2
F. Scott Fitzgerald 3
MUHTEŞEM GATSBY Türkçesi: Figen Yanık
4
MUHTEŞEM GATSBY / F. Scott Fitzgerald
Özgün adý: The Great Gatsby © Remzi Kitabevi, 2013 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Pelin Özer Kapak tasarımı: Murat Özgül
ısbn 978-975-14-1552-3 birinci basım: Nisan 2013 Kitabın basımı 2000 adet basılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul
5
Yine ZELDA’ya,
6
7
Tak altın şapkanı, fethedecekse gönülden o güzeli Zıplayabiliyorsan zıpla onun için en yükseklere Ki haykırsın o güzel “Ey altın şapkalı sevgili, Sen benim olmalısın!” diye…
Thomas Parke d’Invilliers(*)
(*) Aslında bu isimde bir şair yok. Thomas Parke d’Invilliers, S. Fitzgerald’ın ilk romanı This Side of Paradise’daki (Cennetin Bu Yakası) karakterlerden biri. (Ç.N.)
8
BİRİNCİ BÖLÜM
Ç
ok daha genç ve toy olduğum yıllarda, babamın hiç aklımdan çıkmayan bir öğüdü olmuştu: “Birini eleştirmeye niyetlendiğinde,” demişti, “yeryüzündeki herkesin senin imkânlarınla doğmadığını hatırla, yeter.” Başka bir şey dememişti, ama babamla her zaman bize has bir ketumlukla az konuşarak anlaştığımız için, söylediğinden çok daha fazlasını kast ettiğini anlamıştım. Babamın bu öğüdünden sonra insanlarla ilgili bütün yargılarımı kendime saklamayı huy edindim, bu sayede pek çok ilginç insan tanıdım, ama sıkıcılıkta kimsenin eline su dökemeyeceği nicelerinin de mağduru oldum. Çarpık bir zihin, yargılayıcı olmayan normal bir zihni hemen tanır ve ona askıntı olur; okul yıllarında, beni gizli dertlerine ortak eden bu hiç samimiyetim olmayan tuhaf, yabani tipler yüzünden haksız yere politik davranmakla suçlandım. Çoğu, öğrenmeye hevesli olmadığım sırlardı –mahrem bir açıklamanın gelmekte olduğunun şaşmaz işaretleri ufukta belirdiği an genellikle uyuyormuş veya kafam bir şeyle meşgulmüş gibi yapar ya da düşmanca denecek kadar aldırmaz davranırdım, çünkü o yaş delikanlıların bu tür ifşaatları –en azından bunu ifade ediş biçimleri– çoğunlukla oradan buradan aşı-
9
10
rılmış ve bazı kısımlarının üstü bariz şekilde örtülerek çarpıtılmış şeylerdir. Yargılamaktan kaçınmak tükenmez bir ümit ister. Babamın biraz tepeden bakarak ileri sürdüğü ve benim de aynı yukarıdan bakışla tekrarladığım gibi, temel erdemler insanlara doğuştan eşit dağıtılmamıştır ve ben bunu unutursam bir şeyleri kaçıracağımdan hâlâ bir miktar endişe duyarım. Evet, hoşgörümle böylece övündükten sonra onun da bir sınırı olduğunu artık itiraf edebilirim. İnsan davranışlarının yaslandığı yer sağlam kayalar da olabilir, kaygan bataklıklar da; ama neye yaslandığı bir yerden sonra çok da umurumda değil. Geçen sonbahar Doğu’dan(*) döndüğümde, arzuladığım şeyin, dünyanın üniformasını giyip sonsuza kadar bir çeşit ahlaki “hazır ol”da beklemesi olduğunu anladım; seçkinci bir tutumla insan yüreğine öylece bakıp geçiverilen o hengâmeli yolculukları istemiyordum artık. Bir tek Gatsby, adını bu kitaba veren adam, bu tepkimin dışındaydı –kalpten küçümsediğim ne varsa, hepsini temsil eden Gatsby. Kişilik denen şey başarılı hamleler silsilesiyse eğer, bu onda göz kamaştırıcı boyutlardaydı; hayatın vaat ettiklerine karşı, binlerce kilometre ötedeki depremleri bile kaydeden şu çetrefil makineler misali, son derece duyarlıydı. Bu duyarlılığın “yaratıcı mizaç” diye yüceltilen şu gevşek, kof duyarlılık haliyle hiçbir benzerliği yoktu. Kimselerde rastlamadığım ve rastlayacağımı da sanmadığım olağanüstü bir umut etme yeteneği, hayatın vaatlerine karşı şairane bir hazır bekleyiş hali vardı onda. Yok, hayır; Gatsby yüzünü kızartmadan çıktı bu işin içinden; ama onu ağına düşüren şey, düşlerini boğan o iğrenç toz insanların güdük kederlerine ve saman alevi sevinçlerine olan ilgimi bir süre için de olsa yok etti. •
•
•
(*) Doğu: ABD’nin doğu kıyısı. Bu cümlede New York kast ediliyor. (Ç.N.)
