Serşeçme Sayı 24 Ekim-Kasım 2006

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

GERİYE DÖNÜŞ TAPIMI ANLAŞILMADAN ALEVİLİK ANLAŞILAMAZ

Bu Sayida Velyettn Ulusoy: Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri Birlik-Dayanışma Toplantısında Konuşma Karşındakinin Seni Seviyorum Demesini Beklemeden Seni Seviyorum Demenin Zamanı Geldi Birlik Ceminde Konuşma: Cem’in Manası Gönül Birliğini Sağlamaktır Gaziantep Konserinde Konuşma: Bugünkü Durum ve Siyasallaşma Fkret Otyam “Kara Gündür Gelip Geçer / Gam Yeme Gönül Gam Yeme” Esat Korkmaz Gölge Etme Başka İhsan İstemem Erdoan Aydin Tarihi Özgürleştirmek Erdal Yildirim Siyasete Müdahale Etmek Turan Eser Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler ve Yaklaşımlar PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi Sidika Su - Ruh Su Yitirdiklerimiz H. Snan Ulusoy Toplumsal Birliğimiz - Bölüm II Hüseyn İlbey Şikayetname Ham Kutlu Hakk’a Yürüyen Can İçin Erkan - V Nafz Ünlüyurt Bildiğini Söyleyebilme İsmal Özmen Hacım Sultan Velayetnamesi - II DAH Kamuoyuna Çağrı Al Güzelyüz Gazali’nin Bilinmeyen Bir Risalesi... Seda Cokun Türkülerle Anadolu İnsanı Ahmet Koçak Bağcılar HBVD Başkanı - Gençlik Komisyonu Başkanı ile Söyleştik Yalçin Yusufolu Kaygusuz Abdal...

Aylık Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

24

Fyati: Ytl  /   /   Ekm-Kasim  Sayi:

Geleneksel anlatım dilinde “geriye dönüş tapımı”nın izleri “silinir”; nesnelliğin “tarihin geçmişine taşındığı” bir “sanı” yaratılır. Bu “sanı”ya “ fetiş” biçimde bağlananlar hiçbir zaman Aleviliği anlayamayacaklardır.

Tanrı-Doğa-İnsan’dan Hak-Muhammet-Ali’ye Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

G

eriye dönüş tapımı gereği Anadolu Aleviliği, kendini yaratan kaynaklardan biri ya da birkaçının izini sürerek kendini “geçmişe” taşır. Anadolu Aleviliğinde geçmişe taşınma, belirleyici anlamda, heterodoksi bir zeminde “Ali Yandaşları Hareketi” geriye doğru izlenerek gerçekleştirilmiştir. Böylece son tektanrıcı din olan İslam’ın şeriatına ve şeriatçı kimliklerine, bu dinin doğuş koşullarında “tersine-dönüşüm” kazandırılarak tavır alınmış; şeriatçı İslam’ın karşısında, değişim-dönüşüme koşut biçimde gelişen ve vahiy ile aklı “barıştırma” gibi bir işlevi yerine getirmeye çalışan “dinsel felsefe”nin sınırları aşılarak bir “felsefi öğreti” ya da “bilgelik öğretisi” yaratılmıştır. Özkaynaklarından özümsenen Alevi felsefesi ve onun insan, evren ve Tanrı tasarımı “ikirciksiz” gün yüzüne çıkarılamadığı için, bir Alevi kendi çağdaşlığını, aydınlanmacılığını, demokratlığını, ilericiliğini ya da ahlaklılığını, iyiliğini, güzelliğini “sorgulayacak”, dünya görüşüne uygun biçimde “ayakları üzerine dikecek” ölçütten de yoksun kalıyor. Bu durum bilgisiz kalmanın, kendi kökeniyle iletişimi kesmenin ötesinde, yoğun bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Süreç içinde; l. Alevi felsefesinin Doğatanrıcılık yanının, “Tanrı-evren-insan” üçlemesi biçiminde dışa vuran doğasal diyalektiği; toplumsal diyalektiği yansıtması gerekirken bu diyalektiği gizleyen İnsantanrıcılık anlayışı “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi biçiminde öne çıkarılarak “perdeleniyor”. 2. “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesinin özündeki diyalektik kavranamadığı için, evren, insan ve toplum sorunları akıl alanından inanç alanına, felsefe alanından tanrıbilim alanına taşınıyor; Alevi felsefesi tanrıbilim olup çıkıyor. Sonunda olan hem Alevilere, hem de Aleviliğe oluyor: İnancını aklına indirgemek, idealizmini materyalizmine dönüştürmek için nesnel-toplumsal bir evren görüşü(1), insanlığı kurtuluşa taşıyacak bir toplumsal proje(2) yaratan dünün Aleviliği bugün; aklını inancına taşımak, materyalizmini idealizmine dönüştürmek isteyen kimi Alevilerce egemen sınıflara “altın tepsi”de sunuluyor. “Anısız” ve “geleceksiz” bir Alevilik, Ortaçağ’ın “günümüz kılıklı” sömürücülerinin elinde, “iç kimlik bunalımını şifa sayan” bir “dine”(3) dönüşüyor; çağdaş toplumun “karnına”, sindirilmesi zor bir lokma olarak “balyoz” gibi iniyor. Cumhuriyet’ten bugüne gelinen süreçte, toplumsal altüst oluşa koşut olarak sınıflar konumlanmasında önemleri ve durumları değişen sınıf ilişkileri “cangılında” yerlerini bir türlü bulamadı Aleviler. Genelde, kendini yaratan ezilen sınıfın, yani dünün köylü sınıfının, bugünün köylü tabakalarının nesnel olarak yaslandığı Ortaçağ toprak değerlerini, özelde Cumhuriyet’le birlikte edindikleri burjuva değerleri (ulusal burjuvazinin önder yargısıyla kutsanmış dünün ilerici, bugünün gerici değerlerini) ağırlıklı olarak terk edemediler. Nesnel açıdan geçmiş tarihten gelen, nicelikçe ve nitelikçe azalma sürecini yaşayan toplumsal tabakalara, yani köylülüğe, küçük mülkiyete; ideolojik açıdan ise modern güdümün ürünü olan “küçükburjuva” aydınlara bağlanıp kaldılar. (Devamı 2. Sayfada)

Geciktik, Canlarımızdan Özür Dileriz... Bilgisayar sistemimizdeki önemli bir arıza nedeniyle dergimizin yayını gecikti. Bu tür arızaların yaşanmaması ya da önlenemeyen arızların dergimizin çıkışını aksatmaması için elimizden geleni yapıyoruz. Aşk-ı niyazlarımızla.


SERÇEÞME

“Kara Gündür Gelip Geçer

(Baştarafı 1. Sayfada)

Tanrı-Doğa-İnsan’dan Hak-Muhammet-Ali’ye Toplumsal zeminde köylülükle kader ortaklığı yaparken, küçük mülkiyetin sığ ufku içinde siyaset yapmaya soyundular. Yeri geldi; toplumsal/bireysel aklıyla çelişen “uçlara” taşıdılar kendilerini. Yeri geldi; burjuva gibi davrandılar; davranmakla kalmayıp bu yolda burjuvalaştılar da. Bu gelişmeler nedeniyle “geçmişte” buluşulan “ortak payda”nın sınırları zorlandı. Açılan “gedikten” Alevi kimliği kendini yadsıyarak, kendini yaratan toplumsal temele sırt çevirerek sağ siyaset temeline; inançla kutsanmış bir zeminde inancından “yedilerek” devlet katına taşınmak istendi. Aleviler eğer bu oyunu bozmak istiyorlarsa, kendi öğretilerini bilimsel olarak tanımlamak ve yerli yerine oturtmak zorundadırlar. Ancak o zaman halk memnuniyetsizliğinin taşıyıcıları olarak aşağıdan yukarıya bir baskı unsuru olabilirler. Resmi dünyaya onlara rağmen girdiklerinde, o yapıları halk yararına “dönüşüme-değişime” uğratabilirler. Ortodoks (dogma) dini ve onun her türlü kurum ve değerini felsefeleştirebilirler. Bu yolla şeriattan bağımsızlaşma zemininde, insanı ve doğayı özgürleştirebilirler; laikliğin düşünsel yapısını ve kitle temelini yaratabilirler. NOTLAR: (1) Dört kapı kırk makam: Hacı Bektaş Veli tarafından geliştirilen dört ana aşama ve kırk alt aşamadan oluşan eğitim öğretisi. Dört kapı, tarikat yolunda, yolda tarikat yolcusunun, yol erinin Tanrı’ya ulaşmada yükselmek ve derinleşmek durumunda olduğu dört aşamayı simgeleyen şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve hakikat kapısı. Dört kapı öğretisi ise Tanrı’ya ulaşmada ya da bu görüntü ardında ham ervahlıktan kâmil insan durumuna dönüşmede, dört kapı görüşünü temel alan öğreti (2) Kâmil toplum: Anadolu Alevilerinin, felsefelerine, öğretilerine ve yaşama biçimlerine uygun olarak toplumu kurtuluşa taşımak için tasarımladıkları; devletin, sınıfların, özel mülkiyetin ve paranın olmamasıyla belirgin, herkesin yeteneğine göre üretime katkıda bulunduğu, gereksinimine göre toplumsal üretimden pay aldığı kusursuz toplumdur. (3) Alevilikte “din” terimi yoktur; “geriye dönüş tapımı” kapsamında “tersine” yönelimle “din aşka dönüştürülmüştür.”

Esat Korkmaz’ın “GÖNÜL YOLU” Programını Salı Akşamları Saat 9’da Su TV’de İzleyebilirsiniz TURKSAT 2A 42˚ Batı FR: 11762,5 MHz, Polarite: V SR: 2155, FEC: 3/4 2

Gam Yeme Gönül Gam Yeme” Fikret Otyam 13, 14 15 Ekim 2006, Geyikbayırı Köyü / Antalya 1926 doğumlu olduğuma göre yaş dayanmış seksene! Şu satırları yazarken zaman zaman kıkırdadığımı nereden nasıl bileceksiniz, ol nedenle bir açıklama yapmak zorunlu oldu. 1953 yılında evlendim, en büyük ağabeyim, besteci ve orkestra şefi Nedim Otyam armağan olarak Groma marka bir daktilo verdi masaüstü. Şimdi kitaplığımda naylona sarılı duruyor ve üzerinde bir yazı; “1953-1965”. Klavyesi a, i, e... diye başlayan, yani Fransız klavyesi. Birazcık da ağır olan bu güzel armağanı neredeyse gece yatarken koynuma almadığım kalmıştı! Gezilere giderken bile o hep yanımdaydı ve üç yıllık gazeteciydim, bundan önce yazılarımı hatta yazılarımızı yazardık tüm çalışanlar. Öğünmek gibi olmasın, ama mesleki kuruluşların yarışmalarında nice ödüller kazandım. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel, yazarlara daktilo, fotoğrafçılara da fotoğraf makinası armağan ederdi; evet Demirel’den iki kez taşınabilir daktilo almak nasip olmuştu. Ne ki bunların klavyeleri benim alıştığım A ile başlayan klavyeler değildi ve Demirel’in bir deyimine göre “çare tükenmez”di. Ankara Cumhuriyet Gazetesi Bürosu’nun karşısında Kocabeyoğlu Pasajı’ndaki daktilo tamircisi arkadaş, harfleri alıştığım diziye getiriverirdi söküp yeniden lehimleyerek! Yıllar bu minval üzre geçip gidiyordu ve İstanbul’da açtığım resim sergisinde işler iyi gitmişti. Bir gün Galata Köprüsü’nün altındaki hayvan yemi satan dükkândan kedimize mama almış, Bankalar Caddesi’nden Beyoğlu’na çıkarken gözüm kocaman bir mağazanın vitrinindeki ünlü bir markanın bilgisayarına takıldı; etiketine baktım hemen alabilirdim sattığım resim paralarıyla, içeri girdim, yazıhanede üç dört kalantor tam deyimiyle bir “Geyik muhabbeti”ndelerdi! Ben onlara, onlar da bana bakıyor, ama kimse ne istediğimi, neden dikildiği sormuyordu! Aradan otuz yıla yakın bir zaman geçti, anımsıyorum saatime bakmıştım, saat tastamam 18.55 idi, yani kapanmaya sadece beş dakika kalmıştı ve bin hayret o herifler geyiğe devamdalardı! Sonunda ne mi yaptım, -elbette içimden- bigüzel sövdüm, bildiğim tüm küfürleri sıralayarak! Çıktım.. İnanır mısınız bilgisayarla arama bu soğukluk girdi; heriflerin ilgisizliği nedeniyle bu müthiş buluşun peşini bıraktım.. Ta ki yıllar sonra bir Ankara sergimizde yeniden söz konusu oldu. Arkadaşım Kolukısa, sergimize gelmişti, şimdileri ne yaptığını sordum bermutad, zira çok marifetli olduğundan her işi yapar başka bir işe el atardı, yanıta bakın: Bilgisayar satıyormuş, hem de ünlü bir firmanın! Akşam otele geldi kutularla. Yazılar yazdı, renkli resimler, grafikler yaptı, bunları da bigüzel bastı. En hoşuma giden sergi çağrılarının adres etiketlerini basmasıydı ve ufak bir resim karşılığı o lenduha kutular Gazipaşa otobüsündeydi. Deliler gibi boğuştum durdum bana yabancı gelen klavye ile.. Eşim Filiz alışmıştı, bendeniz daktiloya devam! Yolumun üzerinde, gelip geçerken bana can-ı yürekten “Dedeeeee” diye el sallayan bebecik okula başlamıştı ve ilkokulu bitirip ortaokula geçtiğini müjdeleyince armağanımız o bilgisayar oldu. Sonraları üç dört bilgisayar daha konuk oldu evimize, bense Başbakan Sn. Demirel’in armağanlarıyla idare ediyorum yıllar yılı! İlla Fransız klavye ve bir Alevi dostum Çorum’un Gökköy köyünden çıkma Antalya’da Ak-Bim Bilgisayar Ltd sahibi Haşim Barış benim yazı dizinimi istedi. Hemen faksladım. Bir hafta sonra yine aynı köyden bu işlerin has ustası Levent Halit can, taa Geyikbayırı köyündeki evimize bir klavye ile geldi saatlerce uğraşıp parmaklarıma uygun hale soktu; gelgelelim klavyede ü, i, ç, ş. ü yoktu. Bunları elde etmek için ayrı yerlerde tuşlara basmanı gerekiyordu. Olan oldu! Yani efendim, yaramaz oldum vesselam! Defteri kapattım ey canlar, def teri kapattım!

Demirel’in Evinde Olanlar TEMA Vakfı, GAP ile ilgili belgesel hazırlatıyormuş ve çalışmalar iki yıldır yürüyormuş; bilmeyenler bilsin diye açıklıyorum, GAP’ın babası Sn. Süleyman Demirel’dir, üvey babası da bendeniz! Ne ki bu can oraya ilk kez 1953 yılında gitmişti, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel de 1955 yılında! Evet bilmeyenler bilsin bunu; Güneydoğu Anadolu’nun sulanması ikimizin tarifsiz bir sevdasıdır, salt bu konuda sanki kan bağımız var salt bu konuda!.. Büyük seçiciler kurulu Cumhurbaşkanlığı Büyük Odülünü açıkladı; tiyatro dalında Yıldız Kenter, görsel sanatlar dalında bu satırların yazarı ve Vakıflar adına Şakir Eczacıbaşı. Bir ay sonra yine resim dalında yılın sanatçısı seçildiğimi okudum gazetelerde! Hemen bir demeç verip ödülü reddettiğimi açıkladım ve son imza sahibi, GAP dostum Cumhurbaşkanı Sn. Demirel darılmıştı! Yetmedi, uzun uğraşlar verip ayağa düşürülen bu ödül çabalarımızla ortadan tastamam kalktı. GAP Belgeselini hazırlayanlar bu satırların yazarıyla da uzun uzun çekimler yaptı ve sonunda bir öneri, “Bu konuda Sayın Demirel ile sizin bir konuşma yapmanız şart, ne dersiniz?” Kırgın olduğunu söyledim, haber geldi; “Çok iyi olur, özledim, muhakkak bekliyorum!” Uçağa atladık, aylardır görüşmüyorduk merdivenlerden ağır ağır indi, gözgöze geldik içten bir “uy babooooo” çekti ve sarıldık. Üç saat konuştuk, kamera çalışıyordu, bu konuşma sırasında bikez olsun teklemediğini özellikle belirtmek isterim.

“Çağdışı Galmışsın Otyam!” Bir aralık şenlik olsun “deyuuuu”, “Beyefendi” dedim, “hâlâ sizin armağanınız daktilo ile yazıyorum.” Şaşkınlıkla baktı yüzüme, “Bilgisayara geçmedin mi gardaşım?” dedi. Bu konuda yaşadıklarımı nasıl anlatırdım, kısaca “klavye sorunu” diyebildim, hüzünlendi, “Çağdışı kalmışın Otyam” dedi, “şimdi laptoplar var gardaşım, diz üstü, öğren de sana bir tane göndereyim.”

Sayı 24


SERÇEÞME

Müjdeler Olsun!

O’nu Her Zaman Olduğu Gibi Sevgiyle, Saygıyla ve Özlemle Anıyorum

Bu yıl 75. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın üç onur konuğu vardı Uşak İli, Kazakistan ve sanatçılar olarak biz iki Otyam, fotoğraf Filiz Otyam, resim Fikret Otyam. Artık kullanılmayan Pakistan pavyonunda açıldı sergimiz 2 Eylül saat ondokuzda. Adı: Gözler ve Yüzler. Ve bir başka konuda da hayırlara vesile oldu! Filiz’in yeğeni mimar Ahmet Timurcan’ın evindeki bilgisayara gitti parmaklarım, hayret, bin hayret, adımı yazıverdim. Baktım, üstelik doğru! Klavye bizim sistem yani Q ile başlayan!. Dostum, kulakları çınlaya Murat Oktar, ‘sen bulamazsın’ dedi bu Çin işi klavye kutusunu getirdi, yerleri değişik de olsa tüm harfler vardı. Antalya’daki Hızır’larım sevgili Haşim ve sevgili Levent işe el koydular. Levent can resmen ölmüş bilgisayarımı canlandırdı, üstelik köye kadar gelip kurdu ve gerekli bilgileri verdi, tarifler etti.

C

AN dostum, bilgi ışığım, aydınlatıcım ve başım dara düşende telefona sarılıp yardım istediğim o güzel insan Nejat Birdoğan can, Adıyamanlı Dede Rıfat’tan bir şiir salmış; bunu Nefes dergisindeki (sayı: 35, Eylül 1996) yazıma; daha sonra Almanya / Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ne telif haklarını bağışladığım Cancana adlı kiıabımın 104. sayfasına da almıştım. O’nun yadigârı eşi sevgili Şule Birdoğan, kitabımı (yayın tarihi 1998) yeniden okurken şiirdeki kimi dizgi yanlışlarının ayrımına varmış, doğru dizilişini bana faksladı. Canım Nejat Birdoğan’ı en içten saygı ve sevgiyle bikez daha anarak şiirin doğrusunu yazıma alıyorum, Şule Can’a binlerce teşekkürlerimle.

Esat Korkmaz Can Telefon Etti Yazı İstiyor! Önce yazı dedi, ardından ekledi Serçeşme yılbaşı takvimi için seçeceğim dialarımı. Bir önemli isteği de göçtüğüne hâlâ inanamadığım can dostum, büyük halk ozanı Feyzullah Çınar için SU Televizyonu’na hazırlayacağı belgesel için Antalya’ya geleceğinden muhakkak orada olmamı… “Esat can, yazıyı üç dört gün sonra ancak fakslayabilirim!” Esat can, böyle bir yanıtı asla beklemiyordu, anlıyorum çok şaşırmıştı onu daha fazla merakta bırakmamak için nedenini açıkladım: “Bu yazımı artık bilgisayarda yazacağım onun için üç dört gün dedim.” Evet, sevgili can okurlarım, bugün üçüncü gün, binbir uğraşla yazımı bitirmek üzereyim. Bu mutluluğumu sizlerle paylaşmak istedim, bilgisayar “geyiği” de bu yüzdendi. Sekseni aşan yaşımda yeni bir şeye başlamanın kıvancı içindeyim, bu kıvancı elbette çok görmeyeceksiniz; bu kadar yazı için de canlar Haşim ve Levent’e bir kere başvurduğumu özellikle belirtmek isterim. Gerçeğe kocaman bir hû. Anladınız mı neden kıkırdadığımı?

ADIYAMANLI DEDE RIFAT Ben şehid-i bâdeyim, dostlar demim yâdeyleyin Türbemi meyhâne enkazıyla bünyâd eyleyin Gaslolunmaz mâ ile böyle şehidân-ı vega Yıkayın meyle beni, bir mezhep icâdeyleyin

Cenab-ı Allah Bu Kafaları Sanki Alevileri Üzmek İçin Halketmiş! Milli Eğitim Bakanlığı’nın 9-10-11 ve 12. sınıfların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına konulan Alevilikle ilgili bilgiler Alevi canları yeniden üzdü, yaraladı. İslama ayrılığı ve dahi zulmü sokan Muaviye, “Hazret” olarak anılıyor, yeter mi? Hayır! Alevi ibadeti yine yok sayılıyor!. Bu konuda Alevi canların hazırladığı raporda şunlar var, özetle: “9. sınıf ‘İbadetin kapsamı’ alt başlığı altında namaz, ramazan orucu, hac, zekat gibi ibadetler ele alınıyor. Ancak, Alevi İslam inancının ibadet biçimlerinden söz edilmiyor. Cem ibadeti, muharrem orucu görmezlikten geliniyor. ‘Türkler ve Müslümanlık’ başlıklı ünitede, Türklerin Müslümanlaşması sürecinde özellikle Kuteybe bin Müslim komutasındaki Emevi İslam ordularının Türk ülkelerinde gerçekleştirdiği katliamlara hiç değinilmemiş. Türklerin Müslümanlaşmasındaki Ehli Beyt soyuna mensup seyitlerin etkisinden de hiç söz edilmemiş. Onuncu sınıf: ‘Allah İnancı’ başlıklı ünitede Şii ve Alevi İslam anlayışlarının temel inanç ilkelerinden olan ‘Velâyet / İmamet inancı’ yadsınmış. İslam dışı ya da Kuran dışı tüm inançlar yanlış / batıl biçiminde nitelenmiş. ‘Bütün ibadethaneler (cami, mescit, kilise, havra, sinagog) aynı saygıyı görürler...’ denilirken cemevlerinin de ibadethane olduğu gerçeği inkâr ediliyor.” Cânım Feyzullah’ın avazı ve sazı kulaklarımda, nasıl da güzel avazlardı şu deyişi: “Kara Gündür Gelip Geçer Gam Yeme Gönül Gam Yeme”

Neyle, meyle bir alay mahbub ile her dem gelin Bezm-i cem ayinini türbemde mutâd eyleyin Türbeme kandile bir eski sagar vakfedin Şule-i nûr-i arakla ruhumu şâdeyleyin Türbedâr olsun bana bir pir-i meyhor-ı garib N ezr-i sarhoşân ile o rinde imdâd eyleyin Yadigâr olsun bu nazmım evliyâ-yı sagare Perr açıp uçtu Rıfat, ardınmca feryâd eyleyin Bünyad: Temel Gasl: Ölünün yıkanması Mâ: Su Şehidan-ı vega: Kavgada şehit olan Beznı-i Cem: İran’ın şarap tanrısı Cem için yapılan ayin Mutâd: Alışkanlık Sagar: Kadeh Şule-i nur-i arak: Kadehin nurlu alevi Pir-i meylıor-ı garib: Sarhoş ihtiyar Nezr-i sarhoşan: Sarhoşların sadakası Perr: Kanat

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ SAVAŞLI YILLAR

ŞAH HATAYİ

ROMAN

VE

PİR SULTAN

İsmail Kaygusuz

Lütfi Kaleli

ISBN 975-668-055-4 15 x 23 cm boyutunda 374 sayfa

ISBN 975-335-054-6 15 x 23 boyutunda 160 sayfa

İki Cilt Birarada: SON GÖRGÜ CEMİ ÇİLELİ GÜNLER

Alev Yayınları

Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı - 102 34110 Eminönü - İstanbul Tel: +90.(0)212.519 56 35 www.alevyayinlari.com

Toplu Satışlarda %40 İndirim Yapılır Ekim-Kasım 2006

3


SERÇEÞME

MİTOLOJİLERDE GEZİNTİ

“Gölge Etme Başka İhsan İstemem”

İ

Esat Korkmaz

lksel tasarımlarda, tanrılar panteonunu oluşturan yanıtı, bugün bile “özgürlük” sağlayıcı bir “saygısızlık” kutsal kimliklerin, yapılarında bir zorunluluk Yunan’da tanrılar yardımıyla olarak algılanır. Bu nedenle Antik Yunan’ı, din duyguolarak öne çıkan “karşıtlığın” olumsuz yanını sundan ve varoluş sıkıntısından “uzak duran saygısız “zorbalar” devrilirken, “Şeytan” olarak algılarsak şöyle bir sonuca ulakahramanlar uygarlığı” olarak görmek gerekir. sonraları Roma’da şırız: “Şeytan” yoksa “Tanrı” da yoktur. Ve bu Platon’un yapıtlarını irdelediğimizde O’nun bir Py“zorba imparatorlar” “doğru” bir çıkarsamadır. thagorasçı olduğunu hemen algılarız: Attika ruhundan Tektanrıcı dinlerle Antik Yunan dinini karşılaştır- yardımıyla tanrılar devrildi. çok Zerdüşt’e ve Orphikçilere daha yakın bir mistiktir. mak bizi açmaza götürebilir: Çünkü, “din” teriminin Pythagorasçıların “ruh göçü” inancı, Hint Vedacılığınaçılımı tektanrıcı inançlarda olduğu gibi “vecd içinde gerçekleştirilen dan alınmadır; bu inanç Pythagorasçılardan Platon’a geçti. Platon, insanve inananı aşkınlığa götüren” bireysel bir pratik olarak anlaşılmaz. Tam larla tanrılar arasında “aracılar” olduğunu ve bunların da iyi olan “daitersine Antik Yunan’da din, “Site’de oturanlar arasındaki bir bağ”dır. monlar” olduklarını ileri sürdü: Hıristiyan yazarların, “iblislerin çevreBu durumuyla din, devletin “birleştirici” hamurudur ve tanrıları “kumizdeki havada yaşadıkları” düşüncesi Platon’dan “ödünç” alınmadır. rucu ilkeler”le yüklü kahramanlarıdır. Bu nedenle onlara gösterilen taİS I. yüzyılda, Pythagorasçı öğreti/inanç, Platon tasarımları içinde eridi. pım, kişiyi “aşkınlığa” taşıyan “metafizik” bir ritüel değil, Site’nin özüyBu tasarımlara göre, dünyada yüce bir düzen, “İdea” vardır: Gerçek le özdeşleşen “erdemin” kutsanmasıdır. Yunan demokrasisi, Site’nin olduğunu sandığımız her şey bu “İdea”nın bir “gölgesi”dir; bu gölge“vicdanı”nın kimliklendirilmiş biçimi olarak algılanan ve her biri Site ler bozulmuş birer “kopya”dan başka bir şey değildir. Gerçek dünya bir insanının “ilkelerinin taşıyıcısı” durumunda bulunan tanrılarına sıkı “yanılsama”dır. Kimi gnostikler, bu düşünceyi “uç noktalara” taşıyarak sıkıya bağlıdır: Başka bir yapıya taşındığında önemlerini “yitirirler”. “maddi olan her şeyin kötü olduğunu” ileri sürmeye kadar götürdüler. Örneğin Roma, Yunan tanrılarını kendi panteonlarına taşıdıklarında Platon’un düşünceleri sanki Yunanlı olmaktan çok İranlı gibi: Devlet’te onları, başında imparatorun bulunduğu sisteme uyarladılar, yani zorba yüceltilen “Mutlak İyi” ve “Mutlak Kötü”, Yunan ruhuna yabancı bir Şeyimparatorlarıyla tanrıları “devirmek” zorunda kaldılar. Antik Yunan’da tan’ı içerir. Şeytan’a bu kadar yaklaşan Platon, Gnostisizmin ve Hıristiise tanrıların yardımıyla zorbalar devrilirdi. Demek ki Antik Yunan’da yanlığın “müjdeleyicisidir” bir bakıma. gerçek tanrı Site idi. Dinsel oyunların eşlik ettiği başka kutlamalar da vardı. Helenik Yunanlılar, tanrıları tasarımlarken onların “zorbalıklarını yadsıdıdönemde bunun üç örneği görülür: a) Dionysos törenleri; b) Eleusis lar”; çünkü, tek ya da birkaç kişinin mutlak iktidarı anlamına gelen “zormysterionları ve c) Orpheus törenleri. balık”, Yunan’la bağdaşır bir şey değildi. Bu nedenle Antik Yunan’da tanrılar “sorgulanmış”; sürece koşut olarak mitolojiler onlara “kötü alışkanlıklar”, “düşünsel sarsıntılar” ve tektanrıcı dinleri “rahatsız” edecek Şarap tanrısı ve aynı zamanda buğday, bağ, çiçek tanrısı olan, Trakya denli “ahlaksız” serüvenler yüklemiştir. Antik Yunan aynı zamanda, kökenli kahraman Dionysos’u kutlama törenleridir. Erkek ve verimlilik “özgürlüğün temelini saygısızlıkta” gören, şairlerin, oyun yazarlarının ve tanrısı olan Dionysos, Zeus’un meşru eşi olan Hera’nın lanetine uğrar: geleneğin yarattığı “kutsal söylenceleri” yerle bir eden, yağmalayan “KiBir Girit tasarımına göre Hera’nın kışkırttığı Titanlar tarafından kollarınizmin”, yani Avrupa toprağında “ilk sufiliğin” doğumuna “annelik” etti. bacakları koparılır; pişirilir ve yenir. Titanların bu davranışı ölümcül Kinik Okul’un kurucusu Diogenes’in, kendisine ne hizmette bulunabilesonuç doğurur; ünlü öfke nöbetlerinden birine kapılan Zeus, eski hizceğini soran İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” biçimindeki metkârlarını öldürür. Apollon, Dionysos’un gövde parçalarını bir araya getirir. Kimi söylencelerin belirttiğine göre Delphoi’ye, kimi söylencelerin belirttiğine göre ise Thebai’ye gömülür. Söylencenin diline uyarsak “dirilir” ya da Zeus tarafından “diriltilir”. Bu söylencede tanrı olarak tasarımlanan ezeli kahraman Dionysos’u katleden Titanlar, iblislerin, yani Şeytan’ın çocukluğunun bir çeşitlemesi olabilir. Tıpkı, Gökyüzü’nden Cehennem’e atılan Yahudi tanrısı Lucifer ve boynuzlu takipçilerinden oluşan, kafese kapatılmadan önce Olympos’tan aşağı atılan “birliği” gibi. Kötü hizmetçilerini “Şeytan”a havale eden Yahudiliğin “tanrı kral”ı, Hıristiyanların tanrısını çağrıştırır; çünkü O da kötü meleklerini, Cehennem’in derinliklerine gönderir. İÖ VII. yüzyılda Trakya’dan ya da Frigya’dan gelen Dionysos’un Mısırlı Osiris’in bir “dönüşüm” ürünü olduğunu savlayanlar da vardır: Yazgısı, O’nun yazgısına çok benzer; çünkü O da “yeniden doğuş” tanrısıdır ve O’nun da gövdesi parçalanmıştır. Benzer biçimde Babilli Dumuzi de “yeniden doğuş”un simgesiydi. Başka uygarlıklarda da cinayetlerin kurbanı olan ve “yeniden doğuş” mucizesiyle dirilişler sunulan tanrılar vardı. Yunan sanatında betimlendiğine göre Dionysos, sevimli bir tanrıydı; sürekli gülümseyen toraman bir kimlikti. Kimi bölgelerde yılda bir, kimi bölgelerde altı ayda bir düzenlenen Dionysos törenlerinde tanrı aşkı, yer yer “vahşiliğe” başvurarak canlandırılıyordu: Örneğin Girit’te, bir boğanın kol ve bacakları koparılıyor, törene katılanlar dişleri arasında kanlı bir et parçası taşıyordu. Kimi anlatımlarda bu törenlere katılanlar “deliler” olarak tanımlanıyor, insanların kol ve bacaklarını parçalıyor ve çiğ çiğ yiyorlar, biçiminde anlatılıyor. Bu işte Şeytan’ın “parmağı” olduğunu ileri sürenler de az değil. Trakya ve Frigya topluluklarında benzer “vahşilikleri” anımsarsak bu yargıların doğru olduklarını kabul etmek gerekir. Bu kanlı törenler, İÖ V.-IV. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Doğa güçleriyle “mistisizm”e varan bir “kaynaşma”nın ürünü durumundaki Dionysos törenleri özünde “kefaret törenleri” değildir. Yani “Kötülüğü” kovmak için düzenlenmezler. Ölülerle, yaşayanlarla ve yaşayacak olanlarla “metafizik birliği” kutlarlar.

Roma’da Ulusal Müze Plazza Altemps’de bulunan Dionysos heykeli. Fotoğraf: Ryan Freisling.

Dionysos Törenleri

4

Sayı 24


SERÇEÞME

Eleusis Mysterionları Atina ile Megare arasındaki Eleusis’te kutlanan tarım festivalleridir. Tanrıça Demeter ve Kore’nin ikili koruması altındaki ekin, tohum atma ve hasat kutlanır: Söylenceye göre Cehennem tanrısı Pluton kadın aramaktadır; bu nedenle Kore’yi kaçırır. Kızını arayan Demeter, Eleusis’e gelir; bereket tanrıçası olmasına karşın atılmış tohumu yeşertmeyi yadsır. Pluton’a rehineyi serbest bırakması emredilir. Pluton emre uyunca Kore Yeryüzü’ne yeniden çıkar. Demeter de tohumu yeşertir: Ve “zenginlik” anlamına gelen oğlu Plutos’u doğurur. Ne var ki Kore, Yeraltı Dünyası’nda “ölümü ve doğumu” simgeleyen “nar”ı yediğinden Yeryüzü’nde sürekli kalamaz. Bir anlaşma yolu bulunur: Buna göre Kore, yılın üçte birini eşinin yanında, geri kalan süreyi annesinin yanında geçirir. Bunun anısına Demeter, Eleusis mysterionlarını başlatır. Pluton, Zerdüştlükle başlayan ve tektanrıcı dinlerde son biçimini alan “Evrensel Kötü” olmakla belirgin Şeytan değil, onu önceleyen bir tasarımdır: Söylencede bu nedenle, “ezeli bir ölümü” değil, “geçici bir ölümü” temsil eder. Bu tasarımlarda “Şeytan”la, “ezeli ve mutlu yaşamın sırrı”na ulaşma kutsallığı altında “doğanın karşıt güçleri arasındaki birliğe” katılım amaçlanır.

