SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ÖLÜMÜN TADI: DENİZ-YUSUF-HÜSEYİN
Bu Sayida VELİYETTİN ULUSOY Alevi-Bektaşi Yolunda Sürek Farklılığı AHMET KOÇAK Âşık Mahzuni Şerif HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR VAKFI - SEMPOZYUM: ALEVİLİKTE CEM-CENAZEKURBAN İSMAİL YILDIRIM Başarılı Bir Sempozyum ESAT KORKMAZ Cenaze Erkanı FİKRET OTYAM Ne İslam Devleti, Ne İslam Ülkesi
“‘68’in yarısı yaşam kadar ‘ciddi’ ve ‘yakıcı’; diğer yarısı iyi düşünülmüş, kimi kez iyi örgütlenmiş bir ‘şaka’ydı: Hangisinin hangisi olduğunu o günleri yaşayanlar bile çoğunlukla karıştırdı”.
Denizlerden Dağlara
ESAT KORKMAZ Zerdüştlük İSMAİL KAYGUSUZ Diyanetin Yeni Tuzakları İSMAİL BÜYÜKAKAN Hacı Bektaş Törenlerine Doğru HASAN HARMANCI Aleviler Ölümlerini Unuttu VAHAP ERDOĞDU Ilımlı İslam/İslam Radikalizmi - 1 BURHAN KOCADAĞ Anadolu Aleviliği AHMET HAZERFAN Boğomiliğe Kabul TÖreni NEJAT BİRDOĞAN’IN ANISINA ALİ KAYA Sarı Saltuk İSMAİL ENGİN Buyruksuz Alevilik İnşa Etme... TURGUT ÖKER Gözaltına Alındı - Bırakıldı SERÇEŞME ETKİNLİKLERİ Ankara- Kızılırmak Köyleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile Konferans, Alanya PSAKD Şubesi ile Konferans, Antalya Abdal Musa Kültür Derneği ile Konferans
Aylık Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: tl / / Mayıs Sayi:
10
Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni Altı Mayıs, ‘68 Hareketi’nin ‘78 Hareketi’ne açılan penceresidir bir bakıma. 5-6 Mayıs 1972’de Ankara Merkez Cezaevi’nde gece boyunca olağanüstü bir hareketlilik gözlendi. 6 Mayıs Hıdrellez’di; doğa canlanıyordu; doğadaki “gizil nesnellik”, yeni nesneler yaratmak için kendi “kabından” taşıyordu. Havaya, suya, toprağa ve ete “can” yürürken, üç “canın” canı alınıyordu. Halk katında ve halk bilgeliği zemininde “can” ölmezdi; o nedenle Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in canları, “güvercin donu”na (bedenine) uğurlandı. 1968 Hareketi, yeni bir “rüzgâr”dı; esti “alev” aldı; “ fırtına”ya dönüştü, “yangın” oldu; hem egemen sınıfları “yaktı”, hem de “vadesi” geldi kendini. ‘78 Hareketi, “yangının” kendisiydi; “alev” almaya gereksinimi yoktu zaten kendisi “alev”di: Ancak 12 Eylül 1980’de daha “vadesi” gelmeden, “üflenince” sönüverdi. 1968 Hareketi, devrimi, ulaşılması “olanaksız” yerden “ayağa indirdi”: Herkes “ayağını denk almalı”ydı; işte devrim geliyordu. Geriye bakıldığında yüzyıllar içine uzanıyor gözüküyordu; ileriye bakıldığında ise birkaç ay, birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek devrim vardı: Çok değil, yakın gelecekte devlet olmayacak, mülkiyet ve para ortadan kalkacaktı. ‘68’li, bilincinin “karşılığını” yaşamın kendisinde bulamayınca “lanet olsun”, halk onları anlamıyordu. Seçeneksiz tasarımlarını “inanç” durumuna dönüştürdü: Ne var ki diyalektiğin yasaları inançtan “bağımsız” çalıştığından ‘68’liyi “açığa” düşürdü. O zaman “düşünü” gerçekleştirebilmek için ‘68’li; “geleneksel” aydınların “yukarıdan aşağıya” davranma, düşmanı içten ele geçirme ve bu yolla “ulus-devleti” kurtarma, bunun ideolojisi olan “Kemalizmi” kutsama “akrabalığına” soyundu. 1970’lere taşınıldığında, ‘78 Hareketi, gerçeğin ne olup olmadığını anladı: Öncü savaşçının kavgasıyla “suni denge” bozulmuştu ama amaçlandığı gibi oligarşinin “her haltını” gören kitleler harekete geçmemişti; tam tersine “ulus-devlet” “sinirle” öne fırlayıp ‘78 devrimcisinin “anasını ağlattı”. “Düşündürücü” olan, bunca çetin bir kavga içinde “yoğrulan” ‘78 Kuşağı’nın “düdük sesi”yle birlikte “sus pus” olması ve “dövüşmeden” ölmesi idi. Peki neden? ‘68’li birkaç saat içinde “sen, ben, bizim oğlan”dan oluşan örgütü kuruveriyordu; “güle oynaya” kurduğu örgütle “ıslık çalarak” sınıf kavgasını “gütmeye” yöneldiğinde, “Eyvah yanlış iş yaptık; şöyle şöyle çalıştıktan sonra kuracaktık örgütü” demedi: Ok yaydan çıkmıştı bir kere. “Usulcacıktan” girdiği bu kavgada canlarını verdi. ‘78’li o yanlışı anlamış gözüktü; inadına çalıştı; “bir şeyler eksik kalmasın” dedi. Doğal olarak örgüt konusunda aşırı temkinliydi; örgüt kurmanın koşullarını yaratmak zordu. O denli “dersine” kaptırmıştı ki kendini “çalan düdüğü” bile güçlükle duydu: Herkes “evine” gidecekti. Umarsız “başını önüne eğdi”; evine gitti ya da gidemedi. ‘68’li “kahramanlığa” yüzlerce can bedel olarak yeterken, ‘78’li “suskunluğa” binlerce can bedel olarak verildi. Biri “efsane oldu”, diğeri “suskunluğuna” karşın hem yaşamı hem de dili “efsaneden” arındırdı; tarihe ancak düşünerek bakabilenlerin bulabileceği bir “izdüşüm” bıraktı. Dışarıdan bakıldığında 50’ye yakın “ fraksiyon” vardı ve hemen hemen hepsi illegaldi ama yaşamın kendisinde özellikle birbirlerine karşı yürüttükleri “kavga” nedeniyle k “deşifre” oluyorlardı. Bol “ fraksiyon”, bol popülizm demekti: Geri dönüşümle yerel değerlerin “kılığına bürü(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
“Ne İslam Devleti Ne İslam Ülkesiyiz”
Baştarafı 1. sayfada
Fikret Otyam
Denizlerden Dağlara nerek” kahramanlık odakları oluşturmak; uluslararası düzeyde “mürit” olarak “kapaklanacakları” bir “yapı” aramak ya da “mürit” olana karşı durumunu belirlemek her “çevre”nin varlık nedeniydi. Bu kadar “çevre”nin içinde gezindiği halka gelince; onların bakışı pratik yarara dayanıyordu: İyi geçin, gerisine boş ver. Faşistlerden kurtulmuşlardı ya bu yeterdi onlara. İllegal yayınlar, legal ya da yarı-legal dağıtılıyor; bir yandan legaliteye küfredilirken, diğer yandan legalitenin “büyüsüne binilip” oradan oraya koşuluyordu. “Düdük sesi”yle birlikte “legal oyun” yasaklanınca, legalite illegaliteye “sığmadı”: O şanlı “sol çevreler” göz açıp kapayıncaya kadar “eriyip” gitti. 1968 Kuşağı “ilkti”; doğal olarak ondan çok söz edilecekti. O “rüya” idi; gerçekleşmeyen, ya da gerçekleştirilemeyen her özlem o “rüya”yı zenginleştirdi; “rüya” ile birlikte “anımsanan” ‘68’liyi “besleyip büyütttü”. ‘68 devrimciliğinin “albenisi”ne kapılındı ve “al kanlar içinde” devrimcilik yapan ‘78 Kuşağı’na “haksızlık” yapıldı. Rüyalar, “yıldız” yetiştirirdi; ‘68’li “yıldız”a tapıldı; ‘78’linin “nefer” devrimcisi “küçümsendi”. Ölçüt gerçeklik olacaksa 1978 Kuşağı, daha gerçekti; tıpkı sen, ben gibi bir insandı; ‘68 Kuşağı, “insanüstü” idi, senden, benden “ farklı”ydı. Doğal olarak ‘68 Kuşağı’ndan daha dayanıklıydı; O’nun tanık olmadığı denli zorlu anti-faşist mücadeleler içinde “pişti”; faşist katliamlara direndi, devletin baskı ve işkencelerine göğüs gerdi. Ve açık söylemek gerekirse çoğundan da yüzakıyla çıktı. ‘68’li devrimci yaşamıyla da ölümüyle de “efsane” oldu göğe “uçtu”; hep başımızın üstünde “dolaştı”. Yaşamdan kopmak ‘78 devrimcisinin altından kalkamayacağı bir “uzmanlık”tı; yaşamın içinde kaldı ve tarihe bir “iz” düştü. “Efsane”yle “rüya”yla “iz”i buluşturmak ve gelecek kuşaklara taşımak üzere bir “işaret fişeği”ne bağlayıp “ateşlemek” günümüz devrimcilerine düşüyor.
DUYURU Halk Ozanıu Feyzullah Çınar’ın biyografisi hazırlanmaktadır. Fikret Otyam’ın yayına hazırlayacağı biyografi için elinde Feyzullah Çınar’a ait kaset, yazılı belge, fotoğraf, vb, olan canların bunların birer kopyalarını dergimizin adresine göndermesini; Feyzullah Çınar’la ilgili anıları olanların anılarını yazarak yapılan bu hizmete katkılarını bekliyoruz.
Hüsniye Çınar Serçeşme Dergisi
2
Y
ahu ölecek miyim ne, kendimi Kur’an- Kerim okumaya verdim! Nice yaşlı gibi kendimi öte dünyaya hazırlıyorum okumakla!.. Ama bendeniz kutsal kitabımızın Nahl Suresi 67. ayetinin meraklısı ve en has okuyucusu da kimden neden saklayım yüce Göktanrı’nın bildiklerini ve 60 yıldır da neredeyse uygulayıcısı !.. Nedir Nahl Suresi’nin 67. ayeti? Bakalım eldeki kutsal kitaplarıma.. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları “Kur’an-Kerim ve Açıklamalı Meâli/Hazırlayanlar: Prof. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Ali Özek, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. Saadettin Gümüş, Doç. Dr. Ali Turgut/ Ankara 2004” Bunlardan okuyalım en sevdiğim sureyi: “67. Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır. (Âyette geçen “seker” kelimesi, sarhoşluk veren şey, yani içki demektir. Bu âyet Mekke’de inmiştir ki, henüz o zaman içki haram kılınmış değildi. Bununla beraber burada içkinin “güzel rızık”tan ayrı zikredilmesi, Kur’an-ı Kerim’in daha o zaman dahi içkiyi hoş bir şey saymadığını gösterir. Böylece bir bakıma içkinin iyi bir rızık olmadığına dolayı olarak işaret buyurulmuştur. Bundan sonra, sırasıyla, içkide -bazı zâhiri faydalar yanında- büyük bir kötülük bulunduğunu (Bakara, 215), sarhoş olarak namaz kılmanın haram olduğunu (Nisâ, 43) ve nihayet içkinin şeytanın işlerinden bir mundar olduğunu bildiren ve içki içmeyi yasaklayan (Mâide, 90-91) âyetler gelmiştir.” Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun Elmalı Hamdi Yezir hocaefendiden Nahl 67 ise şöyle: “Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden de, bundan hem bir müskir (içki) çıkarırsınız, hem de bir güzel rızık! Her halde bunda aklı olan bir kavim için elbet bir ayet var” Bir başkası, Kur’an-ı Kerim ve yüce Meâli/Aydın yayınevi/Abdullah Aydın’a göre de Nahl 67 aynen şöyle: “Hurma ağaçlarının meyvelerinden, üzümlerinden içki yaparsınız (bu ayet içki haram kılınmadan önce Mekke’de inmiştir,) güzel rızık elde edersiniz. Muhakkak ki bunda da aklını kullanacak bir topluluk için bir alamet var”
Ey Yüce Yaradanım Beni Affet, Sana Sığındım Günahımı Bağışla! 67. ayetin bulunduğu sayfanın arkasında “Sayın okuyucuların dikkatine” başlıklı tek sütun yazcıyı da okuyunca çarpıldım, meğer ne günah/günahlar işlemişim, günahımı açıklıyorum be uyarıya göre:
“Sayın Okuyucuların Dikkatine” Sayın okuyucu yani yazıdan Kur’an-ı Kerim’in okunması kesinlikle doğru değildir. Çünkü Arapça olan harfler, Türkçe’de olmadığı için, bir tek harfin yanlış okunması ile kelimenin manası değişeceğinden, Kur’an-ı Kerimi, Türkçe yazı ile okumak sevap yarine okuyucuya günah kazandırır. Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilmeyen veya takıntısı bulunan, Müslümanlar içinde, öğrenmelerine yardımcı olacak iki eser ilave ettik. a- Kur’an-ı Kerimimiz yeni yazıyla yazılarak, Arapça olarak yazılan Kur’an-ı Kerim’in sol tarafına yerleştirilmiştir. Bundan gayemiz ihtiyar-genç demeden her Müslüman’ın bunu Arapça olan Kur’an-ı Kerim’imizle karşılaştırarak az bir zaman içinde öğrenmesidir. En doğru olanı ise Kur’an-ı Kerim’i eski yazıdan öğrenip okumasıdır. b-“Eski Yazı Hocası” adı altında ilave ettiğimiz bu yardımcı iki eser sayesinde, Kur’an okumasını bilmeyen kardeşlerimiz, üç ay gibi kısa bir zaman içinde kendi kendilerine Kur’an okumasını öğreneceklerdir. Çalışmak bizden, başarı Allah’tandır. Allah’ın selamı siz okuyucuların ve tüm Müslümanların üzerine olsun” Ve Alykümselâaaam!.
Etem Çalışkan dostumdan.. Etem Çalışkan gerçekten çalışkandır, soyadına uygun bir adamdır bu bin yıllık dostum. Oturup Kur’an-ı Kerim’i nefis nefis Latin harfleriyle elle yazmıştı. İthafında şöyle diyor: “İstanbul, İzmir, Fethiye, Antalya, Mersin, yolundan sevgili Otyam’lara selâm ve saygıyla. 27. 5. 1988 Gazipaşa” Ortak dostumuz, o can güzelim insan İsmail Bengi’yi muhakkak anmışızdır da acaba o güzelim 67’yi acep yerine getirdik mi? İsmail Bengi, Ankara’da matbaacı, Bengi davetiye, tebrik kartlarıyla ünlü, birde Misket oyunuyla! Öyle içten, öyle candan ve usulüne uygun oynardı ki dillere destandı. Temsilcisi olduğu bir Alman baskı makinesinin sahibi uğurlayacak Esenboğa’dan, erkenden kalkar atlar bir taksiye sabahın köründe, Ulus alanı’nın oraya gelince radyodan bir misket havası! Şoföre “Hele arabayı sağa çekiver”, iner başlar oynamaya radyoyu da biraz daha bağırtarak. Şoför de has bir Ankaralı, oda iner geçer İsmail’in karşısına bir güzel dökerler kurtlarını, bu nedir diyenler sabahın köründe pencerelere gelip seyrederler bir-iki misket’çiyi. Ver elini Esenboğa..ama uçak çoktaaaan tutmuştur yolunu.... Ve İsmail bastığı ürünleri minibüse doldurur bizzat dağıtır bayilerine.. iki küçük çocuğu da yanındadır, bahar palamış memleketimde, tarlalarda elvan elvan çiçekler, böcekler, böcüler... O da ne? Radyoda misket, hemen çeker arabayı uygun bir yere, iner bir güzel oynamaya başlar. Kollar omuzu geçmeyecektir, zeybek oyunundaki gibi, açılan kollar omuz hizasında.. oda ne ? Araba yavaş yavaş gidiyor, İsmail heyecandan fireni çekmeyi unutmuş’ Araba gider ardından İsmail, sonunda atlar arabaya! İki metre ötesi ise kocaman bir uçurumdur.!
Sayı 10
SERÇEÞME İsmail şeker hastasıdır, Gazipaşa’dan bir İstanbul gelişimizde boşverdi dükkânı, bir yıl önce İstanbul’a göçmüştü; arabasına atladık vurduk boğaza, kıştı, bir yer bulduk altı saat anlattı şekerin nasıl ortaya çıktığını ve elbatte 67. ayeti uyguluyorduk can-ı yürekten ve mideden! Yirmi yılı aşkın, bir daha böyle gülmedim, gülemedik.. İsmail üçyüz hekimin de olduğu bir kampta misket’e çağrılır, hayır son yazdığı şiirlerini okumayı yeğler ve ne mi oldu sonra? Ne olacak o güzelim yüreği duruverdi, başta misket hepimiz öksüz kaldık... Ethem’den: “Bu cilt içinde Türkçe anlam (meâl) üzerinde basılan kur’an-ı Kerim Hattat Hafız Osman tarafından Hicri 1091 şeval’i başında (Ağustos 1686 istinsah edilmiştir. Hafız Osman hattı Kur’ân’ın aslı hâlen Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde 405 numara ile muhafaza edilmektedir” Buradaki 67 ise aynen şöyledir: “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerinden, şerbet ve güzel bir rızk elde edersiniz. Düşünen milletler için bunlarda hizmetler vardır.” Nahl suresi 67. ayeti Türkçe okuyarak günah işlemeye devam ediyorum Arapça bilmediğim için.. bunlardan birisi de Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün dilimize kazandırdığı, o tertemiz, arı, duru Türkçe’siyle: “Kur’an-ı Kerim Meâli (Türkçe Çeviri)” Çeviri Aynan şöyle: “Hurmalıkların Meyvelerinden, Üzümlerinden de sarhoş edici bir içecek ve güzel bir rızk elde edersiniz. İşte bunda, aklını işleyen bir topluluk için kesin bir mucize vardır.” Kur’an’da ve başta Nahl suresi 67’den haberi olmayan zındıklara bu ayeti bu çeviriden açılıyor ve ezberletiyorum! Hayır duaları bana yeter de artar bile, fazlasını içtenlikle devredebilirim.
Y
“Zülfikâr’ın keskin yanı boynuna gele!”
ani o zattın boynu, “sözel” olarak gitti gayyının ta dibine! Dedim: “Yahu erenler, pek acımasız bir beddua/istek bu, ne dersin?” Güldü, “Eyvallah” dedi, “Haklısın, ağzımdan kaçıverdi.” Böylelikle ötekisinin de kellesine eski yerine gelmiş oldu!.. Aşağıda okuyacaklarınızı bir gazeteden makasladım, yani yürüttüm!. Başkanlık müsteşarı bir yürütme yapmış başkasının kitabından ki eskiler buna “İntihal” derler, bu yürütme olayı resmen ve alâlen belgelendi de adama bir şey olmadı! Bu can gazete haberini makaslamış, suç bunun neresinde? Üstelik resmen ve alâlen yürüttü diyorum hem de apaçık, üstelik okurlara malolmuş bir haber’ Bu Hazreti Ali’nin çift uçlu Zülfükâr adlı kılıcıyla ilgili, özellikle Kızılbaş ve Bektaşi milletlerini yakından ilgilendiriyor. Haber şu:
Âşık Mahzuni Şerif
Aramızdan Ayrılalı Üç Yıl Oldu.
‘Zülfikâr’ Krizinde Başkandan Geri Adım Denizli’nin Bekilli ilçesi’nde Başkanı olduğu Bekilli Gömce Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nin ürettiği şaraplara Hazreti Ali’nin kılıcının adı “Zülfükâr”ı veren, ardından Alevi vatandaşları kastederek “Bu tipler, bu yapıda insanlar, Müslümanlığı zayıf yaşayan kişiler olduğu için şarap müptelası insanlar” diyerek tepki toplayan AKP İlçe Başkanı Mustafa Kırlı geri adım attı. Mustafa Kırlı, söylediklerinin kastını aştığını ve yanlış anlaşıldığını söyledid. Alevi vatandaşları küçümsemek gibi bir amacının olmadığını söyleyen Kırlı “İstanbul’da Zilfükâr adlı bir Alevi babası şarapları pazarlayabileceğini söylediği için bu ismi koyduk” dedi. Kırlı, gerekeni yapacaklarını, gerekirse ‘Zülfükâr’ adını değiştireceklerini belirtti.
Görevden alınsın Kırlı geri adım atarken Aleviler’den gelen tepkiler de sürdü. Alevi Bektaşi Federasyonu Eğitim ve Kültür Sekreteri Tekin Özdil “Açıklama ciddi bir talihsizliktir. AKP İl Örgütü Aleviler’den hem diğer inanç guruplarından özür dilemelidir. AKP Bekilli İlçe başkanı görevden alınmaz özür dilemezse tepkimiz büyük olur.” Dedi. Hacı Bektaş veli Kültür ve Tanıtma Denizli Şube Başkanı Hasan Erden’de “Açıklamayı şiddetle kınıyoruz.AKP Alevilerden ve diğer inanç guruplarından özür dileyip, ilçe başkanlarını ihraç etmelidir” Osman Nuri Boyacı-Ferak Işık (DHA)” Bu Hazretin söylediklerine şaşmadım, o da kimileri gibi Nahl suresi 67. ayeti görmezlikten gelenlerden! Oysa bu ayeti “Bu tipler” dediği “Bu yapıda insanlar” dediği ve de “Müslümanlığı zayıf yaşayan kişiler olduğu için şarap müptelası insanlar” en içten, yalansız dolansız yerine getiren ve hayırlara vesile olan insanlardır. Başkana hiç mi hiç kızmadım, şimdi kendisinden rica ediyorum, adı ne olursa olsun o peygamber’imizin daha açıkçası yüce tanrının buyruğunu adabına göre yerine getirsin. “Müslümanlığı kuvvetli yaşasın” da tanrı nezlinde makbul adem olsun! Bunun başka yolu yordamı yok, bunu muhakkak yapsın ve hayırlara vesile olsun, sonra da şunu desin: “Gerçeğe hüüüü”
Ahmet Koçak Âşık Mahzuni Şerif, Maraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde dünyaya gelir. Dünyaya geliş tarihi belli değil. Kimi kaynaklara göre 1938, kimi kaynaklara göre 1939-1940. Nüfus kayıtlarına göre, yani resmiyete göre 1943 doğumlu. 1955’te ilkokulu, 1958’de Mersin Üçüncü Astsubay Hazırlık Okulunu ve Ankara Ordu donanım okulunu bitirdikten sonra Kuleli Askeri Lisesini yazılır. Kendi isteği ile bu okulu bitirmeden ayrılır. Bağlama çalmaya 1955 yılında başlıyor. İlk ustası ise en küçük amcası Âşık Fezai oluyor. Kendi deyimi ile ancak 1963 yılından sonra “ozan” sıfatını alıyor. Ve ölümüne dek bu sıfata laik olmaya çalışıyor. Halkının sıkıntısını, sevincini, üzüntüsünü yani tüm sorunlarını dile getirmiştir. Bedeli kovuşturmalar, mahkeme kapıları, mahpusluk dahi olsa. Gazeteci Süleyman Yağız* bir söyleşisinde “Mahzuni sığlıktan uzak, çok zengin bir şiir dünyasına sahiptir. Onun dizelerinde aşk vardır, meşk vardır; korkusuzluk vardır, korku vardır; kuşku vardır, kuşkusuzluk vardır; savaş vardır, barış varıdır; meyhane vardır, tekke vardır; yangın vardır, su vardır; üzünç varıdır, sevinç vardır; kısacası olmayan şey yoktur” der.
Zorunlu Din dersi Kalksın Kampanyası Alevi Bektaşi Federasyonu, zorunlu din dersi eğitimi uygulanmasının kaldırılması için imza kampanyası başlattı. Federasyon genel Sekreteri Atila Erden (Atilla can, kulağın çınladı mı? O çınlamayı bu can yaptırdı) federasyon üyeleriyle Mili Eğitim Bakanlığı önünde yaptığı açılamada zorunlu din dersi eğitiminin, temel insan haklarına aykırı olduğunu öne sürerek Şöyle dedi: “Çağdaş eğitim sistemlerinde zorunlu din dersinin akla vurulmuş bir kelepçedir. Lâik devlet, tüm inançlara ve inançsızlara eşit mesafede olmak zorundadır” Erden, toplayacakları imzaları, 12 Eylül’ün 25. yılında TBMM’ye ve Avrupa Birliği Parlamentosu’na vereceklerini sözlerine ekledi.
Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Özkök Dedi Ki: Genel Kurmay Başkanı iç ve dış sorunlarla ilgili doksan dakika süren açıklamalarda bulundu, bu doksan dakikalık tek kalelik maçtan en sevdiğim şu oldu: “Ne İslam Devleti Ne de İslam Ülkesiyiz”Gerçege hüüü!. İyi de, ne İslam devleti ne de İslam ülkesi olmayan lâik Türkiye Cumhuriyeti’nde şu zorunlu din dersi n’oluyor? İçinden çıkabildiysem saçıma, pos bıyıklarıma ve akpak saçlarıma kıran gire.
Mayıs 2005
Altmış yıllık yaşama neler sığdırmamış ki, dört bin civarında şiir, bunlardan bin kadarı yazılıp okunmuş, yani biliniyor. Dört yüz’ün üzerinde 45’lik plak, beş uzunçalar ve kırk’ın üzerinde kaset çalışması yapmış. Ömrünün son yıllarını hastalıklarla mücadele ederek geçiren Mahzuni, 17 Mayıs 2002 tarihinde hakka yürüdü. Kendisini tüm sevenleri gibi bizde unutmadık. Her daim sevgiyle anacağız. *
Âşık Mahzuni Domdom Kurşunu yay. haz. B Pehlivan. Eylül 1985.
3
SERÇEÞME
ANADOLU ALEVİLİĞİNİN ASYALI KAYNAĞI
Zerdüştlük Esat Korkmaz
Z
erdüştlük, yaşanan andaki “ben”ini rımda hangisi önce önüme gelirse onu kral “Şimdi size beni yitirmenizi, “kurban” edip “geriye dönen” insanın yapacağım”, diye haykırdı. Zervan, “Sana 9 “kendini bulduğu şey”dir: Kendini bulbin yıllık krallık verdim, fakat Ahuramazda’yı kendinizi bulmanızı buyuruyorum; du mu insan, olanaklarının ayrımına varır ve da senin üzerine hükümdar yaptım. 9 bin yıl hepiniz beni yadsıdığınız gün, zamanı “at” gibi kullanır; bir kamçı darbesiysonra Ahuramazda kral olacak ve ne istiyorancak o gün geri döneceğim sizlere... le küheylanı, “şimdi” olmamış “geleceğin” sa yapacak”, dedi. Sonra Ahuramazda ve çayırlıklarında dörtnal koşturur. Ehrimen, canlı-cansız varlıkları yapmaya Friedrich Nietzsche Dinsel sunumlar “öne” alındığı için inançbaşladılar: Ancak Ahuramazda ne yaparsa tan “medet” umsa da Zerdüştlük, “ felsefe” olduğunu anımsatırcasına “şeyiyi ve haklı olurken, Ehrimen ne yaparsa kötü ve haksız olur. Ehrimen, ler”in kaynağı üzerine tasarım yapar. “Şeyler”in kaynağı ya “ışık-karanlık” Ahuramazda’yı gözlemeye başlar: O’nun, iyi ve haklı şeyleri yapmasına karşıtlığı biçiminde algılanan bir “gizil nesnellik” ya da “iyilik-kötülük” karşın, ışığı yapamadığını anlar. Durumu yardımcıları olan başşeytankarşıtlığı biçiminde tanımlanan bir “niteleme” olarak çıkar karşımıza. lara anlatır: “Ahuramazda ışığı yapamıyor; yaptığı güzel ve iyi şeyler, Işığın “sırrı” iyilik, karanlığın “sırrı” kötülüktür. Işık “sırrı” ile birkaranlıkta kalırsa bir işe yaramazlar” der. Bu sırrın kimseye açıklanmalikte kimliklendirilince Ahuramazda ya da Spenta-Mainyu; karanlık “sırmalarını buyurur. Başşeytanlardan Mahmi, buyruğa karşı çıkar ve sırrı rı” ile birlikte kimliklendirilince Ehrimen ya da Angra-Mainyu düşüncegizlice Ahuramazda’ya açıklar. ye/inanca taşınır. Zerdüştlük öncesi İran toprağında, büyük tanrı Zervan’a bağlanan bu Bu kimliklerin “eyleme” geçmesiyle “varlığa gelme” ya da “varoluş” inanç ve tapım sistemi, genelde Mazdaizm’in, özelde Zerdüştlüğün evsüreci başlar. Zerdüştlük, Orta Asya tasarımlarında olduğu gibi “doğaya rim sürecine katılarak Sasaniler döneminde (İ.S. 224-651) İran’da yerlebenzeme” eğilimli, eğilim gereği üretilen “varoluş tasarımı” belirleyici şik Zerdüşt dinine tepki olarak yeniden doğup yapılandı. bir felsefe/inançtır. “Aşkın özneler” ve “aşkın kimlikler” bu tasarımla önİlk Zervan inancı ile Zerdüştlük sonrası yapılanan Zervanizm arasını ce “duyulara aşkın” alana sonra da “akıl alanı”na taşınarak dünyalaşır. Mazdaizm doldurur. Mazdaizm, Ahuramazda’nın baştanrı olduğu inanAhuramazda’nın yapısında var olan ve “Kutsal Ruh” olarak algılanan cına dayanan, evrenin “iyilik” ve “kötülük” gibi iki büyük gücü simgeleSpenta-Mainyu ile Ehrimen ‘in yapısında var olan ve “Kötü Ruh” olarak yen tanrı ve ruhlarca yönetildiğini kabul eden bir felsefe-dindir. İlk Mazalgılanan Angra-Mainyu, “İkizler Söylencesi” ile bir “kavga” serüvenidaizm, Ahuramazda’nın başkanlığında Mithra ve Anahita’yı da kapsanin içine atılır. “Kavga” serüveni, “kutsal kaynak”tan uzaklaşacak biçimyan bir tanrılar üçlüsünü öneriyordu. Bu tanrılar üçlüsünün çevresinde, de gelişir. “Uzaklaşma”, kutsal kaynağın “kavga”yı güdemeyeceği nokAmeşas Spentas (Ölümsüz Güçler) adı altında toplanan altında toplanan taya taşındığında, mücadele sürecinin kahramanları, yani Ahuramazda altı anaruh vardı. Mazdaizm inancında Mithra, varoluş tasarımı gereği, safında savaşa katılan “altı anamelek” ve Ehrimen safında savaşa katılan doğanın anarahmi olarak algılanan bir kaya kovuğundan doğdu; doğanın “altı başşeytan”, harmanlanarak somutluğa taşınır. doğurması sonucu varlaşan ve doğanın ilk çocukları arasında yer alan Zerdüştlükte varoluş ya da varlığa geliş felsefesi, “Tanrı-doğa-insan” bir ışık-tanrı idi. Kozmik boğa ile savaştı; onu öldürdü; tüm canlılar bu ilişkisini, Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde boğanın kanından ortaya çıktı. açıklar: Tanrı’nın kendi özünden saçılan ışığın dönüşümler geçirerek ve Anahita’ya gelme O aşk, herkesi besleyen toprakla simgelenen bebu yolla kendi kendine “yabancılaşarak” evrende, duyu organlarıyla alreket tanrıçasıydı. Mazdaizm’i önceleyen Zervan inancında Anahita, gılanabilir biçimler aldığını savunur. Zervan’ın eşi, Ahuramazda ile Ehrimen ‘in annesiydi; dönüşüme uğradı, Tanrı, hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önaşk ve bereket tanrıçası oldu. İşte Zerdüşt bu tanrılık tasarımdan, ekonoceki “hiçlikte”, kendi kendisinin tanrısı idi. Doğa “doğurmadığı” için, yani mik ve toplumsal bir reform sağlayacak yepyeni bir Mazdaizm çıkardı. hareket etmediği için böylesi bir Tanrı algısı, özünde bir yanılsamaydı. Bu ikinci Mazdaizm, Zerdüştlük’tü. Derken bu Tanrı, kendi içindeki “karşıtlığın” ayrımına vardı. KarşıtZerdüştlük’te Ahuramazda, gizil doğanın, yani görünmeyen doğanın ların “kavga” etme gücüne dayanarak “sonuç” üretme eğilimine girince “ilk çocuğu”dur, ilk “yabancılaşma” ürünüdür. Yapısındaki karşıtlar “eyleme” geçmiş oldu. Eylemle birlikte hareket soyutlaması olarak “zaharekete geçince “ikinci çocuk”, yani ikinci “yabancılaşma” ürünü olaman” yaratılmış oldu. Yani doğa “doğurdu”; “zaman” ilk çocuk olarak rak Spenta-Mainyu (Anadolu Aleviliği’ndeki Akl-ı Kül); “üçüncü çobelirdi. Zerdüştlük öncesinde tanrı Zervan, işte bu “zaman”ın kimliklencuk”, yani üçüncü “yabancılaşma” ürünü olarak Angra-Mainyu (Anadodirilmiş biçimiydi; Zerdüştlük’te Ahuramazda bu görevi üstlendi. lu Aleviliği’ndeki Nefs-i Kül) yaratılır. Eksiksizliği, kusursuzluğu simBütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı geleyen ve ışıkla aydınlıkla temsil edilen Spenta-Mainyu ile eksikliği, içinde taşıdığının bilincinde olan, eylemli kutsal kimlikler olarak tasakusurluluğu simgeleyen ve karanlıkla temsil edilen, yalanın, kötünün rımlanan Zervan, Mithra ve Ahuramazda gibi tanrılar, Anadolu Alevilitaşıyıcısı Angra-Mainyu arasındaki “çatışmanın” başlamasıyla evrenği’nde gizil güç durumunda eylemli tanrı olarak tasarımlanan “Hak” ile sel hareket, kutsal kökenden “uzaklaşan”, somutu yaratacak olanaklara örtüşür. Özünde bütün bu tanrılar, doğadaki gizil nesnelliğin, yani doğadoğru “koşan” bir çevrime girer. Çevrim sürecinde, Spenta-Mainyu’ya nın canının/ruhunun kimliklendirilmiş biçimleridir. verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak algılanan ve her şeyi yaratan Örneğin Zervan , Ahuramazda ve Ehrimen ikizinin babasıydı: Öte“kurucu ilkeler”in ruhları/canları oluşur. Çevrimde giderek kutsal kösinde dört unsurun, yani; kenden uzaklaşıldığı için Spenta-Mainyu, “soyut” kurucu ilkelerin ruha) Beşeriyetin üremesinin, ları/canları arasındaki ilişkileri “gütmekte” zorlanmaya başlar. Tam da b) Doğmasının, bu sırada Angra-Mainyu saldırıya geçer; kurucu ilkelerin ruhuna/canına c) Yaşlanmasının ve kendi özünü aşılar. Aşılar aşılamaz da doğanın ilk “somut çocukları d) Sonsuza, kendine geri dönüşünün tanrısıydı. olarak algılanan ya da “son yabancılaşma” ürünleri olduklarına inanılan Söylence diliyle Zervan ile oğulları arasındaki ilişkiler şöyle anlatıaltı somut kurucu ilke, yani ateş, su, toprak, cevher, bitki ve hayvan gölır: Hiçbir şey yokken gökte bir “şey” vardı; adı Zervan’dı. Zervan, rünüşe taşınır; varlığa gelir. Ahuramazda adında bir oğlunun olması için bin yıl kurbanlar sundu. Somut kurucu ilkelerle somut kurucu niteliklerin (sıcaklık-soğukluk, Sonra düşünmek için çekildi. İşte tam bu sırada Ahuramazda ve Ehdoluluk-boşluk, artı-eksi, kuruluk-yaşlık vb.) kendi aralarındaki ilişkirimen, ana rahmine düştü. Zervan bunu öğrenince, “Hangisi önce den “dünya” varolur. Ve çevrimin ilk yarısı böylece tamamlanır. Felsefi önüme gelirse onu kral yapacağım” dedi. Ehrimen bunu duyar duymaz, düzlemde, varoluş çevriminin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünü göannesinin karnını yararak çıktı ve babasının karşısına dikildi. Zervan zükür. Ancak bu tasarım, inanç kabullenmelerini veri alan “metafizik O’nu tanıyamadı ve “Kimsin?” diye sordu. Ehrimen de, “Ben senin idealizm”in bir ürünü değil, aklın sonuçlarını veri alan “düşünceci idealoğlunum”, dedi. 0 zaman Zervan, “Benim oğlum bereket kokan ışıktır, izm”in bir ürünüdür. Geçici görünür gerçekler olarak algılanan “nesnel” fakat sen, kıtlık kokan karanlıksın”, diye karşılık verdi. dünyaya göre değişmez, kalıcı ve ebedi bulunan bu idealizm, felsefede Ahuramazda ise tam zamanında doğdu. Ve Zervan’ın önüne geldi. öncel/yaratıcı görünmesine karşın, özünde nesnel sürecin bir gerekçesi, Zervan O’nu, hemen tanıdı; O’nun için kurbanlar sundu. Bu sırada Ehonu zorunlu kılmanın bir aracı olmak üzere “kurgulanmış” ve inanca rimen, Zervan’ın karşısına dikilip, “Sen söz vermedin mi? Benim oğulla“bağlanmış” yaratısıdır.
4
Sayı 10
SERÇEÞME
Kutsal çevrimin dili de bunu doğrular: Kurucu ilkeler olarak ateş, su, toprak, cevher, bitki ve hayvan “somutluk” kazanınca tek başına Ahuramazda’nın ya da tek başına Ehrimen ‘in bu kurucu ilkeler üzerindeki “denetimi” ortadan kalkar. Bir bakıma, varlıktan “bağımsızmış” gibi görünen tanrı ya da tanrıların, tanrılığı sona erer. Artık Tanrı, yani iyi tanrı olarak Ahuramazda ve kötü tanrı olarak Ehrimen, somut varlığın “yapısında” vardır; ruh6can Ahuramazda biçiminde kimliklenirken, beden Ehrimen, akıl ise hem Ahuramazda hem de Ehrimen biçiminde kimliklenir. Çevrimin ikinci yarısını, somut kurucu ilkelerden ve somut kurucu niteliklerden çıkarak, “yabancılaşma” sürecinden uzaklaşacak biçimde bir eğilim içine giren “yükselen eğri”nin hareketi oluşturur. Yükselen eğrinin hareketi, Angra-Mainyu’yu temsil eden güçlerden temizlenerek, her adımda daha çok “Spenta-Mainyu”nun kendisi olacak biçimde dönüşüm- ler geçirip, yani “karşıtlığı” sona erdirip Ahuramazda ile buluşmayı amaçlar. Görüldüğü gibi çevrimin bu yarısı, tümüyle materyalizm zemininde/ maddeci düşünce temeli üzerinde “yürür”. İnançta, görünmeyenden görünüşe taşınmanın koşulu olarak algılanan “Spenta Mainyu-Angra Mainyu bileşiminin” yani “karşıtların birliğinin” bir yaratısı olmasına karşın gerçekte, bu yaratıyla kutsanmak zorunda kalınan bir öncel yaratıcıdan başka bir şey değildir. Sonuç olarak Zerdüştlük’te varoluş tasarımı, kurucu ilkelerle birlikte idealizmden materyalizme “kırılan”, Tanrı’nın bilgisi/yönlendirmesi dışında kurucu ilkelerin kendi yasaları/kuralları içinde gelişim/değişim/dönüşümlerle görünmeyenden görünene, görünenden görünmeyene “gidiş-gelişler”le önsüzden-sonsuza akan “nesnel bir süreci” belirleyici olarak alır. Çünkü “mazda” bilge demektir; Mazdaizm ise bilgelerin “beden düşünceleri”nin bir ürünüdür. Burada “doğaüstü” ya da “insanüstü” denilen “şey”; nesne-beden kimlikli somutluk olarak tanımlanan “doğa olan yer”e göre, bu kimliklerinden sıyrılmış olarak tanımlanan “doğa olmayan yer”dir. Açıktır ki akla değil, duyulara “aşkınlık” sözkonusudur. Zerdüştlük kendisine taşınan ya da çağdaşı durumundaki metafizik “inanç kurmacalarını”, doğanın, varlığın içine taşıyarak, yani onları “doğada olan”a benzetmeye çalışarak yapılanmış, önsüzden-sonsuza gidişin temel hareket ettiricisi olarak algılanan “karşıtlara”, “aşılması”na dayalı bir öğretidir. Doğal olarak “metafiziğe” karşı-duruş alır. Özünde Zervan inancında, Mazdaist inançta, ötesinde Zerdüştlük’te, “yaradılış” yoktur; varlığa geliş, varlaşma, varoluş vardır. Ne var ki yakın çağlarda derlenen “geçmişin ürünleri”, Yahudilik, Hıristiyan ve İslamiyet gibi tektanrıcı dinlerin etkisiyle “yaradılış tasarımları” durumuna dönüştüğünden, ilk bakışta “aşkın bir teoloji”yle karşılaşırız. Ancak, “örtü” kaldırıldığında eski tasarımların ipuçları rahatlıkla gözlenebilir. Sözlükte tanımlar verilirken bu “tersine dönüşüm” hissettirilmeye ya da anımsatılmaya çalışıldı. Yaradılış tasarımına göre Ahuramazda göğün yedinci katında yalnız başına yaşıyordu. Eyleme geçmeye karar verdi. Hoşlanacağı ya da seveceği kimi şeyleri yaratmaya koyuldu. Ne düşündüyse onlar o şekilde var oldu: Önce parlayan güneş olarak Mithra’yı düşündü; çünkü ışık verip parlayan şeyleri severdi. Mithra’nın yanına, Maonha’yı, zayıf ve titrek ışıklı Ay’ı yarattı. Maonha ve Mithra, günü bölüştüler; gündüzlerin sorumluluğu Mithra’nın, gecelerin sorumluluğu ise Maonha’nın oldu. Maonha’nın ışığı zayıf olduğu için Ahuramazda O’na yardımcı olarak yıldızlar biçiminde görünüşe taşınan Tişhtra’yı verdi. Bunun üzerine Mithra, Ahuramazda’ya yakardı; kendisine bir kardeş vermesini istedi. Ahuramazda dileğini kabul etti; ateş ruhu Atar’ı ve yıldırım tanrısını yaratıp verdi. Mithra verdiklerinin ışık saçtıklarını görünce çok sevindi. Yarattıklarıyla göğün yedinci katında yaşamayı sürdüren Ahuramazda, bunları yukarıdan seyredebileceği bir konuma getirmeyi düşündü; böylece dünya yaratılmış oldu. Dağlar, kayalar, ovalar, sular, bitkiler ve hayvanlar, Ahuramazda’nın düşüncesinden var oldular. Uzunca bir süre geçtikten sonra Ahuramazda’nın yarattığı tanrılar, kendilerinin hizmetinde olacak varlıkların yaratılmasını istediler. İsteği kabul eden Ahuramazda, insanları yarattı. İnsanlar çoğalınca, doğru yolu gösterecek önderler gönderdi. Ne var ki güzel şeyler getiren bu önderleri, insanlar iyi değerlendiremedi. Yaptıkları kötülükler yerin altında birikti: Kötülüklerin birikiminden kötü ruh Ehrimen meydana geldi. Eyleme geçen Ehrimen, Ahuramazda’nın göksel kökenli iyilikçi güçlerine karşı,
Mayıs 2005
yeraltı kökenli kötücül güçleri yaratmaya girişti. Göksel güçlerle yeraltı güçlerinin yeryüzündeki mücadelesi, Ahuramazda’nın planına göre yürüyecek, zamanı geldiğinde Ehrimen ve denetimindeki kötücül güçler yenilip son kurtuluş gerçekleşecektir. Suya batırılmış düz bir çubuğu “bükük” görmeyen “ten gözü” sakat demektir. İnancın hakikati “dolaylıdır”. Çünkü, inancın hakikati, bilginin “ters dönmüş” biçiminden başka bir şey değildir de ondan. Demek ki “gönül gözü”, bilginin inanç kalıbına dökülmesindeki bu “tersliği” görmek durumundadır; göremiyorsa “gönül gözü” de sakattır. İnsanın kültürel yanı “soyutlandığında” evrende her şey, her şeyin bilincini taşır: İnsan havanın, suyun ve toprağın “bilincini”, hava, su ve toprak insanın “bilincini”. Soyutladığımız “kültürel yanı” sürece katarsak orada bir “ fark” doğar: İnsan “yalan” söyleyebilir; hava, su, toprak vb. “yalan” nedir bilmez. Hangimiz hangimizin “nedeni” ya da “tanığı” acaba? İnsan olsa olsa “tanık” olabilir; hava, su, toprak, ateş vb. “neden”din Hava, su, toprak, ateş vb. hem “karşıtlar”dan kurulmuştur hem de kendi aralarında “karşıtlık” oluşturur; nitelikler de böyledir; düşman kardeşlerdir özcesi. Bunların “kavgası”, “doğasal doğumun” doğum sancılarıdır. Tanık durumundaki insan, kendisinin ve çevresinin “tanığı” olduğu sürece yaşar. Hayyam’ın dediği gibi: Ben olmayınca bu güller bu serviler yok, Kızıl dudaklar mis kokulu şaraplar yok, Sabahlar, akşamlar sevinçler tasalar yok Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. Eskilerin anlatımıyla “cemreler” düştüğünde, yani doğanın “gebelik” günlerinde hava inler, su çalkalanır, toprak kabarır: Onun için, ey yeryüzünde “tepinmekten” hoşlanan insan, yürürken daha hafif ol, sert hareketlerden kaçın, ne havayı kirlet ne de suyu, toprağı ve ateşi. “Öldürme” onları; havayı solu, suyu iç, toprağı işle; ama onları “yaralama”; okşa; dünyayı “mırıltılarıyla” tanı, yoklaya yoklaya gezin. “Anahtar”mı istiyorsunuz? Anahtarı bize Zerdüşt veriyor: “Doğru düşün, doğru konuş, doğru davran.”
KAYNAKÇA
Cemşid Bender, Kürt Uygarlığında Alevilik, Kaynak Yay. 2. Basım, İstanbul, 1993. Cemşid Bender, Kürt Mitolojisi–1, Berfin Yay. 2. Basım, İstanbul, 1999. Cemşid Bender, Kürt Mitolojisi–2, Berfin Yay. 2. Basım, İstanbul, 2000. Berfin/Bahar, Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Berfin Yay. İstanbul (1994–2003). M. Sıraç Bilgin, Zarathustra (Zerdüşt), Berfin Yay. İstanbul, 1995. M. Sıraç Bilgin, Zarathuştra, Berfin Yay. 2. Basım, İstanbul, 2003. Bilim ve Ütopya, Aylık bilim, kültür ve politika dergisi, sayı: 1–111, S. S. Ütopya Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Yay. İstanbul. Birdoğan, Nejat, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, Hamburg Alevi Kültür Merkezi Yay., 1. Basım, Hamburg, 1990. Nejat Birdoğan, Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı (İçerik-Köken), Mozaik Yay., İstanbul, 1995. Esat Korkmaz, Anadolu Aleviliği, Berfin Yay., İstanbul, 2000. Esat Korkmaz, Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü, Genişletilmiş 3. Bas., Kaynak Yay. İstanbul, 2003. Esat Korkmaz, Alevi Felsefesi, Pencere Yay. İstanbul, 1997. Nefes, Aylık Siyasi Kültürel Dergi, sayı: 1–38, İstanbul (1993–1996). Tori, Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik ve Yezidiler Berfin Yay. İstanbul, 2000. Ton, Kürtlerin İlkçağ Tarihi ve Kültürü, Berfin Yay. İstanbul, 1997. Ton, Kürtlerin Din Kültürü Tarihi, Berfin Yay. İstanbul, 1998. Uluslararası Paris Kürt Konferansı, (Yayına Haz. Paris Kürt Enstitüsü), Doz Yay. İstanbul, 1992. Xemgin, E. Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, Berfin Yayınları, 2. Basım, İst. 1998. Xemgin, E. Kürdistan ‘da Dini İnançlar ve Etkileri (İslamiyet Öncesi), Melsa Yayınları, İstanbul, 1992.
5
SERÇEÞME
DİYANET’İN YENİ TUZAKLARI BELİRGİNLEŞİYOR
İnkârcı Diyanet’in Tuzakları ve Cemevi Gerçekliği İsmail Kaygusuz Bir süredir Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Alevilik ve Alevi-Bektaşi toplumuna ilişkin çıkışlarını yardımcısına bırakmış olduğunu gözlemliyoruz. Kendisi bu geleneği bağlı bulunduğu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’dan almıştı. O gazetelerde yayınlanan söyleşi ve demeçlerinde dinsel davranış ve eylemlerde “akıl tutulması” tutulması kavramından sözetmiş; bir İlahiyat profesöründen, İslam Felsefesi hocasından beklenmeyen, “İslamın Alevi yorumu üzerinde bilgi yoktur; Alevi dünyasındaki düşünce ve bilgi zenginliğini yeterince bilmiyoruz” demiş; Diyanet eylem planı ve kurumun yeniden yapılandırılması hazırlıkları içinde “Aleviliğin de görünür olması” gibi parlak bir düşünce de ileri sürmüştü. Devlet Bakanının bu görüş ve düşüncelerini irdelediğimiz yazının son paragrafında şunları söylemiştik: “Devlet Bakanının Diyanet İşlerinin yeniden yapılandırılması planlarının eyleme konulduğu; araştırma grupları oluşturularak çalışmalar başlandığını basından izliyoruz... Öyle anlaşılıyor ki, çok övdüğü ve Diyaneti ellerine teslim etmek istediği İlahiyatçı meslektaşlarının ‘Türk Sünniliğinden, Hanefi mezhebinin bir tarikatı olduğuna’ ulaşan Alevilik tanımlamalarını yaşama geçirmeyi hedeflemektedir...”1 Görünen odur ki, bu hedefe ulaşmak üzereler. Diyanet İşleri Başkanlığını yeniden yapılandırmak için bir yasa tasarısı hazırlanmış ve Devlet Bakanı “Başkanlığımız, yakında çok çağdaş bir yasaya kavuşacak. Ümit ediyorum, kimse bunun üzerinde siyaset yapmaz, yapmamalı” diyormuş. Bunları söylerken kendisinin konu “üzerinde” siyaset yapmakta olduğunu görmezlikten, bilmezlikten geliyor Sayın Bakan! Öte yandan “Din Kültürü ve Ahlak Dersleri” adı altında zorunlu din eğitimini dayatıyor, daha doğrusu Sünni İslamın Hanefi yorumu ve inançsal kurallarını, ritüellerini zorla öğretmeyi sürdürüyorsunuz. Bu mudur çağdaşlaşmak? Ya da “Aleviliğin de içinde görünür olması” ile Diyanet İşleri Başkanlığı çağdaşlaşacak, öyle mi? Bu sözler tam bir toplumsal ironidir. Çoğulcu, laik ve demokrat devlet anlayışına aykırı bu teokratik kurum, zaten çağdaşlığa karşıdır. Onu nasıl bir yapılandırma ile çağdaşlığa kavuşturacaksınız? Diyanet İşlerinin ‘post-modern’ Başkanı bir demecinde2 “Diyanet’in Cumhuriyet öncesi Osmanlı’daki Şeyhülislamlık ile belli bağlantısı var” diyordu; herhalde bu bağı kesersiniz artık!
Çağdaşlaşmada Diyanet’in Yeri Olamaz Bu alanda çağdaşlaşmanın bir tek yolu vardır: Diyanet İşleri Başkanlığını ve ona bağlı yan kuruluşların tümünü devletin resmi yapısı içinden ve eğitim sisteminden çıkartıp, her türlü kamu finans desteğini keserek inananlarının maddi ve manevi yönetimine vermek! Çağdaş devletin üç temel taşı olan “laiklik, çoğulculuk ve demokrasi”yi yıkmaya yönelik dinsel ve inançsal kışkırtıcı siyaset söylemleri ve eylemlerini, ağır yasal yaptırımlarla denetim altında tutarak; her türlü inançlara eşit uzaklıkta durup, inananların inançlarını, bu bağlamda her türlü düşünce açıklamalarını ve tapınmalarını özgürce yapmalarını sağlayıcı önlemler almak. Bu bağlamda sunduğumuz bir öneriyi ve gerekçelerini yinelemekte yarar görüyoruz: “Çağdaş devletin gerçek görevi, en başta dinin ve dinsel tapınmaların düzenlenmesini, kısacası din işlerinin yürütülmesini devlet hizmeti olmaktan çıkartarak, bireyin din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almaktır… Devletin din işlerine müdahalesi yalnızca, dinsel düşünceler ve uygulamaların, devlet ve toplumun yaşamını yoketmeye/yıkmaya yönelik eyleme dönüşmesi sırasında olmalıdır. Ancak, din ve inançsal sorunların bu aşamaya gelmeden çözümü için, Türkiye’de yaşayan tüm din ve inanç topluluklarının, çoğunluğa göre değil eşit bir biçimde, temsil edildiği ve bu temsilcilerin dönüşlü olarak toplantılara başkanlık yaptığı ‘Din ve İnançlar Yüksek Kurulu’ gibi bir hakemlik kurumu oluşturulabilir. Yılda en fazla iki kere ya da gerekli olduğunda toplantılar yaparak sorunların çözümüne katkıda bulunur. Bu çeşit bir kurumun oluşturularak Cumhurbaşkanlığına (?) bağlı olarak çalışması sağlanabilir…”3
6
Diyanet’in yeniden yapılandırılması adına atılacak her adımda, Türkiye tipi laikliğin sınırları daha da daralacaktır. Diyanet kurumuna konulan her taş, laik-demokratik-çağdaş devlet yapısından sökülüp alınmış demektir, böyle biline! Diyanet İşleri Başkanlığını, yarı özerklik vererek yeniden düzenleme dahil, yeniden yapılandırma, devlet içindeki bu teokratik yapılanmanın kat be kat güçlendirilmesi demektir. Bu “yeniden yapılandırma” ile çağdaşlaştırmanın ardındaki anlayışları, Alevi toplumuna olduğu kadar, laikliğe ve demokrasiye hazırlanan yeni tuzaklar olarak görüyoruz. Devlet Bakanı’nın Diyanet’i çağdaş yapıya kavuşturacağı haberinin ardında, ABD emperyalizminin “Büyük Doğu Projesi” siyaseti çerçevesinde “Ilımlı İslam”a uyum çalışması yatıyor. Devlet, Sünni İslam anlayışı -diğer mezhepleri ve inançları yok sayarak- Hanefi mezhebi ve içtihatlarına indirgeyip, gizli resmi din olarak denetim altında tutmaktadır. Bu dayatmacı devlet ve siyaset anlayışı çerçevesinde Aleviliği de Diyanet’in içine göstermelik bir sokuşturmayla -olasılıkla Şii tanım ve değerlendirmeyle- resmileştirmek istemektedir. O zaman, İslamın batıni ve Sünniliğe aykırı yorumlarıyla birlikte çeşitli tarihsel din ve inançlardan, felsefi anlayışlardan ödünç alıp özümsediği ögelerle çağlar içinde gelişmiş bir heterodoks inanç sistemi olan AleviBektaşiliğin tapınma ritüelleri de, bunların uygulandığı tapınma mekânı cemevleri de yasaklanıp, inançsal işlevlerinden soyutlandırılacaktır. Mevcut dergahlara da izin verilmeyecek ve hatta ezana “Aliyyün Veliyullah” bile eklenip Aleviler, Ortodoks İslamın resmi tapınağı camilere ısrarla çağrılacaktır. Belki de karşımıza, “çağdaş Diyanet yasasının” örneğin, “sinagog, kilise ve cami dışında herhangi bir mekanda toplanıp ibadet yapmak yasaktır” maddesi çıkacak. Şimdi Başbakan’ından tutunuz Bakanı, Diyanet Başkanı ve yardımcısına kadar herkes Camiyi uzaktan gösteriyor, o zaman kolumuzdan tutulup, sürükleneceğiz galiba! Kuşkunuz olmasın, çıkarcı dedeler, Alevilerden sınıf atlamış toplumsal kesitler, çıkar bağlarıyla devlete bağlı sermaye grupları içinde bulunanlar, dönek ilahiyatçılar, Şiileşmiş bilgin ve tarihçiler peşpeşe Ortodokslaşmaktan çekinmeyecek. Kısacası sürekli bölücülük suçlamalarıyla binlerce insanı cezalandırmış devlet, çıkarlarına uygun gördüğü bölücülüğü, “böl ve yönet” kuralıyla en sıkı biçimde kendisi uygulama sürecini başlatmış bulunuyor.
Diyanet’in Cemevi İnkarcılığı Diyanet ya da Devlet kabul etse de etmese de Cemevi Alevilerin inanç ve kültürünün merkezi olduğu kadar, aynı zamanda tapınma yeridir. Cemevi ya da İsmaili Alevilerin adlandırdığı gibi Cemaat Hane, bir ibadethanedir. Sultanbeyli ve Çankaya ilçelerinde oturan Alevilerin, Cemevi yaptırma talepleri için, Diyanet İşleri Başkan yardımcısı imzası altında verilen bilirkişi raporunda şöyle deniyor: “Anayasa’nın ‘İnkılap Kanunlarının Korunması’ başlıklı 174. Maddesinin 3 numaralı bendinde zikredilen, 677 sayılı ‘Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlık ile Bir Takım Unvanların Men ile İlgasına Dair Kanun’ değiştirilmeksizin, kaldırılan tekke ve zaviyelerin ihyası anlamına gelebilecek, ayin-i Cem icra etmek üzere Cemevi tesis edilmesi anılan kanuna uygun düşmemektedir.” Daha sonra aynı kişi çeşitli gazetelere verdiği demeçlerde şunları söylüyordu: “Din, tarihi ve bilimsel kabule göre; İslam’dan ayrı bir Alevilik-Bektaşilik dini; cami ve mescitten gayri ‘Cemevi’ adında bir İslam mabedi de bulunmamaktadır. Ayrıca Müslüman olan Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın Kur’an dan başka bir kutsal kitabı, Hz. Muhammed’den gayri bir peygamberi de yoktur.”
Cemevi Talebine Dolaylı Destek Diyanetin bahanesine ilişkin en güzel karşılığı, köşe yazarı Güneri Civaoğlu, “Mahcubiyet” başlıklı yazısıyla verdi.4 Altına imza atmaktan çekinmeyeceğimiz bu yazıdan birkaç paragrafı aşağıya almamız yeterli olacak. Ayrıca yazara, büyük medyanın umursamadığı Alevilerin talebi-
Sayı 10
SERÇEÞME
ne dolaylı destek vermiş olması nedeniyle, kişisel teşekkürümüzü de iletmeliyiz. Civaoğlu şunları yazıyordu: “Çankaya’da cemevi açılması isteğinin çok yanlış bir yorumla reddi, talihsiz bir tavırdır. Önce ret süreci ve gerekçesi... Ne ilginç rastlantıdır ki, Türkiye’nin AB’den tarih aldığı 17 Aralık’ta Diyanet İşleri ‘ret’ cevabını verir. Gerekçe: ‘Tekke ve zaviyelerle Türbelerin İlgasına Dair Yasa’nın 1. maddesi gereği tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. İslam ibadetine mahsus ve usulüne göre açılmış cami ve mescit dışındaki yerlerin ibadet yeri olarak kabulü mümkün değildir...” Peki Türkiye’de onlarca cemevi var. Alevi yurttaşlar burada toplanarak ibadet ediyorlar. Bu cemevleri nasıl açık? Yasaya aykırı (!) bu duruma, Diyanet, devlet, savcılıklar, polis seyirci mi? Elbette değil... Çünkü, cemevleri, tekke ve zaviye değil, ibadet yeri. Öyle ki ... 1997 yılında, Hacıbektaş’ta devletin tahsis ettiği 43 dönümlük araziye, cemevi inşaatının temelini o dönemin hükümeti adına ve Başbakan’ı temsilen Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit attı. Koalisyon ortağı partilerin genel başkanları törende hazır bulundular. Yaptıkları konuşmalarda, “daha önceki yıllarda Alevi yurttaşlara başta cemevleri olmak üzere bazı yanlışların bundan böyle tekrar edilmeyeceği” güvencesini verdiler. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hacıbektaş’taki yeni Cemevi ve Külliyesi temel atma törenine ‘hayırlı olsun’ telgrafı gönderdi. Birkaç “marjinalin” dışında kim “Alevilik ayrı din” iddiasında bulunabilir ki? İslamın alt yorumu da olsa, Alevi yurttaşlar ibadet yerlerini özgürce seçerler. AB ilkeleri ve İnsan Hakları Anlaşması da “herkesin inançlarını -kamu düzeni, sağlık ve ahlaki sınırlamalar ötesinde- dilediği mekânda, icra ve yayma hakkını” güvenceye almıştır. Türkiye hukuk sistemi “Uluslararası hukukun, iç hukuka hatta Anayasa’ya bile üstünlüğünü” kabul etmiş bulunmuyor mu? Yani, o yargı kararı ile Tekke ve Zaviyeler Hükmü böyle saptırılmamış, doğru algılanmış varsayılsa bile Uluslararası Hukukla çelişmekte ve geçersiz hale gelmektedir. Teolojik yaklaşıma gelince: Kur’an-ı Kerim’de “cami” kelimesi yoktur. Kutsal kitabımız, “Yeryüzünün tümü sizin mescidiniz” buyurur. Bu yeryüzü kapsamına elbette cemevleri de girer. Cemevleri uzayda değil ki... Kaldı ki... Cami’nin etimolojisi ‘cem etmek yani toplanmak’tır.” Tarikat şeyhlerinin elleri öpülerek siyaset yapıldığı; tarikatçıların başbakan ve bakan olduğu; bir takım tarikat önderlerinin devletin, hükümetin, hatta ordunun içine kadar adamlarına buyruklar verdiği ve de dinci hükümetler tarafından yönetilmekte olan bu ülkede, hem de her fırsatta devrim yasalarını çiğnemiş, laikliğe ve Anayasa’nın ruhuna aykırı bu kurumun Başkan yardımcısı, Alevilerin Cemevi istemini engellemek için tekke ve zaviyelerin kaldırılması yasasını işletmeye çalışıyor! Bu ne ikiyüzlülük? Köşe yazarının yazı başlığı “Mahcubiyet”, utanma ve sıkılmayı ifade eder; oysa Diyanet görevlilerinin yaptığı bu ikiyüzlülük, sözcüğün en geniş anlamıyla “utanmazlık”la tanımlanır. Diyanet İşleri Başkan yardımcısı, “benim dinsel görüşüme göre” demiyor; “dini, tarihi ve bilimsel kabule göre, cami ve mescitten gayri ‘Cemevi’ adında bir İslam mabedi de bulunmamaktadır” diyor. Bunu, “İslam’dan ayrı bir Alevilik-Bektaşilik dini olmadığı” örneklemesiyle sözde kanıtlıyor. Dinler ve inançlar tarihini derinliğine bilen, Ortodoks ve heterodoks inançların ayırdına varan ve bilimsel konuştuğunu ileri süren kimse böyle bir kanıt göstermez.
Kendi Alevilik Tanımlarını Dayatmaya Çalışıyorlar Hiçbir bilimsel ve tarihsel dayanağı olmayan, “Aleviliğin İslamın dışında bir din ya da kendine özgü dinsel inanç olduğunu” ileri sürenler kimler? Civaoğlu’nun dediği “birkaç marjinal”in ötesinde, bazı siyasal çıkarcılarla onların peşinden giden öngörüden yoksun ve bilgisiz kişiler. Kuramcıları ise, İslam tarihi içinde baskıcı yönetimlerin kendi sınıfsal çıkarlarına uygun geliştirdikleri Ortodoks/dogmatik dinsel inançları ve onlara aykırı olarak yükselmiş, baskı altında ezilen, yönetilen yığınları ve halk topluluklarını başkaldırıya yönlendirmiş heterodoks/heretik inanç ve düşünce sistemlerini bilmedikleri gibi, öğrenme, tanıma gerek-
Mayıs 2005
sinimi duymamış olan, yakıştırmacı sahte Marksist yazarlardır. Diyalektik materyalist yöntemi incelememiş; tarihsel sürece, toplumsal ve siyasal gelişimlere uygulamasını bilmeyenler Marksist yorum yapamazlar; bu kişilere ancak böyle bir ad verilebilir! Bu yakıştırmacı sav, Diyanetçileri, İlahiyatçıları ve Şii propagandacıları, Alevi-Bektaşileri ortodokslaştırmak üzere, “Aleviliğin İslam’ın içinde, hatta özü olduğunu” şiddetle savunmaya başlattı. Bu iddiayı koz olarak kullanıp, kendi Alevilik tanımlamalarını dayatarak, yaygınlaştırıp benimsetmeye çalışıyorlar. Yazılı, görsel ve sanal basında Sünni ve Şii İslamcı yazarlar ve diyanetçi-ilahiyatçı ulema makale ve kitaplarıyla -madem Ali’yi çok seviyorsunuz, işte “Ali Müslümanlığı” budur diyeAleviliği, Alevilere öğretmeğe giriştiler. Diyanetin içinde Türkçü ve İslamcı ve dönek (sözde) bilim adamları şimdi birlik olmuşlar; Aleviliğe müdahale etmek için, bilgisizliği, vurdumduymazlığı, dağınıklığı ve kitlenin karşı çıktığı yakıştırmacı “İslam dışılık” savlarıyla yaşanan kaosu fırsat bellediler. Ali ve soyundan gelenleri Tanrısal nurun parçası ve onları Tanrı mazharı gören Alevilere, kendi kafalarındaki “Ali Müslümanlığı” benzeri uydurma kavramlarla, Peygamberin ölümünden itibaren geçen yüz elli yıl içerisinde biçimlendirilmiş beş koşullu, beş vakit namazlı, vb., ortodoks İslam dogmalarını zoraki öğretmeğe; on dört yüzyıldır yaşadığımız Tanrı ve Kuran algılayışımız, tapınma anlayışımız onlara tamamıyla aykırı, hatta karşıt biçimde olan batıniliğimizden, yani kendi İslamımızdan uzaklaştırmaya hazırlanıyorlar.
Alevilerin Tapınma Mekanı Cemevi Yeniden Diyanetçilerin ve Sünni bilginlerin , iktidardaki yönetimin yadsıdığı, tapınma yeri kabul etmediği Cemevi’ne dönüp, baştan hemen söyleyelim; bu inkarcılığın tarihsel ve bilimsel temeli de, tutarlılığı da yoktur. Hem sonra bir kere, işlev olarak da cami, ne kilisenin ne de sinagogun İslam’daki karşılığıdır, yani o çok kullandıkları ‘alternatif’i filan da değildir. Çünkü bu iki tapınakta aynı zamanda cemaatlerinin tapınma dışında çeşitli sosyo-psikolojik, sanat, müzik ve bilgilendirme gereksinimlerini karşılayan etkinlikler de gerçekleştirilir. Bu tapınakların çok iyi yetişmiş çocuk ve yetişkin koroları, müzisyenleri, çağdaş eğitim yapan okulları vardır. İçinde konferanslar verilir, tiyatro oyunları sahnelenir, konserler düzenlenir. Camilerin bünyesinde, çağdaş bilim ve yaşam biçimine karşıt eğitim veren Kuran kursları ve bazı ticari etkinlikler dışında ne yapılır? Herhangi birinde bir konser ya da bilimsel bir konferans vermek için bir başvuru yapın da görün dünyanın kaç bucak olduğunu! Cami cemaatini oluşturan erkekler birbirini tanımaz, ilişkileri bir “selamun aleykum”den fazlası değildir; düzgün ahlaklı, gerçek inananlar ve temiz insanlarla birlikte, hırsız, ahlaksız, katil, dolandırıcı vb. müminler (!) de oradadır; camiden çıktıklarında yine soysuzluklarını sürdürürler. Nasıl olsa iki rekat nafile ya da tövbe namazı kılındı mı, Tanrı tüm günahları bağışlıyormuş! Öyle değil mi?
Cami ile Cemevi’nin Kökeni Aynı, Ama Tapınma Ritüelleri Farklıdır Mekke’de ilk İslam topluluğunun tapınma yeri yoktu. İbn Hişam’ın (Ö. 883) Siyar-ı Nebi’sine (s. 159, 190) göre, İslam Peygamberi yaklaşık 13 yıllık Mekke döneminde, ancak 7. yılında tamamladığı kadınlı erkekli kırk kişilik inananlarıyla kendi evinde, Mekke’nin en dar ve gizli sokaklarında bulabildiği uygun bir mekanda ya da bir mağarada tapınma düzenlemeye başlamıştı. Akşam, gece ve sabah olarak bildirilen bu Tanrıya dua etmeyi, ‘salat’ı, anlaşılıyor ki, putperest Mekkelilerin ağır baskıları yüzünden, kendilerini güvencede hissettikleri ya da güvenceye aldıkları zamanlarda akşamdan başlayarak sabaha kadar toplu tapınma biçiminde yerine getiriyorlardı. Kutsal “Kırklar Meclisi ya da Kırklar Cemi” adıyla yaşatılan ve Alevi-Bektaşi toplu tapınması Görgü Cemi’nin tarihsel kökeni olan bu gizli toplantılarda, kuşkusuz sadece ibadet yapılmıyor; topluluğun varlığını sürdürmesine ve İslamın yayılması, propagandasına Devamı 8. sayfada
7
SERÇEÞME Baştarafı 7. sayfada
ilişkin sorunlar konuşulup tartışılıyor çözümler üretiliyor ve hizmetler görülüyordu. İbn Hişam’ın verdiği bilgiler İmam Bakır (Ö.734) ve oğlu Cafer Sadık’ın (Ö. 765) batıni çevresinde hazırlanmış Ummu’l Kitab ve 9. yüzyılın sonlarında yazılmış İhvan-üs Safa risaleleri tarafından desteklenmektedir. Muhammed peygamber 622 yılında Medine’ye göç edince, tapınmalarını yapmak ve her türlü toplumsal ve güvenlik sorunlarını konuşmak için geniş bir avlu yaptırdı. Tapınma sırasında, yani dua ederken yüzler Kudüs yönüne çevriliyordu. Muhammed Mekke’den gelen Müslümanlarla (muhacir), bir yıl önce Kırklar arasından 12 kişinin nakip olarak gönderdiği kişilerin Medine’de İslama çevirdiği yerlileri (ensar) burada kardeşleştirdi. Tapınma törenlerinin bir parçası olarak, ortak çalışıp, kazancı ortaklaşa kullanmak ve bölüşümcülük temelinde ömür boyu ailecek sürdürülen yol ve inanç kardeşliğiydi bu. Ortodoks tarihçilerin “Muâhât Akdi” (Kardeşlik Anlaşması) adını verdikleri bu tören, Alevi toplu tapınması Görgü Cemi’nin en önemli kurumu Müsahipliğin temelidir ve kesintisiz aynı ilkeler bağlamında “ikrar verme, yola girme, yol kardeşi olma” ritüelleriyle günümüze değin sürmüştür. Bu ilk toplanma, “cem” olma yerinin adı cami değil, mescid (secde edilen, ibadet yapılan yer) idi. Alevilerin tapınma yeri olan Cemevi/Meydanevi, bu ilk Kuba mescidinin işlevlerini sürdürmektedir. Cami, cem sözcüğüyle aynı kökten ve “toplanma yeri” demektir. Hemen anlaşılacağı gibi Cemevi ile aynı anlamı taşıyor. Ancak cami bu gerçek anlamından uzaklaştırılarak ona “Tanrının evi”, “Müslümanların tapınağı”, vb., biçimde isimlerle kutsal görev yükletilmiştir. Nasıl ki Tanrıya dua etme-yakarma (Arapça salat, Farsça namaz), Muhammed peygamberin ölümünü izleyen yüz-yüz elli yıl içinde biçim ve kurallara, beş vakte bağlanmış ise, camiler de, özellikle Sünni (Hanedan) İmparatorluklarında kutsanıp, İslam tapınağı olarak birer ihtişam simgesi olmuştur.
İki Tarihsel ve Resmi Örnek Sözü fazla uzatmadan, 13. ve 14. yüzyıl Anadolu’sundan ve hala ayakta olan aşağıda resimlerini de verdiğimiz iki tarihsel örneği, Alevi-Bektaşi Cemevlerinin tapınma yeri kanıtı olarak, inkarcı Diyanetin gözüne sokmak gerekli oldu: 1) Malatya’ya bağlı Arapgir ilçesinin Onar köyünde bulunan, 1224 yılında Selçuklu Sultanı Alaaddin’in Malatya Emiri’nden aldığı “Zaviye Vakıf Belgesi” ile Şeyh Hasan Onar tarafından kurulmuş ve “Şeyh Hasan Oner Zaviyesi”ne ait olan Büyük Ocak ve daha sonra oğlunun kurduğu Şeyh Bahşiş adlarıyla hala yaşayan iki Meydanevi/Cemevi. 300-400 kişiyi içine alan ve kare planlı iki yapının da duvarları penceresiz, çok sayıda direklerle (bunlardan ortada bulunan kutsal Karadirek adı verilmiş olanın dibindeki postta Cemi yöneten Dede oturur) desteklenmiş kirişlerin üzerine küçülen kareler biçiminde oturtulmuş (bu ilkel Selçuklu mimari ev tipinin) kırlangıç ya da bingi çatısının/damının ortasında pencere ve baca görevi yapan, küçük çaplı bir yarım kubbenin altında yandan dışarı dönük 50-60 cm. çapında oyulmuş birer delik taş bulunmaktaydı. İkisi de kutsal mekanlar olarak, ilkel de olsa biçimlerini bozmadan onarıla onarıla 781 yıl boyunca “Cemevi” olarak, bugüne kadar yaşatılmıştır.5 2) Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin (ö.1271/3) 1250’nin ilk yarısında yapılandırmaya başlayıp, 360 halifesi aracılığıyla batıni inançlı Alevi Türkmen toplulukların birliğini sağlayarak , 1260’a doğru Selçuklu (bağımsızlık) siyasetinde ağırlığını gösterdiği yıllarda, Dergah külliyesi içinden ibadet yeri olarak bir Meydanevi/Cemevi kuşkusuz bulunuyordu. Yüzyıl sonra 1367’de bizzat devlet eliyle yeniden, Büyük Ocak ile aynı plan ve mimari tipte, fakat duvarlarında geniş pencereleri bulunan gelişmiş, kentleştirilmiş biçimde bir Meydanevi yaptırılmıştır. Halen Müze Büyük Ocak Cemevi İç Görünüşü
8
Hacı Bektaş Dergahı Meydanevi İç Görünüş
olan Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı ziyaret edenler zaten görmüş olmalıdır: internet sitesinde şu küçük açıklama vardır: “Tekkenin en önemli bölümlerinden biri olup, girişindeki kitabesine göre Sultan Murat I Hüdavendigar tarafından 1367 yılında bu Meydanevi yaptırılmıştır. Burada tarikata intisap etme yani ikrar verme ve nasip alma törenleri yapılıyordu. Meydan Odası’nın rekonstrüksiyon olarak bingi tekniğinde inşaa edilen tavanı ilgi çekicidir.”6 Çok daha eskilere gitmeden ve daha sonrakileri araştırmaya girişmeden, bu iki tarihsel belgeli yapı, iki Ortaçağ devletinin, Alevilerin tapınma mekanının cami değil, Cemevi olduğunu kabul ettiğinin resmi kanıtıdır. Demek ki, bu 13., 14. yüzyıl Türk devletleri hangi nedenden olursa olsun, 21. yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nden Alevilerin inanç ritüelleri ve onların uygulandığı mekana daha saygılı ve onlara o dönemlerde daha hoşgörürlükle davranıyorlardı. Bu durum, kendisini çağdaş, laik ve demokratik gören bir 21. yüzyılın devleti için büyük utançtır. Eğer Avrupa Birliğine girmek için bu ayıbı silmek zorunda kalırsa, kalan lekeleri de katmerli ayıp olarak tarihe geçecektir.
Ankara’ya Uzun Yürüyüş! Alevi-Bektaşilerin inanç ritüellerini uyguladığı bir tapınma yeri olan Cemevi tarihsel bir gerçekliktir, bunu kabul etmeyen Diyaneti de, destekçi siyasetleri de kınıyoruz; misyoner tavrı içinde Alevilere yaklaşarak, Sünni-Şii dogmalarını dayatıp onları camiye çağıran devlet ve yönetim anlayışını ise şiddetin son noktasında kınamak hakkımız doğmuştur. Bu hakkı, devlet Alevi-Bektaşi inanç kimliğimizi tanıyarak, Cemevlerimizi tapınma mekanı olarak resmen kabul edinceye ve camilere yapılan devlet yardımlarından yararlanıncaya dek, her türlü hukuksal başvurularla birlikte kitlesel toplu eylemlere gidilmesinin de zamanı çoktan gelmiştir. Vurdumduymazlık mı yapılıyor, gözardı edilerek dayatmacılık sürdürülüyor mu; o zaman Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan AleviBektaşi toplumunun kitlesel olarak hiç vakit geçirmeden yapacağı tek şey kalıyor: Kuruluşundan bu yana kendisine hizmet vermemiş ve vermeyen Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesinin, kendisinden alınan üçte bir payın kesilmesi ve bu miktarın Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığına aktarılmasını sağlamak için her türlü eyleme başvurması. İlki Ankara’ya uzun yürüyüş! “Kimliğimizi istiyoruz!”, “Tapınma mekanımız Cemevleri yasallaşsın!”, “Diyanet’e artık vergi ödemek istemiyoruz!” “Ya Diyanet, kamu alanından uzaklaştırılsın ya da vergilerimiz derhal bütçesinden düşürülsün!” sloganlarıyla seksen ilden milyonlarca Alevi-Bektaşi Ankara’ya yürümeli ve bu haklı istemleri gerçekleşinceye dek Ankara’yı “mesken” ve meydanlarında ise “Cem” tutmalıdır! K AYNAKLAR 1 Yazının tamamı ve Diyanet’e karşı yazılmış diğerleri için bkz.: İ. Kaygusuz, Alevilik Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004. 2 Milliyet, 6-7 Mart 2004. 3 İ. Kaygusuz, Agy., s. 57. 4 Milliyet, 1 Mart 2005. 5 Şeyh Hasan Onar, Bağdat Halifesi el-Nasır’ın, Konya Sultanı I. Keyhusrev’e, vassal Sultanlığını onaylama simgesi “Ahi şalvarı giydirmek” ve Anadolu’da resmi Ahi örgütü kurmaları için 1205 yılında elçilik heyeti olarak gönderdiği Muhyiddin İbnül Arabi, Şeyh Evhadüddin el-Kirmani, Şeyh Nasuriddin Mahmud (Ahi Evran), Şeyh Ebu Cafer Muhammed el-Barzani, Mukaddis Ebu’l Hasan Ali el-İskenderani gibi dönemin bilginleri arasında bulunmaktadır. Irak’taki Bayat Türkmen oymağının aynı zamanda beylerinden biri Şeyh Hasan Onar, bu tarihten tam yirmi yıl sonra Malatya bölgesine gelip yerleşmiştir. Bkz.: İ. Kaygusuz, Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Onar, İstanbul, 1983. Büyük Ocak ve Şeyh Bahşil Cemevi için Bkz.: Resim 26, 27; Prof. Dr. Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Konya, 1991, s.27-28; İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Aşireti-Anayurttan Anadolu’ya, İstanbul, 2001. 6 Bkz.: <www.Hacıbektas.gov> internet sitesi.
Sayı 10
SERÇEÞME
KIZILIRMAK KÖYLERİ YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA DERNEĞİ İLE BİRLİKTE YAPILAN
Ankara Konferansı
A
levi-Bektaşi kuruluşlarımızla geçen yıl sonunda ortak etkinlik yapmaya başlayan Serçeşme dergisi, üçüncü etkinliğini “Anadolu Aleviliği” başlığı altında Ankara’da 9 Nisan 2005 tarihinde Kızılırmak Köyleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’yle ortak organize etti. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın salonunda düzenlenen etkinliğe yaklaşık 200 civarında dinleyici katıldı. Saat ikide başlayan etkinlik, Kızılırmak Kültür Merkezi Semah Topluluğu’nun gösterisiyle başladı. Gençlerden oluşan ekip, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden cemlerde dönülen semahların (Fethiye Semahı, Urfa-Kısas Semahı gibi) yanı sıra günümüz deyişlerine uyarlama figürlerle oluşan (Mahzuni Şerif’in “Değişmek İstemem Bin Peygambere” deyişi) çeşitli semahları sergilediler. Etkinlikte sahneye çıkan ekibi hazırlayan arkadaşlara, bu konu hakkında bir uyarıda bulunmak için, burada bir parantez açmak istiyorum. Sayın Kamil Ateşoğulları o gün, ekibin zâkirliğini yapan arkadaşa sıcağı sıcağına yaptıkları hataları söylemeye çalışıyordu. Konunun hassasiyetinden dolayı ben de birkaç şey söylemek istedim. Ancak, bağlamacı-zâkir arkadaşın ve eleştiriye açık olmayan tutumu nedeniyle geri çekilmek zorunda kaldım. O gün söyleyemediğim tespitlerim şunlardı: İzleyici karşısında söylenen deyiş, semah, düvaz-ı imam ve türkü mutlaka doğru okunmalıdır. Halk müziği dendiğinde ilk akla gelen ağırlıkla sözlerdir, şiirdir. Müzik ikinci planda gelmektedir. O nedenledir ki, sözleri yanlış okumak hem o eserin anlamını bozar hem de eserin sahibine karşı saygısızlıktır. Bu aynı zamanda bir sorumsuzluktur. Usta ozan Hüdai’nin “Âşıklar Dini-Bütün Evren Semah Döner”* adlı eseri yediden yetmişe herkesin bildiği bir eserdir. Bu eserin sözlerini yanlış telâffuz etmek ayrı bir maharet ister. O gün, ekibe zâkirlik yapan arkadaşın neydi? Halk ozanı Hüdai’nin adı geçen eserinin son iki mısrasını zâkir arkadaş şöyle söyledi. “Muhabbette sıramız var Ölen ölür biz ölmeyiz” Doğrusu ise şöyledir. “Muhabbetten gıdamız var Ölüm ölür biz ölmeyiz” Son yıllara damgasını vurmuş Urfa Semahı’nın söylenişinde de aynı şekilde çok ciddi hatalar yapıldı. “Sen merhamet eyle lebbi balım yar”** dizesinde ki “lebbi” sözcüğü “lebli” olarak, “yitirdim aklımı oldum divana” dizesinde ki “oldum” yerine “kaldım”, “İmam Ali katarına uyuban” dizesi “İmam Ali Atasına uyupta” ve “Alim dost dost diye ötersin turnam” dizesi “yürü turnam diye diye ötersin turnam” şeklinde söylenerek tamamen anlamsızlaştırılmıştır. Örnekler de görüldüğü gibi yapılanlar, basit hatalar değil. Bu gibi hataları geçiştirmek, göz yummak ilerde daha büyük hataların yapılmasına yol açar, diyor ve parantezi kapatıyorum.
Mayıs 2005
Ahmet Koçak
Semah ekibinin gösterisinden sonra etkinliğin konferans bölümüne geçildi. Bu bölümde ilk önce Kızılırmak Köyleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mustafa Özarslan bir konuşma yaptı. Başkan görüşlerini kısaca şöyle dile getirdi: “Ülkemizde son yıllarda tartışılan konuların başında Alevilik geliyor demek yanlış olmaz herhalde. Özellikle son aylarda Avrupa Birliği gündemine de gelmiş, tartışmalar daha bir yoğunlaşmıştır. Kızılırmak bu tartışmada bir taraftır. Kızılırmak örgütlülüğünü oluşturan insanların yaşam biçimleri, kültürel örüntüleri taraf olmamızı da kendiliğinden getirmektedir. 1980, 12 Eylül darbesi sonucu örgütlenen yeni kamusal alanda Alevilerin, yaşam alanları bilinçli olarak adım adım daraltılmaya çalışılmıştır. Din derslerinin zorunlu hale gelmesi, tek din ve ahlaka yönlü bakış açısının bu dersin programlarına egemen olması; Türk-İslam sentezinin örgütlü egemenliği... Daha pek çok şey Alevileri devletle ilişkilerinden uzaklaştırarak yine kendi iç dinamikleri ile dayanışma biçimleri aramaya yöneltmiştir. Alevi, Anadolu’da Cumhuriyet’in, laikliğin koruyucu temel unsurlarından olmuştur. Bugün burada Aleviliğe ilişkin kafalarımızdaki tüm sorulara yanıt aramaya çalışacağız”. Daha sonra Genel Yayın Yönetmenimiz Esat Korkmaz “Anadolu Aleviliği” başlıklı bir konferans verdi. Başlangıçta yaptığı sunumda özetle şunları söyledi; “Alevilik-Bektaşilik Anadolu yerli halkının, Asya’dan Anadolu’ya göç eden insanların ve Arap Yarımadası’ndan gelen Hz. Ali’nin adıyla anılan siyasal-dinsel hareket değerleri taşıyan insanların 11. ve 12. yüzyıllarda Hacı Bektaş Veli’nin öğretmenliği altında yapılanıp biçimlenmiş bir felsefe, inanç, öğreti ve yaşama biçimidir. Anadolu adını özellikle Aleviliğin başına ekliyorum. Asya’daki insanlar kitlesel anlamda Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu yerli halkı özellikle Kapadokya merkezli İsa şeriatına tavırlı bir inancın ve tasarımın taşıyıcısı insanlar durumundaydı. Anadolu Aleviliğinin-Bektaşiliğinin yapılanmasına, biçimlenmesine katkı veren Anadolu yerli
halkının bir özelliği vardı: Hıristiyan şeriatına tavırlı olmak, İsa şeriatına tavırlı olmak gibi. Asya’dan gelen insanların bir özelliği vardı: Asya’dan gelen insanlar bildiğiniz anlamda devleti, mülkiyeti, sınıfı tanımıyorlardı. Onlar yerleşik yaşam öncesi eşitlikçi toplum değerlerinin taşıyıcısı durumundaydılar. Bu insanlar Anadolu’ya geldiklerinde sınıflı bir toplumda alt sınıfları, artı değer üreten sınıfları ezen bir devlet çarkıyla karşılaştılar. Feodal devlet çarkıyla karşılaştılar. Ve bu feodal devlete, onun kurumlarına karşı oldular. Demek ki, Asya’dan gelen insanların da böyle bir temel özelliği vardı. Ve Anadolu Aleviliğinin yapılanıp, biçimlenmesine katkı veren bu insanların bu özelliği Aleviliğin mayasına katıldı. Arap Yarımadası’nda gelen bilim dilinde İslam Heterodoksisi dediğimiz yani İslamiyet’in başlangıçtaki kurallarını ve ilkelerini sonraları akılla çeliştikleri için yadsıyan, yerlerine akılla uyumlu dönüşüm ürünü ilkeler getirerek oluşturan Heterodoksi inanç sahiplerinin de bir temel özelliği vardı. Bunlar da İslam şeriatına tavırlı idi. Demek ki Anadolu Aleviliğini yapılandırıp ve biçimlendiren insanlar, ezilen sınıf insanlarıydı. İnsanlığa kesin kurtuluşunu müjdeleyen ilk toplumsal tasarım Anadolu’da yapılmıştır. Bu tasarım Anadolu’da somut projeye dönüşmüş ve denmiştir ki, insanlık kurtulacaksa, ben kurtulacaksam tarihi yaratan topluluk gerçekleştirecektir bu kurtuluşu. Tarihe sonraları bazı kurumlar girmiştir. Bunların ortadan kalkmasıyla olanaklıdır kurtuluş:. Bunlar da mülkiyettir, sınıftır, devlettir.” Bu sunuştan sonra verilen aranın ardından başlayan ikinci bölümde izleyicilerin yazılı soruları alındı. Soruların yanıtlanmasından sonra Kızılırmak Kültür Merkezi gençlerinden oluşan müzik grubu dinleti sundu. Konferansın ardından katılımcılar ve dernek üye ve yöneticileri ile Kızılırmak Kültür Merkezi’nin lokaline gidildi. Burada lokmalar yenildi, sohbetler edildi. Sıcak dostlukların kurulduğu, dostlukların pekiştiği, yola hizmet bilincinin geliştiği daha nice etkinliklerde buluşmak dileğiyle. * Eserin tamamını merak edenler dergimizin 9. sayısına bakabilirler. * Leb, dudak demektir. Lebbi ise dudağı anlamına gelmekted
9
SERÇEÞME
ALANYA PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ VE ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ İLE BİRLİKTE YAPILAN
Antalya ve Alanya Konferansları Ahmet Koçak Antalya yöresindeki ilk etkinliğimiz 16 Nisan 2005 Cumartesi günü Alanya’da, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Şubesinde yapıldı. Yaklaşık elli kişinin katıldığı etkinlikte Genel Yayın Yönetmenimiz Esat Korkmaz, “Aleviliğin Dünü ve Bugünü” içerikli bir konuşma yaptı. Korkmaz konuşmasından sonra dinleyicilerden gelen soruları yanıtladı. Antalya’daki ikinci etkinlik ise 17 Nisan 2005 Pazar günü Antalya Abdal Musa Kültür Derneği Lokalinde yapıldı. Dernek Başkanı Gülçin Akça ve yönetici arkadaşların kısa sürede düzenledikleri etkinliği izlemek için yaklaşık yüz kişi gelmişti. Fikret Otyam ve Eşi Filiz Otyam, Mehmet Turan Dede ve eşi Aysel Turan, Ali Gürsoy Dede, Atatürkçü Düşünce Derneğinden Mustafa Turna etkinliği izleyenler arasındaydı. Etkinlik saat ikide dernek semah ekibinin, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden derledikleri semahlarla yaptıkları gösteri ile başladı. Sonra Antalya Abdal Musa Kültür Derneği Onursal Başkanı, Ali Kamer davetlileri tanıtan kısa bir takdim konuşması yaptı. Ardından Esat Korkmaz “Aleviliğin Dünü ve Bugünü” başlıklı sunumunu yaptı. Anadolu Aleviliğinin oluşumunun ve etkilendiği kaynakları aktardıktan sonra özetle şunları söyledi: “Alevilik-Bektaşilikte ibadetlerin yapıldığı yere Meydan adı verilir. Meydanın orta yeri Dâr’dır. Dâr, darağacı anlamına gelir. Hallacı Mansur’un idam edildiği darağacını simgelemek üzere bir anlam yüklenir. Demek ki Alevilik-Bektaşilikte birinci Dâr Piri Hallacı Mansur’dur. Eller gögüste, baş kesik, ayaklar mühürlü olarak gerçekleştirilen dâr duruşu, bir bakıma Hallacı Mansur duruşudur. Dâr Pirlerinin ikincisi Fazlullah Hurufi’dir. Üçüncüsü derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’dir. Dördüncüsü de Hz. Hüseyin’dir. Dâr pirlerinin kavgası Alevilerin-Bektaşilerin kavgasıdır. Tarihte hiçbir düşünce, felsefe, inanç süs olsun diye çıkmaz ve üretilmez. Alevilik-Bektaşilikte tasarımlar insanların kurtuluşunu; ezilen, horlanan, umutsuz, mutsuz ya da sıkıntıda olan insanların kurtuluşunu sağlayacak biçimde tasarımlanmıştır... Aleviliğin anayasası diyebileceğimiz bir tasarım yaratmışlardır. Bu tasarımın adına varoluş, varlığa geliş tasarımı denir. Tektanrılı dinlerde yaradılış tasarımı vardır. Yaradılış tasarımında canlı-cansız her şeyin, akıl ötesi bir tanrının, varlık ötesi bir tanrının buyruğu ve emirleriyle yaratıldığına inanılır. Anadolu Aleviliğinin idealist yanı düşüncedir. O nedenle bu tasarıma karşı bir varlığa geliş tasarımı geliştirmiştir. Varlığa geliş tasarımına göre hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan yok olmaz...
Bâtıni inanç, Alevi-Bektaşi inancı ise Ortodoks inançların “tersi” bir inançtır: Akla “düşmanlık” göstermez; çünkü, insanın aklının ve doğanın aklının “sonuçlarını” inanç olarak algılar. Bir bütün olarak “nesnel süreç” ve bir bütün olarak “canlı yaşam”, eylemli canın “görünüşü” olduğuna göre Alevi-Bektaşi inancını “sorgulayan” en büyük öğretmen yaşamın kendisidir. Bu bağlamda Alevi-Bektaşi inancı, yaşamın “hizmetinde” olmak zorundadır. Yani, şeriatçı inançların tersine “işlevli” olmak durumundadır. Demek ki “işlevli” ise tehlikesizdir. İşlevsiz kalırsa yaşamın denetiminden “kaçacak” ve tartışılamaz dogmalar durumuna gelecek, akla “düşman” bir kanala sürüklenecektir. Aleviler-Bektaşiler olarak inancımızın böyle bir duruma gelmesine izin vermeyelim. Türkiye’de 1950’li yıllarla birlikte laiklik hızla yabancılaşmış. Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ilkesi üzerine yapılanan laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde algılanarak, uygulanarak laikliğin kapsamı daraltılmış, toplumsal yaşamın kendisi şeriata terkedilmiştir. Bugün toplumsal yaşam şeriat tarafından işgal edilmiş durumdadır. Biz bu işgal edilmiş alanda bir laiklik kavgası vereceğiz. Ve bu kavganın en büyük güvencelerinden birisi de Alevilik-Bektaşiliktir.” Korkmaz, konuşmasının son bölümünde günümüz Aleviliğinin temel sorunlarına değindi. Örgütlenme, eğitim, kuşaklar arası iletişim eksikliği gibi sorunların bugün can alcı önemde olduğunu ifade etti. Bunların yanında Aleviliğin erkânının uygulanmasında, yapılan cemlerin asıl amacından ziyade daha çok şova yönelik yapılmasını eleştirdi. Esat Korkmaz konuşmasını, sıraladığı bu sorunların çözümüne yönelik önerileriyle tamamladı. Etkinliğin son bölümü dinleyicilerin sorularına ayrılmıştı. Çeşitli konularda soru sordular. Katılımcılardan yazılı olarak gelen sorular. Esat Korkmaz tarafından yanıtlandıktan sonra etkinlik sona erdi. Yukarıda, Antalya konferansına katılan canlardan bazıları toplantıdan sonra dernek lokalinin önünde. Aşağıda Alanya konuşmasını izleyen canlar.
Genelde inançla akıl birbirine düşmandır. Eğer akılla inanç birbirine düşmansa, akla düşman bir inancın taşıyıcısı olan insanlar asla bilimsel düşünemezler. O nedenle Ortodoks inançlar, örneğin Sünnilik, popüler deyimle Şeriatçı inançlar, laiklik devreye sokularak, laik yaşam yaratılarak bu tür inançlar vicdana sıkıştırılır. Vicdanlar, bu tür inançların hapishanesidir. Vicdanlardan dışarı çıkıp yaşama müdahale etmelerine izin verilmez. İnançlar dışarı çıktığı anda yaşama müdahale ediyor, doğanın özgürlüğünü, insanın özgürlüğünü elinde alıyor demektir. Demek ki Ortodoks inançlar, şeriatçı inançlar tehlikesiz ve risksiz duruma getirilebilmek için işlevsiz hale getiriliyor. Eğer şeriatçı inançlar işlevli ise çok tehlikelidir.
10
Sayı 10
SERÇEÞME ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA / ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA
Başarılı Bir Sempozyum İsmail Yıldırım 2-3 Nisan tarihlerinde Ankara’da bir sempozyum yapıldı. “Alevilerde Uygulanan Cem, Cenaze, Kurban gibi Toplantı ve Ritüellerin Uygulanış, Biçim ve İşlevleri” konusundaki sempozyum, Anadolu Kültür Vakfı Konferans Salonu’nda gerçekleşti. Sempozyuma katılım, azımsanmayacak düzeydeydi. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın organize ettiği sempozyuma, Çankaya Belediyesi de katkıda bulundu. Sempozyumda açılış konuşmasını Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ali Doğan yaptı. Ardından söz alan Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz Sempozyumun başarılı geçmesini temenni etti.
Oturumlar Dört oturum halinde düzenlenen sempozyumda program şöyle gerçekleşti: Birinci gün birinci oturuma Yrd. Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya başkanlık yaptı. Doç. Dr. Nejdet Subaşı, Araştırmacı-Yazar İsmail Kaplan, Yrd. Doç. Ali Yaman oturuma konuşmacı katıldılar. Sempozyumun birinci gün ikinci oturumuna, Araştırmacı-Yazar İbrahim Bahadır başkanlık yaptı. İkinci oturumun konuşmacıları da, Prof. Dr. Gürbüz Ekiner, Araştırmacı-Yazar Hasan Harmancı, Doç. Dr. Ejder Okumuş, Araştırmacı-Yazar Refik Engin, Araştırmacı-Yazar Ali Aksüt oldu. İkinci gün birinci oturuma Dr. Aykan Erdemir başkanlık etti. Konuşmacılardan Ali Kenanoğlu ve Almanya Alevi Birliği Federasyonu Dedeler Kurulu Başkanı Hasan Kılavuz gelemedikleri için, Ali Kenanoğlu’nun sunuşunu Cahit Korkmaz, Hasan Kılavuz’un bildirisini de Aykan Erdemir okudular. Oturumda hazır bulunan Esat Korkmaz ve Sinan Kahyaoğlu sunuşlarını yaptılar. İkinci gün ikinci oturuma Araştırmacı-Yazar Atilla Erden başkanlık ederken, konuşmacı olarak da Araştırmacı-Yazar İsmail Kaygusuz, Prof. Dr. Hüseyin Bal, Prof. Dr. İbrahim Aslanoğlu, Dr. Aykan Erdemir, Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya katıldılar. Konuşmacılar tebliğlerini sunarlarken, salondaki dinleyiciler de soru ve görüşleriyle sempozyum süresince katılımcı oldular, ortaya konan görüşleri eleştiri süzgecinden geçirdiler. Bu, özellikle anlatım ortamına dinamizm kattı, canlılık getirdi. Konuşmacılar her sunuşun ardından da dinleyicilerden gelen soruları yanıtladılar. Asıl bu soru-cevap bölümü tartışmalara daha geniş açılım kazandırma olanağı sundu. Konuşmacılar tarafından ortaya konan hemen her görüş sorgulanarak realize edildi. Öte yandan, iki gün boyunca dinleyicilerin izlemekten ve tartışmaktan kopmamaları benzeri toplantı, panel, konferans, sempozyumların Alevi-Bektaşi toplumunun böylesine ihtiyaç duyduğu etkinlikler olduğunu da göstermiş oldu. Öğle arasına denk gelen iki oturum arasında, katılımcı ve dinleyicilere Vakıf’ın hazırladığı yemekler sunuldu.
Mayıs 2005
Oturumun birinci günü akşam üzeri ise tüm katılanlara, Vakıf’ta bir kokteyl verildi. Oturumların sonunda ise sempozyuma katılan konuşmacılara, Vakıf Başkanı Ali Doğan ve Vakıf İkinci Başkanı Müjgan Gürbüz birer plaket ve şilt verdiler. Ve, Vakıf Başkanı Ali Doğan’ın yaptığı kapanış konuşmasıyla, sempozyum sona erdi.
Gündemden uzaklaşanlar Her şeyden önce belirtmek gerekir ki bu etkinlik teknik yönleriyle ve tüm katılanların ağırlanmasındaki tedbirleriyle Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı başarılı ve özverili bir yönetim göstermiştir. Vakıf genel Başkanı Ali Doğan ve Azime Hanım’ın kişiliğinde, Vakıf yönetimi ve çalışanlarını tebrik ederiz. Ellerine sağlık. Bu sempozyumun gerçekleşmiş olması bizce kazanımlar sağlamıştır. Bir defa, konunun “Alevilik Nedir?” gibi genel kuramlar dışından seçilmesi bir yenilik getirmiştir. “Cem, Cenaze, Kurban” gibi bir kenar başlığı, araştırmayı, alan çalışmasında bulunmayı gerektiren bir yanaşım ister. Bu noktada da gerek katılımcı, gerekse dinleyicilerden gelen kimi farklı örneklemelerin en önemli nedeni, anlayış birliğini ve özü bozmayan, bölge ve sürek farklılıklarına dayalıdır bizce. Bu arada kimi katılımcıların konuyla ilgili yeterli alan çalışması yapmadıkları da sunumlarında ortaya çıktı. Öte yandan, konu başlığının daha somut bir yanaşım gerektiren özellikte olmasına rağmen bazı konuşmacıların, genel Alevilik tanımına takılı kalmaları sonucunda bazen gündemi zorlamış oldu. Bunun yanı sıra, kimilerinin gündemden uzaklaşarak, Aleviliğin Şamanizm’e bağlanması çabası gütmesi, usul ve esas açısından yanlış ve bizce zararlıdır. Bizce, Aleviliğin Şamanizm’le başlatılması ya da Şamanizm’e hapsedilmesi doğru olmayan bir analizdir. Ayrıca bu gün için zararlı bir tartışma zeminidir. Bugün, Alevi toplumunun bölük pörçüklüğü, birliğin örgütsel alanda sağlanamayışı koşullarında, bu gibi “saptamalar” daha da zarar vermektedir. Yani nasıl ki “Alevilik İslam-içi mi, dışı mı?” ya da “Alisiz Alevilik” gibi tartışmalar gündeme taşınmış ve örgütlülük sürecine zarar vermişse “Alevilik Şamanizm’den gelir” yanaşımı da doğru bir analiz olmadığı gibi sürece zarar vermekte, toplumu bölmeye götürmekte, birilerinin ekmeğine de yağ sürmektedir. Bu konu, bir haber alt başlığına sığmayacak denli önemli bir uyarmayı gerektirmekte aslında. Konu sempozyumda tekrar dillendirilince, biz de kısaca değinmek istedik. 2-3 Nisan Sempozyumu, bu gibi kimi farklılık ve ayrıntı dışında bizce verimli geçmiş, yararlar sağlamıştır. Dinleyiciyi konunun odağına çekmiş, ilgi uyandırmıştır. Benzeri etkinliklerin diğer örgütlerin girişimleriyle de yerine getirilmesi yarar sağlar.
11
SERÇEÞME ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA / ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA
Sempozyuma Sunulan Bildiri Cenaze Erkânı Esat Korkmaz Aleviler-Bektaşiler bugün kendi cenazelerini kaldıramıyorlar. Kendi felsefelerine, inançlarına ve yaşama biçimlerine özgü biçimde kendi cenazelerini kaldıramıyorlar. Şunu söyleyebiliriz, cemevlerinde yapılan cenaze törenleri kimi kez camilerde yapılan cenaze törenlerinden içerik olarak daha gericidir. Niçin öyledir? Çünkü camilerde aşkın bir mitolojinin uygulanması anlamında cenaze törenleri yapılmaktadır. Alevilik-Bektaşilik aşkın bir mitoloji değildir. Burada, bu masada araştırmacılar ve akademisyenler tarafından da dile getirildiği için bu bende büyük bir rahatsızlık uyandırıyor. Eğer Aleviler ve Bektaşiler kendilerini aşkın bir mitolojiyle, anlatmaya başladıklarında, Sünni kesimde ya da camilerde sürdürülen 1400 yıllık bir geleneğin terimlerini ya da kavramalarını ödünç almış olurlar. Bize taşınan Alevilik-Bektaşilik ağırlıklı olarak sözeldir; dededen toruna, babadan oğula ya da kıza anlatılarak taşınmıştır. Bu taşınma bir yanıyla “törenler”le gerçekleştirilir; törenlerle Alevilik-Bektaşilik “içselleştirilir”; içselleştirilerek “toplumsallaştırılır”. Yakın zamana değin törenlerin bir kısmı “gizli”, bir kısmı da “açık” olarak yapılmıştır. Sünnilik kaynaklı olumsuz etkilenme özellikle “açık törenleri yabancılaştırmış” ve Alevi-Bektaşi özgün içeriğini “tersine dönüşüın”e uğratmıştır. Cenaze erkânı, “tersine dönüşüm”e uğrayan törenlerin başında yer alır. Bu törenleri özgün içeriğine kavuşturamazsak çok değil yakın gelecekte Ortodoks İslamiyet karşısında Alevi-Bektaşi felsefesini/inancınıöğretisini ve yaşama biçimini “yalnız” bırakmış oluruz. Köktendincilik lehine Aleviliği-Bektaşiliği “kurban” ederiz. Ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek temel diyalektiğiyle yaşama geçecek olan AleviliğiBektaşiliği, yaşama olanağı vermeden “boğarız”. Böylesi bir durumda, Aleviliğin-Bektaşiliğin “Anayasası” olarak tanımlayabileceğimiz “varoluş” ya da “varlığa geliş” tasarımı, Ortodoks inancın “öldükten sonra dirilmek” biçiminde kemikleştirilen “mahşer” tasarımına dönüşmüş olur. Bu nedenle Alevilik-Bektaşilikte “en fazla kirlenen” tören durumunda bulunan “Cenaze Erkânı”nı, felsefenin-inancın ve öğretinin özgün içeriğini “ölçü” alarak yeniden yazmayı “denedik”. Sunumun tartışılması, tartışılarak zenginleştirilmesi ve yaşama geçirilmesi dileğimizdir.
Cenaze Erkânı Hakk’a yürüyen canın tabutu, tören meydanında yer alan musalla taşının üzerine, yerleştirilir.
Helallik Meydanı Dede “helallik hayırlısı”nı verir: “Bismişah... Sevgili canlar, Hakk ‘a yürüyen bu canı nasıl bilirdiniz?”, der. Tören meydanında toplanmış olan canlar, “İyi bilirdik. Ruhu yeni bedenler bulsun; dondan dona taşınsın!”, diye karşılık verirler. Dede bu kez, “Yapısındaki olanaklardan varlığa geldiğimiz Hak da sizlerden razı olsun”, der. Ve; “Ey canlar! Hakk ‘a yürüyen bu yol eri, sizin içinizde yedi, içti; kondu, güçtü; sizlerle birlikte yaşadı, kim bilir belki hak yedi. Hakk ‘a yürüyen bu canın üzerinde maddi ya da manevi bir hakkınız olabilir; varsa helal ediyor musunuz?”, diye sorar. Meydan erenleri; “Hakkımız varsa helal ediyoruz. Hak-Muhammet-Ali yardımcısı olsun. Ruhu yalnız kalmasın, mekânı yeni bedenler olsun.”, diye yanıt verirler. Dede helallik sorusunu üç kez yineler; cem erenleri bunu üç kez yanıtlar. Helalliği aldıktan sonra Dede şu gülbankı okur: “Yüce Tanrım, can kıblesine döndük sana yakarıyoruz. Hakk’a yürüyen can senin âşığındır; Sen Canan’sın, o can. Şimdi canı, bedenini terk etti; bedeni toprağa dönecek, canı ise sana. Aklı ortada kaldı: Canan’ım, özün eyleme geçsin, yeni bedenler oluşsun ya da yeni bedenler ölmeden evvel ölsün, Hakk’a yürüyen canımızın canına can olsun, aklına akıl; dondan dona yürüyelim; sızıntılarını toplayalım canlı-cansız her şeyden. Sızıntılardan derecikler, dereciklerden ırmaklar, ırmaklardan denizler oluşturalım. Atalarımızla, pirlerimizle, mürşitlerimizle buluşalım. Buluşalım ki onun kötülüklerini silebilelim, iyiliklerini çoğaltabilelim. Pir Ali, mürşit Muhammet ve Ehlibeyt yüzü suyu hürmetine Üçler, Beşler, Yediler, Onikiler,
12
Ondörtler, Onyediler ve Kırklar bize yardımcı olsun, yol göstersin. Hakk’a yürüyen canımızın arkasından yaptığımız bu helallik töreni gönül defterine kayıt edilsin, silinmesin hatırlansın. Gerçeğe Hü!”.
Cenaze Meydanı “Helallik duası”nın ardından “cenaze meydanı” açılır: Dede, “Hak- Muhammet-Ali”, diyerek tekbir getirirken meydan erenleri, musalla taşındaki canın ayağa kalkması durumunda onunla yüz yüze gelecek biçimde bir düzen alır ve ayaklar mühürlenmiş, kollar göğüste çapraz, baş öne eğik olarak gerçekleştirilen “dâr duruşu”na geçer. Bu sırada “cenaze niyazı” için “niyet” edilir: “Bismişah... Hakk’a yürüyen can için Yüce Tanrım durdum sana duaya; uydum Üçler, Beşler, Yediler, Onyediler, Kırklar ve Oniki İmam’a”. Ardından Dede: “Yüce Tanrım, Can kıblesine döndük, düşündük seni keşfettik. Var olan olduğu için bir var edenin bulunduğunu, var olanların varlığının senin varlığını kanıtladığını öğrendik. Muhtacız sana Tanrım, aklına muhtacız. Bizi aklından mahrum etme. Yalnız senin aklını izler, sana taparız. Bağışla bizi Tanrım: sana yürüyen, sana uçan canını bağışla.” Dede, “Hak-Muhammet-Ali” diyerek ikinci tekbiri getirdikten sonra şöyle seslenir: “Bismişah... Hakikat abdestini aldık eyvallah. Günahımız sevabımız boynumuzda niyaza geldik. Şah medet mürvet ya Cananım, dâr’ına niyaza geldik. Ezelden seyrettik biz bu âlemi; Güneş doğmadan, Ay doğmadan, Ay’dan, Gün’den ezelden. Bu mülke biz taa ezelden gelmiş-gitmiş idik. Günahlarımızı sevaplarımızı bir mizanda tartmış idik. Bin bir handa yatmış idik. Konağımız ışık, handan ezelden. Cananı gördük hoş olduk; özümüzü tanıdık yol olduk. Ana rahmine düştük kızıl kan olduk, kandan ezelden. Hü gerçeğe” Dede, “Hak-Muhammet-Ali” diyerek üçüncü tekbiri alır ve; “Bu can Hakk’a yürüdü; hisseden doğanın bir temsilcisi olarak yaşarken kendi ölümsüzlüğünü yakaladı. Bu nedenle ölümsüz doğanın bir parçası oldu. Bedeninin bilgeliğiyle buluşmanın verdiği güçle sonsuz devinimli ve yanılgısız doğanın aklıyla, yani Tanrı’yla buluştu. Ölümün olmadığı doğada Hakk’a yürüdükten sonra yeniden dirildi. Rahat uyu; senin canına, aklına beden olacağız. Binlerce bedene taşıyacağız canını, aklını, inancını. Sen yaşarken kendi bedeninde binlerce kez ölmedin mi? Binlerce kez dirilmedin mi? sevgili can; şimdi başkalarının bedeninde dirileceksin; canlı-cansız her şeye sızacaksın ve sonsuza kadar yaşayacaksın. Gerçeğe Hü” Dede, “Hak-Muhammet-Ali” diyerek son kez tekbir getirdikten sonra şöyle seslenir: “Sevgili canlar, Hakk’a yürüyen bu canımızı bedensiz bırakmayalım. Bu canımıza beden olamazsak, bedensiz olarak aramızda dolaşır, beden bulmak için kıvranır. Ona bu acıyı çektirmeyelim. Soruyorum sizlere; Bu cana beden olmak istiyor musunuz?” Meydan erenleri, “İstiyoruz!”, der. Dede bu soruyu üç kez yineler, cenaze meydanındaki canlar üç kez yanıtlar. Dede, töreni şöyle bağlar: “Hak da sizden hoşnut olsun. Bu törenimiz, bu törendeki sözlerimiz, gönül defterine kayıt edilsin. Hatırlansın, unutulmasın. Gerçeğe Hü!”
Sayı 10
SERÇEÞME ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA / ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA
Katılımcılardan Soru ve Yorumlar
buradaki mekânsal özelliğin nasıl olması gerektiği konusunda Esat Hocamın düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
İsmail Kaygusuz
Prof. Dr. İsmail Aslanoğlu
Esat Korkmaz arkadaşımız güzel bir sunum yaptı. Sonunda bir öneri olarak sundu. Tabi ki bu tamamen kendi görüşü ve tanımlaması. Ama başta kafasındaki Alevilik tanımlamasını felsefi terimlerle çok güzel anlattı. Önerlerini benimsemek veya benimsememek söz konusu olabilir AleviBektaşi inanç biçimine uyum içindedir sunumu. Teşekkürler.
Narlıdere Alevi-Bektaşi Derneği Dedeler Kurulu İkinci Başkanı
Veysel Karaoğlan Önce bu cenazeyle ilgili, kılık kıyafetle ilgili bir yorum getirerek Esat bey’e sorumu yöneltmek istiyorum. Bana, bu çağdaş çağda başıma bir takke, sırtıma da bir hırka verseler ben bu dini işi yapmam ve bu işin yapılmasının da kutsal hiçbir yanı da kalmaz. Esat Bey’in sunmuş olduğu bu cenaze biçimini şu anda uygulayan var mı? Ve hatta var ise kim nerede uyguluyor? Bunu yaşamımıza nasıl yerleştireceğiz hocama soruyorum? ...
Adana Hacı Bektaş Veli Derneği İkinci Başkanı
Ozan Doğucan Sayın Esat hocama teşekkür ederim. Çok güzel bir şey hazırlamışlar. Tam Alevi iştehatına, inancına göre hazırlamışlar. Yalnız şu an bizim cenaze hizmetlerini yaparken söylediğimiz gülbanklarımız var, onlar da Türkçe... Bu konuda da sayın hocamız Türkçeleştirilmiş gülbanklara da bir göz atarsa çok iyi olacak. İkinci bir husus, şunu belirtmek istiyorum. Alevi-Bektaşi inancında biliyorsunuz Tanrı anlayışı, bizim Allah’ımız ne insanı yapar ne insanı yıkar. Bir kötülük timsali bizim anlayışımızda bulunmaz. Fakat sayın hocamın bir gülbankının son bölümünde “biz muhtacız sana tanrım bizi mahrum etme”, dedi. Bu konuda da sayın hocamın dikkatini çekiyorum. Teşekkür ederim.
Hasan Harmancı Cenazelerde bizim birçok noktada çözülmeye başladığımız gibi önce kadınlar neredeyse cenazenin dışında bırakılırlar aile dâhil olmak üzere. Kadın ve erkek ayrımı çok netleşir orda. Alevi geleneğinin içindeyse “kadın-erkek eşittir”, denilir. Bu birçok ritüelde eşitken cemevinde de kısmi olarak eşit, cenaze sırasında kadınların geride kalması, erkeklerin cenaze başında yer alması... bu durumunu nasıl açıklarız.?. Bu konuda uyancı olabilirler mi? Burada bir eksiklik var mı? Yoksa yöntem doğrumu?
Almanya Alevi Birliği Federasyonu Eğitim Sorumlusu
İsmail Kaplan Sizin hazırladığınız gülbanklann bir bölümü Noyan Dede’nin alıntıları da olabilir. Acaba Bektaşi geleneğini de bu doğrultuda alamaz mıyız? Bektaşi, Sıraçlar, Kaz Dağları ve Tahtacılar, Doğu Alevileri, bu değişik beş-altı tane dokuyu bir araya getirip bu doğrultuda bir çalışma yapılamaz mı? Esat Bey siz bu konuda Bektaşilikten etkilendiniz mi? Bunun uygulaması var mı?
Nejdet Subaşı Ben hem bir katkı hem de bu katkı çerçevesinde soruların netleşmesini istiyorum. Biraz ters sorular sormak istiyorum. Esat Bey’i çok dikkatlice dinledim. Bu konuşmada çok muğlâk şeyler var. Kurum içi refleksleriyle birtakım tepkiler gösterdiler ama, izin verirseniz ben biraz sosyolojik olarak bakmak istiyorum. Bir kere Alevilik Esat Bey’in önerdiği gibi yeni önerilere açık mıdır? Yani somut bir cenaze töreni, bir ritüel önerisine cemaat açık mıdır? Sünnilerde de Vahabi serpintisi bütün şiirselliği öldürdü. Vahabiler on dokuzuncu yüz yılda Sünniliğin içinden çıkarak, Sünnilikteki her tür şiirselliği romantizmi yok ettiler. Sizin önerdiğiniz şeyler de Aleviliğin içindeki şiirselliği yok etmesin?
Hacı Bektaş Vakfı Genel Sekreteri
Namık Kemal Kaya Köylerde cenaze kaldırmayı aşağı yukarı birçoğumuz bilmektedir ancak göçle birlikte dönüşümü yaşayan Aleviler-Bektaşiler cenaze kaldırmada şu andaki mevcut durumda muhtar var ve muhtar’ın orda cenaze yıkama var ve cenazenin kaldırılmasında mekânlar var. Peki, orda cenaze kaldırmanın içselliği anlamında kendi içselliğini kaybetmesi bakımından
Merak ettiğim birkaç konu var. Bunlardan birisi, kendisi bu kültürün içinden mi geliyor.? Alevi dedesi mi? Salondan adını alamadığımız bir dinleyici: Cenaze namaz şekilleri Sünni namaz şekli mi olacak? Ya da köylerimizde halen Sünni asimilasyonu politikası altına girmek istemeyen Aleviler, Sünni korkusuyla şehirlere veya ilçelere inemiyor. Korkularından zor yaşıyorlar. Bu yeni icat ettiğimiz Alevi inancını bu köylere nasıl sokabiliriz?. Genel yapı içerisine nasıl taşıyabiliriz
Ö
Esat Korkmaz’ın Yanıtları
ncelikle hemen söyleyeyim ben teolog değilim, dede de değilim. Ben yazar’ım. Benim burada öneri olarak getirdiğim şey icat değil, “keşif’ olabilir ancak. Aleviliğin-Bektaşiliğin sözel kaynaklı ve söylence yüklü yazılı kaynaklarını tarayarak, orada yakaladığım ipuçlarıyla Aleviliğin-Bektaşiliğin felsefesine-inancına yaşama biçimine, geçmiş yüz yıllarda yaptığı uygulamaya bakarak, onu yorumlayarak geliştirdiğim bir öneridir. Özellikle açık törenler, önemli ölçüde yabancılaşmış durumda: Kazdağı’yla ilgili bildiriyi sunan arkadaşım da söyledi. Sünni imam getirme, yabancılaşma yönünde bir adımdır. Bugün cenaze törenlerinde okunan dualar, yapılan uygulamalar Aleviliğin-Bektaşiliğin özgün içeriğiyle uyuşmuyor. İkincisi sizlere anlatmaya çalıştığım, yani başta verdiğim bilgilerle, öneri olarak sunduğum cenaze erkânında kullandığım terimler arasında bir çelişki Olduğunu söyledi arkadaşımız. Aslında bir çelişki yok. Ancak Aleviler-Bektaşiler bugün kendi dillerini unutmuş durumdalar. Sözel olarak gelen bilgiyi günlük bilinçle kucaklayıp geleceğe taşımak istiyorlar. Onunla öpüşmek sevişmek istiyorlar. Ama gündelik bilinç buna sınırlı olarak veriyor. Kendi yüksek bilincini taşımakta zorlanıyor. Çünkü Alevilik hem halk bilgeliğidir, hem felsefi bilgeliktir. Gündelik bilinçle Alevilik-Bektaşiliği kucaklamak ve geleceğe taşımak zor bir şey. Benim birtakım çabalarım var; okullar açmak istiyorum. Geçen sene Şah Kulu Dergâhı’nda bana dediler ki “Sen bu dergâhın öğretmeni misin?” “Evet”, dedim. “Bize cenaze töreninin nasıl yapılacağını açıklamak zorundasın Hocam” dediler. Ben açıklamak zorundayım; çünkü, yaşamın içerisinde yol gösterici olmak zorundayım. Yol gösterici olurken ben “icat” etmiyorum ama “keş! L>diyorum”. Çünkü Alevilik-Bektaşilikte Tanrı da bir “icat” değildir, Tanrı bir “keşiflir”. İnsan ayrıcalıklı canlı olmalıdır. Olanağını seferber ederek Tanrı’yı algılamak zorunda. Alevilik-Bektaşilik “geriye dönüş tapımı”yla İslam’ın içine taşındığı zaman İslam’ın Ortodoks kimliklerinin tümünü “tersine” dönüştürmüştür. Tersine dönüşümle, ikinci bir Ali, ikinci bir Muhammet tasarımı doğmuştur. Bunlar gönülde doğup, gönülde beslenmiş; el takılmış, ayak takılmış, kafa takılmıştır. Gönülde biçimlenen, gönülde tasarlanan kimlikler asıldır. Alevilik-Bektaşilik kendisini var edecekse işte bu gönül kimliklerini konuşturmak zorunda. Konuşturmuştur geçmişte. Ama bugün gönül kimliklerini konuşturamıyor; Sünnilikten “ödünç” aldığı Ortodoks kimlikleri konuşturuyor. Ortodoks kimlikleri ödünç almıştır. İlk başta bu ödünç almada zorlanmıştır. Ama ondan sonra yabancılaşma hızlanmıştır. Ortodoks terimler, kendisini gizleme saklama nedeniyle alınmış olabilir ama daha sonra bunları kendi öz malı gibi sahiplenmeye başlamıştır. Bugün Cennet, Cehennem keşfedilmiştir. Ve Aleviler-Bektaşiler Cennet’e gitmenin, Cehennem’den uzak durmanın hesabını yapar duruma gelmişlerdir. Ölmenin olmadığı bir felsefede öldükten sonra gidilecek bir yeri tasarımlamanın anlamı var mı? Tasarımlanan şeyi dünyaya taşıma, bugüne yapıştırma önemli. Cennet de buradadır, Cehennem de buradadır. 0 nedenle Muhammet terimi, Ali terimi, Oniki İmam terimi ya da benzeri terimleri kullandığım zaman, onların bir değil birden fazla anlamı olduğunu kesinlikle bilmemiz gerekir. Çünkü Alevilik-Bektaşilikte terimler çok katlıdır. 0 terimin bir sürü anlamı vardır. Ve genelde birinci tanımlar örtücüdür. Fazla tepki çekmemek üzere başlangıçta tasarımlanmıştır. 0 örtücü tanım kaldırıldıktan sonra asıl bâtıni anlamında tanımlar gelir. Alevilik sadece Heterodoksi ile özdeşleştirilemeyecek derecede cüretlidir. Alevilik-Bektaşilik bâtıni-heterodoksi nitelikte bir harekettir ve üç tane ayağı vardır: Bâtıni doğa felsefesi, bâtıni tarih felsefesi ve bâtıni toplum felsefesi. Ne yazık ki bizler bunu sizlerle tartışamıyoruz. Peki, kiminle tartışacağız? Ama biliyoruz ki entelektüel bir geçmişi olan Aleviler-Bektaşiler ilişkide bulunduğu insanların entelektüel yapısını yukarıya taşımakla yükümlüdürler. Buradan cesaret alarak, bu gerçeği kendimize Devamı 14. sayfada
Mayıs 2005
13
SERÇEÞME ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA / ALEVİLİKTE CEM-CENAZE-KURBAN 2-3 NİSAN 2005 ANKARA Baştarafı 13. sayfada
gerekçe yaparak entelektüel geçmişi olan sizlere karşı, entelektüel bir tartışma yürütüyoruz. Bir can da sorusunda diyor ki “bu söylediğiniz şey uygulanıyor mu?” Ben uygulanıyor demedim. Bunu ben öneri olarak getirdim. Ve bunu uygulayabilecek örgütlerimizin de olduğunu biliyorum. “Böylesi bir uygulamaya Alevilik-Bektaşilik açık mıdır?” diye soruyor. Alevilik-Bektaşiliğin inanç konuları ya da inanç ritüelleri Alevilik-Bektaşiliğin özgün geçmişiyle, felsefesiyle yeniden tasarımlanmak zorundadır. Bizim yaptığımız törenler açık duruma geldi. Açık duruma gelir gelmez de, son on yıl içerisinde bana göre içerikten bazı şeyler yitirmeye başladı. Bir sorumuz daha vardı: “Ölmek yok demiştiniz, o halde ölmeden önce ölme konusuna kısaca değinir misiniz?”,diye. Arkadaşlar Alevilikte asıl ölmek yaşarken gerçekleştirilir. Yaşarken bir insan ölürse diridir. Bir insan yaşarken ne kadar çok ölürse, o kadar çok diridir. Yani o kadar kendisini çok yetiştirmiştir. Yaşarken hiç ölmemişse hiç dirilmemiş demektir. 0 arkadaşın geleceğe bir şeyde bırakması söz konusu değildir. Gelenekte de bu vardır. Aklıyla bir şey üretmemiş insan geriye bir şey bırakmaz. Geriye bir şey bırakmayan insanın, öldüğü zaman cesedi toprakla bütünleşir, ruhu, canı Tanrı’ya gider, aklı ortada kalır. Hiçbir şey yoksa ortada bir akıl da yoktur. Adana’dan bir arkadaş şu soruyu sormuş: iyilik-kötülük-Tanrı ilişkisini sormuş. Bu konu çok önemli: Alevilik-Bektaşilikte önsüz-sonsuz bir iyilik kimliği, bir kötülük kimliği yoktur. Var kabul ederseniz, AlevilikBektaşiliğe ters bir kanala kendiniz sokmuş olursunuz. Tektanrılı dinlerde önsüz-sonsuz mutlak iyi, önsüz-sonsuz mutlak kötü vardır. Sen doğanın aklına “ters” davranırsan, doğa kendi parçasına “kıyarken” sana da kıyar. Toplumsal akla “ters” davranırsan toplum seni cezalandırır. Bu doğanın ya da toplumun “kötü” olduğu anlamına gelmiyor, “iyi” olduğu anlamına da gelmiyor. Bu nedenle Aleviler bir aşkın Tanrı ile asla dost olamaz. Kendi bedeni kendine dostsa, insan kendi bedeniyle kucaklaşabilir. Kıble konusuna gelince, Alevilikte beş tane kıble vardır: Bunlar “ten kıblesi”, “kalp kıblesi”, “akıl kıblesi”, “ fehim kıblesi” ve “can kıblesi”. Alevilik-Bektaşilikte Kudüs’teki taşa Mekke’deki taşa yönelik bir kıble olgusu yoktur arkadaşlar. Böyle bir şey olamaz. Yahudilik Hıristiyanlık ve İslamiyet’in algıladığı anlamda bir kıble topluluğu değildir Alevilik. Neyi nasıl yapacağımızı çok iyi algılamalıyız Bakınız Alevilik rüya kurar; niye kurmasın. Ben ayağımı gerçekler üzerine bastıktan sonra istediğim rüyayı kurarım. Alevilik de Anadolu halkının uyanıkken kurduğu bir rüyadır. Anadolu halkı bir halüsinasyonudur. Aleviliğin iki yönü var çok seviyorum: Biri cüreti, diğeri çocuksuluğu. Resmi dünyaya taşırsan ya da aşın terbiye edersen çocuksuluk da biter, cüret de biter. Hayatın içerisinde kalırsan çocuksuluk da büyür, cüret de büyür. Alevilik-Bektaşilikte bir söylem var: “Kadın-erkek eşittir”, diye. Ama uygulamada, yaşamın kendisinde kadın erkek eşit değildir. Dışımızda kalan toplulukları düşündüğünüzde kadın erkekle tam eşit olmasa da, çok onurlu bir yere sahiptir. Bunu kabul etmek durumundayız. Alevilik-Bektaşilikte, kadına yönelik tüm tasarımlar belirleyici anlamda kaynağına Asya’dan alır. Çünkü Anadolu yerleşik bir toprak, sınıflı bir toprak, sınıflı bir toprakta kadını Alevilik-Bektaşilikteki gibi tasarımlayan bir toplumsal kaynak bulunmaz. Bu kaynak, yerleşik yaşam öncesinden gelir. 0 nedenle Alevilik-Bektaşilikte hiçbir törende kadın-erkek ayrımı olmaz. Cenaze törenlerinde de bu eksikliği hızla gidermek gerekir. Alevilerin-Bektaşilerin bir şansı var, ben yaklaşık 7–8 yıldır Alevilik-Bektaşilik zemininde eğitim çalışmaları yapıyorum. Dede, oniki hizmet sahibi yetiştirme vb gibi. İki tane ilkem oldu. Hep: “Soy koşulu yok, cinsiyet koşulu yok”. Bu iki ilkeyi kabul etmeyen hiçbir dernek ve vakıfla çalışmadım, çalışmam da. Yüreklice tartışma zamanımız gelmiştir. Alevilikte de ruhbanlık vardır. Alevilik kan bilincine, soy bilincine takılı kaldığı sürece kendi toplumsal bilincini yaratamaz, üretemez. 0 nedenle kutsal ritüelleri yönetecek kimlikleri yetiştirirken soy koşulu ve cinsiyet koşulu aramayacaksınız. Alevilik-Bektaşi zeminde ibadetleri %50 oranında kadınlar yönetemeye başalarsa, Alevilik-Bektaşiler hiçbir şey yapmasalar da tüm dünyada tanınacaklar ve Aleviler üzerine akademik araştırmalar yoğunlaşacaktır. Dünyada inanç yanı da olan hiçbir topluluk, kadınını öne çıkarma şansına sahip değildir. Alevilik bu şansını kullanması gerekir. Geçmişte bu uygulamalar vardı. Modernleşme demek hep “ilerleme” anlamına gelmez, aynı zamanda gericileşme de olabilir, bunun Alevi zeminine sıçramamasını diliyorum. Aleviler kendi yazgısını çizerken belli bir süreci yaşıyor, hazırlıksız yakalandığımız doğru bunun bedelini ödeyeceğiz. Bu bedeli de azaltmak için biraz daha yoğunlaşalım diyorum. Hızlı adım atalım, hızlı koşalım da yazgımız öne geçmesin.
14
O
Öğretim Üyesi Ayhan Yalçınkaya
lanın olduğu gibi olduğunu varsayan ve varsaydığı olduğu gibi olanın, olduğu gibi anlattığını varsayan insanın kendisi tarihsel bir olasılıktır. Dolayısıyla kendisi bizzati olasılık olan insanın olanın olduğuyla özdeş olduğuna imanı gerçekten bilim falan değil sadece iman konusu olabilir. Buradan hareketle herhangi bir değerlendirmeyi teoloji ve bilim karşıtlığına sıkıştırmak bilmenin öngördüğü ve kullandığı gidiş biçimini ve amaçlarını mutlaklaştırmak ve onun dışında kalan dinsel, sanatsal, felsefi bilme biçimini küçültme hakkını hiç kimseye vermediği gibi aynı şekilde Esat Hocamız’ın ki bence çok değerli bir şey yapıyor, unuttuğumuz bir şeyi farklı bilme biçimleri olduğunu, Alevilik kültürü içinde, katılırız katılmayız bunu kullanma biçimlerini, ben de bazı görüşlerine katılmıyorum ama öbür yandan çok taktire şayan biçimde, yaratıcı bir biçimde, Alevilik içinden bu bilme biçimini yeniden canlandırıyor. Ve eğer bu “keşif ” diye adlandırdığı şeyi yapmazsak ve olanın aslına kalırsak bunu bilimsel olarak dayatırsak bunun gerçek anlamı gündelik olanın bilgisine, gündelik olanın geçerliliğine teslimiyettir; bunun gerçek anlamı ise gündelik olan hegonomik olanla belirlendiği için hegonomik olana teslimiyettir. Bunun bir anlamı ise Sünni bir adım Aleviliğin inşası ya da en iyisinden Sünniliği hakiki İslam olarak kabul edip ellerimizi kaldırmaktır. Bu yüzden bu “keşif ” çabası çok önemlidir ve bu son derece romantik bir girişimdir. Romantizmi öldürmesi değil çünkü iki yönlü bir tehdit içeriyor bu romantizm. Bir yandan Alman usulü cemaatçi bir romantizme savrulabilir, bir yandan Fransız usulü kahramanlık romantizmine savrulabilir. Esat Hocam’a teşekkür ediyorum bu romantizmini yitirmediği için. Sempozyuma katılanlardan bazıları Ali Doğan’ın çevresinde
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME
HACIBEKTAŞ TÖRENLERİNE DOĞRU:
Erenlerin Belediyeden Beklediği Hizmettir İsmail Büyükakan
HACIBEKTAŞ Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu 12 Şubat 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısında şöyle diyor:
“Alevi-Bektaşilerin sorunları yok mudur? Tabii ki var. Zorunlu din derslerinin kaldırılarak seçmeli olması, Aleviliğin din dersinde değil, felsefe dersinde incelenmesi, cemevlerinin kültür merkezlerinin bir birimi olarak yeterince açılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni inancının fetvacılığından çıkartılarak Alevi-Bektaşi yorumunu da içine alarak yeniden yapılandırılıp devlete maddi yük getirmeden hizmet sunması, vb… Bunlar demokratikleşme ve aydınlanma süreci içinde çözümlenecektir…”1
Belediye Başkanının bu önerilerinin yanlış ve Alevilerin kafasını karıştırmaya, onları devletle “uzlaştırmaya” yarayacak öneriler olduğu açıktır. Diyanet İşleri’nde Alevilere yer istenmesi gerici bir öneridir. Aleviler Laiklik yanlısıdırlar. Temel istemleri, bir devlet kurumu olarak Diyanet’in lağvedilmesi, dinin devletten ve eğitimden uzaklaştırılmasıdır. Zorunlu değil “seçmeli” din dersi istemi de gericidir. Cemevleri yalnız kültür merkezleri değil, Alevilerin toplu inanç merkezleridir. Belediye Başkanı’nın bir yandan böyle gerici siyasal istemler öne sürmesi, öte yandan bu amaçla el altından alternatif yapay bir örgütlenmeye girişmesi zararlıdır. Belediye Başkanı Hacı Bektaş Veli törenlerini de kendi dar siyasi amaçları için bir manivela olarak görmekte ve Dergah’ı ve tüm demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarını dışlayan kabul edilmez uygulamalara girişmektedir. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Dergah’ı ve demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerini törenlerin hazırlığından dışlamıştır. Ama bunu yaparken belediyecilik görevlerini de savsaklamaktadır.
Erenler Belediyeden Hizmet Bekliyor Belediyenin görevi kentte yaşayan halkın ve konukların en temel ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak ve yaşam standardını yükseltmek için çalışmaktır. Törenler sırasında kentin “işler” halde tutulması ve modern toplumun gereksinimlerine göre önlemlerin alınması. İşte Hacıbektaş Belediye Başkanından üstün hizmet beklenen görev budur. Törenlere kısa süre kalmışken, Belediye Başkanından çözmesini beklediğimiz, yüzbinlerce insanın birkaç gün için dolup taştığı Hacıbektaş ilçesinin önemli sorunlarından bazılarını sıralamak istiyorum: Ulaşım ve Otopark: Yüzlerce otobüs ve binlerce özel otomobil kent merkezinde ve çevresinde değil park yapacak, adım atacak yer bile bırakmamaktadır. Bu nedenle: Kente Araç Girişinin Engellenmesi: Kent içindeki trafik düzensizliğini ortadan kaldırmak için kent içine araç girmesi geçici olarak engellemelidir. Geçici Otoparklar: Kent dışında en az 300 otobüs ve 2 bin otomobil için geçici otopark alanları yapılmalıdır. Trafik burada tutulmalıdır. Aşağıdaki hizmetlerin verilmesi koşuluyla otoparkların makul bir bedeli olursa, erenler itiraz etmeyecektir. Ücretsiz Ring Seferleri: Otoparklardan kente, kent içinde ve ziyaret yerlerine geliş-gidişi sağlamak için ücretsiz ring seferleri hizmeti verilmelidir. Özel Seferler: Kentler arası taşımacılık yapan otobüs firmalarıyla anlaşıp, bu günler boyunca büyük kentlerden doğrudan Hacıbektaş’a özel seferler düzenlemesinin sağlanmalıdır. Yatacak Yer: Geçmiş uygulamalar utandırıcıdır. Onbinlerce insan gelişigüzel yerlerde, çadırlarda, otomobillerde, çardaklarda, hatta açık alanda gecelemektedir. Gece karanlıkta yol bulamamakta, toplu ulaşım olmadığı için sefil olmaktadır. Gece bir bağdaki konsere gidince, geri dönerken olmadık Yezit eziyeti çekilmektedir.
Mayıs 2005
Geçici Konutlar: Kentin çevresine çadır ve prefabrike konutlardan geçici ama planlı yerleşkeler inşa edilmelidir. Otel: Kentte ve çevresinde ucuz ve temiz otel ya da motel inşası; çevre belediyelerle anlaşma yapılarak alternatif yerleşim olanakları yaratılması. Tuvalet-Banyo: Bir uygarlık sorunudur. Yeterince tuvalet, el-yüz yıkama yeri, duş kabini bulundurulmalıdır. Tuvalet rezilliği acil çözüm bekleyen bir alandır. Yüzbinlerce insana ayrılan çalışan sabit ve seyyar tuvaletleri, belediye başkanı bir saysın bakalım, kaç tanedir? Umarız bu yıl bu işkenceyi kaldırıcı önlemleri alacaktır. Sağlık ve Güvenlik: Halk sağlığı hizmetleri ve yeterli sağlık ekipleri ve teçhizat hazır bulundurulmalıdır. Bu yerleşkelerde ve otopark alanlarında yangın gibi acil durumlar için yeterli hazırlık yapılmalıdır. Yiyecek ve İçecek: Erenlerin ucuz ve sağlıklı olarak karınlarının doyurulması, kent suyundan ücretsiz yararlanabilmesi en az öteki sorunlar kadar önemlidir. Belediye bu alanda da olanakları zenginleştirmelidir. Çocuklar ve Yaşlılar: Çocukların oyun oynayabileceği kreş, çocuk bahçesi, vb., kolaylıkların; ailelerin ve özellikle yaşlıların dinlenebileceği yeşil alanların, oturacak yerlerin sağlanacağını ummaktayız. Kent Temizliği: Selmanpakoğlu, Alevilere hizmet verirken herhalde çöplerin toplanması ve kentin temizliği gibi yüzbinlerce insanın bir arada olduğu bir ortamda olağanüstü önem kazanan sorunu da unutmamalıdır. Haberleşme, İletişim: Kent altyapısı içinde elektrik, telefon, faks, fotokopi kadar hızlı internet bağlantısı da önem kazanmıştır. Belediye Başkanı gazetecilere ve erenlere yaygın ve hızlı genişbant internet olanaklarını sağlamalıdır. Erenlere Kötü Muamele: Hacıbektaş Dergahının Hünkar’ın eteğine yüz sürmek için çırpınan Alevi erenlerce dolup taştığı günlerde, Dergah binası içinde hizmet veren gençlerin seçimine özen gösterilmesini, turizm gönüllülerinin ziyaretçileri hor gören, kimi münasebetsiz davranışlarının önlenmesini beklemek hakkımızdır.
Belediyenin görevi kentte yaşayan halkın ve konukların en temel ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak ve yaşam standardını yükseltmek için çalışmaktır. Törenler sırasında kentin “işler” halde tutulması ve modern toplumun gereksinimlerine göre önlemlerin alınması. İşte Hacıbektaş Belediye Başkanından üstün hizmet beklenen görev budur.
Törenlerin Merkezi Dergâhtır Hacıbektaş törenlerinin planlanması, düzenlenmesi ve yürütülmesi, esasen Dergah’ın sorumluluğunda olmalıydı. Ne var ki, geçmişten gelen bir yanlış anlayışla, sanki bu iş belediyenin göreviymiş ve neyin, nasıl düzenleneceği belediye başkanının keyfine bağlıymış gibi bir alışkanlık hasıl olmuştur. Oysa Belediye bir inanç kurumu değil hizmet kuruluşudur, Dergah ise milyonlarca Alevinin merkezi inanç kurumudur. Dergah’ı Hacıbektaş törenlerinin merkezine oturtmayan, siyasi, dernekçi ya da devletçi kesimsel çıkarları yansıtan her türlü düzenleme eksik ve yanlış olur. Bu ihtiyaca yanıt verecek bir Geniş Kapsamlı Tören Örgütlenmesi düzenine geçilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu örgütlenme, başta Aleviliğin inanç merkezi Dergah olmak üzere, Alevi-Bektaşilerin demokratik örgütlenmelerinin ve Belediyenin en geniş katkı ve katılımına olanak verecek biçimde çalışmalıdır. Bu bakış açısıyla Belediye Başkanın siyasi partilerin, devletin ve çıkar çevrelerinin anlayış ve istemlerini öne getiren dargörüşlü uygulamalar yapması, Aleviliğe dostluk sayılmaz. Yüzbinlerce insanın akın ettiği kentin altyapısını böyle muhteşem bir halk kalabalığının esenliğine ve beğenisine yetecek düzeye çıkarmak! İşte, Belediye başkanının Hacıbektaş törenleri açısından asli görevi budur. Bizim uyarımız kısaca böyledir. Söz bizden, nefes Hünkar Hacıbektaş Veli’den olsun. Hacıbektaş Belediye Başkanı A Rıza Selmanpakoğlu’nun, kent nüfusuna olduğu kadar yüzbinlerce erene hizmet sunan bir belediyenin yöneticisi olarak bu uyarılara kulak verip vermediğini, kendisinden beklenenleri ne ölçüde yerine getirdiğini hep birlikte izleyeceğiz. 1 “Aleviler Azınlık Değildir”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2005.
15
SERÇEÞME HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI
Alevi-Bektaşi Müzik Kültürü Sempozyumu Alevi-Bektaşi Müziğinin Kaynakları, Özellikleri ve Günümüzdeki Durumu 14-15 Mayıs 2005 BİRİNCİ GÜN : 14 Mayıs 2005, Cumartesi Açılış - 09.30 Açılış Konuşması: Ali Doğan: Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Birinci Oturum - 10.00:12.30 Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ahmet Yürür Okan Murat Öztürk: Anadolu Semah Müziklerinin Başlıca Özellikleri Üzerine Gözlemler Yrd. Doç. Dr. Reyhan Altınay: Geleneksel Türk Müziği ve Semahlarda Bölüm Anlayışı Çay Molası - 11.00:11.10 Dr. Irene Markoff: Post-Modern Türk Dünyasında Alevi Usta Müzisyenler: Yeniden Yapılandırılan Gelenek / Yeniden Biçimlendirilen Gelenek Yrd. Doç. Dr. Ayhan Erol: Değişen Koşullarda Alevi Müziği Öğle Yemeği - 13.00:14.00 İkinci Oturum - 14.00:16.30 Oturum Başkanı: Okan Murat Öztürk Prof. Dr. Ahmet Yürür: Bektaşi Kültürünün Yunanistan’daki İzleri Dr. Hüseyin Yaltırık: Trakya Bölgesinde Bektaşilik ve Müziği Çay Molası - 15.00:15.10 Rumiana Margarıtova Bulgaristan’daki Alevi Müzik Kültürü Araştırmalarının Belli Yönleri Daimi Cengiz Anadolu ve Trakya Alevi Bektaşi Nevruz Merasiminde Melo-Poetika Kokteyl - 18.00:19.30 İKİNCİ GÜN : 15 Mayıs 2005, Pazar Üçüncü Oturum - 10.00:12.00 Oturum Başkanı: Dr. Melih Duygulu Prof. Dr. Gülnaz Abdülzade İslam Dini Sisteminde Müzik Dr. Gani Pekşen Tahtacılarda Ölüm Nefesi Çay Molası - 11.00:11.10 Doç. Dr. Feriya Aliyeva Kuzey Azerbaycan’da “Şabih” Gösterileri Nevzat Üçyıldız 21. Yüzyıl Alevi Bektaşi Müziğinin Yüzyılı Olacaktır Öğle Yemeği - 13.00:14.00 Dördüncü Oturum - 14.00:15.30 Oturum Başkanı: Dr. Hüseyin Yaltırık Dr. Melih Duygulu Modernizm Sürecinde Alevi Bektaşi Müziğinde Değişim ve Yeniden İnşa Sabahat Akkiraz: Geleneksel Alevi Müziği Çay Molası - 15.00:15.10 Sempozyum Değerlendirmesi Prof. Dr. Ahmet Yürür Dr. Hüseyin Yaltırık Dr. Melih Duygulu Okan Murat Öztürk Kapanış Konuşması ve Kapanış 16.00-16.30: Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Sokullu Mehmet Paşa Cad. İğde Sok. No: 24 Dikmen Ankara Tel: +90.(0312) 478 22 60
16
HACI BEKTAŞ VELİ DERGAHI POSTNİŞİNİ
Alevi-Bektaşi Yolunda
Sürek Farklılığı(1) Veliyettin Ulusoy ALEVİ-BEKTAŞİ inancının özüne inmemiş veya yeteri kadar inceleme yapmamış araştırmacılar, bu toplumu Aleviler, Kızılbaşlar, Bektaşiler ve hatta Şehir Bektaşileri, Köy Bektaşileri, Sıraçlar, Tahtacılar, Abdallar, Çepniler, Avşarlar, Nalcılar gibi birçok bölümlere ayırıyorlar. Bütün bu saydıklarımız, temel inançlarında birbirinden farksız olup tümü ile Alevi-Bektaşi toplumunu oluşturmaktadırlar. Mesela, Kızılbaşlık diye Alevi-Bektaşilikten ayrı bir inanç olmadığı gibi, ayrı bir Kızılbaş toplumu da yoktur. Diğer deyimler de çeşitli bölgelerde o çevre halkının Alevi-Bektaşi topluluklar için kullandıkları isimlerdir veya eski boy isimlerinin kalıntılarıdır. Hacı Bektaş Veli’den önceki Şiilik anlayışı ve kuralları ile ondan sonrası arasında oldukça önemli farklılıklar vardır. Hacı Bektaş Veli’den sonra O’nun güçlü ve saygın kişiliğinde AleviBektaşi topluluklarının, aslında bir kaynaktan çıkan inançları bütünleşmişse de zamanla bölge, kültür düzeyi ve benzeri nedenlerle ayrıntılarda farklılıklar ortaya çıkmıştır. Tekkelerin kapatılmasına kadar Alevi-Bektaşi toplumu başlıca üç gurupta toplanıyordu:
Birinci grup: HACI BEKTAŞ VELİ soyundan gelen Mürşid’e bağlı olan Alevi-Bektaşiler. Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı çağda O’na yardımcı olan Horasan Pirleri’nin ve Rum Erenleri’nin soyundan gelenler ve Ocak-Zade olarak tanınanlar, kendilerini Hacı Bektaş Veli soyundan gelen mürşid’e manen bağlı sayıyorlar ve onun icazetiyle ocaklarına bağlı olan taliplerin görgülerini yapıyorlardı. Bunlardan başka, bir ocağa bağlı olmayıp da doğrudan doğruya Hacı Bektaş Veli’ye ve O’nun soyundan gelenlere bağlı olduklarını kabul eden Alevi-Bektaşiler de vardı. Mürşid, gene bir ocak-zade olmakla beraber, her sene değiştirebileceği bir dede’ye icazet vererek bunların dini hizmetlerini (görgülerini) yaptırıyordu. Doğrudan doğruya veya ocak-zadeler vasıtasıyla Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olan bu grup, Anadolu’daki (Balkanlar, Suriye, Irak dahil.) Alevi-Bektaşi toplumunun yüzde doksanını belki de daha fazlasını oluşturuyordu. Bu gruba dahil olanlar kendilerini hem Alevi hem de Bektaşi sayıyorlardı. Onlara göre Alevi ile Bektaşi arasında fark yoktur.İkisi müşterek isimdir.Alevi misin? Veya Bektaşi misin? diye ayrı ayrı yöneltilen sorunun ikisini de “Eyvallah” diyerek müspet olarak cevaplar. İçten inancı da böyledir.Süreğinde de farklılık yoktur.Onlar için Hacı Bektaş Veli çağ ve ad değiştirmiş Ali’dir. Serçeşme’dir. Bütün ocakların uyandırıldığı ana ocaktır. Hacı Bektaş Veli yolu Ali yoludur, Ehlibeyt yoludur. Bu gruptan olan Alevi-Bektaşilerin görgü sırasında, yani ayin sırasında, sırtları “dede” tarafından elle sıvazlanır. Buna “Pençe-i Âl-i Âbâ” denir. Aslında, “Âl-i Âbâ” beşlisi anlamına “Penci Âl-i Âbâ” olması muhtemel olan bu deyim, ayinlerde, beş parmağı olan insan eli ile temsil edildiği için , “pençe” şekline dönüştürülmüş, Muhammed-Ali-Fatma-Hasan-Hüseyin’i temsil eden anlamlı yol ıstılah’ı olmuştur. Bu grupta görgü’yü “erkân” ile yapan, talibi onunla sıvazlayanlar oldukça azdır. Birbirlerine pençeci, değnekci gibi şaka hududunu aşmayan sözler atarlarsa da temel inançta ve diğer yol hizmetlerinde hiçbir farklılık yoktur. Dede ister kendi taliplerinin görgüsünü yapsın, isterse doğrudan Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olan taliplerin görgüsünü yapsın mürşidin vekilidir. Onun icazetiyle görev yapmaktadır. Karakazan hakkı ve sair bağışlar mürşid adına alınmaktadır. Mürşid’den icazeti olmayan dedenin, Hacı Bektaş veli’ye atfedilen bir buyruğa göre “yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtad” sayılır.
İkinci grup: ONİKİ İMAMLAR’ın soyundan geldiğine inandıkları ocaklara bağlı Alevi-Bektaşi’lerdir.Bu grupta olanlar da Hacı Bektaş Veli’yi “Serçeşme” yani yolun menbaı ve tüm evliyaların önderi, başı kabul ederler.Deyişlerde düvazlarda, dualarda Hacı Bektaş Veli’nin adı Muhammed, Ali, Oniki İmam adları ile beraber saygı ile anılır, kendilerinin bağlı bulundukları ocağın, ondan ilham aldığını, onun tarafından uyarıldığını kabul etmekle beraber, dedelerin ve Ocak-zadelerin Hacı Bektaş Veli’den veya onun soyundan gelenlerden icazet almalarını gerekli saymazlar. Soylarının Oniki İmam’a çıkışı nedeniyle, doğuştan görgü yapmaya yetkili olduklarına inandıkları ocaklardan gelen dedelere görülürler. Birinci gruptakiler görgüde yapılan dualarda Muhammed , Ali, Hacı Bektaş Veli’den yardım ve himmet isterlerken ikinci gruptakiler, bunların yanında kendi ocaklarının büyüklerinin veya kurucularının da adlarını zikrederler. Görgü sırasında, bu grupta bulunanların sırtları, “Tarik, Erkân, Serdeste veya Alacadeğnek” gibi çeşitli adlarla anılan ve melheb veya kayın ağacından yapılmış bir değnek’le sıvazlanır. Bu törenin Şamanlıkdan geldiğini söyleyen yazarlar vardır. Cuveyni “Cihan-Güşa” adlı kitabında, Uygurların yaratılış menkabesine uyarak evlerinde bir değnek bulundurduklarından bahsediyor. Bu suretle, “Tarik” kullanmak totemcilik törelerine bağlanıyor. Genel inançta, “Tarik” kullanma geleneğinin, İslam’ın ilk yıllarında Hz. Muhammed’in bir ağaç altında ümmetinin biat’ını almasına bağlı olduğudur. Değnek Hz. Muhammed’in altında oturduğu ağacı temsil etmektedir.Kuran Fetih Suresi, Ayet 18:
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME “Ey Muhammed, Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnut olmuştur.Gönüllerde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer bahşetmiştir.
Üçüncü Grup: BABAGAN KOLU diye anılan daha çok İstanbul ve Arnavutluk’ta bulunan Alevi-Bektaşilerdir. Sayıları çok az olan bu gruba dahil olan Alevi-Bektaşilerin inancına göre Hacı Bektaş Veli evlenmemiştir. Bu yolda bulunanlar, Hacı Bektaş Veli’nin yolunu izleyenler evlenmemiş kulakları küpeli dervişlerdir. Alevi-Bektaşi olmak doğumla olmaz ancak bir derviş veya babadan nasip almakla mümkün olur. Babagan Kolu’nun ünlülerinden Yusuf Fahir Baba’nın Bektaşilik konusunda düşüncelerini şu şekilde açıkladığına tanık oluyoruz: “Bektaşi olduklarını söyleyen, ‘Ben Bektaşiyim’ diyenlerin de kanaatları ve itikatları ayrı ayrıdır. Bunları da dört kısma ayırabiliriz:
YUNUS EMRE
Dervişlik dedikleri bir acaip tuzaktır Derviş olan kişiye evvel dirlik gerekir Çün erde dirlik ola Hak ile birlik ola Varlığı elden koyup ere kulluk gerekir Kulluk ile erene bakıp Hakk’ı görene Senden haber sorana key miskinlik gerekir Hak ere benim didi varlığın erde kodu Erenlerin himmeti yerden göğe direktir Bu dervişlik beratın okumadı müftiler Anlar bilsün anı bu bir gizli varaktır Yunus sen arif isen anladım bildim deme Tut miskinlik eteğin ahır sana gerekir
1)Tıpkı bugünün Müslümanları gibi ana ve babasından kalma Bektaşiliktir. Bunlar baba ecdatlarının yoluna girmiş olmaktan başka bir gaye gütmezler. Bektaşiliği yalnız tevella ve teberradan yani Hz.Muhammed ve Hz. Ali’yi sevmek ve onların düşmanlarını sevmeyip buğz etmek; bir de onlarca malum olan erkân ve ayin-i cem meydanına girerek meydan görmek, nasip almaktan bilirler. 2-Bu ikinci kısım Bektaşiliği serbest bir kanaat ve meslek olarak görenlerdir. Orada içki, saz, kadın âlemleri bulunduğu için, hayvani hislerini ve hevesat-nefislerini tatmin edeceklerini düşünürler, bunun için Bektaşilik yalnız sarhoşluk ve zevktir. 3) Bu yoldan menfaat teminini düşünenlerdir ki o zaman tekkelerde karın doyurmak için oturanların ve sonunda baba olmak suretiyle kendilerine mürşid süsü verenlerin ekserisi bu nevidendir. Bunlar, babalığa mezuniyet demek olan bir ‘icazetname’ alarak baba olduktan sonra evini tekke yapmak veyahut mevcut olan tekkelerden birinin babalığını kaparak geçinmesini temin etmeğe çalışmaktan başka bir şey bilmezler. 4)Ya ecdadından veya babasından intikal eden bir meslek ve itikat olması ve bu itikatlara bağlı bulunması sebebiyle, Bektaşiliği sevip, bu tarikata girenler ve tarik hakkında lazım geldiği kadar derin ve hakiki bilgilere sahip olanlar veyahut bir tasavvuf yolu olarak kabul ettikleri bu tarikte tarikin ananelerine ve imkanlarına uyarak feyz almağa çalışanlardır ki bizce hakiki Bektaşi bunlardır.”2 Bir derviş Bektaşisi olan Yusuf Fahir Baba’nın yazısından aynen aldığımız bu satırlar anlatılan nitelikte bazı kişilerin Alevi-Bektaşi toplumunda olacağını sanmıyoruz. Alevi-Bektaşi toplumunun tamamına yakın büyük çoğunluğu, yüzyıllardan beri bu yol içinde bulunan ailelerden gelmektedir. Soyun yüzyıllardan beri Alevi-Bektaşi olduğu için inancı, yaşantısı, kişiliği o yolun kuralı ile bütünleşmiştir.Babagan Kolu, başka deyimle derviş Bektaşiliğinde, soyu Alevi-Bektaşi olmayan kişilerin yola alınması ve bunların giderek baba ve dede-baba olmaları nedeniyle, Yusuf Fahir Baba’nın anlattığı şekilde düşünen kişiler olabilir. Çok az sayıda olan bu kişilerin tutum ve davranışlarını genelleştirerek, Yusuf Fahir Baba’nın yaptığı gibi bunları Alevi-Bektaşilerin bölümleri gibi göstermek, gerçeklere tamamen ters bir anlatım olur. Hacı Bektaş Veli’nin mücerret (evlenmemiş) bir derviş olduğu, Balım Sultan’ın, bir Sırp prensesi ile evlenen Sersem Ali Baba’nın oğlu olduğu, Bektaşi ayinlerinin Hıristiyan akidelerine benzer bir yöne çevrildiği gibi uydurma ve gülünç söylentiler de, rastgele yola alınmış, Alevi-Bektaşi(*) inancını hazmetmemiş bu bilgisiz çevrelerden kaynaklanmıştır. Derviş Bektaşiliği veya Babagan Kolu , çok sınırlı bir çevrede kalmış, özellikle Anadolu’daki büyük Alevi-Bektaşi toplumunca ciddiye alınmamış olmasına rağmen, İstanbul’da aydın çevre ile temas kurmuş Bosnalı Vahdeti, Mir’ati, Vehbi, Mehmet Ali Hilmi ve İbrahim Mihrabi gibi güçlü şairler yetiştirmiştir. Bu nedenle, Alevi-Bektaşi yolu ile ilgili bilgiler bu kanaldan dışarıya yansımış, kitaplarda ve ansiklopedilerde bu konudaki bilgiler babalardan onların çevrelerinden işitilen sözlerden oluşmuştur. Ansiklopedilerde ve bu konuda yapılan bazı bilimsel araştırmalarda, Alevi-Bektaşi yolunun kurallarına uymayan hayali bilgilerin verilmiş olmasını bu nedene bağlamak gerekiyor. Bektaşiliğin bu bölümünün yaygınlaşmamış olmasının başlıca sebebi, temelinden soydan gelen bir Alevi-Bektaşi topluluğunun bulunmamasıdır. Bu kolda mücerretlik (evlenmemek) Hacı Bektaş Veli’nin yaşantısından örnek gösterilerek, önemli bir yol kuralı olarak kabul edilmiştir. Ailenin teşekkülüne olanak vermeyen bu “mücerret dervişlik” müessesesi, toplum yaşantısını zaafa götüren bir yöntem olarak, küçük insan gruplarını bir tekkenin içine veya bir babanın çevresine sıkıştırmıştır. Anadolu Alevi-Bektaşiliğinin de “musahiplikle” de ayrıca güçlendirilen aile sisteminden yoksun kaldığı, doğuştan ailenin bilinçli ve geleneksel inancından faydalanamadığı için “Derviş-Bektaşiliği”, Hacı Bektaş Veli’nin felsefesinin hayata uygulanmasında çok sığ ve yüzeysel kalmıştır. Başka bir deyimle, Hacı bektaş Veli’yi bir “Mücerret Derviş” gibi yanlış tanımladığı için, onun yoluna paralel bir tutum için tabii, içinden yetişen müstesna kabiliyet ve anlayıştaki kişiler dışında, pek girememiştir. (1) Celalettin ULUSOY, Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu (2) Yusuf Fahir Baba, “Bektaşilik”, Tarih Dünyası, sayı, 25
Mayıs 2005
PİR SULTAN ABDAL
Dergâhına Gel Allah birdir Hak Muhammet Ali’dir Anın ismi cüml’alemle doludur Bu yol Hak Muhammet Ali yoludur Gel Muhammet Ali dergâhına gel Özünü andırıp pâk eyler isen Umman budur, bahri olup dolarsan Hakk’ın didarını görmek dilersen Gel Muhammet Ali dergahına gel Gönlümden Hasan’ın ismi ayrılmaz Şah Hüseyin diyen diller yorulmaz Bu yolda ölene soru sorulmaz Gel Muhammet Ali dergahına gel Şahım Zeynel Âbidin’in âbına Yezit sığmaz oldu derler kabına Muhammed’in sancağının dibine Gel Muhammet Ali dergahına gel Gel varalım İmam Bakır-Oğlu’na Uymayalım şol yezidin fi’line Gel uyalım İmam Cafer yoluna Gel Muhammet Ali dergahına gel İmam Musa Kazım canlar canıdır Ali Musa Rıza mürvet kânıdır Varıp varacağımız Hak divanıdır Gel Muhammet Ali dergahına gel Taki bilin Naki ile buluşur Varır Hasan Askeri’ye karışır Anlara kavuşan Hakk’a kavuşur Gel Muhammet Ali dergahına gel Pir Sultan’ım eyder pervaz râhından Fetva budur çıkarırsan dilinden Eğer aman diler isen Mehdi’den Gel Muhammet Ali dergahına gel
17
SERÇEÞME
İNSANIN SEVDİCEĞINE KARANFİLLE ÖLÜM NASIL YAKIŞIR
Aleviler Ölümlerini Unuttu
Ö
Hasan Harmancı
lüm insan zihninin canlandıramadığı ve anlamlandıramadığı bir şeydir. Öyleyse ölümü yaşayan için ölüm diye bir şey yoktur. Ancak ölen için bu bilinmeme toplumun bütünü için geçerli değildir. Bu noktada öyleyse ölüm ölen için değil, kalanlar içindir. Yaşam bittiği anda ‘öteki dünya’ olsun veya olmasın buradaki tüm yolculuk sistemi kalanlarla ilgilidir. Kalanların ölüm karşısında geliştirdiği zihinsel oluşumdur. Toplumsal tanımlamalar ve ritüeller denklemidir. Bütün insanlık etrafında oluşmuş ve insan ölümünün zihinsel bir karşı duruşu vardır. Kimi toplumlar bu yüzden ‘öte dünya’ düşüncesine sahiptir. Ölümü tanımlamak bazen kolaydır. Bu da bedenin kendini sonlandırmasıdır. Yani mutlak ‘hiçlik’tir. Merleaur-Ponty bunu şöyle taçlandırıyor; ‘ne doğumum, ne de ölü-
yüzyıllık uygulamalar devam ediyor. Ölümün sınırının ve anlamının tanımlanması ne yas anlayışımızda, ne ölüm korkusunda, ne de ölene yönelik ritüellerde yenilik olabilecek bir daraltma yaratmamıştır. Özsel değişim çok azdır. Hâlâ ölünün ruhunu yatıştırmaya yönelik uygulamalar sürmekte neredeyse. Ölünün özenle gömülmesi, gömülme sırasında katılanların saygı içinde olması, ölüye şarkılar söylenmesi, adına kurban kesilmesi, bazı yas yasaklarının uygulanması ruhunun huzur içinde gideceği yolda olmasını sağlamaya yönelik uygulamaların göstergesidir. Ölümün biyolojik olmasına karşın, dinsel çözümler üretilmesi ölüm karşısında insanlığın duruşunu gösterir.
S. Freud’un deyişiyle şöyle tamamlayabiliriz; “Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda, aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.” Ölüm karmaşasını anlayamamayı La Rochefoucauld ise şöyle tanımlar; “insan güneşe de, ölüme de doğrudan doğruya bakamaz.” Schopenhauer’ın ölüme ilişkin düşüncesi ise; yaşamın ölümden alınmış kısa vadeli bir borç” biçimindedir. Epiküros ise; “Ölüm geldiğinde ben burada olmayacağım, onu deneyimlemeyeceğim ve kesinlikle şimdi, gelmeden önce de deneyimlemiyorum; öyleyse neden endişeleneyim, şimdi endişelenmeme ne gerek var.” Diyerek bütün zamanların en anlaşılır söylemini kuruyor yaşam ile ölüm arasındaki insan düşüncesinin çatışması hakkında. Descartes ise;‘ düşünüyorum, öyleyse varım’ sözleriyle insanı insan yapan ve ölümden ayıran çizgiyi kültürel dönüşüm açısından belirliyor. Buradan şuna çıkmak kolaylaşıyor; insanlığın kültürel birikimi insanın yaşama anlam katmasıdır. Ölüm üzerine kurduğumuz felsefe ölümü insandan koparmaktan öte insanın ölebileceği fikrine yakın tutmaktır daha çok. Ancak biyolojik ölümle inançların çevrelediği ölüm arasında nicel farklar vardır. Tıbbi anlamda (ex’ olma hali, Latince’de “Z” harfi.) ölümün tanımlanması kolaydır. O alan için noesis; düşünce edimi bittiğinde, noema; duyu verisi olmaz. Orada ölüm ilişkisinde bir yabancılaşma söz konusu ancak ölenin yakınları için ‘ölüm’ daha farklı anlamlara gelir burada. Ölüm karşısında gerçekleştirilen ritüeller, ölüyü uğurlarken bir yandan da geride kalanları ölüm karşısında korumak, korkularını yenmek amaçlıdır.
levilikte ölüm iki boyutludur; biyolojik ölüm ve ölmeden önce ölme. Biyolojik ölümü, ölüm, Hakk’a yürümek veya kalıbı dinlendirmek olarak tanımlanır. Bu kavramlarla anlaşılması gereken şey, ölümün bir son olmadığıdır. Alevilikte ölüm, bir kez ölme olarak tanımlanmaz. İslamiyet’te olduğu gibi bir Cennet veya Cehennem tasarımı yerine, yürüyeceği hayatta yeni bir başlangıç yapacağına inanılır. Kalıp tanımı ise vücuttur. Beden yaşlandığı veya yorulduğu için yeni bir ‘can’ olarak başka bir hayatı yaşamak için bedeninden ayrılır. Yaşam kalıbını terk eden, Tanrı’dan gelmiştir, Tanrı’ya gidecektir, Hakk’a yürür. Ölmeden önce ölmek olarak kavramlaşmış olan ölüm ise, ‘Nasip/İkrar ritüelindeki ölme’ biçimidir. Bu ölüm, iradi bir ölümdür bâtıni anlamda öğretinin formasyonundan geçmeyi gerektirir. İkrar alan kişi kendini bütün dünyevi tutkulardan –maddi ve manevi-, dileklerden, isteklerden arındırarak, yola girer. Aleviliğin öğreti boyutunda, iradi olarak ölen can, dünyadan kurtularak, dünyada yeniden hayat bulmuştur. Bu durum felsefi, bâtıni anlamıyla “ikinci doğum/yaşamdır.” Yaşamda, Tanrı’ya yeniden kavuşmak; maddenin, ruhun ve düşüncenin yoktan var olamayacağı ve vardan yok olamayacağı düşüncesi egemendir. Alevi-Bektaşi inancına göre Hz. Ali öldüğünde cenazesini kendisi yıkayıp, kendisi kefenleyerek tabuta yerleştirmiştir. Tabutunu devenin sırtında kendisinin taşıdığı resim motifleriyle öne çıkan bu uygulaması şöyle aktarılır;
müm bana benim bana deneyimlerim gibi görünebilir.’
“Toplumsal olarak düzenlenen cenaze töreni, hayal gücünün ölüm korkusuyla birleştirmek üzere devreye soktuğu savunma mekanizmalarını eylem düzlemine, dolayısıyla topluluk düzlemine getirerek, bilinçaltının ihtiyaçlarına cevap verir. Bu mekanizmalar o kadar etkilidir ki genellikle sembolleştirme dolambaçlarının ötesindeki gerçek arzuları kavramak güçtür. İnsanlar ölülerine hizmet ettiklerini ve onları kutsadıklarını söylerler ve buna inanırlar, fakat ölü ve hayatta kalanın birbirine karışması değişmez olarak kalır.”1 Ölüye gösterilen saygı ondan korunma kaygısının yönlendirilmesine yönelik bir tavırdır. Ölünün sarıldığı kefen, tabuta sarılan örtüler, kapalı kutuya konması, mum yakılması, tütsü yapılması, ateşte yakılması, suya bırakılması gibi uygulamalar kutsallıkla örüntülemenin yanında ölümü toplum dışına sürmenin bir yoludur. Ölü evinde aynaların bez örtülerle kapatılması veya ters çevrilmesi, parlak yüzeylerin kapatılması, bağlı ipliklerin veya halatların açılması gibi uygulamalar ölü ruhunun bu dünyada takılıp kalmasını engellemek içindir. Ölü için hazırlanan yemeklerin cenazeye katılanlar tarafından yenilerek ölüm duygusundan arınmaktır. Ölünün yıkanması, kutsanmış su serpilmesi, ölünün çamaşırlarının yıkanması veya yakılması, yıkama suyunun kazılan toprağa dökülmesi, ölünün geçtiği yollarda kutsal suların etrafa serpilmesi, ölü evinin temizlenmesi, havalandırılması, yağlanması, tütsülenmesi -tütsü aynı zamanda ruhun tütsüyle uçmasının kolaylığı için de kullanılır- arınmayı, ölümün topluma bulaşmasını engellemeyi sağlamak amaçlıdır. Cenazeye yönelik tören ve ritüeller tüm dünyada inanılmaz ölçüde yaygındır. Ölüm ve sonrasına ait karmaşık olsun olmasın her toplumun bir -kendi içinde anlaşılır- uygulaması vardır. Uygulamalar birbirine yakın olmasa da temelde aynı amaca yöneliktir. Ölüme ait ritüeller ölümün bilimsel tanımlamasına karşın sürdürülmektedir. Neredeyse
18
A
Alevilikte Ölüm
“Hz. Ali kendisinin verdiği vasiyet doğrultusunda, cenazesi gelen kişiye verilir. Hz. Ali’nin bu cenazesini devenin sırtına koyarak taşıyan ve oradan giden kişinin yüzü örtülüdür. Hz. Ali’nin oğulları bu geleni gizlice takip ederler, bir ara yüzündeki örtünün rüzgârda açılmasıyla oğulları bakarlar ki cenazeyi taşıyan yine kendisidir.” Bu mistifikatif ifadenin arasına sıkışmış olan birçok soru olmasına karşın, toplumsal kabul gören mucizevi durum Alevilikte olduğu gibi başka bâtıni inançların da kullandığı bir söylencedir. İslami motiflerle çatışan bu örnek sadece Alevi-Bektaşi türü öğretilerde belirgin bir imajsal değer taşımaktadır. Hatayi’nin bununla ilgili yazdığı şiirinin ilgili dörtlüğü şöyledir; “Ali’dir cesedin kendisi yuyan Yuyup kefeniyle tabuta koyan Ali’dir devesin kendisi güden Hak ile Hak olan Arslan Ali.” Alevi Bektaşi ozanlar ölüm kavramı üzerine yazdıkları çokça şiirle aslında tam da bâtıni, felsefi düşünün, öğretinin duruşunu sergilemişlerdir. Alevi Bektaşi ilk şairi olan Yunus Emre; “Ölür ise ten ölür, Can-
lar ölesi değil” özdeyişiyle önemli bir çıkış sergilemiştir. Yine başka bir şiirinde; “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri. İsteyene ver anı, bana seni gerek seni.”’
Âşık A. İzzet Özkan çok yönlü bir eleştiri sürdürüyor ve özellikle Alevi Bektaşi öğretisi üzerinde büyük baskı ve tahakküm kurmaya çalışan İslam’ı sorgulamayı şiirinde kendine görev ediyor; “Cenazeme imam oldu nazarım Öldüren de benim ölen de benim Mezarımı elim ilen ben kazdım Ağlayan da benim gülen de benim
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME aynı zamanda yaşam kültürü olarak diğer doğa parçalarıyla eşit olmaktır aynı zamanda. Tektanrılı dinler başta olmak üzere insan bu dünyanın kısmi egemenleridir. Tüm diğer canlılardan üstündür. Alevilikte bu düşünce yadsınır. Birçok şair de, düşün insanı da onun gibi düşünür. Âşık Veysel’in bu yöndeki sözleri destekleyen şiiri şöyledir; “Aslıma karışıp toprak olunca Çiçek olur mezarımı süslerim Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar Gökyüzünde dalgalanır seslerim Ne zaman toprakla birleşir cismim Cümle mahlûk ile bir olur ismim Ne hasudum kalır ne de bir hasmım Eski düşmanlarım olur dostlarım Evvel de topraktır sonra da adım Geldim gittim bu sahnede oynadım Hz. Ali ve Devesi - Ömer Bortaçina Koleksiyonu, Cam Altında Yirmi Bin Fersah, Yapı Kredi Sanat, s 48 Allah gizli değil sana benziyor Canı katı teni bana benziyor”’ Alevilik öğretisinin önemli bir düşün yansıması olan Cennet Cehennem düşüncesinin olmaması aslında diğer inançlardan kendisini farklı bir noktada görmesine yetmektedir. Yaratılış düşüncesi, dünyayı algılama ve yaşama düşüncesinin farklı olmasının yanında bir de ‘kalıbı dinlendirme’ inancının olması aslında birçok inanç formunun çürütülmesidir. Alevi-Bektaşi düşün yapısı başta olmak üzere tüm sır inanç ve öğretilerini derinden çözecek bir yol açmıştır. Kitaplı ve bâtıni inançları bilen Şeyh Bedreddin akıl ve sezgiyle ulaştığı bu noktaya inanç kitaplarının eksik ve anlamsız gelen ve açıklanamayan boyutundan da bakmıştır. Şeyh Bedreddin’e göre, Cennet ve Cehennem bu dünyadaki iyi ve kötü hareketlerin ruhlarımızdaki görünümleridir. İnsanı Hakk’a doğru götüren her şey melek ve rahmandır ve aksine sürükleyen ve insanın damarlarında dolaşan şehvani güçler ise şeytandır. Bedreddin, ruh ve maddeyi aynı görmekle kendisini o güne kadar aynı yolu izleyen filozoflardan ve inanç temsilcilerinden ayırmıştır. Düşünceleri heyecan ve insani coşku yaratırken, yoldaşları, müritleri ölümü ondan önce bellerken, ölümü hiçe sayan düşünürün yarattığı inanç formu Alevi-Bektaşi öğretisine sinseydi olumlu katkıları kuşkusuz artacaktı, ancak bunun yerine İslami tepkilerin yaratacağı etkiler çerçevesinde sinilmiş veya tartışılmamış olması İslam içinde gerileyerek, takiyevari sığınmayı, sulanmayı sağlamıştır. Avrupa’nın düşün yaşamının tüm alanlarda yenilendiği bir döneme denk gelen düşüncesinin felsefe-bilim alanına taşınamamış olması öğretinin kendisini direnç noktasında sıçrama yaratıp tazelemesi yerine, felsefi daralma ve gerileme yaşamasına neden olmuştur. Aleviliğin önemli kurumlarından biri olan Cem Törenleri içinde yer alan ve birlik ruhunun kendi içinde temsili ifadelerine yer veren karşılıklı anlaşarak kutsallaştırılmış metinler ve şiirler çerçevesinde tanımlanan ‘hak paylaşımı’ düsturu, cenazelerde ‘hak helalliği’ şeklinde devam etmektedir. Sembolik bir içerik taşır görünmesine karşın, ‘öbür dünya’ kavramı yerine, ‘yeniden doğuş’ fikrini savunan bir felsefe için önemli ve belirleyici önem taşımaktadır. Ölenin affedilmesi üzerine kurulan bu söylemde hem koruma hem de Yaratıcıya karşı toplu talep olarak değerlendirilebilir. Şeyh Bedreddin’le benzer tepkiyi çokça dillendirdiğimiz şiirinde Kaygusuz Abdal şöyle dile getirir; “Kıldan köprü yaptırmışsın Gelsin kullar geçsin diye Hele biz şöyle duralım Yiğit isen geç a Tanrı.”’ Yine düşünce sırlarını Alevi-Bektaşi öğretisi çerçevesinde tutan Daimi çağdaş yorumunda “insan-Tanrı” birlikteliğini insanda arar ve güçlü anlatışıyla; “Ben beni bilmezdim hatır kırardım Meğer ilmim noksan imiş bilemedim Ben insandan başka ilâh arardım Meğer ilâh insan imiş bilmedim.”
Yeniden doğuş düşüncesine en yakın ifadeleri çağdaş anlamda dile getiren başka bir şiiri de Âşık Veysel’dir. Onun düşüncesiyle Alevilik içindeki önemli bir kuralı da teyit etme imkânı yaratılmıştır. Ölümün ardından başka bir canlının ruhu olmak Mayıs 2005
Türlü türlü tebdilata uğradım Gahi viran şen olurdu postlarım Benden ayrılınca kin ve buğuzum Herkese güzellik gösterir yüzüm Topraktır cesedim güneştir özüm Hava yağmur uyandırır hislerim Alemler alem ölçer biçerler Hamını hasını eler seçerler Bu dünya fanidir konar göçerler Veysel der ki gel barışak küslerim”’ İslami koloniziyasyon içinde gösterilmesine karşın düşünceleriyle felsefi anlamda olduğu kadar uygulama alanında da farklı çıkışlar gösteren Mevlana Celaleddin-i Rumi yeniden doğuş düşüncesine şu mısralarıyla katılır; “Taş olarak ölmüştüm, bitki oldum. Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum. Hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum. Öyleyse ölümden korkmak niye? Hiçbir sefer daha kötüye dönüştüğüm ya da daha alçaldığım görüldü mü? Bir gün insan olarak ölüp, ışıktan bir yaratık, meleği olacağım. Fakat yolum devam edecek: Allah’tan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.”
A
Çeyiz Götürme
levilikte kullanılan “Hakk’a Yürümek”, “Göçmek” gibi kavramlar yanında “çeyiz götürme” kavramı da kullanılır. Ancak bu kavram her ölümü tadan için kullanılmaz. Daha çok nasip alanlar ve tekke ileri gelenleri için uygulanır. Alevilik-Bektaşilik yanında birçok tarikatta da uyulan bir ritüeldir. Halkla en az paylaşılan ritüellerden biri olan ‘çeyiz götürme’ cenazenin kaldırılması sırasında gerçekleştirilmesi gereken kutsal uygulamalar dizisidir. C. Server Revnakoğlu’nun makalelerinde uzun uzun anlatılan çeşitli tarikatler arasındaki uygulamalar içinde Bektaşilerin uygulamalarının farklılık taşıdığı görülmektedir. “Bektaşiler’de cenazenin Baba’lar tarafından gasledildiğine’ değinen yazar, “Şayet Baba bulunmazsa veya cenazeyi yıkamak elinden gelmiyorsa o zaman bu işe eli yatkın, içeriden bir Bektaşi, Can’ı Baba’nın tensibi ile vazife ifa ederdi…. Gasıl ve abdestten sonra cenazenin kefenlenmesi, çeyizlenmesi (emanetlerinin koynuna konulmak suretiyle kendisine teslim edilmesi) yine Baba’ya aittir. Evvela eski ve yeni kefeni (nasib aldığı gece üzerine giydirilen beyaz gömlek entari, hilafetinde tekrar giydiği diğer gömlek) üst üste giydirilir, şayet kollarından geçirilemiyorsa vücuduna sarılır; dışarıdan alınan son kefeni de en üstüne konulur, uçlarından bağlanır ve bir daha açılmazdı. Muhib ve Baba’nın fahri, tacı, kemeri, kanberiyyesi konulmaz, sadece tarikate girdiği zaman ilk giydiği örgü arakiyyesi başına geçirilirdi. Bu örgü arakkiye evlerde dikilmedir. Bunu tekkede bacılar işlerdi. Sokakta satılmazdı. Daha eskiden bunun yerine beyaz keçe külah kullanılırdı. Arakiyyenin giydirilmesinden sonra boynuna “Tığ-ı Bend”i vurulur; uçları eline verilirdi. Buna gidiş cihazı-çeyizi denilirdi ve mühim hizmetlerden sayılırdı… Bu esnada Zâhir’den (dışardan) (Devamı 20. sayfada)
19
SERÇEÞME (Baştarafı 19. sayfada)
Aleviler Ölümlerini Unuttu kimse orada bulundurulmazdı….Şeyhin, halifenin veya dervişin vefatında yapılan merasim, birbirinden farklı olmamakla beraber, ufak tefek bazı değişiklikler vardır. Şeyh efendinin naşı, tevhidhaneye getirilir ve mihrap postunun önüne uzatılırdı. Baş ucunda buhurdan uyandırılır (yakılır) ve üstüne Kâbe örtüsü örtülürdü. Yahut şal konulurdu. Onunda üzerine şeyhin feracesi çekilirdi…. Gidiş Çeyizi tabir edilen bu merasimin ufak tefek değişmelerle yapılan diğer şekli de şöyle idi: Tabutun başucunda uyandırılmış çerağlar (mumlar) sabaha kadar yanardı. Etrafındaki zikir halkasına dışarıdan isteyenler de katılabilirdi…. Gaslın sonunda bir gülbang çekilir ve cenaze tabuta yerleştirilir…’
BİR K İTAP
Kızılbaş Kadın Haşim Kutlu Alev Yayınları, Mayıs 2005 ISBN 975-335-050-3 15 x 23 cm, 255 Sayfa, Fiyatı 12 YTL
Kızılbaş Kadın “Alavilik” bilinecek ise öncelikle onun “Kızıl” özü görülmelidir. Bu öze rengini veren Kızılbaş kadın bilinmeden bir Alavinin yol insanı olması olası değildir. Kadına Kızılbaşlığın tanıdığı hakkı tanımadan, buna ikrar verip iman etmeden Kızılbaş olunması da olası değildir. Alavilikteki “kzıl”lığın inkarı, kadının inkârıdır. Kadınsız Kızılbaşlık olmaz. Kadını inkâr etmiş Kızılbaşlık “Benim Kabe’m insandır” desin, o “insan”ın, diğer inançlarda sözü edilen insandan hiç bir farkı yoktur. O “bir tür insandır” ve erkektir!. Lavilik kendi gerçekliğinden kaçtıkça; Kâbe’sine koyduğu insan, sadece erkek olur! Bu erkeğin suyu ister “öz Türk”e isterse “öz ehlibeyt”e dayansın fark etmez. Orada Kızılbaşlık değil, düşkünlük ve korku vardır! Çok kadınlı evlilik, Kızılbaşlarda da görülmeye başlamıştır. Kız çocuklara miras hakkı tanınmamakta ve kızlara sermaye gibi bakılmaktadır. “Başlık Parası” denilen ve mal durumuna düşürülmüş kadının, “özel ev”lere ömür boyu satılmasını ifade eden alım-satım bu yolak içine de girmiştir. Beyoğlu eğlencelerini andıran düğüner ticari getiri kaynağı olmuştur. “Rızalık Şehri”ne ikrar unutulmağa başlamıştır. “Rızalık Şehri” erkânınca yasak uygulamalar, egemen sistemle barışık yaşamak isteyen inkârcı Kızılbaş erkeği tarafından sokulmuştur. Kimi Pirsoylu erkekler bu güzergahta başı çekmişlerdir Bugünün Kızılbaşlığı; uğruna bedel verenlerin, Ateş kuyularına atılanların, ırzlarına geçilenlerin, kızlarına ve kadınlarına el konulup yağmalananların Kızılbaşları değil; soylarını inkârcılıkla kurtardıklarını sananlardan arta kalan Kızılbaşlıktır. Bu zeminde üretilen Alavilik ise “Rızalık Şehri Kızılbaşlığı” değil nefsin sermayenin Kızılbaşlığı olur.
Haşim Kutlu, Önsöz’den 20
Bâtıni birçok inanç motifinin parçası olarak cenazenin bulunduğu yerde mum yakılır, pencereleri açık tutularak içerisi havalandırılır. Böylelikle ölenin ruhunun dışarı kolay ve rahat çıkması sağlanır. Fiziki dünyayı terk ederek, ‘zaman-mekân’dan ayrılarak, başka bir canlının ruhunda yeniden hayat buluncaya kadar ruhsal dünya olan ‘zaman-durum’a geçmiş olur. Ölümden sonra yaşamın sürdürüleceği düşüncesi reankarnasyon boyutu ile düşünülmesi doğu toplumlarının özelliği arasındadır. Budizm ve Hinduizm bu felsefenin en belirgin olanlarındandır. Modern mistik dünyada da önemli kabul görmekteler. Özellikle parapsikoloji bu alanı destekler deneyimler ve örnekler önererek boyutlandırmaktadır. Özellikle hipnotizma aracılığıyla eski yaşamlarına geçen insan örnekleri sunulmaktadır. Hipnoz aracılığıyla başka hayatlarına ait dillerle konuşanlar olduğuna dair örnekler dahi verilmektedir. Bu anlayışlara göre tüm canlıların yeniden bu dünyaya gelmesi diye bir şey yoktur. Gelmeyebilir veya başka –uzay- yaşamlarına da geçebilirler. Öyle ki son yıllarda ‘deja vu’ olarak adlandırdığımız; daha önceden görmüş olma’ kavramı çerçevesinde derinlemesine bir çalışma ve inanma alanı oluşmaya başlamıştır. Son dönemlerde özellikle Amerika’da yeniden doğuş fikri –baskın inancın Protestanlık gibi Cennet- Cehennem kavramları üzerine oturmasına karşın- önem kazanmaya ve taraftar toplamaya başlamıştır. Başka bir inanç boyutuna sahip gibi görünmesine karşın; sembolik formlar içeren mum yakma, su serpme, tütsü kullanma işlemleri daha çok yeniden doğuş düşüncesine sahip olan topluluklara ait uygulamalardır. Yaşam biçimlerinde modernitenin etkisinin artığını gösterir formları da kullanan toplumların yavaş yavaş yaşam için değişimler uygulamaları yanında ölüme ait unsurlarda da değişiklikler yapmaktadırlar. Örneğin: Amerika Birleşik Devletleri’nde bir şirket, içinde-öldükten sonra yakılmış- insan külü bulunan 1130 kapsülü taşıyan bir füzenin 3.000 km. yüksekliğe gönderilmesi iznini resmi olarak aldığı belirtilmektedir. Bu işlem karşılığında 39.000 frank karşılığında, ölünün 63 milyon yıl boyunca dünya çevresinde dönmesi sağlanacak.2 Herhalde kıyamet düşüncesi olan bir inananın böyle bir şeyi, her an ‘kıyamet kopacağı’ korkusuyla kabul edebileceği bir şey değildir bu.
Ö
Ölüm Kavramının Önemi
lüm biçimini yadsımak yaşam biçimini de yadsımaktır. Ölüm kavramını yeniden okumak veya yargımızın toplumsal ve bireysel olarak nasıl uygulamalarla hedefine ulaştığını bilmemiz, bizim yaşarken nasıl düşündüğümüzü, neye nasıl inandığımızı belirler. Bir anlamda metafizik anlayışa doğanın bir parçası olarak nasıl bir duruş sergilediğimizi gösterir. Bir anlamda ‘metafizik ekoloji’mizin boyutunu gösterir. Toplumların iç ve dış yaşayışların birbiriyle karşılaşması sırasında bazı ritüel çatışmalarının ve kayıplarının olması doğal olması yanında bazı alanların özsel kayıplara ulaşması toplumun kültür bilincini açık yozlaşmaya bırakmaktadır. Yamalama formülü toplum düşüncesi için intihardır. Pradigmanın kaybolmasıdır. Ritüel dünyamızın zaten zaman dışı bir boyutta olması insanın kavramasında zorluklar yaratırken birde yıkıma uğraması çürümeyi tetikler. Yaşam göreneklerimiz, alışkanlıklarımız, üretim ve paylaşım biçimimiz, -en azından kültür kalıbı çerçevesinde- insan ilişkilerimiz veya dünyada neyi temsil ettiğimiz açısından önemli ve yaşamsaldır. Tarihsel olarak olduğu kadar, yaşamsal olarak da birbirini tutmayan çatışmalı inanç biçimine dönüşmek yan yana dizilemeyen dünyalar yaratmaktır. Toplumun burada birbirinden ayrılan kümelere dönüşmesi doğaldır. Çünkü kavramsal alan düşün alanına hükmetmeye başlamıştır ve ritüel kayıplar artmıştır. Bazı ritüel duruşlar karşılıklı ‘küfür’ konumuna gelmeyi seçmek zorunda kalabilirler. Aynı geleneğin içinde karşılıklı yoksunluklar ortak yaşam ‘yurdu’ oluşturulmasına engeller oluşturmaya dönüşür. Felsefi anlamda anlağın ve ‘düşün sözlüğü’nün karışması değersel ‘yabancılaşma’ya neden olur. Aleviliğin kendisini bu noktada dünya karşısında yeniden sorgulaması gerekmektedir. Boyutsal olarak bağdaştırmacı özneler kullanan Alevilik bazı alanlarda zorlandıkça ‘öteki’ dediği olmakla yüz yüzedir. Alevilik için bu dünyadan gidiş yoktur, tekrar tekrar gelmek vardır. Bu sonsuz bir geliş tekerleğine dahil olmak değildir. Yaşamı, daha iyi, huzurlu ve ‘kâmil insan’ olma yolunda yaşamak üzere gelmektir. Bu anlayışını yetirirse, sadece ‘kalıbı dinlendirmeye’ gittiğine nasıl inanır ki. Bu anlaşılmazlıklara düşmemek için öncelikle stratejistlerin ellerinden kurtarılmalıdır Alevilik. Modernizm karşısında zorlanırken, bilinç kaybına uğrarken içindeki en önemli unsun olan sekülarizasyon dokusuyla birlikte ana karşı-kültür kimliğini sağlıklı ayakta tutma çabasını fantazyalardan kurtarmalıdır.
KAYNAK
1 Loui-Vincent Thomas, Ölüm. İletişim Yay.1991. 2 Nurhan Atasoy, Derviş Çeyizi, ‘Türkiye’de Tarikat Giyim-Kuşam Tarihi’, Kültür Bak. Yay. 2000.
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME
Ilımlı İslâm ya da İslâm Radikalizmi Bölüm - I Vahap Erdoğdu En karmaşık kavramlar yalın öğelerden oluşur. O karmaşık kavramlar yalın öğelerine ayrıştırıldığında, anlaşılır, açık seçik basit olgulara dönüşürler. “Ilımlı İslam” da tıpkı “küreselleşme”, “Pazar ekonomisi” gibi, hinoğlu hince önümüze sürülen, ilk bakışta anlaşılması güç moda kavramlardan biridir. Aslında ne “küreselleşme” yeni bir kavramdır, ne de “Pazar ekonomisi”. İngiliz sömürgeciliğinin vaftiz babası, Doğu Hindistan Şirketi’nin (East Indian Company) memurlarından Adam Smith’in, on sekizinci yüzyıl ortalarında kotarıp top tüfek gölgesinde kabul ettirdiği kavramlardır. O dönemde İngiliz sanayicilerin “liberalizm” adı altında “özgürlük” ve “uygarlık taşıyıcısı” kimliği ile “açık kapı” siyasetini egemen kılmak için az kan dökmediler. Hindistan’a yerleşen Doğu Hindistan Şirketi, Hindistan’ın geri, feodal düzenini yıkacak, kapitalistleştirme sürecini hızlandırarak ülkeyi geliştirmiş olacaktı. Oysa tam tersi oldu, Hindistan köylüsü, şirketin geniş plantasyonunda toprağa bağlı köleler haline geldiler. Süveyş Kanalı’nın açılışı da aynı gerekçeye dayandırılmıştı. Mısır’ın fellahları Batı’nın bilim ve teknolojisiyle donanacak, üretim, dışsatım artacak ve Mısır halkı zenginleşecekti. Hindistan’da olduğu gibi orada da tersi oldu. Mısır’ın zenginlikleri, köleleştirilen fellahın “aracıyla” Avrupa kapitalizminin merkezlerine akıtıldı. Mısır’ın filizlenen dokuma sanayi “açık kapı” politikaları sonucu silinip süpürülmüştü.
1-Sömürgeciliğin Dini Hıristiyanlık Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı sergiledikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz. 1 Sömürgecilik kapıları zorla açmakla işe başladı. Bu bağlamda 1453 tarihinde İstanbul’un Türkler tarafından alınması bir dönüm noktasıydı. Doğu’nun geleneksel yollarına açılan önemli bir kapı Türkler tarafından kapatılmıştı. Başka kapılar aramak gerekiyordu. İkinci dönüm noktası ise 1492’dir. Bu tarihin sömürgecilik döneminde önemi büyüktür. Kastilya Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand evlenerek İspanya Krallığı’nı kurdular. Hıristiyan bayrağını önce Endülüslerin Avrupa’daki son kalesi Granada’ya diktiler. Bu zafer, Avrupa’daki bütün kiliselerin çanlarının çalınmasıyla kutlandı. Granada’da 600 yıldan beri yaşayan Müslümanların ya Hıristiyanlığı kabul etmeleri, ya da orayı terk etmeleri istendi. Bir başka fermanla da Yahudilerden aynı şey isteniyordu. Bu ferman üzerine 80 bin Yahudi Portekiz’e, 50 bin Yahudi de Osmanlı’ya sığındı. Kalanların kimi öldürüldü, kimi Afrika ve öteki Avrupa ülkelerine göç etti. “Dönme” olarak kalanlar, ikinci sınıf topluluklar olarak varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Böylelikle, Hıristiyan, Musevi ve Müslümanların 600 yıllık paylaştıkları birlikteliğe son verilmiş oluyordu. Kolomb’un Hindistan’a yeni yol arama seferi de aynı tarihe rastlar. Kolomb, Tanrı ve kral adına çıktığı ilk yolculuk Karaib adalarında kurduğu ilk koloni ile sonlanır. Kolomb yeni bir dünyayı keşfettiğinin ayırdında değildir. Giriştiği bu serüvenin kanlı, uzun bir yolcuğun kapılarını açmış olduğunu da bilmiyordu. Ama Küba’nın yerli halkı bu İspanyol fatihleri tarafından yok edildikten 25 yıl sonra, 1519’da Herman Cortes, Küba’dan Meksika Körfezi’ne yelken açtı. Yeni köleler ve altın peşindedir. Cortes Körfez’e çıkar çıkmaz, yedi yüzyıl önce, Tarık’ın yaptığını yapar, gemileri ateşe verir. 600 adamı, on yedi atı ve 10 topunun önünde papazları ellerinde İsa’nın haçları, Meryem’in ikonaları ile ilerlerler. Köklü bir uygarlığın ve zenginliğin sahibi olan Astekler, tükürükleriyle boğabilecekleri bu garip görünüşlü insanları şaşkınlıkla karşılarlar. Astek Kralı Montezuma İspanyolların gelişini haber alınca, konseyini toplar. Kimileri bunlara karşı koymak gerektiğini savunsalar da, çoğunluk, bu “beyaz kanatlı deniz evlerinde” yaşayan, yuvarlak borularının ağzından çıkan ateşle çok uzaktaki insanları öldüren “beyaz yüzlü”, “taş elbiseli” bu doğaüstü yaratıklara dostça davranmak gerektiği kararına varır. Montezuma yapmaması gerekeni yapar. Onlara karşısında ne denli güçlü olduğunu kanıtlamak için zenginliğini gösterecek muhteşem hediyelerle geri dönmelerini rica eden mektuplar gönderir. Yüz kölenin taşıdığı mücevherler, giysiler, şahane deri işleri, “araba tekerleği büyük-
Mayıs 2005
lüğünde” altın ve gümüşten yapılmış iki tepsi İspanyolların iştahını iyice kabartır. İspanyollar ilerlemelerini sürdürürler. Kendilerini bir prensin elçileri olarak tanıtan bu tuhaf yaratıklar, Asteklere rakip kabilelerle işbirliğini de ihmal etmezler. Montezuma kente girişlerinde bilinmeyen bir ülkenin bu tuhaf elçilerini törenle karşılar. Astek ordusu kentin tepelerinde emir beklemektedir. Kısa sürede sarılarak yok edilebileceğini gören Cortes, Montezuma’yı sarayına kilitleyerek esir alır. Durumu geçte olsa kavrayan Astek Kralı, Vera Cruz’da bulunan Cortes garnizonuna saldır emri verir. Aztekler kellesini kestikleri iki İspanyol’dan birinin kellesini başkente gönderirler. Aztek ordusu dirense de, Cortes halkı krala karşı ayaklandırır ve 13 Ağustos 1521’de krallığı teslim alır. O görkemli uygarlık Isa ve Kral adına yağmalanıp, yok edilir. Bu olay sömürgeciliğin kanlı tarihinin de başlangıcıdır.
Her Savaş Tanrıların da Savaşıdır Tanrılar bütün savaşların içinde, çoğunlukla da önünde olmuşlardır. Truva savaşında tanrılar, savaşan tarafların yanında saf tutmuşlardı. Üstelik hiçbir etik değerleri de yoktu. Aldatıyorlar, yalan söylüyorlar, insanları kandırarak kötülüğe itiyorlar, insanlarla sevişiyorlardı. Büyük zenginliklerin sahibi oluyorlardı. Fanilerle bu denli içli dışlı olan tanrılar, dünyanın nimetlerinden de öteki faniler gibi yararlanmasını biliyorlardı. Toprağın işlenerek yerleşik tarıma geçişle birlikte kölelik de başlıyor, Mısır ve Mezopotamya uygarlığını oluşturuyor. Köleliğin en zengin olduğu yer Mısır’dır. En büyük köle sahipleri de tanrılar adına Mısırlı rahiplerdir. Her site devletinin bir tanrısı vardır. Tanrının gücü, tanrısı olduğu sitenin gücü ile sınırlıdır. Site devletinden siteler devletine geçişle birlikte, çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş de başlıyordu. Devletler birbirleriyle savaşırken tanrılar da savaşıyordu. Zaferi kazanan tarafın tanrıları, yenilen tarafın tanrılarının tahtına oturuyordu. Böylece en büyük tanrı en güçlü devletin tanrısı oluyordu. Küçük bir kent iken Thebae’nın küçük tanrısı Amon, Thebae başkent olunca, o da tanrıların başına geçmişti. III. Ramses döneminde Amon’un serveti 235.000 hektar toprak, 81.000 köle, dirilerle eşit davranılan 5.00 heykel ve 421.000 baş hayvandan oluşuyordu. Hıristiyanlık köle emeğinin ekonominin vazgeçilmez kaynağı olduğu bir bölgede filizlendi. Tanrı’nın Meryem’in rahmine nurunu göndermesiyle doğan İsa’nın önderliğinde Hıristiyanlık, köleler arasında yandaş bulmuştu. Hıristiyanlığa göre bütün köleler Cennet’e gideceklerdi. Hıristiyanlık doğduğu yörede kök salamadı. Hıristiyanlık doğduğu yerden uzaklaştıkça güç kazandı, Avrupa gücünün merkezi oldu. Arap-İslam istilasının Avrupa’daki sonucu, kilisenin güçlenmesi olmuştur. İslam istilasına karşı Hıristiyanlığın korunması kilisenin bayrağı altında mümkün oldu. Kilise derebeylerin arasında birlik sağlayarak siyasal gücünü arttırdı. 19. yüzyılın ortalarına dek kilise bu politik gücünü korudu. Avrupa’da kendi kültürünü, uygarlığını oluşturarak dünyaya yayılmaya girişti. İslamiyet’in tersine, Hıristiyanlık, İslamlığı, onun peygamberini, kitabını hiçbir zaman tanımamıştı. İslam’ı batıya ilk tanıtan Şamlı Jhon (ölümü 748.) olmuştu. Ona göre İslam “din karşıtı, acımasız, şeytani, şehvetli, ahlaksız, fanatik ve amansız bir Hıristiyan düşmanlığıydı”. 1095’te ilk Haçlı Seferleri’ni ateşleyen Papa Urban II, Müslümanları “şeytana tapan, iğrenç, aşağılık, bir kavim” olarak tanımlıyordu. İlk Haçlı Seferi’ne katılan haçlı orduları geçtiği yerlerde Müslümanların yanında, İsa’nın çarmıha gerilmesine neden oldukları için, Yahudilere karşı da tarihin en büyük katliamını yapmışlardı. Müslümanlar, Türklerin kılıçları sayesinde yok olmaktan kurtuldu. Beş yüz yıl sürecek olan bu saldırılar kiliselerin güçlenmesinden öte bir sonuç vermemişti. Doğu’nun Hıristiyanlaştırılması mümkün olmamıştı. Çünkü doğunun üstün kültürü karşısında Hıristiyanlık kültürü etkili olamıyordu. Doğu’nun ticaret yolları Müslümanların denetiminden kurtarılamamıştı. Site devletlerinin tanrıları gibi, tanrının temsilcileri olarak Papalık ve kilise her türlü yolsuzluğun, ahlaksızlığın içine gömülmüştü. Papalar, kardinaller, birbirleri ile rekabet içinde olan, Venedikliler, Cenovalılar, Milanolular arasındaki rekabete göre seçiliyorlardı. 1453’te İstanbul’un alınarak Bizans İmparatorluğu’nun sona erdirilmesi, kilisenin günahlarından ötürü Tanrı’nın Hıristiyanları cezalan(Devamı 22. sayfada)
21
SERÇEÞME
DEDEMOĞLU
Kırklar Semahı Gitme durnam gitme nerden gelirsin Sen nazlı canana benzersin durnam Her bakışta beni mecnun edersin Gönülde mihmana benzersin durnam Pir Balım Sultan’a benzersin durnam Yürü de dilber yürü canana yürü Durnam gökyüzünde pervane döner Dertli âşıklara badeler sunar Âşıkların senden inayet umar Talibe Lokman’a benzersin durnam Allah Allah Allah Allah Hudey Hudey Hudey Hudey Bugün ben pirimi gördüm Gelir salını sahnı Selamına karşı durdum Bağrım delmi delmi Hudey Hudey Hudey Hudey Bağrım delmi delmi Gel dedim yanıma geldi Gamzesi sinemi deldi Bir izzetli selam verdi Aldım sevini sevini Hudey Hudey Hudey Hudey Aldım sevini sevini Kaynadı karıştı kanım Ezelden severdi canım Sen benimsin bende senin Dedim sevini sevini Allah Allah Allah Allah Dedim sevini sevini Kıymetin paha biçilmez Cemalin nurdan seçilmez Vakitsiz güller açılmaz Derdim gülünü gülünü Hudey Hudey Hudey Hudey Derdim gülünü gülünü Dedem oğlu der ağlatma Yüreğim derde dağlatma Varıp yadlara bağlatma Zülflin telini telini Hudey Hudey Hudey Hudey Zülfün telini telini Allah Allah Allah Allah Zülfiin telini telini
Duyuru Serçeşme’nin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Koçak’ı Çarşamba günleri saat 15:30 – 17:00 arasında Marmara bölgesinde ve internette ANADOLU’NUN SESİ RADYOSU’nda (92.9 FM) “Gezgin” programında dinleyebilirsiniz.
22
Baştarafı 21. sayfada
Ilımlı İslam ya da İslam Radikalizmi Bölüm - 1 dırması olarak algılanıyordu. Türklerin İslam dünyasının önderliğini alması, Hıristiyan yayılmacılığının doğuda önünü kesmesi, Hıristiyan kültürüne Türk düşmanlığını da taşımış oluyordu. Reformcu papaz Luther, Papa’dan, Türklerden, Yahudilerden, kadınlardan ve başkaldıran köylülerden nefret ederdi. Bunların tümü Tanrı ile kulun arasına girerek kötülük üretiyorlardı. Luther’in gözünde Türkler “Tanrının lanetlileri” sayılıyordu. İngiltere Kralı I. James, on altıncı yüzyılın İtalyan tarihçisi Augustino Curio, İngiliz yazar Christopher Marlow, Türklere olan nefretlerini şiire, romana, kitaplara dökmüşlerdi. Genel olarak aydınlanmacılar Türklerden, Müslümanlardan ve Yahudilerden nefret ediyorlardı. Voltaire “Türklerden hep nefret edeceğim” demişti. Lord Byron Türk düşmanlığını bütün Avrupa’ya yaymaya çalışmıştı. Dostovyevski Karamozof Kardeşler’de Türklerin acımasızlığından söz eder. Aslında “Türk düşmanlığı” olarak dışa vurulan bu tutumlar Hıristiyanlığın İslam’a karşı düşmanlığı geleneğinden besleniyordu. On birinci yüzyılın başlarında Selçuklu Türkler, bütün Küçük Asya’yı ele geçirince, doğu-batı ticaretinin önünü kesmişlerdi. Hıristiyanların kutsal yerlere yaptıkları haç ziyaretleri de zorlaşmıştı. Küçük Asya ve Filistin sahillerinde koloniler kuran İtalyan kentleri buralardaki varlıklarının tehlike altında olduğunu görünce, Türklerle ilgili Avrupa’yı heyecanlandıran korkunç öyküler anlatıyorlardı. Hıristiyanlık büyük bir tehdit altında idi. Kutsal yerler bu barbarların elinden kurtarılmalıydı. Aynı tutum “Yahudi” düşmanlığında da görülüyordu. Voltaire Felsefe Sözlüğü’nde Yahudileri “tümüyle cahil bir ulus” olarak tanımlamıştı. Ateist filozoflardan d’Holbah Yahudileri “insan soyunun düşmanı”, Hegel ve Kant Yahudiliği, rasyonellikle tam bir zıtlık içinde, geri ve köleci bir inanç olarak, Marx ise, Yahudileri, kötülüklerin kaynağı olan kapitalizmin sorumluluları olarak değerlendirmekteydi. 700’de Müslümanlar İspanya’ya saldırırken, Katoliklerden çok çeken Yahudiler, Katoliklere karşı Müslümanlarla işbirliğine girmişlerdi. 711’de Cebelitarık geçilerek yarımadanın istilası başladı. Yedi yılda yarımada Müslümanların eline düştü. Yahudiler rahat nefes almaya başladılar. Katolikler bunun öcünü ancak 770 yıl sonra alacaklardı.
2- İslam-Hıristiyan Çatışması Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint adalarının ele geçirilmesi ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın kara derili ticaretinin av alanına dönüştürülmesi, kapitalist üretim döneminin pembe şafağının işaretini veriyordu.2 Tarihçiler Avrupa uygarlığının başlangıç noktasını Karolenjler dönemi olarak kabul ederler. Karolejlerin tarih sahnesine çıkışı, İslamlığın Akdeniz’i kuşatıp, Avrupa’ya sıçraması ile aynı döneme rastlar. İslam cihadı önü alınamaz bir güç olarak Avrupa’yı tehdit edince, Ortaçağ Avrupa’sının temellerini oluşturan Frank İmparatorluğu kurulmuştu. İslam tehdidi, merkezi bir krallığı zorunlu kılıyordu. Böylece İlkçağ uygarlığının beşiği Akdeniz olmuşken, Ortaçağ uygarlığının beşiği Avrupa olacaktı. İslam topluluğu yalnızca dinsel bir bütün değil, aynı zamanda toplumsal bir bütündü. İslam toplulukları arasında, Hıristiyanlıkta bulunmayan bir bağlılık ve birliktelik olmuştur. Bu olgu merkezi otoritenin oluşmasında son derece önemli bir etkendi. İslamiyet’te dinsel farklılaşmaların özü dinsel içerikli olmaktan çok, toplumsal farklılaşmalardan yatar. Sünni-Şii ayrımında devletin nasıl yönetileceği, kimin tarafından yönetileceği, yöneticilerin kimlikleri gibi toplumsal nedenler esas alınmıştır. Bu bağlamda Şiilik, dinsel bir karşı koymadan çok, Sünni egemen sınıflara karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlıkta ise, dinsel anlayış farklılıkları mezhepleri doğmuştur. Hıristiyanlık Ortadoğu’da doğmuş, ama orada büyüme ve gelişme ortamı bulamamış, uzaklara, Batı’ya taşınarak gelişmiştir. Batı uygarlığında, özellikle feodal uygarlıkta Hıristiyanlığın etkisi büyüktür. Ama Roma ve Yunan uygarlığının etkisi daha köklüdür. Bu iki anlayış birbirlerini etkilemiş olmalarına karşın, hep ayrı kalmışlardı. Daha sonra Avrupa’nın çehresini değiştirecek olan Rönesans, Roma-Yunan kültürünün kaynaklarından beslenmiştir. İslamiyet ise doğduğu yer merkez olmak üzere, çevreye yayılmış, egemenlik kurduğu yerlerde, öteki uygarlıkları kendi içinde, çoğu zaman da zorla özümlemişti. İslamiyet Mekke’de ortaya çıktı. Mekke o dönemde büyük bir ticaret merkezi idi. Hint Okyanusu ile Akdeniz arasında gelişmiş bir ticaret kenti olarak, çeşitli kavimden insanlar barındırıyordu. Kentte zenginlik ve yoksulluk, kölelik ve sınıf farklılaşmaları ileri düzeydeydi. Muhammed bu ortamda yetişti. Bu nedenle İslamiyet bir sürü toplumsal eşitlik unsuru taşıyor ve bu öğeler İslam inancında başlangıçta büyük ağırlık kazanıyordu. Aslında İslam’ın temel ilkeleri son derece yalın ve benimsenmesi kolay ilkelerdi. Bu ilkeler pratiğe dayanıyor ve inançtan önce geliyordu. İleride de değinileceği gibi, pratiğin önceliği günümüzde de Ortodoks İslam anlayışının temel özelliği olmuştur. Şeriat, bu pratiğin toplumsallaştırılmasıdır. İslamlığın bu özelliğidir ki sıradan insanlarca kolayca kabul görmüştür. Dahası İslam’ın ilk mesajları, toplumun yabancısı olmadığı mesajlardı. Tanrı’nın birliğine, Muhammed’in onun peygamberi olduğuna inanmak, yoksullara, hastalara, çaresizlere yardımcı olmak, ana babaya itaat ve onların buyruklarına uymak, günde beş kez Kâbe’ye dönük olarak ibadet etmek, Kâbe’yi ziyaret etmek. Bu ilkelerin hemen hemen tümü toplumda önceden de kabul görmüş ilkelerdi. Kâbe kutsal
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME tapınağın merkezi idi. Onun kutsallığı İslamlıkta da sürdürülecekti. En büyük tanrının adı Al-Lah idi. Bu da değiştirilmemişti. Müslümanlığı benimseyen köleler kölelikten kurtulmuş oluyordu. Mekke’nin yoksulları ve köleleri için bu ilkelerin tümü bir kurtuluş yolu olarak kabul gördü. İslam’ın temel ilkelerinden biri de İslam yolunda cihad etmekti. Cihad uğruna ölenlere Cennet müjdeleniyordu. Bu fani dünyanın sıkıntılarını yaşamaktansa, İslam yolunda şehit olarak öteki dünyanın sonsuzluğuna katılmak, imanı bütün bir Müslüman’ın yeğleyeceği bir seçimdi. Mekkeli zengin tüccar kesim Muhammed’in yalnızca dinsel bir inanç getirmediğini, toplumsal ve siyasal yeni bir düzen öngördüğünü kavradıklarından, ona karşı çıkıyorlardı. Bu baskı, onu ve ona inananları Medine’ye göçe zorladı. İslamiyet Medine’de gelişme ortamı buldu. Mekke’nin tersine Medine çok daha geri idi. Arap aşiretlerinin çekişmelerine sahne oluyordu. Ayrıca Yahudiler de kenti tehdit ediyordu. Medineliler Muhammedi Medine’ye çağırdılar. İki yıl süren görüşmelerden sonra, Muhammed Medine’ye gitmeyi kararlaştırdı. Medine’de otonom bir topluluk oluşturuldu. Müslüman olmak demek bu topluluğa katılmak demekti. Bu topluluğun anlamı Tanrı’nın yeryüzünde kurduğu en adil, en sağlam düzen demekti. Tanrının yeryüzünde kurduğu krallığı demekti. O günden bu güne bu krallığı yeniden kurmak İslamcı hareketlerin en temel özlemi olagelmiştir. Mekke ile Medine arasındaki çelişki daha sonra Ummeyiler ile Ali taraftarlarının çelişkilerinin ilk tohumunu atacaktı. İslam cihadı önce kuzeye, sonra doğuya yönelmiş, 673’te İstanbul kuşatılmış, ardından Kuzey Afrika ele geçirilmiştir. 711-714 yıllarında İspanya istila edilerek, Avrupa içlerine sarkmıştır. Akdeniz’in bir Arap gölüne dönüşmesiyle Avrupa, okyanuslarda ticaret yollarını aramak zorunda kalmıştır. Öte yandan Arap-İslam tehdidi, Avrupa’yı güçlü imparatorluklar kurmaya zorlamıştı. Kuzeyde kurulan Şarlman İmparatorluğu, güneyin tamamen abluka altında olması nedeniyle, ekonomik bunalıma itilmişti. Altın para yerine gümüş para kullanılmaya başlandı. Afrika’nın buğdayı ile beslenen Avrupa bu olanaktan yoksun kalınca, imparatorluk gücünü kaybetti, memurların maaşını ödeyemeyince bu yetki kişizadelere devredildi. Bu, imparatorluğun yıkımı, derebeyliğin doğuşu demek oluyordu. XI. Yüzyıl haçlı seferlerinin başlangıcıdır. Bu yüzyıl aynı zamanda derebeylik sürecinin sonunun başlangıcı da olacaktı. Avrupa, Hıristiyanlığı Yeni Dünya’ya taşımış, Hıristiyan uygarlığını orada yerleştirmişti. Yeni Dünya’dan altın, kıymetli madenler, patates, mısır, tütün gibi şeyleri eski dünyaya getirmişti. Kendi uygarlığını Yeni Dünya’ya zorla kabul ettiren Avrupa, Asya’ya kabul ettirememişti. 7 yüzyıl süren Haçlı Seferleri, Türklerin direnişi karşısında İslam dünyasında egemen olamamıştı. Ama ticari yönden önemli avantajlar sağlamışlardı. Bu Asya kültürünün Avrupa kültüründen daha köklü ve daha üstün olmasından ötürüdür. Çok eski bir kültürü temsil eden Budizm engelini de aşamamıştır. Buna karşılık Yeni Dünya’dan getirdiği altınlarla, Asya’nın hammaddesini Avrupa’ya taşımış, bunları işlenmiş maddeler olarak Asya’ya satmıştır. Afrika ise Avrupa için köle emeğinin kaynağı olmuştu. On altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar 15-20 milyon köle Afrika’dan Amerika’ya taşındı. 3-4 milyon köle gemilerde öldü. Zencilerin direnişi ve kölelerin isyanlarında ölenler de eklendiğinde 30-40 milyon Afrikalı toprağından koparıldı ya da öldürüldü. Batı bilimde, coğrafyada, felsefede ve sanattaki yeni buluş ve bulguları din adına yola çıkarak yapmıştı. Kepler, insanoğlunun daha önce tanımadığı şeyleri ilk bilen biri olarak bunu “ilahi bir ayrıcalığa” sahip olmasına dayandırıyor, Galileo, bulgularını “ilahi bir lütuf ” olarak Tanrı’nın kendine verdiğine inanıyordu. Newton ünlü fizik yasalarını Tanrı’nın ona verdiği zihin gücüyle ve onun isteği doğrultusunda yaptığını söylüyordu. Evrensel çekim yasası, evrendeki bütün cisimleri bir arada tutan ve birbirleriyle çarpışmalarını önleyen tanrısal bir yasa idi. Ona göre bu sistem Tanrı’nın varlığını ve O’nun büyük bir mühendis olduğunu kanıtlıyordu. Evrende rastlantısal bir şey olmadığına, her şeyin düzenli dizayn edildiğine inanıyordu. Pek çok yeni buluşlar Hıristiyan papazlarınca gerçekleştirilmişti. Ama Avrupa kısa sürede inançla modernleşmenin uzlaşmazlığını kavradı. Birbirinden bağımsız, birbirinden habersiz buluş ve bulgular Hıristiyan toplumunu tümden etkileyici nitelikte idi. Dinin modernleşme karşısındaki bağnaz, tutucu konumunun temelleri sarsılmıştı. Bu gelişmelere paralel olarak din anlayışında köklü değişimler gündeme oturmuştu. 1 2
William Horwitt Kapital, Sol Yayınları, cilt 1, sayfa 770 K.Marx, Kapital, Sol Yayınları, cilt 1, Sayfa 759
İBRETİ
İrfan Biliriz Yarınki cennete etmeyiz minnet Cenneti vücud-u insan biliriz Münevver kitleye vererek kıymet Allah mefhumunu vicdan biliriz Gâip lâzım değil, n’ideriz lâfı Mevcut gördüğümüz bizlere kâfi Sevgi âb-ı hayat safidir safi İçenleri ehl-i irfan biliriz Gerçek aşık siler kalbin tozunu İrfan ışığında açar gözünü Kamilin ağzından çıkan sözünü Hemi hadis, hemi Kuran biliriz Ahlak abdestine veririz cevaz Vücut camiinde kılarız namaz Dostun eşiğine eyleyip niyaz Kendimize bunu erkân biliriz İbreti, yavaş ol, gözle turabı Cehennem ateşi, vicdan azabı Neylesin yarınki yevmülhesabı Olgunları huri gılman biliriz
HÜSEYİN ÇIRAKMAN
Zor Bizi Yaktı Enel Hak deyince Hallac-ı Mansur Sorgu bizi yaktı, dar bizi yaktı. Yalan ile hile hükümdar oldu Sağlam bizi yaktı, kör bizi yaktı. Var gibi söylendi alın yazısı Hayır dedi, inanmadı bazısı Şehit düştü Fatîma’nın kuzusu Figân bizi yaktı, zâr bizi yaktı. Üzene, düzene hep kucak açtık Erenler yolundan dışarı taştık Menfaat uğruna doğrudan şaştık Kazanç bizi yaktı, kâr bizi yaktı.
36 santim çapında sirli çini tabak içine 10. yüzyılda yapılmış olan bu aşık deseninin sağ tarafında “Güven, O sana yeterlidir” yazılıdır. Bu tabak günümüzde ABD’de, Washington, DC, kentindeki Freer Sanat Galerisi’nde korunmaktadır. Bkz: Eva Wilson, İslamic Design (İslami Tasarımlar), British Museum Pattern Books, Londra, 1988.
Mayıs 2005
Sevilenler yasta, sevenler yasta Yalan, hile sağlam, gerçekler hasta Çorum’da, Maraş’ta, bir de Sivas’tta Alev bizi yaktı, kor bizi yaktı. Bekle Çırakman’ım çile dolmayı Arayıp da kendimizi bulmayı Sevdik, kabul ettik dürüst olmayı Namus bizi yaktı, ar bizi yaktı.
23
SERÇEÞME
ESKİ TÜRKLERİN DİNİ VE ŞAMANİZM
Anadolu Aleviliği Burhan Kocadağ
BİR KİTAP
Pir Sultan Abdal Üçüncü Ölmem Bu Hain Esat Korkmaz Alev Yayınları, Mayıs 2005 ISBN 975-335-049-X 13 x 19 cm, 160 sayfa, Fiyatı 3.90 YTL Alevi-Bektaşi düşüncesinde/inancında Pir Sultan: 750 yıllık Alevi-Bektaşi geleneğini, ötesinde insanlığı kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan “çağdaş bir tavrın”, toplumsal ölçekte halk çıkarına/yararına dayalı bi “kavganın” taşıyıcısı olarak bilince çıkar. Bu nedenle Pir Sultan’ı “söylemek”, Pir Sultan’ın kavgasına “katılmak”, özetle O’nu “yaşamak”, genelde “insan” görüntüsü altında ezilen/sömürülen bireye; özelde, “insanlık” görüntüsü altında halka/varolma “nedeni” Tanrı’ya yönelik bir “tapınmaya” katılmak; neye sayarlarsa saysınlar sonuçta “insan” olunduğuna inanmak demektir. Pir Sultan’ı anlamak için yola çıkan kişi, önce O’nun “sırrı” çevresinde döner, sonra da “sırrına” erer; artık O’nu savunmakla yetinmez, O’nu yaşar, O’nun kavgasına katılır. “Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü halkla öyle içten içe kaynaşmış ki nerede kendisinin, nerede halkın dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş, diline diller, sazına sazlar katıp yaşatmış, ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı binbir canla yeniden tutuşturmuş”, diyor Sabahattin Eyüboğlu. Alev Yayınları’nın sekiz kitaplık bir dizi olarak planladığı “Alevi Bektaşi Ozanlar” serisinin ilk kitabı olan bu çalışma, büyük sayıda basılarak satış fiyatını düşük tutmayı amaçlıyor. Alevi Bektaşi Ozanlar serisinden her ay bir kitap yayınlanması hedeflenmekte.
24
Eski Türklerin dini, “Göktanrı” dinidir. Göktanrı, Asya’da bozkır topluluklarının göçebe yaşamlarından kaynaklanan Hunlar-Göktürkler-Uygurlar v.b Türkî devletlerde Göktanrı, kutsal varlıkların başında gelir. Gök Tanrı düşüncesi, toprağa yerleşmiş yerleşik topluluklardan çok, genellikle avcılık-çobanlık ve hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklarda görülür. Bilge Tonyukuk’un yazıtlarında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, Türklerde ulusal bir Tanrı kimliğini taşır Şamanizm’de de aynı şekilde Doğa tapıcılığı ve dolayısıyla Göktanrı inancı egemendi. Bütün gezegenlerin Güneş etrafında, belli yörüngeler içinde dönmeleri gibi, “Bütün evren semah döner” misali, kopuzların ilahi nağmeleri arasında semah dönülür ve cemler yapılırdı. Bu cemlerde kamlar ya da şamanlar, bugünkü Dedeler’in yerini tutarcasına vecde gelerek kerametler gösterirlerdi. Ateşe girmek ve kor halindeki bir demiri diliyle yalayarak soğumuş duruma getirmek veya kaynar kazandan elleriyle kemikli et parçalarını çıkarmak gibi olağanüstülükler gösterirlerdi. Kimileri, bu ve benzeri olağanüstülere sihirbazlık derlerdi. Mete Han, 1.0. 170 dolaylarında Çin hükümdarlarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Göktanrı’nın çıkardığını bildirmiş ve Göktanrı yardımıyla, askerlerinin gayreti ile çevresinde bulunan yirmi altı ulus ya da devleti kucaklayan (Gansu’dan ve Kuzey Tibet ile Batı Türkistan’a kadar uzanan komşu illerde büyük bir imparatorluk kurduğunu belirtmiştir) Eski Türkler, Doğa’da gizli güçlerin bulunduğuna inanırlardı. Buna kanıt olarak Orhun Anıtları’ndaki (Yer-Su) kutsal sözcükleri gösterilebilir. Aynı inanış, (Yer-su) biçiminde Uygur Türleri’nde de vardı Doğal güçlere inanma, aşağı-yukarı bütün ilkel dinlerde vardı. Yanardağdeniz-ırmak-ateş-fırtına-gök gürültüsü, yıldırım, ay, yıldızlar, Güneş vb doğa olguları karşısında duyulan hayret, korku ve saygı, dolayısıyla bu olguların tanrılaştırılmasından doğmuştur. Yakın zamanlara kadar Ay’a tapınma inancı vardı. Ay tutulmalarında kurbanlar kesilir; tenekeler çalınırdı. Bundan amaç neden olanları ürküterek Ay: tutulmaktan kurtarmaktı. Eski Doğu inançlarının birçoğunda “Toprak Ana”, en çok saygı duyulan Tanrıça’dır. Doğu Anadolu’da, bugünkü Şafii Zazalar’da Göktanrısı’na “Homay’ denilmektedir. Bu Homay Tanrıça, bir nevi dişi kabul edilir ve Homay Ana, bizi korusun demektedirler. Bununla birlikte genel eğilim, eski Türk Dini’nin yeri gökyüzünde olan ve -cisimleşmemiş (maddeleşmemiş) bir tek Tanrı inancına dayandığı doğrultusundadır. Herhangi bir nedenle başlarına bir iş geldiğinde, başlarını göğe kaldırırlar, ellerini açarak gökteki Tanrı’ya yalvarırlardı. Bugün bile bu inanç devam etmekte ve Tanrı, gökyüzünde aranmaktadır Konuşmalar arasında kuşlar ve tavuklar bile su içerlerken,.başlarını yukarı kaldırarak gökteki Tanrı’ya şükredermiş inancıyla “Tavuklar ve kuşlar su içer Allah’a bakar” demektedirler. Gökyüzündeki doğa varlıklarının büyük rol oynadığı bu eski halkların dinlerinde özellikle dikkati çeken nokta, bütün eski ulusların Güneş’i, Ay’ı ve Yıldızları Tanrı olarak tanımalarıdır. Oysa ki, Eski Türkler de bir tek Göktanrısı’na inanılırdı. Eski Türk Dini Güneş-Ay ve yıldızlara değil, hepsini içine alan ve gökle simgelenen Tanrı inancına dayanmakta, öbürleri ise ikinci derecede kutsal sayılmaktadır. Dolayısıyla yüce, ulu anlamına gelen ve bir adı da Ali olan “Göktanrı” dini, Türklere özgü bir inanç sistemidir. Şamanist inancı da zaten bunu içermektedir. Böylece Göktanrı, bütünüyle manevi bir güç durumuna yükseltilmiştir. Göktanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tengri-Tanrı” sözcüğünden anlaşılmaktadır. Hunlar’da bu böyle olmuştur. Asya’dan Mezopotamya’ya ya göç etmiş Sümerler vasıtasıyla da Tanrı sözcüğü, beş bin yıldan beri Mezopotamya’da söylenir olmuştur. Şamanizm, çok eski bir Asya dinidir, Islamiyet’ten bin yıl öncesinde eski Türkler arasında yaygındı. Şamanizm’de Doğa, üstün bir güç olarak kabul edilmekle birlikte, Doğa’yı yöneten bir Göktanrı inancı vardı. Günümüzdeki Anadolu Aleviliği’nin inanç, ibadet ve uygulamalarında Şamanizm kültünün temel izleri vardır. Alevilikteki Dede-Baba sözcüklerinin yerinde o zamanları Şaman veya Kamlar vardı. Bunlar din liderleriydi. Eski Türklerin ulusal enstrümanları Tar ve Kopuz’du. Bugünkü bağlamanın yerini tutan kopuzun sihirli nağmeleri arasında kadın ve erkek bir arada,.yarım daire biçiminde,cemal cemale oturulur cem ayini yapılırdı. Bu cem ayinlerinde Gök- tanrı’ya dua edilir, semah dönülürdü. Semah’tan maksat, bütün gezegenlerin Güneş’in etrafında dönmesinden esinlenerek tüm Evren’in ya da dünyamızla birlikte bütün gezegenlerin Göktanrı’nın etrafında dönmesi tasvir edilmektedir. Şamanizm’de kurban kesilme den hiçbir ayin yapılmazdı. Her ayinde Şamanlar ve Kamlar kerametler gösterirlerdi. Kimileri de bunu bir nevi sihirbazlık olarak düşünürlerdi. Şaman kavramı, Hindistan’daki Pali dilinde, ruhlardan esinlenen kişi anlamına gelen “Samana” sözcüğünden türemiştir. Şaman kavramının kaynağı, Sanskritçe’de Budhacı rahip anlamına gelen “Sramana” sözcüğüdür. Şaman’ın sözlük anlamı gelecekten haber verme, büyü yapma gibi görevleri olan ve ruhlarla ilişki kurarak kerametler gösteren, hastalıkları iyileştirdiğine inanılan din adamı demektir. Kimi zaman bunlara “Kam” da denilirdi. Şaman kavramı, Mançu dilinde oynayan, hareket eden anlamına gelmektedir. Eski Türklerde Şaman sözcüğü değil, “Kam” sözcüğü kullanılmıştır. Şaman daha sonra eklenmiştir. Eski Türklerin tapınaklardaki din törenlerini yöneten özel görevliye “Kam” adını verdikleri, Türkler’le ilgili bilgileri veren Çin kaynaklarından anlaşılmıştır. Şamanlığın yapısında Tanrılar ile Doğa ve insanlar arasında sürüp giden, kopmayan bir bağlantının bulunduğu inancına rastlanır. Bu yaygın inanca göre Tanrılar, insanları yönetimleri altındaki ruhlarla etkilerler. Bir Tanrı, hiçbir zaman insana doğrudan doğruya buyruk göndermez, gerekli yasakları koymaz. Şamanlık, bütün Orta Asya’da yaygın olmakla birlikte, Asya bozkırlarındaki Türkler arasında daha farklı idi. Göktürkler, ateşin kutsallığına inanıyorlardı. Bizans elçisi Zarnanrkhos M.Ö. 569
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME
ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF
Adı Güzel Hacı Bektaş Veli Dost yılında Orta Asya’ya gittiğinde, Göktürkler onu ve beraberinde olan heyeti, alevler üstünden atlayarak kötü ruhlardan arındırdıklarını ve kendilerinin de yalınayak bir şekilde- ateşin üstünde semah dönerek ateşi söndürdüklerini belirtmiştir. Ayrıca bozkır Türklerinin inançları arasında ocağa, evin eşiğine, atalara saygı, yeryüzündeki doğa parçalarından her birinin bir ruhu bulunduğu, düşüncesinden kaynaklanan dağ-tepe-kayaırmak-göl-su kaynağı-ağaç-orman v.b. yerlerin kutsallıklarına (yer-su), Güneş-Ay-Yıldız-gök gürültüsü-şimşek gibi doğa olaylarının ve yerlerinin birer gizli sahipleri olduğu, iyilik-kötülük gibi ruhların bulunduğu, bunlarla birlikte “UMAY” adı verilen bir Tanrıça’nın da bulunduğuna inanıyorlardı. 1 Günümüzde bile Doğu Anadolu Alevileri ve bir kısım Sünni Zazalar (Dimili-Daylemi) Homay bizi korusun derler ve sabahleyin Güneş- ışınları köy evlerine- vurduğunda, elerini açarak dua ederler, Bu gelenek ve inanış biçimi, Şamanizm’den kaynaklandığı gibi Zerdüştlükten gelen bir etkilenimdir Şamanizm’de İyilik Tanrısı ve Kötülük Tanrısı olmak üzere Tanrılar ikiye ayrılır. Ruhlar da, Tanrılar gibi iyilik ve kötülük olmak üzere ikiye ayrılırlar. İyi ruh “Bay Ulgen”, kötü ruh “Erlik” adlarıyla adlandırılmıştır. Bay Ülgen, aynı zamanda iyi ruhların başında bulunan, onlara buyruk veren bir Tanrı’dır. Kötü ruhların başındaki “Erlik” in dokuz oğlu vardır. Bunlar: 1-Karas 2-Mattır 3-Şıngay 4-Kömürkan 5-Badış bıy 6-Yabaş 7-Temirkan 8-Uçarkan 9-Kereykan’dır. Karanlıklar içinde yaşayan bu kötü ruhların her birinin görevi ayrıdır. Kötü ruhları yöneten Erlik’in ayrıca dokuz tanede kızı vardır. Bunlardan en ünlüleri Kiştay Ana ve Erke Sultan’dır. İyilik Tanrısı “Bay Ulgen” in yönettiği iyilik ruhlarına Yayık Suyla-Karlık-Utkucı v.b. adlar verilirken, kötü ruhlara da “Şeytan” anlamına gelen “Yek” adı verilmektedir.