Üç kuşaktır Orta Batı’daki bu kentte yaşayan, hali vakti yerinde, tanınmış bir aileden geliyorum. Carraway’ler kabile gibidir; aile içinde soyumuzun Buccleuch düklerine dayandığına dair bir rivayet dolaşsa da, baba tarafından soyumun daha yakın tarihteki gerçek kurucusu büyükbabamın ağabeyidir. Elli birde buraya gelmiş, İç Savaş’ta yerine başkasını askere göndermiş ve bugün babamın devam ettirdiği toptan hırdavat işini kurmuş. Bu büyük amcamı hiç tanımadım, ama ona benzediğim söylenir; sağlaması da babamın bürosunda asılı duran sert bakışlı resmiyle yapılır. 1915 yılında, babamdan çeyrek yüzyıl sonra New Haven’dan(*) mezun oldum; çok geçmeden de o Büyük Savaş denen gecikmiş Cermen seferine katıldım. Bu seferden öyle keyif aldım ki, dönünce huzursuz oldum. Orta Batı artık gözüme, değil dünyanın kıpır kıpır merkezi olmak, yeryüzünün en ücra köşesi gibi göründü –böyle olunca, Doğu’ya gidip borsacılık öğrenmeye karar verdim. Tanıdığım herkes borsa işindeydi, demek ki bu meslek bir bekâr adamı daha doyurabilirdi. Amcalarım, teyzelerim toplanıp konuyu, sanki bana kolej seçiyormuş gibi, enine boyuna tartıştı ve sonunda bir hayli karamsar, ikircikli bir yüz ifadesiyle, “Madem istiyorsun, öyle olsun bakalım,” dediler. Babam bir yıllığına masraflarımı karşılamayı kabul etti; hemen gitmemi engelleyen bazı durumlardan sonra yirmi iki yılının baharında, temelli yerleşmek niyetiyle Doğu’ya geldim. Yapılacak en akıllıca iş kent merkezinde bir yer bulmaktı, ama hem sıcak bir mevsimde gelmiş, hem de memleketimin geniş çayırları ve dost ağaçlarından henüz kopmuştum; bu sebeple, işyerindeki delikanlılardan birinin kent dışında birlikte (*) University of New Haven 1920 yılında kuruldu. Burada kast edilen okul New Haven’daki Yale Üniversitesi. (Ç.N.)
