Remzi Kitap Gazetesi / Aralık 2015

Page 1

Mikroekonomi

“Suriye”

Bir Hayat Bir Hayata Değer

DR. MAHFİ EĞİLMEZ

FEHİM TAŞTEKİN

AHMET ALTAN

S

M

uriye’deki savaş ortamı, tüm dünyayı ve en çok da ülkemizi etkiliyor. Peki Suriye’de gerçekten neler oluyor? Fehmi Taştekin, son birkaç yılda yaşananları analiz etmemiz için önceki yıllara uzanmak gerektiğini söylüyor ve kitabında Suriye üzerine kapsamlı bilgiler veriyor. Suriye diye ortaya konulan resmi sorgulamamızı sağlıyor. Devamı sayfa 10

ahfi Eğilmez “Mikroekonomi”de üretim, tüketim, değer gibi temel kavramları gündelik gelişmelerle örneklendirerek açıklıyor. Yeni başlayanların kolaylıkla kavrayabileceği ve ilgililerin yeni şeyler öğreneceği bir kitap ortaya çıkaran. Eğilmez, ekonomi bilimini yaşamın bir parçası haline getiriyor. Devamı sayfa 7

R

E

M

Z

İ

K

İ

T

A

B

E

V

İ

A

hmet Altan, yeni kitabı “Bir Hayat Bir Hayata Değer”de aşka ilişkin düşüncelerini, tarihin ünlü isimlerinin aşk hikâyeleriyle harmanlayarak aktarıyor. Beethoven, Alexander Dumas, Auguste Rodin, Marie Antoinette ve daha birçok ismin aşk yaşamı “Bir Hayat Bir Hayata Değer” sizi bekliyor. Devamı sayfa 13

ARKA KAPAK KONUĞU Selçuk Altun

SAYI 120 - ARALIK 2015 - ÜCRETSİZDİR

YENİ ANNENİN ESKİ ZİNCİRLERİ S

on yıllarda yayıncılık alanında çocuk bakımı, ebeveynlik ve annelik kitaplarına ayrılan alan hatırı sayılır bir şekilde arttı. Bu kitapların büyük bir bölümü egemen ideolojiye hizmet edecek ve kadını yüzyıllar içinde elde ettiği kazanımlardan vazgeçerek ev alanına geri çekilmeye yönlendirecek nitelikteydi. Bunun yanı sıra hâkim annelik olgusuna eleştirel bir perspektiften yaklaşan çalışmalar da –çok satanlar raflarında ya da vitrinin en parlak köşesinde olmasa da– dikkat çekmeye başladı. İnternet blog sayfalarında annelik üzerine türlü yaklaşımlar geliştiren kadınlar sorularını ve açmazlarını daha da çok dile getirme-

Efsanevi Yerlerin Tarihi

ye başladı. Bu da gösteriyor ki annelik konusu daha çok su kaldırır. Ülkemizde ve dünya genelinde egemenlerin annelik alanına her geçen gün daha çok müdahil olduğu bir dönemde bu ayın dosya konusunu “annelik” üzerine yazılmış kitaplara ayırarak bu alandaki yayınların ve eğilimlerin eksiksiz bir resmini olmasa bile siluetini oluşturmaya çalıştık. Okumanın özgürleştirdiğine inanarak, yeni annelerin ayaklarına dolanan eski zincirleri kıracak cesareti bulabilmeleri dileğiyle. Devamı sayfa 8-9

6

UMBERTO ECO

Memleketi Ben Kurtaracağım!

6

GÜLSE BİRSEL

Sen Benim Hayatımsın FERZAN ÖZPETEK

İntihar Kulübü ROBERT LOUIS STEVENSON

Tom Sawyer’in Kitap Okuduğu Kulübe

10 12 14

FARUK DUMAN

Çocuk Edebiyatında Barış

3

7

15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Sefalet Mülkün Temelidir

Metruk Ev ve Halit Ziya’yı Anlamak

Yakup Kadri ve Kadro

SEMİH GÜMÜŞ “Ne Öğrendiysem O Büyük Yazarlardan Öğrendim” S

emih Gümüş’ün ilk romanı “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz” Can Yayınları’ndan çıktı. Kapak görselinin vaadettiği gibi bir yalnızlık ve doğaya dönüş romanıyla karşı karşıyayız. Elleriyle vücudunu ovuşturarak kendini canlandırmaya çalışan bir karakter Sinan. Roman, onun hapishanede işkenceyle yıpranan zihnini yazıyla, bedenini doğayla, kalbini aşkla tamir etme çabasını ele alıyor.

“Yıllardır eleştirmen, yayımcı olarak, dergiyle, atölye çalışmalarıyla edebiyat ortamının içindesiniz. Şimdi romanınızla yeni bir yönünüzü keşfediyoruz. Roman çıktıktan sonra size ‘eleştirmen olarak’, ‘yayımcı olarak’ şeklinde başlayan bir çok soru yöneltilmiştir sanıyorum. Bu, ilk romanını yayımlamış bir yazar olarak size ne hissettiriyor?”

soruyla karşılaştım. ‘Eleştirmenin romanı’ gibi başlıklar altında yaklaşanlar da oldu. Sanıyorum kendiliğinden öne çıkan bir refleksti bu. Belki de o güne dek eleştiri ve deneme yazılarıyla bilinen birisinin roman yazması alışılmamış bir durumdu. Ama bana kalırsa böyle yaklaşılması doğru değil. Her şeyden önce, ben kendimi hiçbir zaman bir eleştirmen olarak nitelemedim; yazarım, istediklerimi yazıyorum, öteden beri. “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz” bir yazarın yazdığı bir roman, bir romancının yazdığı gibi. Daha farklı değil. Romanı iki buçuk yıl boyunca yalnızca kendim olarak düşünüp yazdım, başka bir kimlikle değil. Belki en çok bir okur, iyi bir okur olarak. En önemlisi de bu değil mi? Ben hep yazmak istediğim kitabı bekleyerek okuyup çalıştım. ‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ sanırım gönlümde yatan aslana karşılık geliyor.”

“Haklısınız, ‘eleştirmen’ kimliğime atıf yapan pek çok

Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

“Siyah Safra”nın İlk Sayısı Çıktı “Siyah Safra” dergisinin ilk sayısı yayımlandı. Siyah Safra, “Aylık Melankolik Şeyler” sloganıyla yola koyuldu. “Siyah Safra”ya; ister fanzin, ister dergi, gazete, kâğıt parçası ya da ne istiyorsanız onu diyebilirsiniz. “Siyah Safra”; her ay düzenli olarak çıkacak olan, online ve basılı şekilde de ücretsiz olarak

ulaşabileceğiniz bir “şey”. İlk sayıda “ölüm” temasının ele alındığı derginin Aralık sayısında “yalnızlık” teması işlenecek. Dergi yetkilileri “Baştan anlaşalım” diyor ve şöyle devam ediyor: “Hiçbirimizin milyonlarca takipçisi yok. O beklentiyle sayfaları çevirmeyin lakin popüler kültür dediğimiz sistemde milyonlarca okunan birçok kişiden daha samimi daha içten olduğumuzu tüm kalbimizle söyleyebiliriz.” Dergiye www.siyahsafra.com üzerinden ulaşabilirsiniz.

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Kitaplar Minicik Oldu Yaratıcı baskı formatları açısından farklılıklara alışkın olmayan yayıncılık sektöründe, son yılların belki de en etkili tartışması “Basılı kitap mı, e-kitap mı?” başlığını taşıyordu. Kitap kokusunu sevenlerle teknoloji çağına doğanları karşı karşıya getiren bu başlığa eklenebilecek üçüncü seçenek Can Yayınları’ndan geldi: Minikitap. Can Yayınları tarafından format hakları satın alınan Minikitap, basılı kitapları e-kitap kadar kolay okunur ve taşınır hale getiren bir konsepte sahip: Kitaplar, Avrupa’nın 150 yıllık matbaası Jongbloed BV tarafından Hollanda’da, bu baskılar için özel üretilen Indoprint kâğıdı ile uluslararası patentli Minikitap formatında basılıp ciltleniyor. Mürekkep, sayfa ve cilt tekniği, bu küçücük kitabı mucizevi bir buluşmayla rahat okunur kılıyor. Sayfa inceliği ustalıkla ayarlanan Minikitap, binlerce sayfalık bir kitabı bile cepte taşıyabilmeye olanak sağlıyor. Üstelik yazı karakterlerinin boyutları sıradan bir kitapla aynı büyüklükte ve tüm kitapları “tam metin” okumak mümkün.

“Bağlaç” Dergisi Kapandı “Bağlaç” dergisi yayın hayatına son verdi. Eylül 2013’te hazırlıklarına başlanan derginin ilk sayısı Ocak 2014’te yayınlanmıştı. İki aylık periyodla yayımlanan dergi, 10 sayı düzenli olarak okurla buluştu. Bu sayılarda Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Tevfik Fikret gibi çok bilinen kalemlerin yanında şair-yazarressam ve müzisyen Ertuğrul Oğuz Fırat da yer aldı.

elif.sahin@gmail.com

Çocuk edebiyatı, tiyatro, edebiyatta direniş, Kıbrıs edebiyatı gibi zengin dosya konularıyla “Bağlaç”, edebiyat dünyamıza katkıda bulundu. Derginin genel yayın yönetmeni Hüseyin Ozan Uyumlu, yaptığı açıklamada derginin 11. ve 12. sayıları hazır olduğu halde yayınevinin iki ay boyunca Bağlaç’ı yayınlamadığını tüm girişimleri ve çabalarının sonuçsuz kaldığını belirtti.

mek mümkün: Kitap bağışlayarak, kütüphane ihtiyacı olan okulları bildirerek ve kitapların okullara bisikletle taşınmasına yardım ederek. Proje şimdilik İstanbul’da yapılacak ancak katılıma göre Türkiye’nin her yerinde devam etmesi planlanıyor. İletişim: www.bisikletlisahaf.com

28 Gazeteci ve Yazar Hapiste! Uluslararası PEN’in Dünya Hapisteki Yazarlar Günü ilan ettiği 15 Kasım’da, hapsedilen yazarlara kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yayıncılar Birliği ortak bir basın toplantısı düzenledi. Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celâl, Uluslararası PEN’in dikkat çektiği, Honduraslı Juan Carlos Argeñal Medina, Taylandlı Patiwat Saraiyaem ile Pornthip Munkong, Azerbaycanlı Khadija Ismayilova, Suudi Arabistanlı Raif Badawi ve Eritreli Amanuel Asrat’ın hapsedilme gerekçeleriyle ilgili bilgi verdi. Celâl, Türkiye’de de 28 gazeteci ve yazarın hapiste olduğunu, kimilerinin uzun süredir tutuklu veya hükümlü olduğunu, kimilerinin neyle suçlandıklarını hâlâ bilmediklerini söyledi. Gazeteci ve yazarların hapsedilmesinin çoğunlukla “gazeteci olmadıkları” iddiasıyla, “terörist”, “kaçakçı”, “casus” gibi suçlamalarla meşrulaştırılmaya çalışıldığını söyleyen Celâl, kendilerinin bu kişilerin mesleklerinden dolayı hapsedildiklerine inandıklarını belirtti. Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz ve PEN Türkiye Merkezi İkinci Başkanı Halil İbrahim Özcan da ifade özgürlüğü üzerinde baskının arttığına ve hukukun göstermelik bir hale geldiğine dikkat çekti.

Bisikletli Sahaf, Ekolojik “Resimli Türkçe Edebiyat Kütüphane… Takvimi 2016” Çıktı Rüzgar Alper Benli ve Filiz Gülez’den oluşan “Bisikletli Sahaf” ekibi bisikletle yaptığı sosyal sorumluluk projelerine bir yenisini daha ekledi ve “Ekolojik Kütühane” projesini başlattı. Bu projeyle kitaba ihtiyacı olan okullarda bağış yapılan kitaplarla bir kütüphane oluşturmak amaçlanıyor. Okullarda kurulan kütüphanelere de “Ekolojik Kütüphane” ismi verilecek; çünkü kitaplar okullara bisikletle taşınarak, gürültü yapmadan, fosil yakıt harcamadan, doğaya zarar vermeden ulaştırılacak. Kütüphanelerin kurulmasının ardından Bisikletli Sahaf’ın amacı ve Ekolojik Kütüphane’nin anlamı üzerine bir sunum yapılacak. Bisikletli Sahaf’ın kurucuları Rüzgar Alper Benli ve Filiz Gülez projenin amacının okullardaki kütüphane eksikliğini kendi yöntemleriyle kapatmak ve bisikletle yapılan bu tür girişimlerin sayısını artırmak olduğunu söylüyor. Ekolojik Kütüphane’nin bir diğer amacı da evde bir köşede duran kitapları ihtiyacı olan okullarda kütüphane kurarak değerlendirmek. Projeye üç şekilde destek ver-

İletişim Yayınları, geçen yıl ilk kez hazırladığı Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’ni bu yıl da 2016 Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi ile sürdürüyor. Edebiyat tarihinden seçme bilgilerle yepyeni öyküleri bir arada sunan takvim, bu kez daha fazla yazardan öyküleri okurun masasına taşıyor. 60’tan fazla yazarın katkısıyla hazırlanan takvime 11 farklı çizer çizgileriyle katkı sunuyor. Türkçe edebiyatın en seçkin isimleri bu takvimde hikâyelerini tefrika ediyor, okurun karşısına yepyeni öykülerle çıkıyorlar. Ayrıca farklı farklı kitaplardan seçilen alıntılar, edebiyatseverlerin okumadığı birçok eser hakkında fikir vererek “edebi keşifler” yapmasını sağlarken; çizerlerin öykülere eşlik eden illüstrasyonları, yaratılan tiplemeler, karikatürler ise okurların okuma zevkini artırıyor.

Remzi’de En Çok Satanlar (Kasım 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Tutsak Güneş 3 Gizli Aşklar 4 Sıfır Sayı 5 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 6 Küçük Prens 7 Kürk Mantolu Madonna 8 Saftirik Greg’in Günlüğü 9 Sen Benim Hayatımsın 10 Hayal Kahramanları Beyaz Zambaklar Ülkesinde Grigory Petrov, Araf Yayıncılık Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi Umberto Eco, Doğan Kitap

Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi

Sabahattin Ali, YKY

Jeff Kinney, Epsilon Yayıncılık

Ferzan Özpetek, Can Yayınları

Sunay Akın, İş Bankası Kültür Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Felsefenin Kısa Tarihi 3 Kadın 4 Başarıya Götüren Aile 5 Günübirlik Hayatlar 6 Akılsız Duyguların Cezasını Kararlar Çeker 7 Ted Gibi Konuş 8 Saraysız Başkan Jose Mujica 9 Bir Nefeste Dünya Tarihi 1 0 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Memleketi Ben Kurtaracağım! Gülse Birsel, Doğan Kitap

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Aralık 2015

Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık

Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Irvin Yalom, Pegasus Yayınları Acar Baltaş, Remzi Kitabevi

Carmine Gallo, Aganta Kitap

Andres Danza-Ernesto Tulbovitz, Tekin Yayınevi Emma Marriott, Maya Yayıncılık

Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Gizli Teşkilat Doris Lessing’i İzliyormuş! İngiliz gizli teşkilatı MI5’ın yirmi yıl boyunca Nobel Ödüllü yazar Doris Lessing’i izlediği ortaya çıktı. Komünistlere olan yakınlığı ve ırkçılık karşıtı söylemleri nedeniyle izlenen yazar, gençliğinden itibaren gözetlenmiş ve hakkında raporlar yazılmış.

Yeni ortaya çıkan raporlara göre Lessing, MI5’in dikkatini ilk olarak 1943 yılında Rodezyalı Sovyetler Birliği Dostları adlı bir sol gruba girince çekmiş. Lessing aynı zamanlarda, raporlara göre daha çok yabancıların tercih ettiği Güney Rodezya Salisbury solcu grubunun da lideri olmuş. MI5’a göre Doris Lessing özellikle ülkedeki siyahi Afrikalılara yapılan kötü muamelelere konusunda lafını hiç sakınmazmış. Kaynak: Lara Feigel, The Guardian, 13 Kasım 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Fransa’da Hikâye Makineleri

Fransa’nın Grenoble şehri sakinleri artık işten eve evden işe giderken kısa hikâyeler okuyabilecekler. Şehrin sekiz ayrı noktasına yerleştirilen hikâye makineleri, bir tuşa basmanızla size ücretsiz bir hikâye sunuyor. Yolunuzun uzunluğa göre hikâyelerin uzunluklarını da seçebiliyorsunuz. Short Édition adlı öykü yayıncısının başlattığı girişim yoğun ilgi görüyor. Daha ikinci haftasında olmasına rağmen şimdiden 10 bin öykü basılmış durumda. Hikâye makineleri şimdilik belediye binası, turizm ofisi ve kütüphanede bulunuyor. Bastıkları hikâyeler ise yayınevinin internet sitesindeki 60 bin hikâyeden okuyucuların seçtiği ilk 600’ünden oluşuyor. Birkaç senedir bu aletin üstünde çalıştıklarını söyleyen yayınevi, makinelerin sayısını artırma niyetinde olduklarını da ekledi. Kaynak: The Guardian, 13 Kasım 2015

En Değerli Kitap: “Muhteşem Gatsby” Yeni yayınlanan nadir kitaplar endeksine göre yirminci yüzyılın en değerli birinci baskı kitabı F. Scott Fitzgerald’ın jazz çağını anlattığı 1925 tarihli kitabı “Muhteşem Gatsby”. Londralı nadir kitaplar satıcısı Stanley Gibbons’ın açık arttırmaya çıkaracağı otuz kitap arasında aynı zamanda George Orwell’in “Hayvan Çiftliği”, James Joyce’un “Ulysses”i bulunuyor. Listedeki ikinci en değerli kitap ise J.R.R. Tolkien’in “Hobbit”i. Yayınlanan endekse göre “Muhteşem Gatsby”nin değeri 246.636 sterlinken, ikinci en pahalı kitap olan “Hobbit”in 65.420 sterline alıcı bulması bekleniyor. İlk ona giren diğer kitaplar ise, Ian Fleming’in “Royale Kumarhanesi”, Hemingway’in ilk kısa öykü seçkisi “In Our Time”, Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi”, TS Eliot’ın “Prufrock and Other Observations” kitabı, Evelyn Waugh’ın “Decline and Fall” romanı ve Ayn Rand’dan “Hayatın Kaynağı”. Kaynak: Jess Denham, The Independent, 12 Kasım 2015

Anne Frank Paylaşılamıyor Otto Frank kızının günlüklerini yayınladığında kitabın önsözüne, kitabın Anne Frank’in kendi sözlerinden oluştuğunu ve kimsenin kitaba müdahale etmediğini yazmıştı. Ancak günlüklerin Avrupa’daki telif hakkı süresinin dolmasıyla beraber İsveç’teki Anne Frank Günlükleri Vakfı, Anne Frank’in babası Otto Frank’i de kitabın yazarları arasına eklemeyi planladı. Anne Frank’in Bergen-Belsen toplama kampında ölmesinin üzerinde yetmiş yıl geçti. Babası Otto Frank ise 1980 yılında hayatını kaybetti. Yani eğer vakıf, baba Frank’i de yazarlar arasına katmayı başarabilirse 2050 yılına kadar kitabın teliflerini almaya devam edecek. Vakıf aslında Otto Frank tarafından, kitabın gelirlerinin toplanması ve çeşitli yardım kuruluşlarına dağıtılması için kurulmuş. Ancak bir süredir Hollanda’daki Anne Frank Evi’yle çatışma halindeler. Şimdi de bu çatışmalar Anne Frank’in babasının yazar kabul edilmesi konusunda alevlenmiş durumda ve görünen o ki bu konu yargıya taşınmak üzere. Kaynak: Doreen Carvajal, The New York Times, 13 Kasım 2015

