İyi Fotoğraflar Çekebilmek…
Tokyo Uçuşu İptal
Günübirlik Hayatlar
HENRY CARROLL
RANA DASGUPTA
IRVİN D. YALOM
İ
B
yi fotoğraf çekmek için ihtiyacınız olan nedir? “İyi Fotoğraflar Çekebilmek İçin Bu Kitabı Okuyun” isimli kitap, sadelikle anlatıyor meselesini. Kompozisyon, pozlama, ışık, objektifler ve görmek ana başlıklarından oluşan kitap, fotoğrafla gerçek anlamda tanışmak isteyen kişiler için biçilmiş kaftan. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
i rbirini hiç tanımayan on üç kişi havaalanında bir gece geçirmek zorunda kalırsa ne yapar? İnsanlık tarihi böyle geceler için bulunmuş çözümlerle dolu. Bunların başında hikâye anlatıcılığı geliyor. Dasgupta, bu kitabında birbirine hikâyeler anlatan insanların hayata yeniden başlayabileceğini söylüyor okura. Devamı sayfa 14
K
İ
T
A
B
E
V
İ
SAYI 116 - AĞUSTOS 2015 - ÜCRETSİZDİR
Y
alom’un kitapları insanın açmazları, soruları, sancıları ve dolayısıyla sırlarına meraklı okurun ilgisini çeker her zaman. Okur, terapi odalarından sızan hikâyeler sayesinde kendiyle yüzleşir. Yalom’un yeni kitabı da yine bu olanakların kapısını açıyor. Psikanalizi felsefeyle yakın ilişki içinde okumak isteyenler için de birebir. Devamı sayfa 15
ARKA KAPAK KONUĞU Gündüz Vassaf
ROMAN MI ÇİZGİ ROMAN MI? C
huck Palahniuk’un ilk romanı olan “Dövüş Kulübü” tüketim kültürüne, hırs ve üstünlük duygusuna, güzellik idealine ve iş dünyasına zehir zemberek bir eleştiri yöneltiyordu. Bu hiç unutmadığımız yeraltı klasiğinin devamını elimizde tutuyoruz artık, ama önemli bir fark var; “Dövüş Kulübü 2” on fasikül halinde yayımlanacak bir çizgi roman olarak karşımızda. “Dövüş Kulübü”nün çizgi romanı, son zamanlarda yayımlanan diğer çizgi romanlara da daha dikkatli bakmamızı sağladı. Benzer bir başka örnek de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Stefan Zweig’ın Son Günleri” isimli çizgi roman. Aynı
Kırmızı Kitap
6
C. G. JUNG
1000 Nokta İkonlar
6
THOMAS PAVITTE
Eve Yüzerken
HALUK ORAL “Kendimi Çanakkale Savaşı’yla Sınırladım”
10
DEBORAH LEVY
Gölgeli Şarkı
13
MARIA BARBAL
İtiraf Ediyorum
14
JAUME CABRÉ
Kızıl Kale
14
ERENDİZ ATASÜ
3
yayınevi bir süredir Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sinin çizgi roman versiyonlarını da yayımlıyor. Seri, Türkçede haziran ayı içerisinde çıkan dördüncü kitapla birlikte tamamlandı. Bu ayki dosyamızda son dönem çıkan bu örneklerin yanı sıra daha eski yıllarda basılmış çizgi romanlara da bakmaya çalıştık. Ve özellikle şu sorulara yanıt aradık: Önceden bildiğimiz romanlarla içli dışlı böylesi çizgi romanlar, çizgi romanlara mesafeli duran okurları da bu “alt tür”le barıştırabilir mi? Çizgi romanlaştırılan yapıtlar kaynağı oldukları romanların gölgesini üzerinden atabilir mi? Çizgi romanları ayrı birer tür ve yapıt olarak okumak nasıl mümkün olacak? Devamı sayfa 8-9
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Düğünde Ölmek
Üç Yazar, Üç Kitap…
Ömer Seyfettin’e Göre İttihatçılar
Ç
anakkale’de savaşanlar için siperin gerisi yoktu, bir tarafta deniz, diğer tarafında yalçın sırtlarla tam bir kapandı Çanakkale. Savaşan her bir asker, ortak bir kaderi paylaşmıştı. Yedi, sekiz, yirmi metre uzaklıktaki karşılıklı siperlerde sürdürülen ölüm kalım mücadelesi, birbirlerine saygı duymayı öğretmiş, bu kader ortaklığı savaştan sonra kurulan dostluk ilişkilerinin de temelini atmıştı. Çanakkale Savaşı’na katılan Türklerden çok azı anılarını kaleme alabildi. Bunun nedeni subaylarımızdan pek çoğunun savaşın sonunu göremeyip şehit düşmesi, görenlerin de daha uzun yıllar cepheden cepheye koşmaya devam etmesiydi. Çanakkale Savaşı’nın destanını ya da hatıralarını yazmak sonraki nesillere kaldı. Dağınık hatıraları bir araya getirip bir yazı ya da kitap kaleme alabilmek kolay olmasa gerek. Hele ki böyle bir çalışmanın hamasetin ötesine taşınabilmesi… Bu yüzden Haluk Oral’ın “Arıburnu
1915” isimli kitabı ayrı bir önem kazanıyor. Söyleşiye geçmeden önce “Arıburnu 1915”e dair bir notu düşmeden edemeyeceğim; Haluk Oral’ın her bir hikâyesi, hem roman hem de film olabilecek değerde.
“Asıl uzmanlığınız matematik ama tarihle ilgili bir çalışma ‘Arıburnu 1915’. Kitap boyunca insan adeta bir dedektif hassasiyeti ve gayretini hissediyor. Bunu matematikçi oluşunuza bağlayabilir miyiz?” “Büyük ihtimalle evet. Her bölüm bir matematik problemi ya da bir matematik makalesi gibi yazıldı. Elimde bir kere o yazıyla ilgili daha önce hiç yayınlanmamış fotoğraflar, belgeler olması lazım ki, yazdığım yazı daha önce yazılanlardan farklı olsun; yeni bir şeyler söylesin. Önce Çanakkale Savaşı’yla ilgili belgeler, farklı kaynaklardan okuduklarım, varsa fotoğraflar bir araya geliyor. Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
AlDente Fanzin Yayın Hayatına Başladı Çekirdek bir ekiple hazırlanan AlDente Fanzin, “az çoktur” mottosu ile temmuz ayında ilk sayısını çıkardı. Tek tipleşen fanzin ve dergilere alternatif olma iddiasındaki ekip, “hatır gönül diyerek kötü yazıların basılmasından ve hatta sevgili kontenjanı açılmasından rahatsız olduklarını” belirtiyor. Amaçları “Okurun eline aldıktan sonra duvara fırlatmak isteme-
yeceği, içeriğiyle tatmin edecek bir oluşum kurmak” olan AlDente ekibi eleştiriyi teşvik için de özgün bir yöntem keşfetmiş. Okurlarıyla sadece twitter üzerinden iletişime geçecek olan fanzinin yazarları, “yapıcı” eleştirileri ve “kapsamlı” beğenileri heyecanla bekliyor. Nitelikli eleştiri yapanlar içinde bazı hediye ve sürprizleri olacağını biz de buradan duyurmuş olalım. Üstelik AlDente Fanzin, sıradanlaşma belirtileri gösterdiğinde kendini imha etmeye de söz veriyor.
Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Radyo Üzerinden Öykü Atölyesi Çiğdem Ülker ve Ethem Baran her perşembe radyo üzerinden Öykü Atölyesi düzenliyor. Perşembe günleri saat 14:00’te Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Çiğdem Ülker ve yazar Ethem Baran, TRT Kent Radyo Ankara’da Öykü Atölyesi programında edebiyat üzerine sohbetlerin yanı sıra kısa öykü okuma ve değerlendirmeleri yapıyorlar.
Engelliler İçin Evlere Kitap… Engelli bireylerin kitaba erişimini kolaylaştırmak isteyen Bursa Nilüfer Belediyesi, evlere ücretsiz kitap servisi hizmetini başlattı. Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü ve Sosyal Destek Hizmetleri Müdürlüğü işbirliğiyle hazırlanan “Evlere Kitap Servisi” adlı proje Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey ve yazar Sunay Akın’ın katılımıyla başladı. Başkan Bozbey ve yazar Sunay Akın engelli bireylerin evlerini ziyaret ederek Akın’ın “Bir Çift Ayak-
elif.sahin@gmail.com
kabı” adlı kitabını hediye etti. Proje kapsamında kitaplar ilgili kişilere şu şekilde ulaşacak: Bünyesinde 70 bin kitap bulunduran Nilüfer Belediyesi Kütüphaneleri’ndeki kitaplardan 500 farklı kitap belirlenerek, Nilüfer’de yaşayan engellilere kurye aracılığıyla gönderilecek. Görme engelli vatandaşlar için de MP3 çalar ve istedikleri sesli kitap verilecek. Projeden yararlanmak isteyen engelli ve yakınları 441 02 42 numaralı telefondan ya da Nilüfer Belediyesi Kütüphaneleri ve İhsaniye’de bulunan Bizim Ev Engelliler Sosyal Yaşam Destek Merkezi’nden başvuru yapabilecek.
“Bizans Araştırmaları Merkezi” Kuruldu Türkiye’de ilk kez bir dev let üniversitesi bünyesinde Bizans uygarlığıyla ilgili çalışmalarda bulunacak bir merkez kuruldu. Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Bizans Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Mer kezi, Bizans tarihi, kültürü, sanatı ve arkeolojisine dair yürütülecek çalışmalar sayesinde, Ortaçağ Anadolu ve Balkanlar, İstanbul ve Osmanlı tarihi ile kültürüne de ışık tutacak. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Bizans Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Nevra Necipoğlu’nun müdürlüğünü üstlendiği Boğaziçi Üniversitesi Bizans Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Türkiye’deki devlet üniversiteleri arasında bu alanda akademik çalışmaların yürütüleceği ilk merkez
oldu. Merkez, Bizans tarihi, kültürü, sanat ve mimarlık tarihi ve arkeolojisi konularındaki akademik birikimi uluslararası bir ortama taşıyarak geliştirmeyi amaçlıyor.
Metin Altıok Ödülü Salih Bolat’ın 2015 Yılı Metin Altıok Şiir Ödülü Salih Bolat’ın “Atların Uykusu” adlı kitabına verildi. Doğan Hızlan başkanlığında Hilmi Yavuz, Güven Turan, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Haydar Ergülen ve Eray Canberk’ten oluşan seçici kurul ödülün veriliş gerekçesini şu şekilde açıkladı: “Salih Bolat, doğayı ve dünyayı dinleyerek biriktirdiği şiirini, Türk şiirinin büyük ve derin akışına katarak uzun soluklu bir şiire dönüştürmesini bildi. ‘Atların Uykusu’ bir iç sesin güçlü aklı kurması, hayallemesi, kurgulaması, hesaplaşmasının ilgi çekici bir örneğini oluşturuyor.” Ödül töreni eylül ayı içinde yapılacak.
“Ormanda Oyun Serisi” Tamamlanıyor!
Aytül Akal’ın yazıp Mert Tugen’in resimlediği Redhouse Kidz’den çıkan “Ormanda Oyun Serisi“ ilk iki kitabıyla, geçen aylarda raflarda yerini almıştı. Ağustos ayı içerisinde seri tamamlanıyor! “Ne Anlatalım?” kitabında ormandaki hayvanlar öykü yazmaya çalışıyorlar. Üç yaş ve üzerindeki okurlar hayal kurarak bir öykünün nasıl anlatılacağını bu kitap sayesinde kolaylıkla öğrenme imkânı buluyorlar. “Ne Yiyelim?”de ise meyve sebzeleri yakından tanıyorlar. Hangi sebze daha uzun, hangisi yuvarlak, dilimli meyveler hangileridir gibi sorularla eğlenceli resimlerin yer aldığı kitap çocuk okurlarını bekliyor.
Remzi’de En Çok Satanlar (Temmuz 2015) KİTAP (KURGU)
1 2 Trendeki Kız 3 Pi 4 Paris’e Son Tren 5 Fi 6 Kavgam 7 Kürk Mantolu Madonna 8 Küçük Prens 9 Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku 10 Gitme Zamanı Konstantiniyye Oteli
Zülfü Livaneli, Doğan Kitap
Paula Hawkins, İthaki Yayınları
Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları Michele Zackheim, Remzi Kitabevi
Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları
Karl Ove Knausgaard, MonoKL Edebiyat
Sabahattin Ali, YKY
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi İlhami Algör, İletişim Yayınları
Aret Vartanyan, Destek Yayınları
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 Abdullah Gül ile 12 Yıl 2 Başarıya Götüren Aile 3 Steve Jobs Gibi Düşünmek 4 İstanbul 5 Günübirlik Hayatlar 6 Masal Terapi 7 Türklerin Tarihi 8 İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun 9 Gözlerin Nuru Namaz 1 0 Öğrendim ki... Ahmet Sever, Doğan Kitap
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
Daniel Smith, NTV Yayınları
Friedrich Schrader, Remzi Kitabevi
Irvin D. Yalom, Pegasus Yayıncılık
Judith Malika Liberman, Doğan Novus
İlber Ortaylı, Timaş Yayınları
Henry Carroll, Remzi Kitabevi
Cemâlnur Sargut, Nefes Yayıncılık Gülben Ergen, Doğan Novus
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ağustos 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Trendeki Kız Rekora Doymuyor Paula Hawkins’in ilk romanı “Trendeki Kız”, üç ayda iki milyon satarak bir rekor kırdıktan sonra, şimdi de İngiltere listelerinde bir numarada en uzun süre kalan yetişkin edebiyat eseri olarak yeni bir rekor kırdı. Yirmi haftadır liste başı olan kitap, böylece listenin bir numarasında on
Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 8 Temmuz 2015
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Çevirmenlere Man “Alice Harikalar Diyarında” 150 Yaşında Booker Ödülü Lewis Carroll’un yetişkinleri de çocukları da büyüleyen ve 150 yıldır popülerliğini kaybetmemiş romanı “Alice Harikalar Diyarında” 150. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. Her yaştan Alice hayranı için, modadan müziğe, tiyatrodan kitap okumalarına kadar sayısız etkinlik planlandı. Rusya ve Japonya’nın da aralarında olduğu on sekiz ülkede gerçekleşen etkinliklerin merkezi ise yazarın doğduğu ülke olan İngiltere olacak. Gerçekleşecek etkinlikler arasında, kitaptaki karakterler gibi giyinerek katılabileceğiniz çay partileri, yine kitaptaki kıyafetleri yansıtan defileler, kitap okumaları ve söyleşiler var. Müzikseverler de Daunt Kitap Festivali kapsamında düzenlenecek konserlere katılabilecekler. İlk basımı 26 Kasım 1865’te gerçekleşen eser, sayısız tiyatro oyunu ve sinema filmine uyarlanmış, birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştu. Kaynak: Philipp Hensher, The Telegraph, 4 Temmuz 2015
Harper Lee’nin Beklenen Kitabı Çıktı “Bülbülü Öldürmek”le edebiyat tarihine adını yazdıran Harper Lee, 55 yıl sonra yeni kitabıyla adından söz ettiriyor. “Go Set a Watchman”, daha yayınlanmadan, Harper Lee’nin akli melekelerinin yerinde olmadığı iddiasıyla gündeme gelmişti. Şimdi de kitabın çıkmasıyla birlikte, “Bülbülü Öldürmek”te masum bir siyahiyi, beyaz bir kadına tecavüz etme iddiasına karşı savunan avukat Atticus Finch’i ırkçı gösterdiği için edebiyat dünyasında ciddi tartışmalar başlattı. 14 Temmuz’da dünyanın yetmiş ülkesinde piyasaya sürülen “Go Set a Watchman”, şimdiden yedi dile çevrildi ve dünyanın dört bir yanındaki kitabevleri bu kitap için çeşitli etkinlikler düzenledi. Bazıları kitabın yayınlandığı gün sabaha kadar açık kalırken, bazıları da dükkânlarını romanın kapağının renklerinde süsledi. Harper Lee’nin ilk kitabı dünya çapında kırk milyon satmıştı, ikinci kitabının da şimdiden ünlü liste başı kitapları geçmesi bekleniyor. Kaynak: BBC, 14 Temmuz 2015
Devrik Cümle
dokuz hafta kalan “Da Vinci Şifresi” ve “Grinin Elli Tonu”nu geride bırakarak en üst sıraya yerleşti. Kitabın editörü Sarah Adams, kitabın başarısını reklamdan çok, yazarın becerisine bağladı: “‘Trendeki Kız’ın satış rekorları kırması, Paula Hawkins’in olağanüstü yeteneğinin ve yazdığı nefes kesici romanın başarısının kanıtı.”
