SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Bu Sayida Velyettn Ulusoy: Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler ve Tarihi Süreç Fkret Otyam Başbakan Ecevit Korkunç Maraş Katliamını Önleyebilirdi Esat Korkmaz Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak Bir “Oyun”dur İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor muyuz? Bölüm I Reca Aksu Heidelberg’de Yapılan Birinci Uluslararası Alevilik Sempozyumu Sunulan Tebliğlerden Özetler Hüsnü Kaya Dede Bremen Alevi Evi Kuruluş Yıldönümünde Konuşma - Bir Gönül Hizmeti Al Balkız Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor Ham Kutlu Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler? Ahmet Koçak Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan Karar Üzerine Söyleşi- Ali Kenanoğlu, İsmail Metin, Fevzi Gümüş ABF Olaanüstü Kongres Ahmet Koçak Kongre İzlenimleri Kongre Konuşmalarından Seçmeler: Atilla Erden, Müslüm Doğan, Hüseyin Yalçın Dede, Turan Eser, Ercan Geçmez, Selahattin Özel, Turgun Öker Kongre Sonrası Görüşlerden Seçmeler: Kazım Engin, Kemal Derin, Necdet Saraç, Veysel Kaymak, Fevzi Gümüş, Tugut Ökere Kazim Genç ‘Müsahip Yoldaş’ İken, Nasıl Oldu da ‘Şer Cephesi’ Üyesi Olduk? Ahmet Koçak Okmeydanı HBVAK Vakfı İstanbul Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik
Aylık Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Aralik Sayi:
25
HEREVİ’NIN “KANI HELALDIR, AMA MALI HARAMDIR” FETVASININ ARDINDAN 18 ARALIK 1416 TARİHİNDE SEREZ ÇARŞISI’NDA ASILAN ŞEYH BEDREDDİN’İ UNUTMAK SUÇTUR Suskunluğumuz, ilgisizliğimiz utanca, giderek suçluluğa dönüşmeden Şeyh Bedreddin’i layık olduğu yere oturtmak, onu anlatmak; insanımıza, insanlığa tanıtmak, temel yükümlülüğümüz olmalıdır.
Tarihe Düşünerek Bakalım: Çünkü Tarih Yalnızca Dürüstlerin Değil, Alçakların da Tarihidir Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
T
oplumsal çelişkiler, yeni bir toplum yaratmaya “tohumsa” eğer, bu tohumun “çimlenme” gücünü temsil eden bir toplumsal kimliği “bulmak” zorundadır. Bu eğilimin önüne hiçbir güç geçemez. İşte bu toplumsal kimlik Şeyh Bedreddin olmuştur. Resmi tarihin bize ulaştırdığı bilgileri ölçü alırsak Şeyh Bedreddin’i “yakalama” olanağını elde edemeyiz. Tarihin görevi “soyutlanmış” kişi serüvenlerini anlatmak değil, olayları yaratan toplumsal dönüşümleri araştırmak, olaya egemen olan düşünce örgüsünü, bu düşünce örgüsünün gelişim çizgisini geçmişten geleceğe doğru izlemektir. Şeyh Bedreddin olayında bu yapılmış mıdır?, sorusuna “olumsuz” yanıt vereceğiz. Anlatılanlara biraz yakından baktığımızda olayların içinde ya da kıyısında-köşesinde Şeyh Bedreddin adının “gezindiğini” görürüz: Şeyh Bedreddin’i “yaratan-dillendiren” toplumsal olaylar “örtüktür”; bütün eylem gücü, “yüceltilip” tasavvufi bir zemine taşınan Şeyh Bedreddin’in kişiliğinde toplanıvermiştir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumu, toplumsal bunalımlar, sarsıntılar, çalkantılar; toplumsal kurumlarda gözlenen çözülmeler; yaşama koşullarıyla, yaşam değerleriyle inanç koşulları, inanç değerleri arasındaki “uyuşmazlık-karşıtlık” gözlerden “ırak”tır. “Kök”e inmek yerine “görüntü”yle yetinildiği hemen algılanır. “Niye böyle oldu?”, sorusuna “ikirciksiz” yanıt vermek durumundayız: Anadolu halk isyanlarında eksiksiz-kusursuz düzen anlamında“kâmil toplum”a bağlanan ve insanlığı kesin kurtuluşa taşıma kaygısıyla yaşama dayatılan toplumsal tasarımlar “silindi mi” hemen her şey insanı kurtuluşa taşıma çabasıyla “kâmil insan”a bağlanır. Geçmiş “silinir”, tarihi yaratan “toplum-sınıf ”tan sakınılır; insan toplum “hizmetlisi” olacağına inancın “kulu” olur. Asyalı kandaş insanların Anadolu toprağına ayak basmasıyla “kurgu dünyası”na, yani ahirete “gönderilen” güzellik, erdem, iyilik, yiğitlik, mutluluk, doğruluk, saygı, sevgi vb. oradan yaşanılan dünyaya taşınıvermiştir. Doğaötesi inançlara karşı, doğaya yönelik inançlar “fışkırmış”; metafizik inanç değerleriyle yaşamsal bir kavgaya girilmiştir; eski yeninin içinde, yeni eskini içinde “erimiş”; ne eski ne de yeni olan bir “bireşim”e ulaşılmıştır; inançla yaşam arasındaki “çelişki” düşünebilmenin aracı olmuştur. Demek ki bâtınilikte inanmak için “doğaüstü”ne başvurulmaz; doğrudan varlığın kendisine “yönelinir”. Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak “geleceğe” katkıları ortaya çıktığında tam olarak anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla “gelecek zaman”da sayılırız; bilmek için “yeterli zaman” geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran “hayaletler” gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse “hayalet” olmaktan çıkıp aramıza katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması “geçmişimizle çiftleşmek” anlamına gelir ki “doğum” kaçınılmazdır. Bizler Şeyh Bedreddini Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan öğrendik: Nazım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve Tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin “ruhu” ile yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga/düşünce dünyasına, “yaşamın sonuncu kaynağı olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen”, ondan bize ulaşan tek “kanıt” durumunda bulunan “kemikleri” ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan “iskelet”, geriye taşındığında (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)
Tarihe Düşünerek Bakalım “bin bir can edinir, bin bir dona bürünür”; geçmişin orasında-burasında “bedensiz dolaşan ve beden beden” diye çığrışan Bedreddin müridlerini “uçurup” aramıza taşıyacağız. “Söze geleceğiz/sözle geleceğiz”, yeni bedenlerde “yorumlanacağız”, yani “davranışa dönüşeceğiz”, bu yolla geleceğe taşınıp “ölümsüzleşeceğiz/ ölmeden evvel öleceğiz ya da yaşarken dirileceğiz.” Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonuna eklediği Ahmed’in öyküsü, bu tasarıma çarpıcı bir örnektir. Ahmed’in dedesi ile muhabbet eden erenler, tok ve kararlı bir sesle şöyle der: “İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte... Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz” Olaylar, tarihçileri olduğu denli vakanüvisleri de ilgilendirir. Ancak iş “keramete” gelince onu yalnızca menakıbnâme yazarları işler; kurala da uyar, dünya sorunlarına “aldırış etmez”; bir bakıma, sistemi ve sistemin ilahi ideolojisini “iplemem” demek ister. Vakanüvis ise “bilmek ve susmamak zorunda” olduğu şeyleri “yazmaz” ya da “yazamaz”. Bu nedenle vakanüvislerin kayıtlarından çok, menakıbnâme yazarlarının verdiği bilgilere sarılırız. Hamamda düşünce ya da tuvalette kan görünce insanın, güvenebileceği birini bulması gerekir: Tıpkı bunun gibi, toplumsal bir bunalım halinde, “altına” sığınabileceğimiz bir toplumsal bilinç/kimlik “bulmak” yaşamsaldır. Amacımızı gerçekleştirebilmek için “yaşamı erteleyenlerden”; Şeyh Bedreddin’in ve Bedreddin bağlılarının ruhlarını “ziyaret” edenlerden olalım. Tarih bizi/bizleri yargılamadan Şeyh Bedreddin’e sahip çıkalım.
Başbakan Ecevit, Korkunç Maraş Katliamını Önleyebilirdi, Şimdi İyice Anladım ki Konuyla İlgisizliği / Bilgisizliği 105 Cana Maloldu Fikret Otyam
U
lularımız, ölüleri hayırla yadediniz buyuruyor, eyvallah… Ardından da “bildiklerinizi de kendinize saklayın” falan demiyor, eyvallah… Bin kere yazdım bir daha yazmamam için neden yok. 1956/1961 yılları arasında Ankara’da Ulus Gazetesi’nde Ecevit’le çalıştım. Gazete ile CHP arasında ilişkilere de bakıyordum. Acılı/tatlılı olaylar yaşadım/yaşadık. Tatsız bir olaydan sonra, alt kata inip istifamı vermiştim müessese müdürüne: “Bülent Beyi bekleyelim” demişti, yurtdışından geldi, olayı anlattım, üzüldü, “Sayın Otyam, sizsiz Ulus’u düşünemiyorum ve istifanızı kabul etmiyorum” dedi ve olay kapandı. Ancak bir hafta sonra CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal’dan resmi bir yazı geldi ve istifamın kabul edildiği bildiriliyor ve yaptığım hizmetlere teşekkür ediliyor, yeni işimde de başarılar dileniyordu! Mili Birlik Komitesi, çalışan gazetecileri koruyup kollayan 212 nolu yasayı dört gün sonra çıkaracaktı, dostum Ahmet Yıldız yemini billah söylemişti. Rüzgârlı sokaktaki SSK Hastanesine gider bir rapor alabilirdim, neye mi yarayacaktı, o zamanın parasıyla 80 bin lira tazminat alacaktım, bunu yapmadım üç bin lirayla ayrıldım Rüzgârlı Sokak’tan! Ulus bensiz de oluyordu, ne ki sonunda elbirliğiyle batırdılar!... Kıbrıs Çıkarması sırasında Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda görevliyim, üç çocuk, vazgeçemediğim kurt köpeğim Haydut, dört büyük bavul, su altı tüfeklerime ait beş hurç Marmara Ereğlisi’nde dinlencedeyim, rahmetle anıyorum - eski Cumhuriyet çalışanı 1950 yılından beri tanıdığım Feyyaz Tokar, sahibi olduğu Bosfor Turizm otobüsüyle Ankara’ya gitmemizi sağladı, en arka sıraya yerleştik, kocaman Haydut ayaklarımız altında Ankara’ya kadar gık demedi. İlk işim; Başbakanı arayıp gazasını kutladım, “Tam sizlikti sayın Otyam” demişti, “tam sizlikti, nerelerdeydiniz?” Nerelerde olduğumu anlattım, çıkarma sırasında kendisinin ne yaptığını sordum, bu konuda bir söyleşi yapmak istediğimi bildirdim, “yarın sizi arayacağım” dedi, yarın dediği izin günüm Pazar’dı. Tertemiz giyindim, traş oldum, ses ve fotoğraf makinelerimi hazırladım, telefonunu beklemeye başladım, umutsuzluk yasak, toprağa verilene kadar umudumu yitirmeyip bekler oldum, artık beklemiyorum. Ve ertesi günü sevgili dostum Hürriyet yazarı Cüneyt Arcayürek istemde bulunduğum konuyu, gazeteci deyimiyle “sekiz sütundan patlattı” ve ertesi günü - bu can hariç ne kadar gazeteci varsa - O’nun çağrılısı olarak Başbakanlık konutunun bahçesindeydi, istemde bulunduğum konuda uzun açıklamalar yapmış, sanırım, “bunları yazmayın” falan demiş ki bir salak meslektaşım, “çok şeyler anlattı, ama yazmayın demişti yazmıyorum” demiş ve yazmamıştı ol nedenle salak dedim, o da öldü, buyruğa uyarak hayırla yadediyorum!
Acılarımın En Büyüğü En Büyüğü En Büyüğü! Bin kere yazdım, binbir kere yazmamda bir sakınca yok, hiçbir Alevi ya da Bektaşi can, okurum, bana hiçbir zaman yanlış bilgi/yalan bilgi vermedi, onlardan gelen haberleri gazeteci deyimiyle “tahkik etmeden” yazdım, güvenerek/inanarak ve ne onların ne de bu canın yüzü kara olmadı.
Maraş Ellerinden Kara Haberler Akıp Geliyordu Maraş ellerinden kara haberler akıp geliyordu ve Cumhuriyet’in birinci sayfasındaki “Başkent Notları” sütunumda ısrarla, ama ısrarla hükûmetin dikkatini çekiyordum konuya ve arkadaşım, masa arkadaşım Başbakan Ecevit, bir gün telefon edip ya da çağırıp: “Sayın Otyam ne demek istiyorsunuz bile” demedi! Bu konuda salt Maraş değil, acı haberlerin geldiği her yer için uyarıyordum, örneğin 21 Ekim 1978 tarihli yazımın başlığı: “Ey Hükümet Kurban Bayramında Sivas’a Dikkat Edin”, “Yine İçişleri Bakanının Dikkatine” başlıklı 3 Ekim 1978 tarihli yazımdan kısa bir alıntı: “… Bu arada Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü Çarşı Polis Karakolu’nda Alevi bekçi Sıddık Ekici’nin, İçişleri Bakanlığı’na 28 Eylül 1978 tarihli 539157 sayılı Personel B-3 rumuzlu dilekçesi güme gitmemeli.”
“Hükümetin Dikkatine” Bu yazımın tarihi 20 Haziran 1978. İzninizle yine ufak bir alıntı daha: “…Sağ-sol, evet bir sürtüşme konusu, ama bir mezhep çatışması tehlikelerin ağababasıdır. Malatya’da, Elazığ’da, Erzincan’da daha nice yerlerde denemelerini de yapmamışlar mıdır? Acıların acısı, bu çatışmaların ne denli boyutlara ulaşacağını, ülkeyi ne hale getireceğini eğer sayın ilgililere gereği gibi anlatmadıysak suç, anlatmaya çalışanda değil, o kadarından bile gerekli dersi alamayanlara ait değil midir?
VİŞNE KORKMAZ Doğa-Beka-Rus İdesi ve Rus İdeali
Senfonik Kişilik Ocak 2007 ISBN 975-335-056-2 15x23 cm boyutunda 322 sayfa Tel: +90.(0)212.519 56 35 Alev Yayınları www.alevyayinlari.com
2
Olacakları bir kehanet olarak değil, apaçık görüldüğünden sergilemiştik, yine acıların acısı bu uyarılar da boşa çıkmış, ne var ki kısa bir süre sonra Malatya, Elazığ, Erzincan kana bulanmış asıl iç savaş denemeleri böyle yapılmıştır. Ne olursa olsun, elbette uyarılardan vazgeçecek değiliz, bu namus borcumuzdur ülkemize ve halkımıza karşı. Şimdi bunlara bir yenisini ekliyor, bu kez ilgili Bakanları, Jandarma Genel Komutanı’nı değil, tüm hükümetin korkunç bir oyuna eğilmesini diliyoruz, bazı yakın dostlarımızı üzmek bahasına da olsa. Ne var ki bu olay, onların üzülmesinden önemlidir.” (Not: Yakın dost Başbakan Ecevit’i kasdetmiştim.) Yazım devam ediyor ve büyük harflerle şöyle bitiyordu:
Sayı 25
SERÇEÞME “İşte Bunu Yaman Meraklanıyor ve Bekliyorum, Maraş’ta Cadı Kazanı Kaynatılmaktadır, Yakın Geçmişteki Bazı Eylemsel Bombasal İşleri de Düşünerek Herkes Üzerine Düşen Görevi Hemen Yapmalıdır ve Bu Bir Uyarıdır.” Bir başka yazımın başlığını almak isterim, “Hedef Neden Aleviler?” Bunun tarihi de 12 Eylül 1978.
O, Yakın Bir Dostumdu İstanbul Merkez’den bir arkadaş Yazı İşleriyle bağdaşamamış ve iş için Ankara’ya gelmişti. Ankara Cumhuriyet Büro Şefimiz can adam kabri hep ışıklı ola, Kemal Aydar, polis muhabiri bu arkadaş için İçişleri Bakanlığı Basın Müşavirliği görevi için girişimde bulundu, yakın dostumuz İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı paşa, atamayı derhal yaptı ve bir gün çiçeği burnunda basın müşaviri arkadaşa takıldım, “yoksa eski gazeten Cumhuriyet’i paşaya vermiyor musun?” gibilerine ve ertesi gün sevgili Özaydınlı paşanın kahvesini içiyordum… Yazamadıklarımı tek tek anlattım Maraş’ta bir facianın olacağını örneklerle anlattım, paşa üzgündü “Çare” dedi…” “Çare başta vali, emniyet müdürü, MİT, Jandarma komutanları hatta PTT Müdürü, yani paşam ne kadar devlet memuru varsa önemli görevlerde bir gecede başka görevlere alacaksın ve oyun bozulacak.” İçişleri Bakanı, kendisine gelen raporların hiç de benim anlattığım gibi olmadığını uzun uzun izah etti ve ekledi, “Dereyi geçerken at değiştirilmez…” “Paşam, Celal Bayar da böyle dedi, Menderes’i astırdı!” Gazeteye dönüşte İçişleri Bakanı’nın istifasını isteyen bir yazımı acıyla yazdım.
Bütün Bunları Neden mi Yineliyorum, Buyrun Yanıtını! Almanya’da Erlangen kentinde, eşim Filiz Otyam’la birlikte dünyanın yedi iklim dört köşesinden elbette çoğunluğu ülkemizden çektiğimiz renkli ve siyah beyaz kadın fotoğraflardan oluşan fotoğraf sergimiz “Frauen Onhe Name / İsimsiz Kadınlar” bizi bir süre ülkeden ayrı kodu. Dönüşte, hemen birikmiş gazetelere sarıldım. 11 Kasım 2006 Milliyet’in manşeti yerimden hoplattı, altı sütun mavi şerit zeminde şunlar var: “Ecevit’in Çekmecesindeki İstihbarat Belgeleri” ve en koca harflerle ikinci başlık: “Arşivden Çıkan Müthiş Sır.” Alt başlıklar: “Ecevit’e 3 Ocak 1979’da ulaştırılan MİT belgesinde, 105 kişinin öldüğü Maraş olaylarında MİT’in parmağı olduğu yazılı. Ecevit, imzasız belgeye ‘Çok ciddi kaynaktan gelmiştir’ notu düşmüş.” Sevgili Can Dündar ve Rıdvan Akar’ı Ecevit’le ilgili bu yazı dizileri için yürekten kutluyorum. Arşivdeki 3 Ocak 1979 tarihli raporda MİT’teki MHP hâkimiyeti anlatılıyormuş, bölümün başlığı ise şöyle: “Maraş’ı MİT Planladı. Rapor 1979’da Kahramanmaraş’ta 105 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların MİT görevlilerince planlanıp çıkarıldığını kaydediyor. Bu görevlilerin isimleri de tek tek yazılı. Ecevit raporlara (çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir, değerlendirilmesinde yarar vardır) notu düşmüş.” Not düşeceğine konunun üzerine düşseydi, uyarıları dikkate alsaydı o, 105 can, Alevi can kadınlı erkekli/çoluk çocuk bugün yaşıyor olacak, kim bilir taa Maraş ellerinden kalkıp O’nun cenazesine de katılacaklardı...
“Acı Haber Telgraftan Tez Gelir” Nefes Dergisi’nin 1995 Mayıs sayısında yer alan söyleşimden bir bölümü de alıyorum: “… Ve İçişleri Bakanı ile görüşmemizden üç dört gün sonra 103 canın canından edildiği o korkunç Maraş katliamının ardından hemen istifa eden ve çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosuna acılar içinde gelen ve ‘Otyam keşke seni dinleseydim’ demek uygarlığını gösteren İçişleri Bakanı’na teşekkür ederim, ama acıyla!” Şimdi tam sırası ve yeri: “Gerçeğe Hüüü…”
Oku Bu bir buyruktur. Nice buyruk gibi. Her gittiğim Alevi/Bektaşi topluluklarında bir dergi ya da kitap adını ortaya atıp kimlerin okuduğunu soruyorum. Nürberg’de Alevi canların güzelim cemevine mihman oldum, bir söyleşi de yaptım, bilmem hoşnut kaldılar mı? O topluluğa Serçeşme’yi,
Aralık 2006
bu güzelim aydınlatan dergiyi de sordum, okuyan parmak kaldırsın dedim, daha kapıdan içeri girerken boynuma sarılan o candan başka okuyan çıkmadı! Acı değil mi? Alevilerin Sesi’ni okuyorlarmış, eyvallah, ama okumanın sonu yok ve olmamalı diyorum durmadan, televizyonda tek kanala mı bağlı kalınıyor?
Ey Koca Pir Sultan Abdal, Şikayetim Var! Sordum, “Şu Alman topraklarında bir güzel adam var, Alevi, kitaplar yazan, araştırmalar yapan, en son eseri neredeyse bin sayfa ‘Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri.’ Göreniniz, okuyanınız var mı, yazarın adı, adı güzel Ali Haydar Avcı.” Ne yazardan ne de son büyük kitabından kimsenin haberi yok! Okuma üzerine söyleştik, Alevi toplumunun son zamanlarda okumaktan uzak durduklarını, örneklerle verdim, yanlışlığını vurguladım. Kimse alınıp darılmaya, “dost, ama gerçek dost acı söyler…” Ali Haydar Avcı cana sordum, sık sık konuşuruz telefonla, çoğunluk o arar, ne kadar zamanını almış bu müthiş araştırma, bu müthiş kitap? Yirmi yılı geçmiş çalışması! Yayınlayan Noktakitap’ı can-ı yürek kutluyorum. Ali Haydar Avcı canın bu müthiş çalışmasını biz okurlara ulaştıran Genel Yayın Yönetmeni Oya Uğur, Editör Tarkan Tufan, Redaksiyonunu yapan Ahmet Seyrek, Bilgisayar uygulaması için Meral Gök, kapak resminin yaratıcısı Derya Yini, Film-Grafik Seval Grafik, baskı ve cildi gerçekleştiren Kilim Matbaası emekçilerine ferade ferade selam ederim, elleri yürekleri dert görmesin derim. Belgeler, resimler, minyatürler kitabı daha da zenginleştirilmiş, geziden yeni döndüm, başucu kitabım Pir Sultan Abdal’ın daha 139. sayfadaki “Pir Sultan Abdal’ın Yaşadığı Döneme İlişkin Diğer Kanıtlar ve Şah İsmail Hatayî ve Şah Tahmasp’la İlgili Deyişler” bölümündeyim. Almanya’da kısa bir süre birlikte olup tanış olmanın mutluluğunu duyduğum saygın halkbilimi araştırmacısı Ali Haydar Avcı canın “Köroğlu Ayaklanması”, “Zeybeklik ve Zeybekler” yapıtlarını da öperek okumaya başlamıştım. Her okuyanın elinde ve evinde olması gereken bir yapıt daha ondan, Pir Sultan Abdal… Kitabın sonuna baktım, pek iyi seçemeyen gözlerimle saydım Kaynakça’yı 287… Arşiv Defterleri, Haritalar, Elyazmaları ve Derlemeler, Kaynak Kişiler de çalışmanın ciddiliğine, zenginliğine tanık ve bu cana çok şeyler öğreten sözlük. Emeklerinle bin yaşa adı da güzel Ali Haydar can.
“Yaman Meraklanırım Olacaklardan” Bu, ulu ozan Nazım Hikmet canın bir dizesidir, yıllardır kullanırım yazılarımda… Pek meraklı kişi sayılmam ama, yaman meraklandım mı da yaman meraklanırım! Yaman meraklandığım konu şu iki üç gündür: Peygamber efendimizin baş sömürücüleri Suuadi’ler, ecdat yadigârı Ecyad Kalesi’ni yerle bir edip buraya yani Mekke’de Kâbe’ye yüz metre mesafede bulunan bu yere “Zemzem Towers” yani kocaman bir otel kurdular ve din kardeşlere devre mülk olarak satmaya başladılar ve yedi yüz Türk vatandaşı din kardeşimiz de nasiplendiler bu ecdat malı kalenin yerle bir edilip üzerine yapılan otelden!... Bilmem kaç bin odası varmış, tam da Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa’nın yattığı yere bakan…
Kral Hazretleri Kâbe’ye Doğru İşemezmiş! Kral hazretleri geçenlerde ülkemizi şereflendirdi ve kaldığı otelin tüm tuvaletlerinin istikameti değiştirildi; zira bunlar Kâbe istikametindeymiş! Kral hazretleri üç yüz kişiyle geldi İstanbul’a yani en azından üç yüz kenefin çiş yeri değiştirildi! Yaman meraklandığım da şu, bin bilmem kaç odalı otelin kenefleri nereye bakıyor, haydi başka istikamete… Asıl yaman meraklandığım ise başka, lütfen bağışlayın merak kediyi öldürürmüş kedi değilim, ama yaman meraklanıyorum: Hac zamanı otele gelen müminlerin bir kısmı helalleriyle yani resmi ve de KDV’si olarak imam nikâhıyla evli olarak geldiler diyelim. Hava sıcaktır, şudur, budur, canı helalini çekti diyelim, cima vaziyetleri vuku bulduğunda Kâbe’ye karşı ya da onun sınırları içinde bu durum nasıl olacak şer’an caiz mi, yoksa cehennemlik haram bir birleşme mi? Ya Diyanet İşleri Muhterem Reisimiz ya da can adam ki bu işlere TV’den vakıftır Prof. Dr. Sayın Beyaz bin zahmet bu konuda başkalarını bilmem bu canı irşat edip meraktan kurtarır hayır dualarımı alır. Bakara Suresi 197. Ayetinde Hac’cı bilinen ay olduğu, kim o aylarda haccı kendisine gerekli kılarsa hacda kadına yaklaşmak yok. Yok da, olursa n’olacak? Evet, Suudiler Mekke’de Kâbe’ye karşı 4 bin 668 lüks daire yaptırmış, bunun 1.240 adedi muhterem Türk din kardeşlerimize ayrılmış ve dahi bunun yedi yüzü hemen satılmış, yani ecdat şehitlerinin kemiklerinin üzerine kurulan bu kocaman yapıda!... En son merakım da şu, bu lüks odalarda, olanları kaydeden cihazlar da var mı?
3
SERÇEÞME
Oyun Oynamayalım Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak Bir “Oyun”dur Bölüm: I Esat Korkmaz düşünce özgürlüğüne, ezilen-horlanan insanları kurtuAlevi-Bektaşi Hareketi, “siyasallaşmalı mıdır yoksa luşa taşıma mücadelesine “şantaj” yapmak için kullansiyasallaşmamalı mıdır?”, sorusunu “ikirciksiz” yanıtAlevi-Bektaşi Hareketi dığı bir “rehine” olarak algılamış ve onu felsefesinden lamak durumundayız: Evet, “Alevi-Bektaşi Hareketi sitoplumsallaşamazsa, “çekip atmıştır”. yasallaşmalıdır”, daha doğrusu “siyasallaşmak zorun “Özgür bir insan ölümden başka her şeyi düşünür ve dadır”. Ancak siyasallaşmasını “toplumsallaşmadan toplumsallaşıp bilgisi ölüm üzerine değil, yaşam üzerinedir” yargısını gerçekleştiremez”. Alevi-Bektaşi Hareketi bugün “gesiyasallaşamazsa öne alarak ölümü ölümsüzleştirmiştir. lenek örgütü, demokratik kitle örgütü ve iktidarı almainanç alanında “Yanılgılı doğa”dan, yani insanın aklından, “yanılya yönelik kendisinin de içinde yer alacağı toplumsal gısız doğa”ya, yani “doğanın aklına” atlamanın “etikmücadele örgütü zemininde nasıl toplumsallaşacağını “ahlaklı” bir Sünnilik estetik” bir anlatım yolu olarak düşünceye-inanca tave siyasallaşacağını bilemediği için” bir bocalama için“lehine”, şıdığı “sevgiyi-aşkı”, özgürlüğün tek olası temeli ve dedir. Toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını “kendi toplumsal-siyasal alanda toplumsal yaşamın tek etik harcı olarak yaşama geçirdışında toplumsallaşan ve siyasallaşan” yapılardan sistemin gelecek projeleri miştir. aldığı “ödünçlerle” sağlamaya çalıştığı için ne toplumVe haykırmıştır: sallaşabiliyor ne de siyasallaşabiliyor; her geçen gün “lehine” “Doğa, insan ve toplum özgürleştirilmelidir; doğru“kendisinden uzaklaşıyor”. kurban edilir. dan demokrasi zemininde halkın demokrasisi, insanlıAlevilik-Bektaşilik halkın, egemene ve onun dünya Var olan örgütlenme ğın kurtuluş düşüne bağlanmalıdır”. Nedir insanlığın görüşüne, bu kapsamda Metafizik Tanrı’nın bize ve her şeye bakışına karşı mücadele geleneğini kucaklayan, “sistemin sunduğu amacın kurtuluş düşü: Alevilik-Bektaşilikte insanlığın kurtuluş düşü, “kâmil toplum”dur. Kâmil toplum, Anadolu o temelden beslenerek sürekli güncellenip günümüze peşine takılarak” Alevilerinin, felsefelerine, öğretilerine ve yaşama biuzanan “çağdaş bir tavrın”, toplumsal boyutta “çalıterbiye edilir. çimlerine uygun olarak toplumu kurtuluşa taşımak için şanlar çıkarına-yararına dayalı bir kavganın” taşıyıcıtasarımladıkları; devletin, sınıfların, özel mülkiyetin ve sı olarak bilince çıkar, inanca taşınır. Bu nedenle Aleparanın olmamasıyla belirgin, herkesin yeteneğine göre üretime katkıda vilik-Bektaşilikle yoğrulmak, Aleviliğin-Bektaşiliğin kavgasını yaşama bulunduğu, gereksinimine göre toplumsal üretimden pay aldığı kusursuz geçirmek; genelde “insan” görüntüsü altında ezilen-sömürülen bireye, toplumdur. Alevilerin-Bektaşilerin düşyapısal “temel tasarımı”dır. Bu özelde “insanlık” görüntüsü altında egemene karşı ortak bir iradeyi dışa toplumsal bir projedir ve toplumsallaşmak istiyorsa Aleviler-Bektaşiler vuran halka-yaratana yönelik bir “tapınmaya” katılmak demektir. bu tasarımı “güncellemek”; güncelleştirdikleri bu toplumsal projeyle yaDoğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru iş yapmak için kaynaklaşama müdahale etmek durumundadırlar. rımıza ulaşmak, onları yorumlamak; onlar üzerinde gezinmek; özverili Ve haykırmıştır: bir çabayla sesimizi, görüşümüzü ve davranışımızı saptamak; incelemek, “Kendini bil” buyruğunun izinde “doğa yasalarından farklı her türden irdelemek ve güncelleştirip yaşamımızın hizmetine vermek gerekir. Bu insan doğası yasasını” yadsıyarak, doğa üzerinde metafizik tanrıya güç da “her şeyden önce” insan soyunun en büyük “yabancılaşması” şeriatveren dinsel düşüncelere-inanışlara başkaldırmıştır; aynı gücü doğa üzeçı dinlerin başat inanç kaynağı “yaradılış” tasarımına karşı, Alevi-Bekrinde insana veren çağdaş-evrensel bir düşüncenin üreticisi olmuştur. taşi felsefesinin “varoluş” tasarımını “canlandırmak” anlamına gelir. Bunun ne anlama geldiği açıktır: Tektanrıcı dinlerin “metafiziğine” ya “Ne olduğumuzu, neyi temsil ettiğimizi ve kime karşı konumlandığıda bu metafiziği oluşturan/yaratan tektanrıcı dinlerin tanrılarının dünya mızı” küresel-ulusal “sistemin” başımıza ördüğü belalardan öğrenmek görüşüne, her türden teolojiye karşı çıkarak bir “enerji biçimi” olarak durumunda değiliz. Eğer “nasıl siyasallaşacağımızı bilemezsek” yakın algıladığı ve her şeyin varlığa gelme nedeni olarak tasarladığı “tanrının gelecekte, küresel-ulusal sistemin “armağanı” kendi “amacını” izlene düşündüğünü, ne yapmaya çalıştığını” bilmek demektir. Eğer toplummekten başka “duruş” bilmeyen bir kimlik ya da örgüt kimliği “donuna” sallaşmak, toplumsallaşarak siyasallaşmak istiyorsa Alevi-Bektaşi harebürüneceğiz. keti, tektanrıcı dinlerin kurduğu ve “temel inanç yasası” olarak beyinlere taşıdığı “doğa yasalarından farklı her türden insan doğası yasası”nı Birleştirici Çığlık inkâr etmekle yükümlüdür. Bunu gerçekleştiremezse “tanıma bedeli” Unutmayalım: Ozanlarımızın, pirlerimizin, mürşitlerimizin “avazı”, hekarşılığı “Sünnilikten ödünç” aldığı değerlerle kendini toplumsallaştırpimiz için “birleştirici bir çığlıktır”. Bu “birleştirici çığlığı”, önce “topmaya çalışır; etik değerleri öne alınmış bir Sünniliği Alevilik-Bektaşilik lumsal” sonra da “siyasal” bir “kalıba” dökerek yaşamın her alanına tadiye “pazarlama” yoluna gider. “Etik Sünnilik” etiketi taşıyan böylesi bir şımak, yeri geldiğinde bu “çığlığı” toplumsallığımızın “ölçütü durumunAleviliğin varacağı yer nettir: Sünnilik büyük din olduğuna göre “küçük da bulunan her türlü eşitsizlik-haksızlık-horlanma” alanına “salmakla” din”; toplumsal ve siyasal olmanın uzağında, laik bir toprakta, “vicdanyükümlüyüz. larda yaşatılması gereken bir ahlak ve öte dünya öğretisi”. Yaşam, insana olduğu gibi “toplumsal kimliklere” de sayılı günler, Alevi-Bektaşi tarihi geçmişte bu yükümlülükleri yerine getirmiş, sayılı yıllar olarak verilir: Ama ne yazık ki “boş” olarak verilir. İçinin yani toplumsallaşmış; toplumsallığıyla siyaseti “terbiye” etmiş; siyanasıl doldurulacağı o insanın ya da o toplumsal kimliğin “kendisine” sal olanla- toplumsal olanın birbirine kesintisiz taşınmasını sağlamışbırakılır. Nasıl bir yaşam süreceği, nasıl bir kavga vereceği “önünde dutır. Sürekli parlattığı “gönül aynasından saçılan ışığı”, insanın aklının ran bir olanak”tır. Her birey ya da her topluluk hangi “ihtiyaçtan doğve doğanın aklının toplamı olarak algılamış ve onu “Tanrı” biçiminde muşsa” olanağını o ihtiyacı gidermeye yönelik olarak kimliklendirmiştir. Kimliklendirdiği ışığı, “değişime” kullanır. uğratıp somutlaştırarak “tüm metafizik dinlerin içinden Eğer “kurucu” pirlerimiz, Alevilik-Bektaşilik ezilenlerin “ezenler gibi düakan ve onların kurallarını/ilkelerini silip süpüren bir mürşitlerimiz, şünmeme-inanmama” ihtiyacından doğmuştur; “topakarsuya” dönüştürmüştür. lumsal bir zorunluluk” nedeniyle ortaya çıkmış, yapıVe haykırmıştır: ozanlarımız lanıp biçimlenmiştir: “Yazgısını”, ezilenlerin esenliğe Tanrı, “Konuşan İnsan”dır; insan “Konuşan Tan“haksız yere” çıkarılması üzerine kurmuştur; olanağını bu amaç için rı”dır. İbadet Tanrı’yı insanlaştırmak ya da insanı tanölmeselerdi biz bunları kullanmıştır. İşte tam da bu nedenle bu toprağın tanıdırılaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu nedenle insan, ğı “en gerçekçi siyaset” ya da “politika” Alevi-Bektaşi söyleme olanağı toplum ve doğa, “metafizik tanrının tasallutundan kurtarihidir. Bu tarih: tarılmalıdır”. Demek ki “toplumsallaşmak, toplumsalbulamayacaktık: “Doğrudan demokrasi” zemininde halkın demokralaşarak siyasallaşmak” istiyorsa Alevi-Bektaşi hareNiyazla efendim, sisini politikasının/siyasetinin “değişmez” biçimi olaketi, “insanı ve doğayı özgürlüğe taşıyan bir özgürleşrak algılayarak “toplumcu aydınlanma”nın-“toplumcu hepsine teşekkür borçluyuz; me hareketi” olmak; Alevi-Bektaşi aydınlanmasınıhümanizm”in harika bir felsefesini yaratmıştır. dallarından düştük çünkü. hümanizmini; bu aydınlanmanın- hümanizmin amacı Egemenin ya da küresel egemenin, “özgürlük mücaolan “kendini yitiren insanın yeniden kendini bulma, delesi” karşısında bir “silah” olarak taşıdığı “ölümü”, toplumu kurtuluşa taşımanın nesnel yasalarını yaka-
4
Sayı 25
SERÇEÞME lama” çabasını yaşadığımız ana ve geleceğe taşımak zorundadır. İşte bunun için Alevilik-Bektaşilik tarihi, devrimci tarihimizin bilgisidir: Devrimci tarihselliğimiz ise “Alev-Bektaşi tarihinin şimdileştirilmesi”dir. AlevilerBektaşiler toplumsallaşmak, toplumsallaşarak siyasallaşmak, bunu gerçekleştirmek için kendi tarihlerine bireysel, ötesinde toplumsal “katılım” sağlamak istiyorlarsa, “geçmişi şimdinin bilincinde yoğurmaları” gerekir. Özü gereği Alevi-Bektaşi tarihi “yorumcudur”; geçmişte olup bitenlerin “nedenlerini araştırır”; güncellendiğinde aynı nedenlerin hangi kılıklara büründüğünü ve nerelerde konuşlandığını saptar. Felsefesinin konusu, “toplum ve toplumsal yaşam”dır. İnsana özgü bir toplum ve insana özgü bir toplumsal yaşam kurmayı amaçlar. Yöntemi ise toplumsal olayları etkileyen “nedenler” olarak öne çıkan “üretici güçlere” dayanarak “toplumsal değişmeyi” kanıtlama temellidir.