Orpheus Törenleri Dionysos ve Eleusis törenlerindeki “şeytan” tasarımını geliştiren, doğal olarak bu törenleri güçlü bir biçimde çağrıştıran törenlerdir. Mainadlar tarafından Orpheus’un kolları ve bacakları koparılır; kimi yorumlara göre bu Dionysos’un emriyle gerçekleşir: Müzisyen kahraman, Dionysos’u yücelteceği yerde Apollon’u yüceltmekte ısrar edince şarap tanrısı da O’nu katlettirir. Eliade gibi kimi araştırmacılar, Orpheus’u Dionysos adına düzenlenen dinsel törenlerde “reform” yapan bir kimlik olarak görürler. Orphik tasarımlar, “tensel yüceltmeyi” yadsır; ne et yer, ne de şarap tüketir; cinsel perhiz uygular: Anlaşılacağı gibi “sade” bir yaşamı amaçlar. Amacın açılımları açıktır: Cennet’te selamete erişmek ve Dionysosvari bir yaşam sürmüş olanlara ayrılmış olan Cehennem azabından kurtulmak. Doğulu “köken”i nedeniyle Orphik törenlerin yapısında bulunan “öte dünya ve selamet kaygısı” Helenik kültürle bütünüyle “çelişki” oluşturur. Diğer yandan Orphik hareket “İyi ve Kötü” karşıtlığını, “İlk Günah” tasarımını “tohum” halinde taşıyan, daha doğrusu “yeşerten” ilk Yunan hareketidir diyebiliriz. Orphik metinlerde rastlanan tasarımlara göre insanlar, kötü yürekli ruhlar olan Titanların küllerinden doğar. Bu nedenle insanların bir kötülük yanı vardır. Diğer yandan yıldırımla öldürülmeden önce bir tanrının, genç Dionysos’un etini yediği için Titanların küllerinde ve dolayısıyla insanda tanrısal bir yan vardır. İnsanlar ortaya çıkmadan önce dünya mükemmeldi; dünyasal dengenin bozulması Titanların hatasıdır. İnsan selamete erebilmesi için, kendi yapısındaki tanrısallığı “keşfetmesi” gerekir. Bu tasarım bize, “evrensel kötü” anlamında “Şeytan”ın doğumunun gerçekleşeceğini haber verir. Kimi araştırmacıların ya da kaynakların belirttiği gibi Orphik tasarımlar, İÖ VI. yüzyılda Yunan’da ortaya çıkmış dinsel bir “protesto” hareketidir. Bu mistik hareket, Yunan sitelerinin resmi dinini kesintisiz bir biçimde sorgulamıştır. Bu nedenle Orphik tasarımların birçok öğesini yapısına alan Pythagorasçı hareketle Platon’a taşınma dışında Yunan’da pek başarı kazanamamıştır. Çünkü, Yunan dininin kurucu büyüklerinden biri olan Hesiodos’a göre, dünyanın başlangıcında “kaos” vardı; çetin mücadelelerden sonra Zeus hükümranlığını dayatabildi; düzen, beklenmedik olaylardan sonra gerçekleşti. Buna karşılık Orpheus’a göre ilk tanrı Eros’un, yani “karşıt-kaos”un doğduğu “yumurta” en baştan beri vardı; yani düzen, baştan itibaren vardı. Yunan dünyasına yabancı bu Orphikçiler nereden geldi? Açıkçası bilinmemektedir: Perhizci, et yemez, sade Orpheus, ne vatandaşı Dionysos’a, ne de başka herhangi bir tanrıya benzer. İskit ya da Frigyalı da değildir; karakterleri kaçınılmaz olarak İran’ı hatırlatır: Büyük olasılıkla İÖ XV. ve VIII. yüzyıllar arasında Orta Asya, Yakın ve Ortadoğu topluluklarının büyük göçleriyle geldiler. Demokrasi yoluyla “Şeytan”ı Helen ve Helenistik kültür dışında tutabilen Yunan, Orphik dinle “Şeytan”ı Olympos’a dahil etmek zorunda kaldı.

YİTİRDİKLERİMİZ

ŞİNASİ KAYA 20 Mayıs 1938 - 20 Ekim 2006 Demir Döküm’ün ilk işçilerinden Maden-İş ve TİP’in yöneticisi DİSK’in kurucularından 1961 Saraçhane Mitingi 1970 15-16 Haziran Direnişi 1 Mayısların ve nice grevin, direnişin yöneticilerinden, önçü işçi

DR. FÜSUN SAYEK 1947 - 19 Ekim 2006 1996-2006 dönemi Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Başkanı insan hakları, kadın hakları ve demokrasi kavgasının yılmaz savaşçısı

K AYNAKÇA:

Baudelaire, Charles; Kötülük Çiçekleri (Çev.: S. Maden); Çekirdek Yayınları; İkinci Baskı; İstanbul-1998 Erhat, Azra; Mitoloji Sözlüğü; İstanbul-1972 Hançerlioğlu, Orhan; İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatlar-Efsaneler); Remzi; İstanbul-1975 Korkmaz, Esat; Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2006; Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar; İstanbul-2003; Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2003; Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Kaynak Yayınları; Genişletilmiş Üçüncü Baskı; İstanbul-2003; Anadolu Aleviliği; Berfin Yayınları; İstanbul2000 Link, Luther; Şeytan/ Yüzü Olmayan Maske (Çev.: E. Ergün); Ayrıntı Yayınları; İstanbul-2003 Messadie, Gerald; Şeytan’ın Genel Tarihi; Kabalcı Yayınevi; İkinci Baskı; İstanbul-1999 Nietzsche, Friedrich; Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (Çev.: N. Hızır); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1992; Dionysos Dithyrambosları (Çev.: O. Aruoba); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1993 Russell, Jeffrey Burton; Mephistopheles/Modern Dünyada Şeytan (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001; Lucifer/Ortaçağ’da Şeytan (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001; Şeytan/ Antikiteden İlkel Hıristiyanlığa Kötülük (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-1999; İblis/Erken Dönem Hıristiyan Geleneği (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2000 Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları (Çev.: E. Kocabıyık); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001; Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri (Çev: E. Demirli); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2004 Süzer, Evlin Azar; Ana Tanrıça Şeytan; Pencere Yayınları; İstanbul-2003 Werner, Helmut; Ezoterik Sözlük (Çevirenler: B. Atatanır, M. Batmankaya, D. Demirbaş, U. Önver); Omega Yayınları; İstanbul-2005

Ekim-Kasım 2006

PROF. CAHİT TALAS 1917 - 14 Ekim 2006 27 Mayıs’ın Çalışma Bakanı; “Ecevit Yasaları” diye bilinen Sendika ve Grev yasalarının mimarı; Polisin “arama” bahanesiyle öğrenci yurtlarına saldırmasına izin vermediği için dövülen; 12 Eylül genarallerinin hakeretine uğrayan Siyasi Bilgiler Fakültesi Denkanı; 12 Eylül cuntası maduru demokrasi ve işçi hakları savaşçısı

5


SERÇEÞME

Nisan 1915, Harput (Elazığ) Ermenileri, silahlı Osmanlı askerlerinin gözetiminde yakındaki Mezire’deki hapishaneye götürülüyorlar. Bir Alman gezgin tarafından çekilmiş olan bu fotoğraf SAVE Projesi’nin Ermeni Fotoğraf Arşivi’nde bulunmaktadır: <www.projectsave.org>.

Tarihi Özgürleştirmek Erdoğan Aydın Bu yazı Cumhuriyet gazetesinin 21 Ekim 2006 tarihli “Hafta Sonu” ekinde yayımlandı.

E

RMENİ sorununda ‘soykırım yoktur’ diyeni para çıkma mücadelesi verirken onların bizim düzeyimize ve hapisle cezalandırma yasası Fransa Parlamendüşmesi tarihsel bir ironi örneği olsa gerek. Tarihe ve tosunda onaylandı. Fransız Parlamentosunda onaylanan yasanın inyaşadığımız sorunlara Bereket ki Fransa’da tarihçiler ve aydın namususan haklarından yana samimiyetin değil, yaklaşan ezenler açısından değil na sahip olanlar var; bereket var ki, bu hukuk karşıtı seçimler karşısında popülist bir aşağılanma ve tabii yasaya karşı aldıkları tavırla emperyalizmin elinde Türkiye’yi AB dışında bırakmaya yönelik bir tahkiezilenler, paspas edilen Fransa’nın namusunu kurtardılar. Bu mat olduğu açık. devletler açısından değil aydınların, ezici bir çoğunlukla, Ermeni sorununun Bizim kendi tarihimizle yüzleşme gereksinimihalklar, bir ‘soykırım’ sorunu olduğuna inandıkları halde mize işaret edenlerin kendi tarihleriyle yüzleşmekten takındığı bu açık tutum, bilim, basın ve aydın ahlakaçınmaları bir yana, tarihe yasal kelepçe takmalaöldürenler açısından değil kının ne olduğunu göstermesi anlamında da ayrı bir rı, egemen ahlaksızlığın tipik bir yansıması. Fransız öldürülenler önem taşıyor. tarihçi Jean-Michel Thibaux’nun ifade ettiği gibi, açısından bakma Egemen siyasetin bu aşamada bu aydınları din“bu ucuz politika metotlarına isyan etmek” durumunstandardı oluşturmak lememiş olması Fransa tarihinin diğer yüzkarası dayız. ‘Soykırıma’ karşı, insan haklarından yana bir örneklerine yeni bir örneğin daha eklenmesi anlamıve bu standardı parlamenter aklın, samimiyetini ancak kendi tarina geliyor kuşkusuz. Ama bu yasaya alınan tutum, ayrımsız uygulamak hindeki hak ihlallerine karşı tavırla gösterebileceği Fransa’nın herşeye karşın onlardan ibaret olmadığını, zorundayız. Voltaire’in, Zola’nın, Sartre’ın, aydınlanmanın ve özaçık. Özellikle dünya medeniyet tarihinde önemli bir gürlüklerin Fransa’sının da yaşadığını gösterdi. misyona sahip Fransa’dan bu davranışı beklemeye Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, kendi özgürlüklerimiz ve halklar fazlasıyla hakkımız var. Dolayısıyla Ermeni sorunu açısından da sergiarası barış, ülkelere giydirilmeye çalışılan deli gömleklerine itiraz etme lenebilecek biricik pozitif tavır, Fransa’nın öncelikle 1685’teki ‘Siyah gücümüzle elde edilebilecektir. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, dini Yasa’dan, Cezayir ve Vietnam halklarına karşı işlediği suçlardan, 1921 ve milli kimliklerin altında yekpare toplumlar yaşamıyor. Her bayrağın öncesinde ülkemizi işgalden, Tutsilere yönelik katliamdaki açık sorumaltında özgür, adil ve barışçıl bir dünya arayışında olanlar yanısıra bunluluğundan dolayı özeleştirel bir tutumdur. ları engelleme inadını sürdürenler var. Nasıl ki özgürlükler Türkiye’de Fransız parlamenterler belli ki bu gibi örnekleri ve bunların kendi301. maddenin tehdidi altındaysa Fransa’da yasalaşma sürecindeki gerilerine yüklediği ahlaki sorumluluğu unutmuş görünüyor. Üstelik söz kociliğin tehdidi altında. nusu Parlamento, yine kendi aydınları ve Cezayirlilerin tepkisine rağmen Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, daha çok, daha çok özgürlük ve 23 Nisan 2005’de Fransa’da sömürgeciliğin oynadığı ‘pozitif rol’e ilişkin bunu güvence altına alan bir hukuktur. bir yasa yayınlayarak ne denli kötü bir noktaya savrulduğunu göstermişti. Oysa bu seçici unutkanlık ve çarpıtmalara karşın, başta Fransa ve ABD olmak üzere Emperyalizmin tarihi, hak ihlalleri ile şekillenmiştir. Ucuz Politikalara İsyan Dolayısıyla demokrasi geleneği çok daha zayıf ülkelerdeki hak ihlalleriilli tarih’ tezi saptayıp tarihçileri de bunun gerekçesini yazan ni azaltmanın, geçmişleriyle yüzleşme cesareti edinmelerinin sağlanainsanlar konumuna düşürmek, gerçekte bizim yabancısı olmabilmesi anlamında da böylesi ağır bir sorumluluğun yükü altındadırlar. dığımız bir durum. Ne yazık ki Fransa da, bu son kararıyla kendini bu Oysa onlar çifte standart politika izleyerek, hak sorunlarını hegemonya duruma düşürmüş bulunmaktadır. 200 yıldır bizler onların düzeyine amacının kamçısı olarak kullanıyorlar.

‘M 6

Sayı 24


SERÇEÞME

Tutarlılık Bizim de İhtiyacımız

Bu çok önemli ve bence durumu olanca çıplaklığıyla görmemiz açısından da çok gerçekçi çözümleme Ahmet Refik’e ait. Onun satırlarıyla devam etmeden, anımsatmalıyım ki Ahmet Refik, Osmanlı Tarih Encümeni üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında Türkiye Tarihi Müderrisliği, 1924–1927 yılları arasında da Türk Tarih Encümeni Başkanlığı yapan bir tarihçimiz. Ermenileri de ağır bir şekilde eleştiren yazar, Ermeni sorunu tartışıldığında nedense unutulan asli sorumluya, yani Türk halkını da çok ağır bir istismara ve neredeyse imhaya sürükleyen İttihatçı zihniyete işaret ediyor. İşte bu Ahmet Refik’in, 1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair gözlemlerini, giderek sağduyumuzu yitirmemize neden olan şoven savrulmaya karşı bizi uyarması dileğiyle aktarmak istiyorum:

K

uşkusuz emperyalist güçleri eleştirmek, tek başına sorunları çözmeye ve bizi yüklerimizden kurtarmaya yetmez. Onlara yönelik eleştirilerimizin tutarlılığı ve işlevselliği, aynı standardı kendimize de uygulamaktan, dolayısıyla kendi dini ve milli ayrımcılığımıza da itiraz etme yeteneğimizi sürdürmekten geçiyor. Tarihe ve yaşadığımız sorunlara ezenler açısından değil ezilenler, devletler açısından değil halklar, öldürenler açısından değil öldürülenler açısından bakma standardı oluşturmak ve bu standardı ayrımsız her sorunda uygulamak zorundayız. Böyle bir yaklaşım düzeyi, bizi öncelikle Enver Paşa’yı bin yıldır birlikte yaşadığımız Ermeni komşumuzdan daha yakın zannetmek yanılgıFeci Manzara sından kurtaracaktır. Bu bilinç ise yönetenlerin bizi güdebilmek yerine haklarımıza saygılı olmalarını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki sürgü“Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mûlün harici (umulmayan) bir ne giden Ermeni komşularımızla aramızdaki tek fark ayrı dillere, ayrı manzara görüldü” diyen Refik, ağlama ve feryatlarıyla çoluk çocuk inançlara sahip olmaktan ibaret. Oysa Enver Paşa İmparatorluğu haksız yük vagonlarına tıkabasa doldurulmuş insanların hazin tablosunu bir savaşa sokarak dedelerimizi Yemen çöllerinde, Kafkaslarda, dahası aktarıyor. ta Galiçya’larda ölüme süren bir despotizmi temsil etmektedir. Çoğu zaman unutuyoruz, ama Yemen Türküleri, sadece emperyalistlerin değil, “Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce İttihatçı iktidarın da maceracı politikaların sonucunda üremiştir. Bu yaaile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk yılmacı politikaların sonucu sadece Ermenilerin tasfiyesi değil, onlardan çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jançok daha fazla Müslümanın da ölüme sürülmesidir. darma karadan geliyorlardı. Manzara pek feciydi” (s.30) Bir bütün olarak Osmanlı coğrafyasını ve I. Dünya Savaşı’nı ele aldı“Nihayet birgün meş’ûm (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliğımızda, açık ki Ermenilerden çok Türkler öldü. Ancak tüm inanç ve milye edilecekti (...) Ertesi gün, Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer letlerden insanlarımızın kırımından, emperyalistler kadar, bize ‘atamız’ sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşdiye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla halklar larla dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini olarak birbirimizle acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle birçiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını birimizin acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan. kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin Birbirimizin acılarını anlayan bir olgunluk, bize bu acıları yaşatan çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler...” (s.34) egemen politikalara suç ortağı olmamızı engelleyeceği bir yana, egemenlerin bizi, bugün olduğu gibi adaletsizlik ko“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...) şullarında istismar etmelerini de engelleyecektir. Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muÜstelik bu topraklardan yokedilmişlerin, örneğin Tüm inanç ve milletlerden hafaza olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve Ermeni halkının acılarını anlamaya çalışan bir davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı insanlarımızın Türkiye’nin, büyük olasılıkla onlardan da çok ölhal, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da kırımından, müş Balkan Türkmenlerinin acılarını da dünyaya vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli kabul ettirmesi mümkün olacaktır. emperyalistler kadar, edilmemek için evlere ateş verilmişti.”

Resmi Tez Gerçeklerden Uzak

B

bize ‘atamız’ diye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla halklar olarak birbirimizle acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle birbirimizin acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan.

ilindiği gibi ‘hakikat’ diye bize yinelenegelen ve aksini iddia edenin ‘ihanetle’ suçlandığı resmi tezimiz şöyle: “Ermenilerin savaş ortamında askerlerimizi ve erkeksiz köylerimizi arkadan vurmalarından dolayı Osmanlı Devleti tehcir kararı almaya mecbur kaldı!” Kuşkusuz Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğine karşı bağımsızlığı hedefleyen ciddi bir Ermeni eylemliliği söz konusuydu. Ancak bu durum, eğer ki Osmanlı devletinin etnik arındırma, yani bu toprakları Ermenisizleştirme planı olmamış olsaydı asla böylesi topyekün bir tehcir uygulamasıyla karşılanmayacaktı. Oysa resmi tez; “Tehcire tabi tutulan Ermeniler, devlet aleyhine faaliyette bulunan Ermenilerdir. Devlete sadakatle bağlı olan Ermeniler ise hiçbir surette tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve iskanları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır” diye gerçekleri çarpıtmaktadır. (İsmet Binnark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, Sunuş, s. XXV) Halkın hakları ve hukuku ekseninde değil, Osmanlı devleti ve onu yönlendiren İtihatçı politikaları aklamak amacıyla şekillenen bu gerçekdışı tez, Türkiye’nin halen başına dolanan en büyük çoraplardan biri işlevi görmektedir. Aksi olsaydı, en azından Erzurum, Van, Maraş gibi doğudaki şehirlerin tehciriyle yetinilirdi. Oysa Bursa, Ankara, Eskişehir, Konya, İzmit, Adapazarı gibi, söz konusu eylemliliklerle ilişkilendirilmesi için en küçük bahane bulunamayan batı illerimizin Er menileri de aynı âkıbete uğramıştır. Kaldı ki, söz konusu doğu illerinde bile, “adil ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri imha etmek” istiyorlardı; “nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gayeleri için mühim bir fırsat vücûda getirdi” (Ahmet Refik, İki Komite, İki Kıtâl, s. 27)

Ekim-Kasım 2006

“Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde, her tarafı açık hayvan vagonları idi. Muhacirin idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı vagonlarla gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını verdi” (s.37). Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri, çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor” şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet Refik, şöyle yazar:

“Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti ile malûl olmak lazımdı, Almanlardan kalpleri insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine) hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkan haricinde idi. Hiç şüphesiz Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların zafer teraneleriyle bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Anadolu’da kazanacağı menfaatlerle sermest; kurun-u vusta’da (Ortaçağ’da) bile görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini takınıyordu”. (s.38) “Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücumu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükümetinin Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi”. (s.39)

Yaşanan acıların çok küçük bir parçasına dair yapılan bu gözlemlere bir şey eklemek gerekir mi bilmem...

7


SERÇEÞME

PSAKD MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ VE KÜLTÜR-SANAT SEKRETERİNİN GÜNCEL TARTIŞMALARA K ATKISI

Siyasete Müdahale Etmek (!) Erdal Yıldırım, İstanbul, 21 Ekim 2006 Siyasete müdahale etmek!... Böyle olunca “siyasete müdahale etme” fikri, yeriİçerdiği anlam düşünüldüğünde son derece kula- Arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale ni “seçime müdahale etme”ye bırakıyor. Sanırım ki, ğa hoş gelen ve mantıklı bir ifade. Bundan yaklaşık arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale etme’ ifadesini etme’ ifadesini kullanırlarken, 2–2,5 ay kadar önce birden bire bazı yurtdışı örgüt aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi kullanırlarken, aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi yöneticilerimiz ve yazar çizerimiz Alevi Bektaşi kastediyorlardı. İşte asıl tehlike burada meydana çıkıkastediyorlardı. kamuoyuna ve çeşitli internet sitelerine: “artık siyayor. Asıl tehlike burada meydana çıkıyor sete müdahale edeceğiz!” diye bir açıklama yaptılar, Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikKonu ile ilgili bazı yazılar da yazdılar. le de Pir Sultan Abdal Kültür Derneği kurulduğu günÇok doğaldır ki, her kişi, kurum ve kuruluşun kendi dünya görüşüne, den bu yana demokrasi güçlerinin ‘ilkeli’ birlikteliğinden yana olmuş yaşamı nasıl algıladığına uygun olarak bir siyasi görüşü ve duruşu varkurumlardır. Demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunmuşlardır. dır. Ve buna uygun politikaları da hayata geçirmek için mücadele eder. Seçimlerde bireysel hesaplamaların peşinde gitmemişlerdir. Özellikle de demokratik kurumlar, siyasal kurumlar çeşitli konulardaki Siyasete müdahale etmek isteyen arkadaşların da bu ‘ilkeli’ birlikpolitikalarını belirler ve kamuoyuna açıklarlar. teliği baz almaları gerekmektedir. Çeşitli siyasi parti başkanlarının 29 Bunu yaparken de kendi iç işleyişlerine, program ve tüzüklerine Ekim’de Adana’da ABF’ye bağlı kurumlarca düzenlenen etkinliğe dauygun şekilde davranırlar. Merkezi örgütlenmelerin tümünde olduğu vet edilmesi için Ankara’da Genel Başkan kapılarında beklenerek davet gibi, Alevi Bektaşi örgütlenmelerinde ve siyasal yapılanmalarda da bu edildiklerini duymaktayız. Üstelik ve işin trajikomik ve acı yanı şu ki, bu tur açıklamalar, genellikle örgüt içersinde tartışıldıktan ve örgütün fikri kişi ve kurumların içinde Demokratik Alevi Örgütlenmesinden rahatsız alındıktan sonra yapılır. Fakat ne yazık ki, böyle olmadı. olan, bu örgütlenmeye karşı dostça davranmayan, Alevi Bektaşilerin ‘DiAlevi Bektaşi örgütlenmesinin ülkedeki en üst çatı örgütü Alevi yanet Kurumunun kaldırılması’, ‘Cemevlerinin Alevilerin ibadet yerleri Bektaşi Birlikleri Federasyonu ABF’ye bağlı içersinde Pir Sultan Abolarak kabul edilmesi’, ‘Zorunlu Din Derslerinin Kaldırılması’, ‘Nüfus dal Kültür Derneği PSAKD (40 şubesi) Hacı Bektaş Veli Kültür Tanıtma Cüzdanlarından din bölümünün kaldırılması’, ‘Madımak Otelinin Müze Dernekleri HBVKTD (72 şubesi), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Yapılması’ taleplerini duymayan, görmeyenler var. Ayrıca ülkede sürdüHBKAV (30 şubesi) ve bunların dışında bağımsız derneklerin de olduğu, rülen demokrasi mücadelesine, emek cephesine sırtını çevirip, barışın toplam 186 kurumda; Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu AABK çasağlanmasına karşı ırkçı politikaları savunanlar var. tısı altında, 9 Avrupa ülkesindeki federasyonlara bağlı yüzlerce kurumSiyasete müdahale etmek çabasında olan yöneticilerimizin, arkada tartışılmadan, örgütlerin fikri alınmadan, tepeden inme bir mantıkla daşlarımızın meclis koridorlarında, ofis ve bürolarda, yani kapalı kapıbu söylem dile getirildi… lar ardında değil, örgütlerimizin demokrasi mücadelesine bakış açılarıİşte tam da bu noktada çeşitli tepkiler oluşmaya başladı. Bu Alevi na uygun olarak meydanlarda, eylem alanlarında olmaları gerekiyor. Bektaşi Örgütlerinin, daha doğrusu merkezi örgütlülüklerde ve demokAdana’da yapılacak olan bu etkinlikten bahsetmişken bir iki noktaratik işleyişe göre yönetilen örgütlerde alışılagelen bir durum değildi. Ve da bazı tespitler yapmak gerektiğine inanmaktayım. Bu Adana etkinliği çok haklı olarak örgütlerdeki insanlarımız bu konudaki rahatsızlıklarını üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Adına Cumhuriyet ve dile getirmeye başladılar. Demokrasi Etkinliği denilen ve “güçlerimizi birleştiriyoruz” sloganı ile Siyasete müdahale etmeye devam edelim. Evet, her kişinin, kurum açıklanan bu etkinliğin “AABK ve ABF tarafından birlikte düzenlenmiş ve kuruluşun yaşamı algılayış şekline uygun bir siyasi görüşü ve bu göolduğu” açıklanmıştır. Oysa hepimiz biliyoruz ki, gerçek hiçte böyle derüşü yaşama geçirmek için de bir siyasi duruşu vardır. Alevi Bektaşi ğildir. Zira ABF konuyu 21 Ekimdeki Yönetim Kurulu toplantısında göörgütlenmesinin çatı örgütünde ve ona bağlı kuruluşlarda da bu duruş rüşecektir. ABF isminin buraya bu şekilde eklenmesinin, bir ‘oldu bitti’ demokrasiden, insan haklarından, emek cephesinden yana net bir duruşolduğunu, ABF yönetimini zor durumda bırakmak olduğunu da ayrıca tur. Daha doğrusu öyle olmalıdır. belirtmek isterim. Çünkü hepimiz bilmekteyiz ki, ülkedeki demokrasi sorunu çözümÖrgütlerin hiçbir kademesinde tartışılmadan “siyasete müdahale etlenmeden hiç bir sorun tek başına çözümlenmiş olamaz. Alevi Bektamek” deyimini ‘tepeden inme’, ‘emrivaki’ bir şekilde örgütlerimizin, üyeşilerin sorunu da, tıpkı barış sorunu gibi, eğitim, sağlık sorunu gibi, lerimizin önüne koyan, adeta tek kişilik bir örgütlenme modeline uygun işçilerin, memurların, köylülerin, esnaf ve öğrencilerin, kadınların sodavranan birilerinin, bu ‘siyasete müdahale etmek’ ile neyi kastettikleri, runları gibi, etnik ve inançsal tüm sorunlar gibi bir demokrasi sorunuartık ortaya çıkmış bulunmaktadır. dur. Alevi örgütlenmeleri, demokrasi güçleriyle birlikte hareket edip, Siyasete müdahale etmenin, aslında ‘seçime müdahale etmek’ olası demokrasi sorununu çözüme kavuşturduklarında, Alevi sorunun da seçimlerde, o şekilde, ya da bu şekilde bir yerlerde seçilmek olduğu; bir çözümünü sağlamış olurlar. yerlere yamanmak olduğu, bunun için herhangi bir ilke, prensip ve çerAlevilik sorununu tek başına ele almak ve çözmeye çalışmak, kısa çeve bile çizilmediği meydana çıkmıştır. Yani gelecekle ilgili kişisel kayvadeli ve mevzi bir çözüm olacaktır. Bu çözüm kalıcı bir çözüm olamayagı ve tasarruflar ön plana çıkarılmış, örgütlerin fikrine bile danışılma gereği duyulmamış, adeta bu deyimler örgütlerin kucağına bırakılmıştır. caktır, daha da önemlisi ülkedeki demokrasi mücadelesinden ayrı olaTabii ki, Alevi örgütleri varolma ve kurulma nedenlerine uygun sirak düşünülmesi doğru da değildir. yasi politikalar geliştirmeli, seçimlerde de tavrını ortaya koymalıdır. Ülkedeki sorunların çözümlenmesi noktasında demokrasi güçleriyle Yöneticileri de seçilmelidirler. Ancak altını çizerek belirtmeliyim ki, bu birlikte hareket etmenin zorunluluğu ve doğruluğu ortada iken, bunu tespolitikalar ilkeli, prensipli ve demokrasi güçleriyle birlikte olmalıdır... pit etmişken, birden bire nereden çıktı bu “siyasete müdahale etmek?” İnsanların bireysel olarak siyasete atılmak istemeleri, çeşitli kadeAlevi Bektaşi örgütleri, özellikle de demokratik kitle örgütü nitemelerde seçilmek istemeleri son derece doğaldır. Ancak siyasal bir vizliğinde olan yapılar, zaten bugüne kadar özel ve genel politikaları ile yonu, misyonu ve politikası olan örgütlerde yöneticilik yapanların, örgütülkedeki siyasete duruşlarıyla, mücadeleleriyle müdahale ediyorlar ve leri basamak gibi kullanmak istemeleri doğal değildir. Bu tür düşüncesi etmelidirler… olanların, bulundukları görevlerden istifa ederek siyasete atılmaları etik Hatta sadece ülkedeki siyasete müdahale etmekle kalınmamalı; coğaçısından da son derece önemlidir. rafyamızdaki tüm siyasal gelişmelere, emperyalist saldırganlıklara, SiPir Sultan Abdal Kültür Derneği yöneticileri, bugüne kadar sürdüryonist saldırılara, katliamlara ve savaşlara da müdahale etmelidirler. dükleri ilkeli siyasi duruşlarını bugün de sürdürme kararlılığındadırlar. Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikle de Pir Sultan AbDemokrasiden yana olmayan güçlerle olan bir birlikteliği savunmaları dal Kültür Dernekleri, tam da yukarıda tarif ettiğimiz şekilde kurulduğu söz konusu değildir. günden bugüne kadar, özelde Alevi inanç ve kültürünün tanıtılması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında; genelde ise ülkede sürdüGeçmişinde demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunan Pir rülen demokrasi, insan hakları ve emek mücadelesinde yer almak prenSultan Abdal Kültür Derneği örgütlülüğünün bugün de yarın da ‘Yerel’ sip ve siyasetine uygun politikalarını sürdüregelmiştir. Emper yalistlerin veya ‘genel’ seçimlerdeki tavrı bellidir. BOP [Büyük Ortadoğu Projesi-Serçeşme] gereği Ortadoğu halklarını Demokrasi Güçlerinin Birliğini Savunmak ve Demokrasi Güçleriyle katletme katliamlarına karşı, dünyayı yeniden paylaşma politikalarına Birlikte Hareket Etmek !... karşı mücadelesini sürdüregelmiştir. Bundan sonra da sürdürecektir. Bu yazı, yazarın izniyle ilk kez yayınlandığı PSKAD internet sitesinden alınmıştır: <www.pirsultan.net>