İngiltere’nin en prestijli edebiyat ödülü olan Man Booker Ödülleri’nin yalnızca İngilizce yazan yazarlara verilmesi tüm dünyada eleştirilere neden olmuştu. Bunun üzerine 2005 yılında birincisi verilen Uluslararası Man Booker Ödülleri kuruldu. Bugüne kadar iki yılda bir, İngiltere’de yayınlanmış bir çevirinin yazarına verilen Uluslararası Man Booker Ödülü, bundan sonra kitabın İngilizce çevirmenine de verilecek. Ödül olarak verilen 52.000 sterlin ise yazar ve çevirmen arasında eşit olarak paylaştırılacak. İngiltere’deki yabancı dilde edebiyat eserlerinin çeşitlendirmesini umduğunu belirten Booker Ödülleri yöneticilerinden Jonathan Taylor, halihazırda İngiltere’de basılan kitaplarının sadece yüzde beşinin İngilizceye çevrilen yabancı eserlerden oluştuğunu ve bunun Man Booker Ödülleri yöneticilerini her zaman rahatsız eden bir konu olduğunu söyledi. Kaynak: Anita Singh, The Telegraph, 7 Temmuz 2015
Jaipur Festivali Amerika Yolcusu Düzenlenmeye başladığı 2006 yılından beri dünyada adından söz ettiren Jaipur Edebiyat Festivali, bu yıl Amerika’ya açılıyor. Daha önce Londra ve Butan’da etkinlikler düzenleyen festival eylülde Colorado’daki üç günlük etkinliğiyle Amerikalı kitap severlerin karşısına çıkacak. Dünyanın en büyük ücretsiz edebiyat festivali olan Jaipur Festivali, Colorado’nun Boulder şehrinde üç gün boyunca yüzün üzerinde yazarı ağırlayacak. Şu ana kadar festivale katılacağı kesinleşen isimler arasında yazar Jung Chang, şair Vijay Seshadri, Faslı Laila Lalami, İsrailli gazeteci Gideon Levy, Çinli Anchee Min ve gazeteci Simon SebagMontefiore var. Festival daha önce 2012 yılındaki Salman Rushdie’nin “Şeytan Ayetleri” kitabı yüzünden Müslüman gruplardan gelen tehditlerle gündeme gelmişti. Kaynak: Andrew Buncombe, The Independent, 10 Temmuz 2015
IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Düğünde Ölmek Dün gece Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı”nı okuyordum. Filankesgiller “çok havai fişekli” düğün-derneklerini eda ediyordu. Martılar çığlık çığlığaydı. Kanatları yanıyordu çünkü. Artık hepimiz biliyoruz galiba; Burası İstanbul, başka İstanbul yok! Oysa; elbette düğün sahipleri cani değil. Piskopat, sosyopat olduklarını gösteren bir kanıt da yok elimizde. Normal insanlar işte. İstanbulluya havaifişek normal. Martı çığlıkları normal. Düğünde ölmek, uçmanın fıtratındanmış meğer. Kanatları yanan martıları düşündüm. Korkudan kalbi duran kuşları. Birkaç gün önce benzer çığlıklar işitmiştik Suruç’tan. Peşi sıra sosyal medyada, televizyon ve gazetelerde yapılan yorumları... Her şey, her zamanki gibi seyrediyordu. “Normal” bir gündü yani. Üzerine konuşabildiğimize göre. Analizler herhangi bir siyasi tartışmada olduğu gibi birbirini dövebildiğine göre. Filanca futbol yorumcusunun, elinde duruma göre uzayan çubuğuyla, kroki üzerinde penaltı pozisyonunu analiz etmesi gibi, yanan kanatları, duran kalpleri, dağıldıkları yerde işaret etmesi de… Her şey “normal” olmalıydı. Sonrası belli; görüntüler giderek seyrekleşecek. Ülkede ve dünyada yeni ve normal katliamlar, felaketler, savaşlar yaşanacak. Koalisyon tartışmaları, erken seçim filan derken borsa düşecek. (Yoksa çıkacak mıydı? O borsa şeysi düşünce mi, çıkınca mı şey oluyordu? Siz onu şe’edersiniz oraya normal olarak.) Vicdan cephesinden yankılanan “unutmayacağız, unutturmayacağız, hesap soracağız” sesleri de hayatın normal akışı içinde giderek sönecek. Ama işte ille de sorular var ya; “Yazı ne işe yarar? Edebiyatın, resmin, müziğin, filmin, tiyatronun bana faydası ne?” Örneğin bir yazar olarak ben bu dehşetin içinde kimim, neyim? Felaketi mi anlatmaya çalışmalıyım? O takdirde onu estetize etmiş, “normalleştirmiş” olmaz mıyım? Bu sorularla özdeşleşmişlerin başında Adorno geliyor elbette. Bugün hâlâ felaket ve edebiyat üzerine düşünürken sarıldığımız ilk kaynak. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” cümlesinde simgeleşen düşünceleri sayısız makaleye, kitaba, tartışmaya zemin hazırladı. Ülkemizde de Nurdan Gürbilek, bu yıl yayınlanan kitabı “Sessizin Payı”ndaki bir denemesinde Adorno’nun bu sözünü tartışıyor. “Yazı Neyi Kurtarır?” başlıklı makalesinde Gürbilek, Adorno’nun sözünü açıyor ve ilham verici bir çözümlemede bulunuyor: “Bir konuşma yasağı değil, konuşulamaz olanı konuşmak gibi imkânsız bir görev veriyor Adorno yazıya. Dehşeti unutmayan, ama ona anlam kazandırmaya da çalışmayan, teselli sunmayan bir şiir.” Nurdan Gürbilek’in cümlelerini okurken “teselli sunmayan bir şiir” tanımlaması katliam sonrasında yaşadığım hissiyatı biraz olsun anlamamı sağladı. Televizyonda ve sosyal medyada karşıma çıkan her yorum, katliamın içimde yarattığı isyan duygusunu “akıllı” cümlelere dönüştürüyordu. Bu akıllı cümleler rahatsız etmişti beni. “Normal” bir olay yaşandığında sarf edilecek cümlelerdi. Kötülüğün sıradanlığını kanıksamaktan ve felaketin “anlatılabilirliğine” inanmaktan korktum. Teselli edilme ihtimalimden bile tedirgin oldum. Normal meselesi üstüne düşünürken; normal görünmeyen bir normali hatırladım. Gezi’deydik arkadaşlarla. Genzimizde biber gazından yadigâr yangın hissi. Ellerinde sedye; koşan iki kişi belirdi karşıdan. “Çekilin çekilin” diye uyarıyorlardı. Telaşla toparlandık. Sedyede… yaralı bir martı yatıyordu. “Ne işe yarar, kime ne faydası var?” türünden soruları göğüs gere gere yanıtlamış tıp öğrencileriydi bunlar. Üç yıl sonra bugün artık “yazı”nın da bu sorulara göğüs gere gere yanıt verdiğine inanıyorum. Yazı normalleşmemeye yarar. Döşeğin içindeki bezelye tanesidir o. Çivi gibi batar.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
HALUK ORAL:
“Kendimi Çanakkale Savaşı’yla Sınırladım” Söyleşi: ŞAKİR ALTINTAŞ, Fotoğraf: UĞUR UÇAN (Baş tarafı sayfa 1’den)
Daha sonra onların neticesinde söyleyebileceğim yeni birtakım ifadeler yazıyı oluşturuyor. Kitap, böyle bir çalışmanın sonucu olarak çıktı ortaya.”
“Genel anlamda Birinci Dünya Savaşı’nın diğer boyutlarını ele almadan sadece Çanakkale Savaşı’na yoğunlaşmışsınız…”
“Sizin de ilk soruda belirttiğiniz gibi, asıl uzmanlığım matematik. Evet, o yüzden ilgi alanım olan Çanakkale Savaşı’yla kendimi sınırladım. Çanakkale Savaşı dediğimde 1915’te olan savaşı kastediyorum. Şubat ayında İngiliz gemileri bizim bataryalarımızı denizden bombalarlar. Mart ayında geçmeye çalışırlar fakat geçemezler. Nisanda kara çıkarması başlar. Kara çıkarmasının başarısız olacağına karar verirler ve 20 Aralık’ta Arıburnu’ndan, 8 Ocak 1916’da Seddülbahir‘den çekilirler. Benim için Çanakkale o tarihler arasında başlar ve biter. Çanakkale savunması yıllar içinde nasıl hazırlandı, ilk defa ne zaman geldiler? Yani Çanakkale Savaşları’nın öncesi-sonrası benim kitabımın konusu değil.”
“Kitabınızın konusu olmasa da şunu sorabileceğimi düşünüyorum. Çanakkale Savaşı iki taraftan da binlerce insanın kaybı demek. Bir tarafta İtilaf güçleri, bir tarafta Osmanlı ve Almanlar vardı. İtilaf güçleri için Çanakkale’yi önemli kılan neydi, neden geldiler Çanakkale’ye?”
“Aslında bununla ilgili başvurulması gereken kaynaklar İngiliz kaynaklarıdır daha çok. Hâlâ bunu tartışıyorlar. Yapılış sebebi şu: Batı cephesinde bir yenişememe söz konusudur. Siperler kazılmıştı ve iki taraf da pek bir ilerleme temin edemiyordu. Bu Batı cephesindeki yenişememe durumunu bozmak için, Churchill’in de önayak olmasıyla, savaş cephesini Orta Doğu’ya kaydırmayı düşündüler. Boğaza saldırılmasının birkaç olumlu tarafı olacaktı onlar için. Birincisi, Boğaz geçilerek Ruslara ulaşılacak, Ruslara yardım gönderilebilecekti. İkincisi, Boğaz geçildiği zaman İstanbul kolaylıkla işgal edilebilecekti. Onların planları buydu. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu hemen teslim olacaktı. İngilizlere göre, Balkanlara geçilerek Almanlar önünde başka bir cephe açılacak ve Batı cephesine yardımcı oluna-
caktı. Büyük bir hata yaparak Osmanlı askerinin gücünü ve yeteneğini göz ardı ettiler.”
“Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı donanması diye bir güç yok ortada. Birkaç gemiyle savunulmaya çalışılıyor. Bir dönem dünyanın en güçlü donanmalarından biri olan, Akdeniz’de fink atan donanmamız Çanakkale Savaşı’nda neredeydi, o kadar mı güçsüzdük denizde? Bu durumu neye bağlıyorsunuz?”
“Ben tarihçi değilim, bu yüzden konumun dışında sorduğunuz her soruya okuduğum kaynaklardan birini göstererek cevap verebilirim. Mesela bununla ilgili Süreyya Aydemir’in ‘Enver Paşa’ kitabı var. O kitabı okudum; sanırım Remzi Kitabevi baskısıydı. Orada Abdülhamit döneminde askere gidenlerin çoğunun, bir kere bile gemiyle seyahate çıkmadığını, gemilerin Haliç’te durduğunu, donanmaya çok önem verilmediğini anlatır.”
“Kitabınızda diyorsunuz ki, ‘Tarihte ayağı kayan bir askerin düşman siperine düştüğü tek cephe Çanakkale idi’. Öyle ki, karşılıklı siperler arası mesafe 7-8 metre. Bunu kısaca açar mısınız?”
“Kesinlikle öyle ve özellikle Arıburnu bölgesi, çok inişli, çıkışlı, tepeli, vadili bir yer. Tepenin hemen arka tarafında Türk siperleri var, üst tarafında ya da hemen
tışmadalar, sürekli savaş halindeler, hiç dinlenmiyorlar sanki… Sahiden de böyle miydi?” “Evet, 10 yıllık bir savaştır. Mesela Fahrettin Altay’ın anılarının ismi de ‘10 Yıl Savaş ve Sonrası’dır. Çünkü adam Balkan Savaşı diye çıkıyor evden. Hatta belki Trablus, ondan sonra Balkan, sonra Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı. Yani 10 yıl askerlik yapan pek çok insan var. Tabii pek çoğu da bu savaşlar sırasında şehit oluyor, gazi oluyor. Fakat şehit olmayan subayların çoğu 10 yıl savaşmış, 10 yıl cepheden cepheye yer değiştirmiş. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın içinde bir tek Çanakkale yok. 1914’te başlıyoruz, 1918’e kadar cephe cephe, Kafkasya’ya da gidiyor, Galiçya’ya da gidiyor, Filistin’e de gidiyor.”
“Beni en çok çarpanlardan biri İbradılı İbrahim’in hikâyesi oldu. Çanakkale Savaşı, ardından Doğu Cephesi, sonrasında Kurtuluş Savaşı sırasında idamla yargılanması, sonunda beraat etmesine rağmen okulunu bitirememesi… Ardından sessiz bir yaşam ve ölüm. Neden böyle oldu? Bu fedakâr ve vatanperver insanlar neden bu duruma düştü?”
“Kurtuluş Savaşı’nın şartları bambaşka. Kurtuluş Savaş’ı o kadar katı kurallar içinde yapılmak zorunda
Arıburnu bölgesi, çok inişli, çıkışlı, tepeli, vadili bir yer. Tepenin hemen arka tarafında Türk siperleri var, üst tarafında ya da hemen alt tarafında Anzak siperleri var. Aralarındaki mesafe 7-8 metre. Bu karşılıklı birbirine sigara atma, çikolata atma, konuşma hikâyeleri gerçek. Birbirlerinin şarkılarını, türkülerini dinleme hikâyeleri gerçek. alt tarafında Anzak siperleri var. Aralarındaki mesafe 7-8 metre. Bu karşılıklı birbirine sigara atma, çikolata atma, konuşma hikâyeleri gerçek. Birbirlerinin şarkılarını, türkülerini dinleme hikâyeleri gerçek. Bir günlük ateşkes ilan ediliyor. O bir günlük ateşkesten sonra iki taraf da karşısındakinin insan olduğunun farkına varıyor.”
“Kitabınızı okurken savaş meydanında çarpışır gibi yoruldum. Oradaki askerler yıllar boyunca ça-
ki, karşı çıkan hemen asi kabul ediliyor. Kurtuluş Savaşı sırasında içki içtiği için de İstiklal Mahkemeleri’nce yıllarca hapse mahkûm edilenler var. Askerden kaçtığı için idam edilen pek çok insan var. Yani olağanüstü haller, olağanüstü tedbirler gerektirir ve Kurtuluş Savaşı inanılmaz bir olağanüstü haldir. İbradılı İbrahim’in durumu, tamamıyla bir yanlış anlaşılmaydı. Köyünüze saldıranları eşkıya zannediyorsunuz. Demirci Mehmet Efe’nin efeleri geliyor köye. Bu da duyuluyor. Şimdi De-
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
mirci Mehmet Efe’nin efeleri geldiği zaman, bu gelen eşkıya mı, köyü soymaya mı geliyor, köydekileri öldürmeye mi geliyor? Bir iletişim sorunu da var. Yani İbradılı İbrahim bilerek, isteyerek Ankara kuvvetlerinden kaçacak biri değil. Oğlunun ismini Dumlupınar zaferinden dolayı, Dumlupınar koyuyor. Fakat o zaman düşünün, gözünün üstünde kaşın var diyen insanların idam edildiği yıllar. O günün koşullarında düşünmek lazım. Yine de, tabii hiçbir cezayı hak etmemesine rağmen, idam bile edilebilirdi. O da acı bir şey olurdu. Benim İbradılı İbrahim üzerinde bu kadar uzun durmamın sebebi şu; bir sahaftan bir mektubunu aldım yıllar sonra yazdığı. İbradılı İbrahim’i düşündüm, bu anıları buldum. Hatta birkaç ay evvel torunlarıyla tanıştım; oturdum, sohbet ettim. Daha evvel İbradılı İbrahim’in oğluyla da sohbet etmiştim. Şimdi şunu düşünüyorum: Bu hikâye sadece İbradılı İbrahim’in hikâyesi değil. Orada yüz binlerce Türk askeri var. Bu durumlarda kalan binlerce asker var. Ben bir tanesinin hikâyesine ulaşabildim. İstiyorum ki o hikâyeyi okuyan ‘Ya kim bilir başka kimler vardı bu adam gibi?’ diye düşünsün. İbradılı İbrahim onların bir temsilcisi. Hikâye İbradılı İbrahim’in hikâyesi değil tek başına. Hikâyesi ortaya çıkamamış, bir mektubu benim elime geçmemiş, hiç kimsenin yaşadığını öldüğünü bilmediği, belki şehit listesinde sadece bir isim olarak kalmış pek çok insanı temsil eden bir adam. Benim için önemi o.”
“Bir de şu söyleniyor, özellikle Çanakkale Savaşı’nda, Batı’dan gelen askerler, daha çok alt kesim ve gariban takımıydı. Bizdense eşit, toplumun her kesiminden vardı. Şayet böyle ise, bunu neye bağlayabiliriz?”
“Çok gariban diyemezsiniz. Bizim şehitler listesi olduğu gibi, Anzakların da listeleri var. Okuduğunuzda, onların da eğitimli olduğunu görürsünüz. Ne kadar üst kesim derseniz deyin Türk ordusunun da okuma yazma oranı yüzde üç idi. Anzak askerlerinin içindeyse, neredeyse, okuma-yazma bilmeyen yoktu.”
“Beni etkileyen bir başka hikâye de Plevne Ryan’ın hikâyesi oldu. Önce Plevne müdafaası, sonra İstanbul ve Erzurum. Sonrasında tekrar Çanakkale’de karşımıza çıkıyor ama bu kez karşı cephede. Sizin de bu hikâyeyle ilgili yaşanmışlıklarınız var. Bir de madalya verildi size. Anlatır mısınız?”
“Plevne Ryan benim için çok önemli. Kitabın arka kapağına da yazdık. Evet, bahsettiğiniz gibi,bir Avustralya madalyası aldım. 23 Nisan’da bu madalyayı Avustralya Başbakanı Tony Abbott taktı. Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı için Çanakkale’ye gelmişti. Plevne Ryan’ın ilgi çeken tarafı şu: 1897’de basılıyor kitabı. Plevne’de, Erzurum’da başından geçenleri anlatıyor eserinde. Türklerden inanılmaz bir dille; dostça, saygıyla bahsediyor. Plevne savaşından sonra Avustralya’da Osmanlı İmparatorluğu’nun fahri konsolosluğunu yapıyor. Plevne savaşından aldığı bir madalyası var, Mecidi ve Osmani nişanları var. Orada konsolosluk yaptığı için bu nişanların dereceleri hep yükseliyor. Yani Türkiye’yle bağlantısı devam ediyor. Sonra kendi ülkesi Osmanlı’yla savaşa girdiğinde doktor olarak geliyor Çanakkale’ye. Ama aldığı nişanların şeritlerini de göğsüne takıyor hâlâ. Hatta ‘düşmanın şeritlerini nasıl takarsın?’ denildiğinde ‘onları savaşta kazandım’ diyor ve onları taşıyarak geliyor. Çanakkale Savaşı olduğunda, 67 yaşında, aktif bir doktordan çok bir müfettiş olarak geliyor. En önemli tarafı 24 Mayıs’ta yapılan bir günlük ateşkeste, ölülerin toplanmasıyla ilgili fotoğrafları o çekiyor. Daha sonra Ryan’la ilgili bir şey daha buldum. Onu da Atlas Tarih dergisinde yayımladım. Lozan Antlaşması yayınlandıktan sonra da Mustafa Kemal’e tebrik mektubu yazıyor. O mektup şimdi bizim Dışişleri Bakanlığı arşivimizdedir ve kendisinden imzalı bir fotoğrafını istiyor. Türkiye’yle ilişkisi devam eden bir adam. Yani Avustralyalılar ve
Türkler arasında gerçekten tuhaf bir biçimde başka bir savaşta pek olmamış biçimde dostluk kuruluyor. O dostluktan bahsediliyorsa bu dostluğun en güzel örneklerinden biri de Ryan’dır. Ryan bunu biz yapmadan çok daha evvel yapmış.”
“Hatta bir teklifte bulunuyorsunuz, ‘Bir caddeye bir sokağa ismi verilse’ diyorsunuz…” “Keşke öyle bir şey yapılsa. Yani sokağa, caddeye vermeseler bile bu adam Türk askerlerini tedavi etmiş bir adam. Bir revire bu adamın ismi verilebilir. Sembolik olarak niye verilmesin yani? İsmini cismini bilmediğiniz bir sürü insanın ismi veriliyor sokaklara. Ryan’ın ismi de verilebilir.”
“Çanakkale Savaşı’nda ciddi bir insan kaybı var. Bu nasıl etkiledi yeni Türkiye’yi?”
“Maalesef bizde bu soru da cevapları da ideolojik yerlere çekilir. Neticede vatan savunuluyor. Onun sorulması ve cevapları, böyle hep ideolojik yerlere çekilmek istenen bir şeydir. Vatanın değeri kaç askerdir? Kaç askerden fazla askerin ölmesi gerekiyorsa vatanı teslim edeceğiz? Öyle bir şey var mı? Yapılan hatalar olmamış mıdır? Olmuştur. İki tarafın komuta heyetinde de hatalar yapılmıştır. Yapılan hatalar neticesinde iki taraf da gereksiz yere asker kaybetmiştir. İki tarafın topçusu da kendi askerine ateş etmiştir. Ne bileyim birbirini görmeyip aynı taraftaki askerler birbirlerine saldırmış olabilirler. Yani taktik hatalar olabilir ama stratejik olarak düşündüğümüzde ne yapacaktık? Çanakkale’de asker kaybetmeyelim diye bırakacaktık, geçecekler miydi? Pek çok asker kaybedildi, doğru. Ama neticede, şu anda bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Ufak tefek taktik hatalar tabii ki konuşulabilir. Ama bunlar ziyan olmuş boşa gitmiş ölüler değildir.”
“Neden böyle en ortak paydalarda bile ayrılığa düşüp ayrışıyoruz?”
“Haklısınız. Bundan nefret ediyorum. Hiç değilse Çanakkale’yi konuşurken ideolojini, inancını bir kenara bırak. Hepimizin ortak değeri olsun bu. MHP’li ol, HDP’li ol, CHP’li ol, AKP’li ol. Ne olursan ol. Orada Çanakkale Savaşı için yazılmış Kürtçe ağıtlar var, Türkçe ağıtlar var. Arnavutlar söylüyor Çanakkale Türküsü’nü. Rumlar, Ermeniler var, Yahudiler var. Bunu bile bir ayrışma sebebi yapmaya çalışmak çok çirkin. ‘Çanakkale’de o kadar insan ölmezdi’ demek… Keşke ölmeseydi. Ama alternatif neydi? Çanakkale Savaşı’nı biz yapmadık. Çanakkale bizim saldırdığımız bir savaş değil. Viyana’ya keşke saldırmasaydık demek anlaşılır ama Çanakkale söz konusu olduğunda bunu söylemek mümkün değil.”