11
12
ev tutma teklifini hemen kabul ettim. Evi o buldu, ayda seksen dolara, tek katlı, derme çatma, eski bir kır evi; fakat şirket son dakikada bu arkadaşı Washington’a gönderdi ve ben mecburen tek başıma taşındım kent dışına. Bir köpeğim vardı – en azından hayvan kaçıp gidene kadar– birkaç günlüğüne; eski bir Dodge arabam ve bir de yatağımı toplayan, kahvaltımı hazırlayan ve elektrikli sobanın başında kendi dilinde vecizeler mırıldanan Finli bir kadın. İlk birkaç gün yalnızlık çektim, sonra bir sabah, belli ki buralarda benden bile yeni olan bir adam beni yolda durdurdu. “West Egg köyüne nasıl gidilir?” diye sordu çaresizce. Tarif ettim. Yoluma devam ederken yalnızlık çekmiyordum artık. Bir anda, insanlara rehberlik eden, yol tarif eden biri olup çıkmıştım. Adam farkında olmadan, oraların kırk yıllık yerlisi gibi hissettirmişti bana kendimi. Güneşten yayılan ışık ve tıpkı hızlı çekim filmlerdeki gibi muhteşem bir hızla ağaçları bürüyen yapraklar da içimde o tanıdık inancı uyandırdı: Hayat, yazla birlikte bir kez daha yeniden başlıyordu. Bir kere, okunacak o kadar çok şey vardı ve o taze, o canlandırıcı havadan içinize çekeceğiniz öyle bir sıhhat bolluğu fışkırıyordu ki… Bankacılık, krediler ve menkul kıymetler üzerine bir düzine kitap almıştım; kırmızı ve darphaneden yeni çıkmış banknotlara benzeyen altın sarısı ciltleriyle kitaplığımda bekliyor, yalnızca Midas, Morgan ve Maecenas’ın(*) bildiği o olağanüstü sırları önüme sermeyi vaat ediyorlardı. Hem (*) Midas, Morgan ve Maecenas: Üçü de maddi zenginlikle ilgili. Efsanevi Frigya Kralı Midas dokunduğu her şeyi altına çevirmesiyle ünlü; Morgan, Amerika’nın bankacılık ve finans sektörünün önde gelen ailelerinden birinin soyadı; Maecenas, Roma İmparatoru Augustus’un danışmanı zengin bir Romalı, cömert bir sanat hamisi. (Ç.N.)
daha okumayı kafaya koyduğum bir sürü başka kitap vardı. Üniversitedeyken edebiyata meraklıydım –okul dergisine bir yıl boyunca gayet ağırbaşlı, beylik başmakaleler yazmıştım– işte şimdi bu tür meraklarımı yeniden hayatıma sokacak, yine şu uzmanlar arasında en zor bulunan, “çok yönlü” adamlardan biri olacaktım. Derdim nükte yapmak değil, ne de olsa hayata tek bir pencereden baktığınızda daha başarılı oluyorsunuz. Kuzey Amerika’nın en tuhaf insanlarının oturduğu bir bölgede ev tutmuş olmam tamamen rastlantıydı. New York’un doğusuna doğru uzanan şu incecik, sefih adadaydı evim. Tabiatındaki öteki garipliklerin yanı sıra, üzerinde iki acayip kara oluşumu bulunan adada. Bu ikisi, kentin yirmi mil uzağında, bir çift dev yumurta, gibi durur. Dar bir koyun nazikçe ayırdığı, kontürleri birbirinin aynısı bu iki yumurta, Batı yarımküresinin en ehlileştirilmiş tuzlu suyuna, Long Island Boğazı’nın kocaman, ıslak avlusuna doğru çıkıntı yapar. Biçimleri kusursuz bir ovallikte değildir –Kristof Kolomb’un öyküsündeki yumurta gibi, ikisinin de alt kısımları yassıdır– fakat birbirlerine bu kadar çok benzemelerine tepelerinde uçan martılar durmadan hayret ediyordur herhalde. Kanatsızlar içinse, biçim ve büyüklükleri dışında hiçbir benzerliklerinin olmaması gayet ilginç bir durum. Ben West Egg’de yaşıyordum, yani daha az revaçta olanında; gerçi bu niteleme ikisi arasındaki o tuhaf ve hiç de masum olmayan karşıtlığı anlatmakta kifayetsiz kalıyor. Evim yumurtanın tam ucunda, Boğaz’a sadece elli metre uzaktaydı ve sezonluk kirası on iki, on beş bin dolar eden devasa iki binanın arasına sıkışmıştı. Sağımdaki, göreni hayrete düşürecek bir şeydi; Normandiya’daki bir belediye sarayının birebir taklidiymiş. Bir yanında kulesi olan, henüz büyümeye başla-
