Sanat ve Yanılsama
Kutsal İnek
Dün, Bugün, Yarın
E. H. GOMBRICH
DAVID DUCHOVNY
SOPHIA LOREN
“S
X
anat ve Yanılsama” başta sanat tarihçileri olmak üzere, sanatla ilgilenen herkesin başucu kitabı olan “Sanatın Öyküsü”nün yazarına ait. “Sanatın Öyküsü”nü tamamlayan ama başlıbaşına kıymetli bir yapıt. Bu kez ruhbilimcilerin de alanına giren Gombrich başucumuza bir ömür uğraşılacak sorular bırakıyor. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
-Files dizisinin başrol oyuncusu David Duchovny, izleyicisini şaşırtıyor ve edebiyatçı kimliğiyle çıkıyor karşısına. Üstelik özgün anlatımı, kurgusu ve içeriğiyle hiç de genelgeçer olmayan bir romanla. Deneysel sulara açılmaktan çekinmeyen Duchovny bir ineğin gözünden insanlığın savaşlarla dolu dünyasına bakıyor. Devamı sayfa 10
K
İ
T
A
B
E
V
O
scarlı oyuncu, kedi gözlü kadın Sophia Loren’in hayatı tek başına ilgi çekici. Bir dönemin İtalya’sına tanıklık etmek, Hollywood sinemasını içeriden izlemek olanağı sunması kitabı okumak için başlı başına bir neden. Bunlara ek olarak dünyaca ünlü aktristin kaleminin gücü ve edebi birikimi karşısında şaşırmamak elde değil. Devamı sayfa 14
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Onur Caymaz
SAYI 117 - EYLÜL 2015 - ÜCRETSİZDİR
BU DERGİLER NE ÇOK OKUNUYOR!
İ
nsanlar hâlâ dergi okuyor mu dersiniz? Yakın zamana kadar “modası geçmiş” bir heves gibi görülen dergicilik adeta bir hayat öpücüğüyle yeniden canlandı. İnternet yayıncılığı son hız yol alsa da, akıllı telefonlar insanların aklını çelse de son dönemde hatırı sayılır nitelikte ve nicelikte bir okur kitlesiyle buluşan yayınlar, dergiciliğin bir heves olmadığını ve yayın sektörünün yayıncısı ve okuruyla eski sevgilisini hiç unutamadığının kanıtı adeta. Fikir, kültür ve sanat alanında yayın yapan bu dergilerin okurları sadakatle sahip çıkıyor dergilerine. Alıyor, okuyor, okutuyor. Öyle ki, dergisini alan instagrama bir fotoğrafını
Trendeki Kız
çekip koymayı ihmal etmiyor. Böylece matbaadan sıcak sıcak çıkan dergiler sosyal medyada da yerini alıyor, paylaşılıyor, konuşuluyor. Gezi direnişi döneminde kör, sağır ve dilsiz olan “penguen medya”ya adeta bir alternatif olan bu dergiler, 80’lerin ve 90’ların politik edebiyat dergilerine de bir selam gönderiyor sanki… Bunun yanı sıra kökleri mizah dergilerine dayanıyor ve politik duruşlarını ortaya koyarken edebiyattan, mizahtan güç alıyorlar. Her geçen gün bir yenisiyle tanıştığımız bu dergilere biraz daha yakından bakalım istedik… Devamı sayfa 8-9
6
PAULA HAWKINS
Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi
6
SAUL FRIEDLÄNDER
Bir Batı Masalı Shakespeare
10
MEHMET KURTOĞLU
Deniz Benim Kardeşim JACK KEROUAC
Submarino JONAS T. BENGTSSON
13 15
Daktilo Sesiyle Yaşamak
3
12
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Pozisyon Açığı
Kirli Ağustos
Ömer Seyfettin’de Meşrutiyet ve Milliyetçilik
NEDİM GÜRSEL “Ana İzlek Erotizm ve Yalnızlık”
N
edim Gürsel kısa bir aradan sonra yeni öykü kitabı “Tehlikeli Sevişmeler”le karşımıza çıktı. Yirmi öyküden oluşan kitapta, kadın-erkek ilişkileri, zaman, geçmişle hesaplaşma, ayrılık ve yalnızlığın cinsellik ekseninde irdelendiğini görüyoruz. Bu temel izleği tüm öykülere sokan yazar aynı zamanda Türkiye’nin iki büyük sorununu da ayrı iki öyküde ön plana çıkarıyor: Radikal İslam ve Kürt mücadelesi. “Tehlikeli Sevişmeler”de Gürsel’in bundan önceki öykülerinden farklı bir üsluba yöneldiğine dikkati çekmek gerekiyor. Daha önceki eserlerinde yoğun olarak tasvirlere yer veren yazar, bu öykü kitabına diyalogları da dahil ediyor. Nedim Gürsel yeni öykülerini cinselliğin git gide hayatın dışına itilmesine bir tepki olarak yazdığını söylüyor.
“Öykülerinizde hep bir yol, yolculuk var. Eskide kalmış bir şehre geri dönüş ya da yepyeni bir yerde
kurulacak yeni başlangıçların peşinde… Yollarla aranızda özel bir bağ var desek?” “Evet. Çok ilginçtir. 1967 yılında, Vedat Günyol’un yönettiği, o zamanın kalburüstü edebiyat dergilerinden ‘Yeni Ufuklar’da yayımlanan ilk öykümün adı ‘Yolculuk’tu. Henüz 16 yaşımdaydım. Yol ve yolculuk benim kitaplarımın ana izleklerinden biridir diyebilirim. Bunu gezi kitapları da yazmış bir yazar olarak söylemiyorum, romanlarımda ve öykülerimde de yolun ve yolculukların önemli bir yeri olduğu doğru.”
“Kaçıp gitmek, uzaklaşmak, geçmişin izlerini takip etmek ve tekrar dönmek… Bu gel gitler insan hayatının bir parçası sanırım…”
“Bunlar benim hayatımın bir parçası aslında. 1971 yılında 12 Mart Muhtırası’ndan sonra Paris’e gitmek zorunda kaldım. Benim için sürgün bir seçim değil bir zorunluluktu başta. O zaman Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
İyi Edebiyat için Yeni Mecra Fabula Kitap, ağustos ayında edebiyat dünyasına merhaba dedi. Amacının yalnızca iyi edebiyatın has okurla buluşmasına aracılık etmek olacağını ifade eden yayınevi yetkilileri; nitelikli çevirileri ve kendine has kapak tasarımlarıyla, dünya edebiyatının en seçkin örneklerini okurlara sunmaya hazırlanıyor. Her ay herkesçe bilinen
klasik eser ve klasik yazarların yanı sıra yeni isimler de yayın progaramında yer alacak. Yayınevinin ilk iki kitabı Kafka’nın “Babaya Mektup” ve Panait Istrati’nin “Arkadaş” isimli kitapları oldu. Yeni çıkan kitapları ise 125 sene evvel Wiiliam Morris tarafından kaleme alınan ve ilk ütopik romanlardan biri olan “Hiçbir Yerden Haberler” ve Modern İtalyan edebiyatı denince akla ilk gelen isimlerden olan Italo Svevo’nun “İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü” isimli kitabı. Bir Svevo klasiği olan bu eser ayrıca dünya edebiyatının köşe taşlarından biri…
Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Yeni Bir Öykü Dergisi “Öykülem” Öykü ve öykü üzerine her türlü metne kapılarını açan mevsimlik öykü dergisi “Öykülem”, 2015 Yaz sayısıyla yayın hayatına başladı. Genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü, editör, redaktör gibi unvanlardan tamamen uzak durmak istediklerini dile getiren dergi yetkilileri; “İstedik ki derginin adı ön plana çıksın. Ki öyle de oldu, dergi çıkana kadar kimin çıkardığı pek bilinmiyordu. “Öykülem”, fena isim de değil hani. Biz çok beğendik” diyorlar. “Öykülem” için isimlerin bir önemi yok. Tamamen metinlere odaklanıyorlar. Özellikle gençler veya usta kalemler diye bir ısrarları olmadığının altını çiziyorlar: “Öykülem’e gelen metinlerin sadece kendileriyle ilgileniyoruz. Amacımız iyi metnin peşine düşmek ve onu ele geçirmek. O yüzden metnine güvenen herkese kapımız açık. Dergimizi alan insanlar iyi öyküler ve öyküye dair iyi metinler okusun istiyoruz. Görsel olarak çizimlerimiz ön plana çıkıyor. Bunları daha da artırmanın telaşındayız. Dergicilikte görsellik, kıvamı tutturulduğu sürece, iyi bir yemek sonrası içilen kahve gibi keyiflidir. Diğer sayılarımızda yeni çizerler ve çizimlerin metinlerimizi destekleyeceğini müjdeleyebiliriz.”
İnternette Sahaf Turu Okurlara internet üzerinden servis veren yeni bir site daha yaşamımıza girdi: www.sahafstandi.com Site, eski ve yeni kitapların yanı sıra 1930’lardan bu yana ya-
elif.sahin@gmail.com
yınlanan birçok süreli yayını da bünyesinde bulunduruyor. Genel okuyucu profiline sundukları yayınlarla birlikte site özellikle araştırmacılara da katkıda bulunmayı hedefliyor. Siteye her gün onlarca veri girişi yapılıyor. Kütüphanenizin eksiklerini tamamlamak, piyasaya yeni çıkmış ve çıkacak olan kitaplarla tanışmak için sitede bir tur atmaya ne dersiniz?
Boğaziçililerden Edebiyat-Sanat Dergisi Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü bünyesinde çıkan ve iki ayda bir yayınlanacak olan Pan Dergi, edebi metinlerin yanı sıra resim ve illüstrasyon gibi farklı sanat kollarındaki özgün eserlere de sayfalarında yer verecek. Yayın politikası olarak herhangi bir siyasetle organik bağ kurmadan, amacı sanat üretmek olan her kesimden insana fırsat tanıdıklarını belirten dergi yetkilileri, “Mevcut edebi üretim etkinliklerinin katılımcılığa yeterince açık ve dinamik olmadığı düşüncesiyle dergi içeriğinin kolektif bir şekilde gönüllü kişilerce oluşturulması, Pan Dergi’nin amaçlarından biridir” diyor. İlk sayısında, hikâyesi yirmi dört saati kapsayan edebi eserleri dosya konusu olarak işleyen Pan Dergi eylül ayında çıkacak ikinci sayısında ise tefrika eserleri inceleyecek. Bunun yanı sıra Boğaziçi Öykü Yarışması’nın ödül kazanan öykülerine de dergi sayfalarında yer verilecek.
Bergama’ya Yeni Bir Kitabevi Son yıllarda kitabevlerinin bir bir kapandığına tanıklık etsek de güzel gelişmeler de oluyor. Pupa Kitabevi, Bergama’da açıldı. Yaklaşık 35 yıldır yayın camiasında olan Pupa Yayınları’nın sahibi Yalçın Bertay, Bergama’ya Pupa Kitabevi’ni kazandırdı. İnsanların, istedikleri kitapları bulunmakta zorlandıkları düşüncesiyle yola çıkan Bertay, internet alışverişi yerine görerek-dokunarak almayı tercih edenlerin de olduğunu göz önünde bulundurarak şöyle diyor: “Bu kitabevinin Bergama halkının ihtiyaçları da gözetilerek verilmiş en doğru karar olduğu kanısındayız. Kitap dünyasında her zaman kriz var. Ne yazık ki kitap gibi kültürel ürünler zorunlu ihtiyaç listesinde olmadığı için ve ülkemizin kitap okuma eğilimi de dikkate alındığında, yaptığımız bir çeşit Don Kişot’luk.” Okurların karşısında, onların hak ettiği nitelikli yayıncılık özellikleriyle de var olacaklarını ifade eden Bertay şöyle devam ediyor: “Kitabevimizde geniş bir yelpaze barındırmanın dışında, yapacağımız etkinliklerle de Bergama’da yaşayanların bugüne kadar alışık olmadıkları bir kitabevi olma arzusundayız. Kitapseverler burada hem okumak istedikleri her türlü kitabı bulabilecek hem de düzenlenen etkinliklerle okuma keyfinin tadını çıkarabilecekler.”
Kitabınızı Yıkamak İster miydiniz? Kitaplar da yıkanabilir mi dersiniz? İnanılmaz ama gerçek; ABM Yayınevi Müdürü Çağla Acar, Türkiye’nin ilk kitap yıkama makinesini satışa sundu. Kültür Bakanlığı’nın kütüphaneler için alım yaptığı cihaz, tarihi eserleri de koruyacak. Güney Kore’den Türkiye’ye ithal edilen “Book Shower” isimli cihaz, özellikle eski kitaplarda oluşan tozlanma ve diğer bakteri oluşumlarına karşı yüzde yüze varan oranda temizlik sağlıyor. Okumadan önce ya da sonra bir iki dakika içinde kitabı sterilize edebiliyor. Bu işlem tek bir tuşla yapılıyor. Sistemin nasıl çalıştığını Çağla Acar, şu sözlerle anlatıyor: “Kitap yıkama makinesinde su veya herhangi bir temizlik maddesi kullanılmıyor. Kitapların sterilizasyonu, mikrop kırıcı mor ötesi ışınlarla yapılıyor. Cihaz, en küçük toz parçacıklarıyla her türlü virüs, küf ve mantarı toplayabilen statik elektrikli film filtreye sahip. Mor ötesi ışın sayesinde kitapların sadece kapakları değil, sayfaları da sterilize edilebiliyor. İnsan vücuduna veya kitaplara zarar verebilecek hiçbir kimyevi madde içermiyor.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Ağustos 2015) KİTAP (KURGU)
1 2 Konstantiniyye Oteli 3 Trendeki Kız 4 Pi 5 Paris’e Son Tren 6 Ci 7 Kavgam 8 Kürk Mantolu Madonna 9 Küçük Prens 10 Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Fi
Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları Zülfü Livaneli, Doğan Kitap
Paula Hawkins, İthaki Yayınları
Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları
Michele Zackheim, Remzi Kitabevi
Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları
Karl Ove Knausgaard, MonoKL Edebiyat Sabahattin Ali, YKY
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi İlhami Algör, İletişim Yayınları
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 Günübirlik Hayatlar 2 Başarıya Götüren Aile 3 Dün, Bugün, Yarın 4 İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun 5 Steve Jobs Gibi Düşünmek 6 Türklerin Tarihi 7 Masal Terapi 8 İstanbul 9 Gözlerin Nuru Namaz 1 0 Bir Nefeste Dünya Tarihi Irvin D. Yalom, Pegasus Yayıncılık
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Eylül 2015
Sophia Loren, Kırmızı Kedi Yayınevi
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran
Henry Carroll, Remzi Kitabevi
Daniel Smith, NTV Yayınları
İlber Ortaylı, Timaş Yayınları
Judith Malika Liberman, Doğan Novus Friedrich Schrader, Remzi Kitabevi
Cemâlnur Sargut, Nefes Yayıncılık Emma Marriott, Maya Yayıncılık
Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Baskı: Seçil Ofset, MATSİT 4. Cad. No:77, Bağcılar-İstanbul, Tel.: (0-212) 629 0615 Sertifika no: 12068
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
İlyada’ya Hayat Verildi British Museum geçen ay “İlyada”nın kesintisiz okunduğu bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Aralarında Rory Kinnear ve Ben Whishaw’un da bulunduğu altmış sanatçı on altı saat boyunca Homeros’un
Kaynak: Nick Clark, The Independent, 14 Ağustos 2014
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Man Booker Adayları Açıklandı
Agatha Christie’yi Çözme Klavuzu
İngiltere’nin en popüler edebiyat ödülü olan Man Booker Ödülleri’nin aday listesi açıklandı. Bu sene Jama ika’dan Hindistan’a dünyanın dört bir yanından yazarları barındıran aday listesi, özellikle kadın-erkek eşitliğini iyi yakalaması açısından uzun süre konuşulacak gibi görünüyor. Listede Kazuo Ishiguro ve Haruki Murakami gibi isimlerin olmaması ise edebiyat çevrelerinde şaşkınlık yarattı. Bahisçiler kazanması en muhtemel adayın “A Little Life”la (Küçük bir Hayat) Hanya Yanagihara olduğunu düşünüyorlar. İkinci aday ise “Lila”yla Amerikalı yazar Marilynne Robinson. İngiliz yazarlar Andrew O’Hagan ve Anne Enright ise onları takip eden isimler. Öne çıkan diğer kitaplar şunlar; ilk defa Jamaika adına ödül için yarışacak Marlon James’in “A Brief History of Seven Killings” (Yedi Cinayetin Kısa Hikâyesi) adlı romanı, Hint yazar Anuradha Roy’un feminist romanı “Sleeping on Jupiter” (Jupiter’de Uyumak) ve Nijeryalı yazar Chigozie Obioma’nın “The Fishermen”i (Balıkçı).
Agatha Christie’nin doğumunun 125. yılını kutlamak için bir araya gelen Agatha Christie uzmanları, ünlü yazarın kitaplarındaki şifreleri çözüp katilin kim olduğunu bulmaya çalıştılar. 26 kitabı inceleyen uzmanlara göre Agatha Christie’nin kitaplarında katilin kim olduğu, yazarın kullandığı dil, cinayet silahı, olayın nerede geçtiği hatta kitapta ne tip araçlar kullanıldığı göz önünde bulundurularak ortaya çıkarılan basit bir formülle tahmin edilebiliyor. Uzmanlara göre eğer hikâyede kara araçları kullanılıyorsa katilin kadın olması olasılığı yüksekken, deniz araçları kullanılıyorsa katil erkek oluyor. Boğularak öldürülen kurbanların katilleri erkek oluyor; eğer olay bir kır evinde geçiyorsa katil yüzde 75 bir kadın. Christie’nin kullandığı dil de katili ele vermede yardımcı oluyor. Kadın bir katilden bahsedildiğinde yazarın dili daha ayıplar tonda oluyor. Christie’nin dedektifleri de gizemi çözmekte okuyucuya yardımcı oluyorlar. Eğer Belçikalı dedektif Poirot olayı çözüyorsa ve maktul bıçaklanarak öldürülmüşse, katil kitabın başında bahsedilen bir kişi oluyor. Eğer dedektif Bayan Marple ise ve cinayet para ya da gizli bir ilişki yüzünden işlenmişse katilden kitabın sonlarına doğru bahsediliyor.
Kaynak: John Dugdale, The Guardian, 7 Ağustos 2015
Tolkien Öğrenciyken...
Devrik Cümle
ünlü eserini okudu. Müzenin avlusunda bulunan yüzlerce izleyiciden bir kısmı okumayı baştan sonra dinlerken, bazıları da okumanın bir bölümüne katılıp gününe kaldığı yerden devam etti. Performans ertesi gün öğleden sonra bire kadar devam etti. Bu performans ileri tarihlerde Londra’daki Almeida Tiyatrosu’nda da tekrarlanacak.
Kaynak: Victoria Ward, The Guardian, 3 Ağustos 2015
1915 yılında, 23 yaşındaki J.R.R. Tolkien tarafından yazılan öykü; “The Story of Kullervo” (Kullervo’nun Hikâyesi) ilk defa basılacak. Bir Finlandiya efsanesinin yeniden anlatımı olan öykü, ailesi öldürülen ve köle olarak satılan bir gencin hikâyesini anlatıyor ve Tolkien’in deyimiyle, “kendi fantastik öykülerini yaratma alıştırması” olması açısından önem taşıyor. Tolkien’in Oxford’da öğrenciyken yazdığı “The Story of Kullervo”, 19. yüzyıl Fin şiiri “Kalevala”dan esinlenmiş. Hikâyede doğaüstü güçleri olan Kullervo, annesiyle babasını öldüren kötü bir büyücü tarafından kaçırılıyor ve köle olarak satılıyor. İntikam almaya yemin eden Kullervo’nun hayatı farkında olmadan kız kardeşiyle cinsel ilişkiye girmesiyle yıkılıyor. Kullervo engellemeye fırsat bulamadan kız kardeşi intihar ediyor. Daha sonra Kullervo da kendini öldürüyor. Daha sonra Tolkien’in ünlü kitabı “Silmarrillion”da da geçecek olan hikâye, Tolkien uzmanları tarafından yazarın en karanlık hikâyesi olarak adlandırılıyor.
