, daima komşuların evlerini beğendi. Arkadaşlarının kocalarını daima örnek gösterdi bana. Hiç kızmadım ona. Ben de inanıyorum komşuların kocalarının benden daha becerikli olduklarına. Karımı seviyorum. Kahvaltımı ettim. Karım, bir deri bir kemik kaldığımı söyledi. Bunu söylediği için, daha çok seviyorum onu. Onun beni düşündüğünü biliyorum. Bir aile reisinin(!) asla bir deri bir kemik kalmaması gerektiğini de biliyorum. Giydiği elbiseyi, oturduğu koltuğu doldurmayı beceremeyen ben, ailesini dış dünyaya karşı başarıyla temsil eden adamların kilosuna ulaşamadım bir türlü. Evliliğim boyunca, bunun için çabaladım. Özellikle yaz aylarında bu kiloya yaklaşmayı başarıp karım ve çocuklarıma o güveni veriyorsam da, sonbaharla birlikte yeniden eski soluk yüzlü, zayıf
halime dönüyorum. Böyle zamanlarda, soğuk hava koşullarının getirdiği olanağı kullanıp kat kat giyiniyor, en azından bu çabamın ev halkı tarafından fark edilmesi umuduyla, dış dünyaya karşı başı dik dolaşıyorum. En büyük sorunum ya da şansım, daha ilkokul sıralarında başıma bela (ya da talih) olan kamburum. Hâlâ da öyle! Anneanneme göre kamburumun nedeni, bedenimin taşıyamayacağı kadar ağır olan, ne işe yaradığı da pek belli olmayan okul kitaplarının hepsini, her gün ve ısrarla taşımamdı. Bana göre kamburum, kişiliğimin bir göstergesi, bedenimin en göz alıcı yeri ve dahası, korunaklı yuvamdı. Başı önüne eğik yürüyen, kimseyle göz göze gelmemeye özen gösteren ben, onun varlığıyla rahatlıyorum. Bedenimi bir örtü gibi örttüğünü düşündüğüm kamburum, daima utanılacak bir şeyler yaptığını düşünen biri için, mucizevi bir şans aslında! Kaplumbağaların evlerini bir sırt çantası gibi taşımalarına benzetiyorum, kamburumla aramdaki ilişkiyi. Oldukça samimi, güvenli ve portatif bir dayanışma bu. Mutluyum. Beni yalnız bırakmayan bir kamburum var. Ancak düzeltemediğim paytak yürüyüşümün, bence bile açıklaması yok. Ne kadar istersem isteyeyim, yengeç gibi yürümekten kurtaramıyorum kendimi. Okul müsamereleri için dik durup düzgün yürümeye çalıştıysam da olmadı. Diyeceğim o ki, bir vasiyetname yazıyorum. Üstelik umutsuz olmadığım, ama yaşamdan da beklentimin olmadığı, yani en sağlıklı halimle yazıyorum bu satırları. Edebiyat tarihçilerine, eleştirmenlere yardımcı olmak gibi de bir gayem var. Kafka’yı çok seviyorum. Belki yaşamım boyunca sadece Kafka okudum diyebilirim. Lakin ne onun gibi yazdıklarımı yok edecek gücüm ve cesaretim ne de Brod gibi bir şansım ya da şanssızlığım var. Hiçbir zaman yazar olmayı başaramamış biri olarak söylüyorum bunları. İstedim. Belki maymun iştahlı olduğum için, belki yazarlığın (günümüzde) babadan oğula geçen bir geleneği olduğu için beceremedim
11
12
bunu. Meraklısı için söyleyeyim, babam bir memurdur. Baktım maraton koşamıyorum, yüz metreci olayım dedim, onu da beceremedim. Ne romancı, ne öykücü, ne de şairim. Lakin dostlar, ben ömrü hayatımda, hep kalıcı olmanın özlemini çektim. Bir annenin, yavrusuna bakarken yaşadığı hazzı kıskandım. Ben de çocuklarıma öyle bakmaya çalıştım, ama olmadı. Canından bir parça olan çocuklarına bakan anaları bilirim. Benim anam da bana öyle bakardı. Karım da çocuklarımıza öyle bakıyor. Ben, bir baba kadar bakabildim çocuklarıma. Diyeceğim, gün gelir yazdıklarım birinin eline geçerse, onları okumasından hoşlanmayacağımı bilmelidir o kişi. Yazdığım yarım metinleri, onları yok etme cesaretim olmadığı için elimde tuttuğumu da bilmelidir. Ben sağ olduğum sürece sıkar biraz okuması, o meçhul kişinin. Ey varlığından haberdar olmadığım okurum! Yazdıklarım üzerine yorum yapma, gevezelik etme, durduk yerde “bu olmamış” gibisinden ahkâm kesme! Biz de biliyoruz neyin olup neyin olmadığını. Sen, izinsizce bir adamın yüreğini avcuna alan ve onunla top gibi oynayan birisin. Bana sordun mu okuyabilir miyim, diye? Vasiyetim şudur, illa küfredeceksen, içinden et! Karım ve çocuklarım duymasın…!