Amazon Dükkân Açtı

Yirmi yıldır internet üzerinden kitap satışında fenomen olan Amazon, geçen ay ilk mağazasını Amerika’da açtı. Seattle’da açılan mağaza, Amazon’un internet sitesindekine benzer bir deneyim sunmayı amaçlıyor. Popülerliğine göre internet sitesinden seçilen kitapların altında, internette yapılan yorumlar ve aldığı puan yer alıyor, bu sayede de okurların Amazon’un internet sitesinde bulmaya alıştığı bilgilerin mağazada da sunulması hedefleniyor. Ayrıca, “gençlere hediye önerileri, 4,5 yıldız ve üstü” gibi detaylı bölümlendirmelerle okuyucuların aradıkları kitabı kolayca bulmaları sağlanıyor. Kitap fiyatlarının internet siteleriyle aynı olacağı belirtilirken, mağazada aynı zamanda Amazon’un e-kitap okuma tableti Kindle gibi elektronik eşyalar da incelenip denenebilecek. Kaynak: The Huffington Post, 06 Kasım 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Sefalet Mülkün Temelidir Tüyap Kitap Fuarı’nda 13 yaşında bir çocuğun başına gelenler hepimizin vicdanını sızlattı. Can Yayınları’nın standından kitap çaldığı zannıyla üstü aranan çocuğun rencide edilmesi yayın dünyasında tartışmalara yol açtı. Hatta Can Yayınları resmi bir açıklamayla özür de diledi. Çocuğun kitap çalmadığının ortaya çıkmasından dolayı, tepkilerin ağırlık merkezi 13 yaşındaki bir çocuğun haksız yere hırsızlıkla suçlanmış olmasıydı. Peki çocuk kitabı gerçekten çalmış olsaydı ne olurdu? Bu olaydan hareketle bazı yayınlar “kitap çalmak mübah mıdır?” diye özetlenebilecek bir tartışma açtılar. Soruşturmalara yanıt veren yazarlardan ve yayın sektörü içinden bazıları “Kitaplar çalınırsa bu sektör nasıl ayakta kalacak; yazarı, editörü, çevirmeni nasıl para kazanacak?” minvalinde açıklamalar yaptılar. Hatta biri, yazar Oruç Aruoba’ydı ki, şöyle diyordu: “Hırsızlık en eski suçlardan biri, bunun bahanesi yok” Bunu okuyunca bir soru sorma gereği duydum; hırsızlık ne kadar eski? Mesela ihtiyaç fazlasının, dolayısıyla artı değerin olmadığı çağlarda da hırsızlık var mıydı? Artı değer yoksa henüz mülkiyet kavramı oluşmamış demektir. Mülkiyet kavramı oluşmadıysa hırsızlık da oluşamaz. Öyleyse evet hırsızlık eski bir suç ama hemen hemen tüm suçların kaynağı bu mülkiyet belası değil mi?” Denilebilir ki, e ne yapalım canım ilkel çağlara geri dönecek halimiz yok ya, artık mülkiyet diye bir gerçeklik var ve başka birinin malını çalmak suç. Madem öyle, tarihsel kökleri bir yana bırakıp, mülkiyet kavramının kendisini konuşalım. “Kitabın mülkiyeti kime aittir?” sorusundan başlayabiliriz mesela. Yazara mı? Yayınevine mi? Yoksa sayfa sekreterine ya da editörüne mi? Diyelim ki kitabın sahibi yazar. Kitabın satışından elde edilen kârın ne kadarı yazarın cebine giriyor? Öyle ya eğer sahibi oysa kitap satışlarından kâr elde etmeli. Ama hepimiz biliyoruz ki yazar en iyi ihtimalle yüzde 15’lik bir telif alıyor kitabından. Şu durumda kitabın sahibi yayınevi mi? Yayıneviyse, kitabın üretiminde çalışan işçiler hak ettikleri karşılığı alıyor mu? “İnsanlar kitap çalarsa çevirmen, editör nasıl geçinecek!” diye veryansın eden arkadaşın sorusu, ne kadar iyi niyetli görünse de aslında sektörün emekçilerinin haklarını değil patronların kazancını dert edinmiş oluyor. Serbest piyasa ekonomisinin kendisi bir hırsızlık ekonomisi. Sırtını emek hırsızlığına yaslıyor. Bu tartışmanın gelip dayanacağı yer eninde sonunda “bilgiye ve sanata erişimin bir hak olup olmadığı”dır. Bu da bilginin ve sanatın nasıl bir iktidarın şemsiyesi altında üretildiğiyle doğrudan ilişkili. Kitap çalan çocuğu hırsız diye yargılayacaksak, sözgelimi parasız eğitimden de yana olmamamız gerekir. Parasız eğitimden yanaysak, birisini hırsızlıkla suçlamadan önce kitaba erişimin ücretsiz olarak sağlandığı araçların geliştirilmemesinden şikâyet etmeliyiz. Ama nedense bu tartışma sürecinde, parası olmayan insanların da kitap okuma imkânı edinmesi için kütüphane açılmaması, açılanların köhneliği kimse tarafından sorgulanmadı. Bilginin üretimi, kullanımı ve dolaşımı üzerine söylediğimiz her söz ideolojik bir yaklaşımı beraberinde getirir. Bilgiye erişimi ücretsiz olarak herkese açmamak, iktidarın bilginin kullanımını kendi tasarrufunda değerlendirmek istemesinden kaynaklanır. Her iktidar kendi ideolojisi doğrultusunda bilgiyi gerekli gördüğü kişilerin erişimine açar ya da kapar. Bugün serbest piyasa ekonomisinin iktidarını yaşadığımıza göre de, insanların kitaba özgürce ulaşmasının koşullarının yaratılmadığı bir ülkede kitap hırsızlığına veryansın etmek, bilginin tekelleşmesini savunmaktan başka bir kapıya çıkmaz. Acı olan, bilgiyi ve sanatı üreten kişilerin bunu bu denli içkinleştirmiş olması. Onlar adına üzücü olduğu kadar, onların üreteceği eserler konusunda da kaygı verici bir durum. Çünkü çalışma masasının arkasında asılı duran ticari sahiplik belgesinin yazıya gölgesi düşecektir ister istemez…


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

SEMİH GÜMÜŞ:

“Ne Öğrendiysem O Büyük Yazarlardan Öğrendim” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)

“Romanı yazma süreciniz boyunca eleştiri yazılarınızla bir hesaplaşma yaşadınız mı?” “Bunu hiç düşünmedim. Roman yüzünden hesaplaşmamı gerektiren yazılar da yazmadım sanırım. Daha doğrusu, özellikle son yıllarda anlatım sorunları üstüne çok kafa yoruyor, bulup düşündüklerimi de yazarak tartışıyordum. Romanı yazarken onları aklımdan hiç çıkarmadım. Benim için en önemli şey iyi okur olmaktır, iyi yazar olmak değil. İyi okurluk da az bulunuyor. Hem okunanlar iyi okunmuyor hem de pek çok önemli kitap ve yazar gözden kaçıyor. Onları arayıp bulmak gerekir. Yoksa nasıl ve niçin yazacağız? ‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’u yazarken kendime özgü bir anlatım biçimi ve dil kurmaya çalıştım elbette, anlatım sorunlarına kendimce getirmeye çalıştığım çözümlerin iyi bir örneğini yapabilmek için çok uğraştım.”

“‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ bir iyileşme romanı olarak okunabilir. Siz okurunuzdan bir dönüşüm bekliyor musunuz? Romanınızla okura ne şekilde etki etmek istersiniz?”

“‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ birkaç odak noktasına bağlanabilir. Bir iyileşme romanı olarak tanımlamayı düşünmemiştim ama bu da romana tam uyar. Bir kaçış ama kaçamama, bir yalnızlık, arayış ya da iyileşme romanı. Daha da çok, bir yalnızlık romanı. Sinan geçmişin üstüne büyük bir ağırlık çökerttiği travmalarından kurtulup kendini iyileştirmek için kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Başarıp başarmayacağı önemli. Neyse ki bu iyileşme sürecini hızlandıracak olan Mina ile karşılaşır ama… Ben romanı okuyanların Sinan’ı anlamalarını, Sinan ile Mina arasındaki güçlü aşkı hissedebilmelerini, doğayı içlerine çekebilmelerini, Sinan’ın yaşadığı insan acısını düşünmelerini isterim. Bunlara bakılarak okunursa çok sevinirim. Romanı oku-

yanlardan en çok duyduğum değerlendirme, hemen tümünün kendilerini romanın parçası olarak hisettiklerini, okurken dışında kalamayıp adeta anlatılanların içine girdiklerini söylemeleri. Bunu yapabildiysem, okuyanların okuduklarından etkilenmelerini sağlayabildiysem ne güzel. Belki bir süre sonra yeniden okuma ya da en azından orasını burasını açıp bazı bölümlerini karıştırma isteği uyandırabilirse roman, harika. Buna ulaşmak zor. Benim ikide bir elime alıp parça parça okuduğum, bütününü birçok kere okuduğum kitaplarım var. Bunu o yazarların bilmesini isterdim doğrusu.”

“Yazmak ve yazı üzerinden kendisiyle hesaplaşan bir karakter Sinan. Edebiyat ve yazma eylemi üzerine düşünen bir metin olması, sizin edebiyatla ilişkiniz ve roman açısından ne ifade ediyor?”

kendim de sürekli öğreniyorum. Çünkü anlatım sorunları başlıklar halinde sıralandıktan sonra öylesine çok ve öngörülemeyecek ince düğümler çıkarıyor ki önünüze, tümüne çözümler bulmak zorundasınız. Demek ki Sinan da bizim gibi bunları düşünüyor, roman yazdığı için dert ediyor.”

“Doğa adeta başlıca karakterlerden biri romanda, doğanın kendini sürekli çoğaltmasının karşısına insan kendini azaltışını koyuyorsunuz. Edebiyat insanın kendini çoğaltma biçimi mi sizce?”

“Edebiyatın ya da başka bir şeyin insanı çoğalttığı gibi sözler bana yapay geliyor. Erken zamanlardan beri hep buna düşmemeye çalıştım. İnsan sıradan bir hayvan, doğadaki öteki hayvanlardan pek farklı değil. Kendimizi farklı görmeyelim. İnsanı hayvanlardan ayı-

‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ birkaç odak noktasına bağlanabilir. Bir iyileşme romanı olarak tanımlamayı düşünmemiştim ama bu da romana tam uyar. Bir kaçış ama kaçamama, bir yalnızlık, arayış ya da iyileşme romanı. Daha da çok, bir yalnızlık romanı. “Yaratıcı yazının sorunları üstüne düşünmeye başlayınca, görüş alanımız yelpaze gibi açılmaya başlar. Bütün sorun o açıklığı kavrayabilmek ve renkleri ayırt edebilmek. Bunun her zaman yapılabildiğini görmüyoruz. Belki zor da oluyor. İyi ve nitelikli biçimde okumak için çok çaba göstermek gerekiyor. Yaratıcı yazarlık atölyesinde ya da dergi çevresinde yeni yazmaya başlayan sayısız insanla ilişki içinde oluyorum. Onlarla birlikte yaptığım çalışmalardaki en önemli derdim, yaratıcı yazının sorunları üstüne nitelikli biçimde düşünülmesini kışkırtmak, bunun için yardımcı ve yararlı olmak. Ben

ran herhangi bir fazlalık görmüyorum ben. İnsan bir ayıdan, attan değerli olabilir mi? HES’le suyumuzu kuruturken ormanları yok edecek, dolayısıyla havayı bozacak, canlıların kökünü kurutacak. İklim değişikliği hayatı adım adım yok ederken ülkeleri yönetenler bunun başlıca sorumlusu ama insanlar da doğaya karşı duyarsız. Biz ancak doğayla uyum içinde yaşamaya çalışabiliriz. Bunu becerebilirsek. Sinan’ın amacı da bu. O doğru düşünüyor. Ama öteki insanların doğaya karşı hoyratlığı yüzünden o da kendisini yenik hissediyor. Romanda doğayı anlatmak için anlatmadım. İstedim ki doğa,


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

onunla kurduğu ilişki içinde insanı anlatsın, aydınlatsın. Sinan hayata yenik düşecekse elbette doğaya da yenik düşecektir. Ama doğanın romanın başlıca kişilerinden biri olduğunu söylemenize sevindim. Gerçekten de öyle olmasını amaçladım. Bizde doğanın çok az yazıldığını hep düşündüğüm için, aynı zamanda kendimce bir doğa romanı da yazmak istedim.”

“Romanda anlatıcı hafifçe siliniyor ve sözü Sinan’a bırakıyor, böylece okur doğrudan karakterle başbaşa kalıyor. Bu geçişleri özellikle dikkat çekici buldum. Yazında anlatım sorunları üzerine düşünen ve yazan biri olarak bu konu hakkında ne söyleyebilirsiniz?”

“Bunu sormanıza da sevindim. Sanırım her yazar romanının özellikle bazı yanlarına bakılarak okunmasını bekler. Ben de romanın diline ve anlatım biçimine bakılarak okunmasını beklerim. Bugüne dek hemen bütün değerlendirmelerde romanın bu özelliklerine değinildiğini de gördüm. Romanın bir anlatıcısı var, üçüncü kişi konumunda. Anlatıcının hikâyeye müdahale etmemesi gerektiğini savunduğum için onu bulunduğu yerde tutmaya özen gösterdim. Bu arada birinci ve üçüncü kişi anlatımları ve bakış açıları arasındaki geçişleri doğru yapabilmek, kendime özgü bir anlatım biçimi kurabilmek de asıl sorunlarımdan oldu. Romanın kişilerinin, asıl olarak Sinan’ın, sonra da Mina’nın iç dünyaları var. Oralara sık sık girmek, onların iç dünyalarının anlatıcıya bırakılmadan kendilerince dışavurulmasını sağlamak gerekiyordu. Geleneksel biçimler burada yetersiz kalabilir. Bunun nasıl yapılacağı da yazarları her zaman sıkışıtıran bir sorundur. Bunları düşünmeden yazılamaz. Yani anlatım olanaklarını genişleten bir roman yazmak da istedim. Böylece kendim için de bir anlatım temeli ve dünyası kurma derdim oldu ki sonra yazacaklarımda kullanabileyim.”

“‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’un en güçlü yönlerinden biri de betimlemelerin canlılığı. Sinan’ın gözünden izlediğimiz roman dünyası tablodan ziyade oldukça hareketli bir film gibi canlanıyor okurun zihninde, bu bilinçli olarak yaptığınız bir şey mi?”

“Hem doğa betimlemelerinin hem Sinan ile Mina arasındaki ilişkilerin okuyanlarca da adeta yaşanmasını, dolayısıyla okuyanların anlatılanlardan etkilenmesini düşünerek yazmaya çalıştım. Bunu sağlamak elbette zor. Sonradan romanı okuyan, hatta roman üstüne yazan pek çok kişinin öyle hissettiklerini belirtmesi, benim ‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ ile ilgili olarak duyduğum en güzel, yani ben en çok mutlu eden yorumdur. Okuyanların adeta romanın içine girip anlatılanlarla birlikte sürüklendiklerinin söylenmesi. Bülent Usta’nın yazısında vardı: Anlatılanları okuyanların da gerçekten göreceklerini, parlayan güneşin okuyanların da gözlerini kamaştıracağını söylüyordu ki, bir yazar daha ne isteyebilir? Necip Tosun da okurken ‘okuyormuş’ duygusundan çok ‘görüyormuş’ duygusu uyandırdığını söylüyordu ki, o da çok güzeldi. Yani adeta romanın içinde yaşamak gibi okumak.”

dünyadan, derdim. Sonunda bir gün ne olursa olsun o zamanı zorlayarak ayırdım, her gün çalışarak iki buçuk yıl geçirdim ve ‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’ çıktı ortaya Demek ki zamanı şimdi gelmişti. Eleştiri ve deneme yazılarını sürdürüyorum ama roman onların önüne geçecek gibi. İkinciyi de ciddi ciddi yazmayı sürdürdüğüm için, geç kalmış sayılmaz, sorun yok yani.”

“‘İnsan başkalarının göremediği, anlatamadığı ayrıntıları keşfettikçe yazmalı,’ diyor Sinan romanda. Sizi yazmaya iten güç de bu mu?”

“Bu söz benim de edebiyat anlayışımın anahtarlarından biridir. Başkalarına da hep söylerim. Hermann Broch’un sözü sanki başucumda asılı durur: İnsanın o güne dek keşfedilmemiş yanını keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır, diyor o. Edebiyat ayrıntıların sanatıysa, yazarın o göze hemen görünmeyen ayrıntılara aklının pertavsızıyla bakması gerekir. Hem sonra iyi seçilmiş ayrıntılar olmadan olmaz, ayrıntılardır insanı insan eden, ona bireyliğini kazandıran.”

“Romanın hikâyesi ve diliyle 80’li yılların atmosferi hissediliyor. 80 sonrası edebiyatımızda karşılaştığımız işkence ve hapishane deneyiminin yansıdığı bireysel hesaplaşma romanlarını hatırlatıyor. Oysa günümüzde geçiyor. Okurda böyle bir his uyanmasının nedeni sizce nedir?”

“Bunun nedeni Sinan’ın 12 Eylül öncesinden gelip sonraki yıllara taşınan politik kimliği. Yıllar sonra, işkenceyle geçen ayları hatırlıyor. Bir bakıma bizim kuşağımızın yaşadıklarını yaşıyor Sinan. Onun için Sinan’ı bir parçam gibi hissediyorum ve roman yayımlandıktan sonra da önümde, yakını olduğum, iyi tanıdığım, yaşadığı travmaları iyi anladığım birisi gibi duruyor. Mina’yı da aklımdan çıkarmam olanaksız. Neredeyse kırk elli yıl öncesinden başlayarak yaşadıklarımız romanda yaşanan hayatları anlamak, dolayısıyla anlatmak için yeterliydi.”

“Yıllardır edebiyatın içindesiniz ama ilk kez kurmacayla çıktınız okurun karşısına. Sizce bu geç kalınmış bir adım mı? Bundan sonrasında güzergâhınız ne yönde olacak, öngörebiliyor musunuz?”

“Günümüz edebiyatının ve dolayısıyla okurunun toplumsal olayların içindeki bireyin hikâyesinden koptuğunun ve bu alışkanlığını yitirdiğini söyleyebilir miyiz?”

