İki Şiirin Arasında
Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız Edebiyatın Aykırı Çocukları
YEKTA KOPAN
HASAN ALİ TOPTAŞ
ANDREW SHAFER
H
S
Y
ekta Kopan, babalarıyla sorunları olan ve bunun farkında erkeklerin hikâyelerini anlatıyor. Alışkın olduğumuz “erkek tipleri” değil bunlar. Geçmişe bakma çabaları ve bugünü göğüsleme istekleri var. Geçen yıl yayınlanan romanıyla kadınların dünyasına giriş yapan Kopan, bu kitabıyla erkekliğe ilişkin sorular sormayı sürdürüyor. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
asan Ali Toptaş’la yapılmış söyleşilerden oluşan bu kitap, onun yazarlık süreçlerine dolayısıyla da okurluğuna kapı açıyor. Böylece sayısız “yaratıcı ya zarlık atölyesi”ni cebinden çıkaracak büyük bir kaynağa sahip oluyoruz. Yazıya, metin-yazar-okur üçgenindeki sancılı ilişkiye içeriden bakmamızı sağlıyor. Devamı sayfa 10
K
İ
T
A
B
E
V
İ
haffer, 18. yüzyıldan günümüze uzanan bir tarihi süreçte aykırı yapıtlarıyla olduğu kadar, yaşamlarıyla da gündeme gelmiş olan edebiyatçıların hayatlarını anlatıyor. Edebiyat tarihine damga vurmuş isimlerin sarsıcı ve hatta dehşet verici hikâyeleri, kronolojik bir sıra içinde, yaşam ile yapıt arasındaki bağlar kurularak anlatılıyor. Devamı sayfa 13
EMRE KONGAR
SAYI 107 - KASIM 2014 - ÜCRETSİZDİR
Yahya Kemal ve Orhan Veli
3
İSTANBUL’UN KİTAP MEVSİMİ
K
itap kurtlarını, farklı ülkelerden yazarları ve yayınevlerini bu yıl 33. kez bir araya getirip ağırlayacak olan Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 8-16 Kasım 2014 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Büyükçekmece’de gerçekleşiyor. Pek çok yazar ve binlerce kitapla aynı zamanda, aynı mekânda buluşma fırsatı sunan; oldukça faydalı/ verimli konferanslara, açık oturumlara, dinletilere, gösterimlere, söyleşilere, imza günlerine ev sahipliği yapan bu fuar, kitap düşkünleri için adeta bir şölen… Okumak isteyip de bir türlü bulamadığınız kitaplara bile bu fuarda rastla-
Dorian Gray’in Portresi OSCAR WILDE
Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim
6 12
OĞUZ DEMİRALP
Burnum Olmadan Asla! Dostoyevski: Yeraltı İnsanı
14 15
RENÉ GİRARD
Arka Kapak Konuğu YAVUZ HAKAN TOK
16
Yazarın/Okurun Hesap Verebilirliği Üstüne… ENVER AYSEVER
‘O
kuma’ eylemi üstüne düşünmeden yol almak artık olanaklı değil. Neden ‘kitap’ kutsal sayılır, neden okuyan kişi değerli ve saygındır, yeniden sorgulamak gerek. Tarihsel bir çelişkidir okuyan kimsenin hem alkış alıp, hem zindana tıkılması. Okumaktan bağımsız yazarlık olamayacağına göre, ne tür bir gereksinimin karşılandığını bilmek gerekir. Daniel Pennac “Roman Gibi”de bunun yanıtını veriyor. (Devamı sayfa 2)
yabilirsiniz. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, kitapların ve yazarların peşi sıra iz sürmek isteyen herkes için biçilmiş kaftan… Teması, “Sinemamızın 100. Yılı” olarak belirlenen fuarın bu seneki ‘onur yazarı’, Türkiye’nin ilk sinema eleştirmenlerinden biri olan Atilla Dorsay. Fuar süresince, bir asırlık geçmişe sahip sinemamız üzerine çeşitli paneller ve etkinlikler düzenlenecek; edebiyattan sinemaya bakılacak, sinemamızın dünya sinemasındaki yeri tartışılacak…
ATİLLÂ DORSAY “Sinemada Sansür Aşıldı” Y
aklaşık 50 yıldır sinema dünyasının kapılarını bizlere açan, sinema dendiğinde ilk akla gelen koca bir çınar Atilla Dorsay. Sadece bir sinema eleştirmeni değil; yanı sıra mimar, gurme, rehber, fotoğrafçı ve öykücü. Bu yılki TÜYAP Kitap Fuarı’nın da onur yazarı aynı zamanda Hayatımızı Değiştiren Filmler dizisinden üçüncü kitabı Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan Dorsay’ın zengin dünyasına azıcık da olsa girebilmek istedik bu söyleşiyle… “Hayatımızı Değiştiren Filmler, 2005-2015” Dorsay’ın son 10 yıl içinde gösterime sunulan 525 filmle ilgili değerlendirmelerinden oluşuyor ve okuyucuya bu döneme topluca bakıp genel bir yargıya varma şansı sunuyor.
“Çocukluğunuzdan başlamak istiyorum. Sinemayla ilk tanışmanız… Anlatır mısınız?” “Karşıyaka zamanlarımda oldu. Savaş yılları. Ben tek çocuğum henüz, kardeşlerim sonradan geldi. Ailem film izlemeye giderken beni mecburen yanlarında götürüyorlardı. Böylece çok erken yaşta başladım. Annem, babam okumuş insanlar. Devamı sayfa 4-5
Devamı sayfa 8-9
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
Yazarın/Okurun Hesap Verebilirliği Üstüne…
(Baş tarafı sayfa 1’den)
Sonda söylediğini, ben başa koyuyorum: “İnsan hayatta olduğu için ev yapar, ölümlü olduğunu bildiği için kitap yazar.” Ölümlü bir varlığın, yazgısını bile bile, üstelik belirgin ve anlamlı bir gerekçe olmaksızın yaşamaya devam etmesi/katlanması yeterince aptalcadır. İyi zaman geçirmek için oyunlar bulmak gerekir. Yaşamın olağan akışı çoğumuz için soluk alma, düşünme ve ‘neden varım?’ sorusuna ulaşamadan yitip gitmek demektir. Birinin sorular üretmesi, sanıldığı kadar kolay değil. Dahası soru sormaya başlayan kimsenin, çevresini rahatsız ettiği kesin. O halde, ne zaman sürüden ayrılıp, kendince bir yol aramaya başlar kişi, hem sevilmez olur, hem hayranlık uyandırır. Bu durumun çoğunlukla içsel bir serüven olduğunu unutmamak gerekir. Okuma eylemi bu durum için çok uygun, özgün, benzersizdir. Doğa koşulları karşısında yönünü kaybetmeden, üstelik sınırlı olanaklarıyla hayata tutunabilmek için barınak arayan insan, en zorlu koşullarda bile hemen bir öykü bulur, anlatır. İyi vakit geçirmek için buna ihtiyaç vardır. Çocuksu bir saflıktan kaynaklanır bu arzu. En güç koşullarda bile, bir tür direnme yöntemidir. Uydurmak güven verir insana. Okumak bunun gelişkin, daha bütünlüklü halidir. Ne tür bir yapıt olursa olsun, okuyan kişi, çocuksu halini korumalıdır. Aksi halde tam anlamıyla bir okurluk söz konusu olamaz. İster kalın, ciddi kitaplar olsun, ister içinde keyifli bir serüven anlatan ince bir kitap olsun, mutlaka o içtenlik varsa anlam taşır. Aksi durumda bir kitap asla tüm sırlarını açmaz okura. Okumaya/okuyamamaya yönelik şikâyetleri sıkça işittiğimiz bir dönemdeyiz. Kimi kişi gazete bile okuyamadığından dem vurur. Kimi sosyal medya ve diğer
iletişim olanaklarının bağımlılık yarattığını ve bir tür alkolik gibi davrandığına işaret eder. Masa başında bir kitaba ayıracak ilgisinin kalmadığını söyler. Başkası günlük koşturmanın ardından eve gelip, kitap açtığında göz okuması yaptığından dertlenir. Bu böylece çoğalır gider. Tüm bu itirazlar, isyanlar hakiki bir okuma gereksinimi duyulmadığı içindir. Sözü edilen çocuk ya doğmamış, ya çoktan ölmüştür. Hal böyle olunca da, ne bilişim çağından kaynaklıdır bu hastalık, ne zamansızlıktan, ne de yorgunluktan. Sadece ve sadece okumayı öğrenememekten kaynaklanır. O çocuk, eğer diri ve açsa, mutlaka okur kişi… Okumak hayallerin özgürleşmesi, kişinin kendini biricik hissetmesi, içinde büyüyen sözlerin dışa dökülmesi, hakikatle karşılaşma cesaretidir bir yanıyla. Öte taraftan, büyük anlam dünyasının ne denli zavallı olduğuna işaret eder kitaplar. Kendi diline gereksinim duyan insanın, iç sesidir, bir tür müziktir. Eğer o ritim kaybolursa, okuma eylemi gerçekleşemez. Tüm bahaneleri terse döndürmek demektir okumak. Koca bir yaşam salt okumak için sürdürülebilir. Bunun için yaşayan çok kimse tanıdım. Bedeni korumak için barınak kaygısı taşıyan insan, tüm olup bitene, yaşadığımız dünyaya katlanmak için kitap okur. Dahası yazar… Bir kurmaca yazarının, kendi dışında herhangi birine hesap vermesi gerekmez. İçinde o saf, doyumsuz ve her zaman yeni öykülere hazır çocuk pusulayı bilmektedir. Onun izini sürmek hiç kolay olmasa da, peşinden gitme cesaretini yitirmemek gerekir. Ne zaman yapay bir sürece girildiğini, hangi kişinin sahte olduğunu hemencecik söyler o. Aynı kitapta Kafka’dan bir örnek verir Pennac; “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız,” der ve ekler, “Küçük Franz o saatlerde matematikle ilgilense babasını çok daha mutlu ederdi.” Yazar tam da o masa başında mıhlanıp kalmış, uykuya, ebeveynlere ve dünyaya isyan eden, umursamayan çocuk için vardır. O yalınlıkta yazmak tek terazidir işte. Şaşmaz ve tüm piyasa koşullarını aşar… Milyonlarca kitap ve sınırsız seçenek içinde ne okuyacağını bulmak zordur. Kimsenin tavsiyesiyle yön bul-
ma olanağı yoktur. Nihayetinde kendi serüveniyle baş başa kalır insan. Büyük oranda sezgiler yön verir okura. Bir de bu son derece kalabalık sofraya yazar olarak eklenmek telaşı vardır ki, hem hata yapmayı kolaylaştırır, hem de okur olmaktan daha zor bir deney yaşatır kişiye. O hakikati gösteren çocukların yazarı fark etmesi hiç kolay olmaz. Hem lezzetli olmak gerekir, hem özgün! Ama ilkin özgürlük koşuldur. En zoru da budur. Kişinin kendine söylediği o koskoca yalanlar içinden sıyrılıp, üstelik özgün ve mutlaka kusursuz bir dil kurması kolay olmaz. Kusursuzluk, her ölümlünün kalıcı olacağını sanması halidir aslında. Tüm zamanları, olayları, kişileri aşan, bir tür tarihsiz olmak iddiasıdır bu. Tanrıya vermediğiniz yetkiyi, kendiniz için istemektesinizdir bir yanıyla. Güç olan budur. Önce kendinle dürüst söyleşme, ardından bunu doğru dile getirme ve nihayetinde gökyüzüne bir uçan balon olarak salıverme cesaretidir bu. O kıpkırmızı balon her yandan görünecektir. Bunu bile isteye yapmak ve çırılçıplak ortaya çıkmak sıra dışı bir cesaret ister. Bunu başarmak niyet etmekle olmayacaktır. Çağını görmek, insanların yüzlerine doğrudan bakmak ve en yalın halinde anımsatmak demektir yazarlık. Önce kendine, sonra bilmediğimiz o yaşsız kimselere… Yazarlık/okurluk iç içe büyüyen arzulardır. Geçirgen, kavgalı ve kırılgan durumlardan söz ediyorum. Biri diğerinin her zaman dostu olmayabilir. Zweig okuduktan sonra biyografi yazmak intihar gibi görünebilir insana. Kafka’nın yazdığı bir dünyada eline kalem almak için iyi bir neden bulmak kolay olmayacaktır. Örnekler çoğalır. İçindeki çocuk neyi okumak istiyorsa, ona yazmak yararlıdır. Okumak unutulmaz ve gereksinim olmaktan çıkmaz. Birilerinin şikâyetçiliği doğasından kaynaklıdır. İçinde o çocuk hiç olmamıştır. O yüzden susuzluk çekmez. Kendinden iyi okur, kendinden öte eleştirmen bulmak kolay olmaz. Yeter ki, hakiki bir çocuk kişiyle birlikte dolaşsın… eaysever@remzi.com.tr
Bize Yazın Etkin okur olun, Remzi Kitap Gazetesi’nde yer bulun kitapgazetesi@remzi.com.tr
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Kasım 2014 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni: Enver Aysever Editör ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Nobel Edebiyat Ödülü Fransa’ya Gitti Nobel, bu yıl 69 yaşındaki Fransız yazar Patrick Modia no’ya gitti. Ödülü veren İsveç Akademisi’nin daimi başkanı Peter Englund’un “Zamanımızın Marcel Proust’u” olarak sunduğu Modiano, ilk olarak 1968 yılında yayınla nan “La Place de l’Étoile” (Yıldızın Yeri) romanıyla Fran-
sa’ da üne kavuşmuştu. Otuza yakın roman, çocuk kitabı ve senaryoya imza attı. II. Dünya Savaşı’ndan iki hafta sonra Paris’te dünyaya gelen ve Yahudi bir aileye mensup olan yazarın çoğu kitabı, savaş yılları Paris’i, Naziler ve kimlik sorunsalı üzerine yoğunlaşıyor. Bu yıl Nobel’i Modiano’nun ismi edebiyat çevrelerince beklenen isimler arasında değildi. Kaynak: Alexandra Alter ve Dan Bilefsky, The New York Times, 9 Ekim 2014
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Capote’nin Kayıp Gençliği
Man Booker Ödülü Flanagan’ın
“Tiffany’de Kahvaltı” ve “Soğukkanlılıkla” kitaplarının yazarı Truman Capote’nin ölümünden otuz yıl sonra, gençlik yıllarında yazdığı ve bugüne kadar yayınlanmamış hikâyeleri ortaya çıktı. Yazarın son kitabının kayıp ilk bölümünü aramak için New York Devlet Kütüphanesi’nin Capote koleksiyonunu inceleyen Kein & Aber yayınevinin sahibi Peter Haag ve gazeteci Anuschka Roshani, dergilerde kaybolup gitmiş 19 hikâyeye rastladı. Bu hikâyelerin bazılarının okul dergilerinde yayınlandığı, geri kalanının ise hiç yayınlanmadığı ortaya çıktı. Yazarın 14-17 yaşları arasında yazdığı bu gençlik dönemi hikâyeleri Capote uzmanları tarafından yazarın yazım yeteneğinin kanıtı olarak görülüyor. Hikâyelerin tümüne erişmek isteyen Capote hayranlarının 2015 yılında Random House tarafından yayınlanacak kitabı beklemesi gerekecek.
Man Booker Ödülü bu sene Richard Flanagan’ın oldu. Babasının savaş anılarından yola çıkarak yazdığı “The Narrow Road to the Deep North” (Kuzeyin Derinliğine Giden Dar Yol), 1942–43 yılları arasında Japonlara esir düşen askerlerin yaşadıklarını anlatıyor. Burma’da “Ölüm Tren Yolu” olarak bilinen yolda başlayan hikâye daha sonra bir kahramanlık ve aşk hikâyesine dönüşüyor. Flanagan, ödülün jürisince “insanı soluksuz bırakacak kadar etkileyici” olarak tanımlanan kitabı 12 yılda yazmış ve kitap üzerinde çalışmayı bitirdiği gün, ilham kaynağı babasını kaybetmiş. Flanagan’ın ödülü kazanmasıyla birlikte, bu yıl ilk kez İngiltere dışından yazarlara da açılan ödüle Amerika’dan isimlerin damgasını vuracağı kaygısı da çürütülmüş oldu. Zira Tazmanya doğumlu Avusturalyalı yazar, İngiliz yazarlar Howard Johnson, Neel Mukheriee ve Ali Smith’in yanında Amerikalı Joshua Ferris ve John Fowler gibi ünlü isimleri de geride bırakmayı başardı.