8

Sayı 24


SERÇEÞME

YENİ SEÇİLEN ABF GENEL SEKRETERİ’NİN GÜNCEL TARTIŞMAYA KATKISI

Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler ve Yaklaşımlar Turan Eser Aleviler ve Alevilik, kendisi ile yüzleşmek “ALEVILER ve SIYASET” üzerine yazmış olzorundadır. Toplumsal sorunlarla yüzleşme duğum iki yazı üzerinde, bazı tartışmaların Turan Eser candan e-postayla aldığımız zorundadır. Her türden baskıcı egemenlik başlamış olmasını önemsiyorum. Serçeşme dergisinde son iki sayısında Esen Uslu im- bu yazı, ne yazık ki kendisini yazarları arasında politikalarının yarattığı ve dayattığı baskılardan, düşünsel ve örgütsel olarak kurtulzalı iki yazı yayınlandı. Daha sonra intersayan internet sitelerinde yer almadı. ma yollarını bulmalıdır. Alevi kurumları net or tamında ve toplantılarda yazılarıma Bu nedenle hedeflediği Alevi-Bektaşi ve yöneticilerine bu dönem önemli görevler ilişkin, “arka plan” sorusu sorulmaktadır. kamuoyunda ve sol çevrelerde düşmektedir. İçinde bulunduğumuz süreç, Bu iki yazımda bir çerçeve sunmak ve geçmişin muhasebesini zorunlu kılarken, amacın tartışmayı derinlemesine ve düşünyeterince duyulmadı. geçmişi de aşan bir tarzla, Alevi aydınlasel bir söylem üzerinden daha da zenginleştirileceğini umuyorum. Fakat bu konu Konuyu şimdiye dek en geniş çerçevede ele alan rı, akademisyenleri, sanatçıları ve kitlesi ile buluşmak için kişisel hırsları, toplumsal üzerindeki, tartışmaların, bazı kişilerce, çalışma olduğu için uzunluğuna bakmadan mücadeleye dönüştürmelidir. Kolektif akılı sadece seçimlere endeksli, dar bir alanda yazının tümünü yayınlıyoruz. ve toplumsal gücü açığa çıkarmak için çaele alınmasını, tartışmanın zenginleşmesi lışmalara girişmelidir. önünde bir engel olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, gerek yazıda eksik kalan boyutları, gerekse yazının işaret Aleviler, Türkiye’de Önemli Bir Toplumsal Güç ettiği noktaların tam “anlaşılmamış” olmasından dolayı, daha da “net” bir şeyler söylemeyi zorunlu kılıyor. Olduğunun Farkına Varmalıdır Bazı ifadelerimin kendi içinde bir çok çağrışım uyandırdığı görüşİçinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreç Alevi hareketi için, demoklerine karşın, bunların daha spesifik bir tanım üzerinde tanımlamaya rasi mücadelesinde akıl ve güç hareketi olma zamanıdır. Dernekler içine başlayalım. çekilmiş, iç tartışmalarla zamanı, enerjiyi, motivasyonu ve gücü tüketSon günlerde Aleviler ve siyaset ilişkisini, içerikten yoksun bir zemeye dönük davranışlardan kurtulmak için ciddi ve gerçekçi projelere minde tartışanlar, Alevilerin toplumsal ve kurumsal itibarlarına gölge girişmeli ve tartışmalıdır. Siyaset gündeminin merkezinde olmanın önedüşüren tarzda sürdürmesini olumsuz bir davranış olarak değerlendirimi büyüktür. Şimdi kişisel akılın kolektif akıla, bireysel enerjinin kolekyorum. Bu kadar önemli ve toplumsal bir projeyi, kişisel polemiklerle, tif güce dönüştürülmesi gerekir. bilgi ve vizyondan uzak bir seviyeye indirgeyerek tartışması, bu konunun Alevi hareketi bu nedenle gündemin merkezine taşınması gereken, öneminin yeterince anlaşılmasından kaynakladığı kanaatindeyim. Sorudemokratikleşme, insan hakları, kültürel, dilsel ve inançsal çeşitliğin bir nu “birileri milletvekili olmak istiyor” düzeyindeki tartışmaları, Alevi arada eşit haklarla yaşama talebini, emeğin sorunlarını, eğitim, sağlık, toplumun ihtiyaçlarından çok, Alevi hareketinin yeni döneme hazırlanbarış, sosyal politikalar, çevre, çocuk ve kadın sorunu gibi olmazsa olmasına dönük çabalarına, çözüm üretmekteki bir tıkanıklık göstergesi mazlarını, ancak siyasi alana aktif ve fikri katılımla mümkün kılabilir. olarak görmek gerekir. Dernek çalışmalarından elde edilen düşünsel, örgütsel güç bu nedenle siyasi alana taşınmalıdır, Alevi hareketi bu nedenle kurumsal yapılarınAleviler Kendini Yeni Bir Döneme Hazırlamalıdır daki dinamiklerini daha çok akıl, üretim ve siyasi müdahale eksenine yöneltmesi, hak arama bilincini bu zeminde de artırması gereğine inanAlevi hareketinin, 1993 sonrası yaratmış olduğu haklı ve tepkisel hareketi, malıdır. daha sonra talep hareketine dönüştürmüştür. Fakat, içinde bulunduğumuz Buna dair Alevi toplumundaki refleks ve siyasete müdahale kararlısüreç ise bizden daha fazlasını bekliyor. Yani Alevi örgütlenmeleri, teplığı, 2006 yılında gerçekleşen tüm Alevi etkinliklerinde açığa çık mıştır. ki ve talep hareketi olmanın ötesine sıçramak zorundadır. Sadece tepki Bu yıl gerçekleşen tüm etkinliklere 500 binden fazla insan katılmış ve gösteren ve talep etmekle sınırlı bir mücadele ile kendini geliştirmesi, “Alevilerin siyasete müdahale” kararlığı en olumlu tepkiyi almıştır. Şimkitleselleşmesi ve çekim merkezi olması mümkün değildir. Bu nedenle di bu müdahalenin tabandan başlayarak siyasetin merkeze taşınması ve önümüzdeki süreç, Alevi hareketinin hem kendi kurumsallaşma süreciorada diğer demokrasi güçleri ile buluşması sağlanmalıdır. ne, hem de buradan yaratacağı güçle siyasal alana müdahale etme kararAlevi örgütlenmeleri maalesef kendi güçlerinin tam olarak farkında lılığı ile kendisini ve oluşturacağı Türkiye projesini/vizyonunu merkeze değillerdir. Alevilerin toplumsal talepleri, toplumun gündemine kenditaşımak zorundadır. Bu ise yeni döneme sıçrayışı birlikte kurgulamak liğinden girmedi. Alevi sorunu kendiliğinden, uluslararası bir konu açısından önemlidir. Eşitlik, emek, demokrasi, laiklik, özgürlükler ekhaline gelmedi. Alevi hareketinin sadece 2006 yılında, kamuoyuna seninde iktidar hedefli siyasal proje, düşünce ve hareketliliklerle birlikte yansıyan yüzü ve gücü bile, çoğu Alevi kurumlarınca maalesef, yetekendi temsiliyetini, bu zeminde düşünsel ve fiziki olarak sağlamak için rince fark edilmiş bir durum değildir. Kurumsallaşma açısından kimi mücadele etmek zorundadır. Bu süreç tek başına, başarı ve kazanımeksikliklerine rağmen, (ki bu eksiklikleri gidermek için sorumluluk üstlar elde etmek için yeterli değildir. Bu nedenle sol ve sosyal demokrat lenmek gerekir.), kanımca önemli başarılar elde edilmiştir. zeminde duran tüm demokrasi güçleri, ortak bir siyasi gelecek projeŞimdi burada önemli olan, Alevi hareketinin kendi gücünün farkına sini hazırlamak gerekir. Aksi durumda, siyasetin merkezdeki Alevilik varması ve bu gücü toplumsal amaçları ve vizyonuna uygun alanda deinkârını yok edemeyiz. Pir Sultan Abdalın dediği gibi “Bozuk düzende ğerlendirmesidir. Gücünü amaç dışı kullanması durumunda ise, ortaya sağlam çark olmaz”, bu nedenle “bozuk çarktan” medet ummamaktansa, çıkan sonuçlar, Alevi kurumlarını memnun etmediği gibi, Alevi topluyine Pir’in dediği gibi “Hızır Paşa bizi berdar etmeden, siyaset günleri munu da memnun etmeyecektir. gelip çatmadan, açılın kapılar Şah’a” tüm demokrasi sevdalıları ile gitAlevi toplumu ve Alevi kurumları kendi gücünün, demokratikleşme menin zamanı geldiğine vurgu yapmak zorundayız. mücadelesinde bir değişim sağlayacağını bilince çıkarmak zorundadır. Alevi hareketi yeni bir eşiğe sıçramaya aday olduğunu bilince çıkarBu gücün siyasal alanda bir sol güç birliğine dönüşmesine katkı koymak mak zorundadır. Bundan kaçış olamaz. Çünkü Alevi toplumundaki düzorundadır. Söz konusu Alevilerin güç olgusu olunca, garip ama tersşensel dönüşümün derinlemesine izlenmesi gerekir. Aleviler artık yeni ten bir gelişmeye tanık oluyoruz. Alevilerin gücünün farkına varanların, dönemin gerçeklerini bilince çıkarmak istiyor. Hiçbir yönetici ve örgütlü sağcı ve İslamcı partilerin olması ve bu eğilim giderek artması, Alevi Alevi, Alevilerin toplumsal gücünü ve hareketini, bulunduğu noktada toplumu üzerinde oluşturulmaya çalışılan milliyetçi ve muhafazakârlık durdurmaya hakkı olmamalıdır. İçinde bulunduğumuz süreç, siyasal, hegemonyası, Alevi toplumunun geleceği açısından tehlikeli bir gelişimkültürel ve ekonomik politikaların yarattığı gericileşme ve sağcılaşma dir. MHP, AKP, DYP ve bazı sağ partilerin şu anda vitrinlik siyasi konu eğilimlilerinin arttığına tanıklık ediyor. Bu süreç herkesi etkilediği gibi, mankenleri bulmak için “Alevi avı”na çıktıklarına tanık oluyoruz. Sağ Alevileri iki kez etkilemektedir. Yurttaş olmasından dolayı onun sınıfsiyasetin merkezinde duran, Alevi inkarı ve asimilasyonu, şimdi vitrinsal, mesleki, cinsiyet kimliğinden dolayı, siyasal, sosyal, hukuksal ve lik siyasi konu mankenleri ile farklı stratejileri ile ele alınacaktır. Karşı ekonomik haklarını bir bir budarken, kültürel ve inançsal kimliğinden karşıya olduğumuz bu tablo ile barışık olmamız mümkün değildir. Bu dolayı da inkârın ve asimilasyon politikalarının merkezine koymaktadır. gelişmeye karşın, Alevi toplumun gücünü, sol eksen toparlamanın ve Dolaysı ile yeni dönemin dayatmış olduğu şartlar ve koşullar, geçmişin sağcılaşma tehlikesine karşı düşünsel ve kurumsal duruşun örgütlenmemuhasebesi ile birlikte, Alevi hareketini geleceğe hazırlanmayı zorluyor. Asırladır, mevcut resmi politikalarının merkezine, inkâr olarak konulan (Devamı 10. Sayfada)

Ekim-Kasım 2006

9


SERÇEÞME (Baştarıfı 9. Sayfada)

si gerekir. İşte bu nedenle Alevi toplumdaki özgüvensizlik duygusunu özgüvene dönüştürmek için, gücümüzün farkında olarak hareket etmeliyiz.

Alevi Yerleşim Birimlerinde Oylar Sağcılaşıyor Alevi hareketinin siyasete katılım gerekçeleri konusunda, daha önceki yazımda sınırlı da olsa bahsetmiştim. Fakat bu gerekçeleri, argümanları ile birlikte ele almakta fayda var. Türkiye’nin siyaset alanında giderek artan bir sağcılaşma ve muhafazakârlaşma eğilimi var. Bunun net bir şekilde görülmemesi, ancak siyasi ve sosyolojik bakıştaki körlükle açıklanabilir. Siyasal alandaki sol erozyon, kendi muhasebesini yaparken bu boyutu gözden kaçırmamalıdır. Eğer son otuz yıllık seçim sonuçları, Türkiye’nin siyasal tercih coğrafyasına göre, seçimler arasındaki sonuçların karşılaştırması, bir istatistiksel analiz süzgecinden geçirilmiş olsa, sola verilen oylardaki, “sağcılaşma”da yaşanan değişim daha da net görülür. Düşünceleri itibari ile halen kendini solda tanımlayanların, oylarını son dönemlerdeki seçimlerde, neden düşüncelerine göre kullanmadıkları ciddi bir araştırma konusudur. Örneğin 1973 seçimlerinde, Kayseri’nin Sarız ilçesinde % 48.71 oy alan CHP, 2002 yılında seçimlerinde ancak % 16.83 oy alabilmiştir. Sol seçmen ağırlıklı yerleşim bölgelerindeki, oyların sağcılaşmasını göstermesi açısından ilginç bir örnektir. Diğer bir örnek olarak, 1973 seçimlerinde, Kahramanmaraş’a bağlı Elbistan ilçesinde oyların %60 civarında CHP’ye verilirken, 2002 yılı seçimlerinde tüm sol ve sosyal demokrat partileri verilen oyların toplamı % 23 oranında kalmıştır. Yüzde doksanın Alevi olduğu Nurhak ilçesinde, 2002 seçimlerinde sola verilen toplam oy ise sadece %50’dir. Bu seçim bölgesindeki, 1980 öncesi seçim sonuçları incelendiğinde, oyaların %95 civarında sol tercih olduğu görülür. Diğer bir ilginç veri ise, son seçimlerde sandık başına gitmeyen 8 milyon 638 bin kişinin yaklaşık %85’i sola oy veren seçim bölgelerindendir. Bunlar içerisinde sandığa yansımayan oyların büyük bir kesimi ise Alevilere ait olduğundan kuşku yok. 1980 sonrası egemen olan apolitikleştirme sürecinin etkilerini, 2000’li yılarda görmek, yeni kuşak üzerinde belirleyici olduğunu izlemek, Alevi hareketi için siyasi acı veren bir durumdur. Bu nedenle Alevi hareketinin, siyasete müdahale kararlığının en önemli amaçlarından birisi de, apolitikleştirme çabalarına karşı durmak için, Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşmasını Türkiye’deki demokrasi mücadelesi katmaktır. Buna göz yummak ve bu kararlılığa dışarıdan eleştiri yapmak, sol akıl kârı bir durum değildir. 3 Kasım 2002 seçimleri ile solun siyasal alandaki etkisini ciddi oranda azaldığı tespitinde herkes anlaşıyor. 3 Kasım seçimlerinin sola verdiği mesajların derinlemesine analiz edilmesi gerekmektedir. Bunları sıralayacak olursak; 1. ABD eksenli siyasi müdahale Türkiye’deki siyasi alanda halen etkisini sürdürüyor. ABD’deki siyasi ve istihbarat destekli araştırma merkezleri Türkiye’de mevcut siyasi dengeleri ve eğilimleri araştırıp, Washington’un stratejik yol haritasına katkılar sunuyor. Ilımlı İslam seçeneğinin ABD tarafından desteklenmesi, tesadüfü bir tercih değildir. 2. 1999 seçimlerinde 6.310.721 kişinin sandıkta temsil edilmediği; 2002 yılında ise bu durumun, 8 milyon 638 bin (%20,90) seçmenin oy kullanmadığı ve 1 milyon 363 bin (%3,29) seçmenin de oyları geçersiz sayıldığı dikkate alınacak olursa, sol siyaset açısından, siyasete küskünlüğün ve tepkinin hangi toplumsal kesimden geldiğini ve bu duruma sebebiyet veren sol siyaset tarzının kendisini sorgulaması gerekir. Alevi hareketinin en önemli iki mücadele zemini olarak; birincisi kendi içerisindeki birlik ve kurumsallaşma stratejilerini pekiştirmek iken, diğeri siyasal alana güç ve akıl ile müdahale etmek olmalıdır.

Siyasete Müdahale Bir Seçimlik Tartışma Olmaktan Çıkarılmalıdır “Aleviler siyasete müdahale etmelidir” vurgusunun pek de anlaşılmadığı ya da anlaşılmak istenmediğinden dolayı, bu vurguyu biraz daha açmakta fayda var. Alevilerin siyasete müdahalesinden kesinlikle, salt 2007 yılındaki seçimlere endeksli, kısa vadeli bir söylem olarak anlaşılmasın. Bu vurgu, Alevi hareketinin önümüzdeki süreci, yeni döneme uygun uzun vadeli olarak kurgulanması, seçimlerden bağımsız, siyasal alana, sürekliği olan uzun soluklu bir müdahale, katılım, yön verme olarak değerlendirilmelidir. Bugün tartışılmasını sağladığımız, “Alevilerin siyasete müdahalesi” kararlılığı, bir yıllık proje değildir. Daha uzun dönemi kapsayan bir proje olarak algılanmalıdır. Alevilerin siyasete müdahale kararlılığı, 30 yıl, 50 yıl sonrası düşünülerek verilen bir kararlılıktır. Yani 2007 seçimlerine

10

Alevilerin müdahalesinin hissedilmesi meselesi değil, geleceğimize tüm demokrasi güçleri ile birlikte sahip çıkma kararlılığı olarak okunması gerekir. Burada amaç, siyasette çoğulculuk ve çok kültürlülük ekseninde bir değişim yaratmak ve değişimi sol eksende korumaktır. Ortodoks yaklaşımlardan kurtulmuş, Latin Amerika örneklerinde olduğu gibi, toplumsal kesimleri talepleri ile birlikte, siyasi alanın ortak paydalarında bir araya getirmek, Alevi hareketin önemsediği bir boyuttur. Alevi hareketi açısından, siyasete müdahale bir parti kurmak hiç değildir. Aksine, halk adına kurulduğunu iddia eden, ama kendinden menkul siyasi dükkân işletenlere, siyasi bakkalcılığı bırakın, toplumsallaşın demek olacaktır. Alevi hareketi, sola ve sosyal demokratlara, “kişisel ve grupsal ihtiraslarınızdan dolayı, toplumsal sorunların çözümünü ertelemeyin, yan yana gelebilmeyi sağlayan, Türkiye’nin müşterek sorunlarına, asgari siyasi çözüm programlarda birleşin” mesajı vermektir. Alevi hareketinin siyasete müdahalesini, “solun zaten dağınık olan yapısını zayıflatmaya neden olacaktır” görüşünün aksine, siyasetin ceminde tüm demokrasi, emek, barış, özgürlükler ve insan hakları eksenindeki sevdalıları musahip yapmağı hedeflemektedir. Alevi hareketinin siyasete müdahale etme kararlılığı, kendisini bugüne kadar, salt “oy deposu” ve “kadro” olarak değerlendirenlere, Aleviler siyasette düşünceleri, kimlikleri, projeleri, hayalleri ve fiziki olarak katılmak istediklerini hatırlatmak istiyor. Kimse Aleviler “Siz ne istiyorsunuz?”, “Sizin Türkiye sorunlarına ilişkin çözüm önerileriniz var mı?” diye soru yöneltmeyenlere, Aleviler kendi öğretilerinden besledikleri düşünceleri ile kendilerini anlatmak için siyasete doğrudan katılımın demokratik hak olduğunu anlatmak için, siyasete kendi aklı ve gücü katarak müdahale etmek istiyor. Türkiye’de egemen olan siyasi zihniyet kurguları, Alevi sorununa ilişkin net ve açık bir tutum almamıştır. Nüfusun üçte birini oluşturan bir toplumsal kesimin, siyaset alanında “yok” sayılması kabul edilemez bir gerçektir. Bu ülkenin asırlardır inkâr edilmiş sorunları karşısında, siyaset alanı demokratikleşme perspektifi çerçevesinde ele alınması konusunda tutarlı ve evrensel insan hakları çerçevesinde bir politik hat üretilmemiştir. Alevi sorununu tanıma ilişkisi üzerinden makro siyasi alana taşınması, toplumdaki önyargıları kırmaya hizmet edecek ve toplumsal dokulara eşit koşullarda bir arada yaşama kültürünü nüfuz ettirecek ve bu ortak değerlerin bir arada yaşamasına katkı sunacaktır. Böylece, bugüne kadar çatışma kültürü üzerinde beslenen siyaset, yerini hazmetme kapasitesi yüksek ortak gelecek projesini besleyerek, demokrasinin derinlemesine inşasına olanak sunacaktır. Bunun için yapılması gereken bir dizi siyasi görev kararlılık ve irade beyanı beklemektedir. Alevi hareketi siyasetin merkezine yerleşmiş olan tekçiliğe karşı, siyasetin çoğulculuğuna sahip çıkılmasının, demokrasinin gereği olduğunu ve gereğin yerine getirilmesi için de, birçok sorunda olduğu gibi Alevilerin sorunlarında da, siyasetin yüksek sesle düşünmesini talep edecek ve sağlayacaktır. Söz konusu Aleviler olunca, meseleyi siyasette “mezhepçilik”, “ayrımcılık” ve “bölücülük” gibi algılayanların, siyasi ve zihinsel olarak özrünü tedavi etmesine katkı koyacak, çok kültürlü ve çoğulcu siyasi kültürün reçetesini beraber yazmayı önerecektir. Alevi hareketi, siyasetin toplumsallaşması için, doğrudan katılımı esas alan bir yönelimi seçmiştir. Bu nedenle siyasetin, şahıs partilerinden, şahıs siyasetinden kurtulması için, toplumun kendisini, siyasetin merkezine taşımasına, destek verecektir. Türkiye’de çözüm bekleyen sorunların ertelenme lüksü yoktur. Siyasetin aktörleri ise sorunların çözümüne iki nedenden dolayı karşı çıkıyorlar. Birinci gerekçe statükonun sağlamcılığını koruyan ideolojik tercih iken, ikinci sebep olarak, çözümde halkın tepkisini hesaba katmaktır. Halkın oyları ile güç ve yetki erkini bulunduran mevcut siyaset kültürü, ülke sorunlarının, çözümüne, kendine bu erki veren halkın katılmasını da hiç sağlamaz. Eğer siyasi irade, halkı sorunlarının çözümünün içine dâhil ederek, yürümekten kaçmaktadır. Alevi hareketi işte bu nedenle gücünü ve oylarını çözüm bekleyen sorunlara ilişkin önerileri ile birlikte siyasete müdahale etmek istiyor.

İnkâra ve Siyasi Dışlanmaya İtirazımız Siyasi Alanda Olmalıdır Aleviler, kendilerine dönük inkâr ve siyasi dışlanmaya karşı haklı gerekçelere dayalı bir itirazı var. Aleviler Türkiye’nin mevcut sorunlarına karşı duyarlı ve duyarlılığını her platformda ifade etmektedir. Bu nedenle kendilerinin, siyasal alandan, eşit hakların kullanımından dışlanmasına itirazları vardır. Alevi hareketi, devletin dinsel faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin Alevileri yok saymasına itirazı vardır. Yine devlet eliyle Alevilerin asimilasyona tabi tutan, ideolojik girişimlere itirazı vardır. Aleviler siyasetin bir ürünü olan, zorunlu din derslerine, dinci kadrolaşmaya, dinin finanse edilmesine, 67 bin okul yerine 100 bin cami yapılmasına itirazı vardır. Önce insan diyen, Alevi hareketinin, sağlık ocağı dahi bu-

Sayı 24


SERÇEÞME lunmayan Alevi köylerine zorla cami yaptırılmasına ciddi itirazı vardır. Alevilerin siyasete müdahale gerekçeleri bunlardan ibaret değildir. Aleviler yolsuzluklarla, yoksulluğu ve işsizliği körükleyen, IMF memurluğu yapan hükümetlere itirazı vardır. Aleviler, Kürt sorunu çözümsüzlüğe mahkûm edilmesine, emekçilerin sosyal, ekonomik ve örgütlenme özgürlüklerini engelleyen siyasi zihniyete, Ortadoğu’da tırmandırılan savaşa, kadının sömürülen emeğine ve eşit haklardan yararlanmamasına itirazı vardır. Gençlerin geleceğini karartan eğitim sistemine, “paran kadar sağlık” diyen, sağlık sistemine itirazı vardır. Yani Aleviler, bu ve benzer itirazlarını, siyasete müdahale fikri ile doğrudan bağlantılı olduğu bilinmelidir.

Artık Bedeli ve Hakkı Ödenmeyen Kiralık Oy Kullanmamalıdır Nüfusun üçte birini oluşturan Aleviler, Cumhuriyet tarihi boyuncu oylarını ve siyasi tercihlerini teslim ettikleri siyasi partilerden, kendilerinin sorunlarına sahip çıkılmadığını bilmektedirler. Siyasi alandaki vekâleten temsil edilmenin, dayanılmaz acısını çeken Aleviler, artık siyasi tercihlerini kendileri ve doğrudan temsil edilmek üzerinden tercih belirtmeleri önemlidir. Aleviler, verdikleri her oyun kendilerine inkâr, asimilasyon, saldırı, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik ve sağlıksızlık olarak geri döndüğünü bilince çıkarmaya başlamıştır. Bu nedenle Aleviler “Artık bedeli ödenmeyen, karşılıksız oyumuz yok” demektedirler. Alevi hareketi bu nedenle, siyasetin dinbazlık ve düzenbazlık üzerine kurulmuş hokkabazlıklarına, kiraya verecek akılının ve oyunun olmadığını, Türkiye ile paylaşmak zorundadır. Oylarımızın bedeli bellidir. Demokrasi, eşitlik, insan haklarına saygı, özgürlükçü laiklik, emeğe saygı, kadınlara yönelik ayrımcılığı son vermek. Farklı kimliklerin bir arada ve eşit koşullarda yaşamasını yasal güvence altına almaktır.

Oylarımızın Sağcılaşmasına Karşı Çıkmak, Aleviler Üzerinde Etnik Milliyetçiliğin Hegemonya Oluşturmasını Engellemek İçin Siyasete Müdahale Ediyoruz Demokrasi mücadelesi ekseninde duran Alevi hareketi, Alevilerin kitleselleşmesine tanıklık ettiğimiz şu son dönemlerde, sağ siyasi yapıların Alevi toplumu üzerine yeni bir siyasi strateji oluşturduklarını tanık oluyoruz. Alevilere dönük katliamlarda ideolojik yandaşlığı ile bilinen MHP’nin, son parti ekinliklerinde Alevi sembollerini ve değerlerine özel bir hassasiyet göstermesi, yine sağ ve milliyetçi çizgide duran başta Reha Çamuroğlu olmak üzere, Cemal Şener gibi kişilerle siyasi flörtü bilinmektedir. Hiçbir kitlesel tabana sahip olmayan kişilikler üzerinden, Alevi topluma ulaşma stratejileri, Alevi hareketinin müdahalesi ile, MHP gibi sağ ve etnik milliyetçi partilere, siyasi olarak dipsiz kuyudan çektireceğiz. 1999 Yılı

2002 Yılı

208.606

172.143

Toplam Seçmen

37.495.217

41.407.015

Toplam Kullanılan Oy

32.656.070

32.753.386

Toplam Geçerli Oy

31.184.496

31.510.007

Toplam Sandık

% 87,09

% 79,10

Kullanılmayan oy:

Katılım Oranı

4.839.147

8.653.629

Geçersiz oy:

1.471.574

1.471.574

Toplam geçersiz oy

6.310.721

10.125.203

Tablo I: 1999 ve 2002 Yılı Türkiye Geneli Seçim Sonuçları

Her iki seçim sonuçları (Tablo II) arasında bize verilen mesajlar oldukça net durmaktadır. Kamuoyunda “sol” diye algılan partiler 1999 seçimlerinde, 11.508.899 oy alırken, 2002 seçimlerinde bu oran 8.757.208 oya düşmüştür. Yani 2.751.691 kişi “sola” oy verme tercihinden vazgeçmiştir. Yine bu iki seçim arasında kararsızların oyları, siyasete olan güvensizlikten dolayı artmıştır. 1999 yılında toplam 6.310.721 kişinin iradesi TBMM’de temsil edilmez iken, bu oran 2002 yılında 10.125.203 kişiye yükselmiştir. 2002 yılında kullanılmayan ve geçersiz sayılan oyun toplamı tek başına hükümet olan AKP’nin oyundan daha fazla olmasını, başka bir ifadeyle, tek başına hükümet olacak oylar, meclisin dışında kalmıştır. Eğer % 10’luk anti demokratik barajını göz önüne alırsak, 41.407.015 seçmenin olduğu bu ülkede, toplam geçerli oy sayısı olan 31.510.007 kişiden sadece 16.963.547 kişinin iradesi TBMM’de temsil edilmektedir. Demokrasi açısından skandal olan bu durum, ancak azınlığın hükümetlerini toplumun karşısına dikmektedir.

Ekim-Kasım 2006

Parti

2002 Yılı Sonuçları

1999 Yılı Sonuçları

% Oy Oranı

% Oy Oranı

AKP

34,43

CHP

19,41

DYP

Toplam Oy Parti 10.848.704 DSP

Toplam Oy

22,19

6.919.668

6.114.843 MHP

17,98

5.606.634

9,54

3.004.949 FP

15,41

4.805.384

MHP

8,35

2.629.808 ANAP

13,22

4.122.926

GP

7,25

2.284.644 DYP

12,01

3.745.417

DEHAP

6,14

1.933.680 CHP

8,71

2.716.096

ANAP

5,11

1.610.207 HADEP

4,75

1.482.194

SP

2,49

784.087 BBP

1,46

456.354

DSP

1,22

383.609 BAĞ.

0,87

270.265

YTP

1,15

363.671 ÖDP

0,80

248.555

BBP

1,02

321.486 DTP

0,58

179.873

BAĞ.

0,96

302.801 LDP

0,41

127.168

YP

0,93

294.517 DP

0,30

92.089

İP

0,51

160.227 MP

0,25

79.363

BTP

0,48

150.154 BP

0,25

78.923

ÖDP

0,34

105.862 İP

0,18

57.593

LDP

0,28

89.177 EMEP

0,17

51.752

MP

0,22

68.077 YDP

0,14

44.782

TKP

0,19

59.515 SİP

0,12

37.671

DEPAR

0,12

37.370

DBP

0,08

24.419

Tablo II: 2002 ve 1999 Yılı Seçimleri, Oyların Partilere Göre Dağılımı

Bu seçim sistemi, anti demokratik olma özelliğinin yanı sıra, halkın siyasi tercihlerine de müdahale eden bir stratejik özelliğe sahiptir.

Siyasetin Nabzı Sadece İstiklal Caddesinde ve Yüksel Caddesinde Atmıyor Eğer siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini benimsiyor isek, önümüzdeki görevin de adını koymuş oluyoruz. Alevi hareketi, bu görevi kendi örgütsel alanında yerine getirmek için, başlattığı çalışmalar, tüm eksikliklerine rağmen, doğru bir siyasi karardır. Siyasetin toplumsallaşması için, siyasetin, Türkiye’nin tüm sorunlarına çözüm öneren ve bunu halkla paylaşan, yaşam alanlarına akması gerekir. Bunu da ancak sol ve sosyal demokrat partiler yapmalıdır. Siyasetin nabzının sadece, türkü barlarda, İstiklal ve Yüksel caddelerinde atmadığının kavranması için, toplumun tüm yaşam alanlarında yer almak, oradan sürece müdahale etmek gerekir. Toplumun siyasallaşmasını, dindarların, etnik milliyetçiliğin hegemonyasından kur tarmak, mahallede, işyerinde, köyde, sokakta örgütlenmekten ve parlamentoda olmaktan geçiyor. En azından 2006 yılının yaz dönemlerinde Aleviler tarafından yapılan tüm etkinliklere toplam 500 binden fazla insan katılmış ve Alevi hareketinin buralarda siyaset müdahale etmek gerektiği konusunda mesajları bile önemle izlenmesi gerekir. Mahalleler, etkinlikler, işyerleri, yerel yönetimler, sokakları sağ siyasete teslim etmenin bedeli, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, sosyal ve laik ülke rüyalarımızdan mahrum kalmak olur. Bu nedenle “Aleviliği siyasallaştırmaya kalkışmak kimin ekmeğine yağ sürmektir” gibi soruları yönelten, bazı arkadaşlara şunu ifade etmek gerekir; Bir, Alevi hareketi, “Aleviliği” değil, Alevi yerleşim birimlerindeki, oy sağcılaşması ve giderek bireyinde sağcılaşmasına karşın, Alevi yurttaşların siyasallaşmasını istiyor. İki, Alevilerin sol ve sosyal demokrat eksende siyasallaşmasına katkı sunmak istiyor. Bu alanı örgütlemek yerine, “sağcılaşması için bırakın da dağınık kalsın” anlamına gelecek öneriler bizim dikkate alacağımız öneriler değildir.

Aleviler, Siyasetin Şarlatanlarına, Dinbazlarına ve Düzenbazlarına Alevi Öğretisinden Beslenmiş Yeni Bir Siyasi Kültür Öğretmek İçin Siyasete Müdahale Ediyor Alevilerin, demokrasi güçlerini güç sunacak, fikirsel katkı koyacak ve “nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorusuna verilecek cevaba ilişkin önermeleri vardır. Bugün ülkemizde egemen olan kaba milliyetçilik, kaba dindar-

(Devamı 12. Sayfada)

11


SERÇEÞME (Baştarıfı 11. Sayfada)

lık ve derin düzenbazlıklara karşı, Alevi öğretisinden ve felsefesinden besleyerek günümüze taşıdığı düşünsel zenginlikler mevcuttur. Siyaset ve yönetim kültürünün kirlenmişliğini temizleyecek yeni bir siyaset ve yönetim kültürü yaratmak için, ortak değerleri gündelik hayatımızın ilişkilerine, siyasete ve yönetimlere egemen kılmak mümkün. Alevi hareketinin siyasete müdahale etmesi için önemli nedenlerinden birisi olarak, bunu ciddi bir gerekçe olarak sıralayabiliriz. Yani siyasetin dinbaz ve düzenbazlarına karşı, önce akıl ve insanı merkezde tutmak mümkündür.

Aleviler, Siyaset Bilimine Kur’an ya da İdeolojik Merkezden Değil, İnsanın Merkezinden Bakılmasını Öğretmek İçin Siyasete Yeni Kültür Taşımak İstiyor Siyasetin aktörleri geçmiş seçimlerde olduğu gibi, 2007 yılındaki seçimlere yelken açarken, iç ve dış politikada yaşanan sorunları, sosyal, ekonomik, demokratikleşme, AB süreci, düşünce özgürlüğü, işsizlik, yoksulluk ve kültürel kimlik hakları gibi çözüm bekleyen, toplumsal sorunları ertelemaye devam edecektir. Önümüzdeki seçimlerin merkezinde statükonun güçlenerek çıkması konulacaktır. Seçim öncesi ve sırasında, “laik”, “milliyetçi” ve “İslamcı” siyasi eksenler toplumsal hafızayı ve akılı geri plana atan ve “dinci”, “milliyetçi” ve “vatanseverlik” duygularını kabartacak bir seçim stratejini benimsemiş durumdadır. Son dönemlerde gündelik hayatımızı abluka altına almış, linç girişimleri ve “vatanseverlik” söylemiyle, siyasetteki sağa kayış, hamaset üzerine kurulu, tehlikeli bir yönelimi tercih etmiştir. Meclis partileri bir siyasi eksen krizi yaratmakla kalmıyor, siyaseti de kirletiyorlar. Kimin “sağ”, kim “sol” olduğu birbirine karışmış durumda. Ama her halükârda hepsinin sağ siyasi eksene hizmet ettiği bir gerçektir. Yani toplumun gündeminde olan ve her bireyin gündelik hayatını zehir eden sorunları unutturmak, pembe renklerle bir Türkiye tarif etmek için, “ulusalcı”, “dinci” ve “milliyetçi” duygular kabartılmaya çalışılıyor. Makro siyasi söylemlerle ile kabartılan bu “vatanseverlik duyguları” sokakta öfkeye dönüşüyor, sosyal ve siyasi dertlerine derman önerenlere yönelik linç girişiminde bulunuyor. Bu bildik klasik taktikler egemen-

lerin elinde, ihtiyaç oranında kullandıkları ve başvurdukları yöntemler olarak, 21 yüzyılda da değişmedi.

Siyaset İnsanı Eşit ve Mutlu Kılmanın Aracıdır Egemen siyaset kültürü, insanı nesne ve siyaseti amaç olarak gören zihniyet kurgusuna sahiptir. Bu nedenle insanı merkeze koymaz. Egemen siyasi zihniyet, nesne olarak gördüğü insanların birbiri ile çatışmasını sağlayarak beslenir. Bu nedenle toplumsal ilişkilerde yaratılan, ideolojik gerilimlerden sadece resmi görüş ve yine statükodan yana olan belirli siyasi eksenler beslenmiş ve toplum kaybetmiştir. Bu nedenle Alevi hareketi “bu oyuna gelmeyeceğiz” diyerek, sistemin kendi içinde çatışan bu kanatları arasında, herhangi birisine destek sunmayacaktır. Ne siyasetin dinbazı, ne de düzenbazından yana tercih koymayacaktır. Aleviler siyasi olarak yeni bir kültürün egemen olmasını, kendi diliyle ifade etmeye çalışmayı önemseyecektir. Alevilerin siyasi hayata katkısının felsefi ve fikri olarak arka planı vardır. İnsanı merkez alan Alevi öğretisi, insanın eşit haklara sahip olmasını ve haklara yaşamasını hedef alan bir eksendedir. Bu eksen kendisini, insanlık ve eşitlik adına, evrensel kazanımlar ve mücadele tarih bilgisi ile beslemiştir. Dolaysı ile siyaseti, insanı eşit ve mutlu kılmanın aracı olarak görür. Aleviler, Türkiye’de bu dili ve benzeri dili kullananların varlığına inandığı için, dili ortaklaştırmak, güçleri birleştirmek, yeni siyaset kültürünün tohumlarını akıllara ve duygulara ekmek için işbirliği yapmaya adaydır. Kanımca görev nettir; nüfusun üçte birini Aleviler oluşturan Alevileri kucaklayacak tüm Alevi ve Bektaşi, derneklerin, vakıfların, birliklerin, Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) ile ortak hareket etmesi, en önemli bir kazanım olacaktır. Alevilerin toplumsal sorunlarını, Türkiye’nin diğer sorunları ile buluşturup, çözümüne birlikte katkı koymak gerekir. Bu nedenle Alevi hareketi faaliyetinin merkezine tüm Alevilerin oylarını, demokratik, özgürlükçü laiklik, sosyal ve hukuk devleti, eşitlik mücadelesi gibi toplumsal amacı olan bu yolda toparlamalı ve yönlendirmelidir. Bu görevin yerine getirilmesi içinse önderlik edecek kurumlar ve kadrolar sorumluluk bilincine varmalıdır. Eğer biz geçmişte olduğu gibi, yedek güç ve arka bahçe olarak görülmek ve kullanılmak istemiyorsak, siyasete aktif müdahale ve yön vermek kaçınılmaz.

12 KASIM, PAZAR GÜNÜ ANKARA’DA YAPILAN PSAKD DANIŞMA KURULU TOPLANTISI SONUNDA BENİMSENMİŞTİR.

PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi <www.pirsultan.net>

1.

Alevi örgütlerinin uzun yıllardır vermekte oldukları hak ve demokrasi mücadelesinin sonucunda oluşmuş olan Alevi Bektaşi Federasyonun kurumlaşmakta sorunlar yaşadığı; ABF’nin ABF bileşenlerinin temsil yeri olduğu, bileşenlerin dışlanmadığı ve temsil edildiği bir yönetimin, örgütler arası yol ve mücadele arkadaşlıklarına özenli olmak gerektiğinin önemine vurgu yapılarak, örgütümüzün de temsilinin ve hukukun korunması için, delegelerimizin birlikte hareket etmesi gerektiği vurgulanmıştır.

2.

ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulunda seçilecek yönetimin, örgütler arası hukuka özenli, demokrasi ve emek mücadelesi veren Demokratik Kitle Örgütleri ve sendikalar ile birlikte ve ortak mücadeleyi geliştiren, aynı zamanda ABF’nin bağımsızlığını ve özerkliğini koruyarak, biat eden değil, ortak eylem ve mücadele yürüten bir ABF hedefleyen, yönetim kadrosu talebi dile getirilmiştir.

3.

AABF internet sitesinden alınmıştır

Toplumsal yapının hızla sağa kaydığı ülkemizde, bu girdaptan kurtulmanın yolu olarak emekten, demokrasiden yana siyasi partiler, sendikalar, odalar, DKÖ’nin oluşturacakları sol platform ile seçimle-

re katılınarak iktidar alternatifi olmak gerektiğinin altı çizilmiş ve sol platformun oluşması konusunda çalışmalar yapılmasının gerektiği ifade edilmiştir. Bu ortak platformun yaratılması ile, yaşamları boyunca soldan yana tavır koymuş olan, ama; solun bir araya gelmemesinin sonucu oluşan alternatifsizlikten ve yaşananlardan duyulan kaygının yarattığı umutsuzluk nedeni ile, “denize düşen yılana sarılır” misali, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Gazi’yi yaratan ideolojinin partilerine yönelen Alevi yurttaşlarımızın ve sandığa gitmemekle karşı karşıya kalan demokrat kamuoyunun, umudu olunacağı vurgulanmıştır.

4.

Alevi toplumunun yüreklerini ortaya koyarak, dişinden tırnağından arttırarak, katkı sunarak yaratılmış olan basın yayın organlarının (Cem-TV, Cem Radyo ve Ekin Radyo), sadece ticari birer kuruluş olduğu mantığından hareket edilerek, Alevilerin asimile edilmesinin ve katledilmesini baş sorumlusu olan ideolojilerin sahiplerine satılarak veya ortak edilerek, Alevilerin yaratmış olduğu değerlerin yok edilmesini Kınadığımız karar altına alınmıştır.

5.

Yıllardan beri, Alevilere yönelik katliamların; Maraş, Çorum, Sivas, Gazi ve diğerlerinin derin devletin ve onun uzantılarının, planlı programlı katliamları olduğu dile getirilmiştir. Ecevit’in ölümü üzerine çekmecesinde bulunan ve kamuoyuna yansıyan “Maraş katliamını MİT’in içindeki MHP kanadının organize ettiği” yönündeki bilgi notu ile söylediklerimizin doğruluğu belgelenmiştir. Zamanının Hükümetinin, kendisine gelen bu bilgi notuna rağmen gereğini yapmaması da, Alevi kamuoyunun belleğinden silinmeyecektir.

6.

Örgütümüzün kuramsallaşmasının ve kadrolarının geliştirilmesi için, yöneticilerimizin bir bütün olarak örgüt içi eğitim görmesi, ayrıca örgütümüzün geleceği olan gençlerimizin Pir Sultan’ın Felsefesi, Anadolu Alevi Öğretisi ve tarihi konularda bilgilenmelerinin, örgüt gençliğinin tanışarak kaynaşmalarının sağlanması için Gençlik Kampına alınmalarının projelendirilmesi kararlaştırılmıştır. Saygı ile kamuoyunun bilgisine sunarız.

12

Sayı 24


SERÇEÞME

Ruhi Su’nun Sultan Suyu - Pir Sultan Abdal’dan Deyişler Adlı Albümünün Sunuş Yazısı, 1990

YİTİRDİKLERİMİZ

Sıdıka Su

Y

ıllar boyu, devrimci hareketin içinde bulunanlar, Aleviliğin, Alevi türkülerinin, sosyalist hareketin gelişmesinde nasıl bir rol oynadığını iyi bilirler. Bu yolla bilinçlenmenin, insanın ezilmesine ve sömürülmesine karşı duyarlık kazanmanın, türkülerden bir çeşit güç alıp zenginleşmenin ölçüsü, hiç abartısız, Ruhi Su olmuştur. Ruhi Su, 1943–1945 yılları arasında, Türkiye radyolarında ilk kez Alevi ozanlarının türkülerini söylemiştir. Pir Sultan Abdal’dan “Gelin Canlar Bir Olalım”, Ali İzzet’ten “Bir Allah’ı Tanıyalım”, Muhyi’den “Zahit Bizi Taneyleme” gibi... Bir süre sonra Alevi türküleri söylediği ve solculuk propagandası yaptığı için, radyodan uzaklaştırılmıştır Ruhi Su. Çünkü Aleviler tarih boyunca ezilmişler ve ezilmişlerin yanında yer almışlardır. Halkın direnme duygularını türküleriyle, müzikleriyle dile getirmişlerdir. Ruhi Su, türkü repertuarının çoğunluğunu Alevi türküleriyle oluşturmuştur. Nerede Alevi türküleri sözkonusu olursa, orada Ruhi Su anılmalıdır. Ruhi Su’nun bu alanda yaptığı önemli çalışmaları dile getirmek, hem ona, hem de Alevi halkına karşı en azından bir kadirbilirlik borcudur. Ruhi Su’nun gene dost evlerinde ve kendi evinde banta kaydedilmiş çalışmalarının, Alevi deyişleri ve Pir Sultan Abdal ezgilerinden oluşan bir derlemesini yaparak, bazı dizelerdeki sürçmelere rağmen, yayınlamaya karar verdim. Bu, bir tarihi arşivlemek anlamını taşımaktadır. Bu deyişlerin, Ruhi Su’nun derlediği türküler arasında önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Alevi müziğinin yaygınlaşmasında, en az Alevi ozanlar kadar, Ruhi Su’nun da emeği geçmiştir. Bunu Alevi halkı çok iyi bilir

Ruhi Su’nun Semahlar Adlı Albümünde Yer Alan “Semahlar Üzerine” Başlıklı Yazısı Ruhi Su

B

ütün sözlüklere baktım, araştırdım. Yalnız Mevlevi semahı ile ilgili bilgilere rastlayabildim. Alevi-Bektaşi inançlara sahip halkımız arasında yaygın olan bu semahlar üzerine açıklayıcı, doyurucu bilgiler bulamadım. Kendi bildiklerime, görgülerime dayanarak söylüyorum: Sema ve semah aynı sözcük. Halk Arapça sema sözcüğündeki ayın harfini atarak semah demiş. Bildiğiniz gibi sema, Mevlevilerce yapılan, kuralları daha çok Mevlana’dan sonra saptanmış törensel bir ayinin içinde yer alan raksın adı. Müziği de bestelenmiş bir müzik. Klasik Türk musikisinden kaynaklanan, tekkelerde ve kimi besteciler tarafından bestelenen bir müzik bu. Sema ile semah arasındaki temel ayırımda burada. Çünkü semahların müziğinin kökeninde halk müziği vardır. Oyun da yine halktan kaynaklanan halay türünde bir oyundur. Sonra Mevlevilerde cezbe denilen bir kendinden geçme sözkonusu. Oysa semahlarda hayata dönük. Sözgelimi Mevlevi sema’ında kadın yoktur. Semahlarda ise, kadının baskı ve peçe altında tutulduğu zamanlarda bile kadın-erkek birlikte oynanır. Üstelik semahlar türkülüdür. Mevlevi sema’ında oyun oynanırken söz yoktur. Oyun sırasında, oyunun müziğine bağlı söz görülmez. Ama semahlarda türkü ile oyun iç içedir. Benzer yanları, ikisinin de dinsel bir coşkuyla yapılan rakslar olmalarıdır. Yalnız semahlar her zaman, yani olur olmaz günlerde yapılmaz. Genellikle hasat mevsimi gibi, yılın belli zamanlarında ya da dinsel görevlerin yerine getirildiği günlerin sonunda, topluluğun daha neşeli bir havaya girmesi için, şenlik biçimimde yapılır. Bir barış şöleni gibi, barış sevinci içinde. Hayata, yaşama sevincine dönük bir şenliktir bu. Sözleri dinsel de, din dışı da olsa hep yaşama sevinciyle doludur, coşkuludur. Dinsel özle beslenen türküler kimi zaman kendi inançlarını telkin edebilir; kimi zamanda aşkı dile getirir. Türküler yoluyla öğütler verilir, tevhitler yapılır. Bir bakıma dinsel sloganlar çevresinde birleşilir. Tevhit sözcüğü de birlik, birleşme anlamını taşır bazen. Yani oyun, türkü aracılığıyla bir olma. Böylece kimi sözcüklerin müzikli tekrarından yararlanılır. Semahların sonunda ise daima gülbang çekilir. Gülbang dua demektir. Bununla da, bir bakıma gelecek için, yaşanılan zaman için iyi şeyler dilenir; yine halkın özlemleri dile getirilir. Gerek Alevi-Bektaşi müziği, gerekse öteki türküler, sürekli değişip gelen bir müzik türüdür. Hayat değişkendir çünkü. Kısaca değişen insanlardır. Ben de çağının insanı, çağdaş düşünceye sahip bir sanatçı olarak semahları çağımın gözüyle yorumladım; onlara kendi üslubumu, söyleyişimi kattım.

Ekim-Kasım 2006

SIDIKA SU Sivas, 1923 - 18 Ekim 2006 Ruhi Su’nun can yoldaşı, 1951 TKP tevkifatı sanıklarından, bütün ömrü emekçi insanlığın eziden, sömürüden kurtuluşu kavgası içinde geçmiş, yanık sesini duyanın unutamadığı öğretmenimiz, anamız, yoldaşımız, vefa, tutkunluk, insanlık, çalışkanlık örneği güzel insan Onlar Hem Birdir Hem de Bir Efsanedir

RUHİ SU

Mahsus Mahal Mahsus mahal derler kaldım zındanda Kalırım kalırım dostlar yandadır İk’elleri kızıl kandadır kanda Ölürüm ölürüm aklım sendedir Artar eksilmeyiz zındanlarında Kolay değil derdin ucu derinde Kumhan Irmağı’nda Karaburun’da Bulurum bulurum öfkem kındadır Dirliğim düzenim dermanım canım Solum sol tarafım imanım dinim Benim beyaz unum ak güvercinim Bilirim bilirim gelen gündedir

Benim Kabe’m İnsandır Ellerin Kâbe’si var Benim Kâbe’m insandır Kuran da kurtaran da İnsan oğlu insandır Ellerin Kâbe’si var Benim Kâbe’m sevidir Kuran da kurtaran da Sevili insanlardır Ellerin Kâbe’si var Benim Kâbe’m emektir Kuran da kurtaran da Emekçi insanlardır Ellerin Kâbe’si var Benim Kâbe’m dünyadır Kuran da kurtaran da Dünyayı insanlardır

13


SERÇEÞME

FUZULİ

Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini Veliyettin Ulusoy Efendi’nin

Su Kasidesi Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi’râc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su

14

BİRLİK VE DAYANIŞMA TOPLANTISINDA YAPILAN KONUŞMA

Karşıdakinin Seni Seviyorum Demesini Beklemeden, Seni Seviyorum Demenin Zamanı Geldi Dostlar, hoş geldiniz Hacıbektaş’ımıza, Gerçekten bu 16 Ağustos Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri’nin farklı bir tarafı var. Hepinizin bildiği gibi, ilk defa Alevi-Bektaşi örgütlerinin biraraya gelerek birliğin sağlanması yönünde bir adım atılmıştır. Hep söyleriz, tarih tekerrürden ibaret diye. Osmanlı tarihine baktığımızda, Alevi-Bektaşi ve Osmanlı tarihini karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz: İlk ikiyüz, ikiyüzelli yıl çok sakin bir dönem, rahat bir dönem; fakat ondan sonra rahat bırakmıyorlar bizi. Öyle zekice politikalar uyguluyorlar ki parça paça ediyorlar bizi. Ve bu parçalanmışlık bugüne kadar geldi, ama artık kendimize gelmemiz lazım; artık birbirimizi kucaklamamız lazım. Artık Babagan kolu, Çelebi kolu, Dedegan kolu demeden birbirimize elimizi uzatmamız lazım. Karşıdakinin seni seviyorum demesini beklemeden, seni seviyorum demenin zamanı geldi. O bakımdan, bu akşamki Cem özellikle, bu birliğe bir adım atacak umuduyla geçekleştirmeye çalışıyoruz, gerçekleştirecegiz himmetiyle. Benden önceki konuşmacılar internetten, basından, televizyondan bahsetti. Onlar olacak; karşı taraf hep olacak. İslam tarihini incelediğimizde Hazreti Peygamber döneminden, Ali döneminden, Oniki İmamlar döneminden bugüne kadar her zaman muhalefet olmuştur; muhalefet olacaktır. Olacaktır ki gerçekler ortaya çıksın, gerçeğin değeri belli olsun. Hiç önemli değil onların diyecekleri. Her türlü kulpu takacaklar, takmaya çalışacaklar. Sizin daha fazla zamanınız almak istemiyorum; bir noktaya değinmek istiyorum sadece. Nafiz Hocam, güzel isimler saydı, bu törenlere emeği geçen güzel insanların isimlerini saydı. O’na bir isim de ben ilave etmek istiyorum: 1964’te ilk törenleri yapan ve onun mimarı olan, Hocamın da bahsettiği Hacı Bektaş Derneği Başkanı Ali Celalettin Ulusoy’u rahmetle anıyor ve minnet duygularımı sunuyorum aziz ruhuna. Hoş geldiniz, tekrar hoş geldiniz. Saygılar sunuyorum.

Birlik Cemi - Ağustos 2006 - Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME i’nin Hacı Bektaş Veli Anma Törenlerinde Yaptığı Konuşmalar

BİRLİK CEMİNDE YAPILAN KONUŞMA

Cem’in Manası Gönül Birliğini Sağlamaktır Hoş geldiniz dostlar, Bugünkü Cem, gelecekteki birliğimize hizmet etmek, Alevi-Bektaşi inancında olan insanlarımızın dağınıklığının giderilerek biraraya gelmesi amacıyla yapılmıştır. Birliğe hizmet etmek amacıyla yapılmıştır. Bunun dışında herhangi bir amacımız yoktur. Hepinizin bildiği gibi Cem’in manası gönül birliğini sağlamak ve Hakk’ın huzuruna çıkmaktır. Gönül birliğinin sağlanması bu ortamda ne derecede mümkün olur, bu tartışılabilir, ama amaç gönül birliğini sağlamaktır. Bu sembolik bir Cem olacak, öğretici bir Cem olacak. Ben Hacı Bektaş Dergâhının tarihsel işlevi üzerinde konuşmak istiyorum. Horasan Pirleri ve Rum Erenleri, Hacı Bektaş Veli’nin etrafında toplandılar ve ona biat ettiler, eyvallah dediler ona. Böylece ocaklar kuruldu ve Alevi-Bektaşiliğin piramit yapısı o şekilde oluşturuldu: Başta Hacı Bektaş Veli Dergâhı, etrafında ocaklar, onun etrafında talipleri, yani Dedeler. Dede ocakları tarih boyunca talipleri yuğup yıkadılar ve Hacı Bektaş Dergâhı da Dedeleri ve görev yapanları yuğup yıkadı. Bu uzun süre, aşağı yukarı ikiyüz-ikiyüz elli yıl böyle devam etti. Tarihimizi incelediğimizde herhangi bir aksama olmadığını görüyoruz. Fakat ikiyüz, ikiyüz elli sene sonra çok önemli bir olay görüyoruz. Bu olay da Kalender Çelebi İsyanı’dır. Kalender Çelebi İsyanı üzerine bugüne kadar çok az yazı yazıldı, çok az inceleme yapıldı. Bu olayı, Alevi-Bektaşi tarihindeki parçalanmanın başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Kalender Çelebi İsyanı’nı bazı tarihçiler dini bir isyan olarak görür, bazı tarihçiler de ekonomik bir isyan olarak görür. Fakat ağırlık ekonomik bir isyandan yanadır. Neden? Çünkü Kalender Çelebi’nin yanında sipahiler de vardı. İsyan hepinizin bildiği gibi Kalender Çelebi’nin öldürülmesiyle sonuçlanır, ama esas sonuç Kalender Çelebi’nin ölümünden sonraki olaylardır. Kalender Çelebi’nin ölümünden aşağı yukarı 24 yıl sonra, Hacı Bektaş Dergâhı’na bir postnişin atanır: “Sersem Ali Baba.” İlk defa Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na, onun dergâhından, ocağından, sülalesinden olmayan, dışarıdan bir postnişin atanır. Ve böylece Alevi-Bektaşi toplumu ikiye bölünmüş olur. Tabii bu arada baskılar da devam eder. Yavuz’un Mısır’dan getirdiği Emevi görüşünde olan sözüm ona ilim adamları, din adamları Osmanlı’ya hâkim olur ve baskı uygulamaya başlanır. Kan akmaya başlar. Kıpırdayacak hal bırakmazlar bizde ve dağ başına, dere içine göçeriz. Parçalanma ikiyle kalmaz, dergâhtan uzak olan bir takım ocaklar da “Sersem Ali Baba”nın iddiasını, yani Hacı Bektaş Veli’nin mücerret olduğu düşüncesini benimserler. Böylece kendi ocaklarını öne çıkartmak isterler. Bunun için Dergâh’a bağlı olan AleviBektaşi toplumu şöyle bir deyim kullanır: “Yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtaddır.” Olay bununla bitmez, tarih süresince zaman zaman Osmanlı’yla aramız iyi olur, fakat hiçbir zaman güven olmaz.

“Suçsuz Yere Ahalinin Kanını Dökenlere Lanet Ediyoruz” En önemli olaylardan biri de 1826’da Yeniçeri’lerin kaldırılması sırasında yaşanır. O dönemde postnişin olan Hamdullah Çelebi, yeniçeriler üzerinde hiçbir yaptırım gücü yokken, Kırşehir’de kurulan bir şeriat mahkemesinde yargılanır. On gün boyunca idamla yargılanır. Hergün idam olacağını bilerek, fakat hiçbir zaman gerçekten uzaklaşmayarak, gerçekleri mahkeme heyetine bildirir. Buradan size orada geçen sadece bir olayı aktarmak istiyorum. Şeriat mahkemesinde kadı şöyle soruyor: “Şeyh Efendi doğru söyle vakfınızın bulunduğu dergâhta, mensuplarınızın toplantılarında kimlere lanet ediyorsunuz? Muaviye ve Yezide lanet ediyor musunuz?” Cevap: “Kadı Efendim Hazretleri, suçsuz yere ahalinin kanını dökenlere lanet ediyoruz; Yezidin yaptığı o şenaati tensip eden, hafife alan, beğenenlere de lanet ediyoruz.” Yani o zamanki mahkeme heyetine de lanet ediyor. Kadı soruyor yine: “Şeyh Efendi, Allah tövbe edenin günahını affeder. Siz büyük bir günaha giriyorsunuz. Yezid ve Muaviye ölmeden tövbe etmiştir. Allah onları affetmiştir. Var mı diyeceğin?” Cevap: “Allah, Hazreti Hüseyin’in katlinden dolayı yine de Yezid ve Muaviye’yi affederse onlara lanet ettiğimizden dolayı bizleri de kolaca affeder.”

Ailemizin En Büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy ile Hizmeti Elele Tutuşup Götürmeye Karar Verdik Dostlar, daha fazla zamanınız almak istemiyorum, ancak bir noktayı daha belirtmek istiyorum.Ailemizin en büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy sağlık nedenlerinden dolayı aramızda bulunamadığı için sizlere selam ve sevgilerini iletti benim kanalımla. Ve şöyle bir karara da vardık: Karşılıklı deneyimlerimizin sonucu olarak bu hizmeti elele tutuşup götürmeye karar verdik. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, sağolun.

Ekim-Kasım 2006

FUZULİ

Su Kasidesi

Günümüz Türkçesiyle

Saçma ey göz aşktan gönlümdeki ateşe su Çare olmazsa bu kadar tutuşmuş ateşe su Dönen gök kubbe su rengi midir bilmem Yoksa gök kubbeyi mi kapladı gözümden akan su Keskin bakışlarının zevkiyle gönlüm parça parça Nasıl akarken duvarda yarıklar açarsa su Yaralı gönül kirpiklerinin sözünü korkarak söyler Nasıl yarası olan ihtiyatla içerse su Bahçıvan yorulmasın, suyu koyversin gül bahçesine Yüzün gibi gül açılmaz bin gül bahçesine verse su İnce yazısını, yüzündeki tüylere benzetemez Ak kâğıda bakmaktan hattatın gözlerine inse kara su Yanağını anarak kirpiklerim ıslansa ne olur Boşa gitmez gül olsun dileğiyle dikene verilen su Gamlı günde hasta gönlümden bakışını esirgeme Hayırdır vermek karanlık gecede hastaya su Gönül, ayrılıkta ok kirpiklerini iste, hasretimi yatıştır Susuzum bu kez de çölde benim için ara su Sofular Kevser ister, ben dudaklarını özlüyorum Sarhoşa şarap içmek hoş gelir, aklı başında olana su Durmandan senin cennet bahçene doğru akar Âşık olmuş galiba o hoş salınışlı serviye su Toprak set olup o yere giden suyolunu tutmalıyım Çünkü rakibimdir, bırakmam gitsin o yere su Dostlar, dudaklarını öpme arzusuyla ölürsem Toprağımdan kâse yapın, onunla sunun yare su Servi kumrunun niyazına dikbaşlılık eder Ta ki eteğini tutup, ayağına düşüp, yalvara su Gül hile ile bülbülün kanını içmek ister Ta ki gül budağından içine işleyerek kurtara su Dünya halkına temiz ruhunu göstermiş Ahmed-i Muhtar yoluna uymuş su Seçme incilerin denizi, insan cinsinin efendisi Serpti kötülerin ateşine mucizelerini sanki su Gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için Mucizeyle katı taştan çıkarmıştır su Mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir denizmiş Ondan binlerce ateşe tapan kâfirlere yetişmiş su Kim işitse hayret ile parmağını ısırır Şiddet günü parmağından verdiğini Ensâr’a su Dostu yılan zehri içse olur yaşam suyu Hasmı su içse elbette döner yılan zehrine su Her damlasından bin rahmet denizi dalgalanır El uzatıp gül yüzüne vurunca sıçrayan su Ayağını bastığın toprağa ulaşmak arzusuyla Başını taştan taşa vurarak başıboş gezer su Her damlası dergâhının toprağına ışık salmak ister Parça parça da olsa vazgeçmez o dergâhtan su Hatalı insanlar seni kutsamayı derdine derman bilir Sarhoş baş ağrısını gidermek için nasıl içerse su Ey Allah’ın sevgilisi, insanların hayırlısı, özledim Dudağı kurumuşlar nasıl yanıp dilerse susuzlara su Sen o keramet denizisin ki Mi’râc gecesinde Feyzinin çiyleri yıldız ve gezegenlere ulaştırmış su Güneş çeşmesinden daima güzel su iner Kabrini tamir eden mimara lazım olsa su Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış Var ümidim ihsan bulutun serper o ateşe su Seni övmenin bereketiyle Fuzûlî’nin sözleri Nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen damla su Kıyamet günü gaflet uykusundan uyanan Hasret aşkından döktüğü zaman uyanık gönle su Umudum o ki mahşer günü mahrum kalmayayım Vuslat çeşmen vere benim seni arzulayan gönlüme su

15


SERÇEÞME HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR DERNEĞİ GAZİANTEP ŞUBESİ’NİN 3 ARALIK PAZAR GÜNÜ SERÇEŞME DERGİ

Bugünkü Durum ve Siyasallaşma Veliyettin Ulusoy Dostlar merhaba, hoş geldiniz, Bu geceyi düzenleyen, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Gaziantep Şubesine, Serçeşme dergisine, İstanbul ve Ankara’dan gelerek bu güzel katkılarda bulunan sanatçılarımıza ve özellikle katkıda bulunduğunuz için sizlere teşekkürlerimi arz ediyorum. Dostlar, Son günlerde Alevi-Bektaşi örgütleri temsilcileri siyasi arenaya inme konusunda düşüncelerini belirtiyorlar. Türkiye’de yaşayan Alevi-Bektaşi toplumu varlığını kanıtlama ve haklarını elde etme kavgası yüz yıllardır hep olmuştur; zamanımıza kadar da hep süregelmiştir. Kavga yalnızca Anadolu’da yaşayan Alevilerle sinirli kalmamıştır. İslamiyet’in doğuşundan itibaren, özellikle de Hz. Peygamberin vefatından sonra, önce Anadolu’nun dışında başlamış, yüz yıllar boyu da türlü evrelerden geçmiştir. Osmanlı padişahlarından Yavuz Selim’in İslam Halifeliği’ni eline geçirmesinden sonra, Alevilerin varlıklarını koruma ve var olduklarını, bir takım haklarının bulunduğunu kanıtlama kavgası Anadolu’da başlamıştır. Ne var ki tüm bu çabalar, çoğu kez beklenilen ya da istenilen sonuçlara ulaşmamıştır. Hz. Ali’nin şahadeti ile kurulan Emevi saltanatı ve bu saltanatın yıkılması ile kurulan Abbasi yönetimi boyunca, Alevi kesim daima takip altında, daima baskı içinde tutulmuştur. Osmanlı döneminde de durum bundan pek farklı olmamıştır. Ayni zamanda bir İslam Halifesi olan Osmanlı padişahları, özellikle, Şii inanca sahip İran devleti ile her zaman hasım durumda olmuşlardır. Bu sebeple de Anadolu Alevilerine daima şiddet ve baskı uygulanmıştır. Bu şiddet ve baskı ise, haklı olarak zaman zaman karşı tepkilerin doğmasına sebep olmuştur. Çok partili demokratik devlet yönetimlerinin bulunmadığı dönemlerde, şiddet ve baskılara karşı ortaya çıkan tepkiler, ancak halk ayaklanması biçiminde gerçekleştiriliyordu. Emevilere karşı Hz. Hüseyin’in direnişi, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman’a karşı Kalender Çelebi’nin ayaklanması, Pir Sultan’ın, Şah Kulu’nun yaptığı hareketler ve benzerleri bu karşı tepkilerin hep birer sonucudurlar. Çok partili demokratik devlet yönetimlerinde inanç, düşünce ve amaç mücadeleleri, siyasal partiler aracılığıyla ya da türlü adlar altında kurulmuş dernekler, vakıflar ve sendikalar gibi yasal örgütler kanalı ile yapılmaktadır. Hangi türden olursa olsun, şiddet ve baskılara karşı gösterilen tepkilerin başarıları, ancak ve ancak çok iyi bir planlamaya, çok sağlam bir biçimde kurulmuş altyapıya, gerçekçi ölçülerle varlığı saptanmış temel dayanaklara, yani potansiyel destek gücün varlığına ve güvenilirliğine bağlıdır. Tarih iyi incelenirse, Hz. Hüseyin’in, Kalender Çelebi’nin, hak aramak, hakkını korumak ve hakkını almak ya da inançları, düşünceleri sebebiyle maruz kaldığı şiddeti ve baskıyı kaldırmak üzere başlatılmış tüm ayaklanmaların genellikle başarısızlığa uğramış olmalarının temelinde hep şu gerçeklerin yattığı görülür: Başlangıçta iyi bir planlama yapmamış olmak; Gerekli altyapıyı önceden yeterince hazırlayamamak; Potansiyel destek gücü gerçekçi ölçüler içinde saptayamamak. Hz. Hüseyin, Kalender Çelebi ve diğerleri özellikte potansiyel destek gücün güvenilirliğini önceden gerçekçi bir biçimde saptayamamış olduklarından, savaş anında ihanete ve kalleşliğe uğramışlar, sonuç olarak da yalnız kalarak yenilgiden kurtulamamışlardır. Altmışlı yıllarda kurulan Birlik Partisi’nin kısa bir süre içinde dağılıp yok olması da biraz önce saydığımız bu üç temel şartın parti kurulurken yerine getirilmeden, alelacele partileşmek hevesinin ve aceleciliğinin sonucundan başka bir şey değildir. Diğer dedikodular bence ikinci, üçüncü planda kalır. 1963 yılında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın müze olarak yeniden açılmasına paralel olarak kurulmuş bulunan “Hacı Bektaş Kültür ve Tanıtma” derneklerine başlangıçta görülen o kitlesel katılımların ve bu derneklerce yapılan o coşkulu faaliyetlerin kısa sürede parlayıp sönmesi de yine plansızlığa, yine altyapının yeterince hazırlanmamış olmasına, yine potansiyel destek güçlerin gerçeklerin ışığı altında saptanıp, organize edilmemesine dayanır. Derneklerin o zamanki başarısızlıklarında ayrıca, bu derneklere üye olanlardan bazılarının, dernek yönetim kurullarında görevler üstlenenlerden yine bazılarının, dernekleri siyasal, politik ya da bir başka iş alanında kişisel çıkarları için bir basamak yapmak istemeleri, yani dernek faaliyetlerinde kişisel çıkar hesapları yapmaları hayli önemli rol oynamıştır. Günümüzün Alevi-Bektaşi kamuoyunda şimdi yeni bir arayışın gün ışığına çıkmış bulunduğu görülüyor. Mademki yurt çapında 15-20 milyon, hatta belki daha fazla sayıda bir Alevi-Bektaşi toplumu mevcuttur; bu, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerinde hatırı sayılır bir oy potansiyelidir; o halde kendi varlığımızı ve kendi gücümüzü kanıtlamamız gerekmez mi? Bunun zamanı gelmedi mi? Hele de Atatürk’ün kurmuş bulunduğu demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti, aşırı dinci akımların iktidara yürüyüşlerinin tehdidi altında iken!. Hele de Atatürk’ün demokratik ve laik cumhuriyetinin özüne, ruhuna en saygılı, en çok sahip çıkan çevrelerin başında Alevi-Bektaşi toplumu varken! Simdi tartışılan şudur: Alevi-Bektaşi toplumu artık partileşerek, siyasal partiler arasında yerini alsın mı? Ya da programını, ilkelerini, yönünü, kendi ilkelerine en yakın bulduğu bir siyasal par tiyi destekleyerek, o partinin çeşitli kademelerinde görevler üstlenmek suretiyle, Alevi-Bektaşi toplumunun beklentilerini bu yoldan mı gerçekleştirmeyi denesin? Bir başka seçenek ise dernekler ve vakıflar kanalı ile güçlü bir biçimde örgütlenmeye devam edip, en kısa sürede federatif bir çatı altında toparlanarak, bir tür baskı gurubu oluşturmaktır. Bu kısmen gerçekleşmiş, ancak henüz birlik sağlanamamıştır.

16

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME RGİSİ YARARINA DÜZENLEDİĞİ KONSERDE HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİN YAPTIĞI KONUŞMA Acaba diye düşünüyorum, bu yollar ile iktidar partilerine, Alevi-Bektaşi toplumunun yurt çapında etkili bir güce sahip bulunduğu; iyi bir oy potansiyeli olduğu gösterilerek, bugüne dek kaybolan, verilmeye yanaşılmayan birçok haklar daha kolaylıkla elde edilebilir mi? Bugün için en önemli mesele, bu seçeneklerden hangisinin en verimli olarak gerçekleştirilebilir olduğudur. Hangisi ele alınırsa alınsın; asla aceleye getirilmeden çok ayrıntılı, çok gerçekçi, heyecanlı davranışa yer vermeden konunun araştırılması, fizibilitesinin [gerçekleştirilebilirlik araştırmasının-Serçeşme] çok iyi yapılması ve gerçekçilikten asla ayrılmaması gerekir diye düşünüyorum. Şimdi de bu seçenekleri kısaca ele alıp, üzerlerinde biraz akıl yürütelim. Önce parti konusundan başlayalım. Bu konuyu ele alırken Birlik Partisi örneğini her zaman göz önünde tutmanın yararı vardır. Şu anda yurdumuzdaki gerçek durum şudur: Köyler, kasabalar boşalıyor, Ankara, İstanbul, İzmir ve benzeri büyük şehirler doluyor. Yurt çapındaki Alevi-Bektaşi nüfusunda büyük kaymalar olmuştur. Bir partinin ayakta kalıp, varlık gösterebilmesi için yurt çapında desteğe ihtiyacı vardır. Göçlerle dağılan Alevi-Bektaşi toplumuna ait oylar acaba kurulacak bir partiyi ayakta tutmaya yetecek mi? Birlik Partisi’nin katıldığı seçimlerde çıkartmış bulunduğu milletvekili sayısı, hatırlanacağı üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir grup kurulmasına bile kâfi gelmemişti. Ayrıca bir siyasal partinin politika alanında varlık gösterebilmesi ve seçmenlerine güven verebilmesi için büyük maddi olanaklara da sahip bulunması gerekir. Sağ partiler bunu başarmıştır. Acaba, şeriatçı kesim gibi Alevi-Bektaşi toplumu da özveriyle, heyecanla aynı desteği kendi partisine verebilecek midir? Gerçekleri orta yere dökmekte büyük yarar var. Ne yazık ki, bugün derneklere üye bulunan pek çok kişi, dernek aidatını bile bin türlü naz ile ya kısmen ödemekte ya da hiç ödememektedir. Sayın Başkan ile biraz önce konuştuk: Sekiz yıldan beri bu binanın aynı şekilde kaldığını, üst katlarını çıkamadıklarını üzülerek bildirdi. Buralar hepinizin, hepimizin malı. Buraya el atmanız lazım, hep beraber el atmamız lazım diye düşünüyorum. Çok az sayıdaki gazete ve dergilerimiz birkaç kişinin özverisi ile yaşamlarını çok zor şartlar altında sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bunlardan birisi, demin bahsedildi, Serçeşme dergisi de gene aynı durumda. Birkaç kişinin özverisi ile ayakta durmaya çalışıyor. Bu gece, onu destekleme gecesidir biliyorsunuz. Bu dergiler bizim toplumumuzun dışarıya açılan penceresidir. Dertlerimizi, kültürümüzü anlattığımız, inançlarımızdan söz ettiğimiz dergilerdir. Bunları yaşatmamız lazım. Sağ kesim bunu çok iyi beceriyor, fakat ne yazık ki biz bunu beceremiyoruz. Dönelim esas konuya. Partiler elbette derneklerle ölçülmeyecek kadar çok maddi desteğe ihtiyaç duyar. Diğer taraftan, bu partiyi Alevi-Bektaşi kesim dışında kaç kişi destekler ve benimser? Bir başka önemli husus da şudur: Bugün aramızda Alevi-Bektaşiliği türlü türlü yorumlayan, karşı düşüncede olanları kıyasıya eleştiren gruplar da vardır. Bu görüşleri, bu yorumları asgari müştereklerde buluşturmadan bir parti kurulduğunda, hiziplerin oluşması, bu hiziplerin karşılıklı mücadeleleri sonunda da partinin parçalanıp bölünmesi nasıl önlenecektir? Diğer önemli bir konu da böyle bir partinin kurulması, inandığımız ve savunduğumuz laiklik ilkelerine ters düşmez mi? Bugün Sünni demokrat kesimin, özellikle aydınların Alevi-Bektaşilere sempatiyle baktığı, düşüncelerimizi desteklediği bir gerçektir. Böyle bir parti kurulduğunda ayni desteği bu kesimden alabilecek miyiz? İşte tüm bu kuşkularla, kurulacak bir partinin çok ayrıntılı, çok titiz ön çalışmalardan sonra düşünülmesi gerekeceğine inanıyorum. Alevi-Bektaşi kuruluşlarının ve inanç gruplarının asgari müşterekte birleşerek birbirlerini kucaklamaları, tek bir çatı altında organize olmaları ve baskı grubu oluşturmaları ilk bakışta en çıkar yol olarak görünüyor. Bu konuda en önemli olan husus şudur: Dernekleri ve vakıfları yönetenler, bölgesel, kişisel ve derneksel kaygıları bir yana bırakabilirlerse; yalnız ve yalnız Alevi-Bektaşi toplumun genel beklentilerini düşünerek, tam bir özveri ile işe sımsıkı sarılırlarsa çok güzel şeylerin yapılması, güzel sonuçlara ulaşılması hiç de zor olmayacaktır. Tüm bunlar, bu çalışmalar ve organizasyonlar yapılmadan, yani iyi bir altyapı oluşturulmadan; bugün için tartışılmakta olan, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığını sürdürüp sürdürmemesi, Alevi-Bektaşi toplumun da bu kurumda temsil edilip edilmemesi üzerinde düşünceler üretilmesi, bence sağlıklı herhangi bir sonuca varılmasını pek mümkün kılmayacaktır. Zira bizim öncelikle neye, niçin ve nasıl inandığımız konusunda, tarihsel ve geleneksel gerçekleri göz ardı etmeden, asgari müştereklerde buluşmaya çok ihtiyacımız vardır. Bir toplumda, o toplumun varlık sebepleri konusunda, o toplumun temel dayanakları hakkında bir kavram kargaşası varsa ya da kargaşa –şu ya da bu sebeple– yaratılmışsa kim neyi savunacaktır, o şeyi nasıl savunacaktır? Bu hususların ele alınarak üzerlerinde uzun uzun düşünülmesi gerekecektir her halde... Saygılar sunuyorum beni dinlediğiniz için.

İnanç işleriyle uğraşan dedelerin siyasete girmesine çok karşıyım. Ve özellikle ben de siyasete girmeyeceğim

Bizim öncelikle neye, niçin ve nasıl inandığımız konusunda, tarihsel ve geleneksel gerçekleri göz ardı etmeden, asgari müştereklerde buluşmaya çok ihtiyacımız var

Niyaz edip yerine oturmak üzere sahneden inmekte olan Sn. Ulusoy, mikrofona geri dönerek konuşmasına şunları ekledi: Dostlar, Bu konuşmamdan zannetmeyin ki ben siyasete gireceğim ya da böyle bir amacım var. Şunu özellikle söyleyeyim: Ben, inanç işleriyle uğraşan dedelerin siyasete girmesine çok karşıyım. Ve özellikle ben de siyasete girmeyeceğim. Öyle bir niyetim yok. Anlamam da o işten. Bu konuşmalarımdan böyle bir sonucu lütfen çıkartmayın. Sadece ben gerçekleri ortaya duyurmaya çalıştım. Tekrar teşekkür ediyorum.

Ekim-Kasım 2006

17


SERÇEÞME

K ARANLIĞIN İÇİNDE YANAN BİR MUM, ORANIN GÜNEŞİDİR

Toplumsal Birliğimiz - Bölüm: II Hüseyin Sinan Ulusoy

A

nadolu insanı, 1990’lı yılların başında, şehirlerde örgütlenme çabası içine girmeye başlamıştır. Bu örgütlenme biçimi daha öncelerinden farklı olarak dinsel ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olmuştur. Bunun şekli ise sivil toplum örgütleri olan dernekleşme ile olmuştur. Çünkü toplum siyasi akımların etkisini yitirdiği ve siyasi baskıdan kurtulduğu bir dönemdir. Artık gerçek ihtiyaçların giderilmesine sıra gelmiştir. Dernekleşme ile başlayan örgütlenme, insanlarımızın şehir toplumuna uyum sağlama girişimleriydi. Aradıkları ise “Biz geçmişte ne idik, burada neyiz?” sorusuna yanıttı. 1970’li, 1980’li yıllarda şehirlerde yaşanan olaylar insanları örgütlenmeye itmiştir. Önceleri küçük mahalle aralarında oluşan birlikler, sonraları kendi imkânları ile büyümüş der neklere, federasyonlara dönüşmüştür. Ama bu durum rahatlamayla birlikte sorunları da getirmiştir. En büyük sıkıntı; halen tam olarak birlik kurulamamış olmasıydı. Birliğin sağlanamamış olması, lidersizlikten kaynaklanmaktaydı. Her yörenin insanı şehirde kendi yöresinin liderini başta görmek istemekteydi. Bir nevi liderler karmaşasıydı. “Aslanın olmadığı yerde tilkilerin kendini kral sanması” gibiydi. Toplum liderini aramakta kendine baş olacak kişiyi bulamamaktadır. Yönetim bilimi, liderlik ile yöneticiliği birbirinden ayırır. Lider kişiliğiyle, duruşuyla, toplumun önünden giden, toplumu istediği yöne çeviren kişidir. Yönetici ise, toplumun isteklerini yerine getiren, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda hareket edendir. Yani toplum ona yön verir. Herkes yönetici olabilir ama herkes lider olamaz. Yönetici seçilebilir, bir süre görev yapar, yönetebilir. Lider, işin sonuna kadar (ya da kendi sonuna kadar) başta kalır. Toplumu hep ileriye geleceğe taşır. Atatürk: “Yalnızca ufku görmek yetmez, ufkunda ötesini görmek gerekir.” Sözü ile lideri tarif etmiştir. Alevi-Bektaşi toplumunda liderlik toplumun yapısı gereği farklı ve çok zordur. Çünkü toplum yüzyıllardır getirdiği değerler gereği liderine farklı anlamlar yüklemiştir. Liderinde velayet makamını arar. Bu makamın asıl sahiplerinin (İmam Ali, İmam Hüseyin, Hacı Bektaş Veli) özelliklerini arar. Lider olacak kişi çok ince bir sorgudan geçer. Liderin uyandıracağı en ufak şüphe, soru işareti onu sade bir yöneticiye dönüştürüverir. Bu nedenle lider özelliklerini her yerde göstermek durumundadır. Ayrıca toplum töreleri gereği kabullenici değil, sorgulayıcıdır. (Miraç; Kırklar makamında Hz. Muhammed’in sorgulanması) Her fert kendi kafasındaki soruların, sorunların yanıtını liderinde arar. Lider, karşılaştığı her fert tarafından ömrü boyunca sorgulanır. Lider için; AleviBektaşi toplumunun önünde gitmekte, arkasında kalmakta zordur. Önde gidersen hep önde olacaksın, yoksa seni ezip geçerler. Arkada kalırsan tutup seni sürüklerler. Toplum yeniliğe açık, kendini geliştiren ilerleyen özellik taşır öyle lider ister. Kafasını hep ileriye dönmüştür. Hiçbir zaman boyun eğici, kabullenici olmamıştır. 1990’lı yılların şehirlerinde örgütlenen toplum yavaş yavaş da olsa geleneklerini yerine getirmeye başlamıştır. Toplum bu açlığını gidermektedir. İlerlemeyi ve gelişmeyi hedef almış olan Alevi-Bektaşi toplumu için yeterli kelimesi yetmemiştir. Hep daha iyiye, daha ileriye demiştir. Bu istek, bu arayış, yolun kurucusu tarafından iki kelime ile özetlenmiştir. “Ara Bul!” Arayış, şehirlerde dernekleşerek örgütlenen toplumun örgütlerin başındaki yöneticileri zorlaması, sıkıştırması ile yeni açılımlar yaratmıştır. Örgüt yöneticileri sorunların ortak kısımlarını paylaşmış, örgütlerin birliğini doğurmuştur. Dernekler federasyonlara dönüşmüştür. Karışık şehir toplumu, bulundukları mahallelere farklı bölgelerden, köylerden geldiğini belirtmiştik. Doğal olarak her yöre kendi kültürünü yaşam biçimini yaşatmak isteyecektir. Hatta önde olmayı, kendi düşüncesinin doğruluğunu ispatlamaya çalışacaktır. Bunun için; en iyi benim yolum en doğru benimki diyecektir. Sayıca ya da farklı bir biçimde üstün gelmeye çalışacaktır. Kısaca bulunduğu örgüte kendi benliğini kabul ettirmeye çalışacaktır. Bu yaşatma çabasının içinde toplumun eski örgütünün daha doğrusu asıl örgütünün bozulmuş yapısının da etkisi vardır. Ocaklar dergâhlar benim ocağım yürüsün benim ocağım üstündür çabasını burada da sürdürmektedir. Ama bu, doğrunun, gerçeğin tekliği kuralını değiştirmeyecektir. Ocakların kurcu liderleri Hoca Ahmet Yesevi okullarında yetişen erenler olduğunu bu kişilere “Horasan Erenleri” dendiğini söylemiştik.

18

Horasan erenleri hem soy hem de yol olarak İmam Ali’ye bağlı olduklarını bilmekteyiz. Soy olarak silsilelerine (şecerelerine) bakacak olursak bazı ocakların diğerlerine göre İmam Ali’ye soyca daha yakın olduğunu görürüz. Ama liderlik bu yakın ocaklara verilmemiştir. Horasan ve Anadolu’ya gelen Rum erenlerinin liderliği şecere bakımından bazılarına göre daha uzak olan, ama liderlik özellikleri bakımından daha uygun olan Hacı Bektaş Veli’ye verilmiştir. O erenlerin başı “Serçeşme” olmuştur. Hacı Bektaş Veli yaptığı liderlik, birleştiricilik, mürşitlik ile “Hünkâr” sıfatını; taşıdığı velayet makamı ile “Veli”lik sıfatını almıştır. Bu nedenle tüm erenler ona biat etmiş bağlanmıştır. Hırka ve post ona verilmiştir. XIII. yüzyılda kurulan bu birlik ve düzen iki ya da üç yüzyıl kadar sürmüştür. Bu süreçte toplum gelişimini sürdürmüş. Örgütün yapısı oturmuştur. Anadolu, Balkanlar, Mısır, Horasan bölgelerine kadar yayılmıştır. Toplum özünü bulmuş, gereksinimlerini bu örgütsel düzen ile gidermiştir. Yaşam biçimiyle inancıyla bu özün üzerinde şekli boyutunu geliştirmiştir. Vücuda elbise giydirmiştir. (on iki hizmet, cem töreni) böylece ibadeti yaşam biçimine uymuştur. XVI. yüzyıla kadar gelişen topluma çatı görevini üstlenen Osmanlı Devleti de bu gelişmeyle büyümüş sınırlarını Avrupa’ya, Afrika’ya, Asya’ya kadar genişletmiş. İmparatorluğa dönüşmüştür. Bu büyüme etrafındaki diğer devlet ve hükümdarları kıskandırmıştır. Bu devirde iki büyük Türk devletinin liderini (Yavuz Selim ile Şah İsmail) tamahkârlık hırs bürümüştür. Toprak kazanma ve hükümdarlık hırsı Anadolu insanına zarar vermiştir. Çıkar uğruna düzen bozulmuş, halkın üzerinde oyunlar oynanmıştır. Bu hükümdarlar, ne insanlara, ne topluma, ne de inanç biçimlerine saygı göstermemişlerdir. Her ikisi de bu değerlere zarar vermişlerdir. Bu ilk bozukluk ile Yavuz Selim hükümdarlığı altındaki Osmanlı topraklarındaki Alevi-Bektaşi toplumu kılıç zoruyla yok etmeye ya da değişime (asimilasyona) zorlanmıştır. Çünkü hükümdar bu toplumdan korkmuştur. Hükümdarlık için tehlike olarak görmüştür. Böylece Osmanlı Devletinin Temelini oluşturan değerler yıpratılmış. Devlet ile halk arasındaki bağ koparılmıştır. Hükümdar, devletinin temelini oluşturan halka sırtını dönmüştür. Osmanlı, bindiği dalı kesmeye başlamıştır. Yavuz Selim’den sonra gelen hükümdarlarda aynı yolu sürdür müşlerdir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman zamanında Avrupa’ya düzenlenen seferlere kaynak yaratmak için vergilerin artırılmasıyla zaten kıtlık ve açlık ile mücadele eden Anadolu İnsanı artık baş kaldırmış ayaklanmıştır. Ekonomik sıkıntı yüzünden çıkan bu ayaklanma tüm Anadolu’yu sarmıştır. Osmanlı tarihindeki en büyük ayaklanmalardan biri olmuştur. Alevi-Bektaşi toplumunun lideri olan Hacı Bektaş Veli postnişini Kalender Çelebi bu ayaklanmanın başında yer almak zorunda kalmıştır. (Birçok tarihçi bunu mezhep ayaklanması olarak tanımlayarak yanılmaktadır.) Bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra Osmanlı Sultanı iyiden iyiye bu toplumdan korkmuş, hükümdarlık tedbirlerini yükseltmiştir. Başlangıçta kılıç ve zor ile yapılan asimilasyon hareketi, Kanuni Sultan Süleyman ile politikayla, hileyle, iftirayla (mum söndü) yürütülmüştür. Yapılan politika basit ama etkilidir.

Böl ve Yönet O zamana kadar Serçeşme’den “El Ele, El Hakk’a” ilkesiyle yönetilen Alevi-Bektaşi toplumu (Mürşit-Dede-Rehber-Talip) ustaca sokulan nifak tohumu ile (Mücerretlik) toplumun başı bölünmüştür. Toplum bölünerek zayıflamış, başlangıçta kurulan birlik bozulmuştur. Alevi-Bektaşi toplumunun o zamana kadarki birliğini oluşturan temel öğelere, namusuna, liderine, Mürşitlik (Postnişinlik) makamına leke getirilmiş makam bölünmüştür. Bu bölünme başlangıçta tüm erenlerin bağlandığı Serçeşme’den kopmalar olmuştur. Bu durumdan yararlanan ocak liderlerinden bazıları bulundukları bölgeden itibaren ön plana kendilerini çıkarmaya başlamışlardır. Tepedeki birlik yerine, her ocak “Ben soyca İmam Ali’ye daha yakınım. Dolayısıyla ben daha üstünüm. Ben daha uluyum.” gibi benliğe girmişlerdir. Bu benlik toplumda bölünmeyi büyütmüştür. Tamah ve hırs yükselmiştir. Yolun ululuğu, üstünlüğü kalkmış birlik ve beraberlik kalmamıştır. Ama bu bozulma oyuna gelmeyen Serçeşme’ye bağlılığını sürdüren ocaklarda olmamış ya da çok sonraları (başka nedenlerle de olabilir) olmuştur. ``

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME

Şikâyetname Hüseyin İlbey, 15 Eylül 2006, İzmir Serçeşme Dergisi’ne, Aşağıdaki yazımı, bütün yasal ve hukuksal sorumluluklar bana ait olmak üzere, yayımlamanızı dilerim…

S

Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından düzenlenen ve 28-30 Eylül 2005 tarihleri arasında Isparta’da yapılan I. ULUSLARARASI BEKTAŞİLİK VE ALEVİLİK SEMPOZYUMU’na sunulan bildirilerin tam metnini okumak isteyen okuyucularımız kitap olarak fakülteden alabilecekleri gibi, internet sitesinden de okuyabilir ya da indirebilirler: <ilahiyat.sdu.edu.tr/html/yayinlar.html>

``

Ocaklar atalarının sözlerine karşı çıkmış, nefisleri üstün gelmiştir. Yöresel liderlikler ortaya çıkmıştır. Günümüz toplumu bunu ancak şehirleşme ile görebilmiştir. Çünkü köyünden çıkmış, farklı insanlarla karşılaşmıştır. Toplumumuz bu soruna çözüm ürettiği zaman birliğine tek rar kavuşacaktır. Kaostan çıkılacak, düzene yeniden gelinecektir. Yöneticiler tek lider altında görev alacaklardır. Yaşadığımız zamanın kaosu birliğimizin olmayışı, tek elden liderin olmayışıdır. Serçeşme’yi bulamayışımızdır. Alevi-Bektaşi toplumu olarak, yüzyıllardır sürdürdüğümüz geleneklerimiz, yöreden yöreye şekli olarak farklı olsa da öz olarak tekdir. Önemli olan bu teklik etrafında birleşmektir. Bu teklik; İmama Ali’ye duyulan sevgidir. İmam Hüseyin yolundan gitmektir. Üçler, Beşler, Yediler Kırklar’dır. On iki hizmet, Cem Törenidir. (şekli farklı olsa da) Örgütsel düzendir. (Mürşit-Dede-RehberTalip) Dört Kapı Kırk Makam’dır. Serçeşme’dir. Bölünüp parçalanan inançlar yok olmaya ya da kendi değerlerinden uzaklaşıp başka değerlerin etkisi altında kalmaya mahkûmdurlar evrensel doğrularımızı yarınlara taşıyıp yok olmamak için yolumuzun temel ilkesi olan “Bir olmak, iri olmak ve diri olmak.” bizlerinde temel ilkesi olmalıdır. Bu birlikteliğin tek yolu da Serçeşme’dir

Ekim-Kasım 2006

erçeşme Dergisi’nin Şubat 2006, 19. sayısı ile Mart-Nisan 2006, 20. sayısında yayımlanan, “Kısas Kültürel Mirası Geliştirme Projesi”yle ilgili dosyanız için size teşekkür etmek istiyorum… Bu dosyanızı “ibretle ve hayretle okudum” dersem, yalan yazmış olurum… Çünkü içinde Cem Vakfı’nın olduğu, onların kotardığı hiçbir işe artık hayretle ve ibretle bakmıyorum. Sadece, içimde kabaran “hiddet ve lanet” duygularıyla bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Fakat hiddet, şiddet ve lanet inançlarıma, kişiliğime, dünya görüşüme uymayan, o nedenle de içimde barınamayan duygular. Sonuçta, sadece acınası hal ve gidişleri kalıyor ki, öyle bakıyorum kendilerine, karnelerine sıfırı basıyorum… Dosya olarak ele alıp işlediğiniz “Kısas Projesi”nin ne mene bir “üç kâğıt” fırıldağı olduğunu, dergiyi ve bu dosyayı okuyup izleyenler çok net şekilde anlamışlardır umudundayım. Daha öncesini bilmiyorum. 1950’lerde gerici Demokrat Parti’nin kuyruğuna takılan; daha sonra, başta Deniz, Yusuf ve Hüseyin olmak üzere, yurtsever binlerce gencimizi asarak, ite kurda katlettirerek yok eden; elleri kanlı, bütün aile efradıyla, yakın çevresiyle hırsızlık, yolsuzluk, hortumculuk batağında debelenen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’ne yamanan; en sonunda da, beygir suratlı, hırsız, elleri kanlı Amerika’nın “bizim oğlanları”, 12 Eylül’ün faşist generallerinin kurduğu Milliyetçi Demokrat Parti’den milletvekili adayı olan Dede İzzettin Doğan’ın kurduğu Cem Vakfı, anlaşılan, Tansu Çiller’in eteklerini öperek devletten para koparma, Diyanet’in dev bütçesinden pay kapma; Kerbela’da katledilenlerin kesik başlarını, kanlı bedenlerini kefene sarıp yeniden pazarlama; Aleviliği bin yıllık doğru yolundan saptırarak İslamlaştırma, Alevileri has Müslüman’a dönüştürme, cemevlerini camiye çevirme melanetleri yetmemiş ki, şimdi de, Avrupa’dan proje adı altında koparacakları 300 bin Avro’yu ceplerine atmak için, Kısaslıları bölüp parçama, onların inançlarını, inanç ritüellerini, kültürlerini pazarlamaya kalkmışlar… Tam kendi geçmişlerine ve tıynetlerine uygun bir işe sıvanmışlar ki, Arapların Kureyş Kabilesi’nin her şeye muktedir “Yüce Allah’ı” müstahaklarını versin… Bu projeyi (anladıklarım yanlış değilse eğer) Cem Vakfı adına yürüten, aynı vakfın kurucularından Doğan Bermek, Serçeşme’nin kendisiyle yaptığı söyleşide, sıvandığı işin doğruluğunu ve gerekliliğini savunurken, Türkiye çöngülünde ne kadar çam, gürgen meşe varsa tümünü devirip yere sermekte; bindiği çürük dalın çatırdadığını, 300 bin Avro paranın tehlikeye düştüğünü, kuş olup uçmakta olduğunu anladığından, işi küstahlığa, utanmazlığa, saygısızlığa, edepsizliğe kadar vardırmaktadır… Söyleşisinde, Serçeşme’nin 19. sayısında aynen şöyle konuşuyor: “Veliyettin Bey meselesine gelince, …” Anadolu Alevilerinin Kâbe’si olan bir mekândaki postta oturan insanı böyle, “falanca kişi meseline gelince…” gibi bir cümleyle anmak, utanmazlıktan, cahillikten öte, ham ervahlıktır, bu inancın sahiplerine ve Kâbelerine saygısızlıktır… Fakat saygısızlık ve ham ervahlık, bununla da kalmıyor, “beterin beteri var”ın zirvesine ulaşıyor: Kısaslıları kastederek, “Veliyettin Bey de malını iyi bildiği için, yani ortamı gayet iyi bildiği için bu tür spekülasyonlara izin vermiyor.” Bu sözlerin altından kalkmak, elbetteki öncelikle “Veliyettin Bey”in ve Kısaslıların görevidir… Ama ben, Veliyettin Efendi ve Kısaslılara, içimde kıvranıp duran soruyu sormak zorundayım: Kısaslılar sizin “malınız” mıdır, yani koyun sürünüz müdür, siz de onların “çobanı” mısınız?.. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği Ayrıca Doğan Bermek’in sözünü ettiği, sizin de iyi Gaziantep Şubesi’nin 3 Aralık Pazar günü bildiğinizi söylediği “ortam” da, yani Kısas da o Serçeşme dergisi yararına düzenlediği konserden sürünün ahırı, ağılı mıdır?.. Bir gün canı sıkılan Padişah, İncili Çavuş’a, “İncili, bana öyle bir laf et ki, özrü kabahatinden büyük olsun… Ben de bu lafına güleyim, keyfim yerine gelsin” der. Tam o sırada, padişah önde, İncili arkada bir merdiven çıkıyorlarmış… İncili, padişahın kıçına esaslı bir parmak atmış. Padişah, hışımla arkaya dönüp, “Sen ne yaptığını sanıyorsun bre gafil!” diye kükremiş. İncili, hiç istifini bozmamış : “Bağışlayın Sultanım, sizi muhterem zevceniz sandım.” Elbette ki ben, Veliyettin Efendi’nin ve Kısaslıların avukatı değilim. Eminim ki, Veliyettin Efendi ve Kısaslılar, bu adama ve adına iş kotardığı Cem Vakfı’na haddini bildirecek, Kısas’ta kurdukları büroyu efendice kapatıp, kendilerine ve orada çalışan elemanlarına Kısas’tan çıkış yolunu göstereceklerdir…

19


SERÇEÞME K IZILBAŞ ALEVİLİKTE BEDEN (DON) DEĞİŞİMİ: HAKK’A YÜRÜME

Hakk’a Yürüyen Can için Erkân – Bölüm: V Haşim Kutlu

Üç ya da Yedinci Günde Rızalık Lokması Hakk’a yürüyen Can için üçüncü ve yedinci günlerin anlamını yukarıdaki başlıklarda açıkladık. Burada onları tekrar etmeyeceğiz. Şimdi sunmayı düşündüğümüz şey, Rızalık Lokması ile ilgili olan erkândır Kızılbaşlıkta üçüncü ya da yedinci günü için verilmesi gereken Rızalık Lokması, hem “Yol Kardeşliği” hem de “komşuluk” hakkına verilir. Sanıldığı gibi bu lokma, Hakk’a yürüyen canın varsa Musahip kardeşi ve en yakınları tarafından verilmez. Çünkü bu lokma, haneye özgü bir lokma değil “Yol-Erkân-Meydan” hakkına verilmesi gereken bir lokmadır. Bu bağlamda bu lokma, varsa Musahip Kardeş başta olmak üzere en yakınlarında içinde olduğu bütün “Yol kardeşleri”nce verilir. Hakk’a yürüyen canın evinde ya da Cemevinde verilir bu lokma. Hakk’a yürüyen Canın en yakınlarıyla Musahibi rızalık için “Un Helvası” dökerler ya da “Kömbe” yaparlar. Konumlarına göre değişik yemekler de hazırlayabilirler. Bunun dışında her evden de lokmalar hazır edilerek getirilir. Anlaşılacağı gibi Rızalık Lokmasında da diğer Kızılbaş Cem Meydanlarında olduğu gibi “Kanlı Kurban” yoktur. Ne var ki, özellikle kimi bölge Kızılbaşlarının Yol-Erkân-Meydan yürüten Pirleri, kanlı kurban olmadan Meydan açmamaktadırlar. Gören sanır, bu Pirler, Hak için kendi canını yatırıyor o Meydana! Ya da bu Meydan, bir Kızılbaş Alevi Meydanı değil de, tersine bir Bektaşi savaş örgütü olan ve karavananın koçsuz, boğasız kaynamadığı, Yeniçeri Meydanı! Öyle de anlamış olacaklar ki zâhir okudukları gülbanklarda da; “taşsın dökülmesin, artsın eksilmesin, yağ olsun, bal olsun, hepimize yarasın, bu gitti yenisi gelsin!” türünden yağmaya yönelik ifadeler kullanmaktadırlar. Bunun ne yol ne de erkân olmadığını belirtelim Ancak, kimi alışkanlıkları terk ettirmek de kolay olmamaktadır. Bu nedenle yeniden kendi özüyle Dâr olmaya çalışan Kızılbaş evlatlarına tavsiyemiz, Kanlı Kurban hazırlayıp lokma vermeyi alışkanlık haline getirmiş, birçok sosyal nedenden dolayı terk etmekle zorlanan Canlar, çok özel hallerde bu lokmaları sunsunlar, ama azaltarak sunsunlar. Bu güne dek bu türden Lokma vermemiş olanlar ise hiç başlamasınlar. Yeni olarak Yol-Erkân-Meydan tutanlar için ise Kanlı Kurban, katil olmakla eş anlamlıdır yapmasınlar. Bu gerekli notu düştükten sonra tekrar konumuza dönebiliriz. Rızalık Lokmasının verilmesi için açılan Meydanda, Pir dışında beş “Hizmetli” bulunur. Bunlardan birisi, Delilcidir; ikincisi Sakidir; üçüncüsü Zâkir; dördüncüsü Gözcü; beşincisi ise Meydancıdır. Oniki Hizmetin tamamı bu Meydanda olması gerekmiyor. Pir, Rızalık Lokması Meydanını diğer meydanlardaki gibi erkâna uygun olarak alır. Pir’in Meydan almasında Meydancı Pire yardımcı olur. Zâkir Pir için bir davet tezkeresi okur. Pir Meydana girer, Rızalık alarak makamına oturur. Diğer Meydanlarda olduğu gibi önce Delilciyi alır, dört ya da on iki adet mum yakılır. Gülbanklar değişmez, diğer meydanlardaki hizmet Gülbanklarıdır. Sonra Saki gelir. O da hizmetini yerine getirir ve Pir nefesi Gülbankını alır. Sonra Meydancı, sonra da Gözcü gelir ve hizmet erkânlarını yürütürler. Meydancı destur alarak, en başta varsa Musahip Kardeşleri, yoksa Hakk’a yürüyen canın annesini ya da eşini Meydana lokmasıyla alır. Onun yanına iki çift de Musahiplilerden lokmalarıyla alır. Hazırda Musahipli yoksa, yetişkin çiftlerden iki çift Meydana davet edilir. Erkân üzere lokma sahiplerine, Meydan hakkı için Meydan adına Pir, bir Lokma Gülbankı verir: “Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah Allah! Ey canlar! (Üç ya da Yedi) gün önce bedeni dünyamızdan ayrılıp Hak diyarına yolcu ettiğimiz sevgili canımız, Zeynep kızı Aslı’ nın (ya da oğlu Mazlum’un) canı hakkı için; (varsa) Musahibi ve evhanesi hakkı için; yol kardeşleri ve kapı komşuları hakkı için, rızalık teslim edip rızalık almak üzere, bu akşam lokma dökülmüştür. Bismişah Allah Allah!... Lokmamız hak bula Hak katında makbul ola. Her ocağa bu meydandan nasip gide. Aç, çıplak cümle mazlum nasiplene. Dâr’da olan, zorda olan, verdiğimiz lokmadan nasibini ala. Müşkülünü hallede. Dertlere deva, acılara merhem ola. Belalara karşı gele. Binlerce eski-

20

nin ruhları şad ola. Binlerce geleceğe rehber ola. Kazanana, getirene, hazırlayana, Hızır yardım ede, saklaya, bekleye. Güzel canımızın canına değe, ruhu mutlu ola, bizimle ola. Geride kalanlarına uzun ömür ola. Tertemiz bir yaşam nasip ola. Sevgi, mutluluk, bolluk ve bereket hanesinden, hanelerimizden eksik olmaya. Duvarlarından taş gözlerinden yaş dökülmeye. Yiyene ve yedirene Rızalık Lokması ola. Helal hol ola. Dil bizden kerem Bozatlı Hızır’dan ola. Gerçeğe Hü!” Bunu söyledikten sonra başparmağını dudaklarına götürerek niyazda bulunur ve baş keser. Hazır bulunan canlarda aynı şekilde, “Gerçekler aşkına” diyerek niyazda bulunup baş keserler. Lokmalarıyla dâr’da olan canlar, ellerindeki lokmalarını Pir önüne koyar, Pir’le niyazlaşır ve geri çekilirler. Geri çekilmede dikkat edilmesi gereken husus, dâr’daki canlar, niyazlaşıp geri çekilirken usulünce çekilirler. Pir’e ve Meydana arkalarını dönmezler. Kural olarak eşikten çıkıncıya dek arka arka giderler. Erkân “Can Cana, Can Cemale” şeklindedir. Arka dönmek Meydan iradesine saygısızlıktır. Erkân bittikten sonra Hakk’a yürüyen canın yakınları Pir postunun soluna oturtulur. Bu erkân tamamlandıktan sonra Lokmalar ve yemekler Meydan Canlarına dağıtılır. Çocukların sofrası öncelikle kurulur ve onlar erkânsız yemeklerini yerler. Çocuklar masum-u paktır Kızılbaş Meydanında. Onların varlığıyla Meydanın, onların paklığından ve masumluğundan nasiplenmesi demektir. Bu nedenle, Çocukların sofrasını cemevlerinde Meydanın ortasına kurmakta büyük nasiplenmek vardır. Özünde o sofraya çağır. O sofra seni arındıracaktır. Aynın açılacak, nasibin bol olacaktır. Yeter ki cesaret et ve iste!... Sofraya el sürme Pir’in vereceği desturla olur. Dağıtım tamamlandıktan sonra Meydancı hazır canlara sorar; “Elimizde yok altın terazi! Her can oldu mu hakkına razı?” der. Herhangi bir aksaklık yoksa Meydan canları; “Gerçeğe Hü!” der ve rızalık verir. Bu erkân, üç kez tekrarlanır. Sonuçta Pir daha önceki erkândan önüne konmuş hazır lokmalardan birer lokma alır ve Hakk’a yürüyen canın Musahibine, eşine ve anasına sunar. Niyazlaşırlar. Sonra Pir “Yürüye Şah Yürüye” der ve yemek için destur verir. “Bismişah” diyen önündeki lokmasını yemeye koyulur. Mümkün olduğunca sessiz olunmaya gayret gösterilir. Hakk’a yürüyen cana ve o Meydana saygının gereğidir bu. Yemekler yendikten sonra sofra toplanır. Meydancı “Gerçeğe Hü” diyerek canları Rızalık Gülbankı için edep ve erkâna davet eder. Zâkir meydan alır. Zâkir güne uygun bir mersiye okur. Bir örnek olsun:

Gerçeğe Hü!... Seyran edip bu âlemi geçerken Uğradım gördüm bir bölük canları Cümlesinin erkânı bir yolu bir Güruhu Naci derler sevmişiz biz anları Durakları irfan bağıyla bostan Silinmiş kalpleri gümandan pastan Cümlenin muradı lokmadır dosttan Arı petek baldır sadalaşır ünleri Sıratı mizanı anlar geçmişler Senlik benlik davasını yıkmışlar Al giymişler yas donundan çıkmışlar Şol Hüseyin aşkına aktı gözyaşları (…) Kul Himmet’im gerçeklerin bu meydan Özün yumuşlar kirden kubardan Erimişler Kırkların içtiği tastan El ele El Hakk’a bağlanmış canları. Zâkir nefesini bitirip sazına niyazda bulunurken Pir nefeslenir: “Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah Allah!... Değerli canlar, Hakk’a yürüyen Canımız Zeynep Kızı Aslı, beden evini bu gün terk etmektedir. Can bedeni bugün terk etmektedir inanışımıza göre. Verilen Rızalık Lokması bu yolculuk hakkı içindir aynı zamanda. Canımızın aramızdan ayrılan bedenidir. O ise her zaman bizimle olacaktır. Hakk’a yürüyen Canımız ve Meydanımız için her canı bir dakikalık susmaya ve içe kapanmaya davet ediyorum.”

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME Cümle Meydan canları ayaklanır ve o anda dâr olurlar. Eller boyunda kement olur sağ ayak baş parmağı sol ayak baş parmağı üzerine konularak vücut “Saf ”lıkta ve “Pak”lıkta Bir’lenir. Bir dakikalık bir sükuttan sonra Pir, dâr Bir’liğini hiç bozmadan devam eder. “Bismişah Allah Allah!.. El ele El Hakk’a Canlar!” der. Canlar, El ele vererek secde ederler. Secde safları bozmadan hafif öne eğilmelidir. Pir devam eder:

lıkla ilgili olarak bu kural konmuş” gibi bir usavurma yapıyorlar. Müslüman Peygamberini kendilerinde güzelleştirelim derken, onun kendi çağında, onun kendinde de olmayan bir anlamı ona yüklemiş oluyorlar. Kuşkusuz bu doğru değil. Sünnet Erkânını biz Yol-Erkân-Meydan ile ilgili bir başka broşür çalışmamızda vereceğiz. Burada değinip geçiyoruz.

“Ya Hızır!... Akşamlar hayır ola! Hayırlar feth ola. Günahlar af ola. El ele, el Hakk’a yete. Dâr’lık, Rızalık, Bir’lik Menzile yete. Cemi canlar birbirinden razı ola. Gam kasavat, adavet Meydanımızdan ve hanelerimizden uzak dura. Verdiğimiz ikrar bizimle ola. Durduğumuz dâr, bizi hiçbir mecliste zora düşürmeye. İkrar ve iman her cana nasip ola. İkrarsız ve imansız hiçbir can Hakk’a yürümeye. Rızasız lokma yedirmeye. Her hizmetlinin hizmetini Hakk’a yetire. Hanelerimizden yürek ferahlığı, yüreklerimizde dostun sıcaklığı eksik olmaya. Acısı olanın acısı dine. Her canın mutluluğu, dirliği ve birliği daim ola. Gözlerinizden yaş hanelerinizden taş dökülmeye. Hakk’a yürüyen canımızdan biz razı olduk, Hak da ondan razı ola. Yolunu açık mekanını nur eyleye. Dâr ola. Yar ola. Deliller sır ola! Ağızlar, gözler, tenler ve canlar mühürlene. Dil bizden ola; kerem Bozatlı Hızır’dan ola. Gerçeğe Hü!”

Hakk’a Yürüyen Canın Kırk Gün Erkânı Hakk’a yürüyen bir Can için “Kırk Gün” ne demektir, Kızılbaşlık açısından bu erkâna nasıl yaklaşılmaktır? Onun yaratılış felsefesinde bu belirleme nereye oturmaktadır, özetle bu çalışmanın başında ifade ettik. Burada tekrarlama gereği duymuyoruz. Kırkıncı Gün Meydanının açılması ve erkânının yürütülmesine gelince, gerek Meydanın açılma usulü, gerekse erkânlarının yürütülmesi ve hizmetler, Rızalık Lokması Meydanında olduğu gibidir. Bu yönden o erkânlara ilave edilebilecek herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. Buna karşın belirtebileceğimiz bir tek farklılık bulunmaktadır. Bu farklılık da Kırk Lokması’yla ilgili olanıdır. Kırk Lokması’nı, var ise Hakk’a yürüyen canın Musahibi, eşi, anne ve babası ya da kardeşleri üstlenir. Bunlardan yoksun bir Can ise ifade ettiklerimiz dışında kalan yakın akrabaları üstlenir. Hiç kimsesi yoksa, onu da Yol Kardeşliği hakkına, Kızılbaş Meydanı üstlenir.

Gülbank bittikten sonra canlar sırayla, Pir ile niyazlaşırlar. Pirin yanında duran Hakk’a yürüyen canın yakınlarıyla niyazlaşır. “Yolu açık, mekânı nur olsun” diyerek tazimde bulunurlar. Deliller Sır’lanır. Meydan Sır’lanarak bitirilmiş olur. Dileyen canlar, orada kalırlar ve Hakk’a yürüyen can ile ilgili sohbet eder, ayrılık acısı çeken ailesi ve yakınlarının yüklerini paylaşmaya çalışırlar.