Şamanlık’ta Törenler Şamanizm’de yapılan toplu tapınmalara, dualara ve kesilen kurbanlara, verilen lokmalara “Tören” adı verilir. Törenler, genellikle iki türlüdür. Birincisi, haftanın belli gününde yapılan kurbanlı ayindir. Fazla uzun sürmez İki saati kapsamaktadır. İkincisi ise durum gereği önceden belirlenmeyen günlerde, belirli kurallara göre daha uzun sürebilen musahiplik-kardeşlik gibi törenleri içeren ayinlerdir. Her iki ayinde de kurbanlar kesilir, ayinler yapılır ve ayin sırasında vecde gelinerek kopuzların eşliğinde semah dönülmektedir. Bununla birlikte ayrıca yılın belirli günlerinde yapılan ve bayram niteliğini taşıyan törenlerin ayrı ayrı adları vardır. Moğollar’ın, Uygurlar’ın ve Türkmenler’in ilkbahar ve sonbaharda yaptıkları iki tören (ayin) daha vardır. İlkbaharda yapılan törene “Örus Sara”-”Sürüleri otlatma ayı”, sonbaharda yapılan törene de “Sağan Sara” (Ak-Ay) töreni denilir. Sonbahar töreni 28 Ağustosta, ilkbahar töreni de Nisan başlarında yapılırdı. Bu tür törenlerde kurban kesme geleneği vardır. Ayrıca, ilkbahar aylarının başında da mezar kaldırma törenleri yapılmakta idi. Bütün bu gelenekler, Doğu Anadolu Alevileri arasında hâlâ uygulanagelmektedir. Şamanlık’ta her hayvan kurban edilmez. At, büyükbaş ve küçükbaş hayvanların erkekleri kurban edilmekte idi. Şamanlık’ta saz, söz ve edebiyat önde gelir. Destan türünde sözlü edebiyat önemli idi. Orta Asya halklarından Buryatlar arasında Şamanlar, zengin bir sözlü destan edebiyatının koruyucuları olmuşlardır. Yakut Şamanları’nın sözcük dağarcığı 12.000 sözcüğü bulunmasına karşılık, halkın kullandığı sözcük sayısı 4.000’ ni geçmez. Kazak-Kırgız Şamanların (Bakşı) birer şarkıcı, şair, müzisyen, kühin, hekim ve halk gelenekleri ile öykülerini yürüten fahri görevleri vardı. Yakutlardaki “hayvan ana”- “Göksel eş” kavramları, ana hukukuna dayalı aile ilişkilerinin kalıntısıdır. Yakutlar’da ilkbahar ve yaz mevsimlerinde adına şenlik düzenlenen bereket ve doğum tanrıçası “Ayzı” için de, Altaylı Şamanların yüce Tanrı saydıkları “Bay Ulgen”içinde aynı şey söylenebilir. Dokuz erkek ve dokuz kız çocuğu olduğuna inanılan Bay ülgen, daha çok bir Bereket Tanrısı’dır. Ürünün bolluğu ile nitelikli olmasıyla ilgilidir. Bu da toprağa bağlı güney kültürleri kökenlidir. Şamanlık öğretisi genelde Türklerin dışında Tunguzlar’da, Moğollar’da, Nançular’da, Eskimolar’da, Kafkaslar’da, Hindistan’da, Çin’de, Endonezya’da, Malezya’da, Avustralya’da, Büyük Okyanus adalarında, Alaska’da, Gröndlan’da, İzlanda’da, Kuzey Amerika’da, Guyana’da, Amazon bölgesinde ve Afrika’nın birçok yerinde görülmüştür. Bu nedenle ölülerin ruhları ile ilişkiler, Kuzey Amerika Kızılderilileri, Eskimolar ve eski Keltler arasında görülmüş ve pek çok araştırmacı tarafından belirlenmiştir. Şamanlık inancına göre evren üst üste katlardan kuruluydu. Katlar, belirli engellerle birbirinden ayrılmıştı. Evren üzerinde yukarıda on yedi kat ışık evrenine karşılık, aşağıda yerin dibinde yedi ya da dokuz kat karanlıklar evreni bulunuyordu. İnsanlar bu iki evren arasındaki yeryüzünde, koruyucu bütün iyi ruhlar, kahramanlar ve Tanrılar, ışık evreninde, zararlı ruhlar ve kötülük Tanrıları da karanlık evrende yaşıyorlardı. Gök’ün en üst katında oturan Bay ÜIge’nin dokuz kızı ve dokuz oğlu vardı. Oğulları: Karşıt, Buurakan, Yaşıkan, Burçakan, Karakuş (Kartal), Baktıkan, Erkânım adlarını taşıyor ve gökte oturuyor 1 ardı. Kızlarının özel adları yoktu. Genel olarak “Akkızlar” ya da “Kıyan” adlarıyla belirtiliyorlardı. Güney Altaylılar Tanrı ‘ya “Kuday”, Moğollar’ sa “Kayrakan” adlarını veriyorlardı Moğollar’a göre Kayrakan’dan başka Tanrı yoktu. Kayrakan’ın üç oğlu vardı. Bunlar: Ülgen-Kızakan ve Mergen idiler. İyi ruhlar Kızakan ile Mergen adları altında toplanıyor, kötü ruhları yönetene Erlik deniliyordu.2
Gel dinim imanım canım efendim Adı güzel Hacı Bektaş Veli dost Ben aşkın şarabına vuruldum yandım Adı güzel Hacı Bektaş Veli dost Bir kıvılcım verdin Taptuk Emre’ye Hazırlandı Yunus canın vermeye Her can layık değil seni sevmeye Adı güzel Hacı Bektaş Veli dost Kurtar bizi sarıların dilinden Münkir olan gelmez senin yolundan Ben usandım şu yobazın elinden Adı güzel Hacı Bektaş Veli dost Kemter Mahzuni’yim bende neyleyim İnleyerek dergâhında öleyim Kul eyle kapında kurban olayım Adı güzel Hacı Bektaş Veli dost
Gül Yüzlü Cenanım Gül yüzlü cenanım senin elinden Eğildi bellerim bükülmektedir Aşkın veremiyim alçak dilinden Gizli gizli yaşım dökülmektedir Fidandım döküldü yaprağım dalım Sen sultansın elbet ben de bir kulum Güzel muhabbetin hoş şirin dilin Bir gönül bağına ekilmektedir Akıl ermez oldu neden işine Neler gelir yiğitlerin başına Yandım mah yüzüne hilal kaşına Ah çektikçe ömrüm sökülmektedir Mahzuni Şerif’im ben bir deliyim Göster cemalini seyran eyleyim Yandım dedim işte daha ne deyim Neden o dost benden çekinmektedir
Duaz-ı İmam Üryan büryan vardım Pir Dergahına Medet ya Muhammet ya Ali diyerek Gönül verdim Şahlar Şahına Hünkar Hacı Bektaş Veli diyerek İmam’ı Hasan’dır Hubların başı Hüseyin der akar gözümün yaşı İmam Zeynel sabredenin yoldaşı Ağlasam gülerler deli diyerek Feylim kıblegahım Muhammet Bakır Kırkların bağında bülbüller şakır Cafer-ü Sadık’a talibim şükür İkrar verdim ikrar beli diyerek Musa-i Kazım’dır mazlumlar şahı Aliyyül Rıza’dır Şahın ervahı Şahdaki Naki’ye çekerim ahı On İki İmamın gülü diyerek Hasan-ül Askeri ol Ali Aba Muhammet Mehdi’ye mest-ü merhaba Serin koymuş serin Mahzuni baba Yol Muhammet Ali yolu diyerek
1 Eski Dinler Tarihi Ansiklopedisi, s.33.
2 a.g.e, s.28–39.
Mayıs 2005
25
SERÇEÞME
Bogomiliğe Kabul Töreni Ahmet Hazerfan
ZERDÜŞTLÜK Terimler Sözlüğü Esat Korkmaz Anahtar Kitaplar ISBN 975-8612-19-0 184 Sayfa-16x23
Zerdüştlük Terimler Sözlüğü
Bu Çalışma, Her türden zorluğun bilincinde olarak, eksiksizi-kusursuzu beklemek yerine yapılabilir olanı yakalayarak konuyla ilgili “terimleri” saptayıp Zerdüştlük felsefesini ve inancını kucaklayan bir “terim dili” yaratmak amacıyla yapıldı. Zerdüşt özde kendisine taşınan ya da çağdışı durumunda olan “metafizik inanç kurmacalarını” doğanın, varlığın içine taşıyarak, yani onları “doğa olan”a benzetmeye çalışarak yapılanmış, önsüzden sonsuza gidişin temel hareket ettiricisi olarak algılanan “karşıtlara”, “karşıtların aşılması”na dayalı bir öğretidir; bu öğretiyi inanca bağlayan bir dindir. Ahuramazda’ya seslenirken Zerdüşt bir “hesaplaşma” içindedir: Sorarım sana Tanrım, Doğrusunu söyle bana, Kutsal varlığın atası, İlk babası kimdi? Güneşle yıldızların, Yollarını çizen kim? Ay kimin gücüyle, Büyür, küçülür? Bunları anlat bana, Her şeyi, her şeyi anlat tanrım. Sorarım sana Tanrım, Doğrusunu söyle bana, Kim düzene getirdi dünyayı, Kim tuttu tüm göğü? Yerli yerinde sağlam, Kim yarattı tüm, Şu ağaçları, ırmakları? Kimdir hız veren, Rüzgarlarla, bulutlara?... ...doğa yasalarından farklı her türden insan doğası yasasını yadsıyarak aşkın tanrıya güç veren dinsel düşüncelere “karşı duruş” almak, aynı gücü insana veren bir düşüncenin üreticisi olmak için Zerdüştlüğü öğrenmek, O’nun diliyle söylersek “doğru düşünmek-doğru konuşmak- doğru iş yapmak” bir zorunluluktur.”
26
Bulgarlar yedinci yüzyılın sonlarına doğru Balkan Yarımadasına yerleşmeye başladılar. Uzun yıllar Orta Asya’da Şamanizm denen Türk ulusal dinini ve kendilerine özgü yazıyı (Madara Süvarisi Anıtı), on iki hayvanlı Türk takvimini kullandılar. Dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru da Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar. Yalnız Doğu mu, Batı Kilisesine mi bağlanalım ikircinliğinde, Bizanslıların Anadolu’dan sürgün edip Balkanlara yerleştirdikleri heterodoks (Pauliken vb.) inançta olanlar, Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmediler. Hele onuncu yüzyılda da Bogomil adındaki bir Bulgar papazının ortaya koyduğu Bogomilcilik mezhebi yalnız Balkanları değil, İtalya, Fransa (Albigoylar) ve Orta Avrupa’yı da sarmıştı. Bogomilcilik, toplumu, devleti yeniden düzenlemek amacında, devrimci yapıdaydı. Bogomiller Ortodoks kilisesi, Çarlık yönetimi ve feodallere karşıydı. Onun yandaşı topraksız Otrotsi (Ortaçağda Bulgaristan’da Boyarlara bağımlı) köylüler olduğu gibi Boyarlar (zadegân) da bu harekete katılıyor, Çar ve kiliseye karşı diş dişe kanlı bir savaş sürdürüyorlardı. Bu dönemde Haçlıların (1. Haçlı Seferi) Bulgarları ortadan kaldırmaya yönelik çabaları eklenince, Bulgaristan’da durum daha da ağırlaştı.1 Aşağıda, Fani R Mutafova, “Dışteryana Kaloyana” (Kalovan’ın Kızı) adlı tarihi romanında, II. Bulgar Çarlığı’nın ileri gelenlerinden Bolyar Seslav’ın oğlu Bolyar Dobramir’in Tırnova ve Lofça arasında, koca Balkan’ın kuytu bir köşesindeki bir mağarada Bogomıl Tarikatı’na nasıl kabul edildiğini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.2 *** Güneş ormanın kımıldamayan yaprakları arasından örümcek ağı gibi zorla sızmaya çalışıyordu. Zaman zaman gürlükler arasında görülmeyen bir yabani hayvanın sesi ansızın yakında kırılan bir dalın çatırtısı işitiliyordu. Uzakta her hangi bir dereciğin şırıltısı işitilirken birden bire kesiliveriyordu. Daracık yolda iki kişi kendi iç dünyasına dalmış atlarını yavaş yavaş sürüyordu. Bu keçiyolundaki otlar yere serilmiş, her gün gelip gidenler tarafindan çiğnendiği belliydi. Yolcular atlarını ardı arda gölgelik yerden sürerken ormandaki Yunustopu (Butorçe) çiçeklerinin kekremsi kokusu genizlerini yaktıkça teneffüs ettikleri hava onları neredeyse canlarından bezdiriyordu. Dobromir şapkasıyla terli anlını silerken “Daha gidecek miyiz?” diye sorunca, Lofça’nın en iyi dokumacı esnafından olan Radko kısaca: “Yaklaşıyoruz” dedi. En iyi canlardan olan Radko, tarikata girecek yeni “Dindar” kişiyi getirmesi için görevlendirilmişti. Bu kişi bugün kardeşliğe alınacaktı. Keçiyolu köpüklü bir dere kenarındaki vadiye çıkıyor, bazı da bataklıkta yiterken, sonra dik kayalıklardan meşe ve beyaz kabuklu kayın ormanları içerisine giriyor, yalçın kayalardan dökülen gümüş sulu çağlayanlar arasından böğürtlen ve dikenli yemişkenlikler içinde gözükmez oluyordu. Dobromir yine yol arkadaşına: “Büyük Dede’yi (Glavniya Dedets) ne zaman görebilirim?” diye sordu. Bogomil Radko başını sallayarak hafif gülümsemeyle: “Bugüne kadar onu ben de görmedim, onu görmek kolay mı? Onun kim olduğunu, nerede bulunduğunu on iki Büyük Dede ‘den başka kimse bilemez... Ancak birçok deney ve sınavdan geçip Kâmil (sıvırşen) Hıristiyan olduktan sonra... Dedeler Kâmiller arasından seçilir Baş dede, on iki Dede arasından seçilir Ben ta Çar İvanitsa (Kaloyan) nın Filıpovgrad ‘ı (Filibe) yaktığı (...) yıldan beri Bogomil ‘im ancak bizim Lofça Dedesini on defa, il Dedesini de birkaç defa görebildim... Bu akşam dini tören yaşlı Manuil tarafından yönetilecek... “Dobromir heyecanla: “Acaba Başdede’nin nerede yaşadığını bilen yok mu?” diye soruverdi, arkasından da, “belki bizim aramızda biri de, onun kim olduğunu bilmiyoruz “, diye ekleyince... Radko atını durdurdu, düşünceli düşünceli atın boynuna vurarak, çok anlamlı şekilde Bolyar’a bir baktı: “Delikanlı, çok soruyorsun, sakın sözlerimden alınma! Sen bizim için şanlı Bolyar değil, basit bir arkadaş, bir hangi kişi, eşit, bizim birbirimizle eşit olduğumuz gibi size gerçeği söyleyeyim, seni sakın gücendirmeyeyim, bizim aramıza katılıp kâmil olmak için birçok sınavdan geçerek mahrumiyete katlanacaksın, sebat edip bu yolda yürürsen o zaman Kâmil Hıristiyan mertebesine yükselirsin... Sebat etmek gerek... Kibir ve gururdan kendini kurtaracaksın...” “Acaba Kâmil olabilir miyim?” diye sorarken bu yeni fikir genç adamın kalbini korkunç bir yılan gibi sarıverdi. Yeniden gür bir meşeliğe girdiler, ağaçlardan yol çok daraldı, bu yüzden iki at yan yana yürüyemez oldu. Biraz gittikten sonra yol genişledi ve sanki üzerlerine düşecekmiş gibi duran kayalıklara tırmanmaya başladılar, yukarı çıktıkça uzaktan, sanki kuşkanadının yapraklara dokunmasından çıkan hışırtıya benzer birtakım sesler duyulmaya başladı, yaklaştıkça bu sesler daha yükseliyordu... Birden bire meşelik önünde yeşilliklere bürünmüş bir mağaranın ağzı görünüverdi Radko ve Dobromir atlarından indiler, atları bir ağaca bağlayarak onları karşılamaya gelenlere doğru yürüdüler. Bu gelenler on-on iki erkek ve kadın olup üzerlerinde eski püskü, kaba kumaştan elbiseleri, ayaklarında nalın vardı. Bazı erkeklerin vücudunu saran siyah paltoları ile başlarında ancak gözleri belli olan başlıkları vardı, kadınlar başörtüsüzdü. Hepsi alçakgönüllü, gösterişsiz, elleri göğsündeydi. Karanlık basmak üzere, ulu ağaçların ve kanaraların tepesinden görünen gökyüzü koyu maviliğe bürünürken mağaranın önündeki meydanda çıralar tutuşturuldu. Bogomiller, bu yeni gelenleri başlarını öne eğerek, “Kutlu olsun”, diye selamlıyorlardı.
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME
Dobromir sanki rüyada gibi eğilerek yanıt vermeye çalışıyordu. Ona öyle geliyordu ki, bu rüyadan uyanınca, çevresinde dalgalanan çıraların sarı ışıkları, mağarada birbirleriyle usulca konuşan acayip giysili insanlar yitip gidiverecekti... Eşiğe yaklaşınca son defa onu bir kuşku sarıverdi; kendi kendine, “Vakit var daha vakit var... İşte orada, ağaçta at bağlı, beni gerisin geriye Tırnova ‘ya, sevdiğim kız Beloslava ‘ya götürmeye hazır!” dedi. Bu endişeli, kritik anda çok sevdiği kız Beloslav’ın siması birden bire belirdi, fakat güneş ışığı gibi sönüp gidiverdi! Dobromir’i bir kuşku aldı, ikircimliğe düştü: Kalbi çatlayacak gibi vuruyordu, fakat birden bire onu sıcak bir hava dalgası sarıverdi. Eğer şimdiden böyle kuşkuya düşmeye başlarsa, onu bekleyen sabır, sebat, birçok deneye nasıl dayanabilirdi? Mahrumiyetlere katlanma, bu muydu? Kafasından bunlar geçerken, başlıklarından yalnız gözleri seçilebilen iki kâmil ona yaklaşarak silahlarını, iç gömleğini, şapkasını çıkarmaya başladı. Dobromir kendini bunların hareketine teslim ederek, ne yaptığını bilmeden, karma karışık düşüncelerle uğraşırken, elleri onu soyanlara yardım ediyordu. Ona başlıklı siyah palto giydirerek, sağ eline ışık verdiler. Diğer canlar da ellerine yanan çıraları aldı, onu mağara içerisine doğru götürmeye başladılar. Ta dipte, gözbebekleri solgun, yüzü parşömen gibi sapsarı, pelikleri gümüş gibi parlak, çıplak kafalı bir Dede duruyordu. İhtiyar Kurulu’nun çevresini daire şeklinde Kamil Kardeşler sarmış, yüzlerindeki ciddi çizgiler ışıkların gölgelerinde titreşiyordu. Hepsinin elleri göğsünde, eğilmiş yere bakıyorlardı. Yaşlı Manuil birinci yardımcısına masayı koymasını işaret edince, kardeşler başlarını kaldırıp yeni gelene göz diktiler. Onu incelerken hizmet eden bir kadının getirdiği kapta ellerini yıkamaya başladılar. Musahip Hazari üç defa eğildi, bir masa getirerek İhtiyar Kurulu’nun önüne koydu. Yine üç defa eğildi, ince beyaz bir örtüyü masa üzerine serdi. Uç defa daha eğildi, İncil’i masaya koydu. Saygıyla dudaklarından: “Takdis edip esirgeyiniz...” sözleri işitildi. Dobromir diz çökerek başını öne eğdi, Manuil’in kutsal kuru ellerine dokundu, elinden Incil’i alarak öptü. Gözlerini yerden kaldırıp İhtiyar Kurulu’nun bakışlarıyla karşılaşınca vücudunu bir titreme sardı. Bu ihtiyar bir zamanlar sevgilisi Beloslav’a mücevher satmaya gelen tüccar değil miydi!... Yaşlı Manuil de ona sevgi ile baktı, elini başına koyarak usulca iki defa, “Pederim Otçe Naş” dedi. Bundan sonra Manuil Dede kamburlaşmış belini biraz doğrulttu. Gözleri yanan gam odunlarının oynaşan ışığında cam gibi parlıyordu. İnce kemik kalmış ellerini yukarı kaldırarak gözlerini bir noktaya dikti. Sesi ayan beyan: “Başlangıçta kelâm vardı ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah idi. Her şey onun ile oldu ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat onda idi ve hayat insanların nuru idi. Nur karanlıkta parlar ve karanlık onu anlamadı. “ Dobromir dalıp gitmiş (vecd ve istiğrak) söylenen her sözü kalbine yerleştiriyordu. İşte o da artık sonsuz gerçek nura, kurtuluşa gidiyordu... 0 anda kendisini yumuşak bir coşku sardı, dudakları titriyor, mağara yavaş yavaş adeta ışığa gömülüyor, dünyadan, insanlardan kopmuş bir halde Allah’a giden bir yolda yürüyordu O yaşlı Manuil’in kudretli sözlerine büsbütün kalbini açmıştı “Dobromir, şunu bilmeni istiyorum. Kilise bir toplanma yeridir, orada gerçek Hıristiyanlar bulunur Orada Baba, Oğul ve Mukaddes Ruh bulunduğunu bize kutsal kitaplar söylemektedir Matta Incili ‘nde: ‘Her nerede benim adıma iki üç kişi toplanırsa, ben onların arasındayım’ söylememiş miydi? Yuhanna İncili’nde de İsa Peygamber, ‘Eğer kim beni sever sözlerimi tutarsa, Babam onu severek ona şefaat edecek... Baba oğlu sever ve her şeyi onun eline vermiştir Oğula iman edenin ebedi hayatı olur fakat oğula itaat etmeyen, hayat görmeyecektir Allah’ın gazabı onun üzerinde kalır ‘buyurmaktadır.3 Havan Pavel de, “Allah’ın Kelâmını hatırlatarak, ‘Siz gerçek Allah’ın mabedisiniz, aranıza katılıp yürüyeceğim, onlara Allah olacağım, onlar benim kullarım olacak diyor. v “Oğlum Dobromir, şimdi sen de Allah’ın evindesin, Allah ‘in ruhu sendedir Çünkü sen onun emirlerini dinleyerek, gerçeğin ruhunu kabul edip, iman edeceksin. Bu ruhu, temiz, her kötülükten arınmış mabet olan kalbine yerleştireceksin. Ne altın, ne gümüş, mücevherli kıymetli taşlarla süslü aziz resimleri (ikona) bulunan yerler Allah’ın yeri değildir” İki defa “Pederim Otçe Naş” diyerek “Ey göklerde olan Babamız, ismin mukaddes olsun, Melekûtun gelsin, gökte olduğu gibi yerde de senin iraden olsun. Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver Ve bize borçlu olanları bağışladığımız gibi, bizim borçlarımızı bağışla, bizi iğvaya götürme, fakat bizi şerirden kurtar Çünkü melekût (melâike ve ruh ölemi) ve kudret ve izzet ebediyen senindir. Âmin.” duasını okudular 6 Âmin, âmin! sesleri yükselirken, yeni mürid Bogomil’ in güçlü kadife gibi yumuşak sesi diğerlerinden daha çok yankılanıyordu. K AYNAKÇA
1 Pars Tuğlacı, Bulgaristan ve Türk-Bulgar İlişki eri, Cem Yay., İstanbul, 1984, s. 43. 2 Fani, P. Mutafova, Dışterya Na Kaloyana (Kaloyan’ın Kızı), Sofya, 1983, s. 181–186. 2 Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1958, Yuhanna, Bab 1; Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, İstanbul 1975, s. 309. 4 Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1958, Yuhanna, Bab 1 5 Agy, Yuhanna, s. 195. 6 Agy., Bab 6, Matta, s.112
Mayıs 2005
ŞAMANİZM
Terimler Sözlüğü Esat Korkmaz Anahtar Kitaplar ISBN 975-8612-18-2 184 Sayfa-16x23
Şamanizm Terimler Sözlüğü
Şamanizm, “uyanık” iken görülen bir rüyadır: Kan ve kan toplumunun “Yukarı Dünya” “Aşağı Dünya” ve “Orta Dünya”daki destansı serüvenlerini anlatır. Şamanist toplumda eşitsizlik, en fazla doğanın bütününde gözlenen eşitsizlik kadardır. Doğa’daki ve “ek doğa” olarak algılanan toplumdaki “değişim/ dönüşüm”, insanın kendini “tüketirken” ürettiği şeydir. İnsan, kendisini kendi “dışına” ve doğa “dışına” taşıyarak düşünemez. Doğaya benzediği ölçüde eksiksiz-kusursuz; doğaya benzemediği ölçüde eksikli-kusurludur şamanist toplum insanı. Ağaç düşünür, dağ düşünür, su düşünür, bulut düşünür, ancak düşüncelerini açıklayamaz. Bu olanak yalnızca insanda vardır: Demek ki insan hem kendi bilincinin, hem de doğanın bilincinin taşıyıcısı olmak zorundadır. Şamanist tasarımlar bu nedenle “geriye dönüşümlü” ve ileri taşınmaya yatkındır. Şamanizm değerleri, medeni bir toprakta medeni insanların “besleme”siyle yaratılan değerler değil, medeniyet öncesi kandaş toplum değerleridir. Bu ilkel komünal değerler, kitleler halinde batıya göç eden insanlarca Anadolu toprağına taşındı ve Küçük Asya’da bâtıni felsefenin, öğretinin ve inancın oluşmasında üretken bir kaynak durumunda yaşama geçti. Yani Anadolu Toprağında: a) İnsanlığın kurtuluşuna yönelik, özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin olmamasıyla belirgin batıni ütopyaya esin oluşturdu. b) Asıl üretim alanında belirleyici, üretici güçlerle taraf oldu; medeniyeti güden sisteme kafa tuttu; medeni topraktaki muhalefet insanıyla buluştu. e) İnsan üretici gücü bağlamında, AlevilikBektaşiliğin yapılanıp biçimlenmesine en büyük katkıyı verdi. d) İnsanseverliğin halkla taraf olmasına, kadın- erkek eşitliğine kaynaklık etti.
27
SERÇEÞME
GERÇEK BEDEN ARAYAN CAN:
Nejat Birdoğan Esat Korkmaz
Bu yazı, Nejat Birdoğan’ın Hakk’a yürüdüğü haberini aldıktan sonraki birkaç saat içinde yazılmıştır: 2001 3 Mayısını 4 Mayısa bağlayan gece yarısına doğru. NEJAT BİRDOĞAN, 3 Mayıs’ı 4 Mayıs’a bağlayan gece saat 22 00 sularında Hakk’a yürüdü. Düşünce namusuna ve aydın haysiyetine sahip, söylediklerinin ve yazdıklarının arkasında duran, yürekli bir usta idi. Zamansız ayrıldı. Çok acı. İsyanı “meslek edinmiş” bir ağabeyimiz olduğu için “karşı vicdanımızın” sesini yitirdik. Korkak olduğumuz için bir türlü dışa vuramadığımız cesaretimizin taşıyıcısıydı; “taşıyıcı”yı kaybettik; toplumsal cesaretimizi sergileyemediğimiz ortamda/koşulda ortaya çıkan boşluğu kapatmaya çalışan “zorunlu toplumsal” kimliğimiz sustu. Cevri Mahlası ile yazdığı bir nefesinde Nejat Birdoğan şöyle sesleniyordu: Ahu gözlüm güze döndü günlerim, Hasretinle solayım mı ne dersin? Umutlara diken battı inerim, Can bağını salayım mı ne dersin? Düşem Mecnun gibi Leyla dağına, Yazam mı keremce aşk çerağına? El uzutmam şu sinemin dağına, Bu yangınla kalayım mı ne dersin? Gireyim mi bir gönülden dergâha, Yüzüm sürem al yanaklı bir şaha? Hak yoluna engel koyan Allah’a, Kılıç çekip çalayım mı ne dersin? “Yasak” dedi, bağladı her demimi, Nasıl anlatayım can sitemi mi? Sevap denizine günah gemimi, Yelken açıp salayım mı ne dersin? Elif Allah ise, bir “BA” ya bağlı, Ali’nin sırrı da imlaya bağlı, İnsan denen umman noktaya bağlı, O ummana dalayım mı ne dersin? Cevri, dost yoluna koydum serimi, Nesimi’yim, bugün yüzün derimi, Dört kitapta bulamadım yerimi, Sözü ele alayım mı ne dersin? “Sözü ele aldın” Nejat Ağabey: Anonim aptallılığımıza “tanı” koydun; haksızlığın bugün ne olduğunu açığa vurmayıp geçmiş “biçimi” yüceltmeye çalışan korkaklara kafa tuttun. Sözel kültürden yazılı kültüre, ezberlenen Alevilikten yazılan Aleviliğe geçişte, yani Aleviliğin “kendine” başkaldırısında öncü oldun. Sözel “bellek” körelmeden; Alevi zeminindeki “yabancılaşmadan” ve “kirlenmeden” kaynağını alan, Aleviliğin evren görüşüne, kültürel birikimine ve yaşama biçimine çöreklenen “dışlayıcı” ve “denetleyici” hemen her türden “tortuyu” yok etme kavgasında başı çektin. Aydınımız/aydınlarımız “özgürleştiği” gün, özgürleşmenin “bedeli” olarak aydın görünen,
28
Bu resim Nejat Birdoğan’ın Hakk’a yürümesinden kısa bir süre önce kendisini ziyaret eden Fikret Otyam ve Esat Korkmaz ile birlikte çekilmiştir. Resmin üzerinde, Nejat Birdoğan’ın Hakk’a yürümesinden sonra resmi büyütüp, kaplatıp, Esat Korkmaz’a armağan olarak yollayan Fikret Otyam’ın el yazısı ile “İnsanlar gider, yaptıkları/ fotoğrafları kalır yadigar yadigâr! Sevgili Esat cana” yazılıdır. Altında kendi imzası da yer almaktadır.
aydın geçinen niceleri “tepetaklak” olduğunda, sen Nejat Ağabey sen, nice bedene can olup en önümüzde yerini alacaksın. Düşünüyorum da: Nejat Ağabey biz birbirimizi de eleştirmiştik: aydın dürüstlüğünü elden bırakmadan. Bir yönüyle dil denilen “üretim aletini” kullanarak düşünce üretmenin bir gereğiydi bu “kafa kavgası” “Alevilik İslam Dışıdır” savını ortaya attığın, “herkesin” sana saldırdığı günlerde “Bin Yıllık Takiye mi?” eleştiri yazıma şöyle başlamışım: “Son günlerde ortalık ‘toz duman’: Alevilik İslam içi mi yoksa İslam dışı mı? Sav ‘yakıcı’ olunca sonuçları, etkileri de ‘yakıcı’ oluyor. Şimdi herkes ‘dararcığında’ ne varsa ortaya döküyor; inançlarının dışa vurumuna, yine herkes kendi ‘bilinç düzeyini’ eklemliyor. Ortaya çıkan yaklaşımlar genelde ‘kaba’; özgün içerikten ve estetikten yoksun. Kendi payıma, önümüzdeki günlerde şu ya da bu şekilde gündeme gelecek olan bu ‘yakıcı sorunu’ ikirciksiz tartışmaya açan, ‘her toplumun bir delisi vardır, ben de Alevilerin delisiyim’, diyecek yürekliliği gösteren; ılımlı Sünni İslam’la uyum sonucu üretilen ‘akılcı düşünceyle’ belletildiği davranmak yerine, başka türlü davranmak için Alevilik-Bektaşiliğin özüne yönelerek yanlış ya da doğru ‘akılcı bir meşruluk’ yaratma çabasına giren Nejat Birdoğan’ı kutluyorum.” Nejat Ağabey sen bizleri “Kendini bilmek” eyleminin içine sokarak, sessiz kaldığımızda sesini yükselterek; Bilincinizi, ruhumuzu “uçurup” gövdenize taşıyın, bedeninizin “bilgeliğiyle” buluşun, Bâtıni inanç temelinde şeriata karşı durun; gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarını yadsıyın; Tanrı’yı varlığın içinde arayın; varlığın içindeki eğilimi tanrısal esin olarak algılayın, Kanıtı düşüncede gören zeminden, kanıtı nesnede gören zemine “atlayın”, Bireyi kurtuluşa taşıyacak “bireysel rüyayı”, toplumu kurtuluşa taşıyacak “toplumsal rüyayı” yorumlayın, Alevi aydınlanma olanağını yaşama geçirin; yeryüzüne “ışık” getirin ya da yeryüzünün “ışığı” olun; “kör inançların” düşünce olarak algılandığı, “kaderlerin” daha yaşama
atılmadan çizildiği, biçimin öne çıkarılıp özün yadsındığı ve bu nedenle kolektif bilinç olarak tanımlanan insanlık değerlerinin “zincire vurulduğu” “örselendiği” “hırpalandığı” insan doğasına, canlı ya da cansız doğaya “tersi” dünyaya karşı savaşçı olun, “Sıradan insan daha yüksek insandır” yargısını öne çıkaran “ortalama” insanın başkaldırısına; “doğaüstü ya da akla aşkın olan yüksek olandır” yargısını öne çıkaran köktendinci insanların başkaldırısına; “kibar olamayan, estetik olmayan en değerli olandır” yargısını öne çıkaran “bayağı” insanın başkaldırısına başkaldırın, “Düşüncede görmeye” çalışın, görünmeyeni görünenden çıkarın, Bâtınilikte “ek-doğa” olarak ağılanan toplumsal zeminde eşitsizliğe, zulme, haksızlığa ve ezilmişliğe karşı tavır koyun, davranış içinde olun, Evrensel yasa kavramını “doğanın canı”, doğanın “doğası” vb. biçiminde popülerleştirerek insan düşüncesinin merkezine yerleştirin, Ve en önemlisi Alevi toplumsal düşüncesinin “izini” insan soyuna bırakın, bunu bir “yazgı” olarak belleyin, dediğin için daha yaşarken “dirilmiştin” ya da “ölmeden evvel ölmüştün.” Şimdi Hakk’a yürüdün: “ölümlü” doğanın, hisseden dünyanın bir “temsilcisi” olarak, yaşarken kendi ölümsüzlüğünü yakalamanın “kazanımı” ile ölümsüz doğanın, hissetmeyen dünyanın bir “parçası” oldun. Doğanın dolaysız “parçası” bedeninin bilgeliğiyle buluşmanın verdiği güçle sonsuz devinimli ve yanılgısız doğanın “aklıyla” buluştun. Ölümün olmadığı “ölü doğada” ölü doğanın “ölümsüz yanını” yakalayarak Hakk’a yürüdükten sonra da yeniden “dirildin”. “Rahat uyu: biz senin kavganı sürdüreceğiz”, demeyeceğim: “Diri”ye beden gerek; seni taşımak kolay mı? Cana beden bulmak zor; uğraşacaksın/uğraşacağız Nejat Ağabey. Bulduk/buldun diyelim; o da bir kavga insanı olmayacak mı? Sen “ölümü” bir şölene çevirdin Nejat Ağabey; duyusal ya da deneysel verili olanı aşarak hedefi belli bir yönde metafizik bir “dünyaya” gidişe “dur” dediğin için. Dondan dona taşın Nejat Ağabey; yeni bedenlerle sürdüreceğin kavganı “epik bir tiyatroya” dönüştür. Birlikte “oynayalım”, birlikte soralım, sorgulayalım. Kavgan kutlu olsun usta; canına beden olmak dileğiyle.