aramaz; “iktidar” ilişkilerini dışarıda bırakır. Sorunun çözümünü “barış şarkılarında”, anti-emperyalist Alevi-Bektaşi örgütlülüğü değil, “anti-militarist” söylemlerde arar. Çözümlesiyasallaşama davranışına me, yurttaştan ve onun devletle ilişkilerinden başlar girerken inanç sorunlarını ve sonunda yine oraya döner. “Uzlaşma ve özerklik” demokratik duruşun “ayrıksı” özellikleri olarak öne seslendirmekle yetiniyor; çıkarılırken devletin varlığı da “kamusal alanı eşitlikçi biçimde düzene ve kurallara bağlama çabalaişsizliği, pahalılığı, rına” indirgenir. Devletin küçülmesi haykırılırken yoksulluğu, eşitsizliği aynı zamanda sivil toplumdaki ilişkileri “güvenceye” ve gündelik yaşamı kavuşturmak için devlet “yardıma” çağrılır ve onun doğrudan ilgilendiren varlığı “mutlaklaştırılır”. Bu devleti küçültmek değil, tam tersine “büyültmek”tir. Böylesi bir süreçte, “toptoplumsal ilişkileri lumsal olan toplumsal”, “siyasal olan siyasal” kalır. “dışarıda” bırakıyor Devlet ile toplumun “bütünleşmesini” gerektiren her türlü proje inkâr edilir. Alevi-Bektaşi hareketi tam da bu nedenle “kıskaçta”dır: Toplumsallığı açığa çıkmış değildir, yani “gizil”dir ya da toplumsallığını açığa çıkartacak eylemlilikten “yoksun”dur, bu türden eylemlilikleri “unutmuş”tur, yani, “oy verme” yükümlülüğünden bile sakınan “kör bir toplumsallık” yaşamakNasıl Siyasallaşacağız? tadır. Siyasallaşamadığı için de “kendi dışında toplumsallaşarak siyasal Söze “susturucu takma”nın zamanı değil… bir duruma gelmiş” herhangi bir “siyasal parti” ile siyaset “pazarlığı” yapmakta ve ondan siyaset “ödünç” almaktadır; bu “ödünce” karşılık “Siyasallaşabilmek” için “toplumsallaşmak” gerekir: Toplumsallaşabilödediği “bedel” şu ya da bu sayıda “milletvekili”dir. mek için de “örgütlenmek”. Alevi-Bektaşi düşüncesini “özümseyebilirSöylemi ve eylemiyle kendini “barış”, “demokrasi” ve “insan haksek” eğer O’nun örgüt “don”una “don” olabiliriz. “Örgüt”ün “saklamış” larıyla” sınırlayan bir “sivil toplum” hareketiyle ya da bununla “özdeş” olduğu şey “üyelerde” ortaya çıktığı için kimi kez “üyeler”, örgütün açıduruma düşmüş bir Alevi hareketiyle burjuva demokrasisinin “bugünkü ğa çıkmış “sırları”dır. “Sır insanı”, tarihsel ya da toplumsal “zorunlulusorunlarını” aşmak olanaklı değildir. Alevi-Bektaşi olmaktan kaynaklağun” gerektirdiği ölçüde sırlarını açıklamak ve “yeni sır kaynaklarını” nan bireysel/toplumsal sorunlar, ancak burjuva demokrasisinin “nesnel harekete geçirmekle yükümlüdür. Alevi-Bektaşi sorumluluğumuz bizi, sınırları aşılarak” çözüme kavuşturulabileceğine göre Aleviler-Bekta“edepli” bir söyleme ve eyleme zorlaması gerekir. şiler kendilerini ister “elitist” isterse “popülist” olarak algılansın “sivil Açıktır ki Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bir “sivil toplum” örgütlenmetoplum hareketinin” ötelerine taşımak durumundadırlar. Asıl önemlisi si değildir. Toplumsal muhalefetin konumlanışını sivil toplumla, bileşiAlevi-Bektaşi örgütlülüğü bugün “demokrasi mücadelesi” verdiğini mini yurttaşlarla, karşıtını devletle ve hedefini burjuva demokrasisiyle söylerken ya da siyasallaşama davranışına girerken kimi inanç sorunsınırlandırmak ve sınırladığı alana çekilmek değil Alevi-Bektaşi örgütlarını seslendirmekle yetiniyor; “işsizliği”, “pahalılığı”, “yoksulluğu”, lülüğünün asıl görevi. Asıl görevi, hakların “eşitsiz” dağıtımını yaratan “eşitsizliği” ve gündelik yaşamı doğrudan ilgilendiren “toplumsal” iliş“vatandaş” ya da “yurttaş “ temelli hak dağıtımına “duruş” almaktır. kileri “dışarıda” bırakıyor ya da onlardan “sakınıyor”. “Sınıf ” kavramıBunu yaparak “eşit hak dağıtımı” üreten hakların “eşitsiz dağıtımını” nın yerine, “yurttaş” ya da “vatandaş”, ötesinde “topluluk” kavramını yaşama geçirerek sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal, inançsal konumlanışgeçirdiği için “sanıldığının tersine” Alevi hareketi toplumsallaşamıyor, lar tarafından belirlenen, yani günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal toplumsallığıyla siyaseti “terbiye edemiyor” ve siyaset kendisine “ilgiilişkiler” alanında çalışmaktır. Yurttaş-vatandaş temelli çalışmalar, asıl siz” kaldığı içinde siyaset alanını sürekli “daraltıyor”. çalışmayı “tamamlayıcı-bütünleyici” nitelikte algılanmalıdır. Kaldı ki Bu nedenle Alevi-Bektaşi Hareketi “toplumsallaşmak, toplumsallatanımlanan “sivil toplum alanı” bugün uygar yurttaş ilişkilerinin değil, şarak siyasallaşmak” istiyorsa “devrimci çözümlemeyi” bulmak, yani saldırgan köktenciliğin, özgür rekabetin değil tekelleşmenin, üretimin sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal konumlanışlar tarafından “belirlenen” değil rantın, özgür iletişimin değil medya yönlendirmelerinin, özgür söz ve günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal ilişkileri” yakalamak/bunve karar aygıtlarının değil sendika-dernek bürokrasisinin egemen olduların taşıyıcısı/sahibi olmak zorundadır. Bu temel ilişkileri ölçü alarak ğu bir alandır. Çalışmaların “bütünüyle bu alana kaydırılması” ezilenlebaşlatılan Alevi-Bektaşi örgütlü hareketi, “eşitsizlikleri devlete uzatıp bu rin-horlananların mücadelesini omuzlayan örgütlerin tarihini “siler”. aygıtı kendi toplumsallığını ve siyasal gücünü tanıma” temelli bir “döSürekli yinelediğim bir gerçeği bir kez daha vurgulamak istiyonüşümün” içine sokar. Açıktır ki bu bir “etkileşim” ve “geçişme”dir, yani rum: Alevilik-Bektaşilik bir “bilme kültürü” değildir, bir “değiştir“toplumsal olanın siyasallaşması”dır. Bu süreçte bunun tersi de gerçekme kültürü”dür: “Değiştirme kültürü”nün taşıyıcısı olarak her Aleleşir, yani “siyasal olan” toplumsallaşır: “Devletin bu belirlenmişlik kovi-Bektaşi önce “kendini değiştirecek”, sonra da “toplumu değiştişutundaki girişimleriyle sivil toplum yeniden biçimlenir”. Özetle devletle recektir.” Bu kapsamda, Alevilik-Bektaşilik adına yapılacak işleri, sivil toplum, birbirini “dışlayacak” biçimde bir “karşıtlık” içinde bulundevlet ile Alevi toplumunun “organik ayrılığı” üzerine yapılandırırmaz; bunu hiçbir zaman unutamayalım. sak, devlet ile Alevi topluluğu arasındaki “organik geçişmeleri” “gizAleviliği “sivil toplumculuk”la özdeşleştirirsek, “sivil toplumun lemiş” ya da “örtmüş” oluruz. Giderek bu zemin üzerinde, Alevi devlet müdahalesinden kurtarılmasıyla bir kamusal alan ortaya çıkagelenek örgütü ve demokratik kitle örgütü anlayışını, ötesinde ezilenlecaktır; bu kamusal alanda görüşlerin özgürce ifadesiyle bir söylemsel rin Alevileri de kucaklayan iktidarı alma amaçlı siyasal örgütlenme anirade oluşacaktır” amaçlı bir mücadeleye girilir. Ancak bugün, kürelayışını ve bu örgütlerle yürütülecek demokratik/siyasal mücadeleyi “yaselleşen kapitalizm sürecinde ulus-üstü şirketler ve bunlara eklemlebancılaştıran”, biri “popülist”, diğeri “elitist” olmak üzere iki “sivil topnen ulusal şirketler “müdahaleleriyle” kamusal alanı “işlumculuk” anlayışı boy verir. Popülist sivil toplumculuğa gal” etmiş durumdadır. Klasik kamuoyunun yerini artık göre “demokrasi”, iradesini “genel oyla” dışa vuran halkın Söylemi ve eylemiyle “halkla ilişkiler” ve “kamuoyu araştırmaları” almıştır. yarattığı bir şeydir; daha doğrusu “genel oy” belirleyici bir kendini “barış”, Tam da bu nedenle benim toprağımda, “devletin deüretidir; bunu engellemeye çalışan “devlet bürokrasisi” ise “demokrasi” ve mokratikleşmesi, toplumun anti-demokratikleşmesiyle ko“düşman”dır; kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Daha “insan haklarıyla” şut” gider. Çünkü Türkiye, küresel kapitalist yayılmada “az” halkçı, buna karşın daha “çok” örgütlenmeci gözüken bölgede emperyalist odaklar için “güçlü ve güvenilir” bir elitist sivil toplumculuğa göre ise demokrasi, kendisinde sınırlayan ülke olmak durumundadır. Onlar adına “koç başı” olma “vatanı kurtarma- devleti ve halkı esenliğe çıkarma misbir “sivil toplum” görevini yapabilmek için “belirli burjuva demokrasiyonu görenlerin” oluşturduğu ideolojinin kimi örgütler hareketiyle si standardını yakalamak, dış hatları çizilmiş, iç hatları aracılığıyla sivil topluma taşınmasıyla yaratılan bir şeydir; daha doğrusu “yukarıdan aşağıya” çalışan “emir-komuta” “özdeş” duruma düşmüş silinmiş bu demokrasi formatını yaşama geçirmek, güçbir Alevi hareketiyle süzlük ya da güvensizlik izlenimi uyandıran kimi dinaüretisidir. Bu “taşınmaya karşı çıkan” kim olursa olsun “düşman”dır ve kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Biri burjuva demokrasisinin mikleri demokratik olmayan yollardan dizginlemek ya da sırtını “halka” dayar, diğeri sırtını “zinde güçler”e dayar: “bugünkü sorunlarını” sindirmek” zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle resmi değerler “şeriata karşı toplumu ordulaştıran” ideolojik Sırtını “halka” dayayan devlet katında, sırtını “zinde güçaşmak devlet aygıtı işlevini gören kimi örgütler ve medya taralere” dayayan toplum katında örgütlenme yoluna gider. olanaklı değildir. fından toplum yaşamına sızdırılmakta, “devlet demokHer iki anlayış da sorunun çözümünü “üretim ratikleştikçe toplum devletleşmekte”dir. biçimi”yle bağlantılı bir “toplumsal-siyasal” çalışmada
Aralık 2006
5
SERÇEÞME
HEIDELBERG’DE YAPILAN SEMPOZYUMA SUNULAN BİLDİRİ
Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor muyuz? Serçeşme Hacı Bektaş Veli ve Hünkâr Dergâhı - Bölüm I İsmail Kaygusuz
H
ünkâr Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı boyunca toplum için yaptığı onca güzel işler, kendisi egemen Sünni yönetimlerin inancına aykırı düştüğünden, ancak birer keramet yumağı olarak günümüze taşınabilmiştir. Halk bilinci onu gönüllerine, iç dünyalarına sultan yapmış; yürüdüğü dağı taşı, dokunduğu toprağı ağacı ve oturuşunu kalkışını, el verişini, gözaçıp kapatışını kutsamış ve olağanüstü ögelerle bezemiş. XV. yüzyılın sonlarında ilk kez yazıya geçirilmiş olan şiirsel ve düzyazı biçiminde günümüze ulaşan Hacı Bektaş Vilayetnamesi bu özellikleri taşır. Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan ise, Şatiyye’leri ve Fevaid (Yararlı sözler) dışından sadece tam olarak Sadeddin Molla’nın türkçeleştirdiği Makalat (Sözler) elimizde bulunmaktadır. İçerikleri Şeriat ögeleriyle donatılmış ve hiç ilişkisi olmadığı kişilerin adları bulunan “Besmele’nin Şerhi” ve “Makalat’ı Gaybiyye Kelimat-ı Ayniyye” (Gizli Sözler, Açık Sözcükler) isimli kitaplar Hacı Bektaş Veli’ye ait olması olasılık dışıdır. Yazıcı-müstensih tarafından kasıtlı olarak onun adı kullanılmış ve Makalat tahrif edilmiştir. Hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli kadar kişiliğine ve konumuna ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı giysiler giydirilmemiştir. Kabaca bir sıralarsak: 1) Hacı Bektaş namazında orucunda bir zahid, yani aşırı ibadet düşkünü şeriatçı bir Sünni müslüman. 2) Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’da Türklüğü ve Türkçeyi yaymak için gönderilmiş bir Türk şeyhi. 3) Anadolu’yu Türkleştiren ve İslamlaştıran alp erenlerin başı, bir fetihçi. 4) 1240’da doğup 1337-8’de dünyadan göçen Hacı Bektaş beylerle sultanlarla iyi uzlaşmış ve Osmanlı işbirlikçisi bir Hanefi tarikat kurucusu. 5) Dünyadan elini eteğini çekmiş, tek başına inziva hücresinde “riyazat ve ibadetle iştigal edip” kerametler göstermiş bir ermiş. 6) Babai halk ayaklanmasında gizlenmiş, ayaklanma bastırılınca birden ortaya çıkmış ‘meczup’ ve korkak bir derviş. Kuşkusuz Hacı Bektaş Veli bu kişiliklerin hiçbiri değildir ve olamaz!1 Öyleyse kimdir bu tarihsel kişilik? Biz Hacı Bektaş Veli’nin Alamut Nizari İsmailileriyle çok yakın bağı bulunan bir Bâtıni Dai’si olduğuna inanıyoruz. Burada önce bu ilişkileri ortaya koymaya çalışacağız:
Hacı Bektaş Veli Bir Bâtıni Dai’siydi Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin ölümünden en az kırk yıl sonra doğmasına rağmen, onun tarafından Anadolu’yu “Türkleştirmek” ve Türkçeyi yaymak, Anadolu’yu islamlaştırmak için gönderildiğini hâlâ ciddi ciddi ileri süren, yazıp çizenler var. Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti: “Hacı Bektaş’ın, Mevlana’ya karşı Türk harsını koruduğu, hatta onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi’nin bulunduğu bir teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu’ya gönderildiği gibi, kargaları bile güldürecek hükümler verenler çıktı.”2 Elbette ki, Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a (ö.799) kadar çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına da engel değildir. Yedinci İmam Musa Kazım’ın ölümüyle on birinci kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu arasında tam dörtyüz yıl var. Sadece adı geçen İmam’ın halefi İmam Rıza ve diğer oğullarının değil, 8. yüzyılın başlarından beri Hasan ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Afganistan ve Türkistan’a yayılmış ve evlilik ilişkileri kurmuş bulunuyorlardı. Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe karışıp kaynaşmışlardı. Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu olduğunu söylemenin bilimsel tutarlılığı yoktur. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende, Ahmet Yesevi’nin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görül-
6
müyor. Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda, “hasılı bizce, Ahmet-i Yesevi nasıl şöhreti yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu geleneğe sokulmuş ve bu zata Hacı Bektaş’a hocalık ettirilmiştir” diyor.3 Kuşkusuz bu kişiler sadece “şöhretleri” yüzünden değil, Hacı Bektaş’ın “menkıbe”lerinin yazıya geçirildiği dönemin (1480’li yıllar) Osmanlı siyasetinin gereği olarak Vilayetname’ye sokulmuştur. Gölpınarlı’nın asıl Mevlana Celaleddin adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok yerindedir: “Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yayıcısı, propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder...”4
Hacı Bektaş Veli Ailesi ve Nişabur Kenti Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişabur’dan en geç 1221’in Mart ayında –daha erken de olabilir– ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü kent Nisan ayının ikinci haftasında Moğol ordusu tarafından kuşatıldı. Kendisi henüz 11-14 yaşları arasındadır. Belki de Vilayetname’de anlatıldığı gibi, babası “İbrahim el-Sani, Tanrının rahmetine varmıştı.” Ayrıca aynı paragrafta, “padişahlığı Hacı Bektaş Veli’ye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve Musa-el Sani evladından Seyyid Hasan’a verdiler” denilmektedir. Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Belli ki, Hacı Bektaş’ın henüz çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid Hasan seçilmiştir. Bu kişi kaynaklara göre Abdal Musa’nın dedesidir. Eğer İbrahim el-Sani Nişabur’da ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar Seyyid Hasan’ın önderliğinde Nişabur’dan çıkıp yollara düşmüştür. Burada biraz Nişabur’dan sözetmek gerekecek: Sünni Selçuklu önderi Tuğrul Bey 1038’de Nişabur’u alıp, kendisini bu kentte sultan ilan etmişti. Nişabur 1142’de, İsmaililiğe eğilim duyan Selçuklu Prensi Atsız tarafından ele geçirilmiş ve ancak bir süre sonra Nişabur’la birlikte Sencer tüm Horasan’a yeniden egemen olmuştur. Önemli İranlı bilge ve ozan, “Doğu’nun büyük aklı” diye nitelenen Nasır Husrev, 1052 yılında Horasan hücceti, yani Fatımi İsmaili baş dai’si olarak karargâhını Belh’de kurmuş; oradan Nişabur ve Horasan’ın diğer kentlerine İsmaili propagandasını yönetiyordu. Hasan Sabbah’ın Alamut Nizari devletini kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve ölümünden sonraki Alamut şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla mücadeleleri boyunca İsmaili dai’leri İsfahan’da Belh ve Nişabur’da çok geniş propagandaya girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar olmuştu. Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın Hasan Sabbah’ın kalelerine (dar-ül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde kalanlar da gizli ilişkiler içerisindeydiler.5 Hacı Bektaş Veli’nin babasının ve dedesinin bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez. Kısacası bu kent, bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular arasındaki çekişmeler arasında birinden diğerine sıkça el değiştiriyordu. Son olarak; “10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu (Merv’den) daha acıklı oldu. Halkı katledilerek tamamıyla tahrip edilen kent tarla haline getirilip üzerinde çift sürüldü. Gizlenerek sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı bu 400 kişi ile harabeler arasına bırakıldı.”6 Kuşkusuz Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş, tarla gibi sürülmüş Nişabur’a bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi. O zaman bu aile nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş bulunan Hacı Bektaş eğitimini nerede görmüştü? Farid Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batıdan sınır komşusu Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında şu bilgileri veriyor: “Alamut İmamı Alaaddin Muhammed III’ün (1221-1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dahil, Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındılar. İsmaililer aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki bu, Nizari bölgesinden
Sayı 25
SERÇEÞME Alamut’a şikayetler bile oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıyordu. Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni muhteşim Şemseddin Muhammed de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı. Bu olayları, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan’ı ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani anlatmaktadır. Hatta Şemseddin ile savaşmakta olan Sünni Sistanlılar adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.”
ortaya çıkıp, Alamut İmamlarının temsil ettiği Ali’nin donuna bürünmüştür. Haft Bab-ı Baba Seyyidina’ya göre zamanın İmamı Ali’yi temsil ediyor, bütün İsmaili inançlıların her biri de Salman’nın makamında bulunuyordu, yani birer Salman idiler. Aynı şekilde bunu bir çok AleviBektaşi ozanı işlemiştir. Örneğin XV. yüzyıldan Hasan Dede (ö.1469) bir nefesinde, Yerlerin göklerin binasın düzen Ak üstünde kara yazılar yazan Engür şerbetini Kırklara ezen Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir
Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi Demek ki, Hacı Bektaş’ın aile çevresi ve yandaşları da en geç 1221 yılı ortalarında, Kuhistan’daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu Şahdiz kalesiydi. Hacı Bektaş’ın, daha sonra 1223 yılı sonunda Alamut tarafından Kuhistan yöneticisi olarak atanan yeni İmamın büyük üvey kardeşi Şemseddin Muhammed bin Hasan İhtiyar (çok sonraları Şemseddin Tebrizi adıyla tanınacaktır) ile kurduğu ilişki yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir. Genç Hacı Bektaş’ın Şemseddin Muhammed gibi birinin koruması altına girmiş olmasıyla bâtıni eğitimini, Nizari İsmaililerden, almış olabileceği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hacı Bektaş, Şahdiz ya da Alamut Nizari Medresesi ve kitaplığında tüm dai’lerin okuduğu, Kur’an ve hadislerin bâtıni yorumlarıyla birlikte İmam Cafer’e atfedilen risaleler ve onun bâtıni yorumcularının yapıtlarından olan Ummu’l kitab, Mansur el-Yamani’nin Risalat el-alim ve’l Ghulam, ve asıl İhvan-ı Safa Risaleleri, Nasır Husrev’in tüm yapıtları (Vechi Din, Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbah’ın Dört Faslı ve Sergüzeşt’ini, ve özellikle 1164’de Büyük Kıyamet Çağrısı’nı ilan eden Alamut İmamı Zikri Selam Hasan II’nin ve Hasan Sabbah’ın düşünceleri çerçevesinde, İsmaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş ilke ve buyruklarını içeren Haft Bab-ı Baba Sayyidina, vb., yapıtlarını okuyup yetişmiş bir İsmaili dai’siydi. Makalat’ında da bu kitaplardan yansımaları rahatlıkla görebiliriz. Anlaşılıyor ki, babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı yandaşlarıyla Azerbaycan’da Hoy kentine yerleştiklerinde, Hacı Bektaş ve kardeşi Menteş, birlikte Nizari İsmaili eğitim kamplarında, medreselerinde eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, İsmaililer arasında on yıldan fazla kalmış olmalıdır. 1230’lu yılların içinde bir İsmaili dai’si olarak dava misyonu yüklenip seyahatlara çıkmıştır. Bu görevleri de yetiştiricisi, öğretmeni Şemseddin’nin önerisi ve Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III’nin (1221-1255) onayıyla yüklenmiştir. Dai’ler listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp icazet verilmesi, Fatımi İsmailileri zamanından beri gelenekselleşmiş-resmileşmişti.7 Kuşkusuz Alamut’taki dai’ler listesi, büyük kitaplık ve arşivlerinin 1257’da toptan yakılıp yok edilmesi dolayısıyla ele geçmemiş bulunmaktadır. Hacı Bektaş bir bâtıni İsmaili Dai’si olarak önce Hindistan’a gitmiş olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Multan, Pencap ve Gucerat’ta İsmaililiği yaydığı döneme rastlar. Onun Hindistan’ı gezmiş olabileceği, Vilayetname’deki Güvenç Abdal söylencesinden anlaşılmaktadır. Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal’ı Delhi’deki kuyumcu müridinden bin altın neziri (adağı) almaya göndermiştir. Otuz yaşlarındaki genç İsmaili dai’si olarak bâtıni dervişi Hacı Bektaş’ın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Görüldüğü gibi onu Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi değil, bağlı bulunduğu İsmaili Hüccet’i Şemseddin Muhammed el-Tebrizi ve Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III (1221-1255) olmuştur. Alamut’tan Horasanlı Baba İlyas’a yeni bilgiler, belki buyruk getirmiş ve onun hizmetine girmiştir. Hacı Bektaş’ın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu Baba İlyas ve Baba İshak’ın yönettiği Babai Halk hareketinden Alamut’un habersiz olduğu zaten düşünülemez. Yönetim düzeyinde, Celaleddin Hasan III zamanında (1210-1221) bile Anadolu’da Alamut’un büyük bir otoritesi olduğunu gösteren bazı tarihsel belgeler8 sözkonusu olması dışında, en büyük Selçuklu Sultanı Alaaddin bile her yıl Alamut’a vergi veriyordu.9 Baba İlyas’ın piri olan Dede Garkın’ın Ebu’l Vefa yolağından olduğunu ve dolayısıyla Baba İlyas ile Baba İshak’ın Ebu’l Vefa’ya bağlı bulunduklarını Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler. Dipnot 7’de değindiğimiz Fatımi İsmaililerin X. yüzyılı başlarındaki listede Ebul Vefa, Daylam Baş Dai’si olarak geçiyor. Olasıdır ki, yaşamının son zamanlarında ise Irak’ta Bağdad baş dai’si görevinde bulunmuş olup, Ebul Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Ayrıca anımsatalım; İsmaililer kendi aralarında Alamut önderlerine “Baba Seyyidina”, yani ‘Baba Efendimiz’ diye çağrılıyordu. Oysa Vilayetname’de Hacı Bektaş’ı ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler, Haydariler bu kılıkta dolaşan İsmaililerden başkası değildir. Sonuç olarak, Hacı Bektaş Veli, 1257’de Alamut’un Moğollar tarafından yerle bir edilmesi sonucu İsmaililerle ilişkisini kesmiş midir? Bilemiyoruz, ama bâtıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı gibi
Aralık 2006
Kul Hasan’ım var mı sözümde yalan Münkirin gönlünü gümana salan Doksan günlük yolu kuşlukta alan Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir derken, Şah İsmail Hatayi (ö.1524) yedi kıtalık bir düvazimamıyla muhiplerini “Ali’ye Salman olmaya çağırıyor”: Muhammed’e gönül kat ki Cahd edip rehbere yet ki Bir Gerçek’ten etek tut ki Ali’ye Salman olasın
Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı da Onun Bâtıniliğinin Önemli Kanıtıdır Hacı Bektaş Veli Makalat’ında, insan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile hak olmak, onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır: “İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün ki taparsın?’ Ali der: ‘Görmesem tapmaz idim” diyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kâfirdir. “…Akıldan yararlanmasını bilen için gizli bir şey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır...” Akıl ve bilim hakkında söylediği bu türden sözlerin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur ? Ayrıca Makalat’ta Hacı Bektaş kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor, sonunu da “insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” diye bağlıyor.10 Gönlü, Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kabe’de ihram giymek demek, hakkı batıldan seçmektir. Ve ham yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer” diyor.11 Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartını yoksaymaktır, reddidir. Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz anlamına gelir. Hacı Bektaş’ın önderliğini yaptığı, kendi fadesiyle “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani bâtıni Alevi inançlılardır. Onlar için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet Çağrısı” ilkeleriyle “tatil-i Şeriat” dönemi başlamıştır; Şeriat tam 842 yıldır tatilden dönemedi.12 NOTLAR: İ, KAYGUSUZ , Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yay,, Istanbul, 1998, s. 6-9. A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul-1985, s. 237. Vilayetname, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1990, s. 103. A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul, 1985, s. 239-40. Farhad Daftary, İsmailis, Their History and Doctrines, s. 204-216. V. V. Barthold, Çev. Prof. Dr. Dursun Yıldız, Türkistan, TTK Yayınları, Ankara, 1991, s. 472, 558, 560; dpnt. 385. 7 Burada Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi dolayısıyla vermekte yarar var: X. yüzyılın başlarında, Rey kenti başkadısı olan Abul Cabbar Hamdani (936-1025), “Tathbit Dala’ il Nubuwwat” kitabında (s. 180) Kahire’yi ziyaret eden dai’ler listesinde Abul Vefa-ül Daylami adı geçmektedir. Bu kişi daha sonra Abul Vefa Bagdadi adıyla tanıdığımız (1100’lerde öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd soylu (annesi Kürt) olan Abul Vefa olamaz mı? 8 O, Turan, Türkiye Selçukluları Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, s. 106-108. 9 Al Hamawi, al- Tarikh-i al-Mansuri, s.340. Ak. F. Daftary, İsmailis. s. 420. 10 Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. S, Aytekin, Ankara, 1961, s. 32, 36, 73. 11 Makalat, s. 75. l2 Bu büyük gün için bkz. İ. Kaygusuz, Nizari İsmaili Devletini Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2004, s. 85-89. 1 2 3 4 5 6
7
SERÇEÞME
HEİDELBERG ÜNİVERSİTESİ’NDE YAPILAN BİRİNCİ ULUSLARARASI ALEVİLİK SEMPOZYUMU
Tarihte Alevi Ocaklarının Rolü ve Geleceği Recai Aksu
A
lmanya Alevi Birlikleri Federasyonu eski genel sekreteri Hasan Gazi Öğütçü Dede, Prof. Dr. Raoul Motika ve Dr. Robert Langer’in düzenlediği “Alevilerin Tarihine ve İnanç Dünyasına Yön Vermiş Ocak Düzeni ve Dedelik Kurumunun Tarihi, Kaynakları, Etnografyası ve Sosyolojisi” konulu Birinci Uluslararası Alevilik Sempozyumu, 1-2 Aralık tarihlerinde Almanya’nın Heidelberg Üniversitesi’nde yapıldı. Strasbourg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Irénè Mélikoff ve Heidelberg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Michael Ursinus’un himayesi altında toplanan sempozyumun birinci günü öğleden sonra AABF Dedeler Kurulu Başkanı Cafer Kaplan’ın okuduğu gülbeng ile başladı. Açılış töreninde Heidelberg Üniversitesi’nin Rektör Prof. Dr. Silke Leopold. Prof. Dr. Gregor Ahn, İslam Bilimcisi Prof. Dr. Michail Ursinus, Hamburg Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Raoul Motika, ve ABD’nin New York eyaletindeki Hofstra Üniversitesi’nden din tarihçisi ve sosyologu Prof. Dr. Markus Dressler konuşmalar yaptı. Ardından Faysal İlhan, Gürani Doğan ve Kemal Erarslan deyişler söyledi ve dede kızları Elmas Polat, Zeynep Sevim, Selver Çağlayan, Zehra Sevim, Zehra Çalışkan ve Ziynet Kutlu semah döndü.
Hasan Öğütçü konuşmasında sempozyumun amacının, Alevilerin tarihi, yazılı belgeleri ve tapınç törenleri üzerine uluslararası alanda yapılan araştırma ve incelemeleri kamuoyu ile paylaşmak olduğunu belirtti. Gelecekte Alevi ocakları ve tarihi üzerine daha geniş araştırmaları özendirmek istediklerini ifade ederek şunları söyledi: “Aleviliğin yazılı kaynaklara sahip olmadığı görüşü yanlış ve yanıltıcı. Anadolu’da köklü geleneğe sahip Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın Ocaklarına ait tarihi belgelerin fotokopilerinin Heidelberg Üniversi-
8
tesine verilmesi ile başlayan, geçtiğimiz yaz Heidelberg Üniversitesi ile Malatya bölgesinde yaptığımız alan araştırmasından sonra, Ocak ve Dedelik kurumu, Dedelere ait el yazmaları ve Ocakların geleceği üzerine aldığımız sempozyum kararını hayata geçirdik.”
Kimler Katıldı İrene Melikoff’un sağlık nedenleriyle katılamadığı sempozyumun ikinci günü bildiri sunumlarına ayrılmıştı. Birinci oturuma İngiltere’nin Bristol Üniversitesi’nden Dr. David Shankland başkanlık etti. Bu oturumda New York’tan Prof. Marcus Dressler, “Çağdaş Dedelik: Uluslar arası Alevi Cemaatında Dinsel Otorite ve Ritüel Uzmanlığı”; Ankara’dan Hamza Aksüt, “Osmanlı Tarihinde Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın Ocağı”; Londra’dan İsmail Kaygusuz, “Ocaklar Tarihinde Kutsal Bir Şahsiyet Olarak Hacı Bektaş Veli” konulu sunumları yaptı. İkinci oturumun başkanlığını Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nden Prof. Martin Van Bruinessen yaptı. Bu oturumda, Ankara’dan Dr. Mehmet Fuat Bozkurt, “Ocaklar ve Çeşitli Buyruk Gelenekleri’; Berlin’den Anke Otter-Beaujean, “Umuma Açık Kütüphanelerde Şeyh Safi Buyruğu Tarzında Metinler”; Heidelberg Üniversitesi öğretim görevlisi Johannes Zimmerman, “Osmanlı Ansiklopedi ve Lügatlerinde Alevi Ocak ve Dede Kavramları”; Heidelberg Üniversitesi’nden cand. phil. Janine Karolewski “Ocak, Dedeler ve Elyazmaları: Alevi Ayin-i Ceminin Yazımı ve Yayımı” konulu sunumlar yapıldı. Öğleden sonra yapılan üçüncü oturuma Heidelberg Üniversitesi’nden Dr. Robert Langer başkanlık etti. Bu oturumda İsviçre’nin Bern kentinden Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu, “Alevi Dedelerinin Dil ve Etnik Kimlik ve Aşiret Sisteminin Rolü”; Dr. David Shankland, “Batı ve Orta Anadolu’daki Dedelik”; Fransa’nın Lille kentinden Dr. Elise Massicard, “Cumhuriyet Döneminde Ulusoy Ocağı: Soya Dayanan Dinsel Otorite ve Dönümüş Çalışmaları” konulu sunumları yaptı. Dördüncü oturuma Prof. Markus Dressler başkanlık yaptı. Bu oturuma İstanbul’dan Dr. Ali Yaman, “Yakın Tarihte Ocak Sisteminin Gelişmesi”; Dicle Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Taşgın “Kentsel Dedelik ve Ocak Sistemi: Gaziantep’te Bir Din Sosyolojisi Araştırması”; Giessen’nden Dr. Beatrice Hendrich, “Alevilikte Cinsiyet ve Din Uzmanlığı” konulu sunumlar yapıldı. En son yapılan tartışma bölümünü Hamburg Üniversitesi Türkoloji Bölümünden Prof. Dr. Raoul Motika yönetti. Bu bölümde Hasan Gazi Öğütçü, “Çağdaş Bir Kurum Olarak Ocak”; İsmail Kaplan ve AABF Eğitim sorumlusu İsmail Kaplan, “AABF Modeline Göre Dede Eğitimi”; ve Dr. Robert Langer tartışmaya temel olan sunumları yaptılar.
Sayı 25
SERÇEÞME
SEMPOZYUMA KATILAN YABANCI ARAŞTIRMACILARIN SUNDUKLARI BİLDİRİLERDEN ÖZETLER
Cumhuriyet Türkiye’sinde Ulusoy Ailesi Elise Massicard Hacı Bektaş soyundan gelenlerin cumhuriyet Türkiye’sinde Alevilik içerisindeki gelişimi ele alan Massicard, “Ulusoy ailesi dini otoritesini keramet ya da müstesna bir inayet olarak değil, daha ziyade taşınması güç bir sorumluluk olarak görmektedirler.” diyerek Çelebi/Ulusoy ailesinin dini otorite, itibar ve nüfuz kaybettiğini belirtiyor. Bunun toplumsal süreçlerle bağlantılı olduğunu belirtiyor: “Çelebi ailesinin durumun etkileyen ana hadise 1925 tarihinde tarikatların ve dolayısıyla Bektaşi tarikatının kapatılmasıdır.” Ancak ailenin dini fonksiyonunun gayrı resmi olarak devam ettiğini belirten Massicard, aile içinde çıkan sorunların dini otoritenin parçalanmasına etkide bulunduğunu belirtiyor. “Anlaşmazlığın temelinde ruhani liderlikle ilgili miras kuralları sorunu yatmaktadır: Veliettin Çelebinin haleflerine göre yalnızca bir mürşidin oğulları mürşit olabilirler. Ahmet Çelebi’nin haleflerine … ailenin en yaşlı erkeğinin mürşit olması gerektiğini savunan ikinci bakış açısı … geçerli görünmemekte.” Ailenin durumunu etkileyen diğer süreç siyaset. 1950 sonrasında Aleviler Ulusoyların otoritesini tanıyordu, bu oya dönüştürülebilirdi. Bu da aileyi siyasi partiler için çekici kılıyordu. Aileden bazıları farklı siyasi partilerden aday oldu ve seçildi. “Hatta bazen birbirlerine karşı aday bile oldular” diyen Massicard şöyle devam ediyor: “1960’lı yılların sonlarında Türkiye Birlik Partisi’nde (TBP) … bir aile stratejisinin izleri görülmektedir. ... O zamanlar mürşit olan Feyzullah 1966’da partinin kurucuları arasındaydı; partinin ilk katıldığı 1969 seçimlerinde Ulusoy ailesinden aday olanlar dörtten az olmayıp her biri kendi seçim bölgesinde liste başında yer almış ve dördünden üçü de seçilmişti. Ancak bu mutabakat üzün sürmedi. 1969’da seçilen parlamento açık bir çoğunluk çıkaramamış ve TBP sekiz milletvekili ile stratejik hakem rolüne bürünmüştü. 1970’de Demirel hükümetinin güvenoyuna ihtiyacı vardı. Yeni seçilen solcu TBP’nin yönetimi ve mürşit Feyzullah güvenoyu vermemişlerdi. Ancak parti içerisinden beş milletvekili -bunlardan üçü Ulusoy ailesinden seçilmiş olan milletvekilleriydi- hükümete güvenoyu vermişlerdi. Bu da milletvekillerinin parti disiplinine aykırı davranmaktan dolayı partiden uzaklaştırılmalarını beraberinde getirmiştir. Bu yeterli görülmemiş, bu milletvekilleri … ağır bir dini ceza olan ‘yol düşkünü’ ilan edil mişlerdir.” Bu değerlendirmenin ardından Massicard, sürecin sonucunu şöyle özetliyor: “Bu politik düzenleme aile içerisinde tartışmalara ve anlaşmazlıklara, dışardan ise sert eleştirilere kısaca aile otoritesinin zayıflamasına neden oldu.” Sonuç bölümünde “Ulusoy ailesinin bugünkü dini otoritesi ne durumdadır?” sorusunu Massicard, şöyle yanıtlamaktadır:
Aralık 2006
“Alevilerin çoğu Ulusoylara daha eleştirel, ama saygıyla bakmaktadırlar. ... Bugün Ulusoy ailesi 1960’lı yıllarda Alevi hareketinde üstlendikleri rolden daha az önemli rol oynamakta. ... Veliettin Hürrem’in 2006 Ağustos’unda Hacıbektaş’ta Cem’e katılması kuraldan ziyade istisnadır. Ulusoy ailesi ... ne Alevi hareketinde ne de Alevilikteki dini merasimlerde bir birliğin oluşması konusunda sözünü geçirebilmiştir. 90’lı yıl ların başlarında Alevi `törenleri ve Alevi hareketi içinde dini otorite konusunda söz sahibi olmak üzere kurulması denenen aile vakfı ise iç çatışma ve hizipleşmelerden dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. ”
Cem Ayininin Yazıya Geçirilmesi Janina Karolewski 1950’li yıllara kadar Alevi cem ayininin yapılışı ile ilgili bilgiler sözlü, yazılı ve mimetik olarak aktarılarak korunmuştur. Törensel metinler ezberlenerek, törensel hareketler ise mimetik, yani törende görülen davranışları taklit ederek, aktarılmıştır. Köy topluluklarının çözülmesiyle, genç nesiller ile eski nesillerin ruhani kişileri arasındaki bağlantı kopmuştur. İşleyen rivayet zinciri kopmuştur. İlke kez Malatya, Hekimhan, Bıcır köyünde yaşayan iki dede dini bilgilerini Latin harflerine aktarmıştır. Bu çalışmada 1953 ve 1955 yıllarında yapılan ayinlerin akışı yazılı olarak tarif edilmiş. Buyruk metinlerinde olmayan nefesler ve dualar ayinin akışı içerisinde yazıya dökülmüştür. Günümüzde Alevi topluluğunun söylenceleri yazıya dökmekte ve sözlü aktarım arka plana itilmektedir. Bu yolla buyruk metinlerinden farklı yeni bir metin türü ortaya çıkmaktadır. Dedelerin kayıtlarına göre 1950’li yıllarda Alevi törenlerinin görgü işlevini devam ettirmeye ve korumaya çalışıldığı söylenebilir. Artık böyle bir şeyi düşünmek olanaksızdır, çünkü geleneklerde bir kopma yaşanmıştır ve bugünkü sosyo-ekonomik koşullar elverişli değildir. Daha 1950’1i yıllarda farklılaşan sosyoekonomik şartlarda Alevi öğretisini aktarma yönteminin devam edemeyeceği anlaşılmış ve farklı arayışlara girilmiştir.