Kaynak: Philipp Oltermann, The Guardian, 9 Ekim 2014
Kaynak: Anita Singh, The Telegraph, 15 Ekim 2014
Rushdie’den İslam Üzerine Açıklamalar Daha önce yazdığı “Şeytan Ayetleri” kitabında Hz. Muhammed’e hakaret ettiği iddiasıyla hakkında ölüm fetvası verilen Salman Rushdie, geçen ay uluslararası yazarlar kulübü PEN tarafından kendisine verilen PEN/Pinter Ödülü’nün töreninde günümüz İslam dünyasıyla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Ko nuşmasında, ödülü Suriye’de tutuklu gazeteci ve aktivist Mazen Darwish’le paylaşmak istediğini söyledi ve Darwish’in tutuklanmasını keyfi ve haksız olarak nitelendirdi. Daha sonra dünyada gittikçe yaygınlaşan “nefret dolu dini söylem”e dikkat çeken Rushdie, yüzlerce hatta binlerce İngiliz Müslüman’ın İŞİD’e katılmasının nedeninin bu söylem olduğunu iddia etti ve bu dini söylemi “günümüzün en tehlikeli yeni silahı” olarak tanımladı. Salman Rusdie ayrıca bu söylemi ve aşırı dincileri “modernliğin düşmanları” olarak gördüğünü açıkladı. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 10 Ekim 2014
Suç ve Ceza Müzikali Geliyor Rusya önümüzdeki yıl Dostoyevski’nin ünlü klasiği “Suç ve Ceza”nın mü zikal versiyonuna ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Her ne kadar kitap konusu itibarıyla müzikal türüne çok uygun gibi durmasa da, ünlü Rus yönetmen Andrei Konchalovsky, bu yapımın klasik bir operadan çok, “halk şarkıları, folklor ve opera öğeleri içeren bir müzikal” olacağını söylüyor. Konchalovsky bu projenin ilk kez 40 yıl önce ortaya çıktığını ve birkaç Sovyet yönetmen, yazar ve bestecinin bir araya gelerek bazı şarkılar bestelediğini, fakat daha sonra projenin rafa kaldırıldığını söyledi. Önümüzdeki yıl sahnelenecek olan yapımda bu şarkıların bazılarının kullanılacağını, fakat hikâyenin güncelleneceğini belirten Kon chalovsky, müzikalin ilgi çekeceğine kesin gözüyle bakıyor. Kaynak: Shaun Walker, The Guardian, 1 Ekim 2014
EMRE KONGAR Yahya Kemal ve Orhan Veli Yahya Kemal Beyatlı ve Orhan Veli Kanık, şiirimizde önemli ve birbirine tamamıyla zıt akımları temsil eden, edebiyatımıza çok ciddi katıklar yapmış iki büyük isimdir. Yahya Kemal’in ve Orhan Veli’nin aynı dönemde yaşadıklarını ve karşılaşıp konuştuklarını biliyoruz… Ne yazık ki birbiri hakkında yazdıkları çok azdır… Aralarındaki ilişki ve neler konuştukları hakkındaki kaynaklar, daha çok arkadaşlarının anıları ve dedikodular biçiminde günümüze yansımıştır. Eski şiirin bütün kalıplarını yadsıyan Orhan Veli ile Osmanlı şiirinin temsilcisi olan Yahya Kemal arasındaki karşıtlık, edebiyat dünyasının da çok ilgisini çekmiş, birçok anıya, dedikoduya, habere kaynaklık etmiştir. Aslında Yahya Kemal’in kendi şiirinden başkasını pek beğenmediği bilinir… Örneğin 1956 yılında Sermet Sami Uysal’a şöyle demiştir: “Ahmet Haşim şiirden ne anlar… Nâzım Hikmet şair değildir… Halit Ziya hiçbir şey değildir… Sait Faik çok şişirildi… Oktay Rifat da, Orhan Veli de cahil ve geri kimselerdir…” Bu olumsuz görüşlerine karşın, yine de gençlere değer veren kimi konuşmaları olmuştur. Örneğin Cahit Tanyol’a şöyle dediğini biliyoruz: “Sizin kuşakta hayran olduğum bir taraf var. Benim yıllarca çabalayıp bir türlü anlatamadığım şiiri senin kuşak kolayca anladı. Orhan Veli’den, Cahit Sıtkı’ya dek hemen hemen bütün kuşak şiirin hakikisiyle, sahtesini ayırmakta birleşiyor.” (Cahit Tanyol, Yahya Kemal, Remzi Kitabevi, 1985 s.57) *** Bildiğimiz en önemli nesnel gerçeklik, Yahya Kemal’in çok genç yaşta bir kaza sonucu ölen Orhan Veli’nin cenazesine gitmemiş olmasıdır. Yahya Kemal, 17 Kasım 1950 Cuma günü öğleyin giyinirken, yanına gelen Cahit Tanyol’a şöyle der: “Tanyol, bu cenazeye gitmemiz doğru olur mu? Bu gençlerin şiir anlayışı bizimkine muhalif. Hatta onun da önemi yok, fakat bunlar çıkardıkları Yaprak adlı bir gazetede birçok defalar aleyhimde bulundular. “Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler ve bundan bir nevi sığınma manası çıkarabilirler. Belki de gazeteler Yahya Kemal de cenazede vardı, diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışı için reklam olabilir. Şiiri bizim anladığımız gibi düşünenlerin yolunu şaşırtabiliriz. “Oysa biliyorsun, ben bunların şiirlerine inanamıyorum. Şiir ne nükte ne de zihin oyunudur. Şiirin tabiatı realitedir. Şiir mücerret mefhumlardan (soyut kavramlardan) kaçar. Descartes, Kant, Hegel zihni spekülasyonda hiçbir şairin yetişemeyeceği mertebeye ulaşmışlardır.” (y.a.g.e., 174-175) *** Buna karşılık Orhan Veli, Yahya Kemal’in değerini teslim eden yazılar yazmıştır. Örneğin, Yahya Kemal milletvekili seçildiğinde Ülkü’de 1 Mayıs 1946’da şunları demiştir: “İstanbul Milletvekilliğini Yahya Kemal kazandı. Buna sevinmek mi lazım bilmiyorum. Çünkü Yahya Kemal şimdiye kadar birçok büyük mevkilerde bulundu. Bu mevkilerin en büyüğü de Yahya Kemallik mevkii idi. “Baki’nin bir mısraını, ‘Derviş kendi başına sultan olup gezer’ mısraını ihtimal onun kadar hiç kimse duymamıştır. Ben Yahya Kemal namına değil, daha çok, milletvekilliği namına seviniyorum.” *** Her iki büyük şairin de edebiyatımızdaki önemli yerleri yadsınamaz!
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
ATİLLÂ DORSAY:
“Sinemada Sansür Aşıldı” Söyleşi: ŞAKİR ALTINTAŞ, Fotoğraf: BURCU ATAY (Baş tarafı sayfa 1’den)
Evde Fransızca ve Rumca konuşurlar çünkü Balkan göçmenleri. Rumca bildikleri ikinci dil ve babamın gayet iyi bir Fransızcası vardı, ayrıca anneme de biraz öğretmişti. Yani orta sınıftan kültürlü insanlar. Babam bir devlet memuruydu; devlet demiryollarında müfettiş. Dolayısıyla sinemaya gitme dışında hiçbir eğlencenin olmadığı bir dönemde ve bir ortamda gayet doğal. Evet, onların sayesinde, biraz da onların beni sinemaya götürmesiyle başladı. 10 yaşında İstanbul’a gelip yerleştik, 1949 yılında. Sonra Galatasaray Lisesi; Beyoğlu, malum, sinemanın merkezi… Derken işte 50’ler 60’lar, sinemanın bence en güzel, en yaratıcı yılları; bende bu tutkuyu kesin tavır olarak yerleştirdi.”
bir insanın hayatını tek başına adayabileceği varlıklar. İstanbul başlı başına öyle, Anadolu da ayrıca öyle. Yemek kültürüm çok fazla yoktu ama rehberlik sayesinde değişik halkların yemek zevklerini öğrendim. Kendi mutfağımıza da biraz onların gözüyle bakınca ne kadar muhteşem bir mutfağa sahip olduğumuzu gördüm. Yemek zevkim de haliyle gelişti. Mutfak Dostları Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldım. Müzik çok sevdiğim bir alan. Arşivcilik yanım var. Yani bugün işte 7 bin küsur DVD ile sinema tarihinin hemen hemen tüm birikimine sahip olduğum gibi, evimde kendi arşivimde müzik açısından da sanıyorum ki, bu yüzyıla pek bulaşmasam da 20. yüzyıl pop müzik tarihinin en geniş arşivlerinden birine sahibim.”
“Çok şeyle uğraştığım ve hepsini büyük bir keyif alarak yaptığım doğru. Bunun için özel bir gayret de sarf etmedim. Kötü değilse bile çok da parlak olmayan bir eğitim aldım. Galatasaray Lisesi, sonra Mimar Sinan Üniversitesi, o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi Mimari Bölümü. Hiçbir yerde doktora falan yapmadım. Yani herhangi bir alanda kendimi çok özel bir bilgiyle donatmadım. Ama galiba baştan beri hayata karşı doymak bilmeyen bir bakışım vardı. Her şeyi öğrenmek, her şeyi denemek istiyordum. Bunun bir kısmı genetik olabilir. Babam sanata çok düşkündü. Her türüne; müzik ve edebiyat başta olmak üzere. Hatta İzmir’deki İzmir Demokrat Gazetesi’nde bir romanı yayınlanmıştı. Annemin sanatla ilgisi olmasa da müthiş enerjik bir kadındı. Yani katiyen yerinde duramayan hatta ha bire üreten bir kadındı. Herhalde genetik birtakım olgular birleşti bende. Onun yanı sıra çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Yani Galatasaray’da önemli hocalarım vardı, özellikle edebiyat alanında. Mimaride, başta Sedat Hakkı Erdem, Türkiye’nin en ünlü mimarlarının bir kısmından ders alma fırsatını buldum. İşte tesadüfen öğrendiğim ve seçtiğim tercümanlık hayatı -ki 1960 yılında kursa katıldım ve 1962’de rehberliğe başladım- bana hem çeşitli ırkları en tipik özellikleriyle tanımayı hem de İstanbul’u ve Anadolu’yu bir yabancı gözüyle keşfetmeyi öğretti. Bunlar da emin olun
Çok şeyle uğraştığım ve hepsini büyük bir keyif alarak yaptığım doğru. Bunun için özel bir gayret de sarf etmedim. Kötü değilse bile çok da parlak olmayan bir eğitim aldım. Galatasaray Lisesi, sonra Mimar Sinan Üniversitesi, o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi Mimari Bölümü. Hiçbir yerde doktora falan yapmadım. Yani herhangi bir alanda kendimi çok özel bir bilgiyle donatmadım. Ama galiba baştan beri hayata karşı doymak bilmeyen bir bakışım vardı
“Atilla Dorsay olarak bunca işi nasıl başardınız, nedir bunun sırrı?”
“Hem 20. hem de 21. yüzyılı görmüş, yaşamış bir insansınız. İki yüzyıl arasında bir kıyaslama yapmanızı rica etsem neler söylersiniz? Türkiye nereye gidiyor?” “Yarın öbür gün Türkiye’de insan hakları gerçekten uygulanmaya başlandığı, toplum kendisine layık bir yönetimi bulduğu, demokrasinin bütün kurallarıyla uygulandığı ve azınlık sorunları ile Kürt sorununun çözüme kavuştuğu bir dönem gelecek ve Türkiye çok daha önü açık, mutlu, refah içinde bir ülke olacak. Bundan en küçük bir kuşkum yok. Yani bizi bekleyenin bir içsavaş olmadığını biliyorum çünkü bütün etrafımız kan kıyım, ölüm, cinayet olaylarıyla çalkalanıyor. Türkiye kıyametlerin içinden çıkıp geldi. Türkiye bütün dünyanın ümüğüne bastığı ve bağımsızlığı için en ufak bir umut bile
olmayan bir dönemi atlattı. Mustafa Kemal ve bütün o Kurtuluş Savaşı’nı yapan, sonra Cumhuriyet’i kuran ve yaratan kadro aracılığıyla. Bugün her alanda, o yıllarla kıyaslanmayacak kadar zengin bir insan malzemesi var Türkiye’de. Yetişmiş insan gücü var. Dolayısıyla bugün kötümser olma günü değil. Yarınlar daha iyi olacak kısacası.”
“Düşünce tarzınız, Fransız devlet nişanı almış oluşunuz, Fransız kültürüyle etkileşiminiz düşünülürse Atilla Dorsay, Türk mü Fransız mı?”
“Şimdi 1966’da Cumhuriyet’te yazarlığa başladığımda yazılı olmayan bir anlaşma gereği ben sadece yabancı filmleri yazıyordum. Yıllardır Cumhuriyet’te Türk sinemasını yazmakta olan çok sevgili dostum mer-
hum Turan Gülkarası Türk filmlerini yazıyordu. Benim kalemim güçlüydü ve Türk sinemacıları kıskanıyorlardı; niye bu adam bizim filmlerimizi yazmıyor diye. Benim hakkımda bir söylenti çıkmıştı. O Atilla Dorsay değil, Atilla Dorsey. Nedir Dorsey, Amerika’da Jimmy Dorsey ve Tommy Dorsey kardeşler var. 30’lu, 40’lı yılların hatta 50’lerin çok büyük müzikçileri. Yani benim neredeyse Amerikan kanı taşıdığımı, en azından Amerikan casusu olduğumu falan ima eden yazılardı bunlar. Dolayısıyla bana türlü çeşitli şeyler yakıştırılmıştır. Fransızcayı çok iyi bilirim hakikaten çünkü Fransa’da yaşadım. Fransızca bugün Türkçe kadar kolay okuduğum bir dil. Öyle dört dörtlük bir milliyetçi falan da olmadığım halde Türkiye’yi her zaman vatanım belledim. İnsanlarına bazen çok kızıyorum ama genelde bizim halkımızın da
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
büyük erdemleri var ve bir de çok güzel bir ülke tabii ki.”
“Türkiye’de sinema eleştirmenliği ne durumda şu anda? Nasıl görüyorsunuz?”
“İyi bir durumda. Bir kere, burada kendimi öveyim artık, biraz da benim katkılarımla toplumda tanınan bilinen bir meslek dalı haline geldik. Yine belli ölçüde marjinal. Bugün sinema yazarlığından gerçek anlamda hayatını kazanan pek yok. Ama yine de kurumsallaştı, kurumlaştı. Film eleştirisi; aranan, beklenen, istenen, özlenen bir şey haline geldi. Eskiden böyle değildi. Artık yönetmenler bizim yazılarımızı bekler, okur, ciddiye alır ve bazen esinlenir oldular. Sinema kitapları neredeyse bir Batı toplumu kadar yayınlandı ve yayınlanıyor. Sanat sinemaları bizde de oluştu ve en son bir ‘başka sinema’ uygulaması var ki fiilen Türkiye’de belli sayıda salon artık hemen yalnızca sanatsal filmler gösteriyor. Bu da eskiden yoktu. Dolayısıyla sinema yazarlığı belli bir yere geldi. Bunların içinde çok değerli arkadaşlarım var bunu söyleyeyim.”
“Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) önemli bir kuruluş Türkiye’de. Siz de hem bunun kurucusu hem de onursal başkanısınız. Mevcut başkan Alin Taşçıyan Altın Portakal Film Festivali’nde sansürü savunan açıklama yaptı…”
“Alin Taşçıyan benim rahle-i tedrisimden geçmiş, bir parça öğrencim saydığım çok sevdiğim bir insandır. Onun aleyhine katiyen konuşmam. Bir kere onu söyleyeyim. Ama öte yandan, Alin Taşçıyan’ın bu krizi iyi yönetemediği ve bu konuda beklediğimiz başkanlık tavrını tam olarak gösteremediği de doğrudur. Ben umuyorum ki Alin’in çok parlak olan kariyeri bundan zarar görmesin. Alin de herhalde geriye baktığında biraz özeleştiri yapıp hangi noktada yanlışları olduğunu anlayacaktır ama biz onu hep seveceğiz, hep bağrımıza basacağız. Ben, Alin’siz bir eleştiri ve sinema yazınını Türkiye’de düşünmek istemiyorum.”
“Tam da burada sorayım; son dönemlerde sansür-oto sansür tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?”
“Genelde sinemada sansür aşıldı. Yani bu sorun 70’lerde Milliyetçi Cephe koalisyonları altında feci bir hale gelmişti. Daha öncesi de çok feciydi aslında; üstelik doğacak olan çocuk beşiğinde boğulurdu çünkü senaryo sansürü denen korkunç bir şey vardı. Senaryonuz sansürden geçmezse o filmi yapamazdınız; bu kadar basit. Bütün bunlar aşıldı.”
“Teknolojideki gelişmeler sinemayı nasıl etkiliyor? Bakıyorsunuz bazen, daha filmin ismi belli değil fakat internette bir sahnesi çıkmış. Bu anlamda sinema yakın gelecekte işlevsizleşebilir mi?”
“Hayır. Bütün bunlar arızi şeyler. Bir filmin bir sahnesi çıkmış, bu filmin tümü de çıkabilir. Bir kere teknolojiyi yadsımaya imkânımız yok. Çünkü teknoloji almış başını giden bir özgür at gibi koşuyor yani neresinden tutacaksınız kuyruğundan mı yelesinden mi? Onu tutup nasıl tekrar zabturapt altına alacaksınız. İnsanlığın yapması gereken tek şey teknolojiyi sanatın lehine kullanmak. Böyle baktığınızda sinemanın bir sanat olarak hep var olacağını düşünüyorum. Sonuç olarak edebiyatın yerini almıştır nerdeyse görsellikle hikâye anlatmak.”
sonra yapılanlardan da o kadar sorumlu değilim. Çünkü her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve her SİYAD başkanı kendi meşrebine göre yönetir. Ben biraz daha az seçici olmalarını, önlerine gelen dosyalara biraz daha hoşgörüyle bakmalarını, daha çok insanı üye yapmalarını dilerdim. Nitekim benim aracılık ettiğim ve bunu alın dediğim birkaç üyeyi de son yıllarda almadılar. Ben de öyle ceberut bir onursal başkan olmadığım için ısrar etmedim ama o insanları kırdık. Yani bu eleştirinizde haklısınız.”
“Türk sineması yüz yaşında. Yüz yılın yönetmeni unvanını kime verirdiniz?” “Böyle teke indirgemeyi sevmiyorum. Ama tabii Türk sinemasının en büyük yönetmenleri deyince benim aklıma üç isim geliyor doğrusu; Lütfi Akad, Yılmaz Güney ve Nuri Bilge Ceylan ama tabii Atıf Yılmaz da içlerinde olsa çok iyi olurdu. Böyle bir dörtleme yapabilirim herhalde.”
“Yeşilçam sineması ile günümüz sineması arasındaki en temel farklar neler diye sorsam?”
“O günlerde Yeşilçam’ın bize sunduğu ne var ise günümüzde Türk usulü televizyon dizileri onları yüklenmiş durumda. O tarz filmler yapıldığı zaman ilgi görmüyor; yani çok duygusal, duygusallığın akıl tarafından hiç frenlenmediği, amacı açıkçası seyirciyi ağlatmak ya da güldürmek olan filmler. Eski Yeşilçam’da öyleydi filmler; yani hem ağlatır hem güldürürdü. Bu tarz filmler sinemalarda ilgi görmüyor ama dizilerde seyirciyi ellerine geçiriyor. Bugün her film, ayrı bir proje. Filmlerin daha yaratıcı, daha özgün, kendilerinden önce yapılmış filmlerden farklı olması gerekiyor. Bunu başaran filmler insanları çekiyor. Türkiye’deki kitle filmlerinin belli bir düzeyi var artık. Çok kötü filmler yapılmıyor.”
“SİYAD elitist davranıyor ve yapıya kolay kolay kimseyi almıyor. Bu nedenle pek çok benzer yapı oluşmuş durumda. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
“Bir zamanlar sadece Hollywood vardı; bugünse İran filmleri, Güney Kore filmleri, İspanya sineması. vs. Bu anlamda Türkiye hikâyesini ne zaman anlatacak? Böyle bir şansımız var mı bizim?”
“Haklısınız. Arkadaşlarım geçen dönemlerde aramıza üye almaya çok çekingen ve isteksiz davrandılar. Benim dönemimde mümkün olduğu kadar çok arkadaşı aldık. İlk başlarda mecburduk; senaryo yazarı yoktu, dolayısıyla magazin yazarıydı çoğunluk. Biz 70’lerde ilk kurulduğumuzda bütün magazin yazarlarını da alıyorduk. Tamam, o zaman abarttık ama abartmak zorundaydık. Ama ben daha sonralar da insanların iyi niyetine ve verdikleri emeğe güvenerek onları mümkün olduğunca derneğin üyesi yaptım. Benim dönemimden
“Türkiye çoktan kendinden söz edilen bir ülke oldu sinema dünyasında, yani o gelişim oldu artık. Bugün hemen bütün festivaller, öncellikle ve özellikle Türk filmi istiyorlar, çünkü çok ödül aldık son yıllarda. Bir avuç yönetmenimiz her festivalde daha filmleri gösterime girmeden kendilerine yer bulabilir hale geldi. O filmlerin ticari satışları da oluyor, aynı zamanda Batı’nın ya televizyonlarında ya da sanat sinemalarında gösteriliyorlar. Öyle binlerce salonda aynı anda gösterime girmeseler bile, belli bir gösterim şansı buluyorlar. Bugün
o aşama geçildi; yani Türk sineması belli bir popülerlik kazandı dünyada.”
