Londra’da Hoş Cinayet
100 Unutulmaz Karakter
Geliştiren Anne-Baba
RIZA KIRAÇ
BURAK ACAR
DOĞAN CÜCELOĞLU
T
R
ürk sinemasının unutulmaz karakterleri üzerine yazılmış metinlerden oluşan bu kitap, sinema tarihimizin farklı bir okumasını sunuyor. Toplam 45 farklı yazarın metinlerinden oluşan bu kolektif çalışmaya dahil edilen 100 karakter arasında kuşkusuz “unutulan” olmuştur artık onlar da başka kitaplara diyelim... Devamı sayfa 10
ıza Kıraç, yeni romanı “Londra’da Hoş Cinayet”te, siyasi geçmişi olan bir kadının Türkiye’den İngiltere’ye gidişinin arkasındaki gizem perdesini aralarken, hem bir yüzleşme ve hesaplaşma öyküsü anlatıyor hem de Türkiye’nin politik manzarasının gölgede kalan köşelerine ışık tutuyor. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
D
oğan Cüceloğlu’nun bu yeni kitabı okura kendi anne ve babalığını sorgulatıyor. Aynı zamanda kültürümüzdeki bazı özelliklerin yeni kuşaklar yetiştirirken ayağımıza nasıl dolanabileceğini gösterirken, korku kültüründe çocukların özgür ve kendine güvenli bireyler olarak yetişmesinin imkânı olmadığını hatırlatıyor. Devamı sayfa 13
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Yekta Kopan SAYI 132 - ARALIK 2016 - ÜCRETSİZDİR
EY BEYİN,SEN NELERE KADİRSİN! A
nılarımız ve umutlarımız, yani yaşamımızı anlamlı kılan her şey onda saklı. Beyin, milyarlarca hücrenin ışımasıyla bize ruh veren en özel parçamız. Bilim çevreleri kadar popüler bilim okurları için de beyin keşfedilmeye açık bir orman gibi. Onun ilgi çekici dünyasını tanıdıkça bizi biz yapan algılarımıza, yani kendimize daha da yakınlaşıyoruz. Kararlarımızı nasıl veririz? Duygularımız bizi nasıl yönlendirir? Neden sosyalleşmek isteriz? Araştırmacılar, bu türden binlerce soruya beyinden, yani tüm yanıtları içinde saklayan o odadan, cevap bulmaya çalışıyorlar.
Mutluluk Konservesi
6
ORHAN TÜLEYLİOĞLU
Şiirin Gizli Tarihi
6
REFİK DURBAŞ
Çocukluk Adası KARL OVE KNAUSGAARD
Sosyalizm ve İnsan Ruhu OSCAR WILDE
Bakir İntiharlar JEFFREY EUGENIDES
Çocuk Edebiyatında “Öteki”
3
Beynimiz çoğu zaman hayranlık uyandıran işler başarırken diğer yandan da bizimle alay etmeyi seviyor. Bunun en güzel örneği hepimizin her gün yaşadığı yanılgılar. Beynin yaramazlıklarıyla ilgilenen bir grup araştırmacı, bunları beynin koruma mekanizmaları ve evrimsel süreçteki başarımızın anahtarları olarak görüyorlar. Yine bahsetmeden geçilmemesi gereken konsept bir bilim daha yükselişte: Geleceğin beyni. Mühendislik ile nörobilimin birleştiği bu kavramsal dünyada beynin ölümsüzleştirilmesi için çalışan ve sonsuz yaşamın başarılacağına inananların sayısı hiç de az değil. Devamı sayfa 8-9
7
10 12 14 15
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Politikanın Dili mi Sanatın Dili mi?
Hani Bir Yayınevi Vardı-3
Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-5
ASLI E. PERKER: “Handan’ın İçsavaşı Benim İçin Önemliydi.” A
slı E. Perker’in romanı “Vakit Hazan”, 1920’lerin İstanbul’unda yaşayan Handan adlı genç kızın gözünden bir dönemin değişimine ışık tutuyor. O zamanın İstanbul’una, insanlarının günlük hayatlarına ve ülkenin siyasi gidişatına Handan vesilesiyle tanık oluyoruz. Milli Mücadele yıllarında saraydaki tarihi eserleri İtilaf Devleri’nin eline geçmeden Anadolu’ya kaçırmayı iş edinen Handan, Batı ve Osmanlı arasında kalmanın, Avrasyalı olmanın çatışmasını yaşıyor. Aşkta yaşadığı hayal kırıklığı, annesiz oluşu onu güçlü bir birey olmaya hazırlıyor. 18 yaşında bir genç kızın içinden geçen tüm seslere kulak veren “Vakit Hazan”, yazar için önemli bir mesele olan kadınlık hallerini ele alıyor.
“Neden 1920’li yılları tercih ettiniz? O dönem ile bugünün siyaset, özgürlük, kadın sorunları gibi meseleleri arasında paralellikler söz konusu mu?”
“Zamanın olayları bugünle çok örtüşüyor. Yazılmasının üstünden dört yıl geçtiği için basılmadan önce bir daha okudum ve böylesine denk düşmesi beni çok şaşırttı. Yazarken hiç öyle bir niyetim yoktu. Zira Türkiye’de yeni açılımların olduğu zamana denk düşüyordu. Daha olumluyduk, umutluyduk geleceğimizle ilgili. Şimdi bakınca tekrar aynı şeyleri yaşıyoruz. Şu da çok önemli, bizim tarihimizde kadın çok kuvvetli, kadın hareketi kuvvetli ama biz tarihimizi bilmiyoruz. Daha doğrusu kadının kendi tarihini bilmesi değil sahip çıkması gerekiyor. Sar baştan yapmamıza aslında hiç gerek yok. Belki kitap o anlamda bir eksiği kapatır diye düşünüyorum.”
“Halide Edib’in Sultanahmet mitingine, Mustafa Kemal’in suikasta uğrayışına denk geliyoruz. Bir yerde Ahmet Hamdi Tanpınar’a da rastlıyoruz. Onları kurguya dahil ederken zorlandınız mı?” Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
HAKAN GÜNDAY:
“Her Defasında Son Kitapmış Gibi Hissediyorum” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
B
u sayının ikinci sayfa konuğu Hakan Günday. İlk romanı “Kinyas ve Kayra”dan bu yana toplam sekiz tane roman yayınlayan yazarın son romanı 2013 yılında çıktı. “Daha” isimli roman Fransızcaya çevrildi ve “Prix Médicis En İyi Yabancı Roman Ödülü”ne hak kazandı. Günday’la kendi yazma yordamını konuştuk.
“Romanlarınız için ortak bir formülden ve yazma yordamından söz edebiliyor musunuz?” “Her roman için yazım süreci, bambaşka bir dünyaya gidip, orada oksijen var mı diye bakmaya çalıştığımız bir süreç. Ama kimi ortak noktaları var. O ortak noktaları da herhalde hayatla olan bağlantımızın bir sonucu. Her sabah kalkıp mutlaka yazan tanıdıklarım var. Günün belli bir saati ister bir projeleri olsun, ister olmasın mutlaka yazma egzersizine devam edenler var. Bu benim yapabildiğim bir şey değil. Benim yaptığım daha çok yavaş yavaş bir şeylerin oluştuğuna tanık olup sessizce onların büyümesini beklemek. Ne zaman onu anlatmadan uyuyamayacak hale gelirsem, o zaman oturup yazmaya başlıyorum. Hiçbir zaman bir plan doğrultusunda gitmedim. ‘Şu gün bitecek’, ‘Bir sene sonra mutlaka bir şey yazmam lazım’ demedim. ‘Bir şey yazmam gerekli’ cümlesi bende hiç olmadı, ta ki o şey belli olana kadar. Herhangi bir şey yazmakla hiç ilgilenmedim.”
ne iki türlü sonucu var. Hiç anlatmayı düşünmediğiniz şeyleri anlatırken de bulabilirsiniz kendinizi.”
“Bunun bir sakıncası var mı?”
“Yok, çünkü öncesinden tasarlarmış ve mükemmel olmaya çalışan hikâyeler bana o kadar ilham vermiyor. Bana ilham veren işlerin ortak noktası herhalde o hızla ve yoğun duygularla yapılmaları. Bazen hikâyeler insanın kulağını tırmalar, çünkü oradan ahenkli ses çıkmaz ama o ses çok yüksek çıktığı için de uyanık kalırsınız. Uyanık tutmak da fena değil bence.”
“Bittiğinde ‘dört başı mamur bir metin yazdım’ dediğiniz oldu mu hiç?”
“Ben çok uzun süre önce bunu anladım; tam olarak istediğim metni yazamayacağımı biliyorum, onun o metin olmadığını biliyorum, zihnimde belirenleri kelimelere tam olarak dökmem mümkün değil. Doğası gereği kusuyor beyin. Bunu kusursuzlaştırmaya çalışmaktansa hikâyeyi zenginleştirmek ve ne anlatmak istiyorsanız onu daha çok anlatmaya çalışmak çok daha ilginç. Öncesinde çok uzun plan yapmam ve her yazdığım cümlenin bir sonraki cümleye ilham kaynağı olacağına inanırım.”
“Plan yapmıyorsunuz, yine de yazmaya başladığınızda hikâyenin sonunu biliyor musunuz?”
“Aramıyorum. Yordamın yazan kişi kadar sayısı var. Ama benim yazıyla olan ilişkim hem çok sağlam hem de aslında pamuk ipliğine bağlı. Her defasında son kitabı yazıyormuş gibi hissediyorum. Belki de bu işin sihri bu. Bir daha yazıp yazmayacağınızı bilmiyorsunuz. Son on altı yılda sekiz kitabın çıkmasını sağlayan, o hikâyeyi ‘anlatmazsam uyuyamayacakmışım’ gibi hissetmiş olmam. Böyle olunca, bir kez başladım mı yazmaya, bitene kadar da başka bir şey yapamıyorum. Oturduğum an işin başına, artık o işle yaşıyorum. Onun haricinde sadece uyuyorum. İki ay, üç ay mağaraya girip orda kalmak gibi. Zamana yayılmış bir ilişki olmayınca, o ikiüç ay içinde bu kadar yoğun bir ilişki yaşanmış oluyor.”
“Hiç önemsemedim sonları, hikâyelerin sonlarını. Birkaç örnek haricinde hiç düşündüğüm bir şey değildir. Çünkü biliyoruz ki eğer bir hikâye yeterince uzun ise sonunda herkes ölecek. Yani ister düğünde bırak ister cenazede beni ilgilendirmiyor, çünkü ben biliyorum o hikâye orada bitmedi. Sırf senin anlatmayı bıraktığın yer diye benim orayı önemsemem gerekmiyor. ‘İyi de ben o hikâyeyi orada bıraktım.’ E ne yapayım? Orada bıraktıysan bıraktın. Bana inandırdıysan o insanı, mevzu o hikâyeyi anlatmayı nerede bıraktığın değil, beni ona nasıl inandırdığın. Dolayısıyla nerede bittiği bence hiç önemli değil. Sonları önemsememek işi de yine bu çalışma biçiminden kaynaklanıyor. Geometrideki gibi kusursuz hareketler yapacağım, kusursuz biçimler bulacağım diyorsanız o zaman sonla da uğraşırsınız en az başıyla, ortasıyla uğraştığınız kadar.”
“Mutlaka yansıyor. Öncesinde plan yapmadığınız için, sadece bölük pörçük ne anlatmaya karar verdiğiniz için bir şey çok saçma sapan olursa bundan oluyor. Eğer iyi bir şey olursa da bundan oluyor. Kendinizi özgür bırakmanızın ve ‘ne olacaksa olsun’ demenizin böylesi-
“Evet mutlaka. Eğer hikâye anlatmak için yazıyorsanız, planlı çalışmaya mutlaka ihtiyacınız var. Hikâyeden kastım, olaylar. Kronolojik bir şey anlatıyorsunuz, bir olaylar zinciri anlatıyorsunuz. Ama mesela derdiniz kendinizi tanımaksa, o zaman o uçsuz bucaksız yolda
“Hikâyeyi aramıyorsunuz yani?”
“Yazma yordamınız metnin içeriğine, biçimine yansıyor mu?”
“Neden yazıyorum, sorusu çalışma biçiminizi şekillendiren bir soru mu aynı zamanda?”
yalnızsınız. Amacınız aynaya bir adım daha yaklaşabilmekse, o zaman kendinizi çok daha özgür bırakabilirsiniz; hatta özgür bırakmalısınız ki olaylar zincirinin gölgesinde kalmayın.”
“Peki kendini tanımak isterken, okura da kendini tanıması için ayna tutmak gibi dertleriniz var mı?”
“Kendini tanımanın devamı yandakini tanımak. Çünkü insanın kendisini tanıması teorik olarak mümkün olmasa da; hatta tanıdığını düşündüğü an zaten değişmiş olsa da en azından şu mümkün: Kendiniz hakkında ufak da olsa bir fikriniz olduğu taktirde komşunuz hakkında da olabilir, camın arkasında gördüğünüz sokaktaki insanlar hakkında da bir fikriniz olabilir. Çünkü biliyorsunuz ki aslında dünya nüfusu aynı varlığın yedi milyar varyasyonu gibidir. Sadece farklı şartlarda doğdukları için farklı reflekslere sahip olan milyarlarca insan olduğunu düşünürsek, kendini tanımanın temel amacı başkasını tanımak ve dolayısıyla daha az korkmak. Önce benim anlamam gerekiyor neyin ne olduğunu, anlamaya çalışmam ve çabalamam gerekiyor. Sonra o deneyden birisi herhangi bir fikir çıkaracaksa, o onun kendi macerası, o onun kendi yolu.”
“Romanın içinizdeki ilk uyanışı nasıl gerçekleşir?”
“Her defasında mutlaka bir temel kavramla başlarım ben yazmaya. Her roman için mutlaka bir soru vardır. Ve benim derdim de bu soruyu incelemektir; o soru her neyse. Çok basit sorular da olabilir. Ve hikâyeyi de hep o soruyu en iyi biçimde inceleyebileceğim halde anlatmaya çalışırım. Bir soruyla başlayıp bin soruyla bitiririm.”
“Cevapla değil yani.”
“Sonu olmayan bir uğraşta cevap aramanın hiçbir anlamı yok. Bazen bir sorunun cevabı da bir sorudur bu arada.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Kasım 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 Müptezeller 3 Harry Potter ve Lanetli Çocuk 4 Kürk Mantolu Madonna 5 Casus 6 Ela Gözlü Pars Celile 7 Aşk Dersleri 8 Albertine Kayıp 9 Kırmızı Pelerinli Kent 10 Kuşlar Yasına Gider Kanadı Kırık Kuşlar
Ayşe Kulin, Everest Yayınları
Emrah Serbes, İletişim Yayınları
J. K. Rowling, YKY
Sabahattin Ali, YKY
Paulo Coelho, Can Yayınları
Osman Balcıgil, Destek Yayınları
Alain de Botton, Sel Yayıncılık Marcel Proust, YKY
Aslı Erdoğan, Everest Yayınları
Hasan Ali Toptaş, Everest Yayınları
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Adam 3 Beni Ödülle Cezalandırma 4 Mutluluk Kürleri 5 Anne Kafamda Bit Var 6 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 7 Duygusal Beyin Bağırsak 8 Aşkın İstilası-Dem 9 Zemberek 1 0 Büyük Kardeşim Atatürk Geliştiren Anne Baba
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Aralık 2016
Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi
Özgür Bolat, Doğan Kitap Ümit Aktaş, Hayy Kitap
Tarık Akan, Can Yayınları
Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
Hüseyin Nazlıkul, Destek Yayınları Metin Hara, Destek Yayınları Banu Avar, Remzi Kitabevi
Makbule Atadan, Ka Kitap
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Baskı: Seçil Ofset 100. Yıl Mah., Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77, Bağcılar - İstanbul Tel (212) 629 0615 Sertifika no: 12068
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Margaret Atwood’dan Aslı Erdoğan’a Mektup Dünya Tutuklu Yazarlar Günü’nde yazar Margaret Atwood, Aslı Erdoğan’a bir mektup yolladı. Atwood mektubunda şunları söyledi: “Sevgili Aslı Erdoğan, sana hapishanenin sağlam duvarlarının, gardiyanların, dikenli tellerin, kilit ve anahtarların ardından sesini hâlâ
duyabildiğimizi söylemek için yazıyorum. Senin ve bir sürü başka yazarın inandığı gibi ben de edebiyatın adalet arayışına ilham olabileceğine, hoşgörü yaratabileceğine ve insanlara duyulan sempati ve anlayışı geliştirebileceğine inanıyorum. Hapiste olsan da yalnız değilsin, dünyanın her yanındaki PEN Birliği’nden yazarlar senin özgürlüğün için savaşıyorlar. Senin için umut etmeye devam edecekler ve sen özgürlüğüne kavuşana kadar durmayacaklar.” Kaynak: PEN International, 14 Kasım 2016
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Emma Watson’dan Trump’a Tepki BM Kadın Örgütü’nün iyi niyet elçisi ve oyuncu Emma Watson kasım ayının başında, metroda kitap okumayı artırmayı amaçlayan Books on the Un derground (Metroda Ki taplar) projesi kapsamında Maya Angelou’nun otobiyografisi “Annem ve Ben”in kopyalarını Londra metrosunun çeşitli yerleri-
ne bırakmıştı. Trump’ın Amerika’nın yeni başkanı olarak seçilmesi üzerine Watson, “Bugün New York metrosunda çeşitli yerlere Maya Angelou kitapları bırakacağım ve bundan sonra inandığım şeyler için daha da çok savaşacağım,” diye tweet attı. “Annem ve Ben” Angelou’nun annesi Vivian Baxter’la olan hayatını anlatırken bir yandan da annelik ve kızlık ilişkisi ile siyahi aileleri irdeliyor.