Sayı 10
SERÇEÞME
Sarı Saltuk (1198–1280) Ali Kaya
O
n Üçüncü yüzyılda yaşadığı kabul edilen Sarı Saltuk’ın asıl adı Şerif Hızır’dır. Evliya Çelebi’ye göre ise Sarı Saltuk’un asıl adı Muhammet Buhari’dir. Şerif Hızır Saltuk adını büyük dedesi Ebul Kasım Saltuk’tan aldı. Erzurum Saltuk Beyi, Melih Şah Saltuk’un oğludur. Saltukname’ye göre ise; Dedesi Seyit Hüseyin’dir. II. Ruknettin Süleyman Şah tarafından babası öldürülünce, amcası Seyit İsmail Şerif ailenin kalan fertleri ile birlikte Mecingeret Sancağı’na (Mazgirt), daha sonra da Ovacık-Haçeli köyüne yerleşir. Burada bir süre kaldıktan sonra; bugünkü Hozat ilçesinin Ağveren köyüne yerleşir. Şerif Hızır, İlköğrenimini Çemişkezek’te yaptı. Daha sonra Kemah Beyi’nin oğlu Muzaffereddin Muhammet ile birlikte bu günkü Kazakistan’a (Türkistan’a) gitti. Hoca Ahmet Yesevi Medresesi’nde Lokman Parende’nin öğrencisi oldu. Muzaffereddin Muhammed, Ağa İçen, Doğan Ata, Hasan Gazi ve Hacı Bektaş gibi âlimlerden dini eğitim aldı. Bu dergâhta iken Ağu İçen ile ikrarlaşarak birbirlerine mürşit oldular. Moğol İmparatoru Cengiz Han, Kazakistan, Türkmenistan ve Horasan bölgelerini ele geçirmesinden sonra, Nişabur Dergâhı’nın Piri olan Seyit İlyas ve Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş ile birlikte Azerbaycan’a oradan da bugünkü İran’a bağlı- Hoy kentindeki Seyit Haydar Gazi’nin yanına gelir. (Abdal Musa’nın Dedesi) Oradan Muzaffer Muhammed ile birlikte Dersim’e döndü. Sarı Saltuk gördüğü düş üzerine Seyit Battal Gazi’nin ve Hz. Hamza’nın silahlarına sahip olur. Sarı Saltuk döneminde âlim, bilgeliği ile ermiş ve evliya mertebesine ulaşmıştır. Saltukname’ye göre Sarı Saltuk, Dersim’den Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergâhına uğrar, Hacı Bektaş-ı Veli ona;”Seni Rumeli’ye fetih etmeye görevlendiriyorum. Taptuk Emre’ye git, seni silahlandırsın, yanına yolda şiar versin” der. Bunun üzerine Sarı Saltuk, Taptuk Emre’nin yanına gider, kendisine ok, yay verilir ve tahta kılıç ile kuşandırılır. Evliya Çelebiye göre ise, Sarı Saltuk’a tahta kılıç kuşatan 700 kişiyle Anadolu’ya gönderen Hoca Ahmet Yesevi’dir. Yine Saltukname’ye göre Hacı Bektaş-ı, Veli Doğan Ata, Mahmut Hayrani ve Sarı Saltuk’la birlikte toplantı yaparlar. Seyit Mahmut Hayrani ona, “Car-yar” adında giysi giydirir, kılıç kuşandırır. “Var yürü gazada ol, sana fatih andandur” diyerek Sarı Saltuk daha sonra Anadolu’ya geçer, Amasya, Sinop taraflarına sefere gönderir. Şahmaran ülkesine gider Firengistan’a sefere çıkar Magrip’te Çin ülkesine ve Avrupa içlerine akınlar yapar 1240 yılında Baba İshak’ın ayaklanmasında Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı yer alır. Selçuklu Devleti’ne karşı yapılan savaşta Baba İshak ve Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş şehit düşerler. Burada Daha sonra, Sarı Saltuk, Karaca Ahmet, Muzaffereddin Muhammed, Ağu İçen, Doğan Ata, Hünkâr Hacı Bektaş gibi erenler Dersim dağlarına sığınıp bir süre kalırlar Rivayete göre, Munzur sıra dağlarında yer alan Kırklar dağında toplanıp, cem bağlamış, semah dönmüşlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’yi Baş Pir’liğe seçmişlerdir
Mayıs 2005
Evliya Çelebi’nin, tespit ettiği Sarı Saltuk Menkıbesi’ne göre; ismi Mehmet Buhari olup, Sarı Saltuk adıyla da anılan meşhur Hoca Ahmet Yesevi (1166–67)’nin müritlerinden ve Hacı Bektaş’ın (1337) yaranında bulunan bir derviş, Osmanlı Sultanı Orhan Bey’in (1326–1360) sarayına gelmiş ve Bursa’nın fethinden sonra önce İznik’e oradan da Üsküdar’a, İstanbul Boğazı’nı geçerek Gazi Erenler ve On iki bin hane (Çepniler) ile birlikte Doğu BulgaristanDeli Orman bölgesine yerleşmişlerdir. Kimi rivayetlere göre; yetmiş müridiyle birlikte Avrupa tarafına gönderilmiştir. Bir iddia’ya göre de Mısır, Habeşistan’a, Hindistan’a seferler yapar, Rumeli’de Müslümanlara eziyet eden Hıristiyanlara engel olmak için Küfe’de asker toplar, gemilerle Karadeniz’e açılır, karaya çıkarak Edirne, Üsküp, Dobruca gibi kentleri fetih eder. Oradaki Hıristiyan beylerini cezalandırır. Ve Bu yol gösterme (İrşad) gezisinde Sarı Saltuk Kırım’ı, Moskova ve Lehistan’ı ziyaret etmiş ve Dançg’da patrik Soyti Nikola’yı öldürerek, elbisesini alarak bu kisve altında birçok Hıristiyan’ı Müslüman yapmıştır. Dobruca ülkesini, özellikle kralın kızını bir ejderden kurtarmıştır. Bu kerametin sahtekârlık olduğu bir Hıristiyan keşiş tarafından iddia edilmiş fakat Sarı Saltuk bunun için yapılan bir ateş denemesinde de galip ye haklı çıkmış, bunun üzerine Dobruca kralı İslamiyet’e girmiştir. Ölmeden önce Aziz Sarı Saltuk cesedinin yedi tabuta konulmasına emretmiştir. Sarı Saltık ölmeden önce yedi ülke kralını ona sahip olmak için birbiriyle mücadeleye gireceklerini söylemiştir. Bir rivayete göre; sonunda içtiği zehirli bir su ve bir fedai’nin hançerlemesiyle vefat etmiştir. Yine Saltukname’ye göre, Sarı Saltuk vefat ettiği zaman kendisine muhipyar olan herkes kendi memleketine götürüp defnetmek ister, Sarı Saltuk bu durumu bildiği için muhiplerine “Benim üzerimde çekişmeyin. Herkes bir tabut yaptırsın bırakıp gitsin, ben her tabutta bulunurum”, der. Muhipler, birer tabut alıp gittiler. Kim kendi tabutunun kapağını açıp baktı ise Sarı Saltuk’u gördü ve kendi memleketine götürdü, Saltukname’ye göre, 12 tabut, Evliya Çelebi’ye göre 7 tabut olduğu belirtilmektedir. Bu yedi ülke olarak şunlar kaydedilmektedir: 1-Moskova: Burada Aziz Söyfinikola (Aya Nikola) adıyla büyük itibar görmektedir 2-Lehistan : Buradaki Dançığ’da bulunan mezarı büyük kalabalıklarca ziyaret edilmektedir 3-Bohemya: Burada Pazonya’da bir tabutu gösterilmektedir 4-İsveç: Burada Bivanya’da mezarı bulunmaktadır 5-Edirne. Burada Babaeski’de bir mezarı vardır 6-Moldova (Boğdan): Burada Baba Dağı’nda bir mezarı gösterilmektedir 7-Bulgaristan-Dohruca: Yedinci mezarı bulunmaktadır Kölyakra Tekkesi de burada bulunur Bu on iki yer şöyle belirtilmektedir: 1- Tunceli-Hozat, (Dersim) 2-Afyon-Bor Merkez, 3-Romanya- Babadağ, 4-İznik- Merkez, 5-Edirne-Babaeski,
6-İstanbul-Rumeli feneri, 7-Kosova-İpek, 8-Kosova-Prizrent, 9-Makedonya-Ohri 10-Bulgaristan- Varna-Kaligra, (Karadeniz kıyısındaki Karaosman) 11-Arnavutluk-Kruya, 12-Mostar-Balagay Sarı Saltuk’un türbesi vardır Sarı Saltuk bazı kaynaklara göre ise 1280’de Dersim-Hozat ilçesinin bugün kendi adı anılan Sarı Saltuk Dağ’ında yaylada iken vefat etti. Türbesi Sarı Saltuk Dağı’nın eteğindedir. Sarı Saltuk’un emanetleri (terlik, On İki İmam tası gibi), Hozat-Karaca köyü Seyit Kasım Dede’nin evindedir. Halk burayı kutsal kabul eder, ağız, göz ve felçli hastaların şifa bulacaklarına inanılır, ocak ziyaret edilir, kurbanlar tığlanır, şifa dilenir. Halk arasında şifalı yer olarak bilinir.
Serçeşme Yıllık Abone Bedeli Türkiye 40 TL - Avrupa Birliği 50 Euro İngiltere 40 Sterlin Adı Soyadı Kuruluş Telefon - İş Telefon - Ev Telefon - Cep Faks E-Posta Posta Adresi Sokak No Semt- İlçe Posta Kodu Şehir - İl/Eyalet Ülke Abone bedelini Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti adına Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Lütfen yukarıdaki formu okunaklı doldurun ve dekont ile birlikte bize faks ile iletin: +90.(0)212. 519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilirler: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107.88.56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30
29
SERÇEÞME
NOSTALJİNİN VE ÜTOPYANIN RÖNESANSI
Buyruk’suz Alevilik İnşa Etme Çabaları İsmail Engin Aleviler için Buyruk, Alevi yolunun inanç bağımsızlaştırılarak“özgün bir inanç” Buyruk bugüne değin Aleviliğin ilkelerini, ibadetle ilgili uygulamalarını, aholduğunun vurgulanmasının dozajının daha yapay olarak pompalanan lak kurallarını anlatan kitaptır. Alevilikle da artmasının temel nedeni, Aleviliğin siyailgili tüm kurum ve kurallar Buyruk aracısallaştırılması çabalarıdır. Aleviliğin siyasal İslâm içi ve dışı tartışmalarında lığıyla işlev kazanır ve cemaat(ler) nezdinde ideolojilere payanda yapılması çalışmalarınhiçbir zaman gündeme getirilmedi. uygulanır. da inançtan arındırılmış sosyal bir olgu ve Zira özelliği ya da Aleviliğin ibadet Buyruk bu anlamda kural ve uygulamadaha da öte hareket olarak vurgulanması, larla ilgili bir tür manifestodur, onların nasıl esaslarının bu eser tarafından düzenlendiği ideolojik zemine atıf yapılmasının önünü yapılacağını ve yürütüleceğini içeren ilmiaçmaktadır. Bu durumun gerçek kimlik“örgüt fonksiyonelleri” tarafından düzenlendiği le haldir. İman ve ibadetle ilgili esaslar, ikrar ve uzaktan yakından ilgisi yoktur. Yeni bir ya bilinmiyordu ya da cem töreni, musahiplik, taliplik, mürebbilik, olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İnançtan mürşitlik, sofilik, semah gibi hususlar Buyarındırılmış bir olgu olarak “Alevilik”i siyagörmezden geliniyordu ruk’ta kendini/hayat bulmaktadır. Her şey sallaştırma çabaları arttıkça Aleviler marjiona göre düzenlenmektedir. Din ve hayat arasındaki ilişkinin varlık tenalleştirilmektedir. Yineleyelim, bunu dinin siyasallaştırılması çabalarımeli ve inşası Buyruk’tur. Cem töreni ve Alevilik buna göre yürür. na yeni örnek olarak niteliyoruz. Birden fazla Buyruk vardır. Ancak, esas itibarla “İmam Cafer BuyNitekim hemen belirtilmelidir ki bu çevrelerde yürütülen Aleviliğin ruğu” temel alınmaktadır. Bu kitaplar, bugün “Büyük Buyruk”, “Küçük siyasallaştırılması çabalarına hayır diyenler tarafından, inancın öne alıBuyruk” “İmam Cafer Sadık Buyruğu” gibi adlarla anılırlar. On altıncı narak/çıkarılarak siyasallaştırılmasına karşı, Buyruk’un temel motifleriyüzyılda ilk kez Hatai (Şah İsmail) tarafından derlendiği ve düzenlendinin ön plana getirilmesine yönelik eleştiri, Aleviliğin Ortodokslaştırılği belirtilmektedir. Buna “Büyük Buyruk” denir ve “Menakib-ül-Esrar ması çerçevesinde yöneltilmektedir. Oysa bilinmektedir ki 1980 öncesi Behcet-ül Ahrar” adı da verilir. Alevi kökenli kuşağa sosyalist ütopya Rıza Kenti modeliyle sunuldu. Rıza Büyük Buyruk, Erdebilli Şeyh Safi ile oğlu Şeyh Sadreddin’in konuşKenti modeli Alevi ütopyasını barındırıyordu ve kökenini/ dayanağını malarını ve Aleviliğin esaslarını açıklayan sözleri içerir. Küçük Buyruk Buyruk’tan alıyordu. Yani Buyruk, inancın Ortodokslaştırılmasına giden da Şah II. Abbas döneminde (XVII. yy.) yazılmıştır. yolda, aslında farklı alanlarda getirdiği yorumla geniş açılımlar sağlayaBuyrukların değişik nüshaları bulunduğu yerlerin adlarını alır. Sözrak, Ortodoksi’yi tarumar ediyor. İnancın içine kapanmasını da engellegelimi, “Maraş Nüshası, Alaca Nüshası, Gümüşhacıköy Nüshası, Malatyerek zaman, inanç ve toplum arasındaki bağlantıyı/köprüyü kuruyor. ya Nüshası, Hacıbektaş Nüshası” gibi. En tanınmış Buyruk olan “İmam Bilhassa değişim için gerekli parametreleri sağlayacak içtihadı içeren Cafer Buyruğa, İzmir Nüshası”dır ve “Tahtacı Buyruğu” olarak da adyorumu sürekli açık tutarak, modern güncel hayatla Alevilik arasındaki landırılır. Bazen Buyruklara “Menakıbnâme” de denilir. Sözgelimi Meuyumu sağlayarak, Aleviliğe büyük bir dinamizm kazandırıyor. 0 açınakıb-ı İmam Cafer-i Sadık, Menakıb-ı Evliya vb. dan endişeler yersiz. Öte yandan, Alevilikteki mezhepsel yapılanmalar Buyruk’lar, doğrudan doğruya Alevilikle ilgili birinci derecede ve ocaklar, Buyruk’un yorumlanmasıyla ilgili farklı anlayışları-İslam daönemli olan elyazmalarıdır. Dedelerin şecerelerinin cemaat tarafından iresi içinde kalarak-yerine getiriyor. Sözgelimi cemle ilgili uygulamalar. kabul görmesi ve taliplerin dede ocaklarına bağlanmaları için gerekli İlginçtir ki bu durum bir proje kapsamında değerlendirilmemelidir. kuralları da içermesi açısından son derece önemlidir. Anlık stratejik olarak algılanan hedeflerden hayat sahası bulmaktadır. Buyruk’lardan çıkan temel mesaj, Allah’ın birliğine, Hz. 1989’da Doğu Blok’u ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinin erteMuhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin velâyetine, rehberliğine sinde ideolojik dayanağı kalmayan, tarumar olan kimi marjinal “sol” inanmaktır. Buyruk, “inancı inkâr edeni” yol düşkünü sayar. kesimler içerisinde var olan Aleviler, boşlukta kalınca Aleviliğini yeniBuyruk bugüne değin Aleviliğin yapay olarak pompalanan İslam içi den hatırlamaya başladılar ve kimi Alevi “örgütlerinin” içine nüfuz ettive dışı tartışmalarında hiçbir zaman gündeme getirilmedi. Zira özelliği ler. Bu nüfuz etme, bu kesimlerin marjinal “sol” kimliğinin “spontane” ya da Aleviliğin ibadet esaslarının bu eser tarafından düzenlendiği “örbir şekilde kimi örgütlerde Alevilik adı altında dışarıya yansıtılmasını güt fonksiyonerleri” tarafından ya bilinmiyordu ya da görmezden geberaberinde getirmektedir ki bunun Alevilikle bağıntılı olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Olay, yaşanılan şeylerin ve ideolojinin “Aleliniyordu. Oysa, Alevilerin “Müslüman” olduğunun ve Müslümanlığın vilik” olduğunun düşünülmesiyle de örtüşmektedir ki aslında yaşanılan kitabı olduğunu açıkça giriş kısmında “Ve hem bildirir ki cümle evlâdı şeylerin ve ideolojinin Alevilik olduğu “dayatmasıdır”. Resulden olan ve talip olan buna göre davranalar Yol erkân süreler Ve Buna Kürt hareketinin gelişme ivmesinin etkisi de eklenmelidir. Son yola yaralar ki, onların Muhammed ümmeti oldukları belli ola. Böylece zamanlarda Kürt hareketinden umudu kalmamış kimi kesimler içerisinonlara Müslüman demek caiz olur” ibareleriyle vurgulayan Buyruk, Aledeki Aleviler de kuvvetli bir şekilde yeniden Aleviliğini keşfedip kimi viliğin İslam dışı olduğu şeklindeki uçuk-marjinal sayı daha başlamadan Alevi örgütleri içerisine etnik kimliğini dominant bir unsur olarak taşıonların ellerinden alıyordu. Buyruk’un gündeme getirilmesi, Aleviliğin yarak etkin duruma gelme çabasındalar. Alevi kimliği burada da pasif oynanmış muhtevasının niteliği, temel kaynaklar ve ana damarlar açısınveya çekingen bir konumda bırakılmakta veya bıraktırılmaktadır. Böydan önemliydi. Aslında temel tartışmalarının seyrinin gidişatı açısından lece 1980 öncesi oldukça önemli bir formül yeniden uygulamaya konulBuyruk’a yönelik değerlendirmeler önem kazanmaktadır. Zira temeller maya çalışılmaktadır. Bu kısaca üç “K’ adı verilen Kızılbaşlığa, Komüreddedilirse, köhnemiş ve geçersiz addedilirse, üzerine inşa edilen veya nistliğe, Kürtlüğe atıf yapan formüldür. edilmeye çalışılan bina çöker. Alevilikle ilgili popüler tartışmaların ekGörmezden gelinen husus, Alevilerin içindeki değişik siyasi görüşseninde gözetilmeyen hususun bu olduğunu düşünüyoruz. ler, değişik etnik gruplar ve bilhassa Türkler-Türkmenler ile Bektaşilik Konu geçtiğimiz günlerde post-modern Aleviliğin yaşandığı çevrelerde ve gruplarda tarafımızdan gündeme getirilerek tartışmaya açıldıve Babailik gibi farklı mezhepsel yapılardır. Böylece aslında süreğin bin ğında uçuk-marjinal çevrelerden şiddetli tepkiler oluşamadı. Geleceğini bir olduğu da örselenmeye çalışılarak, etnik yapı, mezhepsel ve siyasal de düşünmüyoruz zira, inanca ve onun muhtevasına bu denli net vurgu anlamda tek tip üniform bir Alevilik inşa edilmek; böylece siyasal, dinyapan Buyruk’a tepki gösterebilmeleri Aleviliğin inanç ve ibadetle ilgili sel ve etnik farklılıklar da asimile edilmek istenmektedir. Bu, bugün için bugün dahi yürütülen tüm kuralların reddedilmesi ve yok sayılması an“nostaljinin ve ütopyanın Rönesans”ıdır. Ama kimlik tartışmaları açılamına gelir ki bu mümkün değildir. Alevilik adına Buyruk’u reddeden, sından cemaat(ler)in kimlik bunalımına yol açan bir kaostur. Alevilik adına başka bir şeyi dile getiriyor demektir ki bu artık Alevilik Özetle; Kızılbaşlığa vurgu yapılırken, tarihsel anlamda Hatai anıldeğildir. Ancak, bu meyanda Buyruk’u ve o kapsamda Fuzuli, Hatai, Pir makla birlikte, tıpkı deyişleri gibi Buyruk’un görmezden gelinmesi tam anlamıyla bir gaflettir. Zira sorun, Buyruk’un ana mantalitesinin Sultan Abdal ve Kul Himmet’i de içeren, Aleviler arasında “Yedi Ulu ve giriş kısmında yaptığı vurgunun yani “Müslümanlığın” görmezden Ozan” olarak adlandırılan ozanların deyişlerini/nefeslerini yaşanılan gelinerek reddedilmesidir. Bu bağlamda, yaptığı vurgu, kıldığı geçerli çağa ayak uydurmamakla itham eden, Buyruk’un aşılması gerektiğini uygulamalar ve onlara verdiği dayanaklarla muhtevanın özü görmezden beyan eden cılız görüşlerin ortaya atıldığı da görülmektedir. gelinerek,”özgün inanca” gönderme yapılarak nasıl bir aktüel “cemevi” Son günlerde önceleri Almanya’da ve ardından Hollanda ile talebi oluşabilir ve cem ayini yapılabilir, sorusu açık uçludur. Danimarka’da; ardından da AB 2004 İlerleme Raporu tartışmaları nedeniyle Türkiye’de uçuk-marjinal kesimlerce, Aleviliğin İslam’dan
30
Sayı 10
SERÇEÞM ERÇESME
AABK GENEL BAŞKANI TURGUT ÖKER ISTANBUL’DA GÖZ ALTINA ALINDI
ALİ ÖZSOY
Bir Dinin Mensubu
Demokratikleşme Derken Bu Nasıl İş? Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanı Turgut Öker, Tunceli’de temeli atılan Dersim Bedensel Engelliler Rehabilitasyon Merkezi’nin açılışına katıldıktan sonra, 29 Nisan 2004 tarihinde yurtdışına çıkarken Atatürk Havalimanı’nda tam 23 yıl öncesine ait uydurma bir gerekçeyle gözaltına alındı. Yoğun bir protesto kampanyası sonucunda aynı gün serbest bırakıldı. Turgut Öker İstanbul’da 1 Mayıs gösterilerine “Alevi Bektaşi Federasyonu” kortejinde katıldıktan sonra, Pazar günü Almanya’ya geri döndü. Frankfurt hava limanında Turgut Öker’i yüzlerce kişi karşıladı.
Alevilere Gözdağı Verme Girişimi AABK Genel Başkanı Turgut Öker, Havalimanı çıkışında kendisini karşılayanlara şunları söyledi: “26 yıl önce işçi haklarını savunduğum için yazdığım yazının bugün de arkasındayım. Bu yüzden “emek en yüce değerdir” diyen Aleviler olarak bugün de emeğin bayramı olan 1 Mayıs yürüyüşüne İstanbul’da Alevi Bektaşi Birlikleri Federasyonu pankartı altında katıldık... Sıkıyönetim yok, DGM’Ier kaldırılmış, dava tam 23 yıl önce kapanmış, ben yüzlerce kez Türkiye’ye giriş çıkış yapmışım, ortada muhatabı bile olmayan bir nedenden dolayı gözaltına alınıyorum. Benim şahsımda gerçekleşen bu gözaltı olayı ile aslında Alevi toplumuna gözdağı verilmeye çalışıldığına inanıyorum. Fakat şu iyi bilinmelidir ki geçmişte katliamlarla bile durdurulamayan Aleviler ve Alevi hareketi durdurulamaz ve bu tür baskılara da boyun eğmez. Türkiye’de ve Avrupa’da örgütlenen, haklarının peşinde olan Aleviler bazı güçleri rahatsız ediyor, gözdağı verme girişimlerine rağmen etmeye de devam edecek. Biz artık örgütlüyüz ve haklı davamızın arkasındayız. 10 saatlik bir gözaltı süresinde bile, Alevi örgütü gücünü anında gösterdi. Türkiye’nin ve Avrupa’nın dört bir yanından harekete geçen Alevi hareketi, faks, telefon ve e-maillerle ilgili kurumları protesto etti. Eğer anında gerçekleştirilen bu kampanya olmasaydı, gözaltına alıp, sonra da serbest bırakma, bürokratik işlemlerin tamamlanması için bile mümkün olmazdı. Bu sizin gücünüz, bu Alevilerin gücü.” Daha sonra bir araç korteji ile Darmstadt Alevi Kültür Merkezi’ne giden Turgut Öker, orada Konfederasyon, Federasyon ve Alevi Kültür Merkezi yöneticileriyle bir değerlendirme toplantısı yaptı. Gösterilen dayanışmaya katılan, katkı sunan, destekleyen herkese teşekkür etti. Ahmet Koçak
Bütün dinler bir millet olsa Ara yerde senlik benlik yok olur Ne Musevi ne İsevi kalmazsa Muhammed’e halifelik yok olur. Senlik benlik aramızdan kalkarsa Bu ikilik insanlardan çıkarsa Nurcular da bu dünyadan giderse Gerginlik kavga dövüş yok olur. Ademliğe hizmet ederse fertler Ortadan kalkarsa hep adavetler Silah bıçak atılır, toplar Hidrojen atom bomba yok olur. Dünyada yaşayan bunca zevatlar Gökte neler arar o asil zatlar Camide olmaz bu kerametler Çalışmakla çirkin huylar yok olur. Özsoy adavetler bizden çıkarsa Din kavgası bu dünyadan kalkarsa Ulu tanrı halimize bakarsa Padişahlık hem krallık yok olur.
ŞAH HATAYİ
Dârına durmaya Bir nefescik söyleyeyim Dinlemezsen neyleyeyim Aşk deryasın boylayayım Ummana dalmaya geldim. Işık harmanında savruldum Hem elendim hem yoğruldum Kazana girdim kavruldum Meydana yenmeye geldim. Ben Hakk’la oldum aşina Gönlüm sevgine teş(i)ne Pervaneyim ateşine Şem’ine yanmaya geldim Şah Hatayi bir ezimde Hiç hilaf yoktur sözümde Eksiklik kendi özümde Dâr’ına durmaya geldim.
Serçeşme Sizlerin Katkısıyla Çıkıyor ve Dağıtılıyor Serçeşme’nin arkasında medya ve işadamları yoktur. Gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme okuyucusunun özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenerek ve zorlukları birlikte çalışmayla aşma gücüne dayanarak yola çıkıyor.
Eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, yazılar ile nefeslerinizi, deyişlerinizi bekliyoruz. Tüm canları, Serçeşme’ye abone olmaya, abone yapmaya, temsilcilik görevini üstlenmeye, bulundukları yöreye derginin toplu getirilmesini, elden dağıtılmasına el vermeye çağırıyoruz.
BUGÜNE DEK TEMSİLCİLİK GÖREVİNİ ÜSTLENEN CANLAR Yurtdışı - Almanya: Berlin Zeki Konuk +49.172.305 92 29; Bremen Adnan Kılıç +49.174.448 49 59; Darmstad Hüseyin Akın +49.179.107 88 56; Frankfurt Sedat Bican +49.170.751 25 35; Gladbach Behcet Soguksu; Hamburg A. Varol +49.172.453 14 62; Hanau Kemal Nayman +49.173.667 72 91; Kassel Hüseyin Öztürk +49.162.153.33 20; Oberhausen Mehmet Kaz +49.173.612 01 95; Stuttgart Kılavuz Bakır +49.162.909 70 70; Avusturya: Tirol Hüseyin Polat +43.650 841 55 99; Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan +32.473 49 37 12; Danimarka: Aarhus Yücel Tanrıverdi +45.5124 0283; Fransa: Paris Ahmet Kesik +33.6.8207 6716; Hollanda: Gelderland Ali Rıza Ağören +31.651 25 63 19; İsviçre: Basel İbrahim Bakır +41.78 808 40 07; Kanada: Toronto Ahmet Akkuş +1.416.652 98 54; Norveç: Oslo Hasan Bulut +47.9803 7761. Yurtiçi - Adıyaman: Gölbaşı Kenan Tezerdi 0535.949 43 13; Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu 0535.644 27 25; Gümüşhacıköy Feruz Oruç 0542.664 35 14; Ankara: Sıhhiye Timur Özmen 0312.230 21 83; Merkez İsmail Metin 0532.644 95 37; Antalya: Merkez İlyas Şimşek 0544.578 22 99; Burdur: Merkez Mehmet Turan 0248.234 37 17; Çanakkale Merkez Metin Mutlu 0263 213 02 52 Denizli: Merkez Tekin Özdil 0546.237 32 96; Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer 0535.872 63 03;
Mayıs 2005
Eskişehir: Odunpazarı Cafer Karataş 0533.719 36 54; Gaziantep: Merkez Hüseyin Keskin 0537 242 3842; İstanbul: 4. Levent Hüseyin Düzenli 0555.204 73 79; Acıbadem Koray Berktaş 0533.24461 25; Alibeyköy Veysel Köse 0544.30539 23; Avcılar Mustafa Kılçık 0536.552 68 75; Bahariye Zehra Ünder 0533.722 03 91; Beyazıt Bekir Delibaş 0212.516 23 14; Çağlayan Ali Ulvi Öztürk 0212.224 2242; Fatih Rukiye Delibaş 0536.396 83 56; İçerenköy Yılmaz Gürbüz 0535.524 49 12; Kadıköy Kazım Erol 0216.347 14 41; Kağıthane Aydın Deniz 0212.320 18 18; Kayışdağ Veli Göynüsü 0532.687 31 09; Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı 0532.410 51 79; Soğanlık Hasan Harabati 0532.787 7098; Sultanbeyli Sadegül Çavuş 0535.491 07 58; Ümraniye İsa Polat 0536.968 99 75; Üsküdar Sabri Karaman 0533.263 0243; Yenidoğan Salih Arslan 0535.941 15 09; Izmir: Merkez, Hüsniye Çınar 0532.512 59 62; Konya: Beyşehir Hüseyin Kutlu 0535.522 75 11; Beyşehir Salman Zebil 0542.431 56 91; Maraş: Elbistan Ali Kaya 0535.466 38 43; Nurhak Hasan Çadır 0535.511 12 99; Nevşehir: Hacıbektaş Erhan Çetin 0536.42694 33; Samsun: Merkez Cem Sultan Ermiş 0532.700 49 61; Terme Emrah Çolak 0542.341 33 03; Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan 0282.263 05 79; Urfa: Kısas Ahmet Aykut 0536.777 63 47; Sırrın Sadık Besuf 0537.392 6375.
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
“Azınlık Kafasını” Alevilere Kabul Ettiremezsiniz Esen Uslu
T
ürkiye’deki Alevi örgütlerine, bir “azınlık kafası” dayatılmaktadır. Bu “kafa” görünürde Avrupa Alevi örgütlerinden kaynaklanmakta, ancak biraz daha kurcalandığında Avrupa Birliği patentli olduğu görülmektedir. Kaderini Avrupa Birliği’ne bağlamış Alevi aydınlar ve örgütler hızla bu kafayı benimsemektedir. Sanılmaktadır ki, sonbaharda başlayacak Avrupa Birliği’ne üyelik görüşmeleri öncesinde Türkiye’nin devlet yapısında ve hukukunda yapılacak değişiklikler sırasında Alevilerin durumunda en azından göstermelik “iyileştirmeler” sağlanabilir. Bu “ fırsatı” görmedikleri ya da bu fırsattan yararlanmak için yeterince tutkulu ve hızlı çalışmadıkları için Türkiye’deki Alevi örgütleri eleştirilmektedir. Avrupa’da yaşayan “sığınmacıların” ve “göçmenlerin” benimsedikleri bu “azınlık kafası” Türkiye’deki Alevi örgütlerine yabancı geldi. Bir dizi Alevi örgütü yöneticisi “Aleviler azınlık değildir” dedi. Ama bu sözlerini gerekçelendirmek için “biz asli unsuruz, bir kurucu unsuruz” deyince, kendilerini diğer azınlıklardan ayırdıklarını, onları “ikinci sınıf vatandaş”, son günlerde ünlenen deyişle “sözde vatandaş” gördüklerini belirtmiş oldular. Alevi örgütleri “azınlık” sayılmaya tepki gösterirken, kendilerine dayatılan “azınlık kafası”nı, düşünme gerektirmeyen bir takma kelle olarak benimsediler. Bu “kafa”nın özelliği, demokrasiyi, toplumsal ve hukuksal değişikliği “sadece bir azınlığın çıkarlarım için” istemektir. “Azınlık kafası”, kendi istemlerini yükseltirken, dışındaki toplumsal kesimlerin istemlerini dikkate almamak, o istemlere sahip çıkmamak, hata bazılarına açıktan karşı çıkmak demektir. İstemler dar bir çerçevede savunulursa, kısa sürede gerçekleştirilebileceği yanılgısını yaygınlaştırır. Böylece en beter demagojilerin ardına takılmanın yolunu açar. Birinci Alevi Konferansı hazırlanırken üç konu vardı. Bunlar, zorunlu din derslerine ve Diyanet İşleri Başkanlığının varlığına karşı çıkılması ile Cemevlerinin yasal statüye kavuşmasıydı. Diyanet İşleri konusundaki istem, Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerine kadar başarılabilir olarak görülmediği için olacak, sonuç bildirisine girmedi. Kampanya iki noktaya odaklandı.
K
Zorunlu Din Dersleri
onferans sonuç bildirisi, zorunlu din derslerinin “evrensel ilkelere dayalı, bilimsel, laik, demokratik eğitimden” uzaklaşmanın göstergesi olduğunu, “Alevi çocukları üzerinde baskı ve asimilasyon aracı” ve “tek yanlı bir din eğitimi” olduğunu, toplumun “dinsel esaslara göre yeniden şekillendirmeyi” amaçladığını belirtilmektedir. Ama sonuç bildirisi şu soruya açık yanıt vermemektedir: “Seçmeli ya da gönüllü bile olsa devlet eliyle din dersi verilmesini onaylıyor musunuz?” Bu soruya “evet” diyenler laikliğin, “dini, devlet eğitiminden tümüyle çıkartmak” demek olduğunu reddetmektedirler. Böyle tutarsız bir laiklik savunusu, devletin Aleviliği içine almasına onay veren genci ve zararlı bir tutumun başlangıcıdır. Bu soruya “hayır” diyen, gerçek laiklik yanlıları, devletin tümüyle din eğitiminden elini çekmesini savunur. Bunun Avrupa Birliği çerçevesinde başarılamayacağı açıktır. Çok daha kapsamlı bir çaba ve birlik gerektirmektedir. Bu hedef, yalnız Alevileri değil, tüm laiklik yanlılarını birleştirebilecek, kapsamlı bir demokrasi yaklaşımını gerektirir. Devletin eğitimi bir “asimilasyon ve baskı aracı” olarak kullandığı tek alan zorunlu din dersleri değildir. Hele “evrensel ilkelere dayalı, bi-
limsel, laik, demokratik eğitim” isteyenlerin, karşı çıkacakları tek konu da zorunlu din dersleri olamaz. Milliyetçi-faşist kırması, bilim-dışı içerikli eğitimden; bedava devlet eğitiminin kalkmasından; paralı eğitimin dayatılmasından; ezbere dayalı, öğrenciyi çalışma yaşamına değil işsizliğe hazırlayan eğitimden; gençleri, doktorlarla birlikte yalan söylemek zorunda bırakarak alınan raporlarla liselerin son sınıfına değil de, para tuzağı özel dershanelere devam etmeye zorlayan eğitimden; öğrenciler arasında yarışmayı ve seçkinliği teşvik eden, elemeci eğitimden; okulda dayağın hala sürmesinden kim memnundur? “Ana dilde eğitim”, “devlet eliyle eşit, zorunlu ve bedava temel eğitim” temel haklardan değil mi? Bu sorular, konunun ne kadar kapsamlı ve yakıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Din dersi bu tartışma içinde ele alınmalı, Alevilerin demokrasi için düzene muhalif diğer kesimlerle işbirliği yapmasının temelini döşemek demektir. Yalnız “azınlık kafası” ile düşünenler, diğer toplumsal muhalefet kuruluşlarının neden Alevileri desteklemediğine şaşar. Aleviler istemlerini, en geniş demokrasi programını savunarak dile getirirlerse, tüm toplumsal muhalefetten destek görebilirler.
Cemevlerinin Yasal Statüsü
P
eki, Cemevlerinin yasal statüye kavuşması istemi “Azınlık kafası” ile öne sürülence, Cemevlerine elektrik ve suyun bedavaya verilmesi ve belediyelerin Cemevlerine arazi tahsisi yapması dışında ne anlama gelir? Söylenmeyen amaç, devletin ya da Avrupa Birliğinin bu işlere ayırdığı fonlardan pay kapmak olmasın? Bu istem, devletin din işlerine kaynak ayırmaması demek olan laikliğe bir darbe vurmaktır. Sonuç bildirisi, “Alevilerin inanç merkezi cemevidir” diyor. Bu nasıl Alevilik anlayışıdır? Aleviliğin-Bektaşiliğin inanç merkezi Hacı Bektaş Veli Dergâhıdır. Bu nedenle Dergâh üzerindeki yasağın kaldırılmasını savunmak esastır. Aleviliğin tarihi merkezi orasıdır. İkrarına sadık olanlar için bugün de merkez orasıdır. Cemevleri, Dergâh merkezli bir inanç örgütlenmesinin parçası olularsa anlam kazanırlar. Bunun olmadığı yerlerde kurulan cemevlerinin hali ortadadır. Cemevi yaptırmak için dernekler tüm kaynakları seferber etmektedir. İnşaat süresince dernekler başka iş yapamamakta, hatta cem bile tutamamaktadır. Demek yönetimleri, kendilerini inanç önderlerinin yerine koymakta, getirdikleri “kerameti kendinden menkul ilke ve kurallar” ile semtlerinde oturan farklı süreklerden Alevilerin inşa edilen Cemevinde cem yapmasını engellemektedir. Bugün İstanbul’da farklı süreklerden Alevilerin cem yapmak için derneklerin Cemevlerine gitmediği, eskiden beri kullandıkları mekanlarda cem yaptıkları bilinmektedir. Cemevleri, günümüzde cenaze evi gibi çalışmaktadır. Doğal olarak bu hizmet önemlidir, ancak cemevleri kuruldukları yörenin can evi olacak şekilde çalışır hale getirilmezse, Alevi-Bektaşiliğe yarar getirmez. Farklı süreklerin katılımına izin vermeyen, gençliğin girişim gücüne en geniş çalışma olanakları açmayan, kadınların öne çıkmasının koşullarını yaratmayan cemevleri bölgelerinde inanç merkezi de olamazlar. Türkiye devletinden ve Avrupa Birliğinden Cemevlerine yasal statü dilenmenin Alevilerin-Bektaşilerin bu dertlerine çare olmadığı açıktır. Yapılması gereken, Cemevlerini, merkezinde Dergâh olan, farklı süreklerden ama birbirine tutkun Alevilerin-Bektaşilerin yerel merkezleri yapmak, genci ve kadınıyla çalışan, kuruldukları bölgenin can evleri haline getirmektir. Cemevlerini böyle çalıştırmaya başarabilirsek, yasal statüden kime ne? Devletin dinden, inançtan elini çekmesi, statü değildir.