“Dizi sektörünün sinemaya olumlu-olumsuz etkileri neler?”
“İnsanlar çok yerli dizi seyrediyorlar bu yüzden sinema seyircisi azalıyor belki ama başka bir şey daha oluyor. Bir kere o dizilerde yetişen emekçiler, teknisyenler, yönetmenler, oyuncular daha sonra sinemada gayet başarılı olma imkânını buluyorlar. O diziler ve o çok hızlı dönen çark bütün bir sinema okulu olmuş durumda. Televizyon belli bir kitleyi evlerinde meşgul ediyor, mutlu ediyor. Bu başlı başına bir işlev. O yüzden ben dizileri katiyen kötü görmüyorum. Özellikle büyük ve orta kentlerde sanatsal bakımdan daha aktif yani dışarı çıkıp bir film, bir oyun izlemeyi, bir konser dinlemeyi isteyen ve özleyen bir kitle de var. Sinema onlara sesleniyor. Bu da aşağı yukarı yeterli; yani bütün o dizi izleyen insanlar da sinemaya gitseydi emin olun bu kadar salon onları karşılayamazdı. Sanıyorum bir denge kuruldu bütün bunların arasında artık. Bazı filmler 6-7 milyon seyirci topluyor, bu çok büyük bir rakam. Eskiden bu kadar büyük rakamlar hayal bile edilemezdi.”
“Genç sinemacılara ve eleştirmenlere tavsiyeleriniz neler?”
“Sinemayı gerçekten sevsinler, tarihle ilgilensinler, olabildiğince çok klasik film görsünler. Tabii sinemacılığa sırf kasalarını doldurmak için soyunmasınlar, topluma da bir şeyler versinler. Çünkü topluma hizmet etmek, topluma sanat yoluyla ya da başka bir yolla bir şey vermek çok önemli bir misyon. 75 yaşındayım ve bu günlerde çok mutluyum alacağım onur ödülüyle. Ama asıl bu mutluluğum topluma bir şeyler vermiş olmaktan kaynaklanıyor. Böyle insanlar olmaya, topluma gerçekten bir şeyler vermeye gayret etsinler. Çünkü toplum verilen o şeyi mutlaka kabulleniyor ve minnettarlığını da gösteriyor.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Yazarın Selfie Çılgınlığı Kitabın adı; “Okumadığınız için Teşekkürler”. Bu çağın ruhuna uygun bir teşekkür. Yazar Dubravka Ugresiç, çoğu 1990’ların sonu ve 2000 yılında yazılmış denemelerinde yayıncılık piyasasının yarattığı yeni iklimden söz ediyor. Yazıların üstünden geçen 15 yıl, Ugresiç’in öngörülerini doğruluyor. Edebiyat piyasasının ironisini yapan yazarın tüm tespitleri önemli. O yüzden kitabı okumanızı öneririm. Ama ben bu yazıda kitaba da adını veren meseleyi deşmek istiyorum. Aslında hepimizden önce Milan Kundera “müjdeyi vermiş” ve demiş ki: “Bir gün herkes yazacak ama kimse dinlemeyecek.” İşte şimdi o günleri yaşıyoruz… Dostlar arasında sıklıkla dile getirdiğimiz, aslında içinde itiraf da barındıran bir konu bu. Yazarı, eleştirmeni, editörü, yayıncısıyla hemen herkesin birbirini tanıdığı edebiyat dünyamızın kimi dost meclislerinde şu cümle, birimiz tarafından en az bir kez mutlaka telaffuz edilir: Kimse birbirini okumuyor arkadaş! Bırak birbirimizin kitabını okumayı, kitap tanıtımları yazdığımız (bazıları eleştiri demekten hoşlanacaktır) gazete eklerini elimize alınca ilk açtığımız sayfanın kendi yazımızın yer aldığı sayfa olduğunu kim inkâr edebilir? Zaten çok iyi bildiğimiz yazılarımızı bir kez de başkasının gözüyle okumaktan duyduğumuz hazzı reddedebilir miyiz? Öteki yazılar üzerinde ayıp olmasın diye şöyle bir göz gezdirdikten sonra gazeteyi/dergiyi çaktırmadan bir kenara bırakmıyor olsak, buraya kadarki davranışlarımız insani sınırlar içinde değerlendirilebilirdi elbette. Ama kabul etmemiz gerekir ki Kundera’nın öngörüsü gerçekleşti. Kitaplar, dergiler, gazeteler bir yana, bloglar ve sosyal medya bu gerçeğin en önemli temsili. Herkesin söyleyecek bir şeyi, duyurmak istediği bir mesajı var. Bunun için de sayısız olanak. Kişisel bloglar ve sosyal medya bu açlığı doyurmak için biçilmiş kaftan. Herkes takipçilerini artırmanın yoluna bakıyor ve o takipçilerin kendisini dört gözle beklediğini, yazdığı her cümleyi iştahla okuduğunu varsayıyor. Fakat kötü bir haber; Ugresiç içinde bulunduğumuz bu çağın karakteristik özelliğini şöyle ifade ediyor: “Küreselleşen dünyada bireyler ne kadar önemsiz olduklarını her zamankinden fazla hissediyorlar. Bu yüzden herkes yüksek sesle kendi sesini yayıyor ve kimse birbirini dinlemiyor.” Kimsenin okumadığı bir dünyaya getirdiğimiz çocuk olabilir mi yazdıklarımız? Eğer başkalarının yazdıkları yerine yalnızca kendi yazdıklarımızla ilgiliysek, kendimizi önemli hissetmek için girdiğimiz bu sarmal, bir kandırmacadan ibaret değil midir? Öyle ya biz kimseyi o kadar da merak etmiyor ve okumuyorsak, onların da bizim yazdıklarımızı dört gözle beklediğinden nasıl emin olabiliriz? Bu yeni kültürü “monolog kültürü” olarak tanımlıyor Ugresiç. Konuyu tartıştığı bölümün başlığı: Gürültü. Herkesin sadece konuştuğu ama dinlemediği bir ortamı tarif etmek için son derece yerinde. Monolog’un yanında bir parantez açıp “ya da narsisizm” deyip geçmiş yazar. Ben okuyup geçemiyorum. Aklım orada kalıyor. Demek ki monolog narsistik bir eylem. Hiç garip gelmiyor kulağa. Alper Hasanoğlu’nun bir süre önce okuduğum yazısı geliyor aklıma. Selfie çılgınlığından bahseden Hasanoğlu, çağın yeni insanını kendi yansımasına hayran hayran bakan Narkisos’a benzetiyordu yazıda. Monolog halindeki yazarların kendi selfie’sine hayranlıkla bakan insanlardan pek farkı yok gibi görünüyor. Çeşitli edebiyat dergilerinde, internet sitelerinde iyi yazmanın yolunun iyi okur olmaktan geçtiğini söyleyenlere rastlıyorum. Çoğu, edebiyat tarihinin başyapıtlarını örnek veriyor. O yapıtların bu çağ yangınından ilk kurtarılanlar olmasına seviniyorum. Öte yandan yazık ki birbirine sahip çıkmayan kuşağın yazgısı “gürültüye gitmek” gibi görünüyor. Nedir gürültüye gitmek? Ugresiç’in cümlesiyle ifade edersek: “her metnin kendi etrafında dönmesi, ta ki başka bir metnin tıpatıp aynısı olana kadar.”
Oscar Wilde’ın Sansürsüz Portresi YANKI ENKİ
“B
ayağı”, “pis”, “zehirli”, “utanmazca”, “düzmece”… Bunlar, İrlandalı yazar Oscar Wilde’ın 1890’da yayımlanan “Dorian Gray’in Portresi” adlı romanına İngiliz basını tarafından getirilen yakıştırmalardan sadece birkaçı. “Bay Oscar Wilde yine yazılmaması daha iyi olacak şeyler yazıyor,” diyor eleştirmenlerden biri. Ve şöyle devam ediyor: “Bay Wilde kafası işleyen, ustalık ve üslup sahibi biri; ama kanun kaçağı soylular ve telgraf kuryeliği yapan sapık oğlanlar dışında başka hiç kimseyle ilgili bir şey yazamıyorsa, o zaman bir an önce terzilik (ya da onun gibi başka saygın bir iş) yapsa, hem kendi ünü hem de toplum ahlakı bakımından en iyisini yapmış olur.” Bugün dünya edebiyatının klasik metinlerinden biri olarak kabul edilen “Dorian Gray’in Portresi”, yayımlandığında, bugün aklımızın alamayacağı saldırılarla karşılaşmıştı, çünkü bu kısa ama derin romanın ta kendisinin topluma karşı bir saldırı olduğunu düşünenler ne yazık ki toplumda söz sahibiydi. İngiliz basınında yer alan eleştiriler, günümüzün aksine fazlasıyla ciddiye alınıyordu ve toplum tarafından kabul görüyordu. Elbette Batı kültürünün tarihinde önemli dönemlerden birinden geçiliyordu. 19. yüzyılın sonlarındaki baskıcı zihniyet, özellikle ahlak anlayışı ve cinselliğe getirdiği sınırlamalarla, sanat ve edebiyat için kahramanlar yarattığının farkında değildi. Bu zihniyetin yarattığı kahramanlar arasında en önde gelenlerden biriydi Dorian Gray. Çoğu insanın ilk okuduğunda âşık olduğu kahramanlardandır. Bir sanatçı değildir ama hayatını bir sanat eseri gibi yaşayan biridir. Eserin önüne geçen, kurgudan gerçeğe dönüşen nadir edebi kahramanlardandır. Ressam Basil Hallward’ın yaptığı portresinin karşısına geçip ona adeta bir aynanın karşısında durur gibi bakar, ancak resimdeki Dorian zamanla çürümeye başlar, ta ki Dorian’ın kendisi resme bir bıçak saplayacak noktaya gelene kadar. İşte o anda kendini öldürmüş olur Dorian Gray. Artık biliyoruz ki bu trajik kahraman, hastalıklı bir zihnin değil, parlak ve yaratıcı bir zihnin ürünüydü. Ne var ki, onu yaratan yazar Oscar Wilde değil de başkası olsaydı, bu romanın aldığı tepkiler, yapılan yakıştırmalar, uğradığı hakaretler aynı şiddette olmayacaktı. Yazarı Oscar Wilde olduğu için, “Dorian Gray’in Portresi” de bir kurbana dönüşmüştü. Eşcinsellik, ahlak takıntısının zirvede olduğu o yıllarda en çok uğraşılan konulardan biriydi ve Oscar Wilde da cinsel göndermeleri bol bir roman yazınca küfür bombardımanına tutuldu. Birkaç yıl sonra “uygunsuz ilişki” suçundan hapse düştü. “Dorian Gray’in Portresi” yayımlandıktan on yıl sonra, 46 yaşında yoksulluk içindeyken hayatını kaybetti. Elbette Wilde’ın hayatındaki trajedinin başlangıcı olarak bu romanı görebiliriz, ancak asıl başlangıç, Wilde’ın elinden çıkan ilk versiyonda gizliydi ve bu sansürsüz metin de artık okunmayı bekliyor. Wilde’ın hayatını nasıl değiştirdiğine bakıp diyebiliriz ki, bir eserin sansürsüz baskısını okumak söz konusuysa, herhalde bu kitap kadar manidar olanı yoktur. İlk olarak 1890’da, “Lippincott’s” adlı bir dergide yayımlanan “Dorian Gray’in Portresi”, bir yıl sonra çeşitli değişikliklerle bir ro-
yankienki@gmail.com man olarak ayrıca basıldı. O sırada Oscar Wilde, İngiltere’de halihazırda tanınmış bir entelektüeldi, ancak gelen sert ve yıkıcı eleştiriler eserin satışına darbe vurdu; ülkenin en büyük kitapçısı “Lippincott’s” dergisinin satışını kısıtladı. Dergide yayımlanan versiyonu, Oscar Wilde da okurlarla aynı anda gördü, editörün değişikliklerini onaylama fırsatı olmamıştı. Halbuki editörü tarafından beş yüz kadar sözcük metinden çıkarılmıştı. Daha sonra roman olarak basılan versiyondaysa, bu kez yazarın kendisi, gelen sert tepkileri göz önünde bulundurarak metinde çeşitli düzeltmeler ve eksiltmeler yaptı. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de romanın bu hali bilindi ve okundu. Aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra bugün, bu ünlü romanın 1890’da Oscar Wilde’ın öngördüğü halini okumak mümkün. Hem de sadece sansürsüz olarak değil, açıklamalı notlarıyla, kapsamlı giriş yazıları ve ekleriyle birlikte. Bu romanın sansürsüz hali bize gösteriyor ki, zamanında yapılan müdahalelerin çoğu cinsel içerikli bölümlerde gerçekleşmiş. Metin boyunca nelerin değiştiğini, kitabın sonundaki “Metinle İlgili Notlar” bölümüne bakıp takip edebiliyoruz. Tek tek hangi cümlenin yerine ne getirilmiş, hangi sözcük silinip yerine ne yazılmış, kim tarafından değiştirilmiş görebiliyoruz. Metnin sağ ve sol tarafındaki sütunlardaki açıklamalar da kitabı daha önce okumuş olanlar için yepyeni bir boyut. Wilde’ın yaptığı göndermeler, dönemin ruhunu ve atmosferini aydınlatan kısa bilgiler, fotoğraflar ve resimler, yüz yılı aşkın bir zaman önce yazılmış bu klasik esere bugün yazılmışçasına taze bir ruh katıyor ve zenginleştiriyor. Ülker İnce’nin çevirdiği bu eseri bizlerle buluşturan Everest Yayınları, geçen yıl da yine açıklamalı notlarıyla bir “Sherlock Holmes” derlemesi yayımlamıştı. Klasik eserlerin değerine değer katan bu açıklamalı notlu baskıları ileride daha sık görmeyi umuyorum. Sadece çevirileri değil, Türkçe edebiyatın mihenktaşlarını da benzeri nitelikli edisyonlarla okumak, yayıncılığımızın edebiyata yapacağı ölümsüz katkılardan biri olacaktır. Açıklamalı ve sansürsüz basımı hazırlayan Nicholas Frankel, “estetikçiliğin hayattaki ilk kurbanı Dorian Gray değildi. Oscar Wilde’ın kendisiydi,” diyor. Sonuçta, her kitaplıkta bulunması gereken “Dorian Gray’in Portresi”nin bu açıklamalı ve sansürsüz baskısı, aslında bize Oscar Wilde’ın sansürsüz portresini çiziyor. “Ben kendimin Basil Hallward olduğumu sanıyorum, herkes Lord Henry’yi ben sanıyor, Dorian benim olmak istediğim kişidir – belki başka çağlarda,” demişti Oscar Wilde. İşte yazar, bu sansürsüz baskıyla arzusuna kavuştu, kahramanına dönüştü, Dorian Gray oldu artık. “Dorian Gray’in Portresi: Açıklamalı ve Sansürsüz Basım”, Oscar Wilde, çev. Ülker İnce, Everest Yayınları, 314 s., 2014
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Naif Erkek Öyküleri
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Köpekler İçin Gece Müziği SARPHAN UZUNOĞLU
sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr
Y
ekta Kopan, bir yazar olarak çok uzun süredir ‘sahnede’. Ama genel olarak kültür endüstrisi için yaptığı diğer üretimlere baktığımızda en az yazarlığı kadar kendisini popüler kılan birçok işi var. Bu nedenle olsa gerek, yeni kitabı “İki Şiir Arasında”yı elime aldığımda öncelikle kendime “kimi okuyorum” sorusunu sordum. Bir yazarın “kim olduğu” bilgisi çoğu zaman “ne yazdığı” gerçeğinden daha fazla ilgi çektiğinden bunun tehlikeli bir soru olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan yazarın bu denli “görünür” olması okurun kafasını kurcalayan bir şey. Bu bağlamda Yekta Kopan’ın öykülerinden oluşan ve Can Yayınları tarafından yayınlanan “İki Şiirin Arasında” isimli kitabın değerlendirmesini yapmadan önce Yekta Kopan’ı nasıl tanımladığımı, en azından bu kitap sonunda onu nasıl gördüğümü söylemem gerekiyor. Bu kitabın yazarı, erkeklerin naif taraflarını koruduklarına dair belirgin bir inancı olan biri ve muhtemelen kendini de böyle tanımlıyor. Zira şovenist, her şeye kadir erkek tiplemeleri ile Yekta Kopan’ın kitaptaki ilk öyküsünde Gümüşlük’te turistler orayı terk edince yalnız kalan erkekler arasında ciddi bir fark olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu erkeklerin en önemli özelliği nedir diye sorduğunuzda birçok bağlamda birbirlerine “yakın” olan; ama aynı zamanda fazla empati kurmayan erkekler olduklarını görüyoruz. Elbette kullandıkları dil genel olarak “erkek dili” dediğimiz şeyin içinde kalıyor; ama karakterleri geçmişleriyle birlikte düşününce toplumdaki genel algının uzağında erkek figürü canlandırıyorlar zihnimde. Kopan’ın karakterleri dahil oldukları fotoğrafa dair bir şey söylemek isterken hep kendi kendilerine konuşmak zorunda kalıyorlar. Sahip olduklarını düşündükleri bilgeliği ve hisleri içlerine atan erkekler onun öykü kahramanları. Babalarıyla çözemedikleri şeyler var ve bunları sorun edebilecek ya da sorun olduğunu anlayıp uyumadan önce babalarını düşünebilecek kadar kendilerindeler. Bu bağlamda, Yekta Kopan’ın kitabıyla ilgili Hikmet Hükümenoğlu’nun da yaptığı “sonbahar havası” tespiti, kitabın dönemi bakımından da karakterlerin zihinsel evreleri açısından da haklı bir tespit. Burada sonbahar diyerek bahsedilen şey yaşam evresi, gençliklerinin sonuna gelmiş insanlara dair bir anlatının söz konusu olması. Bu erkeklerin geçmişteki bahara ve yaza, çocukluğa ve gençliğe tekrar bakma denemesi. Babalarının yanlışlarını düzeltmeye adanmış yaşam öyküleri ise en çok ilk hikâyede kendini belli ediyor. Bunun kitabın ilk öyküsü olması tesadüf olmasa gerek, zira insanı sonraki öyküleri okumaya kışkırtan bir tarafı var. Öyküler ço-