Man Booker Ödülü Amerika’nın Üç yıl önce İngiltere dışından yazarların da katılımına açılan Man Booker Ödülü ilk defa Amerika’ya gitti. Ödülü Amerika’da siyahilere karşı yapılan ırkçılığı irdelediği satirik kitabı “The Sellout” (Satılmış) ile Paul Beatty’nin kazanması edebiyat çevrelerini de şaşırttı. Roman, California’ya yakın küçük bir kasabada yaşayan bir siyahın köleliği geri getirmesi ve kasabanın okulunda siyah-beyaz ayrımcılığını yeniden başlatarak dünyanın dikkatini kendi küçük kasabasına çekmeye çalışması anlatılıyor. Jüri üyeleri kitabı, “Sosyal tabuların ve politik doğruculuğun içini tamamen oyan, okuyucuyu hem güldüren hem de ürküten bir roman” olarak tanımladılar. Kaynak: Hannah Furness, The Telegraph, 25 Ekim 2016
Kaynak: Calire Fallon, The Huffington Post, 09 Kasım 2016
Bob Dylan Nobel Ödülü’nü Almaya Gelmeyecek Bob Dylan Stockholm’da düzenlenecek Nobel töre nine katılamayacağını bildirdi. İsveç Akademisi’nin yaptığı açıklamaya göre Bob Dylan akademiye bir e-posta yollayarak daha önceden ayarlanmış işleri nedeniyle aralık ayında Stockholm’e seyahat edemeyeceğini ve Nobel Ödülü’nü almaya ge lemeyeceğini bildirdi. E-postada ayrıca ödülü almaktan ne kadar gurur duyduğunu yeniden belirten Dylan, ödülü gelip almayı gerçekten istediğini ve bunun mümkün olamadığı için üzüntü içinde olduğunu da sözlerine ekledi. Daha önce ödülü almaya gelmeyen isimler arasında Doris Lessing, Harold Pinter ve Elfriede Jelinek de bulunuyor. Kaynak: Ben Sisaro, The New York Times, 16 Kasım 2016
Leonard Cohen’e Veda 82 yaşındaki şarkıcı ve şair Leonard Cohen 7 Kasım’da hayata gözlerini yumdu. Vefatını 10 Kasım günü kamuoyuyla paylaşan yakınları Facebook’ta şöyle yazdı: “Yapıtları birçok nesli etkileyen efsanevi şarkıcı-söz yazarı Leonard Cohen’in ölümünü bildirmekten büyük üzüntü duyuyoruz. Müzik tarihinin en saygıdeğer ve üretken sanatçılarından birini kaybettik.” Montreal’de yalnızca aile üyelerinin katıldığı bir törenle defnedilen Cohen, 21 Kasım’da çıkardığı son albümü “You Want it Darker”daki (Siz Daha Karanlık Olmasını İstediniz) aynı adlı şarkıda da ölüme hazır olduğunun sinyallerini vermişti. Kaynak: Stephanie Convery, The Guardian, 11 Kasım 2016
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Politikanın Dili mi Sanatın Dili mi? Politikacılar sanatçıları mücadelelerine davet ederken şunu söyler: “Sizin fikirlerinize, yaklaşımınıza ve dilinize ihtiyacımız var.” Bir tavlama taktiği olmadığında kıymetli bir cümle kuşkusuz. Gerçekten de politikanın, sanatın diline ve bakış açısına ihtiyacı var. Sanatçı güncel politikadan bağımsız olarak, kendi yarattığı eserinde politik bir eylemin zaten içindedir. Sözgelimi edebiyatçı, olay örgüsüne kattıkları ya da dışarıda bıraktıklarıyla, yarattığı karakterlerle ve en çok da diliyle bir dünya yaratır. Bir dünya yaratmak başlı başına politik bir iş. Burada politik kavramını en geniş anlamıyla kullandığımı açıklamaya gerek yok. Bu geniş açıdan bakınca politik olmayan bir şey de yok. “Ursula K. Le Guin’le Konuşmalar” isimli Türkçeye yeni çevrilen kitapta Le Guin, “Yazmanın apolitik olabileceğini sanmak, toplumumuzu ve dünyamızı etkileyen güçlerin etkisinde kalmadığını düşünüp böyle bir maske takmak, kendini kandırmaktan öteye geçmez,” diyor. Anlıyoruz ki, Le Guin’in politik olmakla bir sorunu yok. Ama politikanın diliyle bir sorunu olmalı ki, bir başka söyleşide McCarthy döneminden söz ediyor ve şöyle diyor: “Fakat öyle bir siyasal ortamda, insanın hayal gücü, polemik yaratmadan veya ahkâm kesmeden bir şeyler söylemenin dolaylı yollarını aramaya başlıyor. Vaiz mi yoksa romancı mı olacağınıza karar vermeniz gerekiyor.” Vaiz ile romancı arasındaki fark nereden geliyor diye soruyorum kendime. Vaizin (bence politikacının da) söylemine işlemiş polemiğin ve ahkâmın temelinde “ötekileştirme” olduğunu fark ediyorum. Öyle görünüyor ki polemik, ötekini yakınlaştırma değil uzaklaştırma; sınırları keskinleştirme çabasının bir ürünü. Alıştığımız üzre politika “akla kara ortaya çıksın” ister. Saflar keskinleşsin ki herkes tarafını seçmek zorunda kalsın. Ahkâma gelince... Ahkâm kesen kişi kendini sorgulamaz. Dolayısıyla uzlaşmaya kapalıdır. Amacı, ortak bir düşünceye varmaktan çok, kendi bildiğinin herkesçe kabul edilmesi, yani galip gelmektir. Ahkâm kesen, ötekiyle ilişkisini hiyerarşik bir düzen içinde algılar ve kendini bu sıralamada üst basamağa yerleştirir. Çünkü ahkâmın doğasında kibir vardır. Edebiyatın ve aslında tüm sanatların yapmaya çalıştığı şey ise tüm bunların tersidir. Sanat, kişiyi ötekinden uzaklaştırmaya değil, ötekine yakınlaştırmaya çalışır. Sanatçının amacı kendini tanımak olduğu kadar, başkalarını da tanımaktır. Sanat izleyicisi bir eserle karşılaştığında hem kendini keşfeder, hem ötekini. Tanımak, keşfetmek, anlamak; bunlar ayıran, bölen değil, birleştiren kavramlardır. Şu durumda sanatın polemik ya da ahkâm diliyle nasıl bir ilişkisi olabilir ki zaten? Sanatın dilinin polemikten ve ahkâmdan azade olması onun doğasının yarattığı bir zorunluluk, öte yandan politikanın böyle bir dile mecbur olduğundan şüpheliyim. Zaten “savaşçı” bir dille tekerini döndürmeye çalışan politikacı da bir şeylerin ters gittiğinin ayırdında olmalı ki, sanatçıyı yanına çekmek istiyor. Öte yandan, pratikte işler umduğumuz gibi gitmeyebiliyor. Politikanın dili fazlasıyla yayılmacı ve işgalci olduğundan mı bilmem, yanına çektiği sanatçıyı kendi yapısı içinde eritip yok etmeye meylediyor. Daha garip olanı, sanatçının da güncel politikanın evreninde soluk alıp vermeye başlamasıyla birlikte sanatının ona öğrettiklerini unutuvermesi; ötekini dışlayan politik dili kolayca benimsemesi. Politikanın ötekileştiren kibirli dilinin değişebileceğine inanmaya hepimizin ihtiyacı var. Fakat politik alanda da varlık göstermeye başlayan sanatçının kendi “duyarlı” duruşunu bir kartvizit gibi taşıyıp öteki sanatçıları ancak polemiğin ve ahkâmın alanında geçerli olabilecek kavramlarla etiketleyebilmesi, söz söylemenin yeni yollarını aramak bir yana, politikanın eski usüllerine teslim olduğunu düşündürüyor.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
ASLI E. PERKER:
“Handan’ın İçsavaşı Benim İçin Önemliydi.” Söyleşi: ESİN HAMAMCI, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Romanı yazarken aldığım birçok not var. O yıllarda Amerika’da yaşıyordum ve çok büyük bir zamanımı kütüphanede geçirdim. New York Kütüphanesi o döneme ait hem Fransızca hem İngilizce kaynak açısından çok zengin. Türkiye’de yaşamış olanlar tarafından yazılmış çok fazla kaynak var. Onun haricinde 1918-22 arası hemen hemen her gün Türkiye’den Amerika’ya ve dünyaya haber yapılıyor. Aynen bugün gibi. Benim elimde Mustafa Kemal’le yapılmış bir söyleşi bile var. Bir muhabir Mustafa Kemal’le beraber cephaneliğe giriyor misal. Cephaneden yana bir sıkıntınız var mı diye soruluyor. Mustafa Kemal de gelin göstereyim diyor, hangarı açıyor ve ‘Gördüğünüz gibi cephaneden yana bir sıkıntımız yok. İngiliz askerleri sağ olsunlar bunları kendileri buraya yığdı şimdi bize kaldı’ diyor. Mustafa Kemal’in suikastı aynen romanda geçtiği gibi Fransız gazetesinde (Le Temps) ‘Mustafa Kemal Vuruldu’ diye yayımlanmış bir haber. Sonra aslında bu haberi İzmir’de, özellikle Yunanların, Türk askerlerinin moralleri çöksün diye kasten yaptırdıkları ortaya çıkıyor. Demem o ki bunların hepsi bir veriye dayandığı için romana dahil ederken sıkıntı yaşamadım. Okur bu kitabı okurken ‘Acaba gerçekten böyle bir şey oldu mu?’ diyebilir. Hemen hemen hepsinin cevabı evet.”
“Roman Türklerin, Rumların, İstanbulluların, İzmirlilerin gündelik yaşayışından, bademli şerbetten sütlü çaya geçişe kadar ayrıntılar içeriyor.”
“Bunun için sadece araştırma kitaplarını değil o zamanın edebiyatını da mercek altına aldım. Onlar bize ipucu veriyor. Mesela Nişantaşı’ndaki eve geçtiklerinde oradaki banyonun musluklarında ‘froid, chaud-f-c’ yazıyor. Bunları birkaç mimarla oturup tek tek konuştum. O dönemde var mıydı? Nasıllardı? Karşılıklı konuşmalar sonucu ortaya çıkmış detaylar. Ya da Nimet Cemil’in ‘Yine Feminizm, Daima Femizm’ diye bir makalesi var. Handan da bundan bahsediyor kitapta. Örneğin 1921 yılında ‘Kadınlar Dünyası’ dergisinde kadınların oy verme hakkından, bunun zamanının geldiğinden, nasıl bir yol izleneceğinden bahsediliyor. Gerçekten o dönemin arşivini didikledikçe Türkiyeli kadının gelişimine hayranlık duyuyorsun. Bize hep şu söylenir: ‘Eee, işte 1923’ten
sonra hop diye şapkayı taktırırsan, harfleri değiştirirsen bir günde yaparsan devrimi, o tabii böyle patlar.’ Aslında öyle değil, bir günde olmuş değil. Bunun altyapısı uzun zamanda oluşuyor. Kadınlarımız o kadar pasif değil. Ağızları da çok güzel laf yapıyor, konuşuyorlar. Bir kadın partisi de kurmak istiyorlar. Çok kıymetli şeyler bunlar. Ben her kitabı kendim için yazıyorum. Bu sefer de bunları didiklemiş oldum, kendi kadınımı tanımış oldum. Kitabı aslında Türkiye’de yaşamış bütün kadınlara ithaf etmek istemiştim, ithaf yazmayı unuttum ama yazarken bütün hislerim bu yöndeydi. Çok duygulandığım anlar oldu. Mesela ‘Kadınlar Dünyası’ dergisinin yazarlarından biri Aziz Haydar Hanım. Vikipedi’de ‘Erenköy Kız Lisesi’nin kurulumuna katkısı bulunmuştur’ diye geçiyor. Katkısı bulunmuştur değil... Aziz Haydar Hanım bütün mücevherini bağışlıyor, Erenköy Kız Lisesi öyle kuruluyor. Kendisi çok aktif bir kadın. Yazılar yazıyor, konuşmalar
“Kitaptaki Handan da o dönemin kadınları da başımızı açalım, açık giyinelim gibi son radde meselelerinin değil, daha temel hakların peşindeler. Örneğin 1917 yılında Hukuk-u Aile Kararnamesi geçiyor ve sanıyorum 38. maddesine göre erkekler karılarının izni olmadan ikinci eş alamamaya başlıyorlar. Bu esnada kadınların özgürlük ve hak arayışının arkasında aslında büyük çalışmalar var, bir kulis var.”
“Handan, manda fikrini savunan babası ile Milli Mücadeleci amcasının fikirleri arasında gelgit yaşıyor. Anlatıda dikkat çeken noktalardan biri aslında içerisinde bulunduğu durum. Bu ikilemin karakterinize etkisi nedir?”
“Baba manda fikrini savunuyor ama ona mandacı diyemeyiz. Osmanlı’nın devamını istiyor. ‘Elbet memleketimize harici kuvvetlerin hükmetmesini arzu etmiyoruz, ancak Anadolu’da verilmesi gereken savaş hem
Bize hep şu söylenir: ‘Eee, işte 1923’ten sonra hop diye şapkayı taktırırsan, harfleri değiştirirsen bir günde yaparsan devrimi, o tabii böyle patlar.’ Aslında öyle değil, bir günde olmuş değil. Bunun altyapısı uzun zamanda oluşuyor. Kadınlarımız o kadar pasif değil. Ağızları da çok güzel laf yapıyor, konuşuyorlar. Bir kadın partisi de kurmak istiyorlar. Çok kıymetli şeyler bunlar. Ben her kitabı kendim için yazıyorum. Bu sefer de bunları didiklemiş oldum, kendi kadınımı tanımış oldum. yapıyor. Şunu demek istiyorum ki bizim zannettiğimiz kadar kısır değil kadınlık tarihimiz. Bu kitaba da aslında bir kadın okuması olarak bakabilirsiniz. Geçenlerde Nermin Bezmen’in, kitabı ‘Şura’ için ‘Erkeğinin yanında güçlü duran kadın’ diye bahsettiği bir video izledim. Bu çok güzel, tamam. Ama ben diyorum ki benim kadınım kendi kendine ayakta güçlü duruyor. Ne babasının ne amcasının arkasına sığınıyor. Annesizlik de benim için önemli bir meseledir kitapta. Bir kızın kendi içinden bu kadar savaşarak, çırpınarak çıkması benim için önemli bir mesele.”
“Handan’ın özgürlüğüyle kurduğu bağ için ne düşünüyorsunuz?”
pek çetin hem pek uzundur. Buna ilaveten şayet bu savaş kazanılırsa onu müteakiben ortaya çıkacak olan memleketin Osmanlı ile hiçbir alakası kalmayacaktır,’ diyor. Tarihte net kararlar verilmesi gereken anlar var maalesef. Buna biz karar vermiyoruz. Birileri karar veriyor. Ben diyorum ki herhalde dünyayı altı kişi falan yönetiyor. Biz de aslında bir şey yaptığımızı zannederek kendimizi avutuyoruz. O zaman Osmanlı’nın ne olacağı kararı halkının elinde değil, padişahın elinde bile değil. Aynen bugün gibi. ‘Dış güçler’ her zaman birbirini etkiler. Bu bir tek Türkiye’ye karşı değil. Dünya siyasetinde çok girift ilişkiler vardır, aslında bunlar geleceğimizi yönlendirir. Manda konusunda da arşivde çok enteresan
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
şeyler çıkıyor. Amerika bize bunu dayattı da biz hayır diyerek savaştık zannediliyor. Böyle bir şey yok. Amerika Osmanlı’yı mandamız altına alalım mı almayalım mı diye kendisi karar veriyor. Bu çok uzun bir süre tartışılıyor. Bu konu hakkında yayımlanmış makaleler var. Handan bu ikilemden fazlasıyla etkileniyor, çünkü yetiştiriliş olarak aslında son derece Batılı ama mizaç olarak muhafazakâr.”
“Bugünkü Avrupa Birliği’ne girme sürecine benzer bir süreç.”
“Evet. Alalım mı almayalım mı diye tartışıyorlar. Manda konusunda Mustafa Kemal’le yapılan görüşmelerden birinde Mustafa Kemal ‘Amerika bizi istemedi ama biz yolumuza bakarız’ diyor. Bu çok çarpıcı bir şey. Enteresan bir hikâye anlatayım: 20 Şubat 1920 tarihli ‘New York Times’ gazetesinden. Gazeteci anlatıyor. Anadolu’da bir Amerikalı kendine hizmet eden adama bahşiş olarak beş sentlik buffalo nickel (üzerinde manda resmi olan bir bozuk para cinsi) veriyor. Anadolulu bunu bir mesaj sanarak Amerikalı’nın Türkiye’yi mandası altına aldığını düşünüyor.”
“Hem vatanı hem aşkı hem de kendisi için mücadele eden bir karakterin hikâyesini yazmak sizin için nasıl bir serüvendi?”
“Benim içimde de tabii ki birçok çatışma yaşandı. O çatışma bugün az çok herkesin kendi içinde yaşadığı çatışmadır. İnsanlığın bir çatışması aslında bu. Memleketteki çatışmadan ziyade Handan’ın içsavaşı benim için çok önemliydi. Genç kızlıktan kadınlığa geçişi, bunu tek başına yapıyor olması, onun içindeki çocuk çok önemliydi. Kendi kendine sorduğu sorular da öyle. Herhalde o soruları ben kendime de sormuşumdur. Handan yaşlarında da sormuşumdur, sonra da, şimdi de sormaya devam ediyorumdur. Çünkü hayat bizi rahat bırakmıyor. Bu soruları kendimize sürekli sormak zorunda kalıyoruz. Gün içerisinde yaşadığımız onlarca vicdan azabı var. Ne yapmalıyım? Bir şey yapmalı mıyım? Her iç çatışmadan bir ‘ben’ daha çıkıyor. Handan da aslında bunu yaşıyor. Ben Anadolu için savaşmalı mıyım? Şu an da öyle değil mi? Şu an hapiste yazarlarımız var. Ben bir yazar olarak buna arkamı dönemem. Yanında olmak zorundayım. Bir entelektüel olarak, aydın olarak, yazar olarak bu benim boynumun borcu. Ben Aslı Erdoğan’ın, Necmiye Alpay’ın yanında olmak zorundayım. Ama öyle bir zaman ki durup düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Ben ne için savaşıyorum? Bu soruların peşine düşmek zorundayız. Tıpkı Handan gibi.”
“Piyasa ve içinde yaşadığımız çağ, yazarı kısa zamanda tüketilen kitaplar yazmaya zorluyor. İnsanların kısa metin okumayı tercih ettiğini görüyoruz. Sosyal medyada da 140 karaktere sığdırılacak kadar kısa cümlelerle kendimizi ifade ettiğimiz bir dönemdeyiz. Durum böyleyken hacimli bir roman yazmak riskler taşıyor mu? Bu yönlendirmelerle ilgili ne düşünüyorsunuz?”
“Günlük tweetleri alıp bir kitap haline de getirebiliriz. Kısa ve etkin sözün de büyük değeri var. Ama benim istediğim bu değil. Ben 14 yaşımda iken 9 yaşımda okuduğum Robinson Crusoe kitabının hâlâ içimde yaşadığını anladığımda yazar olmaya karar verdim. Kısa bir kitap yazayım çok satılsın, çok beğenilsin, herkes beni çok sevsin diye karar vermedim. Şimdi de trendlere uymak için kararımdan dönecek değilim. Zaten bunu ün, para için yapmıyoruz, bu içimizden gelen bir şey. Tabii çok iyi yazarım diye bir iddiam da yok. Ben ne kalibrede bir yazarım ona tarih karar verir.”
“Bir konuşmanızda anneannenizden çok etkilendiğinizi ve karakterlerinize ondan bir parça eklediğinizi söylemiştiniz. Bu romanda da anneanneninizin etkilerini görebiliyor muyuz?”
“Anneannem benim içimde yaşayan canavar. Her yerden, her şeyden çıkar. Güçlü bir karakterdi çünkü. Baskın bir karakter değildi ama çaktırmadan kendi istediğini yaptırırdı. Aslında o ne derse o olurdu. Giritli idi. Bana evlenmeden önce şöyle söylemişti: ‘Evin başı
erkektir ama boynu da kadındır. Sen nereye çevirirsen o tarafa döner.’ Bu o zaman kadınının evlilik için verdiği bir tariftir. Sonra aynı lafı ‘My Big Fat Greek Wedding’ isimli bir filmde de duymuştum. Yunan atasözü gibi bir şey herhalde. Bu sözü hayata da uygulamış bir kadındı; çaktırmadan herkesi, her şeyi kontrol eden. Her romanımda içimden bir anneannem çıkar. Bu romanımda ise zannediyorum yine Handan’ın vefat etmiş annesi olarak görünüp kayboldu.”
“Düşünen ve yazan kadınlar romanlarınızın ortak noktalarından birini oluşturuyor. Kadın karakterler yaratırken en çok hangi yazardan ilham aldınız? Ya da bir romandaki karakter sizi etkilemiş midir?”
“Yazar olarak güçlü duruşuyla Margaret Atwood, kadın roman karakteri olarak Anna Karenina’yı çok severim. Bende çok iz bırakmış bir karakterdir. Romanda da geçen, George Eliot’ın ‘Middlemarch’ romanındaki Dorothea benim için çok önemlidir. Sanırım genelde yabancı edebiyatın kadın karakterlerinden bahsedeceğim. Onlar benim aradığım güçlü karaktere sahipler. Benim aradığım da güçlü bir kadın, işin doğrusu.”