“Anadolu’da, Çanakkale’de şehidi olmayan çok az aile vardır değil mi?”
“Kesinlikle. Bu nedenle konuşurken dikkatli olmak lazım.”
“İki tarafın silah durumunu kıyaslarsak neler söylenebilir Çanakkale Savaşı için?” “Bizde cephane yoktu, silah yoktu denecek bir durum yok Çanakkale’de. Deniz savaşları devam ederken de yeterince mermimiz vardı. Kara savaşları devam ederken de vardı. Tabii en önemlisi devamlı mühimmat gelebiliyordu. Yani kendi ülkemizde savaşıyoruz. Ama 19 Mayıs’ta Arıburnu bölgesinde trajik bir şekilde sonuçlanan Osmanlı saldırısı var. O bölgede yeterince top yokken bu saldırı yapıldı. Bir de sürpriz bir saldırı olması gerekirken bu yapılamadı. Saldırının yapılacağı belli oldu. O gün çok kayıp verdik; 3 binden fazla şehit olmak üzere, yaralılarla birlikte 10 bin asker kaybettik. Avustralyalılarsa sadece 160 ölü verdiler o gün. Kaybın nedeni, o bölgede yeterince top desteği olmamasıdır. Onun dışında cephane kalmaması gibi durumlar olmuştur. Çıkarmanın ilk günü şurada 50 asker var, burada 100 asker var. O 50 asker geriden yardım gelmesini bekliyor. O sırada o 50 askerin mermisi bitebiliyor. Geriden mermi gelene kadar mermisiz kalabiliyorlar. Mustafa Kemal’in anlattığı meşhur sahne, cephanemiz bitti olayı, savaşın ilk günleri içindir.”
“Kitabınız, klasik bir tarih çalışmasının ötesinde, farklı. Çanakkale’ye dair var olanlara hiç benzemiyor…”
“Haklısınız. Klasik bir tarih çalışması sayılamaz; yani bir savaşı başlangıcından sonuna kronolojik bir düzen içinde ve tarihsel, ekonomik, toplumsal, koşullara dayandırarak anlatmak kaygısı taşımıyor. Alışılmış ve çok değerlileri mevcut olan Çanakkale kitaplarına da benzemiyor; olayları, harekâtları art arda sıralayan, askeri bakış açısını öne çıkaran bir harp tarihi de sunmuyor. Yaklaşık 20 yıllık bir belge, obje ve hatırat derleme çabasının ürünü olan kitabım, Çanakkale Savaşı’nın can alıcı bölümlerinden birini oluşturan Arıburnu Savaşları’na belgelere, objelere ve hatıratlara dayanılarak kurgulanmış ‘insan manzaraları’ perspektifiyle ele alıyor konuyu. 20. yüzyıl tarihinin en çalkantılı ve kanlı kesitlerinden birinde, Çanakkale bölgesindeki daracık bir sahil şeridinde karşı karşıya gelen Türk ve Anzak askerlerinden seçilmiş kimisi meşhur, kimisi hiç tanınmamış portreler ve öyküler sunuyor. Her biri birer bağımsız öykücük oluşturan bölümlerin sıralanmasında kimi zaman dış gezintilere çıkılmış olsa da, Arıburnu Savaşlarının kronolojisine elden geldiğince uyulmaya çalışıldığını da eklemekte yarar var. Yazılarımın geçtiği mekân, Gelibolu Yarımadası’nın Arıburnu diye bilinen küçük bir bölgesi, öyküleri kuşatan zaman ise, 1915 yılının 25 Nisan-20 Aralık tarihleri arasıdır. Birinci Dünya Savaşı başlayalı yaklaşık bir sene olmuştur.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
Reşad Ekrem Koçu Bütün Eserleriyle… Reşad Ekrem Koçu, titizliğinden, gözlem gücünden, sabrından başka tutkunun ve yaptığı işin parçası olmanın nasıl bir şey olduğunu eserleriyle gösterir bize. “İstanbul Ansiklopedisi”nin tekrar basılmasını umutla bekleye duralım, Doğan Kitap çok güzel bir iş yapıp Koçu’nun tarihi romanlarını yeniden bize ulaştırdı. Reşad Ekrem Koçu’dan tarihi öğrenmek el emeği göz nuru bir danteli sandıktan çıkarıp kullanmaya kıyamadan seyretmektir. Öyle anlatır ki, örneğin “Aşk Yolunda İstanbul’da Neler Olmuş” kitabını okurken bir anda sayfaların arasından geçip kendinizi birkaç yüzyıl önce bir Yeniçeri kahvesinde, bir meddahın karşısında bulursunuz; yüreğiniz ağzınızda Yemenici Mustafa ile İncili Hanım’ın kavuşması için dualar edersiniz. Atinalı Cevad’ın sihirli dünyasını gördükten sonra artık yolunuz Eminönü’ne düştüğünde Uzunçarşı Caddesi’nin rengârenk dükkânları arasında Molla Emin’i Kanlı Ayşe’den kurtarmanın yollarını aramaya başlarsınız. Reşad Ekrem Koçu’nun romanlarıyla “Kösem Sultan” da “Fatih Sultan Mehmet” de; “Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane Köçekler” de “Tarihimizde Kahramanlar” da yeniden canlanacak gözünüzde ve aklınızda kalacak. “Âşık Şair ve Padişahlar”, “Erkek Kızlar”, “Dağ Padişahları” ve daha pek çok harika eserinin yanı sıra “Giyim Kuşam Sözlüğü” de sırada. Reşad Ekrem Koçu, bir ömrü bir tarihe vakfeden, o tarihin içinde elini değdirdiği her sokağa, her tarihi karaktere, her çeşmeye, her mabede, her hikâyeye sonsuzluk veren bir isim.
Noktaları Birleştir! Noktaları birleştir bulmacası artık çocuklukla beraber geride bırakmamız gereken bir etkinlik değil. Grafik tasarımcı Thomas Pavitte’in yarattığı ve dünyada ufaktan bir salgına dönüşen 1000 Nokta serisi sayesinde noktaların arasına çizgi çekmek “çocuk oyunu” olmaktan çıkıyor. Serinin, basit eskizleri andıran noktaları birleştirme bulmacalarından farkı, onlara derinlik ve gölge gibi detayları ekleyerek, tamamladığınızda duvarınıza asmak isteyeceğiniz birer sanat eserine dönüştürmüş olması. Pavitte’e göre serinin başarısının sebebi de bu. Pavitte, “Kişi bunu bitirip duvarına astığında kendini o sanatsal sürecin bir parçası gibi hissediyor,” diyor. Grafik tasarımcı Thomas Pavitte, 6239 noktalık Mona Lisa çizimi ile gayriresmi bir dünya rekoruna imza attıktan sonra bu işi çeşitlendirmeye karar vermiş ve ortaya 1000 Nokta serisi çıkmış. Şimdiye kadar 18 ülkede yayımlanıp yarım milyonun üzerinde satış adedine ulaşan 1000 Nokta serisinin ilk kitabı İkonlar’da karşınıza Alfred Hitchcock, Marilyn Monroe, Andy Warhol, Elvis Presley, Albert Einstein, Salvador Dali, Madonna, Bob Marley, Audrey Hepburn ve Muhammed Ali gibi dünyaca ünlü 20 ikonik portre çıkıyor. Kitap, 30 × 42 cm. ebadında (ölçüyle arası iyi olmayanlar için “çok çok büyük” diye özetleyelim), tüm sayfaları kolayca koparılabilecek şekilde perforeli olarak basılmış. 999 basit çizgi yan yana geldiğinde ortaya çıkabilenler gerçekten etkileyici. “1000 Nokta İkonlar”, Thomas Pavitte, 48 s., Domingo Yayınevi, 2015
Jung’un Bilinçdışı OZAN EZGİ BERBEROĞLU
P
sikoloji denince akla Sigmund Freud’dan sonra gelen ilk isim C arl Gustav Jung. Freud ile uzun yıllar önemli paylaşımlarda bulunan ve paralel çalışmalar yürüten Jung, ondan farklı olarak, cinselliğin önemini kabul etmekle birlikte, çalışmalarında cinsellik olgusunu ilk sıraya koymadı. Jung’un araştırmaları çok geniş bir kaynaktan beslendi. Bunun içinde mitoloji, din, sosyoloji tarihi ve yerel hayatlar vardı. Freud gibi o da rüyalar üzerinde detaylı araştırmalar yaptı ve çalışmaları analitik psikolojinin doğuşuna önayak oldu. Her ne kadar Freud’dan birçok konuda ayrışsa da onun öğrencisi olarak ve onun açtığı yolda bu kuramı geliştirdiğini düşünebiliriz. Jung, içinde bulunduğumuz yüzyılın düşünce dünyası üzerinde büyük etkileri olan bir araştırmacı. Psikoloji bilimine psikolojik tiplemeler, kompleksler teorisi, sözcük çağrışım testi gibi birçok kavram ve teoriyi kazandıran biliminsanı, biliçdışının dinamikleri ve görüngülerini irdeleyerek ruh kavramına ve insanın varoluşuna dair önemli ayrıntıları aydınlatmıştır. Freud’dan kopuş nedeni cinselliğin, bireyin bilinçaltını açıklamada yetersiz kaldığını düşünmesi olarak özetlense de bu düşünce farklılığının temelinde bireye içkin bir yön vardır. Jung, hocasının düşüncesinin aksine ruhsal olayları bireysel bilinçaltıyla değil, ortak bilinçdışı kavramıyla açıklamaya yönelmiştir. Jung’un ortak bilinçdışı kavramında insanlığın doğuşundan bu yana taşınan ve tüm insanlık tarihini içine alan bir “bilinçdışı” vardır. Bu bilinçdışı insanın yarattığı tüm sosyal olguları, inanç sistemlerini ve kültürel üretimleri etkilemektedir. Bu noktada Jung’un arketip kavramı önem kazanır. Arketipler bilincin oluşmasından önce var olan kavrayış biçimleridir. İnsanın doğuşundan itibaren şekillenen bu kavrayış biçimleri geçmişin yolaklarından geçerek bugüne kadar taşınmışlardır. Psikanalizin önemli temsilcilerinden biri olan Carl Gustav Jung, hayatını analitik psikolojinin algoritmalarını kendi zihninde yarattığı oyunlar üzerinden kurgulamaya adadı. Bu süreçte yaşadığı ruhsal devinimler, kimi zaman rüyalarında gördüğü kimi zaman ise zihninde kurguladığı mekânlar, renkler, olay örgüleri ve imgesel karakterlerle kurduğu diyaloglar, psikoloji dünyası açısından büyük bir mirası oluşturuyor. Bu mirasın en önemli parçalarından biri de onun kendi iç dünyasına ilişkin detaylara da genişçe yer verdiği “Kırmızı Kitap”. Jung’un çocukluk dönemindeki önemli düşlerine, görümlerine ve fantezilerine odaklanan eseri “Anılar, Düşler, Düşünceler”, “Kırmızı Kitap”ın öncüsü olarak görülebilir. İlk düşünde kendini yerde, sınırları taşlarla çizilmiş bir deliğin olduğu bir çayırda bulur. Gördüğü merdivenlerden aşağı iner ve bir odacığa ulaşır. Burada altın bir taht ile tepesinde bir göz olan ve canlı bir ağaç gövdesine benzeyen bir şey görür. Daha sonra bunun bir “insan yiyici” olduğunu söyleyen annesinin sesini duyar. Ama ne demek istediğinden emin olamaz. Bunun gerçekten çocukları yiyen bir figür mü yoksa İsa’nın ta kendisi mi olduğunu söylemiştir? Bu düş Jung’un İsa’yı algılayışını derinden etkileyecektir. Gördüğü figürün, yıllar sonra bir penis, daha sonra ise
ozanezgiberberoglu@gmail.com töresel bir fallus, bulduğu odacığın ise yeraltındaki bir tapınak olduğunu anlayacaktır. Bu düşü “yeryüzünün sırlarına” girişi olarak görür. İki ayrı yüzyılda yaşadığını duyumsayan Jung, sekizinci yüzyıla dair güçlü bir nostalji hissediyordu. Bu ikilik duygusu 1 numara ve 2 numara olarak adlandırdığı iki farklı kişilik biçimini almıştı. 1 numara Basel’de yaşayan, okula giden ve romanlar okuyan bir çocuktu. 2 numara ise kendini doğa ve kozmosla bütünleşmiş hissettiği yalnız anlarında dinsel düşlere dalıyordu. O, “tanrının dünyasında yaşıyordu”. 1913 yılı Jung’un yaşamında bir dönüm noktası oldu. “Bilinçdışıyla yüzleşmesi” olarak bilinen bu dönemde, kendi üzerinde bir çeşit deney sürecine girdi ve bu süreç 1930’a dek sürdü. Bu deney sırasında içsel süreçlerinin dibine kadar gitmek, duygularını imgelere dönüştürmek ve yeraltında sürüklenen fantezilerini yakalamak onun bilinci yeniden keşif sürecinde yoğunlaştığı başlıklar oldu. Edindiği tüm deneyimi ilk olarak “Kara Kitap”a kaydetti. Bu kitap onun deneyimlerini not tuttuğu bir günlük gibiydi. Ardından bu içeriği kaligrafik yazıyla “Liber Novus”a yani “Kırmızı Kitap”a geçirdi. Bunun yanında “Kırmızı Kitap”ta kendi yaptığı resimlere de yer verdi. Jung’un özüne döndüğü ve iç dünyasını adeta dinamitlediği bu dönemi derin bir depresyon, melankoli ve birçok psişik durumun bir arada yaşandığı uzun bir iç mücadele ve uzlaşma dönemi olarak tanımlayabiliriz. Kendisini dünyevi hayatın dışında tutuşu ve intihara yakın bir düşünsel düzlem içinde olması “Kara Kitap”ta tuttuğu notların nasıl bir ruhsal ortamda oluştuğunun ipuçlarını veriyor. Jung’un bu dönemde halüsinasyonları da kapsayan birçok psikotik semptomla yüz yüze geldiğini söyleyebiliriz. Notlarını ne ölçüde bilinçli olarak manipüle ettiğini bilemiyoruz ancak “Kırmızı Kitap” bize onun yalnızca ruhsal görüngüleri haritalandırmak değil, bireysel deneyimlerini samimi biçimde paylaşmak niyetinde kaleme sarıldığını hissettiriyor. Çünkü burada bir doğrulama kaygısı yok; zihnin yırtılan sınırlarından taşan tüm sesler var. Burada onun hayal evreni, kafasındaki “şeytanlar”, nesnel varlığının dışında kalan öz, “ruhu” ve kişiliğinin arketipal yönleriyle tanışıyoruz. “Kırmızı Kitap”ı tek kelimeyle tanımlamam gerekirse “sarsıcı” doğru bir sıfat olacaktır. Tek kelimeye sığınmamın nedeni çok açık; zira bu eser uzun cümlelerin tanımlamaya yetmeyeceği kadar karmaşık. Ulysses’den sonra, Türkçeye çevrilmiş bu zenginlikte başka bir eserle karşılaşmayı pek de beklemezken Carl Gustav Jung’un yüz yıl önceden gelen sesini duymak bu yılın en büyük sürprizi oldu diyebilirim. “Kırmızı Kitap” başkası tarafından anlatılamaz, sesli okunamaz ve özetlenemez. Onu herkesin kendi başına deneyimlemesi gerekiyor. Çünkü Jung’un iç dünyası kırık bir ayna gibi. Baktığınız açıya göre bambaşka ışıkları yansıtıyor. Bu yüzden onunla tanışırken karşılaşacağınız her sürprize hazırlıklı olun. “Kırmızı Kitap”, Carl Gustav Jung, Çev: Okhan Gündüz, 560 s., Kaknüs Yayınları, 2015
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Yeniden Pozlanan Zaman UĞUR UÇAN
G
örsel sanatlarla ilgili merak edilen her şey sadece birkaç adım uzakta. Mesele, bu görsel bombardıman çağında bir bilgiye sahip olmaktan ziyade değişimin hızına ayak uydurabilme telaşında saklı. Kuşkusuz en büyük biçim değişikliğine uğramış alan olan fotoğrafı da bundan ayrı tutamıyoruz. Fotoğraf makinelerinin evrimiyle birlikte geldiğimiz şu son aşamaya bakalım; cebimize sığan bir makine, lens, dahili aydınlatma ve daha nice ayrıntı. Çok değil yüz yıl öncesine göre ne kadar öngörülemez bir ilerleme. Buraya kadar olup biteni bilimsel gelişmeye bağlayarak bir yükten kurtuluverelim. Fotoğrafı duygusal olarak kavrayışımız bizzat onun üretim biçiminin değişmesinden etkilenmiş durumda. Dijital teknoloji ortaya çıkmadan önce fotoğraf dediğimiz şey fotoğraf makinesinin içinden kurtulduğu an fotoğraf olarak algılanırdı. Başka bir deyişle basılı hale gelmeyen şeyin neye benzediği bilinmez ve basılmamış şey fotoğraf olarak anılmazdı. Onlarca değişim örneğinin üzerine giderek bu konuda da ne kadar ilerlemiş olduğumuzu söyleyebiliriz ama ilgi çekici olan tüm bu akıl almaz yenilenmenin karşısında bir ilkenin değişmeden sürmesi: Fotoğraf ışıkla çizmeye devam ediyor. Diyafram, enstantane, ışık ayarları ve en önemlisi duygusal bir sürece hükmetme zorunluluğu bizi aslında hiçbir şeyin değişmediğini düşünmeye de ikna ediyor; eski ilkelerle yeniyi aramaya dayanan bir disiplin diye düşünüyor insan. Mükemmel fotoğraf makineleri üretiliyor; objektifler, biribirinden yetenekli ekipmanlar albenili. Bunlara sahip olmak elbette daha iyi fotoğraflar çekmenize yardımcı olacaktır ama belli kurallar dahilinde, bir üsluba dahil olan ve nispeten eski teknolojiye sahip bir makineyle çektiğiniz usta işi bir fotoğrafın değeriyle boy ölçüşebilecek kadar değil. En yeniye sahip olma tutkusu bir şeyler üretme isteğini gölgelemesin diye kaynak kitaplar yazılmaya devam ediliyor. “İyi Fotoğraflar Çekebilmek İçin Bu Kitabı Okuyun”, farklı tarihlerde ve farklı ustalarca çekilmiş fotoğrafların tanıklığında oldukça eğlenceli bir uygulama dersine çıkarıyor okuru. Söz konusu değişimlerden uzun uzadıya bahsedip okuru yormak gibi bir derdi yok; fotoğrafı sürekli yeniden okumaya dayalı bir sanat olarak algılayıp esasen duyguyu önceliyor. Ne çekmek istediğini sorgulatıyor sık sık. Yenilenen tekniğe karşın fotoğrafçılıkla ilgili kitaplarda nedense ders kitabı havasında ve madde madde okunacak bir yapı kurulur. Her konu başlı başına akademik, her cümle uzun ve yorucu olur. Henry Carroll, bu kadar teknik içeren bir kitabı nasıl oluyor da akıcı bir makaleye dönüştürebiliyor peki? Ortada sır yok, fotoğraf makinesini kullanmak da teknik olarak deha gerektirmiyor. Makineyi anlamlandıracak olan şey tekniğe dair tüm parçaların birbiriyle basit ve bilimsel bir temas zorunluluğu içerisinde olduğunu bilmekte saklı. Kitabın içerisinde ‘’Diyaframdan mı enstantaneden mi vazgeçmeliyim?’’ diye bir soru ortaya atılıyor. “Yazı yazarken kâğıt mı daha önemli kalem mi?” diye sormak gibi bir şey bu aslında, düşünün artık kafaların ne öçüde karıştırıldığı-