Çağdaş Alevilikte Dedelik Markus Dressler Geleneksel Alevi cemaatinde dedeler dini ve sosyal yaşamı düzenleme yetkisine sahipken, 80’li yıllara gelindiğinde siyasi ve toplumsal gelişmeler dedelerin bu rollerinin aşınmasına yol açmıştır. Güdülen laiklik politikası dedelerin geleneksel toplumsal rolünü etkilemiş, esas neden ise sosyo-ekonomik gelişmeler olmuştur. 20 yüzyılın ortalarında şehre göç hareketi Alevi toplumunun sosyal yapısını değiştirmiş, bu koşullar dede talip ilişkisinin çözülmesini beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda 60’lı ve 70’li yıllarda Aleviler arasında yükselen solculuk dalgası dedeleri ve dedeliği sömürgeci sistemin feodal temsilcileri olarak görmüş, bu da dedelik itibarının yitirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bunlar olurken şehirlerde bir Alevi orta sınıfı oluşmuştur. Alevi toplumunda geleneksel hiyerarşik düzenin ortadan kalkarken, daha
sonra Aleviliğin yeniden canlanmasına önayak olacak yeni bir Alevi seçkinleri tabakası oluşmuştur. Aleviliğin yeniden uyanışıyla beraber dedeler yeniden saygı kazanmaya başlamış; geleneğin taşınması ve Alevilik uygulamalarının diriltilmesinde onlara yeni bir pay ve önemli bir görev düşmüştür. Bugün şehirlerde oluşan yeni Alevi topluluklarında dedeler geleneksel bağları aramadan görevini yerine getirmektedirler. Dede otoritesinin merkezi bugün ayin-i cemdir, ama diğer sosyal ve toplumsal temsil işlevleri sınırlanmıştır. Yeni Alevi seçkinleri ise Alevi kuruluşları ve medya aracılığıyla bu temsil rolünü üstlenmektedirler. Ayin-i cem gibi dedelik görevlerini kendi kendilerine öğrenen çok sayıda dede bulunmaktadır. Bu sorunu çözmek için cem el kitapları yayınlanırken, çağdaş Alevilikte dedeliğin yeni formları ve dedelik eğitimi üzerine tartışmalar devam etmektedir. Modernlik yanlısı Aleviler, dedelik kurumunun hayatta kalabilmesi için tüm merasim ve ayinlerin merkezileşmesi ve homojenleştirilmesi gerektiğini savunurken, gelenekçiler bunun Aleviliğin zenginliğini ve çoğulculuğu öldüreceğini savunmaktadırlar.
Değişen Dede-Talip İlişkisi David Shankland
İngiliz araştırmacı David Shankland, tebliğini şöyle tanıtıyor: “Aleviliğin kalbi olan … dedeliğin soydan geliyor olması eskiden olduğu kadar bugün de Alevilik için önemli bir sorun olarak görülüyor. Aleviliğin geçirdiği değişim, toplum üyelerinin dedeliğin doğuştan kazanılan bir makam olmasını kabul etmeye ne kadar hazır oldukları ile doğrudan alakalı. Belli ki bu meselenin özellikle Avrupa’da, Aleviliğin nasıl idare edileceği ve öğretileceği üzerine büyük etkisi olacak.” Modernleşme ile aileden gelen makamların yerlerini öğrenim ve eğitimle kazanılan konumlara bırakması gerektiği düşünülür diyen Shankland, tebliğine esas olan verilerin iç Anadolu’nun doğusundaki bir Alevi topluluğu üzerine yaptığı saha çalışmasından derlendiğini ve bu verilerin Türkiye’nin geneli için ne kadar geçerli olduğuna karar vermenin güç olduğunu vurguluyor. Dedelerin önce köy toplumundaki rollerine değiniyor. “Sadece dede soyundan gelenler Aleviliğin ilkelerini öğretebildiğine göre onlar dini önderler, ama rolleri bundan ibaret değil.” diyen Shankland şunları belirtiyor: Köy içinde Alevi kültürü bir bütünlüğe sahip; Alevi birey bir dedeyi takip ediyor, yolu seçiyor, belli kurallara göre davranıyor, Aleviliğin prensiplerini takip ederek yaşıyor. Ama şehirlere taşınma ile hayat tarzında değişiklikler ortaya çıkıyor. Geleneksel örf ve adetlerin uygulanması azalıyor; cem törenine katılım azalıyor; Dede ile talip arasındaki ilişki değişiyor; dede taliplerine önceki kadar yakın olamıyor. Köylülerde baskın fikir dedenin soydan gelmesib Okula gitmenin tek başına dede olmak için yeterli olmayacağı oldu. Dernekleşmeyi ve Almanya’da Aleviliğin okullarda öğretilmesine karşı değiller, aksine buna olumlu bir gelişme olarak görüyorlar. Böylece bir paradoksa ulaşmış oluyoruz; Aynı topluluk hem herkese açık olan bir inanç sistemi istiyor, öte yandan soydan gelen dini önderliği tercih ediyor.
9
SERÇEÞME
Bremen Alevi Evi Derneği Kuruluş Yıldönümü Paneli Bremen Alevi Evi Derneği’nin, 8 Aralık Cuma günü yapılan Kuruluş Yıldönümü Panel’ine konuşmacı olarak Londra’dan araştırmacı-yazar İsmail Kaygusuz davetliydi. İsmail Kaygusuz’un yaptığı “Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi” konulu sunumun metni Alevi Akademisi internet sitesinde okunabilir: <http://www.aleviakademisi.de/site/content/view/261/>
BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PANELİNDE DERNEĞİN POST DEDESİNİN YAPTIĞI KONUŞMA
Bir Gönül Hizmeti Dr. Hüsnü Kaya Dede
Giriş Gülbengi Cümlenizin cemaline aşk-ı muhabbetimle, Gerçeğin demine Hü! Dil benden himmet cemalinizden, destur ve nefes pirimden ola! Meydanımız, gönüllerimiz ve zihinlerimiz, Ehli-Beyit nuru ile aydın ola! Cümle art niyetler ve şerler aramızdan def ola! Muhabbetimize kırkların, birlik ve beraberlik ruhu mihman ola! Kelama gelen cümle canların ilhamları, insan sevgisi, iyi niyet, hoşgörü ve dostluktan yana, dolu ola! Gerçeğin demine Hü! Değerli canlar, Alevilik, teolojik anlamda, gnostik bir inanç biçimidir, yani gerçeği semavi dinlerde olduğu gibi dogmatik kurallarla değil, kutsallaştırdığı-mistik değerlerini, bir bilgisellik süreci içinde algılayıp yorumlayan evrensel bir öğretidir. Bir başka söyleyişle inanç ile bilginin harmanlanmasıdır. Dün akşam Dedemiz, Cem erkânı ile inancımızın yüce değerleriyle gönüllerinizi nurlandırdı. Bu akşam ise değerli misafirlerimizin, aydınlarımızın ve bilim adamlarımızın bize sunacakları eğitim semineri bizler için bir aydınlanma erkânı. Değerli konuklarımızın anlatacakları konulara uygun olarak ben de bilgim, görgüm ve yeteneğim ölçüsünde bir gönül hizmetinde bulunmaya çalışacağım. Bu niyetle, kendi inanç ve kültürüne dönme, sahip olma ve onu çağımız toplumu şartlarında yaşamak isteyen Aleviliğin ve özel olarak bizim camiamızın bu yıl içinde yaşadığımız sorun ve sıkıntılara derman olması dileğiyle, inanç ve kültürümüzün en yüce değerlerinden biri olan gönül olgusunu, sizinle paylaşmak istiyorum. Önce gönül olgusunun Alevi inanç ve kültürü içindeki farklı alanlarından ve farklı boyutlarından örnekler sunmaya çalışacağım. Sonra zâhiri ve bâtıni anlamını, tarihsel süreç içinde oluşum özelliklerini ve en sonunda da bu değerin güncel önemine değinmeye çalışacağım.
Gönül Olgusunun Alevilikteki Yeri Bana göre Alevi inanç ve kültürünün geçerli tariflerinden biri de, Aleviliğin bir gönül yolu olduğudur... Alevilik tabular, yasaklar ve cezalandırmalar gibi dogmatik kurallarla sınırlı bir inanç değildir. Alevilik, hem inanmada, hem elvermede hem de ikrarlarda kişinin özgür iradesini temel alan, bir gönül kararıdır. Bu nedenle, “yol bir, sürek bin” diyoruz. Bu özgür irade ve gönül kararı, Aleviliği bir inanca benzetmeye çabalayan asimilasyoncu, şeriatçı yaklaşımlara bir cevaptır. Gönül, Alevilikteki tüm erkân kapılarının anahtarıdır. Cem’i yürütecek olan Dede, posta oturmadan önce cemaatten gönül rızalığı ister. Cem’de ibadet erkânına girilmeden önce, Dede cemaate katılan canların
10
gönül birliğini sorgular. Cem’de söylenen nefes, deyiş ve duvaz-ı imamlar gönül yolunun gereklerini, değerlerini dile getirerek, çaresiz, umutsuz ve zayıf canlara güç verirler. Bu yolda kırılmış ve incinmiş gönülleri yüceltmeye çalışırlar. Dede’lerinin erkânlarda söyledikleri tüm gülbenglerin ortak dili, gönül yüceliğini işler: “Dâr çeken gönüller didar görsün, Gönlün, gönül yolundan ayrı düşmesin Canınız sağ, gönlünüz yüce olsun” Dede bir gönül mimarı olarak, Cem’e katılan canların gönüllerini zenginleştirir. Buna Cem’de gönüllerin aydınlatılması ve nurlanması denir. Tüm erkânlarda alınıp-verilen ikrarların amacı da canlar arası gönül birliklerini kurmak, denetlemek ve geliştirmektir. Bu sayede kişiye sosyal ve kolektif bilinç kazandırılır. Bu anlamıyla gönül, Alevi bireyinin kişilik edinmesinde bir toplumsallaşma aracıdır. Alevilikte gönül, mistik anlamda kutsal saydığımız değerlere bir mekân teşkil eder. Alevilik, Tanrı’yı insanın üstünde ve dışında değil, onun gönlünde arar. Gönül olgusunun zengin bir şekilde işlendiği bir diğer alan Alevi inancında, bireysel ve toplumsal yaşamın davranış normlarını belirleyen, Alevi etiği veya edep-erkân dediğimiz ahlaki yaşam alanıdır. Bu yüzden bilen kişi için gerek günlük ilişkilerde, gerekse erkânlarda gönül kırmak suç kabul edilir. hatırlayacağınız gibi, Erkânlarda, Dede cemaate sorar, “Kırdığınız, incittiğiniz bir can var mı?” ya da “Kırılmış ve incinmiş gönüller varsa, bile gelsin, dile gelsin!” Gönül kırmak suç sayıldığı gibi, inançsal anlamda da günah kabul edilir. 12 İmam Matem Döneminde gönül kırmak, günahtır ve niyetin son bulmasına sebeptir. Gönül olgusunun çok zengin işlendiği bir alan da ozan-deyiş geleneğidir. Çalıp söyleyen her ozan ve âşık, gönül olgusuyla kutsiyetlerini, hakkını, sitemini, özlemlerini ve mesajlarını dile getirmişlerdir. Bu yüzden, içinde gönül kelimesi geçmeyen çok az Alevi deyişi vardır. Bu deyişlerden bazıları, hemen her kesin ezber bildikleridir. Ozan-deyiş geleneğinde işlenen gönül olgusu, yasaklar altında yaşamak zorunda bırakılan, yazılı anlatım şansı bulamayan Alevi inanç-kültürünün bir türlü yakılıp yok edilemeyen kütüphanesidir; asimile edemedikleri hafızasıdır ve denetleyemedikleri gizli iletişim yollarıdır. Bu özelliklerinden dolayı gönül yolu ve gönül bilgisi, Aleviliğin olmazsa olmaz inanç dinamiklerinden biridir.
Gönül Olgusunun Zâhiri ve Bâtıni Anlamı Önce bir açıklamayı gerekli buluyorum. Ben konuya inandığım, bildiğim gibi bir yorum getirirken, bunların mutlak doğru olduğu şeklinde bir yanlış anlaşılmaya yol açmamasını dilerim. Gönül olgusu, zâhiri tanıtım ve anlam itibariyle insanın duygusal yaşamının bir işlevidir, yani, tamamen öznel bir olgudur. İnsan vücudunda ne anatomik ne de fizyolojik anlamda bu işlevi yapan belli bir organ veya
Sayı 25
SERÇEÞME fonksiyon yoktur. Ancak bu biyolojik gerçeğe rağmen gönül, çok farklı coğrafyalarda ve kültürlerde insanlar tarafından bir olgu olarak dile gelmiştir. Alevilik dışındaki inanç ve kültürlerde dile gelen gönül, aşk olarak nitelenen duygusal ilişkilerin özlem ve sitemleri olarak dile gelir. Alevilikte işlenen gönül, bir çok alanı, anlamı ve söyleyiş biçimini kapsayan derin, mecazi, gizemli ve bilgi yüklü bir zenginlikte işlenir. Bâtıni anlamda gönül insanda mistik, etik ve gizemli bir mekândır. Bu mekân vücudun belli bir yerinde değil, geometrik şekli üçgen olan bir alandır. Bir köşesi nişanı akıl olan beyinde; bir köşesi sembolü sevgi olan kalpte; bir köşesi ise anlamı iman olan vicdan-terazisindedir. Mekân olarak gönül hem bu üçünün birliğidir, hem de bunların ahenkli bir harmonisidir. Sayı, alan ve geometri gizeminden anlayanlar bilir ki bu düzen, zannedildiği gibi tesadüfü olmayıp, belli nesnel gerçekliği anlatan gizemli bir mirastır. Gönül denen, akıl, sevgi ve iman üçlemesinin tarihsel oluşum sürecine, Aleviliğin gelişim sürecine paralel olarak, bu üçlemeyi oluştukları sıraya göre doğrulayan süreçlerin olduğuna şahit oluruz. Ìnanç tarihinde ilk defa Ehli-Beyit kökenli Mutezile taraftarları, o güne kadar geçerli olan mitolojik tanrı, evren ve insan anlayışına karşı, inançta bilgiyi ve aklı önde tutan bir anlayışla şunları söylerler: Tanrı, üstümüzde, dışımızda, korku verici, cezalandırıcı şekli şemali olan bir varlık değildir, O, her şeyi yaratan bir cevherdir, bir ışıktır, bir nur’dur. Bu cevher her varlıkta var, amma aynı oranda değil, en çok insanda. Bu yüzden gerçeği ancak insan idrak edebilir. Tanrısal özü insanda idrak eden bu cevher, akıldır, yeri de beyindir. Aynı şekilde Tanrının insanları alın yazıları ile yaratıp; bu alın yazılarına göre yaşamak zorunda olan insanı öbür dünyada, yargılaması diye bir şey olamaz. O dönemlerde İslami düşüncenin en gelişmiş merkezi olan Basra’da, başını Hasan Basri’nin çektiği bu anlayışa karşı çıkan Ìmam Hasan soyundan olduğu bilinen Vasıl bin Ata’nın, Tanrı, insan, alınyazısı, günah ve cezalandırma konularındaki söylemleri özellikle Ehli-Beyit ve hariciler arasında geniş taraftar bulur. Vasiliye veya Mütezile ekolü olarak bilinen bu anlayış ve taraftarlar Karmati toplum düzeninin inanç felsefesini de etkilemiştir. Basra’da başlayan bu anlayış, daha sonra Mısır’da kurulacak olan ismailli Fatımililerin fikirleri ile daha da zenginleştirilerek, Südur-teorisi ve Kâmil-insan anlayışına varır. Bu dönemin özelliği, o güne kadar yalnız duygu ile ifade edilen mitolojik inanç anlayışına karşı, inançta aklın hem mistik bir kudret olduğu, hem de bu cevherin ancak gerçeği idrak edebileceğini savunan bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Basra ve Mısır’da bu gelişmeler olurken, Horasan’da komşu bulundukları Hint ve Budist düşüncelerden esinlenen Hz. Ali taraftarları arasında, İslamın mitolojik tanrı-insan ve evren anlayışına karşı Melameti temelli, sufi derviş akımları gelişir. Bunlar da, tanrının insanların üstünde ve dışında olmadığını; tanrı denen şeyin her şeyin içinde olan ilahi bir nur olduğunu; bu nurun insanın zikrinde ve eylemlerinde olduğunu; insan bu nura zikr ettiği ve hizmet ettiği zaman onu kendi cemalinde biriktirerek onunla bir olur: Mansur’un En el Hak demesi bu gerçeğin bir yaşanma örneğidir. Bu inanış ve düşüncedeki sufi dervişler, farklı yörelerde ve farklı zamanlarda, Yesevi, Kalenderi, Haydari ve Vefai dervişleri olarak, Anadolu’ya gelmeden önce Horasan erenleri, Anadolu’ya gelişten sonra Rum erenleri veya Anadolu erenleri olarak bilinirler. Böylece Basra’daki akıl yoluna Horasan’da sevginin yeri kalp (yürek) olan melamet aşkı eklenir. Gönül bilgisinin oluşumunda önemli bir durak da Alamut’tur. Hasan Sabah kuramında işlenen gönül bilgisi sayesinde, insanlar ölümün korkusunu yenerek, iman ve cesaret sayesinde tek insanların neleri yapabileceklerin örnekleri bilenlere malumdur. Bu süreçleri, gelişmeleri harmanlayan, yeni bir senteze kavuşturan son durak ise Anadolu Alevi-Bektaşi Tasavvufu olacaktır. Bu dönemdeki gönül bilgisine geçmeden bu zamanların Piri Yunus’u dinleyelim: Çalış, kazan, ye, yedir Bir gönül ele getir Bir gönül ziyareti Bin Kabe’den yeğrektir Yunus Emre der Hoca, Gerekse bin var Hac’ca Hepsinden iyi Bir gönülle girmektir. Bu süreç, düşünen ve söylenenlere, eylem denilen, davranış-disiplininin eklenmesidir. Temel içerik, bilineni içe kapanıp,derin anlamak; bu sayede cemalindeki tanrısal özü fark etmek; davranışlarını buna odaklayıp, bu öz adına gönül hizmetinde bulunmak; bunun verdiği derin sevgi
Aralık 2006
ve haz ile dolarak, ermişliği yakalamaktır. Bu, tasavvuf ehli için ermişliğe varan meditatif ibadet disiplinidir. Bu aşama da dergâh bir kurumlaşma dönemidir. Bu aşamada mana aleminin gizemi, dergâh bilgi ve disiplini içinde geliştirilir. İnsan önce kendi vicdan terazisinde, kendini tanımalı. Bu aşamaya “gönül kapısını aralama” denir. Sonra, insan aklını ve inancını kullanarak gerçek denen şeyin ne olduğunu araştırmalı. Buna sezgi aşaması denir. Bundan sonra da kendini bilmiş bir şekilde imamını, sezgisini ve aklını kullanarak gerçeğe varır. Buna da ariflik, kâmillik veya ermişlik safhası denir. Dört Kapı, Kırk Makam, bu evrede gönül üzerine kurulu içeriklerin öğrenme disiplini ve ibadetinin uygulama alanındaki basamaklarıdır. Eğer anlatabildimse, Aleviliğin tarihsel oluşum süreci içinde, gönül bilgisinin yeri olan.beyin, kalp ve iman tahtasının, gönül bilgisindeki oluşum sırasını ve bunların birbirlerini nasıl tamamladıkları hakkında bilgilendirmeye çalıştım.
Gönül Bilgisinin Güncel Gerekliliği ve Önemi Şuna kesinlikle inanıyorum ki Alevilik geliştikçe, gelecekte gönül bilgisi üzerine çok şeyler yazılıp söylenecektir. Her insan kendini, mayalandığı toplumun inanç-kültürü ile bireysel edinmelerin odak noktasında bulur. Alevi bireyi olarak bizim de mayalandığımız gönül bilgisini, inanç kültürünün gerçek mistik değerlerini doğru tanıyıp, algıladığımızda insan olarak içinde bulunduğumuz toplumsal yaşamda daha dengeli ve mutlu olacağımıza inanıyorum. Gönül bilgisini öğrenmek ve onu yaşam pratiğine geçirmek Alevi inançlı bireyler için kişiliklerini inanç yolu ile yüceltme anlamında bir eğitim yoludur. Gönül bilgisi, bütünsellik ve farkında olma boyutunun birlikte yaşandığ ı ve işlendiği bir meditasyondur. Gönül bilgisinin kavranması Alevi hareketinin içinde bulunduğu kısır tartışmalara, kişisel çekişmelere ve yöresel-geleneksel anlayışlara karşı bir dermandır. Gönül bilgisi, canlar için bir aydınlanma, nurlanma gerekliliğidir. Gönül bilgisi, bir yol gerekliliğidir. Benim kısaca sunmaya çalıştığım gönül bilgisi, tarihsel gelişimi, felsefi gizemi, mistik içeriği, meditatif ibadet boyutu ve psiko-sosyal kimlik edinmedeki önemi açısından bir deryadır. Araştırdıkça beni hayranlık içinde bırakan noktalardan bir tanesi, diğer inanç ve kültürlerden çok farklı ve çok önce inancımızda bu kadar gizemli, zengin ve derin bilginin var oluşudur. Bir dede olarak ceddim bana gönül bilgisi gibi bir hazinemizin var olduğunu bana ayan etmiş, amma şu andaki kerametim ve nefesim bu hazineye yalnız başına varmaya yetmiyor. Amma şunu seziyorum, oldukça derinlerde olan bu mirasa, bu hazineye tek tek kişilerin değil, bu yolla gönüllü niyet ve hizmet etmeye hazır canların ortak çaba ve birliklerin varacağına inanıyorum. Bilgim, yeteneğim ve zamanım ölçüsünde, size bir gönül hizmetinde bulunmaya çalıştım. Bu niyetle hizmet etmeyi arzularken, anlatım ve üslubumda oluşmuş kusur ve eksiklerimin cemalinizce hoş görülmesini dilerim. Cümlenizin öncelikle beni dinleme sabrını, doğru olarak kabul ettiğiniz gerekleri yerine getirme niyet ve hizmetini Hak yolunda bir hizmet kabul ediyor, bu niyet ve hizmetinizin Pir-Rehber-Gönül defterine kaydını Hak-Muhammet-Ali yolunun Divanından ve Dergâhından kabulüne dua ederim,
Bitiş Gülbengi Dert, tasa ve sıkıntı içinde olan canların gönülleri Hak evliyalardan derman bula, Erenler, ulular, mürşit ve pirler, gönül yolunda kusur ve eksiklikleri olan canların günahlarını af eyleye, Yolunuz, inancınız ve ikrarlarınız Hak-evliyaların didarından, EhliBeytin katarından ve didarından, Mansur’un dâr’ından ve didarından ayrı düşmeye, Nuri cihanın mürşidi Ali’nin piri İmam Hüseynin, Bektaşi Veli’nin ve Ana Fatma’mızın erdem ve şefaatleri iki cihanda üzerinizde hazır ve nazır, daim ve kaim ola, Cümlenizin canı sağ, alnı ak, yüzü güleç, şansı açık ola Gönüllerinizden insan sevgisi, iyi niyet, hoşgörü, birlik ve beraberlik aşkından eksik olmaya Yolunuz gönül yolundan ayrı düşmeye cümlenizin gönüllerine aşk-ı niyazımla, Gerçeğin demine Hüüü....
11
SERÇEÞME
Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor Ali Balkız gelebilirler, çarpışabilirler. Farklı fikirler, ne denli farklı Kaç seçim öncesidir böyle oluyor: Aleviler yine savruluda olsalar, aslında birbirlerini beslerler. Her biri ötekiyor. Üstelik bir önceki, daha önceki seçim dönemlerinde Kaç seçim öncesidir nin eksikliğini tamamlar, yanlışını giderir, sonuçta ise yaşanmış olanlardan dersler çıkarmadan, aynı şeyler bütünlüğe ulaşılır. Netleşme sağlanır. Her kim ki karşı yeniden yeniden yineleniyor. Yalpalama savrulmaya böyle oluyor: görüşten yararlanmaz, kördür, her kim ki karşı görüşe dönüşüyor. Alevi kurumlar sarsılıyor, onulmaz yaralar Aleviler yine savruluyor. kulağını kapatır, sağırdır. Akıllı fikir sahipleri, öbür açılıyor. İç kanama, oksijen çadırını işaret ediyor. Üstelik bir önceki, fikirden de yararlananlar, böylece kendi eksikliklerini Yine deneylerden biliyoruz ki seçim fırtınası geçindaha önceki seçim de görebilenlerdir. Tarihin akışını belirleyen bütün fice, hava sakinleşecek, sular durulacak, taşlar yerine oturacak, yaralar sarılacak. Ama izleri de kalacak. kir akımlarında yaşanan ayrışmaların bizlere gösterdiği dönemlerinde Birlik Partisi, Barış Partisi deneylerini, en sağdan en gerçek budur. Ve o gerçek hep ileriyi işaret eder. Doğru yaşanmış olanlardan sola siyasi parti kapılarını aşındırma olgularını, örtülü fikirlerin ne denli doğru olup olmadıklarının denek taşı dersler çıkarmadan, ödenek hikâyelerini de anımsadığımızda; “Bu neden ise pratiktir. O nedenledir ki ustalar “Devrimci teori olböyle?”, sorusunu sormadan edemiyoruz. madan devrimci pratik olmaz”, derler. Eklerler: “Teori aynı şeyler Gerçekten de bu neden böyle?.. Aleviler neden siyapratiği belirler, pratik döner teoriyi etkiler.” Bu olgu, yeniden yeniden seti beceremezler?.. Neden birbirlerine düşerler?.. Neden devrimci, diyalektik bir bütünleşmedir. yineleniyor. burjuva politikacılarının elinde oyuncak olurlar?.. NeBu her zaman böyle olmaz. den kendilerine büyük misyonlar, vizyonlar vehmederBir de kimi ayrılıklar-ayrışmalar vardır ki; fikir ayYalpalama ler? Neden siyaset alanında kuralları, kurumları, gelerılıklarından kaynaklanmaz, örgütlenme anlayışına, çasavrulmaya dönüşüyor. lışma tarzına, yönetme biçimine, müttefikler belirleme nekleri, mirasları yoktur?.. Alevi kurumlar sarsılıyor, tercihine göre de oluşabilir. Burada teorinin yerini (teÇünkü köylüler. “Köylü” sıfatını küçümseyici bir anlamda kullan- onulmaz yaralar açılıyor. orisyenler diyemeyeceğim) “aktörler” alır. Aktörler ise mıyorum. Köyde doğmuş olan, köyde yaşamakta olan kendileri yazar, kendileri oynarlar. Aktörlerin ise bir tek İç kanama, anlamında kullanmıyorum, bir zihniyet, “bir anlayış, şeye gereksinimleri vardır: Alkış, alkış, alkış... oksijen çadırını algılayış, hayata bakış” anlamında kullanıyorum. Ve Alkışlar aktörlerin başını döndürür, düşünme yetiböyle tanımladığımda da hem kaderci, teslimiyetçi, tanlerini dumura uğratır. İnsana olmadık hatalar yaptırır. işaret ediyor. rıcı, gelenekçi, hem de çıkarcı, kurnaz, günübirlikçi bir Ve elbette akı kara, karayı ak gösterme gibi bir beceri değerler sisteminden söz ediyorum. de kazandırır. Bu anlamda yaşamakta olduğumuz yerleşim biriminin hangi coğrafAktörler bu haliyle ve elbette sahne boyunca başarılıdırlar, izleyiciyada olduğu anlamını yitirir. Ankara, İzmir, Adana, Köln, Paris, Basel’de leri de ikna ve mutlu etmişlerdir. Ama bir de tiyatro salonunun dışındaki yaşasanız da köylüsünüzdür, Anadolu’nun herhangi bir köyünde yaşıyor yaşam vardır. Asıl denek yeri orasıdır, turnusol kağıdı oradadır. olsanız da kentlisinizdir. Kent yaşamının temel aldığı değer ve ilişkiler Bu açılardan 26 Kasım ABF Kongresine baktığımızda gördüklerisistemi “ilericidir”. Kent bu anlamda “ortak akıl”dır. İletişim, etkileşim, miz şunlardır. kolektivizm, işbölümü, fabrikadır. Bu kültür kurum ve kurumsallaşma Öncelikle bu olağanüstü kongre hangi ihtiyaçtan doğmuştur?.. üzerine oturur. Bu kongreyi yurtdışı istemiştir. Bu açıdan irdelediğimizde; Aleviler çoğunlukla, kentteki köylülerdir. Çünkü yurtdışı, Alevi Hareketinin, temel kaynağı ve anayurdu olan Henüz kurumlarını yaratamamışlardır. Bu olgu onların suçu değildir. Türkiye’de; kendisine; partner, ortak, omuzdaş, yoldaş, musahip olabiZira yüzyıllardır kıra, dağa-bayıra, ormana sürülmüş, orada yaşamaya lecek, kurumsal eksikliklerinden arınmış, demokratik işleyişini sürdüzorlanmışlardır. rebilen, kişilikli, irade sahibi bir örgüt yerine, kendisine “hem aklıyla, Sünnileri düşündüğümüzde ise 300 yıl hüküm süren Selçuklu hem cüzdanıyla bağlı”, şube statüsüne indirgenmiş bir yapı oluşturmak Devleti’nde, 600 yıl ömre kavuşmuş Osmanlı Devleti’nde hükümran yetistemiştir. kilerin kullanıcısı oldukları gibi, bu yetkilerin konusu da olabilmişlerdir. Anlaşılıyor ki ilişkiler eskiye dayanıyor. Turgut Öker, Hıdır Temel, Dolayısıyla, kendi hukuklarını, sanatlarını, mimarilerini, müziklerini, Selahattin Özel, Zekeriya Gökpınar, İbrahim Arslan, Muharrem Erkân edebiyatlarını geleneklerini yaratabilmişler ve kuşaktan kuşağa aktaraarkadaşları, Alevi kamuoyu Demokratik Barış Hareketi (DBH) ve Barış bilmişlerdir. Vergi toplamış, bütçe oluşturmuş, asker toplamış ordular Partisi (BP) süreçlerinden anımsıyor. kurabilmiş, diplomasi geliştirmiş (Hanedan ve saraydan ibaret de olsa) DBH’nın 1995’deki adı: “Alevilerin pazarlık partisi”ydi (Siyah Behiyerarşik bir yapı oluşturabilmiş, hak ve ödevleri tanımlayabilmişlerdir. yaz, 25 Kasım 1995) ya da “Danışıklı Bölme Hareketi” (Cumhuriyet, 20 Tarihsel süreç içinde dönemi değerlendirdiğimizde görebildiklerimiz Aralık 1995), Tansu Çiller’in de yakından ilgilendiği bu girişimin ilk bunlardır. kitlesel gövde gösterisi (Demokratik Barış Hareketi 1. Ulusal ToplantıAleviler ise; kırda-köyde; korunma-sakınma dikkatlerini hep canlı sı) 25 Kasım 1995 tarihinde Ankara’da, Atatürk Spor Salonunda yapıltutarak geleneksel-feodal inanç temelli örgütlenmeleriyle, yer yer, zamıştı. (25 Kasım 1995, Siyah Beyaz Gazetesi) 24 Aralık seçimlerine bir man zaman katliamlara da maruz kalarak, bugüne dek, köyden kente ay kalmıştı. Bu toplantıya yurtiçinden 500 otobüs, yurtdışından ise 18 dek gelebilmişlerdir. Bunu başarabilenlere ne mutlu. uçakla gelen Alevi yurttaşlar katılmıştı. Ancak valiliğinin çıkardığı kimi Ama onlar artık kentteler. bürokratik engelleri Tansu Çiller çözmüştü. Yurtdışından gelen uçaklaKendi sanatlarını, kültürlerini, kurumlarını, yaşam tarzlarını kent rın taşıdığı dostlarımız arasında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyokoşullarında yeniden yorumlamaya, yaratmaya çalışıyorlar. Yeni ilişki nu (AABF) Genel Başkanı Ali Rıza Gülçiçek ile Genel Sekreter Turgut biçimleri oluşturma, mücadele biçimleri geliştirme, inatla var olabilme Öker de vardı. Siyah Beyaz Gazetesinin (25 Kasım 1995) yazdığına göre; uğraşı içindeler. Toplum-topluluk-kesim olabilmeye, geleneksel kurumAABF seçimlerde kullanılmak üzere DBH’ya 200 milyar vermiş ve 18 lar (dergâh-ocak-pir-mürşit, dede-talip-musahip) yerine modern, çağdaş uçağın giderlerini de karşılamıştı. Bu toplantıda Alevi Bektaşi Temsilciörgütler (dernek-vakıf-federasyon-konfederasyon) oluşturmaya çalışıler Meclisi Genel Sekreteri Selahattin Özel de bir destekleme konuşmayorlar. Bu yolda ilerlerken sancılar çekiyorlar, köydeki yaşam biçimleri, sı yapmıştı. (Zaman Gazetesi, 25 Kasım 1995) Özel; “Bir Alevi girişimi kültürel, ekonomik ve sosyal ilişki kalıntıları ile kentteki (üstelik kapitaolan bu hareket Alevileri artık aşmıştır.” diyordu. “Siyasete müdahale list üretim biçimi ağı içinde) yaşam biçimleri arasından, yeni bir sentezedeceğiz” sözünün o yıllardaki adı “pazarlık partisi” kurmaktı. Ancak le, tarz-biçim-içerik oluşturmaya çalışıyorlar. evdeki hesaplar çarşıya uymuyor, bu parti uğruna 2 trilyon 520 milyar Bu yol engebelidir. Tuzaklarla, tökezlemelerle doludur. Aynı zamanTL. harcayan (Rakamları Cumhuriyet’ten M. Balbay veriyor. 1 Eylül da sınav yeridir. 1996) Veziroğlu, “Türkiye’nin bir gerçeği... Parayı veren siyaseti yapar.” Alevilik dün, buz altından akan bir dere iken, bugün, gün ışığında diyerek, parti kurucusu, başkan adayı, başkanı değil, patronu olduğunu ilan edince, belki daha başka nedenlerle de Gülçiçek ve Öker Geçici çağlayan bir nehirdir. Zaman zaman bulansa, taşa toprağa karışsa da... Yürütme Kurulu üyeliğinden istifa ederler. Dolayısıyla yurtdışında örİşte bu bulunma hallerinden biri de yakın geçmişte (26 Kasım 2006) gütlü 73 dernek de desteklerini çekerler, 24 Aralık 1995 seçimlerinde Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) Kongresinde yaşandı. Bir dizi olumsuz gelişme iç kanamayla sonuçlandı. DBH’nin bağımsız adayları arasında, Gaziantep’ten Zekeriya Gökpınar; Bir hareket, oluşum, ideoloji, teori, felsefi görüş içinde fikir ayrılık18 Nisan 1999 seçimlerinde ise BP listelerinde, Amasya’dan Selahattin ları olabilir. Fikirler birbirleriyle kendi terbiyeleri içinde karşı karşıya Özel, Tokat’tan Hıdır Temel ile Hatay’dan İbrahim Arslan da vardır.