“Handan’ın gözünden bir devrin değişikliğine tanık oluyoruz. Karakterin zihni ise iç sesiyle yansıtılıyor. Handan’ın iç sesinin ön planda olması, hikâye açısından nereye oturuyor?”
“Aslında bütün roman Handan’ın psikolojisi üzerine kurulu. Yoksa o anda Türkiye’de ve dünyada ne olduğu ortada. Handan sürekli bir şey sorguluyor. Memlekette Batılılaşma, modernleşme var. Savaştan sonra Balkanlardan bir buçuk milyon Müslüman nüfus geliyor. Anadolu’ya dahi gideni İstanbul’da bir müddet kalıyor. Bu nüfusun yaşayışı çok Batılı. Aynı şekilde, yaşayış şekli çok Batılı olan Ruslar geliyor. Sokaklarda müzik yapıyorlar, dans ediyorlar. Bir yandan memleket savaş halinde, kader noktasında ama İstanbul’da eğlence gırla gidiyor. Handan’ın o arada kalmışlığı, iç sesi bana göre o dönemde pek çok kişi tarafından yaşanmış iç sıkıntısıdır. Tıpkı bugün olduğu gibi. Televizyonda gündüz vakti hiçbir problemimiz yokmuş gibi gülünüyor, eğleniliyor. Elbette her dakika kurulu bomba gibi yaşayamayız, insanların tabii ki eğlenmeye ihtiyacı var ama anormal bir tezatlık yok mu? Bir trajedi yaşanıyor; memlekette ölümler, anlaşılamayan tutuklanmalar var, intiharlar var. Çok sıkıntılı durumlar yaşanıyor ama bir yandan gırla giden bir eğlence var. Ben Handan gibi hissetmeyeyim de ne yapayım? Zaten insanların da benden farklı hislerde olduklarını zannetmiyorum. Ya da gözünü tamamen kapamak lazım. ‘Gözümü kapıyorum, önemli değil, ne olacaksa olsun.’ Onu da anlıyorum aslında. Çünkü başka türlü sağlıklı bir şekilde devam etmek mümkün olmayacak şu koşullar altında; yapabileceğimiz bir şey olmadığı için. Bugün de Handan’ınki gibi bir iç sesimiz
var, duyulan ya da duyulmayan. Bu durum edebiyata bugün olmasa gelecekte başka bir karakterin iç sesi olarak yansıyacaktır.”
“On yıl New York’ta kaldınız. Kadın hakları konusunda Türkiye’yle kıyaslarsanız gözlemleriniz, Türkiye için korkularınız ya da ümitleriniz nelerdir? ‘Vakit Hazan’ın geçtiği dönem ile bu dönemi kadın sorunları açısından kıyaslamanızı istesem sizce aynı yerde dolanıp duruyor muyuz?”
“Evet. Biz bunu 1920’de aşmışız. Şimdi niye sar baştan yapıyoruz? Ama neden geri dönüyoruz? Bilmediğimiz için. Bence bütün halkların evrimleşmesi, ilerlemesi kadın üzerinden olacak. Kadın dönüp bakmalı, geçmişte hakkı neydi, şimdi ne? Çok derin bir konu aslında. İşin içine kurumlar giriyor. Anayasamızda haklarımız var, sadece işlerliği yok ya da biz ne olduğunu bilmiyoruz. Bu erkek egemen dünyanın değişmesi çok uzun bir süre alacak. Bir gün evrensel, kitlesel bir hareket olacak ve öyle olacak galiba.”
“Romanın geçtiği dönemlerde herkes tarafından sıkça kullanılmayan –pansiyoner, amour, sofistike, kuaför, a-la-franga, demode– gibi yabancı kelimeler italik yazıyla verilmiş. Bir devrin modernleşme sürecini bu kelimelerle okuyabilir miyiz sizce?”
“Romanın geçtiği, şu an bizim de bulunduğumuz şehir İstanbul, her zaman modern, hatta her zaman çağın ötesinde. Çok eski, çok köklü bir metropolden bahsediyoruz. Öyle çok millet bir arada yaşıyor ki her dil var, günlük yaşamda kullanılıyor. İstanbul’un bile birden çok söyleniş şekli var. Türkler İstanbul diyor, Ermeniler Bolis, Yunanlılar Polis, Amerikalılar Constan. Lady Mary Wortley Montagu 1716’da İstanbul’da geçirdiği döneme ait günlüğünde yazmış: ‘Seyislerim Arap, uşaklarım Fransız, İngiliz ve Alman, hemşirem Ermeni, hizmetçilerim Rus, yarım düzine başka işlere koşan çalışanlar Yunan, kahyam İtalyan ve bekçilerim Türk’ diye. Bundan yüzyıl öncesi de çok farklı değildi.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
Gayri Resmi Şair Geçidi Refik Durbaş, “Şiirin Gizli Tarihi”nde şiir gibi yaşayanların mahrem tarihlerini anlatıyor. Bizleri hayatın gerçekten büyülü olduğuna inandıran söz peygamberlerini… Onların aşklarını, dostluklarını, yüzünüze bir gülümseme nakşedecek öykülerini… Sözün hükmünün henüz yitmediği, şiirin “gül kuruttuğu” zamanlar… Anı/deneme türündeki kitap, ülkemiz edebiyatında iz bırakmış önemli edebiyatçıların ruhunu taşıyor satırlarında. Bir değil, birkaç kuşağın, hem de aralarındaki bağlar, ilişkiler ve dostluklarla izdüşümünü okuyoruz. Edebiyatlarının üzerine yaşamlarından ışıklar düşürüyoruz Durbaş’ın araladığı perde sayesinde. Günlük şeklinde değil, küçük anı demetlerine benzeyen kısa yazılarla çıkıyor karşımıza geçmiş. İçtenlik, samimiyet, sıcaklık hissediliyor; belli ki derin bir sevgi, hasret ve bağlılıkla kaleme alınmış her biri. Hatıralarına saygıyla tabii bir de. Kimler yok ki kitapta? Cemal Süreya’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya, Salâh Birsel’den Metin Altıok’a, aklınıza gelebilecek her isim geçiyor bu gayri resmi şair geçidinden... Kitabın ismi “Şiirin Gizli Tarihi” ne kadar da yerinde. Özellikle bir dönemin edebiyatını, tarih kitaplarından değil, dost meclislerinde söylenen sözlerden, şiir buluşmalarından, meyhane toplaşmalarından okumak gerek belki de. Refik Durbaş, edebiyat tarihçileri için bulunmaz bir kaynakça sunuyor bu kitabıyla. “Şiirin Gizli Tarihi”, Refik Durbaş, 334 s., Doğan Kitap, 2016
Gerçekliğe Kafa Tutan Bir Roman Hüseyin Kıran, uzak zamanlarda ve uzak ülkelerin birinde bir ceza memurunun Efendiler’ince elçi olarak yetkilendirilerek bilmediği yollara, bilmediği dünyalara düşmesini anlatıyor “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”da. Küçük adamdan nasıl kolaylıkla bir “büyük adam” çıktığına, fermanı götüreceği yeri bile bilmeyen Elçi Yakup’un kişiliğindeki ve dilindeki değişime, gücü tanımayanın onu ele geçirdiğinde dönüştüğü muktedire yol arkadaşlığı ettiriyor. Karanlık artarak birikiyor dağ yolunda, düz ovada, surların içinde, surların ardında... Karanlık ete kemiğe bürünüp yanımıza kuruluyor. Anlatılanlar uzak zamanlar, uzak ülkeler olmaktan çıkıyor. Eleştirmen Ömer Türkeş romanla ilgili yaptığı değerlendirmede şöyle diyor: “Hiç kuşkusuz alegorik bir anlatı. Romanın belirsiz zaman ve mekânını ete kemiğe büründüren günümüzle olan benzerlikleri görmek zor değil. Ancak alegori sadece bir ülkeyi, egemenleri ve halkları kapsamıyor. Hüseyin Kıran, önceki romanlarında yaptığı gibi, roman kişisi üzerinden insan denilen varlığı tartışmaya açıyor.” Rahat koltuğunda kurulup, huzurla kitap okumak isteyenlere hitap etmiyor Kıran. Okurunu huzur suz ediyor, huzursuz olunmadan dünyada pek de bir şeyin değişmeyeceğinin farkında olarak yazıyor. Hüseyin Kıran’dan alegoriden kurduğu dünyayla gerçekli ğe kafa tutan, kullandığı dille hem mevcudu güçlendiren hem de yenisini “icat eden” çarpıcı bir metin daha. “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”, Hüseyin Kıran, 96 s., Sel Yayıncılık, 2016
Mutluluğa Giriş A. MERİÇ ŞENYÜZ
“M
utluluk Konservesi.” Kitabın yazarı Orhan Tüleylioğlu’nun affına sığınarak söylemek zorundayım: Ne kadar da kötü bir isim! Kitabı okuduğum günler, adını kapatmaya çalışarak, merak edip soran arkadaşım olursa, “Hayır, kişisel gelişim kitabı değil bilakis çok farklı bir kitap” diye açıklamalarda bulunarak, o da olmadı, “Ya işte Remzi Kitap Gazetesi için yazıyorum, yoksa adı ‘Mutluluk Konservesi’ olan bir kitapla ne işim olur” türünden açıklamalar yaparak geçti. Oysa ne de güzel bir kitap yazmış, Orhan Tüleylioğlu. Hatta hiç abartısız belirtmeliyim ki; bu gazete için kaç kitap okudum bilmiyorum ama içlerinden en sevdiklerimden biri, hatta belki de birincisi bu kitap oldu. Şahane bir kitaba, berbat bir isim! Bu yazıyı da kitabı adından dolayı almama ihtimali olan okurun fikrini değiştirebilirim umuduyla yazıyorum. Kitabın adı sadece ucuz ‘kişisel gelişim’ kitaplarını çağrıştırdığı için kötü değil aynı zamanda içeriğine ve savunduğu şeylere de tamamen ters. Hiç mutluluk konserveye konur mu ki? “Konmaz” diyor Tüleylioğlu, koymaya da çalışmamış zaten ama tutmuş bu özenli çalışmanın adını öyle koymuş. Konserveli kapak yaptırmış bir de. Neyse, artık bu isim eleştirisini geçelim içerikte ne var ona başlayalım dilerseniz. Tüleylioğlu insanlığın düşünce tarihi boyunca çok çeşitli, birbirinden çok farklı uğraklarına şöyle bir dokunarak bir mutluluk kilimi dokumuş. Bakın benden de çıka çıka bu isim çıktı! Capcanlı, yaşayan, asla basit ve ucuz olmayan, birbirine zekice ve yaratıcı bağlantılarla bağlanan bir mutluluk tarihi bu. O kadar güzel alıntılarla, öylesine ilginç ayrıntılarla bezemiş ki kitabı yazar, aslında kitap yazılarında çok sevmediğim bir şey yapacak, biraz fazla alıntı vereceğim bu yazıda. Kitap ilk başta çok alakasız görünebilecek bir noktadan, televizyonun hayatımızdaki yerinden başlıyor serüvene. Uzaktan kumandanın mucidi Eugene Polley’in hikâyesiyle… George Gerbner’den şöyle bilgece bir cümleyi içeriyor bu bölüm; “Eğer kişi insanların çok TV izlediği bir evde yaşıyorsa, o kişi aynı dünyada yaşayan ama daha az TV izleyen yan komşusundan daha kötü bir dünyada yaşıyor demektir.” Demek ki: Mutluluk Dersleri 1: TV’yi kapatıyoruz. Oradan Aydınlanma’nın büyük düşünürü Voltaire’in hayatına sıçrıyoruz. Birilerinin hayatımızı karanlığa boğmaya çalıştığı günlerde çok ihtiyaç duyduğumuz bir isme yani… “Zadig” adlı romanında sergilediği mutluluk anlayışıyla başlayıp, mutluluk için yazdığı ansiklopedi maddesine uzanıyoruz; “Haz, mutluluktan daha hızlı geçip giden bir şeydir ve mutluluk da, bahtiyarlıktan daha geçici bir durumdur.” Mutluluk Dersleri 2: Mutluluk geçicidir. Aa, bir de bakıyoruz kitap bize “6-7 Eylül Olayları”nı anlatmaya başlıyor. Ne alakası var şimdi mutlulukla bu karabasanın? Bölüm o günlerde sırf komünist olduğu için olayların üzerine yıkılmak istendiği Aziz Nesin ustamızın yaşam öyküsüne bağlanıveriyor. Ve Aziz Nesin üçüncü dersi veriyor: “Şimdi eskisinden daha çok / Güldürmek istiyorum insanları...” Mutluluk Dersleri 3: Mutluluk başka insanları güldürebilmektir.
mericsenyuz@gmail.com Derken Sivas Katliamı... Kişisel gelişim kitabıyla hiç ilgisi yok diye uyarmıştım sizi değil mi? Ama bölüm sonunda bu kez Sivas’ta katledilen değerli aydınımız Asım Bezirci’den bir ders var. “Hayatınızı tarif eder misiniz?” diye sorulunca “Sevmek, çalışmak, aramak, okumak, acı çekmek, direnmek” diye özetlemiş ve “Mutlu olmak yok mu?” denince şöyle ekleyivermiş: “Çok az…” Demek ki dördüncü dersimiz bu. Mutluluk Dersleri 4: Mutluluk az bulunan bir şeydir; kıymetini bilin. Peki, Albert Einstein’ın mutlulukla ne ilgisi olabilir? Aslında kitabın bağlamında çok da yok. Ama Tüleylioğlu büyük matematikçi, barış davasının yılmaz savunucusu Bernard Russell’ın mutlulukla ilgili görüşlerini anlatmak için biraz dolambaçlı ama çok keyifli bir yol seçerek işe Einstein’dan başlıyor. Beşinci dersimizi bize Russell veriyor: “Mutlu insan dış dünyada yaşar, özgür sevgileri ve geniş ilgileri vardır.” Mutluluk Dersleri 5: Mutluluk salt evinizde tek başına yaşayabileceğiniz bir şey değildir. Dışarı çıkın! Haydaaa… Atom çağından bahsediyorduk. M.Ö. 335’e nerden geldik? Kıbrıs’ta doğan Zenon mu söyleyecek 21. yüzyılda mutluluğun sırrını? Stoacılıktan bahsediyor şimdi de Tüleylioğlu. Peki ne diyor Stoacılar? “Mutlu yaşam ne zenginlikte, ne şöhrette, ne bedensel hazlardadır.” Mutluluk Dersleri 6: Parayla saadet olmaz! Peki, yaşlılıkta da mutlu olabilir mi insan? Bu kez Roma’nın meşhur hitabet, siyaset ve felsefe ustası Cicero’nun hayatındayız. Yaşlılığın mutsuzluk kaynağı olmadığını, yaşlılığın üstünlüklerini ve bu üstünlüğün getirdiği mutluluğu anlatıyor bilge Romalı… Demek neymiş? Mutluluk Dersleri 7: Mutluluk yaşta değil baştadır! Peki ya özgürlük? Özgür olmak mı mutlu olmak mı, diye sorsalar ne olurdu yanıtınız? Bu kez insanlığın en güzel şarkısı olan Ekim Devrimi yıllarındayız ve izlediğimiz sanatçı “Biz” adlı distopya başyapıtının yazarı Yevgeni Zamyatin. Stalin dönemi baskılarından Paris’e kaçmak zorunda kalan, tek yapıtıyla kendi dilinde, kendi ülkesinde yasaklı olsa da, koskoca bir geleneğin ilk adımını atan, hiçbir zaman kapitalizmle uzlaşmadığı için Fransa’da yoksulluk içinde ölen Zamyatin’den geliyor bu kez ders: “Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir…” Mutluluk Dersleri 8: Özgürlük ve mutluluktan birini seçmek zorunda değilsiniz. İkisini de isteyebilir, ikisini de alabilirsiniz! Bütün dersleri burada sıralasam kitabı almazsınız ama başından beri derdim şu: ismine aldanmayın bu kitabı edinin. İnsanlık tarihi boyunca, sanatçılar, düşünürler, hatta bazen sıradan kişiler mutluluk üzerine neler düşünmüşler bir göz gezdirin. Emin olun bilgilendirici olduğu kadar, keyifli, lezzetli, maceralı, oyuncaklı bir okuma sizleri bekliyor olacak. Bitirirken bir soru daha sormama izin verin, “Mutluluk 101” mi olsaydı bu güzel kitabın adı? Hem mutluluğa giriş hem de alınacak 101 ders babında? “Mutluluk Konservesi”, Orhan Tüleylioğlu, 264 s., Dafne Kitap, 2016
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Hesaplaşmalar Tarihi YANKI ENKİ
R
ıza Kıraç’ın “Londra’da Hoş Cinayet” kitabını, hem başlığı hem de romanın açılış bölümündeki silahlı çatışma sahnesi nedeniyle, bir “polisiye” ile karşı karşıya olduğumu düşünerek okumaya başladım. İlerleyen bölümlerde, Türkiye solunun kendi içindeki hesaplaşmalarıyla, derin devletle; yakın tarihte olup biten, belki de bitmeyen ve hâlâ bürokrasinin gizli köşelerinde var olmaya devam eden karanlık ilişkilerle ilgili bir roman belirmişti karşımda. Polisiye edebiyatıyla paslaşan, bir suç öyküsünün anlatıldığı bir roman bu, ama kurgusal yanı ağır bassa da aktüel bir temaya sahip. Güncele uzanan ve yönetenlerin yönetilenlerden gizlediği gerçeklere ışık tutan bir eser. “Troçkist Meryem” olarak da bilinen Mer yem’in, Türkiye’den İngiltere’ye uzanan hesaplaşma öyküsü şeklinde özetleyebiliriz bu romanın öyküsünü, fakat “hesaplaşma” temasını biraz açmak gerekiyor bu noktada. Öncelikle “intikam” arayışına denk düşen bir hesaplaşma bu. Meryem’in çocukluk arkadaşı olmasına rağmen aslında baş düşmanı olan Sadık İrfan’dan alınacak bir intikam… İkincisi, toplumsal bir hesaplaşmaya dair ki bu da az önce bahsettiğimiz gibi Türkiye solunun vicdan muhasebesine dönüşen bir yüzleşme, hatta büyük ölçüde bir özeleştiri… Üçüncüsü de, bir gazetecinin gerçek haberler yapma arayışının anlatıldığı “mesleki” bir hesaplaşma. Bu üç boyutu da birbirinin içine yediriyor yazar. Bu sebeple “Londra’da Hoş Cinayet”i, polisiye tonları olan bir suç romanı, modern insanın çevresine, özellikle de geçmişine yabancılaşmasını anlatan kara bir roman ve gerçek ile kurgu arasındaki sınırları düşündürürken günümüzün Türkiye siyasetine göndermelerde bulunan çağdaş bir roman olarak değerlendirmek mümkün. Henüz eserin başlarında Meryem’in bir roman yazmaya çalıştığını görüyoruz. Gerçeklerin kurguya evrileceği ya da okuyanların öyle sanacağı, ama bazı seçilmiş kişilerin aslında yazılanların gerçek olduğunu bileceği bir roman bu. Karanlık, suçla örülü, pis bir geçmiş hakkında gerçeklerin ortaya serileceği; kahramanı polisler, devrimciler, siyasetçiler olan bir roman: “Şimdi önümde koca bir yakın tarih, yakın pislik, yakın ihanetler, yakın entrikalar, yakın adilikler, muhtemelen yakın zamanda işlenmiş cinayetler vardı; bunların hepsini bir romana nasıl dönüştürecektim?” İşte burada Meryem’in “yakın” sözcüğüne neden takıldığı önemli. Yakınlaşmak için uzağa giden, karşılaşmak için kaçan, ileriye giden ama ardına bakan bir kahraman çünkü o. Belki de İngiltere’ye, eski bir devrimci yoldaşının yanına giderken, uzaklaşırken yakınlaştığını fark ederken şu alıntıyı yapması manidar: “Londra, insanların daha mutsuz ve akıllı dönmek için gittikleri bir yerdir.” Kahramanımız Meryem’in olduğu kadar, onun belalısı Sadık İrfan’ın da öyküsünü okuyoruz, çünkü biri olmadan öteki eksiliyor adeta. Zamanında emniyette çalışan ve son derece acımasız bir görev adamı olan Sadık İrfan, Londra’da Meryem’in karşısına dikilip ondan bir kitap yazmasını istiyor, hem de bir hayat hikâyesi. Meryem’in kaleme alacağı Sadık İrfan biyografisi, zamanla Meryem’in biyografisi-