ğunlukla bir hissin, bir durumun geçmişle bağ kurarak anlatılması şeklinde kurgulanmış. Belli ki yazar “ne olacak” sorusunun peşine takılan “meraklı” okuru yakalamak kaygısında değil. İlk öyküde tanıdık rakı sofrasındaki erkeklerin sohbeti arasında bir karakterin babasına dair yaptığı muhasebe, ikinci öyküde yerini bir dostluk muhasebesine bırakıyor. Bir erkeğin yaşamında babalar ve eski arkadaşlar önemli yere sahiptir her zaman. Bir erkeğin bir başka erkeği sevmesi, ona güvenmesi heteronormatif bir çerçeveyle kısıtlandığı için Kopan’ın erkekleri de ancak ve ancak öykülerde hesaplaşabiliyor erkek yakınlarıyla. “Tommiks Gelse Kurtaramaz Bizi” isimli öyküsünde ise yeni dönem edebiyatçılarda da çok sık başvurulan bir yöntemle çocukluğunu çağırıyor Kopan. Çocuklukta ebeveynlere ilişkin yapılan sorgulamayı pek de derine inmeden yapıyor. Bu öykünün temel yaklaşımı çocukluk yargılarına dair sonradan ortaya çıkan pişmanlık denebilir. Çocukluk döneminde tanışılan nesnelerin ya da o dönemin ünlülerinin aile bireyleriyle bağlantılarını kuruyor. Nostalji duygusunun yer yer fazla kaçtığını ve birçok okur için normal olan şeyin biraz da tempoyu düşüren bir şekilde anlatıldığını görüyoruz. Ama bu bizi geçmişe bakmaktan alıkoymadığı gibi, kitaptan kopmamıza da yol açmıyor. Kitaba adını veren öykü ise kitabın en acıklı ve popüler olmaya yatkın öyküsü denebilir. Yekta Kopan’ın karakterinin en güzel yanı, belki de güzel olmasını o da umduğu için, geçmiş nostaljisiyle bugüne dair övgüyü birleştirebilmesi. Kopan’ın kitabına ve öykülerine dair genel bir değerlendirme yapmak gerektiğinde garip bir şekilde bu aralar elimde olan Hartog’un “Herodotos’un Aynası” kitabına ve onun tarih yazımı anlayışına bakıyorum. Kopan’ın karakterlerinin çoğu yeni bir bugün ya da yarın inşa edebilmek için, yeniden başlayabilmek ya da devam edebilmek için kurgusal bir geçmiş anlatısına ihtiyaç duyuyorlar. Bu bir yandan üzücü. Öte yandan ise kendi hikâyelerini yeniden yazma isteğine yol açabilecek kadar soru işaretine sahip erkeklerin kurgusal olarak da olsa var olması insana moral veriyor. “İki Şiirin Arasında”, Yekta Kopan, 144 s., Can Yayınları, 2014
Faruk Duman’ın romanını iki kez üst üste okudum. Neden mi? İlk okuma anlamak için, ikinci okuma yorumlamak ve not almak için… Faruk Duman’la tanışıyorum. Sanırım yıl 1999 ya da 2000… O dönem sevgili Devrim Yaman’ın şirketinde (Maestro) metin yazarlığı yapmaya çalışıyorum. Çalışma salonunun köşesinde bir masam var. Akaretler’den Boğaziçi’ni seyrediyorum her gün… Düşlere dalıyorum. Uzunca bir şiire çalışıyorum. Zevkli, yaratıcı bir dönem… Sonradan ünlü olan bir reklam spotunu yakaladığım günler. Bir otomobil reklamı için şöyle diyorum: “Rüzgârından seçemediyseniz Arsel’de görebilirsiniz!” Artdirektör elimden kâğıdı kapıp tasarım uygulama bölümüne koşuyor. Bana arada bir uğrayan yeni tanıştığım genç bir hikâyeci dostum var: Kaan Özkan. Ben pek gidemiyordum ama Adam Yayıncılık’ta Memet Fuat, Turgay Fişekçi, Semih Gümüş üçlüsünün meclislerinde o bir müdavim. Günlerden bir gün Kaan bir arkadaşını getiriyor, Maestro’ya… Adı Faruk Duman, ilk kitabını çıkarmış. Yetenekli olduğu her halinde seziliyor, hem de alabildiğine mütevazı. Birkaç kitabını daha okuyorum onun. Beğendiğim umut veren bir yazar olarak bekliyorum… On yıl sonra yeniden karşılaşıyoruz. Birbirimizi hatırlıyoruz. Gençlik arkadaşım Nuri Aksakal’ın da yakını çıkmaz mı? Edebiyat sohbetleriyle coşuyoruz. Benim bir kitabımı Can Yayınları’na öneriyor. Ama bu tatsız bir hikâye… * * * İşte Faruk Duman’ın yeni romanı “Köpekler İçin Gece Müziği”ni dediğim gibi iki kez, hem de sarsılarak okudum. Baştan söyleyeyim, Türk edebiyatının yenilikçi çizgisinde önemli bir eşiği oluşturuyor bu roman. Benim algılama anlayışıma göre kitap, bir ormanın öyküsü… Hatta ormanın şiiri… Eğer ormanı bir ülke olarak algılarsanız çok farklı okumalara da varırsınız. Sürekli, galiba iki gün boyunca, bir roman efekti olarak değil, devinen bir kahraman gibi yağmur yağıyor. Bunun diyalektik bir anlamı da var. Doğayı tazeliyor, arındırıyor ama bir yandan da tahrip ediyor. Yağmurun kendi ıslaklığı değil de sesi öne çıkıyor. Ezeli bir gece müziği olarak hayatımıza dalıyor. Aslında sıradan bir aile ziyareti olarak başlıyor roman. Tarık, yanında eşi Filiz olduğu halde yokuşta arabanın önüne çıkan bir hayvana çarpmamak için direksiyonu kırıyor ve uçurumun kıyısına takılıp kalıyor, motor duruyor. Burada uçurumun kıyısında üç teker üzerine takılıp kalan arabayı ülke yönetimiyle de özdeşleştirebiliriz. Bu arada dil kuyumculuğu epey gelişmiş Faruk Duman’da. “Çokuşmak” bunlara tipik bir örnek. Bir de yineleme sevdası var asıl şiirselliği sağlayan: Örneğin yalnızca “yılan yuvaları” deyip geçmiyor. Şöyle kuruyor betimlemeyi: “Yılan yuvaları, yılan yuvaları…” Ama beni belki de günlerce düşündüren asıl kahraman olan Avcıatmaca. O hem kurtarıcı hem de zalim. Hatta Tarık’ın eşi olan Filiz’in kalçalarına bakacak kadar vahşi… Bir çocuğa eziyet edecek kadar gaddar… Roman buradan okununca kötülükleriyle, sorunsallarıyla bir insanlık durumunu, dramını özetliyor… Tıpkı Homeros’un “İlyada”sı gibi, Cervantes’in “Don Kişot”u gibi, Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i ve diğer destansı romanları gibi… Arkadaşım Faruk Duman’ın bu romanı çağdaş edebiyatımızda ilk 50 roman arasında anılacaktır kuşkusuz. Öneri:
“On Binlerin Yürüyüşü (Bir Yunan Tümeninin Kaçış Öyküsü)”, Ali Soysal, Tarihçi Kitabevi, 176 sayfa, 2014 “Sevilen Bir İnsan Yapmalısın Kendini”, Karl Marx, derleyip çeviren: Yavuz Yayla, deneme, Alakarga Yayınları, 80 sayfa, 2014
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
İstanbul’un Kitap Mevsimi ELİF ŞAHİN HAMİDİ
elif.sahin@gmail.com
24.
09 10
kasım pazartesi
12
kasım çarşamba
15
kasım cumartesi
16
kasım pazar
görüyor. İmza günleri de bu işlevin yerine gelmesinde büyük katkı sağlıyor. Ve TÜYAP, her geçen yıl bir parça daha, önemli bir kültür/edebiyat etkinliği haline alıyor. Kitap Fuarı’nın önemli işlevlerinden biri de, çocukları kitapla buluşturması, tanıştırmasıdır kuşkusuz. Ve kim bilir kaç çocuk, ders kitapları dışındaki kitaplara ilk kez bu fuarda dokunmuş, onları hissetmiş ve edebiyatın büyülü dünyasına adım atmıştır. Fuarda, her zaman olduğu gibi bu sene de çocuklara yer var. Çocuk edebiyatına verilen önem ve değer son yıllarda gözle görülür bir biçimde artıyor. Bu alandaki eserleri basan yayınevlerinin sayısı da giderek çoğalıyor ve kitap fuarında buna bire bir tanıklık edebiliyoruz. Doya doya kitap seçmek isteyen minik kitap kurtları için bol ürünlü bir bahçe bu fuar. Üstelik fuar süresince, kitaba düşkün küçük okurlar için “Çocuk Edebiyatı” başlığı altında okuma saatleri, söyleşiler ve atölyeler de düzenleniyor. Çocuklarına kitap sevgisi aşılamak isteyen ebeveynler için de bir fırsat bu fuar… Çocuğunuzla birlikte kitaplara dilediğinizce dokunabilir, sayfaları arasında yol alabilir, ta içinize çekerek koklayabilirsiniz… Baş döndüren teknolojik gelişmelerle birlikte artık e-kitap diye bir şey icat olduysa da mertlik bozulmadı bana kalırsa; kâğıda dokunmanın, mürekkep kokusunu duyumsamanın yeri doldurulamaz. Kitap Fuarı, hiç kuşku yok ki teknoloji çağının minik bireylerini de bu büyünün etkisi altına alacaktır…
08
kasım pazar
Teması, “Sinemanın 100. Yılı” olarak belirlenen fuarın bu seneki onur yazarı, Türkiye’nin ilk sinema eleştirmenlerinden biri olan Atilla Dorsay. Fuar süresince, edebiyat ve sinemanın önde gelen isimlerinin yanı sıra Dorsay’ın da katılımıyla, bir asırlık geçmişe sahip sinemamız üzerine çeşitli paneller ve etkinlikler düzenlenecek; edebiyattan sinemaya bakılacak, sinemamızın dünya sinemasındaki yeri tartışılacak… Bu arada TÜYAP tarafından, Türk sinema tarihinin canlı tanığı Dorsay’ın yaşamı, çalışmaları ve eserlerinden seçmelerin yer aldığı bir kitap ve sergi hazırlandığını da müjdeleyelim. Yeşilçam’ın doğuşuna bizzat tanıklık eden bu usta eleştirmen, hatırlanacağı üzere 8 Nisan 2013 tarihinde, 15 yıldır kalem oynattığı gazetedeki yazılarına son vermişti. Çünkü daha önce “Emek yoksa ben de yokum!” başlıklı bir yazı yazmış ve “Emek’e kazma vurulduğu gün ben gazeteciliği bırakıyorum” demişti. Ne yazık ki tüm mücadelelere rağmen tarihi Emek Sineması’na o kazma vuruldu ve Dorsay gazeteye veda etti. İlkelerinden şaşmayan bu eleştirmen, fuarı onurlandıracak ve “Sinemamızın 100 Yılı” üzerine kim bilir neler anlatacak… Küçük Okurlara da Yer Var 1982 yılında 28 yayınevinin katılımıyla küçük bir etkinlik olarak yola çıkan İstanbul Kitap Fuarı, geçen zaman zarfında epey dallandı, budaklandı, iyice kök saldı, dev bir ağaca dönüştü. Ve bu dev ağaç tam 33 yıldır yazarları, yayınevlerini okurla buluşturmak, yakınlaştırmak, kaynaştırmak gibi önemli bir işlev
Remzi Kitabevi Etkinlikleri Söyleşi ve İmza Günleri kasım cumartesi
İstanbul Sanat Fuarı-ARTİST 2014 ile eş zamanlı gerçekleştirilecek olan 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 8 Kasım’da kapılarını açıyor ve 16 Kasım’a kadar devam ediyor. Tam 750 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılacağı fuar, 300 etkinlik ve okurları yazarlarla buluşturan imza günleriyle neredeyse eşsiz bir kültür şenliği… Yurtdışından 30 yazarın katılacağı fuarın bu seneki onur konuğu Macaristan… Macaristan’ın “konuk ülke” etkinlikleri, Nâzım Hikmet’in bir şiirine referansla “Bir Bahçe’den Bir Bahçe’ye” başlığı altında düzenleniyor ve ustaya bir selam niteliği taşıyor. Pek çok tematik etkinliğin düzenleneceği fuarda kitapseverler, Macar edebiyatının güncel ve klasik kitaplarıyla tanışmakla birlikte bu dile daha yakından bakma fırsatı bulacak. Beri yandan Türkiyeli ve Macaristanlı yazarlar da burada bir araya gelme şansı yakalayacak. Yurtdışından yaklaşık 100 yayınevinin katılımıyla gerçekleşecek olan konuk ülke etkinlikleri, Macar edebiyatının kapılarını aralamanın yanı sıra Macar mutfağına da buyur ediyor herkesi. Macar yemeklerinden sunumların da yer alacağı etkinliklerin tadına doyum olmayacak gibi görünüyor…
Atillâ Dorsay Söyleşi: 100. Yılında Türk Sineması Salon: Interexpo, Saat: 14.00 - 15.30 Yöneten: Deniz Kavukçuoğlu Katılanlar: Atillâ Dorsay, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan İmza: İmza Salonu, Saat: 15.00 Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan (katılımıyla) Hıfzı Topuz İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 Banu Avar İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 Irmak Zileli İmza: Saat: 14.00 Doğan Cüceloğlu Söyleşi: “Gerçek Özgürlük” Salon: Marmara, Saat: 15.30 - 16.30 İmza: İmza Salonu, Saat: 16.30 İlker Başbuğ İmza: İmza Salonu, Saat: 13.00
Atillâ Dorsay Söyleşi: Türk Sineması: Yeşilçam ve Bugün Salon: Marmara, Saat: 14.15 - 15.15 Yöneten: Atillâ Dorsay Katılanlar: Türkân Şoray, Füruzan, Onur Ünlü İmza: İmza Salonu, Saat: 15.00 Türkan Şoray ve Onur Ünlü (katılımıyla) Banu Avar İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 - 17.30 Söyleşi: Gün O ‘Gün’dür Salon: Interexpo, 18.00 - 19.00 İmza: İmza Salonu, Saat: 19.00 - 20.00 Atillâ Dorsay Söyleşi: Atillâ Dorsay ve Sinema Yazarlığı Yöneten: Doğan Hızlan Katılanlar: Alin Taşçıyan, Ahmet Ümit, Uğur Vardan Salon: Marmara, 13.00 - 14.00 İmza: İmza Salonu, Saat: 14.15 Hıfzı Topuz İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 Onur Öymen İmza: İmza Salonu, Saat: 15.00 - 18.00 Söyleşi: Dünya’da ve Türkiye’de Basın Nasıl Yönlendiriliyor? Salon: Karadeniz, 18.00 - 18.45 İmza: İmza Salonu, Saat: 18.45 - 20.00 Ayşe Kulin İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 Banu Avar İmza: İmza Salonu, Saat: 14.00 Üstün Dökmen İmza: İmza Salonu, Saat: 15.00 - 19.00
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
DENİZ KAVUKÇUOĞLU:
“Fuar Bizim İçin Sosyal Sorumluluk Oldu” doğru mu bu, yanılıyor muyuz yoksa? Genç nesli nasıl değerlendiriyorsunuz okumak bağlamında?” “Biz öyle demiyoruz; çünkü hem bizim gözlemlerimiz hem de iş ortağımız Türkiye Yayıncılar Birliği’nin resmi verileri, Türkiye’de yılda kişi başına 7,6 kitap düştüğünü gösteriyor. Bu, dünya ölçeğinde hiç de azımsanacak bir sayı değil. Ayrıca Türkiye, yayımlanan kitap çeşitliliği (ortalama 43.500) açısından Avrupa’da ilk üç arasında yer alıyor. Genç kuşağın okumak bağlamındaki davranışı bir sosyolojik araştırma konusudur. Ben buradaki olumsuzluğu ülkemizdeki öğretim/eğitim sisteminin çarpıklığına bağlıyorum. Amiyane kaçacak ama ‘Ne kadar ekmek, o kadar köfte!’ diyorum.”
“Kitap fuarının işlevlerinden biri de minik ziyaretçilere kitap sevgisi aşılamaktır sanırım. Çoğu çocuk evinde tanıklık edemediği kitap sevgisini burada öğrenmiş oluyor belki de… Ne dersiniz?”
33.
Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na dair ayrıntıları, TÜYAP Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu’na sorduk. Geçmiş fuarlara dair ilginç anılarını da aktaran Kavukçuoğlu’yla öteden beri tartışılagelen onur yazarı seçimi meselesini, fuarın aksayan yönlerini ve kitap fuarına neden gitmek gerektiğini konuştuk… Kavukçuoğlu, kitap fuarının ziyaretçilere başka hiçbir yerde karşılaşamayacakları bir zenginlik sunduğuna dikkat çekiyor. “33 yılı deviren bir fuardan bahsediyoruz. Şöyle bir geriye dönüp baksak; geçmiş fuarlardan ilginç örnekler dinleyebilir miyiz sizden?” “Her fuarın kendine özgü bir öyküsü var ve bu öyküler çeşitli ilginçlikler içeriyor. Birini aktarayım: Uzun yıllar önce… Daha Tepebaşı’ndayız. O yılki fuarın teması ‘Türk Tiyatrosunun 80. Yılı’. Tiyatrolarımızdan emekli olmuş, yaşayan en yaşlı beş oyuncuya ‘Şükran Plaketi’ vereceğiz. Ödül alacak sanatçılar, sunucu ve ben 220 kişilik salonumuzun sahnesindeyiz. Salon ağzına kadar dolu; ayaktaki izleyiciler neredeyse oturanların yarısı kadar. Tam ilk plaketi vereceğim sırada bir görevli sahneye gelip elime bir pusula tutuşturdu, gitti. Pusulaya baktım, aman Tanrım! Fuara bomba ihbarı gelmiş, salonun derhal boşaltılması gerekiyor. İzleyicilere ‘bomba’ falan desem panik çıkacak. ‘Önemli bir teknik nedenden ötürü bu töreni ertelemek zorundayız, özür dilerim…’ der demez en ön sırada oturan ünlü tiyatrocumuz Mücap Ofluoğlu ayağa fırladı; “protesto ediyorum!” diye bağırmaya başladı. Bu sırada izleyiciler de Ofluoğlu’nu alkışlamaya başlamazlar mı? Sahneden atladım, daha sonra çok iyi bir dostum olacak olan Mücap Bey’in yanına gittim. Kulağına, “Bomba ihbarı… Aman belli etmeyin” dedim. Derhal kendisini alkışlayan izleyicilere döndü; ‘elektrik kesintisiymiş’ dedi. Salonu kazasız belasız boşalttık. Asılsız bir ihbarmış…”
“Bu yıl fuarın teması ‘Sinemamızın 100 Yılı’ ve bu çerçevede yurtdışından yazarlar konuk edilecek. Konuk ülke etkinlikleri ve hangi yazarların konuk olacağına dair bilgi alabilir miyiz?”