uğrrucan@gmail.com nı. Yazarın bu türden sorularla defalarca karşılaştığına hiç şüphem yok ve bu soru kitabın canlılığını anlamak için paha biçilmez bir örnek. Kitap, teknik olarak anlatması gereken şeylerin farkında ama bunları birbiriyle bağlantılandırma yöntemine fazlaca dikkat çekmek isterim; zira kitabı türünde ön sıralara yerleştirecek olan şey yeni başlayanlar için çok karmaşık olabilecek bir konuyu birkaç temel kavramdan yola çıkarak oldukça basit bir şekilde anlatmayı başarabilmiş olması. Büyük ustaların fotoğrafları bu kitapta gösterişli bir biçimden ziyade açıklanabilir bir teknik ve ruh haliyle seyrediliyor. Sayfada büyük bir fotoğraf ve hemen altında onun teknik ayrıntılarıyla sizi başbaşa bırakan kitaplardan farklı bir yan taşıyor yani. Tekniğe yardımcı olarak yer alan fotoğraflar sadece bir konu özelinde kullanılmıyor. Bir fotoğrafı çok kere anmak da önemlidir. Her teknik için bir fotoğraf göstermektense bir fotoğrafı birçok tekniğe örnek olarak gösterebilmek fotoğraf sanatını başka bir yanıyla da önemli kılıyor. Henry Carroll’un fotoğraf okumaları benim için çok ilgi çekici oldu ve sonrasında kitaptaki fotoğrafçıların fotoğraflarına bakmayı sürdürdüm. Düşünsenize, tahliye kararını okuyan genç bir annenin yüzüne düşen gün ışığında umudu okuyan bir kitap ve bunu ışığı pozlama konusunu anlatırken yapıyor. Şunu göz önünde bulundurmak lazım ki o sırada anlatmaya başladığı konu fotoğrafçılığın temel ve en önemli noktası. Kitabın bu anlamda profesyonelleri cezbedecek yönleri elbette var ama esasen fotoğrafla gerçek anlamda tanışmak isteyen kişiler için biçilmiş kaftan. Hal böyle olunca hikâyeleri derinleştirip, içine işleyişle ilgili bilgiler eklemek günümüzün en popüler sanat dallarından birine yapılabilecek önemli bir katkıdır. Zaten bu kitabı her şeyi anlatan bir kılavuz olarak ele almaktan ziyade fotoğrafçının teknik detaylara boğulmadan vizyonunu yakalamasına yardımcı olacak bir temel kitap gibi görmek lazım. Fotoğrafı çektikten sonraki süreç hakkında bir şey söylemiyor Henry Carroll, baskı tekniklerinden bahsetmiyor, aslına bakarsanız makinenizin türünü bile önemsemiyor. Eski tip ya da son model makinelerin aynı prensiple çalıştığını ve bu konuda bir bahane kabul edilmediğini belirtmek isterim. Eğlenceli bir dille kurgulanmış kişisel gelişim kitaplarını bilirsiniz. Derinlikleri hakkında yorumda bulunmayacağım ama kullandıkları dil gerçekten başarılıdır. İlk kez Bresson ya da Salgado fotoğrafıyla karşılaşan biri için böyle genç ve dinamik bir dile büyük ihtiyaç var. “Ne anlattığından daha önemli olan şey nasıl anlattığındır” diye boşuna dememişler. Kitabın çevirisini yapan Sedef Özge’yi de anmak gerekiyor çünkü yazarın dilinin bir an bile aksamamasında onun katkısı büyük. “İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun.”, Henry Carroll, Çev: Sedef Özge, 128 s., Remzi Kitabevi, 2015
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Üç Yazar, Üç Kitap… Dostum Erdal Atabek’e 1980’li yıllarda bir gün gazetenin bahçesinde sormuştum. “Üstad, bu tatilde nereye gidiyorsun?” diye… O da bana “İstanbul’a gidiyorum!” demişti. İstanbul’da yalnızlığın tadını çıkaracağını ima ederek… Ben de geçen hafta İstanbul’da Ortaköy’ün tadını çıkarmaya çalıştım. Hem de elimde yeni basımı yapılmış üç eski kitapla. Celâl Üster gibi tıpkı… Geçenlerde Celâl Üster’in Cumhuriyet Kitap’taki yazısını okuyunca benzer bir tarzı benimsediğimi fark ettim. Celâl, tatile giderken bir kez daha okuma fırsatı için birkaç eski kitap yanına almış… Bayram geçti ve ben de pek hacimli sayılmasa da üç kitap bitirdim. Neler mi onlar? Haldun Taner’den “Ay Işığında Çalış Kur”, Zeyyat Selimoğlu’ndan “Kavganın Sonu ve Başı”, Tahsin Yücel’den “Haney Yaşamalı”… Haldun Taner’in kitabının (1954) yeni basımı yapılmış YKY’de… Öykü tekniği alanında yazarlık atölyelerinde okutulacak düzeyde anlatı biçimlerine sahip bu uzun metinde farklı anlatıcı kişilerin gözünden toplumsal bir olay kesiti sorgulanmakta. Her bakış açısına bağlı olarak ayrı ayrı ele alınan öykünün bir benzerini “Yedi Samuray” adlı filmde de görüyoruz. Öyle yenilikçi, öyle deneysel ki dönemi dikkate alındığında şaşmamak elde değil. Küçük bir anı… Haldun Taner’e kitap yasakları konusunda “Çerçeve” dergisi için telefon ettiğimde, yıl 1985, bana dikte etti görüşünü… Not aldım. Ama usta bununla yetinmedi bir de bana tekrarlattı notları. Bu kadarla yetinir mi Haldun Bey… İki sokak ötede Milliyet’te çalıştığı için yürüyerek geldi Cumhuriyet’e. Bir kez daha bakıverdi demecine… Bu özeni unutamam. Bana bu fırsatı veren yönetmenimiz Oktay Şimşek’i özlemle anmak isterim bu arada. Zeyyat Selimoğlu ile YAZKO’da Mustafa Kemal Ağaoğlu tanıştırmıştı. Çeviri kitaplarını yayınladık. Sonra da “Tutkunun Köşeleri”ni… “Kavganın Sonu ve Başı”ndaki öyküler (1955) Sait Faik duyarlığında ama kendi özgü bakış açısını koruyarak oluşur. Tam on altı öykü var hikâyecinin bu ilk kitabında. Son öyküsü ise anı niteliğinde, aynı zamanda ve Yunus Nadi armağanının kazanmış: “Rize’nin Köylerinden…” Tahsin Yücel’in “Haney Yaşamalı” adlı öykü kitabı (1955) ise yazarın ikinci kitabı. Çehovvari bir öyküleme tekniği var Yücel’in. Dramatik bir finale uzanan inceliklerle örülü hikâyelerin hepsi bir yurt gerçeğine, Anadolu’nun değişmez yazgısına not düşüyor. Özellikle kitaba adını veren öyküdeki Haney adlı kadının durumu ilgiye ve yoruma değer. Sanki bugünü de yaşatıyor. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmış usta… Bu kitapları genç okurlara coşkuyla salık vermek isterim. Edebiyat duygusunu coşkuyla yaşamak isteyenlere elbette… Bu arada o gün Haldun Taner’le bu kitabını konuşamadığıma yanarım. Yanarım Zeyyat Bey’le Rize’nin köylerine gidemediğime… Tahsin Yücel’le ise yalnızca bir “merhaba” ilişkimiz var. Henüz romanlarını bile okuyamadım. Ziyaretine gitsem bu kitabı, “Haney…”i konuşsak diyorum ama benimki umutsuz umut… Geçen gün onun yapıtları üstüne bir kitap geçti elime: “Söylem, Söylen, Yazın-Tahsin Yücel’e Armağan” (Yayına Hazırlayan: Nedret Tanyolaç Öztokat, Can, 2015). Böylesi değerbilirlikleri anmadan geçmemeliyiz. Andığım bu üç kitabın da ilk basımları Yenilik Yayın ları’ndan çıkmış. Yayınevini yöneten kadim dost rahmetli Naim Tirali… Giresun’un Piraziz ilçesinden Sait Faik’in dostu bir hikâyeci ve yayıncı. Az emeği yok yazın dünyamıza. Onu son yolculuğa uğurlarken Celâl Üster Cumhuriyet gazetesi için bir yazı istemişti: Şu başlığı kullanmıştım: “Piraziz’in Onuru.” Belki bu başlığı şimdi tamamlamak gerekir: Bir Yenilik Onuru. Bu üç kitaptaki yayıncı onuru onun…
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
Roman mı Çizgi Roman mı? CEYHAN USANMAZ ceyhanusanmaz@gmail.com
T
ürkiye’de çizgi romana olan ilginin belki de en üst seviyeye ulaştığı “Teksas-Tommiks dönemi”nin ancak son zamanlarına yetişebildim, hatta son demlerine… O zamanlardan, dayımın iki çizgi roman kulesi arasındaki hali bugün de gözümün önünde; sırt kısmı aynı zamanda kütüphane olarak da kullanılabilen o eski tip divana boylu boyunca uzanmış, sol tarafında –art arda eklenerek– okunacak Yine o dönemden aklımda kalan diğer bir anı ise, söz konusu çizgi romanların ders kitapları arasına konularak –gizlice– okunması… Gerçekten de herkes böyle mi yapardı, yoksa işin raconu budur diye herkes öyle okuduğunu mu söylerdi emin değilim. Ancak o zamanlar için hafifçe gururlanarak söylenen bu söz, çizgi roman okumanın “ciddiyetsizliğinin” bir ifadesi olarak kullanılageldi maalesef. (“Tommiks”in “çocukların aklını çeleceği” gerekçesiyle bir dönemin yasaklı kitapları arasında olduğunu da hatırlatalım.) Çizgi romanın hep bir alt tür olarak değerlendirilmesinde bunların da payı vardır belki. “Aferin evladım, böyle devam et sen!” Çizgi romanların yükselişe geçtiği diğer bir dönemi ise çok daha net hatırlıyorum. Her şey 2009 yılının son çeyreğinde, NTV Yayınları’nın William Shakespeare’in “Macbeth”inden uyarlanan çizgi romanı yayımlamasıyla başlamıştı. “Çizgi klasik” başlığı altında yayımlanan bu çizgi romanların göz ardı edilemez bir ilgiyle karşılandığını gören diğer yayıncılar da haklı olarak yayın programlarına çizgi klasikleri hemen ekleyiverdiler. NTV Yayınları seriye Mary
ciltlerden, sağ tarafında da okuduğu ciltlerden oluşan iki kule… Sonrasında okunan çizgi romanlar yenileriyle takas edilir ve bu yeni seriler de sırasıyla, çoğu zaman hiç ara vermeden –art arda eklenerek– okunurdu. Sanırım daha çok “Zagor” görürdüm elinde… Ablamın favorisi “Kızılmaske”, benimkisi ise “Mandrake”ydi; ama günün sonunda, aslında ayırt etmeksizin hepsi okunurdu bir şekilde.
Shelley’in “Frankenstein”ı, Kafka’nın “Dava”sı ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı gibi klasiklerle devam ederken; Everest Yayınları, çizgi romanın hemen yanındaki kulvardan manga’lara, “Manga Shakespeare” serisine yeni kitaplar ekliyordu. April Yayıncılık da, Edgar Allan Poe’nun on iki ve O. Henry’nin on üç hikâyesinin yer aldığı; her bir hikâyeyi uyarlayan ve çizenlerin farklı isimler olduğu iki kitapla bu furyaya katılmıştı. Ayrıca bu süreçte, klasik kavramının edebiyata özgü olmadığını hatırlatan yayınevleri de vardı. Bunlardan biri, Karl Marx’ın “Kapital”inden uyarlanan “Kapital Manga”yı ve “Çizgilerle Komünist Manifesto”yu çıkaran Yordam Kitap olurken; diğeri de, Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni”nin resimli uyarlamasını “adeta bir çizgi roman tadında” diye tanıtan Versus Kitap’tı. Bu listeye, Agora Kitaplığı’nın bastığı Che’nin biyografik çizgi romanını da ekleyebiliriz. Hemen hemen hepsi eşzamanlı yayımlanmıştı bu kitapların. Ancak bu sefer de fazla “ciddi” bir yaklaşım vardı sanki. O zaman NTV Yayınları, çizgi klasikleri “klasik okumayan kalmayacak” benzeri bir sloganla tanıtınca itirazlar yükseldi ister iste-
mez. Sonuç olarak bu çizgi romanların, klasik eserlerin yalnızca birer “uyarlaması” olduğunun hatırlatılması gerektiğini savundu bazı isimler. Genellikle sinemaya uyarlanan romanlar söz konusu olduğunda dile getirilen soru, bu sefer de çizgi romanlar vesilesiyle soruldu: “Çizgi klasikleri okumak gerçekten de yeterli mi?” Diğer bir deyişle, “filmini izlemişsek, kitabını da okumuş sayılır mıyız!” (Şimdilerde bu çizgi klasik rüzgârı dinmiş gibi görünüyor ama esinti kesilmiş değil. Örneğin Yapı Kredi Yayınları bir süredir Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sinin çizgi roman versiyonlarını yayımlıyor; daha doğrusu “Kayıp Zamanın İzinde”nin ilk kitabı olan “Swann’ların Tarafı”nın… Stéphane Heuet’nin uyarladığı ve çizdiği seri Türkçede haziran ayı içerisinde çıkan dördüncü kitapla birlikte tamamlandı.) Uyarlama Mantığı Bir uyarlama tartışması açılmışsa, sanırım akla gelecek en popüler örnek, Stephen KingStanley Kubrick tartışması olacaktır. Stephen King’in, aynı adlı romanından Stanley Kubrick’in uyarladığı “The Shining” (Cinnet) filminden hoşlanmadığı bilinir; hatta yeri geldiğinde nefret ettiğini dile getirmekten hiç çekinmez King. Evet film, romana göre farklı bir bakış açısına sahip ama “başarısız” olduğunu söyleyemeyiz asla; eserlerinden uyarlanan başka başarısız filmler ve televizyon dizileri olmasına karşın Stephen
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
King’in neden özellikle Stanley Kubrick’e karşı bu kadar sert olduğunu ise bilemiyoruz. Zaten açıkçası taraf tutmanın da kolay olmadığı bir tartışma bu; ne de olsa bir tarafta 1970’li yılların ortasından bu yana kaleme aldığı eserleriyle bize verdiği huzursuzluk seviyesini korumayı başarmış bir yazar olarak Stephen King, diğer tarafta da “2001: Bir Uzay Macerası”, “Lolita”, “Otomatik Portakal”, “Gözleri Tamamen Kapalı” gibi olağanüstü uyarlamalara imza atmış bir yönetmen olan Stanley Kubrick var… Şimdiye kadar herhangi bir itiraz yükselmediğine göre, Stephen King, “Kara Kule” serisinin çizgi roman uyarlamalarından memnun demek ki – bu seri Türkçede Altın Kitaplar tarafından yayımlanıyor. Yazarının “gözetimi altında” uyarlanan çizgi romanlara en yakın tarihli örnekse “Stefan Zweig’ın Son Günleri” olacaktır. Laurent Seksik’in, Stefan Zweig ve karısı Lotte’nin ölüme doğru çıktıkları yolculuğun son altı ayında onlara eşlik ettiği romanı daha önce, 2012 yılında Can Yayınları tarafından basılmıştı. Yazarın dönemin arşivlerinden, tanıklıklardan ve belgelerden yararlanarak yazdığı ve gerçek olaylara dayandırdığı bu romanın, bir çizgi roman uyarlamasının da olduğunu yeni öğrendik. Yapı Kredi Yayınları’ndan haziran ayı içerisinde çıkan “Stefan Zweig’ın Son Günleri” çizgi romanının hikâyesini, yine bizzat Laurent Seksik uyarlamış; çizgilerse Guillaume Sorel’e ait. Dolayısıyla her iki materyal de elimizde olduğuna göre; uyarlama mantığının ayrıntılarına inmemiz mümkün görünüyor. Örneğin “Stefan Zweig’ın Son Günleri”nin çizgi roman versiyonu, Stefan Zweig ve karısı Lotte’nin New York’tan ayrılışlarıyla başlıyor; oysa roman, çiftin New York’a ulaşmadan önce neler yaşadığına da ışık tutuyor. Hiç kuşkusuz, bir “özet”le karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesi bu. Ayrıca Laurent Seksik, romanın kronolojisiyle de biraz oynamış görünüyor. Bazı sahnelerin yerleri değişmiş, romanda iki ayrı olay olarak anlatılan durumlar bir araya getirilmiş… Yani, romanının yapısına pek sadık kalmamış yazar! Bir başka deyişle, genellikle roman-film tartışmasında da öne sürülen bir gerçekle bir kez daha yüzleşiyoruz. Roman, sinema, çizgi roman; her ne kadar birbirleriyle dirsek temasında olsalar da, son tahlilde birbirlerinden farklı sanatlar. Kullanılan enstrümanların farklı oluşu gibi, anlatılan aynı hikâye olsa
da, kurguda belli farklılıklara izin vermek gerekiyor. Ayrıca her sanatın artılarının ve eksilerinin olduğunu da kabul etmeliyiz. Örneğin Stefan Zweig’ın ruhsal çöküntüsü, romanda çok daha derinlikli işleniyor; çizgi romanda ise o atmosferin yakalandığını söylemek güç ama diğer taraftan da son sahneyi düşündüğümüzde, çizgilerin ne kadar güçlü bir anlatım tekniği olduğunu bir kez daha açıkça fark ediyoruz. Uyarlamalar bir “Köprü” Niteliğinde Burada son olarak, yazının başından beri söylediklerimizi tek başına bünyesinde barındıran bir hikâyeden daha bahsetmemiz gerekiyor. Chuck Palahniuk’un, yanında mutlaka “fenomen”, “kült” gibi sıfatlarla anılan “Dövüş Kulübü” eseri, hem bir roman olmasıyla hem bu romandan uyarlanan popüler bir filmi işaret etmesiyle hem de şimdilerde çizgi romana dönüştürülmüş olmasıyla merkeze oturuyor. Bu yeraltı klasiğinin – eminim büyük çoğunluk gibi– öncelikle film uyarlamasını izlemiştim. Başrol oyuncularının ve yönetmeninin popülerliğinin yanı sıra (Brad Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter ve David Fincher’dan oluşan bir kadrodan söz ediyoruz ne de olsa), görünürdeki hikâyenin etkileyiciliğinin yanı sıra alt metindeki göndermeler ve eleştiriler romanı da merak etmemizi sağlamıştı. Sonuç olarak David Fincher ve Jim Uhls’un senaryolaştırdıkları film, romana sadık bir filmdi ama hikâyenin sonu –romanla karşılaştırdığımızda– biraz kafa karışıklığı yaratıyordu. İşte tam da bu noktada Hakan Övünç Ongur’un “Tüketim Toplumu, Nevrotik Kültür ve Dövüş Kulübü” adlı çalışmasından destek alabiliriz: “Fincher ve Uhls’un yazdıkları senaryo, anlatıcı ile Tyler Durden arasındaki ilişkiyi doğrudan bir Tarih hesaplaşması olarak göstermek yerine, onu bir tüketim kültürü ve kadınsılaştırıcı Amerikan toplumu eleştirisi olarak sunar. Bu nedenle, hem Kargaşa Projesi’nin entelektüel terörizminin içeriği hem de anlatıcının Tyler Durden’ın kendi halüsinasyonu olduğunun farkına varışı, romandaki kadar ayrıntılı işlenemez. Filmin sonu da, bu indirgenmiş anlatının çizdiği çerçevede yansıtılmak zorunda kalmıştır.” (Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 296) Chuck Palahniuk, “Dövüş Kulübü”ne bir çizgi roman olarak devam edeceğinin haberini daha önce vermişti zaten. İşte bu devam çizgi romanları, geçen ay içerisinde Ayrıntı Yayınla-