13
14
mış cılız sarmaşıkların altında yepyeni bir bina; mermer bir yüzme havuzu ve yüz elli dönümden büyük çayır-çimen, bahçe… Gatsby’nin malikânesiydi bu. Ya da, kendisini o sıralar henüz tanımadığım için, Bay Gatsby adında bir beyefendinin malikânesi demem daha yerinde olur. Benim evimse insanın göz zevkini okşamaktan çok uzaktı, ama Allahtan küçüktü de fazla dikkat çekmiyordu; denizi ve az biraz komşumun çimlerini görüyordu; milyonerlere yakın olması da teselli armağanıydı sanki – bunların tümü ayda sadece seksen dolara. Dar koyun karşısında, daha sükseli olan East Egg’in beyaz sarayları kıyı boyunca ışıl ışıl parlardı ve yazın asıl hikâyesi de oraya, Tom Buchanan’lara yemeğe gittiğim akşam başladı. Daisy ile ikinci göbekten kuzendik, Tom’u da kolejden tanırdım. Savaştan hemen sonra Şikago’da, iki gün evlerinde kalmıştım. Daisy’nin kocası, öteki sportif başarılarının yanı sıra, New Haven futbol takımının gelmiş geçmiş en güçlü hücum oyuncularından biriydi; bir bakıma milli bir kahraman; şu, daha yirmisinde belli bir alanda müthiş bir başarı kazandıktan sonra el attığı her şeyde hayal kırıklığı yaşayan erkeklerdendi Tom. Ailesi Karun kadar zengindi; su gibi para harcaması okuldayken bile ayıplanırdı ama şimdilerde Şikago’dan ayrılıp Doğu’ya yerleşirken akıttığı para insana dudak ısırtıyordu: Lake Forest’tan bir sürü polo midillisi getirmişti mesela. Benimle aynı kuşaktan bir adamın bunu yapabilecek kadar zengin olmasını aklım bir türlü almıyordu. Doğu’ya neden geldiler, bilmiyorum. Belli bir amaçları yokken bir yıl Fransa’da kaldılar, sonra da insanların polo oynadığı zengin çevrelerde oradan oraya huzursuzca sürüklenip durdular. Daisy telefonda, bu sefer artık temelli taşındık, demişti ama inanmamıştım. Daisy’nin kalbinden ge-
çenleri kestiremiyordum, fakat bana öyle geliyordu ki Tom, biraz da özlemle, bir daha geri gelmeyecek o futbol maçlarının coşkulu hengâmesini arayarak bir ömür oradan oraya sürüklenecekti. İşte böylece ılık, esintili bir akşam, aslında pek de iyi tanımadığım bu iki eski dostu görmek için arabamla East Egg’e gittim. Evlerine beklediğimden de büyük bir özen göstermişlerdi; sömürge dönemi mimarisinin George üslubuna göre inşa edilmiş; koya bakan, kırmızı-beyaz renkte, hoş, iç açıcı bir malikâne. Çimler kumsalda başlıyor, tuğla döşenmiş yürüyüş yollarının, güneş saatlerinin, alev alev çiçek tarhlarının üstünden atlayarak yaklaşık beş yüz metre yol kat ettikten sonra evin ön kapısına kadar geliyordu – nihayet eve ulaştığında da, hızını alamamış gibi, yan duvarı örten ışıl ışıl sarmaşıkla kucaklaşıyordu. Evin ön cephesini bir dizi Fransız tarzı kanatlı pencere süslüyordu; gittiğimde altın sarısı yansımalarla parıldayan camlar o ılık, esintili ikindiye karşı ardına kadar açılmıştı. Tom Buchanan, üzerinde binici kıyafeti, ayaklarını iki yana açmış sundurmada dikiliyordu. New Haven’dan bu yana değişmişti. Dik saçlı, haşin ağızlı, insanlara tepeden bakan, güçlü kuvvetli, otuzunda bir adamdı artık. Yüzüne damgasını vuran bir çift kibirli parlak göz, ona, her an öne doğru hamle edip saldıracakmış gibi bir hava veriyordu. Binici kıyafetinin kadınsı şıklığı bile bu bedenin muazzam gücünü saklayamıyordu. Bacakları o ışıldayan çizmeleri öyle bir doldurmuştu ki, bağcığını zor bela bağlayabilmiş gibiydi; omuzlarını her oynatışında ince ceketinin altında kabaran haşmetli adalelerini seçebiliyordunuz. Tonlarca ağırlık kaldırmaya muktedir bir vücuttu bu, insafsız bir vücut. Konuşurkenki aksi, kısık ses tonu yarattığı o kavgacı izlenimi iyice pekiştiriyordu. Hoşlandığı insanlarla bile biraz te-
15
16
peden bakan bir baba edasıyla konuşurdu; New Haven’da pek çok kişi nefret ederdi ondan. “Bak, sırf senden daha güçlüyüm, daha erkeğim diye benim görüşlerimi kabul etmen gerekmiyor,” der gibiydi. Son sınıfta aynı öğrenci derneğine üyeydik; hiçbir zaman sıkı fıkı dost olmadık ama gözünün beni tuttuğunu ve o kendine has haşin, cüretkâr tarzıyla ondan hoşlanmamı sağlamaya çalıştığını hep hissetmişimdir. Güneşli sundurmada birkaç dakika hoşbeş ettik. “Güzel bir evim var burada,” dedi gözleriyle etrafı aralıksız tararken. Kolumdan tutup beni döndürdü ve elini en alt setteki İtalyan bahçesini, iki dönümü kaplayan ve baş döndürücü bir koku yayan gül bahçesini, kıyıdan açıkta gelgitle sallanan küt burunlu motorlu tekneyi de içine alacak şekilde, önümüzde uzanan manzarada dolaştırdı. “Demaine’ninmiş daha önce, şu petrolcünün.” Beni nazikçe ama palas pandıras bir daha döndürdü ve “İçeri girelim,” dedi. Yüksek tavanlı bir holden geçip aydınlık, gül rengi bir odaya girdik; burası kanatlı, döşemeye kadar inen iki uçtaki pencerelerle zarifçe eve bağlanıyordu. Pencereler aralıktı ve içeri girmelerine ramak kalmış gibi görünen dışarıdaki taze çimlerin yeşiline karşı bembeyaz parlıyorlardı. Odanın içinden bir esinti geçti ve bir uçtaki perdeleri içeri, öteki uçtakileri de dışarı doğru soluk bayraklar gibi havalandırıp düğün pastalarının bezemeli kremalarını andıran tavana doğru savurdu, sonra da şarap rengi halıyı hafifçe dalgalandırdı ve üzerine rüzgârın denize yaptığına benzer bir gölge düşürdü. Odadaki tamamen hareketsiz tek şey, iki genç kadının yere sabitlenmiş bir balondaymışcasına tünedikleri kocaman se-
dirdi. İkisi de beyazlar giymişti; sanki evin çevresinde kısa bir uçuş yapıp az önce yere inmişler gibi, elbiseleri titreşiyor, uçuşuyordu. Rüzgâr perdeleri döverken çıkan sesleri ve duvardaki resmin iniltisini dinlemeye dalıp kısa bir süre öylece dikilmiş olmalıyım. Sonra bir güm sesi geldi. Tom Buchanan arka camları kapamıştı, köşeye sıkıştırılan rüzgâr böylece son nefesini verdi; perdeler, halılar ve iki genç kadın balondan inip usulca yere kondular. Kadınların daha genç olanını tanımıyordum. Sedirin bir köşesine boylu boyunca uzanmış hiç kıpırdamadan öylece duruyordu; çenesini, sanki üzerinde ha düştü ha düşecek bir şey var da, o şeyi dengede tutmaya çalışır gibi hafifçe yukarı kaldırmıştı. Göz ucuyla beni gördüyse bile hiç tepki vermedi. Doğrusu, o kadar şaşırdım ki, içeri girip onu rahatsız ettiğim için özürler mırıldanmaya kalktım. Öteki kız, Daisy, doğrulmak için hamle etti; görevlerinin farkında olduğunu ima eder gibi azıcık öne eğildi; sonra manasız, sevimli, küçük bir kahkaha attı; ben de kahkahayla karşılık verdim ve odanın ortasına doğru ilerledim. “Se-se-sevinçten elim ayağım kesildi.” Çok esprili bir laf etmiş gibi yine güldü, bir an elimi tutu ve yüzüme bu dünyada görmeyi en çok istediği insan benmişim gibi baktı. Tarzı böyleydi onun. Sonra mırıldanarak dengeci kızın soyadının Baker olduğunu çıtlattı (Daisy, insanlar ona doğru eğilmek zorunda kalsın diye böyle mırıltıyla konuşur diyenler vardı; bence, yaptığı şeyin sevimliliğini hiç de azaltmayan lüzumsuz bir eleştiri bu). Her neyse… Bayan Baker’ın dudakları kıpırdadı, başıyla beni belli belirsiz selamladıktan sonra başını çarçabuk eski konumuna getirdi – belli ki dengede tuttuğu o şey azıcık kaymıştı ve kız da korktu. Dudaklarıma bir özür daha geldi oturdu. MG 2
17
18
Dört başı mamur her türlü kendine yeterlilik hali bende şaşkınlıkla karışık bir saygı uyandırır. Kuzenime döndüm tekrar. O nefes kesen, alçak sesiyle bana bir şeyler sormaya başladı. Kulağınızın, her söz bir daha hiç çalınmayacak bir melodiymişçesine iniş çıkışlarına dikkat kesildiği türden bir sesti bu. Yüzü hüzünlü ve güzeldi, ışıklı şeylerle; ışıl ışıl gözleri ve parlak, ateşli ağzıyla. Fakat sesinde ona kapılan erkeklerin kolay kolay unutamayacağı bir coşku hali vardı: Ahenkli bir dürtü, fısıltılı bir “dinle”, biraz önce neşeli, heyecan verici şeyler yapmış ve biraz sonra yine yapacak olma vaadi. Doğu’ya gelirken bir gün de Şikago’da kaldığımı ve bir sürü insanın ona sevgilerini yolladığından söz ettim. “Beni özlüyorlar mı?” diye mest olmuş halde çığlık attı. “Sorma, bütün şehir perişan. Matemde olduklarını göstermek için bütün arabaların sol arka tekerleklerini siyaha boyamışlar ve kuzey kıyısı boyunca sabahlara kadar durmadan ağıt yakıyorlar.” “Muhteşem! Hadi geri dönelim Tom. Hem de yarın!” Bana döndü ve alakasız bir şekilde ekledi: “Bebeği görmen lazım.” “Tabii. Çok İsterim.” “Uyuyor şu anda. Üç yaşına girdi. Daha hiç görmedin mi yoksa? “Görmedim.” “Bir görsen. O…” Odada huzursuzca dolanıp duran Tom Buchanan durdu ve elini omzuma koydu. “Ne iş yapıyorsun Nick?” “Borsa işindeyim.” “Hangi şirkette?” Söyledim. “Hiç duymadım adlarını,” dedi gayet kesin bir dille.
Keyfim kaçtı. “Yakında duyarsın,” diye kestirip attım. “Doğu’da kalırsan tabii.” “Hiç merak etme, kalacağım,” dedi. Vereceğimiz tepkiyi kestirmek ister gibi önce Daisy’yi, sonra beni yokladı. “Başka bir yerde yaşamak için ahmak olmak lazım.” Tam bu sırada Bayan Baker öyle ansızın “Çok doğru!” dedi ki, doğrusu irkildim. Odaya girdiğimden beri ettiği ilk laftı bu. Benim kadar kendisi de şaşırmış olacak ki, esnedi ve bir dizi seri, becerikli hareketle yerinden kalkıp bize katıldı. “Her tarafım tutulmuş,” diye yakındı. “Kim bilir kaç saattir o sedirde uzanıyorum.” “Duyan da benim yüzümden sanır,” diye cevabı yapıştırdı Daisy. “Öğlenden beri seni New York’a götürmek için uğraşıyorum.” “Almayayım, teşekkürler,” dedi Bayan Baker, mutfaktan önüne getirilen kokteyllere. “Sıkı bir antrenmana girdim.” Ev sahibi inanmaz bir bakış fırlattı. “Tabii ya!” Dibinde bir iki damla kalmış gibi kadehi başına dikiverdi. “Zaten senin bir iş becermeni aklım almıyor.” “Becerdiği iş” ne acaba diye merak ederek Bayan Baker’a baktım. Ona bakmak hoşuma gidiyordu. İnce, uzun, küçük göğüslü bir kızdı; genç bir subay adayı gibi omuzlarını geriye atarak yürümek dimdik duruşunu daha da vurguluyordu. Solgun, sevimli, hoşnutsuz yüzündeki kül rengi, güneş kısığı gözleri bakışıma edepli bir merakla karşılık verdi. İşte o zaman, kendisini ya da resmini daha önce bir yerlerde görmüş olduğum kafama dank etti. “West Egg’de oturuyormuşsunuz,” dedi küçümser bir tonda. “Orada birini tanıyorum.”
19
20
“Ben henüz kimseyi tanımı…” “Gatsby’yi tanıyorsunuzdur ama.” “Gatsby mi?” diye sordu Daisy. “Hangi Gatsby?” Komşum olduğunu söylemeye fırsat olmadı, sofraya davet edildik; Tom Buchanan gergin kolunu emrivaki yaparak koluma doladı ve beni odadan dama tahtasındaki bir taşı başka bir kareye sürer gibi çıkardı. Elleri hafiften kalçalarına dayalı iki genç kadın; ince, uzun, süzgün önümüz sıra yürüdüler ve bizi günbatımına bakan gül rengi bir verandaya çıkardılar. Masada yanan dört mum sakinlemiş rüzgârda titreşip duruyordu. “Ne diye mum koymuşlar ki!” diye kaşlarını çattı Daisy. Mumları parmaklarıyla bir çırpıda söndürdü. “İki hafta sonra yılın en uzun günü.” Işıl ışıl baktı hepimize. “Siz de yılın en uzun gününü bekleyip durduktan sonra o günü atlar mısınız? Ben her yıl en uzun günü bekler, sonra da unuturum.” Bayan Baker esneyerek, yatağına giriyormuş gibi sofraya oturdu ve “Bir şeyler planlayalım,” dedi. “Olur,” dedi Daisy. “Ne planlayalım?” Çaresiz bir ifadeyle bana baktı. “İnsanlar ne planlar?” Cevap vermeme fırsat kalmadan gözleri korku dolu bir ifadeyle serçe parmağına ilişti. “Bak!” diye sızlandı. “İncitmişim.” Hepimiz baktık, eklem yeri mosmordu. “Sen yaptın Tom,” diye suçladı. “İsteyerek yapmadığını biliyorum ama yaptın işte. Böyle kaba bir adamla evlenirsen olacağı bu; kocaman, iri kıyım, hantal…” “Şu hantal lafından nefret ediyorum, şakasından bile.” diye öfkelendi Tom. “Hantal,” diye ayak diredi Daisy. Arada bir o ve Bayan Baker hep bir ağızdan hoşbeş ediyor-
lardı; kimseyi rahatsız etmeden, gelişigüzel şakalaşmalarla süren konuşmaları beyaz elbiseleri, arzudan, hevesten yoksun kayıtsız gözleri kadar soğuktu ve bir türlü muhabbete dönüşemiyordu. Oradaydılar; Tom’la benim varlığıma bir itirazları yoktu, eğlenmek ve eğlendirilmek için nazik, hoş bir zahmete katlanıyorlardı. Birazdan yemeğin, kısa bir süre sonra da akşamın sona ereceğini, bu akşamın da gelişigüzel kaldırılıp bir kenara konacağını biliyorlardı. Batı’dan tamamen farklıydı burası; orada akşamlar, ya durmadan boşa çıkan umutların hayal kırıklığı ya da sadece o ânın kendisine duyulan dehşetli korkuyla sona erene dek telaş içinde konudan konuya atlanarak geçerdi. Mantarımsı ama gayet çarpıcı bordo şarabın ikinci kadehinde itiraf ettim: “Yanında kendimi gayrimedeni hissediyorum Daisy. Ekinden, hasattan filan konuşamaz mısın?” Öylesine söylemiştim, ama sözlerim umulmadık bir yöne çekildi. “Medeniyet çöküyor,” diye iştahla lafa girdi Tom. “Bu gidişat beni korkunç karamsar yapıyor. Beyaz Olmayan İmparatorlukların Doğuşu’nu okudun mu? Şu Goddard denen adamın kitabını.” “Yo, okumadım,” dedim; ses tonu şaşırtmıştı beni. “Çok iyi bir kitap, herkesin okuması lazım. Gözümüzü açmazsak beyaz ırk tümüyle yenilecek, diyor. Hepsi bilimsel söylediklerinin, kanıtlara dayanıyor.” “Tom gittikçe derinleşiyor,” dedi Daisy, yüzünde anlayışsız bir kederle. “Uzun, karmaşık cümlelerin olduğu derin kitaplar okuyor. Neydi şu sözcük, geçen gün…” “Hepsi bilimsel bu kitapların,” diye diretti Tom, Daisy’ye sabırsız bir bakış fırlatarak. “Şu adam, Goddard, meseleyi tamamen çözmüş. İş, egemen ırktan olan bizlerin arkamızı kollamamıza bağlı, yoksa öbür ırkların eline geçecek dizginler.”