“Benim durumuma bakılırsa geç kalmışım gibi görünebilir. Bilmiyorum ama insanın hayatındaki önemli her şey hep bazı zamanları bekliyor. Ben eleştiri kitaplarımı yayımlamaya da geç başlamış sayılabilirim. Eleştiri en pahalı türdür, en çok zamanı gerektirdiği için. Ben de önce karar verdim, sonra da uzun bir okuma döneminden geçtikten sonra yazmaya başladım. Şimdi on yedi eleştiri ve deneme kitabından sonra ‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’a geldi sıra. Demek ki böyle olacaktı. Çok çalışmak zorunda kaldığım için yakınlarıma hep, yazmak istediğim kitabı yazamadan gideceğim bu

“Edebiyatın siyasal ve toplumsal hayata doğrudan müdahale edemeyeceğini ya da etmemesi gerektiğini biliyoruz, ben de kendimi bildim bileli bunu savunmuşumdur. Ama hem bu berbat toplumun parçası olarak, hem de siyasal iktidarların rezil ettiği bu ülkede yaşıyoruz. Yazarın dünya görüşü, kişisel duyarlığı yazdıklarına kendiliğinden sızar. Doğrusu ben de son yıllarda gitgide daha çok, okuduğum romanların insanın hikâyesine ilişkin dişe dokunur, etkileyen, iz bırakan, acı yanları anlatmasını da bekliyorum. Bazen, acaba yaşım ilerledikçe daha çok mu böyle düşünüyorum, diye de soruyorum

kendime ama arıyorum işte. Aradığım siyasal ya da toplumsal sorunlar değil, insana, insan ilişkilerine, kadın erkek ilişkilerine, doğayla insan ilişiklerine ilişkin sorunlar; bazen küçük ama bizi içine alan, etkileyen sorunlar. Bunların epeyce uzun zamandan beri, olması gerektiği kadar anlatıldığını görmüyorum. Bir eksiklik bu. Sinemada da yok bakın. O iyi sinemacılar niçin yaşadığımız bu fırtınalı hayata dokunan şeyler anlatmıyor? Sanırım genç sinemacılardan bunu yapanlar çıkacak.”

“Edebiyatın acıları anlatma, acılarla yüzleşme noktasında bir sorumluluğu olması gerektiğini düşünüyor musunuz? Eleştirmen olarak karşınıza çıkan romanları ve öyküleri değerlendirirken, bu sizin için bir ölçüt müdür?”

“Hayır, bu bir ölçüt değil. Ama bir okur olarak arıyorum bunu. Okuduğum romanlarda, öykülerde, en azından zaman zaman insan acılarının anlatılmasını arıyorum. Hem sonra, onları yazmak zordur da. Zorun üstesinden gelinmesi gerekir demek ki. Ama eleştiri yazarı olarak bu benim için bir ölçüt değil. Orada asıl olarak nelerin nasıl anlatıldığına bakıyorum.”

“Ustanız olarak gördüğünüz, sizi etkilediğini düşündüğünüz yazarlar var mı?” “Elbette, ne öğrendiysem o büyük yazarlardan öğrendim. Okumak istediğim romanı yazdım, demiştim. Bunun üstünde bir an durup düşünürsek, bir yazarın başka türlü davranamayacağı hemen gelir aklımıza. Okumak istediklerim yanlızca kendi yazdıklarım değil, benim okumak ve yeniden okumak istediğim pek çok yazarım vardır. Başta Faulkner ve Virginia Woolf, edebiyat anlayışım onları okuduktan sonra değişti. Sonra Lawrence, klasiklerin bize en yakın olanı. Romanlarını ara sıra karıştırmayı öneririm. Vüs’at O. Bener ile Ferit Edgü’nün etkisine açık olmaktan korkmam. İkisinin öyle öyküleri vardır ki bende, on, yirmi, otuz kere okumuşumdur. Son yıllarda keşfettiğim Per Petterson, David Constantine ve Ralf Rothmann’ın kitaplarını da hiç sıkılmadan en az üç kere bütünüyle okuduğum gibi, ara sıra açar, orasından burasından okurum. Sonra David Vann var, benden on yaş genç Amerikalı, sert hikâyeler anlatıyor. Alejandro Zambra, benden on dokuz yaş genç ve çok yaratıcı. Benim sevdiğim yazarlar daha pek çok, eski kuşaklardan ve yeni, genç yazarlar arasından ama adlarını andıklarım, kitaplarını sürekli yanımda tuttuğum başucu yazarlarım. Yeni ve genç yazarlara öneririm, mutlaka başucu yazarları olsun, yoksa yazılmaz.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

Kurtarıcımız Gülse Birsel! Çoğumuzun sevilen komedi dizisi Avrupa Yakası ile tanıdığı Gülse Birsel’in hayranları kitaplarının ve köşe yazılarının da sıkı takipçisi. Birsel’in altıncı kitabı “Memleketi Ben Kurtaracağım!” yakın zamanda raflarda yerini aldı. Kitap, memlekette siyasi karmaşanın ayyuka çıktığı şu günlerde hem siyasi arenada yaşananlara hem de gündelik hayatın akışana eğlenceli bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Birsel’in alışık olduğumuz alaycı ve ironik mizah anlayışıyla bu kitapta da karşılaşıyoruz. Birsel hem ülkeyi yönetmeye talip olduğu yazılarını, hem de politikayla hiç ilgisi olmayan yazılarını bir araya getirdiğini söylüyor. Kâh kendi çocukluğundan söz ediyor, kâh astrolojiden. Bazen sözü diyet meselesine getiriyor, sonra bir bakıyorsunuz sosyal medya becerilerinizi nasıl geliştireceğiniz hakkında yazmaya başlamış. Kitap mizahi politik göndermeleri kadar, günümüz gençliğini ti’ye alan bakış açısıyla da okuru eğlendiriyor. Kitabın yazılış amacı ise açıkça belirtilmiş: “Ülkenin hali yüzünden kaybettiğiniz kahkahanızı geri verebilirim belki. Ümidim o. (...) Milletçe ortak üst kimliğimizin bir huni olabileceği, kafayı sıyırdığımız şu dönemde, bir iddiam var: Kapaktaki cankurtaran üniformalı temsili fotoğrafımın da anlattığı gibi, memleketi ben kurtarabilirim! En azından denerim. Durumumuz daha iyi olur mu, bilmiyorum. Ama daha kötü olamaz diye düşünüyorum! En azından acık güleriz be? Ha?” “Memleketi Ben Kurtaracağım!”, Gülse Birsel, 188 s., Doğan Kitap, 2015

Çocukluğumuzun Unutulmazları Şairliği kadar popüler kültür tarihi konusundaki birikimiyle de dikkat çeken Sunay Akın, çocukluğumuzun kahramanlarını bir kitapta bir araya getirmiş: “Hayal Kahramanları”. Yaşayan en etkileyici hikâye anlatıcılarımızdan biri olan Sunay Akın, kurduğu Oyuncak Müzesi’yle de hayal gücüne ve çocukluğa verdiği önemin altını çizmişti. Çalışmasında, çizgi filmlerden çizgi romanlara ya da kitaplara uzanan geniş bir mecradan hayatımıza giren Teksas, Zagor, Süperman, Batman, Temel Reis, Şirinler, Casper gibi pek çok hayali kahramana yer veren yazar, kitabında “Neden hayal kahramanları?” sorusunun yanıtını arıyor. Çocukluğumuzun kahramanlarının, büyüsek de hayatımızdan tamamen çıkmadıklarını söylüyor Sunay Akın. Kendilerini bizzat tanımasak da, ellerinden tutup oyunlar oynamasak da bu kahramanların bize çok şey öğreten en yakın arkadaşlarımız olduğunu vurguluyor. Yazar Sunay Akın, bu kitabın ortaya çıkışını şu sözlerle açıklıyor: “Superman’in pelerininden Drakula’nın dişlerine, Snoopy’ in uzay macerasından Batman ve Da Vinci arasındaki sırra kadar hayal kahramanlarının bilinmeyen dünyasında gezindim on yıl... Ve ortaya bu kitap çıktı...” İlk baskısı 50.000 adet yapılan “Hayal Kahramanları” çocuk arkadaşlarını unutmamış okurlarıyla buluşmayı bekliyor. “Hayal Kahramanları”, Sunay Akın, 208 s., İş Bankası Kültür Yayınları, 2015

Bu Dünya Yetmez ise... CEYHAN USANMAZ

Y

akın bir arkadaşım, zaman zaman bir Hobbit köyünde yaşamayı hayal ettiğini söylediğinde bir hayli gülmüştüm. “Yüzüklerin Efendisi” serisine düşkünlüğünü biliyordum ama bu kadarı biraz fazlaydı! Fakat bir süre sonra, üstelik içinde yaşadığımız dünyanın da durumu böyleyken, neden olmasın dedim! Orta Dünya’nın kuzeybatısında hoş, bereketli bir ülke ne de olsa Hobbitlerin Shire’ı. Kuzey Dirhem avlakları hariç yoğun kar yağışının ender görüldüğü, iklimi ılıman topraklara sahip. Hobbitler misafirperver bir halk ayrıca. Çoğunlukla çiftçi, zanaatkâr ve küçük tüccar olarak çalışıyorlar; her tür partiyle şenlikten pek hoşlanıyorlar. Gerçi tutucu tarafları da yok değil ama neden olmasın gerçekten de. Üstelik, çokça etkilendiğimiz eserlerin bir anda içinde bulmuyor muyuz zaman zaman kendimizi, okurken ya da izlerken? Örneğin, benim için de Tatar Çölü ve Bastiani Kalesi’nin benzer bir etkisi olmamış mıydı? İlk okuduğum zamanın ve o zaman içinde bulunduğum şartların da etkisiyle sanırım, bir hayli etkilendiğim bir roman olmuştu Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü”. Çoğu zaman Bastiani Kalesi’ne genç teğmen Giovanni Drogo ile birlikte atanmışız gibi okuduğumu hatırlıyorum; romandaki “belirsizliğe”, “tekdüzeliğe”, “kıpırtısızlığa” giderek alıştığımı... Evet teğmenin ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi, alçak duvarlarıyla etkileyici değildi belki, ayrıca ne güzel ne de kule ve burçlarına rağmen pitoreskti. Bu çıplaklığı örtecek, yaşamın tatlı yanlarını anımsatacak hiçbir şey de yoktu. Drogo da böyle düşünüyor ama “yine de Drogo, yüreğinin derinliklerinden kopan bir şeylerle, hipnotize olmuş bir biçimde kaleye bakıyor, içini açıklaması olanaksız bir heyecan dolduruyordu.” Çünkü hep bir soru vardır arkasında; “Pekiyi, arkada ne vardı? Bu hiç de davetkâr olmayan binanın, görüş alanını kaplayan siperler, kazamatlar, baruthanelerin ötesinde, nasıl bir dünya yer alıyordu? Ya Kuzey Krallığı, asla hiç kimsenin geçmediği bu taşlık çöl neye benziyordu? Drogo’nun hayal meyal anımsadığı kadarıyla, haritada sınırın ötesinde pek az isim ve işaretin bulunduğu geniş bir alan uzanıyordu; ama kalenin tepesinden hiç olmazsa birkaç yerleşim alanı, tarla, ya da bir ev görünüyor muydu yoksa yalnızca, hiç kimsenin oturmadığı bir toprak parçasının mutsuzluğu mu uzanıyordu?” Sonrasında da, bilindiği kadarıyla hiçbir canlının bir ucundan bir ucuna geçmediği Tatar Çölü’yle karşılaşır genç teğmen Giovanni Drogo... Eminim her iyi okurun böylesine etkilendiği, bir zaman bir şekilde ilgisini çekmiş hayali ülkeler-diyarlar-topraklar vardır. Hemen aklınıza gelmiyorsa da, Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi’nin hazırladığı “Hayali Yerler Sözlüğü” bu konuda yol gösterici olabilir. Türkçede 2005 yılında Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından iki cilt olarak yayımlanan “Hayali Yerler Sözlüğü”nde Çin’den Peru’ya bütün dünyadan, bütün çağlardan, yazıdan, perdeden ve sahneden seçilmiş 1200’den fazla ülke, ada, yapı yer alıyor. Tekrar hatırlatalım, hepsi “hayali” elbette! Bu sözlüğü oluştururken şöyle bir yöntem izlemiş yazar-

ceyhanusanmaz@gmail.com lar: “Yaklaşımımızın pratikle fantastik arasında özenli bir dengeyi gözetmesi gerektiği konusunda hemfikirdik. Kurmacayı gerçek kabul edip, seçilmiş metinleri bir kâşifin ya da vakanüvisin raporlarını ele alır gibi ciddiyetle ele alacak, sadece özgün kaynakta verilen bilgiyi kullanıp, kendimiz ‘buluş’ yapmayacaktık. Şahsi yorumlara, ancak betimlemeler gerektiğinde yer verilecekti, o zaman da ancak insanın normal bir rehberde beklediği ölçüde. Bu niyetle, kitabın tasarımını bir on dokuzuncu yüzyıl gazetteer’i –gerçek dünyada seyahatin hâlâ heyecanlı ve macera dolu olduğu bir zamanın yadigârı– üzerine kurduk.” İşte şimdi, yakın bir zaman önce de, kütüphanelerimizde tam da “Hayali Yerler Sözlü­ ğü”nün yanına koyabileceğimiz bir kitap yayımlandı Türkçede. Umberto Eco’nun hazırladığı “Efsanevi Yerlerin Tarihi”. Kaçınılmaz olarak Eco da çalışmasının birçok yerinde “Hayali Yerler Sözlüğü”nün ismini anıyor, ona referans veriyor ama aslen, biraz daha farklı bir noktada yer alıyor “Efsanevi Yerlerin Tarihi”. Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi’nin çalışmasının aksine, Umberto Eco, “uydurulmuş” yerleri ele almamış; birçok insanın, yaşadıkları dönemde ya da daha önce bir yerlerde var olduğuna gerçekten inandıkları için düşlere, ütopyalara ve yanılsamalara yol açan topraklarla ve yerlerle ilgilenmiş. Kayıp kıtalar Atlantis ve Mu ya da Thomas More’un, Tom­ maso Campanella’nın, Fran­ cis Bacon’ın ütopya adaları, Alamut kalesi, yeryüzü cenneti, bolluk ülkesi gibi... Umberto Eco, en başta çalışmasını “Hayali Yerler Sözlüğü”nden ayrı bir yerde konumlandırmıştı ama yine de “Efsanevi Yerlerin Tarihi”nin son sayfalarını romanlardaki yerlere ayırmaktan geri durmamış. Gerçi tabii romanlardaki olayların geçtiği, aslında hiç var olmamış yerleri değil, roman malzemesi olmuşsa da gerçekten var olan yerleri ön plana çıkarmış: “Şili’nin karşısında Pasifik Okyanusu’nda bulunan Juan Fernandez takımadalarından biri olan Robinson’un adasına, bir deniz kazasından sonra, Defoe’nun esinlendiği gerçek bir kişi, Alexander Selkirk çıkmıştı. (...) Bugün bile, Maurice Leblanc’ın yarattığı kibar hırsız Arsene Lupin’in tutkunları, Normandiya’daki Etretat doruğunu ziyaret eder, içinin boş olduğunu ve Fransa krallarının hazineleriyle dolu iç kısmında soylu hırsızın, kıpır kıpır, dünya egemenliğini planladığını hayal ederler.” Ve okurlar, her daim hayal etmeye de devam edecekler elbette. Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi’nin ve Umberto Eco’nun –çok sayıda çizimle ve görselle zenginleştirilmiş– çalışmalarının da bir kez daha gösterdiği gibi, içinde bulunduğumuz bu dünya yetmez ise ya da fazla geldiğinde kaçacak bir yerler her zaman var! “Efsanevi Yerlerin Tarihi”, Umberto Eco, Çev: Kemal Atakay, 478 s., Doğan Kitap, 2015


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Mikroekonomi’ye Adım Adım KÜLTEGİN KAĞAN AKBULUT

“İ

yi iktisatçı olmak istiyorsanız iktisatı bir ders gibi değil toplumsal yaşamı anlamanın ve analiz etmenin bir aracı gibi görmeniz gerekir,” diyor bir “tweet”inde Mahfi Eğilmez. Eğilmez, gazetelerdeki ekonomi yazarlığı, Hitit tarihinden ve ekonomisinden esinlendiği edebiyat kitapları ve ekonomi üzerine yazdıklarıyla üzerinde durduğu bu noktayı yerinden kavramış ve yapıtlarıyla da üretkenliğini kanıtlamış bir iktisatçı. Akademisyen kimliğinin yanında kişisel blogu ve twitter hesabından yaptığı kısa analizlerde üretkenliğini dijital yayıncılık alanında da sürdürüyor. Eğilmez bu sefer de “Makroekonomi” kitabını tamamlayan yeni kitabı “Mikroekonomi” ile karşımızda. Mikroekonomi, ekonomiyi firmalar, tüketiciler ve endüstriler üzerinden inceler. Aslında mikroekonomi işin makro boyutuna bakmadan önce parçaların işlenip doğru verilerin ortaya koyulduğu bir alandır. Mikroekonominin bu temel kavramlarını incelediği kitabında Eğilmez, diğer çalışmalarında olduğu gibi hem ilgili kişilerin okuyup yeni şeyler öğreneceği, hem de dışarıdan okurun kolay kavrayacağı bir kaynak oluşturmuş. Mahfi Eğilmez, kitabına ekonomi biliminde anlatım yöntemlerini açıklayarak başlıyor. İktisat bilimini formatını oluşturan cebirsel ve geometrik anlatımı kapsayan matematiksel anlatım ve sözel anlatım. Yazar bu kitapta anlatım biçimi olarak sözel ve geometrik anlatımı tercih ettiğini belirtiyor. Bunun okur açısından en kolay yöntemlerden biri olduğunu da vurguluyor. Kitap dokuz ana bölümden oluşuyor. Ekonominin temel kavramlarının ve geometrik ve fonksiyonel ilişkilerin açıklandığı ilk iki bölümde okuru hazırlıyor. Üçüncü bölümde mikro analizin temel kavramları olan piyasa, arz, talep ve denge kavramlarını inceliyor. Sonraki bölümlerde ise bu kavramlar ışığında tüketim, üretim ve piyasa ve denge tartışmalarını ele alıyor. Sekizinci bölümde ise temel mikroekonomi tartışmalarının dışında kalan ancak benzer bir noktadan hareket eden faktör piyasaları konusunu işliyor. Eğilmez bütün bu tartışmaları da denge analizi ve refah ekonomisi üzerine yorumlarıyla bitiriyor. Mikroekonomi yazarlığı bir yanıyla zor, bir yanıyla kolay bir konu. Kolay yanı, ekonomi kelimesinin Yunanca kökeninden gelen ev idaresi anlamını düşündüğümüzde, birçok kişinin günlük hayatında kullandığı formülasyonlara dayanması. Ancak buradaki zor nokta herkesin ekonomi üzerine söyleyecek sözünün olması ve bilimsel temeli olmayan yorumlar yapması. Nasıl ki spor ve siyaset herkesin üzerinde yorum yaptığı bir konuysa ekonomi de iş dünyasının içinde olan herkes için böyle görünen bir özelliğe sahip. Güncel bir tartışma üzerinden bakalım, AKP başta olmak üzere birçok partinin seçim vaadi olan asgari ücretin artırılmasına. Eğilmez blogunda asgari ücrette yapılacak zammı mikroekonomik ve makro-ekonomik açıdan inceliyor. Mikro-ekonomik açıdan incelediği yazısında maaş zammı nedeniyle bazı işletmelerin işten çıkarma yapacağı, bazılarının ürünlerinde fiyat artışına gideceği, ihracata yönelik firmaların da