rı tarafından Türkçede de yayımlanmaya başladı. Chuck Palahniuk’un “Batgirl”, “Batman ve Robin”, “Catwoman”, “Assassin’s Creed” gibi çizgi romanlardan hatırlanacak Cameron Stewart’la birlikte kotardığı “Dövüş Kulübü 2”, fasiküller halinde on cilt olarak yayımlanacak. Bu serinin Mayıs 2016 tarihinde tamamlanması planlanıyor. Türkçede henüz sıfırıncı ve birinci fasikül çıktığı için hikâyenin ne yöne evrileceğini kestirmek güç. Ancak elimizdekilerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; romanın sonundaki muğlaklık aydınlanacağa benziyor. Aklımızda kalan sorular cevap bulacak gibi görünüyor: “Kim bilir belki Tyler hiç ölmemiştir? Belki anlatıcı hâlâ rüya görüyordur? Belki her şey daha yeni başlamıştır?” Sıfırıncı fasikülde romanla çizgi roman arasında (filmle değil ama) bir köprü kurmuş Chuck Palahniuk, kısa bir hatırlatma yapmış. Birinci fasikül ise sürprizlerle açılıyor; kahramanımızın Marla’yla evlendiğini, “sıradan” bir hayata adım attığını görüyoruz; üstelik küçük oğulları da dokuz yaşına gelmiş. Yani, bıraktığımız noktadan yaklaşık on yıl sonrasında başlıyor çizgi romanın hikâyesi; ancak işleri karıştıracak olan Tyler Durden’ın geri dönmesi de çok uzun sürmüyor… Zaten çizgi romanın kapağında da şöyle yazıyor: “Bazı hayali arkadaşlar asla çekip gitmez.” Sonuç olarak, ders kitapları arasına sıkıştırılan çizgi romanlarla ilgili eğer illa bir “fayda” sağlamak istiyorsak, sanırım şöyle bir iddiada bulunabiliriz; klasiklerle içli dışlı böylesi uyarlamalar, daha çok çizgi roman okumayı tercih edenleri orijinal metinlere (daha da geniş anlamda klasiklere) yönlendirebileceği gibi, çizgi romanlara mesafeli duranları da bu “alt tür”le barıştırabilir.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
Doktor Who Öyküleri Türkçede Evrenin orduları Trenzalore kapılarına dayanmıştı. Gezegenin yerle bir olmasının önünde tek bir engel vardı: Doktor. Yeni bir Büyük Zaman Savaşı ile Doktor arasındaki tek engel ise Doktor’un adıydı. Dokuz yüz yıl boyunca gezegeni ve üzerindeki Noel adlı ufak kasabayı kötü niyetli güçlere karşı korumuştu Doktor. Papalık Merkezi Sistemi Kilisesi tarafından uygulanan teknoloji bariyerinin ötesinde, Doğruluk Alanı’nın tam kalbinde, bu evren ile komşu evren arasındaki çatlağın yanı başında Doktor ölüm kalım mücadelesi veriyordu. Barışı daha ne kadar koruyabilirdi? Karlı gecelerde başka hangi yaratıklar çıkıp gelecek, kasabaya dehşet saçacaktı? Tek bildiği, er ya da geç Trenzalore’da hayata gözlerini yumacak olduğuydu. O korkunç yıllarda yaşanan olayların bir kısmı kayıtlara geçti. Ancak diğer pek çok hikâye gizemini koruyordu. Doktor’un Trenzalore’da geçirdiği süre boyunca başından geçen dört macera bu kitapta toplandı. Tehlike dolu dört kahramanlık öyküsü. Doktor’un evi bellediği kasabayı korumak için nelere katlanabileceğini gözler önüne seren dört öykü. Yüzlerce, belki de binlerce öyküden yalnızca dördü. Elbette zaman içinde Doktor’un Noel kasabasına nasıl kol kanat gerdiğine, kasabalıların onu nasıl da bağrına bastıklarına dair yeni öyküler su yüzüne çıkacaktır. Fakat şimdilik elimizde yalnızca kulaktan kulağa aktarılan rivayetler, efsaneler ve öyküler var… “Doctor Who Trenzalore Öyküleri”, J. Richards, G. Mann, M. Morris, P. Finch, Çev: Ekin Odabaş, 216 s., İthaki Yayınları, 2015
Ölüm Üzerine Düşünmek... Ölmek nasıl bir şeydir? Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Ölme Üzerine Bir İnceleme” isimli kitabın yazarlarına bakılırsa, yanıt soruyu kime sorduğunuza bağlı. Ölmek ne tek bir şey, ne tek bir deneyim, ne de basitçe sağlık durumundaki kötüleşme ya da zayıflık klişesi. Her ne kadar ölümün en sık karşılaşılan nedeni hastalık olsa da, ölmeyi hastalık hakkındaki bilgilerimizle kavrayamayız. Ölme her zaman sağlık durumunda kötüleşmeyle, umutsuzlukla ilişkili olmasa da, sağlığını yitirme ve çaresizlik hemen her zaman yaşamın sona erişiyle ilişkilendirilir. Ölme hızlı veya yavaş, kahramanca veya rezilce olabilir. Bu açılardan bakıldığında, insanın ölme deneyimi karmaşık, çeşitli, şaşırtıcı ve ihtimallerle dolu görünüyor. “Bireysel Bütünlük, Bedensel Çöküş ve Ruhsal Dönüşüm” alt başlığını taşıyan bu kitap, söz konusu karmaşıklığı bilimcilerin ve klinisyenlerin bakış açısından sadeleştirilerek okura sunuyor. Kitap, ölmeyi üzücü ve kötü bir durum olarak sunan klişelere itibar etmekte fazla aceleci davrandığımızı hatırlatıyor. Yazarların amacı okuru, ortak yazgımızı daha dikkatli, daha incelikli, hatta daha umutlu biçimde yeniden gözden geçirmeye teşvik etmek… “Ölme Üzerine Bir İnceleme”, Allan Kellehear (Haz.), Çev: Barış Zeren, 391 s., Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2015
Herkes Herkese Karşı ÖMER AYHAN
G
üney Afrika doğumlu İngiliz yazar Deborah Levy, kariyerine oyun yazarlığıyla başlamış; şiirleri, denemeleri, bir de öykü kitabı var. Birkaç roman yazmasına rağmen onu otuz yıllık uğraşının sonunda daha fazla okura kavuşturan “Eve Yüzerken” adlı romanı. İngiltere’nin en prestijli edebiyat ödülü Man Booker’a 2012’de aday gösterilmesi, hakkında birçok yazı çıkmasının önünü açmış. Arka kapak yazısı Levy’nin “melez” edebiyat anlayışını yeterince göz önüne seriyor: “Deborah Levy’nin eleştirmenlerce Virginia Woolf’a, Patricia Highsmith’e, zaman zamansa Claude Chabrol ya da Françoise Ozon filminden bir sahneye benzetilen stili sonuçta hiçbirine benzemeyen bir özgünlüğe ulaşmayı başarıyor.” Bu yorumları açımlamaya giriştiğimizde karşımıza çıkacak ilk veri, yazarın biçeminin, iki edebiyatçıyla birlikte iki de film yönetmenine benzetilmesi. Yönetmenlerin Fransız olmasıyla birlikte romanın Fransa’da geçmesi (yazarın Fransa’da geçen bir romanı daha var) elbette üzerinde durulmaya değer bir mesele. Chabrol’ün sevgisizlikten muzdarip burjuva karakterlerine karşılık, zengin turistlerin akın ettiği Fransız Rivierası’nda orta sınıftan İngilizlerle tanışıyoruz kitapta. Ana hikâye son yıllarda sık sık çıkıyor karşımıza. (Örneğin bir başka İngiliz yazar Ali Smith’in “Rastlantısal”ı.) Orta sınıftan olmakla birlikte paraya kavuşmuş, üst-orta sınıf yaşantısı sürdürebilen, birbirleriyle İngilizlerin olabildiği kadar “samimi” iki çiftin paylaştığı villaya gelen yabancı ortalığı karıştırır. Françoise Ozon’u anıştıran tarafı bu olsa gerek; yalnızlığı kutsayan bir yazar, beklenmedik bir yabancı ve nihayet filme adını da veren yüzme havuzu. Deborah Levy, kitabı yazarken John Cheever’ın klasikleşmiş öyküsü “Yüzücü”den ilham aldığını söylemiş. Buna ancak son sayfalarda ikna olabiliyoruz çünkü Levy okura tuzaklar kurmaktan zevk alan bir yazar. Tüm bu benzerlikler bir tarafa, özgün yanları ağır basan bir romanla karşı karşıyayız. Levy, kuşkusuz etkilendiği edebi eserler ve filmlerden yola çıkarak inşa etmiş kurmacasını; gelgelelim bakış açısını farklı kılabilmiş. Romanın Fransa’da geçmesi ve karakterlerin İngiliz olmasında bir bityeniği var. Villanın işlerine bakan Jürgen bir Alman. Kasabada bar işleten Claude ise bir Fransız. Villayı çekip çeviren İsabel aslen Galli. İngilizlerin Avrupalı tanımına tam oturmayan mizaçlarını düşündüğümüzde, Fransa’ya Avrupa’nın merkezi rolünün biçildiği söylenebilir. Evlerde hizmet veren göçmenleri bir evden diğerine taşıyan otobüslerden söz edilse de onlara hiç rastlamıyoruz. Karakterlerin farklı ülkelerden oluşu da dikkate değer. Avrupa’nın tek bir isim altında birleştiği günümüzde, modern insanın kimlik problemini aynı potada birleştiriyor Levy. Villada ev sahipliği yapan çiftin kimlikleri de kafa karıştırıcı. Ünlü bir şair olan Joe Jacobs henüz çocuk yaşta toplama kampından kaçırılmıştır ve kendisini tam bir İngiliz olarak görmekle birlikte Polonya’yla, özellikle de kiliseyle bağları pek istemediği halde güçlüdür. Eşi İsabel’i ilginç kılan ise mesleği. Siyasi gerilimlerin ve kimi zaman felaketlerin ya-
visage37@yahoo.com şandığı Kuzey İrlanda, Lübnan, Kuveyt gibi yerlerden canlı yayın yapan bir gazeteci. Hedonist şair; evine yabancılaşmış gazeteci eş; aslında çoktan bitmiş bir evliliğin tek çocuğu, 14 yaşındaki kafası karışık Nina. Karıkocanın arasındaki gerilim, yüzme havuzlarına çırılçıplak dalan genç bir kadınla, Kitty Finch’le birlikte büyük bir yüke dönüşüyor. Kitty Finch şair Joe Jacobs’a hayrandır ve villaya gelme nedeni görünürde bir şiirini ünlü şaire gösterip onay almaktır. Levy, –haydi bir benzetme de ben yapayım–, zaman zaman süslü görülebilecek güzel cümleleriyle Truman Capote’yi de anımsatıyor. Yazar karakterlerin ruh halini ve kavrayışlarını iki üç cümleyle açık etmekte çok başarılı. Kitty Finch’in şiirini okuyan Joe’nun, genç hayranı hakkındaki düşünceleri sözgelimi: “Kadın bir şair değildi. O bir şiirdi. İkiye bölünmek üzereydi.” Kitty Finch’in dengesizliği, pamuk ipliğine bağlı bastırılmış ilişkiler yumağını dize getirir. Kitty dengesizliği ölçüsünde açıktır. Bu tavrıyla bir tür yol göstericiye, hatta gelmesi beklenmeyen felaket tellalı bir Mesih’e dönüşür. Büyüme çağındaki Nina’ya büyümenin acı reçetesini sunar. “Senin, Londra’daki havalı evinize dönerken yanında götürmek için gerçek sorunlara ihtiyacın var.” 80’lerin kült filmi E.T. de romanın önemli metaforları arasında. Bir dünyalıyla bir uzaylı, dolayısıyla iki yabancı arasında kurulan dostluğun bir yönsemesi de denilebilir “Eve Yüzerken”deki ilişkilere. Kitty Finch yabancıdır, Nina ise Nirvana’nın solisti Kurt Cobain’in intiharına kafayı takmış, annesiyle babasının sevgisiz ilişkisinden doğacak olasılıkları hesaplayan, bir tür kaostan medet uman evdeki yabancı. Deborah Levy’nin zehirli bir dili var. Karakterlerini de bu anlayışla yoğurup geliştiriyor. Romanda kullandığı şaşırtıcı tekrarları, okuru beklenmedik sona hazırlamak için tasarlamış. Âdeta bir “spoiler”la açıyor Levy romanı. Arada sırada bu cümleler unutulmuş hatıralar gibi tekrar ortaya çıkıyor. Ancak daha önce kullanılmamış birkaç ara cümleyle. Öte yandan şair Joe Jacobs ve Kitty Finch aracılığıyla şiirin, sanatın sorgulandığı, sanatçı ile alıcının (burada şiir okurunun) arasındaki trajik uçurumun da irdelendiği bir roman “Eve Yüzerken”. Joe Jacobs’un tiradından kısa bir bölüme başvurabiliriz. “BUNALIMLILARA tahammül edemiyorum… BUNALIMLILAR nefret ve garez dolu insanlardır. Şiirleri ne İŞE yarayacaktır ki? Daima tehdittir o şiirler. Karşılarındaki insana bunalımdan başka bir şey vermezler.” Şair, kendisinin çığlıklarla dolu şiirlerinden etkilenen Kitty Finch’i mi eleştiriyor, yoksa bu duygulara yol açtığı için kendi kendini mi lanetliyor? Levy önemli sorular soruyor, bunları bir çırpıda okunabilen iyi bir romanda zaman zaman yanıtlıyor. Özellikle duygusuz kılınmış yazınsal tona rağmen, sonunda okurunu boğazında bir yumruyla baş başa bırakıp çekiliyor. “Eve Yüzerken”, Deborah Levy, Çev:, 170 s., Everest Yayınları, 2015
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
“Yerellikten Dünyalı Olamadık” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Selnur Aysever: Gelelim “Boğaziçi’nde Balık”a… Tarih, şiir, hiciv, öykü hepsi var içinde. Hayat mı biraz böyle? Gündüz Vassaf: “Boğaziçi’nde Balık”, dip sularından kendimize bakmak. Gaugin’in tablosunda sorduğu “Nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz?” endişesiyle gezegenimizin çeşitli dillerinde yolculuk yapmak. Birbirimizle taraflaşmadan başka canlılarla da bütünleşebilmek. Geçiciliğimizde, yaptıklarımızdan çok sevgiyi esas kılmak. Geçiciliğimizde haddimizi bilmek. Geleceğin cennetlerini pazarlayanların peşinde uyurgezerler gibi dolanmak yerine, her şeyden önce gülebilmek. Gülmeyi kendimize çok görmemek. Gülmeyen insan özgür olamaz. Düzenin gündeminin tuzaklarında mücadelede kendiliğindenliğimizi yitirmemeli. Selnur Aysever: Kitaba başlar başlamaz beni düşündüren dizeniz “Bırakın lafları, atın yaftaları/Bana bakın” oldu. Ardında modern dünya eleştirisini barındırıyor sanki. Gündüz Vassaf: Aydınlanma entelektüelleri Avrupa ortaçağında din adamlarıyla “toplu iğnenin ucuna kaç melek sığabilir” diye tartışıyorlar diye dalga geçerlerdi. Aynı ifrat günümüzün edebiyat tartışmalarında da var. İşte Doğu Batı arasında bocaladığı iddia edilen İstanbul’un kimliği tartışmaları. Romanlara, siyaset bilimlerine konu oldu. Sanki psikiyatristler şehrin kimlik problemi varmış da onu irdeliyorlarmış gibi. İstanbul, “Yetti gayri, atın yaftaları bana bakın. Sade bana bakın,” diyor. Selnur Aysever: “Asırların sabrıyla yaşadım değişimi/Haliç kıyılarından bakın yedi tepeme/Göreceksiniz zaman beni korudu/Sizden tek isteğim de bu” Biz İstanbullular şehrimize ihanet ettik. Koruyamadık. Değil mi? Gündüz Vassaf: İhanetten söz edebilmek için önce kuvvetli bir aşk; güçlü, vefalı bağlılık olması gerekir. Sanki İstanbul’la aşk ilişkisine girmiştik de ihanet ettik. Hayır, ihanet bile edemedik. Çılgınca tüketiyoruz İstanbul’u. Dağlardan, bayırlardan kopup ekmek pe-
Selnur Aysever: İnsanın kendini en akıllı yaratık sandığını ve bunun için de başka canlılara hükmetmeye çalıştığını söylemişsiniz. İnsanlık tarihi, doğayla mücadele tarihi değil midir? Gündüz Vassaf: İki ayak üstünde yürümeye başladığımızda, zayıflığımızın bilincinde ve edilgenliğinde, doğaya taparcasına adak veriyorduk. Su, ağaç, gökyüzünden öte avımız da kutsaldı. Tarımla birlikte, yerleşik yaşam alanlarımızı genişlettikçe doğayı işgal etmeye başladık. Yönünü değiştirdik; suyu zapt ettik. Hayvanları zincire vurduk; ehlileştirdik. Şairlerimizin “trumm trak tiki tak tak makinalaşmak istiyorum” coşkusuyla sanayii devriminden sonra da, hepimizin katkısıyla geldiğimiz yer malum. Doğanın katli. Lakin, türler tarihi açısından bakarsak bütün bunlar 80 bin yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde oldu. Farkındalık mücadelenin yarısı. Küresel ısınma felaketini başka türlerle birlikte atlatabilirsek, doğayla ilişkimizde yeni bir ahlak anlayışı geliştirebilirsek yolumuz açık. Bu mealde Türkler mesela, otonom Rus devleti Hakasya Türkleri’nin şaman yaşam ve değerlerinden ilham alabilir. Oysa Batı’nın vahşi kapitalizmine odaklı sermaye hizmetinde Ankara kafası onlara örnek olacağımız aymazlığında. Tanrı Türkleri Türkiye’deki Türklerden korusun. Selnur Aysever: Doğa karşısında insanın zavallı ve biçare olduğunu düşünürüm. Siz ne dersiniz? Gündüz Vassaf: Evet! Haddimizi bilmezliğimizde unuttuk biçareliğimizi. Gezegenin sonu, dünyaya bırakın çarpmayı, her an teğet geçebilecek bir gök taşına bağlı. Dünyayı yönetme sarhoşluğunda sermaye de biçareliğinin farkında değil. Paranın değeri varsa, biz o kâğıt parçasına güvendiğimiz için. İçmekten vazgeçtik desek, Coca Cola şirketi bir günde çöker. Selnur Aysever: Balıkların aslında avlanmadıklarını kendisini tutturduğunu söylerken “yığınlar” geldi aklıma. Neden bilerek kandırırız kendimizi? Gündüz Vassaf: Boş laflarla bile okşanıp tav olmak kolay. Savaşların gönüllü kurban ve katilleriyiz. Düşünün, evlatlarının sırtını sıvazlayarak, sana sütümü
Haddimizi bilmezliğimizde unuttuk biçareliğimizi. Gezegenin sonu, dünyaya bırakın çarpmayı, her an teğet geçebilecek bir gök taşına bağlı. Dünyayı yönetme sarhoşluğunda sermaye de biçareliğinin farkında değil. Paranın değeri varsa, biz o kâğıt parçasına güvendiğimiz için. İçmekten vazgeçtik desek, Coca Cola şirketi bir günde çöker. şinde geldiğimiz şehre düşmanca davranıyoruz. Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’nın simgesi olduğu için yeni başkent Ankara’nın sırtını çevirmesiyle kendi haline terk edilen İstanbul, 12 Eylül’den bu yana iktidarların temsil ettiği neo liberal ekonominin vahşi kapitalizmiyle birlikte dünyanın sıradan ikinci sınıf şehirlerinden birine dönüştürülmekte. Bizler ise, Avrupa, Amerika gibi bizim de AVM’lerimiz var diye, aşağılık komplekslerimizin telafisinde, için için gururlanıyoruz tokikondu ve site yaşantımızla. Selnur Aysever: Balıkçı meyhaneleri ile yazarlar arasında özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Boğaz içili balıklar ne der bu duruma? Gündüz Vassaf: Yazarlar, özellikle roman yazarları, seyyar satıcılar gibi. Kitaplarına malzeme toplamak için onun bunun arasına karışır, sohbet eder, dertlerini dinler, onlardan yanaymış gibi gözükür, onların başlarından geçenleri sülük gibi emer. Balıkçı meyhanesi ile yazar ilişkisi böyle bir şey. Amacını ettikten sonra bir daha uğramaz yanlarına, unutur gider. “Mostari, Bir Köprü Bekçisi’nin Günlüğü”nü yazalı iki yıl geçti. Hâlâ dönüp kendi elimle kitabımı teslim edemedim Mostarlı dostlarıma. Umarım bu yaz.