Amerikalı bilim insanı Doktor Teri Dankovich’in icat ettiği “içilebilir kitap” içindeki gümüş ve bakır parçaları sayesinde suyu temizleyip içilebilir hale getiriyor. Suyun filtrelenmesinin önemine dair bilgiler içeren ve daha sonra suyun nasıl filtrelendirileceğini anlatan kitabı okuduktan sonra okur, kitabın sayfalarını yırtıp suya karıştırıyor. Dankovich’in, dünyada içme suyuna sahip olmayan ülkeler için keşfettiği kâğıt, suya atıldığında çözünüyor ve içinde insana zarar vermeyecek miktarda bulunan gümüş ve bakır, sudaki bakterileri öldürüyor. Yıllardır bu projenin üstünde çalışan ve Amerika’daki Carnegie Melon Üniversitesi ve Kanada’daki McGill Üniversitesi’nde çalışmalar yürüten Teri Dankovich; Güney Afrika, Gana ve Bangladeş gibi temiz su kıtlığı yaşayan 25 ülkede deneyler yaptı ve bu deneylerde kâğıdın suyun içindeki bakterilerden yüzde 95’ini öldürdüğünü keşfetti.
Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 12 Ağustos 2015
Kaynak: Jonathan Webb, BBC News, 16 Ağustos 2015
Suyu Temizleyen Kitap
IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Pozisyon Açığı Yazarlık yalnız başına yapılan bir iş; kabul ediyorum. Doğrusu bu ya yazı masasına oturduğum esnada birinin dikizleyen bakışlarını sırtımda hissetsem tuhaf bir ürperti gelir üstüme. Ama yazar arada sırada kafasını yerin altından çıkardığında, kendisine cesaret verecek birilerini de arar. Sanmayın ki bu ihtiyaç yalnızca ilk kitaplarda, ilk öykülerde hissedilir. Belki de sanat ile zanaatin ayrıldığı yer burası. Hiçbir zaman bir sanatçıyı demirci ustası gibi kendinden emin göremezsiniz. “Usta kalem” falan derler ya, yazarken yine de titrer o kalem. Turgut Uyar’ın “korkulu ustalık” diye tanımladığı durumun da bir gereği belki. Madem öyle, yazarın cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyduğu o anlarda sırtını sıvazlayarak olsun, omuzlardan tutup sarsarak olsun, ümitsizliğe kapılmasına kim engel olacak? Yazar, “O karakter orada bunu yapar mı, dilde bir yavanlık mı var bana mı öyle geliyor, konu çok mu sıradan?” gibi türlü türlü soruyla boğuşurken; gerçek düşüncesini gizlemeyecek ama aynı zamanda cesaretini kırmayacak kişi kim? Yolunu kaybettiğinde doğru soruları sorarak yönünü yeniden tayin etmesine kim yardımcı olacak? Kim, adeta kendi yaratısı üzerinde çalışıyormuşcasına titizlenecek? Ve yine kim önündeki metnin eninde sonunda yazarın eseri olduğunu akılda tutacak; onun kararlarına saygı gösterecek? Bir başka yazar mı? Yazarın halinden yine yazar anlar, diyebilirsiniz. Tarihte ve günümüzde yazar dostluklarını hatırlarsak hele... Eğer ki belli bir mesafede tutmayı becerirseniz sorun çıkmadan devam edebiliyor bu ilişkiler. Öte yandan o mesafe aşıldığı anda aşk-nefret ilişkisine dönüşme riski de büyük. Bunun neden böyle olduğunu sorgulayıp, yazıklanabiliriz hep birlikte. İnsan denen varlığın zaaflarından, küçük hesaplarından falan dem vurabiliriz; yine de bu, vakit ve yer kaybından başka bir şeye yol açar mı, ondan emin değilim. Eşimiz, dostumuz ne güne duruyor, diyebilirsiniz. Bu da bir seçenek elbet. Ama orada da benzer sorunların baş göstermeyeceğinin garantisi yok. Bir kere kimsenin yazarlıkla ilgili gizli bir hayali olup olmadığını bilemezsiniz. Bazen o kişinin kendisi bile bilmez bunu. Dolayısıyla bir gün bu arzusunu keşfederse onun adına sevinseniz de ilişkiniz adına üzülmeniz gerekebilir. Çünkü uzun soluklu ve eşit bir dayanışma ilişkisinin kurulduğu örnekler pek az. Bastırılmış bir hayal, çoğunlukla haset olarak geri döner. Böyle bir durumun işaretlerini görürseniz köprüden son çıkışı kullanın derim, ki arkadaşlığınız zarar görmesin. Tersinin de geçerli olduğu durumlar olabilir tabii. Yazar kişi o güne dek kendisine destek olan eşinin, dostunun yazarlığa gönül koymasını hazmedemeyebilir. Buralarda yazarlık benden sorulur diyorsanız yol yakınken ordan da geri dönün. Diyeceksiniz ki, neden eş dost, arkadaş diye yırtınalım. Gazeteye “editör aranıyor” diye bir ilan verdik mi tamam. Neden olmasın? Sahiden, eğer en başından itibaren metnin oluşum yolculuğuna eşlik eden bir editör bulursanız bana da haber verin. Zira böylesine rastlamak inanın en az ruh ikizinizle karşılaşmak kadar mucizevi. Tek tük örnekleri tenzih ederim ama ülkemizde editörlükten anladığı metin tamamlandıktan sonra cümleleri düzeltmek olanlar çoğunlukta. Son zamanlarda sayısı artan yazarlık atölyelerinin yolun başındakiler için böyle bir işlevi olması ihtimalini de düşünmüyor değilim. En azından katılımcılar açısından bu arayış anlaşılır. Gelin görün ki buradaki handikap da atölyelerin en az beş altı kişiyle yürütülmesi. Birebir çalışmalar nadiren olabiliyor. Söylemek bile fazla; edebiyatımızın bu kanayan yarasıyla ilgili bir çözüm üretebilmiş değilim. Bu yazıyı da sektörümüzde var olan bir pozisyon açığından sizleri haberdar etmek için yazıyorum. Etrafınızda kıymetli yazarlar varsa yalnız bırakmayın onları. Hele ki edebiyat aşkı egonuzun önündeyse aranan o kişi siz olabilirsiniz.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
NEDİM GÜRSEL:
“Ana İzlek Erotizm ve Yalnızlık” Söyleşi: OZAN EZGİ BERBEROĞLU, Fotoğraf: UĞUR UÇAN (Baş tarafı sayfa 1’den)
‘Halkın Dostları’ dergisinde Gorki üzerine bir yazım yayımlanmıştı. Henüz 20 yaşımdayken bu yazım hakkında askeri savcı dava açtı ve hakkımda hapis istedi. Aradan kırk yılın üzerinde bir zaman geçti ve hayatım hep gidip gelmelerle devam etti. Bu çok yerleşik olmayan hayatımın izdüşümleri de bir ölçüde yazdıklarıma yansıdı.”
“‘Tehlikeli Sevişmeler’de bir nevi cinsellik öyküleri dizisiyle karşımızdasınız…”
“Kitabımda iki bölüm var. İlk bölüm bir kadın ve bir erkek, ikinci bölüm ise ‘Homo eroticus’. Aslında cinsel ilişkiyi tüm ayrıntılarıyla anlatan bir kitap. Bir bütünlüğü var. Ama bu ilişkilerin mekânları değişik. Bu mekân bir otel, açık alan ya da bir kumsal olabiliyor…”
“Hatta cennet bile olabiliyor.”
“Evet, hatta cennet bile. Sanırım kitabın en fazla gürültü koparacak öyküsü de ‘Cennette Bir Mevsim’ olacak.”
“‘Cennette Bir Mevsim’de İslam’ın ‘öteki dünya’ düşüncesine ciddi bir eleştiri var. Din bizlere düşsel bir dünya vaat ederek buradaki hayatlarımızı anlamsızlaştırıyor mu?”
“Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. İnançlı insanlara saygı duyuyorum. İnanç benim de sorguladığım ve beni de çok düşündüren bir konu. Bu öyküde özellikle şu sorgu var: Cennet sadece cinsel hazzın olduğu bir yer midir? Demek ki insanoğlu böyle bir şeyi cennet olarak görüyor ki, bu yaşama kavuşmak için ölümü göze alıyorlar. Bugün şehit olup, cennette tapu almak için bu dünyadan vazgeçen ama başka insanlara da çok büyük zararlar veren, inançlı olduklarını iddia eden katiller var. İslam adına işlenen cinayetlerde suçsuz insanlar birileri cennette rahat etsin diye kurban ediliyor. Bunun üzerine düşünmeli, bunu sorgulamalıyız. İnsanın içinde sonsuz hayata sahip olma özlemi yatmasaydı dinlerin de hiçbir geçerliliği kalmazdı diye düşünüyorum.”
“Yine bu öyküde, Kuran’ın müjdelediği cenneti kazanan gazeteci bir süre sonra burada sıkılmaya başlıyor. Bu noktada, cennetin ‘en iyi’ olmadığını görüyoruz sanki?”
“Kuran’da cehennemle ilgili bölümler çok daha lirik ve etkileyici. Özellikle cehennem azabından bahsedilen bölümler yer yer bir yazınsal güce erişiyor ve insanı korkutuyor. Benim çocukluğum cehennem korkusuyla geçti. ‘Allah’ın Kızları’ kitabımda da bunu ayrıntılarıyla anlattım. Çocukluğumda cennet beni çok ilgilendirmiyordu ama cehennemden korkuyordum.”
“Öykülerinizin tümünde cinselliğe geniş yer ayırıyorsunuz. Sizce cinsellik hakkında daha çok mu konuşmalıyız?”
“AKP iktidarı süresince Türk toplumu çok hızlı bir biçimde muhafazakârlaştı. Siyasi iktidar tarafından özel hayatımıza karışılmaya başlandı. ‘Tehlikeli Sevişmeler’ buna karşı bir misilleme, bir başkaldırıdır. Cinsel özgürlüğün de bir değer olduğunu unutmamalıyız. Kitabın başına özellikle Walt Whitman’dan şu alıntıyı koydum: ‘Güzelliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen erkeği severim. Cinselliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen kadını severim.’ Ben de aynen böyle düşünüyorum. Utanmamamız gereken bir durumken onu gizlememiz gerektiği yönünde ciddi bir dayatmayla karşı karşıyayız. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu muhafazakâr tu-
yaşamışlar. Ancak onları ele geçirmiş olan bir ‘eksik hissetme’ hali varlığını hep koruyor...” “Öykülerde söz konusu olan hayatlar şu ifadeyi doğruluyorlar: ‘Mutlu aşk yoktur.’ Aşk aslında cinselliktir. Cinselliğin özünde ise bir ölüm dürtüsü bulunur. Eros ve Thanatos bir arada tasvir edilmiştir. Eros oklarıyla vurur insanı ve insanın canını acıtır. Thanatos da oradadır ve oklara hedef olan âşığı sonunda Hades’e, cehenneme götürecektir. Aşkın özünde bir yıkım vardır. Bu ya öz yıkıma dönüşür ya da karşıdaki bireye yönelir. Öykülerimde cinselliğin temelindeki bu ölüm dürtüsünü de işlemek istedim.”
“Kitabınızda insanlar yaşıyor, seviyor, sevişiyor ve ölüp gidiyorlar. Bu devinim yaşam pratiğimizle örtüşüyor. Peki, bize hayatlarımızın özel bir anlamı olduğu yönünde yapılagelmiş telkinler neyin nesi?”
“Hedonizm anlayışı, haz düşkünlüğü. Kaybedecek bir şeyiniz varsa ölümden korkarsınız. Dinlerde bu dünyanın geçiciliği özellikle vurgulanır ve inananlara hazlardan yoksun kalarak kendilerini öteki dünyaya hazırlamaları telkin edilir. Öteki dünyada sonsuz haz vaadi vardır. Kuran’daki cennete yapılan gönderme-
Öykülerde söz konusu olan hayatlar şu ifadeyi doğruluyorlar: ‘Mutlu aşk yoktur.’ Aşk aslında cinselliktir. Cinselliğin özünde ise bir ölüm dürtüsü bulunur. Eros ve Thanatos bir arada tasvir edilmiştir. Eros oklarıyla vurur insanı ve insanın canını acıtır. Thanatos da oradadır ve oklara hedef olan âşığı sonunda Hades’e, cehenneme götürecektir. Aşkın özünde bir yıkım vardır. tuma karşı özgürlüğü, demokrasiyi gündeme getirmek için bu kitabı yazdım. Cinsel özgürlüğün de özgürlük kavramının önemli bir parçası olduğunu aklınızdan çıkarmayın. ‘Tehlikeli Sevişmeler’i oluşturan öyküler son iki yıla ait. Çünkü son yıllarda, muhafazakâr değerlerin siyasi iktidar tarafından bireylere dayatılması üst noktalara erişti. Cinselliğin özgürce yaşandığı öykülerimle bu gidişatın karşısında bir duruş sergiliyorum.”
“Kahramanlarınız uzun yıllar yoğun cinsel hazlar
lerde hayatınız boyunca kendinizi yoksun bıraktığınız cinsel hazzın size armağan edileceği söylenir. İslam’da cennetin kadına fazlaca bir şey getirdiğini söyleyemeyiz. Cennet adeta erkek için yaratılmıştır. Burada da erkeğe vaadedilenlerin temelini onun cinsel isteklerini sınırsızca yaşaması oluşturur.”
“Öykülerde kahramanın içinde boğulduğu bir kayıp duygusu ve derin bir mutsuzluk var. Birçok insanın hayatlarını sorguladıklarında ‘gerçekten’
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
mutlu hissettikleri anların oldukça az olduğunu görüyoruz. Acaba insan ruhu bu yaralı halden mi besleniyor?” “Böyle bir yanımız olduğu kesin. Ancak yaşamanın güzel ve hayatın yaşamaya değer olduğunu da düşünüyorum. Bu öykülerde bir karamsarlık var çünkü erkek kahraman olgun yaşlarında. Bunun endişesi içinde. Dipte bir ölüm endişesi var. Bu halet-i ruhiye içinde yaşıyor. Eski sevişmeler artık ona acı vermeye başlıyor. Çünkü tekrar yaşanmayacak, geri dönmesi imkânsız hazlar var anılarında. Bunun kederi bazı bölümlere yansıdı. Yine de Nâzım Hikmet’in kendi adıyla imzaladığı tek romanında dediği gibi ‘Yaşamak güzel şey, kardeşim.’”
“Tutkunun yıkım, özlemin ise bıkkınlık getirdiğini söylüyorsunuz. Tutkunun, özlemin ve acının estetize edilmesi yazın dünyasında oldukça sık karşılaştığımız bir durum. Siz ise bunun tam tersini yaparak insanlara bu hislerin zararlarından bahsediyorsunuz. Sizce insanların bu duygulara yönelmesinin ardında onların tetiklediği bir haz mı yatıyor?”
“Bazı insanların karakterinde acıdan duyulan bir haz olabilir. Özlem, acı ve tutku. Ben bu üç kavramı yalın bir biçimde anlatmaya çalıştım. Bunlar bizim hayatlarımızda olan şeyler. Örneğin özlem aşk ilişkisinde önemli bir duygu. Aşkın stratejisinde bu kavramların hepsi var. Bu yüzden bu duygulara yönelmek kişinin karakterinden bağımsız olarak ortaya çıkabilir ve ona zarar verebilir.”
duğu iddia edilen durumun çok ender olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ‘Tehlikeli Sevişmeler’de bir yalnızlık var. Kadının da erkeğin de yalnızlığı… Aslında kitabı da böyle özetleyebiliriz. Cinselliği anlatıyor, ana izlek erotizm ve onun yol açtığı yalnızlık.”
“Mutlaka diyemeyiz. Ben anıların ve geçmişte kalan aşkların enkaza dönüştüğü hayatları anlattım. Kahraman hayatının büyük kısmını geride bırakmış ve artık o günlere dönme şansı yok. Dolayısıyla geçmişini bir enkaz olarak görüyor. Çünkü birçok yıkım yaşamış.”
“Türkçede böyle bir deyim var ve bu deyim yalnızca kadınlar için kullanılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor ben de merak ettim. Ama mihrap aynı zamanda kutsanan bir şey olduğu için ben böyle bir yakıştırma yaptım. Biraz da provakatif bir yakıştırma tabii. Genelde erkek cinsel organı putlaştırılmıştır. Hatta bazı kabilelerin falüse taptıklarını biliyoruz. İnsanlık tarihinde bu vardır. Eski Roma ya da Yunan’da büyük falüs görsel olarak vazolarda, tapınaklarda yer alır. Öte yandan antik toplumlarda tapınak fahişeleri de vardır. Bunlar tapınak için bedenlerini satan kadınlar. Kutsallık da bir bakıma cinselliği sorgulamış, kapsamış, kimi zaman da ondan yararlanmıştır. Her toplumda söz konusu olmasa da dünya tarihinde bu eğilimin olduğunu göz ardı edemeyiz.”
“Bir yerde ‘Hayat önünüzdeyse, anı ve arzulardan bir enkaz yığını değilse yaşadığınız...’ diyor kahraman. Sizce hayat mutlaka bir enkaz olmaya doğru mu gider?
“Kitabınızın ikinci bölümü ‘Homo eroticus’a Walt Whitman’ın ‘Cinsellik her şeyi içerir’ cümlesiyle başlıyorsunuz. Bu bölümde de kahramanlarınız yine hep çok eşli. ‘Victoria’da bunu ‘Yatıp kalktığın kadınla her zaman sevgili olmayabilirsin’ ifadesiyle de vurguluyorsunuz. Bu çok eşlilik durumu sizce insan doğasının bir parçası mı?”
“Çok eşlilik birçok toplumda zaten kurumsallaşmış ve yaygın bir pratiktir. İslam’da da bu böyle. Derler ki; Cahiliye Dönemi’nde kabile toplumu olan Araplarda sonsuz sayıda eşe izin vardı ve bunu İslam dörde indirgedi. Gerçi İslam peygamberinin bu sayıyla sınırlı kalmadığını söyleyebiliriz. Bu tarihsel bir gerçeklik. Başka toplumlarda da çok eşlilik var. Bunu yasaklayan Hıristiyan toplumlarında da metres ve âşık dediğimiz kurumlar devreye giriyor. Çok eşlilik bence insanın yapısında var ve üstyapı, ahlak kategorileri ve dinler bunu yasaklama ya da azaltma eğiliminde olmuşlar.”
“Bir öykünüzde ‘... mihrabın yerinde durması’ deyimine yaptığınız tanımdan kadın cinsel organının kutsanması izlenimini edindim. Oysa biz toplumumuzda bu durumun erkek için geçerli olduğunu düşünürüz hep. Kadın cinsel organı toplumun kutsallarından mı ya da bu eril bakış açısının bir yansıması mı?”
“Kitabınızda cinselliğin yanında altının çizilmesi gereken güncel konular da var. ‘Hasankeyf’in Taşları’nda bir Türk akademisyen genç bir Kürt kızına âşık oluyor. Ancak kısa süre içinde onun diline ve kültürüne ne denli yabancı olduğunu şaşırarak fark ediyor. Kahraman burada sanki Türk halkının geniş bir kesiminin temsili gibi aslında; aynı gökyüzünün altında yaşadığı insanlara yabancı…”
“Cinsellik aşkın temelidir. Tutkulu bir cinsel birleşmenin dışında aşk nasıl olabilir bunu bilemiyorum. Aşk farklı şekillerde yorumlanabilir elbette. İlahi aşk gibi. Ama sadece ‘aşk’ dediğinizde anladığım kadın ve erkek arasındaki çekim ve cinselliktir. Tekrar Whitman’ın sözüne vurgu yapmak istiyorum; cinsellik her şeyi içerir. Tüm konuşmalarımızdan da ortaya çıkan bu. Varoluşumuzu belirleyen ve yönlendiren şeyin aklın yanında daha çok da libido olduğunu düşünüyorum. ‘Tehlikeli Sevişmeler’de de varoluşun libido tarafından yönlendirildiğini kendimce bir üslup kurarak anlatmaya çalıştım.”
“Akademisyen, Kürt bir kıza âşık oluyor ve onunla bir Doğu yolculuğu yapıyor. O coğrafyayı keşfediyor ve anlıyor ki bambaşka bir dünya var. O ise bu dünyaya o güne kadar ilgi duymamış. Aralarında bir ilişki oluyor fakat bu yasak bir ilişki. Bunun bedelini de Kürt kızı ödüyor. Bir soru işareti bırakmakla beraber öykü şöyle bitiyor: ‘Bir daha da ondan haber alamadım. Bir töre cinayetine kurban gitmiştir belki. Belki evlenip çoluğa çocuğa karışmış belki de Kandil’e çıkıp gerilla saflarına katılmıştır.’ İstedim ki kitapta günümüzün en temel iki sorunu da yer alsın. Bunlardan biri radikal İslam. ‘Cennette Bir Mevsim’in kitapta olma nedeni bu. İkincisi ise Kürt sorunu. ‘Hasankeyf’in Taşları’ öykümde de bu konuya yoğunlaştım.”
“Ben karşılıklı sadakate dayanan ve gerçek aşk ol-
“Çok vahim bir durum. Bir insanın ana dilini konu-
“Peki cinsellik ile aşkın ilişkisi nedir?”
“Ama cinsellik kahramanlarınızı bir arada tutmaya yetmemiş sanki. Sizce insanları bir arada tutan şey ne o halde?”
“Öyküde Kürt kızının yasaklı dilinden de bahsediliyor. Bir dilin ‘yasaklı’ olarak anılması bir yazar için ne ifade eder?”
şamaması, o dili geliştirme imkânının ona verilmemesi çok vahim. Özellikle de bir yazar için. Çünkü edebiyat dil içinde gerçekleşen bir şey. Merkezi, ulusal devletler yalnızca bizim ülkemizde değil birçok ülkede bu tip yasakları uyguladılar. Örneğin Fransa’da da yerel diller yasaklandı. Bu diller şimdi serbest ama artık konuşanı yok. Ancak üniversitelerde öğretiliyor. Dolayısıyla bu yalnızca Türkiye’nin değil merkezi devletin, ulusal devletin doğasında olan bir şey. Elbette doğru bir şey değil. Bugün en haklı taleplerden biri Kürtçenin üzerindeki yasaklara karşı gelişen taleptir. Bu da aşıldı sanıyorum. Ama yıllar sürmesi ve bu yasaklara karşı savaşta büyük bedeller ödenmesi gerekti. ‘Hasankeyf’in Taşları’nda bu konuya değinme gereği duydum. O coğrafyaya gittim. Hasankeyf’i ziyaretimden çok etkilendim. O insanların benim yazdığım dilde konuşmadıklarını gördüm. Burada yasaklamak şöyle dursun, o halkların kendi dillerini bu coğrafyada halen kullanabiliyor olması Türkiye’nin kazancı olarak görülmeli. Kürtçenin geliştirilmesi gerektiğini hep düşündüm. Bugün bunu özgürce söyleyebiliyoruz ama bundan yirmi yıl önce bunu söylemek suçtu.”
“‘Monika’nın Öyküsü’nde ‘Her yazarın bir Çukurovası vardır’ diyorsunuz. Ne demek bu?”
“Bu sözü bana yıllar önce Yaşar Kemal söylemişti. Birlikte Paris’ten Avignon’a bir tren yolculuğu yapmıştık. Bazı polemikler olmuştu aramızda. Henüz çok genç bir yazardım. O dönem ‘Yeni Dergi’de yayımlanan bir yazımda Yaşar Kemal’in bir görüşüne karşı çıkmıştım. O, yazmak için yazarın büyük bir yaşantısı olması gerektiğini savunuyordu. Bense edebiyatın kendi içine kapalı bir dünya olduğunu ve kendisinden beslenebileceğini hatırlattım ve ona ‘Sen de sürekli Çukurova’yı anlatıyorsun. Beslenme coğrafyan hep lokal bir coğrafya buradan evrensele ulaşmak zor’ demiştim. O da bana ‘Her yazarın bir Çukurova’sı vardır. Aslında Kafka da Çukurova’yı anlattı ama senin haberin yok ukala...’ diye cevap vermişti. Bu öykümü Yaşar Kemal’i kaybettiğimiz Şubat ayında yazdım ve onu anmak istedim.”
“‘Yazmak için henüz erken, başka acılar, ayrılıklar da yaşanmalıydı’ diyorsunuz. Yazar neyden beslenir? Acıdan mı?”
“Böyle yazarlar çok ancak böyle bir şart da yok. Yazar coşkudan da beslenebilir ya da bir ideolojiden. Ama bir yerden beslenmesi gerektiği doğru. Öyküdeki yazarın ise biraz acıdan beslenen bir karakter olduğunu söylemek yerinde olacaktır.”
“Kentlere karşı bir tutkunuz var. Gerek bireyin deneyimleri gerekse toplumsal bellek açısından, kentin hayatımızdaki önemi nedir?”
“Ben hep büyük kentlerin bir büyüsü, bir şiiri olduğunu düşündüm. Bu anlamda kent, romanlarımda ve öykülerimde bir dekor değil, anlatı kahramanlarından biri olarak hep öne çıkmıştır. Ben birçok yazarın tersine doğayı ya da ıssızlığı çok az biliyorum. Hep bir hızlı trenin penceresinden gördüm doğayı ama kentlerde yaşadım. Beni etkilemiş büyük kentler arasında İstanbul, Berlin, Paris ve Venedik var. Bu dört kentle bir organik bağım oldu diyebilirim ve her defasında aslında kentlerin şiirini anlatmaya çalıştım.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
Sansürsüz Kafka Franz Kafka, Alman kültürü ve Yahudi kimliğinin arasında kalmış, hem topluma hem de kendisine karşı yabancılaşmış bir entelektüeldi. Nereye ait olduğunu bir türlü bulamamış, eserlerinde bu dünyadaki yabancının kendisi mi olduğunu yoksa asıl yabancının dışarıdaki dünya mı olduğunu irdelemeye çalışmıştı. Gerçek hayat ona istediği cevapları vermiyordu. Kafka, cevap bulmak bir yana, soru bulmakla da ilgileniyordu. Bu yüzden günlükleri ve mektupları, soru ve cevaplarla doluydu. Bugüne kadar Kafka’nın hayatıyla ilgili birçok çalışma yapıldı. Zaman içinde Kafka’nın sır perdesi aralanıyordu ancak yeni gizemler de gün yüzüne çıkıyordu. Özellikle Max Brod’un tekelindeki Kafka eserlerinin fazlasını merak eden araştırmacılara Kafka’nın hayatını tekrar, yeni yorumlarla ele alma fırsatı doğdu. İşte, bu sansürsüz Kafka’nın peşine düşen, Pulitzer Ödüllü tarihçi Saul Friedländer, “Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi” adlı kitabında Kafka’nın gençliğini, gönül ilişkilerini, hastalık yıllarını utanç ve suçluluk duygularının etrafında tartışıyor ve Kafka’nın gerçek portresini, yazarın roman ve öykülerinden, mektuplarından ve günlüklerinden hareketle dürüst bir şekilde resmediyor. İthaki Yayınları’nın, daha önce Bram Stoker, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Hemingway gibi yazarların gizemli dünyalarına eğilen Kalem ve Yaşam dizisi, “Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi” adlı kitapla devam ediyor. “Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi”, Saul Friedländer, Çev: Tuğçe Aysu, 200 s., İthaki Yayınları, 2015
Sylvia Plath, Şiir ve İntihar Amerikan edebiyatının “lanetli tanrıçası” Sylvia Plath, son yıllarda yeniden okurlara farklı yapıtlarıyla ulaşıyor. En çok şair yanıyla tanınan Plath, trajik ölümüyle edebiyat tarihinde belki de gereğinden fazla hüzünlü bir yer edinmişti kendine. Zamanla romanı, öyküleri, günlükleri, çocuk öyküleri ve hatta çizimleri de gün ışığına çıkan Plath, dilimizde de Kırmızı Kedi Yayınevi’nin çabalarıyla yeniden popüler olmakta. Elbette okur nezdinde bulduğu karşılık söz konusu olmasaydı, bu hassas edebiyat bu oranda çoğalmazdı. “Ariel” adlı şiir kitabını dilimize aktaran akademisyen çevirmen Yusuf Eradam’ın “Sylvia: Ben’den Önce Tufan” adlı incelemesinin genişletilmiş baskısı okurlara yeniden sunuldu. Öncelikle bir şair olan Plath’ın oluşum sürecini, şiirini ve genel olarak şiir dünyasındaki konumunu araştırıp ele alan bu çalışma, bizden bir şair olan Nilgün Marmara’ya da uzanıyor. Daha önceki baskısında yer almayan eklerinden ikisinde, zamanında Plath üzerine tez yazmış ve ölüme uzanan aynı yolu katetmiş Marmara’yla bir karşılaştırma da yapmış Eradam. Psikolojik benliğinin oluşumu ve intiharı arasında kalan şiirini öne çıkarmaya çalışan, akademik titizlik ve içten bir ilgiyle hazırlanan bu yapıt, Sylvia Plath’ı daha etraflıca tanımak isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kılavuz olabilir. “Sylvia: Ben’den Önce Tufan”, Yusuf Eradam, 200 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015
Başkasının Hayatına Bakmak MELİSA KESMEZ
H
er gün aynı güzergâhta teğet geçtiğiniz insanların hikâyelerini merak ediyor musunuz? Sizinle aynı sokakta yaşayanların, her sabah aynı vapuru yakaladıklarınızın, aynı akbil kuyruğunda bekleştiklerinizin… Fırından ekmek alırken arada denk geldiğiniz şu kadın, metrobüste karşınızda oturan çocuk, sabahları köpeğiyle yürüyüşe çıkan yaşlı adam, üç dört yaşlarındaki kızını her gün saat 5’te tek başına denize sokan kadın… Yakışıksız bir alışkanlığımı itiraf etmek üzereyim: Ben merak ediyorum. Üstelik bununla da yetinmiyorum. Gizli gizli gözetliyorum; “yabancı” statüsünü umursamadan o insanları gerçekliğime dahil etmek için yanıp tutuşuyorum. İnceliyorum, anlattıklarına kulak misafiri oluyorum, biteviye detaylar topluyorum. Hatta bazen notlar alıyorum. Edindiğim ipuçlarından onlara bir hayat biçiyorum. Elbette önyargı değil, sadece hikâye biriktiriyorum. Perdeleri açık pencerelerin önünden geçerken mutlaka içeri bakıyorum, adımlarımın bana tanıdığı o birkaç saniyelik fırsatı illaki değerlendiriyorum. O evin hikâyesi ne? Televizyonun karşısındaki koltukta oturan adam ne düşünüyor? Ya da şu kadın neden bunca süslenmiş? Kimi bekliyor? Hayat da sağ olsun epey yardımcı oluyor bana. Olaylarını önüme seriyor; insanların “hep de seni buluyor” diyeceği olaylar... Eve elim boş dönmedim hiç. Beri yandan –böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor– bu hikâyeci dikizinin beni nahoş bir şeyin tanığı yapabileceği düşüncesi hep aklımın bir köşesinde. İnsanlara teğet geçmenin güvenli sularını aşıp, kendimi istemeden bir suç mahallinin içinde bulmak da var. İşte şu sıra çok sattığını da bildiğimiz “Trendeki Kız” romanının hikâyesi de, bir yabancının hayatına teğet geçmek ile onun hayatının en derin karanlıklarına ölesiye dalmak arasındaki o tekinsiz, muğlak bölgede geçiyor. Roman kahramanı “yabancı bölge”nin sınırlarını aşma cesaretini gösterince, kendini dallı budaklı olayların ortasında buluyor. Polisiye bir roman hakkında bir şeyler yazmaya çalışmak, ip cambazlığından beter. Kitabının hikâyesini, kitabı henüz okumamış okura şu kadarcık olsun sızdırmadan anlatmak için insanın gözünü dört açması şart. Elimden geleni yapacağımın sözünü vererek şu notu düşeyim: Bu yazı spolier içermiyor. Hikâye, her biri kendi buhranlarının içinde kaybolmuş üç kadının gözünden anlatılıyor. Olaylar ilerledikçe başta belli bir mesafede seyreden hayatları, birbirinin içine geçiyor ve kesişim kümesinde akla gelmeyecek kıyametler kopuyor. Romanın konusundan kısaca bahsetmek gerekirse… Romanın ana karakteri olan Rachel, kocası Tom tarafından başka bir kadın için terk edilmiş, yer yer kendini unutacak kadar alkolik, Londra’nın eteklerinde bir arkadaşının evinde yaşayan ve her gün aynı treni kullanarak Londra’ya gidip gelen, savaşı kaybetmiş, kırık bir kadın. Rachel’ın bindiği tren, kocasıyla eskiden yaşadığı mahalleden geçiyor her gün. Camın arkasından eski evine –ve elbette eski hayatına– bakan ve acı çeken Rachel, bu yolculuk-
kesmezmelisa@yahoo.co.uk larda yoğun içe dönüşler yaşıyor ve sürekli geçmişini sorguluyor. Ancak trenden aynı sokaktaki başka bir evi daha “dikizliyor”. O ev onun hayallerindeki ev. “Keşke böyle olsaydık biz de” dediği bir çift yaşıyor orada. Rachel onlara kendi hayalinde idealize ettiği bir hayat biçiyor, işi o kadar ileriye götürüyor ki onlara isimler takıyor; evcilik oynayan bir kız çocuğu gibi çiftin hayatını kendince kurguluyor. Bu kurguya da inanıyor. Daha sonra gazetelerden öğrendiği bir haber, onu trenin camından seyrettiği hayatların gerçekliğiyle burun buruna getiriyor. Trenden inip o güne kadar bir beyaz perdede seyreder gibi izlediği hayatların içine giriyor. O güne dek dışında durduğu hikâyenin içine girdikçe kendini bir cinayet düğümünün içinde buluyor. Kocasına duyduğu özlemin tetiklediği olaylar onu geçmişi hakkında büyük bir yüzleşmenin kıyısına getiriyor. Romanın hikâyesini ağzından dinlediğimiz diğer kadınlar ise Anna ve Megan. İlki Rachel’in eski kocasının yeni karısı. Diğeri de Rachel’in dikizlediği diğer evdeki kadından başkası değil. Rachel’in bir dış göz olarak “baktığı yerde” duran bu iki kadın, hikâyeyi kendi bakış açılarıyla, yani tren raylarının diğer tarafından göründüğü şekliyle anlatıyorlar. Hikâye böylece üç kadın kahraman arasındaki şık paslarla ilerlerken, bu üçlü anlatım – özellikle mevzu bahis kitap bir polisiye romanı olduğu için– okuma zevkine epey lezzet katıyor. İşlenen suçu üç bir yandan okurken, olayın iç yüzünü adım adım öğreniyor, olan bitene bir oradan bir buradan bakıyoruz. Paula Hawkins bizi üç farklı hayatın kahramanı üç kadının dünyasında gezdirirken, bir yandan da görünen ile gerçek arasındaki bağlantıyı sık sık sorgulatıyor. Sıkı bir polisiye okuru değilim ancak bir polisiye okurunun en çok şaşırtılmaya muhtaç olduğunu sanıyorum. Kuşkusuz sırf bu yüzden iyi polisiye yazmak için hikâyeyi tek bir ilmek kaçırmadan sıkı sıkı örmek gerekiyor. Katilin kim olduğunu kitabın ilk sayfasından –ya da filmin ilk dakikasından– bilecek keskin gözlere sahip okurun bu kitap hakkındaki fikrini merak etmekle birlikte, “Trendeki Kız” bence “gizem” ve “sürükleyicilik” açısından beklentileri karşılıyor. Bu açıdan, roman benden en büyük puanı aceleci ve sabırsız olmayışıyla aldı; bir polisiyeden beklenilecek üzere her sayfada sis perdesi sadece biraz –ama biraz– aralanıyor ve sonlara doğru “acaba”ların sayısı arttıkça merak unsuru tavan yapıyor. “Trendeki Kız”, yorgun aklını tatile göndermek, azıcık gündelik hayatın dışına taşımak isteyenler için doğru adres. “Yaz kitabı” dediklerinde sanırım böyle bir şeyi kastediyorlar. Cüssesine rağmen “bir oturuşta okudum” nişanına layık olacağını düşünmekteyim. “Trendeki Kız”, Paula Hawkins, Çev: Aslıhan Kuzucan, 360 s., İthaki Yayınları, 2015
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Sanatın Öyküsüne Devam... MELİSA CEREN HASMADEN
S
anatla, özellikle plastik sanatlarla azbuçuk ilgisi olanlar sanat tarihçisi E. H. Gombrich’in adını “Sanatın Öyküsü” kitabıyla birlikte anarlar. Bu çalışma, ilksel toplulukların üretiminden Mısır’ın kavramsal yöntemlerine, Antik Yunan’dan Doğu toplumlarına ve özellikle Avrupa’da plastik sanatların serüvenine yer verir. İlk basımının 1950 yılında yapıldığı göz önüne alınırsa, zaten 1900’lerin sonunda başlayan modern sanat ve sonraki 20. yüzyıl akımları için kapsamlı bir değerlendirme beklenemez. Yer verdiği kadarıyla da yazarın kendisi, dönemin –özellikle resim sanatındaki– eğilimine karşı takındığı eleştirel tutumun temelinde bazı dogmatik kabullerin bulunduğunu fark eder ve konuya dair çalışmalarını derinleştirmeye karar verir. Algılama kuramı üzerine çalışmalarına odaklanan Gombrich, bu çalışmalarının sonuçlarını “Sanatın Öyküsü”nün devamı olarak nitelenebilecek “Sanat ve Yanılsama” kitabında toplar. Gombrich bu çalışmanın amacını, “Birinci kitabımda, görmenin doğasına ilişkin, geleneksel bir kuramın, betimleme üsluplarının tarihine uygulanması söz konusuydu; bu kitapta ise kendimi daha güç bir işe görevlendirdim; başka deyişle sanat tarihini, bu kuramsal temelleri doğrudan sınamak ve araştırmak için kullanmayı amaçladım,” diye açıklar. “Sanat ve Yanılsama”, Gombrich’in 1956 ilkbaharında Washington’da “Görünen Dünya ve Sanatın Dili” başlığı altında verdiği yedi konferansa dayanmaktadır. Konferans metinlerinin bazıları kitaba aynen dahil edilirken, bazılarında genişletilmeye gidilmiş ya da bölümlemeler yapılmıştır. Dolayısıyla karşımızda “Sanatın Öyküsü”ne nazaran okurdan belli bir ön hazırlık bekleyen, okuma zorluğu da birkaç derece yükseltilmiş bir metin var. “Sanatın Öyküsü”, anlatımı akademik dilden uzak, adından da anlaşılacağı gibi sanatın tarihini değil, öyküsünü aktaran, bu nedenle de sadeleşmiş bir metindi. Değerli sanat tarihçi Bedrettin Cömert’in çevirisiyle Türkçede yayımlanmıştı. “Sanat ve Yanılsama” ise zorluk derecesi nedeniyle çevirisi de oldukça meşakkatli olmuş bir çalışma. Ahmet Cemal’in titiz çalışmasıyla çeviri üç yıl sürmüş. Kitabın Türkçe çevirisi için hem özgün İngilizce metin hem de yazarın kardeşi Lisbeth Gombrich tarafından ve yazarın denetimi altında gerçekleştirilen Almanca çevirisi temel alınmış. Ahmet Cemal bu tercihin nedenini “Yazarın Almanca çeviriye, İngilizce özgün metinde bulunmayan pek çok ekleme yapmış olması ve bu eklemelerle birincil olarak kimi kavramlara ve konulara daha açıklık getirmeyi amaçlaması” olarak açıklamış. “Resim Yoluyla Betimlemenin Psikolojisi” altbaşlığını taşıyan “Sanat ve Yanılsama”, oldukça basit gibi görünen, sanat tarihçileri kadar ruhbilimcileri de yakından ilgilendirecek bir soruya odaklanıyor: “Sanat yapıtlarından niye ‘üslup’ diye tanımladığımız bir özellik var?” İşte bu odak noktası itibarıyla çalışma, sanat tarihinin sınırlarını aşarak sıklıkla ruhbilimin topraklarına taşıyor ve her iki disiplini de yakından ilgilendirebilecek bir soruya dönüşüyor.
melisahasmaden@gmail.com Kitap, 1959’dan 2000 yılına dek yaptığı altı baskı için yazarın hazırladığı önsözlerle başlıyor. Bu önsözlerin hiçbiri laf olsun diye yazılmamış. Gombrich çalışmasını güncellemek, eksikliklerini gidermek için yaptığı müdahaleleri açıklamak ya da olası eleştirileri yanıtlamak adına kullanmış bu alanları. Kitap, bir giriş, dört ana bölüm ve sona eklenmiş bir “Geriye Bakış” bölümü ile notlardan oluşuyor. Giriş bölümü olan “Ruhbilim ve Üslup Bilmecesi” sadece kişiler arası değil, çağlar ve kültürler arası üslup farklarından, görüntüyü algılama ve algılananı yeniden yansıtma sürecinde ortaya çıkan ayrımlardan söz ediyor. Bu noktada sanat tarihçisinin metodunun nasıl biçimlenmesi gerektiğine değiniyor. Ayrıca bu bölüm kitabın ele alacağı bölümlere dair kısa bir taslak özelliği de taşıyor. Taslak, okuma sırasında yolunu kaybeden okurun tekrar tekrar geriye dönüp büyük resim içerisinde nerede durduğunu hatırlamasına yardımcı olacak nitelikte. Birinci bölüm “Benzerliğin Sınırları” sorununa odaklanıyor. Resim, gerçeği ne ölçüde kopya edebilir? Burada devreye yine üslup meselesi giriyor. Benzerliğin sınırlarında tekniğin, var olan betimleme olanaklarının ve bilginin payı nedir? Öğrenilmiş kalıpların rolü nedir? Gombrich bu bölümde sanatçının öznelliğinden tekniğe kadar uzanan bir yelpazede “benzerliğin sınırları”nı sorguluyor. İkinci bölüm “İşlev ve Biçem” ise Antik Yunan’a geri dönüşle betimleme meselesini yeniden ele alıyor. Yunan’dan Mısır’a, Hatta Çin’e uzanan örneklerle; betimlemenin, sanatsal bir gaye taşımadan farklı amaçlarla da olsa, işlevin üslup üzerindeki belirleyiciliği üzerinde duruyor. Güzelliği yaratmak, propaganda, bir hikâye anlatmak, bir duyguyu yaratmak... Yaratıcının yapıtına yüklediği işlevin üslup üzerindeki izini sürüyor yazar. Üçüncü bölüm “İzleyicinin Rolü” sanatçı ve eserin diğer yakasına, alımlayıcının kendisine sunulan kodları nasıl açımlayacağı meselesine değiniyor. Sanat yapıtının var olma süreçlerinden, belki de yaratım kadar önemli olan yorum süreci bu bölümün belkemiğini oluşturmakta. Dördüncü bölüm “Buluş ve Keşif” doğanın betimlenmesinde ilerlemeyi sağlayan, yeni ifade olanaklarının kapısını açan teknik buluş ve keşiflerden, bunun sanat tarihine etkisine odaklanıyor. En kaba biçimiyle böyle özetlenebilir bu dört bölüm. Gombrich’in “Sanatın Öyküsü” ve “Sanat ve Yanılsama” yapıtları peşpeşe okunduğunda, meraklı her okuru içine çekecek bir sanat okulu adeta. Bitirdiğinizde Batı sanatı ve sanat tarihinin temel meseleleri üzerine etraflıca bilgi ve fikir sahibi olmanız mümkün. “Sanat ve Yanılsama”, E. H. Gombrich, Çev: Ahmet Cemal, 385 sf. Remzi Kitabevi
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Kirli Ağustos Edip Cansever’in nitelemesine hak vermemek olanaksız. Ölümler ayı oldu şu ağustos. Henüz Mehmet Başaran’ın, sevgili öğretmenimizin acısı dinmemişken art arda geldi haberler… Fikret Otyam ve Tarık Dursun K.’yı da sonsuz uykularına yolcu ettik… İlk gençlik çağımın fırtına gibi okuma serüvenleri içinde yer almıştı “Topraksızlar”, “Hu Dost”, “Ha budiyar”, “Mayınlı Topraklar Üzerinde”, “Kanlı Gömlekler”… Hepsi de Gide Gide dizisinden... Dost yayınlarının sevimli dizisi… Kapak resimlerini de kendisi yapmıştı Fikret Ağabey… Anılar kendini dayatıyor yine… YAZKO kurulmuş. İlk kitaplar iyi satıyor. Bekir Yıldız’ın “Halkalı Köle” adlı romanı bir haftada ikinci baskıda… Derken 12 Eylül geliyor. Kitaplar suç aleti ama bizimkilere ilgi görece olarak artıyor. Ardında bir ay geçti. Ekim sonu olmalı. Fikret Otyam geldi; daha önce Cumhuriyet’te dizi olmuş yazılarını getirdi YAZKO’ya. “Adı Yemendir” dedik kitaba… Hasan Cemal’le bir konuşmamda “Haa Yemen röportajı mı?” diye nitelediğini anımsıyorum. Önemli bulmuştu yani. Bu arada sohbet koyulaşınca Fikret Ağabey’e 12 Eylül fırtınasını soruyorum. Müdahaleden sonra yeniden demokratik hayat başlar mı diye merak ediyoruz. “Vallahi bunlar pek gidici değil” diye cevap veriyor. Bu izlenimi nereden aldığını yıllar sonra, kızı Elvan Hanım’ın eşi olan Ali Baransel’le tanışınca anlıyorum. Evren’in basın danışmanlığını yapmış olan Baransel, generallerdeki havayı yansıtmış olmalı. Hey gidi günler… Yıllar sonra “Pavli Kardeş” adlı kitabını çıkardı. Birader Ömer Faruk Ciravoğlu’yla da tanıştı Otyam usta… Tam bunları düşünürken geldi Tarık Dursun’un haberi… Ah, dedim. Hani “romanların romanı” diye bir projemiz vardı. Yarım kaldı… Yarım kaldı halk edebiyatı derlemeleri, çocuk hikâyeleri… Tanıklıklar Dizisi’nden yaptığımız “Kokulu Kentler” pek ilgi görmüştü. O projede en önemli özellik Yetkin Başarır’ın tasarımıydı. Unutulur gibi değil. Haberlerde hep şair ve romancı olarak geçti. İlk gençlik döneminden sonra şiire bir daha elini sürmemişti oysa… Her konuşmamız “öpüldünüz” diye noktalanırdı. YAZKO’ya neden katılmadı bilemiyorum ama onunla ilk tanışmam İstanbul Reklam’ın Cağaloğlu meydanındaki (şimdi bir banka) görkemli binasında olmuştu. Giriş katında biz de bir fuar yapmıştık. İstanbul Reklam’ın sahibi Süheyl Gürdağcık bir katı Tarık Ağabey’e ayırmıştı. Kocaman cam masalar, her türlü konfor… Ama kış boyunca kaloriferler yanmıyordu. Üşüyen bir Tarık Dursun ve yanında kadim dost Tevfik Akdağ... Böyle aklımda kalmış. Tarık Dursun’la daha sonraları Bilgi Dağıtım’da, Altın Kitaplar’da ve Cağaloğlu Yokuşu’nda sık sık karşılaşır olduk. Omuzunda sırt çantası saat 16.00 sıralarında Yokuş’tan aşağıya doğru inerken espri ve fıkraların ardı arkası kesilmezdi. Akşamları bir yere takılmazdı. Çalışmak, romanlar üzerinde tükenmek bilmeyen bir enerjiyle düzeltmeler, kılı kırk yarmalar devam ederdi sanırım. Yayıncılık alanında 2000’lerden sonraki yeni arayışlar onu pek mutlu etmedi. En çok “İyi Uykular Alara”nın ilgi görmesine seviniyordu. Sedat Simavi Ödülü de elbette… Evet, Fikret Otyam ve Tarık Dursun aramızda değil artık. Yapıtları yaşıyor, daha da yaşatmak görevimiz… Öneriler:
“Üzgün Sardunyalar”, Turgay Olcayto, Ozan Yayıncılık, 172 sayfa, 2015 “Otobüstekiler”, Kemal Urgenç, karikatür bant, Doğu Kitabevi, 1. Hm. 116 sayfa, 2014 “İlk Çanakkale Zaferi-1657”, Hazırlayanlar: Rinalde Marmara-Canan Parmaksızoğlu Sami, Yeni Doğu Yayınları, 2015
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
Bu Dergiler Ne Çok Okunuyor! ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com
S
on dönemde yeni bir dergi furyası yaşıyoruz. “Öküz” ve “Harman” dergilerini yaratan ekibin Mart 2013’te “Ot” dergisini çıkarmasıyla başladı her şey. “Maksat yeşillik olsun” sloganıyla yola çıkan “Ot”, gençlerin okuyabileceği, kanka muhabbetinin yapılabileceği kültür, sanat, edebiyat dergisiydi. “Öküz”le başlayıp “Ot”la devam eden bu yeni tarz dergicilik “Kafa” ve “Fil”le çeşitlendi, renklendi, şenlendi. Eylül 2014’te gazeteci Candaş Tolga Işık, Kafa Dergi’yi çıkardı. Derken Ocak 2015’te Leman Grubu “Deveden büyük fil var” sloganıyla Fil’i yayımladı. Bu üç dergiden farklı bir kulvarda koşan “Kafka Okur” ve “Naber” var bir de. Eylül 2014’te “Ben edebiyattan ibaretim…” sloganıyla blog’tan der140 KARAKTERE SIKIŞMAMAK Ayça Derin Karabulut Kafa Dergisi Yayın Koordinatörü İnternet yayıncılığının kol gezdiği, basılı medyanın giderek kan kaybettiği, nicelik olarak olmasa da, nitelik olarak sancılı günlerden geçtiği bir dönemde dergi çıkarmak fikri, “cahil cesareti” olarak algılanabilir. Zira giderek bir tüketim toplumuna dönüşen, hemen her şeyi müthiş bir hızla tüketen ülkemizde artık sanatın her kolu, edebiyat dahil olmak üzere 140 karaktere sıkışmış durumda. Bu sıkışma hali kendini sadece sosyal medyada değil, hayatın her alanında belli ediyor. Sıkışık yaşıyoruz. Evden işe giderken otobüste; iş dönüşü metroda, metrobüste, vapurda hatta iş yerimizde dahi bu hissi duyumsamak mümkün. Bu sıkışma halinin doğal sonucu olarak çevremizdeki güzellikleri daha az fark eder, daha az dikkat eder oluyoruz. Modern şehirli insanın en büyük eksiği sanırız bu; çevresindeki güzellikleri fark edememek… Bir popüler kültür ve edebiyat dergisi çıkarmak, üstelik bunu basılı bir şekilde, 80-90’lar dönemi basılı ürünlere selam gönderir mahiyette yapmak, o sıkışmışlık hissine bir başkaldırı aslında. Daha hızlı yaşıyor, daha hızlı tüketiyor, daha hızlı öğrenip, daha hızlı unutabiliyoruz. “Kafa” dergisi bu baş döndürücü hızın karşı kıyısında konumlandırıyor
giye evrilen “Kafka Okur” yola koyuldu. Sonra “Uykusuz”un kurucu çizeri ve yazarı Umut Sarıkaya, Şubat 2015’te üç aylık süreli mizah-karikatür ve edebiyat dergisi “Naber”in ilk sayısını çıkardı. Ve ağustos ayında, sayfalarında “OTlak” isimli bir bölüme yer veren “Ot”, aynı ismi taşıyan yeni bir dergiye imza attı. “Maksat çizgili olsun…” sloganıyla çıkan üç aylık çizgi öykü dergisi OTlak hayatımıza dahil oldu. Peki ama bu yeni tarz dergiler nasıl böyle birden pıtrak gibi çoğaldı? Hangi amaçla yola çıktılar? Kafa Dergisi Yayın Koordinatörü Ayça Derin Karabulut, Kafka Okur Genel Yayın Yönetmeni Gökhan Demir ve Fil Dergisi Editörü Onurkan Avcı ile bu sorulara cevap aradık…
kendini ve akıp giden her şeye meydan okuyor. Üstelik koşturmak zorunda olan, bir süre sonra neden böyle koşturduğunu da unutan herkese çok keyifli bir “es” verme imkânı sunuyor. Eskiye Selam, Yeniye Devam Popüler kültür dedik ya, hem eskiye selam çakıp hem popüler kalabilmek de bu noktada zor zanaat. Eskinin alışkanlıklarını, yeninin kafasıyla düzüp yola koyulmak elbette bizi tedirgin etti, hâlâ da ediyor. Ancak yola çıkınca gördük ki, o yol bizim zaten bildiğimiz ama unuttuğumuz bir yolmuş. Yani bu yolu biz açmadık. Sadece var olduğunu hatırladık. Unutmak yerine hatırlamak daha iyi geliyormuş, onu anladık. “Kafa”, bize unuttuğumuz nice değeri hatırlattı. Üstelik bunu modası geçmiş, başka telden çalan, hayata yukarıdan bakan bilmiş bir tavırla değil; günümüz jargonuyla yapmayı başardı. “Kafa” dergisi, büyük şehirlerde sürekli bir yere geç kalmışçasına koşturan insanların vapurda bir çay söyleyip, on dakikalığına tanıdık biriyle sohbet etmesini temsil ediyor. Her gün Boğaz Köprüsü’nden geçmesine rağmen kafasını dayadığı metrobüs camından o muhteşem güzelliğin farkına varmayıp, bir gün ansızın kafasını kaldıran ve hayretler içerisinde kalan bir fabrika işçisinin yüzündeki ifadeyi de… Politik Mizah ve Siyasi Omurga… Bir edebiyat ürünü olarak elbette “Kafa”nın da politik mizaha bilerek ve isteyerek kayan, bununla beraber siyasi görüşünü oluşturan bir omurgası var. Ancak bu omurga öyle gelenekçi bir otoriter-
likten ziyade olsa olsa sosyal demokratlıktan geliyor. Son derece geniş bir yelpazeden teşkil yazar kadrosu da bunu doğrular nitelikte. “Ona neden yazdırdınız?”, “Filancanın ne işi varmış sizin dergide?” gibi tepkiler, bir sahiplenme vurgusu taşıdığı için bizim adımıza aslında sevindirici. Birilerinin dergiyi sahiplenmesini görmek bize cesaret veriyor. Ama o yerleşik algıyı, kutuplaşmayı kırmak adına da 12 sayıdır mücadele veriyoruz. En az bir 12 sayı daha vereceğiz gibi gözüküyor. Bu bağlamda dergimiz hayata dair tavrını “herkes konuşsun, herkes yazsın” olarak koyuyor. Bu zamana kadar dergide Tarkan, Sezen Aksu, Ferhan Şensoy, Müjde Ar, Süheyl Uygur, Adalet Ağaoğlu, Hayko Cepkin, Müjdat Gezen, Ertuğrul Özkök, Ataol Behramoğlu, Gülse Birsel, Selahattin Demirtaş, Teoman gibi isimler yazdı. Ayrıca derginin her ay yazan ana kadrosunu da Can Dündar, Sunay Akın, Rıdvan Akar, Emrah Serbes, İlber Ortaylı, Nihat Sırdar, Umay Umay, Kerimcan Kamal, Ali Ece, Levent Erden, Metin Uca, İsmail Saymaz, Hayko Bağdat, Başar Başaran, Zafer Algöz, Armağan Çağlayan, Dilan Bozyel, Can Yılmaz, Bedia Güzelce gibi isimler oluşturmakta... Zaten söyleyecek sözü olan bir derginin olmazsa olmazı bir şeylere muhalif olmaktır. Hiçbir şeye muhalif olmayanın, muhalif kalamayanın yeri edebiyat, sanat değil, başka alanlardır. Biz yerimizin ve ağırlığımızın farkında, sorumluluğumuzun bilincindeyiz. Ortaya attığımız fikrin etrafında şekillenen “Kafa” dergisinin büyümesini de gözlerimiz dolarak izliyoruz.