yankienki@gmail.com ne dönüşüyor, çünkü polis ile devrimcinin, katil ile kurbanın öykülerini birbirinden koparmak mümkün değil. Eğer eserdeki intikam temasına odaklanırsak, kitaba adını veren bir cinayetin öyküsü bu, ama Londra’da mı yoksa Türkiye’de işlenmiş bir cinayet mi, orası tartışmaya değer. Romanın başındaki suçlu kahraman ile final sahnesindeki suçlu kahramanın karşılaştırılmaya değer olduğu gibi… Romanın ortalarına doğru, tam anlamıyla bir polisiye okumadığımızı fark etsek de, Meryem’in öyküsündeki polisiye unsurların en yerinde çözümlemesini anlatıcının kendisi şöyle dile getiriyor: “En iyi militan, düşünceleriyle savaşandı; bunu yapmaya çalıştım. Silah kullanmama gerek yoktu, sosyalist olmam polisiye vaka olmama yetiyordu. Düzenin ideolojisine karşı düşüncelerini dile getiren hemen herkes polisiye vakaydı. Ben bir polisiye vakaydım, hep öyle kaldım!” Romanın ikinci yarısının önemli bir kısmı, İngiltere’ye yerleşen Meryem’in vicdanıyla baş başa kaldığı, geriye dönük bir özeleştiri yaptığı bölümlerden, romanın son çeyreği ise ağırlıklı olarak hareketli bir maceradan oluşuyor. Ülkesini terk eden Meryem, davasını da terk mi ediyor? Gönlünde yatanları gerçekleştirebildiği için yoldaşlarına ihanet ediyor, belki de kendini mi kandırıyor? Bu soruların peşine düşüyor Meryem. Önce kendisi üzerinden bireysel bir arayışa, sonra da toplumsal bir tahlile yöneliyor. “Verdiğimiz politik mücadelenin iradesi hiçbir zaman elimize geçmemişti,” diye itirafta bulunuyor. “Bizi iktidara taşıyacak mekanizmaları kurmak bir yana bizi biz yapacak örgütlenmeyi bile bir türlü gerçekleştirememek acı veriyor bana. Ne siyasi bir güç olarak ağırlığımızı koyabildik ne de iktisadi güçlerle mücadele edebilecek ekonomi teorilerini hayata geçirebildik,” derken, Türkiye solunun, devrimcilerin yaptığı yanlışlara bir açıklama getirmeye çalışıyor. Tespit ediyor ama çözümlemekte sorun yaşıyor. Bu noktada toplumsaldan çıkıp yine bireysel hesaplaşmaya dönüyoruz. Meryem, Sadık İrfan’la olan tehlikeli ilişkisini nasıl çözümleyebileceğinin hesabını yapmaya başlıyor. Sadık İrfan, Meryem’in ellerine bıraksak, hemen cezasını bulacak biri ama bu “kötü adam”ın elindeki politik kozlar, Meryem’in onunla farklı bir alışverişe girmesine neden oluyor. Öldürüleceğini, elinde çok önemli bilgilerin olduğunu ve bu bilgilerin de Meryem’in şahsi tarihinde önemli kapılar açacağını iddia ediyor Sadık İrfan. Hayatını, romanını yazmasını istiyor Meryem’den ve şunu da ekliyor: “Bu saatten sonra öldürülmem hoş cinayet olarak anılır. Kitabın sonunu benim öldürülmemle bağlarsın, kötü adam cezasını bulmuş olur, okur da güzel bir oh çeker.” Meryem’in romanının sonunda Sadık İrfan cezasını çekiyor mu? Ya da Meryem hesaplaşmasını nihayete erdiriyor mu? Bunların cevabı, “Londra’da Hoş Cinayet”in sonunda saklı. “Londra’da Hoş Cinayet”, Rıza Kıraç, 432 s., Doğan Kitap, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Hani Bir Yayınevi Vardı-3 İlk gençlik çağının soluksuz okumaları coşkuludur ama pek bilinçli sayılamaz. O coşkulu okumalar Sait Faik, Sabahattin Ali, Abdülhak Şinasi gibi yazarlardır. Ama gelgelelim Haldun Taner, Demir Özlü, Sevgi Soysal, Sevim Burak okumaları ve daha birçokları biraz çaba ister. O bilinçli okumaların ilk yeşerdiği alan De Yayınevi’nin kitaplarıdır. “Memet Fuat’ın Seçtikleri” inceden inceye, düşünüle düşünüle karıştırılmıştır. “Dört Hapisaneden”, “Rübailer” bir solukta okunur ama sıra iki dilde şiirlere gelince (Borchert, Eluard, Rimbaud) duralamamak elde değildir. De Yayınevi’nin yönetmeni Memet Fuat, Cağaloğlu Vilayet Han’daki küçücük bir odada o görkemli ufuk açıcı yapıtları yayımladı. Ama ben tanıdığımda yayınları ve dergiyi bırakmıştı. Memet Ağbi kitap kapaklarının çoğunu Ferit Erkman’a yaptırmıştır. Ne güzel kitaplardır onlar. Çoğu sarı kapaklı... Sartre’dan “Sözcükler”, Faulkner’dan “Döşeğimde Ölürken”, Rilke’den “Malte Lauridis Brigge...”, yine Sartre’dan “Baudelaire” (Bertan Onaran çevirisi), “Yabancı’nın Açıklaması”, Walter Kaufmann’dan “Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk” (Akşit Göktürk çevirisi), Iris Murdoch’tan “Sartre’ın Yazarlığı ve Felsefesi” (Selahattin Hilav çevirisi), Brecht’ten “Epik Tiyatro Üstüne” (Kamuran Şipal çevirisi)… Şiir dizisi ve Yeni Dergi başlı başına bir çığırdır. Edip Cansever’den “Tragedyalar”, Oktay Rifat’tan “Elleri Var Özgürlüğün” ve Ece Ayhan’dan “Bakışsız Bir Kedi Kara”... De Yayınevi’nin ilk kitaplarını çok çok sonra okumaya başladım: “Düşünceye Saygı” (Memet Fuat), “Turgut UyarEdip Cansever” (Hüseyin Cöntürk-Asım Bezirci), “Tiyatro Deneyi” (Ionesco, Teoman Aktürel çevirisiyle), “Denemeler” (Eliot), “Sanat Meseleleri” (Suut Kemal Yetkin), “Şenlikname Düzeni” (Sezer Tansuğ). Ve de tek perdelik oyunlar dizisi: Lorca, Borchert, Büchner, Ionesco… Hepsi bir arada. Hele “Briç” kitabını yayınevinin listesinde görünce şaşalamadım dersem yalan olur. Ne ilgisi var diye düşündüm sanat yayıncılığıyla? Ama sonradan bizzat Memet Fuat’tan öğrendim ki, o kitabın satışı diğer kitapları finanse ediyormuş. Memet Fuat’ın teknik yönetmenliğini de sanırım “Papirüs” dergisinden okumuştum: Altınyurt voleybol takımının kaptanlığı… Tüm bunları sohbet olarak epeyce konuştuk Memet Ağbi’yle hem Cağaloğlu’nda hem de Çamlıca’da… Onunla birlikte bir de kitap yaptık. Literatür’ün “Tanıklıklar” dizisinden çıktı: “Yazarlığın Eteklerinde.” Bu kitabın ilginç bir serüveni vardır. Memet Ağbi’yi Çamlıca’daki evin bahçesinde bir eski otomobilin yanında fotoğraflamak Yetkin Başarır’ın hem suçu hem de başarısıdır. Memet Ağbi’nin tüm yayınlarında kitaba emeği geçenlerin adları yazılıdır. Büyük bir kadirşinaslıkla... Dizgi, tertip, basım sorumlusu ve düzelti. Düzelti, iki nokta üst üste ve Fuat Bengü yazar çoğu kitapta. Kim bu Fuat Bengü sorusuna onunla tanışınca yanıt aldım. Memet Ağbi’nin bizzat kendisi! İlk yayınlar arasında iki ciltlik bir kitap vardı: “Gerçeküstücülük.” Bizde de kuşakları etkilemiş olan bu akımın derli toplu incelemesidir onlar. İkinci ciltte örnek metinler vardır. Selahattin Hilav, Onat Kutlar, Sait Maden ve Ergin Ertem’in emeğiyle. Yeniden göz atma isteğimi yıllardır bastıramıyorum. Bulursam okuyacağım bu kitapları. Memet Fuat, gençlere de omuz vermiştir yayınevinde. Ataol Behramoğlu’ndan “Bir Gün Mutlaka”, İsmet Özel’den “Evet İsyan”. Zaten dergisinde de bu tutumunu sürdürmüştür. Daha sonra Yazko Edebiyat’ı yönetirken ve Adam Sanat’ı yönetirken. Söz bitmez, yer biter... Öneri:
“Mentollü Lârva”, Ömür Kurt, Şiir, 64 s., Yitik Ülke Yayınları, 2016 “Bordeaux Şarap Güncesi”, Mehmet Ömür, 132 s., A4 Ofset, 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
Ey Beyin, Sen Nelere Kadirsin!
A
OZAN EZGİ BERBEROĞLU ozanezgiberberoglu@gmail.com
lgılarımız, duygularımız ve belleğimiz… Bizi biz yapan her şey tek bir merkezin yönetiminde; beynimizin. Tüm organların bir muadili yapılsa dahi beynimiz yerine yedeğini koyamayacağımız yegâne parçamız. Çocukluk anılarımız, sevdiğimiz kokular, müzikle dolduğuBizler çoğu zaman beynimizin kontrolünü elimizde tuttuğumuza inanırız. Oysa ki, onun patronu olduğumuzu düşünürken bize bunu fısıldayan yine beynimizin ta kendisidir. Çoğumuz duygularımızın bizim yönlendirmelerimiz ve sınırlarımızla şekillendiğini düşünürüz. Ne var ki, duygularımızın, üzerimizde sessizce hükümdarlıklarını sürdürdüklerini kabul etmeliyiz. Yaşamın yoğunluğu içerisinde günlerimizi geçirirken kararlarımızda ve değerlendirmelerimizde rasyonel olmanın eşsiz gücünü kullandığımızı savunuruz. Ancak yapılan araştırmalar çoğunlukla yaşanılanları duygularımızın yönettiğini gösteriyor. Duygularımızın egemenliği, çevremizdekileri basitçe algılamamızdan tutun, karmaşık değerlendirmeler ve kararlara kadar her an iplerimizi elinde tutuyor. Cordelia Fine “Başına Buyruk Beyin”de yere göğe sığdıramadığımız beynin aslında kibirli ve yalancı bir organ olduğunu savunuyor. Fine, araştırmalar ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak beynin dik kafalı ve zayıf iradeli davranışlarını inceliyor. Yazar, beynin, insanların algılarını, duygulanımlarını ve kararlarını nasıl yanlış yönlendirmeye yatkın olduğunu birçok deneysel örnekle açıklıyor. Beynin karmaşası içinde her şeyin mükemmel gitmediğini, bizi tuzağa düşürecek binlerce oyunun kıvrımlarında her daim saklandığını anlatan eser, okuyuculara duyguların mantık üzerindeki üstünlüğünü ka-
muz coşku, başarıyla yüklendiğimiz gurur, gülümsemelerimiz, utançlarımız… Bunların olmadığı bir yaşam düşleyebilir misiniz? Vücudumuz mekanik olarak bizi ayakta tutarken, canlılığımıza anlam katan tüm bileşenler beynin durmaksızın çalışan devrelerinin birer ürünü.
bul etmeleri ve beyinlerine karşı daha temkinli yaklaşmaları gerektiğini sıkı sıkıya tembihliyor. Evrim ve Türün Devamlılığı Beyin evrilirken yaşamın devamlılığını korumaya yönelik birçok faktör öne çıktı. Bunlar otonom faaliyetlerin, motor aktivitenin optimum koşullarda var olmasını sağlayan adaptif ayrıntılardı. Peki ya sosyal düzenlemelerin bu sürece faydası oldu mu? Hayatta kalma savaşı olarak adlandırabileceğimiz doğal seçilim sürecinde beyin şüphesiz patron rolü üstlendi. Zira anatomik ve fizyolojik açıdan yetersizlikleri olan bireyler doğadan elenirken zihinsel faaliyetlerin gelişimi, bireylerin seçilim basamaklarını atlamalarına yardımcı oldu. Evrimsel sürecin en önemli amacı hayatta kalmak ve türün devamlılığını sağlamak oldu. Hayatta kalmak anatomik ve fonksiyonel yeterliliklerle sağlanırken, türün devamlılığında önemli bir kavram ortaya çıktı: Eş seçimi. Çoğumuz eş seçiminin farklı sosyal kriterler ve bireysel algılar üzerinden kendisine yol bulduğunu düşünürüz. Peki, işin içinde milyonlarca yıldır süregelen evrimsel tarihin ve türün devamlılığı yönünde kod-
lanmış genetik birikimin olduğunu söylesem? Geoffrey Miller “Sevişen Beyin”de, eş seçiminin nörobilimsel mekanizmalarını inceliyor ve neden şu anda başka biriyle değil de “onunla” evli olduğunuza dair sizin bile bilmediğiniz gerçekleri aydınlatıyor. Tercihlerimiz hayatımıza şekil veriyor. Sadece insan değil, bilişsel işlevlere sahip tüm karmaşık canlılar, bir şekilde, tercihlerinin kendilerine çizdiği yolu izleyerek yaşamlarını sürdürüyor. Tercihler bazen uzun düşünsel süreçlerin ardından şekillenirken, özellikle temel varoluşsal aktivitelerde karar verme süresi çok da kısalabiliyor. Evrimsel süreçte verilen hayatta kalma mücadelesinde, kazanma/kaybetme durumunu ve bir bakıma “kaderimizi” çok kısa sürede, belki de saliseler içinde verilen kararlar belirlemiş olabilir. Tercihlerin ve davranış modellerinin şekillenmesi beynin en karmaşık işlevlerine birer örnek. Zira bu süreçte deneyimlerden, öğrenilmiş değer yargılarına ve çevresel faktörlere kadar birçok bileşen devreye giriyor. Bunun yanında sosyalleşme davranışlarının evrimsel süreçte birçok tür için büyük avantajlar yarattığı düşünülüyor. İnsanı “sosyal hayvan” olarak tanımlayan klasik bilim çevreleri bu sosyalliğin neye karşılık geldiğini pek de aydınlatmış değil. Bruce Hood, “Evcilleşmiş Beyin”de bizi sosyal yapan itkinin beynin neresine karşılık geldiğini inceliyor. Birlikte yaşama eğilimi, gelecek nesiller yetiştirme içgüdüsü, bilginin aktarılma-
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
sı ve kültürün oluşumuna kadar geniş bir alanda beynin üstlendiği rolü inceleyen eser, beynin sosyal gelişimdeki yerini görmek isteyenler için oldukça öğretici bir inceleme. Oyuncu Beyin Beynimizin en sevdiği şeylerden biri kimi zaman bizi kandırmak. Beynin oyunlarına en güzel örneklerden biri “plastik el illüzyonu”. Hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda, vücut-sahiplik duygusunun bozuklukları ile sağ beyin lobu hasarı arasında ilişkiler bulunmakta. Sağ beyin lobunun vücut-sahiplik duygusundaki baskın rolünü sağlıklı insanlarda test etmenin bir yolu olan bu illüzyonda, katılımcının gerçek eli, onun görmesini engelleyecek bir paravanın arkasında uyarılıyor (okşamak gibi). Aynı zamanda katılımcının gördüğü alana sol elinin görüntüsünü veren bir protez el konularak uyarım işlemi eşzamanlı olarak protez ele de uygulanıyor. Bir müddet sonra katılımcı, protez el üzerine yapılan manipülasyonları kendi elinde hissettiğini söylüyor. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi beynimiz her ne kadar övgüyü hak etse de çoğu zaman bizi kandıran yaramaz bir çocuk gibi davranıyor. Beynin bu yönü daha çok anlaşıldıkça, onu öven eserlerin yanı sıra onu acımasızca eleştiren seslerin de artığına şahit oluyoruz. Dean Burnett’in “Aptal Beyin” kitabı da bunun örneklerinden. Nörobilimci Burnett saplanıp kaldığımız duygular, tekrarlamaktan bir türlü vazgeçmediğimiz hatalar, bir türlü hatırlayamadığımız detayların sorumlusu olarak gördüğü beyni kendini beğenmiş ve egoist olmakla suçluyor. “Aptal Beyin” bir popüler bilim kitabı olmanın ötesinde beynimizle eğlenceli bir hesaplaşma. Beyne Fütüristik Bakış Nörobilimci yazar David Eagleman beyni kafatasının içine yerleşmiş bir bilgisayar olarak tanımlıyor. Dünyayı değiştirme gücüne sahip olan bu bilgisayar, hayal gücünün merkezi. Yine kararlarımız bu bilgisayarın yürüttüğü bir dizi algoritmanın sonucu. Sinirbilim okumalarına yeni başlayanlar için bir kılavuz görevi görecek “Beyin: Senin Hikâyen” beynin genel stratejilerini ve beyin-çevre ilişkisini düz bir dille okura sunuyor. Tercihler, algılar ve yönelimlerin sinirsel kaynaklarını örneklendiriyor. Bunun yanında beynin gündelik aktivitelerimizdeki yönetici rolünü aydınlatan eser “Anı nedir?”, “Nasıl uyuruz?”, “Çevreyi nasıl algılarız?”, “Kararlarımızın hepsi gerçekten de bize mi ait?” gibi ilgi uyandırıcı sorulara basit cevaplar veriyor. Beyin bu denli hayatın ve bilimin merkezine oturmuşken, bu organın çalışma ilkelerini, fizyolojisini daha iyi anlamak için yapılan araştırmaların yanında, geleceğin beynini tasarlama hayaline kapılmış bilimcilerin birçok fütüristik teorisiyle karşılaşıyoruz. Geleceğin dünyasında beyin ile yapay zekânın bütünleşmesi, mekanik ile nörofizyolojinin birbirine entegrasyonu gibi birçok beklenti ve konsept proje bulunuyor. Bir nörofizyolog olan Miguel Nicolelis, “Beyin merkezli bu yeni dünyada yeni edinilmiş nörofizyolojik yetenekler motor, algı ve bilişsel becerilerimizi sorunsuz ve gayretsiz bir biçimde öyle bir noktaya taşıyacak ki, örneğin bir nano-aletin veya karmaşık bir endüstriyel robotun ince ayar manevralarını üretmek gibi karmaşık işler bile düşüncelerin motor komutlara etkin ve kusursuz bir şekilde tercüme edilmesiyle mümkün olacak,” diyor. Gelecek-