helal etmem diyerek onları öldürmeye ve ölmeye yollayan anneleri. Şehit olacağım, bana cennetin kapılarını açacaklar, devrim yolunda arkamdan ağıtlar yakılacak diyenleri. Özünde iyi niyetli olan insanı kandırmak zor değil. Sorun hırsı ve gücü esas kılan toplumsal ahlaksızlığımızda. Küresel Gezi çıkarsız bir düzenin yolunun habercisi. Selnur Aysever: Türk mutfağında (Osmanlı’da da) balık yer tutmaz. Bunu tarihimize bakarak neye bağlarsınız? Gündüz Vassaf: Boğaziçi balıkları asırlardır Rumların, Ermenilerin dillerine alışık. Balıkçılar onlar, pişiren onlar, yiyen onlar. Türklerin et kültürü Osmanlı’yla birlikte Boğaziçi’yle tanıştığından sonra en büyük değişiklik balık adlarının “millileştimesiyle” oldu. İşte, lüfari lüfer, barbuni barbunya, kefali kefal. İstanbul kartpostalımızın romantik balıkçıları günümüzün balık türlerini katleden trolcüleri, gırgırcıları. Selnur Aysever: “Herkes birbirine benzemeye zorlandığından kimse ‘Kim hain?’ diye sormuyor, soramıyor artık,” derken genel anlamda ihanete bürünmüş bir toplumdan söz edebilir miyiz?
Gündüz Vassaf: Özellikle totaliter toplumlarda, son kertede liderin gözünde millet hain olur. Egosuyla şiştikçe şişen, megalomanisinin paranoyasında hain sayıklayan lider, başında yeller esen tepelerde yalnızlaştıkça, onu zamanında baş tacı edenlere, beni hak etmiyorlar diye bakar. Eskisi gibi, geçmişten, dışarıdan düşman ithal etmez, halkına düşman gözüyle bakmaya başlar. Onları ihanetle suçlar. Yakın tarihimizde buna en iyi örnek, savaşı kaybedeceğini anlayınca, ders alsınlar diye, Almanlara nefret kusan Hitler. Ama, liderlerin peşinde, onlarla bir yerlere varmanın oportunizminde, evrensel ilkelere ihanet edenlerin de, “biz”lerden oluştuğunu unutmamalı. Bir de tüketim topluluğu çılgınlığımızda gezegenimize ihanetimizi. Selnur Aysever: “Tanrılarıyla birlikte akılları da bir karış havada olan insanlar” için tarihin ne kadar önemi olabilir? Gündüz Vassaf: Tarih denilen, günümüz değerler ve ideolojilerine göre biçilen olaylara aitliğimizde, başkalarını ötekileştiriyoruz. Tarihe türümüzün destanları diye bakacağımıza, hele ulus devlet tarihleriyle, ister yerin dibine batıralım, ister inanalım, o denli bütünleşiyoruz ki, gözümüz kendimizden başkasını görmüyor. Hiç olmazsa komşularımızın ulus devlet masallarını okuyalım. Belki aynada kendimizi görürüz. Selnur Aysever: Tarihine alık alık bakan insanlar yaşananları temizleyebilecek mi? Gündüz Vassaf: Tarihin rolünü abartıyoruz. Türkiye’nin pop yıldızı tarihçileri, tarihi romanlar, saatlerce süren televizyon tarih programları, kendimize düşkünlüğümüzün, bilinçli ve bilinçaltı milliyetçiliğimizin ifadesi. Geçmişten ders almaksa en büyük palavra. Kim almış ki? Küresel Gezi gençliği tarihsizliği sayesinde evrensel değerleriyle geleceğe ışık tutuyor. Selnur Aysever: “İstanbul’da Kedi”yi yazdığınız zaman “Boğaziçi’nde Balık”ın hazırlığında olduğunuzu söylemişsiniz daha önceki röportajlarınızdan birinde. Hem sonraki kitabınızı merak ediyorum hem de acaba bu kez neyin hazırlığındaydınız demek istiyorum. Gündüz Vassaf: Eylül’de “Nazım Destanı.” Daha çok çocuklara yönelik Nazım Hikmet’in yaşamı.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
KISA KISA Hınzır Kız Mario Vargas Llosa, Can Yayınları Yazarın “aşka dair ilk romanım” dediği “Hınzır Kız”, 1950’lerin Lima’sında alevlenip Avrupa’nın farklı kentlerine uzanan bir sevdanın öyküsü. Bu imkânsız aşkın arka planı 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyayı şekillendiren tarihi ve toplumsal dönüm noktaları.
Mass Effect İntikam Drew Karpyshyn, Akılçelen Kitaplar Bilgisayar oyunu Mass Effect’in başyazarı ve New York Times’ın çok satanlar listelerinin gediklisi olarak anılan yazar nefes kesen bir maceraya davet ediyor okurunu. Hikâye, insanlığın yıldızlara ulaştığı ve uzaylılardan oluşan galaktik topluluk içinde yerini aldığı bir çağda geçiyor.
Edebiyat Nasıl Okunur Terry Eagleton, İletişim Yayınları Edebiyat eleştirisinin temel çerçevesinin çizildiği bu kitap, eserleri iyi, kötü ya da vasat olarak tasnif etmeye yarayacak ayrımları tek tek inceliyor. Eagleton, Tolstoy’dan Nabokov’a, Hamlet’ten Harry Potter’a geniş bir skala üzerinde oynatıyor kalemini.
Kapitokrasi Anıl Çeçen, Tarihçi Kitabevi “Sermaye Egemenliği” anlamına gelen kapitokrasi kavramını irdeleyen Çeçen, demokrasi rejiminin güç sahipleri tarafından nasıl yozlaştırıldığını tartışıyor. Yazar, demokrasi adı altında yaşanan sistemin gerçekte bir kapitokrası rejimi olduğunu vurguluyor.
Dün, Bugün, Yarın-Bütün Hayatım Sophia Loren, Kırmızı Kedi Yayınevi İtalyan sinemasının efsane yıldızı Sophia Loren bu anı kitabında, savaşın yakıp yıktığı Napoli’de geçen çocukluğunu, sinemanın altın çağını, unutulmaz filmlerinin bilinmeyenlerini anlatıyor. Dönemin ünlü sanatçılarıyla anılar Loren’in hayat hikâyesini daha da renklendiriyor.
Muhtelif Evhamlar Kitabı Ömür İklim Demir, YKY Kalbini yalnızlıkla terbiye eden insanların arasında, is bağlamış sokaklarda gezen, birbirini ıskalayan hayatların içinden geçen öyküler anlatıyor Demir. Kitabı okurken burnunuza naftalin kokusları geliyor. Ayrıntıları kullanmayı seven yazarın dilindeki yetkinlik dikkat çekiyor.
Kurucunun Kızı Amy Engel, Yabancı Yayınları Nükleer savaş sonrası ABD. O güçlü devletten eser kalmamış. Geriye kalan küçük bir grup… Bu distopik ortamda gelişen olaylar insanın tüylerini ürpertiyor. Politik entrikalar ve ihanet kitabın ana izleği. Karmaşık ilişkiler ağı içinde tanıştığınız güçlü karakterler akılda kalıcı.
Tanıdık Bir Şarkı MELİSA CEREN HASMADEN
K
atalan edebiyatından söz edince zihnimde sadece beyaz bir sayfa beliriyor. Ne yazar-şair adları ne de bir yapıttan söz edebiliyorum. Sanırım Türkiyedeki pek çok okurun da durumu benimle aynıdır. Neden mi? Çünkü Katalancanın kendi küllerinden doğumu henüz çok taze. İspanya’da, 1936-1939 yılları arasında yaşanan ve tarihin en kanlı içsavaşlarından biri olarak bilinen İspanya İçsavaşı’nın galibi milliyetçiler olunca, Katalanca da dahil olmak üzere İspanyolca dışındaki tüm dillerin konuşulması yasaklanmıştı. Hatta bu dilde üretilen metinler imha edilmişti. Bu durum, içsavaşın muzaffer(!) generali Franco’nun ölümüne kadar sürdü. 1983 yılında çıkarılan normalleşme yasasıyla Katalanca ve diğer azınlık dilleri nihayet zincirlerinden kurtuldu. En azından İspanya için durum böyle. Ancak Katalancanın konuşulduğu Fransa, tek dil-tek millet-tek devlet nakaratını benimsediğinden Katalancayı uzun süreler yasaklı diller listesinde tuttu. Bu dilde eğitim alamaz, kendinizi resmi kurumlarda ifade edemez ya da savunamazsınız. İspanya’daki yasağın kaldırılmasının ardında bu dilde önce şiir, sonra diğer edebiyat türlerinde metinler üretilmeye başlandı. Ancak Katalan yazarların bizim memlekette yayıncıların dikkatini çekip çevirilerin yayınlanması bu zamanlara kısmet oldu. Elbette bunda Katalancadan çeviri yapabilecek çevirmen bulma güçlüğünün de payı olsa gerek. Katalan edebiyatının yaşayan en önemli isimlerinden Maria Barbal ile Türkiye okuru da tanışma olanağı buldu nihayet. Soyka Yayınları, yazarın 1985 yılında kaleme aldığı “Gölgeli Şarkı” adlı kısa novellasını Pınar Savaş’ın İspanyolcadan (evet, Katalancadan değil, ama buna da şükür diyelim, en azından İngilizceden değil) yaptığı çeviriyle yayınladı. “Gölgeli Şarkı” Conxa’nın yaşamının bir izdüşümü. Conxa taşralı, yoksul bir ailenin kızıdır. Çocuğu olmayan teyzesinin yanına ev ve toprak işlerine yardımcı olması, hayvanlarla ilgilenmesi için gönderilir. Böylece zaten yoksul ve bol çocuklu asıl ailesinin sofrasından bir tabak eksilecektir. Conxa kendi deyimiyle “yumuşak ve sağduyulu” bir karaktere sahiptir. Neredeyse çocuk sayılacak yaşta, daha on üçünde ailesinin evinden gönderildiğinde bunu metanetle karşılar. Teyzesinin yeni evinde ne evin kızı gibi ne de hizmetçisi gibi, tam olarak durduğu yeri hiç bilemeden, hep bir çekingenlik içinde yaşar. Tarlaları sürer, ekin toplar, giysileri yamar, su taşır, hayvanları otlağa çıkarır… Köy yaşantısı içinde bir kadın ne yaparsa o da onların hepsini büyük bir uysallıkla yerine getirir. Hayat yerinde saymaz elbette; Conxa tüm bu işlerin üstesinden gelirken bir yandan da büyür, genç bir kadın olur. Artık erkeklerin ilgisini çekiyordur. Ve sonunda bir erkek de onun ilgisini çekmeyi başarır: Jaume. Jaume ile evlenmeleri pek kolay olmaz. Zira o ücretli çalışan bir işçidir. Ailesinin toprakları en büyük erkek kardeşine kalacaktır. Oysa bu, taşra için neredeyse sefalet demektir. Yine de Conxa, Jaume ile evlenme ısrarından vazgeçmez ve genç çift evlendikten sonra Conxa’nın teyzesinin evinde yaşamaya devam eder. Evlilik
melisahasmaden@gmail.com Conxa’nın hayatında çok az şey değiştirmiştir. Yine aynı evin işlerini görmekte, aynı hayvanları gütmekte ve aynı ocakta çorba kaynatmaktadır. Ancak şimdi yanında sevdiği kocası ve peş peşe gelen çocukları vardır. İspanya’da siyasi gerilim yavaş yavaş tırmanmaktadır. Haberlerle, kutuplaşmanın etkileri köye kadar sokulur. Ancak bunlara kulak tıkar Conxa. Zira onun hayatında yankıları olmayan, soyut şeylerdir söylenenler. Zamanla kocasının da taraf olmaya başladığında hissettiği şeyse bariz bir huzursuzluktur. Çocuklar büyür, işler ağırlaşır, teyzesi yaşlanır ve Conxa artık olgun bir kadındır. Yavaş yavaş ayak sesleri duyulan içsavaş patlak verdiğinde artık yaşananlar Conxa’nın hayatının dışında değildir. Kocası tutuklanır, nerede olduğunu ya da başına ne geldiğini bilmezler. Franco karşıtlarının yakınları askerler tarafından götürülmektedir. Bu kervana Conxa ve çocukları da katılır. Conxa tüm yaşananlar karşısında idareyi en büyük kızına devreder ve sessizliğe çekilir. Ne çocuklarına kol kanat gerecek gücü ne de isyan edecek dirayeti vardır. Serbest kaldıklarında kocasının öldüğünü öğrenir. Sanki mutluluk sonsuza dek elini çekmiştir Conxa’nın üstünden. Günlük yaşayışını sürdürür. Çocuklar büyür, evlenir, Conxa’nın torunları olur. Artık Conxa yaşlı bir kadındır. En küçük çocuğu ve geliniyle birlikte yine aynı evde yaşamaktadır. Ama gençler toprağı sürüp hayvanları gütmektense şehirde maaşlı bir işi tercih eder. Oğlu Barcelona’ya göçmeye karar verdiğinde hiç itiraz etmeden onlara katılır. Yaşamı boyunca hiçbir şeye itiraz etmeyen, hep yumuşak başlı, hep anlayışlı, hep sessiz, hep kabullenen Conxa… Taşralı bir kadının pek de maceralı olmayan yaşamının ölümden dönen bir dilde anlatılan kısacık özeti. Oysa bugün bizim için ne kadar da tanıdık bir hikâye. Şehirde doğup büyümüş, kırsala dair bilgisi ve ilgisi “orada bir köy var uzakta”dan öteye geçmeyen, köyü sahillerde tatil kaçamakları yapılan “otantik” beldelerden ibaret sananlar için bile… Maria Barbal Barcelona’da yaşıyormuş. Kitabın Türkçe yayıncısının verdiği bilgiye göre İspanya kırsalına da yabancı değil, çocukluğunun bir bölümü oralarda geçmiş. Barbal hem kente hem taşraya dair gözlemlerini, metne ustalıkla yedirerek çok sahici bir atmosfer yaratmış. “Gölgeli Şarkı” mesafeli, sade ve dingin anlatımı sayesinde okurda çok büyük duygusal dalgalanmalara yol açmadan sessiz, sakin akan bir dere gibi ilerliyor. Koskoca bir yaşamı yüzlerce sayfada didik didik etmektense kısacık bir novellada belki de sadece söylenmeye değer olanları, yaşam öyküsünün en akılda kalan yanlarını okutuyor bize. Her şey Conxa’nın anılarında, hafızasında kaldığı kadar var. Yazarın bildiği, bilebileceği ayrıntılar, sorabileceği sorular ve arayabileceği yanıtlar metne sızmamış. Böylece “Gölgeli Şarkı” tamamıyla Conxa’ya ait olabilmiş. “Gölgeli Şarkı”, Maria Barbal, Çev.: Pınar Savaş, 92 s., Soyka Yayınları, Nisan 2015
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Sanatçının Büyüme Romanı YANKI ENKİ
B
laise Pascal’ın “Daha kısa bir mektup yazacaktım ama vaktim yoktu” cümlesi tarihe geçmiş özlü sözlerden biridir. Bu cümlenin, Jaume Cabré’nin 830 sayfalık romanı “İtiraf Ediyorum”un finalinde de karşımıza çıkması bir tesadüf değil; çünkü bu metin aynı zamanda bir mektup, bir hatırat, belki de bir vasiyetname. Kahramanımız ve anlatıcımız Adrià’nın yaşam öyküsünü okuduğumuz “İtiraf Ediyorum” birçok açıdan kalabalık bir roman. Öncelikle sayısız karakter ve mekân yer alıyor. Hatta romanın sonunda bir karakter listesi bile var. Olaylar, sadece günümüze yakın bir zamanda değil, bazen ortaçağda, bazen Nazi rejimi sırasında geçiyor. İçerikteki bu kalabalığı, romanın dili ve üslubundaki karmaşık yapı da destekliyor. Bazen birinci ağızdan, bazen üçüncü ağızdan okuyoruz Adrià’nın öyküsünü. Yer yer şimdiki zamanda kalıyoruz, ama bir anda geçmişe dönebiliyoruz. Yazarın bu tercihi edebiyatta, özellikle de postmodern kurgularda sık sık karşılaştığımız bir tutum, ama biz okurlar için işi zorlaştıran ve metne her zamankinden daha da dikkatle odaklanmamızı talep eden durum, bu dilsel gelgitlerin bölümden bölüme değil, neredeyse aynı cümle içinde gerçekleşmesi. Kısacası, bir paragraf “ben” diye başlayıp “o” diye bitebiliyor ya da 20. yüzyılda başlayan bir cümle ortaçağda sona erebiliyor. Peki nasıl oluyor da 20. yüzyılda geçen bir yaşam öyküsü, zaman ve mekânda sürekli yolculuk yapıyor? Aslında bu sorunun cevabı, kitaba adını veren “itiraf”ın da kilit noktası. Kahramanımız Adrià, tüm roman boyunca bir kemanın yolculuğunu anlatıyor bize; hatta babasının da ona müjdelediği gibi “gördüğün her şey onun hikâyesi”. Bu gizemli kemanın tarih boyunca, kahramanımızın hayatına girene kadar yaptığı yolculuk, romanın zaman, mekân ve olay anlamındaki kalabalıklığının en önemli sebebi. “İtiraf Ediyorum” bir sanatçının büyüme öyküsünü anlatıyor. Ancak yazar, büyüme romanlarında gördüğümüz örnekler gibi entelektüel bir gencin trajik öyküsünü anlatıp bir türlü ortaya koyamadığı sanatını yüceltmektense, kahramanın mutsuz aile yaşamına, hüzünlü aşk öyküsüne ve en yakın arkadaşıyla olan ilişkisine odaklanmayı tercih ediyor. Kısacası bir kemanın gizeminin peşinde zamanda sıçrayarak ilerlerken, Adrià’nın şimdiki zamandaki sabit değişkenleri olan babası, annesi, aşkı Sara ve arkadaşı Bernat aracılığıyla neyin “itiraf”ını okuduğumuzu çözmeye çalışıyoruz. Aile, bu öyküde önemli bir yer kaplıyor, ama mutsuz bir aile bu. Kahramanımızın hayat boyu peşini bırakmayacak en büyük derdi de suçluluk duygusu. Adrià, babasının ölümünden kendini sorumlu tutarken, annesi öldüğünde ağlayamadığı için kusuru hep kendisinde arıyor. Tabii bir de mutlu sona ulaşamayan bir aşk öyküsü bekliyor bizi. Bu roman, eğer bir mektupsa, Adrià tarafından sevgilisi Sara’ya yazılmış uzun, kaotik, bazen ironik, ama sonuçta trajik bir mektup. Yine de şunu belirtmek gerekir ki “İtiraf Ediyorum” bir âşığın kaleminden çıkmış bir mektup olsa da, kesinlikle bir aşk mektubu değil.