kultigin.akbulut@gmail.com kârının düşeceği tespitlerinde bulunuyor. Eğilmez bir yanda da zammın olumlu sonuçları üzerinde duruyor. Bu sonuçları, tüketimin ve talebin artması, talep artışıyla birlikte büyüme ivmesinin, büyümeyle birlikte istihdamın ve son olarak da tüketimle birlikte vergi tahsilatının da artması olarak görüyor. Yazar, olumsuz etkilerin olumlu olanlardan sonra ortaya çıkacağını, bir kısmında da iç içe geçeceğini belirtiyor. “Mikroekonomi” kitabı işte bu tartışmaların derinlemesine yapıldığı ve çeşitli perspektiflerin sunulduğu bir kaynak kitap. Mikroekonominin bir diğer zor yanı da matematiksel terimlere ve formülasyonlara dayandırılarak gündelik hayattan koparılması. Ekonominin sadece profesyonellerin üzerine düşünebileceği bir alan olarak lanse edilmesi günümüz iktisatçılığının trendlerinden biri. Mahfi Eğilmez bu iki hatadan da kaçınarak yıllardır yazarlığını sürdürüyor, bu kadar çok okunmasının sebeplerinden biri de bu. Özellikle anglosakson eğitim veren akademik kurumlarda ekonomi bilimi artık neredeyse matematikle özdeşleşmiş durumda. Kârlılık maksimizasyonu adına işten çıkarmaların basit hesaplamaların bir sonucu olarak görülmesi gibi birçok karar aslında karar alıcıların bütün ekonomiyi matematiksel hesaplamalara hapsetmesinden kaynaklanıyor. Eğilmez’in halen sözü dinlenen bir yazar olması ise insani bakış açısını hiçbir zaman kaybetmemesinden kaynaklanıyor. Eğilmez kişisel blogunda kitabını şu sözlerle tanımlıyor: “Bence, bir mikroekonomi kitabının bir yandan da analiz yapmayı öğretmeye çalışması gerekir. Yani bir mikroekonomi kitabı, mikroekonominin konularını işlemekle kalmamalı, örnekler vererek okuyucusunu analiz yapmaya özendirmeli.” Eğilmez, kitabının bölümlerinde önce konuyla ilgili temel bilgileri aktarıyor, daha sonra bunların arasındaki formülasyonları aktarıyor ve bölümü konuyla ilgili gündelik tartışmalar üzerinden tekrar açıklıyor. Mahfi Eğilmez, kitabı okuyacakların bunu bir ders kitabı gibi değil, yaşamları boyunca karşılarına çıkacak sorunlarda yardımcı olacak bilgileri veren bir kitap gibi ele almaları için yazdığını belirtiyor. “Bu kitabı okuyanların çevrelerinde olup biten ekonomik olaylara farklı bir gözlükle bakacaklarını ve olayları analiz etmeye başlayacaklarını umuyorum,” diye de ekliyor. “Mikroekonomi” tam da bu perspektifin ince ince işlendiği bir kitap. En başta ders olarak ekonomiyi öğrenmesi gerekenlere kitabı tavsiye edelim. Kuru kuruya yazılmış ders kitapları arasında Eğilmez’in kitabı rahat bir nefes aldıracak cinsten. Sonrasında da dünyada olup bitenleri yorumlamaya çalışan herkese tavsiye edelim. Kitabın sonunda daha fazla okuma yapmak isteyenler için bir kaynakça ve kitap içinde tekrar eden terimleri hatırlatmak için hazırlanmış bir sözlük de yer alıyor. “Mikroekonomi”, Mahfi Eğilmez, 272 s., Remzi Kitabevi, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Metruk Ev ve Halit Ziya’yı Anlamak Geçenlerde Cem Şancı’nın kitabını karıştırıyordum. “Yalnızlık Doktorası” adını vermiş kitabına ve girişte Halit Ziya Uşaklıgil’in niçin o zamanlar kuş uçmaz kervan geçmez olan Yeşilköy’de ev yaptırdığını soruyor ve kendince yanıtlıyor: Yalnızlık özlemi… Bu konu epeyce düşündürdü beni. Ve Zeynep Uysal’ın “Metruk Ev” adlı incelemesiyle karşılaştığımda derin bir okuma sayfası açtı önümde. Ben ki Halit Ziya Bey’in yıllarca görev yaptığı Düyun-u Umumiye binasının -şimdi okul- karşısında YAZKO’da çalıştım bir süre. Rahmetli Adnan Cemgil’le ders aralarında o binanın bahçesine bakmıştık YAZKO’nun penceresinden bir gün. Sinan Cemgil’in oğlu, onun torunu öğrenciydi orada… Bana o binada ilk Halit Ziya penceresini açan kitap ise Selim İleri’nin “Uzun Bir Kışın Siyah Günleri” kitabı olmuştur. O kadar ki kitap basıma hazırlanırken Selim İleri telefon edip şahniş mi, şahnişin midir doğru terim diye sorup düzeltmek istemişti. Ardından iki blok ötede Halit Ziya Bey’in torunu Emine Uşaklıgil’le aynı çatı altında bulunmak da beni etkilemiş olmalı… Neyse, Halit Ziya’nın üç ciltlik anılarını da hatmettikten sonra o binaya bakarken yazarın yenilikçi yanını hep düşünürdüm. Zeynep Uysal’la aynı düşüncedeyim. Modern Türk romanı onunla başlar. Yani roman gibi roman... Gerçi Hilmi Yavuz farklı düşünüyor. O modern roman derken trajik yapısıyla getirdiği ruh çözümlemeleriyle bu ilk olmayı Ahmet Hamdi Tanpınar’a bağışlamaktadır: “Türk roman geleneğinde ilk kez ‘Huzur’la birlikte bir sorunsaldan söz edebiliyoruz. Bu sorunsal, roman metninin bütününe yayılan bir üst-söylem düzleminde beliriyor.” (Hilmi Yavuz, “Edebiyat Okumaları”, s. 64, Timaş, 2015) Olsun… Gelelim başta açtığımız soruya: Metruk ev imgesi Halit Ziya’nın kişisel yaşamına da değmiş midir acaba? Yeşilköy’de ıssız bir yöredeki bir eve taşınması Cem Şancı’nın belirttiği gibi yalnızlık arayışı olabilir mi? Halit Ziya’nın kendini Yeşilköy’de yapayalnız ve metruk hissetmesinin temel birkaç nedeni de olabilir. Bunlardan biri de oğlunu genç yaşta kaybetmesi mi acaba? Sanırım yazdı da “Bir Acı Hikâye”de… Zeynep Uysal’ın saptaması da şöyle: “Halit Ziya’nın bize arzularını gerçekleştiren uyumlu bireylerin hikâyeleri yerine metruk bireylerin hikâyelerini anlatmaktaki ısrarında Tanzimat’ın ahlakçı romancısının tavrından çok başka bir tavır, başka bir modern algının izleri görünür. Halit Ziya romanının metruk karakterleri büyük oranda trajik karakterlere dönüşür.” (“Metruk Ev”, s. 304, İletişim, 2014) Bunu başta da belirtmiştir: “Tanzimat romanının ya da daha doğru bir deyişle ilk Türkçe romanların iletişimsel olmayı, muhatabı bilinçlendirmeyi hedefleyen, yer yer didaktik ve ahlakçı üslubu Halit Ziya’nın eserlerinde yerini edebi bir dil yaratma, insanı anlama ve anlamlandırma kaygısına bırakır.” (a.e.,s. 16) Zeynep Uysal bu saptamayla kalmaz. Yazarın dünyasını, dönemin tartışmalarını ve kadın-erkek rollerini kuşatıcı bir biçimde ele alır inceleme boyunca. Sonunda Halit Ziya’nın değeri ve onun romanında modern Osmanlı bireyi ilk kez berrak bir biçimde sergilenir böylece. Son bir not: Yenileşme dönemine ilişkin “berzah” ve “yarılma” kavramlarını da tartışmak isterdim ama yer bu kadar. Öneri:

Orhan Özben-Asiye Özben, “Of Yöresi Manileri”, 56 sayfa, Delisarmaşık Yayınları, 2015 Faruk Duman, “Tom Sawyer’in Kitap Okuduğu Kulübe”, 160 sayfa, Can Yayınları, 2015


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

Yeni Annenin Eski Zincirleri MELİSA CEREN HASMADEN melisahasmaden@gmail.com

F

oucault’ya göre iktidar tepeden aşağı inen yekpare bir emir zinciriyle işlemez. Aksine dağılmış, parçalara bölünmüş bir halde yaşamın tüm alanlarına nüfus eder. Bireylerin yaşam biçimlerinden deneyimlerine, toplumsal kimliklere, cinsel kimliklere ve elbette aileye dek her şeyi biçimlendiren bir söylemler bütünüdür. Egemenle-

İşte bu nedenle, yaşamımızın her bir adımının egemenlerce usul usul biçimlendirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bize, özellikle de kadınlara, nasıl yaşamasını, nasıl görünmesini, ne kadar yemesini, ne kadar konuşmasını, hatta ne kadar gülebileceğini söyleyenler şimdi de kaç çocuğun annesi olması gerektiğini, hatta nasıl bir anne olması gerektiğini de dikte ediyor. Sadece bizim memlekette değil, neredeyse dünya üzerinde ademoğullarının ayak bastığı her bir toprak parçasında, kadının bedeni ve yaşam alanı kapitalist sistemin ve neoliberal politikaların bir numaralı müdahale alanı haline geldi. Kadınların yüzyıllar içinde elde ettiği kazanımlar alaşağı edilirken; “annelik”, sistemin kadınlara karşı kullandığı ideolojik aygıtlardan birine dönüştürüldü. Kapitalist sistem kadınları hâkim annelik ideolojisi içinde tutmaya çalışırken, doğası gereği, bunu bir pazara da dönüştürdü. “İdeal anne” adeta bir norm gibi sunuldu ve bu “ideal annenin” sahip olması gereken ölçütler alışveriş listesi formatında kadının gözüne anbean sokuldu. Yayıncılık sektörü de bu süreçten payını aldı elbette. Kadın, daha hamile kalmaya niyetlendiği andan itibaren annelik sürecine hazırlanması için bilgi edineceği kitaplarla her adımda karşılaşır oldu. Hamilelik, doğum ve anneliğin ilk evrelerini anlatan ve kadınlara bu süreci nasıl yönetmeleri gerektiğini söyleyen kitapların sayısı hızla arttı. Bu kitapların pek çoğu annelere ve anne adaylarına nasıl “ideal anne” olacaklarını anlatırken, kadınların yüzyıllar içinde elde ettikleri pek çok kazanımdan vazgeçmelerini de satır aralarında öğütlüyordu. Açıktan değilse de kadını ev alanına geri çekilmesi konusunda yönlendiren kitapların sayısı hiç az değil. Bir süper/ideal anne olmaya çalışmanın doğal bir sonucunun bu olduğunu da söylemek mümkün. Çünkü gerçek şu ki; bir yandan yoğurt mayalayan, diğer yandan evde ekmek pişiren, üretebildiği her şeyi evde üreten, marketlerde pazar-

rin bu iktidar ağını yönetmek üzere uyguladıkları biyopolitikalar sayesinde, her bir bedene tek tek hükmedilir, her birey iktidar ağının bir uzantısına dönüşür; artık iktidar dışarıdan içeriye değil içeriden dışarıya doğru yayılmaktadır. Bu durum aileyi ve kadını, biyopolitikaların biricik üretim ve uygulama alanına dönüştürür.

larda doğal/organik ürünlerin peşinde koşup bunlara avuç avuç para döken ve bunu yapamadığında kendisi suçluluk duygusuyla baş başa bulan kadın, bir yandan da çalışma hayatındaki varlığını sürdürmeye çalışıyor ve bu hiç kolay değil. O yüzden; doğal annelik, ekolojik annelik, geleneksel annelik, yavaş annelik gibi bize nasıl bir anne olmamızı söyleyen, özünde birbirine benzeyen pek çok annelik ekolüne derinlemesine baktığımızda hepsinin aynı ideolojik kaynaktan beslendiğini görmek mümkün. Bu dosyada kadına bu annelik modellerini sunan kitaplara olduğu kadar, annelik kisvesi altında kadına vurulmaya çalışılan zincirleri açık eden kitaplara da değindik. Annelikten Sonra Kadına Hayat Var Mı? Feminist akımın önde gelen düşünürlerinden Elisabeth Baditer’e göre eğer kadın sistemin dayattığı ideal anne olmak için canını dişine takıyorsa “annelikten sonra kadına hayat yok”. Badinter, kadınların 1970’lerden bu yana elde ettikleri kazanımların annelik üzerinden yürütülen sinsi bir saldırıyla ellerinden bir bir nasıl alındığına ışık tutuyor. “Natüralizmin, bir hayli zayıflamış olan annelik içgüdüsü kavramına yeniden saygınlık kazandırarak ve kadın mazoşizmini ve fedakârlığını överek tekrar güç kazanması, kadın özgürleşmesinin ve cinsiyet eşitliğinin önündeki en büyük tehlikedir,” diyen yazar, daha doğal bir yaşam biçiminin dayatmasıyla; biberondan, be-

bek bezinden, hazır mamadan, müdahaleli doğumdan, kısacası hayatı ve anneliği kolaylaştıran her şeyden vazgeçmesi söylenen kadına annelikle birlikte yeni bir tür köleliğin, “bebek imparator”un biricik ve adanmış hizmetkârı olma görevinin dayatıldığının altını çiziyor. İsimleri anneler arasında ağızdan ağıza dolaşan, hatta bazı annelik bloglarında bebek bakımının “ulu bilgesi” olarak anılan, Doğal Ebeveynlik akımının öncüsü Dr. William Sears ve Martha Sears annelere, bebeklerini her istediklerinde emzirmelerini önerirken bazı kültürlerde 4-5 yaşına kadar emzirmenin normal kabul edildiğini hatırlatıyor, çocuklarını belli bir uyku düzenine hazırlamak isteyen annelere ise çocuklarının uyku ritmine uymalarını öğütlüyor, anne ile bebeğin aynı yatağı paylaşmasının ise çağlardır işe yarayan bir uygulama olduğunu söylüyor. Sears çiftinin denkleminde kadına anneliğin, bebeğin “doğal” süreç ve ritmine itaat etmekten başka bir “doğru” bulunmadığı vurgulanıyor. Dolayısıyla “çocuğun en yüksek hayrı”nın gözetildiği bu metotta kadın için annelikten sonra bir var olma olanağı görünmüyor. Sözgelimi uyku düzenini tamamen bebeğin iradesine teslim edildiği bir sistemde, sabah işe gidecek olan kadının fiziksel ve ruhsal sağlığını nasıl koruyacağını kimse sorgulamıyor. Sistemin Yeniden Üretiminde Anneye Düşenler Küresel çapta iktidarın kadınların annelik deneyimine bu derece odaklanması, çocuk yetiştirme ve bakımı konusuna verdiği ‘önem’in kadın ve çocukların daha iyi, daha sağlıklı ve mutlu bir yaşama kavuşmaları niyetinden kaynaklandığını sanacak kadar


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

safdil değilsek, bunun altında bir çapanoğlu olduğunun farkındayızdır. Foucault’ya göre sistemin en büyük sermayesi insandır ve bu sermayenin biçimlendirilmesindeki baş aktör de annedir. Dolayısıyla iyi genetik, iyi beslenme, yeterli hijyenin sağlanması, en iyi eğitim vs. hep daha verimli ve daha iyi yönetilebilir bir sermaye elde etmeye hizmet edecektir. Yukarıda Sears çiftinin yönteminden söz etmiştim, şimdi buna zıt gibi görünen Gina Ford’un öğüdünden bahsedelim. Ford, çocuğunuzu sıkı bir planlama içinde yetiştirmenizi önerir. Bir bebek kaç saat uyuyacak, kaç saat uyanık kalacak, hangi aralıkla beslenecek, günlük aktiviteleri hangi sırayla yapacak... Bebeklikten itibaren sıkı bir düzene alıştırılması önerilen bu çocuklara, annenin öğretmesi beklenilen ilk şey; disiplin. Kendinden bekleneni yerine getirmeye neredeyse doğuduğu andan itibaren alışan bu bebekler, büyüdüklerinde iyi vatandaş adayı olacaklardır. (İyi vatandaşın ne anlama geldiğini açıklamaya gerek yok.) Sears ve Ford farklı yönelimler öğütlüyor gibi görünse bile, bir noktada birleşirler: Kendini çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmeye adamış, hayatındaki her şey bunun ardından gelen, çocuk bakımı - ev işleri - çalışma hayatı üçgeni içinde sıkışıp kalmış bir kadın modeli. Hiçbir sınıfsal, kültürel, ekonomik ayrım gözetilmeksizin kadınlara dayatılan bu modeller annelik ve aile meselelerinin sandığımız kadar bireysel olmadığını gösteriyor. Anneyi sistemin bir numaralı aracı, yeniden üretiminde ise baş aktör konumuna getiriyor. Annenin bu işlevini yerine getirebilmesi için medya ve hatta annelik eğitimleri aracılığıyla sağlıklı, sosyal uyumu yüksek, sisteme en iyi şekilde entegre olabilecek çocuklar yetiştirmenin yolları gösteriliyor. Yine bu sistem içinde çekirdek aile yüceltilirken, evi çekip çeviren, kocasını mutlu eden, harika (!) çocuklar yetiştiren, tüketim çarkında üzerine düşeni layıkıyla yapan ve bunlardan birinde başarısız olduğunda vicdan azabından kıvranarak derhal düzeltmeye koyulan, iktidarın ağına dolanmış kadınlar arzuluyor. Sevi Bayraktar’ın “Makbul Anneler, Müstakbel Vatandaşlar: Noeliberal Beden Politikalarında Annelik” çalışması, bir sivil toplum örgütü olan AÇEV (Anne Çocuk Eğitim Vakfı) ile el ele vererek düzenlediği Anne Çocuk Eğitim Programı’na katılan 30 kadını mercek altına alıyor. Gazi Mahallesi’ndeki kadınlarla çalışmasını sürdüren Bayraktar, “bir yandan, gözleyen, değerlendiren, disiplin altına alan modern eğitimin kendi söylem ve pratiklerini, diğer yandan kamusal ve özel alanda kurulu hiyerarşik toplumsal cinsiyet ilişkilerini meşrulaştırmaya yarayan haliyle, bir kategori olarak ‘anneliği’ birlikte ele alarak” inceliyor. Türkiye’nin, 70 yıllık modernleşme sürecinde kadına biçtiği rolü hatırlatan Bayraktar, içinde bulunduğumuz yeni süreçte nelerin değiştiğine/ değişmediğine de ışık tutuyor. Anneliğin araçsallaştırıldığı bu resimde, “Mahalleli kadınların annelikleri müstakbel annelikten öteye gidemezdi. Onlar devletin biçtiği annelik kalıbının hem içinde hem kıyısında konumlanan, bir türlü makbul kabul edilemeyecek annelerdiler...” Örnekler ve kadınların bireysel hikâyeleri çevresinde biçimlenen bir diğer çalışma ise Oxford Brookes Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Tina Miller’ın “Annelik Duygusu: Mitler ve Deneyimler” kitabı. Miller İngiltere’de yürüttüğü çalışmasında Bangladeş ve Solomon Adaları’nda kadınların yaşadıkları annelik deneyimlerine ve anneliği nasıl anlamlandırdıklarına odaklanıyor. Kitap, sağlık personeli ve sosyologlar için bir başvuru kaynağı olmanın yanında, anne adaylarının ve annelerin de okuyabileceği, farklı kadınların annelik hikâyelerini bir araya getirerek kutsal an-