13
Aşk Acemisi
“And Our Faces, My Heart, Brief as Photos”
john berger
14
YAZLAR VE ZAMAN aşkların içinden geçtim: Zaman’dı… yazlar kendi içlerinde kayboldulardı ne zaman beni andıysan bir söyleşi olarak bir yaprak, aşklara gizlenmiş ya da bir rastlantı gibi durdumdu: Zaman, bendim! ben şiiri bir yaz gününden öğrendim ve aşklar o ilk şiirden arta kalandı… yaz günü! hep sende aradım zaman’ı hiç bitmedindi, “dindi” diyenler olsa da… senden arta kalansa sadece kayboluşlardı şimdi şiirler bile ağır ağır çürüyor belki çürümezlerdi, sözler bende kalaydı… bir yaza dönüşürdüm, yazlar başka olaydı…
hilmi yavuz
15
“
Bir çeşit aldatılmışlık duygusuna kapılmış gidiyorum. Senin içinde olduğun her şeyi, ‘anı’ deyip geçiştirmek istiyorum. Mektubun, bütün çabamı boşa çıkarıyor. Yeniden elle tutulur, gözle görülür, benim dünyama dahil olan bir imgeye dönüşüyorsun. Öfkeme yenik düşmek istemiyorum. Ancak beni sokaklara düşüren nedenin sen olduğunu bilmek içimde bir hazza dönüştüğü için daha çok öfkeleniyorum. Artık bir şeylerden heyecanlanma nedenim sen olmamalısın. “Bin türlü yaradılış efsanesinden hangisi bu gizi açıklar? Bir tutkunun saçaklarına düşen, benim olduğunu çok sonra anladığım bu resmi nasıl bir kalem çizmiş ki, orada bile, “Sen!” diye haykıran gözpınarları görüyorum. “Giderek anlamını ikimizden sıyırıp ölüme yaklaştırdığım, aslında hiç kimseye ait olmayan bir öykü peşinde olduğumu biliyorum. Gerçeğin acıtan tadını, sığ ve denenmeye değmez yoksulluklar olduğunu, her dokunuşta yıkılan, çaresiz tekrar kurulan bir çatı gereksinimini, bu gereksinim yüzünden gün ışığından kaçıp kuytu yerlere gizlendiğimi de biliyorum. Tüm bunları ‘biliyorum’ diyerek korunmaya çalıştığımı, böylesi bir yazgıya başkaldırmanın gülünçlüğünü, herkesin düşüncesi kadar acı çektiğini de, yazık ki sadece biliyorum! “Çocukluğumun beni buraya taşıyacağını bile bile, yeniden çocuk olur muydum?” Nereden çıktı bu dalgınlık hali? Niye aklından çıkmıyor bu ‘aldatılmışlık’ duygusu Aşk Acemisi’nin? Korkuya varan bir dalgınlıkla dolanıyor, sevgilisinin ayak izlerinin kaldığını sandığı kaldırımlarda. Birdenbire olsa her şey ve ruhuna si-