“Fuar süresince çeşitli ülkelerden konuk ağırlayacağız. İtalya’dan Andre Valante, Almanya’dan Hırvatistan doğumlu yazar Zoran Drvenkar, Hollanda’dan Luuk Van Middelaar, ABD’den Tess Gerritsen, Marueen Freely ve Richard N. Haass, İngiltere’den sinema tarihçisi ve film eleştirmeni Philip Kemp, Fransa’dan Nicolas Wild, Polonya’dan Janusz Glowacki, Yunanistan’dan tiyatro ve sinema senaristi Petros Markaris ile İrlanda’dan tüm romanları dilimize çevrilmiş olan Glenn Mead aramızda olacak. Konuk ülke Macaristan’dan ise Cimbali-
band, László Darvasi, Péter Esterházy, Mihály Hoppál, Gün Benderli (Togay), Zoltán Jeney, Tamás Pintér, Tarık Demirkan, Zsuzsa Rakovszky, György Spiró, Balázs Szöllöss, Katalin Szegedi, Tóth Krisztina, Péter Zilahy, Nasreddin Hoca Ödülü sahibi Edit Tasnády İstanbul’da olacaklar.”
“TÜYAP’ın bu seneki onur yazarı Atilla Dorsay. Ve Dorsay’ın yaşamı, çalışmaları ve eserlerinden seçmelerin olduğu bir kitap ve sergi hazırlanıyor; bu konuda detaylı bilgi alabilir miyiz?”
“Sayın Atilla Dorsay 33 değerli kitap yayımlamış, Türkiye’nin en önemli sinema uzmanı, yazarı ve eleştirmeni. Fuar etkinlikleri 8 Kasım günü Sayın Dorsay’ın da konuşmacı olarak katılacağı ‘100. Yılında Türk Sineması’ konulu bir oturumla başlıyor. 9 Kasım günü ise TÜYAP’ın yayımladığı Atilla Dorsay kitabının yazarı Faruk Şüyün’ün Atilla Dorsay’la yapacağı ‘33. Uluslar arası İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Atilla Dorsay’ başlıklı bir söyleşisi var. En iyisi fuarı ziyaret etmek isteyen değerli kitapseverlerin birçok gazete ve gazetelerin kitap eklerinde yayımlanan etkinlik programına göz atmaları.”
“TÜYAP’ın, onur yazarı olarak seçtiği yazarları yeniden gündeme getirmek gibi önemli bir işlevi de var. Ve bu onur yazarı seçimi meselesi öteden beri tartışma konusu oldu hep. Tartışmanın kaynağı ise şimdiye dek sol görüşlü yazarların onur yazarı seçilmiş olması. Bu konuda neler söylemek istersiniz? İdeolojik bir seçim/ayrım mı yapılıyor?”
“Bu konu üzerinde çok konuşuldu. Görüşümüzü bir kez daha yineleyeyim. TÜYAP Onur Yazarlığı bir edebiyat ödülü değil. Bu, bizim haddimizi aşar. Bizim yaptığımız danışma kurulumuzun belirlediği bir yazar ya da çizere o yılki fuarımıza adı ve varlığıyla onur vermesidir. Burada onurlanan o yazar ya da çizer değil, o yılki fuardır. Dolayısıyla danışma kurulumuz o yazar ya da çizeri belirlerken onun edebi veya sanatsal kişiliğinin yanında insani kişiliğini, yaşamı boyunca duruşunu, topluma hizmetlerini, insana bakışını dikkate alıyor. Bu ölçütler dışında bizim sağ-sol gibi bir kaygımız yok.”
“Kitap okumayan bir milletiz diyoruz ya hep;
“Haklısınız, bu işlevi bize fuar hayatı yükledi ve bundan son derece mutluyuz. Konu son derece yalın ve net; Beylikdüzü’ndeki fuar alanımızda genç bir adam çıkıyor karşıma, çocuğunun elinden tutmuş. ‘Deniz Bey…’ diye başlıyor konuşmaya: ‘Anımsıyor musunuz, Tepebaşı’nda bir kitap arıyordum, size sordum, beni bir yayınevi standına götürdünüz, ne var ki param o kitabı almaya yetmiyordu, siz söyleyince stanttaki görevli dilediğim kitabı armağan etmişti bana… O kitap benim ders kitapları dışındaki ilk kitabımdı. O yıldan bu yana hiçbir kitap fuarını kaçırmadım. Yıllar içinde oldukça büyük bir kitaplığım oldu. Şimdi de oğlumla buradayım.’ Başka ne diyebilirim ki?”
“Kitap fuarının ticari bir nitelik taşıdığı da yadsınamaz bir gerçek. İndirimli kitap almak için gidiliyor fuara. Ama pek çok başka sebepten gitmeli. Kitap fuarına neden gitmeli sizce?”
“Son tüketiciye yönelik bir etkinlik olarak Kitap Fuarı’nın ticari bir işlevi olması doğal, fakat Türkiye’nin kendine özgü koşullarında bu fuar bir yanıyla önemli bir kültür/edebiyat etkinliğine ve sosyal sorumluluk projesine dönüştü. TÜYAP olarak bu niteliğimizden hoşnutuz ve sürdürmeye kararlıyız. Ziyaretçiler açısından kitap fuarı başka hiçbir yerde karşılaşamayacakları bir zenginlik sunuyor. Dokuz gün boyunca her görüşten, her ideolojiden, her inançtan, her konudan on binlerce kitap! Yüzlerce yazar! İki yüzün üzerinde söyleşi, dinleti, gösterim, açık oturum ve binin üzerinde imza günü! Benzerini nerede bulacaksınız?”
“33 yılı deviren TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın hâlâ aksayan, eksik yönleri nelerdir sizce? Ve aksaklıkları gidermek adına neler yapılıyor/ yapılmalı?”
“Kuşkusuz vardır aksayan, eksik yönler. Fakat biz o kadar işin içindeyiz ki Nâzım ustamızın deyişiyle ‘Derya içre olup da deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf’ kişiler olarak bunları dışarıdan bakanlar kadar net göremiyoruz. Bu nedenle dışarıdan gelen eleştirilere çok önem veriyoruz; elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince eksikliklerimizi tamamlamaya, aksaklıklarımızı düzeltmeye çabalıyoruz. Herhalde bu nedenle Avrupa’da hem ziyaretçi sayısı açısından hem de alan büyüklüğü açısından okur fuarları arasında ilk sıradayız.”
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
Benim Şairlerim ONUR BEHRAMOĞLU behramoglu@yahoo.com
“Sende maden ocağı gibi bir şey vardı, gümüşlü bir çukurdan, dünyaya özgü çok derin bir şey. Sen büyük bir adamdın Vallejo. Özeldin, büyüktün; büyük, mineral sessizliği ve zaman ve maddenin bereketli varlığıyla dolu yer altı taşından ışıltılı bir saray gibi. Ve derinliklerinde, senin ruhunun amansız ateşi, kömür ve küller…” Gerçek bir aziz saydığı, umudun yıllanmış savaşçısı Perulu şair Cesar Vallejo’nun ardından yazıyor bu satırları Pablo Neruda. Che’nin, şiirlerini sırt çantasında taşıdığı Vallejo’nun ardından. “Birden, yarım düzine kara domuz, yolu geçip kuzuya saldırdı ve Federico’nun şaşkınlığı ve dehşetiyle geçen dakikalar içinde onu parçalayıp hırsla yedi. Anlatılmaz bir korkuyla kımıldanamaz hale gelen Federico, kuzucuk o yapayalnız şafağın aydınlığında ve yıkılmış heykeller arasında kara bir domuz tarafından öldürülüp yutulurken seyirci kaldı. Madrid’e döndüğünde bunu bana anlattığı zaman sesi hâlâ titriyordu; çocuksu duyarlığı nedeniyle bu ölümcül facia onu çılgınlık derecesinde huzursuz etmişti. Şimdi onun ölümü, onun anılarımızdan silinmeyen dehşet verici ölümü, o kanlı şafağı anımsatıyor. Belki de, bu büyük, nazik, peygamber benzeri şaire kendi ölümünün görüntüsü önceden korkunç bir sembolle sunuldu yaşam tarafından.” Büyük yoldaşı saydığı Federico Garcia Lorca’nın ardından yazıyor bu satırları Pablo Neruda. “Fiziksel olarak o, bir ışık parlaması, sürekli bir enerji, hızlı hareket, mutluluk, tepeden tırnağa insan sevgisine açık tam bir şefkatti” sözleriyle andığı Lorca’nın ardından. “Bir gece Paris’te dostlarım tarafından ağırlanıyordum. Eluard, ellerinde hazinelerle geldi. Bana, belki de edindiğim en değerli şeyleri, Isabelle Rimbaud’nun Marsilya’daki bir hastaneden annesine yazdığı, erkek kardeşinin ölümünü bildiren iki mektubu getirdi. Bunlar o güne değin gördüğüm en yürek parçalayıcı mektuplardı. Paul, mektupları bana verirken, ‘Son kelimelerin nasıl yok olduğunu görüyor musun?’ diye sordu. ‘Burada yalnızca, ‘Arthur’un istediği…’ diyor ve gerisi yok.’ Ve bu Rimbaud idi. Hiç kimse onun ne istediğini asla bilmeyecek.” Hiç kimse ne istediğini asla bilmeyecek, bunun için kederleniyor Neruda, ‘Sarhoş Gemi’ye binip giden Rimbaud’nun ardından. “Onun çok derin ve olağanüstü şiiri, gizil güçlerle yönetilen bir dünyanın açığa vurulmasıdır. Dostluğunun sonsuz saflığı nedeniyle, onu tüm diğer dostlarımdan ayrı bir yere koyuyorum,” diyor, bizde neredeyse hiç tanınmayan Nobelli şair Vicente Aleixandre için. “Büyük dostum Miguel, seni nasıl severim ve nasıl saygı duyarım ve güçlü, gençlik dolu şiirine nasıl hayranım,” diyor, gencecik yaşında acılar içinde ölecek olan devrimci şair Miguel Hernandez için. “Rafael ve ben, basitçe belirtmek gerekirse, kardeş gibiyiz. Yaşamlarımız, şiirimiz ve kaderimizin birlikteliğini canlandırırcasına birbirine örülüdür,” diyor, Rafael Alberti için. Daima büyük bir ormanın kıyısındaki küçük bir köydeymiş, çocukluğunun Temuco’sundaymış gibi şiirler söyleyen komünist Pablo! “Sevgilimsin bu boğuk şeyler içinde yine!” dizesinden esinle belki ‘Sevgilimsin’i yazdı, onunla Paris’te tanışan Ataol Behramoğlu. “Güvercinin pençesiyle perçinlenen kusursuz bir şiir” sözünden etkilendi; öyle bir şiiri perçinleyip güvercinledi ‘Üvercinka’ şairi. “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. / Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara”; hepimiz buradan başladık şiire, ilk aşktan, ayrılıktan. Neruda’yı düşünürken, kibirden azade omuzdaşlığa dair satırlarını hatırlıyorum yine de. En çok neye ihtiyacım varsa onu… Matilde’e bakarken aşkla parlayan gözlerini… Allende’yi… Bir de, Enver Gökçe’nin çevirisini: “Ve, / Çocuk kanları, caddelerden, / Aktı tıpış tıpış, / Çocuksu-çocuksu… / Gel de gör: / Caddeler kan-revan. / Gel de gör: / Caddeler kan-revan. / Gel de gör: / Caddeler kanrevan.”
Hasan Ali Toptaş’la Konuşmak… AYŞE BAŞCI
K
imseyi gücendirmek istemem ama yazarlık atölyelerine her zaman kuşkuyla bakarım. Yazarlık öğrenilebilir bir şey midir, emin değilim. Hatta insan kendini ne zaman “yazar” sayar, bunun bir ölçütü var mıdır, onu da bilmiyorum. Bence asıl ihtiyacımız olan, “okurluk atölyeleri”. Neyi okuyup neyi okumayacağız? Bu anlamda kişisel kriterlerimizi biliyor muyuz? Okuduğumuz kitaptan beklentilerimiz neler? Kitabın asıl sahibi kimdir – yazar mı, yoksa okur mu? Başka pek çok soru sorulabilir okuma konusunda. Ve “okumak” geliştirilebilir bir eylemdir. Okurluk, kimi insanda da yazmaya dönüşür. Okuduğunu ciddiye alan, yazdığını da ciddiye alır. İşte “yazma” meselesini sormak için en ideal kişilerdir bunlar. Kime soralım mesela? Titizlenerek, özenerek, defalarca silip düzelterek, okurlarını bekleterek, kendisi de bekleyerek yazan Hasan Ali Toptaş’a. “Bana göre, yazmak, her türlü iktidarın etkisi dışında yapılan, çok özel bir şeydir. İktidar devlet olabilir, iktidar okurun eğilimi, eleştirmenin bakışı, editörün anlayışı olabilir. Yazar kalemi eline alıp eğildiğinde kâğıdın yüzüne kendi gölgesiyle birlikte bunlardan birinin gölgesi de düşüyorsa, bana göre yazılacak olan metin daha baştan zedelenmiştir.” (Hasan Ali Toptaş, “Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız – Söyleşiler Kitabı”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.) Sadece bu tanımlama bile, onlarca saatlik atölye çalışmasının verebileceğinden daha net bir fikir veriyor insana. Yazmak, ciddi bir iştir. Daha açık söylemek gerekirse, “ilham” denen o müphem kavrama bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Yazın hayatına öykülerle başlayan Hasan Ali Toptaş, daha sonraki dönemde romana yönelerek “Gölgesizler”, “Bin Hüzünlü Haz”, “Kayıp Hayaller Kitabı” gibi yapıtlara imza atmış bir edebiyatçı. Çoğunlukla uzun aralarla yayımlanıyor kitapları. Sessizliği seven bir yazar. Bu durumda, kısa süre önce yayımlanan “Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinden Daha da Yalnız” başlıklı söyleşi kitabını ilk anda biraz yadırgamamız doğal. Zaten Toptaş da bunu itiraf ediyor kitabın önsözünde: “Dikkatimi çeken ikinci şey de şu; ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi.” Ama iyi ki konuşmuş. Emrah Serbes’ten Latife Tekin’e, Semih Gümüş’ten Burcu Aktaş’a kadar pek çok ismin Toptaş’la yaptığı söyleşilerin yer aldığı kitap, başlı başına bir kaynak gibi. Örneğin, “Kelime nedir?” diye soracak olsak, cevabını veriyor Toptaş: “Kelime dediğimiz işaretler, herhangi bir yere yan yana yazılabilen ve yalnızca gözle görülebilen şeyler değildir. Bir büyüsü vardır onların, bir giyinikliği, bir çıplaklığı, bir derinliği, bir karanlığı, bir aydınlığı, bir belirsizliği vardır.” Haydi bakalım, bunu okuduktan sonra bir kelime yazarken on kez düşünmez mi insan? Cümleleri bozup bozup yeniden kurmaz mı? Bir soru daha soralım Hasan Ali Toptaş’a: “Ömür yazmakla geçince, kurguladığımız hayatın dışındaki ‘gerçek’ hayatın uzağında mı kalı-
aysebasci@hotmail.com yoruz?” Cevap veriyor: “Oturup aylarca, yıllarca bir romanın, bir atmosferin içinde yaşıyorsun, kendini unutuyorsun ya, çok kısa bir an için derim ki kendi kendime, dışarıda hayat gürül gürül akıp gidiyor, sen ne yapıyorsun… Çıkıp o hayata baktığımda harflerden başka çaremin olmadığını anlarım yine, geri döner, daha başka bir heyecanla harflerin arasına süzülürüm. Hatta daha başka bir çaresizlikle. İnsan en çok kendi yarattığı cehennemde rahat edebilirmiş, onun cenneti orasıymış gibi geliyor bana.” Kendini “Şehrazat ile Beckett’ın evliliğinden doğmuş bir çocuk” olarak tanımlayan Toptaş, söyleşilerinde sık sık kısacık bir cümleyi vurguluyor: “Bilmiyorum.” Hatta şöyle diyor: “Aslında, itiraf edeyim, kendi yazdıklarıma ilişkin her türlü soruyu cevaplamak güç. Arada bir söylediğim bir şey var, o da şu; ben ne yaptığımı tam olarak bilmiyorum.” Böylesine bir içtenliğin sonucunda böylesine “yaşayan” öyküler ve romanlar çıkması bizi şaşırtmamalı. Çünkü “bilmeyen” bu yazar, belki de sırf bilmediği için kâğıdın üzerine kendi gölgesinden başka bir gölgenin düşmesine izin vermiyor. Peki ama yazarlar kendi romanları hakkında ne düşünürler acaba? “Biliyorsunuz, herhangi bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır. Roman için birçok kurgu tasarlamış ve bazılarını denedikten sonra bunlardan birinde karar kılmıştır çünkü, onu yazarken de birçok sayfayı atmış yahut değiştirmiştir. … Dolayısıyla, zihni çıfıt çarşısı gibidir … Bu sebeple, yazarın kendi romanı hakkında söylediklerine pek kulak asmamalı aslında; roman ne diyorsa ona bakmalı.” Sorulabilecek ne kadar çok soru var, yazmaya-okumaya-edebiyata dair. “Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız”, yazarlar ve yazar adayları için veya Toptaş hayranları için derlenmiş bir kitap değil sadece. Okurlara ve okur adaylarına, dilbilimcilere, eleştirmenlere, soru sormanın adabını merak edenlere de çok şey anlatıyor Hasan Ali Toptaş. Başta da yazdığım gibi, kendini “çok konuşmuş” olmakla eleştiriyor ama iyi ki konuşmuş. İyi ki bu konuştuklarının derlenmesine razı gelmiş. Tamamen söyleşilerden oluşan bu kitabın içinde özellikle dikkat çeken bir de “sohbet” var. İki dost arasındaki (Latife Tekin-Hasan Ali Toptaş) bu sohbeti “dinlemek” istiyorsanız, “Picus” dergisi için yapılan “sözde röportaj”ı okumanızı öneririm. “Ama bizim evde gülünmezdi, Latife. Gerçekten, hiç mi hiç gülünmezdi; hep somurtulur ve uzaklara bakılırdı. Benim çocukluğumda babam uzaklardaydı çünkü. Yıllar sonra döndü ama bu kez de ne varsa, o bakmaya başladı uzaklara. Çok az konuşurdu. ‘Öyle ya,’ derdi sadece. ‘Öyle ya,’ cümlesini değişik tonlara sokarak bize farklı farklı şeyler söylerdi.” Hasan Ali Toptaş’ın suskunluğu, kendi ifadesiyle “bilmemesinden” belki de. Ve bu “bilmemek”, onu hayatın dışında tutup içine taşıyabilen bir filika. “Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız”, Hasan Ali Toptaş, 306 s., İletişim Yayınları, 2014
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Şarkılar Bergen’de Hayata Dönüştü” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Yavuz Hakan Tok: Evet özellikle kullanmadım. Çünkü roman kurgusu içerisinde onları zaman zaman konuşturuyor ya da olayların içine katıyordum ama bu kısımlar haliyle tamamen kurguydu. Onların da kurgu karakterler olarak kalması daha yerinde olacaktı. Selnur Aysever: Kitabın kapağında dikkatimi çeken belgesel roman tanımı oldu. Yavuz Hakan Tok: “Belgesel roman” çok alışık olduğumuz bir tabir değil ama tam da bu romanı karşılayan bir tanım oldu. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak yazılmış kurgu roman ama aynı zamanda içinden geçtiği dönemin ve kadına şiddet, kadın cinayetleri olgusunun bir belgeseli olarak da okunabilir. Yazı dizisinin çıktısını alıp ciltletmek için götürdüğüm fotokopicideki 18-19 yaşlarında bir genç, kapağı görünce “Aaa Bergen abla!” dedi istemsizce. Belli ki tanıyor ve seviyordu ama Bergen öldüğünde o doğmamıştı bile. O gün bu hikâyenin hiç kitap okuma alışkanlığı olmayan bir kesimin de ilgi alanına girdiğini/gireceğini düşündüm. Kitap okumayanlar ne yapıyordu? Dizi izliyorlardı en çok. O zaman bu kitap da bir dizi kurgusuyla yazılmalıydı. Çıkış noktam bu oldu. Bergen’in 30 yıllık kısacık yaşamının kronolojisini çıkardıktan sonra, roman kurgusu içerisinde işleyeceğim olayları kısa sahneler şeklinde tasarladım. Her sahne kendi içinde geri dönüşlerle hikâyeyi bütünledi. Bu da kolay okunan, hızlı akan ve okuyucuyu yormayan bir kurgu çıkardı ortaya. Selnur Aysever: Arabesk şarkı söyleyen bir kadın ve hayatı da o tatta denilebilir. Tesadüf mü sizce? Yavuz Hakan Tok: Bergen’in hayatında bu durum biraz gerçek dışılığa doğru yol almış aslında. “Canım dediklerim canımı aldı” diye bir şarkı var mesela. Birçok arabesk şarkıcısı söyledi ama Bergen’in hayatında gerçeğe dönüştü. Kendi yazmadığı halde hayatını neredeyse birebir anlatan şarkıları var. “Bu Aşk Beni
soruyor ama cevabını vermiyorum kitapta. O cevap her okuyucu için farklı olabilir. Bence kadın ya da erkek, hayatında benzer şeyleri yaşayanlar, bu romanı okuduklarında kendi çıkış yollarını, hatadan dönüş noktalarını bulabilirlerse bu, kitabın en büyük kârı olacak. Selnur Aysever: Roman yazarının kahramanının etkisinde kalmaması mümkün olmasa gerek. Bu bir roman ama dediğiniz gibi gerçek yaşam öyküsü. Sizi etkileyen kısımlardan söz eder misiniz? Yavuz Hakan Tok: Kitabın yazılma safhasında iletişime geçtiğim Bergen’in yeğeni Esra’nın bana anlattığı iki hikâye beni çok etkiledi. İkisini de kitapta kullandım zaten. Detay vermeyeceğim ama birinin Bergen’in babasının bedduası, diğerinin ise çiçek hikâyesi olduğunu söyleyebilirim. Kurgu sananlar oldu ama her ikisi de gerçek. Sonu bilinen bir hikâyeyi romanlaştırmanın en zor tarafı, son noktayı koymaktı. Herkesin bildiği son, okuyucu kitabın son sayfasını çevirip arka kapağını kapattığında mutsuz edecek, yarım kalmışlık hissi yaratacaktı. Bunu nasıl çözerim diye düşünüp dururken tesadüfen Esra bana çiçek hikâyesini anlattı ve ben “Kitabın sonunu bulduk!” dedim o gün. Nitekim öyle de oldu. Yazarken en çok etkilendiğim kısım ise kezzap sahnesi oldu. O sahneyi yazdıktan sonra uzun bir süre yazmaya ara verdim. Selnur Aysever: Peki sonra nasıl devam ettiniz? Yavuz Hakan Tok: Bilindiği gibi, kitaplar yazılıp bitirildikten sonra yazarlar tarafından yayınevlerine götürülür ve önerilir. Yani en azından ilk kitabınızda böyle yaparsınız. Ama ben tamamen durmuştum ve tamamlayamıyordum kitabı. Kendimi tekrar yazmaya motive edebilmek için yarım bir romanı, yani romanın kezzabın atılmasıyla biten ilk yarısını götürdüm Alfa Yayınevi’ne. Hakikaten işe yaradı ve yayınevinden gelen “Biz bu kitabı basarız” cevabından sonra tekrar yazmaya koyuldum.