nelik mitinin baskısı altında deneyim ve duygularını açıkça dışa vuramayan annelere yalnız olmadıklarını gösteriyor. Hamilelik haberini havalara uçarak karşılamayan, doğumu bir mucize olarak görmeyen, bebeğini ilk kucağına aldığında karmaşık duygular yaşayan, yalnız kalmaktan korkan, zaman zaman bebeğiyle nasıl başa çıkacağını bilemeyen gerçek annelerin, gerçek kadınların anlattığı hikâyeler, her daim mutlu, her şeyle başa çıkabilen, ne istediğini, ne yapması gerektiğini bilen mükemmel anne imajının yaldızlarının dökülmesini sağlıyor. Miller; sevgi, kaygı, korku, istek, isteksizlik arasında salınıp duran ve karmaşık bir süreç olan anneliği olduğu gibi kabul etmeleri ve kadınlara gerçekleştirilmesi imkânsız bir annelik yükünün altında ezilmektense kendilerini olduğu gibi ifade etmeleri için cesaret veriyor. Tarihsel ve Toplumsal Perspektifte Annelik Yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları’nın üç ayda bir yayınlanan düşünce dergisi “Cogito” tam da bu konuya parmak basan bir sayı yayımladı: “Annelik”. Çıkış noktası, “muhafazakâr bir annelik tasavvurunun, bu tasavvurdan beslenen ‘ideal annelik’ normlarını temel alan düzenlemelerin giderek artan biçimde kadınları hizaya sokmanın aracı olarak kullanılmasıydı.” Dosyadaki on altı yazı, biyosiyaset pratikleri ve toplum mühendisliği tarafından bir ideolojik araca dönüştürülen anneliğe tarihsel ve toplumsal bir perspektiften yaklaşıyor. Örneğin; Nazire Kalaycı “Erinysler’den Eume­nidler’e: Abject Olarak Kadın” başlıklı yazısında Eumenidler tragedyası üzerinden anaerkil toplum yapısından ataerkil toplum yapısına geçiş sürecinde kadının ve anneliğin önce toplumdan dışlanmasını, sonra yeni sisteme uyumlanarak işlevselleştirilmiş bir şekilde toplum yapısındaki yeni statüsüne nasıl eklemlendiğini açımlıyor. Nevin Eracar “Evden Taşan Çığlık” yazısında, anne-çocuk ilişkisinden söz edilirken at gözlüklerinin kör noktasında kalan bir deneyime odaklanıyor: Otistik çocukların annelerinin deneyimleri, toplumda karşılaştıkları zorluklar. Yazı bu deneyimi yaşayan klinik örneklere de yer veriyor. Melis Tanık Sivri’nin “Anneler Sokağa Döküldüğünde: Cumartesi Anneleri” başlıklı yazısı neoliberal politikalarla eve kapatılıp özneliğini yitiren annelerin, sevdiklerini kaybedip yas süreçlerini tamamlama imkânı bulamadıklarında nasıl sokaklara taşan acıları ile bir direnişin öznesine dönüştüklerini anlatıyor. Ayrıca kayıplarının acısını tüm çocukları kapsayacak bir tasaya dönüştüren bu annelerin durumu psikanaliz kuramı çerçevesinde inceliyor. Ani Ceylan Öner’in “Dişi bir İkarus: KadınlıkYazarlık-Annelik Arasında Sylvia Plath” yazısında Plath’in “kadın”, “anne”, “yazar” kimlikleri arasında verdiği varoluş mücadelesini ve bu mücadelenin onu intihara sürükleyişini konu ediniyor. Plath’in şiirle-

rinden ele aldığı örnekler, şairin anneliğe dair deneyim ve algısını sorgularken, bir diğer annenin –Sylvia Plath’in annesi Aurelia Plath- bu varoluş üçgenindeki rolünü de inceliyor. Sylvia Plath, kendi hayallerinden vazgeçmiş ve kendini çocukları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışan bir annenin kızıdır. Üzerinde hissettiği her zaman başarılı olma baskısı benliğinde derin yaralar açmış ve hayatı boyunca yetersizlik korkularıyla baş etmek zorunda kalmasına neden olmuştur. Psikoterapist Jasmin Lee Cori’nin, “Var’olan Annenin Yok’luğu” kitabı ise oldukça önemli bir konuyu ele alıyor. Fiziksel olarak çocuklarının yanında olan, ama duygusal olarak orada bulunmayan anneleri ve çocuklarının kişiliklerinde yarattığı hasarı, “olmayan anne”yle büyüyen çocuğun yetişkinlikte bu yokluğu nasıl ikame edebileceğini anlatıyor. Son olarak annelik konusunda yakın zamanda yayımlanmış bir romandan söz edelim. Irmak Zileli “Gözlerini Kaçırma” adlı romanında üç kuşaktan kadına, üç kuşaktan annelik deneyimine odaklanıyor. Dışarıdan bakıldığında disiplinli anne, fedakâr anne, modern anne temsilleri olarak okuyabileceğimiz bu üç karakterin hikâyelerinin derinliklerine doğru ilerledikçe anneliğin halesinin yaldızları dökülmeye başlıyor. Zileli bu romanında anneliğin karanlık yüzünü okurla buluşturuyor. Sisteme uyumlanmayı öneren annelik eğilimlerinin karşısında feminist bir perspektife yaslanarak annelik kurumunu toplumsal olarak sorgulayan kitaplara, Cogito’nun farklı perspektiflerden yaklaşarak ortaya koyduğu “Annelik” sayısına, annelik deneyimini biçimlendirilmesi için rehber olabilecek bir psikoloji çalışmasına ve anneliği dert edinmiş bir romana yer vererek konuyla ilgili külliyatın küçücük bir bölümüne ışık tutmaya çalıştık. Okumanın özgürleştirdiğine inanarak, yeni annelerin ayaklarına dolanan eski zincirleri kıracak cesareti bulabilmeleri dileğiyle. “Doğal Ebeveynlik”, Dr. William Sears ve Martha Sears, 296 s., Doğan Kitap, 2011 “Anneliğe İlk Adım”, Dr. William Sears ve Martha Sears, 212 s., Martı Yayınları, 2010 “Uyku Rehberi”, Gina Ford, 120 s., Dinozor Yayıncılık, 2010 “Kadınlık mı? Annelik mi?”, Elisabeth Badinter, 184 s., İletişim Yayıncılık, 2011 “Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar”, Sevi Bayraktar, 168 s., Ayizi Kitap, 2011 “Annelik Duygusu: Mitler ve Deneyimler”, Tina Miller, 276 s., İletişim Yayınları, 2010 “Cogito Sayı 81 – Annelik”, Kolektif, 252 s., Yapı Kredi Yayınları, 2015 “Gözlerini Kaçırma”, Irmak Zileli, 232 s., Remzi Kitabevi, 2014


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

Gerçek Sevginin Gücü Filmleriyle tüm dünyada adından söz ettiren Ferzan Özpetek, romancılıkta da bir o kadar iddialı olduğunu ilk romanı “İstanbul Kırmızısı” ile kanıtlamıştı. Sanatçının sinema eğitimi için İtalya’ya gidişine kadarki İstanbul yaşantısından izler taşıyan “İstanbul Kırmızısı”nın sinemaya uyarlanma çalışmaları sürerken Özpetek, “Sen Benim Hayatımsın” adlı yeni bir romanla okurun karşısına çıktı. “Sen Benim Hayatımsın”, iki kişinin bir araba yolculuğu boyunca süren anlatısından oluşuyor. Bir yandan bu iki kişi arasında gelişen ilişki sürerken, roman bu tanışmadan öncesine ve sonrasına göndermelerle dallanıp budaklanıyor. Aktör olmak isteyen bir santral operatörü, narsist bir trans, yıldızların ihanetine uğramış bir kasiyer, kleptoman bir prens… Aşkı ve dostluğu tüm benlikleriyle olumlayan bu kahramanların sevgisiyle sarmalanmış ünlü bir yönetmen… Hepsi, bir yolculuk boyunca anlatılan hikâyede birer birer sahne alıyor. Özpetek’in karakterlerinin arasına yerleştirdiği yönetmen ve bu yönetmenin filmlerini üretme sürecini, tanıdığı insanları film karakterlerine devşirme aşamalarını romana dahil etmesi, bu kitabın da ilk romanı gibi otobiyografik öğeler taşıyor olabileceğini düşündürüyor. “Sen Benim Hayatımsın” Ferzan Özpetek’ten gerçek sevginin gücüne dair, sahici bir başkaldırı romanı. “Sen Benim Hayatımsın”, Ferzan Özpetek, 240 s., Can Yayınları, 2015

Mario Levi’den Oyunbaz Roman Mario Levi’nin okurlarını hem sevindirecek hem şaşırtacak yeni romanı “Bu Oyunda Girmek Vardı” geçen günlerde kitapçı raflarındaki yerini aldı. Roman alışıldık Levi romanlarından farklı. Bir İstanbul uzmanı olan Levi’nin romanlarında, İstanbul’u baş aktör olarak görmeye alışkınız zaten. Ama ilk kez hikâyesini bugünde kurgulamış yazar. Roman biçem olarak bir tiyatro oyunu gibi de kurgulanmış. Hikâyenin kendisi bir oyuna dönüşmüş ve okurunu bu oyuna katılamaya davet ediyor. Saffet 40’lı yaşlarında, evli ve çocuklu bir adam. Birgün karısı Hülya ardında bir mektup bırakarak evi terk ediyor. Saffet karısının gidişinin ardında yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Yeni bir hayatın arayışı içindeyken romanın en gizemli karakteri Neval’le tanışıyor. Saffet geçmişi ile bugünü arasında gidip gelirken, 12 Eylül öncesi, bir cezaevinde geçen çocukluk, “Türkiye gerçeği” olarak yaşadığımız “hakikatler” ortaya dökülüyor. Levi, kurduğu bu oyunbaz kurgunun içinde okurunu pek çok soruyla başbaşa bırakıyor: Hayatınızın hiç kimse tarafından sarsılamayacağına mı inanıyorsunuz? Doğrularınızın doğru, gerçeklerinizin gerçek olduğuna da mı inanıyorsunuz yoksa? Sınırlarınızın içinde kendinizi güvende mi hissediyorsunuz? Bu güven size yetiyor mu? “Bu Oyunda Gitmek Vardı”, size yanıtlar değil, soru ve daha çok soru vaat eden bir roman. “Bu Oyunda Gitmek Vardı”, Mario Levi, 450 s., Everest Yayınları, 2015

Suriye’yi Anlamak SARPHAN UZUNOĞLU

T

ürkiye’de dış politika denildiğinde bazı araştırma enstitülerinin raporlarına itibar eden akademisyenler ya da parti sözcüsü gazeteciler televizyon programlarına konuk olarak çağırılır. Kurduğu her cümlenin ardında bilgi birikimini hissettiğimiz çok az insan vardır. Ne şanslıyız ki bu isimlerden biri pek sık televizyonda görünmese de Türkiye’de belki de en çok merak edilen meseleyi, eskinin sıfır sorunlu komşusu Suriye’yi yazdı. Fehim Taştekin’in “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal” isimli İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı siyasal haber okurunun da, gazetecinin de, akademisyenin de rehberi olabilecek nitelikte. Genel olarak kitap ele aldığı dönem, etnik-mezhepsel tarafsızlık ve gazetecilik ilkeleri açısından benzerlerinden ayrışıyor. İlk bakışta okunması zor görünen kitap, konunun içindeki politik aktörleri endeskleyerek ve onların tarihsel rollerine ilişkin bir bilgi aktararak okuma zorluğunu ekarte ediyor. Suriye’de 2011’den bu yana yaşananlara bakarsanız ülkede süregelen bir cehennem görürsünüz. Sosyal ağlar ve arama motorları terk edilmiş yerleşim yerlerinin veya ordunun silahlarıyla kol gezdiği boş sokakların fotoğraflarıyla dolu. Fehim Taştekin’in kitabı “2011’den 2015’e Suriye’de ne oldu” sorusuna yanıt bulmak için 2011’in öncesine gitmek gerektiğini gösteriyor. Aksi halde Suriye’yi önyargısız okumak mümkün değil. Kitap, Suriye’deki Sünni, Alevi ve Hıristiyan cemaatlerin; Arap, Kürt, Türkmen, Süryani, Ermeni, Keldani, Çeçen ve Çerkes halklarının Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Suriye içerisindeki konumlarını anlatarak başlıyor. Bu bilgiler, Suriye’nin, Türkiye’de sunulmak istenen imajından ne kadar uzak bir ülke olduğunu kavramak bakımından çok yararlı. Kitapta dünyadaki siyasal İslam veya Arap Baharı dalgasının ve 2011’de başlayan Suriye ayaklanmasının temel alınmadığını gözlüyoruz. İhvan-ı Müslimin’in ve BAAS’ın çıkar çatışmalarının ve bu iki politik eksen arasındaki politik gerilimin ana unsuru olduğu giriş bölümü, özellikle Suriye’yi bir “Alevi diktası” olarak gören Türkiye’deki medya algısını çürütecek kalibrede. Zira kitapta Sünnilerin devlet içerisindeki önemli pozisyonlarda nasıl yer aldıklarını ve baba oğul Esad’ların Sünni değerlerle çelişmemek ve onlara entegre olmak adına ibadetlerinden kabinelerine pek çok konuda ne denli “cömert” davrandıklarını görebiliyoruz. Bu cömertlik kavramı elbette Esad’ın uyguladığı şiddet politikalarının yahut Baba Esad döneminden bu yana devam eden sistematik şiddetin kapsamı gereği tırnak içerisinde. Kitabın içindeki “Suriyeli Aleviler: Muktedir mi, Yetim mi?” başlıklı bölüm Alevilerin tek seçiminin toprak işçisi olmak (toprak ağası değil) ya da asker olmak olduğunu göstererek bir önyargıyı kırıyor. Kitaba göre Aleviler hem sermaye bakımından hem de politik hegemonya bakımından aslında hiç başat aktör olamayan, kolektif bir kimlik temsiline kavuşamayan (tıpkı Türkiye’deki gibi) bir grup. Baas’ın sekülerizm temelinde oluşturulan tüm politikalarının Aleviler tarafından bir biçimde destekleniyor oluşu ve ülkedeki seküler olmayan unsurların Alevileri nefret öznesi

sarphanuzunoglu@gmail.com haline getirmesi maksatlı bir mezhepçi yaklaşımın sonucu. Aleviler, Baas sayesinde en azından kültürel/etnik olarak ezilmemelerini, demografik bir grup olarak istismar edilmemelerini bir kazanım olarak nitelendiriyorlar. Lazkiye’den birçok Alevi yerleşimine IŞİD ve benzeri antiseküler aktörlere karşı rejiminin yanında süregelen direniş işte bu yüzden çok kritik. Çünkü 2011’de patlak veren isyanın mezhepçi karakteri rejimin kaderi ile Alevilerin kaderi arasında bir paralellik yaratıyor. Kitapta 2011 sonrası Arap Baharı’nda Kaddafi’nin linç edilmesi de dahil olmak üzere birçok olayda Esad’ın defalarca nasıl “şimdi gidiyor”, “gitti gidecek” şeklinde tanımlandığı, Türkiye Suriye ilişkilerinin ailece görüşmeden “Esed” seviyesine nasıl geri döndüğü ayrıntılı ve güncel referanslarla titizlikle aktarılmış. Arap Birliği’nin ise Suriye söz konusu olduğunda ne kadar kirli ve hatta sorunlu bir aktör olduğu kitap boyunca gösteriliyor. Dahası Putin’in G20 sürecinde yaptığı “G20 ülkeleri dahil IŞİD’i destekleyen 40 ülke var” gibi iddiaların hiç de temelsiz olmadığı açık. Suriye’den bir “bahar” çıkması bugün artık herkesin aşina olduğu, dünyaca ünlü gazetecilerin öne sürdüğü birçok neden gereği fazlasıyla hayali. Türkiye ise kitapta yapılan alıntılar ve Taştekin’in aktardığı kimi olaylara referansla düşünürsek diplomatik anlamda bir zafer elde edebilecekken hem bölge halkı hem de yönetimdekiler için büyük bir hayal kırıklığı yaratmış. Davutoğlu’nun ve Türkiye’nin stratejik politikası olan “derinlik”; Suriye topraklarındaki yatırımı, alıcı bulmayan bir yenilgi politikası haline gelmiş durumda. Suud-Fransız aşkından ABD ve Rusya’ya, Suriye kumarının çok boyutlu aktör çerçevesi ise kitabın beşinci bölümünde ayrıntılı bir şekilde ifşa ediliyor. Bu ifşa bugün “küreselleşen” IŞİD terörünün doğrudan ya da dolaylı yollardan beslendiğini, mobilize şiddetin Suriye topraklarında “kök salmasında” kolektif bir görmezden gelme durumunun etkin olduğunu görebiliyoruz. Özellikle Ermeniler ve İslam içerisinde yer almayan diğer grupların (Suriye’nin savaşının görünmez kılınan aktörleri) yaşadıkları sonsuz baskının örneklerini görmek mümkün. Kitabın tüm bu kapsayıcılığından yararlanabilmek de sıradan okurdan gazeteciye hepimiz için büyük bir şans. “Suriye/Yıkıl Git, Diren Kal”, Fehim Taştekin, 470 s., İletişim Yayınları, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Gizem, Romanlarımın Ortak Temasıdır” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Selnur Aysever: Romanınızdaki bibliyoman Battista di Pasquale için “kitap aşkı zedelenir diye evlenmemişti” diyorsunuz. Siz de bir bibliyofilsiniz. Bibliyofil olmaktan bahseder misiniz? Selçuk Altun: Sonbaharda yayımlanan bir denememde bibliyofil olmak için 15 koşul sıralamıştım. Onları özetleyerek 10’a indirgemekte fayda olabilir: 1) Bibliyofil nitelikli bir tutkun okurdur. 2) Bibliyofil için okuduğu kitabın sahibi olmak elzemdir. 3) Gerçek bibliyofil kütüphanesinin niceliği yerine niteliğiyle övünür. 4) Bibliyofil kitap seçmek için tüm ortam olasılığını kullanır. 5) Bibliyofil için sahaf seferleri özellik arz eder. 6) Bibliyofil, sahip olmaya karar verdiği kitabın, sipariş safhasından eline geçmesine dek tüm sürecin keyfini sürer. 7) Bibliyofil, gerektiğinde cildi, kapağı, adı, resimleri, fotoğrafları, açılış cümlesi hatta hüzünlü kokusu aşkına kitap alabilir. 8) Kütüphanesi, bibliyofilin ailesi gibidir. Oradan bir kitabın, geçici olarak çıkmasını dahi hoş karşılamaz. 9) Bibliyofil, bibliyomanla (kitap hastası) ve yalnızca kitap koleksiyoneri sayılanla karıştırılmaktan tedirgin olur. 10) Gerçek bibliyofilin zaman mefhumu olmaz. Selnur Aysever: Son maddeyi biraz açabilir misiniz? Selçuk Altun: “Gerçek bibliyofilin zaman mefhumu olmaz”a bir örnek vermek gerekirse; seksenini geçmiş bir bibliyofilin, günlerim sayılı, benden sonra kitaplarıma kim sahip çıkacak endişesiyle kitap okumak ve biriktirmekten kaçması düşünülemez. Selnur Aysever: Sahaf deyince eski kitaplar ve kitap kokusu geliyor akla. Ancak günümüzde yeni çıkmış kitapları bile sahaflarda görmek mümkün. Bu bir çelişki olabilir mi? Nasıl bakıyorsunuz sahaflara? Selçuk Altun: Bu durum ülkemize özgü sayılabilir. Türkiye’de her yıl yaklaşık 40 bin kitap yayımlanmakta ve bu rakamın %99’u, ikinci baskısı bile yapılmadan yok olmaktadır. Oysa aralarında ıskalanan nice nitelikli kitaplar vardır. Sahaf o tür yapıtlara sahip çıkmaya çalışır. Selnur Aysever: Siz aynı zamanda bir koleksiyonersiniz. Roman kahramanı Suner Aykan’ın bibliyofil di Pasquale ile diyaloglarındaki iki soruyu size yöneltmek isterim. Koleksiyonunuzdaki en değerli

birikimine ve etik anlayışına güven ilk şarttır. AngloAmerikan sahaf siteleri arasında, “Abebooks.com” ile “Alibris.com” sağlam zincirlerdir. Selnur Aysever: Gelelim romanda sorduğunuz ikinci soruya, kütüphanenizde bir yangın çıksa ve tek kitap kurtarma şansınız olsa, hangisini seçersiniz? Selçuk Altun: Ben bu soruyu duymamış olmayı yeğliyorum. (Malum, novelladaki anlatıcım aynı soruyla bir bibliyomanı sıkıştırmaya yeltenince o sinir krizlerine gark oluyor.) Selnur Aysever: Roman, eşini kaybetmiş bir yazarın hüznü ile başlıyor. Öyle bir sonu var ki, romanın hiçbir yerinde bunu düşlemek mümkün değil. Romanın gizemini korumayı nasıl başardınız? Selçuk Altun: Sizde böyle bir izlenim yaratabilmişsem ne mutlu bana. Anglo-Amerikan edebiyatında bu türe “literary thriller” (edebi gizem) deniyor. Benim romanlarımın ortak temasıysa, “gezi” ve “gizem”dir. Selnur Aysever: Sizinle geziye çıkacak okurun sinema, edebiyat gibi alanlarda hazırlıklı olması gerekiyor. Ortalama okur için zorlayıcı olduğunuzu düşünür müsünüz? Selçuk Altun: “Birikimli okur” için yazdığımı ileri süren yok değil. Oysa, hadi oturayım da yalnızca birikimli okura hitap eden romanlar yazayım, diye bir yaklaşım söz konusu olamaz. “Ortalama okur” için zorlayıcı olduğum görüşüne saygı duyarım ama birikimli okura hitap eden yapıtlara da gereksinim var. Selnur Aysever: Bir konuya layıkıyla hâkim olabilmek için okura nasıl bir yol önerirsiniz? Farklı bakış açılarına dayalı çok yönlü okumalar mı etkilidir yoksa odaklanarak mı okumak daha kavrayıcıdır? Selçuk Altun: Okura önereceğim tek şey, çok satan ama sığ kitaplara saplanıp kalmamalarıdır. Selnur Aysever: Bir romancı olarak, edebiyat ödülleri konusundaki düşüncelerinizi (ödül verenler ve aday olma süreçleri bakımından) öğrenebilir miyim? Selçuk Altun: Türk edebiyatında tek kitaba değil de birikime verilen ödülden yanayım. Bu bağlamda örneğin TÜYAP ve Erdal Öz edebiyat ödüllerini önemserim. Maalesef bir edebiyat ödülü hurdalığına dönmüş gibiyiz. Ödül kazananın satışları artmıyor. Ödülün

Aforizmalara (b)ayılırım; yalnızca aforizmalardan mürekkep bir roman neden yazılmaz gibi fikirlerim yok değil. “Şairlik bir meslek değil kaderdir” güzellemesine katılmak isterdim. Yaşayan şairlerimizden bu dizeyi hak edenleri düşünüyorum ve beş isim dahi sayamıyorum. Şiir edebi türlerin doruk noktasıdır, üç boyutludur; içinde resim de barındırır. saydığınız kitap hangisidir? Peşinde olduğunuz bir imza var mıdır? Selçuk Altun: Bu tür soruları severim! Süryanice el yazması “Azizlerin Tarihi” (en az altıyüz yaşındadır), Osmanlı’da ilk matbaanın ilk ürünü “Van Kulu Lügati” ile İngilizce şiir antolojisi “New Poems-1942”. Son yapıtta şiiri bulunan 32 şair de kitabı imzalamıştır. Aralarından beş isim say denirse, ilk aklıma gelenler Dylan Thomas, Wallace Stevens, Cecil Day-Lewis, Delmore Schwartz ve W.H. Auden olur. Günümüzde imzalı bir Nâzım Hikmet veya Orhan Veli isteyen 5 bin doları gözden çıkarmalıdır. Bu yıl 450 dolara, imzalı bir Italo Calvino siparişi verdim. Peşinde olduğum bir imza, maalesef Virginia Woolf’tur! Selnur Aysever: Hatırı sayılır rakamlardan söz ediyorsunuz. Bir imzanın gerçek olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Güven ilişkisi nasıl kuruluyor böyle bir alışverişte? Selçuk Altun: Kuyumcu ve antikacı gibi sahafın

parasal boyutları yetersiz, derme çatma yöntemlerle yaşatılıyor ve ona saygınlık kazandırmak isteyen çareyi jüriye Doğan Hızlan’ı atamakta buluyor. Selnur Aysever: Ödül sahibi olmanın satışı artırmasını mı beklemek gerekir? Buradan nitelik konusunda girmek isterim. Çok satan kitap iyi kitap demek midir? Tam tersini de çok okumak iyi okur olmak mıdır olarak da sormak isterim. Selçuk Altun: Ödül almış bir kitabın satışının artmasını beklemek yanlış olmaz. Yalnızca yapay gündem maddesi yaratarak satışını artıran yazarlar yok mudur? Çok satan her kitap tabii ki iyi kitap değildir, maalesef ülkemizdeki çok satanların nicesi sığ kitaptır. Çok okuyan bir okurdan ilk fırsatta, örneğin Kafka veya Mahir Öztaş’a terfi etmesini beklerim. Selnur Aysever: “Küresel yazar Yaşar Kemal” diyor Suner Aykan. Selçuk Altun’un küresel yazarı kimdir? Selçuk Altun: Türk edebiyatının üç küresel şair ve yazarı: Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’tur. Sait Faik’in de o mertebeye yükselmesi

hakkıydı. Bir de küresel boyutta ıskalanan değerlerimiz var, örneğin İbrahim Yıldırım. Selnur Aysever: Dünya edebiyatında hangi isimleri küresel olarak nitelendirirsiniz? Selçuk Altun: Küresel yazarlar hem “ünlü” hem de “önemli” yazarlardır. Yirmi birinci yüzyıl dünya edebiyatından üç küresel isim saymam gerekirse Gabriel Garcia Marquez, Graham Greene ve Haruki Murakami aklıma ilk gelenlerdir. Bir de “az ünlü” ama “önemli” yazarlar vardır ki ben özellikle onları önemserim. Aklıma aynı anda beş yazar birden geliyor: Gilbert Adair, Gabriel Josipovici, Andre Aciman, Enrique Vila-Matas ve Javier Marias. Selnur Aysever: Şiir yazmayı, romanınızdaki aforizma gibi “kader” olarak mı görüyorsunuz? Selçuk Altun: Aforizmalara (b)ayılırım; yalnızca aforizmalardan mürekkep bir roman neden yazılmaz gibi fikirlerim yok değil. “Şairlik bir meslek değil kaderdir” güzellemesine katılmak isterdim. Yaşayan şairlerimizden bu dizeyi hak edenleri düşünüyorum ve beş isim dahi sayamıyorum. Şiir edebi türlerin doruk noktasıdır, üç boyutludur; içinde resim de barındırır. Selnur Aysever: Bir gün şiir kitabınız olacak mı? Selçuk Altun: Sanırım olmayacak, olmamalıdır. Ancak romanlarımda birkaç şiirsel cümle olabilir; örneğin, “Ne zaman Haydarpaşa Garı’nı görsem hüzünlü bir roman okuyasım gelir”i şiirsel bulan okur yok değildir. Selnur Aysever: Selçuk Altun kime “iyi okur” der? Selçuk Altun: “İyi okur”dan önce “okur” düzeyine bir dokundurmak isterim. Cumhuriyet Kitap’taki sayfam için, “Yazarlarla sahaflarımızın bir ortak noktası, ikisi de kitabı çok sever ama pek okumaz” diye bir not almışım. Yazar, önce iyi bir okur olmalıdır. Memet Fuat, şiir kitaplarının satış rakamlarına bakıp, “Türkiye’de şairler bile birbirlerini okumuyor” buyurmuştu. Benim tanıdığım tüm iyi şair ve yazarlar, tutkun okurlardır. Çağdaş Türk ve Anglo-Amerikan edebiyatı açısından Orhan Pamuk, Güven Turan ve Jaguar Kitap’ın yayıncısı ve turizm rehberi Behlül Dündar bence “iyi okurlardır”.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

KISA KISA Yunanistan’ın Kısa Tarihi Richard Clogg, Boğaziçi Üni. Yayınevi 18. yüzyılın sonlarından bugüne dek modern Yunanistan’ın tarihine kısa bir giriş niteliğindeki bu kitap, bugünün siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmelerine de mercek tutuyor. Kitap, Helen kültürünü konu alan en iyi kitap olarak Runciman Ödülü’nu almış ve on iki dile çevrilmiş.

Dürtü Dr. David Lewis, Paloma Yayınevi Yazar, zihinsel faaliyetlerimizin çoğunun bilinçli düşünce seviyesinin altında gerçekleştirdiğimizi söylüyor. Dürtülerimizi yok sayamayacağımız gerçeğiyle bizi yüzleştiren kitap, bu sayede içgörü sahibi olmanın mümkün olduğunu gösteriyor.

Okurken Ne Görürüz? Peter Mendelsund, Metis Yayınları Okumak ile zihinde canlandırmak arasındaki incelikli ilişkiyi özgün bir şekilde ele alan kitap, okuma deneyiminin kendisinin en az okunan kitap kadar ilgi çekici olduğuna işaret ediyor. Kitabı bir nesne olarak da inceleyen yazar, kitabın tasarımını da bu yönden yaklaşarak düzenlemiş.

Yalancılar ve Sevgililer Gülşah Elikbank, Kırmızı Kedi Yayınevi Yazar bu kitabında, iyinin ve kötünün, gerçeklerin ve yalanların, insanları inançları üzerinden yönlendiren zorbaların ve yaşanamamış aşkların peşinde okuru tarihin derinliklerinde bir hikâyeye götürüyor. Çavuşesku dönemi 12 Eylül Türkiye’si hikâyenin arka planını oluşturuyor.

Hititler B.Brandau-H.Schickert, Arkadaş Yayınevi “Bilinmeyen Bir Dünya İmparatorluğu” altbaşlığını taşıyan kitap, teknolojisi, kültürü ve hukuk sistemiyle hayranlık uyandıran Tunç Çağı imparatorluğu Hititler’in tarihini anlatıyor. Yazarlar bu çalışmada arkeoloji biliminin en yeni bulgularına ve uzmanların görüşlerine dayanıyorlar.

Sıfır Tunç Kılınç, Destek Yayınları “Kendini bir bok sanmazsan, kaybedecek bir şeyin de olmuyor!” diye yazıyor kitabın kapağında. Yazar, bu ifadeyle ve kitabın adıyla okura daha en baştan egosunu bir kenara bırakıp sayfayı öyle çevirmesini söylüyor. Hayatla nasıl baş etmek gerektiğiyle ilgili sözünü sakınmayan bir kitap.

Korkunun Psikolojisi Christophe André, Say Yayınları Fobileri, korkuları ve kaygıları beslendikleri kaynaklarla birlikte ele alarak tanımlayan ve çözüm yollarını sunan kitap, Fransa’nın en önemli korku ve fobi uzmanlarından birinin imzasını taşıyor. Korkunun biyolojik ve evrimsel yönü gözler önüne seriliyor.

Hem Eğlenceli, Hem Politik ÖMER AYHAN

J

ose Louis Borges, babasının kütüphanesinde başlayan okuma serüveninde “tuhaf” kitaplarla karşılaşmış ve genellikle fantastik dünyalara açılan okuma deneyimi, kuşkusuz yazacaklarına rehberlik de etmişti. Babil Kitaplığı serisinde Borges’in yer verdiği yazarlardan biri de Robert Louis Stevenson. Kısa yaşamında çok sevilen, rağbet gören bir yazardı. Ne ki, 20. yüzyılın modernist edebiyat kasırgasında bir süre için unutuldu. Hatta uzun zaman İngiliz dili edebiyatı antolojilerinde öykülerine yer verilmedi. Stevenson’ın yazarlığı biraz arafta kalma hikâyesine benziyor. Birçok kitabı yayımlandı ama özellikle çocuk ve gençlik edebiyatı sınırlarında kabul edilen “Define Adası” ve “Kaçırılan Çocuk”la tanındı. Bugün bir klasik olarak kabul edilen “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” ise her zaman popülerdi. Ne var ki, bir edebiyat klasiği olup olmadığı çıktığı günden beri tartışılıyor. Son onyıllarda ise rüzgârı ardına aldığı söylenebilir yazarın. Yoğun çeviriler ve seçkilerle, adeta bir kez daha keşfediliyor. Yazarın birbirine bağlı üç hikâyesinden oluşan “İntihar Kulübü” ise ilk kez bir dergide yayımlanıp (1878) dört yıl sonra başka birçok öyküyle birlikte “New Arabian Nights” adlı kitaba dahil edilmiş. Sık sık bağımsız olarak yayımlanan bu üç öyküye sinema dünyasının gösterdiği ilgiyse çok daha fazla. Peki “İntihar Kulübü”nü böylesine ilgi çekici kılan nedir? Londra’da yaşayan Bohemya Prensi Florizel ve hem dostu hem de yardımcısı Albay Geraldine, bir tesadüf sonucu gizli bir kulübün varlığını öğrenirler. İntihar Kulübü, Başkan diye anılan gizemli biri tarafından yönetilmektedir. Hayattan bezmiş, çoğu genç ve kafası karışık adamlar, iskambil kâğıtları aracılığıyla kaderlerini seçerler. Her seansta bir katil, bir de kurban belirlenir. Tüyler ürpertici sistem, bu işe merakından ötürü katılan Prens Florizel’in “yanlış kartı” çekip kurban konumuna düşmesiyle altüst olacaktır. Öykünün Victoria döneminde yazıldığı hesaba katılırsa, salt konusuyla bile hayli özgün olduğu görülecektir. Stevenson, hayatını daima çırpıntılı sularda sürdürdü. Onu sürekli bir fikirden diğerine taşıyan arayışları, siyasal doğrularını da değiştirmesine sebep oldu. Dindar bir ailede yetişen, üniversite çağında kendini ateist ilan edip ailesiyle arası açılan yazar, kısa süre ateşli savunuculuğunu yaptığı sosyalist döneminden pişmanlık duyduğunu söyleyecekti. Bundan sonra hayatı boyunca kendini muhafazakâr olarak tanımladıysa da, son yıllarını geçirdiği Samoa Adaları’nda yerlilere yapılan zulüm karşısında, Batı’nın emperyalist tutumuna karşı mücadele etti. “İntihar Kulübü”ndeki öyküler, uzun süre bir kaçış edebiyatı olarak nitelenmiş. Bununla birlikte, Stevenson’ın hangi öyküsüne bakarsak bakalım, onun siyasal düşüncelerinin de işin içine karıştığını görüyoruz. Edebiyatı toplumsal bir bildirim olarak kabul etmediği için, bu düşünceler didaktikliğe düşmeyen yazarın istediği etkiyi yaratabiliyor. Biraz kaba da olsa öykülere ironiyi yerleştiriyor. Prens Florizel ve Albay Geraldine ilginç bir ikili. Yabancısı olduğu seçici bir toplumda sevilip saygı gören, bununla birlikte kendini hedo-

visage37@yahoo.com nizmin kollarına bırakmış bir karakter Florizel. Sözgelimi ilk öykü “Kremalı Turtalı Genç Adamın Hikâyesi”, adından başlayarak inanılması güç bir dizi olaya açılır. Kılık kıyafet değiştirip kentin salaş eğlence yerlerinde macera ararken yolları İntihar Kulübü’ne çıkacaktır. Albay Geraldine sözde Prens’in aşırılıklarını dengelemek için yaratılmış gibi duruyor ama son sözü daima Prens söylüyor. Florizel’in kimliği, bir başka deyişle hem asilzade hem de yönetici oluşu, kusursuz bir kahraman olarak ortaya konulduğu düşünülürse politik bir seçim. Düzenin altını oyan, belki sözcüğün sadece olumsuz anlamıyla anarşist diye tanımlanabilecek bir hareketi durdurmaya çalışırken, kendisine daima hayranlık duyuluyor. Bir kumpasa maruz kalan genç bir Amerikalının etrafında gelişen “Doktor ile Saratoga Sandığı’nın Hikâyesi” adlı ikinci öykünün girişi, iki kıta arasında belirgin bir hiyerarşi gözetilerek açılır. “Genç bir Amerikalı olan Bay Silas Q. Scuddamore, sıradan ve zararsız bir yaratılışa sahipti ve New England’dan geldiği düşünülürse bu takdire şayan bir özellikti.” Bay Silas’ın, yardımına koşan Prens’e minnettarlığı, yine politik bir taşlamayla ifade edilir. “Bir Cumhuriyetçi olan genç Amerikalı, oradan ayrılan faytona saygısını sunmak için şapkasını çıkardı.” “İntihar Kulübü”nün başkanı ile Prensi bir düelloda karşı karşıya getiren son öykü “Fayton Macerası” da, alttan alta benzer sınıflandırmalara açılıyor. Düelloya tanık olması için güvenilir kişilere ihtiyaç duyan prens, Stevenson’ın gizem duygusunu ustalıkla ortaya koyduğu hikâyede bir parti verir. Partiye gelen onlarca kişi arasından seçilen iki kişinin de asker olması tesadüf değildir. Siyasal olarak benzer görüşlere sahip Borges’in, Stevenson’ı sevmek için epeyi nedeni var. “Babil Kitaplığı”nda Stevenson’dan seçtiği dört öykünün bir araya getirildiği “Sesler Adacığı”nın önsözünde şöyle demiş Borges: “Chesterton’un kurgusal yapıtlarında bizi büyüleyen fantastik Londra, Stevenson tarafından daha 1878 yılında ‘İntihar Kulübü’nün şaşırtıcı serüveninin de içeren ‘Yeni Bin Bir Gece’de keşfedilmişti.” Diğer öyküleri okumadığım için yorumda bulunamam, ancak bu üç öyküde Londra’nın, Chesterton’ın yazdıkları ölçüsünde büyüleyici olduğu söylenemez. Stevenson’ın başarısı, polisiyeden de güç alan entrika duygusundan geliyor. “İntihar Kulübü”nde ne mekân duygusu, ne de yazınsal dil, öne çıkacak kadar etkili. Öykülerin güçlü yanı, yazarın okurunu teslim alan hayal gücü. “İntihar Kulübü”, gotik edebiyatın, sözgelimi Poe’nun karamsar ciddiyetinden uzak, Chesterton’ın “Peder Brown Öyküleri” gibi eğlenceli. Politik alegori ve/veya fantezist polisiye kurmaca olarak okunabilir. “İntihar Kulübü”, Robert Louis Stevenson, Çev: Aslıhan Kuzucan, 104 s., İthaki Yayınları, 2015