yankienki@gmail.com Romanın dili ve üslubuyla ilgili az önce bahsettiğimiz alışılmadık ve zorlayıcı yanlara rağmen, eserin kısa cümlelerle ilerlemesi, tasvire çok fazla kaymaması, bol diyaloğa yer vermesi gibi diğer özellikler oldukça hacimli görünen bu romanın ağırlığını hafifletiyor. Klasik dediğimiz eserler, sadece bireysel bir öykü anlatmaz, aynı zamanda bize birtakım toplumsal ve kültürel manalar dünyası gösterir; ölüm, Tanrı, aşk, din, iyilik, kötülük, suç, masumiyet, kimlik, hayatın anlamı gibi uzayıp gidecek bir kavramlar silsilesinin belli başlı halkalarını yeniden düşünmeye, tartışmaya çağırır. Bir kitabı okumadan önceki halimiz ile okuduktan sonraki halimiz farklıysa, o eserin kütüphanemizdeki yeri ayrı olur. Bu, büyük romanların satır aralarında bizim de hayatımızın gizli olduğunu gösterir. Bizim için bir klasik olan eseri okuduktan yıllar sonra olayları, yan karakterleri, detayları unutabiliriz, ama yazarın derdini, eserin meselesini unutmayız. Bize sorduğu sorular aklımızda yer etmiştir. Jaume Cabré’nin “İtiraf Ediyorum” romanının dil ve üslup kullanımı, olay örgüsü, kahraman yaratma bağlamlarında bir klasik olmaya göz kırptığını söyleyebiliriz, ama yine de büyüme öyküleriyle ön plana çıkan klasik eserlere kıyasla, bireysel hikâyenin, keman simgesi eşliğinde anlatılan toplumsal öykünün biraz önünde olduğunu söyleyebiliriz. Roman, içerdiği kalabalık karakter ve mekânlarla ve Avrupa tarihine yaptığı göndermelerle zaman zaman Umberto Eco’nun “Prag Mezarlığı”nı, yer yer de Thomas Mann’ın “Doktor Faustus”unu hatırlatıyor. Diğer yandan büyüme öyküleriyle hatırladığımız ve sanatçı romanı olarak tanımladığımız Thomas Hardy’nin “Adsız Sansız Bir Jude” ya da James Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” gibi klasikleriyle aynı derinliği paylaşmıyor. Belki de Jaume Cabré’nin meselesi, halihazırda diliyle kaotik olan bu romanda karakterlerinin de derinliklerine inip boğulmak değil, konusunu zaman ve mekânda yaymak, böylece hep güncel kalmayı başarmak olabilir. “İtiraf Ediyorum” klasik bir romanın bazı özelliklerini barındırsa da, sayesinde bir toplumun resmini çıkarabileceğimiz bir kahraman yaratmaktan ziyade bireysel bir öyküyü anlatmaya daha çok ağırlık veriyor. Müziğin önemli bir rol oynadığı romanda edebiyat, yazmak, yaratmak gibi meseleler de ön plana çıkıyor. Bunu görmek için başroldeki üç karaktere bakmak da yeterli elbette: Kahramanımız bir yazar, onun sevgilisi bir çizer ve en yakın arkadaşı da yazar olmak isteyen bir müzisyen. Bu romanı diğer sanatçı romanlarıyla bir arada anmamızın sebebi de burada yatıyor. Sanatın veya hayatın anlamının derinlerine çok inmeyen, fakat dilindeki kaosla dikkatli bir okuma isteyen bu roman, belki de bu ilişkiyi şu cümleyle çözüyor: “Sanatın düzeniyle kaostan sağ çıkmaya çalışırız.” “İtiraf Ediyorum”, Jaume Cabré, Çev: Suna Kılıç, 830 s., Alef Yayınevi, 2015
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
Yazarın Öyküdeki Parmağı UFUK AYDIN Erendiz Atasü’nün son dönem öykülerini derlediği “Kızıl Kale” Can Yayınları’ndan çıktı. Kitağ üç ana bölümden oluşuyor ve bu bölümlerin ortak noktaları yok denecek kadar az. Yine de yaşlılık, eril olanın baskısı, geçmişe özlem gibi kimi kesişme noktaları dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır. Toplumsal olaylara, yaşanan değişimlere kadının durduğu yerden bakmayı yeğleyen Atasü, gerek öykülerindeki karakterlerle gerekse de kadın bedeniyle barışık üslubuyla yeni şeyler okuyor olmanın hazzını yaşatıyor kitapseverlere. “Kızıl Kale” öyküsünün de yer aldığı “Eski Zaman Masalları” adlı ilk bölüm üç hikâyeden oluşuyor. Her ne kadar sadece eski zamanlara ait şeyler okuyacağımızı düşünsek de yanıldığımızı anlamamız uzun sürmüyor. Geçmişi ve şimdiyi iç içe yaşıyoruz. Bir kabileye –uysalgiller– rastlıyoruz. Örneğin bir ovaya –yok ovasına–, çadırla, atlara “ilkel” olana dair ne varsa ona. Sonra beklenmedik bir şekilde jokeyler dahil oluyor akışa; bankalar, faizler, bonolar… Garipsemiyor değiliz bu durumu; ne ki alışmışızdır bir ayağın ham çarık, kıl çorapta; diğerinin uzay çağında olmasına. Bir kısımdaki öykülerin daha çok toplumsal sorunlara odaklandığını, bilhassa kadınları anlattığını söylemek yanlış olmaz. “Uysalkadın”dan “arsızkadın”a geçişin ne de kolay –ufacık bir itirazla örneğin– olduğunu fantastik bir üslupla anlatmış Atasü. İkinci ve üçüncü bölümlerdeki dokuz öyküde toplumsal olandan çok kişisel olan işleniyor. Geçmiş ile şimdinin çelişkisini bu sefer bireyler üzerinden yaşıyoruz. Kentin kişiliksiz soğukluğunu, Kundera’nın “varlığın unutuluşu” ve Marx’ın “yabancılaşma” dediği şeyin açtığı onulmaz yaraları, kentsel dönüşümü okuyoruz. Atasü bu öykülerinde iyi olmak ile kötü olmak arasındaki mesafenin ne de kolay aşılabildiğini gösteriyor. “İnsan bu, ondan her şeyi bekleyin” demek istiyor. Kendi deyimiyle “tam merkezine yıldırım isabet etmiş bir kubbe gibi ikiye ayrılan yaşamlar” konu ediliyor burada. “Roman sanatı işaret parmağını cebine sokalı çok oldu,” diyor Hasan Ali Toptaş. Aynı durumun öykü için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Atasü de işaret parmağını görünmez kıldığı oranda başarılı olmuş. İkinci ve üçüncü bölümlerdeki öyküleri bu anlamda daha kusursuz duruyor. İlk bölümdeki hikâyelerde mesaj kaygısı ön plana çıkmış. Sonraki öykülerde bu sorunun aşıldığını söyleyebiliriz. “Yavaş Bir İntihar” öyküsünü kitabın zirvesi sayabiliriz. Erkeklerin rüzgârı sırtlarında, kadınların ise göğüslerinde hissetmeyi sevdikleri bilinir. Öykülerdeki karakterler de bu gerçeğe paralel bir düzleme oturuyorlar. Erkeklerin acıya karşı ne kadar dayanıksız olduğunun sıkça altını çizmiş Atasü. Rüzgâr tersine döndüğü anda ona sırtlarını çeviren kahramanlar oldukça görünür. Eril olanın acıya refleksi genelde kaçıştır; oysa kadın acıya karşı her zaman daha diri ve direngendir. Kaçmaz; onu yaşamayı, anlamlı kılmayı yeğler. “Yavaş Bir İntihar” öyküsündeki muhasebeci kızın sırf piyanist kocasının şefkati devam etsin diye iyileşmeyi reddetmesi bu duruma küçük bir örnek sadece. Sonuç olarak Atasü’nün çizdiği dünya düpedüz şaşırtıcı bir biçimde gerçek olsa da yoğun bir umutsuzluk içeriyor. Siyaha yakın bir grilikte kaleme alınması daha akıcı ve okunur kılsa da kitap, güzelliğe dair her şeyi öncesiz ve sonrasız yitirdiğimiz hissine yol açabiliyor. Şehrin insanda yarattığı anlamsızlık duygusu koyu bir şekilde işlenmiş. Yine de bu karamsar tabloda kitabı bitirdikten sonra umutsuzluğa kapılacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İçinizden dönüp “ey yaşam, bizi öldürsen de güveneceğiz sana,” diye bağırmak geliyor ve Füruğ yeşitiyor imdadınıza: “Kuş ölür, sen uçmayı hatırla.” “Kızıl Kale”, Erendiz Atasü, 198 s. Can Yayınları, 2015
Hikâyelerin Romanı HALİL TÜRKDEN
T
okyo tarihinde gördüğü en şiddetli fırtınalardan birinin etkisi altında, şehir tamamen kar örtüsüne bürünmüş. Dünyanın her yerinde uçaklar sarsıla sarsıla ilerlerken, haliyle Tokyo’ya da hiçbir uçak iniş yapamıyor. Tam da o gece bir 747, taşıdığı 323 yolcuyu mecburi olarak bir şehrin soğuk bir havaalanına bırakmak zorunda kalır. Nevi şahsına münhasır 323 kişi, türlü sıkıntı ve kaygılarla gergin bir bekleyişin ortasındadırlar. On beş yıllık evliliği boyunca karısından bir gece bile ayrı kalmamış bir adam, yarın çok önemli bir toplantısı olan bir yolcu, kalan birkaç günlük tatilini de havaalanında geçirmek istemeyen bir kadın, kocası havaalanında bekleyen bir balayı yolcusu… On üç kişi haricindeki herkese zor da olsa geceyi geçirmeleri için otel odaları bulunur. Geriye kalan bu talihsiz on üç kişi arasında, o soğuk karanlıkta titreyen sessizliği delen biri çıkar: “Arkadaşlar, birbirimizi böyle sessiz sessiz oturacak kadar tanımıyoruz diye düşünüyorum. Ancak birbirini iyi tanıyan insanlar böyle oturur. Birbirimizi görmezden gelmeyelim. Sizce de öyle değil mi? Naçizane bir öneride bulunmak isterim –kabul edip etmemek size kalmış– ama aklıma şu geldi: Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?” Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta’nın “Tokyo Uçuşu İptal” adlı romanı havalimanında mahsur kalan on üç yolcunun bütün gece boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerle kurgulanmış. Kitap, Geoffrey Chaucer’in “Canterbury Hikâyeleri” ve Bocaccio’nun “Decameron”uyla kurgusal bir benzerlik gösteriyor. İngilizcenin yazılı ilk eserlerinden biri olan “Canterbury Hikâyeleri”, hac için yola koyulan insanların vakit geçirmek için birbirlerine anlattıkları hikâyelerden oluşan, “bir çerçeve öykü içinde öyküler dizisi” biçiminde kurgulanmıştı. Bir diğer deyişle, herkes bir şeyler anlatıyordu ve anlatılan her hikâye dönemin topoğrafyasını çıkarıyordu. Dasgupta, “Tokyo Uçuşu İptal”de tarihin kendisi kadar eski olan hikâye anlatma geleneğine selam ediyor. Dasgupta’nın Türkçedeki ilk eseri olan “Solo” adlı romanında, 100 yaşındaki münzevi bir Bulgar olan Ulrich’in hayata ve dünyaya nasıl baktığını, bir asırlık ömrün perde arkasında duran savaşlar, kapitalizm ve komünizm arasındaki geçişler, her alanda vücut bulan devrimler ışığında okumuştuk. Dünyanın değişimine tanıklık eden bu adamın hikâyesinde, yazarın gerçekçiliği, araştırmacılığı ve hayal ögelerini becerikli kullanışı öne çıkmıştı. Dünyanın unuttuğu ama dünyayı unutmayan bu yaşlı adamı, hikâyeleriyle tanımıştık. Rana Dasgupta’yı da öyle… “Tokyo Uçuşu İptal” kitabında da aynı mahareti görmek mümkün. İyi bir gözlem ve hayal gücünün yanı sıra dünyanın ve dünya kentlerinin gerçekliklerini güçlü bir dil ve tasvirle aktarıyor Dasgupta. Ayakları yere basan, aşırıya kaçmayan ve anlattığı masal ve hikâyelere önce kendisini inandırmış bir gözlemci, doyumsuz bir hikâye anlatıcısı var karşımızda. “Tokyo Uçuşu İptal” ustalıkla işlenmiş bir dile sahip. Anlatmanın önemine bu kadar kafayı takmış bir yazarın ilk ustalaşacağı yönlerinden biri de dil olur elbet-
halilturkden@gmail.com te. Gelecekte ne olacağını hatırlamanızı isteyen bir yazar Rana Dasgupta. Gerçekten, zaten geçmiş kayda geçmemiş miydi? Hatırlanacak ne var ki gelecekten başka? Anlatılanlar, birbirine insana ilişkin gerçeküstü olaylarla ve dünyanın rotasını belirleyen ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmelerle bağlanıyor. Daha doğrusu, Dasgupta’nın hikâyelerini servis ettiği tepsi, okura bunu hissettiriyor; ve pek tabii bir de insan hikâyelerindeki göze sokulmayan sadık ilişkiyi. Hindistan’dan Almanya’ya, ABD’ye, Nijerya’ya, Japonya’ya, Polonya’ya, İstanbul’a ve nihayetinde Buenos Aires’e, Arjantin’e uzanan hikâyelerle gece devam ediyor. Sabah olup uçuş için hazırlıklar yapıldığında geceyi o havaalanında geçiren herkesin anlatacak en az bir hikâyesi vardır. Çünkü hikâye anlatılmadıkça var olamaz. Kitaptaki hikâyeler dizisi “Terzi” ile başlıyor, muhtemelen Arabistan ya da Hindistan’da bir ülkede… Onu izleyense daha modern bir zamanın masalı olan “Hafızanın Editörü”. Mekân bu kez Londra. İnsanlar kitlesel olarak hatıralarını unuturlarsa ne olur ki? Dasgupta, kitap boyunca hem hikâyelerdeki karakterleriyle hem de havaalanındaki anlatıcıların kimlik ve tavırlarıyla, okurun bellek ve küreselleşme üzerine düşünmesini sağlıyor. Yolcuların mahsur kaldığı havaalanının neresi olduğundan söz etmiyor. Küresel köprülerden oluşan yaşantılarımızda mekânın bir önemi kaldı mı sanki? Yazar, penaltı atışını bekleyen kalecinin gözüne ayna tutar gibi yansıtıyor, küçülen dünyalarımızın göz kamaştıran gerçeğini. 2014 yılında Le Monde gazetesi tarafından, “dünyanın geleceğini etkileyecek” 70 kişilik listede yer alan Dasgupta, insanlara modern zaman masalları anlatıyor ve bu masallara mutlu sonların, nefis hayallerin ve sistemin sıradan karakterlerinin etki etmesine izin vermiyor. İnsanın başa çıkamadığı göz kamaştırıcı gerçekleri kara mizahi dili, eksiksiz bir paranoya evreni ve büyülü gerçekçiliğiyle aktarıyor. Bugün, binaların ve eşitsizliğin giderek büyüdüğü, bilgi akışının sınır tanımadığı, iletişim teknolojilerinin giderek küçülttüğü dünyaya, McLuhan’ın “küresel köyüne” geldik yerleştik. Peki, her gün küçülen dünyayı avuç içimizdeki cihazlara kadar sığdırabiliyorken, henüz bu dünyayı anlama olgunluğuna erişemediysek? Sahi, fil fareden neden korkardı? Dünyayı kavrama olgunluğundan yoksun olduğumuz için mi bunca korku? Anlayamadığından korkan ve kendisine benzemeyenden nefret eden insanın gidişatına dur deme zamanı geçmiyor mu? “Tokyo Uçuşu İptal”i bitirdiğinizde, yaşama ilişkin gerçeklere başka bir bakış açısı getirmek isteyebilirsiniz. Tokyo uçuşu iptal olan ve ıssız bir havaalanının bekleme salonunda on üç öyküye başını dayayan bu yolcular yeni bir anlam yolculuğuna çıktılar. Bir gün geriye dönüp baktıklarında, hayatlarındaki başlangıcı o on üç hikâyenin anlatıldığı gece olarak görebilecekler. Çünkü her iyi şey, insanın yanındakine bir hikâye anlatmasıyla başlamıştır. “Tokyo Uçuşu İptal”, Rana Dasgupta, Çev: Deniz Keskin, 416 s., Metis Yayınları, 2015
Ağustos 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
KISA KISA
Yalom’un Terapi Koltuğu SARPHAN UZUNOĞLU
“N
ietzsche Ağladığında”nın yazarı olarak tanıdık Irvin D. Yalom’u. O romanında kâh Freud’u Niet zsche’nin “terapi koltuğunda” kâh Nietzsche’yi Freud’un koltuğunda görmüştük. İki entelektüelin felsefe ve psikoloji arasında salınan diyalogları okurun önünde ister istemez çok sayıda kapıyı açıyordu. Pegasus Yayınları, Yalom’un yeni kitabı “Günübirlik Hayatlar”ı Türkçeye kazandırdı. Irvin D. Yalom, “Nietzsche Ağladığında” isimli kitabı dışındaki eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de psikoterapi seanslarını ve onunla görüşenlerin hikâyelerini merkez alıyor. Son yıllarda politika dahil her alanda bir temsil sunmak için kurgu ya yarı-kurgu diyebileceğimiz formlarda yayınlanan psikoterapi kitapları sayıca arttı. “Kişisel gelişim” furyasıyla kıyaslandığında bu kitaplara özellikle de bir bilimin iktidar alanında yazılmış olmaları vesilesiyle daha çok kulak vermekte fayda var. “Günübirlik Hayatlar” Stephen Gross’un “Examined Life” kitabıyla benzer bir kategoride değerlendirilebilir. Terapinin ne olduğunu merak eden ve başkalarının terapi tecrübelerinde kendini arayanlar ve hatta terapi ihtiyacı duyup da bunu karşılayacak maddi gücü olmayanlar için de kitap bir teselli armağanı gibi. Bu biraz da Wikipedia’da bir hastalığın özelliklerine bakıp “bende kesin bu var” demeye benziyor; ama kitabı okurken bunun kaçınılmaz olduğunu anlıyorsunuz. Yalom’un danışanlarıyla yaşadığı tecrübeleri “gerçek birer psikoterapi hikâyesi” olarak sunması elbette etik anlamda sorgulanabilir. Öte yandan, bu görüşmelerin Yalom’un “kendi hikâyesi” içinde hatırı sayılır bir yer ettiğini ve hatta yazarı yansıttığını, bu kitabın özel bir seçki olduğunu görüyoruz. Terapideki iktidar ilişkisinin nasıl tersine dönebileceğini gözleme fırsatımız oluyor. Irvin Yalom’ın bütün kitaplarında bu tersine dönüş bir şekilde vurgulanır. Freud ile Nietzsche arasındakine benzer bir koltuk değişimi, öteki kitaplarda da görülür. Kim terapist, kim danışan ve bu alışverişte alan kim, veren kim gibi sorular okurun aklına takılır. Yazar soru işaretinin çengelini bilinçli olarak atıverir aslında zihnimize. Peki Yalom’un terapi koltuğuna oturttuğu insanlar kimler ve onları bir kitaba girecek kadar değerli kılan ne? Örneğin devlet üniversitesinde kütüphaneci olarak çalışan 84 yaşındaki Paul… Paul “yazamamak” sorunuyla baş edemediği için kısıtlı parasıyla “pahalı” bir terapist olan Yalom’un karşısına çıkıyor. Yalom için en önemli soru görüşmecinin onun koltuğuna neden oturduğunu bulmak. Yazamamak sorunundan muzdarip olan ve Nietzsche’yle ilgili tezi onu yirmili yaşlarından seksenli yaşlarına dek yazma konusunda bir girdaba sokan Paul’le seansları, okuru terapinin tekinsiz alanına ilişkin düşündürüyor. Terapi “anlatmak” kadar anlaşılmakla da ilgili. Danışanın terapistten en büyük beklentisi ise kendini bulmasını sağlaması. Belki de bunu terapinin alanından uzakta bir yerde yapması. Yani terapinin yöntemi ile terapistin kimliği arasında bir seçim yapabiliyor danışan. Yalom’un muhtemelen de bilinçli olarak kitabın başına yerleştirdiği hikâye bir Nietzsche âşığının bir başka Ni-