te, yazlık evinizin en sevdiğiniz sandalyesinde oturmuş denize bakarken dünyanın herhangi bir yerindeki insanlarla internet üzerinden tek bir kelime bile yazıp söylemeden sohbet edebileceksiniz. Hiçbir kas hareketi olmadan. Yalnızca düşünerek. Bu size yeterince cazip gelmediyse, odanızın konforundayken milyonlarca kilometre uzaktaki bir başka gezegenin yüzeyine dokunup, her şeyi duyumsayabilmeye ne dersiniz? Hatta daha da iyisi, atalarımızın bellek bankasına girip büyükbabanızın düşüncelerini kendi hafızanıza yüklemeye, onun samimi izlenimlerini ve canlı anılarını kullanarak başka türlü asla paylaşamayacağınız bir buluşmayı deneyimlemeye ne dersiniz? Bunlar bedenimizin esir tuttuğu sınırların ötesinde bir yaşamın türümüze getirebileceği faydaların yalnızca küçük bir parçası. Miguel Nicolelis’e göre bu tür mucizeler yakında bilimkurgunun alanı olmaktan çıkacaklar. Yazar “Sınırların Ötesi” kitabında beynin çalışma prensiplerinden yola çıkarak onun gelecekte ne anlam ifade edeceği konusuna yoğunlaşıyor. Fütüristik projelerin bilimin dışına itilmesini yanlışlayan düşünceler öne sürüyor ve “geleceğin beyninin” beklentilerimizin çok üzerinde sürprizlerle var olacağını söylüyor. Beynin bilgisayarla özdeşleştirilmesinin bir sonucu da bilim çevrelerinin yakın zamanda ilgi göstermeye başladığı yapay beyin ve anıların dijital ortama aktarımı projeleri. “Tüm beyin emülasyonu” ya da “zihin yükleme”, bir beynin biyolojik olmayan bir yüzeye (bir elektronik düzeneğe) aktarılmasına verilen ad. Bu varsayımsal süreç, beynin taranması ve haritalanması sonrası tüm sinirsel verinin bir bilgisayar devresine kopyalanması esasına dayanıyor. Bu bilgisayar davranışsal, algısal ve pratik açılardan beynin çalışma şeklini taklit edecek bir simülasyon sistemine sahip. Üç boyutlu anatomik vücut simülasyon modeli tarafından desteklenen düzenekte çalışan beyin simülasyonu, sanal bir dünyanın bir parçası gibi davranıyor. Buna alternatif olarak beyin simülasyonu insansı bir robota ya da bir biyolojik vücuda bağlanarak da çalışabiliyor. Zihin yükleme bazı bilim adamları tarafından varsayımsal ve fütüristik olarak değerlendirilmekte. Teknolojik olarak bir gün gerçekleşebileceğine inananların sayısı da azımsamayacak kadar çok. Beyin kopyalamak ve onu sanal bir gerçekliğin içinde yaşatmak ya da kendimiz gibi yaşar ve hissederken tümüyle elektronik bir beyin ve mekanik bir vücuda sahip olmak şu an için hayal gibi görünüyor. Zihin yükleme konusuna olumlu bakan bilimciler ise süper bilgisayarların, beyin-bilgisayar ara yüzlerinin, beyin haritalama tekniklerinin ilerlemesi ile beyin fonksiyonlarının tamamen anlaşılacağı ve elektronik ortama aktarılabileceği günleri beklemekteler. Şöyle düşünelim: Tüm algımız, duygularımız, anılarımız ve bizi biz yapan diğer her şey bir mikroçipe
sığdırıldı ve bu istediğimiz şekilde tasarlanmış bir sanal evrende istediğimiz şekilde konumlandırıldı ya da sonsuza dek tamamen yenilenebilir bir robotik vücuda entegre edildi. İşte bu gerçekleştiğinde vücutların bütün ve sağlıklı kalabilmesi için durmaksızın araştırma ve uygulama yapan tıp bilimine ihtiyaç kalmayacak. Hastalık ve ölüm kavramları ortadan kalkacak. Projeler şu an için her ne kadar imkânsız gibi görünse de kesin biçimde reddetmek yerine daha esnek yaklaşmak gerektiği kanısındayım. En azından sonsuz ve mutlu bir hayatın hayalini kurmaya bilim insanlarının da hakkı olduğunu düşünüyorum. Beyin hakkında daha çok şey öğrendikçe ona duyulan ilginin de artacağını kolayca görebiliyoruz. Dünya üzerinde bilimsel araştırma yapılan en geniş başlıklardan birini oluşturan nörobilim aynı zamanda popüler bilim, felsefe ve sanatla da dirsek teması halinde. Elbette nörobilimin her alanda etkisini göstermesinde şaşılacak bir yan yok. Zira bilim, sanat ve felsefe beynimizin bize armağanları. Yaşamı bir tablo gibi düşünürsek beynin fırçayı elinde tutan ressam olduğunu söyleyebiliriz ve bize bunca rengi bir arada sunan bu organa onu daha yakından tanıyarak teşekkür edebiliriz. “Aptal Beyin”, Dean Burnett, Çev: Atilla Erol, 288 s., Aganta Kitap, 2016 “Başına Buyruk Beyin”, Cordelia Fine, Çev: Pınar Turanlı, 172 s., Sel Yayıncılık, 2016 “Sevişen Beyin”, Geoffrey Miller, 464 s., NTV Yayınları, 2010 “Sınırların Ötesi”, Miguel Nicolelis, Çev: Kenan Çiftçioğlu, 480 s., Alfa Yayıncılık, 2012 “Beyin: Senin Hikâyen”, David Eagleman, Çev: Zeynep Arık Tozar, Çev: 272, Domingo Yayınevi, 2016 “Evcilleşmiş Beyin”, Bruce Hood, Çev: Aysun Arslan, 256 s., Yapı Kredi Yayınları, 2016
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
Karl Ove Knausgaard’ın Çocukluk Adası Knausgaard, “Çocukluk Adası”nda, küçük Karl Ove’un dünyasını yüzeye çıkarıyor. Ama hayatının ilk altı yılına dair neredeyse hiç anısı yok yazarın; öyle söylüyor henüz kitabın başında. Yaşamının, hatıraları silinmiş o kayıp altı yılını, geçmişinin bir parçası olan fotoğraflardan ve bazı eşyalardan yararlanarak inşa etmeye çalışıyor. Böylece “çocukluğum” adını verdiği derme çatma yapıyı ortaya koyuyor. Ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu kestiremiyoruz elbette bu hikâyenin. Yazarın hatırladığı şekliyle doğru ve gerçek her şey. Bunu da şöyle dile getiriyor Knausgaard bir başka söyleşide: “Bana göre, bir şeyi hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark yok. Kurgusal romanlarımda, başlangıç noktası her zaman gerçek bir olay olmuştur. Kurgu bir metin yazdıktan sonra, onun hatıra olup olmadığını hatırlayamıyorum. Yani benim için ikisi aynı şey. ‘Kavgam’ı yazarken de aynıydı ama tek kural doğru olmak zorunda olmasıydı. Objektif olarak doğru değil de, hatırladığım şekilde doğru. Kitapta pek çok yanlış hatıra var ama oradalar, çünkü gerçekler.” Her ne kadar Knausgaard, hayatının ilk yıllarına dair bir şey hatırlayamadığını söylese de, aslında her şeyin en ince ayrıntısına kadar belleğe kazındığını, erken çocukluk döneminin, yaşamımızda ne kadar çok yer kapladığını da ortaya koyuyor bu kitapla. “Çocukluk Adası”, Karl Ove Knausgaard, Çev: Haydar Şahin, 455 s., Monokl Kitap, 2016
küçük İskender’den İki Yeni Kitap küçük İskender, Can Yayınları’ndan çıkan iki yeni kitapla okuruna sürpriz yaptı. “‘Her Şey’ Ayrı Yazılır” ve “Waliz Bir” isimlerini taşıyan kitaplar, şairin düzyazı metinlerinden oluşuyor. “Waliz Bir”, küçük İskender’in Ekim 2015-Eylül 2016 arasında yazdığı günlük metinleri bir araya getiriyor. Bir şair tarafından, “şairce” yazılmış günlükler, evet. Ama aynı zamanda deneme parçaları, düşünce kırıntıları ve anılar… Doğal olarak yakın çevremizde yaşanan yakıcı olayların izleri sinmiş bu dize-günlüklere. Her satırı dürüstlükle, açıksözlülükle yoğurulmuş. “‘Her Şey’ Ayrı Yazılır” ise hareketli, cesur, demir leblebi denemelerden oluşuyor. Türlerarası bir yazının, tümüyle özgür ve özgürlükçü, apaydınlık bir zihnin izini sürmek mümkün bu denemelerde. İskender’in ülkede yaşanan ve herkesi yakından ilgilendiren sorunlara yaklaşımını merak eden okur için gerçekten armağan niteliğinde bir kitap bu. Bu iki kitapla birlikte küçük İskender okurları önceki kitaplarına geri dönüp, şiirlerini yeniden ve yeniden okumak isteyecekler. Onunla ilk karşılaşan okur ise mutlaka ki, kendine özgü dili, kararlı gözüpek tutumuyla küçük İskender’in edebiyatına olduğu kadar edebi kişiliğine de hızlı bir giriş yapmış olacak. “‘Her Şey’ Ayrı Yazılır”, küçük İskender, 255 s., Can Yayınları, 2016 “Waliz Bir”, küçük İskender, 152 s., Can Yayınları, 2016
Film Şeridi Gibi CEYHAN USANMAZ
Ş
oför Nebahat, Turist Ömer, İnek Şaban... Bu karakterlerin yer aldığı filmleri tam olarak hatırlayamasak da, hatta hiç izlememiş bile olsak, isimlerini duyduğumuz anda kafamızda bir görüntü oluşuyor ister istemez. Artık birer film karakteri olmalarının çok ötesinde, toplumsal hafızada belli bir yer edindikleri için buna mani olmak pek mümkün değil zaten. Örneğin, çoğunluktan daha “iyi” araba kullanan bir kadını överken onu Şoför Nebahat’e benzetmek (her ne kadar sevindirici bir gelişme olarak kadın-erkek şoförlüğü farkı giderek azalıyor olsa da – umarım), çok gezen birisini Turist Ömer’le kıyaslamak ya da yapılan bir şapşallığı İnek Şaban’lıkla özdeşleştirmek hemen herkesin kaçınılmaz olarak başvurduğu bir “yöntem”. Hiçbir ayrıntıya inmeden, uzun uzadıya cümleler kurmadan, tek bir karakterin adını anarak birçok şey anlatmak mümkün çünkü. Benzer bir durumun Züğürt Ağa, Tarkan, Malkoçoğlu, Tatar Ramazan gibi karakterler açısından da geçerli olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Peki Türk sinemasının biraz daha ara yollarına girdiğimizde, başka hangi karakterlerle karşılaşıyoruz? Bu karakterler nasıl bir “rol model”i temsil ediyorlar ya da illa bir temsiliyet barındırmak zorundalar mı? Bu ve benzeri sorulara cevap bulunabilecek bir kitap yayımlandı yakın bir zaman önce. Burak Acar’ın hazırladığı “Türk Sinemasında 100 Unutulmaz Karakter”. Toplam 45 farklı yazarın metinlerinden oluşan bu kolektif çalışmaya dahil edilen 100 karakter için şu kriterler gözetilmiş: “Karakterin toplumsal hafızada iz bırakmış olması, hem çekildiği dönemde hem de sonraki yıllarda sinema izleyicisini derinden etkilemesi, hem toplumsal tarihimiz hem de sinema geleneğimiz açısından kimi temsiliyetleri karşılaması, sinemamızdaki orijinalliği, tekilliği, nadirliği...” Oyuncu, yönetmen ya da film odaklı bir bakış açısıyla yaklaşılmadığının altı da özellikle çizilmiş “sunuş” yazısında; diğer bir deyişle, birer “film okuması” değil karşılaştığımız metinler, birer karakter yazısı. O klasik ifadeyle söylersek; kronolojik sırayla bir film şeridi gibi akan bir portreler galerisinde dolanır gibiyiz “Türk Sinemasında 100 Unutulmaz Karakter”in sayfalarında ilerlerken. Böylesi çalışmaları “geleneksel yöntemle” baştan sona okumak tercih edilebilir elbette ama ben daha çok “karıştırma” yönteminin geçerli olduğunu düşünüyorum. Özellikle konuyla da az çok ilgiliyseniz, ilk başta ister istemez tanıdık yüzler arıyor gözlerimiz. Evet, kitabı elime alır almaz Şoför Nebahat’in, Turist Ömer’in ve Tarkan’ın olup olmadığına baktım ve ilk olarak onlar hakkında neler yazıldığını okudum. Tarkan filmlerinin üçüncüsü “Viking Kanı”ndaki ahtapot benzeri canavarın unutulmamış olmasına ayrıca sevindim, şöyle yazmış Fatih Danacı: “Kartal Tibet, ‘Viking Kanı’ ile birlikte dublör kullanmaya da başlar, dövüş sahneleri estetize edilmeye çalışılır. Vahşet dozunun daha da arttığı bu filmle birlikte Yeşilçam, orijinal, kendine has bir deniz canavarı da yaratmış olur.” Söz konusu karakterlerin olduğu bölümlere ulaşmaya çalışırken Kont Drakula’nın, Fosforlu Cevriye’nin, Çiçek Abbas’ın, Ali Nazik’in, Mahsun Süpertitiz’in ele alındığı sayfalarda da
ceyhanusanmaz@gmail.com durakladım. Tekrar “İçindekiler” sayfasına dönerek “Sarı Mercedes”in Bayram’ına, “Anayurt Oteli”nin Zebercet’ine, “Bekçi”nin Murtaza’sına rastlamak bazı filmleri yeniden izlemek, bazı kitapları yeniden okumak gerektiğini hatırlattı. Zebercet’in bıyığı var mıydı, yok muydu? İlk olarak tanıdık yüzler arayan gözler, bir süre sonra var olmayan tanıdıkları hatırlatmaya da başlıyor. Böylesi çalışmaları hazırlayanlar için işin en “sevimsiz” yanı da budur sanırım. Kitabı karıştıranların “neden şu yok, nasıl olmaz” gibi sitemlerinin kaçınılmaz olarak geleceğini tahmin eden ilgililer, çalışmanın kapsamına ilişkin çok sayıda açıklama yapmak durumunda kalırlar genellikle. İddialı laflar etmek yerine, mütevazı bir katkı sunmaya çalıştıklarını ifade ederler. Kimi zaman belli bir haklılık payı da vardır aslında bu sitemlerin, ama sanırım ardındaki amacın belirsizliği oluyor can sıkıcı yanı. Gerçekten de çalışmanın olası sonraki basımları için arkadaşça bir uyarı mıdır bu eksikliklerin dile getirilmesi? “Türk Sinemasında 100 Unutulmaz Karakter”e bu gözle bakmadım açıkçası; yayına hazırlayanların ve metinleri kaleme alan 45 yazarın öznel seçimlerinden derlenmiş bir toplam bu sonuç olarak. Var olanlar olmayanlar bir yana, çalışmanın merkezine yerleştirdiği konuyla ne kadar ilgili olursanız olun, keşifler de her zaman için mümkündür üstelik. Metniyle Fatma Cihan Akkartal’ın dikkat çektiği “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi” (2007) bir keşif oldu örneğin benim için. Şöyle yazmış Cihan Akkartal: “Film, sinema tarihimizde hem sektöre dair kuvvetli şüpheleri dile getiriş biçimiyle hem de istismar sinemasının ve Tuğra Kaftancıoğlu’nun şahsında film psikopatlarının –örneğin nedense hep karşılaştırıldığı “Mustafa Hakkında Herşey”in (2004) Mustafa’sından– daha ilginç bir örneğini teşkil edişiyle kendini az sayıdaki benzerinden ayırt eder.” Filmin David Lynch ve Michael Haneke filmleriyle karşılaştırılması da özellikle dikkate değer. Çalışmanın “sunuş”unu kaleme alan Burak Acar ve Esra Ertan, “Türk sinemasının karakterlerini okumak aynı zamanda bir toplum çözümlemesi yapmak anlamına da geliyor,” demişler ve kitabın, “Türk sineması kütüphanesine mütevazı bir katkı sağlamasını” dilemişler. Büyük boy, özel bir renk ve sayfa tasarımıyla hazırlanmış, filmlerden fotoğrafların eşlik ettiği özenli bir çalışma olarak “Türk Sinemasında 100 Unutulmaz Karakter” ilgiyi kesinlikle hak ediyor. “Türk Sinemasında 100 Unutulmaz Karakter”, Haz: Burak Acar, 528 s., Edebi Şeyler, 2016
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
“Okurun Zihnine Güvenirim” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Bütün bu “gecikmişliğin” göstergesi bir hikâye var ortada. Bir dostun, başka bir dosta “zamanında anlatamadığı” bir hikâye. Hikâyedeki üç dostun meyhanede çekilmiş bir fotoğrafına bakar anlatıcı. “Üçümüz de bunun birlikte çekilmiş son fotoğrafımızı olacağını bilmiyorduk,” der sonra da. Bir dostumuza “zaman ayıramamanın” bedelidir bu cümle. Bence zedelenen, dostluklar değil, bizim zaman algımız. Son yıllarda çok dost kaybettik. Bazılarını hiç tanımıyorduk ama acılarını içimizde hissettik. O kayıpların hikâyelerine zaman ayırmalıyız. Yoksa sonuçta “zedelenen” insanlığımız olur. Selnur Aysever: Kitap kapağı dikkat çekiyor; ortaya çıkış sürecine dahil oldunuz mu? Yekta Kopan: Kitabın kapağı için Utku Lomlu’yu alkışlamalıyız. Bir akşam Sırma Köksal, Nermin Mollaoğlu, Utku Lomlu ve LomCreative ekibi uzun uzun sohbet ettik. Nermin sözü “Cesur Geyikler” öyküsüne ve geyiklere getirdi. O andan itibaren Utku’yla tekinsiz bir dünyada yaşamaya çalışmak, tedirginlik, gitmek ya da kalmak, hafızanın yitimi ve edebiyat üstüne konuştuk. Aslında Utku, usta işi hamlelerle beni konuşturdu demeliyim. Konuşturdu ve yüzünde sakin bir tebessümle dinledi. O sohbetin üstünden on gün geçmeden kapak tasarımı hazırdı. Başta Utku olmak üzere, o masada olan herkese teşekkür ederim. Selnur Aysever: Herhangi bir öykünün ismini kitap adı yapmamışsınız. Neden “Sakın Oraya Gitme”? Yekta Kopan: Son yıllarda birbirimize sıklıkla “Sakın oraya gitme” diyoruz. Orada bombalı saldırı olabilir, orada trafik yoğun, orada terör alarmı var, orası çok kalabalık, orası çok tehlikeli... O konularda yazı yazma, başın belaya girer... Bu konularda konuşma, birilerinin kara listesine girersin... Kimileri gideceğimiz yere, yazacağımız yazılara, yaşamak istediğimiz hayata karışıyor. Kimileri de “korumacı” davranıyor. Artık iyice alıştık bunu duymaya. Selnur Aysever: Siz bu durumla nasıl baş ediyorsunuz?