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Ahmet Altan’ın Aşk’ı OZAN EZGİ BERBEROĞLU

“A

şkı kimden okumak istersin?” diye sorsalar, akla ilk gelecek isimlerden biridir Ahmet Altan. Kafanızda dönüp dolaşan ama bir türlü kelimelere dökemediğiniz duyguları bir anda onun aşk anlatımında bulursunuz kimi zaman. Altan, okur karşısına yine bir aşk kitabıyla çıkıyor, ancak bu seferki biraz farklı. Yazar, yeni kitabı “Bir Hayat Bir Hayata Değer”de aşka ilişkin düşünceleri, tarihin ünlü isimlerinin aşk hikâyeleriyle harmanlanıyor ve ortaya oldukça orijinal bir eser çıkıyor. Kitap, Altan’ın kadın-erkek ilişkileri üzerine denemelerinden oluşuyor. Denemelere fark katan ise içlerinde tarihte önemli izler bırakmış isimlerin çok özel anılarının da yer bulmuş olması. Bunlar arasında Beethoven, Alex­ ander Dumas, Auguste Rodin, Marie Antoinette ve daha birçok isim bulunuyor. Ünlü besteci Beethoven’ın adını kimseye söylemediği büyük aşkını, Juan Ramon Jimenez’in karısı Zenobia’ya olan tutkusu ve trajik sonlarını ya da Alexander Dumas’nın bir “fahişeye” âşık olduğunu duyduğunuzda, bu isimlerin aslında daha önce hiç de ilgilenmediğiniz aşk hayatları hakkında ilginç detaylara ulaşmış oluyorsunuz. Altan’ın burada bir retro-paparazziliğe niyetlendiğini söylemek haksızlık olacaktır. Yazar eski aşk öykülerini anlatırken ilişkinin her iki tarafındaki kişilerin ruh hallerini de değerlendirdiği güçlü bir anlatım sunuyor. Ünlü isimlerin aşk öykülerini ve duygusal çıkmazlarını okuduğumuz yazılarda, Altan’ın bu isimlerle kişisel ilişkilerinin de ipuçlarını bulabiliyoruz. Örneğin yazar, Halil Cibran’ı bir çöl peygamberinin nefesini taşıyan ve yazdıklarına o nefesi üfleyen şair olarak tanımlıyor. Altan’ın, yıllardır kafamda dönen ancak bir türlü ifade edemediğim Cibran tanımını yaptığını görüyor ve etkileniyorum. Halil Cibran, tam yirmi yıl boyunca, bir tek kez bile görmediği bir kadına âşık olarak yaşıyor. Cibran ve May hiç karşılaşmıyorlar ama aralarındaki “aşk” öylesine derinleşiyor ki, Cibran öldüğünde May “Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini, bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım” cümlelerini kuruyor. Ahmet Altan’ın birbirine değen hayatlar seçkisinden ilgi çekici bir diğer isimse Auguste Rodin. Paris’in entelektüel sosyetesini uzun yıllar konuşturan dramatik aşkını kendinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltıraş olan Camille Claudel’le yaşıyor Rodin. Yetmiş yedi yaşına geldiğinde, yıllarca hep aldatılmış olmasına rağmen kendisine hep sadık kalan Rose Beuret ile karlı bir ocak gününde evleniyor. Rose, bir ay sonra, hep sevdiği, hep sonunda kendine döneceğine emin olarak beklediği, daha onu kimsenin tanımadığı yıllarda bile onun büyük bir heykeltıraş olacağına inandığı adamın karısı olarak ölüyor. Rose’suz bir dünyaya Rodin sadece on ay dayanabiliyor ve o da aynı yılın kasım ayında hayata veda ediyor. Çaresiz âşık Camille’in trajik yılları ise Rodin’in ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha bir akıl hastanesinde devam ediyor. Denemelerinde, tanınmış isimlerin aşklarının yanında kadın-erkek ilişkilerinin derinliklerine değinen Altan, her iki cinsiyetin aşkı algılama ve onu hayatına alma biçimlerinin farklılığı-

ozanezgiberberoglu@gmail.com nı ele alıyor. Birçok bölümde yazarın şiirsel diliyle ince ince örülen etkileyici bir aşk anlatımı görüyoruz. Bazı yerlerde yaptığı saptamalara ise oldukça şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Altan, heteroseksüel ilişkilerde cinsiyetlerin birbirlerine karşı geliştirdikleri kur davranışlarının evrimsel kodları ve bu kodların modern dünyanın sosyal insan hayatına yansımaları üzerine kimi tespitlerde bulunuyor. Bugün bağımsız, eşit, birbirlerine muhtaç olmayan kadınlarla erkeklerin oluşturduğu ailelerde bile “yatıştırıcılığın” genellikle kadına düşmesinde, milyonlarca yıl öncesinin izleri olduğunu öne süren Altan, erkeklerin sevişmek istedikleri kadını önce lokantaya götürüp “beslemesinde”, diğer bir deyişle kadın-erkek ilişkisinde hep bir “akşam yemeği, sevişme” motifi bulunmasında da evrimsel psikolojik etkilenimlerin rol oynadığını savunuyor. İlk bakışta erkeğe özgü görülen cinsel davranış modellerinin aslında kadının kabulüyle günümüze kadar geldiğini ima eden yazar, kadının da ilişki öncesi yemek ritüelini sahiplendiğini söylüyor ve bunu erkeğin kendisine ne tür bir “av” sunacağını görmek istemesi şeklinde yorumluyor. Kitap ilerledikçe Altan’ın saptamaları git gide sertleşiyor. Şöyle diyor: “Erkeğin kibriyle yaralanan kadın da kendini kendi hücresine sakladıktan sonra orada ruhu erir ve o hücreden intikamını almak isteyen soğuk ve öfkeli bir kadının ruhu çıkar. Bir tırtılın bir mucizeyle bir kelebeğe dönüşmesi insana nasıl inanılmaz gelirse seven bir kadının intikam almak isteyen bir kadına dönüşmesi de o kadar inanılmaz gelir...” Altan’ın “av teorisi” ya da intikam kavramını bu denli kadının organik bir parçası gibi betimlemesi en yumuşak tabiriyle “cinsiyetçi”. Kitabın cinsiyetler üzerine saptamalara yoğunlaştığı bölümlerde ciddi hayal kırıklıkları yaşadığımı söylemeliyim. Düşün dünyasının ne denli geniş olduğunu bilsek de, aşk ilişkisinde erkek başatlığının kadının durumu kabulüyle devamlılık gösterdiği mesajını almak bir ölçüde rahatsız edici. Kim bilir belki de Altan burada, mücadeleci kadın ruhunu işine karıştırmayarak, bu asinin “ideal aşk” tasvirine halel getirmesini engellemeye çalışıyor ya da belki yalnızca antropolojik ve evrimsel psikolojik bir dil kullanmış olmak istiyor. Uzun gecelerin iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladığı bu günlerde aşkın güzel bir sığınak olacağını düşünüyorum. Ahmet Altan’ın ilişkiler ve duygular üzerine saptamalarını değerlendirmek ve kendi deneyimlerinizle karşılaştırmak ya da onun akıcı diliyle kafanızdaki aşk tanımını cümleleştirmesini izlemek için “Bir Hayat Bir Hayata Değer” sizi bekliyor. “Bir Hayat Bir Hayata Değer”, Ahmet Altan, 225 s., Everest Yayınları, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

KISA KISA İnsan Neden Hasta Olur? D.Leader-D.Corfield, Doğan Novus “Dilimiz sessiz kaldığında bedenimiz konuşmaya başlar!” diyor arka kapak yazısında. Hastalıkların nedenini genlerimizde ya da biyolojimizde değil, duygularımızın, düşüncelerimizin derinliklerinde arayan yazarlar, ilk bakmamız gereken yerin “hikâyemiz” olduğunu söylüyorlar.

Dolaptaki İskeletler Tanya Byron, Doğan Kitap Genç bir klinik psikolog olan yazar, sıradan insanların hayatın zorluklarına direnişi sırasında yaptığı tanıklığı anlatıyor. Bununla paralel olarak bir psikologun yetişme sürecini de daha yakından anlamış oluyoruz. İnsan ruhunun özüne ilişkin pek çok veriyle karşılaşıyoruz kitapta.

Alan/Derin Bir Nefes Evrim Ç. Durmuş-M. Yavuz Durmuş, Remzi Kitabevi Özgürleşmek, üretken olmak, zihinsel ve duygusal olarak iyi hissetmek için alanlara ihtiyacımız var. İşte bu kitap bize “bilen” değil “öğrenen” insan olmanın bu alanı yaratırken ne büyük bir avantaj olduğunu gösteriyor.

Beyaz Ruslar Doç. Dr. Bülent Bakar, Tarihçi Kitabevi Beyaz Rusların trajedisini anlatan kitap, Bolşevik Devrimi’nden kaçan muhaliflerin hayatlarına ve iki ülke arasındaki ilişkilere farklı bir bakış sunuyor. Bu göç hikâyesi, İstanbul’un kültürü üzerindeki etkileri ve sosyal yaşama yansımalarıyla önemli bir vaka olarak ilgiyi hak ediyor.

Mücellâ Nazan Bekiroğlu, Timaş Yayınları 1920-1970 yıllarının Türkiye’sinden nostaljik bir hikâye. Çeyiz işleyen bir genç kızın adım adım hayattan çekilirken yaşadıklarını anlatan iç acıtıcı bir roman. Bekiroğlu, hayatı seyretmek ile yaşamak arasında sıkışan kadınların hikâyesini anlatıyor aslında.

Artık Melekleri Hissetme Vaktidir Cihat Aşkın-Hilal Doğanay, Pan Yayıncılık Hayatını müziğe adamış bir keman virtüözünün hikâyesi... Bu anı kitabında Cihat Aşkın, tutkunun, çalışmanın, disiplinin insanı nerelere taşıyabileceğini anlatıyor okuruna. Müzik tarihimizin önemli kesitlerine de ışık tutan hayatı, yeni kuşak müzisyenlere yol gösteriyor.

Güve Yeniği Gökçe İspi Turan, Yitik Ülke Yayınları İki romanın ardından bu kez öyküleriyle okurun karşısına çıkan Turan, birbirinden farklı yirmi kadınla buluşturuyor bizi. Bu kadınlara gülüyor, ağlıyorsunuz. Bazen hak veriyor, bazen kızıyorsunuz. İşçi, eş, komşu, dost, katil, reklamcı, anne... Hepsi hayatımızda olan kadınlar.

Biraz Yavaşlamak İçin MELİSA KESMEZ

H

ayatlarımızı hoyratça işgal eden ülke gündeminin gölgesinde, inatla ruhumuza iyi gelen, bizi besleyen, bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylere tutunmak zorundayız. “Siyasetle ilgilenmiyorum” demek değil bu. Bilakis “okumaya ve üretmeye devam edeceğiz” demek, ki bu da siyasi mücadelenin ta kendisi. Çünkü zalimlik bitecek gibi değil ve hayatımız, biricik hayatlarımız geçip gidiyor. Bu yüzden, yaşadığımız çağ itibarıyla etkisini en çok sosyal medyada hissettiğimiz; adına “siyasi tartışma” diyemeyeceğim kavga gürültünün, tozun toprağın arasında, müziğe, tiyatroya, başka sanat dallarına ama en çok edebiyata inancını yitirmeyen ve tali yollardan da olsa yoluna devam eden birini gördüğümde içim umutla doluyor. Zihnimizi ele geçiren ve bize hiçbir şey vermeyen, bilakis tüm enerjimizi çalan uğultudan kendini ayırmayı başarmış her eser ve eser sahibi, bana bir kez daha sanatın tam da böyle bir şey olduğunu ispatlıyor. Geçenlerde bir fotoğraf gördüm, Birinci Dünya Savaşı’nda çekilmiş bir fotoğraf; hikâyesini bilmiyorum ama göründüğü kadarıyla tam da bu bahsettiğim şeyi özetliyor: bir asker tankın üzerine çıkmış, sanki bir salon dolusu insanın huzurundaymış gibi, sırtı dimdik, keman çalıyor. Faruk Duman’ın yeni deneme kitabı “Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe”, tam da artık kimseyle oturup edebiyat konuşmuyoruz, bir filmden çıkıp da konuyu içi boş siyasi muhabbetlere getirmeden iki çift laf edemiyoruz, diye düşünürken geçti elime. Edebiyata bakışını çok sevdiğim ve her yazdığından tonla şey öğrendiğim Faruk Duman’ın denemeleri, açıkçası böyle bir zamanda ilaç gibi geldi. Uzun zaman sonra bana Tom Sawyer’ı, Yaşar Kemal’i, Dostoyevski’yi, Stefan Zweig’ı, Sait Faik’i, Nuri Bilge Ceylan’ı, Tolkien’i, Umberto Eco’yu, trenleri ve ormanı düşündürttü. Edebiyat iyileştiriyor, bir kez daha bunu hissettirdi. “Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe”, yazarlar, kitaplar, güncel edebi tartışmalar arasında gezinen yazılardan oluşuyor. Ama içinde çocukluk da var masallar da; yalnızlık, rüyalar, hatta güzellik, intihar ve taşra da... Elbette siyaset de. Ama kavgacı bir dille değil, çok daha bilge, çok daha kalender bir dille. Çocukluk, Faruk Duman’ın hiç ıskalamadığı bir konu. Onun yazdığı her şeyin içinde bir yerde hep var, her zaman açıkça olmasa bile çocukluğun naif duyguları, en çok da o yıllara özlem illaki uzatıverir başını bir taşın altından. “İncir Tarihi” kitabı için şöyle diyor kitabın bir yerinde: “Zeyrek ve Ümmik biz oluyoruz. Yine de hemen belirteyim; bunu, basılı kitap olarak elime geçince düşündüm ama kalemin yazdığı her zaman insanın düşündüğünden çok başkadır. Ve kimi imgeleri anlayabilmek, yazar için de olanaksız olmuyor mu? Ne mutlu, yazdığından emin yazara. Ama o, ben değilim.” Hem edebi hem de güncel konular hakkındaki denemelerini ve kendi hayatına dair anekdotlarını topladığı bu kitabında da çocukluk krallara layık bir yer tutuyor. Duman’ın denemelerinde çocukluğa dair en güzel keşiflerinden biri de, ilk okumalar ve kitap okumanın tadının alındığı o ilk günler. Kitaplar-

kesmezmelisa@yahoo.co.uk la haşır neşir herkesin gayet iyi bildiği, geri dönüp baktığında içi ısınarak hatırladığı o benzersiz anlar bahsettiği: “ ...O günlerde ben bir yandan kitap okumanın tadını da artık almış bulunuyordum. Jules Verne’i, Mark Twain’i okuyordum. Kendimi bütünüyle edebiyatın, daha doğrusu hayal kahramanlarının dünyasına kaptırmıştım. Söz gelimi Tom Sawyer gibi yaşamak istiyordum... ” Özellikle bir neslin unutulmaz kahramanlarından biri olan –benim de çocukluğumun kaybolmayacak hatırası– Tom Sawyer’a özenip kendi ağaç evini inşa ettiğini anlatıyor. “O ağaçtan çok şey öğrendim” dediği bir akasya ağacına inşa ettiği küçük ağaç evindeki günlerini hatırlarken, bizi de alıp o ağacın dibine götürüyor. Doğa –onun edebiyatının önemli bir taşıyıcısı olarak– Faruk Duman’ın bu kitapta toplanan denemelerinde kendini hissettiren bir başka öğe. Pek çoğunda yoğun şekilde yer alıyor: “Yürüyen Ağaçlar” başlıklı müthiş denemesinde Yaşar Kemal’in satırlarında Toros ormanlarının Akdeniz kıyılarına “yürüdüğü”nden ve Onat Kutlar’ın “Hadi” eserinde ormanın gelip pencerenin önünden geçiverdiğinden bahsediyor Duman. AnkaraKars arasında yaptığı tren yolculuklarını anlattığı denemesi ise yavaşlığı yücelten, gelişmeye ve sanayileşmeye küskün bir metin olarak akılda kalıyor. Bitki ve hayvanlarıyla bütüncül bir doğa Faruk Duman’ın anlattığı; kayalar da dahil o doğaya, çocukluğun geçtiği yeşil mahalleler de, buz tutan göller de, yağan kar da, Diyarbakır’da vurulan leopar da, kaybolan Anadolu parsı da, trenin ilerlediği bozkır da. Ama yiten bir doğa onun bahsettiği, çocukluk gibi özlenen bir şey; tıpkı çocukluk gibi kırık duygularla suyun üzerinde beliriyor. “Bir süredir dikkat ediyorum; ayak seslerimizi duyar duymaz ortadan kayboluyor yılanlar. Ege’de olmuştu bu; oturup dinleneceğinizi, konuşup güneşleneceğiniz yeri size terk eder yılan.” Beri yandan, denemeleri boyunca uğradığı tüm farklı durakları edebiyatla, okumakla ve yazmakla yan yana getiriyor Faruk Duman. Birbirinden bağımsız gibi görünen farklı farklı konuları, yazmanın ve okumanın doğasına iliştiriyor, dil ile doğa arasında köprüler kuruyor ve yolun sonunda hep edebiyata varıyor. Okurdan ne bekleriz? Peki yazardan ne bekleriz, diye soruyor. Yaratıcı yazarlık meselesine dokunuyor. Yaratılan hikâye kahramanlarının gerçekliğini, yazarın yazdığına kendinden ne kadar kattığını merak ediyor. Ve her birini zengin, dolu dolu bir anlatımla birbirine örüyor. Faruk Duman kesinlikle iyi bir hikâye anlatıcısı. Denemelerinde de bu fazlasıyla hissediliyor. Çok konuşup az söyleyen, onu da yanlış söyleyen bir dilin peyda olduğu günümüzde, Duman’ın denemeleri başka kıymetli. “Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe”, hayatın vahşi koşusuna birazcık mola vermek için eşsiz bir fırsat. Gidip bir kahve koyuverin kendinize ve biraz olsun yavaşlayın. “Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe”, Faruk Duman, 160 s., Can Yayınları, 2015


Aralık 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Çocuk Edebiyatında Barış