21
22
“Onları yere sermek zorundayız,” diye fısıldadı Daisy, kızgın güneşe doğru şiddetle göz kırparak. “Senin Kaliforniya’da yaşaman lazım…” diye söze başladı Bayan Baker ama Tom iskemlesinde sertçe dönerek sözünü kesti. “Konu şu: Biz İskandinav asıllıyız. Ben, sen, sen ve…” Çok kısa bir tereddütten sonra başını belli belirsiz sallayarak Daisy’yi de dahil etti. Daisy de bana yeniden göz kırptı. “… ve medeniyeti oluşturan her şeyi biz yarattık; bilimdir, sanattır, hepsini. Anlıyor musunuz?” Kendini kaptırışında acıklı bir şey vardı; eskisinden de vahim bir hal alan kendini beğenmişliği artık ona yetmiyor gibiydi. Tam o sırada içerideki telefon çaldı, kâhya bakmaya gidince Daisy bu kısa kesintiden yararlanıp bana doğru eğildi. “Sana bir aile sırrı vereceğim,” diye fısıldadı hevesle. “Kâhyanın burnuyla alakalı. Kâhyanın burnunu dinlemek ister misin?” “Zaten bunun için geldim bu akşam.” “Şöyle: Bu adam daha önce kâhya değilmiş. New York’ta, iki yüz kişilik gümüş takımı olan birilerinin yanında gümüş parlatıyormuş. Sabahtan akşama dek gümüş parlatırmış; derken, bu iş burnunu kötü etkilemeye başlamış.” “Giderek kötüleşmiş,” diye katkıda bulundu Bayan Baker. “Evet. Burnu giderek kötüleşmiş ve sonunda işini bırakmak zorunda kalmış.” Bir an, güneşin son ışıkları ateşli bir şefkatle ışıl ışıl yüzüne vurdu; sesi soluksuzca öne eğilmeye zorluyordu beni; sonra ışıltı soldu, akşam çökünce eğlenceli sokakları terk eden çocuklar gibi, ışıklar da gönülsüzce, oyalanarak birer birer bırakıp gittiler onu. Kâhya geri döndü, Tom’un kulağına bir şeyler fısıldadı;
Tom’un suratı asıldı, iskemlesini arkaya itip hiçbir şey demeden içeri girdi. Daisy, kocasının yokluğu, içindeki bir şeyi canlandırmış gibi yeniden öne doğru eğildi; sesi ışıldıyor, cıvıldıyordu. “Seni soframda görmek ne hoş Nick. Sen bana şeyi… bir gülü, mükemmel bir gülü hatırlatıyorsun. Öyle değil mi?” Onaylaması için Bayan Baker’a baktı. “Mükemmel bir gül gibi, değil mi?” Alakası yoktu tabii. Güle benzer bir halim yoktu. Uyduru yordu işte ama heyecan veren bir sıcaklık yayılıyordu ondan; yüreği o soluk kesen, coşup taşan sözcüklerden birine gizlenmiş de yerinden fırlayıp size gelmek istiyordu adeta. Birden peçetesini masaya fırlattı, özür dileyip kalktı, içeri girdi. Bayan Baker’la boş yüz ifadeleriyle, usulen, şöyle bir bakıştık. Tam bir şey söyleyecektim ki, telaşla kalkıp “Şişşşt!” diye ikaz etti. Arkadaki odadan hafif, heyecanlı bir mırıltı geliyordu; Bayan Baker öne doğru eğildi ve hiç utanıp sıkılmadan kulak kabartmaya başladı. Mırıltı, ahengin eşiğinde dolaştı, alçaldı, heyecanla yükseldi, sonra bütünüyle kesildi. “Şu bahsettiğiniz Gatsby benim komşum…” diye başladım. “Susun. İçeride neler olduğunu duymak istiyorum.” “Bir şeyler mi oluyor ki?” diye safça sordum. “Bilmiyor musunuz yani?” dedi. Sahiden şaşırmıştı. “Duy mayan kalmadı sanıyordum.” “Ben bir şey duymadım.” “Nasıl yani…” diye bir an tereddüt etti. “Tom kendine New York’ta bir kadın bulmuş.” “Kadın mı bulmuş?” diye tekrarladım şaşkın şaşkın. Bayan Baker başıyla onayladı. “Yemek vakti de aranmaz ki ama. Öyle değil mi?”
23