Selnur Aysever: Biraz da yazma sürecinizden bahseder misiniz? Kendinize, her yıl bir yeni kitap, gibi hedefler koyar mısınız? Yekta Kopan: Böyle hedeflerim yok. Sürekli ve düzenli olarak çalışıyorum. Çalışmak deyince sadece yazmak eylemi anlaşılmasın. Okumak, çalışmanın en önemli bölümüdür benim için. Defterlerim her an yanımdadır. Notlar alırım, öykülerin üstünde çalışırım. Bazı öyküleri tamamlamam yıllar alıyor. Bazen daha hızlı ilerleyebiliyor. Bir öykü yıllar içinde tamamlansa bile, içime sinmezse yırtar atarım. Bütün bu sancılı zamanlardan sonra, öykünün “tamamlandığını” hissettiğim an gelir. O anı çok severim açıkçası. Romanlarımda çalışma disiplinim biraz daha farklı. Kitabın tamamlanması döneminde ise biraz kendi içime “kapanırım”. Kitabın gerçekten ne zaman tamamlanacağını önceden kestiremem. Yayınlatma kararını verene kadar çok engel atlıyorum anlayacağınız. Selnur Aysever: Bir çocuk kitabınız var: “Burun”. Çocuklara yazmaya devam edecek misiniz? Yekta Kopan: “Burun” okul öncesi için yazdığım bir kitap. Bir seri olarak düşünmüştüm. Şilili ressam Alex Pelayo ile çalıştım o kitapta. Kurduğu görsel dünyadan çok etkilendim. Yazılan metinleri resimlemedi Alex, çok daha fazlasını yaptı. Resimleriyle yeni bir hikâye katmanı oluşturdu. Ben de “Böyle bir seri yapacaksam, yine Alex’le çalışmalıyım,” dedim. Onun iş programını beklemem gerekti. Ama sonunda başardık. Kısa süre içinde “Burun”un yeni hikâyesi gelecek. Alex bence yine harika bir iş çıkardı. Yine Marsık Yayıncılık etiketiyle çıkacak. Tamamlanmasını ve raflarda yerini almasını ben de heyecanla bekliyorum. Selnur Aysever: Çocuklara yazmakla, yetişkinlere yazmak arasında bir fark var mı sizce? Yekta Kopan: Var ama açıkçası bu sorunuza pedagojik bir cevap veremem. Sadece şunu söyleyebilirim. Zihnimiz ve algılarımız, hayatımızın hiçbir döneminde çocukluğumuzdaki kadar özgür olmuyor. Bir çocuğa “Özgürlüğü tanımlar mısın?” diye sorduğumuzda
Yazarken okuru düşünmem. Kim okuyacak, ne hissedecek, nasıl yorumlar yapacak diye düşünmem yani. Elbette, çoğu yazar gibi benim de zihnimde oluşturduğum, kim olduğunu da bilmediğim bir “okur” vardır. Hiçbir zaman tanımayacağım, tanımayı da istemediğim bir okurdur o. Kitap çıktıktan sonraysa şöyle düşünürüm: Bu kitap artık benden çıktı ve okurun oldu. İsteyen severek okur, isteyen birkaç sayfa sonra elinden bırakır, isteyen dönüp bakmaz bile. Övmek de, yermek de okurun en doğal hakkıdır. Yekta Kopan: Benim baş etmeye çalıştığım bu korkular değil, bunun içselleşmesi ve bir virüs gibi yayılması. Bununla başa çıkabilmek için yazıyorum, sorular soruyorum. O soruları, hikâyeler aracılığıyla başka insanlarla paylaşmak ve hep birlikte cevaplar aramak istiyorum. Hep birlikte hesaplaşmamız gerekiyor. Hesaplaşmak için de önce sormak gerekiyor. Umutlu olmalıyız. O tedirginliği, korkuları üstümüzden atmalıyız. Selnur Aysever: Okurlarınızla aranızdaki ilişkiyi nasıldır? Yekta Kopan: Yazarken okuru düşünmem. Kim okuyacak, nasıl yorumlar yapacak diye düşünmem. Elbette, çoğu yazar gibi benim de zihnimde oluşturduğum, kim olduğunu da bilmediğim bir “okur” vardır. Hiçbir zaman tanımayacağım, tanımayı da istemediğim bir okurdur o. Kitap çıktıktan sonraysa şöyle düşünürüm: Bu kitap artık benden çıktı ve okurun oldu. İsteyen severek okur, isteyen birkaç sayfa sonra elinden bırakır, isteyen dönüp bakmaz bile. Övmek de, yermek de okurun en doğal hakkıdır.
alacağımız cevapları düşünün. Bir de aynı soruyu bir yetişkinin nasıl cevaplayacağını düşünün. Çocuk kitabı yazmaktaki asıl sorun tam da bu iki ucun arasında dengede durabilmekte yatıyor. Dürüst olalım; çocuk kitaplarını çocuklara yazmıyoruz ki, o kitapları çocuklarına okuyacak ya da okutacak büyüklere yazıyoruz. Yani gerçekten özgür zihinlere sahip çocuklarla, onların ne okuması gerektiğine karar verecek uzman ebeveynler arasında sıkışıp kalıyor yazılan metinler. Eğer yazar bu arada kalmışlığın ibresini çocuklara daha çok çevirebilirse, ortaya yeni ve yaratıcı metinler çıkabiliyor. Ama ibre “mutlu ebeveynler” cephesine kayarsa klişelerle dolu, parmak sallayan, ders vermek için yanıp tutuşan çocuk kitapları görüyoruz. Kısacası benzersiz bir denge becerisi gerektiriyor çocuk kitabı yazmak. Selnur Aysever: 2014 yılında, “İpekli Mendil” isimli öykü sözlüğünü hazırlamıştınız. “İpekli Mendil”in genişletilmiş yeniden basımı olacak mı? Yekta Kopan: Aslında “İpekli Mendil”, üremeye ve yaşamaya devam ediyor. Bu kitabı hazırlayan öğren-
cilerim, hem aynı isimli blogda hem de sosyal medya adreslerinde üretmeye devam ediyor. Yeni öykü sözlüğü maddeleri yazılıyor. Sait Faik, Leylâ Erbil, Bilge Karasu, Aslı Erdoğan, Yusuf Atılgan, Ahmet Büke ve daha birçok isim için “A’dan Z’ye” sözlükler hazırlandı. Sadece bu yazarların öykü dünyasından sözlük maddeleri oluşturuldu. Sosyal medya hesaplarında da dünün ve bugünün öyküsüne dair her tür bilgiyi paylaşıyorlar. Ayrıca kitabın organik olarak hayatına devam ettiği bambaşka bir evren de var; Antakya Narlıca Anadolu Lisesi bünyesinde açtığımız “İpekli Mendil Kütüphanesi”. Bu kütüphanenin varlığı ve yaşayış biçimi bambaşka bir sohbetin konusu. Çok uzun anlatmak gerekiyor. Çünkü “örnek” bir kütüphanecilik anlayışı olduğuna inanıyorum. Geçen yıl ödüllendirildi zaten. Kitabı hazırlayan ekibin en büyük gurur kaynağı diyebilirim. Yeniden basım meselesine gelince... Hiç düşünmedik ama belli olmaz. Belki günün birinde... Selnur Aysever: Hem öykü hem roman türünde eserleriniz var. Öte yandan yola çıkışınız öyküyle oldu. İki tür arasında yaratım süreci ve düşünme/sezme biçimleri açısından ne tür farklar var? Siz kendinizi hangisinde daha rahat/güvende hissediyorsunuz? Böyle bir karşılaştırma yapıyor musunuz? Yekta Kopan: Enstrümanları aynı, algılayış ve kurgulayış yapıları tümüyle farklı iki edebi tür. Ama samimiyetle söylemeliyim ki, bir karşılaştırma yapmam hiç. Sadece şunu söyleyebilirim. Bu soru çokça sorulur ve muhatap hep yola öyküyle çıkanlardır. Öykü-roman karşılaştırması üstüne soruların, romancılara sorulduğunu pek görmedim. Öykücüler de bu soru karşısında, canla başla öykü türünü savunma derdine düşer. Neden? Öykünün böyle bir savunmaya ihtiyacı mı var? Bence yok. Bir yazar olarak, her iki türde de eser veren biri olarak ben bir yarıştırma/karşılaştırma ihtiyacı hiç duymadım. Roman ya da öykü... Ben kendimi yazarken her daim güvende hissediyorum.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
KISA KISA Sevr Dosyası Cahit Kayra, Tarihçi Kitabevi Kayra, okura Sevr olayını ayrıntılarıyla ve sadelikle anlatıyor. Sevr’i yeniden “yaşama döndürmek isteyenler” olduğunu belirten yazar, yeni kuşakları bilgilendiren bu eseriyle günümüz olaylarına da ışık tutacak analizlerde bulunuyor. Kitap yeni harita ekleriyle birlikte okurla buluşuyor.
Kendi Kararlarını Vermek Laurence Dujardin, Akılçelen Kitaplar Kendimizi sevdirmek veya saygı görmek istediğimizde maskeler taktığımızı belirten yazar, gerçek kişiliğimizi ortaya çıkarmak için maskelerimizden kurtulmamız gerektiğini vurguluyor. Peki ama nasıl? Kitap, kendi kararlarını verebilmenin yollarını anlatıyor okura.
Raperîn Bahattin Cesur, Evrensel Basım Yayın Raperîn, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Tür kiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin başlangıcında meydana gelen Şeyh Sait İsyanı’nı nedenleri, etkileri ve sonuçlarıyla ele alan bir belgesel roman. Yüzyıla yaklaşan zamana rağmen bugün hâlâ tartışılan bir başkaldırının hikâyesi.
Aklımla Dalga Geçme Fatih Portakal, Can Yayınları Portakal’ın habercilik mesleğini sürdürürken tuttuğu notlar, ne kadar yoğun bir gündemin içinden geçmekte olduğumuzu ve ne kadar çok şeyi unuttuğumuzu gösteriyor. Unutmuş olduklarınızı hatırladıklarınıza eklediğinizde büyük resimde neler değişecek? Okur karar verecek…
İntiharımın Hikâyesi Viktor Staudt, Paloma Yayınevi Anksiyete atakları hiçbir sağlık kurumu tarafından tedavi edilemeyen Staudt, sonunda kendini bir trenin altına atar ama hayatta kalır. Her iki bacağını kaybeder. Ancak o zaman sınırda kişilik bozukluğu tanısı konulan Staudt’un hikâyesi oldukça ilgi çekici.
Yüzen Opera ve Yolun Sonu John Barth, Monokl Yayınları Hiciv ve satir dehası olarak gösterilen Barth, “Yüzen Opera” ve “Yolun Sonu” eserleriyle adını Amerikan edebiyatının devleri arasına yazdırmıştır. John Barth’ın bu iki uzun öyküsü tek kitap olarak Monokl Yayınları tarafından basıldı.
Tibet – Yaralı Uygarlık Françoise Pommaret, YKY Françoise Pommaret, Tibetlilerin krallar ve fetihler dönemine kadar giden kültürel köklerine uzanarak, çeşitli dinsel ve bilimsel anahtarlar sunuyor. “Göğe öylesine yakın” ve “bir kez uğrayanların mutlaka geri döndüğü” bu büyüleyici ülkenin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor.
Oscar Wilde’ın Sosyalizmi MEHMET SAİD AYDIN
H
er kitabın bir macerası var. “Dorian Gray’in Portresi”, “Reading Zindanı Balladı”, “De Profundis”ini ülkece iyi bildiğimiz, kimine göre deha kimine göre fazla abartılmış (overrated) Oscar Wilde’ın Türkçeye “Sosyalizm ve İnsan Ruhu” adıyla tercüme edilen metninin macerasına önce bir göz atmak gerekir. Türkiye’de boylu boyunca kitap olarak yayımlanan bu metnin özgün dilindeki adı “The Soul of Man Under Socialism”. Yayımlanma tarihi 1891; yani Wilde’ın dünyaya veda ettiği zamandan dokuz yıl evvele tarihleniyor. 1854’te Dublin’de doğan Wilde, 1900 yılında Paris’te ölecek, arada eşcinsellikle suçlanacak, hapse mahkûm olacak ve mahpusluğunun bitmesi üzerine Fransa’ya yerleşecek. Büyük eserlerini de ömrünün son on yılında yazacak. “Sosyalizm ve İnsan Ruhu” adıyla Türkçeleşen bu metin, esasen uzun bir makale. 2000 yılında “Roll” dergisi tarafından yayına hazırlanıyor ve kısa bir süre sonra “bulunamayan efsane” haline dönüşüyor. Kitabın yeni baskısının altbaşlığında “Roll dergisi edisyonu” notu var. Yeni baskı 2016 Kasım’ında Metis Yayınları tarafından yapıldı. Epey başarılı tercüme Fatih Özgüven imzasını taşıyor. Yayına hazırlayanlar “Roll”ün ve yakın zamanda tekrar yayımlanmaya başlayan müstesna dergi “Express”in yükünü çeken isimlerin başında gelen Yücel Göktürk ve Merve Erol. “Roll”den ikinci baskısını 2004 yılında yapıyor ve okuyucu tarafından tezahüratla karşılanıyor. Akabinde gene sahafiye oluveriyor ve nihayet Metis basıyor. Edisyonun özellikle not olarak belirtilmesi de şundan: Bu uzun makaleye yayına hazırlayanlar çeşitli “çıkma”lar yapıyor sol sayfada. Sağ sayfada Wilde’ın yazdıkları akarken, sol sayfada, kitabı yayına hazırlayanların alakalı bulduğu kimi alıntılar ana gövdeye eşlik ediyor. Burada maceraya birkaç çıkma yapmaya devam etmek gerek: Bu metin Aylak Adam tarafından 2013 yılında 67 sayfa olarak basılıyor (Türkçesi Fuat Sevimay). Sayfa sayısından anladığımız kadarıyla, “Roll” edisyonunun sağ sayfasını teşkil eden ana metin basılmış. Zeplin de aynı isimle basıyor kitabı 2015’te (Türkçesi Peren Demirel). Bu baskı da 64 sayfa; dolayısıyla Aylak Adam’ın baskısına söylediklerim bunun için de geçerli. Nihayet, Metis’in Fatih Özgüven çevirisini bahsi geçen edisyonla basması sonucunda uzun makalenin Türkçedeki macerası ilk fark edildiği haline geri dönüyor. “Başlama vuruşu”, yani kitabın sunuşu, aslında Roll-Express ekolünün bütün kilometre taşlarını içinde barındıran bir metin. Ağırbaşlı ama hınzırlığı elden bırakmayan bir dil, belli başlı referanslarla oluşan içerik, müzikle yoğun temas ve nihayet ufak da olsa bir restleşme. Buradaki restleşme Sontag’la ama Sontag sevgisi notu düşülüyor. “Sol sayfalarda yer alan alıntılar, nihayetinde, yalnızca kitabı yayına hazırlayanları bağlar. Aslında, onları bile bağlamaz. Şöyle demek de mümkün pekâlâ: O notları Oscar Wilde dikte ettirdi! Öyle veya böyle, vaziyet Erkin Koray şarkısındaki gibi: ‘Olan oldu bir defa, bari hepimize yarasın...’” deniyor sunuşun sonunda. Tam buraya küçük bir not: Nisan 2000 tari-
mehmetsaida@gmail.com hini taşıyan bu nota, bugünden, bu baskıdan bir ek yapılmasını isterdim okuyucu olarak. Çünkü 2000 ile 2016 arasındaki 16 yıl, Türkiye’nin en uzun 16 yıllarından biri sayılabilir. Önsöz Murat Belge’ye ait. Derli toplu, Wilde’a dair yöneltilmesi muhtemel “Wilde ve sosyalizm ne alaka yahu?” sorusuna tutarlı yanıtlar veren ve bağlam içerisinde tarihselliği aktaran bir önsöz bu. Wilde, Belge’nin de tespit ettiği gibi daha ilk cümleden sosyalizmi, insanı başkalarından kurtaracak bir şey olarak tarif ediyor. Bu paradoksun Wilde’a ait bir şey mi, yoksa “züppelik” mi olduğu sorusunu soruyor Belge ve Wilde’ın “sosyalist bir düşünür” olarak ele alınmasını gerekli bulmadığı imasını kaydediyor. Belge’ye göre bu uzun makaledeki şeyler, sosyalist anlayışın içinde yer alan ama belirli nedenlerle yeterince öne çıkmamış bazı olgulara dair. Wilde, ahlakı ve dayanışmayı sisteme havale ediyor, diyor Belge: “Sistem kurulsun, sömürüyü ortadan kaldırsın, insanlara kendi hayatını zenginleştirmede eşit imkânlar yaratsın; böylece bir insanın başka bir insana ‘acıma’sının, yardım etmeye çalışmasının, başkalarının ‘acılarını duyma ve paylaşma’sının manevi yükünü yok etsin; kısacası, ‘hayır’ denen kurumu ihtiyaç haline getiren koşulları dünyadan silsin.” Sol sayfalarda epeyce Marx, Orwell, Weber, Huxley, Tanpınar, Thoreau, Adorno, Foucault, Kant, Marcuse, Arendt, Eco, Horkheimer, Bourdieu, Sennett, Berger var. Sol sayfada alıntılanan metinlerin izini kitabın sonundaki “Kaynakça”dan sürmek mümkün. Metinler önemli ölçüde Türkçeye de çevrilmiş olduğundan, bu iz sürmenin aslında gürültülü bir mesaiye yol açacağını söylemek de mümkün. Çünkü hakikaten kışkırtıcı alıntılar var sol tarafta ve hakikaten metni tamamlamak, ona eşlik etmek, gerektiğinde ters köşeler yapmak gibi yetenekleri haiz. Wilde, sosyalizm üzerine bireysellik/bireyselcilik parantezi açarak düşünmeyi tercih ediyor. Ve bunu yaparken, daima estet kimliğiyle, gerektiğinde halka “kara kalabalık” demeyi göze alıyor. Sözgelimi demokrasiden (ve aslında bütün iktidarlardan) şu denli nefret ediyor: “Bir imparator ya da bir kral eğilip ressamın düşürdüğü fırçayı yerden alabilir, oysa demokrasi yere doğru eğildiğinde, bu, yalnızca çamur atmak içindir.” Wilde’a göre üç çeşit despot var: “Beden üzerinde zorbalık kuran despot. Ruh üzerinde zorbalık kuran despot. Beden ve Ruh üzerinde zorbalık kuran despot. Birincisine prens denir. İkincisine Papa denir. Üçüncüsüne Halk denir.” Adorno’nun sol sayfada “En bireysel olan, en genel olandır”ının tam karşısında Wilde’ın kırmızı gülü var: “Kırmızı bir gül, kırmızı bir gül olmak için bencil değildir. Eğer bahçedeki bütün öbür çiçeklerin hem kırmızı hem de gül olmalarını isteseydi, o zaman bu korkunç bir bencillik olurdu.” Nasıl ki fikirler uzun sürüyor, bu kitap da uzun sürüyor. Yer olsa, bir bu kadar daha konuşmak mümkündü. “Sosyalizm ve İnsan Ruhu”, Oscar Wilde, Çev: Fatih Özgüven, 136 s., Metis Yayınları, 2016
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Korku Kültürü ve Çocuklar ÖMÜR KURT
G
eçmişte çocuk yetiştirirken yapılan birçok hatanın farkındayız artık. Onlardan dersler çıkartabilecek durumdayız. Yeni kitabı “Geliştiren Anne-Baba” ile farkındalığımızı bir kat daha arttıran Doğan Cüceloğlu, toplumsal kodlarımızı ve aile eğitiminden okul eğitimine dek uzanan bir düzlemde çocuk yetiştirirken nelere dikkat etmemiz gerektiğini açıklıyor. Her çocuğun bir potansiyel olduğunu söyleyen Cüceloğlu, “Bir elinize meşe palamudu bir elinize ise çakıl taşı alın. Her ikisinin de birer nesne olduğu açıktır, fakat sadece meşe palamudunda ulu bir meşe ağacı olacak potansiyel vardır. Çakıl taşında ise o potansiyel yoktur. İşte aradaki bu fark, çocuk yetiştirmedeki müthiş farktır” diyor. Dünün çocukları bugünün yetişkinleri olarak bizler, çocukken karşı çıktığımız şeyleri çocuklarımıza yaparken buluyoruz kendimizi. Veya anne-babamızdan beklediğimiz, ama onların yapmadığı şeyleri “Bize ana-babamız bu imkânları vermedi” diye çocuğumuzun üzerine boca ediyoruz. Geçmiş ile gelecek arasında bir güvensizlik yaşıyor gibiyiz. Ne yapmamız gerektiğini yine Cüceloğlu kitabında açıklıyor. “Öncelikle şuna bakmak lazım, biz kucağımızda tuttuğumuz potansiyele güveniyor muyuz?” diye soran yazar, güvenilen çocuğun, güvenen ve güvenilen, huzurlu, güler yüzlü, umut dolu ve mutlu bir yetişkin olacağını vurguluyor. Doğan her bir çocuğun potansiyel bir filozof, sanatçı, düşünür, bilim insanı olduğunu belirten Cüceloğlu şöyle diyor: “Bazı toplumlara bakıyorsunuz birçok sanatçı, filozof, düşünür çıkmış, bazı toplumlarda ise çöl gibi, yok! ‘Allah niye vermemiş bunlara?’ diye düşünürsünüz, ama mesele ‘Allah’ın vermesi’ meselesi değildir. Mesele toplumun çiftçiliği meselesidir. Bu nedenle her anne baba, kendi çocuğunun çiftçisi olmak zorundadır.” Hepimiz çocuklarımızın gelecekte başarılı olmasını istiyoruz, fakat acaba bu isteğimizin sınırlarını belirleyebiliyor muyuz? Anne-babalar çocuklarının bağımsız, özgür, kendi ayakları üzerinde duran kişiler olmasını istiyor. Niyet, yola çıkmak için çok önemli kuşkusuz, ancak bunun arkasında hangi bilginin olduğu, o yola devam edebilmek için çok önemli… Burada, her ne kadar köklü bir geçmişe alsa da pek çok olumsuzluğu da içeren bir kültür devreye giriyor: Korku kültürü… Tehditle, yıldırmayla bir şeyleri yapmaya çalışıyoruz. Doğan Cüceloğlu bu korku kültürünü eleştiriyor: “Asırlardır gelen bir korku kültürü yaşıyoruz. Bir anlam verme sistemi. Korku kültüründe en temel değer, güçlü olmak. Mesela bizim kültürümüzde damada ‘İlk gece gözünü korkut, kadın kısmına yüz verilmez. Çocuğu uyurken öp, ne karını şımart ne çocuğunu’ derler. Geline ise ‘Kız, güzel olmuşsun ne yazar bahtın güzel olsun. Erkekler kadir kıymet bilmez. Nikâhta ayağına sen bas ki senin dediğin olsun. Kadının fendi, erkeği yendi’ derler. Yani herkes güçlü olma peşinde. Peki, biz aile mi oluşturuyoruz yoksa savaş mı başlatıyoruz? Nedir bu güç savaşı? Bu bakış açısı var olduğu sürece, müthiş bir potansiyel olan çocuk gelişemez. Çünkü onun gelişebilmesi için beslenmesi lazım. İşte o besin sevgi, saygı, güven ve ilgidir.” Çocuk yetiştirmenin salt bir bilgi işi olmadı-
omur@hurriyet.com.tr ğını, bir varoluş işi olduğunu belirten Cüceloğlu, onlarca yıl içinde yazılan birçok kitabın içinde bilginin bulunabileceğini ama bunun yeterli olmadığını söylüyor: “İnsan, varoluşu itibarıyla dört temel prensibe ihtiyaç duyuyor: Sevgi, saygı, ilgi ve tanıklık! İşte ben bu kitapta buna dikkat çekmek istedim. İnsan biyolojik ve zihinsel bir varlık. Her birimizin hayatının bir anlamı var. Çocuğun yapısında da o anlam içinde duygusallık var. Çocuğu gönülden candan sevmek gerekir ki duygu gelişsin. Eğer bu sağlanamazsa, o çocuk da gelişemez. İmkânı yok! Bunun için sevginin nasıl bir gıda olduğunu anne-babalar bilmelidir.” Bu tanımlama bize, bir insanın her şeyinin olabileceğini ama bu her şey içinde sevgi yoksa bir “varlık felci” durumu yaşayabileceğimizi gösteriyor. Anne babaların, çocuklarının felç olmaması için, onlara sevgiyi oldukça iyi bir şekilde vermesi gerektiğini gösteriyor. Bu durum, sadece sevgi dolu bir insan yetiştirmez, sevgi dolu bir de yurttaş yetiştirir aynı zamanda. Çünkü bizler, içinde yaşadığımız topluma aynı zamanda yurttaş da yetiştiriyoruz. Bu duruma kitabında özel yer ayıran Doğan Cüceloğlu, “Mesela bir ormana bakın…” diyor, “İçinde ağaçlar var, hayvanlar var. Hepsi farklı farklı, ama müthiş bir ahenk içinde yaşıyorlar. Üstelik ormandaki her birey, o ormana uyumlu bir şekilde yetiştiriyor yavrularını. Yani yine varoluş hikâyesi. Ancak insanlar aynı durumda değil. Her insan varoluşunun gücünü keşfetmeli ve içinde yaşadığı topluma özgür yurttaşlar yetiştirmeli. Çocuğunu dayakla terbiye eden bir toplumda demokratik hayatın oluşması olanaksızdır. Dayak, azar ve utandırma, korku-kaygı kültürünün terbiye arayışıdır. İşte bu, çocuğu kısıtlar, ona duvarlar örer”. Bu duvarları örmemek veya kırmak için de en önemli reçeteyi açıklıyor: “Bir defa her çocuğu, potansiyel sahibi küçük bir insan olarak görmek gerekir. Anne-babanın, bu küçük insanın gelecekte kendisi ile ilgili kararları kendisinin verebileceğini peşinen kabul etmesi gerekir. Ona destek olmakla, onun, anne-babanın istediği kişi olması dayatmasının arasında çok büyük bir fark bulunuyor. Çocuğa saygı göstermek gerekir. Geliştiren insan modeli, bunu gerektirir. Kalıplayan insan modeli ise, çocuğu her anlamda kalıba sokar, anne-baba kendi kafasındakileri çocuğa dayatır. Akıllı anne-baba, çocuğun davranışına yönelmez, çocuğa yönelir. Çocuğun davranışını çocuk yönetir, anne baba yönetmeye kalkışmasın. Bence, bir anne babanın hedefi şu olmalıdır: Çocuğum öyle biri olsun ki, her koşulda kendi ayakları üzerinde durabilsin, iyi olanı doğru davranışla hayata uygulayabilsin. Bu nedenle çocuğa sevgi verilmeli, saygı gösterilmeli, önemsenmeli çocuk.” “Geliştiren Anne-Baba”, Doğan Cüceloğlu, 192 s., Remzi Kitabevi, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
KISA KISA Zemberek Banu Avar, Remzi Kitabevi Banu Avar, dünya ve ülke siyasetine ilişkin önemli saptamalar içeren, derin araştırmalara dayanan kitaplarına bir yenisini ekledi. Bu kitabında da dünya siyasetinde sahnenin arkasını gösteriyor okuruna. Sahne üzerindekilerin maskelerini tek tek söküp atıyor kitabında.
Şifa Jo Marchant, Domingo Yayınevi Kitap şu sorulara cevap arıyor: Düşünce lerimiz ve duygularımız fiziksel sağlığımızı etkileyebilir mi? Zihnimizi, bedenimizi iyileştirmek üzere eğitebilir miyiz? Kitap, zihnin iyileştirme potansiyelini ve ondan nasıl faydalanabileceğimizi ortaya koyuyor.
İsyanlar, İhtilâller, Darbeler Erol Mütercimler, Destek Yayınevi Son 60 yılda Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurulan komploların perde arkasının ortaya konulduğu kitapta, Batılı strateji merkezlerinin karanlık koridorlarında yapılan planlar açıklanıyor. Cemaat önderleri, üst rütbeli subay, politikacı, gazeteciler ile çok sayıda akademisyenin adı anılıyor.
Yazmak Güzel Şey Be Kardeşim Enver Aysever, Doğan Kitap Yazarların dünyası ve yazma-okuma üstüne düşündüğü bu kitabında Aysever, yazma ve okuma eylemi üzerine düşünmenin bir tutku olduğunu, insanın her an ömrün ne kadar kısa, okunacak kitaplarınsa ne çok olduğunu düşünerek bu tutkuyu daha da beslediğini hatırlatıyor.
Terörizmin Tarihi Kolektif, Nora Kitap Kitap, terörizmin tarihini antikçağdan en modern biçimlerine dek gözler önüne seriyor. Radikal İslam tarihsel bağlamına yerleştiriliyor. Yazarlar, Bakunin’den Usame Bin Ladin’e, terörizmin başlıca aktörlerinin söylev, bildirge ve diğer kuramsal metinlerini bir araya getirmişler.
Kanadı Kırık Kuşlar Ayşe Kulin, Everest Yayınları Ayşe Kulin, 1930’ların Almanya’sından 2000’lerin Türkiye’sine uzanan bir ailenin dört kuşaklık hikâyesini anlatıyor. Sıradışı, güçlü, coşkulu, inançlı kadınların hikâyesi bu aynı zamanda. Elsa, Suzan, Sude ve Esra kendi sancılarını vatanlarının çalkantılarıyla iç içe yaşıyorlar.
Üçgen Ercan Çitlioğlu, Destek Yayınevi “CIA, KGB, Türkiye üçgeninde bir dönemin yol hikâyesi” olan kitap, savaşçıların cephesine odaklanıyor. Zaferleri olduğu kadar yenilgileri de anlatan kitap, bir tür kahramanlık anlatısı... Kaybedilmiş bir savaşın, kahraman olarak anılmayanların destanı.
Siz Hiç Ergen Oldunuz mu? BURCU ARMAN
A
rtık çocuk değilsiniz. Ama yetişkin de olamazsınız. İkisinin dünyası arasında; araftasınız. Bir zaman gelecek “daha o kadar büyümedin”lerin dünyasından siz de ardınızdan gelenlere aynı muameleyi çekeceksiniz. O zaman şimdilik ergensiniz. Ve yaşadığınız en büyük travma “duygulara hâkim olamamak”tan ileri gelebilir. Daha fazlası ancak “travma sonrası strese bağlı davranış bozukluğu”dur. Çünkü siz ergensiniz. Büyüklerin dünyasında olup bitenlere aklınız ermez. Böyle korur yetişkinler sizi. En fazla iki yıl sonra “artık çocuk değilsin” diyecek olsalar bile. Zira onlara göre “Hayatın ne kadar kötüleşebileceğini bilecek yaşta” değilsinizdir. Bu durumda onlara Cecilia’nın cevabını verebilirsiniz: “Hiç on üç yaşında bir kız olmadığınız anlaşılıyor.” Jeffrey Eugenides “Bakir İntiharlar”ı, bir grup erkek çocuğunun gözünden anlatıyor. Daha doğrusu; olayları bir türlü unutamayan, geçmiş şahitliklerinin yanı sıra onlarla birlikte yaşayanların da anılarından yararlandıkları bir tür araştırmanın sonuçlarına dayanarak... Bir “kapanmamış dosya” bu. Zira ergenliklerinin en canlı dönemlerinde bir ailenin yavaş yavaş bitişine şahit olanlar yine onlar. Küçük kasabalarının tarihinde belki ilk defa cenaze görecek ve daha sonra buna hızlıca alışarak hayatlarının rutinini bozan sebeplerini yani Lisbon kızlarını çoğu zaman bir dürbünün arkasından izleyerek takip edecekler. Lisbon kızları; Cecilia, Mary, Teherese, Bonnie, Lux. Katı kurallı anneleri, onun kurallarını kendi de benimsemiş öğretmen babaları ve “samimi” mahalle yaşamlarına rağmen konservatif tutumu sürdüren bir aile. Birbirleri dışında mecbur kalmadıkça kimseyle iletişime geçmeyen, erkeklerle yakınlaşmaları kesinlikle yasak olan kardeşler Cecilia’nın kimsenin çözemediği intiharıyla daha da bürünür sessizliğe. Onlar sessizliğe büründükçe kendi dünyalarından çıkıp onlarınkini merakla izleyen seyircileri olur. İlk başlardaki merak, çocukların “farklı” olanın peşine düşmesinden ibarettir biraz. Neden onlar gibi giyinmedikleri, neden onlar gibi kahkaha atmadıkları, neden partilere, eğlencelere gelmedikleri gibi sorular dört duvar arasında neler yaşandığına dair merakı cezbeder. Çocuk acımasızlığı, çizgileri belirlenmemiş ahlak anlayışları, arayışları, yalnızca olanları öğrenmenin ateşiyle kavrulur önceleri. Çünkü onlar hayat konusunda tamamen bakirler ve yol gösterecek akil bir yetişkinleri de yok... Yetişkinler, matem karşısındaki çaresizlikleri uydurma çözümlerle yalnızca “bir şeyler yaptık” duygusunu gururla taşımaktan öte bir şey yapmıyor. Bu noktada Eugenides’in yetişkinlerin olgunlaşmamış dünyasını ergenlerin “görmedikleri” yerden anlatması kitabı çarpıcı kılan şeylerden biri sanırım. Geride kalan dört kardeşin zaman zaman girdikleri açmazları, ailelerinin yüzünü karartacak şeyler yaptıklarında bile yetiştirilme şekillerini irdelemek yerine genetik bir hastalık arayacak kadar kör olmaları da acı olduğu kadar gerçek. Bazı anlarda bir kapı deliğinden geçermişçesine başka bir karakterin zihninde kısa bir tura çıkarıp yeniden çatlak ergen sesine alıştığımız anlatıcıya döndürüyor bizi Eugenides. Olayların
beyazkadincataldilli@gmail.com geçtiği bir yıl süresince sesinde bir değişiklik olmasa da hayata bakış açısında kesinlikle farklılıklar görülüyor. Zira önceleri alaycı bir merakla olaya dahil olmaya çalışan erkek grubu, sonradan daha fazla yardım etmek istiyor. Adeta Lisbon kızlarını yaşadıkları cehennemden çıkartmak için çabalıyor ancak onların herhangi bir yardım isteyip istemediklerinden emin olamıyorlar. Çünkü kızlar çoğu zaman ancak kendilerince yardım istiyor; küçük harflerle sessiz konuşarak on üç yaşlarındaki başka çocukların belki asla çözemeyeceği sinyaller göndererek yardım istiyorlar. Aile, baskının şiddetini her geçen gün arttırırken onlar yalnızca “yaşamak” istiyorlar. Ama yalnız onlar değil, okuyucu olarak biz de kızların sesini fazla duyamıyoruz. Yani anlatıcımız ne kadar duymuşsa işte o kadar... Bu sırada, Lisbonların evi yalnız ruhsal olarak değil fiziksel olarak da günden güne çökerken mahalle yalnızca tüm bunların biteceği günü bekler gibi geçici çözümlerle adeta sağır dilsizi oynuyor. Hikâyenin geçtiği kasaba dünyanın tüm acımasızlığının bir mahalleye sığdırılmış hali gibi. Her bir karater bir duyguyu temsil edecek özellikleri giyinmiş şekilde karşımıza çıkıyor ve çoğu, görevini tamamladıktan sonra çekiliyor sahneden. “Bakir İntiharlar” bir solukta okunacak bir roman değil. Ama insanı soluksuz bırakan bir roman olduğunu söyleyebilirim. Jeffrey Eugenides’in kısa ama etkili tasvirleri, benzetmelerle canlandırdığı karakterleri neredeyse elle tutulacak kadar gerçek. Bir yandan verdiği detaylar aslında gözde fazla bir şey canlandırmaya ihtiyaç duymanızı engelliyor, hazır halde önünüze düşürüyor. Belki bunun en büyük sebeplerinden biri kokuya olan hassasiyeti. Özellikle bugünden geçmişe uzanan bir bakışla anlatıldığı düşünülürse koku hafızasının etkisi hikâyenin daha bir güçlenmesine neden oluyor. Tüm bunlar, yani tüm anlatılar aslında o döneme şahit olanların olayların içinden çıkmayı hâlâ başaramadıkları için bir yüzleşme, bir anma ve bir araştırmanın sonucu (çoğu zaman emin oldukları noktalara belge numarası verecek kadar kendini ciddiye alan). Kızların intihar sebepleri, kapılar arasındaki gizli hayatları, aslında normal olup olmadıkları... Bunların hepsi o döneme şahit olan mahalle çocuklarının belli ki hayatları boyunca üzerlerinde taşıyacakları ve asla anlayamayacakları birer travma olarak kalacak. Yetişkinler? Onlar çoğu zaman kurumuş yaprakları bahçeden süpürdükten, kalanları da yaktıktan sonra her şeyin “sıradan” düzenine dönmesinden mutlu olacak. Olayları sanki başkalarınınmış ve onların başına hiç gelmemiş gibi hatırlamaya başladıklarındaysa çoktan yeni gündemler edinmiş olacaklar. Yetişkinlerin acıyla baş etme yöntemleri bu değil miydi? “Bakir İntiharlar”, Jeffrey Eugenides, Çev: Solmaz Kamuran, 260 s., Domingo Yayınevi, 2016
Aralık 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLÂ SUNAY
Çocuk Edebiyatında “Öteki”
“Ö
teki” kullanmayı pek de sevmediğim bir sözcük. Çünkü ucu, kenarı belli değil. Bir gün gelir öteki olmayan da öteki olabilir. Bu nedenle tırnak içinde kullandım başlıkta. Ve sayfanın son cümlesinde bir çocuk kitabı vesilesiyle nedenini anlatabileceğimi umuyorum. Fransız yazar Jean Claude Grumberg’in göçmenleri ve sığınmacıları işleyen çocuk romanı “Çabuksığınlar”, günümüzde dünyanın en önemli meselesine değinmesi açısından önem taşıyor. Simla Ongan’ın çevirisi dile yeni bir sözcük katan “Çabuksığın” ifadesiyle dikkat çekiyor. “Çabuksığın” sözcüğü, romanda anlatılan ailenin ve onlar gibi ülkesiz göçmenlerin ortak adı olması nedeniyle tartışmaya değer. Kitapta çok fazla tekrar edilen bu sözcük okudukça anlaşılıyor ki Çingene, Romen halklarının başka bir ifadesi. Sanırım orjinali “Les Vitalabri” olan kavram Fransızca/Romence menşeili. Tam karşılığını bulamadım ama vita hayat demek. Dolayısıyla yorumlu bir çeviriyle karşı karşıyayız. “Çabuksığın” sözcüğünün ses yapısı ve kitapta çok fazla tekrar edilmesi kulağı epey tırmalıyor. Roman boyunca bu sözcükle bağ kurmakta zorlandım. Evet sürekli göç eden, gittiği yere çabuk uyum göstermesi beklenen halklar bunlar. Vatanları yok, bayrakları yok, müzik yaparak ve fal bakarak geçiniyorlar. Romandaki üç çocuklu aile de böyle bir aile. En değerli varlıkları müzik aletleri. Hiçbir yere ait değiller. Bundan şikâyetçi değiller ama çabuksığınların hiçbir yerde sevilmemesi nedeniyle dertliler. “Sığın” sözcüğü Çingenelerin durumuyla uyumsuz. Sığınma devlet bürokrasisi içinde mecbur edilen bir uygulama. Mültecilik ise bu kavramların dışında kalıyor. Çabuksığın aileleri aslında sığınamıyorlar. Bir ülkeden bir diğerine geçince de istedikleri olmuyor, orada da “öteki” olarak görülüyor, gözaltına alınıyor ve sonunda da sürekli sınır dışı ediliyorlar. Dolaştıkları kıtanın Avrupa olduğunu kolayca anlıyoruz; hatta Fransa ve İtalya sınırlarında gidip geldiklerini söylemek mümkün. Grumberg kendi ülkesi Fransa’ya ve Avrupa’ya büyük bir eleştiri getirmiş olabilir mi bunu tartışacağız. İnsanların burunlarına, ten renklerine göre birbirlerini sevip sevmediğine karar vermelerini esprili bir dille hicveden yazar, seçtiği mesele ve karşısına aldığı sistem açısından büyük bir adım atıyor ancak kurgudaki ciddi sorunlar nedeniyle, çocuk romanı arka kapak yazısındaki “Bazen bir hikâye dünyayı değiştirir” ifadesine denk düşmüyor ne yazık ki. Yazarın çocuklar için yazdığı bilinciyle konunun doğasından gelen acıyı hafifletmek amacıyla sık sık araya girmesi, diyalogların hikâyeyi taşıyamaması ve sona varmadaki acele teknik bir dizi soruna neden olmuş. Bu nedenlerle de anlaşılması zor, kafada pek çok soru bırakan bir çocuk romanıyla karşı karşıya kalıyoruz.