K

imi edebiyat tarihçileri trajik olayların edebiyata yansıması için aradan uzun zaman geçmesinin gerektiğini söylerler. Nitekim, Dünya savaşları, Yahudi Soykırımı, Türkiye’deki ‘80 darbesi, Dersim Katliamı gibi acı gerçekler yıllar içinde sanatın farklı alanlarında yeniden yeniden hatırlanmış ve lanetlenmiştir. Çocuk edebiyatında John Boyne “Çizgili Pijamalı Çocuk” adlı kitabında gaz odalarını 2006 yılında kaleme almış ve bütün dünyayı etkilemiştir sözgelimi. Günümüzde Suriye’deki içsavaş, bütün dünyayı saran terör, göçmen sorunları ve denizlerin mültecilere, çokça da çocuklara mezar oluşu tam da şimdi bir edebi esere konu olabilir mi? Bir yazar yaşadığı ânın içinden, isyanını özümsemeyi beklemeden haykırabilir mi? Neden olmasın? Ya da şöyle soralım; şu günlerde bir yazar ne düşünüp de yazabilir ki? Barıştan başka… Deneyimli ve ödüllü yazar Gülsevin Kıral, elini taşın altına koyuyor ve acının ortasında kalan ülkemizin diliyle, komşumuzda yaşanan trajediye kendi penceresinden, İstanbul’dan yaklaşıyor. “Umut Sokağı Çocukları” adını verdiği romanında farklı etnik kökenden on iki kahramanın ağzından anlatılan her bölümde, “ortak acıya” farklı açılardan bakmayı başarıyor. Kahramanlar bazen aynı olayı, bazen birbirini izleyen olayları şimdiki zamanda konuşuyorlar. Yazar bunu bilinçli mi yaptı bilmiyorum ama bu romanın kurgusunu şahlandırmış. Şimdiki zamanla yazılmış olan roman, yaşadığım şu anda zaten sürmekte olan bu büyük trajediyi, kitabın kapakları arasında bile canlı tutuyor. Bir yanıyla şimdiki zaman rüyanın dilidir, hayalin anlatım tekniğidir. Umudun kipidir şimdiki zaman. On iki karakter; Türk çocuk Ali, Suriyeli çocuk Havva, Türk çocuk Murat, Türk genç İnci, Kürt çocuk Rojda, Suriyeli baba Mahmut, Suriyeli çocuk Hasan, Türk çocuk Selo, Kürt anne Berivan, Kobaneli anne Eje, Yabancı gazeteci Danny ve köpek Karabaş, hepsinin yolu İstanbul’da kesişiyor. Ulusal çatışmaların dışında; birey olarak, kalplerindeki iyilikle umudu inşa ediyorlar. Mevcut bir sokak onların buluştuğu yer, İstanbul’da fakir bir muhit belli ki, bir otel ve çocukların top koşturduğu bir arsa... Soğuk otel odasına sığınmış Suriyeli mülteci bir aile. İşsiz baba. Dilenen anne ve onun kucağında uyuyan Havva. Mahalleli TürkKürt ayrımı olmadan zaten huzurla yaşıyor aslında. Komşuluk, tek ülke onlar için. Öyle ya komşu komşunun külüne muhtaçtır! Yaşam mücadelesi aslında barışın ta kendisi bu kitapta. Ekmek derdi büyük. Türk için de öyle. Gülsevin Kıral, meseleye çok yönlü bakabilmiş, tarafsız durabilmiş. Örneğin Suriyeliler ucuz çalıştığı için işsiz kalan Türk babanın isyanını da, işsiz Suriyeli babanın günlerce sokakta iş arayışını da dile getirmiş. Sokak söz konusu olur da köpekler eksik kalır mı? Suriyeli Havva ve Hasan’ın anılarında özledikleri köpekleri Karabaş, aynı isimle ve benzer tüy renkleriyle tekrar karşılarına çıkıyor. Bu imgeyle ülkeler arası sınırları kaldırıyor Kıral. İsimler benzer, yemekler benzer, duygular benzer. Yazarın Karabaş’ı konuşturması ve bunu kısa kesik yüklemlerle yapması takdire şayan. “Koşuyoruz. Koş, koş… Korkuyorum. Toplayıcılar arkamda mı? Bakıyorum. Yoklar. Oh! Rahatlıyorum. Soluğum düzeliyor. Yürüyorum. Yürü, yürü…” (sayfa 29) İnci, üniversite öğrencisi. Danny’le Twitter’da tanışıyorlar. Mesleki bir dostlukla yazışıyorlar. Danny Suriye meselesiyle ilgili gazeteye makale yazmak istiyor. İstanbul’a, İncilere geliyor. Mahalledeki otel onun kaldığı otel. Otel burada çaresizliği, yalnızlığı da simgeliyor. Otel sahibi acımasız, anlayışsız bir adam. Suriyelileri kira için sıkıştırıp duruyor. Danny’yi ise Batı hayranlığıyla karşılayıp kayırıyor. Otelin arkasındaki arsa çocukların futbol oynadıkları yer. Hasan Türkçe bilmiyor, geldiği ülkesini, okulunu, arkadaşlarını özlüyor. Kaldıkları odanın duvarına bu özlemi resimliyor. Bu sahne gerçekten duygulandırıyor okuru. Duvar gözünüzde canlanıyor. Çocuklar acılarını her zaman dille ifade edemezler. Ama resimle açık ederler. Pedagoji de resim dilini kullanır. Gülsevin Kıral da Suriyeli çocukların yaptığı resimler üzerinden sınır ötesi acıyı betimlemeyi başarıyor. Berivan, mahallede yaşan Kürt bir kadın. Roman boyunca kız kardeşi Eje için endişeli. Haber alamıyor. Eje’nin Kobane’de yaşadığını tahmin

ediyorum. Gülsevin Kıral adres göstermiyor. Suriye’deki çatışmaları, göçmenlerin yoldaki zorluklarını, sevdiklerinden nasıl ayrıldıklarını okuru ajite etmeden ama duyarlıkla aktarıyor usta yazar. Romanda beni en çok etkileyen şey, olay örgülerinin bir domino taşı gibi birbirinin üstüne düşmesi. Dünyada her insan bir diğerine bağlı! Bu yüzden bir kişinin acısı hepimizin acısı. Türk çocuk Murat yorulduğu için esnaf lokantasındaki işinden kırtasiyeye geçiyor. Murat’ın yerine de Suriyeli Mahmut işe giriyor. Olaylar yazarın usta kurgusuyla birbiriyle ritim içinde. Rojda Ali’den hoşlanıyor, İnci Danny’den. Örtük de olsa tatlı aşk ahengi var hikâyelerde. Kıral’ın, “barışa, umutla” ithafından başlayan, gözümüzle değil de kalbimizle okuduğumuz cümleler, her bölümde umuda, barışa ve güzelliğe adım adım yaklaşıyor. O bildiğimiz kendine has üslubuyla mizahı da hiç elden bırakmıyor, en trajik olanı bile çocuk okura sömürü yapmadan mâkul sezdiriyor. Umut Sokağı’na girdiğinizde, barışın aslında bireyler arasında zaten nasıl da var edildiğini görüp şaşıracaksınız. Barış, oynanan bir oyunla, birlikte oturulan bir sofrayla ve coğrafyanın efsane yemeği mantıyla buram buram yayılıyor. Ve Gülsevin Kıral, zamanın sesini çocuk edebiyatına işaret düşüyor. “Umut Sokağı Çocukları”, Gülsevin Kıral, Resimleyen: Sadi Güran, 131 s., Günışığı Kitaplığı, 2015

ONURLU BİR KUŞ Gülsevin Kıral’ın bu güzel romanının yanına hangi kitabı almalı diye çok düşündüm. Son günlerde hayranlıkla takip ettiğim Nota Bene Yayınları imdadıma yetişti. Efsanevi Kübalı devrimci Che Guevara’nın yaşam öyküsünü imgesel olarak anlatan resimli çocuk kitabı “SerChe” (Onurlu bir Kuş) çok özel bir kitap olarak güneşli kütüphanenizde yer almayı hak ediyor. Hikâyede kuşlar üzerinden dünyadaki eşitsizlik, adaletsizlik tarif ediliyor. İşin kötüsü diğer tüm kuşlar bu kötülüklere boyun eğmiş, yaşayıp gidiyorlar. Ta ki en minik kuş “serçe” isyan edene dek. “SerChe” sözcüğü bir çeviri başarısı olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın İspanyolca orjinal adı “El Cheruvicha” ve ilk kez 2007 yılında Barselona’da yayımlanmış. Guevara’nın bütün hayatı kuş imgesiyle de olsa bütün gerçekçiliğiyle cesaretle anlatılmış çocuklara. Ölümden, savaştan kaçınmadan. “SerChe tek bir söze, bir tek renge ve tek bir şarkıya inanıyormuş, o da eşitlik, özgürlük ve kardeşlikmiş.” Sade ve modern çizimlerle, özgün, sanatsal bir eser olarak da dikkat çekiyor kitap. Metinler uzun kaçabilir, didaktik öğeler göza batabilir ama ne önemi var? Eşitlik, özgürlük, barış için söylenmiş güzel sözler her zaman yerini bulur. Bu kitabı okuduktan sonra Che Guevara’nın Birleşmiş Milletler konuşmasını izledim videoda. Bence bu kitabın yaşı yok. Genç okurlar da okumalı ve üstüne de o konuşmayı dinlemeli. Hele de böylesi günlerde. “SerChe”, Mempo Giardinelli, Resimleyen: Alejandra Agdamus, Çeviren: Zekine Sanchez Veiga, Nota Bene Yayınları, 2014


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2015

SELÇUK ALTUN:

“Gizem, Romanlarımın Ortak Temasıdır” Söyleşi: SELNUR AYSEVER

Her röportaj bir yolculuk benim için. Bu kez diğerlerinden farklı olan bir şey var: Selçuk Altun her şeyden önce iyi bir okur! Bir okurun ne hissedebileceğini bilir. Bunun kötü olan bir yanı elbette yok. Okuru bilen bir yazarı şaşırtmak biraz zor olacaktı sadece. Ne yapmalıyım diye düşünürken, koleksiyoner ve bibliyofil olmasını göz ardı etmem gerektiğine karar verdim. Başladım okumaya. Bu kez karşıma Suner Aykan çıktı. Kimdi Suner Aykan? Yalnızca bir roman kahramanı mı? Bu kadar mı benzerdi romancıyla yaşamı? Yoksa ben mi benzesin istemiştim? Yazarı aramaya başladım romanda. Sonradan, başka okurların da aynı benzetmeyi yaptığını öğrendim. Okurla bir oyun muydu romancının yaptığı? Romanın gizemine kapılmıştım artık. Elimdeki incecik bir romandı. Su gibi akıyordu. Ne zaman başladım, ne zaman bitirdim, fark edememiştim. Ama son cümleyi okuduğumda, başa dönmeliyim, dedim. Çünkü, Suner Aykan’ın yolculuğuna çıkarken diğer kahramanlara hiç uğramadığımı fark ettim. Oğlu, dostları, torunu vardı. Onları kaçırmış olmalıydım. Ama dönüp bir kez daha baktığımda, romancının bunu tercih etmediğini fark ettim. Diğer kahramanlar ete kemiğe bürünmüyordu. Gizemin ya da bir oyunun parçası olabilir miydi? Kararı her okur kendi verecek sanıyorum. Selçuk Altun’la son romanı, bibliyofil olma, okurluk ve daha birçok konuda sohbet ettik. Selnur Aysever: Ekşi Sözlük’te sizin için “insanın, kitabında bahsettiği, 250 milyon dolarlık servetle dünyanın bütün kitaplarını okuyabilen adam olduğuna inanası gelir,” deniyor. Siz ne dersiniz? Selçuk Altun: Fikirleri veya hezeyanlarını ancak trajikomik takma adlarla dillendirenlere itibar edilmemelidir derim. Selnur Aysever: Romanlarınızda sizden izler arandığını bilmeniz yazım esnasında oto sansüre sebep olur mu? Selçuk Altun: İlk romanım “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir”i yazarken kendimi anlatıcının lânetinden kurtarmak için oraya bir de Selçuk Altun karakteri monte etmiştim. 2000’den bugüne sekiz roman veya novella yazdım, tüm romanlarımda Selçuk Altun ismen veya ruhen yer aldı. Bu önleme rağmen ilk romanımda kendimi anlattığım iddia edilmişti, ondan sonra bu tür yakıştırmaları umursamaz oldum. Selnur Aysever: Siz aynı zamanda iyi bir okursunuz. Okurun romandan beklentisini de bilmeniz, romancılığınızı nasıl etkiliyor? Selçuk Altun: Öncelikle okumayı sevdiğim formatta yazmaya çalışıyorum. “Gizem” romanlarımın ortak temasıdır. Uzun yazmıyorum. 2014 Nobelisti Patrick Modiano’yu benimsememin nedeni de bu olmalıdır, hem uzun yazmaz hem de gizem tüm romanlarının çatısını örer. Selnur Aysever: Oktay Rifat’ın dizeleri kitaplarınızın adı. Roman kahramanınızın da en yakın dostu. Neden Oktay Rifat? Selçuk Altun: Sekiz romanımdan dördünün

adı Oktay Rifat’ın dizelerinden ödünç alınmıştır. Oktay Rifat bana şiiri sevdiren, şiirselliği öğreten ozandır. Onun nice dizesi bile bir şiir şiddetindedir. Selnur Aysever: İş yaşamınızla yazarlığınız arasındaki ilişkiden biraz söz edebilir misiniz? Selçuk Altun: Ben 2004 yılında iş hayatıma nokta koydum; artık okuyacak, durmadan okuyacak, fırsat kaldıkça yazacaktım. İlk üç romanımı yazarken Yapı Kredi Bankası’nda yönetim kurulu üyesiydim, insanın içinde okuma ve yazma tutkusu birikince o birikim yolunu bulup taşıyor. Selnur Aysever: “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” isimli romanınızın devamı olarak görülebilir mi son romanınız? Selçuk Altun: Evet, “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” ve “Buraları Rüzgâr Buraları Yağmur” birbirinin devamıdır. Ancak bağımsız olarak da okunabilirler. Bu iki novella, birlikte İngilizceye çevriliyor ve tek kitap olarak yayımlanacak. Selnur Aysever: Çeviride duygu ya da anlam kaybı olmasından endişe eder misiniz? Selçuk Altun: Bu konuda roman, şiirden daha şanslıdır. Çevirmenin kalitesi önemlidir, çevirmen seçerken titiz davranırım. Kendilerini kanıtlamış, akademisyen İngilizce çevirmenlerim Cliff ve Selhan Endres’e güvenirim. İngilizceyi bildiğim için kontrol şansım olur. Zaten en önemlisi İngilizce çevirisidir. Fransızcada Enis Batur, diğer dillerde edebiyat ajansım Nermin Mollaoğlu’nun önerilerine uyarım. Selnur Aysever: Neden kısa yazmayı tercih ediyorsunuz? Selçuk Altun: Ben yazardan önce bir okurum, demek ki bir okuryazarım. Kısa okumayı severim; okunacak nice kitap var ve zamanımız kısıtlı. Haliyle kısa yazmayı yeğliyorum. Selnur Aysever: Karakterin ya da konunun derinleşememesi bakımından risk aldığınızı söyleyebilir miyiz? Selçuk Altun: Riskse, almaktan korkmam. İyi bir yazarın karakterleri ve konunun akışını hakkıyla yansıtabilmesi için yüzlerce sayfa yazmasına gerek olmayabilir. Vesileyle, 17. yüzyılın önemli filozofu Blaise Pascal’ın babasına yazdığı bir mektubun açılış cümlesini anımsayalım : “Vaktim yoktu uzun yazdım, özür dilerim.” (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Yakup Kadri ve Kadro Büyük romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün yakın çevresinden bir yazar olarak Cumhuriyet’in kuruluş döneminde, devrimci ideolojiyi, devletçi bir sol çerçevede yorumlamak için çıkarılan Kadro dergisinin de kurucuları ve yazarları arasındadır. Kadro, Ocak 1932-Ocak 1935 arasında 3 yıl boyunca yayınlanan aylık bir ideoloji-fikir dergisidir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Atatürk ve İnönü’den izin almasıyla çıkarılmaya başlamıştır. Derginin kurucuları Şevket Süreyya Aydemir (aynı zamanda başyazar), Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin’dir. Daha sonra aralarına Mehmet Şevki Yazman da katılmıştır. Kadro dergisinin yazarları esas olarak, başta Şevket Süreyya Aydemir, eski komünistlerden oluşmaktadır. Ama bu komünistler, Türk Devrimi’ne ve Atatürk’ün yaptıklarına inanmış ve komünist fikirlerini revize etmiş solculardır. Geldikleri nokta Devletçilik politikasının savunulmasıdır. Dergi Atatürk’ün çevresinden gelen baskılar sonunda, Yakup Kadri’nin Tiran’a büyükelçi atanmasıyla kapanır! *** Bir dönem TKP içinde yer alan Kadrocular, 1927’de Şefik Hüsnü ile yaşadıkları ihtilaf nedeniyle partiden ayrılmışlardır. Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı tarafından “döneklik”, “itirafçılık”, hatta “ihbarcılık”la suçlanmışlar ve 1927 Tevkifatının sorumlusu ilan edilmişlerdi. Kadrocular ise bu suçlamaları kabul etmemiş, TKP üzerindeki Komintern etkisinden rahatsız oldukları ve yaşadıkları fikir ayrılıkları nedeniyle ayrıldıklarını söylemişlerdir. Kadrocuların dergiye katkısı şöyledir: Şevket Süreyya Aydemir (Başyazı) (1.-36. sayılar arası 55 yazı) Burhan Asaf Belge (1.-36. sayılar arası 49 yazı) İsmail Hüsrev Tökin (1.-36. sayılar arası 43 yazı) Vedat Nedim Tör (1.-36. sayılar arası 42 yazı) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1.-36. sayılar arası 42 yazı) Mehmet Şevki Yazman (13.-36. sayılar arası 21 yazı) Yakup Kadri dergiyi çıkarmak için Atatürk’ü ikna etmiş ve hem izin hem de desteğin almıştır. Bu çerçevede, Atatürk 10’uncu yıl kutlamaları çerçevesinde dergiye şu telgrafı yollar: “Hatırlıyorum ki, Kadro intişar ederken maksadının Türk milletine has meslek ve metodun millet ve memlekette teessüs ve inkişafına hizmet olduğunu yazmıştı. Kadro’ya bu maksadında geniş muvaffakiyet temenni ederim” (Kadro, 1933) Kadro’nun ilk sayısından itibaren Çankaya Köşkü on adet dergiye abone olmuştur. İsmet İnönü de dergiye kişisel olarak abonedir. Şevket Süreyya Aydemir anılarında olayı şöyle anlatıyor: “Kadro dergisinin ilk mütevazı para sermayesi, orada yazı yazan altı kişinin ilk abone bedelleri oldu. Bu bedeller sonuna kadar muntazaman tahsil edildi. Rahmetli Atatürk’ün emriyle Çankaya Köşkü 10 abone kaydolunmak ve İsmet İnönü kendi adlarına bizzat abone olmak suretiyle bizi sevindirdiler ve abone bedellerini muntazaman ödediler” (Ş.S.Aydemir, Suyu Arayan Adam, 2005: 443). İsmet İnönü, 1933 yılında Kadro’nun 22. sayısında “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” başlıklı bir yazı yazar. Bu yazı önemli bir desteği yansıtır çünkü, 1933’te Recep Peker ve Celal Bayar artık Kadro dergisine karşı açıkça cephe almaya başlamıştır. Yakup Kadri, bu yazı üzerine “Devletçilik sisteminin bu kesin tarifi Kadro dergisinde aynı konuya dair ileri sürülen görüşleri fersah fersah aşmaktadır” der. (Karaosmanoğlu, 2009: 90)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.