Yazar olarak tarafsız ve sakin kalmayı tercih ettim ve bunu yaparken açıkçası zaman zaman zorlandım. Ama benim araştırdıklarımdan, okuduklarımdan, duyduklarımdan anladığım ve ortaya çıkardığım hikâye buydu. Bu bir gerçek yaşam öyküsüydü ve tıpkı gerçek yaşamdaki gibi kimse mutlak haklı, mutlak haksız, mutlak iyi ya da mutlak kötü değildi Öldürecek”, “Garibin Çilesi Mezarda Biter”, “İçimde Bir His Var Öleceğim Diye” ve elbette “Acıların Kadını”. Söylediği şarkılarla yaşayacaklarını çağırmış diye de yorumlayabilirsiniz bunu (ki öyle yorumlayanlar oluyor), tamamen bir tesadüf olarak da. Selnur Aysever: Kitabı okurken, film izliyor gibi hissettim. Üslubu bu şekilde seçmeniz, kolay okunması için miydi? Yavuz Hakan Tok: Hikâye her bakımdan ajitasyona çok müsaitti. Dallanıp budaklandırmak, ağdalandırmak da mümkündü. Yazarken önümdeki en büyük tuzak buydu. Yazar olarak tarafsız ve sakin kalmayı tercih ettim ve bunu yaparken açıkçası zaman zaman zorlandım. Ama benim araştırdıklarımdan, okuduklarımdan, duyduklarımdan anladığım ve ortaya çıkardığım hikâye buydu. Bu bir gerçek yaşam öyküsüydü ve tıpkı gerçek yaşamdaki gibi kimse mutlak haklı, mutlak haksız, mutlak iyi ya da mutlak kötü değildi. Selnur Aysever: Okurun zihninde en çok neyin kalmasını istiyorsunuz? Yavuz Hakan Tok: Didaktik sosyal mesajlardan, internet tabiriyle “duyar kasmaktan” hoşlanan biri değilim. Bu kitabı yazarken de böyle bir amacım yoktu. Ama zaten hikâyenin kendisi okuyanı düşündüren ve insana kendini sorgulatan bir örgüye sahip… “İnsan kaderinin ne kadarını kendisi yazıyor?” sorusunu
Selnur Aysever: Neredeyse her gün kadın cinayeti haberi okur hale geldik. Bergen’in de hayatı bir cinayetle son buluyor. Kıskançlık, erkek şiddetini meşrulaştırıyor mu? Yavuz Hakan Tok: Bu aşkın bir yerden sonra artık hastalıklı bir tutkuya dönüşmüş olduğu aşikâr. Ondan sonrasını ne kadar “aşk” diye adlandırabiliriz, orası tartışılır. Üstelik bu tek taraflı bir bağlılık da değil. İki tarafın da sürekli tetiklediği bir gel-git söz konusu. Herhangi birini “o benim kaderim” diye kabullendiğiniz sürece teslimiyet safhasına geçiyor ve başınıza gelecekleri önceden sezseniz bile karşı duramayabiliyorsunuz. Şiddeti hiçbir gerekçe meşrulaştıramaz elbette. Ne çare, “seven kıskanır” gibi son derece ucu açık ve tehlikeli bir söylem fena halde genlerimize sinmiş durumda. Bu elbette bizimki gibi kapalı ve ataerkil kodlarla yaşayan toplumlara özgü bir durum… Kaldı ki kıskanmayı mazur görsek bile, bu da şiddetin gerekçesi olamaz, olmamalı. Selnur Aysever: Kitaba gösterilen ilgi, satış rakamları beklediğiniz gibi mi? Yavuz Hakan Tok: İlk kitabını yayımlamış bir yazar, hele ki okuma oranın bu denli düşük olduğu bir ülkede, istese de büyük hayaller kuramıyor. Bu nedenle kitabın kısa sürede ikinci baskıya girmesine şaşırdığımı ve çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Ama daha da önem-
lisi, kitap çok konuşuldu ve çok olumlu tepkiler aldım. Acemi bir yazar olarak yayınevinde “Promosyon yapılacak değil mi?” diye sorduğum gün, sadece benim de takip ettiğim birkaç kitap dergisinde kitap hakkında yazılar çıkıp çıkmayacağını kast ediyordum. O yazılar da çıktı nitekim ama üstüne çok sayıda televizyon ve radyo programına katıldım, röportaj verdim. İtiraf edeyim, bu kadarını ben de beklemiyordum. Selnur Aysever: Yavuz Hakan Tok tarafından yazılmış başka hangi “belgesel roman”ı okuyacağız? Yavuz Hakan Tok: Günün birinde kitap yazmaya başlayacağımı biliyordum ama bunun bir roman olacağını ben de bilmiyordum açıkçası. Hatta yazılmış ama yayımlanmamış bir araştırma kitabım da var. Ancak biyografilerin hem okuyucu hem de yazar olarak her zaman ilgimi çektiği de bir gerçek. Bundan sonraki çalışmam ne olur, onu şimdiden planlamış değilim. Ama müzik yazıları bir yana, kurgu yazmak konusunda da cesaret kazandığımı söyleyebilirim artık. Bergen’de olduğu gibi kendiliğinden çıkıp gelecek bir hikâye olacaktır mutlaka. Onu bekleyeceğim. Selnur Aysever: Son olarak belirtmek istediğiniz bir şey var mı? Yavuz Hakan Tok: Şunu özellikle belirtmek isterim ki, Bergen’in yeğeninin ve görüştüğüm aile bireylerinin hiçbirisinin hiçbir maddi beklentisi/talebi olmadı ve aramızda böyle bir alışveriş de yaşanmadı. Bu kitabın, hayatı boyunca acı çekmiş, yüzüne kezzap atılmış, şiddete maruz kalmış, bıçaklanmış ve nihayetinde genç yaşta öldürülmüş bir kadının, bugün bile bir dolu hayranı, seveni, dinleyeni olan bir şarkıcının hikâyesini anlatmak ve onun anısını yaşatmak gibi bir misyonu var. Bunun önüne hiçbir alışveriş geçemezdi. Geçmedi de zaten. Bundan sonraki süreçte de geçmeyecek.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
KISA KISA 11 Çağdaş Besteci İlhan K. Mimaroğlu, Pan Yayıncılık Çağdaş müzikle ilgilenmek isteyen okur için yazılmış olan kitap, çağdaş müziğin gelişmesine en büyük etkisi olan on bir besteci üzerine makalelerden oluşuyor. Mimaroğlu, kitabın konunun uzmanları için de bilgi verici olduğunu söylüyor.
Anabasis Ergin Yıldızoğlu, Tekin Yayıncılık İçinde itiraz, mücadele barındıran, karanlıktan çıkışı sevinçle ve umutla karşılayan şiirler… Şair, sanatın bu dalgaya nasıl eşlik edeceğini soruyor. Ataol Behramoğlu, “Anabasis”i 1960’lı yıllardaki heyecanıyla karşıladığını söylüyor.
Alocu Tilki’nin Serencamı Emrah Polat, İletişim Yayınları Garip, yaralı, kahırlı, vicdanı unutan ve hatırlatan bir roman. Kirli bir adamın küskünlüğünü trajikomik bir dille anlatıyor. İlk romanı “Yüzler”le okurun ilgisini çeken Polat, bu kez muzip ve karanlık bir hikâyenin anlatıcısı.
Öteki Bahçe Ali Kırca, Doğan Kitap Ana akım medyanın ekran yüzü, televizyon tarihinin unutulmaz ismi Ali Kırca bu kez bir romanla karşımızda. Hayatları roman olabilecek insanların, şehirlerin ve adaların öyküsünü anlatıyor Kırca. Okuru 1960’ların sonuna götürüyor.
Beethoven-Müziğin Dönüm Noktası Aydın Büke, Can Yayınları Mozart ve Chopin biyografilerinin ardından bu kez dünyayı yerinden oynatmış bir dâhi olan Beethoven’ın hayatını, yine bir roman derinliğinde anlatıyor Büke. Dönemin ünlü siyaset adamlarının, prenseslerinin portreleri de anlatıya renk katıyor.
Fülfül Büyüsü Ece İrem Dinç, Maya Kitap Murat Uyurkulak’ın “Bu kitabı şık bir şapka gibi başınızda taşımak isteyeceksiniz. Ama ne yazık ki size çok daha fazlasını yapacak,” dediği roman, “Zapta geçmemiş bir büyücünün masalı” alt başlığını taşıyor. Dinç’in bu ilk romanı okura büyülerle ve kadınlarla ilgili bir masal anlatıyor.