Rızalık Lokması Yerine Kanlı Kurban Tığlamışlar İçin Lokma Gülbankı “Tende ve Canda kendini vareden, doğan ve doğuran, esirgeyen ve bağışlayan Hakkın adıyla! Senden geldim sana giderim. Ya Hak ben ispatsızlardan değilim! Ya Hak sen bende varolansın ben sende yok olanım!...Demine, devranına, gerçekler aşkına Hü!... Bismişah Halla Halla! Ferman-ı Celil, Kurban-ı Halil, Delil-i Cebrail, Tercüman-ı İsmail ola! Yüzümüz yerde ola! Özümüz dâr’da, Dâr-ı Mansur’da ola!... Tenimiz tercüman canımız kurban ola!... Kurbanlar mübarek ola!... Binlerce eskiye armağan ola. Ruhları şad ola. Mekânları Nur ola. Binlerce yeniye karşı gele. Yollarına ışık özlerine terazi ola. Hak nasip eyleye. Hızır kerem eyleye. Bu son incinen can ola. Son dökülen kan ola. Nefs için olmaya Hak için ola. Hak katında makbul ola. Üçler şahit ola. Beşler menzil vere. Yediler Hak katına götüre. Onikiler Meydanında dâr ola. Kırklar katarından ayrılmaya. Hak Meydanı her cana nasip ola. Hiçbir can ikrarsız imansız Hakk’a yürümeye. Kurbanımız cümle günahlara, kusurlara bedel ola. Hak meydanına niyaz ola. Her haneye nasip gide. Bin belaya karşı gele. Bin kötülüğü hanemizden vücud şehrimizden defheyleye. Ya Hızır, Ya Şah-ı Merdan. Kurban ettiğimiz bu can, son kez incinen can olsun! Döktüğümüz kan, son dökülen kan olsun! Duvarlarımızdan taş, gözümüzden yaş dökülmesin. Aç görürsek doyuralım. Çıplak görürsek giydirelim. Varlıkta övünmeyelim. Yoklukta yerinmeyelim. Soframız bereketli olsun, ocağımız gür, hanemiz şen olsun. Kazanana, pişirene, hazır edip getirene Bozatlı Hızır yardımcı olsun. Acıları olan canlarımızın acılarını dindirsin. Yüklerini hafifletsin. Yüreklerine ferahlık gelsin. Dil bizden kerem hazreti Pirden olsun! Gerçeğe Hü!...” Bu Gülbank, erkek çocukların bir erginleme töreni olan sünnet erkânında da aynı şekilde okunur. Sünnet, Yol-Erkân-Meydan’a girmez. O bir gelenek olarak vardır. Erkek çocuğun bir halden bir başka hale geçişini simgeler. Kızılbaşlar Sünnete bundan başka bir anlam vermezler. Hele, İslam’daki erkeği yücelten, onun önünde secdeyi zorunlu kılan bir anlamı ise hiçbir şekilde vermezler. Verme eğiliminde olanlar ise YolErkân-Meydan ile alakaları kalmamış olanlardır. Postmodern yaklaşımlar, ona yüklenilen anlam bakımından İslam’daki Sünnet ile Kızılbaştaki sünneti aynılaştırıyorlar, ama, “Sağ-

Ekim-Kasım 2006

EKLER: Üç Ayrı Erkân Üç Ayrı Belge İslam Şeriatına Göre Ölü (Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, s. 455-457. Özetle alındı.)

Y

AŞAMI sona erip cansız kalan…İslam şeriatında ölü, hastalığından gömülmesine kadar bütün ayrıntılarıyla saptanmış hükümleri bulunan başlı başına bir konudur. Ölmek üzere bulunan hastanın başını Kıble’ye doğru sağ yanına çevirmek sünnettir. Hem başının hem de ayaklarının Kıble’ye karşı gelmesi için sırtına bir yastık konarak hafifçe doğrultulur. Başına yakınlarından biri oturup ona hatırlatmak için birkaç kez kelime-i şehadet (bkz. Kelime-i şehadet) getirir. Ama hastaya bunu söylemesini asla ihtar etmez, çünkü ölecek olanın bunu kendiliğinden söylemesi gerekir. Sadece kelime-i tevhid de söylenebilir. Bunu bir kez söyleyerek ölen insan cennete gider. Ölmek üzere olan hastanın yanında Yasin Suresinin okunması onun günahlarını bağışlatabilir. Ra’d suresinin okunması da sünnettir. Ölünün yıkanmasından gömülmesine kadar yapılan tüm hazırlıklara techiz denir. Techiz ve gömme (defin) işlemlerinin acele yapılması müstehabtır (yapılması her zaman gerekmeyen-HK) Şeriat (kokmaması, mikrop saçmaması, ağlayıp haykır maları gerektirmemesi gibi bir çok nedenlerle) ölünün bir an önce gömülmesini buyurmuştur. Ölenin çirkin görünmemesi için de ölür ölmez çenesi bir tülbentle çekilerek başının üstünden bağlanır. Gözkapakları kapatılır ve elleri yanına konur. (Ellerin göğsüne konulması ya da kavuşturulması yasaktır) Ayaklar uzatılır, elbiseleri çıkartılar (soyulur) ve üstü örtülür. Tütsü yakılır ve odasında güzel kokular bulundurulur. Şişmemesi için karnının üstüne herhangi bir ağırlık konulur. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar ölünün yanında Kur’an okunması mekruhtur. (Arapça iğrenç anlamına gelir. Yapılması çok kötü olan.) Sadece şu dua okunur: “Biismillahi ve ala milleti resulullah, Allahümme yessir aleyhi emrehu ve sehhil Aleyhi mabadehu ve es’ idhü bilikaaike vec’al ma harace ileyhi hayran mimma harace anhu.” Ölü, teneşir adı verilen bir tahta üstüne arka üstü yatırılarak yıkanır. Önce önü ve avret yeri yıkanır ve abdest aldırılır. Bir bezle ya da elle yıkanabilir. Yüzü, kolları, elleri ve ayakları yıkanır. Başı meshedilir. Islatılmış bir bezle dudaklarının içi, burun delikleri ve göbek çukuru silinir. Abdest aldırma böylelikle bitirilince üstüne ılık su dökülür. Başı ve varsa sakalı ve bıyığı sabunlanır. Sonra önce sol tarafa çevrilerek sağ tarafı üç kez yıkanır. Sağ tarafa döndürülerek sol tarafı da üç kez yıkanır ve su dökülür. Oturtularak karnına bastırılır, bir şey çıkarsa sadece o yıkanır. (Yeniden abdest aldırılması ve yıkanması gerekmez) Her organın en az üç kez yıkanması sünnettir. Ölü şişmişse ve dokunulamıyorsa, üstüne sadece su dökmekle yetinilir. Sonra kurulanıp kefenlenir… Ölü yıkanıp kefenlendikten sonra musalla taşına konur ve cenaze namazı kılınır. Cenaze namazına şöyle niyet edilir: Allah için namaza, (Devamı 22. Sayfada)

21


SERÇEÞME (Baştarafı 21. Sayfada)

meyit için duaya (ölü kadınsa Meyyide için demek gerekir) ve hazır olan imama uymaya niyet ettim. Niyetten sonra Allahu Ekber denir ve şu dua okunur… Ölü mezara Kıble’ye doğru konur ve sağ yanına yatırılır. Ölüyü mezara indirenler bu işi yaparken Bismillahi ve billahi ve ala milleti resulullahi derler… Bundan sonra becerebilen bir kişi, mezar başında Kur’an okur. (Şu sureler okunur: Bk. Yasin, Tebareke, İhlas, Muavvizeteyen, Fatiha)

“Ölüm ve Ölüm Halinde Erkân” (Doç.Dr. Bedri Noyan, Bektaşilik Alevilik Nedir, s. 298, 300) “Gerçeğin birleştirildiğini ölüm ayırmaz” Vitrus junxit mors separabit

H

AKK’A YÜRÜYEN bir muhib, derviş baba ve Dedebaba için yapılan bir merasimdir. Buna “Dâr’dan indirme Erkânı”, “Lokma Erkânı” da derler. Göçen zat dost ve tanıdıklarıyla görüşüp helalaşmadan ayrılmışcasına, ailesinden ona en yakın olan bir kimse tarafından yerine getirilen bir erkândır. Hakk’a yürüyenin ruhu sükun ve istirahata girer amaç ve düşüncesiyle yapılır. Yaşadığı zaman o Bektaşı nasıl her yıl baş okutuyor, yani hizmet görerek tezkiye-i nefs ediyorsa, yine öyle tezkiye edilmiş olur. Bu erkân aynen ikrar verme, nasib alma ve baş okutma erkânlarında olduğu gibi açılır. Çerağlar usulüyle uyarılır. Meydana usulüyle girilir. Mürşit ve diğerleri yerli yerlerine oturduktan sonra Hakk’a yürüyen kardeşin en yakını olan kimse dar’a çıkar ve rahmetli adına baş okutma erkânı gibi önce (Rabbena zalem ma…) ayetini okur, arkasından: “Yüzüm yerde, özüm darda, Hak Muhammed Ali divanında, erenlerin Dâr-ı Mansur’unda, canım kurban tenim tercüman, bu fakirden ağrınmış incinmiş can kardeş var ise dile gelsün bile gelsün. Hakkıma, yoluma kailim. Allah Eyvallah!” tercümanını okur. Rahmetlinin alacağı, borcu varsa varisleri bunları kabul eder, öderler. Böyle bir şey yoksa, hazır bulunanlar: Öz gönül birliği ile, cümlemiz hakkımızı helal eyledik. (Nusha: suçlarından vazgeçtik) Allah erenler de affetsin. Ruh-u revanı şad ve hurrem olsun. Hak erenler yardımcısı olsun… diyerek hep birden oldukları yerde niyaz eder, yer öperler. Bu törenlerden sonra, baş okutmak erkânında olduğu gibi niyazlar yapılır, Mürşit bir gülbank çeker. Bunun içinde Hakk’a yürüyen canın adını anarak onun için tığlanan kurbanın, okunan Kur’an’ın kabul olunması ruhunun şad olması için de cümleler söyler. Usulü ile meydandan çıkılır. Sofralar kurulur, yemekler yenir, nefesler okunur. Tığlanan kurban ve yemek masraflarını Hakk’a yürüyen canın varisleri üstlenir. Lokma sırasında, sofraya başkanlık eden Baba efendi bir tabak içerisindeki pilavdan hazır bulunanlara, sıra ile bir kaşık pilavı kendi eliyle yedirir ve bu esnada, her kaşık verişte: “Hakk’a yürüyen kardeşimiz …’ın ruh-u revanı şad ve hurrem olsun!” diye söyler. (Not: Bu pilav yeme işinde, sıra ile mürşide her gelen kendi kaşığı ile gelir. Ayakta niyaz ile kaşığı mürşide sunar. Mürşit, pilavı onun ağzına uzatırken önce onun elini öper, sonra pilavı ağzına alır, yer. Yine niyaz ile kaşığını alıp yerine döner.) Bu lokma töreni sırasında Nefes ve Düvaz’lar okunur, demiştim ki bu günlerde okunacak, konu ile ilgili nefesler de vardır. Lokma Töreni de denilen bu ölüm erkânı, Hakk’a yürüyenin göçüşünün yedinci veya Kırkıncı günü içinde yapılır. Üçüncü günü de yapılabilir. (…) Bektaşilerde “insan aslına dönecektir” inanışına uygun olarak, bedenin toprağa karışıp erimesi istenir: (Topraktan hasıl, toprağa vasıl) Ruh da yücelmiş, olgunlaşmış olarak “asli Ruh”a, Tanrı ruhuna, Gerçeğe dönmelidir. Bu nedenle Hakk’a yürüyenin tabutla gömülmesi, kabir içinde çimento ve tuğladan lahit yapılması sonradan edinilmiş âdetlerdir. Bektaşi, ancak Peygamber soyundan gelen ve ma’sum sayılan kimse arkasında namaz kılar; bütün Ca’feri mezhepliler böyle yapar. Ma’aşlı cami hocası imam sayılmaz. Aslolan ma’nevi İmamettir. Ma’aşla memuriyetle olanı değil. İşte bu durumda kimselere Hakk’a yürüyenlerin cenazesini yıkatmak değil, cesedini bile göstermezler. Bektaşilerde Hakk’a yürüyeni Baba veya onun yerine bu işe eli yatkın bir Derviş veya Can yıkar. Eğer buna da imkan yoksa Ca’feri mezhebine bağlı diğer mistik yol erbabından bir derviş veya muhip kimseye yaptırılır. Bektaşi’nin cesedi “zâhir”lere gösterilmez. Sağ iken bile vücudu mahrem sayılır ve şehir hamamlarına gitmeyenler vardır. Dergâhın hamamında veya evlerindeki banyo yerlerinde yıkanırlar.

22

Cenaze yıkandıktan sonra tennuresi giydirilir veya üzerine sarılır. Kefeni bunun üzerine sarılır. Fahir, tac, kemer, kanberiyye, teslim taşı, Hakk’a yürüyenin beraberine konulmaz. Yola ilk girişindeki giydiği arakkiyyesi başına, Baba erenler veya görevlendirdiği kimse tarafından, giydirilir. Tığ-bendi boynuna dolanıp iki uçları göğsünden aşağı indirilerek sağ eline verilir. Tariykat-ı aliyyede (Gidiş Çeyizi) denir. Bazı yerlerde Tığbendin sağ ucu sağ ele, sol ucu da sol ele veriliyor. Hakk’a yürüyen zat Mürşit ise, tabutuna konulmadan önce, isteyenler ona niyaza gelirler. Hayatta olduğu zamanki gibi saygı gösterirler. Vasiyeti varsa bir gece (dinlendirirler), yani dergâhta Meydan odasında bırakırlardı. O zaman çevresine on iki şamdan çerağ konur, mumları bitesiye kadar uyanık kalırlardı. Cenaze başında hiçbir şey okunmaz ve kimse bulunmazdı. Çerağlar sır olunca kapıyı kilitleyip dışarı çıkarlardı. Hakk’a yürüyenin sırlandığı (toprağa verildiği) günün akşamı kendi dergâhında göçtüğü yerde evindeki odasında çerağlar uyarılıp hayrına kurban tığlayıp helva yaparlar ve akşam lokma edildikten sonra meydan açılır, Ayn-ü Cem yapılırdı. Bektaşilerde üçüncü, yedinci veya kırkıncı gününe kadar herhangi bir günde ayrıca lokma töreni yapılır. (…) Bektaşilerde, ıskat gibi, İslam’ın aslında bulunmayan uydurma adetler asla yoktur. Keza (Ölüye Telkin) konusu da uydurma sayılır. Bektaşiler: (Biz telkini diriye yapıyoruz…Yola girdiği zaman…) derler. Yani telkin diriye olur, ölüye değil…

Alevilikte Ölüm Halinde Erkân Hakk’a Yürüyen Bir Can İçin Yapılacak İşlemler (Dedeler Y.K. Adına Bşk. Derviş Tur İmzalı Broşürden. Yazıma hiç dokunulmadı. Cümle yapıları, sözcüklerin kullanımı, noktalama işaretleri tümüyle Derviş Tur Dedeye özgüdür.)

A

LEVİ TOPLUMU bütün dini vecibelerini dedelerin öncülüğünde yapar. Çünkü, manevi imamlık ancak o soya aittir. Bu güne kadar böyle devam etmiştir ve böyle biliniyor. Okumuş camii hocasını imam kabul etmezler. Onun için Alevi cenazelerinde de mümkün olduğu kadar bu görevi Dedelere yaptırırlar. Dedenin bulunmadığı yerde, yol ehli olan bir talip ve muhip bu görevi yapabilir. Hakk’a yürüyen can hastanede ise yıkanma erkânına kadar hiçbir işlem olmaz. Evinde ruhunu Hakk’a teslim ediyor veya etmiş ise, sırasıyla yazdığımız erkânı yerine getirmek, her Alevi dedesinin veya hocasının görevidir. Bir can, er kişi veya bacı kişi evinde ruhunu Hakk’a teslim ettiği zaman, yanında bulunan yaşlı biri, “Bismillah ala hümmeti Resülullah Ali’yel Veliyullah; Şefaat kıl ya Resulullah.” diyerek gözlerini kapatır. Bir temiz bez ile çenesini bağlar. “Hak la ilahe illallah Muhammeden Resulullah, Ali’yün Veliyullah. Ehlibeyti keremullah. Mürşid’i Kamilullah.” Bu duaları okuyarak elbiselerini çıkarır. Ayakları düzeltilir. Baş parmakları bağlanır. Elleri yanlarına düzgünce konur. Başını ve ayaklarını kapatacak şekilde üzerine bir örtü örtülür ve üzerine güzel kokular serpilir.

1 Numaralı Dua Bu aşamadan sonra o bölgede bu hizmeti yapan, dede veya hocaya haber verilir. Görevi üstlenmiş er içeriye girer girmez, Hakk’a yürüyen meftanın üzerine gider. Tam göğüs hizasında durur, şu Dua’yı okur: “Bismi Şah Allah Allah. Bağışlayan ve yargılayan yüce Allah’ın ismi ile başlıyorum.” “Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber Velillahi hamd. Allahümme salli ala seyyiddine Muhammed. Ve Ala Ali seyyidine Muhammed.” Bundan sonra şu Gülbengi okur: “Ey gökleri ve yerleri yaratan kadir-i mutlak tanrım, bu gün, bu saatte … den doğma bacımız veya kardeşimiz Hakk’a yürüdü. Bir eşi ve benzeri olmayan Allah’ım. Rahman ve rahim olan sensin. Yargılayan ve bağışlayan da sensin. Bu kardeşimizi veya bacımızı Dünya’da bilerek, bilmeyerek yapmış olduğu günahlarını, Adem’i Safiyullah, Nuh’u Naciyullah, İbrahim’i Halil’ullah, İsmail’i Teslimmullah, Musa’yı Kelamullah, İsa’yı Ruhullah, Muhammed’i Habibullah, Ali’ye Veli’yullah, Ehli Beyti Rusullullah hakkı için bağışla. Haticetül Kübra, Fatima’tül Zöre yüzü suyu hürmetine cehennem narına, kabir azabına uğratma ya rab… Üçlerin, beşlerin, yedilerin, oniki imamların, ondört masumi pakların, onyedi kemeri bestlerin, kırkların, yüzüsuyu hürmetine, Hz. Muhammed’in şefaatinden mahrum eyleme ya rab. Ruhunu şad, mekanını cennet eyle ya rab.

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME Subhane rabbike rabbil izzeti ama yesifun, vessalamun alel mürselin, Elhamdülüllahi rabbil alemin. Hakk’a yürüyen ruhumuzun ruhuna fatiha. Türkçesi: senin tanrın kudret ve izzet tanrısıdır./ 2. Onların bütün isnatlarında münezzehtir. Peygamberlerine selamlar olsun. Âlemleri yaratan Tanrıya hamdolsun. Merhumun ruhu için El-Fatiha. “Elhemdü lillahi rabbil’alemin, errahmanırahiym, maliki yevmiddin, iyyake nağbudu ve iyyake nesteiyn, ihdinas sıratal mustakıym, sıratellezine en’amte aleyhim, gayrilmağbudi aleyhim veleddalliyn” dir.

Bu Fatiha Duasının Türkçe anlamı şöyle-

Hamdi sena o Allah’a mahsusutur ki o alemlerin Rab’bidir, esirgeyendir, bağışlayandır, hesap gününün malikidir. Kulluğu yalnız sana ederiz, yardımı da ancak senden dileriz. Bizleri doğru yola, gazaba uğrayanların, sapıkların yoluna değil, sana iman edenlerin yoluna götür. Dedeler kurulu olarak, Kur’an ayetlerinin, Fatiha da dahil hepsinin Türkçe tercüme edilip, gülbank tipinde okunmasını arzu ederiz. Ne yazık ki Osmanlı’nın içimize soktuğu Arapça, halk’dan bir alışkanlık halini almış. Şimdilik söküp atmamız mümkün değil. bütün ümidimiz kurulacak olan Bilim Araştırma Enstitüsü kadrolarının, araştırarak Aleviliğin özüne uygun bir sistemi getirmeleri, ancak bu karmaşalığı ortadan kaldırır. Yoksa fert olarak hiç kimsenin buna gücü yetmez. Düşünebiliyor musunuz Aleviler inanç ve felsefelerine göre bütün ibadetlerini Türkçe yaparken, bazı yerlerde sanki Arapça’yı içerisine sokmayınca, dualar doğru olmuyormuş gibi halktan yanlış bir izlenim var. Ben gücüm yettiği yerlere kadar, duaları öztürkçe yazmaya çalışıyoruz. Mecburiyet karşısında içine Arapça koyduğumuz dua’larda bizi af edin. Konumuz Hakk’a yürüyenin erkânı, bu açıklamayla konudan dışarı çıktık. Kusura bakmayın. Fatihanın arkasında yine sırayla devam edelim. Hakk’a yürüyen Meftaya yapılan bu ilk hizmetten sonra başına 3 veya 12 mumu yakarlar. Artık yıkanıncaya kadar, sadece üzerinde ilahiler, bağışlamalar, tövbe estağfurullah, içerikli duazdeler okunur.

DAYLEMİ At sırtından yükün meğer ki gevher isen On sekiz bin âlem cana geldi bu gün Üryan büryan gir o meydana can isen Üç Anadan yedi Âlem rağma geldi bugün Cem oldu âlemler çark-ı pervaz içinde Yar ile ağyar dâr’dadır cem-i sema içinde Yer gök canlı cansız dem-i devran içinde Vücudun şehrinde mihmana geldi bugün Ateş hava su ve topraktır cümle vücut İlla mekândan gelmeyene etmezler sücut Daylemi hakkım bende mevcut Faşettik sırrı meydana mey sunuldu bugün

Ekim-Kasım 2006

Bildiğini Söyleyebilme Nafiz Ünlüyurt 24 Eylül 2006, Hacıbektaş nafizunluyurt@hotmail.com

A

Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini yanlış bir uygulamadan arındırmadığı için eleştiriyorum Selmanpakoğlu’nu. Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek. Hacı Bektaş Veli etkinliklerini kurum olarak Belediye yapmıyor. Bugüne kadar da Belediye yapmadı. Belediye yapıyormuş gibi gösterildi. Etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan, denetimi yapılamayan bir kurul aracılığı ile düzenleniyor. Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa ve kurala bağlı olmayan bir kurul!

ra sıra da olsa, kendi kendimi sorguluyorum: “Ne yapıyorsun?. O kadar mı önemli? Hep aynı şeyleri söyleyip yazmaktan usanmadın mı?” diye Her dönemde Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen etkinliklerin düzenleniş biçimini eleştiriyorum ya, kendi kendime ettiğim sitem hep bunun için… Katıldığım her toplantıda, yaptığım her söyleşide, etkinlikler konusunu dile getirdiğim doğru. Katılım rekorları kırılarak görkemli düzenlemelerin yapıldığı yıllarda bile, tepki göreceğimi göze alıp, eleştiri hakkımı hep kullandım. O güzel görüntüler gözlerimi kamaştırmadı. Etkinliklerle ilgili çalışmalara katılmadığım doğru. Yanlış bulduğum bir çalışmanın içerisinde görev üslenemezdim. Bu, söylemimin inkârı anlamına gelirdi, üstelik yakışık da almazdı… Hacı Bektaş Veli Etkinlikleri’nin düzenleniş biçimi ile ilgili düşüncelerimi sürekli bir şekilde kamuoyu ile paylaştığım bilinir. Bugün yaptığım eleştirilerin daha çarpıcı olanlarını dün de [Eski Belediye Başkanı Mustafa] Özcivan için yaptığımı söylemeliyim. Bugüne dek hiç kimse ile kişisel bir sorunum olmadı. Belediye Başkanı Selmanpakoğlu ile de bir sorunum yok. Niye olsun ki?. İlçenin yararını düşünerek yaptığım eleştirileri, sorun varmış gibi görenler, yanılıyor. Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini yanlış bir uygulamadan arındırmadığı için eleştiriyorum Selmanpakoğlu’nu. Yanlışta direnmesini kabullenmek istemiyorum! O’nun daha başarılı ve zor işlerin üstesinden gelmesi gerektiğine inanıyorum! Sahip olduğu avantajları doğru ve yerinde kullanmasını bekliyorum. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini hasım olarak görmesini yadırgıyorum. Birlikte daha büyük bir güç olacağımızı bilmeli. Hepimizin amacı Hacı Bektaş Veli’ye yakışır, görkemli ve daha anlamlı etkinlikler düzenleyebilme. Başka ne olabilir ki? Yıllardır yapılan etkinliklerle ilgili yaptığım eleştirilerin bir yararı oldu mu? Sanmıyorum. Sürekli güncelliğini sürdüren bir konuda, somut sonuçlara ulaşılması kolay olmuyor. Nasıl olsun ki? Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen etkinliklerle ilgili konuştuğum çoğu kişi, etkinliklerin düzenleniş biçimini doğru bulmadıklarını, bu işin böyle sürdürülemeyeceğini, etkinliklerin kurumsallaşması gerektiği yönündeki düşüncemi tümüyle paylaştıklarını söyledikleri halde, bu söylemlerini yüksek sesle dile getirmeden, dün de, bugün de kaçındılar. Üstelik düzenleniş biçimini eleştirdikleri etkinliklerde görev alıp, başarısı için çaba harcadılar… Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek. Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini kurum olarak Belediye yapmıyor. Bugüne kadar da Belediye yapmadı. Belediye yapıyormuş gibi gösterildi. Bu aldatmaca günümüzde de sürdürülmekte! Oysa, etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan, denetimi yapılamayan bir kurul aracılığı ile düzenleniyor. Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa ve kurala bağlı olmayan bir kurul! Kişiye endeksli bir yapı. Böyle bir yapıyla, ülkenin en büyük etkinliğini düzenleme ne ölçüde doğru? Tüm demokratik hakların askıya alındığı, sıkıyönetim yasalarının uygulandığı dönemlerde başvurulan böyle bir uygulama, haklı görülebilir mi?. Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen bu etkinliklerin sahibi de var artık Yeni bir yapılanma ile oluşturulan Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği bu etkinliklere sahip çıkıyor. Yıllar önce bir olup bittiyle elinden alınan etkinlikleri düzenleme görevinin kendilerine ait olduğunu söyleyen dernek yetkilileri, yoğun bir çaba harcıyor, gasp edilen haklarını almanın uğraşısı içerisinde. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği sıradan bir kuruluş değil. Ağırlığı olan, belli hedefleri bulunan, sağlıklı yapısı ile Alevi Bektaşi düşüncesinin ilçedeki tek temsilcisi. Bu kuruluşun serpilip büyümesi, güç kazanması, Alevi Bektaşi hareketine renk katacak, ilçemizi yeniden çekim merkezi konumuna taşıyarak, bilim ve kültürün başkenti yapacak. Böylesi vizyonu olan bir kuruluşa, başta Belediye Başkanımız olmak üzere tüm Hacıbektaş’ın destek vermesi gerekmez mi? Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini, eş dost ya da, hısım akraba tarafından kurulmuş, ahbap çavuş ilişkileri içerisinde çalışmalarını sürdüren sıradan bir kuruluş olarak görmek haksızlık. Bu oluşum, ayrı görüş, ayrı yapı ve ayrı yaşamları olan kişilerin bir araya gelerek oluşturdukları saygın bir sivil toplum örgütü. Bu yapı içerisinde görev alanlar, yeri ve zamanı geldiğinde, üslendikleri görevleri, gönül rahatlığı ile başkalarına devredebilecek siyasi kültüre sahip. Bu son derece önemli bir olgu. Koltuk heveslisi olmadığımızın göstergesi, iyi niyetliliğimizin de kanıtı. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini çok önemli ve de zor günler bekliyor. Bunun bilincindeyiz. Bu kuruluş, demokratik kuralların tümüyle işletildiği ve tüm Hacıbektaş’ı kucaklayan sağlıklı bir yapıya kavuşturulmalı. Etkin bir kampanya ile üye sayısının çoğaltılması sağlanmalı. Ankara Hacıbektaş Derneği Başkanı olarak başarılı bir çalışma örneği veren, Alevi Bektaşi hareketi içindeki gelişmeleri yakından izlediğini bildiğim Mustafa Selmanpakoğlu; Hacı Bektaş Veli düşüncesine çağdaş bir yorum getiren Ümit Sarıaslan; inandığı doğrulardan ödün vermeyen Caner Sümen gibi değerlerin bu çatı altında çalışabilmeleri için uygun ortam yaratılmalı. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği yöneticileri olarak, bu söylemlerimizi hayata dönüştürme yönünde çaba harcıyoruz. Kimse kuşku duymasın, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği çok kısa bir süre içerisinde, Alevi Bektaşi hareketi içerisinde hakkı olan onurlu yerini alarak, başarılı çalışmalara imza atacak… Hacıbektaş güzel günlere koşuyor, bu görülüyor. Milyonlarca insanımızın gönül bağı ile bağlı olduğu bu güzel ilçeyi, daha ileri noktalara taşımayı düşünüyorsak konuşmaktan, tartışmaktan, korkmayalım; eleştirilmekten çekinmeyelim. İnandığımız doğruları ne pahasına olursa olsun söyleyebilme yürekliliğini gösterebilelim. “Doğruları konuşmaktan korkmayın” diyen Kemal Atatürk, ne güzel söylemiş.

23


SERÇEÞME

Hacım Sultan Vilâyetnamesi Bölüm: II İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi

b) Hacım Sultan Hakkındaki Yeni Görüşleri Konusunda uzman bir tarihçi olan Ahmet Yaşar Ocak, Diyanet Vakfı’nın çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı bir yazıda, Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nin eleştirisini yaparak, vilâyetnâmede anlatılanlardan bir çoğunun XIV. ve XV. yüzyıllara ait olduğunu öne sürmüştür. Onun Bektaşi tarikatı geleneğine göre Hacı Bektaş Veli’nin önde gelen halifelerinden biri olduğunu; Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi ile kendi adına düzenlenen Vilâyetnâme’de belirtildiği gibi “Koluaçık (Kolaçık) Hacım Sultan” diye anıldığını; Batı Anadolu’daki konar-göçer Türkmen oymakları içinde Hacı Bektaş Veli inanç ve kültünün yayılmasında çok önemli rolünün bulunduğunu açıklar. Buna karşın, hakkında bilinenlerin, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi ile Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde kendisine ayrılan ve birincisinin bir tür özeti olan bölüme dayandığını belirterek elde başka belge ve bilgi olmadığını açıklar. Ancak biz, bazı yönlerden aynı görüş ve düşünceleri paylaşamıyoruz.1 Sayın Ocak anılan yazısında, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nin büyük bir olasılıkla baş halifelerinden Derviş Burhan (Burhan Abdal) tarafından, Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde de belirtildiği gibi, o vilâyetnâmeden yaklaşık yirmi otuz yıl önce ya da bir başka söyleyişle en geç XV. yüzyıl ortalarında yazılmış olabileceğine değinir. Gerçek yazarının kim olduğunun kesin olarak bilinemediğini, ancak bu menâkıbnâmenin Hacı Bektâş Veli ile ilgili sözlü geleneklerin –kendi menâkıpnâmesinden de önce– Alevi/Bektaşî yazınında yazıya dökülen ilk metin olduğunu belirtir. Onun bu görüşü doğrudur, katılıyoruz. Yazar, “bu metin günümüze ulaşmasaydı, Hacım Sultan’ın hayalî bir şahsiyet olduğu düşünülebilirdi.” diyor ve ekliyor: “Çünkü konar-göçer Türkmen oymakları içinde faaliyet gösteren sûfîlerin, önemli hadiselere karışmadıkları sürece de genellikle dönemin şehirlerde yazılan eserlerinde yer almaları zordu. Bu bakımdan eser onun hakkında başvurulacak yegâne kaynak durumundadır.” Böylece onun hakkında kaynak yokluğunu vurgulayarak eserin kısa bir özetlemesini yapıyor. Ona göre Hacım Sultan, Vilâyetnâme’de “zaman zaman namaz kılan, hacca giden, Kuran okuyan, zikirle meşgul olan bir derviş” olarak gösterilir. Hacım Sultan, Ahmed Yesevî’nin emriyle Germiyan iline geldiğinde önce Üveyik köyünde sığır çobanı olur, ardından Sandıklı’ya gider. Uğradığı her yerde tuhaf kılık ve kıyafetinden dolayı halk onu barındırmak istemez, çünkü Hacım Sultan da tıpkı şeyhi Hacı Bektaş Veli gibi saçı sakalı, kaşı kirpiği kazınmış, belden yukarısı çıplak bir “ışık”tır.” Sayın Ocak’a göre, eserde Hacım Sultan, XIV. yüzyılda Kalenderî ve Haydarî dervişleri için kullanılan “ışık” terimiyle nitelendirilmektedir. “Gittiği her yerde kabul görmeyen Hacım Sultan, bir gün rüyasında Hazreti Muhammed’i görür, onun irşadıyla, o sıralar Akkoyunlu yörüklerinden bir grubun yaylağı olan Susuz’a gelir. Burada âsitânesini inşa eder ve gösterdiği kerametleri sayesinde şöhreti kısa zamanda etrafa yayılır. Pek çok kimse kendisine mürit olur. Muhtemelen Hacım Sultan Velâyet nâmesi’ni yazan Derviş Burhan da bu sıralar gelip kendisine intisap eder. Burhan Abdal, Hacım Sultan’ın yanında uzun süre hizmet eder ve halifeliği kadar yükselir.” (Aynı yazı).

c) Açıklama ve Eleştiri Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyor: “Vilâyetnâme’nin Orhan Gazi zamanında yaşamış olan Geyikli Baba’ya bağlı dervişlerin (Geyikliler cemaatının) zaman zaman Hacım Sultan’ın ziyaretine geldiklerini kaydetmesi ve Fatih Sultan Mehmet devrinde yaşamış Kalenderî şeyhi Otman Baba’yı da (Osman Baba) Hacım Sultan’ın himmetiyle yaşlı bir kadından olma nefes evlâdı olarak göstermesi, çözümü güç bir takım problemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.” Ne var ki Velâyetnâme’de geçen nefes evlâdı, önceleri harami, harami başı bir asi, sonunda tekkede isimsiz bir derviş olarak kalan Osman’ın (Otman); bir başka velâyetnâmeye göre Ümman’ın çok ünlü, tarih sayfalarında yer alan, Fatih Sultan Mehmet ile görüşüp bir süre onun himayesinde ve sarayında kalan, vilâyetnâme sahibi Otman Baba olduğuna ilişkin hiçbir iddia, iz, telmih, yazılı ve sözlü kanıt, yakıştırma söz konusu değildir.

24

Geyikli topluluğunun (Geyikli cemaati bir grubun) Orhan Gazi zamanında, Bursa’nın alınışı sırasında bir geyiğe binerek elinde tahta kılıçla savaşta büyük yararlılıklar göstermiş, Bursa ve dolaylarında, özellikle de Ulu Dağ’da yaşamış, Bağdatlı Şeyh Ebü’l-Vefâ hazretlerinden feyz almış ünlü Geyikli Baba’ya (M: 1275–1350 / H: 675–750) bağlı bir topluluk olduğu da doğru olabilir. Ne yazık ki, bize göre, Ahmet Yaşar Ocak, anılan yazısında bazı konularda yanılmakta, yanlış ve yüzeysel yorumlar yapmaktadır. Onun bu tür görüş ve eleştirilerine katılmak mümkün değildir diye düşünüyoruz. Şöyle ki;

1.

Işık tabiri, daha sonraları, XIX. yüzyıldan itibaren Alevi adını alacak olan Kalenderî, Haydarî, Torlak, Harbendelu, Hüseynî, Kızılbaş ve Bektaşî inancına katılacak topluluklar için o dönemlerde hem Mevlânâ, hem de Hacı Bektâş Veli ile çağdaşı bir çok tarihçinin yapıtlarında geçen ve kullanılan genel bir addır. Hatta o dönemde Şems-i Tebrizî için de bu tabir kullanılmıştır. Demek ki Işık, o çağlarda, şimdiki Alevi/Bektaşilere verilen genel bir addır. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Kalenderîler” adlı yapıtında bu terim hakkında daha geniş bilgiler verilmiştir. (s. 101) Biz, onun Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı yazıda yer alan varsayımlarına katılamıyoruz. Sayın Ocak, yanlış ve hatalı yaklaşımlar sonunda Hacım Sultan’ın, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin çağdaşı olamayacağını; arada önemli bir zaman farkı bulunduğu; Hacım Sultan gerçekten Hacı Bektâş’ın halifesi ise ne Geyikliler cemaatini, ne de Otman Baba’yı tanımasının mümkün olmadığını, zira Geyikli Baba’nın XIV. yüzyılda, Osman (Otman) Baba’nın ise Germiyan’da doğup bir müddet orada hayatını geçirmiş olmakla birlikte, XV. yüzyılda yaşadığını belirtmektedir. Şu sonuca varmaktadır: “Ayrıca eserde bahsedilen köy ve kasabalar da Hacı Bektâş zamanında henüz Türk hakimiyetine girmiş değildi … bütün bunların, Hacım Sultan’ın Hacı Bektâş zamanında değil de, muhtemelen XIV. yüzyılda yaşamış Hacı Bektâş kültüne bağlı bir Kalenderî veya Haydarî şeyhi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim eserde geçen ‘ışık’ teriminin XIV. yüzyıldan önce kullanılmadığı bilinmektedir. Hacım Sultan’ın Hacı Bektâş’ın çağdaşı ve halifesi olmadığını ve Bektâşi geleneklerine tıpkı Abdal Musa, Kaygusuz Abdal gibi Kalenderî-Haydarî şeyhi hüviyetiyle intikal ettiğini kabul etmek daha doğru görünmektedir” Biz bu görüşlerin hiçbirine katılamıyoruz, çünkü iddiaların sonuncusundan başlarsak, o dönemlerde Alevi/Bektâşiler, yani Haydarî, Kalenderî ve benzeri gruplar için “ışık” teriminin kullanıldığı, hatta bu sözün kaynağının Hacı Bektâş’ın yapıtları olduğu, sözün onun eserlerinde geçtiği, o dönemlerde o cemaatler için kullanılan bir ad olduğu bilinen bir gerçektir, bu yadsınamaz.

2.

Yine yukarıda da belirttiğimiz gibi, Vilâyetnâmede adı geçen önceleri haramî, hatta haramî başı olup daha sonra derviş olan, nefes evlâdı “Osman”ın (Otman-Ümman) ünlü Otman Baba olduğuna dair vilâyetnâmede ne bir iz, ne de bir iddia mevcuttur. Öyleyse Sayın Ocak’ın yazısında sözünü ettiği iddialar, bir ad benzerliğinden kaynaklanan yüzeysel bir yakıştırma ve tahminden ileri gitmeyen, nesnel dayanaktan yoksun, yanılgısal bir durumdur.

3.

Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nde geçen yer adlarının Germiyan Beyliği sınırları içinde kalan yerler olduğu bilinmektedir. Büyük tarihçi rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu’da Türk Beylikleri yapıtı ile yine bu konunun dirayetli uzmanlarından olan rahmetli Osman Turan’ın Selçuklular Zamanında Türkiye, C. Cahen’in Anadolu’da Türkler, Bilge Umar’ın Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi adlı yapıtlarında verdikleri eski harita örneklerinde Türklerin Hacım Sultan’ın yaşadığı bu yerlere daha önceden geldikleri, oraları yurt edinip Türkleştirerek, yer adlarını Türkçe saptadıkları açıktır. Onun bu yerlerde bulunan Müslüman olmayan bir kısım halkı aydınlatıp Müslüman yapmak üzere gönderilen bir “misyoner veli” olduğu da yine yadsınamaz bir gerçektir.Bunun yanı sıra, başka kanıtların olduğu da aşağıda gösterilecektir.

4. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olan Musta-

fa Murat Öntuğ, bu Üniversitenin çıkardığı Sosyal Bilimler Dergisi’nde yayınlanan, Uşak’ta Hacım Sultan Zâviyesi ve Vakfiyesi başlıklı yazısında zâviye hakkında doyurucu bilgiler verdikten sonra, Hacım Sultan’ın Vilâyetnâme’de geçen “ışık” teriminden hareketle onun Hacı Bektaş ``

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME

Kamuoyuna Çağrı

Adana Alevi Birliği’nin düzenlediği 29 Ekim kutlamalarından

`` Veli’den sonra XIV. yüzyılda yaşadığını söy-

ler. Ahmet Yaşar Ocak’ın bu konudaki görüşünü dile getirerek devamla şöyle der: “Bununla birlikte değerlendirmeye esas alınan vakfiyenin tarihi H.721/M.1321 olup, bu sırada Uşak’ta Hacım Köyü mevcuttur. Burada Germiyanoğlu I. Yakup Bey bir zâviye binâ ettirmiş, zengin vakıflar tesis ederek Dede Bâli’yi Şeyh olarak atamıştır. Şu halde Hacım Sultan, Hacı Bektâş-ı Veli gibi XIII. yüzyılda yaşamış, vakfiyenin tarihi olan 1321’den çok önce vefat etmiştir. Dolayısıyla Vilâyetnâme’deki Anadolu’ya Hacı Bektâş-ı Veli’yle birlikte geldiğine dair anlatılanları doğru kabul etmek gerekir. Böyle olunca Hacım Sultan, Hoca Ahmet Yesevî’nin müridlerinden ve Hacı Bektâş-ı Veli çağdaşı olup, onunla da yakın ilgisi bulunmaktadır.” 2 Sayın Öntuğ ayni yazıda şunu da belirtmektedir: “XVIII. yüzyılda zâviyede görev alan şeyhlerin Hacı Bektâş Dergâhı şeyhi tarafından atanması ve XIX. yüzyılın ilk yarısında türbeye atanan türbedarlarında Hacım Sultan için ‘Bektaşi büyüklerinden’ ibaresini kullanmaları da bu iki zat arasındaki ilgi ve ilişkiyi göstermektedir.”

5.

Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nde Hacım Sultan da tıpkı Hacı Bektaş-ı Velî gibi on iki imam soyundan gelen bir seyyid veli olarak gösterilir. Çocukluğu, ailesi, tahsili hakkında bilgi verilmez ise de anılan yapıtta belirtildiği gibi Hacım Sultan, onuncu İmam Ali enNaki’nin torunu Şâhzâde Hüseyin’in oğludur. Doğum ve ölüm yılları hakkında elimizde yeterli bilgi yok ise de, yaklaşık olarak onun da Hacı Bektaş Veli ile akran ve akraba olduğunu söyleyebiliriz. NOTLAR 1 Ahmet Yaşar Ocak, Hacım Sultan, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c: XIV. s. 505-506 2 Mustafa Murat Öntuğ, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi sy.: 1, 1998, s. 107-122

Ekim-Kasım 2006

DEMOKRATİK ALEVİ HAREKETİ (DAH); “yol bir sürek binbir” anlayışından hareketle demokratik köklerinden beslenerek gelişip büyüdü; mücadeleyle geçen yılların ortaya çıkardığı birikiminin sonucu olarak Alevi Bektaşi Federasyonu’nu oluşturdu. Bu hareketin göz bebeği olan Alevi Bektaşi Federasyonu’ndaki (ABF), olağanüstü kongre talebi ve sonrasında yapılan görev değişimi ile bu sürecinin ardından Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği’nde (HBVD) yapılan görev değişiminin yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar bizleri kaygılandırmakta, örgütlenmemizdeki dinamizmin temeli olan çoksesliliğin boğulmak istendiği endişesini vermektedir. Alevi örgütlenmesinde canlılık ve diriliği oluşturan çoksesliliğin, farlılıkları bir arada yaşatma anlayışının terk edilmesi, mevcut yarışın dostlar arasındaki yarış niteliğinden çıkarılması ve kutuplar oluşturması bizleri derinden üzmektedir. Hatta ülkede estirilen rüzgâra kapılarak farklılıkların “öteki”leştirilmesi, birarada bulunmama eğiliminin belirmesi, farklılıkların yok edilerek tekdüze indirilmeye çalışılması ve buna yönelik pratiklerin sergilenmesi bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Demokratik Alevi Hareketi’ndeki kadroların, yıllardır süre gelen demokratik işleyiş anlayışını gelinen aşamada hazmedememeleri, gelecek ile ilgili beklenti ve umutlarımızı hızla karartmaktadır. Örgüt içinde mevcut kırılmaların gelecekte bir arada bulunma ve bir arada yaşama ortamını yok ettiğini ve hızla gelişen bu sürecin geriye dönülmez bir hal aldığını üzülerek izlemekteyiz. “Ağaca kurt düşmeye görsün”. Kurt düştükten sonra o ağacı işleyen heykeltıraşın ustalığının bir noktadan sonra anlamını yitireceği ve bir sanatçı elinden çıktığını göstermeyecek kadar özünden uzaklaşacağı açıktır. Bu bağlamda biz aşağıda imzaları bulunanlar; Demokratik Alevi Hareketi’nin demokratik işleyişinin ve farklılıkların birarada yaşama arzusunun yeniden canlı tutulmasını ve hoşgörünün esas alınarak, kişisel hırs ve beklentilerin bir kenara bırakılarak örgütlülüğün esas alınması gerektiğini her şeyden elzem görmekteyiz. Bu amaçla farlılıklarımızı bir zenginlik olarak görüyor; tek sesliliğe, tasfiyeciliğe ve despotizme gidecek eğilimlere karşı kamuoyunun dikkatini çekmeyi önemsiyoruz. Hiç kimsenin yarınlarımızı, belirsiz ve ham hayaller peşinden sürüklemeye hakkı yoktur. Hele hele Alevi öğretisinin ve örgütlenmesinin yükseliş trendini yakaladığı ve kitleselleştiği şu dönemde bu süreci kesintiye uğratmaya yönelik her türden tavır ve davranışın hiç kimseye ama hiç kimseye yarar sağlamayacağı bilakis hepimizi güçsüzleştireceği herkesçe bilinip özümsenmelidir. Bu vesileyle kadroları sağduyuya davet ediyor, tüm canları bu sürece aktif olarak müdahalede bulunmaya çağırıyoruz. Ve bu çağrıda bulunmayı tarihsel sorumluluğumuzun gereği olarak görüyoruz.

İMZACILAR: Kemal Derin ..............................................(PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi) Metin Çelik ...................................................... (PSAKD Genel Merkez GYK Üyesi) Rıza Aydın ................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Kemal Çelik .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği Başkanı) Mürşit Pur .................................................................. (PSAKD Adana Şube Başkanı) Haydar Çağlar ......................................... (PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi) Cemal Karasu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı) İbrahim Çarman ............................................... (HBVD Adana Şubesi Eski Başkanı) Murat Üstün ................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı) Hıdır Canoğlu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı) Erdal Yıldırım ......................................................(HBVD Adana Şubesi II. Başkanı) Sadık Boral ..................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski Başkanı) Hasan Şahin .................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı) Hasan Mansuroğlu ................................................ (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi) Veysel Açıkalın ...................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi) Yusuf Budak ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Kazım Kayakıran ........................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı) Hayri Yılmaz ....................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi) Sahra Yeteroğlu ........................................................(PSAKD Adana Şube Saymanı) Ruşen Çelik ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Fatma Kaya ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Baki Çelik .................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Bektaş Suman ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi) Ali Koç ..........................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Halil Ayhan ....................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Hasan Kömürcü .............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Yüksel Karaaslan ................................................... (PSAKD Adana Şube YK Üyesi) Hikmet Akkaya ..............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Mustafa Kalkan ............................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Ayhan Özdemir ........................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) İsmail Batar ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Vedat Kızılok ............................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Hakan Düzgün ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Mehtap Kurt ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Hasan Aktaş ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi) Hüseyin Arı .................................................(PSAKD Adana Şubesi Eski DK Üyesi) Ali Duman .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği YK Üyesi) İbrahim Erkan ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi) Cafer Poyraz .......................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi) Halil Yiğit ......................................................(HBVD Adana Şubesi Eski DK Üyesi) Haydar Aksoy .................................. (HBVD Adana Şubesi Disiplin Kurulu Üyesi) Kadir Şimşek ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)

25


SERÇEÞME

Gazzali’nin Bilinmeyen Bir Risalesinde Hz. Ali’ye Ait İki Orijinal Şiir

Hz. Ali’nin şiirlerinin başladığı sayfa

Doç. Dr. Ali Güzelyüz

Ü

NLÜ İslâm filozoflarından Muhammed el-Gazzali’ye (1058-1111) nispet edilen ve Hz. Ali’nin (600-661) iki orijinal şiirini içermesi bakımından da çok önemli olan risâlenin tespit edebildiğimiz tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali 2799 numarada kayıtlı bir mecmuanın içinde bulunmaktadır.1 Gazzali, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nde ders verdiği sıralarda, bir gün dönemin halifesi onu sarayına davet etmiş ve Harun Reşid’den kalma çelikten yapılmış bir sandık bulunduğunu; bu sandıkta Hz. Ali’nin el yazısıyla yazılmış bazı kağıtlar olduğunu; bunların içeriğini merak ettiklerini ancak yazısını çözemedikleri için kendilerine yardım etmesini istemiştir. Gazzali, çelikten yapılan sandığın içinden abanoz ağacından yapılmış, altınla kaplı ve mücevherlerle süslü bir sandık çıktığını, bu sandığın içinden de güzel kokular sürülmüş bir parça beyaz brokar kumaşa sarılı kâğıtlar çıktığını; bu kâğıtlarda Hz. Ali’ye ait şiirlerin bulunduğunu söylemektedir. Şiirlerde, ölüm ve kıyamet günü konusunda insanlara yönelik çeşitli öğüt ve uyarılar bulunduğunu anlatmaktadır. Gazzali’nin belirttiğine göre bu sandıkta Hz. Ali’ye ait Recez vezni ile söylenmiş bir beyit, ayrıca birisi Basit diğeri Remel vezni ile söylenmiş iki uzun şiir bulunmaktadır. Yine Hz. Ali’ye ait bir daire şekli bulunmaktadır. Hz. Ali, bu dairede yüce Tanrı’nın adının simgeli bir şekilde yer aldığını söylemektedir. Gazzali, bu sandıkta ayrıca Kûfe ileri gelenlerinden İbn el-Munzir lakabıyla bilinen Abdullah bin Hassân’a ait olduğu tahmin edilen bazı notlar bulunduğunu söylemektedir. Bu notlardan anlaşıldığına göre Hz. Ali veya önceki halifelerin döneminde Kûfe ve Basra’da, çok sayıda insanın ölümüne neden olan şiddetli bir veba salgını olmuştur. İbn el-Munzir, bu salgından korunmak için ne yapılması gerektiği konusunda Hz. Ali’den yardım istemiş; o da durumu bir daire ve iki şiir halinde açıklamıştır. Gazzali, veba salgınının hangi halifenin döneminde olduğunu bilmediğini, ancak tarih kitaplarında Hz. Ömer’in halifeliği sırasında şiddetli bir veba salgınının ortaya çıktığının anlatıldığını belirtmektedir. Hz. Ali, birinci şiirde, peygambere övgülerde bulunduktan sonra, Cehennemin bekçisi olan meleklerin alınlarında on dokuz harfin yazılı olduğunu söylemekte ve içinde Tanrı’nın adının gizli olduğu bu on dokuz harfi nasıl bir daire şeklinde yazacağını İbn el-Munzir’e anlatmaktadır. “Tanrı’nın adıyla başlıyorum, En güzel övgüler, Tanrı’yadır. Tanrı’nın bütün dualarını peygambere ediyorum, Çünkü doğru yollar, onunla açılmıştır. Tanrı’nın yarattıklarının en iyisi ve efendisi Muhammed’dir, Kıyamet günü bütün insanlar ona doğru yönelecektir…” Şeklinde başlayan şiirde, bütün canlılar için ölümün bir gerçek olduğu; ölümden sonra da Tanrı’ya kavuşulacağı anlatılmaktadır: “Benim nefsim, yaşamı aşırı sevse de, ölümü kabullenmiştir, Çünkü onun ölümünde sana kavuşma mutluluğu vardır. Yokluk denizi, bütün yaratıkları kapsamaktadır, Yüzme bilseler dahi hepsi bu denizde batacaklardır.” Daha sonra İbn el-Munzir’e Tanrı’nın bazı isimlerini söyleyerek onları yazmasını, simgeli harfleri de bir daire şekline getirmesini söylemektedir: “Simgeli harfleri yerleştir, bunların benzeri yoktur, Nasıl yerleştirilecekleri, daha sonra anlatılacaktır. Sayıları tam olarak on ve dokuzdur, İsimler dairesi, bu harflerden oluşmaktadır.” Sonraki beyitlerde, yazının suda çözülerek hastaya içirilmesi, sağlığına kavuşanların birer koç kurban ederek yoksullara dağıtmaları gerektiği anlatılmaktadır. İkinci şiirde Hz. Ali, İbn el-Munzir’e, daireyi nasıl çizeceğini, harfleri ve Tanrı’nın adlarını nasıl yerleştireceğini anlatmakta ve Kuran’daki En’âm suresinin altıncı ayetinin on dokuz harften oluşan “ölü iken dirilttiğimiz” anlamındaki bölümünü de daireye yerleştirmesini söylemektedir.

26

Gazzali, bu ayette “yaşam” ve “ölüm” sözcüklerinin bulunduğunu ve bunlarda bir sır gizlendiğini belirtmektedir. Ayrıca Hz. Ali’nin sözünü ettiği altı ismin toplam on dokuz harften oluştuğunu, besmelenin harf sayısının da on dokuz olduğunu söylemektedir. Cehennemi koruyan meleklerin alınlarında yazılı olan on dokuz har fin, Tanrı’nın yüce adlarını simgelediğini, bu harflerin Cehennem’in ateşini söndürdüğünü, bu yüzden veba ateşini de kolaylıkla söndürebileceğini anlatmaktadır. Hz. Ali daha sonra, bu isimleri gizli tutması ve bilgisiz kişilere anlatmaması için İbn el-Munzir’i sert bir şekilde uyarmakta ve bunları çeşitli hastalıklara yakalanmış kişilere sadece sevap karşılığında yazmasını söylemektedir. Diğer kâğıtlarda ise, Gazzali’nin belirttiğine göre, İbn el-Munzir bu daire ve şiirlerin kendisine nasıl ulaştığını şöyle anlatmaktadır: “Harun Reşid’in Mâride el-Kûfiye adıyla bilinen bir eşi vardı. Bu eşinden, Muhammed adında, Ebû İshâk künyesi ve el-Mu’tasım Billah lakabıyla tanınan bir de oğlu vardı. Mâride, Ebu el-Munzir’in soyundan geliyordu. Ebu el-Munzir, onun babasının dedesiydi. Harun Reşid onunla evlenince, çeyizi onun yanına getirdiler. Anlatıldığına göre Kûfe ileri gelenlerinin çoğu, Mâride’ye saygılarından dolayı çeyizle birlikte yürüyordu. O daire ve kâğıtlardan ise haberleri yoktu.” Gazzali, sandıktaki kâğıtların birinde Harun Reşid’in şöyle anlattığını söylemektedir: “Mâride ile nişanlandığım sırada ona baktığımda, başının üzerinde bu daire vardı. Onu gördüğümde, güzelliği karşısında hayrete düştüm. Ona karşı sabırsızlandım, hemen ailesine haber gönderip onunla nişanlandım ve evlendim. Evlendikten sonra ona nişan sırasında başına ne koyduğunu sordum. Dedesi Ebu el-Munzir’den babasına geçen daire ve kâğıtlardan bana söz etti.” Gazzali, şiirlerin ve diğer kâğıtların içeriğini halifeye anlatınca, halifenin çok sevindiğini ve Hz. Ali’nin daire ve şiirlerinden ona bir nüsha kopyalamasını istediğini belirtmektedir. Gazzali, halife ile birlikte kendisi için de bir kopya çıkarmak için izin istediğini, evraklar kopyalandıktan sonra tekrar sandığa konularak kilitlendiğini ve başka kimsenin açmaması için anahtar deliğinin kurşunla kapatıldığını söylemektedir. Risalenin sonunda bulunan nottan anlaşıldığına göre bu nüsha, Gazzali’nin asıl nüshasından sekizinci silsile ile Taşköprüzade tarafından kopyalanmıştır. NOTLAR: 1

Tarafımdan eleştirili yayım (edition critique) çalışması yapılan bu risâle, An Unknown Letter of Gazzali, Includes Two Original Poems from Ali ibn Abi Talib, adıyla 2004 yılında Suriye’de basılmıştır.

Bir ayet, Tanrı’nın altı ismi, besmelenin on dokuz harfi ve on dokuz simgeli harften oluşan dairenin resmi

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME

Türkülerde Anadolu İnsanı Seda Coşkun

A

nadolu insanının “yaşadıkları”, türkülere doğal ve duru bir biçimde yansır. Dürüst, içten bir dille öyküler anlatılır: Bu öyküler aracılığıyla Anadolu insanı acısını, sevincini, isyanını ve özlemini türkülere işler. “Türkü” denen seslerle gönüllere aktarılırken bu öyküler; söyleyenin bıraktığı “etki” oranında yaygınlaşmış, yeri gelmiş söyleyenin dilinde “değişikliklere” uğramış kimi kez de söyleyen kendinden “bir şeyler” katmıştır. Kuşaktan kuşağa söylenerek geçmişimizi bugüne taşıyan “türküler”, bizi anamıza-babamıza, sevgilimize, dağa-taşa bağlayan en sağlam araçlarımızdır. Türkülerin büyük bir bölümü “anonim”dir; yani kim tarafından söylendiği belli değildir. Artık o halkındır. Burada bu toprak insanının bütünleşmesini, beraberliğini görürüz; tam bir “kendini verişe” tanık oluruz. Anadolu insanı savaşın, yoksulluğun, doğal afetlerin, hastalıkların, isyanların, kıtlıkların acılarına, bir “derviş sabrıyla” katlanmasını bilmiş, bunu türkülerine “umutsuzluk” olarak yansıtmamış, yaşamın getirdiği sonuca “katlanma ve direnme” olarak algılamıştır. Acıları, bekleyişleri, serzenişleri, umutları, türkünün kendine “has” diliyle anlatmıştır. Denilebilir ki bunlar tüm bir halkın duygusudur, isteğidir, özlemidir. Ağıtlara bakıldığında, ölen kişinin ardından söylenen her sözde, ona duyulan bağlılık göze çarpar. Evlilik yolundaki Anadolu kızının, baba ocağından ayrılışında hissettikleri, bunu türkülere aktarışındaki duyguları, aileye bağlılığının açık bir göstergesidir. Çaresiz kalındığında kadere “isyan” eder; sanki “kader” hakkını arayan, onuruyla yaşayan herkese “aynı oyunu oynamaktadır”: Kader ortak, türküler ortak, isyan ortaktır. Türkülerin bu denli geniş kitlelere yayılmasındaki temel etken, içlerinde barındırdıkları “temizlik”tir. Temizlik türkülere masum, mağrur ve yalın bir “hava” verir. Türkülerde Anadolu insanının kendine has kimliği hemen kendini belli eder: Yaşam görüşlerini, ideallerini hiç çekinmeksizin, ama diğer taraftan ancak “halk katı”nda tanık olabileceğimiz bir “saflık ve doğallık” içinde dile getirirler. Yeri gelir bu dile getiriş “türkü” olur; yeri gelir “masal” olur, “efsane” olur ve böylece “kültürel mirasa” dönüşür. Dinlediğimiz türküde, bahsedilen yörelerin özelliklerini öğrendiğimiz gibi, o yörelerde gezinen kişilerle, konuşulan şiveyle de tanışmış oluruz; bu “bambaşka” bir tattır; yeni bir ses ve tınıyla önümüzde “yeni bir öykü” beliriverir. Örneğin Sivas Şarkışlalı Âşık Veysel toprağa büyük bir tutkuyla bağlıdır. Bu özelliğini şiirlerinde sık sık dile getirir. Sivrialan’da ilk meyve bahçesini o “kurmuş”tur. Hem öyle bir bahçe ki içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar türlü türlü meyve ağacı vardır. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüler, “Atalarımız bunca yıl böyle bir iş yapmamışlar, şu kör adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?”, demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa, “O kör değilmiş, meğer kör olan bizmişiz”, diyerek Âşık Veysel’i kutlamışlar…(1) Halk ozanlarımız, türkülerin oluşması ve bu geleneğin yaşatılmasında temel taşlar durumundadır. Halk onların sazına, sözüne “tutku” derecesinde bağlıdır. Bu bağlılık ozanın kişiliğine de yansır. Anadolu kültür mozaiğinde özgün bir yeri olan Pir Sultan’ın eserlerini İlhan Başgöz şu şekilde yorumlar:

olan doğa, onun şiirinin başlıca temalarından biridir. Şiirlerinde; yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekân olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Yaşanan sevinç, hayal kırıklığı, özlem, ayrılık, acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşünü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, “âşık şiiri”nin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, binbir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir.(3) Ruhi Su’nun diliyle Köroğlu şöyle anlatılır: “Halkımıza göre Köroğlu, zalime başkaldıran, yaşlılara zayıflara dokunmamayı, tamahkâr zenginlerle uğraşmayı, dertlilerin derdine bakmayı öğütleyen yiğit bir kişi. Bir destan kahramanı. Kavuşturan, kurtaran esirgeyen Kırat motifi ile kökleri çok daha gerilere giden bazı efsanelerle, ‘‘Celali Köroğlu Ruşen’’ ve ‘‘Celali Kiziroğlu Mustafa Bey’’ gibi bazı gerçeklerin, daha da Allah bilir nelerin, ne özlemlerin karışarak oluşturduğu bir destan. Bütün destanlarda olduğu gibi de, her şey olumlu ya da olumsuz yönde abartmalı. Halk bu Köroğlu türkülerini, Köroğlu hikâyelerini dinlerken yürekleniyor. Bir kurtarıcı bulmuşçasına rahatlıyor. Düğünlerde derneklerde Köroğlu havaları, marşların gördüğü işi görüyor. Köroğlu’nun kimliğinden de, kişiliğinden de ben bu toplum olayını anlıyorum. Asıl Köroğlu gerçeği bu bence. Yunus Beyin ya da Seyis Yusuf’un oğlu Ruşen Ali’nin bireysel kişiliği de, bireysel kimliği de beni ilgilendirmiyor. Halk gibi, hikayeci halk ozanları gibi, Köroğlu’na ben de kendimi, kendi özlemlerimi katarak söyledim. Yiğit, duyarlı insan bir Köroğlu düşündüm”.(4) Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Âşık Daimi, Âşık Ali Özkan, Âşık Hüdai, Nesimi, Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif vb. değerlerimizle, halkın sesine her zaman “tercüman” olunacaktır. K AYNAKÇA:

(1) Oğuzcan, Ümit Yaşar; Âşık Veysel’in Yaşam Öyküsü; http://www.sivrialan. com/asik_veysel_yasami.html (2) Başgöz, İlhan- Melikoff, Irene- Birdoğan, Nejat- Bozkurt, Fuat- Korkmaz, Esat- Yıldırım, Ali; Anadolu Aleviliği ve Pir Sultan Abdal/ Fransa Alevi Birilikleri Federasyonu Yayını/ Paris-1998/ Sayfa: 19-65 (3) http://www.turkuler.com/ozan/karaca.asp (4) Su, Ruhi; Ezgili Yürek/ Şiirler-Yazılar-Konuşmalar/ Everest Yayınları/ İstanbul-2006

“Pir Sultan’ın eserini en güzel açıklayacak sözcük imece’dir. Onun şiiri, insanlarımızın el ele verip de çektiği halay gibi, bulgur gibi, ektiği ekin gibi, biçtiği ekin gibi imece ile dokunmuş bir halk kumaşıdır. İncelikleri, yoğunlukları ile bu şiirin tümünü, Pir Sultan Abdal düzüp koşmuş, dokuyup yaratmış olamaz. Pir Sultan’ın bize kadar gelmiş şiirlerinden hiçbiri, eksiksiz artıksız onun dilinden çıkmış değildir. Günümüze bunlar, halkımızın dilinde ve telinde evrile çevrile, eksile arta, bozula düzele ulaşmışlardır…”

Ekim-Kasım 2006

Aşık Veysel ve eşi

Pir Sultan Abdal, köylüleri ile el ele, omuz omuza bir kavgaya katılınca, onun şiiri “tekke edebiyatı”nın dar kalıplarının “dışına” çıkar, bütün insanlığa seslenen bir çizgiye ulaşır. Gelenek, güçlü bir şiir akımına dönüşür. Burada, bir ölüm kalım savaşına giren insanının ülkücülüğü, umudu, kararsızlıkları, yiğitliği, korkaklığı, yıkılmışlığı, edebiyat oyunlarından kurtulmuş, yalın bir insan sesi olarak duyulur. Bu ses, aynı kavga imecesinde el ve gönül birliği eden öteki insanların davranışı ile birleşir, böylece ortaya güçlü bir koronun sesi çıkar.(2) Köroğlu ve Karacaoğlan’da da benzer durumlar görülür. Bu şekilde pek çok şairin adıyla “anonimleşmiş” türküler ortaya çıkmıştır. Karacaoğlan’a baktığımızda; göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası

27


SERÇEÞME

Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneği Başkanı ve Gençlik Komisyonu Başkanı ile Söyleştik Ahmet Koçak

Sayın Başkan, önce sizi tanıyalım? İsmim Kalender Karpuz. 1954 Elbistan, Kahramanmaraş, Beştepe köyü nüfusuna kayıtlıyım. Öğretmen okulu mezunuyum. Üç sene öğretmenlik yaptım. Sonra kendi isteğimle görevi bıraktım. Şu anda tekstil sektöründe ticaretle uğraşıyorum. Bu dernek kaç yılında kuruldu? Buraya bağlı kaç şube var? 1989 yılında kuruldu. 1989 yılından bugüne kadar aktif olarak çalışmalarına devam ediyor. Dört tane şubesi var: Bahçelievler, Kağıthane, Beyoğlu ve Erzincan Çayırlı Şubesi. ABF ile bağlantınız var mı? Hayır. Hiçbir federasyonla bağlantımız yok. Cem Vakfı ile geçmişte yakın ilişkileriniz vardı diye biliyorum. Bugün ilişkileriniz nasıl? Cem Vakfı’yla, onların düşünceleriyle herhangi bir bağlantımız yok. Sadece onlar herhangi bir konuda bize ihtiyaç duyduklarında sadece fikir alışverişi yapıyoruz. Onun dışında herhangi bir ilişki yok. Ama biliyorsunuz, günümüzde çektiğimiz dede sıkıntısı nedeniyle biz oradan dede talebinde bulunmuşuz. Sadece oranın yönetiminde olan dedeler burada cem ayinlerini yürütüyorlar. Ama bu demek değildir ki Cem Vakfı’nın güdümü altındayız, onlarla organik bir bağımız yok Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneğinde ne zaman yönetime geldiniz? Ben Bahçelievler şubesinde iki senedir başkan yardımcılığını yapıyordum. O süre içinde oradaki arkadaşlarda, Genel Merkezde, buradaki oluşumdan rahatsız olduğumuzu gördük. Bundan dolayı burada, bu toplumun içersinde, derneğin içerisinde olmamız gerektiğini düşündük. Ve bu yıl yapılan kongrede seçilen yönetimin içerisinde bulundum. Yönetime gelmeden önce burada ne gibi sorunlar tespit etmiştiniz? Burada çalışmayı engelleyen sorunlar nelerdi? O sorunları çözmek için siz hangi projelerle geldiniz? Bir dernek birçok toplumdan insanı bünyesinde bulundurduğunda, kültürel bir zenginlik kazanır. Burada, Bağcılar’da birçok bölgenin insanları yaşamakta. Burada bu konuda bir eksiklik olduğunu gördüm. Ne var ki yönetime gelen kişiler, illa kendi bölgelerindeki arkadaşların üye olması veya yönetime gelmesinden yana. Bizce, Bağcılar’da yaşayan farklı bölgeden göçmüş insanlarının da buraya üye olması ve bu derneğin yönetiminde olması gerekmektedir. Yöneticiler bu bilinçte olmalı. Farklı bölgelerin insanlarının bir dernekte bulunmasının bir zenginlik olduğunu düşünmek en doğrusu. Elbistan, Maraş, Adıyaman, Malatya bölgesindeki insanların cemevlerine bakışları biraz daha farklıdır. İzzettin Doğan’a karşı tepkilerinden dolayı, İzzettin Doğan’ın Aleviliği yanlış yönlendirmesinden dolayı, bu kuruluşlara gelip gitmediklerini görüyorum. Bu ayrı bir konudur. Bağcılar bölgesi ve dernek hakikaten problemli. Dernek problemli ve bu güne kadar problemlerle gelmiş. Nedir bu problemler. Buraya emeği geçen tüm dostlara, tüm arkadaşlara, hepsine teşekkür ediyorum. Buraya

28

eliyle, emeğiyle, beyniyle, gücüyle yardım etmişler, bir mekânı, çok güzel bir mekânı da bu güne kadar getirmişler. Ancak bugüne kadar dernek yöneticiliği yapan arkadaşlarımız, biraz da bilgi eksikliğiyle bir yanlış, daha doğrusu bir yöneticilik eksikliği yapmışlar. Burada ahbap-çavuş ilişkileri veya aşiretçilik temelinde derneği yönetmeye çalışmışlar. Biz gençlik faaliyetlerinin başlaması amacı ile yeni bir gençlik komisyonu oluşturduk. Gençlik tarafından bilgisayar kursları, ÖSS kursları, folklor ve semah kursları faaliyetleri yürütülmeye başladı. Bu bir düşüncenin gençliğidir. Nedir bu düşünce? Alevi toplumuna, Alevi felsefesine inanan gençler. Onları, Alevilerin içinde yaşadığımız toplumunda ileri gitmesi için uğraş veren bir gençlik haline getirdiğimize inanıyorum. Bu konuda gerçekten arkadaşlarıma ve gençlere müteşekkirim. Gençlerimiz özverili bir şekilde davranıyorlar. Süreç bize müsaade ederse, canla başla, fedakârlıkla, anlayışla, birbirimize kenetlenerek, burada sorunların üstesinden geleceğimize kesinlikle inanıyorum. Gördüğümüz önemli sorunlarda biri de koltukların altındaki Kuran kitaplarıyla elli altmış tane kadının burayı bir tarikat gibi kullanmasıdır. Aynen Sünni tarikatların yaptığı gibi. Bunu görünce hakikaten çok garibime gitti. Alevilerin, “Kuran’a başımız bağlıdır” söylemini biliyorum, ama Kuran’ı böyle öğretisel olarak gördüklerini ben görmedim. Kendi köyümüze bakarak bir değerlendirme yaparsam, köylere dedeler gelirdi, giderdi. Senenin bir gününde Aleviliğin ibadeti olan cemi yaparlardı. Ama hiçbir bölgede koltuklarının altına Kuran’ı alarak, bir nevi okul haline getirilmiş bir yerde bu medrese kültürünü almazlardı. Tabii bu benim çok garibime gitti. Bu konu üzerinde kafa yorduk. Yönetim içerisinde arkadaşlarla, “Bu konuda neler yapılabilir” diye konuştuk. Bunun hakikaten bizim kültürümüze, inançlarımıza ve felsefemize ters olduğunu; hele aydınlanma çağında, bilim çağında bu tür şeylerin yanlış olduğunu arkadaşlar da gördüler. Kuran’ın okutulmasını tekrar gündeme getirdik, ama Kuran’ın insanların anlayacağı dilde öğretilmesinde taraf olduk. Kuran’ın Türkçe öğretilmesi konusunda bir çalışma başlattık. Benim soracaklarım bunlar. Benim eksik bıraktığım, sizin anlatmak, eklemek istediğiniz başka şeyler var mı? Cemevi, sadece ibadet yeri değildir. Bunu görmek lazım. Benim başkan olmamla birlikte bir ilkeyi uygulamaya koyduk. Nedir bu ilke? Bağcılar bölgesinde bize yakın olan her kişi ve kuruluşla işbirliğidir. Kim var, dedik, işte, SHP, CHP, Emek Partisi… Onları yerlerinde ziyaret ettik. Bu dernek ile o kuruluşlar Bağcılar için ne yapabilir, bunun arayışı içerisinde olduk. Arkasından, gençlerin içinde çalıştığı yöre dernekleriyle paneller yaptık. Bu belli başlı oluşumlarla Bağcılar halkına birlikte neler verebiliriz konusunu görüştük. Biz buranın sadece insanların cenaze kaldırdığı, yemek yediği bir mekân görüntüsünden çıkarılması gerektiği düşüncesindeyiz. ÖSS kurslarının açılması, öbür kursların açılmasıyla burası hakikaten bir kültür merkezi olabilmeli. Bugüne kadar yapılmayan eksik olarak gördüğümüz şeylerden biri de kütüphane. Kütüphane gerçekten çok önemlidir. İnsanlarımız Alevilik konusunda, kafasından geçen herhangi bir konuda aramak istediği, sormak istediği şeyleri burada bulabilmeli. Bu tür derneklerin ve kuruluşların bazı şeyleri yapabilmesi için maddi güçlerinin olması gerekiyor. Bu da bir bağış kutusuyla ya da bir arkadaşın, bir dostun yemek vermesiyle bugüne kadar gelmiş. Ama biz bunu da buradan çıkarmaya çalışıyoruz. Bu kuruluşun birtakım şeyler yaparak ayakta tutulması ve bunların gücüyle de insanlara bir şey vermesi lazım. Bunun için şimdi bir konferans salonu, bir tiyatro salonu düzenlemeye çalışıyoruz. Bunların adımlarını attık. Önümüzdeki bir ay veya iki ay içerisinde bunlarında burada gerçekleştiğini göreceksiniz. Bunlar da bir gelir getirecek. İnsanlar buranın tam bir kültür merkezi haline geldiğini görecekler. 18 Kasım’da Bağcılar Olimpik Spor Salonu’nda yöre derneklerinin katılımıyla ortak bir şölen yapacağız. Bu etkinlikteki amaç; hem Alevilerin Bağcılarda bir potansiyel olduğunu, hem dayanışmanın, hem de üyelerimiz arasında kaynaşmanın canlanmasını sağlamaktır. Bu konuda gençlerimiz bütün enerjilerini harcamaktadırlar. İnşallah başarılı çıkacağız. Başarılı çıkacağımıza ben inanıyorum.

Sayı 24


SERÇESME Teşekkürler Sayın Başkan. Derneğiniz bünyesinde oluşan Gençlik Komisyonunun başlattığı çalışmaları da Gençlik Komisyonu Başkanı arkadaşa sormak istiyorum. Önce sizi tanıyalım? İsmim Celal Şen. 1974 Sivas, İmranlı doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Bağcılar’da tamamladım. Liseyi Kadırga Teknik Lisesi’nde, Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okudum. Bilgisayar mühendisiyim. Şu anda bir bilgisayar şirketinde, yazılım müdürlüğü görevine devam ediyorum. Gençlik komisyonunun ‘Demokratik Toplumsal Güç Oluşumu’ adında bir çalışması var. Bu projeyi bize kısaca anlatır mısınız? 1980’lerden sonra, özellikle Türkiye’de ve bütün dünyada küresel söylemler hız kazandı. Toplumun içerisinde varolan dinamikler her geçen gün azalıyor. Şu anda toplum her şeye duyarsız, sessiz bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Fakat bir gerçek var. Bu toplumun içersinden geldiğiniz zaman, bu toplumun içerisinde büyüdüğünüz zaman görüyorsunuz ki aslında toplum içindeki dinamikleri hayata geçiremiyor. Seçim dönemlerinde hep gördüğüm şey şuydu: Belli çalışmalarla oy avcılığı yapılmaya çalışılıyor. Bu oy avcılığına çıkan arkadaşların genelinin gerçek anlamda insanların sorunlarına çözüm bulmak amaçlı yola çıktığını düşünmüyoruz biz. Demokratik Toplumsal Güç Oluşumunun temel amacı şudur: Biz toplumda başlayan, toplumun gerçekten, kendi ihtiyaçlarını dile getirebileceği, mahalle komiteleriyle, yöre ve köy dernekleriyle, demokratik kitle örgütleriyle bütünleşip, insanların, toplumun birbirlerini iyi tanıması yoluyla birlikte hareket edebileceğini görmesini istiyoruz. Yani bu suskunluğun artık, yavaş yavaş bozulmasını ve toplumun içinde yaşattığı dinamiklerini ortaya çıkarmasını istiyoruz. Bunun insanlara daha iyi bir yaşam için gerekliliğine inanıyoruz. Tepeden inme kararların önüne geçerek, tabandan gelen sese kulak verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu proje siyasal güç oluşturma amaçlı mı? Projenin temel aşamalarını şöyle sıralayabiliriz: Öncelikle bu dinamikleri bir araya getireceğiz. Bu derneklerin, kendi küçük birimlerine kadar ineceğiz ve onlara işlev kazandırmaya, kahve kültüründen kurtar maya çalışacağız. Bunları aktif hale getirdikten sonra, burada platformun kendi çalışmalarını yürütebilir hale geldikten sonra, platformun kendi hareketini kendisinin yönlendirmesine çalışacağız. Bu oluşum siyasi bir güç olur mu? İleride, seçimlerde kendi adaylarını kendileri çıkarırlar mı? Biz çıkarmaları ve tek vücut olarak hareket etmesini istiyoruz. Ama bu tamamen platformun alacağı kararlarla şekillenecek. Biz sadece toplumsal bir girişim istiyoruz. Alevisiyle, Sünnisiyle demokrat düşünen herkesi insanların gerçekten yerel, Bağcılar’da var olan sorunlarını çözebileceği bir toplumsal hareketin yaratılmasını istiyoruz. Bizim projemizin temel kaynağı bu. Bu hareket yaratılıp, platform oluştuktan sonra, platform kendi kendini yönetebilir duruma geldikten sonra, içerisinde oluşacak komitenin bağımsız şekilde çalışmasını sağlamaya çabalayacağız. Bu bir süre bizlerin katkıları ile şekillenen bir hareket olacak. Biz o platformu, her geçen gün biraz daha genişletmeye, biraz daha büyütmeye çalışacağız. 18 Kasım’da, platform üyelerinin hepsinin desteğini alarak büyük bir şölen düzenleyeceğiz Bağcılar Olimpik Kompleksi tesislerinde. Bu aslında Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtım Derneği Genel Merkezi olması aşamasında çok önemli. Bizim başkanlığımız da bu oluşumun bir şöleni olacak, bunu planlıyoruz. Tek isteğimiz bu günümüzde. Bu proje dışında gençlik komisyonu olarak sizin önünüzde ne gibi hedefleriniz var? Biz platformdan bağımsız olarak şu anda gençlik komisyonu olarak başkanlarımızın da büyük yardımları vasıtasıyla burada eğitim çalışmaları başlattık. Kültürel yozlaşma her geçen gün gençlerimizi Amerikanlaşmaya doğru götürüyor. Bunu hepimiz görüyoruz. Burada insanları hem kültürel, hem de eğitsel yönlerde hazırlamak için kurslar başlattık. Kahve köşelerinden kurtarıp, insanları bilgisayar öğrenmeye, semah dönmeye, folklor öğrenmeye, bunun yanı sıra ihtiyacı olanlara üniversiteye hazırlık kursları vermeye kadar kurslar açıldı. Bunlar, çok cüzi bedellerle, tamamen gönüllü hocaların katılımıyla yapılan kurslar. O cüzi bedelin alınmasının tek sebebi de belgelerin gerektiği şekilde profesyonelce hazırlanabilmesi. Yapılacak etkinliklerin takvimini hazırlayarak, platformun içerisindeki diğer kuruluşlara yayma düşüncesindeyiz. Bu nasıl olabilir? Mesela biz 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü Hacı Bektaş Veli genel merkezi olarak, burada kendi bünyemizde kutladık. Birçok oluşumdan arkadaşlar katıldılar. Ama bundan sonra bu tür etkinlikleri yaparken, o kültürel faaliyet için bir derneği görevlendirmek istiyoruz. Yer, mekân önemli değil. Yer, Hacı Bektaş Veli Genel Merkezi olabilir veya yöre derneğinin kendi yeri de olabilir. Görevli dernek tüm hazırlıkları yaparken diğerleri onu desteklemeli, Platformdaki diğer kuruluşlar ve üyeler o faaliyet günü, belirlenen saatte, belirlenen mekânda etkinliğe katılması ve gerekli desteği vermesini amaçlıyoruz. Başka söylemek istediğiniz bir şey var mı? Bugüne kadar toplumun isteklerine ve sorunlarına ideolojik düşüncelerden yola çıkıp çözüm bulmaya çalıştık. Fakat vardığımız nokta düşündürücü. Her ne kadar da demokratik bir ortamda yaşıyorsak da, şu anda meclise bakarsanız; toplumun yarısının hiçbir fikri orada savunulmuyor. Bu durumda da yaşadığımız süreçte insanlar birçok sorun ve sıkıntı ile başbaşa kalıyor. Toplumun artık önüne konan engelleri aşması gerektiğine ve bunun ideolojik düşüncelerin üstünde toplumsal dayanışmayla sağlanabileceğine inanıyoruz. Bu hareketimizin temel amacı da bu zaten. Bu noktada bu hareketle yola çıktık. Bunun yanı sıra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Merkezi’nin gerçek bir kültür merkezi haline gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir takım faaliyetler başlattık. Bize yardımcı olacak bütün arkadaşları da aramıza bekliyoruz. Teşekkür ediyorum.

Ekim-Kasım 2006

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................+49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276 İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14 Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17 Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58 Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09 İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82 Bornova Hüsniye Çınar.......................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06 Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99 Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99 Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26 Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50

29


SERÇEÞME Yaygın medya, Ramazan’da hemen başka bir kisveye bürünerek, diğer maskesini takıp dini yayınlar yapmaya başlar. Biz tabii ki böyle bir şey yapmayacağız elbette. Ama, Ramazanı fırsat bilerek, vesile ederek ‘dindar’ şairlerden birisini Kaygusuz Abdal’ı anacağız. Okuyacağınız dizeler bir tasavvuf ozanının gerçekte bütün bildik dindarlardan daha dindar bir dervişin, dinsel tutuculuğa, biçimsel dindarlığa seslenişidir. O çağların bilim ve bilgi yoksunluğu içinde bile bilgelerin hoş görmediği bağnazlığın, yüzyıllarca sonra hâlâ pek çoklarınca benimsenmesi, teşvik edilmesi ne kadar üzüntü verici geliyor değil mi?!.

K

AYGUSUZ ABDAL halk edebiyatımızın önde gelen isimlerinden biri. “Tasavvuf edebiyatı” veya “tekke edebiyatı” şairlerinden. Alevi-Bektaşi edebiyatının kurucusu sayılır. Tekkeye intisab etmesi bir efsaneye dayanmaktadır. Asıl adı Alâeddin Gaybi’dir. Alâiye (Alanya) beyinin oğludur. 1341- 1444 arasında yaşadığı rivayet edilir.

Alageyiğe Saplanan Ok Bütün bey oğulları gibi, çok iyi eğitim görmüştür, zamanın gereği olan ata binmek, yay kullanmak, avlanmak gibi hüner veya zevkleri vardır. Ben de gittim alageyik avına, Çekti geyik beni kendi dağına, Tövbeler tövbesi geyik avına, Siz gidin kardaşlar kaldım kayada. Bir gün Toros’larda avlanırken bir geyiği böğründen vurur, yaralı geyik kaçar, bey oğlu kovalar,.. en sonunda geyik, dağlarda bir eve girer. Gaybi kapıyı çalar, dervişler açarlar. Ev meğerse Abdal Musa adlı bir Bektaşi pîrinin dergâhıymış. Genç adam “geyiğimi isterim” diye tutturur, içeriden gelen yaşlıca bir adam, koltuğunun altına saplanmış oku çıkarır, “Oğul, aradığın ok bu mudur?” diye sorar. Bu şahıs Abdal Musa’dır. Bey oğlu Gaybi, ermiş kişinin ayağına kapanır ve tekkesine derviş girmek istediğini söyler. (Abdal Musa Velayetnâmesi’nde Bey oğlu Gaybi’nin bu dergâha kapılanmasına ait kayıtlar vardır.) Gaybi, serveti ve iktidarı bırakıp, (Âşık Yunus’un Tabtuk Emre dergâhına 40 yıl odun taşıması gibi) o da Abdal Musa’nın tekkesine hizmet eder. Zamanla abdallık payesine erişir ve Kaygusuz adını alır. Yaşı ve ilmi kemale erince, Şeyhi ona Mısır’a gidip, ocak açmasını söyler. Nil kıyılarına varır, dergâh kurar, derviş yetiştirir. Hicaz’a gider, hacı olur, dinsel törelerde kutsal yerler olan Necef’i, Kûfe’yi ziyaret eder. Sonra tekrar Pîr’inin yanına döner. Oradan, Ege’ye, Trakya’ya geçer, Edirne, Yanbolu, Manastır, Filibe’de kalır. Nerelere gittiği şiir ve yazılarında geçen şehir adlarından anlaşılmaktadır. Mısır’a geri gelir, öldüğünde bir mağaraya gömülür. Mezarının yeri nedeniyle orada Abdüllah-ül Magarevi (Allah’ın Mağaralı Kulu) diye de bilinir. Mısır’daki dergâhı halife makamı olarak sayılan en kutsal dört yerden birisidir. Kaygusuz Abdal; Bektaşi’ler için en önemli ermişlerdendir, ona Kaygusuz Sultan da derler, Bektaşi meydanına serilen 12 posttan birisi Abdal Musa, diğeri ise onun talebesi Kaygusuz

30

‘Kaygusuz Abdal’ ya da Ramazan’da Dindar Bir Bilgeyi Anımsamak... Yalçın Yusufoğlu

Bu yazı Sesonline sitesinden alınmıştır: www.sesonline.net

Sultan adınadır. Hayatının büyük bir bölümünü gurbette geçiren Kaygusuz, eskiden içinde yaşadığı ve Urum (Anadolu)’dan, Hindistan’a kadar yakın-ırak yerlerden dertlilerin, dertsizlerin, beylerin, yoksulların, tüccarların, erlerin, hastaların, sağlamların, Gayrı Müslimlerin, Müslimlerin geldiği, konuk olduğu, barındığı, karnını doyurduğu Abdal Musa dergâhını özlemle anıyordu: Beylerimiz elvan gülün üstüne, Ağlar gelir, şâhım Abdal Musa’ya. Urum abdalları postun eğnine Bağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya. Urum abdalları gelir dost deyi, Eğnimizde aba hırka post deyi, Hasteleri gelir derman isteyi, Sağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya. Hintten bezirgânlar gelir yayınır, Pişer lokmaları açlar doyunur, Bunda gelir âşıkları soyunur, Erler gelir şâhım Abdal Musa’ya. Her mâtem ayında kanlar saçarlar, Uyandırıp Hak çerağın yakarlar, Demine “hu!” deyip gülbeng çekerler, Nûrlar gelir şâhım Abdal Musa’ya. Benim bir isteğim vardır Kerîm’den, Münkir bilmez evliyânın hâlinden, Kaygusuz’am ayrı düştüm pîrimden, Ağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya. (Soyunmak: Dervişliğe karar verip, o esvapları giymek, Gülbang: bülbül sesi, Bektaşi dervişlerinin sesli duası, Uyandırmak: matem ayında (Hicri yılın ilk ayı olan Muharrem’de) çırağı yak mak, Demine hu: her anın Tanrıyla olsun, Kerîm: İslamiyette “Esma-yı Hüsnâ” (Güzel İsimler) denilen Allah’ın 99 adından birisi.)

Bilge Kişinin Dünyaya Bakışı Yukarıda andığımız tekke şairleri gibi Kaygusuz Sultan’ın da şiirlerinin temeli tasavvuftur. Ve tüm tasavvufçular gibi, o da hurafelerin, din adına tehdit ve korkutmaların, biçimsel dindarlığın, yavan ibadetçiliğin sadece dışında değil, karşısındadır. Dinin özünü o şekiller ve kurallar olarak değil, insana değer vermek diye algılar, din söylemindeki şeytan kavramını ve kullanılmasını istemez, onun bunun şeytanla korkutulmasını ya da şeytanlıkla itham edilmesini yadsır, yeryüzündeki hilekârdan daha şeytan kimsenin olamayacağını söyler, kendisini ise “ben özümü Güzel Şah’ın aşkına adamışım, makam, mevkide (ekâbir arasına katılıp cübbe ve kaftan giymekte) gözüm yoktur” diye tanımlar” (onun giysisi aba-hırkadır, cübbe ve kaftan giymesi ise sınıf atlamaktır): Dost senin yüzünden özge, ben Kıble’yi can bilmezem, Pîrin hüsnünü severim, ben gayri imân bilmezem, Bana derler ki, şeytan senin yolun azdırır, Ben şu hileci kişiden gayri bir şeytan bilmezem. Ol Şâh-ı hüsnün aşkına özümü viran kılmışım, Kaygusuz Abdal’dır adım, cübbe ü kaftan bilmezem.

Bu sözleri söyleyen kişi bey oğlu olmayı, babasının yerini alıp insanlara hükmetmeyi reddetmiş, sarayı, serveti, refahı terketmiş, Şeyhin Dergâhında bir lokma-bir hırka yaşamaya ve hizmet etmeye girmiş bir insandır. Halkın içinden yetişmiş birisi olarak da bunları söyleseydi, sözleri değerinden bir şey kaybetmezdi, ama sınıfını terketmiş birisi böyle konuşunca o sözlerin değeri artmaz fakat o kişinin erdemliliğini bir emsal olarak göstermek gerekir. Bey oğlu genç Gaybi sınıfını bırakıp Hak yoluna girmişti, günümüzde ise sınıfını bırakıp Halk yoluna giren gençler var, her zaman da oldu. Bektaşi ozan insana tepeden bakmaz, kendinden yola çıkarak sevginin içselleştirilmesini ister, yüzeysel bir inançlılığı aldırmaz, insana ve onun iç güzelliklerine, ruhsal zenginliklerine vurgu yapar. “Karıncayı fille karıştırma, lâl taşının değerinin hâreli renginden ileri geldiğini sanma, Hacca gittim diye kendine pay çıkarma, Hacca giden kişinin gönülleri kazanması gerekir, gerçek gönül Tanrı’yı içinde bulunduran yerdir, bu nedenle benliğini iyi tanı, Tanrı senin içinde, sen Tanrının içindesin, üstünlük taslama, insanlara söyleyeceklerini sevimlice söyle, onları kırma, benim aklım herkesten üstündür, sözüm herkese yol gösterir, deme, öyle yapmaya başlarsan sonra kibirden, böbürlenmekten kurtulamazsın, diyeceğin bir lafı çocuk gibi dambur dumbur söyleme, usül, erkân bilmezsen kaba saba birisi olursun” gibi öğütler verdikten ve bu şiirlerden ders çıkar dedikten sonra, “sözlerime bakıp böbürlendiğimi zannetme, ben de senin gibi birisiyim, helvayla püryan kebabı yemekten başka bir hünerim yoktur” diyerek, o sözleri dinleyenin gönlünü alır. Fil yükün karıncaya yükletme, çekebilmez, Lâl ü gevher kıymetin umma reng-i hâreden, Hacca vardım der isen, kanda vardın hacca sen, Kılavuzsuz kuş uçmaz bunca dağ ü dereden. Hacca varan kişinin gönül yapmak işidir, Gönül Hak’kın beytidir key sakın emmâreden. Sen özünü bil, nesin, Hak sende, sen kandasın, Eğer aklın varısa, anla bu eş’âreden. Aklına akıl deme, sözüne delil deme, Çünkü kurtaramazsın, nefsini emmâreden. Tıfıllayın dem be dem dambur dumbur söyleme, Mansurlayın olursun, bilmezsen müdâreden. Kaygusuz’un hüneri helva ü biryan yemek, Bundan özge hüneri, umma bu bîçâreden.

Kim Demiş ‘Gerçeküstücülük’ Batı’da Doğdu Diye? Halk edebiyatında, darbımesellerde, dilden dile geçen, zaman içinde çeşitlenen tekerlemelerde, meddahların hitaplarındaki uzayıp giden sözlerde gerçeküstücü öğeler vardır. Eskiden an-

Sayı 24


SERÇEÞM ERÇESME nelerin-büyükannelerin diline yerleşmiş olan, masal girişindeki, “Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, deve tellâk iken, pire berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” gibi sözler, veya bağlamayla söylenen türkülerde, hatta bazan âşıkların atışmalarında ozanın yaratıcılığında çoğalan deyişler,.. doğaya, topluma şakayla veya ironiyle bakışı sergiler. Bunlar günümüzde genellikle halk ozanlarında görülmektedir, radyo televizyon türkü programlarında daha seyrektir. Benim çocukluğumda Kırşehirli halk türküleri sanatçısı Şemsi Yastıman’ın ünlü ettiği öyle bir türkü bu tür yapıtların en çok popüler olanıydı: “Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” diye başlayan ve o minval üzerine giden Tosya türküsü ve bugün ancak yöresel olarak bilinen benzerleri, ya da âşık atışmalarında ozanın ağzından doğaçlama olarak çıkan benzerleri folklorumuzun önemli öğeleri arasındadır. Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmaya, Kertenkele derilmiş kırım suyun içmeye, Kelebek ok yay almış, ava şikâra çıkmış, Domuzları korkutur ayuları kaçmaya. Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış, Edirne minaresi eğilmiş su içmeye. Bir sinek bir devenin, tepmiş oyluğun ezmiş, Bir budunu götürmüş, dönüp ister kaçmaya. Leylek koduk doğurmuş, ovada zurna çalar, Balık kavağa çıkmış, söğüt dalın biçmeye. Bir pire bir mut tuzu yüklemiş gider yola Geh at olup yolgalar, geh kuş olur uçmağa.[*] Domuz düğün eğlemiş ayıya kızın vermiş, Maymun sındı getirmiş, kaftan gömlek biçmeye. Deve hamama girmiş, dana tellâklık eder, Su sığırı natır olmuş, nöbet ister çıkmaya. Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına, Sivrisinek derilmiş, ırgat olup biçmeye. Kaygusuz’un sözleri, Hindistan’ın kozları Bunca yalan söyledin, girer misin uçmaya? [*] Günümüze ulaşmış bir başka versiyona göre:

Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklemiş, Gâh yolgalar gâh çeker, şehre gider satmaya... Okuduğunuz bu kısa değinme, medyanın monokültür bombardımanı altında yaşadığımız bir devirde, 600 yıl öncesinden kalmış bilgeliği, insan sevgisini, geniş görüşlülüğü, aynı zamanda, Bektaşi kültüründeki o özü süsleyen yergi, taşlama ve mizah öğelerini anımsatmak ve burada da gördüğümüz gibi, merkezinde insan olan kültürel zenginliklerimize sahip çıkmanın değerini vurgulamak için yazıldı.

Dinde Tehdit ve Tecziyeye Red Tasavvuf insanı sevmek demektir, onun din anlayışında korkutmak, cezalandırmak, “yoksa fena yaparım” demek yoktur, tehdidin aracı olan cehennem de yoktur, ateşi de. (Ve Yunus’ta gördüğümüz gibi, cennete varmak için üzerinden geçilmesi zorunlu olan sırat köprüsünden geçemeyip kızgın alevlere düşme tehlikesine de aldırmaz: varıp onun üstünde evler yapası gelir.)

Ekim-Kasım 2006

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz İslami yobazlığa, örümcek kafalılığa bir din adamından, bir dervişten, bir ermişten gelen bir reddiye olarak Kaygusuz’un şu sözlerine kulak verelim: Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın, Yapıp da neylersin, bundan sana ne? Halkettin insanı cihana saldın, Salıp da neylersin, bundan sana ne? Bakkal mısın, teraziyi neylersin, İşin gücün yoktur, gönül eylersin, Kulun günahını tartıp neylersin, Geçiver suçundan bundan sana ne? Katran kazanını döküver gitsin, Mümin olan kullar dîdâra yetsin, Emreyle yılana Tamuyu yutsun, Söndürsun Tamuyu bundan sana ne? Kaygusuz Abdal’ım sözümüz budur, Her nerde çağırsan Hak onda hazır, Hep düzâha bastırırsın, kim ne der, Yakma kullarını bundan sana ne? [Tamu: cehennem ateşi ]

Bu mübarek Ramazan gününde, tövbe tövbe,.. insanı günaha sokacak şu şuera bozuntusu, değil mi? Ne de olsa alt tarafı bir Batıni. Siz ise sünnisiniz, bilmem nesiniz. Peki ama sorarım size, mürşidinizden parti başkanınıza, milyarder müminizden tarikat müridine kadar hanginiz Kaygusuz’dan daha dindarsınız?

Dinin Ciddiyeti Asık Surat, Çatık Kaş Değil; Neşe ve Nükte Bazı şiirlerinde “Sarayî” mahlasını da kullanmış olan Kaygusuz Abdal, hem aruz, hem hece vezniyle yazmıştır, nazım yazdığı gibi, düz yazı eserleri de vardır. Manzum yapıtları Divan’ında ve Gülistan, Gevhernâme, Yasnâme, Minbernâme’de topladığı mesnevilerindedir. Nesir yazıları ise Budalanâme, Kitab-ı Mugalâta, Vücudnâme, Dilgüşa, Saraynâme gibi kitaplarında yer alır. Kısa tanıtma yazısını, gerçeküstücü üslubun yerini nükte ve hicve bırakırtığı ve halk diline tekerleme olmuş ünlü dizeleriyle bağlayalım: Bir kaz aldım ben karıdan Boynu da uzun borudan Kırk abdal kanın kurudan Kırk gün oldu, kaynatırım kaynamaz. Sekizimiz odun çeker Dokuzumuz ateş yakar, Kaz kaldırmış başın bakar Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz. Kaza verdik bir çok akçe Eti kemiğinden pekçe Ne kazan kaldı ne kepçe Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz. Kaz değilmiş be bu, azmış! Kırk yıl Kaf Dağını gezmiş Kanadın kuyruğun düzmüş Kırk gün oldu kaynatırım, kaynamaz. Kazımın kanadı selki Dişi koyun emmiş tilki Nuh Nebi’den kalmış belki Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz. Suyuna biz saldık bulgur Bulgur “Allah” deyû kalkur. Be yârenler bu ne haldir! Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

[Selki: Hafif]

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Maksat Aleviliği Değil, Alevileri Siyasallaştırmakmış! Esen Uslu

Y

azdan beri Alevi-Bektaşi kuruluşlarında bir alt-üstlük yaşandı. Birlikte göreve seçilmiş canlar, birbirlerini görevden aldı. ABF olağanüstü bir kongreye zorlandı ve seçim için taraflar kıyasıya kırıcı bir kampanya sürdürdü. Karşılıklı ağır atışmaların yaşandığı bir ABF genel kurulu yapıldı. Çalkantı hâlâ durmadı. Bu alt-üstlükle, aynı günlerde duyulmaya başlayan “Aleviliği Siyasallaştırma” söylemi, tartışmanın ana nedenlerinden biri olarak ortaya çıktı. Ama örgütsel tartışmaların bu söylemin yol açtığı tartışmanın öneminin unutulması ve yapılan kongre ile bu söylemin “benimsenmiş bir görüş” oldu-bittisine getirilme tehlikesi belirdi. Bu ortamda Turan Eser canın e-posta yolu ile dergimize yolladığı önemli bir yazı örgütsel tartışmalar arasında kaybolma eğilimi gösterdi. Yazı, “Aleviliğin siyasallaştırılması” söylemine eleştirilerime bir yanıttı ve konuya açıklık ve netlik getirmek istediğini öne sürüyordu. Ne var ki Turan Eser’i kendi yazarları arasında sayan ve yazılarını düzenli olarak yayınlayan internet siteleri bu yazıya yer vermedi. Böylece, hem “Aleviliği siyasallaştırma” söylemini eleştirenlere bir yanıt verilmiş oluyordu; hem de bu konuda bir tartışma olmamış görüntüsü yaratılıyordu. Umarım, Eser canın yazısının tamamını yayınlayarak, “olanı, olmamış gibi gösterme” türü bir şark kurnazlığının önüne geçeriz.

Kendinden Menkul Keramet

E

ser canın yazısı ne yazık ki daha önce sorduğum sorulara yanıt vermiyor ve konuya netlik getirmek yerine kafa karıştırıyor. Siyaset ise kafa karışıklığını hiç kaldırmaz. Eser canın öne sürdüğü önemli nokta, “dernek çalışmalarından elde edilen düşünsel, örgütsel gücün siyasi alanlara taşınmalıdır” tezidir. Üslubundan anlaşıldığı kadarıyla bu o kadar açık bir “gerçek” ki, bu tezi sorgulamaya cesaret dahi etmemeliyiz! Örgütsel güç bir yana. “Dernek çalışmalarından elde edilen düşünsel güç” her ne ise Eser canın onu önce bir tanımlaması gerekirdi. Bu yapılmamış, ama var sayılmış! Kurumlarımızın çoğunda yönetime gelen ekiplerin hâlâ basit bir çalışma programı bile yokken; böyle bir programı seçimler öncesinde üye tabanında tartışmaya açmazken; seçildikten sonra da aklına geleni önünü-sonunu düşünmeden söylemeyi marifet bilirken, derneklerde birikmiş böyle bir düşünsel gücümüz olduğuna nasıl vehmedilebilir? Ne yazık ki bu, Alevi-Bektaşi tabanda rastlanan, yalnız söylencede değil, gerçek yaşamda da keramet, mucize arayan en geri görüşlerle benzerlik taşıyor. Ancak modern toplumda, “kerameti kendinden menkul” kişi ya da kurumlar ya da düşünceler eliyle siyaset olanaklı değildir. Açıktır ki, “derneklerde biriken düşünsel güç” Türkiye çapında siyaset yapmak için gerekli programı ve siyasi platformu sağlamaya yeterli değildir. “Siyasete girmek için bize bir program gerekmez, doğaçlama söyleyen âşık gibi siyaset içinde programımızı yazarız” denilebilir mi? Düşünsel hazırlık, program gerekmez ya da bunlar bizim cebimizde hazırdır yaklaşımı, siyasi parti olmadan siyasete müdahale fikri ile de kendini göstermektedir. “Siyasete müdahale” diyor Eser can, ama hemen ekliyor, “bir parti kurmak hiç değildir.” Ya nedir? Eser canın yanıtı hazır: “Sola ve sosyal demokratlara … Türkiye’nin müşterek sorunlarına asgari siyasi çözüm programlarda birleşin mesajını vermektir.” Yani, Alevi dernekleri, sola ve de sosyal demokratlara uzaktan danışmanlık ya da daha doğru deyimi ile akıldanelik yaparak siyasete müdahale edecekmiş. Kadîm bir yoldaşın sözüyle, “buna eşekler bile güler.”

Sosyal Demokrasicilik

E

ser can, yanlış anlamayın, “Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşması”nı savunuyoruz diyor. Bu ayrım gerçekten önemlidir. Eser can açıkça söylemese de bu yaklaşımıyla, daha önce kullanılan “Aleviliği siyasallaştırmak” söyleminin yanlışlığını kabul etmiş oluyor. Yani yürüttüğümüz tartışma en azından bu anlamda yararlı olmuştur. Ancak sorun bununla bitmemektedir. Eser canın sosyal-demokrat diye nitelediği ve seçimlerde oylarının azalmasını, tüm yazısının ana fikri yaptığı siyasi eğilim, günümüzde hepimizin gözü önünde milliyetçilik-devletçilik kırması gerici görüşleriyle cuntacılık batağında debelenmektedir. Onlara akıldanelik yapmak Alevilere mi düştü? Eser can, “Toplumun siyasallaşmasını … etnik milliyetçiliğin hegemonyasından kurtarmak” diye bir de mesaj yolluyor. Milliyetçi-devletçi-cuntacı sosyal demokratlar eliyle etkili ve yetkili çevrelere yollanan bu mesajla, Alevi-Bektaşiler ile Kürt halkı arasına nasıl bir toplumsal dinamit döşendiğinin farkında değil mi? Bu yaklaşım kimlere akıldanelik oluyor? IMF karşıtı söylemi ağzından düşürmeyen, ama IMF’nin programının gerçekte Türkiye finans-kapitalinin arzuladığı program olduğunu görmezden gelen; kendi yerli-milli finans kapitalinin emperyalist yayılmacılığına karşı çıkmak bir yana buna şak-şak çeken, namuslu emperyalizm karşıtlığının değil, karşıtlık gösterişinin ağır bastığı milliyetçi sol açısında da durum farklı değildir. Eser can, sömürüsünü dünyanın dört bucağına yayan Türkiye’nin yerli-milli finans kapitaline karşı siyaset geliştirmeden anti-emperyalistlik yapmanın, aslında Türkiye’nin emperyalistleşme çabalarına akıldanelik yapmak olduğunu anlamıyor mu? Yoksa kendisi de emperyalist sömürü yoluyla ülkemize akacak süper kârlarla kalkınacağımızı ve demokrasimizin gelişeceğini mi düşünüyor? “Siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini benimsiyor isek, önümüzdeki görevinde adını koymuş oluyoruz” diyor Eser can. Kendisine daha önce sorduğumuz sorulardan birini böylece yanıtlamış oluyor. Tüm söyleminin altında demokrasiyi seçimlerle sınırlayan yaklaşımın yattığı sırıtıyor.

Eşeklerle Gülünçlüğü Paylaşmamak

B

u siyasi yaklaşım, yalnız kendini bir kez daha yerlerde süründürecek bir geriliği yansıtsa çok ciddiye alınmazdı. Türkiye solunda şu ya da bu yoldan gelip gerici, milliyetçi, devletçi, cuntacı sosyal demokratlarımızla aynı yatağa girme fikri eskiden beri çok taraftar bulmuştur. Bu canlar da sonu baştan bilineni bir kez daha denerler, burunlarını sürter, derslerini alırlar denilip geçilebilirdi. Ancak bugün Alevi-Bektaşi hareketinin vardığı düzeyde tehlike ciddidir. Demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşları eliyle başlatılacık böyle bir girişim, solu ve sosyal demokratları birleştirmek bir yana, yeni yeni toparlanmaya başlamış Alevi-Bektaşiliğin sağlanabilmiş yetersiz birliğini bile dağıtıverir. Alevi-Bektaşi felsefesinin keskin eleştiri silahının Türkiye’nin bunalmış işçi, emekçileri arasında yeni bir açılımın yayı olma olanağının ortaya çıktığı bir dönemde, böyle önü-sonu düşünülmemiş hovardaca girişimlerin bedeli ağır olur. Bugünkü ortamda, eşeklerin bile güldüğü konular ciddi sonuçlar verebilir. Bu nedenle herkesin ağzından çıkanı kulağı duymalıdır, herkes adımını iki kez tartarak atmalıdır..


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.