12
Sayı 25
SERÇEÞME PSAKD’nin ayıbı bundan ibaret olsun. Ama adama sormazlar mı “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye?... Yirmi iki Alevi örgütünün ortak parasını, arsa parasını, 3 trilyon TL’yi ne yaptınız?.. Bir ka“DBH başkalarının kötülüğü üzerine kuruldu. Kötü iyiyi de bitirir, lemde 700 milyon TL ödeyerek oturduğunuz o binayı hacizden kurtarma hesap vermeye hazırım. Bu yanlış bir projeydi. Ama niyete bakalım. yetkisini size kim verdi? Bu parayı nasıl tükettiğiniz, sonuçta binanızın Oluşum sürecinde, dışarıdan bir güç gelip müdahale ettiği için bu altına Tıp Merkezi’ne o Yeşil Sermaye’yi nasıl getirdiniz?.. Vicdanınız yapıda değilim. Tercihim Avrupa örgütlenmesinden yanadır. Oluşum buna nasıl elverdi?.. Ali Doğan mezarından kalksa, kahrından bir kez sürecinde bulundum. 24 Kasım 1995’ten beri yokum.” daha ölmez mi?.. “Atilla Hoca kredi kartı ile ABF’nin giderlerini karşılarken; HBVAKV’nın kaç yöneticisi, vakıftan kaç lira maaş alıyor?” diye Temel ve Özel’in de adayları arasında olduğu BP ise 1999 seçimlerinsormazlar mı?... de binde 18 oy alır. Ki Sayın Özel 1996 yılında Alevi örgütlenmesinden, Sizler siyasete falan müdahale edemezsiniz. Olsa olsa kongrelere mü(aktif görev alma anlamında) ayrılır. Dokuz yıl dinlendikten sonra 15 dahale edersiniz. Ekim 2005 tarihinde ABF 1. Olağan Genel Kurulunda 106 delegeden İşte yıllardır bu böyle olduğu içindir ki hiçbir siyaset adamı, hiçbir 42’sinin oyunu alarak, sondan 2. sırada yönetime seçilir. ABF-GYK’sının parti Alevi kurumlarını adam yerine koymuyor, onları ciddiye bile almıilk görev dağılımı toplantısında ise 17 kişilik GYK üyesinden 15’inin katıldığı toplantıda 8 üyenin oyunu alır ve Genel Başkan olur. yor. Dinliyor, kahve ikram ediyor ve gönderiyorlar. ABF uyumlu çalışamadı; siyasete müdahale, yurtdışı ile ilişkiler, Bu seçimde de olacak olan budur. Hubyar sorunu, Sivas ve Hacıbektaş etkinlikleri, Su TV, önce Umut, sonBir TV’miz olsun denildi. Su TV doğdu. ra Yol TV konuları hep tartışılır oldu. Ve anılan kongreye gelindi. GYK Ne güzel. içindeki görev değişiklikleri “Darbe” diye nitelendi. Sonuç biliniyor. AABF sorumluluk üstlendi, kefil oldu. Toplantılar, dayanışma geceYeni Genel Sekreter Turan Eser arkadaşımız alevi.com’da dilediği leri düzenledi. kadar, “Bu kongrenin kaybedeni yok.” desin. Turgut Öker, Alevilerin Hepimiz heyecanlandık. Destekler verdik. Programlar düzenledik. Sesi’nde; “...darbe yapan zihniyete seyirci kalınamazdı. Bu Alevi öğretisi Artık en ücra köşelere bile sesimizi ulaştırabilecektik. Alevi yurttaşlar açısından da bir lekeydi ve bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyorarasında çanak anten takma yarışı başladı. Geçen yaz Alevi etkinlikledu. ... taraf olmak zorundaydık ve taraf olduk.” derken, Selahattin Özel; rinde patlamalar yaşandı. “Bununla Türkiye ve Avrupa Alevi hareketini bölme çabalarının önüne Sonra denildi ki: Su TV artık bizim değil, Umut TV’yi kuracağız, bunu set çekilmiş oldu.” diye değerlendirdiler. sahiplenin. Umut, umut olmaktan çıkış olmalı ki şimdilerde Yol’dayız. Kongre sırasında yaşananları ve kürsüden söylenen sözleri anımsaYol’a gelin diyorlar. Yol, yarın Göl olursa şaşırmasın Aleviler. mak bile insanı utandırıyor. Paralar döküldü saçıldı, delegeler satın alınSiyasete böyle müdahale edilecek. dı, kimi “darbe”ler mubah, diğerleri günah sayıldı. DBH ve BP dönemlerinde olduğu gibi. Bunların içinden iki olay var ki; kongre salonu dışındaki Alevilerin Sahi, nedir bu “Siyasete Müdahale” meselesi. de bunu bilmeye hakları var. Alevilik olgusu doğduğundan beri siyasidir. Selçuklu’dan bu yana, Kılıçlar öyle keskin, sözler öyle ağır ki kol kırılıyor, ama işte yen içindevlete hep itiraz etmiştir, hep hak talep etmiştir, hep özgürlük istemişde kalmıyor. Alevi hareketi içinde bunca emeğini, çabasını, önderliğini, tir, hep isyan etmiştir. Hep katledilmiştir. Taleplerinden yine de vazgeçaklını, kararlılığını ve yiğitliğini bildiğimiz Turgut Öker arkadaşımız, memiştir. Bugün de demokrasi istiyorlar, başka bir şey değil. Dedelik, ömrünü, üniversite kariyerini bu yolda tüketmiş, emekli maaşı ile kredi ozanlık kurumları, dergâhlar, ocaklar hep bunun için varolmuşlardır. kartını ABF’ye tahsis etmiş, 12 Mart Darbesi’nden sonra Ankara 1 No’lu Her ozanımızın dizesinde, her dedemizin duasında siyaset vardır. Sıkıyönetim Mahkemesinde; Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. MusKaldı ki yaşamın hangi alanı vardır ki siyasetten yalıtılmış olsun. tafa Akdağ, Doç. Özdemir Nutku ve Musa Çadırcı ile birlikte TCK’nın Bugün; yurtiçinde-yurtdışında bunca dernek, şube, genel merkez, fe146/3. maddesinden yargılanmış Alevi Dünyası’nın Atilla Hoca’sı hakderasyon, konfederasyon niye var ki?.. Yaptıkları etkinlikler, toplantılar, kında; kürsüden sesleniyordu: “Atilla Hoca söyle; Alevi misin, değil mibildiriler, yürüyüşler, sloganlar, görüşmeler, mahkemeler duruşmalar ne sin?” Atilla Hoca da söz sırası kendine gelince, kuzu kuzu yanıtlıyordu adınadır?.. Yazdıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler, kurdukları radyolar, bu savcı sorusunu: Memleketim şurası, köyüm burası, televizyonlar ne adınadır?.. Var olduklarını, bir kimlik annem şu, babam şu, akrabam falanca kişi diye. Aklına taşıdıklarını, bir hak öznesi olduklarını göstermek ve Alevilik olgusu gelmiyordu Atilla Hoca’nın şu ulu söz: “Sorma be birakabul ettirmek için değil midir? Kamuoyu oluşturmak, der mezhebimizi, biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır.” haklı olduklarına dair herkesi inandırmak, destek aldoğduğundan beri Atilla Hoca’nın çalışma tarzını, temposunu beğenmak, devleti, meclisi, hükümeti ikna etmek, zorlamak, siyasidir. meyebilirsiniz. Fikirlerini, siyasi faaliyetlerini yanlış böylece özledikleri demokratik koşullara ulaşmak adına Selçuklu’dan bu yana, bulabilirsiniz. Bunu istediğinizce tartışabilirsiniz de, değil midir?.. Bundan âlâ siyaset hangisidir?.. ama onun (ya da başka bir kimsenin) Alevi olmadığıYok eğer kastedilen, her seçim döneminde olduğu devlete nı tartışamazsınız. “Söyle bana sen Alevi misin, değil gibi; parti parti dolaşmak; milletvekilliği pazarlığı yaphep itiraz etmiştir, misin?” diye soramazsınız. Alevi hareketi bu bağnazca mak ise o işin adı “siyasete müdahale değil, siyasetten hep hak talep etmiştir, tutumu çoktan aşmadı mı? Tayyip Bey; “Eğer Alevilik, nemalanma”dır. Bu ise toplumsal değil, kişisel bir mehep özgürlük istemiştir, seledir. Bu kurnazlığı ise siyasi partiler de Aleviler de Ali’yi sevmekse..” diye başlayan cümleler kurduğunda, hop oturup hop kalkan bizler, nasıl olur da içimizden ya deneyleriyle bilirler. hep isyan etmiştir. da dışımızdan birinin annesini-babasını merak ederiz. Evet, her seçim döneminde; siyasi duyarlılık üst düAtilla Hoca, verdiği yanıtta bir şeyi eksik bıraktı!.. zeye tırmanır. Halkın her kesiminin (Esnaf-çiftçi-işçi“Vallahi da billahi de, Hz. Hüseyin’in başı için ki, Hz. Ali’nin kılıcına öğrenci, kadın, gençlik, işveren, Alevi, Sünni, Kürt, Türk) sorunları geleyim ki Aleviyim.” Demediği bir bu kaldı. daha da yoğun olarak gündeme gelir, tartışılır. Bu duyarlı dönem; herkes İkinci olay, daha doğrusu can acıtıcı söz ise; Hacı Bektaş Veli Anaiçin olduğu denli Aleviler için de önemli bir fırsattır. Bu fırsatı akıllıca dolu Kültür Vakfı (BHVAKV) Genel Başkanı Ercan Geçmez’e ait. Geçdeğerlendirmenin yolu, TV’lerimizden yayınlayacağımız kitlesel gösmez, niçin yurtdışından yana olduklarını gerekçelendirirken, Pir Sultan terilerin ekran fotoğraflarını siyasilerin “gözüne sokma, şantaj yapma” Abdal Kültür Derneği (PSAKD) delegelerine sesleniyordu: “Sizin Genel kurnazlığından geçmez. Köylülük dediğim şey işte tam da buna tekabül Merkez binanızı yurtdışı almadı mı?...” Böylece onları biraz mahcup oleder. Köylü her hasat dönemi için alacağı ürünü düşünür, ürünü doğuran maya, biraz kadir-kıymet bilmeye davet ediyordu. toprağı düşünmez. Yorar toprağı, kimyasını bozar. O yıl uğruna, gelecek Konuyu herkes gibi Geçmez de biliyor kuşkusuz. 2 Temmuz katliayılları heba eder. Günübirlikçilik adına yarınlar karartılır. mı sonrası bütün Alevi dünyası isyanlarda ve ağıt halindeyken, Sivas’ta Siyasi duyarlılıkların en üst düzeye yükseldiği bu seçim dönemlekaybettiğimiz sevgili canlarımızın geride kalan yakınlarına, dünyanın rinde, Alevilere düşen görev; sorunlarını ve haklılıklarını insan hakları, her tarafından dayanışma sesleri geldi. Birçok yerde geceler düzenleneşitlik, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bağlamında her di, paralar toplandı. Bu paralar tutanaklarla Türkiye’ye getirilip, aileledüzeyde ve platformda tartışılır kılmaktır. re dağıtılmak üzere PSAKD’nin o günkü yöneticilerine teslim edildi. Bu da ancak örgütler eliyle olur. Örgüt dediğimiz şey tabeladan ibaret Ancak aileler bu paraları kabul etmediler. Daire alalım, şehitlerimizin değilse tabi. PSAKD şimdiye dek dokuz kongre yaptı. Neredeyse hepsinadını, anısını ve mücadelelerini ölümsüzleştirmek adına müze yapalım de seçimlere iki listeyle gidildi. İki listenin varlığı iki ayrı fikrin varlığı dediler. PSAKD de kendi kasası ile bu paraları da birleştirerek, bir daire nedeniyledir. Yarışanlar fikirler olmuştur. Bu nedenle de belden aşağıya aldı, salonu da müze yaptı. Gelen-giden bütün akçeli işleri de liste liste vurulmamıştır. Ve bu kongrelerde, listelerden biri ya da diğeri, hiçbir dergisinde yayınladı. Alevi örgütü yöneticilerinin favori listesi olmamıştır. Çünkü PSAKD Konu bu. listelerindeki arkadaşlar buna izin vermemişlerdir. Dolayısıyla cesaret On dört yıl sonra PSAKD’nin yüzüne vurulan “ayıp!” bu. (Devamı 14. Sayfada) Öker, DBH’dan koptuktan yaklaşık 10 ay sonra, 29 Eylül 1996 günü Frankfurt’ta bir panelde konuya ilişkin şu cümleleri kurdu;
Aralık 2006
13
SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada)
Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor
Feyzullah Çınar Anıldı Ahmet Koçak
F
EYZULLAH ÇINAR 4 Kasım günü ölümünün 24. yılında Divriği Kültür Derneği’nin kendi lokalinde düzenlen bir toplantıyla anıldı. Toplantıya konuşmacı olarak halk ozanı Mahmut Erdal, kızı Hüsniye Çınar ve Çamşıhı Hüseyin Abdal Derneği Onursal Başkanı Haydar Yalçın katıldı. Açılışı DKD Başkanı Rıza Gürünlü yaptı: “Bu anmanın çok daha görkemli olması lazımdı. ‘Azımızı çok görün’ derler, kusurumuza bakmayın arkadaşlar.” Ali Haydar Yalçın konuşmasında bir anısını anlattı: “1965 veya 1966 yılları idi. Çamşıhı’da bazı köylerde ilkokul vardı, ama ortaokulumuz yoktu. Ortaokul yapmak için Çamşıhı Kültür Derneği bir gece düzenleme kararı aldı. Tepebaşı Gazinosu vardı. Tepebaşı Gazinosu tıklım tıklım dolu. Çamşıhlılar olarak ilk defa bir gece yapıyoruz orada. Program başladı. Feyzullah Çınar sahneye çıktı ve ‘Çamşıhı’na vardım harabe olmuş’ türküsünü söylediği zaman sanki yer gök inledi.” Daha sonra Mahmut Erdal da şunları söyledi: “56–57 yıllarında Feyzullah Çınar’la aldık sazımızı çıktık gurbete. Hamallık yaptık. Feyzullah’la birlikte patates, soğan çuvallarının üzerinde yatardık. Sırtımıza 70-80 kiloluk patates veya soğanı yüklerlerdi Unkapanı’ndan Galata’ya 25 kuruşa götürürdük o yıllarda.” Hüsniye Çınar da babası hakkında şunları aktardı: “Hamallıkla başlayıp, belki de ozanlığın en güzel yerine çıkmıştır. Çünkü faziletliydi, çünkü dürüstü, namusluydu, adam gibi bir adamdı Feyzullah Çınar.... Kendi toplumumuz Feyzullah Çınar’ı geç fark etti, çünkü Feyzullah Çınar onundu. Onu fark etmesi gerekmiyordu, onun için bir şey yapması gerekmiyordu. Ama Avrupa onu daha önce fark etti… Feyzullah Çınar, devrimci hareketin önde gelenlerinden birisi oldu; Alevilik adına, olması gereken yerlerde oldu. Birileri ‘ben Aleviyim’ diyemezken, Feyzullah Çınar Yezidi karşısına alıp hesap sordu: ‘Nerede İmam Hüseyin’in hesabı, kanı nice oldu’ dedi. Beri tarafta 80 döneminde ‘Dağlara gel kardaş dağlara gel’ diye bağırırken, ‘Hele Ulaş’a Ulaş’a. Ulaş benzerdi güneşe’ diye çağırırdı...
14
eden de olmamıştır. Keza öteki Alevi örgütlerinin seçim süreçlerinde, hiçbir dönemde PSAKD yöneticileri, kendilerine daha yakın bir liste arayışına girmemişlerdir. Demokratik yöntemlerle, herkes kendi işini kendisi görür, seçilen de seçilemeyen de bizim dostumuz, yoldaşımız, musahibimiz diye bakılmıştır. Türkiye’den hangi akıllının işi olmuştur, yurtdışındaki bir kongreye müdahale etmek, taraf tutmak?.. Yurtiçi-yurtdışı söz konusu olduğunda; düne kadar; kim neredeyse orada mücadele etsin anlayışında olan arkadaşlar; birdenbire coğrafyanın önemli olmadığını, bunu gözetmenin bölücülük olduğunu, Alevilerin dünyaca bir olduğunu dillendirmeye başladılar. Dünyanın nerelerine dek göçmüş, dağılmış olurlarsa olsunlar Aleviler, elbette aynı değerlere sahiptirler, sorunları, özlemleri aynıdır. Sonuçta mücadeleleri de birdir, bir olmalıdır. Bir koordinasyon içinde ortak işler yapabilmeli, ortak projeler geliştirebilmeli, sevinci ve üzüntüyü birlikte paylaşabilmelidirler. Bu ise kendi içinde demokrasiyi yaşayan kurumlar aracılığı ve aklın egemenliğiyle olur. Yurtdışındaki arkadaşlar, kendi bulundukları yerin, toplumsal, siyasal koşullarını, hatta birikimini merkez alarak baktıkları için; yurtiçindeki mücadeleyi giderek küçümsemeye başladılar. Onlara göre Türkiye’de; “sivil toplum bilincindeki dönüşüme ayak uydurulamıyor, proje üretilmiyor, iş yapılmıyor, dolayısıyla kendilerinin hızına ulaşılamıyor, hareket topallaşıyor”. 26 Kasım 2006 Kongresinin ana gerekçelerinden biri de buydu. Oysa gerçeklik o denli farklı ki; Öncelikle Türkiye’de toplumsal anlamda demokrasi ve haklar bilincini ve bunlar için mücadele anlayışını şekillendiren unsur, devleti algılama ve birey karşısında konumlandırma açısıdır. Bu durum toplumun her kesimi için geçerlidir. Devlete “kutsallık” ve “varlık üstü” değer atfeden bir tarihsel gelenek halen çok güçlü olunca, diğer mücadele zeminlerinde olduğu gibi bu zeminde de ne aydınlar ne de zenginler harekete kazanılabiliyor. Onlar hâlâ Sünni egemen ideolojinin etkisi altındalar. Düşünsel ve ekonomik desteğin olmadığı bir hareketin ne denli yol alabileceği ise bilinir bir şeydir. Avukat, esnaf, memur, işçi, işsiz kimselerin özverileriyle yürüyen örgütlerimiz, yeri geliyor kiralarını bile ödeyemiyorlar. Telefonların faksların kesildiği, icralık durumlara düşüldüğü bile oluyor. Onlar yine de, eşlerinden, aşlarından ayırdıkları küçücük paralarla durumu idare etmeye çalışıyorlar. Yeri geliyor bir etkinliğe gitmek için, otobüs, dolmuş parasını bulmak bile sorun oluyor. Yurtdışında yaşamayı seçen ya da zorunlu kalan herkes gibi Aleviler de Anadolu’dan taşıdıkları sosyolojik ve politik değerlere daha bir sıkı sıkıya sarılıyorlar. “Yaban ellerde” kaybolmama, korunma duygusu hep canlı kalıyor. Orada her Alevi biraz daha Alevi. Sünni, Müslüman, Türk, Kürt de öyle. Oysa kendi yurtlarında yaşayan insanlarımızda aynı duyarlılığı, o titizlik ve canlılıkla bulmak olanaksızdır. Türkiye’de insanlarımız yakılmadıkça, hakarete uğramadıkça Alevi olduklarını bile anımsamıyorlar neredeyse. O nedenle hep diyoruz ya “Alevi Hareketi bir tepki hareketidir” diye, iş onu bilinç hareketine dönüştürebilmekte. Türkiye’de böyle bir mücadelenin içinde olmaya karar vermiş herkes; memur ise devletten, işçi ise işvereninden, esnaf ise belediyeden, apartmanda komşularından, iş arkadaşlarından kendisine yöneltilebilecek tehlikeleri, zararları göze almış oluyor. Solun, demokratik cephenin darmadağınık oluşunun, moral bozukluğunu üstlerinde taşıyorlar. 12 Eylül’ü anımsıyor anneler babalar, kendi deneyleriyle çocuklarını tedbirli olmaya davet ediyorlar. Emperyalist kültür olgusunun her cepheden saldırısına uğrayan gençlik, tüm değerlerini kaybediyor. Hareket yeni kadrolar kazanamıyor. Üstüne bir de kimi yöneticilerin yanlışları, zaafları, hataları, egoları eklenince kaynaklar kuruyor. Bu kimi kadroların aymazlıkları, sorumsuzlukları, kongre salonlarındaki gözü dönmüşlükleri öyle uç noktalara ulaşabiliyor ki yıllarca birlikte mücadele ettiği, yan yana olduğu, bin defa denek taşından geçirdiği arkadaşlarını “Derin devletin adamı” olmakla suçlayabiliyorlar. Yüreklerindeki Aşk olmasa, insanlar neden bu çamurun içinde olsunlar ki?.. İşte o Aşk’dır ki, binbir türlü engellemelere karşın yine de, şimdi burada sayıp dökemeyeceğimiz binlerce başarıya imza atılmasını sağlamıştır. Yurtdışında koşullar böyle mi? Yüzlerce “Alevi Kültür Merkezi” tabelasını asarken, içini doldururken hangi engellerle karşılaştılar?.. Adında “Alevi” sözcüğü olan bir dernek kurabilmek için yıllarca mahkeme-Yargıtay kapılarında koşuşturmak zorunda olduğumuzu bilmiyorlar mı? Bu çabayla kurulan Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği (ABKB), (sonra ABF’ye dönüşen) bu örgütün kirasını dahi ödeyemediğimizi bilmiyorlar mı? Kendileri uçaklardan inmezken. Türkiye ile Avrupa (Almanya) arasındaki fark, kısaca; bu arkadaşların da her fırsatta haklı olarak dile getirdikleri Solingen ile Madımak arasındaki fark kadardır. Sonuçta, her türlü olanak da bizim, olanaksızlık da. Başarı da bizim başarısızlık da. Eğri de bizim doğru da. Ama ah keşke; şu kongre hiç yaşanmasaydı. O sözler hiç söylenmeseydi. Düşmanlarımızı güldürmeseydik. İnsan bazen şaşar, düzeltmek işi beşere düşer. O beşer Alevi halkıdır. Bu ülke çokça siyasi parti ve sendika kongresi yaşadı. O kongrelerden nelerin çıktığı ortadadır. Başta PSAKD olmak üzere birçok örgütümüz bu kongreyle tasfiye edilmiştir. Dileriz ki ABF bundan böyle de 1 Mayıs’ı anımsar. Başta da değindiğim gibi, henüz kentli olmaya çalışıyoruz. Öğreneceğimiz daha çok şey var. Daha çok yol yürüyeceğiz. Yeter ki Aşk’ımıza halel gelmesin. Kırılan kol acır. Acıtanlara da özür borcu doğurur. Lütfen unutmayalım; daha çok seçimler gelip geçecek Türkiye’nin üzerinden; bu kez yine sarsılacağız, dağılacağız. Ümit edelim ki, bu fırtınayı çabuk atlatırız, oksijen çadırından çabuk çıkarız. Derlenip toparlanacağımız günleri hasretle bekleyelim.
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME
Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler? Haşim Kutlu
D
emokratik bir cumhuriyet hedefinde hareket eden Kürt halkının örgütlü önderlikleri, bu amacın çözümünü kolaylaştırmak amacıyla yine “ateş kes” ilan etti. “Ateşkes”, barışmış olmak anlamına gelmediği gibi sorunun çözüldüğü anlamına da gelmemektedir. Ancak çözümün kapılarını aralayacak elverişli ortamın sağlanmasına yardımcı olabilir. “Ateş kesin” karşı tarafı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Genel Kurmayın ve hükümetin de “Ateşkes”e uygun bir duruma gelmesi durumunda, barışı görüşmenin, giderek nispeten barışçı bir ortamda demokratik cumhuriyet koşullarını yaratmanın olanağı doğabilir. Bugün devlete egemen zihniyet ve bu zihniyetin temsilcisi güçlerin, bu bağlamda basın, yayın, üniversiteler, yazar ve aydınların bugüne dek aldıkları tutum ve davranışlar dikkate alındığında sözünü ettiğim olabilirlik binde bir ihtimal gibi gözükse de ilan eden iradenin ifadesiyle “tek yanlı ateş kes” ile denenmek istenen budur. Bu da, açıktır ki, Türkiye Cumhuriyeti gerçeğinde, başından beri demokrasiye ve özgürlüklere gereksinim duyan bütün toplum kesimlerinin yararına olacaktır. Bu bağlamda, uzunca bir süredir, olanaklarım çerçevesinde mümkün olabilen azami bir gayret ve titizlikle, Türkiye gerçeğinin en önemli demokrasi gücü olan Modern Alevi Hareketi’ni izlemeye çalıştım. Aleviler açısından da en yakıcı taleplerin başında gelen demokrasi ve özgürlüklerin tanınması yolunda attıkları en zayıf adımların bile yanında oldum. Yazılarımla, pratik faaliyetlerimle güç vermeğe çalıştım. Bu yılki yaz ortalarında “demokrasi ve özgürlükler için artık sessiz kalmayacağız”, yine bu bağlamda, “sivil itaatsizlik eylemleri düzenleyip sokağa ineceğiz” yollu açıklamalarını, bir Kızılbaş Alevi olarak coşkuyla karşıladım. Yazabilme olanağı bulduğum her platformda bu açıklamaları yapan üst düzey Alevi örgütlülüklerini övdüm ve yanlarında oldum. Hünkâr Bektaş-ı Veli’yi Anma Şenlikleri vesilesiyle Modern Alevi Hareketi’nin ağırlıklı gövdesinin, bir yandan “Laik ve Demokratik Türkiye” çığırtkanlığı yapan; öbür taraftan Alevileri dışlayan “Paşacı” tutum ve uygulamaya rest çeken; bunun yanında uzun bir aralıktan sonra ilk kez manevi önderliğiyle buluşan Alevi Hareketi önderlerini “Aleviler Bölündüler mi” başlıklı yazımla destekleyip övdüm. Bunları sayıp dökmekten amacım, kendi faaliyetlerimi anlatmak değildir. Bundan amacım, hangi beklenti ve özlemlerle Alevi hareketine yaklaştığımı belirtmektir. Bütün içtenliğimle belirtmem gerekiyor ki Modern Alevi Hareketi, kendisinden beklenen demokrasinin en önemli dinamiklerinden biri olma sorumluluğunu yerine getirebilmiş değil. Tek başına kalmış, ister Alevi olsun ister olmasın, “milli hassasiyetler” zemininden hareket eden, basın yayın organlarından tutun da yığınla paramiliter sitelere varıncaya dek her türlü hırpalama, yıpratma çabalarına karşılık, kimi örgütlü yapıların cılız çıkışlarını saymazsak, Modern Alevi Hareketi’nin ağırlık gövdesinden tık çıkmamıştır bugüne dek. Yukarıda belirttiğim sözel düzeyde kalmış birkaç çıkışı saymazsak, burnumuzun dibinde her gün dağlardan paramparça olmuş asker ve gerilla bedenleri indirilirken; buna karşılık ortalığı “milli hassasiyetler” adı altında linç gösterileri kaplamışken; her haber bülteninde delik deşik edilmiş çocuk cesetlerini üstümüze ölü toprağı serpilmiş örneği seyredenken, Modern Alevi Hareketi’nden tık çıkmaması anlaşılır olmamalıdır hiç kimse için. Dahası, tepki gösterildiği zaman da -bir başka yazıyla belirttiğim gibi- burnunun dibindeki kan gölünü görmeyip, Siyonist ve savaş kışkırtıcısı İsrail egemenlerinin Lübnan’da gerçekleştirdikleri cinayetleri meydanlara dökülüp radikal bir üslupla protesto etmek, Yol’a ve onun değerlerine bağlı kimse için hiç mi hiç anlaşılır olmamalıdır diye düşünmekteyim. Son derece zor günlerden geçiyoruz. Henüz, ateşkes ilan edilmediği bir sürede, son ziyaretçi görüşmelerinden birinde, Sayın Öcalan, hükümete, Genel Kurmay Başkanlığı’na çağrıda bulundu. Ben bunu Semah adlı dergiye hazırladığım bir dosyada da belirtim. Sayın Öcalan çağrısında özetle, “Kürt sorununu Amerikalarla, Avrupa ile çözmek, o kapılara gidip yalvararak yardım dilenmek ile çözülmez. Biz bir evin içindeyiz ve birlikte çözmeliyiz. Operasyonları durdurun, bir gelişme sağlanırsa, bu günler de bir ateşkes çağrısında bulunabilirim. Bunu son kez yaparım. Eğer buna da yanıt olunmazsa artık benim yapabileceğim bir şey yok” dedi. Bu eli görenler gördü. Bu eli gören bütün odaklar, tabii ki herkes kendi penceresinden, tabii ki her odak kendi çıkar ve beklentileri doğrultusunda, Kürt halk hareketi önderliklerine “ateşkes” çağrılarında bulundu. Sonuç itibariyle 1 Ekim’den itibaren Koma Komalen Kürdistan önderliği “ateşkes” ilan etti.
Aralık 2006
Türkiye’de birçok siyasi örgüt, kurum, insan hakları kuruluşları, partiler, yazarlar, aydınlar, sanatçılar, bir biçimde görüş açıklıyor ve bu kez olsun, bu “ateşkes”in boşa çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklarını ilan ediyorlar. Tabii ki AB, ABD, Rusya da devrede. Tabii belirttiğim gibi her odak kendi çıkarları bağlamında çözüm için devrede. Çok ilginç, son 15 yıldır binlerce “faili meçhul” diye adlandırılan cinayetlerin baş mimarlarından Mehmet Ağar bile hangi hesap içinde olursa olsun, “Ateşkes”e olumlu cevaplar veriyor, “bize düşen bir risk olursa omuzlamağa hazırım” diyor! Bunların hepsi Modern Alevi Hareketi tarafından da biliniyor ve izleniyor. Ama sorun şu: Türkiye gerçeğinde demokrasi ve özgürlüklere, bu bağlamda demokratik Türkiye hedefine, en az diğerleri kadar yakıcı gereksinim duyan, hatta örgütlü olmalarının varlık nedeni olan böylesi yakıcı bir talebin sahipleri iken, Modern Alevi Hareketi ne diyor bu konuda? Olumlu ya da olumsuz verebilecekleri bir yanıtları yok mu? Günlerdir izliyorum, sorup soruşturuyorum; Alevi Hareketi’nin önderlikleri, bu konuda ne söyleyecekler, merakla bekliyorum. Ama sanki olan biten tümüyle onların dışındaymış gibi bir sessizliğe bürünmüş durumdalar ve duymazdan görmezden gelmektedirler adeta. Son zamanlarda “Siyasete müdahale edeceğiz” söylemi dillendiriliyor. Merak ve hassasiyetle bekliyorum. Bu müdahale ne anlama gelmektedir, her yere sormağa ve öğrenmeğe çalışıyorum. Demokrasinin en temel gücü olan Modern Alevi Hareketi’nin dilindeki müdahale eğer, yine demokrasinin olmazsa olmazı Kürt sorunu konusunda bir şey söylemek, bir politika ve bir hedef belirlemek anlamına gelmiyorsa, acaba hangi anlama geliyor, bilmiyorum. Bugüne dek de merakımı giderebilmiş değilim. Bunları belirtiyorum diye, her zaman olduğu gibi yine bir kısım çevreler, “Kürtçülük yapıyor, ırkçılık yapıyor, zaten biliyoruz, PKK’cılık yapıyor” gibilerinden “Milli Hassasiyet” vıdı vıdılarıyla konunun önemini anlamsızlaştırmasın. Türkiye’de gerçekten demokrasi ve özgürlük isteyen her kesimin, kendi özgün taleplerine olduğu gibi, diğerlerinin de taleplerine sahip çıkması eşyanın doğası gereğidir. Başka türlü hiç kimse, bu bin yılların tortusunu tek başına değiştiremez. Sadece kendi talebinin altında, kendisi ezilir. Yığınlarca olgu ve olay, bu dersin çıkartılmış olmasını gerektiriyordu. Sanılmasın ki, bu belirlediklerimi sadece Aleviler ve Kürtler bağlamında, Alevilerin yapması gerekenlerle sınırlıyorum. Tam tersine, her zaman olduğu gibi aynı şeyleri Kürt hareketi önderliklerine de söylüyorum, yazıyorum. Örnek olsun, şu anda, “ateşkes” ilan eden irade başta olmak üzere, güç veren bütün taraflara da sesleniyorum; İstek ve çağrılar, özel olarak Alevilere de seslenmiyor, onu da kapsayacak bir biçimde hedefler belirlenmiyorsa, Türkiye gerçeğinde, Alevi hareketinin rolünü görmemek, küçümsemek anlamına gelir. Belirttiklerim eksik bırakılarak, “Aleviler destek versin” demek ya da böylesine kendiliğinden bir bekleyiş içine girmek, son derece kolaycı ve ucuz bir yoldur. “Ateşkes” kararı veren iradeyi de bu bağlamda hassasiyetle izliyorum ve açıklık bekliyorum. Dahası, gerçek muhtevasını bir türlü anlayamadığım, ama bir biçimde dillendirilen, “siyasete müdahale edeceğiz” yönlü arayışların olduğu süreçte, beklediğim açıklığın gelmesini son derece önemli buluyorum. Çünkü bu arayışın, son günlerde Genel Kurmay çakışlı olduğu çok net anlaşılan, “laiklik ve irtica” çıkışlarına basit bir eklenti olarak açığa çıkmasını istemiyorum. Geniş emekçi Alevi kitlesinin, ezici çoğunluğu onların oğulları ve kızları olan zindanlarda çürütülen gençlerin şu veya bu ad altında sokak arasında kurşunlanan çocukların beklenti ve özlemlerinin bir kez daha ucuzca kapatılmamasını umuyorum ve bekliyorum. Ne tarihsel sürek böylesine ucuz ve kahredicidir; ne de günün koşullarında Modern Alevi Hareketi’nden beklenen rol budur. Olmamalıdır da! Sonuç olarak, Alevi hareketinin saygı değer önderlikleri, bir an önce, bir süredir dillendirdikleri “siyasete müdahale” söylemini açıklığa kavuşturmalıdırlar. Dahası, yarın daha geç olmadan ve “savaş kışkırtıcılarınca” bir kez daha boşa çıkartılıp, ortalık kan gölüne döndürülmeden açık ve net bir duruş sergilenmelidir. Halkların boğazlaştırılması çabalarına seyirci kalınmak istenmiyorsa, Modern Alevi Hareketi, “Ateşkes” kararı karşısındaki sessizliğini bozmalıdır. Bu karara sahip çıkmalı ve rolünü oynamalıdır. Kürt sorunun çözümü, Alevi sorununun çözümüdür. Bunu her zaman söyledim yine söylüyorum. Alevi sorunun çözümü de sağlıklı olarak Kürt sorunun çözümüdür. Et ve tırnak gibi birbirine bağlıdır. Gerçeği böyle kavramak, Yol’un buyruklarını doğru kavramaktır. Gerçeği böyle kavramak, ne milliyetçilik ne de ümmetçiliktir ve “Yol cümleden uludur!”
15
SERÇEÞME
Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler ve Tarihi Süreç(1) Veliyettin Ulusoy Hz. Muhammed’in hastalığının çok belirgin olduğu günlerde, Zeyd oğlu Usame, Şam’a gidecek bir orduya komutan olarak atanıyor. Usame, Medine dışında karargâhını kuruyor ve Müslümanların orduya katılmalarını bekliyor. Hz. Muhammed tüm Ensar (Medine yerlileri) ve muhacirlerin (Mekke’den gelen muhacirler) Usame ordusuna katılmasını emrediyor. Usame ordusuna, yakınları ve çok sadık bazı sahabelerin dışında kimse katılmamıştı. Her tarafa “Bir kölenin oğlu nasıl kumandan olabilir?” diye fitneler çıkartılıyordu. Açık ve kesin olarak “Müslümanım” diyenlerin büyük çoğunluğunun Hz. Muhammed’in buyruğuna uymadığı ve uymayacağı kesin biçimde belli olmuştu. Hz. Muhammed olaydan çok üzülmüş, kendisinden sonra İslam Birliğinin dağılması konusundaki endişesi artmıştı. Hastalığı gün geçtikçe ilerliyordu. İşte o sırada İslam’ın iç bünyesindeki ilk ayrılık filizleniyor. İbni Abbas’a Hz. Muhammed, “Bir divid ve bir koyun kemiği getirin, yazdıracağım bir şey var.” diyor. Odada yirmiden fazla sahabe var, toplulukta yüksek sesle tartışmalar başlıyor. Ömer Hattap öfkeli bir sesle bağırıyor: “Maraz-ı Mevd (Ölümcül hastalık) halinde bulunan bu adamın hezeyanımı yazılacak? Kuran’ın hükmü bize yeter.” (Buhari, Kitap’ül cihadı, II. s.12-Teberi, s.193) Ne olursa olsun çok kötü bir olay sergilenmektedir. İslam âleminde yüzyıllarca sürecek bir çelişmenin tohumu ekilmektedir. Yatağın çevresinde cereyan eden bu saygısız konuşmalara kızan Hz Muhammed, “Kalkın benim yanımdan gidin, bu kadınlar sizden iyidir.” diyerek ev halkından başkasını odasından dışarı çıkartmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra Hz. Muhammed Hakk’a yürümüştü. Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesiyle tartışmalar artmış, Sahabe, Resulullahın cenazesini, elemli hanedanına bırakarak Beni Saide Sakifesinde toplanmıştı. Hz. Ali Hz. Muhammed’in cenaze işleriyle uğraştı. Kuran, Enfal Suresi, Ayet 27: “Ey insanlar, Allah’a ve Resul’e ve onun emanetlerini hıyanet etmeyin. Size güvenilen şeylere bile bile hainlik etmiş olursunuz.” Bu emanetler nedir? Hz. Muhammed’in bu emanetlerine gerekli saygı gösterilmiş midir? Bu emanetler Kuran ve Ehl-i beyti’dir Ne yazık ki her ikisine de gerekli saygı gösterilmemiş, Ehl-i beyti zulüm ve acı görmüş; insanlık tarihinin en acı olayı Kerbelâ’da gerçekleşmiş; Hz. Muhammed’in çocuk yaşındaki torunları, oklanarak, kesilerek şehit edilmişlerdir. İslam inanışı uydurma hadislerle aslından uzaklaştırılmış, Kuran’daki İslam’dan çok farklı bir konuma düşmüştür. Kuran, Enfal Suresi, Ayet 41: “Eğer Allah’a ve Hakk’ı batıldan ayıran o günde kulumuz Muhammed’e indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın Peygamber’inin ve akrabasının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır.” diyerek, açıkça Hz. Muhammed’in Ehl-i beyt’ine hisse ayırdığı halde, bu hisse verilmemiştir. Hz. Muhammed zamanında, Fedek hurmalığı, Peygamberin hissesine ayrılmıştı. O da kızı Fatima’ya vermişti. Fatima hurmalığın mahsulünü yoksullara ve yetimlere dağıtıyordu, halife Ebu-Bekir “Peygamberin mirasçısı olmaz, Müslümanların hepsi O’nun mirasçılarıdır.”diyerek Fedek hurmalığını Fatima’nın elinden almış beyt’ül mâl’e kayıt ettirmiştir. Halife Osman zamanında bu hurmalık hizmetlerinin karşılığı olarak (!) Mervan’a verilmiştir. Hz. Muhammed’in çok sevdiği sahabelere görev verilmemiştir. Hatta bunların bir kısmı, örneğin, Malik bin Nuvayra, Abdullah bin Mes’ud, Ebu-Zer Giffari ve diğerleri birer bahane ile öldürülmüşlerdir. En önemli görevler Hz. Muhammed’in münafık saydığı ve yanına yanaştırmadığı kişilere, özellikle Ümmeye oğullarına verilmiş, ülkenin geliri de bunlara ihsan olarak dağıtılmıştır. Bu adamlar hayal edemeyecekleri servetlere kavuşmuşlardır. Hiçbir geçerli sebep olmadan Mervan’a bazı eyaletlerin gelirinden başka 100 bin Dirhem, aynı şekilde Abdullah bin Halid’e 400 bin Dirhem, Ebu Süfyan’a 200 bin Dirhem verilmiştir. (İbni Ebu Halid, Nehc ül Belaga Şerhi, s. 68) Hz. Ali’ye onun soyuna karşı özellikle Emeviler döneminde daha da şiddetlenerek süren baskı ve düşmanlık hareketi, Hz. Muhammed’in hayatında ve ona karşı yöneltilen bir muhalefetin devamıdır. Kılıçla İslamiyeti kabul etmiş görünen kişilerin tahrikleri, Hz. Muhammed’in güçlü kişiliğinin ortadan kalkması acık ve belirgin bir Ali düşmanlığı şeklinde ortaya çıkmıştır. Ali’ye ve O’nun soyuna karşı gösterilen düşmanlığın kökeninde Hz. Muhammed’e karşı onun isteklerini yerine getirecek bir bağlılığın bulunmaması nedeni yatmaktadır. On iki İmamların altıncısı İmam Cafer: “Müslümanlık Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in Resul olduğuna iki kelime ile tanıklık etmekle
16
başlar. Ancak bazı istekler ve koşullar vardır ki kişi onlara uymakla inananlar arasına girer.” der. Kuran Hucurat Suresi, 14. Ayet: “Ey Muhammed, Araplar inandık dediler, de ki inanmadınız, ama İslam olduk deyin. İnanç henüz gönüllerinize yerleşmedi.” Bu ayet, Hz Muhammed’den sonraki durumu gerçek biçimde açıklamaktadır.