SİSLE GELEN ÇOCUK “Çabuksığınlar” bir halkın ötekileşmesini işlerken, “Sisle Gelen Çocuk” bir çocuk bireyin dışlanmasının ve kabulünün hikâyesini özgün bir dille anlatıyor. Mutsuz bir kadın Mirna’nın bir gün siste karşılaştığı bir çocuğu evlat edinmesiyle gelişen olayları anlatan kitap, adını Tim koyduğu çocuğun mu Mirna’ya yoksa Mirna’nın mı ona daha çok ihtiyacı olduğunu tartışması açısından çok değerli bir roman. Dil ve anlatımdaki naiflik, kurgudaki bütünsellik, güçlü inandırıcılık, kitabı çocuk edebiyatı klasikleri arasına katacak düzeyde. “Sisle Gelen Çocuk”ta, okuru ağlatan bir atmosfer hiç yok. Olay örgüsünde, Mirna’nın sorunlara yaklaşımı, sabrı, olumlu bakış açısı okuru rahatlatıyor. İspanyol yazar Ibazábal, dilindeki bu samimiyet ve yumuşaklığa rağmen, meseleye kör değil, tartışmak istediğinde ödün vermiyor ve sokaktan bir çocuk alan Mirna’nın karşılaştığı dışlanmayı anlatmakta hiç de geri durmuyor. Tim’i zor kabullenen öğretmen devleti; Mirna’yı ve Tim’i sürekli eleştiren Eliza Teyze ise önyargılı toplumu simgeliyor. Az karakterle koca bir dünyayı anlatmayı kotarıyor ve baştan sona kusursuz bir roman inşa ediyor. Mirna’nın geçmişinde kaybettiği bir çocuk ve eş olabilir, bu okura sadece sezdiriliyor ama Tim, Mirna’nın bütün acılarına merhem oluyor ve hayatını düzene so-
Türkçe çeviriden gelen çabuk sözcüğü bu romanın yazılış sürecini tanımlıyor sanki. Bu denli önemli bir konu işlenirken daha sağlam bir roman beklentisi karşılığını bulmuyor. Hikâye epey karışık ama kısaca, Çabuksığın ailesinin göç etmeye karar vermesi, sınırı aşması ve gittiği yeni ülkelerde parçalanmasıyla birlikte çocukların dağılması ve anne babanın yalnız kalması anlatılıyor kitapta. Eğlenceli bir dil kurma çabasına rağmen çok hazin duygular bırakıyor okurda. En büyük oğul aileden ilk kopanlardan, gözaltı sırasında kaçıyor, kemanı sayesinde hayata tutunabiliyor ve şans eseri ünlü bir müzisyen olmasının yolu açılıyor. Zaman içinde diğer çocuklar da savruluyor. Yıllar geçiyor ve anne baba en büyük oğullarını ülkenin birinde bir konser afişinden buluyor. Sonra birdenbire diğer çocuklar da ortaya çıkıyor ve aile, büyük oğullarının ünü sayesinde bir eve ve yeni bir yaşama kavuşuyor. Kitabın çıkış noktası sonundaki çözüm kısmıyla uyuşmuyor. Zalimliği gösteren yazar, göçmen aileyi bir şekilde, şan ve ün sayesinde sisteme dahil ediyor. Ve zaten, aile de yaşadıklarının toplumsal bir mesele olduğunun pek bilincinde değil. Tek istedikleri bir yer ve karınlarını doyurmak. Kaldırımlarda geçen ömürlerini okusak da mücadeleleri eksik kalıyor. Yazar önsözünde, “Bugünün Çabuksığınları eskisinden çok farklı” dese de, bu farklılığı ya da aslında bana göre aynılığı yeterince ele alamıyor. Ya da bunu tercih etmiyor. Ve en ironik olan da sayfa 78’de, anne babanın kendilerini suçladıkları diyaloğun kitabın ana fikrini kolayca yerle bir etmesi: Anne: “Esen her rüzgârda çocuklarını dağıtan bir annenin söz hakkı yoktur artık ve sonsuza dek susmalıdır!” Baba: “Çocuklarını yanında tutup beslemeyi beceremeyen bir baba dünyanın en derinliklerinde saklanmalı ve bir daha asla dışarı çıkmamalıdır.” Elbette anne baba kendilerini suçlayabilir ama bu diyalog ve kitabın sonu yazarın Fransa’yı eleştirmediğini gösteriyor, başta tam da eleştirmek istediği şey olan, yaşam biçimleri nedeniyle insanları yargılamak kibrini kendi diliyle belki de istemeden hissettirdiği gerçeğini… Çünkü bu diyalogdaki haksızlığın altını hikâyede çizemiyor bir türlü. Kitabın arka kapak tanıtım metninde bir soru var, “Bu sorunun çözümü ne kadar insani?” Bu sorunun çözüm teşebbüsleri ne kadar insani, demek istediler sanırım, aksi halde çözüm olabilseydi zaten insani olması gerekirdi. Nasıl insani olmaz ki? “Çabuksığınlar”, Jean-Claude Grumberg, Resimleyen: Ronan Badel, Çev: Simla Ongan, + 9 yaş, 86 s., YKY, 2016
kuyor. Sokaklarda yalınayak yaşayan Tim ise bir yuvaya kavuşuyor, okumayı, yüzmeyi ve renkleri öğreniyor 7-8 yaşında. Hiçbir şey için geç değil… Bütün bu yazdıklarımı romanda aslında, evlerindeki hiç girilmeyen mavi odada Tim’in gelişinden sonra birdenbire atmaya başlayan “evin kalbi” dillendiriyor. Evin kalbi çok güçlü bir imge ve Mirna’nın onu duyabilmesi ancak Tim sayesinde oluyor. Kitabı okuduğunuzda benim başlıkta kullandığım gibi öteki olarak gördüğünüz Tim’di değil mi? Bana göreyse Mirna ötekiydi burada. Tim’le bir “birlik” kurana dek, acısının ötekileştirdiği, sıradan insandan farklılaşmış, bir yuvası olsa da kimsesiz bir kadın Mirna. Tim ve Mirna’nın ilk karşılaştıklarındaki diyaloglarına bir bakalım: Mirna: “O zaman sana kim bakıyor?” Tim: “Hiç kimse… herkes!” Buradaki “herkes” sözcüğü kitabın büyüsünü oluşturuyor. Herkes kötü değil. Tim’e sokakta kimler kimler baktı kim bilir? Bütün kötülüklerin yanında, hiç kimse ve herkesin baktığı bir çocuk Tim. Ve Mirna’nın zor anlarda sıkça söylediği bir cümle kulaklarımdan gitmiyor: “Hah, bu herkesin başına gelebilir!” Öyleyse öteki yok. Ve “Sisle Gelen Çocuk” dünyayı değiştirecek bir hikâye evet! “Sisle Gelen Çocuk”, Paloma Sánchez Ibazábal, Resimleyen: Anuska Allepuz, Çev: Zerrin Yanıkkaya, + 8 yaş, 110 s., Büyülü Fener Yayınları, 2016
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2016
YEKTA KOPAN:
“Okurun Zihnine Güvenirim” Söyleşi: SELNUR AYSEVER
“Sakın Oraya Gitme”, Yekta Kopan’ın Can Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı. Kapağında puslu bir orman ve ihtişamlı bir geyik başı ile dikkat çekiyor. Kapağa ve kitabın ismine bakınca bir an tehlikeli sularda yüzeceğini sanabilir okur. Yekta Kopan, “ürkütmek” istemiyor elbette. Ancak yüzleşmekten veya hesaplaşmaktan korkan okura bu duyguyla baş etme olanağı sağlıyor. Alzheimer hastası olduğu için hiçbir şey hatırlayamayacak olan bir anneye feryadın öyküsü “Samodey”le başlıyor kitap. Kendisine boş gözlerle baktığında annesi, “Sen hafızanı kaybettin, ben çocukluğumu anne” diye isyanla devam ediyor. “Ev Hali” her türlü baskıya, engellemeye, kontrole rağmen yazmaktan, yeni bir dil aramaktan vazgeçmeyen bir yazarın öyküsü olarak yer alıyor kitapta. “Yazının, düşüncenin suçlandığı, hapse atıldığı bir evrende özgürlüklerden, vicdandan söz etmek olanaksız,” diyor yazar bu öyküyü kendisine sorduğumda. “Cesur Geyikler” işkencede birbirine tutunan iki yoldaşın öyküsü. Her öyküde yüzleşme, gerçekle hesaplaşma duygusu hâkimiyetini koruyor. Selnur Aysever: Öykülerinizde özgürlük arayışı içerisinde yüzleşme duygusunun hâkim olduğunu görüyoruz. Edebiyat bu arayışın bir aracı mı sizin için? Yekta Kopan: Yüzleşmekten ve hesaplaşmaktan korkuyoruz. Yaşadığımız dünyaya ve kendimize sorular sormaya cesaretimiz yok. Edebiyat ve sanat sorular sorar. Temel varlığı soru sormak olan bir üretimin, yaşadığı günden ve zamandan uzakta olması zaten düşünülemez. Bir yazar olmanın ötesinde bir insan olarak etkileniyorum yaşadığımız günlerden. Sadece yaşadığımız coğrafya değil, tüm dünya kötü zamanlardan geçiyor. Edebiyat hem sorular soruyor hem de bütün bu yaşananları kayıt altına alıyor. Ben de bütün bunlarla yazarak yüzleşiyorum. Selnur Aysever: “Sakın Oraya Gitme” kitabınızın adı ve öyküler tam da insanın kaçındığı yerlere dokunuyor. Okuru silkelemek istediğinizi düşünebilir miyiz? Yekta Kopan: Kimseyi silkelemek gibi bir amacım yok. Okurun zihnine güvenirim. Ben sadece kendi yüzleşmemi paylaşıyorum. Neden kaçıyoruz? Neden kendimizi korkularımıza hapsediyoruz? Hesaplaşmaktan korkan, vicdanının sesinden korkan bir insan nasıl yaşar? Ya da Brecht’in o ölümsüz sorusuyla “İnsan neyle yaşar”? Selnur Aysever: “Ev Hali” isimli öykünüzde “sakıncalı” bir yazarın hikâyesini anlatmışsınız. Bugünün Türkiye’sini hatırlattı bana... İçinden geçtiğimiz süreçle ilgili neler söylerdiniz? Yekta Kopan: Bu konu açıldığında herkes kendi dünya görüşünün bakış açısıyla konuşuyor. Oysa prensipler konuşmalı. Tutuklu olan, gözaltında olan, soruşturması devam eden çok sayıda yazar, gazeteci, akademisyen var. Bu
isimlerden bazılarıyla dünya görüşlerimiz örtüşmüyor olabilir, bazılarının siyasi duruşlarını sevmiyor olabiliriz. Fakat prensipler konuştuğu zaman, “ama” demeden, “o da zamanında şunu yaptı” demeden, bütün düşüncelere eşit mesafede durarak karşı çıkabilmeliyiz. Yazının, düşüncenin suçlandığı, hapse atıldığı bir evrende özgürlüklerden, vicdandan söz etmek olanaksız. Selnur Aysever: Baskının her geçen gün arttığı bir dönemde, yazar kendi kendine sansür uygular mı? İsteyerek ya da farkında olmadan… Yekta Kopan: “İsteyerek” demeyelim de bilerek diyelim. Olabilir. Her ikisi de olabilir. Çok üzücü ama bunu kabul etmek zorundayız. Bu oto-sansürün giderek içselleştirildiği ve okur tarafından da kabul edilmeye başladığı bir zamandayız. Ama böyle davranan bir gazetecinin-yazarın her kelimesi kendini ele verir. Özgürlüğe ve düşüncenin gücüne inanan okur kanmaz buna. Selnur Aysever: “Cesur Geyikler” isimli öykünüzde bir hücrenin içindeki iki tutukludan söz ediyorsunuz. Hayat da bize bazen bir hücre gibi gelebilir, bu kıstırılmışlık karşısında iki tutuklunun hikâyesinden ilhamla biz ne yapabiliriz? Yekta Kopan: Birbirimize hikâyeler anlatmalıyız. Kişisel ve toplumsal olarak akıl sağlığımızı korumak ve yeniden “biz” olabilmek için birbirimize hikâyeler anlatmalıyız. Bu gayet iyi bildiğimiz bir şey aslında. Bu coğrafyanın harika özelliklerinden biridir bu. Hikâyeler anlatmayı, birbirimizin hikâyelerini dinlemeyi severiz. Konuşmayı seven bir milletiz biz. Bizi biz yapan hikâyelerdir. Ama bu güzel huyumuzu kaybettik. Artık dinlemiyoruz birbirimizi. Öfkeliyiz, sinirliyiz, farklı bir görüşe tahammülümüz yok. Karşımızdakini “ötekileştirmek”, oturup birlikte bir çay içmekten, onun sesine kulak kabartmaktan çok daha kolay geliyor. Birbirimizin acısına, sevincine ortak olmaktansa, dışlamaya ve giderek düşman bellemeye başladık. Kimse kimseyi dinlemiyor artık. Kimse kimseye emek vermiyor. Oysa, insanı insana anlatmanın en güzel yolu o hikâyelerde buluşmayı başarabilmek. Yüzümüzü birbirimize dönmenin, birbirimizi yeniden dinlemeye başlamanın zamanı geldi de geçiyor bile. Selnur Aysever: “Bisiklet” öykünüz için bir dostluk öyküsü diyebilir miyiz? Yekta Kopan: Benim için “Bisiklet” sadece bir dostluk öyküsü değil. Zamana yenik düşmenin, kaybetmenin ve geç kalmanın öyküsü. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-5 Fazıl Hüsna Dağlarca nasıl şair olmaya karar verdiğini ve ulusal bilincinin nasıl geliştiğini anlatarak devam ediyor. *** - Peki, şair olmaya nasıl karar verdiniz? Çünkü Kuleli’yi bitirirken şiir kitabımı da çıkaracağım düşüncesinde bir kararlılık beliriyor. Nereden çıktı? - İşte, babam Kuranıkerim’i öptüğü zaman ben de her şeye rağmen, nereye gönderirseniz gönderin, ben şiirime devam edeceğim, dedim. - Siz şiiri başlatmışsınız zaten. Bakarsak, 13 yaşında Adana gazetesinde ilk şiiriniz yayımlanmış. Ancak şairlik bir meslek olarak karşımıza çıkmıyor o zamanlar. Şair olacağım diye nasıl karar verdiniz? Onu öğrenmek istiyoruz. - Meslek olarak düşünmüyordum ben o zamanlar. Sadece şiir yazmak istiyordum, oradan ekmek kazanır mıyım, kazanmaz mıyım, hiç aklıma gelmedi. - Yani şairliği meslek olarak düşünmediniz. - Ben şiiri o kadar çok seviyordum ki o yüzden para beni hiç ilgilendirmedi. Bütün edebiyat kitaplarını da inceledim. Kabiliyetim de vardı. Mesela ilk sınıfta bir yazı yazdım, hocam bana, ‘’Babanın yazdığı yazıyı getirme bir daha’’ dedi. Bir de hocam bilse babamın duruma yaklaşımını. Neyse inandı bir daha yazdığımda. Sonra da şiirleri de çok okurdum, ablamların kitaplarını okurdum. Aruzu daha ilkokulda bilirdim. - Peki, neden subaylığa karşı öğretmenlik düşünmediniz de, şairlik gibi soyut bir şeyi seçtiniz? - O mektebe girerken arkadaşlar şart koşarlardı. Bir gün hatta kaçtım mektepten. Anlatsam acırsınız, ben şiiri çok sevdim ve onu istedim. - Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında okuldan çıkıp eve giderken yaşadığınız olayı anlatır mısınız? - Ben Konya’da büyüdüm, Konya’da okudum. Bir gün annemle bir cenazeye gittik. Konya’nın uzağında bir mezarlıktı. Giderken baktım, kaldırımda kocaman bir mermer var, üzerinde de bir haç. Herhalde bir kiliseyi yıkmışlar, o taş da oradan çıkmış diye düşündüm. Ondan sonra baktım o koca haç ülkenin düşmanlarının simgesi. Bunu anladım, çiğnedim, üzerinden geçtim. Utandım da aynı zamanda, bir mezarlıktan çıkmış olabilir diye utandım biraz. Sonra onu gördüm ya evimizden uzakta, orduya yardım olsun diye her gün çiğniyordum. - İşgale karşı çiğniyorsunuz yani? - Annem de kızıyordu bana. Sen mektepten eve gelmiyorsun, geç kalıyorsun diyordu. Ben koşarak dönmeye başladım. - Çiğneme göreviniz vardı, o yüzden geç kalıyordunuz... - İşte böyle haller. Asıl benim anahtarım vardı: Bize bir kitap verdiler; içinde fizik, kimya, bütün konular var. Kitabın adı Anadolu Yavrusu. Ben düşündüm, bu kitabın ismi neden böyle diye düşündüm. Buldum. Sonradan anladım ki bütün bunları bileceksin, öğreneceksin, işte o zaman Anadolu Yavrusu olmaya hak kazanacaksın. Eğer bunları bilmiyorsan bir Anadolu Yavrusu, bir Türk çocuğu değilsin. Bakın çocuğa bile ne kadar faydalı oluyor. - Simge işte, şiirin gücü de orada. Yani Anadolu Yavrusu sizi nasıl etkilediyse, şiirler de milyonlarca genci etkiledi. - En ufak bir şey eğitim gücü taşıyor. Eğitim yalnızca öğrenmek değil, her şey eğitimdir. Yürümek, konuşmak, iyi film seyretmek... Sonra, öztürkçe meselesine gelirsek, Atatürk’ün bıraktığı en önemli yatırımı budur. Daha önce başlamış. Biraz daha temelden ortaya koyan Mustafa Kemal’dir. Benim de en son kitaplarımda kullandığım yabancı sözcük sayısı yüzde beşi aşmaz. Hepsi var. Örnek olarak bana bir sözcük verin, bunun Türkçesini bul deyin, bulurum. Bulmaya çalışırım. Buna ait bir şey oluştu bende.