sarphanuzunoglu@gmail.com etzsche araştırmacısına ulaşmak ve onun gözünden kendini tanımlamak adına yaptığı bir çeşit çılgınlığı anlatıyor. Kitap daha en başında terapistin kimliği ve yaptıklarının aslında terapi sürecinde ne kadar etken olduğunu söylüyor. Yalom öyle ya da böyle danışanlarıyla kurduğu iktidar ilişkisinin tadını çıkarıyor. Bu koltuğun sahibi olmaktan doğan ayrıcalık kitapta yer yer Yalom’un kendi kendiyle yaptığı bir terapinin zeminini oluşturuyor. Ama pek çok zaman da birine el uzatan kimse olarak (üstelik pahalı bir servisin nimeti bu) kendine dönük bir övgü olarak ortaya çıkıyor. Bunun örneklerinden biri de kendisine gelen teşekkür mektuplarını kullanması. Bu mektuplar terapistin “kazandığı savaş” sonrası danışanın topraklarında dalgalandırdığı bir bayrak. Kitabın ana teması ölüm korkusu denebilir. (Yalom’un ölüm konusuna odaklanan bir diğer kitabını da yeri gelmişken önerelim: “Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek”) Kanser hastası olan bir danışanın hikâyesi bu temanın göbeğine oturuyor. Hayatı ellerinden kayıp giden bu kanser hastasına hastalığın ileri aşamalarından birinde mutlu olmasını söyleyen hemşire, hasta öldüğünde cenazesine gidip Yalom’dan bir randevu talep ediyor. Hemşire duyduğu gizli öfkeyi, ölüm döşeğinde bile her şeye sahip olmasına bağlıyor. Bu durum belki de hasta-doktor ilişkilerinde taraflar arasında mukayesenin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Danışanların ölüm konusunda Yalom’a kendilerini açmadaki rahatlıkları dikkat çekici. Yalom’un seksen yaşında olmasının bunda bir payı var belki. Ölümle bedenen yüzleşmeye hazır gördükleri Yalom’un karşısında danışanlar kendilerini açmakta hiçbir sakınca bulmuyorlar. Yalom’un ölüme karşı gösterdiği şefkat ise ayrı bir anlam teşkil ediyor. Ölüm eşiğindeki ve artık kemoterapiyi de bırakmış bir danışanla yaptığı görüşme ise yayın sektöründe çalışanların özellikle ilgisini çekecek. Hayatı boyunca editörlükle yaşamını kazanmış ve ölmeden önce uzun bir seyahate çıkmak isteyen; ama terapiye de ihtiyaç duyan danışanın terapilerin ücretine ilişkin sorusu Yalom’un yaptığı işi sorgulamasına neden oluyor. Yalom hastasının eleştirisi üzerine fena halde pahalı bir şey olan psikoterapideki kazancından ödün veriyor ve hastasıyla arasında karşılıklı mektuplaşmaya dayalı bir ödeşme formülü buluyor. Bir zanaat değiştokuşu olarak psikoterapi insanın aklına da pek yatan bir şey değil. Kitapta karşımıza çıkan bir başka detay ise Metis’ten “Yaratma Cesareti”, OkuyanUs’tan “Kendini Arayan İnsan” ve “Güç ve Masumiyet” kitaplarının yazarı psikoterapist Rollo May’in de Yalom’un terapisti olması. Bu kadar tanınmış iki yazarın birbirleriyle terapi üstünden kurdukları ilişki okurun hayalgücü için oldukça güzel bir materyal sunuyor. “Günübirlik Hayatlar”, Irvin D. Yalom, Çev: Elif Okan Gezmiş, 208 s., Pegasus Yayınları, 2015
Ayın İki Yüzü Manuela Salvi, On8 Yayınları Âşık olmak ne demektir? Mide ağrıları mı, doyurulmaz arzular mı? İtalya’nın genç ruhlu kalemi Manuela Salvi, mafya ve suç dünyasının içine çekiyor okuru. Bu dünyada aşkın yaşanabilirliğini sorguluyor. Biri ayın karanlığına, öteki aydınlığına ait iki insanın aşkını anlatıyor.
Gizemli Anahtar Andrew Clements, Günışığı Kitaplığı Aile içi iletişim üzerine bir gençlik romanı olan “Gizemli Anahtar”, görünenin ardındakini keşfetmeye davet ediyor okuru. Çevremizdekileri sosyal konumları yerine insani nitelikleriyle değerlendirmenin önemini vurgulayan yazarın pek çok ödülün de sahibi olduğunu belirtelim.
Neredesin Janinka? David Cirici, Final Kültür Sanat Yayınları İnsanların başlattığı korkunç bir savaşın ortasında altüst olan hayatını yeniden kurmak için mücadele eden Yosun adında sevimli ve akıllı bir köpeğin öyküsü… Sahibinin kokusunun peşine düşen Yosun’un hikâyesi yalnızca gençlere değil, yetişkinlere de esin verecek nitelikte.
İskelet Anahtarın Sırrı Penny Warner, 1001 Çiçek Kitaplar Tuhaf komşu İskelet Adam ve onun sırlarla dolu evinde kahramanlarımızın merakını çeken şekillerin sırrı ne? Çözülmeyi bekleyen şifrelerle dolu bu kitap, zekânızı sınamanız için sizi çağırıyor. Eğer işin içinden çıkamayacak olursanız, ipuçları ve yanıtlar kitabın arkasında.
Komik Bilmeceler Antolojisi Adnan Ersan, Arkadaş Yayınevi Yaz tatilinde, okulda, evde, arkadaşlarınızı ve hatta anne babanızı köşeye sıkıştırabileceğiniz birbirinden zor bilmeceler bu kitapta toplanmış. Bu eğlenceli ve komik bilmeceler çocukların muhakeme gücünü de geliştirmek için birebir.
Osman Hamdi Bey’den Picasso’ya Süreyya Evren, Pan Yayıncılık Sanatla tanışmanın ilk adımı olabilecek bir kitap bu. İçinde birbirinden güzel etkinliklerin de yer aldığı kitap, çocuklara dünyanın en büyük ve önemli sanatçıları hakkında da bilgiler veriyor. Bunu da son derece eğlenceli bir dille gerçekleştiriyor.
Zaman Makinesi ile Renkli Bir Gezinti Süreyya Evren-Bilge Örer, YKY 90’dan fazla sanatçı, heyecan verici Ulus lararası yeni kuşak sanatçılar, 100 kadar sanat eseri, sanat kavramlarına yakınlaştıran mini sözlük, güncel sanat tarihine damgasını vurmuş isimler ve onlarca etkinlik. Kitap, çocuklar için İstanbul bienallerinden bir seçme sunuyor.
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2015
GÜNDÜZ VASSAF:
“Yerellikten Dünyalı Olamadık”
EMRE KONGAR Ömer Seyfettin’e Göre İttihatçılar
Söyleşi: SELNUR AYSEVER “Boğaziçi’nde Balık”, Gündüz Vassaf’ın yeni kitabı. Roman, deneme, şiir, öykü ve benzeri tanımlamayı bilerek yapmak istemedim. Çünkü “Boğaziçi’nde Balık”, okur nasıl okumak isterse öyle okunacak bir kitap. İçinde şiir de var, öykü de, tarih de, deneme de… Kimi yerinde güldüğüm kimi yerinde düşündüğüm daha çok da hayıflandığım bir kitap. Benim için balık artık sadece balık olamaz. Neden? Çünkü balığın Antik Yunan’dan başlayan tarihi hakkında fikrim var. Keza bir balığın neden kurban olarak adanmadığı hakkında da… Bitmedi! Uçmakdere balıklarını, palamut ve lüferin nasıl palamut ve lüfer olduğunu da biliyorum artık. Yazarın, katılmadığım düşünceleri olsa da, Cumhuriyet tarihine balık gözüyle bakmayı da tecrübe ettim diyebilirim. Küreselleşelim derken nasıl bayağılaştığımızı da okudum bu kitapta, balık gözüyle insanı da… Mehmet Güleryüz’den Ali Arif Ersen’e, Balkan Naci İslimyeli’den Komet’e birçok önemli ressamın da resimleriyle kitaba ruh kattığını söylemek gerek. Selnur Aysever: Kitabın başında sizi anlatan bilgilendirme yazısından çeşitli işlerde çalıştığınızı öğreniyoruz. Akıl hastanesi gardiyanlığından spikerliğe uzanan bir hayatla yazarlık nasıl kesişti? Yaşamınız yazdıklarınızı ne kadar besledi? Gündüz Vassaf: Ben de birçok kişi gibi birkaç “yazarlık” dönemi yaşadım. İlkinde, kelimelerin gücüyle tanıştım. İlk okulda âşık olduğum B…’ye yazdığım şiirleri, çengelli iğneyle iç çamaşırlarıma iliştirdiğimi hatırlıyorum. O ana kadar kelimelerim coğrafya, yurttaşlık bilgisi vs. imtihanlarında verdiğim, doğru-yanlış diye okunacak cevaplardı. Şiir, başkalarının beklentisinin, yargılamasının dışında, kelimelerimin aracılığıyla yaşadığım ilk özgürlük alanımdı. Unutmadığım bir diğer “yazarlık serüvenim” ergenlik çağımda psikoloji kitapları da okumaya başladığım yıllarda, her sabah uyandığımda rüyalarımı yazarak, günün somutluğundan, gerçeklerinden, tasvirlerinden çıkıp kelimelerle uçmak alışkanlığı yerine, rüyalardan yola çıkıp tasvirleriyle yeryüzüne inmekti. Küçük bir çantada sakladığım rüya defterlerim seyahatte kayboldu. Yazmayı bıraktım. Öğrenciyken kısa bir dönem gazetecilik yaptım, basın dilinde yazılar yazdım. Üniversite hocalığıyla birlikte bilimsel denilen makale yazarlığı başladı. Başladı ama akademik dille bağdaşamadım. Freud, Jung ve benzerlerinin yazılarında karşılaştıklarım insan değil insan betimlemeleriydi. Buz gibi, klinik, laboratuvar kurbağasını anlatır gibiydiler. Akademik makalelerimle, “Sen Adam Olamazsın: Zeka Testlerinin Toplumsal İşlevi” gibi başlıklarla meslektaşlarımı kışkırtan yazarlık yolculuğum başladı. 12 Eylül’den sonra Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa edince de yazmakla baş başa kaldım. Selnur Aysever: Neden ilk zekâ testini geliştirdiğinize pişman oldunuz? Gündüz Vassaf: Akademisyen çömezliğimde, Türkiye’nin de başka birçok ülke gibi, psikiyatrinin “delilik” tanımları dahil, Amerika’dan ithal ettiği zekâ ölçütlerinden, kendi testlerimizi
geliştirerek bağımsızlaşabileceğimizin aymazlığındaydım. Beş yılım çocuklar için böyle bir testi hazırlayarak geçti. Bu tür testlerin amacı çocuğun yeteneklerini daha iyi tanımak olmalı ki ona yönelik eğitim olabilsin. Yani eğitimde amaç “Mehmet’e matematik öğretmek” olmalı, “Matematiği Mehmet’e öğretmek” değil. Bir baktım tez hocamın isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığına kopyasını sunduğum testim Ankara’da özel okullarda giriş testi olarak kullanılmaya başlanmış. Kendilerine test hocası diyen şarlatanlara parça parça dağıtılmış, onlar da çocuklarını bu sınavlara hazırlayarak umut piyasasından para toplamaya başlamışlar. Selnur Aysever: Yaşamınıza bakınca sivil toplum kuruluşlarının bizim ülkemizdeki durumu hakkında düşüncelerinizi bilmek istedim. Evrensel ölçütlere göre nerede duruyoruz? Gündüz Vassaf: Yerellikten dünyalı olamadık. Bak bana ne yapılıyor, benim dünyam karartılıyor, bencilliğindeyiz. Herkes kendi aitliğinin hapishanesinde. İstiklal Caddesi protestoları aitlikler resmi geçidi. Son seçimlerde küresel ısınmayı ele alan herhangi bir parti, siyasi lider gene çıkmadı. Nükleer enerji? Aymazlığın sessizliği. Gündemini belirleyemediğimiz günlük politika çerçevesinde taraflaştırılırken, düzenin geleceğimizi belirleyen kurum ve uygulamalarının gönüllü kulluğunu benimsiyor, hatta uyum sağlamanın bencilliğinde birbirimizle yarışıyoruz. İşte YÖK. Hocalar, sonucu cumhurbaşkanının belirleyeceği rektörlük, dekanlık yarışında. Ne akademik özgürlük var ne üniversite özerkliği. Bin bir konuda ahkâm kesenler, imza toplayanlar, kariyerist endişelerle kendi kurumları konusunda sessiz. Çifte standartlarıyla, kendilerine güvenen öğrencilerini aldatmakta. Dünyanın en baskıcı üniversite sistemlerinden biri Türkiye’de. Gençlere hitap ettikleri popülizminde siyasi liderler YÖK konusunda da suskun. Yeter ki bana oy versinler hesabında. (Devamı sayfa 11)
Milli edebiyat akımının öncüsü olan Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki Partisi hakkında ne düşünüyordu? Unutmayalım ki, Ömer Seyfettin ile İttihatçılar çağdaştır; birlikte yaşamış ve imparatorluğun çöküşüne birlikte tanıklık etmişlerdir. Bundan önceki yazılarımda Ömer Seyfettin’in iddialı bir “milli edebiyat” yanlısı olduğuna işaret etmiş ama eski tarzların da bir süre “milli edebiyat” akımıyla birlikte yaşayacağını düşündüğünü belirtmiştim. Şimdi işin biraz daha siyasal yanına bakmak istiyorum: Ömer Seyfettin, İttihatçıların nasıl bir siyasal ideoloji sahibi olduklarını düşünüyordu? Gerçekten “köktenmilliyetçi” yani “kökten Türkçü” bir tavırları var mıydı? Bu konuda, İttihatçıların iktidara geldiklerinde Osmanlı’yı kurtarmak için “İttihadı Anasır” yani “imparatorluğu oluşturan Müslim-Gayrimüslim bütün ögelerin birlikteliği” ideolojisini savunduklarını, Türk milliyetçiliğini savunan Ziya Gökalp’ın etkisinin ise başlangıçta çok az olduğunu yazmış biri olarak, onlarla aynı dönemde yaşamış iddialı bir edebiyatçının düşüncelerinin gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ömer Seyfettin aşağıdaki 20 Eylül 1919’da İfham gazetesinde yayınlanan “Nev Gençlik Fikri” adlı yazısında sadece İttihatçıların ideolojisini açıklamakla kalmıyor, Türkçülükle Turancılık arasındaki ayrıma da daha o zamandan işaret ederek, milliyetçilik tartışmalarına önemli bir katkı sağlıyor: “Bu muharebeden sonra meydan alan yanlış fikirlerden biri de Türkçülük, yani milliyetperverlikle İttihat ve Terakki arasında münasebet tasavvur etmektir. İttihat ve Terakki, bidayette Tanzimatçı idi. Bab-ı Âli’nin siyaset mirasını olduğu gibi almıştı. (Benim ‘İttihadı anasır’ adı ile belirttiğim ideoloji. E.K.) Sonra ‘İttihadı İslâm’ mevhumesine temayül gösterdi. Bunda, ta sukûtlarının arifesine kadar ısrar ettiler. En büyük mağlubiyetlerin acısını Sina çöllerinde tattık. En çok Türk oralarda öldü. Hakikî milliyetperverler Mısır seferinin falan tamamiyle aleyhinde idiler. Fakat, Enver idaresinin dehşeti altında her muhalif gibi ağızlarını açamadılar. Türkçülükle Turancılığı birbirine karıştırmamak icap eder. Turancılık bir idealdir. Siyasi hakikatla pek az teması vardır. Turan, bugünkü telâkkiye göre üzeri Türklerle meskûn olan yerlerin mecmuuna denir. Hududu tamamiyle bellidir… Bugünün en muktedir siyaset adamlarından bir zat ‘Tekin’ müstearıyla bu ideal vatanın yalnız hududunu değil, hatta en küçük coğrafî, iktisadî, tarihî tafsilâtını göstermiştir. (Munis Tekinalp adıni kullanan Moiz Kohen’i kastediyor. E.K.) On iki formalık hacimce küçük, fakat ilmî kıymetçepek büyük kitabının ismi ‘Turan’dır. Bu idealin menşeini içtimaiyatçı Ziya Gökalp’a atfetmek de fahiş bir hatadır. Turan idealini ortaya atan ‘Tekin’dir. Lâkin yalnız bir ideal diye, siyaset değil.” *** Aslında yukardaki satırlar bugünkü Türkiye’de bile çok tartışma yaratacak, bilinen ama üzerinde fazla durulmayan bazı gerçekleri ortaya koymaktadır: Türk milliyetçiliğinin kökenlerinin dayandığı “Turancılık”, bir Yahudi biliminsanı-düşünürün ideolojik modelidir… Ömer Seyfettin’e göre Ziya Gökalp bu akımı sonradan Türkçülük olarak benimsemiştir: “Türkçülüğe gelince, Ziya Gökalp bu harekete pek geç karışmıştır. On beş sene evvel Meşrutiyet arzusu bütün münevverlerin müşterek bir emeliydi…” (Ömer Seyfettin, Bütün eserleri 15. Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, ss.47-48) Sadece Turancılığı ve Türkçülüğü değil, Tanzimat ve Meşrutiyet’i de Ömer Seyfettin’in kaleminden okumak çok ilginç…