Hz. Ali’nin Halifeliği Hz. Muhammed’in ölümünden sonra 25 yıl geçmişti. İslam toplumu bir Arap imparatorluğuna dönüşme aşaması içinde idi. Zaptedilen ülkelerden alınan ganimet mallar, iş başında bulunanları ve çevrelerini alabildiğine zenginleştirmişti. Emevi valiler, kumandanlar ve onların yakınları zengin bir sınıf meydana getirmişti. Bunların saraylarında konaklarında içkili, müzikli eğlenceler, ahlak dışı bir hayat vardı. Bu, Arap ordusunun zapt edilen ülkelerden getirdiği ganimetlerle besleniyordu. Arap’tan başka unsurlar, onların nazarında mevali (köle) idi. Köle ve cariye ticareti alabildiğine genişlemişti. Satışa çıkartılan her renkteki köleleri-cariyeleri pazarlar almıyordu. Arap kavminin hırs ve tamahı olanca korkunçluğu ile ayağa kakmıştı. Buna karşılık yakılıp yıkılan evler, söndürülen ocaklar, esir pazarına düşen kadınlar, keyfe ve çıkara göre öldürülen insanlar…Çıkan karışıklıklar ve ayaklanmalar sonucu Halife Osman öldürülmüştü. Ülkenin her yanından gelen temsilciler Ali’den halife olmasını istediler. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in vasi ve vekil olarak gösterdiği, sayısız hadisle övdüğü kişiydi. İlim, inanç, ahlak ve özveride benzeri yoktu. Gücü ve saygınlığı kimse ile kıyaslanamazdı. İslamiyeti ilk defa o kabul etmiş, her savaşta ilk saflarda bulunmuştu. Her zaman, Allah’ın hükmüne karşı hiç kimseden üstünlüğü olmadığını, İslamiyette emir ve nehiy bakımından kimsenin imtiyazlı olmayacağını söylerdi. İşçisi ile kendisi hak bakımından ayrı görmezdi. “Esir, Tanrı’nın hiçbir ayrıcalık göstermeden yarattığı insandır, esir kullanmak, Tanrı buyruğuna karşı gelmektir.” diyordu. Esareti, insanlığın yüz karası olarak niteliyordu. Yemeği genellikle arpa ekmeği, hurma veya sütten ibaretti. Fakir olduğu için, sık sık bahçe belleyerek veya hurmaları sulayarak evinin ihtiyacını karşılardı. Savaşlarda kendi hissesine ayrılan ganimeti hemen yoksullara dağıttığı için bir türlü zengin olamamıştı. Hz Ali kendisinin Halife olmasını isteyenlere: “Beni bırakın da benden başkasını arayın, bulun.” dedi. “Tan yerini boydan boya kara bulutlar kaplamış. Apaydın yol, görünmez olmuş. Bilin ki istediğinizi kabul edersem, hak bildiğime gider ve uyarım. Ne söyleyenin sözüne aldırış ederim, ne de ayıplayanın lafına kulak asarım. Ame beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum. Umarım ki, işinize kimi getirir ve kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden fazla dinlerim, emrine sizden fazla uyarım. Benim size yardımcı olmam, emir olmamdan hayırlıdır.” diyordu. Devamlı ısrarlar üzerine Ali, Bedir Savaşına katılanlarla Medine’deki Ensar ve muhacirlerin ve tüm eyaletlerden gelen temsilcilerin oy vermesi halinde halifeliği kabul edeceğini bildirdi. Bedir ve Medine Sahabeleri, muhacirler, eyalet temsilcileri mescitte toplanarak Ali’ye biat ettiler. Ali, biat etmeyi kabul ettiğinin ikinci günü, halife Osman’ın dağıttığı toprakları ve diğer malları millet malı olarak geri alacağını, valilerin ve diğer yöneticilerin haksız olarak el koydukları malları sahiplerine geri vereceğini, tutsak erkek, kadın ve çocukların ailelerine gönderileceğini bir genelge ile her tara bildirdi. Karakterine güvenilir insanları, özellikle Hz. Muhammed’in değer verdiği sahabesini valiliklere ve diğer görevlere atadı. Basra valisi Huneyf’e şöyle yazıyordu: “Duyduk, Basralılardan bir bölük, seni düğüne çağırmış. Sen de hemen gitmişsin. Çeşit çeşit yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağırmayan sadece zenginleri davet eden bir topluluğun çağrısına gidesin. Yediğin yemeğe bir bak. Haram yahut helal olduğuna bir şüphen olursa at o yemeği ağzından. Helal olduğunu bilirsen ye. Ama az miktarda. Bil ki, her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı bir imamı vardır. Gene bil ki, sizin imamınız, dünyasında köhne bir elbiseyle, iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim, herkesin buna belki de gücü yetmez. Yetmez ama, çekinip temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret ederek yardım edin bu yolda bana, gücünüz yettiği kadar benim yolumda olun. Dilersem ben de yağlar ballar bulurum. Buğday ekmeğinin en hasını yerim. İpek elbiseler giyerim. Fakat nefsimin bana üst olması, beni lezzetli yemekler çek-
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME mese mümkün değildir. Ben nasıl doya doya yemek yiyebilirim ki, Hicaz’da yahut Yemame’de yoksullar vardır. Günler geçmiş tokluk nedir görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki; çevremde aç karınlar, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır.”
İmam Hasan (624-6719
Ali’nin Fatıma’dan doğan ilk oğludur. Hasan ismini Hz. Muhammed koymuştur. Hasan ismi daha önce Araplarda yoktu. Hz. Muhammed Ali’ye “Sen Musa’ya nisbet Harun menzilindesin” demişti. Bu nedenle, Harun’un oğlu “Şeper”in adını Ali’nin çocuğuna koymuştu. Hasan, SürNe yazık ki, Ali’nin insan haklarına saygılı, haksıza zalime şans tayani dilindeki Şeper’in Arapça karşılığı oluyordu. nımayan yönetiminde halk, gene huzura kavuşma olanağı bulamadı. Hz. Hz. Muhammed “oğullarım” dediği Hasan ve Hüseyin’i çok severMuhammed’den sonra geçen çeyrek yüzyılda bambaşka bir yaşantıya di. Onlarla şakalaşır, ibadet sırasında bile sırtına çıkmalarına müsaade alışan yöneticiler ve çevreleri, özellikle sonsuz servete sahip olan Ümederdi. Hasan’ın yüzü Hz. Muhammed’e çok benzerdi. Hz. Muhammed meye oğulları, Hakk’ın emrine ve halkın mutluluğuna dayalı Ali devribirçok defalar, “Allah’ım, ben Hasan’ı seviyorum, sen de nin koşullarına uymadılar ve onun yönetimini gereksiz bir saflık olarak nitelendirdiler. Bunların baskısı altındaki in- Serime bir sevda geldi sev ve seveni de sev.” demişti. (Fedail’ül-Hamse s.230) Hasan Sıffın savaşında babasının yanında idi. san toplulukları da yeterli olarak durumu kavrayamadılar Muhammed Ali’den beri Hüseyin’le birlikte fiilen savaşa katıldıklarını gören Ali: ve Ali’nin yürüttüğü yolda şuurlu bir destek sağlayamadıYandı vücudum kül oldu “Tutun şunları! Ben bu ikisiyle soluk alıyorum, şehit olurlar, Hakk’ın güçlenmesi için gerekli birliği kuramadılar. Ta kalü beli’den beri larsa Resulullahın nesli kesilir.” diyerek onları savaş alaAli’nin yönetiminde çıkarı bozulanların veya Ali’ye nından çıkarttırmıştı. (Nehcü’l-Belaga tercümesi ve şerhi karşı sönmeyen kin ve düşmanlığı olanların uyandırdığı Kul Hasan s.336) fitne tüm ülkeyi sarmakta gecikmedi. Düşmanlarının fitGörüldüğü gibi Ali, Hasan ve Hüseyin’den Hz. Muhammed’in sonesinin anında yok edilmemesi, Ali’nin dostlarını hayal kırıklığına uğyunun yürüdüğüne işaret etmişti. Hz. Muhammed’in oğlu yoktu. ratıyordu. Oysa Ali son dakikaya kadar, insan kanı dökülmemesi için Kızı Fatima ile Ali’den gelenleri kendi soyu olarak kabul etmişti. Hz. çareler arıyordu. Muhammed’in “Herkesin nesebi kesilebilir. Benim tertemiz soyum kıyaHz. Muhammed’in eşi Ayşe, Zübeyir oğlu Abdullah’la birleşerek, mete kadar sürecektir.” Anlamındaki ünlü sözünü, Ali Sıffın’da doğruOsman’ın kanını dava etmeye kalktılar. Hz. Muhammed’in eşi Ümmi lamıştır. Seleme, Ayşe’ye şöyle demişti: Sıffın savaşından sonra Ali uzun bir vasiyetname bırakarak, kendin“Şimdi Osman’ın kanını mı istiyorsun? Oysa dünkü gün Osman’a den sonra İslamın imamlığının Hasan’a intikal edeceğini bildirmiştir. küfrediyordun. ‘Bu sakallı Yahudi’yi Allah öldürsün’ diyordun, şimdi Hasan’ın zamanında Ehl-i beyte candan bağlı olanlar çok azalmışise ‘Emir ül Müminin ve Halife-i Matül’ diyorsun; İmam Ali’ye karşı tı. İslamda birlik kalmamış, servet ve mevkii her şeye egemen olmuştu. çıkan cemaatle birleşiyorsun. Osman’ın kanını istemekle senin ne ilMuaviye’nin adamları bir taraftan para ve mansıp dağıtarak, diğer tagin var? Osman, Abdül Menaf’dan bir kişidir. Sen ise Bei Te’mimden raftan uydurma hadislerle, çevrelerine hayli taraftar toplamışlardı. Mubir zaifesin. Yazıklar olsun sana Ayşe. Öyle bir taife ile birleşiyorsun aviye kendi tarafına geçenleri zengin ediyordu. Alabildiğine servet ve ki Ali bin Ebu-Talib’e karşı çıkmak istiyorlar. O Ali bin Ebu-Talib ki, göz kamaştırıcı bir yaşantı Araplara çok çekici geliyordu. Ehl-i beyt’in Hz. Muhammed’le arasında kardeşlik silsilesi vardır. Resul’ün amcaganimetten veya halkın varlığından alıp dağıtacak bir şeyleri yoktu. Bu sı oğlu, Fatıma’nın eşidir. Medine’de bulunan muhacir ve esnan ona itibarla o çevredeki Müslümanların bazıları açıktan, bazıları üstü örtülü biat ettiler. biçimde Muaviye’yi destekliyorlardı. Muaviye bu durumdan faydalanarak Hasan’ın kendisine biat etmesini istiyor bu konuda anlaşma teklif Ey Ayşe, Allah’tan kork ki Hz. Muhammed’in: ‘Benim sağlığımda ediyordu. İçinde bulunduğu havadan bunalmış olan Hasan çevresindeve ölümümden sonra Ali’ye isyan edenler bana isyan etmiş olurlar.’ kilere sormuştu: dediğini duymadın mı ? “Muaviye bizi öyle bir işe çağırıyor ki, onda ne bir yücelme var, ne Ya Ayşe, Talha ve Zübeyir’in dalaveresine aldanma. Bu irtikap ettide bir adalet. Ölümü göze alıyorsanız teklifini reddedelim. Yaşamayı isğin iş için Allah’tan sana vebâl gelince, Talha ve Zübeyir seni kurtartiyorsanız kabul edelim. Hangisine razıysanız bildirin.” Herkes soruyu, maya kadir olamazlar.” “Uzlaşalım” diye yanıtladı. Hasan, “Ben bunu kabul etmezdim. Yardımcı bulsaydım gecemde de onunla savaşırdım, gündüzümde de. Sonunda AlBunun üzerine Ayşe, Basra’ya gitmekten vazgeçip evine dönmüştü. lah bir hüküm verirdi” dedi. (A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam MezFakat fitne sönmek bilmiyordu. Zübeyir’in oğlu Abdullah Ayşe’ye “Sen hepleri ve Şii’lik s.3 76) Basra’ya gitmezsen kendimi öldürürüm.” diye tehdit etti. Ayşe, Abdullah Hasan-Muaviye sözleşmesi şu taahhütleri kapsıyordu: oğlu Zübeyir’i çok severdi. Araya diğer yakınlarının da girmesi üzerine 1-Halk Kuran’a uygun olarak yönetilecektir. Basra’ya gitti. Tarihte “Cemel olayı” diye anılan, Ayşe’nin devesi çevre2-Alevilere kötülük yapılmayacaktır. sinde vukua gelen ve çok kan dökülmesine neden olan savaş kaçınılmaz 3-Ali ve soyuna kötü söz söylenmeyecektir. oldu. 4-Cemel ve Sıffın savaşı şehitlerinin evladına ganimetten hisse veBu olayı izleyen Sıffın savaşları, İslam’daki bölünmeye hız kattı. rilecektir. İslam kanı dökülmesinden sakınan, bunu Hz. Muhammed’in kutsal bir 5-Muaviye kendinden sonra kimseyi halife yapmayacaktır. vasiyeti sayan Ali’nin bağışlayıcı tavrı, kendi lehine sonuç alınacak bu Anlaşmadan sonra Hasan ailesini toplayarak Medine’ye döndü. savaşlarda kesin sonuç alınmasına imkân vermedi. Aralarında Veysel Muaviye sözleşmenin hiçbir maddesine uymadı. Hasan’ın karısı Karani’ninde bulunduğu Bedir savaşına katılan sahabeden yetmiş kişiEş’as kızı Cude’ye bin dirhem altın vererek ve oğlu Yezid’e almayı vaat nin ve binlerce Müslümanın şehit olduğu Sıffın savaşı, Muaviye’nin ve ederek İmam Hasan’ı zehirletti. Amr bin As’ın hileleri ile sonuçsuz kaldı. İmam Hasan, dedesi Hz. Muhammed’in yanına gömülmek istiyordu. Hakem Olayı beraberinde karışıklıklar ve sonu gelmez tartışmalar Bunu haber alan Mervan, emrindeki kuvvetlerle yolu kesti. Ayşe de bir getirdi. Herkes bu sonuç nedeniyle birbirini suçluyordu. katıra binerek Mervan’a katıldı. Cenazeyi götüren topluluk yol değiştiHaricilerin görevlendirdikleri Abdurrahman bin Mülcem’in, Hicrererek Baki mezarlığına gitti. İmam Hasan, Ali’nin anası Fatima’nın yatin kırkıncı yılı, Ramazan ayının on dokuzuncu günü Kûfe Mescidinde nında toprağa verildi. başından yaraladığı İmam Ali, kılıçtaki zehrin de etkisiyle yaralandıkİmam Hasan’ın oğlan, kız on beş çocuğu olmuşsa da imamlık, İmam tan altı gün sonra hayata gözlerini yumdu. Hüseyin’in soyundan yürümüştür. İmam Hasan en çok “Seçilmiş” anlaGenç yaşından itibaren herkesin bilgi istediği ve akıl danıştığı bir mına gelen “Mücteba” lakabı ile anılırdı. ilim adamı idi Ali. Fıkıh, tefsir, kıraat ve kelam bilgilerini İslam toplumuna Ali öğretti. Arap dil ve edebiyatının kurallarını Ali koydu. İmam Hüseyin (624-671) Hz. Muhammed “Ben Kuran’ı kabul ettirmek için savaştım. Ali Kuran’a anlam verme ve yorumlama için savaştı.” demiştir. İmam Ali ve Fatima’nın ikinci oğulları, İslamın, Hz. Muhammed ve Hz. Muhammed’in “Ali ilmin denizidir”. Ve “Ben ilim şehriyim. Ali İmam Ali’den sonra en ünlü kişidir. İmam Hasan’dan bir yıl on ay sonra ise kapısıdır.” demesi, Ali’nin büyük bir ilim adamı olduğunu doğruladoğan Hüseyin’in adını da dedesi Hz. Muhammed koydu. Hüseyin, Sürmaktadır. yani dilinde “Şibbir”in Arapçadaki karşılığıdır. Şibbir, Harun’un ikinci Güçlü ve sarsılmaz bir ahlak anlayışına sahip olan Ali, örnek bir aile oğlunun adıdır. (Fuzuli, Hadikat üs Suada, s. 270) reisiydi. Çağında birden fazla kadınla evlenmek, cariye bulundurmak Hz. Muhammed bu torununa karşı çok derin bir sevgisi vardı. Evleriyasal sayıldığı halde, Ali evinde cariye bulundurmadığı gibi Fatima’nın nin önünden geçerken, Hüseyin’in ağladığını duyduğunda kızı Fatima’yı ölümüne kadar da başka kadınla evlenmedi. çağırarak, “Hüseyin’i niçin ağlatıyorsun? Bilmiyor musun ki onun ağKonuşmaları Nehcü’l Belaga adı altında birleştirilmiştir. Güzel kolaması beni incitir.” dediği çok duyulmuştur. (Fedail’ül Hamse, III, nuşma yolları anlamına gelen eser, söz söyleme sanatının eşsiz bir anıtı s. 255) sayılır. Türbesi Irak Necef şehrindedir. (Devamı 18. Sayfada)
Aralık 2006
17
SERÇEÞME (Baştarafı 17. Sayfada)
İmam Hüseyin’in çocuklarından, Ali Ekber ve Abdullah Ekber (Ali Asgar) Kerbelâ’da şehit olmuşlar, soyu Ali Evsat’tan (Zeyne’l-Abidin’den) yürümüştür. Kızları Fatima, Sakine ve Zeynep’tir. Muaviye’nin Hasan ile yaptığı sözleşmeyi tasvip etmemekle beraber, İmam Hasan’ın ölümünden sonra çevresinden gelen, anlaşmanın bozulması yolundaki teklifleri, “Muaviye ölünceye kadar sözleşmeye bizim sadık kalmamız gerekir.” diye kabul etmemişti. Muaviye ise son günlerinde, Medine’ye gitmiş, oğlu Yezid’i övmüş ve ona biat etmelerini tavsiye etmişti. Ebu-Bekir’in oğlu Abdurrahman, Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyir’in oğlu Abdullah, İmam Hüseyin ve diğer Haşim oğulları biat etmeye yanaşmamışlardı. Muaviye’nin 674’de ölümü üzerine, ahde aykırı olarak yerine geçen Yezid, ilk iş olarak, Medine Valisi Velid’e bir emirname göndererek, İmam Hüseyin’e biat teklif etmesini, kabul etmediği takdirde başını keserek Şam’a göndermesini istemişti. Bu isteğini yerine getirmeyen Velid’i azletmiş yerine Amr bin Said Aşdak’ı Medine’ye vali atamıştı. Yeni vali Ehli-beyt’e rahat huzur vermiyordu. Durumu yakından izleyen Kûfeliler Süleyman bin Surad’il Huzzai’nin evinde toplanarak Medine’de tedirgin edilen Hüseyin’i ve diğer Ehl-i beyt mensuplarını Kûfe’ye getirmeyi kararlaştırdılar. Halife unvanı ile artık bir Arap devleti biçimine dönmüş İslam toplumunun başına geçme iddiasında bulunan Yezid, Allah’ın emirlerini tanımaz, yalancı, rezil, şerir; İslamla ve inançla ilgisi olmayan bir ayyaştı. Böyle birisinin adının Emir’ül-Müminin veya Halife gibi kutsal deyimlere karışmasına, Müslümanlığa içtenlikle bağlı ve saygılı kişilerin gönlü razı olmuyordu. Hüseyin’in de aynı kanıda bulunduğunu bilen Kûfe’liler mektup üstüne mektup yolladılar. Hüseyin’in Medine’deki yakınları ise kesinlikle Kûfe’ye gitmelerini istemiyorlardı. Düşüncelerini söyleyen yakınlarına Hüseyin şöyle demişti:
dedi ve Kuran dan şu ayeti okudu: “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döneceksiniz.” (Kuran, Ankebut Suresi, Ayet 57) İmam Hüseyin’e gerek Ehl-i beyt’ten ve gerekse İslam büyüklerinden Kûfe’ye gitmemesi için çok sayıda kişi buna benzer ricalarda bulundularsa da kâr etmedi. Hüseyin, “Hikmet sırrı bize gizli kalmaz. Bana açık olanı siz bilmezsiniz.” diyordu. *** [İşte Kerbelâ Olayı’nın sırrı bu küçük cümlecikte. Hz. Hüseyin islamın gidişatını, gerçekten uzaklaştığını görüyor, buna bir çare arıyordu. Mevcut olanaklarla buna çare bulmak imkânsızdı. Toplumu ikna etmek, oturup konuşmak, gerçekleri anlatmak mümkün görünmüyordu. Halen halk arasında söylenen gibi “Muaviye’nin pilavı yağlıydı”. Ve insanların pek çoğu bugün de olduğu gibi çıkara önem veriyorlardı. Toplumun bu gidişatını kökünden sarsacak ve dikkatleri çekecek bir olay gerekiyordu. Belki bu olay toplumun tekrar doğru düşünmesine, gerçekleri görmesine ve aklını başına toplamasına yardımcı olacak bir tokat niteliğinde olmalıydı. İmam Hüseyin çözümü bu şekilde buldu. Bu düşüncesini en yakınlarına açtı ve gerçekleştirdi. Bunun için bütün ısrarlara rağmen fikrinden dönmedi. Haksızlığın, zulmün, bencilliğin karşısında hayatı pahasına dimdik durdu ve Tanrısal bir destanın ölmez kahramanı ve yol göstericisi oldu - VU]
*** İmam Hüseyin, Mekkelilere de veda ettikten sonra kendine bağlı olan kişiler ve akrabası ile beraber Mekke’den Kûfe yönüne, kaderine doğru yürüyüşe başlamıştı. Aynı gün, daha önce gönderdiği Müslim bin Akil, Kûfe’de yardımsız kalıyor, Yezid’in valisinin emri ile şehid ediliyordu. İmam Hüseyin, Kerbelâ’da konakladığı zaman akrabası ve Ehl-i beyt kadınlarından oluşan yüz kişilik bir kafile halindeydiler. Müslim bin “Allah ne dilerse o olur. Dayanma gücü ancak onunla elde edilebilir. Akil’in şehit edildiğini yolda haber almışlardı. Yezid’in ordusu, kafileye Ölüm genç bir kızın boynuna takılan gerdanlık gibi insanoğlunun burada yetişip Fırat nehri tarafında saf bağladı. İmam Hüseyin’e mektupboynundadır. Yakup nasıl Yusuf’u özledi ise, ben de ecdadımı öylar yazıp, dini ve Müslümanları Yezid şerir’inden kurtarmasını isteyenlesine özledim. Allah, şehid olacağım yeri benim için önceden kalerin de içinde bulunduğu Muaviye oğlu Yezid’in ordusu o gün, tarihte rarlaştırmıştır. Allah dilerse Kûfe’ye hareket edeceğim” (Biharrü’l benzeri görülmedik bir vahşet ve acımasızlıkla, Hz. Muhammed’in toEnvar, s. 44, s. 366) runlarını meme emmekte olan çocuklara varıncaya dek şehit ettiler. (10 Muharrem H. 61) Abdullah bin Abbas, bu konudaki ısrarını sürdürüyordu: Biz burada bu korkunç olayın ayrıntısına girmeyeceğiz. Kerbelâ Ola“Ey zamanın imamı, lütfedip Kûfe’ye gitmekten vazgeç. Medine’den yı öyle bir faciadır ki, Hz. Muhammed’in öpüp kokladığı bir başın acıayrılman gerekiyorsa Mekke’ye git. Atan Ali, Irak’a yöneldiğinde masızca kesilip şehir şehir dolaştırılmasını, susuzluktan bunalmış meme belalar tuzağına tutuldu. Kardeşin Hasan Mücteba orada perişan emmekte olan bir masumun oklanıp şehit edilmesini, Hz. Muhammed’in oldu.” torunlarından oluşan kadınların ve şehit cesetlerinin üzerine vahşetle saldırıp talan ve yağma edilmesini anİmam Hüseyin cevap verdi: Hasan Hüseyin’i sevdim latmaktan insanlık adına utanç duyuyoruz. İkrarım anlara verdim “Ey Abdullah, zahirde Müslümanlar mektuplar gönBütün bu faciayı görüp bilen, çocukları dahil en derip oraya gitmemi istediler. Ehl-i beyt’in huzurunu Kâfirlerin putun kırdım yakınlarının şehit edilmesine tanık olan, altı aylık sağlayacaklarına kefil oldular. Mümkündür ki bu su- Halil-ür-Rahman’dan beri yavrusunun kucağında oklanıp öldürüldüğünü gören, retle Hakk’ın emrine uymak bana nasip olsun.” kendisinden sonraya kalacak Hz. Muhammed’in Ehl-i Kul Hasan beyt’inin insafsız, vicdansız Yezid’e esir olacağını seAbdullah: zen Hüseyin’in, Kerbelâ faciası öncesinde, ölümün adım “Ey Peygamber oğlu, Kûfe henüz Yezid’in emri altındadır. Eğer onun adım geldiğini özünde sezmemesi olanaksızdır. Böylesine bir facianın valisini defedip Şer’i Müslüm’e teslim ederlerse o taraflara gitmek ortasında Hüseyin, inancının kutsallığını, imanının gücünü, Hakk’ın ve münasiptir. Ve eğer bunun aksi zuhur edip Yezid’in askerine karşı insanlığın zulme, batıla, ahlaksızlığa karşı olan zaferini cihana eşsiz bikoymak lazım gelirse, yine mümkündür ki zafer onlara teveccüh ede. çimde göstermiştir. Ceddine ve ceddinin yoluna sahip çıkmış, soyuna Bu takdirde bu neticeden hazretinize ızdırap erişir.” layık olduğunu ispatlamıştır. Hüseyin yanındakilerle birlikte, insanoğluna, yücelme yolunda, insanlık ve Allah yolunda gerektiği zaman neler İmam Hüseyin: yapılabileceğini kimseye nasip olmayacak bir düzeyde öğretmiştir. “Ey Abdullah! Sefere çıkmağa niyet etmişim. Zira muhakkak suretDiğer taraftan, insanların, çıkar uğruna nerelere kadar düşebilecekte bilirim ki Yezid, benden gafil değildir. Kâbe’nin mübarek toprağı lerini, ne ölçüde insafsız ve vicdansız olabileceklerini de Yezid ve peşinâlemin kıblesi iken, dalalet ehl-i askerinin ayakları altında kalıp, saydekiler Kerbelâ önünde göstermişlerdir. gısızlık yapılmasına benim sebep olmama rızam yoktur. İstemem ki Biri insanları yüceltiyor alabildiğine… Uyarıcı, yol gösterici, sözüne bu kutsal toprakları kana bulayayım ve halkını perişan edeyim. En sadık, dürüst ve cesur. iyisi fitne ve zulmü bilerek buraya getirmemektir.” Öteki, aşağılık, hilekâr, yalancı, bencil ve tiksindirici… Kerbelâ meydanı o gün, insanların yüzyıllardan beri okuduğu ve Abdullah: sonsuza kadar da okumaya devam edeceği Tanrısal bir destana tanık “Ey Peygamber Evladı, anlıyorum ki sefere çıkmaya mailsin. Hiç ololuyor. mazsa Yemen tarafına yönel ki, memleket geniş olup kale ve hisarları Kerbelâ’da o gün yetmiş iki kişinin şehit edildiği söylenegelmiştir. çok ve hadsiz hesapsız, Hemedan kabilesi Ahmed Muhtar (PeygamŞimdiye kadar altmış üç Şehit’in adı zaptedilmiştir. ber) hanedanının dostudur. Sen o diyara varıp yerleşecek olursan her Dokuz kişi de İmam Hüseyin’in daha önce Kûfe’ye gönderdiği Müstaraftan halis yürekliler ve mücahitler toplanıp sana yardım ederler.” lim bin Akil ile birlikte şehit olmuştur. Büyük bir ihtimalle Kûfe şehitleri ile Kerbelâ şehitleri birleştirilmek suretiyle yetmiş iki sayısına varılmakİmam Hüseyin. tadır. “Ey Abdullah! Senin ne kadar şefkatli olduğunu yakından bilirim. Sözlerinin benim için iyi bir öğüt olduğunu itiraf ederim. Fakat ne çare ki, kaza hâkimi irademi Irak tarafına çekmektedir.” (1) A.Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi Yolu.
18
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME
ALİ KENANOĞLU, İSMAİL METİN VE FEVZİ GÜMÜŞ İLE
Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan Karar Üzerine Söyleştik Ahmet Koçak diye ve girmedim. Başka bir prosedürü yoktu bu işin. Seçmeli ders yapılırsa uygulamanın böyle olması gerekir. Sayın İsmail Metin, bir avukat olarak sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? İsmail Metin: Bu aleyhte bir durum. Lehte durumun şöyle olması lazım: Din dersi almak isteyenin dilekçe vermesi lazım. Ama Türkiye Cumhuriyeti bilinen yapıda olduğu için bunu da kendine yontacaktır. Sadece dilekçe verenleri din dersinden muaf tutacaktır. Hâlbuki gerçekten seçme özgürlüğü olsa dersi almak isteyenin dilekçe vermesi gerekir. Peki, bununla ilgili bir düzenleme olur mu diyorsun?
Zorunlu din dersleriyle ilgili 5. İdare Mahkemesindeki dava sonuçlandı. Süreci kısaca anlatır mısınız? Ali Kenanoğlu: Zorunlu din dersleri dördüncü sınıfta başlıyor. Oğlum üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiği zaman İstanbul Valiliğine dilekçe vererek, din dersinden muaf tutulmasını talep ettim. Talep reddedildi. Buna İstanbul Bölge İdare Mahkemesine itiraz ettik. Yürütmeyi durdurma talebinde bulunduk. Mart ayında yürütmeyi durdurma talebimiz kabul edildi. O zaman benim çocuğum din dersine girmedi. Ardından Valilik yürütmeyi durdurma kararına bir üst mahkemede itiraz etti. Bu itiraz kabul edildi ve yürütmeyi durdurma kaldırıldı. Yaklaşık iki ay sonra çocuğum tekrar din dersi almaya başladı. Tabii davanın esastan görüşülmesi devam etti. 22 Kasım 2006 Çarşamba günü tebligat bize ulaştı. Dava sonuçlandı ve biz davayı kazandık. Perşembe günü okula gittim. Karar oraya da tebliğ edilmişti. Perşembe gününden itibaren çocuğum zorunlu din dersine girmiyor. Bu konuda Türkiye’de kazanılan ilk ve tek dava. Bu davanın açılımları neler olacak? Bu karar Alevi-Bektaşi toplumuna neler kazandıracak? Ali Kenanoğlu: Bu dava birkaç açıdan önemli: Bir kere dava Türkiye’de kazanıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ya da başka bir uluslararası platforma taşınmadan, Türkiye’nin kendi iç hukuk sürecinde verilmiş bir karar. Bu karardan iki sonuç oluşabilir: Biri, hükümetin bu konuda adım atıp, Anayasa’da gereken değişikliği yaparak, zorunlu din derslerini, zorunlu olmaktan çıkarmasıdır. Diğer taraftan, bu karar emsal gösterilerek, kararın fotokopisi eklenen dilekçeler çoğaltılarak çok sayıda başvuru yapılır. Bu da Alevi-Bektaşi Federasyonunun önümüzdeki süreçte değerlendirmesi ve yapması gereken bir iştir. Hükümetten bir değişiklik gelmezse, Alevi-Bektaşi Federasyonu bu yönde çalışmalıdır. Peki, din dersi seçmeli hale dönüşürse başvurular nasıl olacak?
Ali Kenanoğlu: Eğer bu ders seçmeli hale gelirse; çocuklarının bu dersi almasını istemeyen aile okul idaresine bir dilekçe verecek, “çocuğumun din dersi almasını istemiyorum” diyecek. Valiliğe, mahkemeye başvurmaya gerek kalmayacak. 1981 İsmail Metin
yılında ben öyle yapmıştım. Orta birinci sınıftayken kendim gittim, okul idaresine bir dilekçe verdim, “Ben din dersi almak istemiyorum”
Aralık 2006
Sayın Fevzi Gümüş, kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? ABF ne çalışmalar yapacak? Yeni davalar olacak mı? Fevzi Gümüş: Sanırım biliyorsunuz, Ali Kenanoğlu, 2004 yılında yapılan Birinci Alevi Konferansı’nda aldığımız, Alevi örgütlerindeki kadroların çocuklarıyla ilgili olarak zorunlu din dersinin kaldırılması yönünde başvuruda bulunmaları kararına uyarak kendi oğlu hakkında böyle bir talepte bulundu. Zorunlu din dersi uygulamasının hukuka aykırı olduğu kararını alan kişinin Federasyon Başkan Yardımcımız olması kıvanç vericidir. Ancak bu kararın Alevi toplumu ve farklı inançlardan zorunlu din dersi uygulamasına tabi tutulan insanlar açısından hukuksal bir kazanım haline getirilmesi Federasyonumuzun önündeki en önemli görevlerinden biri. Bu konuda bir kampanya düzenleyerek yaygın dava açma yolunu toplumun önüne seçenek olarak sunmak istiyoruz. Bu karar, toplumdaki korkuların yıkılmasına vesile olabilir diye düşünüyoruz. Federasyon olarak önümüzdeki süreçte bunu örgütleyecek ve hayata geçireceğiz. İsmail Beyin söylediği ikinci bir dava açılması konusunda diyeceksiniz? Fevzi Gümüş: Zaten ABF’nin şu anda AHİM’nde görülen bir davası var. O dava da 2007 yılının ilk aylarında sonuçlanacak. İstanbul’da başka bir arkadaşımızın davası da devam ediyor. Bu davaların Ali Kenanoğlu davasını emsal alacak kararlarla sonuçlanacağını düşünüyorum. Ama bunu yaygınlaştırmazsak, Ali Kenanoğlu’nun öncülük yapmış olduğu bu mücadele sonuçsuz kalabilir. O yüzden önümüzdeki süreçte Kenanoğlu kararını gerekçe göstererek müracaatların yapılmasını sağlamamız ve bunları yargıya taşımamız gerekiyor. İnanç özgürlüğü ile ilgili diğer konularda samimiyetsiz uygulamalarını bildiğimiz AKP’nin bu kararı görmemezlikten geleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. İsmail Metin: Din dersi toplumda farklı anlaşılıyor. İnsanlar, din dersini sadece bir asimilasyon aracı olarak görüyorlar. Aslında din dersi aynı zamanda bir engeldir. Çoğu Alevi öğrenci din dersinden geçemediği için okuyamıyor.
Ben kendim din dersinden kaldım. Kız kardeşim din dersinden sınıfta kaldı. Öbür kardeşim kaldı. Bizim köyde ne kadar okuyan varsa din dersinden kaldı. Alevi öğrenciler din dersindeki o duaları ezberleyemiyor, sınıfta kalıyor. Yani din dersi aslında hem asimilasyon aracıdır, hem de Alevi öğrencilerin ilerlemesini engelleyen bir settir.
Fevzi Gümüş
Ali Kenanoğlu
İsmail Metin: Aslında bunun için yeni bir dava açılsa, o zaman sorun çözülür. Dilekçe veren bir baba, oğlunun inancı dışında din dersi aldığına dair itirazda bulunacak, dava açacak ve onun üzerine yeniden inceleme yapılacak. Böyle ikinci bir dava açılması gerekiyor.
19
SERÇEÞME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE
ABF Olağanüstü Kongresi Ahmet Koçak Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF) Olağanüstü Genel Kurulu 26 Kasım 2006’da Ankara’da Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Ali Doğan Konferans Salonunda yapıldı. Genel Kurula 97 delege ve çok sayıda konuk katıldı. Olağanüstü Genel Kurul saat on birde bir dakikalık saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşundan sonra divan seçimine geçildi. Divan başkanlığına Ali Balkız ve Mustafa İssi başkalığında iki ayrı liste önerildi. Kongreyi yürütecek divan seçimi esnasında Alevi örgütlerinde bugüne kadar pek alışık olmadığımız sahnelere şahit olduk. Açık oylamada bir sonuç alınamayınca, gizli oylama açık sayım uygulaması yapıldı. Bu da bir hayli zaman aldı. Kongrenin “çekişmeli” geçeceği tarafların daha divan seçimindeki tutumlarında belli olmuştu. Mustafa İssi başkanlığındaki liste oylamaya katılan 96 delegeden 49 delegenin oyunu alarak divana seçildi. Divan, Mustafa İssi, Necati Şahin, Sümran Ünal ve Murat Bakan’dan oluştu. Divan seçiminden sonra belirlenen gündem gereği ABF Genel Başkanı Atilla Erden açılış konuşmasını yaptı. Atilla Erden’den sonra delegelere söz verildi. Yaklaşık otuz kişi söz alarak görüşlerini dile getirdi. Daha sonra delegelerin konuşmalarına yanıt vermek için YK üyelerinden Kamil Ateşoğulları, Fevzi Gümüş, Kazım Genç, Ali Kenanoğlu ve Atilla Erden söz alarak birer konuşma yaptılar. Karşılıklı konuşmaların genel çerçevesi, ABF’yi Olağanüstü Genel Kurula getiren nedenler ve GYK’nın “fikir ayrışması” üzerine idi. Yapılan konuşmalar ne yazık ki eleştiri-özeleştiri kültüründen, Alevi öğretisinden uzak, samimiyetsiz ve seviyesizdi. Kongre öncesi yaşanan olaylardan dolayı bu kongrenin çekişmeli geçeceğini tahmin ediyorduk, ama karşılıklı ithamların bu kadar yoğun olduğu, içeriksiz, belden aşağı vuran konuşmalara şahit olacağımızı tahmin edemezdik. Arada bir salondan dışarı çıktıkça konuştuğum kişilere şunları sordum: “Bu kongrenin Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik örgütlülüğünün üst çatısının kongresi olduğuna emin misiniz? Ne oldu bu insanlara? Yüzlerindeki nur nere gitti? Bu kin, bu nefret, bu husumet niye?” Hayret ve şaşkınlıkla kongreyi sonuna kadar izledik. Evet, ne yazık ki, kongrenin özeti bu. Kongre esnasında not tutuğum ve önemli olduğunu düşündüğüm bazı başlıklar ise şöyle: Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun ABF kongresine müdahale ettiği yönünde yapılan eleştiriler. Bu konu kongre sonrası internet ortamında da tartışıldı. Yine ve her zaman olduğu gibi ‘kadının adı yok’tu. Divan’da yer alan Sümran hanım dışında, ne konuşmacılar arasında, ne de yönetim liste-
sinde. Ne hikmetse bu meseleye daha sonra yazılı tartışmalarda değinen bile olmadı. Alevilerin siyasete nasıl müdahale edeceği meselesi merakla beklediğimiz konulardan biri idi. Bu konu da ne yazık ki, kişisel sürtüşmelerin gölgesinde kaldı. Ve tabiî ki en önemlisi “derin devlet” meselesi. Bu konu daha çok konuşulacağa benziyor. Doğrusu biz de merak ediyoruz. Alevilerin başına kimler, ne gibi çoraplar örecekler diye. Seçimlerde Selahattin Özel ve Atilla Erden başkanlığında iki ayrı liste yarıştı. 97 delege oy kullandı. Selahattin Özel’in listesi 51, Atilla Erden’in listesi 46 oy aldı. ABF Kongresi sonunda Genel Başkanlığa seçilen Selahattin Özel’in ilk açıklaması şöyle oldu: “Olağanüstü Genel Kurul uzun bir tartışmadan sonra, bizim listenin kazanmasına karar verdi. Düşüncemizin haklı olduğuna karar veren derneklerimizin, halkımızın iradesi bize yola devam edin dedi. Bu bizim ve Alevi hareketi açısında çok önemli ve sevindiricidir. Avrupa ve Türkiye Aleviliğini, örgütlüğünü tartışmıyoruz. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun Alevi hareketi bir bütündür ve Anadolu Alevileridir. Bu bakımdan yaptığımız genel kurul bir dönüm noktasıdır. Sağ olsunlar sağduyularını güvendiğimiz o insanlar bu çizginin, sürdüğümüz yolun devamına karar vererek Avrupa ve Türkiye hareketinin çizgisini onayladılar. Önümüzdeki süreçteki projemizde son dönemde sürekli dile getirdiğimiz Siyasete müdahale etme projesidir. Kısa zamanda Türkiye ve Avrupa’daki yönetici arkadaşlarımız bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi yapacağız daha sonra da bütün örgütü toplayarak danışıp siyasete müdahale etmeyi biraz daha somutlaştırmış olacağız. Artık seçim geride kalmıştır. Şimdi yönetici olsun olmasın, herkesin iş yapma zamanıdır”. Kongrede bir gün sonra Turan Eser imzalı bir basın açıklamasıyla seçilen 17 kişilik Genel Yönetim Kurulu ve onun içinden seçilen dokuz kişilik Merkez Yürütme Kurulu’nun görev dağılımı açıklandı: Selahattin Özel, (Genel Başkan), Abbas Tan (Genel Başkan Yardımcısı), Turan Eser (Genel Sekreter), Mehmet Uzuner (Genel Sayman), Hüseyin Yıldırım (Örgütlenme Sekreteri), Tekin Özdil (Eğitim ve Bilim Sekreteri), Muharrem Erkân (Genel Başkan Yardımcısı), Ercan Geçmez (MYK üyesi), Servet Demir (MYK Üyesi); Diğer GYK Üyeleri: Kemal Çelik, Ali Turan İldem, Feti Kaya, Ahmet Doksöz, Ali Merdan Erdoğan, İsmail Ataş, Sevim Durmaz, Yazgülü Ağırgöl.