Alis Çeşnici Tuşlar Diyarında İshak Reyna, Kelime Yayınları Bugüne dek gençlik edebiyatına önemli katkıları olmuş bir isim İshak Reyna. Ama bu kez kendi kaleminden çıkan bir romanla selamlıyor gençleri. “Alice Harikalar Diyarında”nın “çağdaş” yorumu olarak da okunabilir. Alis bu kez bambaşka bir diyarda…
Tanpınar’ı Anlamak İçin… KAAN KOÇ “Ahmet Hamdi geleceğe sürgün yaşamış: Bir kez daha anlıyoruz. Ancak mücevherin yaşı olmaz, parıltısı gitmez. Önemli olan onu bulmaktır, geçmişten bugüne, dolayısıyla geleceğe taşımaktır. “Böyle bir mücevhere kim yakından bakmak istemez?” Su içtiği pınara eğilmeyen bir ceylan görülmüş müdür? Oysa insanlar âleminde mümkündür bu; pek çoğumuz bize ilham veren suların, değil başına eğilmek kaynağını bile merak edip araştırmayız. Ölçeği daha da daraltırsak; kitaplarını raflarımıza sevinçle dizip sevdiklerimize “mutlaka okumalısın”lı cümleler kurduğumuz yazarları aslında çokça yalnız bırakmışızdır. Bahsi yükseltmek ve konuya daha dikine bir giriş için meşhur bir örnekten yürüyelim; Picasso’nun Guernica’sına baktığımızda artık hemen hepimiz o tablonun gerisindeki tarihsel derinliği görebiliyoruz. Çünkü ünlü ressamın ünlü tablosunun hikâyesi de iletişim kaynakları tarafından şöhretlendirilip bize sunuldu; ayağımıza gelen bir lütuf. Tersten düşününce, eğer orada resmedilen bombardıman gecesinden bihaber olsaydık tabloya baktığımızda yalnızca “bu Picasso hakikaten büyük adammış” deyip tabloyu ve o geceyi terk edecektik. Ve Guernica bir daha bombalanacaktı. Şans, Picasso’yu yer yer ıskalamadık belki ama kendi coğrafyamızda kitaplarını okuyup caka sattığımız, buzdağının yalnız tepesiyle tanışıp bütünle hemhal olamadığımız çok deha var. Bunlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar. Okunmayı bekleyen bir obelisk gibi dikiliyor karşımızda. Bizse yalnız önüne geçip kendi memleketimizde turistik fotoğraflar çektiriyoruz onunla. “Kimdir gerçek Ahmet Hamdi? Yanıtı olmayan sorular bunlar. Tek söyleyebileceğimiz şudur: Satırların arasında okurlarıyla saklambaç oynayan bir hayalettir Ahmet Hamdi. Her büyük yazar gibi.” Oğuz Demiralp bu noktada, Ahmet Ham di’yle saklambaca tutuşma onuruna erişen okuyucuların elinde pusulaya dönüşüyor kitabıyla. Gerek yerli gerek yabancı birçok düşünür ve yazar ile Tanpınar arasında kurduğu köprülerden geçirip pınarın kenarına getiriyor bizi. Kitapta Demiralp’in 1999’dan 2014’e kadar hem gazete ve dergiler hem de Tanpınar kitaplarına önsöz olan metinleri var. Bu çağın insanı olarak kimi eserler sayesinde şanslı sayılırız; bu kitap da onlardan biri. Sanki biz tam o obeliskin önünde havalı bir fotoğraf çektirirken kadraja girip kulağımıza o dikilitaşın üstünde neler olduğunu anlatan biri var. İlkin 93’te “Kutup Noktası – Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme”yi yayınlayan Oğuz Demiralp şimdi de “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim” diyor. YKY’den yayınlanan bu kitabın adını ilk gördüğümde “Tanpınar’a Huzur Vermek” bahsini açıkçası idrak edememiştim. Belki de ihmalkârlığa yol açan tarzda bir iyimserlik ve kutsamayla “koca Tanpınar’ın bizim vereceğimiz huzura niçin ihtiyacı olsun ki?” diye geçirmiştim içimden. Fakat kitabın daha ilk sayfalarında tablonun ardında yatan, kederinden kaçtığım o gerçekle çarpıştım; “beni kendi kutbumda yalnız bırakma” diyen Ahmet Hamdi
kaankoc@gmail.com Tanpınar, kendi kutbunda yapayalnız hâlâ. Bu yazıyı yazarken bendeki Ahmet Hamdi’ye değinmemeye özen gösteriyorum; çünkü Oğuz Demiralp’in kitabı ve cümleleri benimkilerden çok daha mühim bu konuda. Fakat tek bir nefesle araya girmem gerekirse; Ahmet Hamdi’nin, henüz incelenmemiş ve idrak edilmemiş şu anki haliyle bile, kültürel ve toplumsal hayatımızın denge noktalarından biri olduğunu düşünüyorum. Niçin veya nasıl diye sorarsanız bunun cevabını benden almak yerine “Ahmet Hamdi’ye Biraz Huzur Verelim”e başvurabilirsiniz. Zira buzdağının haritası ve Ahmet Hamdi’ye dair en berrak su damlaları bu kitapta. “Böylesi bir yalnızlık güçsüzlük değil, gücün ifadesidir. Kendi farkını (ayrımını) görmek, bunu kabul ederek kendini aldatmaya çalışmadan yaşamak kolay değildir. Bizimki gibi bireyin yeterince gelişmediği, bir öbeğe ait olma güdüsünün ruhları güttüğü bir toplumda Tanpınar’ın yalnızlığı tinsel bir kahramanlıktır. Türkiye gibi bir ülkede, hiçbir öbeğe ulanmadan ayakta kalmaya çalışmak önemli bir kişilik gücü gerektirir.” Tanpınar’ın bu tinsel kahramanlığı ve yalnızlığını, farkının ayırdına varıp onu bilgece kabul edişini belki şiirlerinde ve roman kahramanlarında sezmişsinizdir. Çünkü hemen hemen her esaslı yazar ve “yalvaç” gibi Tanpınar da kendi evrenini sorguya tabi tuttuğu kozmosla çarpıştıran, iç âlemini parçalara ayırıp kâğıda salt bu çarpışmanın izlerini bırakan bir duru su pınarı. Ve “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim”i okurken yazarın dip serüvenlerine tanıklık edebiliyoruz. Ayrıca Ahmet Hamdi’nin romanları, karakterleri, birçok cümlesinin ve meramının derinliği Oğuz Demiralp’in eliyle bize gösterilirken büyük yazarın temelde �düzyazılarının tümünde de� bir şair olduğunu kavrıyoruz hemen. Müstesna yazarın estetliğini, erotizm ve ironisini, birçok açıdan ne mühim bir aydın olduğunu da. Yazımın başında “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim”den yaptığım alıntıda “bir mücevherin yaşı olmaz” diyen Oğuz Demiralp, bu kitabıyla bir inci avcısı olarak duruyor karşımızda. Ve yine tıpkı inci avcıları gibi, yılların verdiği çalışma-araştırmalarla, tüpsüz teçhizatsız suya dalıp dakikalarca derinde kalabilen Demiralp iki yol bırakıyor okuyan ve okumayanlara; ya dikilitaşın önünde poz vermekten vazgeçip yüzümüzü ona döneceğiz ya da tıpkı Bizet’nin en az Carmen kadar haşmetli olan ama ne yazık Carmen’in şöhretinde ezilen o İnci Avcıları (Les Pêcheurs De Perles) adlı operasındaki kaderi yaşayacağız. Ama ben değil yalnız umutla, çağın gittiği yere de bakarak Bizet’nin İnci Avcıları’ndaki yalnızlığına ters bir tablo görüyorum. “Yıldızların ve palmiyelerin altında sevdiğini duyup görmeyi” bekleyen Bizet’nin aksine biz bir gün Ahmet Hamdi’yle sahiden tanışacağız. Ve onun kutbunda hasbihal ederken kulağımızda muhakkak Oğuz Demiralp’in cümleleri de çınlayacak. Tıpkı enginlerden çıkarılmış bir incinin üzerindeki parmak izleri gibi. “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim”, Oğuz Demiralp, 178 s., YKY, 2014
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Asi Edebiyatın Arkasındaki Hayatlar OZAN EZGİ BERBEROĞLU
E
serleriyle bizlere bambaşka hayal dünyalarının kapısını açmış yazarların sıradan hayatlar yaşayabileceği tabii ki aklınıza gelmez, ama bu kadar da olmaz dedirtecek yaşam öyküleri olduğunu hemen söyleyeyim. “Aşkta Kaybeden Fizoloflar”ın yazarı Andrew Shaffer, yeni kitabı “Edebiyatın Aykırı Çocukları”nda yazın dünyasına yön veren çok sayıda ismi yan yana getiriyor. Lord Byron, Edgar Allan Poe, Oscar Wilde, Ernest Hemingway, Dorothy Parker, Hunter S. Thompson, Jack Kerouac ve daha birçok isim Andrew Shaffer’ın kitabında aykırı yönleriyle karşımıza çıkıyor. William Faulkner’ın “İçki dökmek tıpkı kitap yakmak gibidir” ya da Marquis de Sade’nin “Meziyet nedir bilmek için önce kötü huylara aşina olmalısınız” cümleleri, aykırı çocukların dünyayı sıra dışı bir idrakla bedenlerine aldıklarını ve zamanı farklı yorumladıklarını gösteriyor. Cinsel yolla bulaşan hastalıklar, fırtınalı ilişkiler, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, depresyon ve intihar büyük yazarların yaşam öykülerinde karşılaştığımız şeylerden sadece birkaçı. Ruhsal dalgalanmalar ve görece zayıf yönleriyle karşımızda çıplak kaldıklarında ise onlarla daha da yakınlaşıyoruz. Elbette duygu yoğunluklarının eşsizliği gibi, yaşadıkları çalkantılar ve saplandıkları alışkanlıklar da daha rijit, yönelimleri daha radikal ve kararları daha sarsıcı olabiliyor. Bu da onları “aykırı” yapan yönleri diyebiliriz. Shaffer yazarların aşırılıkları ile başarılarını aynı düzlemde inceliyor ve kronolojik olarak sunuyor. Böylece büyük eserlerin ardında hangi ilhamların gizli olduğuna, hangi sarsıntıların yepyeni fikirleri beraberinde getirdiğine dair ipuçları elde etmiş oluyoruz. Edebiyat dehalarının boynunda adeta iki ucu keskin bir kılıç bulunuyor. Çift kutuplu ruh halleri yazarlara olağanüstü bir duygusal derinlik kazandırırken aynı zamanda topluma uyumlu bir yaşam sürmelerinin önüne geçiyor, hatta özyıkımcı davranışlar geliştirerek izolasyona yönelmelerinin yolunu açıyor. Bir başka deyişle büyük eserlerin bedeli de büyük oluyor. Edebiyatın aykırı çocuklarının karanlık yüzleri, gizli odaları, sakladıkları tutkuları ve pençesinden kurtulmak için adeta çırpındıkları bağımlılıkları var. Sıra dışı yaşamların içinde kimi hayatın akışını ellerinde tutmaktan memnun yol alırken, kimi yaşamla bağını git gide kaybetmesine yol açan karanlıktan her fırsatta şikâyet ediyor. Bu noktada, söz konusu edebiyat dehalarını ikiye ayırabiliriz. Örneğin Marquis de Sade hayatını tutsak ve kaçak olarak geçirmek zorunda kalmasına rağmen onu bu denli damgalanmaya sürükleyen deneyimlerin, aşırılıkların ve toplum gerçeklerinden kopuk, yakıcı tutkularının efendisi olmaktan, onları sürekli beslemekten ve alanlarını genişletmekten büyük haz alırken; Samuel Taylor Coleridge “En mutsuz şarlatanlıklar ve cehaletin en zararlı türü olan yarım yamalak bilgilerle baştan çıkarılarak uyuşturucuya alıştırıldım” ifadesiyle onu esir alan bağımlılıktan yakınıyor. Shaffer’ın kitabına aldığı yazarların büyük bir kısmında ortak bir psikolojik fenomen gözleniyor. Birbirleriyle eş zamanlı yaşamamış ve
ozan@ozanezgiberberoglu.com üretmemiş olsalar bile aralarında adeta bir paylaşılmış halüsinasyon durumu var. Varlıklarını çoğu zaman hiçe sayan ve düşsel bir akıntının içinde sürüklenirken yıkıcı alışkanlıklarının zihinlerinde oluşturduğu tahribatı görmezden gelen yazarlar hem itibarın hem de dışlanmanın en uç noktalarında yürüyorlar. Birçoğunun dolu dolu geçen zamanları, özenilesi hayal dünyaları, arkalarından milyonları sürükleyen düşünceleri ve yüzyıllarca sürecek etkileri göz kamaştırırken, gizli odalarında bağımlılıklar, zaaflar ve korkular onları kıskıvrak yakalayarak boyunlarına bir halka gibi dolanıyor. “Edebiyatın Aykırı Çocukları”nda birçok yazarın oldukça ilginç deneyimlerine yer verilmiş. Tabii ki, adı geçen yazarların eserlerini daha önce okumuş olmak, dehalarının beslendiği kaynakları aydınlatmada ve yaşamlarındaki hareketlilik ile üretimleri arasında ilişki kurmada faydalı olacaktır. Bu dehalar arasında öne çıkarılabilecek isimlerden birisi Lord Byron. Byron kimi kaynaklarda tüm zamanların en yaratıcı şairlerinden biri olarak anılırken hayranlarının bile garip karşılayacağı birçok alışkanlığa sahipti. Bunların arasında kapalı alanlarda silah kullanmak ve kafataslarında şarap içmek sayılabilir. Peki, İngiliz şair Samuel Taylor Coleridge’in ünlü epik şiiri Kubilay Han’ı uykusunda yazmış olmasına ne dersiniz? Şair bir gün öğleden sonra, masasında üç saat sızar ve ardından şiir zihninde tamamen oluşmuş halde uyanır. Hayalini hemen yazmaya koyulur ancak ansızın gelen bir misafiri ağırlamak zorunda kalır. Ziyaretçisini uğurladıktan sonra şiirine geri döner. Ne var ki, sekiz veya on dağınık mısra ve imge hariç aklındakilerin hepsi suda yansıyan görüntünün atılan bir taşla silinmesi gibi yok olup gitmiştir. Şair yarım kalan şiirini rafa kaldırır. Şiir Lord Byron’un onu şans eseri okumasıyla tarihteki yerini alır. Hayatları hakkında birtakım bilgilere sahip olsak da kimi yazarların tutkuları uğruna aldıkları riskleri gördüğümüzde, onların ortak bir güdüden beslendiklerini düşünmeden edemiyoruz. Cinsel düşlerini gerçekleştirmek ya da bağımlılıklarını doyurmak için ailelerinden ve sevdiklerinden uzaklaşmayı, stigmatizasyonu göğüslemeyi, hapse girmeyi ve hatta ölüme yürümeyi seçmeleri onlara duyduğumuz hayranlığa bir miktar ürküntüyü ekliyor. Bu “aykırılıklar” kimi zaman onların ilham kaynağı oluyor kimi zamansa düşüncelerine ket vurarak onları esir alıyor. Düşsel dünyalarını geliştirmek ve duygularını devinim içinde tutmak belki de bedel ödemeyi gerektiriyor ve onlar bu bedeli çemberin dışına çıkarak ödüyorlar. Bu aykırı yolculukta gösterdikleri cesaretse onları farklı, biricik yapan özellikleri. Andrew Shaffer, edebiyatın bu öncü isimlerini “asi yazarlar” olarak adlandırdığı “Edebiyatın Aykırı Çocukları”nda bizi onların cesur dünyalarını, zihinlerinin karanlık koridorlarını ve çokça konuşulmayan alışkanlıklarını yakından gözlemeye çağırıyor. “Edebiyatın Aykırı Çocukları”, Andrew Shaffer, Çev: Çetin Soy, 296 s., NTV Yayınları, 2014
KISA KISA Öksüzlüğümüz Kazuo Ishiguro, YKY Çağdaş dünya edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Kazuo Ishiguro, dinmek bilmez kargaşadan yorgun bir dünyaya götürüyor bizi. 1930’ların gergin atmosferine. Örselenmiş bir çocukluk hikâyesini dünyanın çelişkileriyle örüyor.
Gökkuşağının Gölgesi Burcu Özbek, Akılçelen Kitaplar Yerli ile yabancının, yazan ile yazılanın, gerçek ile düşün yer değiştirdiği gözü kara bir roman. Barselona’nın bohem bir mahallesinde yitik bir aşkı anlatılırken, Woody Allen’ın bile dahil olduğu bir kurmaca dünya kuruluyor.
Miramar Necip Mahfuz, Kırmızı Kedi Yayınevi Nobel ödüllü yazan Necip Mahfuz’un en bilinen ve en sevilen romanlarından “Miramar”. Mahfuz, Farklı ekonomik ve politik görüşlere sahip bir grup insanın yaşamları ve ilişkileri üzerinden 1960’lı yılların Mısır’ını anlatıyor. Çeşitlilikle çatışmanın iç içe geçtiği bir ülke metaforu…
İstisna Christian Jungersen, Ayrıntı Yayınları Danimarka’nın çoksatar listelerinden 18 ay inmeyen bu kitap, insanı suça sürükleyen karanlık içsel dürtüler ile onları su yüzüne çıkaran dışsal dinamikleri harmanlıyor. Bireysellik ile bencilliğin birbirine karıştığı günümüz dünyasının acımasız bir eleştirisi.
Vango Yurtsuz Prens Timothée de Fombelle, YKY Yazar, serinin ilk kitabı “Yerle Gök Arasında”da olduğu gibi geçmişimize ve günümüze, insanı insan yapan tüm duygulara dair hikâyesini sürdürüyor. Kahramanımız Vango’nun tehlikeli, heyecanlı ve tutkulu macerası, 2. Dünya Savaşı yıllarında geçiyor.
Peri Efsa Sevgi Saygı, On8 Kitap Yine 2. Dünya Savaşı’nda geçen ama bu kez gençler için yazılmış bir kitap var elimizde. Hitler’in 53. yaşgününde doğan iki bebek, Sermet ile Peri Efsa’nın sırlarla dolu hikâyesi. Polisiye ile fantastiğin iç içe geçtiği bu kurgu bir ailenin trajedisini anlatıyor.
Kalem Kitabı Haz. Feridun Andaç, Varlık Yayınları Bir yazar için kalemin taşıdığı anlamları saymaya gerek yok. Bilgisayar çağında bile olsak böyle. 45 Türkiyeli edebiyatçı bu kitapta kalemle kurdukları bağı anlatıyorlar. Okuru sanatsal yaratıcılığın kaynakları üzerine düşünmeye sevk eden bir kitap.
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
SİMLA SUNAY
Burnum Olmadan Asla!