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
BLOGDAN DERGİYE BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ Gökhan Demir Kafka Okur Genel Yayın Yönetmeni Blogun, daha doğrusu Kafka Okur’un, dergi olma noktasına nasıl geldiğinden bahsetmek istiyorum biraz. Kafka Okur blogu, Mayıs 2010’da kuruldu. Blog içerik olarak Kafka’ya ait ve Kafka hakkında yazılan, çizilen öykü, makale, deneme vs. yazıların yer aldığı bir blogdu, sadece Kafka’ydı (Blogger’ın içindeki Kafka tutkusu ve internet kirliliğinin önüne geçebilmek adına attığı bir adımdı bu). Daha sonraları Sartre, Camus, Wilde, Woolf, Cemil Meriç, Turgut Uyar ve nice yazarın yazılarına ve bu yazarlar hakkında yazılan yazılara, çizimlere yer verilmeye başlandı. Özenli ve rutin bir süreç içerisinde artık kendine özgü bir hal almaya başlamıştı Kafka Okur. Bu zaman diliminde hep daha farklı şeyler denemek istedim, düşündüm. Yani sürekli arayış içinde olmak gibi, beklemek, doğru zamanı beklemek, hayal kurmak, istemek, inanmak, başarmak gibi. Önemli olan da bu değil mi zaten? Bir hayal, bir fikir! Ve bütün bunlarla beraber 2013 yılında Hürriyet Gazetesi bünyesinde yer alan Bumerang’ın düzenlediği yarışmaya katıldı Kafka Okur. 1700’ün üzerinde başvuru alan ve 45 bini aşkın SMS’in gönderildiği yarışma sonunda “En Tarz Blog” kategorisinde birinci oldu. Blog için büyük bir başarıydı bu; onca zaman verilen uğraş ve emeğin karşılığını güzel bir ödülle aldık! Tabii bununla beraber Kafka Okur’un seyri biraz değişti…
da git gide genişledi. Yazarlık mücadelesi dedik çünkü yazar olmak hep epey çetrefilli olmuştur. Bu yollardan hepimiz geçiyoruz, birbirimizi izliyoruz. Kafka Okur da epey çetrefilli yollardan geçti. Bloga çok güzel yazılar geliyordu, okurdan gelen tepkiler de bir o kadar olumluydu. Bir gün her genç oluşumun hayal ettiği gibi (dergi çıkaralım mı?) “biz de dergi çıkaralım mı?” dedik. Bizi dergi çıkarmaya iten birinci neden gelen güzel yazıların internette asılı kalması (yani kâğıt ve kâğıt kokusuyla insana dokunmak varken!) ikincisi de okurun “dergi olmayı düşünüyor musunuz?”, “dergi çıkarsanıza” gibi isteklerinin giderek artması oldu. “Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi” “Dergi çıkaralım mı?” Sihirli cümle! Ayşegül Erözyürek ile ben Gökhan Demir derginin kurucuları olarak, yaklaşık bir yıl üzerinde çalıştıktan sonra 2014 Eylül ayında ilk sayısını çıkardık… Sloganımız da “Ben edebiyattan ibaretim…” oldu. İki aylık “Fikir, Sanat ve Edebiyat” dergisi… Benimsediğimiz felsefeyi çıkan ilk sayıda açıkladık. Bilindik bir isimdi bu felsefe, Cemil Meriç’ti! Şöyle diyordu Meriç: “Kitap, is-
Hissi Kablel Vuku… Blog, yazar alımına başladı. Yazarlar çok yeni, isimleri pek duyulmamış ama okuyan, yazan, çizen, yazarlık mücadelesi veren, ismini duyurmak isteyen, genç kişilerden oluşuyordu ve blogun yazar kadrosu MUHALİF “MİŞ” GİBİ YAPMAYAN DERGİ Onurkan Avcı Fil Dergi Editör
“Son dönemde dergicilikte bir hareketlenme var. Çok fazla yeni dergi çıktı ve dergicilikte yeni bir dönem başladı gibi sanki? Ot, Fil, Kafa, Kafka Okur, Naber Dergi…” “Fil Dergisi dahil çok sayıda yeni derginin çıktığı doğru ama bunun yeni bir damar olduğu da, bu dergilerin kulvarlarının tamamen aynı olduğu da söylenemez. Örneğin; “Kafka Okur” gibi dergiler sadece ve derin edebiyat verme gayretindeler. “Ot”, “Fil” ve “Kafa”nın aksine, bu tür dergiler, edebiyatın yanı sıra aktüalite vermeyi uygun görmüyor. “Naber” dergi zaten çok şahsına münhasır bir yayın. Bu gözle bakacak olursak aynı kulvarda sadece Ot, Fil ve Kafa var. Bu üçünün de dergicilikte yeni bir damar olduğunu da düşünmüyorum. Hepsi zamanın Öküz Dergisi’ndeki formatın bir benzeri. Güçlü dedeye biraz benzeyen ama birbirlerinden biraz farklı olan torunlar gibiyiz.” “Peki nedir o torunlar arasındaki farklar? Hepsi muhalif görünüyor…” “Birçok işte olduğu gibi burada da dünyaya bakışınız, ürettiğiniz metada ve üretim biçiminizde farklılık yaratıyor. Biz ‘torunlar’ arasındaki fark
da temelde bu. Tüm bu dergilerin muhalif göründüğü konusunda hemfikiriz ama hepsinin muhalif olduğunu söylemek de garip olur. Saldırgan bir tutum gibi görünsün istemem ama biz, ‘Aman bizde İslamcı cenahtan da bir yazar olsun’ diye bakmadık hayata hiç mesela. Öldürülen bir LGBTİ bireyini bir arkadaşına yazdırmaktan gurur duyduk. (Bu çoğu derginin girmek istemediği bir alandır.) Yaşar Kemal gibi büyük bir edebiyatçı öldüğünde onun posterini verip, o posterin üstüne bir şirket ilanı almadık. Ya da ne bileyim; Sivas katliamında bizden kopartılan bir aydının resminden kitap ayracı yapıp, o ayracın arkasına da AKP’yle ve dolayısıyla katliamcılarla ilişkisi tartışılamaz nitelikteki bir şirketin ilanını basmadık… Sırf popüler diye kimseye sayfa açmadık. Gezi direnişine laf etmiş ya da sarayda kahvaltılara katılmış kimseye yazı yazdırmadık mesela. Kalemini ve anlatacaklarının kıymetini ölçü belledik yazı alacağımız isimleri seçerken. Yani özetle; ‘Fil’, zaten muhalif basında çalışmış sosyalist gazetecilerin çıkardığı bir dergi. Ve tek bildiği bir şey varsa o da ‘mış’ gibi yapmamak.” “Niye birden bu kadar dergi çıktı?” “Fil de yeni sayılır. Henüz dokuz aylık. Ama düşünün bizden sonra en az altı dergi daha çıktı; yenileri de yolda. Niyesini bilmiyorum ama bu dergicilik için çeşitlilik ve renklilik demek. Türkiye’de bu kadar dergi enflasyonu olduğu dönemlerde genelde hep beraber batmışlar ama sonra da başka formatlarda yeni dergiler doğmuş. Bu açıdan bakılırsa da denebilecek tek şey; umarız dergi sayısı kadar dergi okuru
tikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… Biri zamanın dışındadır, öteki ‘an’ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.” Şu söz de ona aitti: “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Yasak bölge tanımayan bir tecessüs; tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen.” “Kafka Okur”, bir yaşında; Franz Kafka, Virginia Woolf, Turgut Uyar, Frida Kahlo, Sabahattin Ali, Tezer Özlü sayılarıyla çıktı bugüne dek. Bir yılda altı sayı... Okurun ilgisi öylesine güzel öylesine samimi ki biz birinci yılımızı bütün bunları anlamaya ve karşılığını vermeye çalışmakla geçirdik. Daha fazlasını yapmak için de emin adımlarla devam edeceğiz. Bir söylem üretmek ve iyi bir güzele ulaşmak için bir yıl bekledik. Bundan sonra sesimiz daha gür çıkacak… Çıkmalı da! Dergiler topluma yön verir hale gelmeli!
sayısı da artıyordur…” “Peki dergi sayısındaki artışın Gezi direnişiyle bir ilgisi var mı sizce?” “Evet, bence kısmen de olsa böyle bir bağ var. Malum, Gezi direnişi sırasında penguen medya öyle bir hazırola geçti ki insanlar başka mecralara kıymet vermeye başladı. Muhalif televizyonlar ve gazeteler daha görünür oldu. Bu süreçten dergiler de payını aldı tabii. O sırada yaşayan ve süreci doğru okuyan muhalif ya da muhalif soslu dergiler popülerleşti, diğerleri için ise ebe oldu, doğumlarını sağladı.”
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
Başka Bir Shakespeare Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Mehmet Kurtoğlu mercek altına aldığı yazarlara, dünya edebiyatının büyük ustalarından biri olan Shakespeare’i de ekledi. Bugüne kadar elimizin altındaki Shakespeare çalışmalarının büyük çoğunluğu Batı kaynaklıdır. Dolayısıyla yöntemsel farklılıklarına rağmen ortak bir kültürel perspektifin ürünüdür. Mehmet Kurtoğlu, Shakespeare okumalarında çıkan notlarının, edindiği izlenimlerinin bu genel perspektifin dışına taştığını fark eder. Peki bu farklılık nereden gelmektedir? Kurtoğlu’na göre çalışmasının yarattığı fark şöyle açıklanabilir: “Shakespeare’i, bu denli büyük ve büyülü yapan şey nedir, sorusuna cevap aranmakla birlikte, okumalarım sonucunda tek bir Shakespeare değil, birçok Shakespeare’in olduğunu ve bu özelliği onu çok yönlü bir sanatçı yaptığını gördüm. Bu kitapta denemeye çalıştığım şey; hiç kuşkusuz inanç başta olmak üzere, Doğu ve Batı ekseninde bir Shakespeare okuması yapmaktı.” Kurtoğlu Shakespeare’in yapıtlarına sadece yüzyıllar sonrasında değil, başka bir dilden, başka bir coğrafyadan ama belki de en önemlisi başka bir kültür, başka bir inanç düzleminden baktığının farkında. İşte bu Doğulu mercekle yapılan inceleme, sadece bir Shakespeare okuması değil, Doğu-Batı kültür ve medeniyetinin Shakespeare üzerinden tahlilini ortaya koyar. “Bir Batı Masalı Shakespeare”, Mehmet Kurtoğlu, 350 s., Çizgi Kitabevi, 2015
Prag’da Katilden Kaçış Ünlü Finli polisiye yazarı Salla Simukka’nın gerilim dizisi “Pamuk Prenses Üçlemesi”nin ikinci kitabı “Kar Kadar Beyaz” raflarda yerini aldı. Üçlemenin ilk romanı “Kan Kadar Kırmızı” Lumikki Andersson’ın okulun karanlık bir odasında bir deste kanlı para bulmasıyla başına açılan işleri anlatır. Lumikki bir anda kendini katillerin, dolandırıcıların kol gezdiği tehlikeli bir dünyanın içinde bulur. Artık olayları uzaktan izleyen bir seyirci olmaktan çıkarak bir hedef haline gelmiştir ve aklını kullanıp acımasız bir katilden kurtulması gerekmektedir. Tam her şey bitti derken Lumikki yeni bir maceraya sürüklenecektir. “Kar Kadar Beyaz”da Lumikki Andersson yaşadığı korkunç olayları unutmak ve şehirden uzaklaşmak için tatile çıkar. Kırmızı kiremitli çatıların güneşte pırıl pırıl parladığı Prag’a gider. Ancak her turistin yaptığı gibi şehrin keyfini çıkarmaya çalışırken takip edildiğini fark eder. Hem de tıpkı kendisi gibi İsveççe konuşan kahverengi saçlı bir kız tarafından... Genç kız bir gün Lumikki’nin karşısına dikilir ve kız kardeşi olduğunu iddia eder. Bu sözler Lumikki’yi korkuturken aynı zamanda içindeki macera tutkusunu körükler. “Kan Kadar Kırmızı”, “Kar Kadar Beyaz” ve “Abanoz Kadar Siyah” adlı romanlardan oluşan Pamuk Prenses üçlemesi, eleştirmenler tarafından gerilim türünün çağdaş başyapıtlarından kabul ediliyor. “Kar Kadar Beyaz”, Salla Simukka, Çev. Banu Doğanay Pinter, Altın Kitaplar
Absürt Bir Yolculuk Öyküsü YANKI ENKİ
D
avid Duchovny, televizyon ekranı ve beyazperdeden çok yakından tanıdığımız, ama bir yazar olarak yeni tanıştığımız biri. 1990’lı yıllarda kült bir diziye dönüşen “The X-Files”ta başrol oynayan ve doğaüstü vakalarla ilgilenen uyumsuz ve sıradışı FBI ajanı Fox Mulder’ı canlandıran David Duchovny, son yıllarda da “Californication” adlı dizide dağılmış ailesini ve çivisi çıkmış yaşamını derleyip toplamaya çalışıp bir türlü başaramayan bir yazar olan Hank Moody’ye hayat vermişti. Bu kurgusal yazar, televizyon ekranını aşıp gerçek bir yazara dönüştü ve kendi ismiyle yayımlanan bir kitabı bile oldu. Bu kitap “Tanrı Hepimizden Nefret Ediyor” adıyla Türkçeye çevrildi. İlk yayımlandığında “gerçek yazar David Duchovny olabilir mi” diye düşünenler oldu, ama kitabı kaleme alan başka bir yazardı. Duchovny’nin ise bize başka bir sürprizi oldu; “Kutsal İnek” diye bir roman yazıp, bir ineğin gözünden dünyayı resmetmek, hayvanların kutsal topraklara yaptıkları absürt bir yolculuğu anlatmak… Böylece oynadığı dizilerde uçlarda yaşayan kahramanları canlandıran Duchovny, yazarlık kariyerine de sıradışı bir romanla başlamış oldu. Duchovny, öyküsünü bir ineğin ağzından anlatıyor ama tek kahramanımız Elsie isimli inek değil. Ona bir domuz ve bir de hindi eşlik ediyor. Duchovny’nin neden bu üç hayvanı seçtiği roman ilerledikçe netleşiyor elbette, ancak Jonathan Safran Foer’ın “Hayvan Yemek” adlı etkileyici kitabını okuyup beslenme biçimini değiştirmeye karar veren okurların zihninde kitabın vardığı noktalardan birine dair erkenden bir ışık yanabilir. Kahramanı hayvanlar olan bir kitaptan bahsettiğimiz için aklımıza hemen George Orwell’ın politik anlatısı “Hayvan Çiftliği” gelebilir, ancak meselesini Orwell kadar ciddi değil, oldukça mizahi bir biçimde anlatıyor Duchovny. Politik bir tarafı yok diyemeyiz, hatta tamamen uygarlığımızın politik ve kültürel çelişkileri üzerine kurulmuş bir öykü bu. Mizahi olmasına rağmen hafif bir eser değil “Kutsal İnek”, aksine iğneleyici bir fabl. “Çoğu insan, ineklerin düşünemediğini zanneder,” diye başlıyor roman. Duchovny, düşünemediği varsayılan bir ineğin dilinden, “düşünüyorum, öyleyse varım” diyen insanlığın savaş, ayrımcılık, çatışma dolu düşüncesizlik öyküsünü anlatıyor. Bunu yaparken de edebiyata ve müziğe bol bol gönderme yapıyor. Oldukça deneysel bir yola çıkan Duchovny, olgun bir hikâye anlatıcılığına da yelken açıyor. Tarihimizi, geçmişimizi, inançlarımızı sorguluyor ve aslında ne kadar trajikomik bir halde olduğumuzu hatırlatıyor. Bu kitabı okurken sık sık gülümsemek hatta kahkaha atmak mümkün, ağlanacak halimize güldüğümüzün de farkında olarak elbette. “Kutsal İnek”, Hindistan’da ineklerin kutsal olduğunu öğrenip oraya gitmeyi kafaya koyan Amerikalı bir ineğin, İsrail’de domuz etinin haram olduğu için yenmeyeceğini öğrenip oraya kaçmak isteyen bir domuzun ve isminin verildiği bir ülkeye, Türkiye’ye (İngilizcede Turkey: Hindi) yerleşirse krallar gibi yaşayacağını
yankienki@yahoo.com sanan bir hindinin sürükleyici macerasına sahne oluyor. Kanatları olan ama uçamayan bir hayvan olan hindi, uçak yolculuğu sırasında kendini yeniden keşfedip pilotluğa soyunuyor. Domuz ise İsrail-Filistin çatışması arasında kalıyor ve bir barış elçisine dönüşüyor. Anlatıcı kahramanımız inek, Hindistan’da kutsal bir inek olmanın o kadar da kolay olmadığını, özellikle diğer ineklerin arasına katılınca anlıyor. Kutsal bir varlık mıyım yoksa sıradan bir hayvan mıyım, diye düşünüyor ve kimliğiyle ilgili bir çelişkiye düşüyor. Hindistan’da değil, evinde olması gerektiğini fark ediyor. Sonuçta “Hepimiz biriz, hepimiz kutsalız,” mesajıyla bitiyor öykü. Duchovny’nin kitabın sonuna eklediği notta önemli bir ayrıntı var. Hayvanların kahraman olduğu ve bizim dünyamızda bir yolculuğa çıktıkları öykünün fantastik doğasını şöyle savunuyor yazar: “Okulda bana, ‘hikâyeciye değil, hikâyeye güvenmem’ öğretilmişti. Haliyle sevgili okur, aynı cömertliği hayvanlar âlemindeki dostlarımıza da sunmanızı rica ediyorum. Anlatana değil, anlatılana güvenin.” Duchovny, işte bu tavsiyesiyle fantastik edebiyatın genellikle reddedilen gerçekliğine gönderme yapmış oluyor. Bir romanda okuduklarımız gerçekten mümkün müdür, gerçekçi veya akılcı sınırlara dahil midir? Yazar bir konuyu ya da olayı abartarak edebiyatı istismar mı etmektedir? Yazar, “anlatılana güvenin,” derken, edebiyata güvenin diyor bize. Doğaüstü edebiyatın, masalların, fablların içinde yatan hakikate güvenin, kurgunun gücüne güvenin mesajını veriyor. Bunu büyük ihtimalle ilk kitabı olduğu için yapıyor Duchovny. Böylece okuruyla hangi köprüleri kurmak istediğini en baştan belirtiyor. “The X-files” dizisinde Duchovny’nin canlandırdığı Mulder ve Gillian Anderson’ın canlandırdığı Dana Scully karakterleri sürekli çekişirdi. Her ikisi de farklı zihniyetlere sahip, olaylara karşıt açılardan yaklaşan iki FBI ajanıydı. Dizinin macerası 2000’li yılların sonunda bitti, ancak Anderson 2014’te bir bilimkurgu romanı yayımlayarak edebiyat sahnesinde boy gösterdi. Duchovny’nin de artık aynı sahnede olduğunu düşünürsek, ikilinin çekişmelerinin farklı bir kulvarda devam edeceğini söylemek mümkün. Diğer yandan, ünlü dizinin bu yıl tekrar çekilmeye başlanması bu iki ismi yeniden gündeme getirdi. “The X-Files” zaten edebiyatla alışveriş halinde olan bir diziydi. Şimdiyse başrolündeki iki isim birer yazar olarak karşımızda. Princeton Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı lisansı yapıp Yale Üniversitesi’nden de aynı alanda yüksek lisans derecesi alan David Duchovny, sadece bir romanlığına edebiyata eğilmiş gibi durmuyor. 2016’da çıkacak yeni romanı şimdiden kulaktan kulağa yayılmaya başlayan yazarın, bu kez trajikomik bir baba-oğul öyküsü anlatacağı söyleniyor. Umarız Duchovny yeni romanında, tıpkı “Kutsal İnek”te olduğu gibi anlatana değil, anlatılana güveneceğimiz, hakikati bol bir öykü bahşeder okurlarına. “Kutsal İnek”, David Duchovny, Çev: Algan Sezgintüredi, 158 s., April Yayıncılık, 2015
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Yazıdaki Kana İnanıyorum” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Onur Caymaz: Bu yan komşu metaforu çok hoş, iltifat sayayım. Tespitiniz çok doğru. Kahraman bir şeyleri kurtaran adam; kendini bile kurtaramamış kişilerin neresi kahramanı olacak! Bu çağda kolay mı kahramanlık? O büyük ideallerin, büyük zamanların, ütopyaların devri geçti diye gösteriliyor artık. Aradığımız halen ütopyalar olsa da umudu tükettik. Hele çocukların bunca öldürüldüğü bir ülkede. Son hesaplaşmada galiba herkes en iyi yaptığı şeyi yapmaya devam etmeli. Bokssa boks, yazıysa yazı! Selnur Aysever: “Bir ağustos sabahı, 1999 yılında başlayan hikâye, on beş yıl sonra, bir yılın son günleri kâğıt üzerinde bitmişti,” diyorsunuz ilk öykünün sonunda. Nasıldı 15 yıl sonra Alice ile Nuri? Neden 15 yıl sürmüştü? Neden durmuştu yazmak? Onur Caymaz: O hikâyeye başladığım günün gecesinde 17 Ağustos depremi olmuştu. Metnin tamamını o zamanlar yazıp bitirmiş, köşeye atmıştım. Aradan yıllar geçti. On beş yıl sonra yeniden buldum, ilk ismi “Terzi ve Kupa Kızı”ydı. Bulduğumda hem aradan geçen yılları hem de o ilk metnin yeniden yazımını birlikte kurgulamak istedim. Her yazma eylemi bir şeyi yeniden yazmak değil midir; altı bin yıldır yazı yazıldığını düşünürsek üstelik. Bir de hikâyeyi ikinci kez yazarken elimde “Alice Harikalar Diyarında” vardı. İstedim ki metni, Alice’e koşut yazayım. Terzi zaten tahmin edeceğiniz üzere Nuri. Edebiyat, hep yeniden okuma, her yeniden okumaysa yeniden yazma. Yazarla okurun, okurla yazarın kavgası... Selnur Aysever: Nasıl bu kadar iyi anlatır beyaz yakalıların sürgün hayatını Onur Caymaz? Yaşamından mı? Gözlemlerinden mi? Onur Caymaz: Frenklerden biri, hikâyeler, onları anlatabilecek kişilerin başından geçer demiş. Burada biraz hem hayatımın yarıdan çoğunu geçirdiğim ofislerden edindiklerimi hem de o ofislerde tanıdığım mutsuz kadınları yazdım. Biliyorsunuz bizde üç şeyi
İşte Faulkner’i kült yapan bu. Yoksa iki tane okul anısı anlatıp üç küfür ederek kült olunmuyor. Neyi anlattığınız ile nasıl anlattığınızı dengelemek gerek. Yine de beni yazmaya iten şey derttir. Derdi olmayan adamın yazmasını anlamakta zorlanıyorum. Selnur Aysever: “Sonra elimdeki akıllı telefonla oraya buraya fotoğraflar koyuyordum içerken. Görsündü herkes. Herkes, herkesin ne kadar yalnız olduğuna bakıp beğensindi,” diye “Çığlık”tan çekip aldım bir cümle. Sosyal medyanın insan hayatındaki yerini saatlerce konuşabiliriz elbette ama ben kitaba etkisini nasıl bulduğunuzu merak ediyorum. Altı çizilen, yanında kahve ile fotoğrafları paylaşılan, içinden 140 karakterlik cümleler çekip alınan kitaplarımız var artık. Okur meraklı paylaşmaya, yazar ne diyor bu duruma? Onur Caymaz: “Fahrenheit 451”in yazarı Ray Bradbury, internetin müthiş bir oyalayıcı olduğunu söyler. Bunun yanında yaydığı kirli bilgi de cabası. Tabii ki bu onun son birkaç yüzyılın en büyük buluşu olduğu gerçeğini değiştirmez. Fakat Facebook’ta, “annen sana kurban olsun evladım” şeklinde yorum yazmak, internet kullanmak değildir. Sosyal medyaysa tümden yalnızlığımız. Bir de şimdi selfie çubuğu çıktı ki evlere şenlik. Fotoğrafımızı çekmek için bile başka insanlara yanaşamıyoruz. Oysa Cansever, her şeydir bir insandır diyordu. İnternette edebiyat seviciliği dediğim bir şey var. Adam “salaklarla rakı içilmez” diye bir laf gevelemiş, altına Nâzım Hikmet yazmış. Geçen yine kendisini şair sanan bir “afili” arkadaş, Şükrü Erbaş’ın bir şiirinin altına Aragon yazıp yayınlamış; o onun değil diye cevap yazmışlar, “ne yapayım Ot’ta böyle gördüm” demiş. Yani dergiler bile bu tuhaflığa kapıldı. Biri “yalnızken çamaşır yıkamam” yazıp altına İlhan Berk imzasını yapıştırıyor! Berk’in şiirini az biraz bilse, rahmetlinin böyle bir şey söylemesinin mümkün olmadığını da bilecek. Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı ile “Allah De Ötesini Bı-
Frenklerden biri, hikâyeler, onları anlatabilecek kişilerin başından geçer demiş. Burada biraz hem hayatımın yarıdan çoğunu geçirdiğim ofislerden edindiklerimi hem de o ofislerde tanıdığım mutsuz kadınları yazdım. Biliyorsunuz bizde üç şeyi herkes çok iyi bilir. Arabalar (trafik kazası oranlarımız üst seviyelerde) kadınlar (günde üç kadın ölüyor Türkiye’de), futbol (gittikçe kadüğünün çıktığı görüldü). Biraz onları anlatmak istedim. O kadınlar ile o adamları... Ruhu o ofislere hiç sığamayan biri olarak denedim bunu. herkes çok iyi bilir. Arabalar (trafik kazası oranlarımız üst seviyelerde); kadınlar (günde üç kadın ölüyor Türkiye’de); futbol (gittikçe kadüğünün çıktığı görüldü). Biraz onları anlatmak istedim. O kadınlar ile o adamları... Ruhu o ofislere hiç sığamayan biri olarak denedim bunu. Ama dedim ya, buna biraz da anlatının mimari yapısındaki cüreti katmayı denedim. “Her metin bir tekniktir” diyor Walter Benjamin. Teknik soğuk bir kelime olsa da onu Nietzsche’nin kanıyla birleştirdim. Selnur Aysever: Sizce öykücülük, romancılık kurgu işi midir? İyi kurgucu nasıl tanımlanabilir? Salt düş müdür yazılanlar? Yazar ne kadar vardır içinde? Onur Caymaz: Reçetesi olduğunu sanmıyorum bu işin. Gerçek, düş; bunlar tanımlama. Belki hepimiz birinin gördüğü düşüz diyeceğim, klişe olacak ama neden olmasın? Klişeler bunca zamandır yanılmadığı için ayakta. Teknik çok önemli evet. Bir teknik örneği verelim: Olayı parçalayarak anlatma. Bunu geçen yüzyılın başında “Ses ve Öfke”yle sanırım ilk yapan adam Faulkner. “Ses ve Öfke” neyi anlatıyor? Aslında bizim “Yaprak Dökümü”ne çok benzer. Bir ailenin dağılışı... Serseri evlat, kötü kız vs. Ama nasıl anlatıyor?
rak” gibi tuhaflıklar (ötesini bırakacaksak niye ikincisi çıktı bunun o da meçhul) çok satanlar rafında bir arada. Kitaplarla birlikte yan yana, kahveli ve yakın plan kırmızı ojeli ayak fotoğrafları paylaşılabiliyor. Ama bir yandan da kahve kitap işini çok seviyorum. Ciddi edebiyat âşıkları da yapıyor bunu. Son yıllardaki bayat Ankara ve çay edebiyatından ancak kahve, vermut, konyak, portakal suyuyla kurtulabiliriz sanırım. Kurtulmalıyız da... Selnur Aysever: Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve Berkin Elvan için yazdığınız Polis isimli öyküleriniz de, diğerleri gibi yere basan öyküler. Ne demek istiyorum? Ne hamaset var içinde ne güzelleme. O kadar umulmadık yerden bakıyor ki, okura ters köşe yapıyor kanımca. Arka kapakta da yazdığınız üzere, okuru değiştirmek isteğinizle ilgili olabilir mi? Onur Caymaz: Yaşananı yazmak, hatta bunu reklam almadan / etmeden yapmak zor iş. Dediğiniz gibi hamasi söylemin dışında kalarak. Derdim hep, başka birilerinin de insan olacağını düşündürmekti. Yoksa o çocukların ölümüne öyle üzüldüm ki yazmaya gerek yoktu. Günlerce kızıma sarılmaya utandım. Ama dedim ya yukarıda. Yapabileceğinin en iyisini, hilesiz
hurdasız yapmaktır ilk devrim... “Herkes Yalnız”da bu kadarını yapabildim. Selnur Aysever: Yaratıcı drama, yaratıcı yazarlık vb. atölyeleri hep duyduk ama yaratıcı okurluk kavramıyla sizin sayenizde tanıştık. Nedir, Yaratıcı Okurluk? Onur Caymaz: Yaratıcılık, titizce düşünülmüş taklitlerden başka şey değildir der Voltaire. Bu anlamda Yaratıcı Okurluk’taki yaratıcı vurgusu dalga geçmek için. Füruzan bir gün bana “gitsem mi acaba şu kurslara, yazarım ama yaratıcı yazar değilim” demişti. Açık söylemek gerekirse yazarlığın öğretileceğini düşünmüyorum. Bu doğuştandır. Evet, yazarlık kültürü edinilebilir ama doğuştan gelen cevher yoksa istediğin kursa git; kötü yazarsındır. Zaten iki tür yazar vardır, iyi ve kötü yazar. Bu atölyede iyi okurun, kötü yazardan iyi olduğunu söylüyoruz. Çünkü okur da iki tür: İyi ve kötü. Bu yüzdendir ki Mark Twain “iyi kitaplar okumayan bir kimsenin, okumuş olmasıyla cahil kalması arasında fark yoktur” der. Gerisi şurada: www. onurcaymaz.com Selnur Aysever: “Herkes Yalnız” benim için bitmedi. Benim için öykü devam ediyor. Muhtemeldir ki sizin için de öyle... Ne zaman yenilerini okuyabileceğiz? Onur Caymaz: Kâğıttan hayata taşan öyküler diyorsunuz yani. Teşekkürler. Yayınevi değiştirdim, artık yeni ve eski yazdıklarım Kırmızı Kedi’de. Eylül başında son şiir kitabım “Pervaneyle Yaren”in ikinci baskısı çıkıyor. Sonrasına bir roman var, altı yıldır yazıyorum. Onu bitirmeye çalışacağım. Arada şiirler var, denemeler.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
KISA KISA Neden Thomas Bernhard, Sel Yayıncılık Bernhard’ın otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı olan “Neden”, Sezer Duru’nun çevirisiyle Türkçede. Bernhard bu kitabında orta ve lise öğrenim döneminde yaşadıklarını anlatıyor. Nasyonal sosyalizmin ve katolikliğin genç zihinlerin yaratıcılığını nasıl öğüttüğünü gözler önüne seriyor.
Steve Jobs Gibi Düşünmek Daniel Smith, NTV Yayınları Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden, dünyanın en ünlü isimlerinden biri Steve Jobs. Bu kitap da onu bu başarıya ve üne kavuşturan düşünme biçimini irdeliyor. Hayali, gerek bu endüstri içinde, gerekse başka alanlarda benzer bir başarıyı yakalamak olanlara tüyolar sunuyor.
Kalbin Yardımcı Fiilleri Péter Esterházy, Everest Yayınları Llosa’nın “Çağımızın en ilginç ve özgün yazarlarından” diye tanımladığı Esterházy’nin romanının ana izleği anne ölümü. Çağdaş Macar edebiyatının en yenilikçi yazarlarından olan Esterházy, anaoğul ilişkisinin boyutlarını, yası, ölümün mutlaklığını irdeliyor.
Sabaha Karşı Sayanora Gökhan Horzum, Beyaz Baykuş Kafası çok karışık bir yazarın tekinsiz dünyası... Hemen her gün yanından geçip gittiğimiz insanların, sıklıkla şahit olduğumuz olayların içinde bir yazarın hikâyesi. O olayların kabuğunu kaldırdığımızda ne görüyoruz? Bu soruyu sormak edebiyatın işi ve yazar da bunu yapıyor...
Bahar Sabine Adatepe, Ayrıntı Yayınları Almanya’da cinayete kurban giden Türk kızın hikâyesi. Katil kim? Abisi Burak mı? Bu bir töre cinayeti mi? Polisiye ile siyaset arasında salınan bir roman “Bahar”. Türkiyeli göçmenlerin oradaki hayatına da bakan, töre ve namus kavramlarını tartışan...
Çalışan Anne ve Çocuk Binnur Yeşilyaprak, Remzi Kitabevi Çalışan annelere, yaşamda üstlendikleri rolü kendi bakış açılarından değerlendirmeleri için ayna tutan kitap, anne ve anne adaylarına yol arkadaşlığı ediyor. Çalışan annelerin içine düştükleri suçluluk duygusu ve vicdan azabıyla baş edebilmesi için danışabilecekleri bir kaynak sunuyor.
Psikolojik Taciz J. M. Poussard-M. İ. Çamuroğlu, Akılçelen Kitaplar Son dönemde sıkça duyduğumuz, “mobbing” kavramını gerek teorik düzlemde, gerekse yaşanmış hikâyeler ekseninde irdelen yazarlar, bu durumdan kurtulmanın hukuki çarelerini de sunuyor okura.
Önce “Deniz” Vardı! HALİL TÜRKDEN
“D
eniz Benim Kardeşim”, dünya edebiyat tarihinde yeni bir sayfa, yeni bir yol, yeni bir anlam arayışının mimarı olan Jack Kerouac’ın ilk romanıydı. Dahası, ilk eserinin ilk okurları akıl hastalığı şüphesiyle yatırıldığı hastanenin doktorlarıydı. Kerouac pilot olmak için başvurduğunda testleri geçemez ve ardından başladığı temel askeri eğitimin onuncu gününde hastaneye gönderilir. Doktorların karşısına geldiğindeyse, eğitim öncesinde “Deniz Benim Kardeşim”in üzerinde günde on altı saate yakın çalıştığını, oldukça yorgun düştüğünü söyleyecektir. Edebiyat dünyasında çığır açacak bu yazarın ilk okurları ve eleştirmenleri olan doktorlarsa, romandan da yola çıkarak Kerouac’ın kişilik bölünmesi izleri taşıdığını belirteceklerdir. Disipline uymama tehlikesi, verilen emirlere aldırmaması, derin düşüncelere dalışı ve yayımlanmak için 69 yıl bekleyecek ilk romanı “Deniz Benim Kardeşim” askeriyeden ihraç edilmesi için yeterli gerekçeler olmuştur. Merak edenlere, yazarın ilk “yayımlanan” romanının “The Town and The City” olduğunu belirtelim. Kerouac’ın kendisinin de beğenmediği bu ilk çalışması, çok iyi bir eser değil; ama onun dediği kadar da kötü sayılmamalı. Hayatının büyük bir kısmında, hele ki olgunluk zamanlarında görmediğimiz ama bir dönem körü körüne bel bağladığı, “gerçekliği birebir yansıtma çabası” bu romanda çok net görülüyor. Belki de Kerouac bu romanını 1940’larda yayımlatmış olsaydı, kötü başlangıçtan dolayı kaybolup giden genç yazarlardan biri olarak hatırlanacaktı ve kendi anlam yolculuğunda böylesine inatçı ve özgür ruhlu bir yazar olmayacaktı. “Deniz Benim Kardeşim” Jack Kerouac’ın ona has yazı biçimi ve üslubu dışında bir kitap; 1940’ların anlatım biçimine uygun bir roman. Muhtemelen, Kerouac’ın yayımlanmasını istememesinin nedeni de diğer eserleriyle üslup açısından uyumsuz olacağı düşüncesi. İçerik anlamında ise diğerleriyle benzerlik gösteren ve onlar gibi biyografik özellikler taşıyan bir roman. Romanın kahramanları, sonradan kaleme aldığı romanlardaki gibi yaşıyor, arkadaşlığa ve dostluğa önem veriyorlar; her an yola çıkmaya hazırlar. Jack Kerouac, “Yolda”da yollara düştüğü gibi bu romanda da denize açılıyor ve yol arkadaşlarıyla yaşadıklarını anlatıyor. Özetle, takip eden yıllarda ortaya çıkacak ve ses getirecek romanları oluşturacak pek çok ögeyi, anlatım tekniği farklı olsa da bu eserde görüyoruz. Yüzyılın büyük yazarları Herman Melville, Joseph Conrad gibi Kerouac da benzer biçimde “gemi adamlığı” yapmış. 1942’de, sonraları “Yolda”da bahsedeceği serüvenlerden ilkine ––karayoluyla bir uçtan bir uca Amerika’yı dolaştığı yolculuk–– girişmeden beş yıl öncesinde, üniversite eğitimine ara verip Amerikan Ticaret Filosu’na katılır ve Dorckester adlı bir gemiyle Grönland’a doğru yol alır. “Deniz Benim Kardeşim” bu sefer sırasında ve sonrasında kaleme alınmış, geminin mürettabatına katılan iki ana karaktere odaklanıyor. Kerouac’ın kendi benliğinden izdüşümlerin sıklıkla görüldüğü bu roman, onun denize olan
halilturkden@gmail.com düşkünlüğünü bir kez daha gözler önüne seriyor: “Ne zamandır böyle hissetmemiştim. Eğer bu yeni dünya için savaşacaksam kargo dolu bir yük gemisi bunun için gayet uygun bir yer. Ve yeni bir yaşam planlamak için denizden daha güzeli olamaz.” Yine bu Dorchester macerasında, yazarın kardeşlik ve dostluk duygusunu tanımanın peşinde olduğuna tanık oluyoruz. Belki de insanlığın en zor zamanlarından birinde, yani savaş yıllarında kavramasının daha da güç olduğu, yüce bir gerçekliği aramaya çıkıyor Kerouac, yaşadığı dünyaya ilişkin bir anlamı aramaya… Kerouac’ın donanmaya başvurusu ve temel eğitim sırasında hastaneye yatırılışı, ilk okurları olan doktorlar tarafından akıl sağlığının denetlenmesi malumunuz. İşte tam da o zamanlarda odasını paylaştığı William Holmes Hobbard adlı genç adamdan oldukça etkilenmiş ve onunla kurduğu dostluğu, hastanede geçen sefil günlerine dayanabilmesi için tek ilaç olmuştur. Özgür doğası ve soğukkanlı yapısıyla Jack Kerouac’le yakın dost olan William, “Deniz Benim Kardeşim”deki Wesley karakterinin oluşmasında ona büyük ilham verir. Kitabın birbirini tamamlayıcı iki karakteri, Bill Everhart ve Wesley Martin. Kök salma gibi bir derdi olmayan bir denizcidir Wesley; “bu telaş, bu hız neden, nereye koşuyorsunuz,” diye soran biri. Bill ise, hayatını belli bir düzen içinde yaşayan ve Wesley’le tanışana dek ne istediğini bilmeyen bir akademisyen. Wesley’le beraber denizci olmaya doğru yol alan Bill, her ne kadar yeni bir düzen arayışında olsa da, Wesley gibi bir yol insanı ve başıboş bir flanör olmada pek başarılı değildir. Özellikle Bill’in sosyalizm yorumları, Kerouac’ın o dönemlerde belli belirsiz politikleşme sınırlarına göndermeler içeriyor. Yazarın tamamen benimsemediği, ama yakınlık duyduğu sosyalizme ilişkin göndermeler… Kerouac’ın iki ana kahramanın ekseninde gelişen bu romanında, ego ve alter-ego, bir anlatı gibi, sürekli değişmekte. Deniz ve yolculuk sahnelerinin yoğunlukta olmasını bekleyenlere de küçük bir not; sekiz bölümden oluşan romanın ancak altıncı bölümünde karakterlerimiz denize açılıyor. Yolculuk öncesindeki atmosferin ve yol düşüncesi üzerine diyalogların zenginliği kitabın ilk yarısında ağır basıyor. Jack Kerouac’ın yazınında bir dönüm noktası olan “Yolda”da ve diğer pek çok metninde göremeyeceğimiz, onun yaşamına ilişkin ayrıntıları “Deniz Benim Kardeşim”de bulmak mümkün. Yirmili yaşlardaki dünya görüşü ve kafa karışıklığının yanı sıra, yazılmasından onca yıl sonra yayımlanmasıyla Kerouac’ın denize fırlattığı şişenin içinden çıkan hazine niteliğinde bir not olarak da okunabilir. Hiç değilse, yaşam ve özgürlük tutkusuyla yanan bu adamın uzun, çok uzun yolunun başlangıcıdır bu kitap. “Deniz Benim Kardeşim”, Jack Kerouac, Çev: Garo Kargıcı, 168 s., Siren Yayınları, 2015
Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Polisiyelerle Kuzey’e Bakmak CEYHAN USANMAZ
K
apak fotoğrafını görünce aklıma geliyor... Filmi nerede, ne zaman, nasıl izlediğimi şimdi tam olarak hatırlayamasam da, etkisinden uzun süre kurtulamayacağımı düşünmüştüm. Ayrıntılar biraz olsun silinmiş belki ama kitabın kapağındaki o fotoğrafı görür görmez zihnimde bazı sahneler canlandığına göre; film, belli ki etkisini sürdürüyor. “Kuzey”den hikâyelere, daha çok polisiyelerinden ötürü aşinayım. Neyse ki, bir süre önce Stieg Larsson’un “Millennium” üçlemesi (“Ejderha Dövmeli Kız”, “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”, “Ateşle Oynayan Kız”) tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hatırı sayılır bir ilgi gördü de, onun rüzgârıyla birlikte kuzeyli polisiyelere yayın programlarında daha çok yer vermeye başladı yayınevleri. Klasik polisiyelerde olduğu gibi “katil kim” sorusunun yanı sıra, genel yapı itibarıyla, çoğunlukla toplumun sorunlarını da irdeleyen kuzeyli polisiyelerin sayısının artmasıyla birlikte kuzey ülkelerine dair düşüncelerimiz de farklı yönlere kaymış durumda. Ne de olsa İskandinav ülkelerini hep kimi anketlerde, ilk sıralarda yer alışlarıyla biliyoruz çoğunlukla; refah düzeyleri, yeşil alan genişliği, gelir dağılımı eşitliği, mutluluk endeksi vs. Danimarka’nın, İsveç’in ya da Norveç ve İzlanda’nın böylesi anketlerin neredeyse hemen hepsinde ilk beş sırada yer almaları; kuzeye, pembe bir gözlüğün ardından bakmamıza sebep olabilir elbette. Üstteki yaldız o kadar parlak, evet, ama o yaldızı biraz kazıdığımızda yüz yüze geldiklerimiz şey de göz ardı edilebilecek gibi değil. (İzlanda’ya, bir de Arnaldur Indridason’un romanlarından bakmak ilginç olabilir mesela.) Kuzeyli polisiyeler, bu “kazıma” işini en sert biçimde yapan eserler ve işte Jonas T. Bengtsson’un, yakın bir zaman önce Türkçeye çevrilen “Submarino”sunun da –bir polisiye değil belki ama bir “suç” romanı oluşuyla– onlardan aşağı kalır yanı yok. “Aşka Dair Her Şey”, “Sevgili Wendy” gibi filmleriyle de hatırlanabilecek Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in “Submarino”sunu izlediğimde, “şüphelenip” araştırmıştım. Hikâyenin temelinde bir romanın yer aldığını görmek şaşırtıcı değildi ama o zaman için şaşırtıcı olmayan bir başka şey de, söz konusu romanın henüz Türkçede yayımlanmamış olmasıydı. Malum, romanlar, hemen hemen her zaman film uyarlamalarından daha çok şey sunarlar; daha ayrıntılı, daha derin... Aynı durum, hiç kuşkusuz “Submarino” için de geçerli. “Submarino” romanının kapağında gördüğümüz kişi, filmin başrol oyuncularından Gustav Fischer Kjærulff. Hikâyenin ruhuna uyan sade bir oyunculuk sunuyordu filmde. Ben de zaten onun yer aldığı sahneleri hatırladım ilk olarak. Kuşkusuz en ortada yer alan, filmin afişinde olduğu gibi romanın kapağına da yerleştirilebilecek merkezi bir figür Gustav Fischer Kjærulff’un oynadığı Nick karakteri; ama “Submarino” yalnızca Nick’in değil, iki kardeşin hikâyesi aslında... Nick’le, hapse girip çıktığı dönemde tanışıyoruz. Şimdilerde de, gidecek başka yeri olmayan kişiler için geçici bir barınak yeri olarak dü-
ceyhanusanmaz@gmail.com şünülen “yatakhane”de kalıyor; tek kişilik küçücük odalardan birinde. Diğer bir deyişle, bir hücreden çıkıp diğerine girmiş! İçkiye fazlasıyla düşkün, belli ki şiddete de fazlasıyla eğilimli... Ağırlık çalıştığı spor salonu ve yatakhane arasında geçip gidiyor günleri; hep aynı. Artık kaçta kalkarsa gidip biraz ağırlık çalışıyor, bira alıyor, döner yiyor, yatakhaneye dönüyor, yoldan geçenleri izliyor; sonra yeniden spor salonu... Sayfalar ilerleyip hikâye derinleştikçe çatlakları da daha net görmeye başlıyoruz. Zaten hep “hücrelerde” geçmiş hayatı. “Yetimhanelerle aynı düzenlilik vardı hapiste de,” diyor mesela; şimdilerde de, “Hapisten çıktığımda stüdyo dairem artık benim değildi. Bir kutuya konmuş birkaç eşyam vardı sadece. Pazartesi günü sosyal hizmetler açılıncaya dek bir sığınma evine yerleştim. Sonra da yatakhaneye geçtim. Geçici olarak elbette. Bir buçuk yıldır da orada oturuyorum. Yer üstü metrosunun yakınındaki ucuz bakkaldan bira alıyorum. Döner yiyorum. Her gün aynı insanları görüyorum.” Sanki hep Nick’le ilgilenecekmişiz gibi geliyor ama dediğimiz gibi, “Submarino” yalnızca Nick’in değil, iki kardeşin, onun ve kardeşinin hikâyesi. Ama manzara tanıdık; Nick’in kardeşi de, pamuk ipliğine bağlı bir hayatın kahramanı. Karısını kaybedince yeniden eroine başlamış bir baba. Farklı bağımlılıklar ama aynı bıçak sırtı hayatlar; her an altüst olabilir. Romanın sayfalarında ilerledikçe, Nick’in kardeşiyle ilgili sahneler de bir bir geliyor aklıma; romana sadık bir film olduğunu anlıyorum ama yeterli değil. Nick’in, ayrıldığı sevgilisi Ana ve onun kardeşi Ivan’la ilişkisi mesela... Filmde daha yüzeysel işlenen hikâyenin arka planı, romanda çok daha net beliriyor; savaş, göçmenlik... Farklı yönlerden Nick’in yatakhanedeki komşusu Sophie’nin ve spor salonundan tanıdığı Kamal’ın hikâyesi de öyle. Filmde Sophie’nin yaşantısına biraz dahil olabilmiştik ama Kamal’ın hikâyesi filmi izleyenler için bile yeni kalacaktır. Ve en önemlisi çocuklar... Nick’in kardeşinin çocuğu, Sophie’nin “elinden alınmış” çocuğu ve bir küçük kardeş daha; şöyle diyor Nick: “İki erkek kardeşim var. Birinin adını artık hiç anmıyorum. Diğerininse hiç adı olmadı.” Aklımızda bir şekilde yer etmiş kuzey manzarası da çıkıyor elbette karşımıza romanda: “Ağaçlar, çalılar, kırmızı tuğladan sanayi binaları. Küçük kentler, çok geçmeden gözden kayboluveren bir dizi ev.” Zaman zaman bir güneş ışığı da düşüyor Nick’in üzerine ama çoğunlukla, bulutların arasından pek göstermiyor kendisini güneş. “Submarino,” diye açıklamış romanının girişinde Jonas T. Bengtsson, “kurbanın başını boğulma noktasına kadar su altında tutmaya dayalı işkence yöntemi.” “Submarino”, Jonas T. Bengtsson, Çev: Hasan Can Utku, 464 s., Pegasus Yayınları, 2015
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
KISA KISA Çocuk Sevgisi J. Nelsen-C. Erwin, Arkadaş Yayınevi Kendine güvenen, bağımsız çocuklar yetiştirmek isterken, bir yandan da onları şımartmaktan mı korkuyorsunuz? Bu kitap şımartmadan sevmenin önemini ve rolünü anlatıyor. Çocuğunuzla ilişkinizi, suçluluk ve yönlendirme yerine değiştirme ve işbirliğiyle değiştirme yollarını gösteriyor.
Veda Müziği Ian Rankin, YKY Bir Rus şairin ölümüyle başlayan bu polisiye, politikacıları, sanatçıları, iş adamlarını ve serserileri bir araya getiren bağlantılar üzerine kurulu. Yeraltı ile yerüstünü birbirine bağlayan hikâye, dünya politikasına dair keskin gözlemler sunuyor.
Phoenix Dosyaları Chris Morphew, Akılçelen Kitaplar Felçli ve artık kendi bedenine mahkûm olan Jordan’ın etrafında gelişen gizemli olay örgüsü, “dünyanın sonuna 70 gün kaldığı” bilgisiyle daha da dehşet verici hale geliyor. Jordan’ın bu macerası bilimkurgu meraklılarının da ilgisini çekecek.
İt Gözü Deniz Tarsus, Can Yayınları Anadolu’nun, köy kültürümüzün yabanıl yanını keşfeden öyküler... Bize ait fantastiği kayda geçiren yazar, anlatısına yeni bir toplumsal boyut katarak zenginleştiriyor bu kitabında. Ayrıkotlarını derliyor, kendine özgü bir dil kuruyor.
Sefiller Victor Hugo, Remzi Kitabevi Remzi Kitabevi’nin “Çocuklar için Klasik ler” serisinden çıkan, Victor Hugo’nun başyapıtı “Sefiller”, çocuk ve genç okur için edebiyatla tanışmanın sağlam adımlarından biri olacak. Yapıt, eski bir mahkûmun yaşam mücadelesi etrafında Fransa tarihine ışık tutuyor.
Hızlı ve Yavaş Düşünme Daniel Kahneman, Varlık Yayınları 2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülen Kahneman çalışmalarını bir araya getiriyor. Sezgilerimize ne zaman güvenmeliyiz, başımıza iş açan zihinsel hatalardan nasıl korunabiliriz, ne zaman yavaş düşünmeliyiz gibi konularda tecrübelerini paylaşıp, okura yol gösteriyor.
Büyük Ressamlar - Van Gogh Beta Yayınları Batı resim tarihinin büyük ustasının dünyasını, eserlerini ve onun sanatından neler öğrenebileceğinizi keşfedebileceğiniz kapsamlı bir monografi... 100’ün üzerinde renkli resim ve illüstrasyonla herkes için Van Gogh’un yaşamının ve sanatının derinliklerine büyüleyici bir bakış...
Sahici Bir Peri Masalı ÖMER AYHAN
S
ophia Loren’in anılarını merakla okuyacağımı biliyordum bilmesine, ama diliyle bu kadar keyif vereceğini kestiremezdim. Üstelik bir süre içimdeki kuşku tohumlarını susturamadım. Film yıldızları, politikacılar, şarkıcılar, popülaritelerine göre çok geniş bir kitleye hitap ederler ve bu özyaşam öyküleri genellikle çok satan kitaplar listesinde boy gösterir. Gelgelelim bu işte ufak bir hileye başvurulur. İşin aslı bir kayıt cihazına anlatırlar anılarını, yayın dünyasından birtakım hayalet yazarlar her şeyi allayıp pullayarak kitabı “yeniden” ele alırlar. Sophia Loren çok iyi bir hayalet bulmuş kendisine diyordum karşılaştığım anlatım gücünün karşısında, bir parça da aldatılmışlık duygusu işin cabasıydı. 76. sayfada Sophia Loren’in Jean Cocteau’nun bir kitabını Fransızcadan İtalyancaya çevirdiğini öğrenince, tamam, dedim, daha fazla günahını almamalı bu kedi gözlü kadının. Sonra edebi referanslar peş peşe sökün etti. Alberto Moravia’nın “Kızım ve Ben” romanından Vittorio De Sica’nın uyarladığı filmle Oscar almıştı Loren. Elbette yaşadığı şaşkınlığı, zafer sarhoşluğunu paylaşıyor bizimle ama Moravia’nın edebiyatı üzerine söyledikleri, sonra yaşadığı bir kaos duygusunu ifade ederken “Kafka labirenti” benzetmesiyle kuşkuya yer bırakmıyor artık; noktasına virgülüne kadar onun elinden çıkmış bir kitap bu. Bir-iki örnek vermek gerekecek şimdi bu güzel dile. İtalyan sinemasının zirvelerinden Yeni-Gerçekçilik’e kıl payı yetişen Loren, en fazla çalıştığı De Sica ve sinemasını anlatırken bir oyuncudan çok eleştirmen ritmi yakalıyor: “Dönemin ruhunu, sokağın çağrısını yakalamış ve heyecanla sıradan halkın yüzünde, yıkıntıların arasından yeniden doğan yeni dünyanın izlerini aramaya başlamıştı. Yaşlılara ve çocuklara, ayakkabı boyacılarına ve evsizlere, sokak kadınlarına ve emeklilere can vermişti. Gelenekselden uzaklaşıyor, adaletsizliği ihbar ediyor, kahramanlarıyla birlikte duygulanıyordu.” Sophia Loren’in anıları yirminci yüzyılın en büyük felaketiyle, İkinci Dünya Savaşı’yla açılıyor. Mussolini’nin Hitler’le müttefik olması, savaşın son zamanlarında İtalya’yı da bombalar eşliğinde sefalete sürükledi. 1934 doğumlu Loren, o dönemde ailesiyle birlikte uzak akrabalarda, üstelik istenmeyen bir misafir. Dünyanın sayılı yıldızları arasında yer alan bir hanımefendi, çocukluğunun önemli bir bölümünü sığınaklarda, demiryolu tünellerinde geçirmiş; açlığa talim ede ede bir deri bir kemik kalmış. “Gözlerim bir daha asla silemeyeceğim görüntülerle doluydu. İlk anılarımı düşündüğümde bombaları, hava saldırısı sirenlerini yeniden duyar, açlığın midemi ısırışını hâlâ hissederim.” Amerikalılar Roma’ya girdiğinde, küçük Sophia’nın haline acıyıp çikolata uzatır bir subay. Ne ki, etin hayal olduğu bir zamanda çikolatayı ilk kez gören küçük kız yemeğe cesaret edemez. Orhan Kemal’in yoksul çocukları bile istedikleri kadar yiyemeseler de çikolatanın ne olduğunu biliyorlardı. Yeni-Gerçekçilik’in tüyler ürpertici dekorunda Loren’in aile hayatı da dramlarla yüklü. Loren’in annesini istemeyen ve çocuklarını uzun süre nüfuzuna geçirmeyen, Roma’ya geldiklerin-
visage37@yahoo.com de polise ihbar eden bir ‘baba’. Yetim olmadan babasız kalmanın acısını düşünebiliyor musunuz? Yeni-Gerçekçilik o kadar hayatın içinde(n) ki, Sophia Loren’in sinemaya girişi bile sanki bir filmden alınma. İtalyan sinemasının bir başka ustası Luchino Visconti’nin Bellissima’sı, hırslı bir annenin küçük kızını yıldız yapma çabalarını anlatan bir başyapıttı. Loren’in hikâyesi daha dolambaçlı. Önce annesi yıldız olmaya çalışıyor, başaramayınca Loren’i sinemanın kalbi Cinecitta’ya sürüklüyor. Sophia Loren’in yıldız olmasında elbette benzersiz güzelliğinin, doğru insanlarla tanışmasının etkisi yadsınamaz. Bununla birlikte o “tuhaf” aksanıyla kendini dönemin adamakıllı tutucu Hollywood’una kabul ettirip, Oscar’ı kucaklamış bir oyuncudan söz ediyoruz. Anladığım kadarıyla Loren’in vizyonu da, onu ayakta tutmuş. “Beni büyüleyen star hayatı değil, içlerindeki duyguyu ifade etme becerileriydi.” Üstelik henüz yirmisine varmamış bir kız için, gözüpekliğin yanı sıra, ne istediğini bilmek, kayda değer. “Babası olmayan kızdan kaçarak Roma’ya doğru yola çıkıyorum ve orada oyuncu olmak isteyen kendimi arıyorum.” Sophia Loren’in kendisinden yirmi yaş büyük ünlü yapımcı Carlo Ponti’yle yasak aşk yaşaması ve sonunda evlenip çoluk çocuğa karışması Katolik İtalya’da büyük tepki toplamış. Yargılamak kolay, anlamaya çalışmak zor. “Bir bakıma da varlığı, baba eksikliğimi gideriyordu.” Sophia Loren’in yakın döneme kadar gelen sinema anıları bizi çoktan uzaklaşmış bir dünyaya geri götürüyor. Öyle bir dünya ki, farklı bir adla fotoromanlarda parlayıp yönetmenlerin dikkatini çekmeye uğraşıyor uzun süre. Hatta o da yetmiyor, ününü pekiştirmek için çizgi roman kahramanı da oluyor. Fotoromanlar çoktan birer nostaljiye dönüştü ama İtalya hâlâ çizgi romanın merkezi ve Audrey Hepburn’a benzeyen kadın dedektiften Ralph Fiennes’in tek yumurta ikizi vampir avcısına kadar gelenek tüm hızıyla sürüyor. Sophia Loren’in anıları aynı zamanda bir yıldızlar geçidi. Cary Grant’le yaşadığı aşktan, kapı komşusu Audrey Hepburn’ün zarafetine, bir filminde set işçisi olarak çalıştığını sonradan öğrendiği Gabriel Garcia Marquez’den, son filmini çeken efsane yönetmen Charlie Chaplin’in Marlon Brando’yu setten kovmasına birçok anekdot hafızadan silinmeyecektir. Elbette birlikte on iki film çevirdiği Marcello Mastroianni’ye kitapta geniş yer ayırmış Loren. Üstelik biz iflah olmaz romantik sinema izleyicileriyle dalgasını geçerek. “Marcello’yla ilk görüşte birbirimize âşık olduk. Tabii rol icabı.” Sinemayı seviyorsanız bu kitap size çok iyi gelecek. Ama biliniz ki “Dün, Bugün, Yarın”, bir anılar demetinden çok daha fazlası. Sulandırılmamış, taş gibi bir hayat kılavuzu diyebiliriz. “Dün, Bugün, Yarın Bütün Hayatım”, Sophia Loren, Çev: Eren Yücesan Cendey, 368 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015
Haziran Eylül 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLA SUNAY
Daktilo Sesiyle Yaşamak
“Y
aramazlık yapmak temel bir çocuk hakkıdır,” diyor Yiğit Bener çocukluk anılarını yazdığı son çocuk kitabında. Yazar bir yandan babasıyla olan sitemli ama sevgi dolu ilişkisine odaklanırken; bir yandan çağdaş çocuk sıkıntılarını ve teknolojiyle değişen yaşamı tartışıyor. Babası yazar Erhan Bener, amcası öykü piri Vüs’at O. Bener ve daha çok gazeteciliğini vurguladığı, yakınlarda kaybettiğimiz dayısı ressam Fikret Otyam’ı satırlarında yeniden canlandırıyor; bilinmeyen ayrıntılarla okurlarına bu üç büyük adamdan nasıl feyz aldığını samimiyetle anlatıyor. Yiğit Bener’e göre yazar çocuğu olmak zor iş. Tüm gün işte olan baba eve gelince romanın başına geçiyor çünkü. Futbol oynayamıyor, geceleri masal anlatamıyor. Bunlar için zaman yok. Ev sessiz olmalı, yaramazlık yapma hakkı yok. “Anlayacağınız, insanın babasının (ya da annesinin) yazar olması öyle pek de keyifli bir şey değil,” ifadesinde parantez içindeki ek, cinsiyet duyarlılığının göstergesi olarak hoş bir incelik sunuyor okura. Ama ne var ki, gerçekte annesi sürekli mutfakta, ev işleri ve misafirlerin ağırlanmasıyla meşgul. Anneye de sitem var. Geç doğan kız kardeşse bu yalnızlığı dolduramıyor. Ancak küçük Bener büyüdükçe sanatçı ailesinin değerini anlıyor ve aslında çok zengin bir dünyada yaşadığının farkına varıyor. Tıp okuduktan sonra gazetecilikte ve yazarlıkta karar kılmasının nedenlerini keşfettiği güzel bir yolculuk var anlatılarda... Bu uzun yolculuğun ilk adımı bir daktilo sesiyle yaşamak. “Yazının ses getirmesi deyiminin buradan kaynaklandığını düşünürdüm çocukken,” ifadesiyle hoş bir gönderme yapıyor. İkinci adım, babası ona Fransa’da yaşarlarken matbaacılık oyuncağı alıyor. Ger-
ALMAN ÇİZER İSTANBUL’U YAZARSA Berlinli çizer Anne Hofmann’ın, “Balıkçı Osman” adlı hem yazıp hem resimlediği resimli öyküsünü okurken, bir yabancı olarak İstanbul’u ne kadar iyi gözlemlediğini fark ettim. Doğrusu bu kitap bir Türk sanatçının elinden çıksaydı bu denli etkiler miydi beni, bilemiyorum. İstanbul’un aslında hepimizin çok iyi bildiği simgelerini sisli resimler eşliğinde çok güzel birleştirmiş Hofmann. Martıların diliyle anlatılan öykü hayli eğlenceli ve komik. Kaytan bıyıklı Balıkçı Osman karakteri hem gerçekçi hem sevimli. Sislerin içindeki şehrin farklı açılardan ince çizgilerle oluşan siluetleri sayfalara derinlik kazandırmış. Her biri tablo gibi özenle çalışılmış görsellerde; Tarihi Yarımada’nın gündelik yaşamı, apartmanlar arasına asılmış çamaşırlar, eski evlerden balkon detayları, abartılı adette klimalar, iskeleye asılı lastikler, kapı önünde oturan yaşlı teyzeler, kediler, kırmızı kapı numaraları… Anlıyoruz ki Hofmann Galata Köprüsü’nde çok zaman geçirmiş; denizin içini hayal ürünü dev balıklarla, bin bir çeşit atık eşyayla betimlemiş. Balıkçı Osman balık dışında her şeyi yakalıyor Haliç’ten. Sonra bunları birbirine ekleyerek ilginç eşyalar üretiyor. Böyle ün salıyor şehirde. Sarı ampul ışında sürekli üretiyor bir heykeltıraş gibi. Esprili dilleriyle anlatıcı martılarsa önce hayli sitemliler balıkçıya, aç kalmışlar çünkü. Ama Balıkçı Osman çok vefalı. En sonunda kuşlar için de balıkları avlamalarını kolaylaştıran bir taka icat ediyor. Söz konusu resme bakmaya doyamıyor insan; turuncu denizin içinde Osman’ın uzun bıyıkları, balıkları havaya doğru atan takanın yanına bağlanmış dönenen bir çark ve arkada camileriyle İstanbul çizgi çizgi uzanıyor. Çevirisi de bir o kadar başarılı bu kitapla Hofmann, son dönemde sıkça üretilen İstanbul’a dair çocuk kitapları arasında açık ara önde güneşli kütüphanede yerini alıyor. “Balıkçı Osman”, Anne Hofmann, Çeviren: Şeyda Öztürk, 4 + yaş, YKY, 2015
ŞEHİRLEŞME POLİTİKALARINA ELEŞTİRİ Sima Özkan Yıldırım’ın resimli öyküsü didaktik unsurlarına rağmen dikkat çekici. Gelecek vaadettiğini düşündüğüm bu yazarla karşılaşmak beni çok mutlu etti. Su gibi
çek bir matbaa gibi bu oyuncak. Dizgi ve baskı yaparak, evde sadece anne ve babasının okuduğu –iki kişilik okur kitlesi için– gazete çıkarıyor. İçerik ev kazalarından öteye gidemiyor elbette. Bir de okurlar olayları bizzat yaşayanlar olunca havadisin pek de bir ehemmiyeti kalmıyor. Üçüncü adımsa; bir çocuk kitabı yazıyor Bener. Kahramanı sevdiği çizgi filmden etkilendiği bir köpek ancak matbaa oyuncağında kitabını resimlemesi için “köpek kabartma baskısı” yok. Fil kabartma baskı kullanıyor resimlerde. Metinde bir değişiklik yok, karakter yine köpek olarak kalıyor. Bu kısımları okurken bir hayli güldüm. Yiğit Bener şanslı bir çocukmuş diye düşündüm. Yalnız ama şanslı... Babasının kâğıtlarını bitirdiği için bir akşam babasının romana devam edemeyip onunla tavla oynaması, mavi mürekkep çarçabuk tükenince kırmızıyla baskıya devam etmesi, mürekkeplerin evde dökülmediği çarşaf, halı, koltuğun kalmayışı gibi sıcak anılar keyifli bir okuma sağlıyor. Çocuğu “yazmak” üzerine düşündürmesi, yazı gereçleri daktilo ve matbaayı detaylı anlatması açısından kitabı okullara ısrarla öneriyorum. Günümüzde baskı işlerinin nasıl kolaylaştığını, bilgisayar ve internetin mucizelerini de ekleyerek yazı tarihinin büyük resmini de göstermekten geri kalmıyor Bener. Yazarlık ve gazetecilik mesleklerine ilgi duyan çocukların güneşli kütüphanelerinde mutlaka yer alması gereken kitap aynı zamanda örnek model olarak biyografi unsurları taşıdığı için de değerli bir yayın. “Matbaacılık Oyuncağı”, Yiğit Bener, Resimleyen: Özlem Isıyel, 8+ yaş, 60 sayfa, Can Yayınları, 2015
akan, resimli bir kitap için uzun sayılabilecek özenli cümleleriyle keyifle okunuyor. Hikâyede İstanbul’un son dönem şehirleşme politikalarına açık eleştiri olması ve dönemin başbakanının çılgın projesi olarak basında yer alan Adalar-İstanbul arası köprüye imalı değinişiyle benim kalbimi kazanıyor. Böylesi cesarette çocuk kitabı bulmak zor şu günlerde. Didaktik olma riskini de göze alıp, gerçek sorunları konu edinmesi takdiri hak ediyor. Doğrusu martı olsam ve şehre kızsam ben de Galata Kulesi’ne saklanırdım. Mimar olarak söylemek isterim Kule’nin kubbesi yoktur ama çatısının açılıp kuşların çıkış-geri dönüş sahnesini çok sevdim. Biraz daha cümle ve sözcük ekonomisi yaparak, daha ayrıntılı çalışarak çok iyi bir yazar olacağını sezdiriyor Yıldırım. “Gece ile Gündüz”, Sima Özkan Yıldırım, Resimleyenler: Mert Tugen, 5+ yaş, 39 sayfa, Final Kültür Yayınları, 2015
VIRGINIA WOOLF’TAN ÇOCUK KİTABI Çocuk ve gençlik edebiyatı dergisi İyi Kitap’ın Eylül sayısında yetişkinler için yazan usta yazarların çocuk kitaplarını tartışan bir yazı yazdım. Güneşli Kütüphane’deki bu yazı da o tartışmaya eklenebilir diye düşünüyorum. Yetişkin edebiyatında ürün verdikten sonra çocuk edebiyatında da yazmaya başlayan yazarların bazı çelişkiler taşıdığını, kalemlerini özgür bırakmadan çocuklar için yazdıklarının bilincinde, edebi hazdan mahrum ürettiklerini fark ediyorum çoğu zaman. Peri masallarının eskisinde, yeni bir şey söylemeyen kitaplar bunlar. İyi örnekler yok mu? Var elbette; Italo Calvino’nunkiler, ülkemizden Muzaffer İzgü, Rıfat Ilgaz’ınkiler sözgelimi. Woof’un bu yeni öykü kitabı da çocuklar için yazdığının fazla farkında olma sorunsalına rağmen güzel bir hikâye. Perde dikmekte olan bir dadının uyuya kalmasının ardından, desenleri oluşturan hayvanların, evlerin, insanların yavaş yavaş mavi kumaştan ayrılarak odaya yayılmaları ve canlanmalarını anlatan öyküde altın renkli yüksüğün güneş işlevini görüyor olması hayli etkileyici. Woolf’u yazar yapan imgelerinden çocuk okurları mahrum bırakmaması sevindirici. Zeplin Yayınları’nın çabasını kutluyorum. Kitabın hayli başarılı resimleri, Afrika’da geleneksel sanatta rastlanan, grafiti tarzı koyu konturlarla ve canlı renklerle, ayrıntılı betimlenen figürleri andırıyor. Bu açıdan kayda değer bu görselleri yeni çizerlere incelemeleri için öneriyorum. “Dadının Perdesi”, Virginia Woolf, Resimleyenler: Melanie Mehrer, 5+ yaş, 18 sayfa, Zeplin Yayınları, 2015
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2015
ONUR CAYMAZ:
“Yazıdaki Kana İnanıyorum”
EMRE KONGAR
Söyleşi: SELNUR AYSEVER Onur Caymaz’la “Herkes Yalnız”ı konuşacaktım. Biraz mesafeli durma ihtiyacı hissettim. “Herkes Yalnız” aşk öyküsü mü çıkacaktı yoksa yazarın kendi içini döktüğü bir kitapla mı karşılaşacaktım? Bilmiyordum ve önyargılarımı yıkamıyordum. Ta ki arka kapağı görene kadar. Meydan okuyordu bana. Sen bu kitabı okuduktan sonra değişmezsen, yak, diyordu. Cesur bir söylem ama bir yandan da iyi bir pazarlama taktiği de olabilir miydi? “İlk defa mı okuyacaksın Onur Caymaz’ı?” sorusuna cevabım hazır: Yazar her kitabında aynı mıdır? Ya değilse? “Herkes Yalnız”ın içerisinde 16 öykü var. Bende ise daha fazla. Devinimi sürüyor. Polis Kadri’nin şu anda ne yaptığını biliyorum. Terzi Nuri’nin sızısı dinmedi. İçindeki Çığlık’ı susturamayan kadınlarla dolu her yanım. Keşke bir aşk öyküsü olsaydı demeden edemiyorum şimdi. Röportajın bir yerinde “Derdi olmayan adamın yazmasını anlamakta zorlanıyorum;” diyor Caymaz. “Herkes Yalnız” derdi olanlara, sırtında yumurta küfesi taşıyanlara, vicdanlılara sesleniyor. Selnur Aysever: “Herkes Yalnız” adından başlamak istiyorum öncelikle. Hem çok sade hem çok derin. Öykülerinizin genel hali gibi... Ne dersiniz? Onur Caymaz: Karmaşığın hoşluğu kadar basitteki güzellik de ilgi çekici. Hem sade hem derin bulduysanız sevindim. Derinliğine bir şey diyemem, okurun ve zamanın takdiri fakat eş dost, genelde yazdıklarımın “kapalı” olduğunu, kullandığım dilin okura çabuk geçmediğini söyler. Günün moda deyişiyle su gibi akıp gitmiyormuş bizim kalemden çıkanlar. Öyleyse benimkiler o kadar da sade olmayabilir. Fakat bir kerede okunan kitap, fazla değer ifade etmiyor. Yeniden sayfalarına karışmak isteyeceğim eserleri sevdiğim için kendim de öyle yazmaya çalışıyorum. Faulkner’e, okurlarınız kitaplarınızı üç kere okuyor, anlamıyor, ne yapsınlar, diye sormuşlar; o da dört kere okusunlar demiş. Yazarı çözmek, sırra ermek, metni sökmek, bir maceradır. Çünkü su gibi okunan kitap, su gibi unutulur. Onun okuru değil, müşterisi vardır. Önemli olan başkalarına anlatılamayacak, özeti çıkarılamayacak öyküler, romanlar yazmaktır. Selnur Aysever: Arka kapaktan devam edeyim. “Hikâyemi okumaya başlayan sen, bitirdikten sonraki senle aynıysa hâlâ, yak hepsini, okuma,” diyorsunuz. Bu aslında kitaba adını veren öyküden bir alıntı. Ama bir o kadar da Onur Caymaz okura sesleniyor sanki. Pek cesur bir cümle. Sahiden okuru değiştiriyor mu Onur Caymaz? Onur Caymaz: “Kendi çapında değil, başkalarının çapını da dağıtıp parçalayacak biçimde yazmak...” Amaç bu. Cesaret içeriyor çünkü yazmanın meydan okumak olduğunu biliyor bu cümle. Yazarın top oynarken kırdığı cam vs gençlik anılarını okumak istemeyenler için yazmalı... Çünkü en azından aramızdan beş milyon kişi top oynarken cam kırmıştır. Bunu anlatırken kuracağınız bir mimari yoksa kâğıdı kalemi ziyan ettiniz demektir. Bir de yazıdaki kana inanıyorum. Nietzsche kanla yaz, kan tindir diyor. Kanla yazılmış olanın, yazarken yazarı da değiştiren metnin, okura geçmemesi mümkün değil. Tabii bu bahsettiğim gerçek okurdur yani o mutsuz azınlık. Onların dışında kalan kalabalıkları Nabokov özetlemiş: “Ben ağzını oynatarak
okuyanlar için yazmıyorum,” diyor. İki tür okur var. Kafka’nın böcek olarak uyanan Samsa’sını okuduktan sonra bu türlerin biri, “ulan bu adam gece ne yemiş de sabahına böcek olmuş” diye düşünür; diğeriyse hikâyenin nasıl, nereye varacağını takip etmeye, satır aralarını okumaya, yutarak, içerek hatmetmeye çalışır. Selnur Aysever: Sizi, genç kuşak yazarlardan, diye tanımlamışlar. Nedir genç kuşak? Yaşa mı bakalım? Basılan kitaplara mı bakalım? Ödüllere mi? Neye göre genç Onur Caymaz? Onur Caymaz: Dağlarca’ya en sevdiği genç yazarı sormuşlar, o da Ülkü Tamer demiş. Canımız küçük İskender için halen genç yazar deniyor; adam ellisini geçti geçen yıl. Bu, ülkemizin edebi samimiyetsizliğinden kaynaklanır. Yazar kelimesinin önüne - sonuna hiçbir sıfatı kabul edemiyorum. Genç yazar, büyük yazar, kadın yazar, yazar kadın. Yazar terzi gibidir, fazla büyütmeyelim. Terzinin işi iyi elbiseler dikmek, yazarınki iyi yazmaktır. Sıfat gereksizdir. Beş yaşında kızım var, kırk yaşıma geldim, ilk yayınlanan şiirim üzerinden iki kuşak şair geçti, o kadar da genç sayılmam değil mi? Gençlikten kasıt acemilik, basılan kitapsa onların sayısı da on bir oldu galiba. Ne diyelim. Gençlik güzel! Selnur Aysever: Şairin kaleminden öyküler olduğunu hissediyor bence okur. Hatta bazı öyküler şiir gibi de okunabilir. Şair Onur Caymaz ile öykücü Onur Caymaz diye bir ayrımdan söz edebilir miyiz? Onur Caymaz: Şu çağda türlerin arasında ayrım kalmadı. Sait Faik’in dolu öyküsü şiir, şiiri öyküdür. Füruzan’ın öykülerini alıp alt alta koysan şiir çıkar. Tabii şiiri yan yana yazılabilecek şeyleri alt alta yazmak olduğunu sananlar için diyorum bunu. Şair ya da öykücü Caymaz’ı ancak öykücüler ya da şairler ayırıyor; öykücüler şair, şairler öykücü diyor. Öyle bir ayrımım yok benim. İki tür yazar var, iyi ve kötü yazan. İlki için çok çalışmak gerekli. Doğuştan verili yetenek yetmez. Çalışmak; kaleme, kâğıda, hayata... Selnur Aysever: Nuri, ilk öykünün başrol oyuncusu, yan komşumuz sanki. Bu, gerçek anlamıyla bir kahraman(!) olmadıklarından mı ileri geliyor? (Devamı sayfa 11)
Ömer Seyfettin’de Meşrutiyet ve Milliyetçilik Edebiyatçı yönleriyle tanıdığımız büyük yazarların toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik konularda neler düşündüklerini hep merak etmişimdir. Bizim edebiyat tarihimiz ise genellikle “steril” bir biçimde, edebiyatçılarımızın edebiyat dışı kimlik ve kişiliklerine pek de değinilmeden ele alınır ve okutulur. Remzi Kitap Gazetesi için yazdığım edebiyat yazılarımda, bir kısmını hiç tanımadığım, bir bölümünü tanıdığım, bir kısmı ile ise yakın dost olma şansını yakaladığım ünlü edebiyatçılarımızın, sanatçılarımızın bilinmeyen yönlerini dile getirmeye çalışıyorum. Bu yazıda da, Ömer Seyfettin’in bir “milli edebiyatçı” olarak Meşrutiyet’e nasıl baktığını alıntılamak istiyorum. *** Ömer Seyfettin’in 1919 yılında, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden hemen sonra yazdığı şu sözlerini bir önceki yazımda aktarmıştım: “Türkçülüğe gelince, Ziya Gökalp bu harekete pek geç karışmıştır. On beş sene evvel Meşrutiyet arzusu bütün münevverlerin müşterek bir emeliydi...” (Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri 15. Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, ss.47-48) Şimdi oradan devam edelim: “O vakit Hamid Rıza ile çalışan bir sınıf arkadaşım beni bu Meşrutiyet fikrine imale etmeye çalışıyordu. Ona yazdığım mektuplarda Meşrutiyet’in Osmanlı İmparatorluğu’nu mahvedeceğini anlatıyordum. Meşrutiyet millet haline geçmiş cemiyetlerin hakkı idi. Bizim sistemimize Avrupa’daki şeklinden pek başka bir Meşrutiyet lâzımdı. Tabiî pek bir gençtim, lafımı kimseye dinletemedim. Gürültüye geldi. Gülünç bir blöfle Meşrutiyet ilan edildi. Tehlike, yedi başını birden gösterdi. Rumlar, Ermeniler, Sırplar, Bulgarlar, hatta Ulahlar millet haline geçmiş ve bizi kat kat geride bırakmışlardı. Türk daha ismini bilmiyor, devletin hududu içinde kendi mahvını hazırlayan unsurlara ‘Osmanlı kardeşlerim’ diye sarılarak şapur şupur onları öpüyordu. Sebilülreşad’ın itirafıyla sabittir ki Hıristiyanların milliyetperverlikleri karşısında ilk defa kendilerini bulan, kendilerine dönmek isteyen Arnavutlar olmuştur. Bu kahraman millet lisanını, harflerini, muhtariyetini büyük bir cesaretle istedi; kanını döktü.” Görüldüğü gibi Ömer Seyfettin, Batı’da uygulandığı biçimiyle Meşrutiyet rejiminin imparatorluğun sonunu getireceğini düşünen, yani bunu önceden gören bir “Türk Milliyetçisi”dir. Bu oluşumu görmüştür, çünkü Meşrutiyet’in milliyetçilik temeline oturacağını ve ayrılıkçılığı teşvik edeceğini bilmektedir. İttihat Terakki’ye bakışı da bu çerçevede, olumsuzdur. Önerdiği çıkış yolu ise, öteki milletlerin yolunda giden Türk Milliyetçiliği ve bu çerçevede dilde de “Millîliktir”: “İttihat ve Terakki, milliyet düşmanı olduğu için onların en tabiî haklarını vermemekte inat etti. Koca imparatorluk altüst oldu. Aklı başında olanlar, bilhassa 31 Marttan sonra ilme, fikre sahip her münevver, imparatorluğun son günlerinin geldiğine kani oldu. O vakit, bazı Türk gençleri de kendi milletlerine bir varlık duygusu telkin etmeye karar verdiler... Türklere millî varlıklarını duyurmak için ilk şart lisandı. Lisan milletin zarfıdır...” Yazısını şu satırlarla bitirmektedir: “Konuştuğumuz lisan yazılmaya, millî bir edebiyatı tesis etmeye, sonra bunların neticesi olarak lisanı, dini müşterek bir cemiyet içinde müşterek duygular kuvvet bulmaya başlayınca umumî vicdan mutlaka doğacaktı. Türkçülük... En doğru milliyetperverlik bu idi.” Görüldüğü gibi Ömer Seyfettin “milliyetçi” bilincin edebiyat ve dil yoluyla oluşturulacağına inanmakta ve yapıtlarını da bu anlayışla yazmaktaydı.