Kongre Konuşmaları’ndan Seçmeler Atilla Erden Anam öldüğü zaman bugünkü kadar üzülmemiştim. Getire getire Alevi hareketini buraya getirdik … Buradaki kavga, evin içerisindeki kardeşlerin kavgasıdır. … Çoğumuzun yapmakta olduğu yanlış, yargı ve değerlendirmelerimize gerekli bilgi birikimi olmadığı halde, çirkin kanaatler taşımaktır, kulaktan dolma bilgilerle. … Örgütte neler olduğunu uzun anlatmayacağım … anlatmaktan utanıyorum, üzüntü duyuyorum. Böyle olmamalıydı, ama oldu. Sadece … şu kadarını söylüyorum: Oradan oraya dolaşarak, bir ekip arkadaşlarımız, benim şahsımın derin devlet adamı olduğunu ve aynı zamanda, Alevi olmadığımı ve Genelkurmay taraftarı olduğumu [söylüyor.] Ben hiçbir illegal örgütte yer almadım ki, derin devletin adamı olayım. Bunu söyleyenlerin bir kısmı kısa pantolonla dolaşırken ben, mahkemelerde idamla yargılandım. Suçum komünistlik ve Kızılbaş olmaktı. … Genelkurmay taraftarının ne demek olduğumun anlamını pek anlamıyorum … yedek subaylıkta Aleviliğe hakaret ettikleri zaman çıkıp 1974’te, ‘bu böyle değil komutan’ deyip, üç gün de nezarette kaldıktan sonra … ‘özür dileriz, bir yanlışlık olmuş’ dediler. Otuz beş senedir ben bilimsel olarak da çalışıyorum bu konuda. Ben kendime de güveniyorum, epey emek verdim, epeyce bilgi sahibi oldum, bunu da hiçbirinizden saklamadım. Nereye çağırdıysanız geldim, anlatmaya, tartışmaya da her zaman varım, çocukla da oturup konuştum, profesörle de oturup konuştum…
20
Bu genel kurulu apar topar toplayanlar … kapı kapı dolaşıp bunları söyleyenler … hain olduğumuzu da anlatmışlar ve ellerinde belgeler olduğunu söylemişler. Bütün hepiniz buradasınız, namus sözü veriyorum, derin devletle ilgili veya toplumla hainliğimle ilgili en ufak bir belge yahut … kanıt öne sürsünler, bir daha bu salonda yer almayacağım…
Müslüm Doğan Çok üzüldüğüm bir husus var: Bir bilim adamı, Alevi hareketi içerisinde yıllarca emek vermiş … akademik çalışmalar yapmış, akademik çalışmaları da … hareketimiz içinde olmasından dolayı engellenmiş bir bilim adamını biz bu şekilde gönderemeyiz. … Ne demek birisi genelkurmayın adamı olacak, birisi derin devletin adamı olacak? Peki bu şeyleri söyleyen adama söyler misiniz, ‘Sen hangi noktadasın, hangi kolda yer alıyorsun, neresinde yer alıyorsun bu işin?’ … İnsanlarımızı bu şekilde harcayamayız, bu şekilde bunları bu sürecin dışına atamayız... Ben neyin kokusunu alıyorum biliyor musunuz? Alevi Bektaşi Temsilciler Meclisi’nin ve Barış Hareketi sürecinin kokusunu alıyorum buradan. … Varsa birilerinin siyasal sürece katılma istekleri, gelir katılırlar. Ama bu örgütlülükleri kınayıp, bir yere gidemezler. … Ama insanlara çamur atarak, proje üretmeden, üretim sürecinin hiçbir yerinde yer almayan insanlar gelip çok üst noktalarda yer alabiliyorlar. … Örgütlülüğümüzde projelere çalışılmıyor artık. Ne tartışılıyor; Ahmet şunu yapmış, Mehmet bunu yapmış, şu şunu yapmış, bu bunu! …
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE
Hüseyin Yalçın Dede Neredeyiz, nereye varıyoruz, nereye gidiyoruz, hedefimiz ne, bir türlü anlayamadık. On beş yıldır sabırla birbirimizi izliyoruz. Ama böylesine acı bir tabloyla karşılaşmak, bizleri üzüyor. Alevi kültürünün özünde, yalan söylememe kavramı çok çok önemli ki, bunun, kamu mahkemesinde düşkünlük getirdiğini hepimiz biliyoruz. Ama ne yazık ki, yeri geldiği zaman kişisel çıkarlarımız için birbirimizi yerden yere çalıyoruz. Bir olup, iri olup diri olmamamızı her konuşmamızda söylüyoruz, ama ne biriz, ne diriyiz, ne de iriyiz; çünkü görüyoruz ki politik çıkarlarımızı getirip, kültürel çıkarlarımızın içinde, işlemeye çalışıyoruz. … Biz bize dikkat etmez, birbirimize saygı duymaz, o temel insan değerlerini, en el hak kavramını önümüze koymazsak böyle birbirimizi yerer, incitiriz... Sevgili genel başkanımla aşağı yukarı on beş yıldır tanışırız. Gerek federasyon, gerek genel başkanlarım lütfen artık yavaş yavaş projemizi, programımızı önümüze koyalım, ne yapacağımızı, birlikte karar verelim. ‘Ben böyle diyorum, böyle yaparım!’ Hayır! Ben, sen, o yok! … Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi, “Kabe’m de, Kıble’m de insandır” Öyleyse Kabe’nizi ve Kıble’nizi bulun...
Turan Eser Sizden ABF’nin … kuruluşuna geri dönmenizi istiyorum ve o tarihten bir önceki olağan genel kurula kadar olanları film şeridi gibi kafanızdan geçirin. ABF Türkiye kamuoyunda varlığı fazla bilinen bir yapı değildi. Hatta ABF’miz, üst kuruluşumuz ne düşünüyor sorusuna, şurada ismi yazan örgütlerimizin bir çoğunun üyesi, yöneticisi cevap veremiyordu. Niye? Çünkü ABF’nin ilkesi nedir, neyi savunur bilen hiçbir yazı dokümanı yoktu. Filmi çevirin, üç yıl içerisinde on beş basın açıklaması görürsünüz, kitlesel etkinliklerin en dibe vurduğu dönemi görürsünüz. 15 Ekim’den sizin görevden alındığınız tarihe kadar, kırk beş hafta içerisinde, elli beş basın açıklaması yapılmış AKP’nin merkezinin önünde; binalarının önünde çelenkler konulmuş; Madımak önünde on bin kişi toplatılmış. 2006 yılında Alevi uluların, Bektaşi öğretisine uygun, Tahtacı inancına uygun bütün Alevi etkinlikleri görülmediği kadar muhteşem etkinlikler geçirmiştir; coşku ile geçirmiştir ve bütün bu etkinliklerde ABF damgasını vurmuştur. ABF pankartları ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk kez bu dönemde Banaz’a ABF gitmiştir. Bu dönemde on binlerce broşürr Türkiye’nin her tarafında dağıtılmıştır. Türkiye’de görüşülmeyen kurum kalmamıştır. Yapılan tartışmalarla, yapılan çalışmalarla, iş kişiliği düzeyinde, düşünsel düzeyde ABF’ye bir kimlik bulmak, ABF’nin Türkiye ve uluslararası kamuoyundaki imajını güçlendirme çalışması sürmüştür. ABF Genel Merkezi uğrak merkezi olmaya başlamıştır. Eksiklikleri tamamlamak üzere, projeleriyle örgütte kişisel değil, örgütsel aklın oluşturulması tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Arkadaşlar, her şeyin muhasebesini verilerden yapabilirsiniz. Alevilerin yazılı dokümanlarının bulunduğu kaynaklara bakın. Alın dönem dönem çalışma raporlarını, okuyun. 15 Ekim’deki genel kurulda gördünüz arkadaşlar, size bir buçuk sayfalık çalışma raporu verilmiştir, iki yıllık. 15 Ekim’le 26 Mart 2005 ilk kez Alevi Bektaşi Federasyonu Türkiye’de danışma kurulu toplamıştır, ilk kez bu yönetim döneminde size otuz altı sayfalık rapor sunulmuştur. Niye? Sanal tartışmalardan kaçmak lazım. Burada her anlatılanı, bilimsel örgütsel bir mantığın içersinde değerlendirerek dinlemek lazım... Örgütsel hukuka, demokrasiye vurgu yapan, kurumsallaşmayı tartışan arkadaşlarımızın şunu söylemesi lazım: Bir tane arkadaş çıksın desin ki, şu yanlışı yaptınız; şu tembelliği yaptınız; Türkiye’deki ve dünyadaki bize dönük, Türkiye’deki demokrasi güçlerine, emek güçlerine dönük şu gündemi ıskaladınız. Iskalanan bir gündem yoktur, hepsinde tepkimiz ortaya konmuştur. Görevden alındığımız tarihten bugüne kadarki dönemde Fransa’da alınan düşünce özgürlüğü üzerine o berbat karar, onunla beraber Türkiye’deki üç yüz bir, terörle mücadele yasası bu ıskalanmıştır, Orhan Pamuk olayı ıskalanmıştır. Avrupa Birliği Raporuna ilişkin düşünce üretememiştir, ıskalamıştır. Görevden alınma olayı. Alevi örgütlenmelerinde, sendikalarda, siyasi partilerde olamayacak diye bir şey yoktur. Ne zaman olur? Yolsuzluk yaparsınız, örgütün malını çalarsınız, namussuzluk yaparsınız, üçkağıtçılık yaparsınız, alınırsınız görevden. Ama örgüt tıkanırsa, iradeyi aldığı yere teslim etmek zorundadır. Bu, örgütten iradeyi kaçırmadır... 26 Mart’ta danışma kurulunu topladık, ‘arkadaşlar yürüyemiyoruz. Soluk almamız için sizin de soluğunuza ihtiyacımız var, bakın böyle bir şeyi gelin tartışalım.’ Belki bu olağanüstü kongre olmazdı, bir danışma kurulunda bunu çözebilirdik. Ama kişisel düşünenlerin, toplumsal ve örgütsel düşünenleri görevden alması olayı vardı ... Görevden ne alınmıştır
Aralık 2006
biliyor musunuz? Alevi hareketinin biraz önce verdiğim şerit içerindeki işleri, görevleri, çalışması, mücadele tarzı görevden alınmıştır... “Anayasal düzen içerisinde, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek bilek güreşenler, önce Türkiye diyenleri Yeniden Uyanış İçin Ulusal Kurultay’a çağırıyoruz”... Atilla Erden, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği Başkanı; Turan Yazgan, Türk Dünyası Derneği Başkanı; Altemur Kılıç, biliyorsunuz Türkiye’nin en gerici faşist işvereni, MHP’li. Atilla ağabey bunlarla bu çağrıları yapıyor. Sivas katliamının mağdurları suçluydu, yakanlar doğru yapmıştır deyip, katliamı yapanların avukatlığını üstlenenler ... bunların ailelerine Türkiye’de ve Avrupa’da bağış toplayan Mazlum-Der’le, bu davanın en büyük mağdur örgütü Pir Sultan Abdal Genel Başkanı ortak imza attı. ... Burada ne konuşuluyor? ...
Ercan Geçmez Birilerinin kendi beceriksizliklerini … kıskanarak, Avrupa örgütlerimize saldırmasını… şiddetle kınıyorum… Genel merkezimizi kim aldı? Bu vakfın katılımında Türkiye’deki örgütlerimizin payı mı fazladır, yoksa, Avrupa’daki örgütlerimizin payı mı fazladır? … Ben federasyonun yönetim kurulu üyesiyim arkadaşlar. Dört kişiye bir görev verdiler. … Onlardan birisi bendim, birisi Kamil Beydi, birisi Kazım Beydi, birisi Tekin Beydi. Verdikleri görev şuydu: Biz anlaşamıyoruz, derneklerin resmi vereceği karara göre, genel kurula gidelim. Eski delege mi, yeni delege mi? Utanç duyuyorum bundan. Gittik, karar aldık, yeni delegeden gidecek diye! Bundan da utanç duyuyorum. Her şeyden önce hukuku savunanlar nasıl oluyor da Pir Sultan Abdal Kültür Derneklerinin Genel Kurul hukukuna karşı hareket etme cesaretini kendilerinde buluyorlar? Nasıl oluyor da, Hacı Bektaş Veli Derneklerinin Genel Kurulunun seçmiş olduğu delegeleri kabul etmiyorlar ve bu salona eski delege, yeni delege kavgasını getiriyorlar... Aleviler siyasete müdahale etmeli mi, etmemeli mi? … Biz elbetteki sonuna kadar siyasetin içerisindeyiz, ama ilkeli, onurlu, dik duruşun içersindeyiz. Birileri gibi değil, ben buraya encümen üyesi olmak için geldim diyenler için değil… Demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz, parlamentoya siyasi fikrinizi götüremezseniz, siyasete müdahale edemezsiniz… İmam hatip kökenli birisi bu ülkede başbakan, … cumhurbaşkanlığına aday oluyor da, demokrasiyi özgürlüğünü savunan … bir Alevi yurttaşın başbakan veya cumhurbaşkanı olmasını çok mu görüyorsunuz? …
Selahattin Özel Bütün dernekleri bir araya getirerek kurucu genel başkanı olmuş bir insanım … İstifa ettim, yerime ... Atilla Hocayı ben önerdim. O günden bugüne kadar ne medyada, ne bir başka yerde, ne de genel başkanımın önüne çıktım kurucu genel başkan sıfatıyla, ne televizyonlarda ahkam kestim. Ben örgütçülükten gelen bir insanım. Kendi örgütüne, kendi başkanlarına, kendi ölçüsünde saygı duymayanlar, başkalarından da saygı bekleyemezler. O yüzden ben bu saygısızlığı hiç yapmadım…. Bugüne kadar Sivas’a yüz elli, iki yüz kişi katılıyor, insanların özgüveni yok … Tarihde ilk defa on beş bin kişi gidildi, on beş bin kişiyi de jandarmalar köylerden, dağlardan, yollardan salmadı. Bu, sadece ne Avrupa’nın, ne de Türkiye’nin değil, hepimizin başarısıdır. Biraz önce ... Bir Mayıslardan bahsetti, genel başkanlığım dönemine değindi. “Bir Mayıs alanlarına, Alevi Bektaşi topluluğu olarak çıkacağız, Alevi Bektaşi flamasını açmayacağız, o işçi örgütüne saygıdan onun arkasından gideceğiz” dedim. ... Dayanışma böyle olur, ben sendikanın önünde yürüyüp de, Alevi Bektaşi bayrağı açmam. Benim sendika başkanım, şube başkanım, oranın yöneticileri Alevi kökenli, Alevi olarak, nereden yürüyecek? Örgütünün bayrağının arkasında, biz onun arkasından yürüyeceğiz. Dayanışma budur, Alışmamışsınız bunlara ne sağcılığım kaldı, ne başka bir şeyimiz! ... Diyorlar ki Selahattin Başkan, kimselere yetişemedi. Hepiniz buradasınız. Sayın genel başkanım Atilla Erden, beş yıl senin genel başkanlığını yaptım. Hangisini kaçırdım, gelmedim? Bu bir. Federasyon başkanı olduğum günden bugüne kadar, arkadaşlarım söylesinler, şuraya gelmedi, şu etkinliğe katılmadı. Basın açıklaması… Sivas’a otelin önüne gidiyoruz, Madımak müze olsun diye çelenk koyacağız. Barikatlar çekiliyor önümüze. Barikatları aşarak gidiyoruz, benim şahsımın değil, federasyonumuzun yönetim kurulunun hazırladığı basın bildirisinin özetini okuyorum, üç sayfa değil, Okuduktan sonra bitiriyorum, sayın Kazım Genç bakın ben sizi görüyorum! Herkes bir bildiri daha okuyor. Bu nasıl bir iştir? Benim okuduğum başka mı? ... Nereden çıktı bu? Usul bilmezsiniz, yöntem bilmezsiniz, (Devamı 22. Sayfada)
21
SERÇEÞME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE (Baştarafı 21. Sayfada)
Aleviliği hiç saymıyorum, ondan sonra hukuk bilmezsiniz, bu kongreye gelişiniz de bunun ispatıdır. ... Siz federasyon ve genel merkez haber ve bilgilerini dernek şubelerinize kıskançlık ve hasetlik yaparak göndermezseniz federasyon çalışmaz. Para istersin, yok! Onu istersin, yok! Banka mı soyacak genel başkan, nereden getirecek? Cebimizden harcıyoruz, doğrudur, bunlar acı gerçeklerimiz. ... Biz postnişinle buluştuk, sayın Veliyettin Ulusoy’la, Hacı Bektaş öncesinde … Kendi postişinize serçeşme diyeceksiniz ... tanıyacaksınız, bir araya geldiğimizde rahatsız olanlar ... yaygarayı koparacaklar: “Federasyon içinde ruhban sınıfı kuruyorsunuz. Nasıl olsa almışsınız Veliyettin Efendi’yi, o karar versin, federasyona ne gerek var!” diyecek. ... Alevi derneklerimizin içinde yoz yobaz düşünen insanlarımızın olduğu da doğru. Yalan mı diyeceğiz? Var! İlerici, doğru, aydın diye görünmek isteyenler var, yok mu? Var! Ama bir grup daha var. İnançlı ... insanların inancını kullanarak, bizim gibi devrimci, ilerici insanları, ateist, komünist diye suçlayanlar var. Bu oyununa gelmeyelim diyorum… Selahattin Özel, Avrupa’daki arkadaşlarla buluşmuş, parti delegeleriyle pazarlığı bitirmiş. On beş yirmi milletvekiliyle bu olay bitmiş, partiye katılıyor. ... Ama böyle bir şey yok… Biri ispat etsin, çıksın. ... Zorunlu din dersleri, tabii ki Ali Kenanoğlu’nun başarısından dolayı, alnından öpeyim. Öpmeyen namerttir. Alnından öpeyim, o bizim çocuğumuzdur. Yanlış davranışlarda da çocuğumuzdur, dur dediğimizde duracak, durduracağız, engelleyeceğiz. Doğru söylediğinde zaten arkasındayız, destekleyeceğiz. ... Önce kendi içimizde birbirimize iyi nazarla bakmayı becerebilelim ve diyorum ki gelin bu hasetlikler, bu kıskançlılardan vazgeçelim. Bu yola bu kültüre yakışır bir biçimde devam edelim, ben nasıl ki başlarken bu işe, birleştirici oldum, bu günde bu birleştirici olmaya devam edeceğinizi bilmek istiyorum...
Turgut Öker Kırk beş yaşımın bir on yılı devrimci hareket içerisinde geçti. On sekiz yıldır da ben Avrupa’da ilk Alevi adıyla kurulan Avrupa Alevi Merkezinin kuruluşundan bu yana ... yöneticilik yapıyorum. Bu federasyonun kurulmasına zemin oluşturan, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliğinin Türkiye’de ısrarla kurulmasını gündeme getirdiğimde, federasyonumuza bugün başkanlık yapan Atilla Hoca, “ya millet yaşlandıkça akıllanıyor, sen zırdeli oluyorsun. Avrupa’dan geliyorsun, cebinde pasaportun, biletin hazır. ... Biz bilmem neye gideceğiz, sen pasaportunla kaçıp gideceksin” yanıtını verdiğinde, dedim ki: “Alevi adıyla bu topraklarda, eğer biz örgütleneceksek bunun bedeli vardır. Dünyanın her tarafında etnik, siyasal, inançsal, toplumsal mücadele yürüten insanlar, bedel ödeyeceklerdir. Aleviler de bu ülkede, takiye yaparak başka adlarla örgütlenme yerine, Alevi adıyla ortaya çıktıklarından yargılananlardan bir numara olurum.” Atilla Hocayı içinizde en uzun yıllardan beri tanıyan insanım ben. Özellikle akademik alanda ... bizi asimile etmek isteyenler, Sünnileştirmek isteyenler karşısındaki mücadelesini hep takdir ettim, bugün de takdir ediyorum. Ama ... Atilla Hoca’nın, her alanda ... yanıt verecek gücü vardı, ama asla öncülük yapacak bir ruhu yoktur, duygusu yoktur. Bakın
pratik olarak Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği süreci içindeki yöneticilik döneminde ... Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri’nin başkanlığını aldığından sonraki sürece, ... görevi bıraktığı döneme kadarki dernek sayısının azlığına bakın, olayı somut olarak görürsünüz. ... Bugün darbe yapan arkadaşların davranışları, oniki eylül faşizmine karşı mangalda kül bırakmayan insanların gerçek anlamda demokrat olup olmadığının ölçüsüdür. Darbeye karşı gelen, faşizme karşı gelen ... insanların, darbe yaparak Alevi hareketini, dumura uğratmaların verilecek hiçbir hesabı olamaz... Geçen dönemde ben, Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Başkanı Kazım Genç’i destekledim, çünkü Atilla Hoca’nın, genel başkanlığının örgütü kuruttuğunu bildiğim için, mücadeleye ... şiddetle karşı geldiği için Alevi hareketinin mücadele ruhunu köreltmemiş bir insan çıksın, Alevi toplumunun hakları direnmekle değişilmez düşüncesinden çıkarak, kim sokağa çıkacaksa buyursun gelsin dedim. Federasyon yönetimindeyken, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği yönetimindeyken defalarca karar aldığımız halde, ısrarlarımıza rağmen Sivas’a gelmediği için Atilla Hoca’nın bugün ve bu darbe sürecinde yerine getirdiği işlevin Alevi toplumuna hizmet etmediğini görüyorum. ... Alevi kökenli misin, değil misin? Evet, ‘ben Alevi ve ateist olarak mimlendim’ diyorsun, ama her kesimde bu insanlara soruluyor. Bunun net bir şekilde cevaplandırmasının zor ne tarafı var arkadaşlar? Alevi kökenli, köyün bu, şehrin bu, baban bu, ocağın bu, cevap verdiğin sürece. ... İnsan genel açıklamayı neden yerine getirmez? ... Yıllardır bu ülkede bizi paspas…. gibi kullandılar, adam yerine koymadılar, dolgu malzemesi olarak bizi değerlendirdiler. Biz artık hiç kimsenin dolgu malzemesi olmayacağız, arka bahçesi olmayacağız düşüncesini bir yıldır hangi ABF’nin yönetmelik toplantısında, sonuç bildirgesinde gördünüz, söyler misiniz bana? Bu arkadaşlarımıza katıldınız, hangi panelde bu arkadaşlarımız Alevileri siyasete müdahale edip yanlış bir ifade kullanmışlar. Bugün çıkar açısından, Türkiye Alevi hareketinin özgürleşmesi kadar, gasp edilen haklarının elde etmesi kadar başka kutsal bir çare yok. Bunu yaparken asla alışık olduğu gibi ben bulunduğum yerden, nasıl gider meşhur olabilirim gibi, bu harekette kendimi nasıl pazarlarım diye bir anlayış, asla bizim dünyamıza bugüne kadar girmemiştir, yarın da girmeyecektir, dünde burada söylediğim gibi. Bu asla bizi yok sayan zihniyetler karşısında, bireysel pazarlığı esas alan, bir çabaya ihtiyacımız da yoktur. Biz siyasete müdahaleyi, bu ülkede Alevilerin gasp edilen haklarına kavuşması, normal yaşamlarında, dışlandıkları bütün alanlarda, var olma mücadelesi olarak görüyoruz. Duyuyorum burada, gelinmiş, bilmem kiminle konuşulmuş, Baykal’a görüşülmüş, pazarlık da yapılmış. ... Ondan bu ülkede hakim olan zihniyetten olduğu gibi kırıntı beklenemez. Gelecekte de beklemeyeceğiz, sürece müdahale edeceğiz. Önümüzdeki dönemde, bir yıl kaldı, kimin ne gibi pazarlıklara gireceğini gözünüzle göreceksiniz siyaset dünyasına, en küçük bir şekilde Alevi inancının, duygusunun olmadığını da göreceksiniz. Biz bunları çok gördük, biz bunları geçmişte çok gördük. ... Bugün Avrupa ve Türkiye ayrımı, tamamıyla derin devletin işidir, açık söylüyorum. ... On onbeş yıldır, en zor koşullarda bütün imkanlarını biriktirerek, birleştirerek, bu ülkede Aleviliği asimile etmek isteyen güçler karşısında, devrimci ve demokratlardan uzaklaştırmak istemelerine karşı bütün bu güçleri birleştirerek, bir araya getirdiğimiz bu örgütü,
ABF’nin Olağanüstü Kongresi Sonrasında Dile Getirilen Görüşlerden Seçmeler ABF ve Yeni Süreç Kazım Engin 6 Aralık 2006, <www.alevihaber.org> Alevi-Bektaşi Federasyonu 26 Kasım 2006’da Ankara’da olağan üstü genel kurul yaptı ve yeni yönetim göreve başladı. Öncelikle yeni yönetim kuruluna başarılar dilerim. ABF’nin tüzük, amaç ve ilkelerine uygun olarak yapılacak çalışmaların yanında olacağımın bilinmesini belirtmek isterim. Bu güne kadar olduğu gibi bu günden sonra da Demokratik Alevi Hareketinin gelişmesi, kitleleri kucaklaması, Alevi-Bektaşilerin acil taleplerine doğru, haklı ve yürekli çözümler sunması için elimden geleni yapacağımın bilinmesini deklare etmek istiyorum. Genel kurulda söylediklerimin başlangıcını tekrarlamak isterim. Birileri bizi gözetliyor. Tekir yaylalarından üç hilalli bayrakları ile, Madımak katliamında “sivil halka bir şey olmamıştır” diyenler kıratın üzerinde ve aramızdaki çelişkilerin su yüzüne çıkması ve kendilerine mecbur kalmamız için dua ederek “Cumhuriyetin ardına sığınmış” birileri bizi gözetliyor.
22
Bir seçim sürecini değerlendirirken “ama-fakat-lakin”li açıklamalar yapmadan süreci doğruluk ve haklılık temelinde değerlendirmenin ahlaki bir sorun olduğunun altını çizmek isterim. Yani bu hareketin “ileri gelenleri ya da ileri gidenleri” attığı her adımı dikkatlice atmak, söylediği her sözü de dikkatlice söylemek zorundadırlar. Bu cümleden olarak ABF genel kurulunu Alevi etik kuralları açısından seviyesi oldukça düşük bir genel kurul olarak değerlendirmek sanırım insafsızlık olmayacaktır. Bazı yöneticilerin kapalı odalarda söylediği sözleri toplum önünde söylememiş gibi davranmaları tam bir sorumsuzluk ve “çamur at izi kalsın” örneği olmuştur. Başta bu iddiaların sahibi sorumlular görevi-makamı ne olursa olsun Dar’a çekilmeli ve hesap vermelidirler. Ancak bazı “bozuk düzen” partilerinde gördüğümüz tipik delege avcılığı, ayak oyunu ve “belden aşağı vurmak” diye tabir edilen yöntemlerin ülkemizin en büyük Alevi örgütü olan ABF’nin genel kurulunda olmaması gerekirdi. Hemen hemen her toplantıda etik kurallara yaptığımız vurgunun yeterince anlaşılmadığını ve umursanmadığını görmek üzüntü vericiydi doğrusu. Sonuçlardan sebeplere doğru yaptığımız bir yolculukta ABF’de yönetim değişikliğini daha doğru tahlil edebiliriz. Elbette demokratik ku-
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE rumlarda yönetimler değişebilir. Ama ABF sıradan bir kurum değildir. Yıllarca Türkiye’de yürütülen Demokratik Alevi Hareketinin iki can damarı örgütlenmesi olan Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri ve Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri bu kurumun temelini diğer yerel dernekler de adeta gökkuşağının diğer renklerini oluşturmaktadırlar. Bu seçim ile Pir Sultan Abdal Kültür dernekleri yönetimin dışında bırakılmıştır. Nispi temsil özelliği bozulmuş ve sıradan bir siyasi partinin yönetimi seçimine indirgenen basit bir parmak sayısı ve aritmetik üzerine hesaplar kurgulanmıştır. Sonuçta bir liste kazanmıştır ama %51 ile sağlanan “çoğunluk” diğer %49’u da dışarıda bırakmıştır. Demokrasi her zaman sayıların bir fazlasını almak demek değildir. Alevi felsefesinin “Rıza Şehri” gönüllerin bir eksiğine bile razı olmaz, olmamalıdır. “Siyasete müdahale edeceğiz” argümanı Avrupalı arkadaşların geliştirdiği bir söylemdir ve aslında esas olarak “seçimlere müdahale” anlamına gelmektedir. Türkiye’deki arkadaşlar her ne kadar bu söylemin ABF’nin Danışma Kurullarında da yer aldığını söyleseler bir belge sunamamışlardır ve yaptığımız araştırmada ne 2. Olağan Genel Kurulda ne de Mart 2006 da yapılan ABF Danışma Kurulu’nda böyle bir söyleme rastlamadığımızı belirtmek lazımdır. Ayrıca bunları söylerken aman müdahale etmeyelim-seyirci kalalım da demek doğru değildir. ABF gibi kurumlarda “tez-anti tez–analiz-sentez” diyalektik bilgi kuralına uygun olarak ve aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir süreç işletilerek siyasi tavır ya da müdahale kararları alınabilir, alınmalıdır da. Ama ABF’nin Mart 2006’da yapılan danışma kurulunda “Aleviler siyasi alandaki rolünü güçlendirecektir!” başlığı altında; “Aleviler önümüzdeki süreçte sivil itaatsizliği öne çıkartacak mücadele tarzı ile sokakları özgürleştireceklerdir” denilmektedir. Bu bildirgede başta zorunlu din derslerinin kaldırılması; Alevi inanç merkezleri olan Cem ve Kültür evlerinin resmi bir statüye kavuşturulması; bu yerlerde cem ve cenaze erkânının öğretimize uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli girişim ve çabalarda bulunulması; Alevi yol önderleri adına yapılacak etkinliklerde Türk-İslam sentezi yaklaşımlarına karşı bir duruş sağlanması ve son olarak da ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesi için diğer sivil toplum örgütleri ve demokrasi güçleri ile birlikte yapılacak çabalara destek verilmesi kararları alınmıştır. ABF’nin gündemi de bu olmalıdır ve sonuçta da halkın sahipleneceği gündem bu olacaktır. ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulu açıkça da söylendiği gibi “tek başına yönetme” yönetimi demokratik şekilde paylaşmama anlayışının bir tezahürüdür. Benmerkezci anlayış ne yazık ki, Avrupa’daki arkadaşlarımızın yanlış yönlendirilmeleri ve bilgilendirilmeleri ile yanlış bir mecraya gitmektedir. Yoğun emeklerle bir araya getirilen kurumlar şimdi tasfiyeci bir anlayışla “inceldiği yerden kopsun” mantığı ile ve sorumsuzca yıpratılmıştır. Kurumsal anlamda temsiliyetin nispi oranlara uygun olarak sağlanmadığı bir ABF zayıflar ve güçsüzleşir. Bu durum da bizi bir yerlerden gözetleyen; Türk-İslam sentezi savunucularının, bunların Alevi-İslam modelini benimseyenlerin, Türk Milliyetçilerinin, Kürt milliyetçilerinin ve sonuçta ağzından sular akarak bu durumu izleyen siyaset cambazlarının işine yarayacaktır. Ama Alevilere ve Demokratik Alevi Hareketi’ne zarar vereceği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. “Siyasete-seçimlere müdahale” projesinin de sonuçlarını hep beraber göreceğiz. Umarım yanılmış oluruz ve bu “müdahaleci” arkadaşlar başarırlar, aksi halde vebal yanlış yapanların olacaktır.
ABF Olağanüstü Kongresi ve Tasfiyecilik Kemal Derin 29 Kasım 2006, <www.alevihaber.org> Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF); 15 Eylül’de yapılan Yönetim Kurulu toplantısında olağanüstü kongre talebinin reddedilmesi, yürütmede görev değişimi sonucunu doğurdu. Yönetim Kurulunca olağanüstü kongre talebinin kabul edilmemesi sonrası taleplerinde ısrarcı olanların delegeden imza toplamaları ile alınan karar uyarınca, ABF 1. Olağanüstü Kongresi 26 Ekim’de gerçekleştirildi. Olağanüstü kongre talebinin gerekli olup olmadığı ya da bunun tek çözüm olup olmadığı zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Ancak olağanüstü kongre talebinin ve sonrasında yaşananların örgüt içi bir tasfiye sürecini bağrında taşıdığını aklıselim bir çok kişi görüşleriyle ortaya koydular. Hatta bu yönde Adana’dan eski ve yeni yöneticilerin bulunduğu bir grup, kamuoyuna çağrıda dahi bulundu. Bu görüş ve çağrılar ne yazık ki yeterince anlaşılamadı ve değerlendirilemedi. Demokratik Alevi Hareketi’nin (DAH), gözbebeği olan ABF’nin 1. Olağanüstü Kongresi her şeyden önce Alevi toplumunun temel sorunlarının çözümüne dair görüşlerin dillendirildiği bir toplantıdan ziyade grupların iktidar kavgalarının sonucunu belirleme kongresine dönüş-
Aralık 2006
müştür. Zira Kongre Alevi toplumunun sorunlarının çözümü noktasında hiçbir açılım sunmamıştır. Aksine örgüt içi sorunların daha da derinleşmesine başlangıç yapmıştır. Kongrede kullanılan üslup ve dil eleştiri sınırlarının ötesinde, örgütte yaşanan mevcut kırılmanın boyutlarını tahlil etmeye oldukça zengin veri sunmaktaydı. Kongre sürecine hakim olan farklılıklara tahammülsüzlük örgütsel kırılmayı daha da derinleştirmiştir. Yaşamlarının büyük bir bölümünü bu mücadeleye veren ve bu mücadele içerisinde büyüyen emek sahipleri ve emekleri “kadirbilmezlik” ölçüsünden öte yok sayılmıştır. Bu tavırlar sergilenirken de adeta yeniden bir araya gelinmeyecekmişçesine etik değerler yerle bir edilmiştir. Geçmişte bir arada çalışma ve hizmet etme sürecinde yaratılan değerler bir çırpıda pervasızca tüketilmiştir. Uzlaşı kültürü yerine kavga kültürü kongreye egemen kılınmıştır. Kongre, bir kültürün ve o kültürün somutlaştığı Alevi kimliğinin evrensel kültür ile buluştuğu bir kongre olma yerine, siyasi parti kongrelerinde yaşanan tarz ve ilişkiler üzerinden sürdürülmüştür. Kongre sonuçları değerlendirildiğinde ortaya çıkan en çarpıcı sonuç ise “birlik içinde çokluk” ilkesinin yok sayıldığı ve temsiliyette adaletin sağlanamadığı gerçeğidir. Olağanüstü kongre talebinden güdülen gaye ve elde edilmek istenen amaç ne olursa olsun; üst çatı örgütü olan federasyonda tüm bileşenlerinin kendilerini ifade etmelerinin öncelikli koşul olması gerektiği hususu bu kongrede göz ardı edilmiştir. Kongre sonuçları açısında bu husus tüm çıplaklığı ile ortadadır. Zira federasyon bileşenlerinin ve bu bileşenlerin kendilerini yönetimlerde ifade etmeleri halinde ancak örgütsel bir bütünlükten bahsedilebilinir. Aksi görüntü, federasyonun yalnızca bir yapının elinde olması ve diğer bileşenlerinin dışlanması, onun meşrutiyetini gölgeler. Hele hele dışlanan ve bir anlamda tasfiye edilen yapı federasyonun ikinci en büyük bileşeni ise bu durum daha da vahim sonuçlara yol açabilir. Daha da önemlisi yapıyı içe dönmeye zorlayarak bütünleşmenin geciktirilmesi sonucunu doğurabilir. Bu nedenle federasyon bileşenlerinin mutlak temsiliyetinin örgüt içinde sağlanması gerekmektedir. Bu durum seçim sürecine ve demokratik yarışa havale edilemez. Aksi tutum federasyon içerisinde delege sayısıyla büyük çoğunluğa sahip bileşenin her istediğini yapması sonucunu doğurur ki, bu durum bir araya gelme, bir arada bulunma ve örgütlenmeyi dayanışma içinde yükseltme amacının önüne geçer. Ve bu tutum federasyon içerisinde delege sayısıyla azınlıkta kalan yapıların kendilerini ifade etmeleri olanağını tamamen ortadan kaldırır. Bu nedenle federasyon içinde her bileşenin gücü oranında temsiliyetinin sağlanması için gerekli altyapının hazırlanması ve tüzük değişikliğinin yapılması kaçınılmazdır. Bunun dışındaki yaklaşımlar; yapı içerisinde çoğunluğu elinde bulunduranı ben bildiğimi yaparım sonucuna götürür ki, bu bir arada bulunma kültürünü geliştirmez ve büyütmez, aksine hızla tüketir. Pir Sultan Örgütlülüğü, Rıza Aydın dostumun ifade ettiği gibi Demokratik Alevi Hareketi’nin “Amiral Gemisi” olduğu gerçeği yadsınamaz. Sivas katliamı sonrası izlediği politik duruş ve esnetilemez çizgisi, Alevi hareketinin en kritik dönemlerinde dahi savrulmasının ve ötelenmesinin önündeki en büyük engel olduğu gerçeği teslim edilmelidir. Yine Alevi örgütlenmesindeki canlılığın ve dinamizmin kaynağı olduğu unutulmamalıdır. Kimi geçiş dönemleri hariç fikri anlamda süreci göğüslediği ve motor güç olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla son ABF kongresinde tasfiye edilen Pir Sultan Örgütlülüğü değil, ABF ruhu tasfiye edilmiştir. Bu nedenle “Başardık” (!) diye patlatılan alkışların ve atılan zafer çığlıklarının, uzun vadede kazanmak değil, kaybetmek olduğu anlaşılacaktır.
ABF’de Yeni Dönem Necdet Saraç 2 Aralık 2006, Birgün Gazetesi Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri, siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından hak talep etmeleri, ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı: ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu. Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu. Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Her bin üyenin bir delege ile temsil edildiği, 106 delegeli Genel Kurul fiili olarak yaklaşık 100 bin kişiyi temsil ediyordu. İki listenin yarıştığı Genel Kurul yalnızca isminde yer alan “olağanüstü” ifadesinden dolayı önemli değil, yeni dönemi belirleyecek (Devamı 24. Sayfada)
23
SERÇEÞME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE (Baştarafı 23. Sayfada)
çizgiyi seçeceğinden dolayı da önemliydi. Özellikle 1. Alevi Konferansı sonrası yapılan etkinlikler, Madımak’ın Müze olması için yapılan kampanyalar, Cemevleri inanç merkezi olsun diye toplanan 600 bin, zorunlu din derslerinin kaldırılması için toplanan 1 milyon imza ve belki de her şeyden önemlisi bu yaz Sivas Banaz’da başlayıp Merzifon Piri Baba’da biten ve Alevi Bektaşi Federasyonunun doğrudan damgasını vurduğu Alevi etkinliklerine yaklaşık 500 binin üzerinde insanın katılmış olması, soldan sağa, istihbarattan Genel Kurmaya kadar her çevrenin objektiflerini Alevi hareketine yöneltmesine neden oldu. Bu yılki Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri’nde 100 bini aşkın üyeyi temsil eden Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ile Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) ortak bir açıklamayla siyasal sürece seyirci kalmayacaklarını, sürece müdahil olarak katılacaklarını açıklamaları Alevileri “arka bahçe” gören bazı çevreleri rahatsız etti. Bu rahatsızlık yalnızca her seçim döneminde Alevilerin oylarını rahatça alan sosyal demokratları kapsamıyordu. Alevilerin kendi ayakları üzerinde durma kararlılığı daha çok siyasal iktidar çevrelerini, sağ siyasal anlayışı ve onların Aleviler içindeki “temsilcilerini” rahatsız etti. MHP başta olmak üzere, DYP, AKP ve ANAP’tan Alevilere yönelik artan “sıcak mesajları” bol Pir Sultan ve Hacıbektaş vurgusunu bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde Alevi hareketinin ana gövdesini oluşturan ABF ve AABK, Türkiye’nin ırkçılığa, gericiliğe, şeriata mahkûm olmaması için “laik ve demokratik güçlerin birliği”ni öne çıkardığı bir dönemde, Fettulahçı yayın organlarında tartışmaya açılan “Alevi Partisi” yaklaşımını böyle okumak mümkün. Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri, siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından hak talep etmeleri, hatta daha da ileri giderek “Türkiye’yi İmam Hatip mezunu biri yönetiyorsa Alevi kökenli biri neden yönetmesin” diye ortaya çıkmaları ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı: ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu. Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu. ABF Olağanüstü Genel Kurulu bu gelişmelerin etkisi altında toplandı. Genel Kurul’da Selahattin Özel’in Genel Başkan olduğu liste kazanırken, ABF’nin ve AABK’nın mevcut politikaları da onaylanmış oldu. Genel Kurul’un onayladığı mevcut politikayı ise üç ana başlıkta toplamak mümkün: 1. Aleviler sorunlarıyla da, çözüm alternatifleriyle de bir bütündür. Bu bütünlük içinde Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi gücünü ve enerjisini aynı kaba dökmelidir. 2. Alevilerin sorunları da dâhil olmak üzere, Türkiye’nin sorunlarının çözümü gerçek anlamda laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasından geçmektedir. 3. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılması ise, Aleviler de dâhil olmak üzere laik ve demokratik güçlerin yan yana gelmesi, siyasal sürece doğrudan müdahale edecek bir iktidar perspektifi ve sol bir iktidar projesi ile mümkündür. ABF şimdi bu sonuçları “2. Alevi Konferansı” ve bir dizi etkinlikle kamuoyunun gündemine taşımaya hazırlanıyor. ...
Avrupa Çıkarması Veysel Kaymak 2 Aralık 2006, <www.pirsultan.net> Büyük İskender’in sözünü bilirsiniz, bir tarihte Anadolu’ya gelir, savaşı kazanır, yaşananları kısa bir cümle ile anlatır; “Geldim, gördüm, yendim.” Öyle inanıyorum ki Alevi Bektaşi Federasyonu olağanüstü genel kurulundan sonra, Avrupa’daki Alevi Bektaşi örgüt başkanlarından seçimler öncesi propaganda çalışmalarına katılanlar da, kongreden sonra benzer düşünceler içinde dönmüş olmalılar; “Geldik, gördük, yendik.” Başta Avrupa Konfederasyon Başkanı olmak üzere, Genel Sekreter, bazı Federasyon başkanları, yanlarına aldıkları işadamları, ABF olağanüstü seçimleri öncesi, Yol TV tanıtım toplantıları için Türkiye’ye gelmişler diye duymuştuk. Başlangıçta, amaçlarının gerçekten yeni kuracakları televizyonun tanıtım toplantıları mı, yoksa burada yapılacak ABF Olağanüstü genel kurul delegelerini etkileme çalışmaları mı olduğu pek anlaşılamamıştı! İşin gerçeğine bakarsanız bu çıkarmanın asıl amacının, ABF delegelerini her türlü yolu ve yöntemi deneyerek, kendilerine yakın buldukları arkadaş grupları lehine etkileme toplantıları olduğu görülmüştür. Bana göre de Yol TV, daha kuruluş aşamasında bir bakıma yolda kalmıştır.
24
Oysa Hacı Bektaş Vakfında, seçimlerin bir gün öncesinde yaptıkları tanıtım toplantısında, televizyonun amaçları, ilkeleri, programları konusunda neler neler anlatmışlardı. Bizler de umutla, heyecanla bir güzel dinlemiştik. Önemli görev noktalarında sorumluluk alan insanlar, sorumluluklarının gerektirdiği gibi davranamazlar mı? İşleri doğru dürüst yapamazlar mı? Avrupa’daki örgüt yöneticisi arkadaşlarımızdan bazıları, üstelik buradaki ABF’nin delegeleridir. Nasıl bir uygulamadır bilemem? En azından şu sorulabilir; “Peki Avrupa’da kurulan Konfederasyonda, Türkiye’de bulunan federasyonu temsil eden delege var mı?”, “Seçimler sırasında orada bulunup, sizlerin yaptığı gibi en hafi f deyimiyle, düzeysiz propaganda çalışmaları yapıyorlar mı?” Bildiğim kadarıyla hayır. Bu arkadaşlarımız demokrasinin beşiği diyebileceğimiz Avrupa’da bulunmaktadırlar, orada örgütçülük yapmaktadırlar. Neden bu tür ayak oyunlarından, tepeden bakmacı anlayıştan, başka örgütlere müdahale etme düşünce ve eyleminden bir türlü vazgeçmezler? ABF’nin olağanüstü genel kurulunda yapılan konuşmaların seviyesini, daha doğrusu seviyesizliğini, katılanlar görmüşlerdir. Konfederasyon başkanı karşı gruptakileri “şer cephesi” diye niteleyebilmiştir. Bu nitelemelerden sonra benim de aklıma, peki bizler şer cephesi isek, sizin taraf kâr cephesi mi demek geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, işin aslı biraz da öyle! Kimlerin ne düşüncelerle hareket ettiği söylenmekte, bilinmektedir. Benim üzüldüğüm noktalardan biri de Devrimci Dedemiz Hüseyin Gazi Metin’in tavrıdır. Dedem, yansız davranacağı yerde, Pir Sultan Abdal’ın musahibi Ali Baba’nın durumuna düşmüştür. Burada yanlışın içinde olan kendi Şube Başkanı ve delegelerimizden bir ikisi de vardır. Doğrusu bu arkadaşlarımız için söyleyecek söz bulamıyorum! Bana göre onlar Ali Baba’yı da sollamışlardır. Hep birlikte Pir Sultan Abdal Derneği gibi büyük bir örgütü ABF’nin dışına itmişlerdir. Yine aynı şekilde kongreye katılan gerek konfederasyon gerekse federasyon başkanları, Avrupa’dan gelen işadamları konumlarının gereği, olgun, yansız, birleştirici, genel anlamda örgütlerimizin bütünlüğünü düşünerek davranacaklarına, bunun tam aksini yapmışlardır. Başlangıçta bu sonuç kendi kişisel hanelerine bir kâr gibi yazılmış görünse de, uzun vadede kendilerine de, örgütlerimize de zarar verecek olan bir gelişmedir. ...
Meşruluk Zemininde ABF Kongresi Fevzi Gümüş, 5 Aralık 2006, <www.alevihaber.org> ABF Olağanüstü kongresi sonuçlandı. İki liste ile gidilen seçimde Selahattin Özel’in Genel Başkan adayı olduğu liste 51, Atilla Erden’in Genel Başkan olduğu liste 46 oy aldı. Böylece öncesinde çok tartışılan kongre, bir yönetim iradesi açığa çıkarmış oldu. Pir Sultan örgütlülüğün delegelerinin tamamına yakınının desteklemiş olduğu Dr. Atilla Erden’in listesinde yönetim kurulu adayı olarak yer aldım. Kongrenin hemen ertesi günü Selahattin Özel ve yeni seçilen yönetim kurulu üyelerini çektiğim faks mesajı ile kutladım. Bundaki amacım(ız), bir yandan kongre iradesini saygı ile karşıladığımızı göstermek, diğer yandan da bütün taraflar bakımından kongre sürecinde oluşmuş bulunan tartışmaların kongre sonrasında sürdürülmesinin önüne geçmekti. Ne var ki, böylesine bir yaklaşımın ve hassasiyetin kongreyi kazanan grup ve onları destekleyenler tarafından önemsenmediğini ve kongre öncesinde başlayan ve kongrede doruğa çıkan tartışmaların kimi internet sayfalarında ‘cenk kazanmış komutan edası ile’ sürdürüldüğünü üzülerek gördüm. Öyle ki, kendisi ABF delegesi olmayan ve fakat kongre öncesinde ABF’deki gelişmeleri, Radikal İslamcı örgüt İBDA-C’nin ‘Taraf’ isimli dergisinde kullandığı ‘taraf olmayan bertaraf olur’ sloganı ile değerlendiren ‘hemen her yazısı Alevilik-Aleviler üzerine olan, yazılarında aynı temaları kullanan, dolayısıyla her yazısı birbirinin tıpkısı izlenimi veren Birgün Gazetesi yazarı da köşesinde ABF Kongresini tartışmadan geçemedi. Öyle ki bu yazarımız, Alevi hareketinin en temel belirleyici öğelerinden biri olan ve onu diğer yapılardan ayıran ‘demokratiklik’ anlayışının zedelenmesine kayıtsız kalmayan ve genel kurulun iradesi ile oluşmuş yönetim kurulunun kararlarını tanımayıp, kendisini onun üzerinde gören bir yönetici ile ilgili görev değişikliğini, ‘Alevi hareketinin önünün kesilmesi’ ile özdeşleştirdi. Demokratik Alevi Örgütlenmesinin geleceği açısından bu yaklaşım tam bir çıkmaz sokaktır. Geçmişini inkâr edenin geleceği olamaz. Demokratik Alevi Örgütlenmesinin bu günlere gelmesinde karınca kararın-
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE ca katkı sunmuş ve sunmaya devam eden kadroları ve onların örgütsel işleyişe ilişkin temel demokratiklik hassasiyetlerini bu şekilde nitelemek başka bir hesabın sonucu olsa gerektir. Bu hesabın ise bizim geçmişte verdiğimiz ve gelecekte de vermeye devam edeceğimiz mücadele ile bir ilgisi olamaz. Hem kongreyi kazanıp, hem de kongreyi tartışma isteği duymak ‘meşruluk’ sorununa işaret etmektedir. Belli ki, kongre ile Demokratik Alevi Örgütlenmesinin son on yılda açığa çıkardığı, örgütlenmenin bu günlere gelmesinde değerli katkıları bulunan, bedel ödeyen kadroların, Pir Sultan örgütlülüğünün ve ABF’nin İstanbul kanadının ‘demokratiklik’ hassasiyetlerini yönetim kadrosunun dışında kalma pahasına sürdürmeleri, kongreyi kazanan grup ve taraftarları bakımından anlaşılamamaktadır, anlaşılmak istenmemektedir. Meşruluğun kırıldığı yerde, popülist bir halkçılık devreye girer. Her şey halk için, halka hizmet içindir. Oysa halkın her nedense bundan ve bunlardan haberi olmaz. ABF Kongresi sonrası yönetime seçilenlerin ‘Hamasi’ ve ‘dönemsel’ nutuklara sarılması başka türlü nasıl izah edilebilir ki…
AABK Genel Başkanı Turgut Öker: “Alevi Hareketinin Birliği Halkımızın Özlemidir” Metin Kaçmaz, 4 Aralık 2006 <www.alevilerinsesi,com> Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu’nda niçin Olağanüstü bir Genel Kurul süreci yaşandı? [...] ABF, kendi kuruluş ilkelerinin doğruluğuna, halkla bütünleşen çizgiye rağmen, Alevi toplumuyla bütünleşemedi. Son olağan Genel Kurul’da bunun önünü açacak donanıma sahip arkadaşlar yürütmeye seçildiler. Fakat zaman içerisinde bir takım çevrelerin müdahalesi sonucunda federasyonda Alevi inancına, Alevi felsefesine, Alevi değerlerine sığmayacak şekilde bir darbe yaşandı. 12 Eylül darbesine bu kadar karşı çıkan Alevi toplumunun, kendi içinde bile olsa halkın iradesini hiçe sayarak, darbe yapan zihniyete seyirci kalması düşünülemezdi. Bu Alevi öğretisi açısından da bir lekeydi bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Biz de Avrupa Alevi örgütlenmesi olarak Alevi değerleriyle bağdaşmayan bu olumsuzluğun ortadan kaldırılmasında taraf olmak zorundaydık ve taraf olduk. Nitekim Genel Kurul’da bu gerçekleşti. ABF’de halkla bütünleşecek, toplumda saygınlığı ve meşruluğu arttıracak bir kadronun tekrar göreve geldi. Şunu özellikle belirtmekte yarar var: Bu sıradan bir Genel Kurul değildi. Bu Genel Kurul Alevi toplumunun geleceğini ilgilendiren iradelerin tercihinin belirleneceği bir Genel Kurul’du. Katılan delegelerin de Türkiye Alevi örgütlenmesinde Alevi hareketini büyütecek ve Alevi toplumunun mücadele ruhunu öne çıkartacak, gaspedilmiş hakları mücadeleyle elde edecek bir bilinçle yönetime gelmesi bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda da Genel Kurul Türkiye Alevi hareketinin önünü açmışır. Ayrıca bu Genel Kurul hem Alevi toplumunun geleceğini, hem de Alevi hareketinin bağımsızlığının önemini belirleyen bir genel kurul olmuştur. Genel Kurul sonuçlarının Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi açısından önemi nedir? [B]ugün tüm dünyadaki Alevilerin kaderlerinin ortak olduğuna inanıyoruz. Bu anlamda tüm dünyada ki Alevilerin gücünü, enerjisini birleştirerek var olma mücadelesinde yan yana, kol kola olması gerektiğine inanıyoruz. ABF Genel Kurulu bu anlamıyla tüm dünyaya yayılmış Alevi hareketinin ortak iradeyle, mücadele ruhuyla yan yana gelmesinde önemli bir kazanımdır. Bir takım güçlerin yüzyıllardır yaptığı gibi bölüp parçalayarak, Alevileri birbirleriyle tokuşturarak karşı karşıya getirerek Alevilerin ciddi bir güç olmasını engelleyen anlayışın ortadan kalkması da ciddi bir kazanımdır. Önümüzdeki süreçte Alevilerin güçlerini birleştirerek tek ses olması daha da hızlanacaktır. Büyüyen Alevi hareketinin birliği halkımızın özlemidir. Bölük pörçük, güçsüz, başka kesimlerin amaçlarına hizmet eden, Alevilikten daha çok diğer toplumsal kesimlerin Alevilerden beklentisini hesaba katarak ona bağlı kalan anlayışın bugüne kadar bizleri bir yere götürmediği görülmüştür. Bütün hesabımızı Alevi toplumunun beklentisine göre yapmamız gerekiyor. Son günlerde Alevi Partisi söylemleri artmaya başladı. Alevi partisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konularında siz ne düşünüyorsunuz?
Aralık 2006
Türkiye genelinde yapılan toplantılarda da söylediğimiz gibi bizim hedefimiz Türkiye’nin bir bütün olarak demokratikleştirilmesidir. Türkiye’de eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanmadan ve olmayan laikliği tam anlamıyla hayata geçirmeden Alevilerin gaspedilen haklarını elde etmesi mümkün değildir. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasını özleyen toplumsal kesimlerin birliği sağlanmadan, bunları yan yana getirmeden ise Türkiye’nin demokratikleşmesi, laikleşmesi ve yarım kalan Cumhuriyet projesinin tamamlanması mümkün değildir. Böyle bir hedefte sadece Alevilerle sınırlı bir hareketi, Alevileri yalnızlaştırılması olarak görüyoruz. Alevi Partisi söylemi, mücadelede Alevileri yalnızlaştırmaya hizmet etmemelidir. Biz, “laik ve demokratik bir Türkiye için güçlerimizi birleştirelim’’ sloganından yola çıkarak tüm laik ve demokratik güçlerle birlikte mücadeleyi örgütleyecek çabalar ve çalışmalar içerisinde olacağız. Ayrıca bugün bir Alevi Partisi söyleminde bulunanların samimi olmadığını düşünüyorum. Bunu bir blöf olarak görüyorum. Türkiye’de seçimler yaklaştıkça her dönem gücü nedeniyle Alevilik üzerinde bu tür tartışmalar sıkça yapılır. Bu tartışmayı yapanların belli çevrelere mesaj yollayarak bugüne kadar olduğu gibi örtülü ödenekten aldıkları paraların tekrar kendilerine aktarılmasını isterler. Bu kişiler, sanki Alevilerin bu kişilere verilmiş bir senedi varmış gibi hava yaratırlar. Bir blöfle kendi kişisel emellerine ulaşmak amacıyla Alevi Partisi de kurulabilir, ancak ben açıklamalarının blöf olduğunu düşünüyorum. Alevilerin ciddi bir oy potansiyeli sahip olduğunu ileri sürerek bir takım karanlık çevrelerden rant elde etmeye yönelik düşüncenin bir parçası olduğuna inanıyorum. Son dönemde MHP başta olmak üzere, ‘‘Alevi sevgisi’’ birdenbiri kabardı. Bunun nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Alevilerin bugün Türkiye’de dünden daha fazla kitlesel bir güç ve kendine özgün bir hareket olarak ortaya çıkması, halkla bütünleşmesi birçok çevreyi rahatsız etmektedir. Bir tarafta Alevileri sanki birilerinin oy deposuymuş gibi, seçeneksizmiş gibi değerlendirerek Alevilerin sorunlarına yönelik kayıtsız kalındığında Alevilerin hiç bir tepkisi olmayacakmış gibi hareket edenler var. Diğer tarafta da Alevi öğretisi ve ilkelerine yakışmayacak bir şekilde Alevi toplumunu sağcı, şeriatçı, ırkçı güçlere yamamaya yönelik de bir çabanın olduğunu görüyoruz. Özellikle son dönemde bir takım şeriatçı, ırkçı çevrelerin hiç gündemlerinde olmayacak şekilde Aleviliği gündemlerine almalarının bu senaryonun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar Alevileri katledenlerin bugün Aleviliği katletme konseptlerinin bir parçası olarak bu senaryoları görmekteyim. Bunlar Aleviliğe ilgi duyuyorlarmış gibi bir görüntü sunuyorlar. Bu görüntü üzerine yapay tartışmalarla bunu gündeme getirenlerde bu çevrelerin değirmenine su taşıyor. Bütün açıklamalarının altında Alevilerin sağcı, ırkçı, şeriatçı ve eli Alevi kanına bulaşmış kesimlere yakınlaştırma projesi yatıyor. ABF Genel Kurulu’na yansıyan en önemli tartışmalardan biri de, siyasete müdahaleydi. Bu konuyu biraz açar mısınız? Alevi hareketiyle, Alevi toplumuyla organik bağı olmadan bir takım Alevi kökenli insanların kendisini parlamentoya taşımasından da yola çıkarak bugün siyaset denince sadece parlamento akla gelmektedir. Oysa bizim siyasete müdahaleden anladığımız, yaşama müdahaledir. Yaşamın her alanına müdahaledir. Siyasete müdahale, Alevilerin Türkiye’de yaşamı belirleyen bütün karar mekânizmalarında yer almasını ısrar etmektir. Bizim siyasete yaklaşımımızda sadece Aleviler içerisinden parlamentoya üç, dört milletvekili sokmak gibi dar bir yaklaşımımız yoktur. Biz siyasete müdahaleyi, Alevilerin gücü, nüfusu oranında siyasette ve karar mekânizmalarında temsil edilmelerini istiyoruz. Tabii ki parlamento eğer bir karar mekânizmasıysa, Türkiye’nin geleceğini belirleyen bir organsa orada olmak zorunlu bir sonuçtur. Bunu da özellikle belirtmek gerekir. Ancak biz özellikle de 12 Eylül sonrası susturulan, korkutulan, siyasetten ve yaşamdan uzaklaştırılan toplumun tekrar politikleşmesini ve özgüvenine kavuşmasını siyasete müdahale olarak anlıyoruz. Bu yaklaşımdan dolayı ABF Genel Kurulu’nda, fiili olarak hem dünyadaki Alevilerin birlikte olup olmayacağı, hem de Türkiye’deki toplumsal yaşamda Alevilerin karar mekânizmalarında olup olmayacağı oylaması da yapıldı. Genel Kurul’da bugüne kadar ki siyaset yapma tarzı terk edilerek örgütlü Alevilerin ve onların kurumlarının Alevilik söz konusu edildiğinde örgütlü olarak muhatap alınması gerektiğinin altı çizildi. ABF Genel Kurulu seçtiği yeni yönetimle, siyasete müdahaleye de, Alevi hareketinin toplumsallaşmasına da, birlikte yeni mücadele platformlarının yaratılmasında da ortak ve güçlü bir karar vermiştir. Bu karar Alevi hareketinin kendine özgüvenini daha da artırmıştır.
25
SERÇEÞME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE
“Müsahip-Yoldaş” İken, Nasıl Oldu da “Şer Cephesi” Üyesi Olduk? Av. Kazım Genç PSAKD Genel Başkanı, 23 Aralık 2006 26 KASIM 2006 tarihinde, ABF olarak bir olağanüstü kongre yaşadık. Gerek kongre öncesi ve gerekse kongre sonrasında yaşananlar hakkında, birçok dost tarafından yazı yazmam istenmesine rağmen bu güne kadar, yazmadım. Ancak, yapılanların, söylenenlerin ve kongre sonrasında, seçimi almış olanların, hala kongre sürecini tartışıyor olmaları zorunlu kıldığından yazmak zorunda kaldım. Kongre öncesine dönecek olursak: 15 Ekim 2006 tarihinde yapılmış olan ABF 2. Olağan Kongresinde, 17 kişilik GYK seçildi. Bu genel kurul öncesi ABF, GYK’da yapmış olduğumuz toplantıda; Federasyonun üst kurul olduğu bu nedenle de örgütlerin temsil yeri olduğunun altı çizilerek, aday olan örgüt başkanlarına herkesin oy vermesinin gerekliliği konusunda görüş birliği oluşturduk. Ancak 15 Ekim’de kongre sonuçlarına göre, PSAKD Genel Başkanı olarak 17. sıradan GYK’na girebildik. Örgütümüze yapılan bu saygısızlık ve verilmiş olan sözün tutulmamış olması nedeni ilk GYK toplantının ertelenmesi ve konuyu PSAKD Danışma kurulumuzda değerlendireceğimizi söyledik. Ancak toplantı ertelenmedi ve görev dağılım yapıldı. Verilen sözlerin neden tutulmadığı ve üst örgütümüz olan ABF’de, PSAKD Genel Başkanı olarak neden önümüzün kesilmeye çalışıldığı, Sayın Özel’in Serçeşme Dergisi’nin 23. sayısına yapmış olduğu “Ali Doğan ağabeyinin ölümünden sonraki genel kurulda biz iyi bir liste oluşturmaya çalıştık” cümlesi ile itiraf edilmektedir. Demek ki, PSAKD Genel Başkanlığı, bu arkadaşların listesinde yoktu. Önemli olan Federasyonda bulunan örgütlerin Federasyon GYK’sında temsiliyeti değil, arkadaş ilişkilerinden oluşturmaya çalışmışlar, iyi bir listeyi. 26 Mart 2006 tarihinde ABF Danışma Kurulu toplanmıştır. Danışma Kurulu’nun üyeleri olmamalarına rağmen, bu toplantıya, Sayın Öker ve Sayın Temel’de katılmışlardır. Danışma kurulu toplantısı sonrası, Sayın Özel Genel Başkan sıfatı ile ABF GYK’sını toplantıya davet etmiştir. Bu toplantıda ABF GYK üyesi olmamalarına rağmen, Danışma Kurulu toplantısında olduğu gibi, Sayın Öker ile Sayın Temel de bulunmuşlardır. Toplantı da söz alan Sayın Öker, Sayın Ali Kenanoğlu’na, Hubyar sorunundan kaynaklı olarak çok ağır söz ve ithamlarda bulunarak, ABF Genel Başkan Yardımcılığı görevinin üzerinden alınmasını, Hubyar Derneğinin ABF’den ihracını ve Kenanoğlu’nun Alevi örgütlerinden dışlanmasını istemiştir. Sayın Temel’in istemleri de aynı yönde olmuştur. Bir süre sonra Sayın Öker, Sayın Temel ve Sayın Kenanoğlu’ndan, toplantı salonundan ayrılmaları istenmiş ve yokluklarında konu konuşulmuştur. Toplantı salonunda bulunan 13 kişiden dokuz kişi, Avrupalı arkadaşların yaptıklarının ABF’nin iç işlerine müdahale olduğu; bu davranışın ABF’nin bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, Genel Başkan Yardımcımıza yönelik olarak gösterdikleri tavrın doğru olmadığı, bu nedenle herhangi bir işlem yapılmasının söz konusu olamayacağını; 4 arkadaş ise (Selahattin Özel, Tekin Özdil, Hüseyin Yıldırım, Turan Eser) Sayın Kenanoğlu’nun istifa etmesini istemişlerdir. ABF’de ayrışma ve saflaşma işte 26 Mart 2006 akşamı başlamıştır. Yani Federasyonun bağımsız olup olmayacağı ilk ayrışma nedeni olmuştur. Bu tarihten sonra Sayın Özel ABF GYK’nın almış olduğu kararları veya herhangi bir konu hakkında oluşturmuş olduğu görüşleri yok sayarak, yani bir anlamda, ABF GYK’yı yok sayarak, Sayın Öker’in istemi doğrultusunda hareket etmiştir. Danışma Kurulundan sonraki ilk GYK toplantısı 13 Mayıs 2006 tarihinde yapıldı. Sayın Özel bu iki tarih arasında ABF Genel Merkezine ve Ankara’ya hiç gelmedi. ABF GYK’nun 13 Mayıs 2006 tarihli toplantısında, Hubyar sorunu ile ilgili olarak, “Taraflar ABF’nin hakemliğini kabul etmediği sürece, ABF bu konuya müdahil olmayacak ve tarafsız kalacaktır” yönünde bir karar almıştır. Burada şunu hatırlatmak isterim: Hubyar sorunu ile ilgili olarak taraflar 2005 Temmuzunda ABF’ye başvurmuş ve randevulaşılarak ABF’ de buluşulmuştur. Bu toplantıda, Sayın Temel, Sayın Coşkun ve Sayın Kenanoğlu ile ilgili ağır sözler söyleyerek toplantı salonuna gelmemelerini istemiş, sonra ilk cümlesini: “Babam Mustafa Temel Dede’nin hepinize selamı var. Bana, evladım git, ABF ye konuyu anlat, ama hakemliklerini de kabul etmediğimi söyle!” şeklinde kurmuştur. Bu nedenle 13 Mayıs 2006 tarihinde, tarafların ABF’nin hakemliğini kabul etmeleri şartı ile karar alınmıştır. Bu karara rağmen, Sayın Özel, Sayın Temel’in Hubyar sorunu ile ilgili olarak düzenlemiş olduğu bir toplantıya katılmış, katılmakla kalmamış bu toplantıyı da divana geçerek yönetmiştir. 30 Temmuzda da Hubyar etkinliklerine Turan Eser ile katılmışlardır.
26
13 Mayıs’tan sonra Sayın Özel’in örgüt kararlarını yok sayması vb birçok nedenle Genel Sekreter Fevzi Gümüş ile aralarında sorunlar yaşanmıştır. Genel Sekreter, Sayın Özel’in örgüt yönetmede yarattığı bu sorunlar nedeni ile istifa etmiştir. 13 Haziran 2006 tarihinde yapılan GYK toplantısında, Genel Sekreter Gümüş’ün istifası kabul edilmemiş, önümüzdeki süreçte, Alevi toplumunun önemli etkinlikleri olduğu, konunun Eylül ayında yapılacak olan GYK’da konuşulmak üzere, askıya alınmasına ve Genel Başkan ile Genel Sekreter’in görevlerine devam etmeleri yönünde görüş oluşmuştur. ABF’de görüş ayrılıkları ve yönetme tarzındaki farklılık, 2 Temmuz Anmaları, Hacı Bektaş Etkinlikleri süresince de derinleşerek sürmüştür. Çünkü Genel Başkan ABF GYK’nın karar ve görüşlerini değil, Sayın Öker’in karar ve görüşlerin uygulamayı sürdürmüştür. ABF, Bağımsız bir örgüt ve Türkiye’deki Alevi örgütlerinin üst örgütü olmaktan çıkmış, Sayın Öker’in, Avrupa’da aldığı kararları veya kişisel kararlarını tartışmadan, konuşmadan yerine getiren, Türkiye’deki şubesi olmuştur. Eylül 2006’ya bu şartlarda gelindi. 16 Eylül 2006 GYK toplantı günü olarak belirlendi. Toplantı gününden birkaç gün önce, Hüseyin Yıldırım, “Biz karar aldık. 16 Eylülde Olağanüstü kongre kararı alacağız. Kongrede de blok liste ile seçimlere gideceğiz ve Atilla Erden, Kazım Genç, Fevzi Gümüş, Ali Kenanoğlu ve Kamil Ateşoğlu’nun olmadığı bir liste yapacağız” demiştir. 28 Ağustos’ta İzmir Hamzababa etkinliklerinde, İzmir Şube yöneticilerimiz ile yapmış olduğumuz sohbet toplantısında, benzer söylemin Narlıdere Alevi Bektaşi Derneği Başkanı tarafından söylediği tarafımıza söylenmişti. (Sayın Özel, Narlıdere Alevi Bektaşi Derneğinin üyesi ve ABF delegesidir.) Bu söylem çok açık bir tasfiye hazırlığı idi. Bizim örgütümüzün yara almasına engel olacak bir strateji geliştirmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımızla toplandık. 15 Ekim’de yapılmış olan genel kurulda bizlere iki yıllık bir süre için görev verildiğini, tüm çözüm yolları denenmeden olağanüstü genel kurul kararının doğru olmadığını, ABF de birçok sorunun Sayın Özel’in yönetme tarzından ve GYK karar ve görüşlerine uymamasından kaynaklandığını, bu nedenle görev değişikliği ile sorunun aşılabileceği düşüncesi oluştu. 16 Eylül’de GYK toplantısında söz alan, Sayın Özel, Özdil, Yıldırım ve Eser olağanüstü kongre istemlerini dile getirmişlerdir. Bizler de, olağanüstü kongrenin sorunu çözmeyeceğini, ABF’de ayrışmalara ve kırgınlıklara yol açacağını, Sayın Özel’in yönetme tarzındaki, GYK karar ve görüşlerine uymamasının sorun yarattığını, MYK da görev değişikliği ile bunun aşılabileceğini, dile getirdik. Sayın Özel, restini çekerek, olağanüstü kongre talebi kabul edilmez ise, delegelerden imza toplayarak, olağanüstü kongre isteyeceklerini söyledi. Yapılan oylamada, olağanüstü kongre talebinin reddi ile MYK da görev değişikliği 6 oya karşılık 7 oyla kabul edildi. Sonrasında da görev dağılımı yapıldı. Şimdi, her yerde, öğretimize de yakışmayacak bir şekilde dile getirilen “darbe yaptılar” diye söylenen görev değişikliği işte bu şekilde olmuştur. Darbe yaptılar söylemini kullananlar, Genel Kurulun GYK’nu seçtiğini, GYK’nun kendi içinden Genel Başkan ve MYK üyelerini seçtiklerini, GYK’nun, her zaman alacağı kararlarla MYK de değişiklik yapma hakkı olduğunu, en az herkes kadar bilmektedirler. Ancak, hırs duygusu bazı insanlarda öyle bir noktaya çıkmıştır ki, bu insanlarda ne verilen demokrasi mücadelesinde yan yana durmuş olmanın önemi kalmıştır, ne de Alevi Hareketine verilen emeklerin bir kıymeti vardır. Ne yol arkadaşı olmak önemlidir. Varsa yoksa, bu insanların hırsı ve diğer arkadaşları tasfiye etme iradesi oluşmuştur. İşte darbe yaptılar söylemini her yer ve zeminde dile getirerek, yapacakları tasfiyeye kılıf bulmaya çalışmışlardır. Ayrıca “darbe yaptılar” söylemi ile, yapmak istedikleri tasfiyenin kamuoyuna yansımasının önüne de geçmek istemişlerdir. Ali Doğan Abi Hakka yürüdükten sonra, Hacı Bektaş Veli Anadolu Vakfında, Yönetim Kurulu toplanarak, N.Kemal Kaya’yı Genel Sekreterlikten, Müjgan Gürbüz’ü de Genel Başkan Yardımcılığı görevinden alarak, Genel Sekreterliğe Tekin Özdil, Genel Başkan Yardımcılığına da Ali Kenanoğlu’nu seçtiler. Kimse Darbe yaptılar demedi. Keza ABF’ deki görev değişikliğinden sonra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve tanıtma Dernekleri de olağanüstü ve Genel Başkanın çağrısı olmamasına rağmen GYK toplantısı yaptılar ve on yıldır Derneğin Genel Başkanlığını yapan Atilla Erden’i, “ABF’den son dönemde olan gelişmeler” gerekçesi ile görevden alarak, Tekin Özdil’i Genel Başkanlığa seçtiler. Bu görev
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE değişikliklerine kimse darbe yaptılar demedi. ABF’deki, tasfiyeyi önlemeye yönelik görev değişikliğini de darbe olarak değerlendirip, bizlere hakaret ettiler. Bir süre sonra olağanüstü kongre için yeterli olan, ancak usule uygun olmayan bir şekilde olağanüstü kongre talebinde bulunulmuştur. Başvuru usule uygun değildi, çünkü; imzalar noterden alınmamıştı ve her hangi bir gündem sunmamışlardır. Ancak eksikliklere takılmadık, takılmayı da ilkelerimize uygun görmedik. Yasal süre içinde de, olağanüstü kongre kararı aldık. Daha olağanüstü kongre kararı almadan, olağanüstü kongre talep edip ve bir kısım arkadaşları ve kurumları tasfiyeyi düşünenler, yollara düştüler. Gittikleri her yerde, tasfiyeye karşı çıkarak, sorunun çözümü için görev değişikliği talep edenleri, tasfiyecilikle, Demokratik Alevi Hareketine ihanetle, darbecilikle suçlamakla yetinmeyip, ömrünü Alevi toplumuna emek vermekte geçirmiş olan Atilla Erden’i “Derin Devletin ve Genel Kurmayın adamı” olmakla suçladılar. Bununla da yetinmediler, Demokratik Alevi Hareketine on yıldan fazla zamandır sahip çıkan, emek veren Fevzi Gümüş ile Kelime Ata’ya da derin devletin adamları iftirasını attılar. Fevzi ve Kelime arkadaşlarla, Pir Sultan örgütlülüğünde dönem dönem çok farklı noktalara düştük ve birbirimizi eleştirdik. Ama Federasyonun bağımsızlığının ortadan kaldırıldığını gördüğümüz 26 Mart 2006 tarihinde de, aklın yolu bir olduğundan, tek ses olduk. Bu tek sesliliğimizi biz sürdürdükçe, bu sefer de “bunlar nasıl bir araya geldiler.” demeye başladır. Org. Tuncer Kılıç ile, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri olduğu dönemde, kendi anlatımına göre, iki defa, hem de yalnız görüşmüş olan Sayın Öker, bu suçlamalarda başrolde görev aldı, hem de bulunduğu AABK Genel Başkanlığına yakışmayacak bir şekilde. Diline de sahip olamadan. ABF’nin kuruluş evraklarını 2 Ekim 2002 tarihinde Ankara Valiliğine vererek, Federasyonumuzu kurmuştuk. 5 Ekim 2002 tarihinde de, her yerde övgü ile söz ettiğimiz, İstanbul Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonunda yapılan “Bin Yılın Türküsü” (ki en büyük emek, örgüt olarak Almanya Alevi Bektaşi Federasyonuna, kişi olarak Necati Şahin’e aittir.) etkinliğine ekonomik destek bulmak için hakka yürümüş olan Ali Doğan ağabeyinin arabası ile İstanbul’a, Ali Doğan Abi, Ben ve Sayın Öker gidiyoruz. Daha etkinliğin yapılmasına ve Federasyonumuzun kurulmasına 10-15 gün var. Kurulacak olan Federasyonda Ali Doğan Abi Genel Başkan olmayacağını beyan ettiği için, Sayın Öker benden “Federasyon Genel Başkanı” olmamı istedi. Ben ise, “Alevi örgütlerinde yeteri kadar tanınmadığımı, bazı eksikliklerimin olduğunu, Ali Doğan Abi olmayacaksa Atilla Erden’in olmasının doğru olacağını.” söyledim. Bunu üzerine Sayın Öker, “Atilla Erden’in Genel Kurmay ile -kendisinin- çözemediği bazı ilişkileri olduğunu” söyledi. Bu Genel Kurul öncesi de, gidilen birçok yerde, yukarıda anlattığım yaşanmışlığa rağmen, “Kazım Genç, Atilla Erden’in, Genel Kurmayın/ derin devletin adamı olduğunu söylüyor” yalanı ile hem bana ve hem de Atilla Erden’e iftiralar attılar. Buradan şu çıkıyor: At birisine iftirayı, ulu orta her yerde her kese söyle. Bir şüphe yarat. Attığın iftiranın sürmesi için dönem dönem gündeme taşı. Sonra da, çık ortaya “Senin hakkında bu konu her yerde konuşuluyor.” diyerek dolaş. Yakışır mı böyle bir davranış, üzerinde genel başkanlık sıfatı olan birisine ve öğretimize. Federasyon GYK’ da ayrışmanın en önemli nedenlerinden birisi de, “Siyasete müdahale etmek” söylemi ve bu konuda yapılanlardır. Siyasi partiler Alevileri sadece oy olarak görmektedirler. Hatta bazı partiler ise Alevileri kendilerinin oy deposu sanmaktadırlar. Bu yanlışın da, Alevileri işlevsiz kılan durumun da değiştirilmesi gerekmektedir. O halde yapılacak olan nedir? Şüphe yoktur, soruna doğru teşhisin konulması, çözümün de doğru olacağını göstermez. Doğru çözüm için, takip edilecek yolun, araçların ve diğer unsurların da, doğru olması gerekmektedir. Avrupa’da bulunan Federasyonlarımız, Konfederasyon çatısı altında toplantı düzenlemişler ve siyasete müdahale ve birçok konuyu tartışıp değerlendirmişlerdir. Toplantının yapıldığı tarih 7 Ekim 2006 tarihidir. Türkiye’de ABF, benzer bir toplantı düzenlemediği gibi, siyasete müdahale söylemi, ne GYK’da, ne de Danışma Kurulunda, konuşulmamıştır, tartışılmamıştır. Siyasete müdahale ile ilgili olarak, Türkiye’de çeşitli etkinlikler/mitingler düzenleneceği ve ilk mitingin de Adana’da yapılacağını bizler, Hacı Bektaş Etkinlikleri sırasında Sayın Öker’in yaptığı konuşmadan duyduk. Şaşırdık kaldık. Kim karar aldı? Ne zaman karar aldı? Ne zaman konuşuldu? Adana Şube Başkanımız ile Adana’dan GYK’da olan arkadaşımız da Hacıbektaş’ta idiler. Konuyu sorduğumuzda, böyle bir kararlarının olmadığını, arkadaşlar da söylediler.
Aralık 2006
Şimdi, ben PSAKD Genel Başkanı ve ABF’nin GYK üyesiyim. AABK Genel Başkanı, Alevilerin siyasete müdahale ile ilgili olarak Adana’da bir miting yapılacağını söylüyor, benim haberim yok. Adana Şube Başkanımızın haberi yok. Atilla Erden, Hacı Bektaş Dernekleri Genel Başkanı ve ABF’nin Genel Başkan Yardımcısı, Fevzi Gümüş ABF’nin Genel Sekreteri. Hepsine soruyorum, hiç birisinin de haberi yok. Anlıyoruz ki, Sayın Öker kişisel ilişkiler geliştirdiği, ekonomik durumu da iyi olan, 2002 genel seçimlerinde Adana’dan CHP listesinden 11. mi, 12. mi sıradan milletvekili adayı olmuş, Zülfikar Deniz ile bu işleri planlıyor. AABK’nu 17 Haziran 2006 tarihinde Sivas/Madımak şehitlerini anmak için Köln’de “Ağıttan Umuda” etkinliği yaptı. Bu etkinliğe, Türkiye’den Alevi örgütü yöneticileri arasından davet edilen kimse olduğunu duymadım. Ama Zülfikar Deniz davetli idi ve gitti. Görüldüğü üzere, geliştirilen örgütsel ilişki değil, kişisel ilişkidir. Böyle mi olması gerekir? Görüldüğü üzere teşhis doğru ama takip edilen yol ve usul hiç de doğru değil. Doğru teşhis yaptıktan sonra, çözümün nasıl olması gerektiği örgütlerde konuşulmaz mı, bir ortak düşünce irade yaratılmaya çalışılmaz mı? Bir ortak yol haritası ile yola çıkmak gerekmez mi? Bunların hiç birisi olmamıştır. Türkiye’de Alevi örgütleri yöneticileri bir araya toplanıp konuşup tartışarak veya başka bir usul ile görüşleri alınmamıştır. Şimdi bu tarz ve düşüncenin, Alevileri kendi oy depoları olarak gören siyasi partilerin düşüncelerinden ne farkı vardır? Her iki düşünce de Alevi oylarını ceplerinde gören yanlışlığı taşımamak mıdır? Aradaki fark, bu düşünceye sahip siyasi parti, örgütsel yapımızı dışında, Bu arkadaşlar ise, örgütsel yapımızın içindedirler. Örgütsel yapımızın içinde olmaları yanlışlığı ortadan kaldırmaz ki. Daha birçok sorun ve görüş ayrılığı sıralanabilir. Ama yazının boyutu bu hali ile dahi biraz fazla oldu. Bir başka yazıda da başka detaylar dillendirilir. Geldik Genel Kuruldan bir gün öncesine: Kongreye müdahale için, tüm olanakları ile çıkıp geldiler. Daha kuruluş aşamasında olan YOL –TV’leri ile, Genel Yayın Yönetmenleri, Genel Sanat Yönetmenleri ile, yeni yeni yanlarında görmeye başladığımız İsveç’te ticaretle uğraşan iş adamları ile… Kongre, olağanüstü olması nedeni ile kimse davet edilmemiş, ama öğretimiz gereği gelene de kapımız açık… Genel kurul başladı. 16 Eylül’de, GYK’ da, yapılmış olan görev değişikliği nedeni ile adımızı darbeci yaptılar. 26 Mart 2006 tarihinden beri bağımsızlığını kaybetmiş olan federasyonun bağımsızlığını tekrar sağlamak için genel kurula farklı bir liste sunma çalışması yapan arkadaşlar olarak, Sayın Öker tarafından “şer cephesi” ilan edildik. Yetmedi, yıllardır Alevi örgütlerinde hizmet vermiş olan ve öğretimizin tanınıp korunması için emek veren Atilla Erden’e “Alevi misin, değil misin ?” diye, savcı edaları ile soruldu. Hem de, konfederasyon Genel Başkanı olan Sayın Öker tarafından. Şimdi durup düşünüyorum. Yaşamları boyunca darbecilere karşı her alan ve zeminde mücadele etmiş olanlara, “darbeciler” diyenlerin, bir seçim sürecinde farklı listelerin olması demokrasinin gereği olduğunun bilincinden yoksun olmalarının göstergesi olarak bize “şer cephesi” diyenlerin, Temel haklar ve özgürlüklere saygıdan yoksun olduklarını gösterircesine sıkıyönetim savcısı edası ile “Alevi misin, Sunni mi?” diye soranların, kendi ürettikleri iftiraları yayarak diline sahip olma olgusundan da yoksun olduklarını göstererek arkadaşlarımız hakkında “Genel Kurmayın/derin devletin adamları” diyenlerin, sadece bize değil, bu seviyesizlikleri yarattıkları için, tüm topluma özür borçları vardır. Siyasete müdahale edeceğiz diyerek yola çıkan, ama bunu konuşmayan, tartışmayan, tartışmaya açmayan, ama emrivakilerle miting diye yola çıkarak, siyasi parti genel başkanlarını mitingimizde buluşturacağız diyenlerin geldiği son nokta, Açık havada sanatçılardan oluşan bir konser ve siyasi olarak da AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı ile (Aytaç Durak) çekilen bir fotoğraftır.” ABF’nin çalışmalarına, örgütsel işleyişine müdahale edenler, Alevilerin birlikteliğini korumak ve geliştirmekle görevli olanlar, tartışılmadan yapılmak istenenlere ilişkin olarak, bu tarzın örgütsel olmadığını söylediğimizde de, hemen ya hain ilan ediliyoruz ya da Alevi hareketine ihanet ile suçlanıyoruz. Peki, şimdi ABF de yarattığınız bu dışlamanın adı nedir diye sormazlar mı sanıyorsunuz? Siyasete müdahalenin başarılı olabilmesinin, olmazsa olmazlarından olan, birlikte hareket etmek olduğu gerçeği ortada dururken, yıllardır çalışmaları ile Demokratik Alevi Hareketine katkı sunanların ve emek verenlerin, tam da bu aşamada tasfiyesine gidilmesinin anlamı nedir? Ama bizler, Demokratik Alevi Hareketinde, birliğin ve beraberliğin sağlanması için, arkadaş biatlığına karşı duruştan asla vazgeçmeyerek, kuruluşundan bu güne kadar, birçok kademesinde emek verdiğimiz federasyonumuzun bağımsızlığına sahip çıkmaya devam edeceğiz.
27
SERÇEÞME
Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul Merkez Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik Ahmet Koçak Başkan önce sizi tanıyalım. Ben Kamil Aykanat. 1961 Sivas doğumlu, evli, üç kız çocuğu babasıyım. Kamu sektöründe çalışmaktayım. Denizcilik İşletmelerinin, Denizcilik Bankasının özel okulundan mezun oldum. Sosyal faaliyetlere, orayı bitirdikten sonra, 1981’den itibaren başladım. 1980’de öğrenci derneğimizin içindeydim. 12 Eylül’den sonra köy dernek başkanlığı, sendika ve siyasi parti yöneticiliği yaptım. Vakfımızın bir dönem disiplin kurulu başkanlığını, iki dönem de yönetim kurulu ikinci başkanlığını yaptım. 8 Ocak’tan beri yeni yönetim kurulunu oluşturduk. Vakfın yönetim kurulu başkanlığını yürütüyorum. Vakıf kaç yıllık? Vakfımız 1994 yılında kuruldu. Vakfımızı, bölge dernekleri, iş adamları, esnafımızın, mahalle sakinleri ile birlikte, imece usulüyle, omuz omuza vererek bu duruma getirdiler. Merkez olarak Ankara’ya bağlandınız… Vakfımız şubedir. Türkiye’de, aktif yirmi sekiz şube var. İstanbul’daki tek şube burası. Öncelikle binanın kullanılır duruma getirilmesi için büyük çaba sarf ettik. Binamız dışarıdan büyük görünse de kullanım alanı atıl durumdaydı, bakım istiyordu. Yoğun bir çalışmayla ve Şişli Belediyemizin, Belediye Başkanımız Sayın Sarıgül’ün, vermiş olduğu desteklerle, vakfımızın kullanılmayan bölümü hemen hemen kalmadı. Her bölüm ayrı bir çalışmaya tahsis edildi. Gençlik kollarımıza, kadın kollarımıza tahsis edilen bölümler var. Oturulacak, dergilere, kitaplara bakılabilecek, çay, kahve içip sorunların anlatabileceği sekreterlik bölümünü hizmete soktuk. Telefon santralı ve iletişim bölümümüzü hizmete sunduk. Bunun dışında konferans salonumuzu açtık. Ne gibi hizmetleriniz var? Cemevimizin olmazsa olmazı her Perşembe gecesi, özellikle kış aylarında cemler büyük bir katılımla gerçekleşmekte. Araştırmacı-yazarlarımızı getirerek, cemden önce o günkü takvime göre konuşturarak toplumumuzu bilgilendirme çalışmalarımız var. Ayrıcı paneller yapıyoruz. Tiyatro çalışmaları ve sinevizyon gösterimlerimiz var. Takvime göre anma toplantılarımız var. Mesela ozanlarımız Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif için anma toplantıları yapıldı. Bunun haricinde kurslarımız var. Kurslarımız da çok yoğun ilgi görmekte. Başta sevgili üstadımız Selahattin Akarsu Bey’in yakından takip ettiği bir Bağlama Kursu’muz var. Gerçekten bu işin akademik olarak eğitimini almış iki hocamız var: Erdoğan ve Ali. Kursa katılımı Okmeydanı ile sınırlamıyoruz. Sarıyer’den, Bahçelievler’den gelen öğrencilerimiz var. Bunun yanında gençlerimizi birbirleriyle kaynaşmaları, sokaktan, özellikle internet kafelerden, parklardan çekebilmek için bir tiyatro topluluğu oluşturduk. Bu alanda da iki hocamız var. Gençler, çocuklar, tiyatro eğitimi alıyorlar, yıl sonunda ailelerine sergiliyorlar. Diğer olanaklarda, örneğin Belediye salonunda sergiliyorlar. Semah kursu da yoğun bir taleple devam etmekte. Semahların özellikle gençlerin ilgi alanına girdiğini görüyoruz. Bundan da mutluluk duyuyoruz. Gençlerin birbirleriyle kaynaşması, semahla ilgili çalışmalarını yapabilmeleri için, gençlik odasını yeniden düzenleyip hizmete sunduk. Gayet güzel çalışmalar yapıyor gençlerimiz. Örfümüze, âdetimize, geleneklerimize uygun, sevgi, saygı çerçevesinde birlikte çalışmaktayız. Bilgisayar kursu hedefimiz var. Masalarını, sıralarını tamamladık, bilgisayar eksiğimiz var. Bunları da en kısa zamanda tamamlayıp kursumuzu açacağız. Diğer çalışma ise toplumumuzun günlük ihtiyaçlarına hizmet verecek mekânları oluşturmak. Bunun başında yemekhane gelmekte. Özellikle, cumartesi-pazar günleri en az iki bin kişiye yemek veriliyor. Bunun yanında bölgede geçim sıkıntısı çeken, bir sıcak yemeğe muhtaç olan insanlarımız da kaplarıyla gelip yemeklerini almaktalar.
28
Cem evimizde cenaze hizmetleri örfümüz, âdetimiz, geleneklerimize göre eksiksiz bir şekilde verilmekte. İki tane cenaze aracımız var. Hocamız, dedemiz mevcuttur. Bir aksaklık çıkmasın diye yönetim kurulu ve çalışan personel bu konuda gayet titiz davranmakta. Bölge halkı bir sorunu olduğu anda bize ulaşır, biz köprü vazifesi görürüz. Belediyede yapılacak işlerinde yardımcı olmaya çalışırız. Okullarda öğrenci kayıtlarında elimizden geldiği kadar yardımcı olduk oluruz. Burslarda yine aynı şekilde elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Bu yıl da köprü vazifesi görüp burs verdirmeyi planlıyoruz. Yeni yönetime geldiniz. Dönem çalışmalarına başlarken önünüze çıkan en büyük sorunlar nelerdi? Bunları ortadan kaldırmak için projeleriniz, hedefleriniz nelerdi? Yanılmıyorsam yönetim kurulu iki yıl da bir değişiyor. Evet, yönetim kurulumuz iki yılda bir değişiyor. Daha önce çeşitli yönetim kademelerinde bulunmuştum. Diğer arkadaşlarım da deneyimli, görev almış arkadaşlardır. Bu nedenle arkadaşlarımızla birlikte, geçmiş eksiğimizi, toplumdan uzaklaşmış olmayı kolay aştık. Toplumun güvenini kazandık. Bunu toplumun içine girerek, çalışmalarımızı göstererek, anlatarak başardık. İletişim sistemimizi toplumu vakfa çekecek şekilde becerdiğimizi zannediyorum. Bir yıl önce vakfımıza duyulan ilgiyle, şimdi duyulan ilgi arasında çok büyük fark olduğunu bütün toplumuz söylüyor. Yönetime geldiğimizde ilk yaptığımız iş; teknolojiyle barışmaktı. SMS (cep telefonu ile kısa mesajlaşma sistemi-AK) sistemi kurduk. Bütün üyelerimize, dostlarımıza, vakfa gönül vermiş insanlarımıza, vâkıfta yapılan sosyal çalışmalar, iyi günlerimiz, acılı günlerimiz, hepsini anında, günü gününe haber verebiliyoruz. Duyurularımızı anında yapabiliyoruz. Bunun yanında kullanıma açık olmayan bir internet sayfamız vardı. Kontrolü bizden tamamen çıkmıştı. Bu sayfamızın kontrolünü özellikle Genel Sekreter Kazım arkadaşımızın ve Zeynel Şahin’in özverili çalışmasıyla elimize aldık. Şimdi ilgili tüm konularda her şey anında güncelleşen internet sayfamızda yer alıyor, ayrım yapmaksızın tüm insanlarımıza ulaştırılmakta. Bu da yapılması çok gecikmiş bir görevdi diye düşünüyorum. Bunu da becerdik. Biz yapılması gerekenleri yapıyoruz. Yapılması gerekeni yaptığımız zaman, zaten toplumuz bunları görüyor, yardımcı oluyorlar. Sosyal yardımlarımız, bağışlarımız arttı. Bağış konusunda çok şeffaf davranıyoruz. Kim ne bağış yaptıysa panomuza asıyoruz, kendilerine teşekkür mektubuyla cevap veriyoruz. Her yıl yapmayı deneyip çok başarılı olamadığımız bir sağlık taraması sorunu vardı. Bu yıl Özel Haliç Hastanesinin yetkilileri geldi. Sizinle böyle bir çalışma yapmak istiyoruz dediler. Programın afişlerini hazırladık, onun çalışmasını yapmaktayız. Şunu özellikle yazmanızı, özellikle belirtmenizi istiyorum: Buradaki hizmetlerimizi sadece Alevi toplumuna değil, bölgemizde yaşayan herkese, bize gönül vermiş, yüzünü dönmüş tüm insanlara bu hizmeti vermekteyiz. Tabanla barışık olmanın yöntemi, çalışmayı tabana ulaştırmaktan mı geçiyor? Evet, bu her şeyden önce güven meselesi. İnsanlarımızın kurumlara bakışları, ilk kurulma aşamasında iyi niyetli, ama kurumlarımız yerleştikçe, yönetime talip olanların sayısı arttıkça, insanlarda farklı izlenimi uyandırıyor. Aslında hizmet için gelenlerle, gününü geçirmek için gelenleri ayırt ettirmek için tabanla barışık olmak, yapılan hizmetleri, çalışmaları o insanlara göstermekten geçiyor. Biz de bunu becerdiğimizi, zannediyoruz. Öyle de görünüyor. İstanbul’un her tarafındaki cemevlerimizin hepsi güzel, değerli, yerinde; ama Okmeydanı’nın yeri farklı. Hem merkez açısından farklı, hem bölge açısından farklı, hem de arkadaşlarımızın özverili çalışmaları neticesinde artan ilgi dolayısıyla farklı. Burada kurumumuzun, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın senedinde, programında ne yazıldıysa, harfiyen o uygulanıyor. Hiyerarşik yapıya tamamen bağlıyız. Federasyonumuzu, Konfederasyonumuzu yakın-
Sayı 25
SERÇEÞME dan takip ediyoruz. Bize ihtiyacı olan bütün Alevi kurumlarına, elimizden geldiği kadar maddi, manevi katkı sunmaya çalışıyoruz. Bundan sonra da imkânlarımız ölçüsünde yine sunacağız. Bu kültürü hep birlikte, ortaklaşa yürütüyoruz. Herbirimizin diğerinden çok farkı. Tabii ki düşünce farklılıklarımız olacaktır. Bunlar bizim zengin mozaiğimizdir. Tek tip düşünme olanağı yok, ama asgari müşterekte birlikteyiz, birlikte çalışacağız. İsterseniz şimdi Selahattin beye dönelim. Yönetim kurulu üyesi Selahattin Akarsu gençlik komisyonu başkanlığını yürütüyor. Bize kendinizi tanıtır mısınız? 1958 Sivas, Kangal, Minarekaya doğumluyum. Ben de üç kız babasıyım. İşim türkü söylemek, biraz ozan yanım da var derler. Okmeydanı Cemevinin, kuruluşunda on sekizinci üyeyim. Cemevi yapılmadan önce kiralık binada hizmet verirken üye olarak görev aldım. Kurucu üyelerle birlikte kültürel çalışmalar yürüttüm. Üst kurul delegeliği yaptım. İlk kez bu yıl yönetim kurulunda görev aldım. Kültür, sanat ve gençlik sorumlusuyum. Kültür sanat gençlik komisyonu olarak neler yaptınız? Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz? Çalışmalara katılan altmış civarında genç var. Onların katılımı ve çalışmalarıyla konser, panel, konferans, anma günleri yapıyoruz. Önümüzde hazırlığını yaptığımız geniş bir program var. Halkımızın isteklerine cevap verecek konumdayız. Göreve geldik ve yalnız kalmadık; halk bizi seviyor, destekliyor. Yönetimimizle uyum içinde doğruyu yapmaya çalışıyoruz. Bu cemevi kültürel etkinliklerin yoğun olduğu bir yerdir. Bu yıl önümüze birçok hedef koyacağız. Ne gibi çalışmalar yapabiliriz? Konser, panel, konferansların dışında başka neler yapabiliriz? Gençliğe semah dönme, saz çalma dışında neler vermeliyiz? Gençlik kitleye ne vermeli? Bunları tartışmaya başladık bile. Bölgede halkının sizden ne gibi beklentileri var? Aslında öyle taleplerini belli eden insanlar istiyoruz, ama ne yazık ki yok. Keşke öyle talepler gelse, bizim ufkumuz daha da açılır. İnsanların çoğu buraya zorunlu olarak, örneğin cenaze hizmetleri için geliyor, kırk yemeklerine geliyor. Bunların dışında bir öneriyle gelseler, biz daha çok arayış içinde olacağız. Ancak onlardan böyle talepler, öneriler gelmiyor diye biz arayışı bırakmış değiliz. Yanımızda Genel Sekreter Kazım Sizer var. Siz de kısaca kendinizden bahseder misiniz? 1966 Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Hubyar Köyü doğumluyum. Bir çocuk babasıyım. 1993 yılından beri ticaretle uğraşmaktayım. Bir dönem (2001–2003) Hubyar Köyü Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneğinin başkanlığını yaptım. HBVAK Vakfımızın kurulma aşamasından itibaren, çeşitli yerlerinde görev aldım. Daha önceleri iki dönem denetleme kurulu başkanlığı yaptım. Vakıf çalışmalarını bir de sizden dinleyelim. Yönetim olarak vakfımızı tanıdığımız için eksikliklerini de iyi biliyorduk. Vakfımızı kurumlaştırmak için ne yapmamız gerektiğini biliyorduk. Onun için hedefli çalışmalara başladık. Atıl mekânlarımızın çoğunu kullanılır hale getirdik. Bu konuda mimar Cemalettin arkadaşımız ve Şişli Belediyesinin çok katkıları oldu. Binanın çatısından başlayıp, izolasyon sistemiyle cemevimizin içini modernize ediyoruz. Ve olması gerektiği gibi örnek bir cemevi yapacağız. Neler olacak içerisinde? İçerisinde örneğin, cemevinde olması gereken şöminesi, ocağı olacak. Süsleme sanatında Oniki imamlarımızın resmi olacak. İç tavana alçıpen kaplama süsleme sanatı uygulanacak. Bize uygun süsleme şekilleri bulundu, mimar arkadaşlarımız onların çalışmalarını yaptılar. Çalışmalara bölge halkını katabiliyor musunuz? Halkla ilişkileriniz nasıl? Başkanımızın dediği gibi kitleyle ilişki çok zayıftı. Kurumda yöneticilik çok önemli; yöneticinin sempatisi, hoşgörüsü, saygısı, sevgisi kitleyle bağı artırmaya yardımcı olur.
Bu sene içinde yapılması gereken şeylerin tümü yönetim kurulu tarafından yapıldı. Etkinlikler, hizmetler, internet sitesi yenilendi, SMS sistemi yapıldı. Konferans salonumuzda devamlı şekilde Etkinlikler, anma törenleri yapıldı. Aşure büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Hacı Bektaş Veli Anma Töreni gibi etkinliklerimize katılım sağlandı. Yönetim kurulumuzun bu çalışması, yapılması gereken şeylerin çoğunu gerçekleştirdiği için, bize bir talep gelmiyor diye düşünüyorum. Teşekkür ediliyor, bunu gördük yaşadık. Bugüne kadar, bu kadar çok sayıda canın buraya gelip gittiği yoktu. Biz burada olduğumuz için bunu biliyorduk. Burada bu gelişmeyi gördüğümüz için yönetim olarak çok sevinçliyiz. İşin doğrusu, bu insana gurur veriyor. Diğer arkadaşlarımın dediği gibi, üç aylık programımızı önümüze koyacağız, ona göre yolumuza devam edeceğiz. Kurumuza bazı taleplerde geliyor. Okula giriş talebi. Aslında okula girişle bizim alakamız yok, ama bu sene internet sistemi geldi. Öğrencilerin çoğu liseye girişle ilgili problem yaşadılar. Çoğu istediği okula kayıt olamadı. Bu konuyla ilgili çalışmalarımız oldu ilçe bazında. Eşimiz, dostumuz sayesinde bazı öğrencilerimizi gerekli okullara yerleştirdik. Yine asli görevimiz olmamakla birlikte iş bulma konusunda da talepler oldu. Elden geldiğince yardımcı olduk. İş bulma açısından Şişli Belediyemizin katkıları inkâr edilemeyecek kadardır. Şunu üstüne basarak söylemek lazım: Yapmış olduğumuz çoğu işte Şişli Belediyemizin, özellikle Sarıgül Başkanımızın çok katkısı oldu, oluyor, olacak.
Aralık 2006
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................+49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276 İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14 Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17 Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58 Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09 İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82 Bornova Hüsniye Çınar.......................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06 Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99 Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99 Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26 Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
NAMUSLU BİR SOSYALİST DAHA FAŞİSTLERCE KATLEDİLDİ
Bugün Hepimiz Hrant’ız Bugün Hepimiz Ermeniyiz Esen Uslu
H
Âşık Mahrumi Hakk’a Yürüdü Hasan Çadır, Nurhak Temsilcisi ŞIK MAHRUMİ (Rahmi Kaya), 1932 yılında o zamanlar Elbistan’a bağlı olan Afşin’in Berçenek köyünde doğmuştur. Annesinin adı Fadime, babasının adı ise İbrahim Halil’dir. İlkokulu köyde bitirir. O zaman zorunlu ilkokul 3. sınıfına kadarmış. 12 yaşında çobanlık yapmaya başlar. Bu yıllarda elinde âşık kitaplarını düşürmez imiş. Aynı yıllarda saz çalmasını en büyük abisi Halil öğretir. Dedesi Durmuş, Dalgalı Baba lakabı ile de tanınırmış. Güzel saz çalıp, çok güzel de söylermiş. Yani ozanlık geleneği aileden gelen bir hasletmiş. Çalıp söylediği türkülerden dolayı Mahrumi de dönemdaşı birçok ozan gibi kovuşturmalara uğradı. 20 Temmuz 1975’de tutuklanıp Urfa cezaevine kapatıldı, dört avukatın savunması sonucu 22 Ağustos’ta tahliye edilir. Cezaevinden çıkınca Urfa’nın Kısas köyüne giderek Büryani babanın evine konuk olur. Büryani Baba’dan esinlendiğini, ilham aldığını hep söylerdi. Mahrumi Baba’nın, Mahsuni Baba’ya ilk saz çalma ve şiir yazma döneminde çok destek olduğunu söylenir. 1959 yılında evlenen Mahrumi dört erkek, iki kız çocuğu babasıydı. Âşık Mahrumi, 19 Kasım 2006 Pazar günü Hakk’a yürüdü. Cenazesi Elbistan Cemevinden kaldırılıp, Afşin’in Berçenek köyünde toprağa verildi. Cenaze töreninde kendi eseri olan şiirler okundu. Saz ve deyişler eşliğinde son yolculuğa uğurlandı.
Â
Zamanı Gelir Üzülmeyin sonu ne olur diye Hesap sorulmanın zamanı gelir Bilmem bu ayrılık gayrılık niye Sıkı sarılmanın zamanı gelir Hainlerin maksatları sezile Zayıf ezmek isteyenler ezile Dolambaçlı olsa bile menzile Dostlar varılmanın zamanı gelir Ezilmişin dostu ise Mahrumi Barıştırır küstü ise Mahrumi Ölü gibi sustu ise Mahrumi Tekrar dirilmenin zamanı gelir
30
RANT DİNK genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin kapısı önünde ensesine sıkılan kurşunlarla katledildi. Tetiği kime çektirmiş olurlarsa olsunlar Hrant Dink’in katilleri bellidir: Dün Sivas’ta Alevileri, aydınları yakarak katledenlerdir. Yakın geçmişimizde Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’te Alevilere saldıranlardır; “faili meçhul” aydın cinayetlerini işleyenlerdir. Kendilerinden farklı düşünce taşıyanların linç edilmesine uygun bir siyasi ve toplumsal atmosfer yaratmaya çalışanlardır. Hiç şüphe yoktur ki Hrant Dink’in öldürülmesi, Türkiye’de özellikle son dönemde hızla yükselmekte olan milliyetçi-faşist dalganın yeni bir aşamasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak kırmızı çizgiler çizenlerin ve Irak Kürdistanı’na karşı bir saldırı hazırlığı içinde olanların, ülkede demokrasiyi kısıtlama, insan hakları ve demokrasi savunucularını yıldırma, Avrupa Birliği’ne girme hevesleri ile verilmiş aşırı taviz olarak gördükleri demokrasi ve insan hakları yolunda atılmış yasal düzenleme adımlarını geri devşirmek isteyenlerin yarattığı milliyetçi-ırkçıKürt ve Ermeni düşmanı ortamın kurbanı olarak seçilmiştir Hrant Dink. Hrant Dink, onların gözünde “katli vacip” bir “vatan haini”dir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin en önde gelen demokrasi ve insan hakları savunucularından biridir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin Ermeni kırımı gerçeğiyle yüzleşmesini istemeye cüret edenlerden biridir. Çünkü Hrant Dink, bir Ermenidir. Çünkü Hrant Dink bir sosyalisttir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye halkının ve devletinin yüzüne aynayı tutarak, toplumda ve devlette süregiden Ermeni düşmanlığını sergilemeye cesaret eden bir serdengeçtidir. Çünkü Hrant Dink, “ama-fakat” diye savsaklamadan azınlık haklarını savunmanın, demokrat olmanın ana koşulu olduğunu gösteren bir emekçidir. Çünkü Hrant Dink, tüm “akıllı adamlar” onu yolundan çevirmek için çabalarken, doğru bildiğini söylemekten ve yapmaktan geri durmayan bir mücadelecidir. Çünkü Hrant Dink, insan gibi insandır.
Kendiliğinden Yükselen Tepki ve Slogan Hrant Dink’in vurulduğu duyulur duyulmaz, İstanbul’daki ilericiler, demokratlar, devrimciler, sosyalistler, ilerici Aleviler, Kürtler ve nice namuslu emekçiler Agos gazetesinin önünde, Hrant’in vurulduğu yerde toplanmaya başladı. Duyulan öfke ve nefret o denli güçlüydü ki, birkaç saat içinde Taksim’den başlayan bir yürüyüş örgütlendi. Bu toplanma ve yürüyüş sırasında “Bugün Hepimiz Hrant Dink’iz; Bugün Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ortaya çıktı. Agos gazetesinin önünde toplanan ve yürüyüşe katılanların bağrından kopan bu slogan, Türkiye’de demokrasi kavgasında gelişen enternasyonalist bilincin bir göstergesidir. Henüz toplumun sadece en ileri, en demokrat kesimlerinde yankı bulan, ama geleceğimizin tomurcuklarını içinde taşıyan bu son derece veciz slogan, gerici-ırçkı-faşist-cuntacı milliyetçi söyleme karşı çok yerinde bir çıkıştır. Doğal olarak bugünkü acıdan kaynaklanan bu sloganın kapsamı, her baskıya ve zulme uğrayan azınlığı kapsayacak şekilde genişlemelidir. Kürtlere uygulanan baskılara karşı Türkiye’nin tüm ilerici insanları, “Bugün hepimiz Kürdüz” demelidir. Zulüm ve kırıma uğrayan Alevilerin karşısında tüm Türkiye’nin ilerici insanları, “Bugün hepimiz Aleviyiz” demelidir. Türkiye’nin ilerici insanları evleri yıkılan, mahalleleri boşaltılan Romanların safında durmalı, “Bugün hepimiz Romanız” demelidir. Türkiye’de Arap, Süryani, Yezidi, Rum hangi azınlık ayrımcılığa ve baskılara uğruyorsa, Türkiye’nin ilerici insanları kendini onlardan saymalıdır. Onların mücadelesini kendi mücadelesi bilmelidir, onlarla dayanışma göstermelidir. Dünya ve Türkiye’deki gericilik koşullarında unutulmaya yüz tutmuş, üzeri küllenmeye başlamış bu anlayış, Hrant’ın ölümüyle yeniden güçlenme yönünde bir yaylım kazanırsa, bu Hrant’ın boşuna ölmediğinin gerçek kanıtı olur. Hrant’ı katledenlere verilecek en güzel yanıt da bu anlayışın dalga dalga Türkiye toplumuna yayılması için mücadele etmektir.
Farkı Farkediniz Türkiye’nin üzerine çökmüş milliyetçi-ırkçı-devletçi-baskıcı-boğucu atmosfere karşı nice aydın mahkemelerde bireysel olarak mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Bu aydınlara karşı uluyan bir faşist koro en ağır saldırıları yapmakta ve devlet güçlerinin desteğinde ya da en hafif deyimi ile göz yumması ile saldırgınlıklarını sürdürmektedir. Devletin en yetkili ağızları, her türlü nezaket gösterisini bile bir yana bırakıp, bu saldırıya uğrayanları aşağılamakta, hedef göstermektedir. Aynı zamanda hükümet sözcüsü olan Adalet Bakanı bile en ağır hakaretleri içeren sözleri basın karşısında fütursuzca söyleyebilmektedir. Hukuksuzluk, adalet sisteminin en yetkili mercilerinin bile varolan yasal çerçeveyi yok sayarak karar almasına varmaktadır. 301. maddeden açılan davanın Yargıtay’da bilirkişi raporunun suç unsuru olmadığını belirtmesine ve savcının davanın düşürülmesini istemesine karşın Hrant’ın cezalandırılması ile sonuçlanırken, Orhan Pamuk ve Elif Şafak davalarının aklanmayla sonuçlanması arasındaki fark, ırkçı-milliyetçi-devletçi keyfiliğin adalet sisteminde ne kerte etkili olduğunun en güzel örneğidir. Türkiye’nin çeşitli kentlerinde linç girişimleri güvenlikten sorumlu Vali ve Emniyet Müdürlerince “milliyetçi hislerle” yapılmış küçük aşırılıklar olarak hoşgörülmekte ve hoş gösterilmektedir. Bu tutuma ana muhalefet partisinin üst düzey yöneticileri de katılmaktadır. Milliyetçilik yaklaşan seçimlerde oy getirecek bir tutum olarak görülmektedir. Hükümet de bu tutumu benimsemiş gö-
Sayı 25
SERÇEÞM ERÇESME rünmektedir. Milliyetçi söyleme sahip çıkma adına dış politika da şahinleşmektedir. Etkili ve yetkili çevrelere yaranmak, en azından onların elinden bir müdahale gerekçesini çekip alıvermek için Irak Kürdistanı’na karşı askeri harekat yapılması ve Kerkük’te Türkmenlerin çıkarlarını korumak üzere harekat yapılması gibi milliyetçi-saldırgan söylemlerinden medet ummaktadır. Ancak bunların biriktiği ortam giderek zehirlenmektedir. Giderek yoğunlaşan krizlere gebe ülkemizde, demokrasiyi, barışı, azınlık haklarını, işçi haklarını savunmanın, bu düzenin değişmesini istemeye bağlı olduğu daha da açıkça görülmektedir.
Matem Günleri ve Ocak Ayındaki Diğer Yıldönümleri Hrant Dink’in katledildiği Ocak ayı, bu yıl tarihte yaşanmış bir başka “Masum-u Pâk” katliamının, Kerbelâ’nın yıldönümünü de içeriyor. Her inançlı Alevi gönlünde, katledimiş İmam Hüseyin ve Ehlibeyt evlatların acısı vardır. İnanıyorum ki bu yıl “yas-ü matem” günlerinde aynı derin üzüntüyle Hrant Dink de anılacaktır. Ocak ayının ilk günleri Türkiye’de devletin en ağır baskılarıyla karşı karşıya kalmış, bir kaç şiirini dillerine pelesenk, ellerinde oyuncak etseler de asla affetmedikleri bir başka aydınımızın, komünist ozan Nazım Hikmet’in de doğum yıldönümüdür. Ocak ayının son günleri ise Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu kadrolarının, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşlarının, sözde kendi güvenlikleri için ülke dışına gönderme bahanesiyle Trabzon’dan zorla bindirildikleri bir takada katledilmeleri ve Karadeniz’de sır olmalarının 86. yıldönümüdür. Bu katliamdan iki yıl sonra Nazım Hikmet’in Onbeşler İçin yazdığı ağıtla uğurlayalım Hrant Can’ı. Yattığı yer ışık olsun; don değiştiren canı hepimizi birer Hrant yapsın! Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını Eski cihan yeni cihan önünde eğil! Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil, Her ne yapsan varacağız emelimize! Karadeniz, bunu duysun derinliklerin: O ateşli göğüsleri delen hançerin Kabzasını alacağız biz elimize!
Aleviler, Kırılmış Her Halkının Musahibidir Zorla yerinden yurdundan edilmiş, sürgüne yollanmış, katledilmiş, kılıç artıkları zorla asimile edilmiş, kimliğini korumaya çalışanı devlet kapısında ikinci sınıfı insan muamelesi görmüş Ermeni halkının çektiği çileleri en iyi bilen ve en derinden hisseden Alevilerdir, çünkü onlar yerinden edilmemin, aşağılanmanın, vatandaştan sayılmamanın ne menem bir duygu olduğunu iyi bilirler. Çünkü Aleviler sevdikleri, önlerine düşmüş yol evlatlarının nasıl kıyıldığını tarih bilgileriyle öğrenmişler ve her gün yaşayarak görmüşlerdir. Çünkü Alevi öğretisi, “yetmiş iki milleti bir bileceksin” ve “kendine reva görmediğini, başkasına reva görmez.” ilkelerini kendine düstur bilmiştir; eli kanlı katillere destur vermez.
ABF VE AABK ORTAK AÇIKLAMASI - 20 OCAK 2007
Hrant Dink’e Sıkılan Kurşunlar Bir Arada Yaşama Kültürüne Sıkılmıştır! Bu saldırı aynı zamanda demokrasiye ve Türkiye’ye yapılmıştır! Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, yazar Hrant Dink, alçakça bir silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Türkiye’de bir arada yaşama kültürünün, düşünce özgürlüğünün en önemli seslerinden biri olan Hrant Dink, demokratik, eşit ve özgür koşullarda birarada yaşama isteği karşısında 301. maddeden yargılanmış ve linç kültürünün hedefi haline getirilmiştir. “Bu ülkede yaşamak istiyorum. Çünkü bu ülkenin demokratikleşmesi için benim de, torunlarım için elimden ne geliyorsa onu yapmak istiyorum... Çağdaş demokrasilerde ben en büyük özgürlükleri istiyorum” diyen Hrant Dink’in bu ülkede yaşama hakkı elinden vahşice ve alçakça alınmıştır. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi sürecin ve seçimlere endeksli olarak yükseltilen ırkçılıkla beslenen etnik milliyetçiliğin son dönemlerde giderek tırmandırılmasının bu saldırı ile bağlantısı vardır. Farklı olanı reddetme, ötekini aşağılama üzerine kurulu tekçi yaklaşımların bu saldırı ile doğrudan bağlantısı vardır. Bu anlamıyla Hrant Dink’e yapılan saldırı aynı zamanda Anadolu topraklarında yüzyıllara yayılan bir arada yaşama kültürüne de yapılmıştır. Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) olarak, Hrant Dink’e yapılan bu alçakça saldırıyı kınıyoruz. Alçakça katledilen Hrant Dink’i bir arada yaşamanın sembolü olarak görüyor, Aleviler olarak bir kez daha farklıların bir arada ve eşit koşullarda yaşama kültürünü ısrarla savunmaya devam edeceğimizi ilan ediyoruz. Alevi Bektaşi Federasyonu Selahattin Özel, Genel Başkan
Aralık 2006
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Turgut Öker, Genel Başkan
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELİ Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
HRANT DİNK 15 Eylül 1954 - 19 Ocak 2007
“Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce.”
BUGÜN HEPİMİZ HRANT’IZ BUGÜN HEPİMİZ ERMENİYİZ Agos Gazetesine Son Yazısının Son Paragrafı, 19 Ocak 2007