A
ylak Adam Çocuk Yayınları yeni kurulan bir yayınevi. Biz de Güneşli Kütüphane’den onlara hoş geldin demek için Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Burun” adlı öyküsünü seçtik. Gogol Rus edebiyatının devlerinden biri, anne baba okurlarımız çok iyi bilirler, şimdi de çocuklarıyla paylaşma zamanı! Gogol, yazın hayatına masal derleyerek başlamış. Günümüzde Ukrayna sınırlarına dâhil olan yaşadığı yörelerin sözlü anlatılarını kâğıda dökmüş. Çocuklara özel yazmadığı ama gerçeküstü kurgusu nedeniyle genç okurlara hayli uygun düşen ironik öyküsü Burun’da geleneksel masal dilinden çok uzak, yeni bir dil ve kurgu yaratmış büyük usta. Puşkin’in çıkardığı dergide 1836’da yayımlanan öyküyü Emek Kızıltaş genç okurlar için hem çevirmiş hem de resimlemiş. Burun, Gogol’un ilk öykülerinden ve onun düzen, hiyerarşi, iktidar ve sınıf eleştirilerini içeren edebiyat tarihi açısından çok özel bir öyküsü. Bir sabah uyandığında burnu olmadığını fark eden mevki meraklısı bir binbaşının başına gelenlerin anlatıldığı eserde, bir organ olarak burun rastgele seçilmemiş elbette. Bir ‘görünüş’ simgesi olan burun, yüzün tam orta yerinde kibri temsil ediyor. “Burnu havada”, parayı, şanı, şöhreti, rütbeyi fazlasıyla önemseyen, gittiği berberi hor gören Binbaşı Kokalev, uyandığında burnunun yerinde gözleme gibi yamyassı bir tenle karşılaşınca hayli panikliyor doğal olarak. Kayıp ilanı vermeye çabalıyor önce, sonra sorumlu ve suçluları aramaya başlıyor. Oysa “burun” ayyaş berberinin ekmeğinden çıkmıştır, bir akşam karısıyla oturduğu sofrada ne hikmetse. Zavallı burunun başına gelme-
ŞÜKRAN FARIMAZ’DAN İNCİLİ BİR KİTAP “İnci Avcısı”, çocuklar için yeni yeni yazan ancak 80’lerden beri değerli bir öykücümüz olan Şükran Farımaz’ın kısa öykülerinden oluşan, edebiyat lezzeti barındıran özel bir eser. Can Yayınları’nın on iki yaş ve üstüne önerdiği ama bence on yaşa kadar uygun olabilen (çocuğa göre değişecektir) kitap, Türkçesi, dili, anlatımı açısından son derece zengin kısacık öykülerden oluşuyor. Kelime dağarcığını genişletmek için biçilmiş kaftan. Masal anlatımını benimseyen ama kendine has üslubu olan, masalları da eleştiren; politik ifadelerden, mesajlardan kaçınmayan; gündeme dair sosyal itirazları olan; olay örgüsü kaygısı taşımayan çok renkli öyküler… Çocuklar için yazma gayesi güdülmeden kaleme alındığı belli olan, yazarının da yazarken keyif aldığını duyumsatan bir kitap bu. Birbirinden ilginç coğrafyalar, tarihi simgeler, masal kahramanlarından alıntılar, Jack London esintilerinden geleneksel meddah oyunlarına kadar çocuk okurlarının önüne büyük bir dünya seriyor. Kral Yolu’ndan yüz yaşında bir kaplumbağa geçiriyor sözgelimi. “Geçmişini hiç unutmayan ırmak, akışını kararlılıkla sürdürür, oradan buradan kaptığı şeyleri bir güzel yayardı ovaya.” Şükran Farımaz, şiirsel, inci gibi işlenmiş, geniş kelime hazneli tümcelerle sarıp sarmalıyor, hep doğadan yana duran kısa hikâyelerini. Soytarılar, inci ve altın avcıları, kaptanlar, sfenksler… Kahramanı gemi olan bir öyküde, bakışını onun gözüne yerleştirerek kadrajlıyor denizi ve çevresini. Yer yer okura doğrudan seslenişiyle güneşli kütüphanenizde keyifle yankılanacak çok değerli, usta bir kalem Şükran Farımaz. Çocuk edebiyatına ne hoş gelmiş. “İnci Avcısı”, Şükran Farımaz, Resimleyen: Claude leon, 10+ yaş, 61 sayfa, Can Yayınları, 2014
BİRİCİK VE HARİKA DÜNYASI “Biricik, okuldaki diğer çocuklardan her zaman biraz farklıydı.” Böyle başlıyor Biricik serisinin bir kitabı. Biricik gerçekten farklı. Aslında kitabın amacı farklı olmadığını vurgulamak. Laf arasında “erkek Fatma” dedikleri türden küçük, şirin ve çok hareketli bir kız çocuğu Biricik. Farklılığı erkek
yen kalmaz. Berber başından savmak için köprüden atar ama tez zamanda bulunur. Berber hırsızlıktan hapis yatacaktır sonra. Kokalev burnu olmadan sosyal çevreye çıkmaya çekinir. Yüzünü gizler. “Hayatta bir insanın başına bundan daha kötü bir şey gelebilir mi?” diyerek ironiyi zirveye taşır. Gogol kahramanıyla makara geçip durur hikâye boyunca. Burun denen şu gafil organımız, usta yazarın hicivli anlatımıyla, tek başına toplumdaki estetik önyargıları bir bir ortaya serer, sadece kaybıyla. Emek Kızıltaş çocuklar için hiçbir değişiklik yapmadan orijinal metne sadık kalarak çevirmiş öyküyü, edebiyat tarihine geçen metnin hakkını vermiş. Bu büyük eseri yazıldığı zamanının modern eserleri arasına çeken de son bölüm olmalıdır. Gogol son kısımlarda hikâyeyle, yazar olarak kendisiyle ve hatta olayların kulaktan kulağa yayılmasıyla da dalga geçer ve gerçeküstü olguları yeni yeni sorularla deşer durur. Son cümlede, kendine has üslubuyla, burun hikâyesinin yayılmasına hükümetin müdahale etmesi gerektiğini düşünen pozitif bilimci bir beyefendiyi de eleştirmekten geri durmaz. Oysa olaylar “anlaşılması güç bir biçimde bir örtüyle gölgelenmektedir”. İşte yazar o örtüyü seren kişidir aynı zamanda. Gerçek apaçık olan mıdır ki? On iki yaş ve üstü gençlerin Gogol’la tanışması için çok doğru seçilmiş ve kotarılmış özgün, güneşli bir yayın “Burun”. “Burun”, Nikolay Gogol, Resimleyen ve çeviren: Emek Kızıltaş, 12+ yaş, 72 sayfa, Aylak Adam Çocuk Yayınları, 2014
çocukları gibi oyunlar oynayabilmesi. Sözgelimi, futbol. Cesur ve gözüpek. Yaratıcı ve çılgın. Renkli ve her zaman çok heyecanlı. Dünyayı değiştirebilecek bir enerjisi ve zekâsı var. Düzeni olumlu anlamda bozan, başka bir yoldan düşünebilen gerçekten biricik bir çocuk. Mavi Kelebek Yayınları’ndan şimdilik üç kitabı çıkan serinin en önemli artısı cinsiyetçiliğe karşı duran ve bu meseleye özen gösteren titiz bir yayın olması. “Beklenmedik” olduğu söylenen Biricik aslında her çocuğun içinde var. Sistem izin verirse hepsi Biricik gibi “farklı telden çalacak”! “Biricik ve Harika Dünyası”, Dave Whamond, 6+ yaş, Mavi Kelebek Yayınları, 2014
ACABA NE OLSAM? “Sevdiği işi yapanlar, hayatları boyunca çalışmış sayılmazlar,” sloganıyla çocuklara meslekleri tanıtmak amacıyla deneyimli yazar Toprak Işık tarafından hazırlanan dört kitaplık başvuru serisi “Acaba Ne Olsam?”, Bilim İnsanı ve Mühendis başlıklarında raflarda yerini aldı. “Hayatta insanın yapabileceği sürüyle hata var. Bunlardan biri de bilmediği mesleği seçmektir.” (Arka kapak metninden.) Mesleki başvuru kitapların çocuklar ve gençler için çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Bir hayalim de mimarlık üzerine böyle bir kitap yazmak. Bu yüzden bir mühendis olan çocuk kitapları yazarı Toprak Işık’ı kutluyorum. Ayrıca ilk kitapta bilim adamı yerine bilim insanı dediği için duyarlı bir dil anlayışının da daha başlıktan sinyalini veriyor. Kitabın çizimleri Doğan Gençsoy’a ait. Meslek seçimi şakaya gelmez! “Afili bir mühendis ya da kendini ilime adamış bir bilim insanı olmaya karar verdin. Peki, hangi koşullarda çalışacağını hiç düşündün mü? Kim bilir belki gecelerce evine gidemeyecek ya da günlerce aynı işi tekrar etmek zorunda kalacaksın… Gönlünde yatan mesleğin tarihsel gelişimi üzerine şimdiye dek herhangi bir araştırma yapmış mıydın? Üniversiteyi bitirdikten sonra nerelerde iş bulabilirsin? Seçmeyi düşündüğün mesleğin dalları var mı? Örnek alman gereken meslek erbapları kimler? Emin ol bir mesleği seçmek o mesleği layıkıyla yapabilmekten bile zor olabilir. İşte tam da bu noktada mühendis, yazar Toprak Işık imdadına yetişiyor…” (Tanıtım metninden.) “Acaba Ne Olsam?”, Toprak Işık, Resimleyen: Doğan Gençsoy, 8+ yaş, 80 sayfa, TUDEM Yayınları, 2014
Kasım 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
Dostoyevski’yi Yeniden Okumak CEYHAN USANMAZ
ceyhanusanmaz@gmail.com
R
ené Girard, Metis Yayınları’nın “Eleştiri” dizisinden 2001 yılında yayımlanan “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat” isimli çalışmasında, beş büyük romancının (Cervantes, Stendhal, Flaubert, Proust, Dostoyevski) eserlerini irdeleyerek “üçgen arzu” kavramını ortaya atıyordu (Söz konusu üçgenin köşelerinde arzulanan nesne, arzulayan özne ve arzunun dolayımlayıcısı vardır ve beş büyük romancının eserlerindeki karakterleri, olayları bu çerçevede değerlendirir René Girard). 2003 ve 2005 yıllarında da Kanat Kitap’tan –birbirini tamamlayan eserler olarak niteleyebileceğimiz– “Şiddet ve Kutsal” ile “Günah Keçisi” isimli çalışmaları yayımlanmıştı Girard’ın. 2011’de ise Dost Kitabevi Yayınları’ndan “Kültürün Kökenleri” isimli çalışmasını okuma imkânı bulmuştuk. Ancak, yakın bir zaman önce Everest Yayınları’ndan çıkan “Dostoyevski: Yeraltı İnsanı”nın René Girard’ın Türkçedeki külliyatında en “popüler” çalışması olacağını şimdiden iddia edebiliriz. Ne de olsa Dostoyevski –tıpkı Kafka, Freud, Marx, Nietzsche, Shakespeare gibi– daha geniş kitlelerin ilgisini çekebilen bir isim. Zaman zaman yayımlanan “başlangıç” kitaplarına, “çizgi biyografi”lere, derlemelere bakmamız yeterli… Hep yalnızca bu isimlerle karşılaşırız ya da yayınevleri dizilerine/ serilerine hep bu isimlerle başlamayı tercih ederler. Ancak elbette bu, “Dostoyevski: Yeraltı İnsanı” kitabının değerini düşürmüyor… “Dostoyevski: Yeraltı İnsanı”nın isminden yola çıkarak söylersek, merkeze “Yeraltından Notlar” romanını alıyormuş gibi görünse de; aslında zamandizinsel olarak, Dostoyevski’nin diğer eserlerini de çözümlüyor yazar. Dostoyevski’nin eserlerindeki izleklerin (yücegönüllülük, gurur, ikiz izleği gibi) peşine düşüyor: “İkiz izleğine Dostoyevski’nin tüm yapıtlarında, farklı farklı biçimlerde, kimi zaman üstü bütünüyle örtülü olarak rastlanır. Uzantıları da öylesine çok, öylesine dallı budaklıdır ki, onları ancak yavaş yavaş görürüz.” Üstelik bu çözümlemeyi, işin içine Dostoyevski’nin yaşamından anekdotlar da katarak yapıyor Girard; ne de olsa “bize çıkış noktasını, ne yöne gitmemiz gerektiğini, hatta araştırmamızda gerekli araçları gösteren kişi yazarın kendisidir”. Örneğin genç Dostoyevski, Maria Dimitriyevna’yla ilişkisinde “İnsancıklar”ın Makar Devuşkin’i gibi davranmıştır. Yine aynı şekilde, yeraltı yaşamının en büyük özelliği olarak ortaya koyduğu “dayanılmaz ikiliği,” Dostoyevski’nin yaşamında da (özellikle yeniyetmeliğinin son yıllarında) bulmakta hiç zorlanmadığımızı tespit eder René Girard. Kısacası Dostoyevski de, tıpkı yarattığı kahramanları gibi oradan oraya “savrulmuştur” hayatı boyunca. Delilik ile deha arasında gidip geldiği gibi… Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken ince bir nokta var; kitaptaki şu cümle, dikkate değer: “Dostoyevski’nin yapıtı yaşamöyküsü aracılığıyla açıklanamaz, ama belki yapıt sayesinde, yaşam öyküsü anlaşılır kılınabilir.” Çalışmanın bir diğer önemli katkısı; Samuel Beckett, Otto Rank gibi isimlerin yapıtlarına da ilgi uyandırması, başka okumalara kapı aralaması. Hatta çeşitli tarihsel dönemlere de yönlendirebilir; mesela şu cümle, bir araştırmanın ilk kıvılcımını çakabilir pekâlâ: “Dostoyevski’nin ya-
pıtındaki küçük memurların saplantılarını anlamak için, XIX. yüzyılın ortasındaki çarlık bürokrasisini, onun çok katı hiyerarşisini, bir sürü gereksiz ve düşük ücretli işi düşünmek gerekir.” Ama elbette en başta, Dostoyevski külliyatına “yeniden” göz dikmemize neden oluyor “Dostoyevski: Yeraltı İnsanı.” Dostoyevski’nin eserlerini bir kez de René Girard’ın çizdiği çerçeveden bakarak okumak, özellikle farklı eserlerdeki karakter arasındaki bağları daha net görmemizi sağlayabilir: “[‘Budala’daki] Mışkin’in ikircilliğini kestirmek için, o kahramanı ‘Cinler’deki Stavrogin’e bağlayan yakın ilişkiyi bilmek gerekir. Bu iki adam birbirinin karşısavı gibidir. İkisi de doğduğu çevreden kopmuş birer aristokrattır; ikisi de kendi yarattıkları çılgınca karışıklıkların dışında durur. İkisi de kazanmayı pek umursamadıkları bir oyunda ustadır. Ama Stavrogin, Mışkin’in tersine, acımasız ve duyarsız biridir. Ötekinin acısına aldırmaz, tabii ondan sapkın bir haz duymuyorsa. Genç, yakışıklı, zengin, akıllı biridir; doğayla toplumun bir bireye verebileceği her şeyden payını almıştır; işte bu yüzden dipsiz bir sıkıntıya gömülmüştür benliği; arzusu kalmamıştır, çünkü her şeyi vardı. Burada roman kahramanlarının ‘özerkliği’ üstünde duran geleneksel bakışı reddetmek gerekiyor. Dostoyevski’nin defterleri Mışkin’le Stavrogin’in kökenlerinin ortak olduğunu kanıtlar. Bu iki kahraman ilgisizliğin ruhsal anlamıyla ilgili tek bir soruya verilmiş, varsayıma dayalı olduğu için çelişkili iki yanıtı simgeler. Bu soyut ifadenin arkasında, ‘Yeraltından Notlar’da başlayıp ‘Karamazov Kardeşler’e dek derinleşe derinleşe ilerleyen bilinç incelemesini görmek gerekir.” Dostoyevski külliyatının önemli bir bölümünü okumuş olabiliriz ama zaten klasikler, tekrar tekrar “okunabilen” eserler değil midir? “Dostoyevski: Yeraltı İnsanı”, René Girard, Çev: Orçun Türkay, 104 s., Everest Yayınları, 2014
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2014
YAVUZ HAKAN TOK:
Remzi’de En Çok Satanlar (Ekim 2014)
“Şarkılar Bergen’de Hayata Dönüştü”
1 Aldatmak 2 Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı 3 Kürk Mantolu Madonna 4 Bilinmeyen Adanın Öyküsü 5 Pembe ve Yusuf 6 Yaralı 7 Çılgın ve Özgür 8 Kırmızı Pazartesi 9 Benim Hüzünlü Orospularım 1 0 Monogram Cinayetleri
KİTAP (KURGU)
Söyleşi: SELNUR AYSEVER
Paulo Coelho, Can Yayınları
Enver Aysever, Doğan Kitap
Sabahattin Ali, YKY
José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınevi
Canan Tan, Doğan Kitap
Kahraman Tazeoğlu, Destek Yayınevi
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları Arabesk müzik konusunda yıllarca hararetli tartışmalar yaşandı. Eleştirenler, beğenenler, bu müzikle sevilenler, dışlananlar… Bir “kültür” olarak hayatımızda yer Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları aldı arabesk. En iyi 10 Türk filmi hangisidir diye sorsalar bana, Arabesk’i ilk üçe mutSophie Hannah, Altın Kitaplar laka koyarım. Sevmesem de, dinlemesem de yadsıyamayacağım bir olgu arabesk. Öyle ki, arabeskin sosyologlar tarafından incelenmesinin temel nedeni, bu müziğin KİTAP (KURGU-DIŞI) bir grup insanın yaşam tarzının göstergesi olması. Sadece alt kültür, gecekondu Mutlu Olma İhtimalimiz Sigmund Freud, Zeplin Kitap yaşayanları, varoş olarak tabir edilen gruplar için değil, dönemin zenginlerinin de Yol zevk sembolü olarak arabeski seçtiğini görürüz. Kentte yaşayan ama kente ait olaMetin Hara, Destek Yayınları mayan insanların bir çeşit isyan bayrağı gibidir arabesk. Amerikan gettolarının RAP Huzurlu Olmak İstiyorsanız Ufak Şeyleri Dert Etmeyin Richard Carlson, Koleksiyon Yayınları müziklerinin karşılığı gibi gelir bana. “Batsın bu dünya” derken düzene isyan eden, Bir Nefeste Dünya Mitolojisi “Mavi Mavi” diyerek âşık olan insanların hayatlarını anlatır arabesk. Mark Daniels, Maya Kitap
Bir sosyolog ya da müzik insanı değilim. Ancak araştırma ve biyografi okumayı sevmişimdir hep. Bir yaşama tanıklık etmenin, hayata bakış açımda değişiklik yarattığını düşünürüm. İnsanın acısı, sevinci, mutluluğu, yalnızlığı, terk edilmişliği, ihtirasları, başarıları kısaca iyisiyle kötüsüyle bizi insan yapan her şeyi merak ederim. “Acıların Kadını Bergen” isimli kitabı elime aldığımda, yakınından bile geçmediğim bir dünyaya, dinlemekten uzak durduğum bir müziğe rastlayacağımı biliyordum. Arabesk hakkında iyi kötü bir fikrim vardı. İçerisinde barındırdığı isyanı ve yaşam umudunu da sezebiliyordum. Kitabı okuyana kadar hiç Bergen şarkısı dinlememiştim. Bir gözünün saçlarıyla kapalı olduğu o çekici kadını biliyordum. Ne isim ne yüz yabancıydı benim için. Sesini duyduğum zaman etkilendim diyemem ama hayatını okuduğumda hüzünlendim. Vazgeçemediği adam yüzünden yaşamıyor artık. Üstelik ölümden önce de sürekli şiddet görmüş ama asla kopamamış. Bu nasıl oluyor? Bergen’le ortak hangi duygulara sahip kadınlar? Onun hayatında, şarkılarında kaç kadın kendi sevdasını buldu? Meraklandım. Vazgeçemediği sevgisi, o adama duyduğu çaresiz aşkına üzüldüm. Herkese meydan okuyabilecek kadar güçlü bir kadın ama yüreğine karşı yapabileceği hiçbir şeyi yok. Önce bir kız çocuktu Bergen. Sonra sevgili. Sevilen bir ses sanatçısı ve eşti. Hiç anne olmamıştı ama yeğeni onun için başka bir yerde duruyordu. Nasıl bakıyordu hayata? Neden arabeski seçmişti? “Acıların Kadını” olmasının tek nedeni albüm ismi olması mıydı? Yoksa hayatı gerçekten arabesk tadında mı yaşamıştı? Kitabı okudukça merakım arttı. “Arabesk için, karma sazlarla çalınır”, demiş Bergen. Onun hayatı da karma bir orkestra gibi. Okudukça öfkelendiğim, öfkelendikçe üzüldüğüm bir yolculuk oldu benim için. Sonu bilinen bir hikâye olsa da bilinmeyenleri beni şaşırtan bu yaşam öyküsünü, kitabın yazarı Yavuz Hakan Tok’la konuştuk…
Selnur Aysever: Neden Bergen’in hayatını yazmak istediniz? Yavuz Hakan Tok: “Neden Bergen?” sorusunun çok basit bir cevabı var aslında. Bir müzik yazarı ama her şeyden çok müzik dinleyicisi olarak, ‘80’lerden beri sevdiğim bir şarkıcıydı Bergen. Hayat hikâyesinin enteresanlığı da cabasıydı. Hakkında bir müzik yazısı yazmak için kolları sıvadığımda, hikâyenin karmaşıklığı beni içine çekti. Uzunca bir süre kütüphane çalışması yaptım, onu tanıyanlarla konuştum. Sonra bir yazı dizisi ortaya çıktı ve bunu kişisel ‘blog’umda yayımladım. Bu yazı dizisinin bir kitap haline getirilmesi söz konusu olunca ise hikâye kendiliğinden bir romana dönüştü. Selnur Aysever: Bir roman diyorsunuz. Oysa gerçek bir hikâyeden söz ediyoruz. Yavuz Hakan Tok: Neden bir biyografi kitabına değil de bir romana dönüştü, onu söyleyeyim o halde. Hikâye bunu gerektirdi diyebilirim. Elimde gazete ve dergilerden toparladığım haberler, röportajlar, yorumlar ve o dönemi yaşayanların anlattıkları vardı. Kitabın yazılma safhasında buna Bergen’in yeğeninin ve en büyük ablasının anlattıkları da eklendi. Ancak buna rağmen hikâyede karanlık noktalar vardı. Elimdeki bütün verileri bir kurgu içerisinde kullanmak daha doğru olacaktı. Bergen’i ve yaşadıklarını anlamak, ruh halini, duygularını, karakterini çözümlemek ve öyle anlatmak gerekiyordu. Ben de bunu yapmaya çalıştım. Bir de Bergen’in öyküsü, bugün de gündemden düşmeyen kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda bir semboldü ve bu kitap sadece bir şarkıcının biyografisi olarak okunmamalıydı. İlaveten öykünün içinden geçtiği ‘70’li ve ‘80’li yılları, gazino ve pavyon dünyasını bir roman kurgusu içinde yansıtmak da bir müzik yazarı olarak benim için çok cazipti. Selnur Aysever: Sanat dünyasından ünlü isimlerin adı geçiyor kitapta. Soyadları özellikle mi kullanmadınız? (Devamı sayfa 11)
1 2 3 4 5 Salyangoz 6 Rothschild Hanedanlığı 7 Uzun Adamın En Uzun Günü: 17 Aralık 8 Bir Nefeste Dünya Mitolojisi 9 Dinle Küçük Adam 1 0 Meleklerle Bereketi Hayatınıza Çekin Hayko Bağdat, İnkılâp Kitabevi
John Coleman, Destek Yayınları
Mehmet Altan, Klas Kitaplar Mark Daniels, Maya Kitap
Wilhelm Reich, Avrupa Yakası Yayınları Beki İkala Erikli, Goa Basım Yayın
www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap