SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ALEVİLİĞİN İNANÇ YANI DİN DEĞİL AŞKTIR
Bu Sayida Velyettn Ulusoy: Ebuzer Giffari Kelme Ata’nin Ktabi - Alevilerin İlk Siyasal Denemesi: (Türkiye) Birlik Partisi Ahmet Koçak Kelime Ata ile Söyleştik Al Balkız Hüzün Dolu Bir Deney Kelme Ata Birlik Partisi-Sosyalist Tarladan Hasat Stratejisi Nadre Ana Hakk’a Yürüdü Fkret Otyam Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu? Esat Korkmaz Kadın Sorunu İsmal Kaygusuz Alamut İsmaililiği - Bölüm I Veysel Kaymak CHP ve Sol Seçenek ya da Halkla İnatlaşmak Fuat Bozkurt Alevilikte Zaman ve Uzam Kâml Dern ABF’de Haksız Rekabete Hayır Nafz Ünlüyurt Türbeler Yeniden Açılsın mı? Feramuz Acar Kişisel Görüş ve Önerilerim Enver Cemal Şahn Aleviler ve Siyaset Fevz Gümü ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği Al İhsan Doan İnandırılmak Hasan Harmancı Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu Sirri Öztürk Dersim... Dersim... İsmal Özmen Anadolu Aydınlanması Ahmet Koçak Kadın Ozanlarımız: Ayhan Kaleli Seda Cokun Selahattin Akarsu ile Söyleştik . Abant Platformu Değerlendirme Metni PSAKD Basin Açıklaması Gazi Katliamı Ceyhun Günal Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar? Metn Özdemr Selçik Köyü SYD Derneği
Aylık Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Mart Sayi:
27
Kimileri Alevilikle-Sünniliği “görücü” usulüyle evlendirmeye kalkıyor: Biz diyoruz ki bu “evlilikte bir tecavüz olayı” var. Aymazlığımızı sürdürürsek yakın gelecekte bu “tecavüz olayı”nın çocukları “Ben Aleviyim”, diye karşımıza çıkacak ve bizleri “mekândan kovacaktır”.
Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki Başkalarının Bilincini “Yoklayabilelim” Esat Korkamaz, Genel Yayın Yönetmeni
B
ana göre “yazmak”, “bilinci yoklamak” anlamına gelir: Bilinci yoklamayan her yazma eylemi “kolay”ı anlatır. Biz biliyoruz ki “kolay güzel değildir”; her zaman “zor güzeldir” demek de doğru olmayabilir; “güzel” ayrımına varamadığımız herhangi bir yerde ya da yanı başımızdadır, sakındığımız yerdedir, suçladığımız mekândadır, günahkâr kabul ettiğimiz şeyin içindedir. Yazmak “değiştirme kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur”. 1980’den bu yana “yazmak için yaşadım” ya da “yaşamak için yazdım”: Yazgımın, yazgımın “göbeğinde” yaşamımın “gündemine” göre yazdım. Yeri geldi “öleyazdım”; yittim, çıktım. Ne çare yaşam “gerçek”ti, yani her gerçek gibi “iki yüzlü”: Çoğunluğun bulunduğu “yüzde” değil de karşı “yüzde” oyalanmayı yeğledim. “Karşı yüz” bir “sır” alanıdır; onun her şeyini “iletişime” sokamazsın; sokarsan, “sır sır olmaktan çıkar”. O zaman düşündüm: Ben de bu “iki yüzlü gerçeğin” bir “felsefesi” olsun dedim. Yaşamın içerisindeki amaçlı yürüyüşüm, dışarıdan bir “savrulma” olarak algılansa da ben; “iki yüzlülüğü” bir “erdem” olarak gören ya da yetişmişliğin “kanıtı” kabul eden bir “sûfi” gibi algılanmayı yeğledim. Doğru mu yaptım yanlış mı yaptım bilemem: Ama yaşamımın hiçbir anında ne kendimi “aldattım” ne de “sattım”.
Ruhumuz da Alanlardan ve Hacimlerden Oluşur İnsanın bedeni bir “mekân”dır; yani, bir “alanlar” ve “hacimler” bütünüdür: Ruh “ayağını yere basmak” zorunda olduğuna göre o da “alanlardan ve hacimlerden” oluşan bir “mekân”dır. Bugün Alevilik kendini “koruma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor: Böylesi durumlarda ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, giderek bilincin “dağılması” ve her Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” girmesi sonucunu doğuruyor. Köktendinci inançlardaki “din” terimini karşılayan Alevilikteki “aşk” terimi, “kültürel” yanından arındırılarak “utanç verici fizyolojik bir eylem”e indirgeniyor. Bilinç “aydınlık” bir şey olarak algılanır ve doğal olarak “anası-atası” karanlıktır: Kendisini en iyi yetiştirmiş insanın bilinci bile “kendi cahilliğini, yani kendi karanlığını algılamaya yeter” deriz. Öyleyse bilinç “karanlık bir yumak”tır; “gönül evi”nin hangi penceresinden bakarsak bakalım bu “karanlıkla” karşılaşırız. Bizi işlevli kılan ve “apaçık” olan duygularımız bu “yumağın” içine taşındığında “boş bir oda”ya ya da “gönül evi”nin şurasına burasına yerleşmiş “hayaletlere” dönüşür. Odanın altında “patlamaya hazır”, al bir “top” biçiminde bir kalp vardır sanki. Herkesin gönlü birbirine eklendiğinde “toplumsal vicdan” anlamında bir “iç uzay” elde edilir ki bilinç dediğimiz şey bu “uzayda” bir “noktadır” sadece. Tam da bu nedenle biz işte bu “nokta” olmak için çabalarız. Bâtıni yabancılaşmanın “maya tutmaya” başladığı günümüz koşullarında hemen herkesin tapındığı “anonim saçmalıklarla” baş edemiyoruz: Bir çıkış bulabilmek için kıvranıyoruz. Bize göre her şeyin her şeye göre bizim “anlam ve içerik” yitirdiği/yitirdiğimiz ve adına yaşam dediğimiz “sürüklenmede” görünürde yan yanayız, belki her zamankinden “daha yakınız” birbirimize. İnsan bâtıni kültürde kendi yapısında var olan “düşman” durumundaki “karşıtların” ayrımına varması gerekir: Varır varmaz da kendisinin “ağlayan, gülen, koşan, yeri geldiğinde adam gibi konuşan, durup dururken saçmalayan bir bomba” olduğunu kavrayıverir. Bu (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?
(Baştarafı 1. Sayfada)
“bombayı kim imha edecek”: Kendisi mi yoksa dışarıdan insanlar mı? Doğrusu bu “bombayı” kişinin kendisinin “imha” etmesidir: Bu enerjiyi “üretken” biçimde tüketmesidir. Ancak kişi kendisini imha edecek denli bilgiye sahip değilse; imha edeceğim diye “orasını-burasını” karıştırırken birden kendisini “patlatıverir”: Enerjisini boşu boşuna harcar. Sistem kafalarımıza bir “ezber” veriyor: Herkesin kendini “imha” etmesi, yani var olan enerjisini “düzen” yararına tüketmesi için. Bilinçlere yönelik bu “yapı bozumu”, belletilmiş toplumsal yaşam tarafından her birimizin “ele geçirilmesi” sonucunu üretiyor. Böylesi bir durumda “işgal” ediliyor beyinlerimiz; nasıl konuşacağımız, nasıl davranacağımız “beyin defteri”ne kaydediliyor. Alevilikte “sözel taşınma” kanalları tıkanınca baba ile oğul, dede ile torun arasındaki ilişki birbirlerine benzemekle birlikte birbirinden “sakınan”, yani “anlamsızlığa açılan iki kara deliğe” dönüşür: Bu nedenle “örgüt üyesi ile yönetici” arasındaki ilişkiyi, “tıkanan sözel taşınma kanalları”nın işlevli “çağdaş karşılığı” olarak yaşama geçirmemiz gerekirdi. Beceremedik: Onu da “iki kara deliğe” benzettik. Nereden bakarsak bakalım hiçbir şey görünmüyor. Geçmişte örgüt yöneticisi ile örgüt üyesi arasındaki ilişki “çocuksu” idi; şimdi “mahcup”; işlevsel değil, “tersine dönüşümle” emir alma-emri yerine getirmeyle belirgin “memurlaşmış bir iletişim” dili egemen artık. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: AleviBektaşi zeminde ruhlar “kirlenmiş” durumdadır; “temizlenmeden” Alevi-Bektaşi “yeniden doğuşunun” altından kalkmak olanağı yoktur. Bedenini terk edebilen, yani canını “soyut” olarak avucunun içine alabilen bir kimlik onu, “sonsuz yaşam” içinde “saklar”. Sonsuz yaşam kaynağı can, yeri-zamanı geldiğinde ıslak toprakta fışkıran bir ot gibi yeşeriverir “yeni bedenlerde”. “İlahi ciğer” ruhla bedeni birleştirdiğinde, “bilmeyiş erdeme” dönüştü; ruh-beden bütünleşmesinin “içe-dışa vurumu” olarak algılanan görme-duyma-hissetme vb’ye yönelik “sevgiaşk” bilgiden “uzaklaşma” yeteneğini göstermez. Bedeni “küçümser”, ruhu “tanımazsak”, bilginin kaynağı “kurur”; aşk da sevgi de “matematik formüllere” dönüşür: Unutmayalım ki ruhlar da “buharlaşır”. Buharlaşan ruh, “dahileşir”; dahileşen ruh, kimliği “egemenliği altına” alır. Biz, ruhumuzun “efendisi” olmak istemiyor muyuz? Öyleyse ruhu “su” gibi içimizde tutmasını öğrenmeliyiz.
Y
Fikret Otyam
AZDIM geçenlerde, seksen bir yaşımda, yazılarımı artık q ile başlayan dizinle yazıyorum! Dile kolay, 1953 yılından bu yana a ile başlayan Fransız dizini ile yazmışım, bu alışkanlığı kırmak kolay mı sanırsınız? Tastamam yedi yıldır her hafta politik bir dergi olan Aydınlık Dergisi’ne yazıyorum ve yıllar içinde yazısını daktilo ile yazan bir bu can kalmış iyi mi? Yazımı dizen arkadaş izinli olduğu zaman, yazım tastamam yazılıktan çıkıyor ve bu can da zıvanadan! Suudi Kralı Hazretleri ülkeye geliyor “yanında, üç yüz kişi, içlerinde tek kadın yok”; yazımda ise bu, “içlerinde tek kalem yok” olduruluyor! Kral Hazretleri Kâbe’ye doğru işemezmiş ise “kral hazretleri Kabe’ye işemezmiş” oluyor ve yedi yıl içinde salt bu yüzden okur canlarıma üçüncü kez “eyvallah” dedim, yok yahu, dedirttiler! Evet daha önce de yazdım, Çorum’lu Alevi iki canın Haşim ve Levent’in bilgisayar kuruluşu AK-BİM imdadıma yetişti en son model ve dahi en yetenekli cihazları atölyeme kurdular, para peşin kırmızı meşin, üstelik zorla!.. Bu yaşta benim için akıl sır ermez aletlerle(!) boğuştum durdum haftalarca ve dahi boğuşuyorum! Öğrenmenin sonu yokmuş ya, bu da öyle, Kâbe derken a’nın üzerine inceltme simgesini tastamam uygulayamıyorum; ya sevgili Ahmet Koçak ya da sevgili Esat Korkmaz can bunu hallederler, eyvallah…. Aydınlık’a ceza(!) bitti ve ilk yazımı yazdım, başlığı yukarıda: “Sizin ‘Hrant Ağabeyiniz’ Oldu mu?” Gösterilen yere yerlere gerekeni yazdım e-posta. Yazım bir dakika sonra İstanbul’daydı! Hani lokma, lokmalar vardır, sevdikleriniz düşer aklınıza da o lokma boğazınızdan geçmez olur, tutun ki bu yazım bir lokma, o dergi başka, bu dergi başka, herkesin yüksek hoşgörüsüne sığınarak çıkan yazımı burada da tekrar ediyorum, gerçeğe hü... Yönetici canlar bu kelli yazımın uzunluğunu da bağışlaya, eyvallah..
Aydınlık Dergisi, Sayı: 1022, 18 Şubat 2007 Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?
A
KSARAY’DA Halk Eczanesi sahibi Vasıf İbrahim Bey’in eczanesinin karşısındaki evinden haber geldi, eczacı iki dakika sonra evindeydi. Uzatılanı kollarına aldı öptü. Sonra Kuran’ın iç kapağına yazdı: “Bugün bir oğlum daha oldu, adını Fikret Vesim koydum. 19.12.1926” Eczaneye dönünce çalışanlarına müjdeyi verdi. Genç kalfa adayı Hrant (Maraşlıyan) da hemen eve koştu. Anam Naciye belki bin kere anlattı: “Seni, babandan sonra Horont aldı kucağına.” Ona hiçbir zaman Hrant diyemedi. Altı yedi yaşlarındayım, babam öteki kardeşlerimde olduğu gibi bana da beyaz gömlek diktirdi, eczanede çalışmaya başladım. Bu, ilaç kutularına ve şişelerine yapıştırılacak etiketleri kesmekti. Çok parlak elişi kağıtlarına basılmış yuvarlak ve dikdörtgen etiketleri tek tek kesmektense harika bir buluşla üç dördünü üst üste koyup kesmek marifetini gösterdim, ne ki hergele elişi kağıtları kayı kayıvermiş, halkın Koca Vasıf dediği babam “işini doğru yap bakalım” deyip ense köküme ilk şaplağı patlatmıştı! Bu beklenen dayaklar uzun sürerse imdadıma Hrant ağabey yetişir, “Baba bir daha yapmaz” garantisiyle dayağı sonlandırırdı. Görmezdi bir gözü, sormadım, öğrenemedim nedenini. O tek gözü hep, ama hep sevgiyle bakardı insanlara ve gülen gözü Hrant Ağabeyim’in o tek gözünde gördüm. Kocaman adam oldum Hrant Ağabeyin yanında, kardeşi yaşdaşım Aron’a kimi arkadaşlar Harun da derlerdi. Ortaokulda sıra arkadaşım, siyah önlüklü, beyaz yakalı, kıvır kıvır saçlı resimlerimde olduğu gibi kapkara kaşlı gözlü, birazda tombulca Anahit idi. “Kırsaçlılar” hep siyah giyinen üç teyzeydi, Aksaray’ın ünlü kadın terzileri. Biz çocuklar nasıl ama nasıl severdik onları, bişeyler olurdu onlar yumurtaları boyarlardı elvan elvan, kapılarına duranda bizleri öpüp severler, o boyalı yumurtalarla, kara üzümle karışık ceviz içleriyle, şekerli leblebilerle tıka basa doldururlardı ceplerimizi. Çarşıda en çok demirci Ohannes Amca’yı severdim. O da Eczacı Vasıf Bey’in yaramaz oğlunu. Yolda bulduğumuz iki ucu da açık boruyu Ohannes Amca’ya götürüp bir ucunu kapattırdım ve yakınına da bir delik açtırdım ve hemen biraz barut, evden bez parçaları, azıcık gazyağı ve upuzun bir kavak dalı, ver elini ulu ırmağın yanı, topumuz hazırdı. İlk atış başarılı olmadı, üzerine
“Yüzler ve Gözler” Fikret Otyam’ın resimleri ve Filiz Otyam’ın fotoğraflarından oluşan “Yüzler ve Gözler” sergisi 6 Mart akşamı yapılan bir kokteyl ile Toprak Sanat Galerisi’nde açıldı. 30 Mart’a kadar sürecek olan sergi hafta içi 12-19 saatleri arasında, cumartesi günleri 11-17 saatleri arasında izlenebilir. Ihlamur Yıldız Cad. No: 10 Beşiktaş İstanbul Tel: 0212.326 35 80. Açılışta Fikret Otyam Anahtar Kitaplar’ın sahibi Mehmet Atay ve Esat Korkmaz ile birlikte. Filiz Otyam açılışa katılan konuklarla birlikte
2
Sayı 27
SERÇEÞME ağır taşlar koydum ve uzun dalın ucundaki gazlı bezleri yaktım evden yürütülen kibritle ve ünlü naramızı haykırdım: “Ölüm ölüm bir ölüm, ateş!”
NADİRE DEMİRTAŞ ANA HAKK’A YÜRÜDÜ
Yer gök gümbürdedi, üçüncü atışı hazırladım tam kibriti çakacağım zaman kıçıma inen baston adım gibi emindim babamın bastonuydu, özel olarak İstanbul Zaman Ecza Deposu’ndan sık sık gelen! “Ulan yezit yine mi sen?” Üzülmek neye yarar, bendim! Dayak fasıllarında en çok duyduğum sözcük “yezit”ti… Ben kaçarım, o koca göbeğiyle babam, bir eliyle de küçüğüm Neşecan’ı (Bener) tutarak kovalar. Epey isabet almıştım… Allah için iyi bir dayaktı, Ramazan ayı dayağı! Duyulan patlamayı Bayram Tepesi’nden atılan top sanan oruçlu amcalar teyzeler oruçlarını zamanından önce bigüzel bozuvermişler ve dahi müsebbibinin de Vasıf Bey’in küçük oğlu olduğu anlaşılmış, haberdar edilen kişi de o sırada eczanede olan küçük Neşecan ve okkalı göbeğiyle dışarı fırlamış, şikayet edileni suçüstü yakalar yakalamaz ilk bastonu başarıyla indirmişti… Bu, aşağı yukarı yetmiş beş yıl önceki unutamadığım dayaklardan en coşkulusuydu ve yaşam tarihimde “Ramazan’da millete oruçlarını nasıl bozdurdum?” ana başlığıyla yer alır! Ek ceza olarak da on sayfa “göz” için sarı, on sayfa “dahilen” için beyaz, on sayfa “haricen” için kırmızı, on sayfa da “gargara” için yeşil etiket kesmek! Bunların çoğunu Hrant ağabeyimin kestiğini açıklıyorum…
Neden? Neden? Neden? Gün geldi, günler geldi Aksaray da Anahit’siz, Ohannes amcasız, Kırsaçlılarsız, kunduracı Bedros’suz kalıverdi ve daha niceleriyle… Onlar gitti, anılar kaldı yadigâr…
1956… Artık Ankara’lıyım Burada en keyifli anlarım, aldıkları kamyonla Anadolu’ya taşımacılığa başlayan İstanbul yerleşimli Hrant Ağabey ile Aron’un Ankara’dan her geçişlerinde bize uğramaları… Rakı eşliğinde muhabbetin gözün gözüne vururken çocukluğumdaki yaramazlıklar, yediğim o güzelim dayaklar bikez daha yaşanırken üç kız bebemin katılırcasına gülmeleri “Hrant Amca nolur daha anlat” demeleri hâlâ kulaklarımda…
“Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali” Hrant ağabeyin el yazısı harikaydı, Fransız stili; eski yazıyı da bilirdi. Bir gelişinde defteri kalemi uzattım “Hrant Ağabey” dedim, “tablom için gerekli, bana Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali yazıversene.” Bir an duraksadı, yukardan aşağıya güzel bir çizgi çekti “bu ‘ya’dır” dedi. Sonra sol tarafa isimleri sıraladı. Harika olmuştu, nerdeyse kırk yıldır sevgiyle saklarım bunu…
Ey İstanbul İstanbul… İstanbul’a yolumuz düşende Aronlara gitmemek olur muydu, asla! Aron’un eşi Mayda Yenge ve kocaman olmuş kızlar iki üç gün önceden hazırlığa başlarlarmış. Aron kıvranarak anlatırdı, “sayende biz de nasipleneceğiz…” O güzelim sofrada neredeyse bir kürdan bile koyacak yer bulunmazdı sanki. Birisinde Hrant Ağabey yoktu, telaşlanınca güldüler, sofraya bakmış bakmış, “tüh be” demiş, “deli oğlan rakıyı pastırmayla içer…” O yaşında en güzel pastırmayı alıp gelmişti, boynuna sarıldım, “dur gâvur, dur deli oğlan, biyerimi kıracaksın”, yine gülüyordu tek gözüyle… Ama fersiz miydi, yaşamasız mıydı? Nereden, nasıl bilebilirdim seksenini aşmış Hrant Ağabeyimi bir daha göremeyeceğimi? Mayda’dır, Topik ustasıdır, dürtükler durur: “Yesene..” İki yıl sonra sergimize zor yürüyerek geldi Aron, sonra hep geldi, durmadan “tuvalet” diyordu, koluna girip iki kat aşağıdaki tuvalete indirip çıkarıyorum, “ulan” dedim “başlarım senin prostatından, bu işe el koyuyorum.” Yukarı çıkar çıkmaz, can dostum, dostumuz Prof. Dr. Tarık Minkari’yi aradım durumu anlattım, “Aron artık benim hastam, para mara söz konusu bile değil, söyle ona.” Telefonu uzattım, uzun uzun konuşup kavilleştiler. Ödü kopuyordu ameliyattan, gönül rahatlığıyla döndük Antalya’mıza. Bir başka sergimize Mayda Yenge, kızlar, damatlar, torunlar geldiler, ama Aron’suz! Korkudan gitmemiş Tarık Hoca’ya. Sivas ellerinde Madımak Oteli’nde diri diri yakılanlardan dostum/arkadaşım Şair Metin Altıok ne diyordu bir şiirinde: “Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar Ne zaman bir dosta gitsem Evde yoklar..”
Şüceattin Veli Dergâhı postnişini Nevzat Demir taş Dede’nin eşi Nadire Ana bir dede kızıydı. Misafirperver, eli açık, ziyarete gelen herkesle ilgilenen örnek bir Alevi-Bektaşi kadınıydı. Cemde Dede’nin yanında yerini alır, benzersiz sesiyle nefesler okurdu. Talipler Dede’yle birlikte Nadire Ana’ya da niyaz ederdi. YATTIĞI YER IŞIK OLSUN.
M. TEVFİK OYTAN
Bektaşiliğin İçyüzü Dibi, Köşesi, Yüzü ve Astarı 7. Baskı, Mart 2007 ISBN: 975-9944-387-04-0 13,5 x 21 cm boyutunda 544 sayfa, 20 YTL Demos Yayınları Tel: 0212.526 60 28
Ne Bu Can Anadan Babadan Ermeni, Ne Hrant Ağabey Anadan Babadan Türk Oldu! Sivaslı Başbakan Yardımcısı Şener, geçenlerde haykırdı: “Hepimiz Aleviyiz!” Haykırmakla, demekle olunmaz ey canlar, olunmaz, ol nedenle kimse uykularını yitirmesin, bayraklı, tabancalı Kuran’lı yeminler neyim etmesin. Bu yürek katılımıdır, acıysa acıyı kıvançsa kıvancı bölüşmedir... Bir olmaktır… Diri olmaktır, hepsinden öte sevgidir sevgi, insan sevgisi… Sevgiye sarılmadır, illa sevgi. Ulus, ırk, renk, dil, din, mezhep, cins şu bu farkı gözetmeksizin illa sevgi, barış, kardeşlik. Tüm Hrantlara, Aronlara, Ohanneslere, Kırsaçlılara ve nicelerine Gök Tanrı’dan rahmet diliyorum, kabirleri her daim ışıklı ola. Gerçeğe Hüü…
Mart 2007
3
SERÇEÞME
HAYVANI ÇOĞALTMAK ANLAMINDA KADIN EVCİLLEŞTİRİLDİ
Kadın Sorunu Esat Korkmaz Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütbirlikte kadın, erkekle “kavga” vereceği “alanı” da yiModern çağda, lenmeleri 1975’te ortaya çıktı. Yıl içinde hem Ankara tirmiş oldu. Günümüz sanayi toplumu, kadına, toplum“kadının doğa ve bereketle Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan sal iş sürecine katılma yolunu “açmış” gözüküyor ama ve Giresun Devrimci Kadın dernekleri, bu derneklerin özdeşleştirilmesinden sakınıldığı” istisnalar bir yana bırakılırsa “ev işi”, hâlâ bu iş süreciiçin katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasnin dışında. Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, kadın“ezilenler katında” yonu kuruldu. Hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarların yeniden kamu işine dönmesinden ve “ev işinin”, kadının yazgısı ca “yukarıdan aşağıya” oluşturulan ve özellikle DİSK toplumsal iş sürecinin bir parçası durumuna getirilmeerkeğin yazgısından içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği(İKD) sinden geçecekti: Bu koşul yaşama geçtiğinde toplum, “uzaklaştı”: örgütlü mücadeleye başladı. İzleyen süreçte Demokra“ev hizmeti”yle ilgi kurmaya başlar, “ev işi” özel hizmet “Vahşi doğa” erkek, tik Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan olmaktan çıkar; kadının baş hizmetçiliği sona erer. “evcil doğa” kadın oldu Demokratik Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı. Yaşama geçirilen kadın hakları, erkekle kadın araBu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip binlerce sındaki “karşıtlığı” ortadan kaldırmaz; tersine, aralakadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer rındaki mücadelenin üzerinde yapılacağı “alanı” hazırlar. Ama ne var aldılar. Kadınların örgütlü eylemleri; “Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları ki var olan koşulda bu “alan”, sistem ve sistemin taşıyıcısı erkek taraKapatılmalıdır!”(AKD), “Ülkü Ocakları Kapatılsın!”(İKD), kampanfından “işgal” edilmiş durumdadır. Kadının erkekle mücadele edeceği yaları; “Eşit İşe Eşit Ücret!”, kürtaj sorunu; su, yol, çöp kampanyaları; “alanı” belirlemeye girişmesi özünde bir “başkaldırı”dır; her başkaldırı okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı madbir “bedel” ister; kendini bilmek isteyen her kadın bu “bedeli” ödemek delere karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler, durumundadır. mitingler; işsizliğe karşı mücadele, olarak sıralanabilir. Anlaşılacağı üzere ataerkillikle birlikte kadın, “özne” olmaktan çıGörüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezikıyor: Artık o, bir “şey” üretmiyor; sadece üretilenlere bakıp, özen göslen ötesinde erkek tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının, teriyor. Bu durumunu onurlandırırsak, tarihin uzak geçmişinde kalmış gelecekteki “düşsel” kurtuluşuna kaynaklık edecek düşyapısal tasarım“kapalı ev ekonomisi” anısının canlı bir “anıtı” olarak çıkar karşımıza. lar yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten “utanan” erErkek egemen sistem tarafından “zorlanan” işbölümü, kadına pek “yakekler dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini ramamış” gözüküyor. Kadın, biyolojik işlevin “maddeleşme”sine, “tene karşılamak üzere sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan “vücudunu para aşkın” ürününe “konaklık” eden “yatağa” dönüşürken, kadına hükmedikarşılığı satan” kadın kimliği, kadınların alçalmasının öcünü, erkeklerin liş, uygarlığın övünç kaynağı olup çıkıyor. Bu “övünç kaynağı”, “evcilde alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi. Yaşanan leştirilmiş” ya da “evcil doğa”nın, egemen bilinçte yansıyan imajından süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini başka bir şey değildi. Uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, “başına de özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu buyruk” davranan kadın, buna eşlik eden “ekonomik bir acizlikle” cedoğuran ancak erkeğini de alçaltan “emeğini satma yerine vücudunu sazalandırıldı. tan” kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten sisteme toplu bir karşı Başlangıçtan bu yana, doğaya sınırsızca hükmetmek, evreni uçsuz duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği “erkek egebucaksız bir avlanma alanına çevirmek, insan düşüncesinin temel ideali men sistemi” sorgulamak, kendilerinin “satın alınma” koşullarını ortaolageldi. Bu düşünce erkek egemen sisteme, ataerkil topluma “uyarlanından kaldırmak konusunda bir bakıma “çocukluk” dönemini yaşıyordu. ca” varılan sonuç insanlık adına ürkütücü oldu. Erkeğe göre kadın, ufak tefek ve güçsüzdü; yani erkekle arasında doğasal bir fark vardı. Amaç doğaya “hükmetme” olunca, biyolojik olarak “güçlü-güçsüz” ilişkisine Uygarlığın “İcadı” Kadını Modern “Köle” Yaptı yönelik eğilim yine doğanın kendisi tarafından “uygulamaya” sokulur. Sonuçta kadın, sömürülmüş doğa karşılığında, egemenlik dünyasına Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki ya da “uygar dünya”ya alınmayı başarır: Galibin zaferi, yani, erkeğin “çelişmenin” karı-koca evliliği içinde “gelişme”siyle, ilk sınıf baskısıyengisi, kadının “boyun eğişi”yle yaşama geçer. Tersinden düşünürsek, nın ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana kadının yenilgisi, galibin, yani erkeğin zaferi görüntüsü ardında “kutdenk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal kosanır”. Bu durumda, “ters dönmüş” bilinç gereği kadının yenilgisi “feşullar üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek karı-koca dakârlık”, umutsuzluğu “yüce ruh”; lekelenmiş yüreği “seven bir kucak” evliliği, insanlığın evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi. olup çıkar. Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin refah ve gelişmesi, kadınların acı Özetlemeye çalışırsak; toplumsal iş sürecinden kovulmasının bedeve gerilemesiyle elde edilen bir “ilerleme”ydi. Her ilerlemenin aynı zali olarak kadın, “efendi”sinden saygı görür. Zamanla bu “zorunluluk”, manda bir “gerileme” olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin “zorbalık” kadın açısından “gönüllülüğe” dönüşür; kabelirleyici olduğu çıkar zemininden, her iki cins için dın artık “vahşi doğa”yı, “egemen doğa”yı erkeğe bıraeşitlik üreten “doğal-toplumsal” zemine aktarılamadığı Önce hayvan kır; “evcilleştirilmiş doğa”yla kendini bir tutar. Kadın sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın kendi “ben”i hakkında erkeğin değerlerine göre hüküm olacaktı. evcilleştirilmişti vermeye başlar; ne olduğunu ise ataerkil bir ailede “baGünümüzde “teknik akılsallık” egemenin, özelde er“uygarlık” geldi şına gelenlere” bakarak öğrenir. keğin akılsallığıydı; bu “akılsallık”, kendine “yabancıevcilleştirilmiş hayvan laşmış” toplumun ya da kendine “yabancılaşmış” erkeHayvanın Rolüne ğin “zor” kullanan “niteliği”ydi. “Zor” kullanan “nite“hizmette yetersiz” lik” nedeniyle “bireyleşme”deki her türden gelişme “bikalınca bu kez Soyundurulan Kadın reyselliğin” zararına işlemeye başladı. Sonuçta; yaşam, “hayvanı çoğaltmak” Bu karşıtlık tarihsel sürecinde, dışımızdaki doğada ve iş yaşamına ve özel yaşama; özel yaşam, mahremiyete; kendi doğasında “yaşama” geçerken; egemen doğa, anlamında mahremiyet, geçimsiz evlilik beraberliğine “bölündü”. vahşi doğa olarak algılanan erkekler tarafından, hükmeGeriye “kendi amacını izleme kararı”ndan başka bir şey “kadın” evcilleştirildi. dilen doğa, evcil doğa olarak bilince taşınan “hayvan”a bırakmadı: Yalnız başına kalan, kendisiyle ve herkesle Sonuç mu? gösterilen ilgi, özen “yetersiz”, “doyurucu” olmaktan arası açık olan “birey” artık, hem heyecana getiren hem Uygarlığın bu “icadı” uzak bulundu. Çünkü, hükmedilen doğa, evcil doğa, de hareket eden gizil bir “Nazi”ydi ya da dostluğu “sos“ek-doğa” olarak algılayabileceğimiz insanın toplumsal yal anlaşma” olarak algılayan “soğuk”, “namert” bir kadını “modern köle” yapısını kullanamıyordu da ondan. Yeni “onur” kaynakkent sakiniydi. yaptı. ları aranmaya girişildi. Bu kaynak “uygarlıkta” bulunAile biçimi, toplumsal sistemin bir ürünüydü ve onun du; kadın, “hayvan”ın “rolüne” soyundu ya da soyunkültür durumunu yansıtıyordu. Ataerkil aileyle birlikte duruldu. Bu nedenle bugün kadınlara düşen görev, kendi sorunlarının ev yönetimi, “kamusal” niteliğini yitirdi. Artık ev işi, toplumu ilgilendirçözümüne ilişkin “kavganın-mücadelenin” verileceği “alanı” hazırlamez oldu; erkeğin özel bir hizmeti durumuna geldi. Modern karı-koca aimak; bu “alanda” kullanacağı iletişim “dilini” yaratmak; bunu yaparken lesi, açık ya da gizli, kadının “evcil köleliği” üzerine kuruldu ve giderek erkekleri de “özgürleştirmek”; erkeğe bu konumu biçen “erkek egemen kadın, toplumsal üretim sürecinden uzaklaştırıldı. Bu “uzaklaştırma”yla
4
Sayı 27
SERÇEÞME
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde Hacı Bektaş Veli
feminist hareket kendi zemininde “karşıtını” üretmekte gecikmedi: Erkek üs tünlüğünü tüm insanlığın ezilmişliğinin kökeni kabul eden ve kadın özgürlüğü önünde başlıca engel olduğunu savunan köktenci feminist akım “boy verdi”. Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte sosyalist-feminist hareketten çok temel çelişkiyi kadınla erkek arasında gören, erkeği baş düşman kabul eden, popülist hezeyanlar eşliğinde, erkeği içine almayan, onunla bir arada bulunmaktan “tiksinen” küçük-burjuva nitelikli köktenci feminist hareket egemen oldu. 1970’lerin sonuna kadar kadın hareketinde sosyalist nitelik yoktu; sonraki yıllarda ise sosyalist nitelik boğuldu.
Alevilikte Kadın toplumu” sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının “üretici” bir halkasını oluşturmak olmalıdır. 1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da kadın olsun, erkek olsun “kadın sorunlarına ilişkin” bilincimiz, Engels’in “Devletin, Ailenin, Özel Mülkiyetin Kökeni” ve Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitaplarında verilen bilgilerle sınırlıydı. Kısaca, kadın sorununun çözümü sosyalizme bırakılıyordu. “Erkeksi devrimcilik” 1970’li yıllarda da “kırılabilmiş” değildi. Kadınlar değilse bile erkekler hâlâ Engels “Baba”nın sözünden çıkmıyordu: “Kadın evin ekmeğini kazanan figür rolünü alır, erkek ise evde oturup çocuk bakar, temizlik ve yemek işleri yaparsa... aile ilişkileri tersine dönmüş olur ama toplumsal durum değişmez. Böyle bir gelişim, erkeği erkek olmaktan; kadını da tümüyle kadınlık niteliklerinden uzaklaştırır.... Ve bu, insanoğlunun cinsiyetlere karşı utanç verici ve aşağılayıcı tavrını gösteren bir durumdur.” Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitabı kadınlar için “yaşamaları ve savaşabilmeleri için umut ve sevinç kaynağı” oldu. Bebel’e göre eşitlik ve özgürlük kadın için hem kişisel hem de toplumsal bir olguydu; ancak, toplumsallık baskın olduğundan kadın sorununun çözümü ileri yıllarda “görülecek”ti; bu da devrim sonrası bir “gelecek” demekti. Peki kadın sorunlarının çözümü için hiçbir şey yapılmayacak mıydı? Yapılacaktı elbette: Kadının, topluma eşit haklarla katılımını sağlamak için “kavga” verilecekti. Bugünden geriye baktığımızda, bu, liberal feministlerin, kapitalist toplumda “cinsiyet eşitliğini” sağlamak için verdikleri kavgadan başka bir şey değildi. 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de, onca kadın örgütüne karşın kadın sorunlarının saptanmasına ve çözümüne ilişkin mücadele “liberal feminist” bir kavganın sınırları dışına çıkamadı.
Alevi inancında insanlar cinsiyetlerine göre değil de tasavvufta-inançta kat ettiği yola göre değerlendirilir. Eğer kişi yetişmişliği ve davranışıyla tasavvuf-inanç zemininde ilerlemiş ise ister kadın ister erkek olsun o, sıradan insanlardan daha üst aşamadadır ve “er” olarak tanımlanır. “Doğrudan demokrasi” temelli yol örgütlenmesinde kadın-erkek “ayrımı”, yani cinsiyet “ayrımı” yapılmadığı için dervişlik makamı dışında “halife” olan, tekkeleri yöneten, kendilerine bağlı birçok müridi bulunan kadınların sayısı az değildir: Bunun en çarpıcı örneği “Kadıncık Ana”dır. Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinin ardından O’nun postuna oturur. Halife iken Yol’un birinci piri durumuna gelebilmiştir. Kadıncık Ana, Bektaşiliğin kurumlaşmasını sağlayan Abdal Musa’yı yetiştirmiştir. Aleviliğin-Bektaşiliğin dört büyük dergâhından birinin adına bağlandığı ve Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan da Kadıncık Ana yetiştirmesidir. Balkanlar’a geçtiğimizde “Kız Ana” ile karşılaşırız: Demir Baba Vilâyetnamesi’nde, tekkede oturan kişi olarak anlatılır. Adına kurulan tekke, bugün de halkın önemli uğrak yerleri arasındadır. Kadınların “post sahibi” olma geleneği XIX. yüzyılda Tokat’ta yaşayan Hubyarlı Alevilerinin “Anşa Bacı”ya, Afyon/Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar köyü Alevilerinin “Zöhre Bacı”ya bağlanmalarıyla sürdürülür. Alevi zeminde kimi ocak pirlerinin “kadın” olduğunu görmekteyiz: Adıyaman/Çelikan ilçesi Bulam bucağında “Zebran” (Sarı Gök) ziyareti vardır. Bu ziyaret, “Zebran” adında bir kadın pire ait olup, aynı kandan gelenlerce “ocak” olarak bilinir. Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere değin kimi Alevi gruplara dini hizmet götürdü.(*) Alevilikte kadının yerini tam olarak algılayabilmek için temel ibadet biçimi olan “cemlere” bakmak gerekir: Kırklar, Alevi inancında en yük sek makama ulaşanların oluşturduğu bir birliktir. Kutsal gerekçesinin Clara Zetkin Sahne Aldı önemi nedeniyle Alevilikte cem, Kırkların yaptığı muhabbeti “canlan1800’lü yılların sonunda, “sahneye”, bilincine ancak 1980’li yıllarda dırmak” anlamına gelir. Açıktır ki Kırklar arasında yalınız erkekler devarabildiğimiz Clara Zetkin çıktı: Kapitalist toplumla birlikte kadın soğil kadınlar da bulunmaktadır: Kırklar’ın 23’ünün erkek 17’sinin kadın rununun “modern” bir sorun olarak ortaya çıktığı saptamasıyla sorunu olduğuna ve kadınlar arasında Fatma Ana’nın da bulunduğuna inanılır. sınıf açısından irdelemek gerektiğini söyleyiverdi. O, “Kadın sorunu: Kırklar’ın içinde kadınların bulunduğu, cemde süpürgecinin okuduğu Proleter ve orta burjuva kadını için, aydın kadın için ve egemen sınıf gülbankla bize aktarılır: “Biz üç bacıydık, Kırklar meydanında süpürgekadını için vardır, ancak, sınıfına göre bu sorun değişik şekiller alır”, ciydik.” diyordu. Yol uygulamaları rehberlik hizmetinin özünde bir “kadın hizmeti” olZetkin’in bu yaklaşımıyla o güne değin egemen olan sosyalist tavır duğunu kanıtlıyor: İnançta ve inanç uygulamasında mürşit, talibin “yol “yara” aldı; tabular yıkılıyordu. Zetkin’e göre, egemen sınıf kadınının babası”dır; rehber ise “yol anası” olarak algılanır. Cemlerdeki zâkirlik sorunu mülkiyetti; mülkiyet sahipliğindeki eşitsizhizmeti kimi ocaklarda ağırlıklı olarak kadınlar taralikti; yaşamından doyum sağlayabilmesi için mülfından yerine getirilir: Sözgelimi “Ela Ana”, zâkirlik Âşık olmak, kiyetleri üzerinde özgür ve bağımsız denetimi ele yapmıştır. Aynı yörede yaşamış ve evliya aşamasına geçirmeliydi. Bu amaçla kendi sınıfından erkeklere “acıyla yaşamayı” başarmak taşınmış “Fato”nun uzun süre cemlerde zâkirlik yapanlamına gelir: karşı bir savaşım içine girdi. Küçük ve orta-burjuva tığı anlatılır. Adıyaman bölgesinde çerağ hizmetinin, ile aydın burjuva kadınının sorunu oldukça farklı bir bir kadın hizmeti olduğu vurgulanır: Kadınlar, Fatma Âşık olmak sosyal biçim sergiliyordu: Buradaki kadının sorunu, Ana’nın temsilcileri olduğu için “ışık” onlardan gelir. kolay olmadığına göre kendi sınıf temelinde cinsiyete dayalı eşitsizlikti; yani Yine Malatya ve Adıyaman bölgelerinde cemevinin erkek için kazanç eşitsizliğiydi; sorunun çözümünü ise iş yaşahazırlanması işleri kadınlara verilir: Doğal olarak cemında, kendi sınıfının erkekleriyle ekonomik eşitlik mevine gelen mürşit ya da pir, bu kadından “rıza” ala“acı da kolay elde edilir” talebinde buluyordu. Proleter kadının sorunuysa başka rak içeri girer. (**) bir olanak değildir. bir biçim içeriyordu: Kapitalizmin ekonomik yaşamıKadın-erkek eşitliğini, yaşamda ve ibadette kadınKadın, “modern bir köle” na girmek için bir kavga vermek zorunda değildi; o erkek birlikteliğini kanıtlayan bu uygulamalar, “erkek zaten ekonomik yaşamın içindeydi. Onun, kapitalist egemen toplum” insanının ya da sisteme uyarlanmış olarak “acıyı icra” eder; düzenin kullanımına, sömürüsüne ve olanaklı olan yabancılaşmış bireylerin anlamakta “zorlanacağı” çok demek ki en ucuz emek gücü arayışına “alet olmaktan” dolayı “demokratik” bir durumu anlatır. Kadının özgürleşmekadın için “acı” bir kadın sorunu vardı. Proleter kadının temel sorunu sinde, Alevi kadınının yeri ayrıcalıklıdır. Bu “ayrıcakapitalizmdi; çözümü ise proleter sınıfın politik iktiyaşamın içinde olan lıklı” durumu yaşama geçirmek hepimizin görevi-sodarını sağlamaktı. Onun yapacağı şey, kendi sınıfının rumluluğudur. bir şeydir: erkeğiyle omuz omuza, onunla “uzlaşmaz” bir çelişkiSon söz olarak, hayvanları “mahkemeye çıkarmaO âşık olduğunda, ye girmeden kavga vermesiydi. dan” kesiyoruz (idam ediyoruz); bunu bugün kadına Bizde “esintisi” görülmese de uluslararası düzeyde fezaten var olan acısını da aynen “uyguluyoruz” acı olan budur. minist hareket oldukça boyutluydu: 60’ların sonlarında “sağlıklı yaşama sanatı”na NOTLAR Zetkin’in izinde “sosyalist-feminist” bir akımın çıkışı (*) Daha fazla bilgi için bakınız: İbrahim Bahadır, Kadın “dönüştürür” o kadar çok önemli bir gelişme oldu: Anti-emperyalist ve ülke içi/ Dervişler, Su Yayınları, İstanbul, 2005 ülke dışı ilerici hareketlerle dayanışma içine girdi. Ama (**) Daha fazla bilgi için bakınız: Age.
Mart 2007
5
SERÇEÞME
BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN 8 ARALIK 2006 TARİHİNDE DÜZENLEDİĞİ PANELE YAPILAN SUNUŞ
Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi Bölüm I İsmail Kaygusuz
A
lamut Nizari Aleviliği, yani İsmaililik, Alevi-Bektaşi inancının Anadolu’da sistemleşmesi ve kurumlaşmasında fazlasıyla etkili olmuş ve birçok bakımlardan batınilik bağlamında onun uzantısıdır. Genel anlamda Heterodoks İslam olarak tanımladığımız Aleviliğin çok önemli bir kolu olan İsmailiğin Alamut çağı Nizari İsmaililerine ilişkin yanlış, yalan ve iftira dolu hayali bilgiler yüzyıllar boyu aktarılarak, tarihsel gerçeklermişçesine sunulmuş; sözde tarih araştırmaları, romanlar, öyküler ve film senaryolarıyla bu uydurma ve tarihsel çarpıklıklar hala sürdürülmektedir. Alamut devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah (1034?-1124) hakkında da akıl almaz kara çalmaları ve aşağılamaları, en ciddi yazar ve araştırmacıların yazılarında görmek, günümüz tarihçilerinin kaleminden okumak insanı dehşete düşürüyor; bu denli bağnazlık olamaz diye! Bağnazlık diyoruz, çünkü Avrupa merkezci tarih anlayışı Avrupalı-Hıristiyan kökenli kaynakları güvenirlilik ölçütü alırken; Ortodoks İslam (Sünni) tarihçi ve din bilginleri; çağdaş saray kronikçileri ve yönetim erkinin besleme yazar ve bilginlerinin bu yazdıklarını ana kaynak olarak kullanmaktadırlar. Türk Sünni yazar ve tarihçileri ile Avrupalı Hıristiyan tarihçileriyle birleştiren işte bu bağnazlık anlayışıdır. Büyük İsmaili Dai’si, döneminin bilgin ve düşünürü, eşi az bulunur örgütçü bir devlet adamı olan Hasan Sabbah’ın, İmam Cafer oğlu İsmail’in soyundan 19. İmam Nizar’ın adına ve İsmaili Aleviliği inanç öğretisini daha da geliştirerek, onun özündeki özgürlükçü, barışçıl, eşitlik ve paylaşımcılık temeli üzerinde kurduğu Alamut devleti 167 yıl sürmüştür. Pamir’den, Güneydoğu Akdeniz kıyılarına-Filistin’e kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde 300’e ulaştığı bildirilen, baş Dai’lerin yönetiminde bulunan ortaklaşa çalışıp kazanarak, ortak kazanda aş yenilen ve özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri Dar ül Hicra’lardan oluşan bir devletti. Alamut Nizari İsmaili devleti tam anlamıyla bir Sosyalistik Federe Cumhuriyeti idi. Dar ül Hicra’lar, çok iyi bir hiyerarşik yapılanma içinde örgütlenmiş, İsmaili Dava’sını yayan görevli Dai’ler (çağıran, davet eden), Dava’yı açık ve gizli düşmanlara karşı savunmada canını vermekten asla çekinmeyen Fedai’ler aracılığıyla uygulanan çok güçlü ve geniş propaganda-iletişim-savunma ağıyla Alamut’a bağlıydı. İslam dinini ve kutsal kitabını kendi iktidar çıkarlarına uygun biçimde yorumlayarak baskıcı yönetimlerini sürdüren Sünni Bağdat Halifeleri, onların kılıcı olmayı kabul etmiş Selçuklu Sultanları ve diğer prenslere karşı ölümüne direnerek, düşünce ve inançlarını yaymak, dünyayı değiştirmek ve dünyayı gerçek adalet ve eşitlik içinde, nimetlerini hakça paylaşarak, yaşanılır kılmak savaşımı veren bir yönetim olarak dünya sahnesinde çok onurlu bir yeri vardır Alamut Nizari İsmaili Devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah’ın.
Yaşayan İsmaililik ve İsmaililer Dokuzuncu yüzyılın ortalarında İmam Zeynel oğlu Zeyd soyundan gelenlerle birlikte, Aleviliğinin girdiği Anadolu, 12. yüzyılın başlarından itibaren, Batıni inanç olarak Alamut İsmaili-Aleviliğinin yoğun biçimde etki alanında kalmıştır. Bu etki, 13. yüzyılın ortalarından sonra da (Alamut sonrası dönemde) Anadolu, Azerbaycan, Gilan, Horasan İran
6
ve Hindistan’ın köy, kasaba ve dağlarında açık-gizli, sürekli kılık değiştirerek dolaşan İsmaili İmamları ve Dai’lerinin olağanüstü çabaları sonucudur. 10-11. yüzyılda Ebül Vefa, 13. yüzyılda Şemseddin Tebrizi ve Hacı Bektaş’tan başka Alamut sonrası ikinci İsmaili İmamı Kasım Şah’ın (1310-1370) yaşamının bir bölümünü, Anadolu’da Alevi-Bektaşiler arasında geçirdiğini İsmaili kaynaklarının söylediğini zikredelim. Ayrıca Kızılbaş Safevi devletinin oluşumunda, dönemin İsmaili İmamlarının, Kızılbaş Türkmen dede-beyleri ve Şah İsmail ile kurdukları yakın siyasi ilişkiler ve savaşçı destekleriyle katkıda bulunmuş olduklarını biliyoruz. Bu nedenlerden dolayı Alamut İsmaililiği (Nizarilik) bizi çok daha yakından ilgilendirir. Ancak Alamut İsmaililiğine adını veren Nizar’ın (Ö. 1095) kardeşi Mustali billah’ı (Ö. 1101) izleyen İsmaililerin kimler olduğu e tarihsel süreçlerine de kısaca değinmek gerekiyor. Arif Tamir’i dinleyelim: “909 tarihinde Mısır’da Fatımi devletinin kurulmasıyla, 10. yüzyıl boyunca ve 11. yüzyılın ortalarına kadar çok yoğun bir propaganda (dava) çalışmaları uygulandı. Daha o zaman, İsmailizm gücünü, Atlantik’ten itibaren İslam dünyasının uzak doğu sınırlarına kadar gösterdi; özel olarak İran’da, Hazar bölgesi eyaletlerinde, Azerbaycan, Rey, Kum, Isfahan, Fars, Huzistan, Kirman, Kürdistan, Horasan, Kuhistan, Gazne, Mavera-ün Nehir’deki Bedehşan’da yürütme merkezleri kurdu. İran’da, Ebu Yakub-ül Sicistani (ö. 331/942), Ebu Hatim-ül Razi (aynı tarihler), Hamid-üd Din-ül Kirmani (ö. 410/1019 civarında) ve El-Muayyad Sirazi (ö. 470/1077 civarı) gibi hareketin doktrininin gerçek kurucuları olan İsmaili bilgin-filozoflarına ortaya çıkış olanağı verdi. Nasır-ı Hüsrev (ö. 1085 civarı) ve Hasan Sabbah (ö. 1124) da bu gruba eklenebilir. Mısır’da son zamanlarda İsmaililer arasında süren karışıklık ve umursamazlık, Mısır Fatımi İmamları çizgisi çökünceye dek, Mustali’leri de yönlendirdi. El. Hakim oğlu El-Amir 542/1130’da öldürülünce, genç oğlu ve halefi El-Tayyib “sır olmak” kavramında yerini aldı. Son beş Mısır Fatımi halifesi, kendilerini İmam olarak düşünmediler ve son adalet gününde (Kıyamet’te) gelmesi beklenen İmam olan al-Kaim adına hutbe okundu. Son Fatımi imamı olan çocuk-İmam al-Tayyib 526/1131 yılında ortadan kayboluyor; babası da otuzunda. Oniki İmamcı Şiilerin gizli İmamı olan 12. İmamın (Mehdi) babası Hasan-ül Askeri ile aynı yaşta ölmüştür. El Emir’inkine benzemekten uzak pak, soylu ve yumuşak kişilik sahibi olduğuna inanılır El Tayyib’in. Bu kayboluşla, İsmailizmin Batı kolu da İmamlığın sır olması dönemine girdi. Uygulama olarak da, Oniki İmamcı Şiilerinkiyle benzer bir inançsal durum içinde buluştu. Tıpkı bu Şiiler için, yeryüzünde görünüm alanına çıkan imamlardan onikinci gizli İmam ile tamamlandığı gibi; aynı şekilde 21. İmam olarak El Tayyib’in sır olmasıyla, onlara göre Muhammed peygamberden itibaren İmamların üç yedili dönüşüm tamamlanmış oluyordu. İmam’ın sır olmasının birinci sonucu, Fatımi geleneğini izleyen İsmaililerin pratikte inançsal bağlılıklarını, Nizari İsmaililerin yaptıkları gibi görünür bir İmama değil, görünmeyen İmamın temsilcisi olan Dai al-Mutlak’a gösteriyorlardı. ‘Batılı İsmaililer’ denilen bu kol, eski Fatımi İsmai-
Sayı 27
SERÇEÞME lizmi geleneğini ara vermeden ve yüzyıldan yüzyıla geliştirip yenilemeden sürdürdüler.” (Arif Tamir, La Qasida Safıya, Texte arabe établi et annoté. )
Bremen’de yapılan panelde Sefil Ali’nin aşağıdaki nefesi Mustalilerin yönetim merkezi Yemen’e geçti ve Dai al-Mutlak’lar yönetiminde Yemen’de aşağı yukarı 500 yıl boyunca belli-belirsiz bir durum içinde tutundu. Ancak 17. yüzyılın başlarında ilk Feyzullah Çınar’ın sesinden dinletildi:
sömürgeciliğin oldukça genişlediği Hindistan’da tamamıyla farklı bir gidiş, bir süreç oluştu. Bu süreç İsmaili özgün topluluğu için çok önemliydi; Dai’lerin bazılarını Hindistan’a taşınmayı zorunlu kıldı. Orada Davudi İsmaililer adını aldılar. Yemen’dekilere ise Süleymani’ler deniliyordu. Bugün İsmaililer’in Davudi Bohralar kolu Hindistan ve Kaşmir’de yaşamaktadırlar. Sayıları otuz bin kadar olduğu bilinen Bohralar, Arif Tamir’in söylediğinin tersine son yıllarda “bir gelişim ve yenilenme” süreci yaşamaktadırlar. İlerici Davudi Bohralar adı altında reformcu bir hareket, Bohra inançsal önderi (Dai al-Mutlak) ve onun yönetimine karşı mücadele ermektedir. 70’li yılların ortalarından beri bu mücadelenin başında Dr. Asgar Ali Engineer bulunmaktadır… Diğer yandan büyük çoğunluğu oluşturan Alamut- Nizari İsmailileri Hindistan, Pakistan, İran, Afganistan-Pamir, Suriye ve bazı Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde cemaatler olarak yaşamaktadır. Yirmi milyonu aşkın olduğu söylenen bu büyük inançsal topluğun önderi Nizar’ın soyundan gelen 49. İmam olarak tanınan Kerim Ağa Han’dır. İnanç kimliklerini kabul ettirdikleri ve büyükküçük topluluklar halinde yaşadıkları ülkeler dâhil, İsmaililerin çeşitli Batı ülkelerinde Üniversiteleri, Araştırma Enstitüleri ve geniş Cemaat Örgütlenmeleri bulunmaktadır. Nizari İsmaililerin bir bayrağı ve anayasası vardır; deyim yerindeyse bu topluluk, başkanı, bayrağı, hazinesi, anayasası ve –belki meclis ve hükümet gibi kabul edilebilecek(!)– Dai’lerden oluşturulmuş bölgesel ve üst konseyleri olan, fakat kendilerine ait vatanı bulunmayan devlet örgütüne sahiptir. İmam ailesinin fertleri prens ve prenses olarak dünya medyasında sıkça geçmektedir.
Günümüz Nizari İsmaililiğinde Zahiri ve Batıni İnanç Kaynaşımı Kendilerini İsmaili Şiiler olarak tanıtan İsmaili dai’leri ve cemaat önderleri, Kuran İslamı ile tarihsel batıni felsefe ve öğretilerinin sentezi biçiminde bir yapılanmaya reform etmiş görünüyorlar. Batıni dai’ler aracılığıyla taşınan öğretileri ve inanç kurumlarıyla Anadolu’da batıni Aleviliğin kökleşmesinde büyük çapta etkili olmuş Alamut Nizari İsmaililiği, bugün Şiiliğe biraz daha yaklaşmış görünmektedir. Gevşek şeriatla da olsa Şiiliğe yakınlaştırılması oranında, Anadolu batıni Aleviliğinden biraz daha uzağa düşmektedirler. Şimdi günümüz İsmaili din bilgini ve önderlerinin, Kuran ayetlerinin giderek artırılan zahiri ve batıni yorumlarına dayalı inançsal yapılanma içinde yenileştirilmiş gibi görülen kuramları ve tapınma kurumları ve de insanı merkez alan öğretilerine kısaca değineceğiz. Bu yenileştirmeci ya da geliştirmeciliğin, 1970 yılında Beyrut’ta yayınlanarak Nizar soylu İmam ailesine adanmış Lübnanlı avukat Dr. Şeyh Hodr Hamawi tarafından yazılmış İsmaililiğe Giriş adlı kitapta kristalleştirildiğini görmekteyiz. Ancak Kuran’ı ve İslam dinini, Şeriat bağlamında dahi, Ortodoks İslam’dan (Sünnilik ve Oniki İmamcı Şiilikten) çok farklı ve akılcı yorumladıklarını içtenlikle söyleyebiliriz. Burada yapacağımız, kitap hakkında İsmaili internet sitesine genişçe bir yazı yazarak onu tanıtan Ebuali A. Aziz’e dayanarak konuyu özetlemek olacak. Yazarın yakın dostu ve Tanzanya Dar-üs Selam (Barış Evi) Dai’si olan Ebuali, yazısının başında Dr. Mustafa Galib’in önsözünü veriyor. Ebuali, “Dinlerin Karşılaştırmalı İncelenmesi”, “İslam’da Bölünmeler” ve “İsmaili Öğretisi” gibi üç ana bölüm içeren kitaptaki bütün konuları kısa olarak işleyip tanıtmışsa da, üçüncü bölümü daha uzun tutmakla kalmamış kitabın yazarının ağzından yazmayı tercih etmiştir. Biz de önce Mustafa Galib’in önsözünden kısa bir alıntı yapacağız. Sonra da, Ebuali’nin yazısından vereceğimiz sadece üçüncü bölümüne ilişkin çeviri özetinde de aynı yöntemi kullanacağız. Dr. Mustafa Galib’in İsmaililik İnanç ve Felsefesi Üzerine’de kısaca şunları söylüyor: “Çeşitli çağlarda İsmaili bilgin ve filozofları, İslam düşüncesinin gelişimi; onu daha etkin daha verimli yapmak ve tüm dünyada bilgiyi ve bilimi yaymaya daha uygun hale koymak için çok şey yaptılar. Bazı noktaları ve hedefleri paylaştıkları Caferi mezhebinin kuralları ve kökleri üzerindeki inançlarına bağlı kaldılar. İsmaililer ve Caferi Şiilerin üzerinde bir araya geldikleri en önemli nokta İmamlık sorunu ve İmam Ali Bin Abi Talib’in soyundan gelen bir İmam’ın varlığının gerekliliğidir. Bu inanç her iki mezhebin dinsel anlayışının temeli olarak düşünülür. Her ikisi de İmamlığın (İmamat), Peygamberliğin (Nübüvvet) devamı olduğuna inanır. Fakat İsmaililikte Monoteizm (Tanrısal birlik) en önemli ögedir… İsmaili (Alevi) Öğretisi eylem (iş, amel) ve bilgi, ya da Zahir ve Batın temelleri üzerinde durur. İsmaililere göre dinin temelleri şunlardır: Dua, temizlik, oruç, hac ve velayet (velilik)tir. Velayet hepsinin en önemlisidir. Çünkü bir mümin Tanrısını bilip, ona saygı gösteriyor, Peygamberin mesajını kabul ediyor ve dinsel görevlerini yerine getiriyor, fakat İmama itaat etmiyor ve onu inkâr ediyorsa büyük günah işlemektedir, inancı tam değildir. Hac da İmamı ziyarettir. “ Batıni bilgi olan gerçek ibadete gelince; bu aşağıdaki ve yukarıdaki varlıklara ilişkin derin bilgi ve doğru yorum demektir. Ayrıca, monoteizm (Tanrısal birlik) ve ruhsal dünya içindeki ayırt edicilik hakkında üretilen derin bilgiler ve İsmaililerin ondan çıkarttığı gerçek Nübüvvet nitelikleri, başlı başına bir dinsel felsefedir: Bu evrendeki bütün varlıklar Tanrının iradesiyle ikiye bölünmüştür: Zahir ve Batın. Kuran ayetlerinin de zahiri ve batıni açıklamaları vardır. Batıni açıklamaları da İmamlar/Veliler, büyük Dai’lerden başkaları bilemez. Öğretici onlardır İsmaililer bazı alt bölümlere ayrıldılar. İlk dikkate değer olanı, İmam el Hakim bin Emr Allah’ın ölümünden sonra bir grup İsmaili tarafından tanrısallaştırılmasıdır; bunlar El Hakim’in ölmediğini ve bir gün dünyanın sonunu getirmek için ortaya çıkacağı ve Tanrısal adaleti sağlayacağını ileri sürüyorlardı. Bu gruba Druziler adı verilir kendileri Lübnan, Suriye ve Filistin’de yaşamaktadırlar. Fakat İsmaililerin büyük çoğunluğu El-Hakim’in oğlu el-Zahir’i ve İmam Mustansir Billah’a kadar onun soyundan gelenleri izlediler. Asıl burada İsmaililikte en büyük bölünme oldu; Mustaliler ve Nizariler!”
Mart 2007
SEFİL ALİ
Nur-u Rahman’ım Ali Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrın aşikâr eyledi Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan Ali’midir ya Muhammed arş-ı Âla’da gürleyen Çark-ı Gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali Ol Muhammed buyurdu ki yektir Ali bir dedi Huvel evvel huvel ahir her şeye kadir dedi Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali “Kün” deyince vareyledi onsekiz bin âlemi Hem yazandır hem bozandır levh-i mahfuz kâlemi Dertlilerin dermanıdır yar elinin merhemi Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali “Lahmike lahmi” buyurdu “cismim Ali demmike” “Ali benim vechim” dedi Zülcelâl-ı rabbike Hükmü bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali Sefil Ali akıl ermez hikmetine Ali’nin Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin Aşıka Mâşuk göründü aklın aldı delinin Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali
SÖZLÜKÇE: Yalap oldu: Parıldadı Sâki: Burada, kevser şarabı sunan veya özündeki tanrısal ışığı saçan Bâki: Sonsuza dek Nur-u Rahman: Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı Kün: Ol! Arş-ı Âla: Göğün en yüksek dokuzuncu katı Çark-ı Gerdûn: Dönen gökler ya da dönen devran Huvel evvel huvel ahir: Öncesi O, sonrası O’dur. Şek getiren: Şüphe duyan, kuşkulanan Levh-i mahfuz: Tanrının insanların kaderini üzerine yazdığına inanılan gizli levha. Ya Ali, lahmike lahmi cismûke demmike demmî: Hadis, tamamı: Ya Ali etin etimden, cismin cismimden, kanın kanımdandır. Zülcelâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab, Tanrı Hükmi bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke: Yargısı adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur. Gevherine lâlinin: Kırmızı renkli değerli taşın özüne, onun cevher değeri olup olmadığına…
7
SERÇEÞME
CHP ve Sol Seçenek ya da Halkla İnatlaşmak Veysel Kaymak
A
YLARDIR sol ve sosyal demokratların birlikte hareket etmesinden, seçimlere birlikte katılmasından söz ediliyor. Bütün bu konularda toplantılar düzenleniyor, düşünceler öne sürülüyor. Birliktelik sağlandığında ise kamuoyu yoklamaları sol ve sosyal demokratların oyunu yüzde otuzlarda, otuz beşlerde gösteriyor. DİSK konunun önemini gördüğünden olacak, aylar öncesinden bu konu ile ilgili bir dizi toplantı düzenledi. Toplantılara katılan, toplumun hemen her kesiminden insan, bu konularla ilgili düşüncelerini açıkladı. Sonunda da toplantılarda alınan kararlar, bir bildiri ile kamuoyuna açıklandı. Toplantıları düzenleyenleri de toplantılara katılarak katkı sunanları da kutlamak gerek. Ayrıca bazı sol, sosyal demokrat partiler, demokratik kitle örgüt yöneticileri de solun, sosyal demokratların birlikteliği konularında benzer görüşler öne sürmekteler. Ama ne yazık ki CHP’de, bu konulara ilişkin en küçük bir kıpırdama yok. Yani anlayacağınız, bir halk deyimi ile CHP’de yaprak kıpırdamıyor. Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında CHP, barajın etrafında dolaşıyor. Buna da aldıran yok. Öte yandan, CHP’nin seçimlere yönelik olarak yaptırdığı afişlerde; “küsmekle olmaz” diye bir cümle var. Peki, küsen halk da küstüren kim? En azından bu afişle, kendilerini ele verdiklerinin farkında değiller mi? Bana sorarsanız, küstürmek ne kelime, CHP halkla inatlaşıyor. Hatırlarsınız, bundan bir süre önce yapılan CHP Kurultayında, Deniz Baykal, toplantının yapıldığı salona, tavandan ışıklı merdivenle indi. Uzun söze ne gerek var. İşte anlayış bu! Şehir dışına görkemli bir şekilde yaptırılan genel merkez de bunun bir göstergesi değil mi? Birilerinin sık sık söylediği gibi, bunların iktidar olma gibi bir düşüncelerinin olmadığı açık. Anlaşılan onların derdi, Halkla bütünleşerek iktidar olmak değil, zar zor da olsa seçim barajını aşarak, Deniz Bay-
Alevilikte Zaman ve Uzam Kavramları Üzerine Fuat Bozkurt
B
EKTAŞİLİK üzerine pek güvenilir olmayan bir kaynakta şöyle bir saptama geçiyor:
“Nasıl ki Shakespeare’in eserlerinde zaman vardır, mekân yoktur Bektaşi menkıbelerinde de aynı zamanda zaman yoktur, mekân vardır.” Anlamın karmaşıklığı, yazım yanlışı bir yana bu yargı, bana tümüyle yanlış, çarpıtılmış gibi geliyor. Shakespeare’de zaman var, mekân yok demek ne gibi bir kanıta dayanıyor? İngilizce eğitimli kolej çıkışlı meslektaşın, bilimsel araştırma nitelikli kitabında bu konuyu örneklemesi, en azından bu görüşü kimden aldıysa, belgelemesi gerekmez miydi? Ama böyle bir kaygısı yok araştırmacının. Oysa küçük bir bakışla bile bu sava karşı örneklerle dolu Shakespeare’in oyunları. Ülkemizde Shakespeare üzerine yapılmış en ciddi incelemelerden biri olan Mina Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet çalışması şu an elimin altında. Shakespeare’den günümüze kalan 36 oyundan tümüne yakınında uzam belli. Toplumsal içerikli olanların büyük bölümü Elizabeth İngiltere’sinde geçer. Yazar, toplumun sorunlarını anlatırken bireyin sorunlarını irdeler. Tarihsel oyunlarda ise uzam çok daha kesin bellidir. Othello, Kıbrıs’ta, Kral Lear Büyük Britanya’da Hamlet, Danimarka sarayında, Jul Sezar Roma’da, Antonionus ile Cleopatra Mısır’da, Veronalı İki Centilmen, Verona’da geçer. Bildiğim ölçülerde Shakespeare’in tüm oyunlarında belirgin uzam belli. Araştırmacı arkadaşın savının tam karşıtı, zaman daha “belirsizdir”. Hangi yıl geçtiği kesin belirtilmez. Belki de Shakespeare’i zaman ötesine ulaştıran etkenlerden biri bu. Her neyse konumuz ne Shakespeare, ne de tiyatro. Alevilikte “zaman kavramını” tartışmak istiyoruz bu yazımızda. Araştırmacı, Alevilikte -Bektaşilik terimini uygun buluyor- Zaman kavramının bulunmamasını evliyaların doğum ve ölüm tarihlerinin kesinlik göstermemesine, farklı kaynaklarda, farklılıklar göstermesine bağlıyor. Bu savın çıkış noktası da 13. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş’ın doğum ve ölüm tarihinin kesin olmayışı!
8
kal ve arkadaş grubunun meclise taşınıp, sırça köşklerinde yaşamlarını sürdürmek. Son dönemde sıkça söylenen moda bir deyimle; “yan gelip yatmak.” Yine Deniz Baykal, katıldığı bir televizyon programında, sokaklara inmenin, miting yapmanın gerekmediğini de açıklamıştı. Bu nasıl bir sosyal demokrat anlayıştır. Bana göre asıl sorun da burada yatıyor. Kendisine sol, sosyal demokrat denilen bir parti de, parti içi demokrasi işlemiyor. Partili kendini ifade etmekten yoksun. Her şey genel başkanın iki dudağının arasında. Bu yüzden milletvekilleri de Deniz Baykal’ın dediğinden çıkamıyor. Böyle bir anlayış, böyle bir sosyal demokrat parti olur mu? Sonrada, halkın ilgisizliğinden, oy vermediğinden yakınılıyor. İyi hoş Deniz Baykal’ın böyle bir sıkıntı duyduğu söylenemez. O sürekli partinin oyunu artırdığından dem vuruyor. CHP’yi yeni kurulan bir parti olarak gösterip, kendisinin genel başkan olduktan sonra, oylarının arttığından söz ediyor. Bu ne pişkinlik! Öyle kuruyordun da CHP değil de neden, CMPCSP diye kurmadın, Sayın Baykal. Şunu bilesin ki bütün bu söz oyunları ile bir yere varamazsın. Bir yere varılmıyor. Halk olanları görüyor, Atatürk’ün partisi diye şimdilik ayakta durabiliyorsun. Daha ne zamana kadar kendini de Halkı da oyalayacaksın? Halkla inatlaşacaksın? Olacak şey değil. Baykal ve ekibinin yıllardır yaptıkları göz önüne alındığında, hiç de iç açıcı olmadığı görülür. Halk olanları görüyor, yeri geldiğinde tepkisini gösteriyor ama bunların anladığı yok. Ya da anlamazdan geliyorlar. Yani CHP bir bakıma görmezden, bilmezden, duymazdan gelerek, sürekli üç maymunu oynuyor. Bu günlerde medyada, (Baykal’ın bir zamanlar örnek aldığı) İngiltere Başbakanı Tony Blair’le ilgili haberler yer alıyor. Gazeteler, Tony Blair’in, anketlerde açıklanan oy kaybına daha fazla sebep olmamak için, partisinden ayrılacağını yazıyor. Bizimkiler ise yıllardır, büyük bir pişkinlikle, olanlara aldırmadan üç maymunu oynamaya devam ediyor. Bütün bu olanlar karşısında ne söylenir bilemem ama bildiğim bir şey var ki son sözü Halk söyler. Halk ne eylerse güzel eyler. Bundan kuşkunuz olmasın. Onlarca yıllık zaman kaybının ve ülkemizin bu durumlara düşürülmesinin sorumlusu, sorumsuz parti başkanları, onların yardakçılarıdır. Bu böyle biline… Bu mantıktan yola çıkarsak, Hıristiyanlıkta da Musevilikte de zaman kavramı bulunmaz. Bu dinlerde bırak herhangi bir evliyayı, peygamber olarak kabul edilen, Davut, Süleyman, Musa, İsa’nın doğum ölüm tarihleri –hatta kiminin gerçekten yaşayıp yaşamadığı– bilinmez. Bu gibi uzak geçmişe dayanan kişiler bir yana, yazarın “zaman” bulunduğunu söylediği Shakespeare’nin yaşamı üzerine İngiltere gibi yerleşik yaşama geçmiş toplumda bile yeterli bulunmaz. Bir araştırmacı böylesine küçük bir olaydan yola çıkarak, nasıl bir toplumsal sonuç çıkarır, anlamak olanaksız. Böyle bir düşünceyle yola çıkarsa, tüm geçmiş yüzyıllarda zaman kavramı bulunmaz. Ne eski Doğu’da ne de eski Batı’da olayları anı anına saptama geleneği var. Hatta bu bakımdan, Şark Batı’dan daha üstün: Osmanlı’da Vakanüvislik kurumu var: Sarayın resmi görevlisi, günü gününe olayları saptamakla görevli. Yerleşik toplumlarda yazıya erken geçilmesi nedeniyle, zaman dilimleri “daha erken” saptanır olmuştur. Göçebeliği sürdüren toplumlarda ise bu alışkanlık daha geç başlar. Ne ki, böyle alışkanlık toplumlarda “zaman” kavramının bulunmadığı savını getirmez. Üstelik Bektaşilik kurumlaştığı ve yazılı geleneğe erken başladığı için bu bakımdan Alevilikten de üstündür. 14-15. yüzyıllardan başlanarak olaylar, yaşantılar belgelenmiş, günü tarihi belirtilmiştir. Alevilikte ise, anlatı ve söylencelerde yıl-gün belirtilmese bile “dönem” bellidir. Olayların hangi dönemde geçtiği “Harun Reşit döneminde, Hacı Bektaş Rum’a gelirken”- biçiminde belirtilir. Hani, araştırmacının Massignon’un “Müslüman Şarkta zaman değil anlar vardır” sözünden yola çıkarak bu kanıya vardığını düşünmek de sözü doğrulamaz. Son aylarda yazar Zülfü Livaneli’nin Batılı gezginlere dayanarak yinelediği bu özlü söz, doğum ve ölüm tarihlerinin bilinip bilinmemesi ile ilgili değildir. “Profesör” sanı taşıyan meslektaşın, düşünülmeden ileri sürülen savları içeren, tümüyle dağınık iki kitabı var. Kitapları Kültür Bakanlığı yayınlamış. En küçük sistematikten yoksun, ne dediği anlaşılmayan bu yayınlarla arkadaşımız sosyal antropoloji dalında “profesör” olmuş. Hadi, doktora, doçentlik, profesörlük gibi bilimsel sanları -Bağışlanmış Küheylan gibi- sunan öğretim üyeleri buna göz yummuşlar da, bu arkadaş, böylesine ne dediği anlaşılmayan kitapları nasıl yayınlamış? Amacım bu kitapları eleştirmek değil. O ayrı bir konu. Ama en azından bir noktayı aydınlatmak istedim. Yazık ki ülkemizde bilimin konumu bu: Kimsenin en küçük sorumluluk duyduğu yok. Alevilik de “sorumsuzca yapılan yağmanın” içinde. Bilip bilmeyen herkes kendine göre “kuram” üretiyor.
Sayı 27
SERÇEÞME
A
LEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU (ABF) Genel Başkanı Selahattin Özel imzasını taşıyan, 23 Şubat 2007 tarihli “Kamuoyuna Açıklama” başlıklı “Hubyar Sorunu ve Sağduyu Çağrımız” konulu açıklama ibreti âlemlik bir belgedir. Zira ABF, bu açıklama ile Alevi inancının simgelerini, figürlerini, inanç önderlerinin isimlerini ve Alevi ritüel isimlerini; “Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları” kapsamında değerlendirmekte ve ticari hayatta haksız rekabetin önüne geçmek için kullanılan patent, marka vb. ticari belgelerin konusu yapılmasını savunmaktadır. Hatta bunun bugüne kadar yapılmamasını bir “eksiklik” olarak görmekte ve teşvik etmektedir. Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması fikri mülkiyet haklarını; “kişilerin düşüncelerinin ürünleri üzerine verilen haklardır. Bu haklar genellikle bu düşünceyi yaratan kişiye, onu belirli bir zaman süresi için münhasıran kullanma hakkı verir” şeklinde tanımlamaktadır. Yine Sınai Mülkiyet Haklarını düzenleyen Paris Sözleşmesi; “sınai mülkiyeti koruma patent, faydalı modeller, endüstriyel tasarımlar, ticari markalar, hizmet markaları, ticari unvanlar, kaynak işaretleri ve haksız rekabetin sınırlandırılması konularını” içerdiğini düzenlemektedir. Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları; düşünsel çabanın ve yaratıcılığın ürünü olan buluşları/icatları, yenilikleri, edebi, sanatsal ve bilimsel çalışmaları, yeni tasarımları vb. değerler ile ticari alanda piyasaya sunulan malların ilk üretici adına tescili suretiyle devlet otoritesi ile korumayı amaçlamaktadır. Yine bu yöntemle hak sahibi olmayanların bu fikri haklar veya mallar üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları kavramı; patent, marka, faydalı model belgesi, endüstriyel tasarım vb.ni kapsamaktadır. Marka, “bir teşebbüsün veya bir işletmenin mal ve hizmetlerini, başka bir teşebbüsün mal ve hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil, özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçim ve ambalajları gibi çizim ve görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla çoğaltılabilen her türlü işarettir.” Yani Marka, ürünü/malı üretme, satma, elinde bulundurma, izinsiz kullanmayı engelleme ve ithal haklarını sahibine yasal olarak vermekte ve bu hakka tecavüz edilmesini önlemektedir. Yasaların bu alanda güttüğü temel amaç, ticari hayatta haksız rekabetin önüne geçmektir.
A
LEVİ BEKTAŞİ dünyasındaki gelişmeler dikkat çekici boyutlarda… Muharrem ayı süresince, Alevi Bektaşi toplumunun sergilediği tavır, televizyon kanallarında yayınlanan Muharrem sohbetleri bir şeylerin habercisi gibi. Alevi Bektaşi inancı çizgisinde yayın yapan televizyon kanalları arasında gizli bir yarış yaşandı Muharrem Orucu boyunca. Hacı Bektaş Veli Türbesinden sürdürdüğü yayınla bir ilki gerçekleştiren Yol TV, bu yarışı önde bitirmesini bildi. Alevi Bektaşi Düşüncesinin önde gelen sanatçıları, yazarları, Alevi Bektaşi örgüt temsilcileri, kimi dede ve babalar, Hacı Bektaş Veli Dergahında düzenlenen sohbetlere katıldı. Sazlar çalındı. Deyişler söylendi. Semahlar dönüldü. Hacı Bektaş Veli Türbe kapılarının televizyon kanallarına açılması, önemli bir gelişme. Türbe içinden yansıtılan görüntüler, yapılan söyleşiler, edilen niyazlar, Kara kazan yanında dağıtılan aşure, bir yerlere iletilmek istenen mesaj niteliğindeydi sanki. Hacı Bektaş Veli Türbesinin, Alevi Bektaşi Kuruluşlarına verilmesi gerektiğini gündeme taşıyanlar, bir adım daha atmış oldular bu eylemleriyle. Bu açıdan bakıldığında başarılı bir organizasyon. Başka bir açıdan bakıldığında ise durum değişik. Sonu nereye varacağı belli olmayan bir uygulamanın başlangıcı. Bu tür yerleri, tarikat ve cemaatlerin dini ayinler yapmaları için kullanıma açma, ne ölçüde doğru. Tartışılması gereken bir konu. Ümmetçiliğe karşı ulusçuluğu, kulluğa karşı yurttaşlığı, bağnazlığa karşı çağdaşlığı savunan, Laik, demokratik, çağdaş yaşam biçiminden ödün vermeyen Alevi Bektaşi toplumu ile tekke ve türbeleri kullanıma açma düşüncesi nasıl örtüşür? Yıllardır inanç sömürüsüne, din üzerinden siyaset yapılmasına, irticanın her türlüsüne karşı çıkan, ilkeleri için bedel ödeyen bir topluma, bunun haklılığı nasıl anlatılabilir?… Kim daha milliyetçi, kim daha dinci yarışı içerisine girme bizi nerelere götürür iyi düşünülmeli. Bir yarıştır gidiyor. Türban yetmiyor, kara çarşaf diyoruz. Yetmiyor, Arap alfabesi yeniden kullanılmalı diyoruz. Yetmiyor, hafta sonu tatilleri Cuma gününe çekilmeli diyoruz. Yetmiyor. Yetmiyor. Yetmiyor… Derken kervana Alevi Bektaşi Örgütleri de katılıyor: Tekkeler, türbeler yeniden açılsın, Hacı Bektaş Veli Türbesi kendilerine verilsin istiyor. “Ne oluyor? Ne yapıyoruz?” diye sorası geliyor insanın. Tekke ve türbelerin kapatılmaları hiçbir dönemde sorun edilmedi Alevi Bektaşi Toplumunca. Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin kapatılması ile
Mart 2007
ABF’den Haksız Rekabete Hayır! Av. Kemal Derin ABF’nin açıklamasında, “ocak mensubu bir dedenin, ocağının ismini tescil ettirmesi” diye uygun bulduğu ve Hıdır Temel’in Türkiye Patent Enstitüsü’ne (TPE) başvurarak almak istediği “marka” ya da “patent” Sınai Mülkiyet Hakları kapsamında bir belgedir. Marka ya da Patent belgesi bir sahip olma belgesidir. ABF, toplumumuzun ortak değerleri, inancımızın ve kültürümüzün taşıyıcısı olan simgelerimizin, figürlerimizin, inanç önderlerimizin isimlerinin ve Alevi ritüel isimlerinin kişilerin malı olmasına ve bu yolla metalaşmasında bir sakınca görmemektedir. Her ne kadar açıklamada “önemli olan Alevi değer ve simgelerinin ticari amaç için kullanılmasını önlemektir” denilmekte ise de, özce değerlerin ticari hayatın belgeleri ne bağlanması ve bunun savunulması başlı başına simgelerin ticarileştiril diğini ve her şeyin mal (alınıp-satılan) olarak görüldüğüne açık kanıt niteliğindedir. ABF açıklamasında devamla, “ABF olarak her kim ki Alevi değerlerini amacı dışında kullanırsa açıktan karşı duracaktır” diyerek öncelikle kullanmaya itirazının olmadığını ama kullanmanın şekline itirazının olduğunu ifade etmektedir. Oysa ABF bilmelidir ki, Alevi inancı ve kültürü kullanmaya değil, öğrenmeye ve yeniden üretmeye uygundur. ABF açıklamasında devamla, “Hubyar’ın isim olarak tescil edilmesi, bunun ticari amaç için kullanılması durumunda da bu tavrımız geçerli olacaktır” diyerek bir kişiyi savunma adına büsbütün yörüngesini şaşırmaktadır. Oysa ABF bilmelidir ki, toplumumuzun geçmişi ve geçmişteki yaşamın taşıyıcı müzeleri olan inanç önderlerinin isimlerinin dahi birilerinin malı olması toplumsal bağı koparır. Zira bu müzeler iyi korunup yeni kuşaklara aktarılmadığı takdirde, toplumun göbek bağı koparılmış demektir. ABF’nin açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ABF’nin soruna toplumsal değil, kişisel baktığı ve dönemine göre şerbet dağıttığı açıktır. Tanrı kimseyi pusulasız bırakmasın. Zira ibresi bozulan pusulanın sahibine ne zaman nereyi göstereceği belli olmaz.
Türbeler Yeniden Açılsın mı? Nafiz Ünlüyurt ilgili aykırı bir görüş de sergilenmedi bu güne dek. Mustafa Kemal’e tek kem söz bile edilmedi bu süreçte. Çağdaş bir toplumda bu tür kurumların yeri olmamalı görüşü hep destek buldu. Hacı Bektaş Veli Türbesi Alevi ve Bektaşiler için son derece önemli. Hıristiyanlar için Ayasofya ne ölçüde manevi değere sahipse, Alevi ve Bektaşiler için de Hacı Bektaş Veli Türbesi o ölçüde manevi bir değere sahip. Böyle bir yerin polemik konusu yapılması, başta Hacıbektaş insanı olmak üzere tüm Alevi Bektaşi insanımızı sıkıntıya sokar. Buna hakkımız olmamalı. Hacı Bektaş Veli Türbesi, Hacıbektaş insanına emanet edilmiş, manevi değeri ölçülemeyecek ölçüde büyük bir miras. Hiç kuşku duyulmasın, bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da bu mirası koruyacak bilinç ve bilgi Hacıbektaş insanında var. Alevi Bektaşi toplumunda böylesi önemli gelişmeler yaşanırken, Hacıbektaş olup bitenden habersiz, olanları izlemekle yetinmekte. Yaşanılan gelişmeler, gösterilen vefasızlık, bu güne dek söylemlerimde ne ölçüde haklı olduğumun kanıtı. Yıllardır sürdürülen yanlış politikanın günümüzde de inatla sürdürülmesi bizi bu noktalara taşıdığı artık görülmeli. Nerelerden nereye gelindi? Deniz bitti, kara görünüyor! Gözlerimiz açılmalı artık. Bu açmazdan kurtulmak zorundayız. Çocuksu kavgaları bir yana itip yeni bir sayfa açma zamanı gelmedi mi? Kişiye endeksli bir anlayışla bu tür çalışmaların sürdürülemeyeceği gün gibi ortada. Hacı Bektaş Veli Kültür derneği çatısı altındaki yapılanmayı güçlendirmek zorundayız. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği hiç kimsenin tapulu malı değil. Tıpkı Belediye gibi, tüm Hacıbektaş’ın ortak değeri. Bu gerçeği görmeliyiz artık! Alevi Bektaşi toplumunun serçeşmesi Hacıbektaş’tan güçlü ve de doğru bir sese gereksinim duyuluyorsa, herkes üstüne düşen görevi yapmalı… Hiç kimse görevden kaçmamalı… Hiçbir bahane de kaçanları haklı kılmamalı! Yerel yönetim bu işe sahip çıkıp destek olmak zorunda. Hepimiz Hacıbektaş için varız. Kendimiz için değil, Hacıbektaş için çalıştığımızı söylüyorsak, hiç kimse bu işte ben yokum deme hakkına sahip değil. Kişilerin değil, örgütün önde olacağı demokratik bir yapılanma için başta yerel yönetim olmak üzere herkes görev başına!
9
SERÇEÞME
ABF’NİN, DİYANET’İN AVRUPA’YA GÖNDERDİĞİ DEDELER KONUSUNDA DİYANET’E SORDUĞU SORULAR VE GELEN CEVAP KONUSUNDA
Kişisel Görüş ve Önerilerim Feramuz Acar Danimarka Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı
D
İYANET İşleri Başkanlığı’nın (DİB) verdiği cevapta dikkate değer bir kaç nokta var:
1. DİB, sorulan beş sorudan sadece, bilinen bir soruya, “altı dede konu-
suna” cevap vermiş. Diğer sorulara da cevap verilmesini, ABF yeniden istemelidir, yeni soru ve cevapları basına da bildirmelidir.
2.
DİB, sorulan en önemli soruya: “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” dede gönderip, ödeme yaptıkları sorusunu cevapsız bırakılmıştır.. a) Her kamu kurumu bir kanun maddesine göre hizmet yürütür.. O kurum adına yetkili memur kimse, tüm faaliyet ve özelikle maddi ödemelerini xxx kanunun, xx maddesi ve xxx gerekçeler ile ödeme yaptığına dair not/tutanak tutması gerekir. Yoksa ödeme yapılamaz (kanunsuz iş yapmış olur)... Bilgi edinme yasasına göre, kamuoyunun bu bilgileri de isteme hakkı vardır/olmalıdır, bu bilgi/tutanakları da ABF, Diyanetten yeniden istemelidir..
3.
DİB “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” Avrupa’ya dede gönderildiği sorusuna üstü kapalı cevap vermektedir: “topluma din hizmeti sunarken vatandaşlık esasına ve kamu hizmeti ölçütlerine göre hareket edip birleştirici ve kuşatıcı olmaya azami gayreti sarf etmekte...” Avrupa’da yaşayan biri olarak, bu konuda TC yasalarını bilmiyorum.. TC’de vatandaşlık esası ve kamu hizmeti ölçütleri diye bir kanun yasa/ lar var mı? Varsa, normalde DİB’in, xxx sayılı yasa/lar uyarınca cevap vermesi gerekir.. a) Böyle bir yasa olmasa da, bu genel ve doğru bir hukuk prensibidir... Bu cümlede DİB: bir devlet kamu kurumu olduğunu belirtiyor, ve bu ülkenin vatandaşı olan herkese, ayrım gözetmeden dini hizmet verme yükümlülüğü olduğunu bir anlamda kabul ediyor (çünkü herkesin 80 x yıldır Alevilerin de verdiği vergiden pay/bütçe alıyor/ “besleniyor” başka şey söylemeleri hukuka insan haklarına aykırı olur)..
4. Başka bir unsur, DİB yine dolaylı olarak, bu cevabı ile: Cem Vakfı-
nı, yine yasal bir madde/kanun göstermeden inanç kurumu olarak kabul etmiş oluyor.. Fakat yasal dayanak yine göstermiyor, cevapta öncelikle bunu bildirmeleri gerekirdi...
BELGE TC Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’na 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gereğince istediğim bilgi veya belgeler aşağıda belirtilmiştir. 19 Ocak 2007 tarihinde, Ali Rıza Uğurlu, Sinan Boztepe, Davut Ali Savaş, Şükrü Kılıç, Yılmaz Doğan ve Veli Kızıldeli isimli kişilere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, gri pasaportların ve masraflarının karşılandığını basından öğrenmiş oluyoruz. DİB kaç Alevi dedesine gri pasaport vermiştir? Bu kişiler için ayrılan bütçe ne kadardır? Bu masrafların karşılığı olan miktar kime ya da hangi hesaba aktarılmıştır? DİB, kamu ve DİB personeli olmayan, DİB kurumu personel meslek statüsünde olmayan kişilere, pasaport verme ve masraflarını karşılama yetkisini, hangi hukuksal gerekçelerle dayandırmaktadır? Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, cemevlerinde kuran kursu verilmesi talebi geldiğini basına yansıtmıştır. Bu talebi dile getiren, cemevi, dernek ya da vakıf hangisidir? Gereğini arz ederim. Turan Eser ABF Genel Sekreteri NOT: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanıtını 26. sayımızın 11. sayfasında bulabilirsiniz. Ali Yıldırım’ın da bu konuda yaptığı başvuruya aynı yanıt gelmişti..
10
a) Yoksa dört vatandaş çıkıp “eti sütü boynuzu, işe yarıyor, tanrımız inek, hocamız öküz, xxx kişi/kişiler bizim ‘imamımız’ bunları bize eğitim vermesi, inanç hizmeti sunması, için göndermenizi ve masraflarını karşılamanızı, talep ederiz” demek yeterli olmasa gerek (Bence ineğin, tanrı olarak görmenin sakıncası yok, fakat bir ülkede insan hakları doğrultusunda, kanunen neyin inanç ve inanç kurumu olarak kabul edilebileceği, yasal olarak belirli olması gerekir, belirlidir). Türkiye’de Hukukçu arkadaşlar bu konuyla ilgilenmelidir… b) Bence normalde DİB’e şöyle bir yazı yazmaları gerekirdi: xxx TC yasası uyarınca DİB, dini hizmet veren bir kamu kuruluşu olarak, xxx tarihinde başvurup, xxx yasası uyarınca inanç/kurumu olarak kabul edilen ve xxx tarihinde Avrupa’ya Dede gönderilmesi talep/başvurusunda bulunan ve xxx tarihinde, xxx kamu kuruluş yönetim/yetkilisince değerlendirilip, xxx yasası uyarınca ve xxx gerekçelerle, kendilerinin istek öneri üzerine, xxx Dedelerin bu hizmeti vermeleri kabul olunup, bu iş için xxx YTL bütçe ayrılmış, xxx kurum adına başvuran kişiye, xxx tarihinde aldığımız karar bildirilip, xxx. YTL miktarı xxx tarihinde, xxx kurum/kişi hesabına aktarılmıştır. Avrupa’da bildiğimiz bilgi edinme kanununun gereği budur. (TC’de başka uygulama varsa o başka). Bir kamu kumru, kişisel bir dava/dosya değilse “değil kamuoyundan her kim isterse”, istenildiğinde her türlü tutanak ve makbuzları da göndermek zorundalar. DİB bu xxx’lerin hiç birine cevap verilmemiştir. Bence ortada bir kanunsuzluk keyfi uygulama, “seçim yatırımı”, söz konusudur. ABF bu xx soruların cevabını istemelidir.
5.
DİB’in verdiği cevaba göre, genel hukuk prensibi “kanun önünde vatandaşların eşitliği ilkesi” vurgulanıyor.. Çok güzel… Bunun üzerine gidilmelidir.. (çünkü bugüne kadar bu yaklaşım sergilenmemiştir)... Bunu kalıcı kılmak gerek... O zaman örnek: Türkiye’de Avrupa’da herhangi bir vatandaş (grup)... Bizler, Avrupa’da iki yüze yakın Alevi derneklerimiz... (üç aylık vize sınırı ile) Dede talebinde bulunabiliriz.. a) Masraflarını en az seksen yıl boyunca DİB çeksin. Çünkü seksen yıldır Alevilerin verdiği, beş kuruş (inanç bazında) Alevilere geri dönmedi... (Bizim isteğimiz cami yerine mahalle, köyümüze, okul, hastane, yol vs. yapılmasıdır, bunu diretmek gerek. ‘Biz zaten üç can bir Cemiz’.... Alevi kurumları olarak, ya bu ‘diyanete giden’ vergiyi ödememek, ya da ödüyorsak geri istemek hakkımızdır... Alır istediğimiz alanda kullanırız.) Bence laik bir ülkede, diyanet tamamen devletten ayrı, fakat yasal kontrol altından olmalıdır, laik devlette DİB olmaz, olsa da din inanç ayrımı yapamaz.. Yaptırmayalım...
6.
Hiçbir yasal gerekçe göstermeden (hakim güçler seçim yatırımı olsun diye) DİB aracılığı ile böyle bir uygulama yapıldı. Gördüğüm kadarı ile bunun, TC yasalarınca yasal dayanağını yok. Aleviler, kurumlarımız olarak yıllardır Hak mücadelesini biz verdik, veriyoruz. Fakat bildiğimiz, hakim güçler her zaman yaptıkları (böl parçala yönet) taktiğini güdüyor... Esas kurumlarımızı dışlayıp işine gelene, “kemik” atıyor, Aleviliği asimile etme ve seçimlere yatırım yapma yolunu seçiyor. Yasal güvence vermiyor.... Bunu ortaya çıkarıp, bu aldatmaca oyunu bozmamız gerek.
7.
Şimdi anayurdu Türkiye’de, Aleviliği kendi başına özgün bir inanç olarak kabul ettirmek için, yasal sınırları bir daha zorlama zamanıdır. 21 Mart Nevroz, Hz. Ali’nin doğum günü Avrupa’dan iki yüz derneğimiz, TC konsolosluklarına standart bir mektupla başvurup üç aylığına Cem yürütmek, inancımız doğrultusunda bilgi eğitim vermek amacıyla xxx dedelerimizi istiyoruz diye başvursun.. (TC derneklerimiz de benzeri başvuruda bulunabilir)... Anya-konya o zaman ortaya çıkar...
8.
Görüşüm ABF’nin DİB’in cevap veremediği beş sorunun cevabını yeniden istemesi.. Diğer kurumlarımızı bilmiyorum fakat ben DABF başkanı olarak Türkiye’den kurumlarımıza bağlı bir dedemizi (örnek Hüseyin Gazi Metin Dedemizi) TC Danimarka konsolosluğuna başvurup, Danimarka’ya getirmek istediğimizi yönetimimin de onayını alarak, başvuruda bulunmayı düşünüyorum...
9.
Ayrıca, Türkiye AB Federasyonumuzun TC kanunlarını gözden geçirip direk, Aleviliği kendine özgü bir inanç ve ABF’yi de bu inancın kurumu olarak kabul edilmesini sağlamak için, TC yetkili makamlarına başvurmasını öneriyorum..
Sayı 27
SERÇEÞME
Aleviler ve Siyaset Enver Cemal Şahin Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Basın Yayın Sekreteri ÖRGÜT: Türk Dil Kurumu’na göre örgüt: ettikleri tüm katmanları örgütler ve onların “Ortak bir amaç ya da eylemi gerçekleştirortak istemlerine cevap verirler. Kitle örgütlerinde bir araya gelme mek için, bir araya gelmiş kurumların ya da Bir siyasal partinin yan örgütü durumuna nedeni, çıkar ortaklığıdır. kişilerin oluşturduğu birliktir.” Örgütlemek düşmüş demokratik kitle örgütleri, öncelikle Bu siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde, ise: “Bir bütünün ögelerini teker teker ele kendi üyeleri arasındaki bölünmeye neden alarak, tutarlı ve kullanım amacına uygun bir kitle örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. olur. Kitlesel birlik bozulur. Bu kitle örgübütün oluşturmak; teşkilatlandırmaktır.” tünün, herhangi bir siyasal partinin güdüÖrgütün bağımsızlığı ortadan kalkar; Bireyler ekonomik, toplumsal ve siyasal münde, ondan direktif alması, onun siyasal bir siyasi partinin veya grubun alanda seslerini duyurmak, çıkarlarını korugörüşünü kitle örgütünde hakim kılmaya çamak ve geliştirip güvence altına alınmasını lışması, kitlesel yığınlaşmayı önler ve yeni böyan kuruluşu olur. isterler. Tek başlarına sorunların çözümü ve lünmelere neden olarak, kitlesel birliği bozar. demokratik merkeziyetçiliği zedelenir, güvenceye alınma olanağı yoktur. Bu nedenEğer, demokratik kitle örgütlerine, siyasi eylemleri başarıya ulaşmadığı gibi, le ortak çıkarları olanlar bir araya gelerek partinin işlevini yüklemeye ve o gözle görörgütlenirler. meye çalışırsak, büyük bir yanılgı içerisine örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir Ortak çıkarları doğrultusundaki örgütdüşmüş oluruz. Bunca deneyimin yaşanmalenmeye birkaç örnek verecek olursak: İşçi; sına karşın, geçmişe dayalı olumsuzluklardan Memur; Küçük Esnaf; Köylü; Gençlik; Meslek Odaları; Sanayi Odaları; yeterince ders alınmazsa, sonumuz hüsran olur. Ticaret Odaları; Coğrafi Temele Dayalı; Dinsel Temele Dayalı; Topluma Kısaca: Demokratik kitle örgütlerinin yani, sendikalar, meslek odaDayalı, gibi örgütleri sayabiliriz. ları, derneklerin işlevi bellidir. Kitle örgütlerinde bir araya gelmenin nedeni, politik ve ideolojik ortaklığı değil; ekonomik, sosyal ve demokratik ortaklığıdır. Bu çıkar ortaklığı, siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde, kitDemokratik Kitle Örgütlerinin Özellikleri le örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. Örgütün bağımsızlığı ortadan Kitle örgütü olmalıdır kalkar; bir siyasi partinin veya grubun yan kuruluşu olur. Böylece örgüDemokratik olmalıdır tün demokratik merkeziyetçiliği zedelenir, etkinlikleri, eylemleri başarıSınıfsal içerikli olmalıdır ya ulaşmadığı gibi, örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir. Bağımsız olmalıdır Bu olumsuzlukları gidermenin yolu ve yöntemi, kitle örgütlerinin Demokratik merkeziyetçi olmalıdır. işlevi ile siyasi partilerin işlevini birbirine karıştırmadan, örgütsel bağımsızlığın korunmasıdır. Kitle örgütleri ile parti ilişkileri irdelenirken, “kitle örgütleri politiPir Sultan Örgütlülüğü kayla uğraşmaz” anlamı çıkarılmamalıdır. Kitle örgütlerinin ekonomik, Bilindiği gibi, dinsel temele dayalı yönetimler ve örgütler laik ve demoksosyal ve demokratik haklarının özü ve çözümü politikaya dayanır. Ayrat olamazlar. Ne kadar ilerici yanı olursa olsun, sınıfsal ve demokratik rıca, tüm bireyi ve toplumu ilgilendiren temel hakların gelişmesine ve mücadelenin önünde engeldir. Bilimsel olarak tanımı böyledir. Gerçeği korunmasına çalışmak, örgütsel ve yurttaşlık görevidir. Belirlenen haklar ve çıkarlar tartışılacaktır, çözümü için kamuoyu desteğini almaya ve de budur. Anadolu Aleviliğini bir din, mezhep, tarikat olarak değerlendisiyasal iktidarları ve partiler üzerinde örgütsel baskı oluşturmaya çalışıren ve böyle görüntü veren örgütler laik ve demokrat olamazlar. Pir Sullacaktır. Emek, demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi konuları tan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini “Din, mezhep, tarikat” kendine ilke edinen ve içtenlikle uğraş veren siyasi partilerin etkinlikolarak görmüyor ve öyle değerlendirmiyor. lerine, destek verilmesi doğru bir yaklaşımdır. Gerektiğinde, birbirleriPir Sultan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini: Anadolu’da ne yakın siyasi partiler arasında, eylem ve seçimlerde ittifak sağlamaya uygarlık kurmuş olan toplumların oluşturdukları, ortak kültür mozaiğizorlanmalıdır. Bu etkinlikler ve uğraşlar siyasi partilere yamanma değil, nin ürünü olarak tanımlar. Tanrıyı, doğayı ve insanı, iç içe kaynaştırademokratik haklarını ve baskı gücünü kullanmaktır. rak, insan sevgisinde somutlaştırır. Bu tür etkinlik ve çalışmalar yapılarken, değişik siyasi düşünceler Diğer anlamda; Anadolu Aleviliğini: İslam’ın bir mezhebi olarak birbirini dışlamadan, kendi düşüncesini egemen kılmaya çalışmadan, değil, Anadolu’nun kültür ve inanç mozaiğinin özümleştirdiği kültür karşılıklı hoşgörü içinde, demokratik kurallara uyarak yapıldığında, ve yaşam biçimi olarak algılar. Uğraşlarını bu doğrultuda yönlendirir... Anadolu Alevilerinin sorunlarının çözümünü, tek yanlı ele almayı değil; hem kitle örgütünün bağımsızlığı korunur, hem de ilişkilerin sağlıklı oltoplumun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarıyla iç içe kaynaşmasına katkı sağlar. tırarak ve bir bütün olarak çözümlemeyi amaçlar... Demokratik kitle örgütlerinin üyeleri, bireysel olarak inandıkları Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Aleviliği böyle tanımlamakta ve siyasi partilere üye olma, üye olduğu partinin yönetimine gelme, hatta değerlendirmektedir. milletvekili olma gibi hakları en doğal haklarıdır. Bu tür uğraşlar, üyenin Dinsel temele dayalı sivil örgütlerin tüzüğünde ve amaçlarında “Dedoğal hakkı olduğu gibi, yurttaşlık görevini de yerine getirmiş olmaktamokrasi, laiklik, özgürlük, insan hakları” yazılı değildir. Emperyalizme, dır. Ancak, siyasi partilerdeki sorumluluğu ve işlevini, örgüt sorumlulufaşizme, ırkçılığa, şeriata, sömürüye karşı değildir. Oysa Pir Sultan Abğuyla ve işleviyle karıştırmadan ayrı ayrı sürdürmelidir. dal Kültür Derneği’nin tüzüğünde ve amaçlarını belirleyen ilkeler prog18 Şubat 2007 tarihli bu yazı PSKAD Genel Merkezi’nin ramında, bu konular açık bir şekilde belirtilmiştir. O nedenle, Pir Sultan internet sitesinden alınmıştır: <www.pirsultan.net> örgütlülüğü, demokratik bir kitle örgütüdür.
Demokratik Kitle Örgütlerinde Siyaset Siyasi partilerin hedefi, iktidara gelip ülkeyi yönetmektir. Oysa, sendika veya derneklerin böyle bir hedefi olamaz. Ayrıca, siyasi partiler, toplumdaki bütün çelişkilere çözüm aramak ve bu çelişkilere çözücü yolları göstermek zorundadır. Kitle örgütleri ise, çelişkilerin bir bölümünün odaklaştığı örgütlerdir. Bu görüş, yani kitlelerin mücadelelerini ekonomik çember içine hapsetmek demek değildir. Elbette, kitlelerin sınıfsal mücadelelerinde nihai hedefleri, iktidar olmaktır. Kitle örgütleri bu hedefi gösterecekler, ancak bu hedefe siyasi partiler yoluyla varılacağı bilincinde olmalıdır. Bilindiği gibi, siyasi partiler, üyeleri arasında tam bir düşünce ve eylem birliği ararlar. Temsil ettikleri tabakaların en ileri ve militan kesimini öncelikle örgütlerler. Oysa sendika ve dernekler en geniş tabanı arayan ve örgütleyen kuruluşlardır. Siyasal düşüncesine bakılmadan, temsil
Mart 2007
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şubesinin 22 Aralıkta Cemevine Bir Tuğla da Siz Koyun adı altında yaptığı dayanışma etkinliğinden.
11
SERÇEÞME
ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği Av. Fevzi Gümüş 10 Şubat 2007-Cumartesi
11
-12 ŞUBAT 2007 tarihinde yapılacak olan Tüzük hükmü uyarıca doğal üyesi olduğum ABF Danışma Kuruluna aşağıdaki gerekçelere dayalı olarak katılmadım. Gündemin “Kurumsal işleyiş ve sorunlarımız” başlıklı maddesi, benim açımdan Olağanüstü Genel Kurul öncesi ve sonrası yaşanan olumsuzlukların tartışılmasına yol açabilecek bir gündem maddesi olmasına karşın, bu süreçte mevcut ABF yönetimine karşı benimde içinde yer aldığım alternatif liste çıkartanlara yönelik kullanılan “şer cephesi ve darbeciler”, “genel kurmay-derin devletin adamları” gibi son derece çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine aykırı, ‘çamur at izi kalsın’ türünden basit olumsuz kavramlar henüz orta yerde durmaktadır. Bu ifadelerin ABF Olağanüstü Genel Kurulu öncesi ve sonrası yaşanan sıcak gerilimden kaynaklı olarak kullanıldığı bile hiçbir yerde söylenme ihtiyacı duyulmamıştır. Bu yönde gerekli soruşturma, yüzleştirme ve dahası dar cemi yapılması talebi karşısında yönetimce gerçekle yüzleşmekten ‘sinsice’ kaçılmaktadır. Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılan bu çirkin, ahlak dışı ifadeler ve iftiralar düzeltilmedikçe, iftiracılar, söz sahipleri hakkında gerekli soruşturma, kovuşturma, yüzleştirme, gerekiyorsa alevi hukukunun gerektirdiği cezalandırma yapılmadıkça ABF üzerinden yaşanacak kurumsal işleyiş ve sorunların devam edeceği şüphesizdir. Gündemin, “Aleviler ve Siyaset ilişkisi” başlıklı maddesi, Mersin’de yapılan AABK ve ABF toplantısı basına açıklaması olarak yapılan açıklamalarda CHP-DSP gibi partilerden kontenjan talep edileceği; taleplerinin kabul edilmemesi halinde genel seçimlere bağımsız adaylarla girileceği görüşü dile getirilerek, ABF’nin tavrı kesinleştirilmiş bir biçimde açıklanmış durumdadır. Basında çıkan bu minvaldeki haberler yalanlanmamıştır. Hal böyleyken, konu ilk kez ABF bileşenlerinin gündemine getiriliyormuş gibi bir hava yaratılmak istenmesi, ABF’nin bileşenlerine karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduğu, en azından alınmış ve kamuoyuna açıklanmış bir kararı, dikte ettirmek maksatlı olarak Danışma Kurulu’nun gündemine yazdığı sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca kendi açımdan da 1.maddede özetlediğim çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve ter-
DÜŞÜNCE KARANLIĞINA IŞIK TUTANLARA NE MUTLU HACI BEKTAŞ VELİ
İnandırılmak Ali İhsan Doğan Toplumların bilinci geliştikçe katliamların yerini siyasal baskılar almış, katliamlar insanların düşüncelerine yapılmıştır. Amaç, insan beynini gereksiz bilgilerle doldurup, düşünemeyen, sorgulayamayan tek tip insan yaratmak ve teslim almaktır. Hegemonyalarını sürdürmek için vakıflar, dernekler, kurslar, basın yayın kuruluşları, zorunlu din dersi kullanılıyor. Bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, kendi inancımızı irdeleyelim. Alevi-Bektaşilikte aldatma ve kandırma, kadrolaşma yok. Zalime boyun eğme yok. Biz yüzyıllar önce tanrıyı insanda bulduk. İnsan odaklı inanç sistemi geliştirdik. Kendi nefsimizi, terbiye etmeye çalıştık. Ahlakımızı düzeltmeye çalıştık. İnancımız gereği temiz toplum yaratmak için katili, hırsızı, zina yapanı düşkün ilan ettik, toplum dışına ittik. Kişiyi yola alırken (ikrar verirken ) yaş sınırı koyduk. ‘Gelme gelme, dönme dönme’ diyerek düşünme fırsatı sunduk. Bektaşi öğretisine insan sevgisini yerleştirdik. Gönlümüzü açtık, aklımızla birleştirip düşünce gücünü ortaya çıkardık. Düşünen ve sorgulayan bir toplum yarattık. Yolumuzun bir güzelliği de eleştiriye açık olmamızdır. Fakat bu zaman zaman dozunu aşarak araştırma yapmadan, yeterli bilgiye sahip olmadan eleştiri yapmaya varmaktadır. Yani sorgulamadan yargılamaktır. Bu da Bektaşilikte bölünmelere ve kutuplaşmalara yol açmaktadır. Çeşitli dernek, vakıf ve ocaklar ayrı faaliyet göstermekte. Oysa tarihimize, Anadolu erenleri Sarı Saltuk, Abdal Musa, Dede Garkın, Mahmut Hayrani, Hubyar Sultan, Karaca Ahmet, Pir Sultan Abdal şiirlerine bakmak yeterlidir. Hepsi Hacı Bektaş Veli ye bağlıdırlar. Yani icazetlidirler. Şemsi Tebrizi’nin Mevlana’yı nasıl irşat ettiği biliniyor. Hacı Bektaş Veli merkez olmuş, bütün ocakzadeleri kendine bağlamıştır. Bu da Bektaşiliğin gelişme sürecinde çok etkili olmuştur. O tarihte Bektaşilikte bu kadar farklılaşmalar yoktu. Hacı Bektaş Veli bugün yaşananları öngörmüştü ve bir de bedduası vardır.(*) O zaman
12
biyesine aykırı, çamur at izi kalsın türünden basit olumsuz kavramların Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılmasının altında yatan ihtiras da, 2007 yılında yapılacak Milletvekili Genel Seçimlerinde ‘tek ses’, ‘dikensiz gül bahçesi’ bir alevi örgütlenmesi görüntüsü verilmesi sureti ile mevcut ABF yönetiminden adı artık kamuoyunda açıkça telaffuz edilmeye başlayan birkaç kişinin, ama asıl yurtdışı örgütlenmesinden adı birilerince malum olan arkadaş çevresinin meclise taşınacağı yönündeki saf hayalden kaynaklanmaktadır. Sonu hüsranla bitecek böylesi bir süreçte adımın kullanılmasını istemediğim gibi, örgütsel bir yönetim görevimin de bulunmaması sebebiyle, Danışma Kurulu’nun uzun tartışmalarla ve müzakerelerle oluşturulduğu varsayılarak kamuoyuna sunulacak olan, oysaki daha önce belki Köln’de bir televizyon bürosunda, belki Çankaya’da bir restoranda yazılarak birilerinin diz üstü bilgisayarında kayıtlı bulunan sözde bir bildirgenin nesnesi de olmak istemiyorum. Yani bu Danışma Kurulu’na çağrılmamız anlamı da, daha önceden alınmış ve basına da haber olmuş bir kararı, bizleri bir arka fon olarak kullanıp, kamuoyuna deklere etme girişiminden başka bir şey değildir. Ayrıca bu türden yapay, samimiyetsiz ve daha önemlisi gerçeklikten kopuk süreçlerle Alevi Örgütlenmesinin gerçek ideolojik mücadelesinin ve enerjisinin, potansiyelinin zaafa uğratıldığını da düşünmekteyim. ‘Siyasete müdahale’ adı altında daha evvel DBH-BP Sürecinde bir benzeri denenmiş bulunan ve maalesef aynı kişilerce ‘Alevi Örgütlenmesini Bölme’ pahasına yürütülen bu gözü karalığı hak etmediğine inandığımdan da toplantıya katılmak istememekteyim. ABF tarafından sıkça kullanılan “doğrudan temsil” kavramı da, siyaseten yanlış ve hiçbir temeli olmayan bir kavramdır. Siyasal literatürde, böyle bir kavram bulunmamaktadır. Temsil ve doğrudanlık ilişkisi birbiriyle çelişirler. Ancak siyasal literatürde, “Temsili demokrasi” ve(ya) “doğrudan demokrasi” gibi kavramlar kullanıldığı bilinmektedir. ABF, siyasal literatürde bulunan ve birbirinin alternatifi olan bu iki deyimden ilk iki sözcüğü alarak, yeni bir kavram uydurmuştur ki, bu kavramın hiçbir anlamı yoktur. Eğer kastedilen Alevilerin siyasette yer alması ise, bu kavram hem Alevilerin siyasette yer alması prensibini karşılamaz hem de yaratılan kavram kargaşası nedeniyle istenilen sonuca ulaşılamayacağı için Alevi toplumunda yeni bir hayal kırıklığı yaratılmasına neden olur. Neden toplantıya katılmadığımı soranlara ve ilgilenenlerin bilgisine saygı ile arz ederim. ki kervan hızıyla yolu bir günlük olanın bir yılda, iki günlük olanın iki yılda, üç günlük olanın üç yılda, on günlük olanın on yılda bir gelip icazetlerini yenilemeleri gerekmektedir. Gelmediği taktirde ‘yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır’ der Hacı Bekaş Veli. Durum böyleyken şimdiki ocak dedeleri, diğer toplum kuruluşları neden Hacı Bektaş Veli Serçeşmede birleşmiyorlar? Veliyettin Efendimin birçok kere “Biz yol gösteririz, yönlendirmeyiz” dediğini duydum. Ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı köylerimiz boşaldı. Köy Enstitüleri gibi çalışan, büyüklerimizin ‘irfan mektebi’ dediği insan yetiştiren cemevlerimiz sürdürülemez oldu, etkinliğini yitirdi. Bu geleneği geleceğe taşımak için tek umut sivil toplum örgütleridir. Bu örgütlerden verim alabilmek için tek çatı altında birleşilmelidir. Yolumuzdaki sevgi ve hoşgörüye dayanarak, menfaati, siyaseti bir kenara bırakıp bir merkez oluşturmak durumundayız. Aksi durumda farklı sesler ortaya çıkar, benliğimizle çelişen fikirler üretilir. Bilinen Alevi-Bektaşi yolunu nereye koyacağını bilemeyenler, Bektaşiliğin içinde tanrıyı kaybedenler, türbana benzeyen bezlerle bacıların başını bağlayıp cem yaptıran dedeler görüyoruz. Bu farklı tanım ve yorumlar zenginlik anlamına gelmez, aksine parçalanmaya yol açar. Bazı sivri uçların yada art niyetli insanlar Alevi-Bektaşiliği bir tarafa çekmek isteyebilir. Bunların ortadan kalkması için merkezi yönetim gerekmektedir. Özellikle bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bütün dernek, vakıflar, federasyonlar bir noktada toplanırsa temsil hakkı konusunda hukuki açıdan güçlenir. Alternatif oluşturur. Alevi-Bektaşi felsefesini taşımayan Alevi Din Hizmetleri adı altında faaliyet gösteren vakıf ve dernekleri reddedebilme gücüne sahip olur. Bütün evrensel değerleri içinde taşıyan yolumuzu geleceğe taşıyıp toplumsal birlik için hizmet etmemiz gerekmektedir. Hatasız bildiğim bu yol kolay kazanılmadı. Bu zamana kadar atalarımız canlarıyla kanlarıyla bedel ödediler. Oysa biz çok kolay tüketiyoruz. Gelecek bizden hesap soracak bu iyi biline! Saygılarımla
(*) Kaynak: Ali Celallettin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi Yolu.
Sayı 27
SERÇEÞME
HÜSEYİN GAZİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI İLE HÜSEYİN GAZİ DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ
Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu Hasan Harmancı
H
ÜSEYİN GAZİ Kültür ve Sanat Vakfı ile Hüseyin Gazi Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği “Anadolu Aleviliğinde Ocaklar ve Dedelik Kurumu” sempozyumu 15-16 Aralık 2006 tarihinde Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı’nda yapıldı. Aleviliğin son dönem sorunlu alanlarından biri olarak Ocak ve Dedelik sorunu bu alanda araştırma yapan araştırmacılar, bilim adamları ve bazı ocakların dedeleri tarafından tartışıldı. Farklı disiplinlerden katılımcılarla gerçekleştirilen Sempozyumda on dokuz bildiri yer aldı ve Türkiye’nin her yerinden farklı Ocaklardan yirmi dokuz dede konuşmacı olarak katıldı. Piri Er’in “Anadolu Aleviliğinde Dedelik Kurumu ve Kentleşme Sürecinde Yaşadığı Değişim” ve Ali Yaman’ın “Değişen Ocak Sistemi” konulu bildirileri ile başlayan Sempozyum dokuz ayrı oturum olarak gerçekleştirildi. Ayhan Yalçınkaya, “Eşitlikçi Dışlama Dedelik Soy ve Siyaset”; Ali Yıldırım, “Ocakların Tarihsel Kökeni”; Yılmaz Soyer, “Bektaşilikte Mürşid ve ‘Dedelik’, ‘Babalık’”; Ahmet Taşgın, “Buyruklarda Dedelik ve Günümüze Yansımaları”; Cenk Üçer, “Tokat Örneğinden Hareketle Alevi Ocakları”; İbrahim Bahadır, “Sucaaddin Veli ve Ocağa Bağlı Gruplar”; Ali Aksüt, “Tahtacıların Bağlı Oldukları Dede Ocakları”; Dilek Kızıldağ Soileau, “Elif Ana; Gelenek Dışı Bir Ocak İcadı”; Hasan Harmancı, “Erkekler Dünyasında Bir Kadın: Sultan Ana”; Ömer Uluçay, “Nusayrilerde İnanç Önderleri”; Hamza Aksüt, “Dede Ocaklarında Hiyerarşi”; Hıdır Temel, “Ocaklar ve Dedeler ile İlgili Güncel Bir Değerlendirme”; Gülağ Öz, “Sivrialan Köyünde Alevi İnançları; Ocaklar- Bektaşilik” gibi öne çıkan çeşitli konular tartışıldı. Sempozyumun ilk günü konuyla ilgili bildirilere yer verilirken, ikinci gün Ocakları temsil eden veya ocaklar konusunda yetkin olan Dedeler yer aldı. Çoğunlukla kendi ocaklarının bağlı olduğu soy ve şecereler üzerinde duran dedeler ellerindeki yeni bilgi ve kaynakları da aktarma olanağı buldular. Dedelik Kurumunun ve Ocakların durumlarının disiplinler arası bir çalışma ile gündeme taşınması kuşaklar arasındaki kopukluğun da gündeme alınmasına neden oldu. Ocak ve Dedelik yapılarının yaşadığı sorunları tespit etmek açısından benzerinin bir süre önce Almanya’da da gerçekleştirilmiş olması ilginçti. Bu kadar yakın dönemde aynı konunun bilimsel yanıyla ele alınması, bu iki yapının yaşadığı sorunların önümüzdeki dönemlerde daha da tartışılacağını göstermektedir. Sempozyumun gelecek yıllarda da tekrarlanacağı düşünüldüğünde, kurumsal çeşitli zaaflar ve sorunlarla ilgili bütünsel bir yaklaşıma ve çözüme gideceği belli olmaktadır. Alevilik sorununun iki temel yapısal sorunuyla gündeme gelen konuların sadece bu iki alanla sınırlı kalmaması ve farklı bilim disiplinleri tarafından bağlı sorunların gündeme taşınması, Alevilik kapsamındaki sorunların ve çözümlerin iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir. Özellikle Dedelik ile ilgili hazırlanan ve Dedelerin yanıtladığı on yedi sorulu form önemli bir veri oluşmasına hizmet edecek özellikteydi; Ocaklarla ilgili beraatların, kurucu inanç önderlerinin, Ocaklara ait türbeler etrafında oluşan kültlerin, makamların, ne tür Ocak olduklarının tanımlanmasının istenmesi, talip coğrafyalarının, söylencelerin, ocağın anlatıldığı şiir vb.lerinin sorulması alana çıkmadan önce edinilmesi gereken ön bilginin toplanmasına, araştırmacıların alana hazırlıklı çıkmasına destek olacaktır. Kitap olarak da hazırlanacak olan bütün çalışmalar ocakların dağılımı konusunda son dönemde başlayan tartışmalara yeni boyut kazandıracaktır. Ocak dağılımı ve coğrafyalarının belirlenmesi için son dönemlerde yapılan alan çalışmaları bu Sempozyuma taşınan boyutuyla da Aleviliğin hem tarihle hem de veri karmaşasından kaynaklanan eksiklikleriyle yüzleşmesine veri sunacaktır. Ocaklarla ilgili şecerelerin varlığına rağmen, yazılı kaynak sorunu yaşayan Alevi kültürünün sözlü geleneğinin ‘süren’ renkli ve canlı boyutu olan şiirle yaşaması ocakların kendilerini Ehlibeyt’e veya Erdebil’e vb. bağlamaları için önemli ve vazgeçilmez kaynak olarak karşımıza çıktı, bu Sempozyumda da. Neredeyse her Ocak’ın kendisi için söylenegelen şiirlerle kendine tarihi misyon, keramet, Seyit kökenli ve soy bağlantısı kurma çabasında olması sorunun tanımlanmasını zorlaştırmaktadır. Geleneksel Aleviliğin inanç ve kültür noktalarının şiir geleneğine bağlı olarak ifade edilmesi ve şecerelerin güven vermemesi, doğru belge ve bilginin oluşmasına engel olmaktadır. Ocakların kendilerine övünç oluşturmak için talip sayılarını tam olarak bilmemeleri ve tahminlerle hareket ederek abartmaları, ocaklarına fazla keramet yüklemeleri ve Ocaklarını tarihsel bilgi olarak yanlış sunma çabaları verimliliğin düşmesine neden oldu. Dedelerin hâlâ kendilerini Ehlibeyt’e bağlama çabaları yanında bir kısmının da Şaman gelenek ve kökene bağlı olarak kendilerini ifade etmeleri ‘öğretilmiş’ bilgi ile hareket ettiklerini göstermektedir. Ortak bir nokta yakalayamamaları ve Sempozyumda Ocakların kuruluşu ile ilgili bildirilerden çok da etkilenmediklerini gösterdi. Halbuki bu konudaki bildiriler bir anlamda verili bilgileri, yanlışlarını ortaya koyan ve çürüten içeriklere sahipti. Alevilerin asimilasyondan nasıl etkilendiğinin en açık görüldüğü koşullar bir yönüyle de bu dedelerin bilgi alanında ortaya çıktı. Öte yandan kadınların Alevilik içindeki önderlik vasıflarının göz ardı edilmesine karşın “Ana” unvanlı “Kadın Dedelerin” bu Sempozyum’da gündeme gelmesi ve ilgi görmesi yeni çalışmaların önünü açacak özellikteydi. Elif Ana ve Sultan (Battal) Ana gibi kadınlara ait yaşayan örneklerin sunulması Dedelik ve Ocak anlayışlarının görünen ve bilinenler dışında “yeniden değerlendirilmesi” için açık kapılar yarattı.
KELİME ATA
Alevilerin İlk Siyasal Denemesi
(Türkiye) Birlik Partisi ISBN 975-10109-0-2 13 x 19,5 cm boyutunda 352 sayfa Kelime Yayınevi, Ocak 2007 Tel: 0312.231 4209
Kitabın Arka Kapak Tanıtım Yazısından Kırk bir yıl önce bir grup zengin Alevi, Alevilerin ilk siyasal denemesi olan Birlik Partisi’ni kurdu. İlk genel başkanı istihbaratçı Emekli General Hasan Tahsin Berkman’dı; sadece Berkman değil, üç kurucu daha asker kökenliydi. Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Ulay’dan, Alaattin Kıral’a, Sadettin Süataç’tan, Celil Gürkan’a ve Lütfü Gezer’e kadar çok sayıda emekli subayın politika yaptığı Birlik Partisi, on dört yıllık siyasi ömrü boyunca üç genel başkana sahip oldu; üç kez programını değiştirdi. Sağ eğilimli bir yapıda başladığı siyasi yolculuğu, demokratik sol çizgiyle devam etti, 1980’lerin sonuna doğru sol örgütlerin yuvası oldu [...]. İç çalkantıları hiçbir döneminde bitmedi, sayısız bölünmeye uğradı hatta kendi içinden bir parti doğdu. Devrimci Alevi gençleriyleAlevi dedelerin iktidar savaşlarına sahne oldu, Hacı Bektaşi Veli’nin efradı kabul edilen Ulusoy ailesiyle siyasi kan davası yaşadı. CHP’nin, gerçekleştirdiği operasyonlarla güçsüzleştirdiği parti, devlet tarafından Alevilerin oyunu soldan koparmak üzere kurdurulduğu ithamından kurtulamadı. Alevilerin siyasete müdahale etmesi gerektiğine dair tartışmaların olanca sıcaklığı ile devam ettiği şu günlerde, (Türkiye) Birlik Partisi, anımsanması gereken bir deneyim. Türkiye’deki siyasal yaşamı derinden etkileyen, Alevilerin kimlik mücadelesine siyasal öncülük eden (Türkiye) Birlik Partisi deneyimiyle ilgili bugüne kadar hiçbir akademisyen ya da araştırmacının çalışma yapmaması ya da yapamaması ise düşündürücü. [...]
13
SERÇEÞME
YAZARIN SORUN POLEMİK DERGİSİNİN 22–24 SAYILARINDA YAYINLANAN UZUN ÇALIŞMASINDAN ALINTILAR
Dersim... Dersim… Sırrı Öztürk
B
U YIL altıncısı düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivali’ne katılma kararı alırken […] iki konuyu ya da özlemimizi üst üste çakıştırmayı denedik. Birincisi, bu festivale katılmak, Sorun Yayınları Kolektifi’nin üretmiş olduğu kitap ve dergi faaliyetlerini bölge halkının yakından tanımasına imkân vermek, okurlarımızla canlı diyaloglar kurmak, yörenin havasını teneffüs etmek, tarihsel-kültürel önemi olan yerleri bizzat gözlem yaparak görmek, insanımızın ne yiyip içtiğini, yüreğinin nasıl çarptığını yakından öğrenmek, eleştirilerini dinlemek, onlardan da öğrenmek, vb. gibi siyasî amaçlı duygu ve özlemlerimiz olarak sıralanabilir. İkincisi, 120 yıl önce bu bölgeden göç eden Apo Memed Dedemin doğup büyüdüğü köyü, yöre insanlarını görüp gecikmiş bir hasreti gidermek gibi, kişiselliği ağır basan bir özlem olarak özetlenebilir. […] Dersim, yalnızca bugünkü değiştirilmiş adıyla Tunceli ili sınırlarıyla anılmıyor. Kuzeyinde Erzincan’ın, doğusunda Bingöl’ün, güneyinde Malatya’nın, batısında ise Sivas’ın (Koçgiri) bazı bölgelerini de içine alan bir coğrafyanın adıdır Dersim. Bölge halkı İslâmiyet’e ve Arap adetlerine muhalefet eden Kızılbaş kültürel geleneğinin insanıdır. […] Dersim; halk hareketleri, isyan-başkaldırıları ve halkının dili, inançları, kültürel gelenekleri, mitolojik zenginliği, tarihi, iklim ve coğrafyası, dağı, taşı, suyu, şelalesi, bitki örtüsü, ormanı, hayvanları, öyküleri, destanları, türkü ve şarkılarıyla ayrıntılı ve çok yönlü irdelenmeye değer bir bölge. Dersim tarihi denilince akla hep gözyaşı, acı, çile ve kan geliyor. Bölgede her hanenin birkaç ölüsü ve onulmaz acılarla dolu öyküsü var. […] Dersim halkı, Anadolu’da çeşitli uygarlıklar kuran halklardan Ermenilerin toprakları üzerine, göç ederek yerleşmişti. Tehcire kadar uzun süre de birlikte yaşamışlardı Ermenilerle. Bölgede Ermenilere ait mezar, ev ve kilise kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu kalıntılar, çoğunlukla taşlarından yararlanma ya da define saikiyle tahrip edilmiştir. Dersim’de ki pek çok köy, dağ, su, dere, köprü isminin kökleri çoğunlukla Ermenice’dir. […] Büyüklerimizden bizlere aktarılanlara baktığımızda Aile Kolektifimizin ilerici ve devrimci geleneklerini, anne tarafımızdan gelen Havva Ana ile Eşkiya Apo Memed’in hayatı varlığımızı daha çok biçimlendirmiştir. Apo Memed’in (dedemizin) yedi kardeş olduklarını, ticaret kervanlarıyla Halep ve Şam’a gidip geldiklerini, onların da ‘eşkiya yatağı’nda silahlı olduklarını, bir müsademede kardeşlerden birinin ölmüş olduğunu, ölen kardeşin karısı Leyla’ya öteki kardeşlerin sahip çıktığını, vb. öyküleri büyüklerimizden dinlemiştik. Eşkiya Apo Memed, Dersim Ovacık İlçesi Mıkıko köyünden (şimdiki adı, Eğri Kavak) geliyor. Anılan köy günümüzde tamamen yakılmıştır. Dedem bir kısım bölge halkıyla birlikte 1890–1900 yıllarında (kesin tarih kaydı yok) Erzurum Aşkale Taşağıl Köyü’ne göç ediyor. Dedem ve Nenem kendi aralarında Dersimîce konuşurmuş. Eşkıya Apo Memed, neden ve hangi gerekçelerle göç etmişti? Veya göçe zorlanmıştı? Eşkıyalık mesleğini neden seçmişti, neden bırakmıştı? Neden çobanlıkta karar kılmıştı? Hiçbir zaman toprağı ve mülkü olmadığına göre emekçi halklardan yana ve belki de İnce Memed türünden bir konuma sahipti. Hayatın şu garip cilvesine bakın ki, 1923’den sonra Dersim-Ovacık-Mıkıko köyünden Aşkale’nin bir Kürt-Alevi karışımı köyüne göç eden toprak ağası, mütegallibe, halk düşmanı Yehmo Ağa neden ve hangi vukuatından ötürü Eşkıya Apo Memed’ten “ne olur, ben ettim sen etme, canımı bağışla!...” diye yalvarıp diz çökmüştü? Köyümüzün yaşlı kuşaklarının aktardığı anlatımlar dışında ayrıntılı bilgilerle bu süreci bir türlü öğrenemedik. Eşkıya Apo Memed’in çeşitli tüfekleri, kamaları, eşkıyalık mesleğinin gümüş kakmalı alet ve edevatları nasıl da kapanın elinde kalmıştı? Yoksulluk, yoksunluk ve öksüzlük ailemizin belini bükünce bu soruların da tutarlı bir cevabını alamıyorduk. O günün koşullarına göre de “ateist” sayılan babam neden Molla (Melle) olmuştu? Ailemiz, inkâr, imha, göç, göçe zorlama şartlarında Dersim’den Aşkale’ye geldikten sonra da, Osmanlı-Rus Harbinde tekrar göç et-
14
miş, Tokat, Dersim ve Çorum’a gitmişti. Savaşın sona ermesiyle, tekrar Aşkale, Taşağıl köyüne gelmişlerdi. Sırasıyla Taşağıl, Saptıran, Pırnagapan köylerinde topraksız, mülksüz bir aile yaşamı içindeyken babam Mehmed, Anam Ayşe’den olma tam on bir çocuk dünyaya getirmiş. Babam da cömert ve fukaraydı. Haddinden fazla da diyergâm biriydi. Anam, 13 yaşında iken 55 yaşındaki babama üçüncü eşi olarak kocaya gitmiş (verilmiş)ti. Anamın 27 yaşında dul ve kimsesiz kalışı, on bir çocuktan beşinin ‘doğal seleksiyon’ ölüşü, altısının binbir sıkıntıyla bakımı, bütün bunlar bizlerin düşünce-davranış çizgilerimizi biçimlendiren etkenler idi. Apo Memed Dedemin, babamın ölümünden sonra, göçtüğümüz, daha doğrusu sığındığımız Erzurum’a anamı ve torunlarını görmeye gelirken kendisine yapılan bir hakaret sonucu kalp krizi geçirip ölüşü, cenazesinin belediye tarafından (sahipsizce) kaldırılışı, Nenem’in, Babam’ın ölümü, Erzurum’daki toprak ağalığına dayanan sömürü ilişkileri, bölge insanının işsiz, yoksul ve çok korkunç bir baskı ve sömürü altında yaşamış oluşu, Osmanlı sonu oluşan Cumhuriyet rejiminin de köklü yapısal değişimler yapmadan sosyo ekonomik yapıyı aynen koruyup kollaması, dahası “devlet eliyle kapitalist yetiştirme” politikası, Gorki’nin Ana’sını aratmayan Ana’mın olağanüstü fedakârlığı,10 Eylül 1920 Bakû’de yapılan I. Şark Milletleri Kurultayı’na ve Erzurum Kongresi’ne katılan öğretmen Mehmet Fikri Saygın’ın (Babamın Medrese arkadaşı ve vasiyeti üzerine Aile Kolektifimiz’e bakmakla görevli) bizleri okutmak için insanüstü çabası, 1936’da kabul edilen “Soyadı Kanunu”na göre irademiz dışında soyadımızın “Öztürk” konuluşu, öksüzlüğümüz, Dedemin, Nenemin, Babamın ne bir mezarına ne de bir fotoğrafına sahip oluşumuz, savaşlarda, seferberlikte kaybolan aile fertlerinin akıbetinin bilinemeyişi, bizi vareden topraklarla buluşup insanlarımızla diyaloga giremeyişimiz, vb. binbir etken Aile Kolektifimiz’in hamurunu yoğurmuştur. 1950 yılında bir gazeteye ilan vererek ailemizin varsa akrabalarını-köklerini ve seferberlikte, göç sırasında kaybolan Anamın ve Ezem Nenenin anlatımlarına göre ise kaçırılan kardeşleri Fatma’nın akıbetini soruşturduk. Bu ilandan hiçbir olumlu cevap alamadık. Fatma Ezem güzelliği ile tanınırmış. O dönem Türkiye’nin nüfusu 30 milyon. Gazete okuma oranı da yüzde 1–2 civarında. İlanımıza olumlu cevap alamayışımızın sebepleri malum. Bizzat yöreye giderek araştırma-soruşturma yapacak maddî imkânlara da sahip değildik. Yine o dönem radyodaki “kayıp ilanları”na başvurduk, Oradan da olumlu bir cevap alamadık. İşin ilginç yanı o dönem evimizde radyo da yoktu. Komşuların radyosunu dinliyorduk arada bir. Fukara Anam son demlerinde dahi, yakınarak kardeşi Fatma’yı anıyordu… […]
Rayber ve Rayberlik Kurumu Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılıyor. Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, inceleme ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge halkı bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verirlermiş. Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kıyıcılığı artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de devlet tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, bölge halkını içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve altın karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak varlığını korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş. Özellikle 1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin ve Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağına, aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon ve adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla birlikte artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. […] Dersim’e eşim ve ben, bölge halkından “mihmandar” bir yol arkadaşım ve eşi ile birlikte gitmiştik. […] Arkadaşım ilerici, demokrat ve dürüst bildiği bazı kimselere bendenizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi, işimi, iyi niyetlerle de olsa bazı abartılarla anlatmadan edemi-
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
yordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla hapis yatmıştır...” gibi anlatımları Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek ölçüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata kültünden olsa gerek, daha gerçekçiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye ediyordu. Sık sık, “zevzeklik insanın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan edemiyordu. Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin, helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimizde ‘nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin ve Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini kazanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim yapmaya çalıştığını herkes bilemez. […] Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini yadırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimize hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak cevap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan, park, hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş... Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetindeki bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın. “Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!.. […] Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da üzerine TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde uygulayageldiği baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki KadınAta geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. […] Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin uzantılarını aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntılarının yanıbaşındaki yaylada 85–90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde ortaya çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soylu Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşılaştığımızda ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızılbaş Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğrendik. Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır şaka yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar Tırkî (Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle tokalaşmamışlardı. Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımızın muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetiklemişti. Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık serüvenini anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş birbirimize sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar gözyaşlarını tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız derindir. Sen bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (cemalinizden) bellidir. İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz” diyen Kadın-Atalar ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıllık Kızılbaş gibi kaynaşmış gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluvermişti. İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda 40–45 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat ve gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel malzemelere hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torununun doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ayrıldık. Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ay yazını Ovacık kırsalında, altı ay kışını İstanbul’daki oğlunun yanında geçiren bir Ana’da gördük. Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum kurum kuruluyordu. Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat hissettiğini söylüyordu. […]
Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı […] Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaş-
Mart 2007
lığın kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu takdirde Kızılbaş ve Anadolu Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zorunlu din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişimler-saldırılar geri püskürtülemeyecektir. […] Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol oynamıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki sömürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşmadan önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istisnaları dışında yozlaşmıştır. […] Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sultan’lardan süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüzdeki “Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihtiyacı yoktu. […] Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliamlar karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, “biz de müslümanız” diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî din saldırıları karşısında “Öz-Müslüman” savunuculuğuna soyunmuş Kızılbaş aydınlar, bu türden “arguman”larıyla tarihsel-sosyal-kültürel haklılıklarını bir türlü savunamamıştır. […] Alevi topluluğunun örgütlü sözcüleri şunları dile getirmektedir: “20–25 milyon bir topluluğuz. Siyasî bir parti olarak öne çıkmayı şimdilik düşünmüyoruz. Toplumsal bir hareket yaratmayı düşünüyoruz. ‘Laik, demokratik, özgür bir cumhuriyet için’ yola çıkıyoruz. Yalnızca Alevi-Bektaşi topluluğunu değil, emek eksenli solu da yanımıza almayı amaçlıyoruz. AB’yi savunuyoruz. Köyümüze cami yapılmasını istemiyoruz. Din derslerinin okutulmasına karşıyız (kimi ABD yanlısı Alevi sözcüleri ise, Alevilerin de Sünniler gibi Diyanet İşleri Başkanlığında bir masa ile temsil edilmesini, yardım almasını ve okullarda Aleviliğin de din derslerinde okutulmasını talep etmektedir). Cemevlerimizin de Cami statüsünde olmasını, su ve elektrik paralarının devlet tarafından karşılanmasını, vb. talep ediyoruz...” Bu ve daha onlarca talepleriyle öne çıkan Alevi kuruluşları, tıpkı Sol’un içine yuvarlandığı anlamsız yarım-aydın tartışmalarına benzer biçimde kendi aralarında kıyasıya tartışmaktadırlar. […] Alevi kuruluşlarından bir sorumlu şu özeleştiriyi yapıyor: “Biz, 10 milyonluk oy kütlemizle sandığı protesto etmiştik. Oy vermediğimiz için gerici AKP’nin iktidar oluşundan bizler de sorumluyuz. Bu sefer toplumsal muhalefeti emek eksenli bileşimlerle buluşturup iktidara gelmeyi amaçlıyoruz. Şu aşamada siyasî partileri ve öteki kuruluşları etkilemeyi düşünüyoruz. Siyasî parti kurmayı şu aşamada düşünmüyoruz. Gerektiğinde böyle bir adım atılmasından da geri durmayız...” Bu türden gerekçelerle kurumsal gelenekler yaratılması düşüncesi ve olayı da elbette siyasetle uğraşmak anlamına gelir. Alevi örgütlerinin anılan temelde ve doğrultuda çeşitli istişari toplantılar yapması, kurultay ve konferanslar düzenlemesi, radyo, TV, basın-yayın faaliyetlerinde bulunması, aralarındaki bitmez tükenmez tartışmaları nispeten telif ederek belli ilke ve amaçlarla bir araya gelişi, onlar açısından “ileri” bir aşama ve süreçtir. […] Kızılbaşlık inanç ve kültürleri, her türden otoriterliğe karşı ve “düzen dışı” olarak nitelenen isyan, başkaldırı ve ayaklanma, ayrıca hak arama geleneklerini bağrında taşımaktadır. Sömürücü sistemlerin, resmî İslâmın ve sözde laiklerin Kızılbaş Batınîliği “boy hedefi” yaparak saldırmasının temel nedeni budur. […]
Kısaltan: Esen Uslu Köşeli parantez içinde üç nokta dergimizde aktaramadığımız bölümleri belirtmektedir. Yazının tümünü okumak isteyen canlar, Sorun Polemik dergisinin internet sitesine başvurabilir: www.sorunpolemik.net
15
SERÇEÞME
Ebuzer Giffari Veliyettin Ulusoy
E
BUZER Müslümanların yitik vicdanıdır. Kim ki yitirdiği sosyal adalet duygusunu aramak isterse karşısına Ebuzer çıkmaktadır. Emperyalizmin ve kapitalizmin bizi parça parça ettiği anlam dünyamızda, gerçekten uzaklaşmış inancın, tekrar gerçeği bulmak için her geçen gün Ebuzer ve benzerlerine ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu noktada hakkı ve sabrı tavsiye eden ve taviz vermeyen duruşuyla yolumuzu aydınlatıyor. Ne yazık ki İslam tarihinde Ebuzer’in yaşamı karanlıkta kalmıştır. Bu gün sadece Alevi-Bektaşi cemlerinde ve pek az bölgede bilinmektedir. Cemlerimizde yaşar ve semahın piri olarak kabul edilir. Kırklar’dan birisidir, on yedi kemerbestler’dendir. Ebuzer sosyal adalet ve paylaşımı esas alan düşünceyi sembolize eder.
Kimdir Ebuzer?
E
BUZER Giffar kabilesindendir. İslam’ın zor ve sıkıntılı dönemlerinde Müslüman olmuş beşinci kişiydi. Peygamberi duymuş, merak etmiş ve kardeşi Üneys’i Mekke’ye göndermişti. Üneys döndüğünde verdiği cevaplar kendisini tatmin etmemiş, bizzat kendisinin Mekke’ye gitmesine karar vermişti. Kardeşi Üneys: – Tamam. Ancak kavminden sakın. Çünkü onlar o adama düşmanlık yapıyorlar. O’na karşı buğuzlu, kindar ve kötüdürler. Ebuzer uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı. Mescide gidip Peygamberi aradı. Ancak onu göremediği gibi, onunla ilgili bir şey de duymadı. Çaresiz mescitte güneşin batmasını bekledi. Gece herkes uyudu. Bu arada Ali tavaf için içeri girdi. Mescidin köşesinde zayıf, uzun boylu, siyah sarıklı, yırtık abalı bir adamın oturduğunu görünce yanına gelip sordu: – Sanırım yabancısın – Evet – Benimle gel. Ali ve Ebuzer yola koyuldular. Ebuzer ondan bir şey sormadı. Ali de bir şey söylemedi. Eve vardılar. Ebuzer geceyi orada geçirdi. Sabah peygamberi aradı ve tekrar mescide geldi. Ne kimse ondan bir şey soruyor, ne de o kimseden bir şey duyabiliyordu. Akşam yine eski yerine gidip uzandı. Uyumayı beklerken Ali yine önünden geçti. Onu görünce durdu ve: – Hâlâ evini tanıyamadın mı? Benimle gel gidelim. Ali onu yerden kaldırdı ve birlikte sessizce eve gittiler. Ali misafirini üçüncü gecede evine götürdü. Ebuzer yine sessizdi. Sonunda, Ali sordu: – Ne iş yaptığını ve seni bu şehre getirenin ne olduğunu bana söylemeyecek misin? – Eğer kimseye söylemez ve bana yol göstereceğine söz verirsen söylerim. – Peki tamam. – Burada bir adamın peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum. Kardeşimi onunla konuşması için gönderdim; ancak döndüğünde işime yarayacak bir haber getirmedi. Kendim onunla görüşme kararı aldım. Fakat ne onu tanıyorum, ne de onu sormaya cesaret edebiliyorum. – Kimsin ve nerelisin? – Adım Cündep-i Cünede, künyem Ebuzer’dir. Giffar kabilesindenim. – Kurtuluşa erdin, O peygamberdir. Ben şimdi onun yanına gidiyorum. Sen de peşim sıra gel ve dikkatli ol. Nereye girersem sen de gir. Ali ve Ebuzer gece karanlığında yola düştüler. Ali, Safa yakınlarında bir evin kapısının önünde durdu. Ve birlikte içeri girdiler. Ardından Peygamber ve Ebuzer arasında farklı konularda konuşmalar oldu. Bu konuşmalar Ebuzer’i tam manasıyla tatmin etti ve Müslüman oldu. Peygamber. – Ebuzer, bu konuyu gizli tut ve memleketine geri dönüp kavmine tebliğde bulun, çünkü ben bunların sana zarar vereceklerinden korkuyorum. Ne zaman ortaya çıktığımızı haber alırsan, o zaman gel. Bu ilk tanışma Ebuzer’in dünyasında bir dönüm noktası oldu. Peygamber yaşadığı müddetçe hep yanında oldu, onun sevgi ve güvenini kazandı. Orada olgunlaştı ve pişti. Düşüncelerinden ve öğrendiğinden hiç taviz vermedi, korkusuzca doğruyu ve sosyal adaleti savundu. Hak-
16
sızlıklar karşısında susmadı, bu yüzden halife Osman tarafından çöle sürgün edildi ve orada öldü. Peygamberden sonra hep dostu Ali’nin yanında oldu. İlk iki halife döneminde Ebuzer’in Ali gibi sessizliğini koruduğunu görüyoruz. *** BUBEKIR’İN ölümünden sonra hanımını ve kızını alıp Şam’a gitti. Şam’da bir gün mescitte oturmuş, halk da etrafında halkalanmış, sohbet ediyorlardı. İçlerinden biri: – Ey Ebuzer, sen de Bahreyn Emiri olan Ebu Hureyre(1) gibi bir makama gelmeyecek misin? Ebuzer: – Emir olup da ne yapacağım? Bana her gün biraz su ya da süt ve haftada bir ölçek buğday yeter. Bir diğeri: – Ömer’in Ebu Hureyre’ye ne yaptığından haberiniz var mı? Diğerleri: – Hayır. – Ömer onun servetini hesaplayıp ona, “Seni Bahreyn’e göreve gönderdiğimde bir çift terliğin yoktu, şimdi bana ulaşan haberlere göre 1,600 Dinara atlar almışsın!” dedi. Ebu Hureyre şöyle cevapladı: – Sahibi olduğum atlar doğum yaptılar, bazıları da hediye geldi. Ömer: – Ben senin günlüğünü ve yaşam harcını hesapladım. Bunlar fazlalıktır, geri ver. Ebu Hureyre: – Vermem! Ömer: – Vallahi belini kırarım, dedi ve sırtını öyle bir kırbaçladı ki, kan aktı. Sonra şöyle dedi: “Getir onları!” Ebu Hureyre: – Allah yolunda verdim. Ömer: – Eğer helal yoldan kazanıp kendin verseydin öyleydi, sen Bahreyn’in son noktasına gelmişsin, vergileri Müslümanlar için değil, kendin için topluyorsun. Annen sana eşek otlatmaktan başka bir iş vermezdi. Ebuzer: – Ömer, Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı şeyi yapmıştır. Çünkü sorumlu halkın yararına çalışmalıdır. Kendi yararına değil. *** MER’İN ölürken hilafeti Ali, Osman, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Zübeyr ve Talha’dan oluşan şuraya bıraktığı haberi geldi. Dostu Ali’nin bu makama en layık aday olduğunu biliyor ve onun yanında olmak üzere Medine’ye gidiyor. Yolda karşılaştığı bir kervandan Osman bin Affan’ın halife olduğunu öğreniyor. Medine’ye gelir gelmez Ali’nin yanına gidip gerçekleri öğreniyor. Ebuzer Medine’de kaldı. Görüyordu ki, hilafet rejimi saltanat rejimine dönüşüyor, Peygamber’in dostlarının çoğunun da değiştiğini görüyordu. Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf (Osman’a oy verenler.) birçok mal mülk edinmişler, kendilerine saraylar yaptırmışlardı. Fakir halk gittikçe fakirleşiyordu. Ebuzer bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu. Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet ediyor, şiddetle Osman’ın kötü davranışlarını eleştiriyordu. Bir gün Osman’ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika’dan gelen verginin beşte birini amcası Mervan bin Hakem’e (Peygamber’in, kendisini ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü miktarlarda para dağıttığının haberini aldı. Ebuzer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu: “Altın ve gümüş toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için çok çetin azabı müjdele” (Tevbe Suresi, 9/34) Mervan, Ebuzer’in kendisine ve Osman’a şiddetle saldırdığını duydu. Konuyu Osman’a iletti. Osman da Ebuzer’i çağırdı: – Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç! – Benim hakkımda ne duydun? – Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum! – Nasıl? – Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler’ ile ilgili bir ayet okumuşsun. – Ey Allah Resulü’nün halifesi Osman, sen beni Allah’ın kitabını okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten men mi ediyorsun?
E
Ö
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
O
SMAN ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu. Osman bir gün dayanamayarak onu Şam’a gönderdi. Ebuzer Şam’a ulaştı. Muaviye binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray yapıyordu. Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye’ye dönüp: – Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir ve eğer kendi paranla yapıyorsan israf! Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye’yi ona şikâyet ettiler ve ne zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip şöyle dedi: – Öyle olaylar yaşandı ki, ben hâlâ bir şey anlamış değilim. Bu amellerin ne Allah’ın kitabında, ne de Peygamber’in davranışlarında hiçbir yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet sahipleri! Fakirlere eşit olun! Bunlar yemeklerini eğlence ve törenle hazırlarlar. O kadar bol çeşitli yemekler yerler ki, bunları hazmedebilmek için ilaç kullanmak zorunda kalırlar. Oysa Peygamber dünyadan göçene kadar bir gün bile iki çeşit yemekle karnını doyurmadı. Hurmaya doyduğu gün ekmeğe doyamıyordu. Peygamber’in ailesi hiçbir zaman üç gün üst üste sabah ve akşam, arpa ekmeğiyle bile doyamadı. Bazen aylarca Peygamber’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmıyordu. Ebuzer saldırılarına devam ediyordu. Servet sahiplerini elim bir azapla müjdeliyor, Muaviye iktidarını titretiyordu. Muaviye ondan nasıl kurtulacağını ve bu tehlikeli kural tanımazı nasıl ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Sonunda bu adamı lekelemeye karar verdi. Yapabilirse halkı, Ebuzer’in kendisinin de altın biriktirdiğine ikna edecekti. Muaviye bir yol bulabilmek için çok düşündü. Beni Ümeyye için önemli bir durum ortaya çıkmış ve hâkim sınıf için büyük bir tehlike baş göstermişti. Sonunda kendince iyi bir yol buldu. Hizmetçilerinden birine bin Dinar vererek, onu geceleyin Ebuzer’e gönderdi. Sabah olunca tekrar aynı hizmetçiyi çağırıp şöyle dedi: “Ebuzer’e git ve de ki Muaviye bedenim yara içinde kalıncaya dek beni dövdü. O parayı başkasına göndermişti. Ben yanlışlıkla paraları sana getirdim.” Hizmetçi gidip Ebuzer’e Muaviye’nin söylediklerini tekrarladı. Ebuzer: “Evladım! Ona deki vallahi senin gönderdiğin paralardan bir Dinar bile sabaha kadar bende kalmadı. Üç gün zaman versin, parayı toplayayım.” Muaviye, Ebuzer’in bin Dinarı aldıktan sonra fakirler arasında paylaştırdığını ve bir gece bile yanında tutmadığını anladı. *** UAVİYE, Ebuzer’e yumuşak davrandı olmadı; sert davrandı olmadı. Parayla satın almak istedi, başaramadı. Onu Şam’dan uzaklaştırmaktan başka çare yoktu. Osman’a bir mektup yazdı:
M
“Ebuzer’in etrafında toplanmalar var. Beni dara sokup işimi zorlaştırıyor. Etrafındakileri sana karşı ayaklandırmasından korkuyorum. Eğer Şam halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan al.” Osman acil olarak Ebuzer’i Medine’ye getirtti. Medine yakınlarında Ali, Osman ve birkaç kişi daha bir araya geldiler. Osman’ın çehresi öfkeyle kaplandı ve bağırmaya başladı: – Siz bana söyleyin, ben bu yaşlı ve yalancı adama ne yapayım? Döveyim mi? Öldüreyim mi? O Müslüman topluluğunu birbirinden ayırmıştır. İslam topraklarından sürgün mü edeyim? Ali. – Ben Firavun ailesinden iman etmiş olanların söylediklerini sana söylerim: “Eğer yalancı ise yalanı kendisine dönecektir. Eğer doğru sözlüyse sizin için öngördüğü şey başınıza gelecektir.” Osman bu söz üzerine daha da sinirlendi ve Ebuzer’i Ali’yle işbirliği yapmakla suçladı. Osman sonunda Ebuzer’le oturmayı ve konuşmayı yasakladı. Ebuzer susmadı, konuşmaya devam etti. Osman bunun üzerine Abuzer’i getirtti, yanında Kab’ul Ahbar ve birkaç kişi daha vardı. (Kab’ul Ahbar, Ömer zamanına kadar Müslüman olmayan Yahudi din adamı, Osman’ın veziri ve danışmanı.) Osman, “Ey Ebuzer! Bu işleri ne zaman bırakacaksın?” diye sordu. Ebuzer. – Düşkünlerin hakları sermayedarlardan alındığı vakit! Osman: – Sizce bir insan malının zekâtını verdikten sonra artık onda kimsenin hakkı var mıdır? Kab’ul Ahbar: – Hayır, Emirel Mü’minin! Birisi malının zekâtını verdikten sonra, isterse bir kerpiç altından bir kerpiç gümüşten ev bile yapabilir. Ebuzer elindeki asayla sertçe Kab’ul Ahbarın göğsüne vurup, “Yalancı Yahudizade, benim dinimi bana sen mi öğreteceksin?” dedi ve Bakara Suresi 2/177 okudu.
Mart 2007
– Görmüyor musun? Allah zekât vermekle, yakınlara, yetimlere, sefillere ve kölelere bağışta bulunmayı ayırmış ve bunları zekâta göre öncelemiştir. Mal biriktirmeyi men ettiğini ve hayır yolunda infakta bulunmayı emrettiğini görmüyor musun? *** İR GÜN Abdurrahman bin Avf’ın mirasını getirip Osman’ın önüne yığdılar. Bu mallar o kadar çoktu ki, Osman’la orada dikilen adam arasında engel oluşturmuştu. Osman: – Ümit ederim ki Allah, Abdurrahman’a hayır versin. Zira o Sadaka verip misafir ağırlıyordu. Şimdi gördükleriniz de malından geriye kalanlardır. Kab’ul Ahbar: – Doğru söylüyorsunuz ey Emirel Mü’minin! Helal kazandı, helal harcadı ve ardındakileri helal bıraktı. Allah ona dünya ve ahrette iyilik bağışlamıştır. Ebuzer: – Ey Yahudizade! Sen ardında bu kadar mal bırakıp ölen birisi için, Allah ona dünya ve ahiret hayrı vermiştir mi diyorsun? Abdurrahman bin Avf’ın bıraktıklarına helal diyorsun, öyle mi? Söyle bakalım, Abdurrahman bu malı nereden getirdi? Allah ona gökten mi gönderdi? Yoksa halkın hakkından ve milletin elinin emeğinden mi topladı? Osman: – Hemen bugün hareket edeceksin, seni Rebeze’ye gönderiyorum. Ebuzer’i buradan dışarı çıkarın! Onu örtüsüz tahta semeri olan bir deveye bindirip tam bir sertlikle Rebeze’ye kadar götürün. Orada hiçbir dostu olmamalıdır. Osman Ebuzer’i Rebeze’ye götürmesi için Mervan’ı görevlendirdi ve kimsenin onu uğurlamaması veya birlikte gitmemesi emrini verdi. Ali, Ebuzer’in sürgün haberini duyunca çok üzüldü; Peygamber’in vefalı dostuna neler yapıyorlar? O an Ali, Hasan, Hüseyin, kardeşi Akil, Abdullah bin Cafer ve Ammar bin Yasir’le birlikte Ebuzer’in peşinden şehirden çıkarak ona yetiştiler. Ali, Ebuzer’le konuşmak için yanına yaklaştı. Mervan araya girip Ali’nin önünü keserek: – Ey Ali, Emirel Mü’minin, Ebuzer’e kılavuzluk ya da yol arkadaşlığı yapmayı yasaklamıştır. Bilmiyorsan bilmiş ol! Ali, aldırmadan Ebuzer’e yöneldi. Mervan tekrar Ali’nin yoluna çıkınca Ali kamçısıyla Mervan’ın devesine vurdu ve “çekil kenara!”diye Mervan’ı azarladı. Mervan, Ali’nin sinirli ve kararlı olduğunu görünce devenin dizginlerini çevirip, Ebuzer’i onların yanında bırakıp şikâyet etmek için şehre döndü. Ali ve yanındakiler Ebuzer’le birlikte Rebeze’ye vardılar. Bir süre konuştular, ayrılık vakti gelince de hüzünlü bir şekilde vedalaştılar. Rebeze’de şartlar çok ağırdı, Ebuzer zaten çok yaşlanmıştı, bu ağır şartlara fazla dayanamadı ve Hakk’a yürüdü.
B
Notlar: (1) Ebu Hureyre Müslüman olmadan önce hayatı hakkında kendi anlattıklarından başka bir şey bilinmez. Müslüman olduktan sonra fakirliğinden dolayı Ashab-ı Suffe’den olduğu bilinir. Müslim’in Fezailus Sahabede’ki 159. bölümünde Ebu Hureyre’nin sırf karın tokluğuna Peygamber’le beraber olduğu anlatılır. Ebu Hureyre’ye ait 5374 hadis olduğu söylenir. Buhari bunlardan büyük bir kısmını kitabına almıştır. Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla yalan isnat eden Ebu Hureyre’dir.” (İbni Ebul Hadid, Nehcul Belaga, c. 1, s. 360). Yine o, “Sevgili dostum bana haber verdi ki” diye Peygamberden bahsettiğinde Hz. Ali, “Peygamber ne zaman senin sevgili dostun oldu?” demiştir. Hz. Ali öldürülmesinden sonra Emeviler dönemi Ebu Hureyre’ye bir köşk inşa edip arazi vermişlerdir. Buna karşılık Ebu Hureyre Muaviye ile ilgili şu hadisi uydurmuştur: “Allah’ın Resulü Muaviye’ye bir ok verdi ve şöyle dedi: ‘Bu oku al ve cennet’te beni onunla karşıla’ ” Ebu Hureyre’den şu hadis rivayet edilmiştir: Allah’ın Resulü şunu derken duydum: “Allah vahyini üç kişiye emanet etti: Ben, Cebrail ve Muaviye.” Tüm bu delillere rağmen “Her sahabe doğrudur” şeklindeki yanlış inancın hadisçileri sürüklediği nokta ortadadır. Ebu Hureyre kimdir ki, Peygamber’in en yakınlarının bile nakletmediği en garip uydurmaları Peygamber’le çok az görüşmesine rağmen nakletmiştir. Emeviler bu hadislerden(!) hüküm çıkartmış ve gerçeği siyasetleri doğrultusunda saptırmışlardır. K AYNAKLAR. Taberi, Tarih-i Taberi Tercümesi İmam Ali bin Ebu Talib, Nehc’ül Belaga Prof. Dr. Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik Abdullah Aydınlı, “ Ebu Zer el Giffari”, TDV İslam Ansiklopedisi Ebuzer Ali Şeraiti-Cevdet Es-Sahher
17
SERÇEÞME
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” KİTABI ÜZERİNE
Kelime Ata ile Söyleştik Ahmet Koçak Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Sivas doğumluyum. Üniversite öncesi Sivas’ta okudum. Üniversite için Ankara’ya geldim ve kaldım. 1988’den sonra Hürriyet, Siyah Beyaz, Flash TV ve Gazete Ankara’da gazetecilik yaptım. Alevi derneklerinde yöneticilik yaptım. Birlik Partisi üzerine çalışma fikri nereden doğdu? Ne zaman başladın? Bu çalışmaya çocukluğumdan kalan izlerle başladım. Mustafa Timisi’nin sesi zihnime yerleşmişti. İkinci yönü de Demokratik Barış Hareketi’ne duyduğum meraktır. Kuruluş sürecinde hep Birlik Partisi örneği veriliyordu; başarısız kaldığı söyleniyordu; partileşmeye karşı çıkılıyordu. Birlik Partisi’ne bakma ihtiyacı duydum, ama hiçbir bilgi bulamadım. İlk yazma fikri 1995–96 yıllarında böyle doğdu. Ailevi nedenlerle 2000 yılı sonuna kadar adım atamadım. O dönemde girişimlerim oldu, örneğin Celil Gürkan’ı aradım. Celil Gürkan garip bir tepki gösterdi ve “bu konuyu kesinlikle konuşmak istemiyorum” dedi. Bu partide yöneticilik yapmış bir generalin bu konuda konuşmaması bana garip geldi. Benzer tepkilerle çok karşılaştım. Yusuf Ulusoy’u aradım, telefonda sert tepki gösterdi; Derler ya “bir dövmediği kaldı.” Öyle korktum ki Ulusoylar’a bir daha yaklaşamadım. Mustafa Timisi de konuşmadı. O partiyle özdeşti, neredeyse Birlik Partisi eşittir Mustafa Timisi. Parti tarihinde bu kadar önemli yeri olan Timisi de konuşmak istemedi. Genel başkan yardımcılığı yapmış emekli general Sıtkı Ulay, anılarını Giderayak adlı bir kitapta yayınlamış. O kitabı tesadüfen buldum. Tuhaf bir şekilde o da anılarında BP ile ilgili tek kelime bile etmemiş. Oysa kendisi parti içindeki ciddi tartışmalarda taraf; birçok kişiyle birlikte partiden ayrılıyor, CHP’ye geçiyor. Bu kadar önemli bir olaydan bir kelime dahi bahsetmemiş. Bu çalışmayı yaparken kaynak bulmak kolay oldu mu? Yaklaşık beş yıl çalıştım, 1963 ile 1980 arasındaki gazeteleri taradım. Bulabildiğim parti yöneticileri ve kurucularla görüştüm. Kütüphanelerden resmi belgeleri, parti yöneticilerinden bazı belgeleri edindim. Sonuçta söyleşiler, yayın taraması ve bulunabilen belgelerden bu çalışma çıktı. Partinin kurucu Genel Başkanı bir general. Hangi nedenlerle kuruldu parti? Mustafa Timisi’den önce iki tane genel başkan var. Kurucu genel başkanın emekli tuğgeneral Hasan Tahsin Berkman olduğu pek bilinmiyor. İlginç bir kişi. Ordudan ayrıldıktan sonra 1961 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden senatör adayı olmuş. Daha önce NATO’da görev yapmış, Genel Kurmay’da ve Milli İstihbarat’ta çalışmış. Bunu, o dönemde partiyi desteklemek üzere çıkarılan Cem Dergisi söylüyor. Paşa, siyasi görüş olarak sağcı, aşırı Sovyet aleyhtarı, ABD yanlısı bir general. Partinin kuruluş nedeni olarak görüştüklerim genellikle Muğla Ortaca olaylarını gösteriyorlar. “Ortaca olaylarından sonra parti kurma fikrine sahip olduk.” diyorlar. Ortaca’da Alevi bir kadına tecavüz edilmesi çok büyük bir infial yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde Alevi köyleri kendilerini korumak için silahlanıyor. Bunun belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Genel sekreter Cemal Özbey’in 1966’dan önce parti kurmak istediğine dair ipuçları var. Şahin Ulusoy, “geldi babamla görüştü, ama babam böyle bir şeyi yanlış bulduğu için reddetti” diyor. Ayrıca Adalet Partisi’nden tasfiye edilen Aleviler var. Demirel, “Aleviler bize oy vermiyor, o zaman biz bunları partiden atalım” diyor. Çok ağır hakaretler içeren sözler söyleniyor: “Alevi oyları Adalet Partisi’ni kirletiyor” deniyor. Bu da Alevilerde tepki oluşturuyor. Alevilerin Demokrat Partiye oy verdiği biliniyor. O gelenek 1960’tan sonra Birlik Partisi’nin çıkışına kadar devam ediyor. 1961 ve 1965 seçimlerinde AP’ye ciddi oy akışı var. Çoğu yerde CHP’den daha fazla oy alıyor.
18
Kurulmasının ardından geleneksel yapının korunduğu bölgelerde Alevi oyları BP’ne yöneliyor. Alevilerin TİP’e oy vermesi bir tehlike olarak algılanıyor mu? Bu çok konuşulan bir tezdir. Çalışmaya başlarken kafamda bu düşünce vardı. Oy dağılımlarında bu tezi destekleyen ipuçları var. 1961 seçimlerinde Alevi oyları AP ve CHP’ye gitmiş. TİP’e oy veren yok mu? Var, ama az sayıda. Örneğin AP’nin iki yüz yetmiş oy aldığı yerde TİP on beş oy almış. Bu, TİP ile Aleviler arasında ilişki yok anlamına gelmiyor. TİP’te Alevilere yönelik bir kıpırdanma var. Eğitimli Alevi gençlerin TİP’e yönelmesi var. BP’yi eleştirenler, partinin TİP’e karşı kurulduğunu söylüyorlar, ama CHP’ye karşı kurulma ihtimali de yüksek. Genel Başkanlığın Mustafa Timisi’ye geçmesiyle beraber, partide halkçı bir söylem başlıyor. Bu süreçten bahsedebilir misin? Parti önceki dönemde AP’nin güdümünde, daha çok CHP ve TİP’e muhalefet yapıyor, 1969’da Mustafa Timisi genel başkan seçildiğinde, farklı bir durum ortaya çıkıyor. Mustafa Timisi gencecik bir insan. Alevilerin toplumsal-ekonomik koşullarını yansıtıyor. Tuzluçayır’da gecekondu da oturan bir genel başkan. Partiyi demokratik sola açmak üzere girişimde bulunuyor. Bunun için de TİP’ten gelen Orhan Arsan’a yönetimde yer veriyor. Orhan Arsan, Genel Politika Esasları adı altında genel bir çerçeve veriyor, ama parti tüzüğüne dokunulmuyor. Tüzükte partinin Türkçü olduğu, Atatürkçü olduğu söyleniyor. Programda da var bu, “Bizim birinci gayemiz sınıf çatışmalarını gidermektir” diyor. Toprak reformu konusunda AP’ye yakın bir çizgi savunuyor. Değişimde tüzük korunuyor, ama program değiştiriliyor. Değişiklik daha sonra benimsenen on iki ilke ile daha da belirginleşiyor. Sınıfsal bir yaklaşım geliyor, ezilenler halk olarak görülüyor. Devletçilik konusunda Ortanın Solu’na yakın bir çizgi benimseniyor. Milliyetçilik sözcüğü kalkıyor, yerine yurtseverlik kavramı getiriliyor. Mustafa Timisi’nin genel başkanlığı, devrimci Alevi gençlerle, geleneksel yapının çarpışmasını yansıtıyor. Sola eğilimli insanlar partide egemen oluyor. Bu da bir süre sonra başka sıkıntılara yol açıyor. Birlik Partisi’nin ilk seçim deneyimine değinir misin? BP ilk kez 1968 İl Genel Meclisi seçimlerine katılıyor. İlk kez genel seçime ise 1969’yılında katılıyor. O seçimlerde sekiz milletvekili çıkarıyor. AP hükümetine güvenoyu verilmesi ne zaman? Beyaz oy verenler neden partiden ihraç ediliyor? 1970’de beş milletvekili AP hükümetine beyaz oy veriyor ve parti ihraç kararı çıkarılıyor. Bunu ihraç edenler söylüyor. Bu konu Su TV’de de tartışıldı. Beş Yol Düşkünü adlı kitaptan dolayı Mustafa Bey’i eleştirdiğimde bana tepkiler geldi, “Ulusoyları savunan kimse nasıl televizyona çıkıyor” dediler. O zaman bir açıklama yapma ihtiyacını hissettiğimde Mustafa Bey, “bir daha bu konuyu kesinlikle konuşmayalım, ben on yıl boyunca kan kustum, lütfen bunu burada keselim” dedi. Ne kadar ısrar ettiysem de Mustafa Bey konuşmak istemedi. Bu meselenin hassas bir nokta olduğunu biliyordum. Toplumun bunu tartışmaya henüz hazır olmadığını fark ettim. İnsanlar, geçmişte yapılan kimi hataların, yanlışların ortaya çıkmasından endişe ediyorlar. Ulusoy ailesi ağır ithamlarla karşılaşmış ve kendilerini yeterince savunmamıştır. O dönemde, “kişisel çıkar sağladılar, onun için beyaz oy verdiler” deniyor. Hayır, böyle değildir! Parti içerisinde yeni bir ideolojik saflaşma oluşuyor. Ulusoy ailesi BP için Orhan Arsan’ın hazırladığı Genel Politika Esasları’na karşı çıkıyor, “Partiyi TİP’ne dönüştürmek istiyor” diyorlar. Bu kavgada diğer taraf da rejimin bekası, onların demokrasinin kurtarılması için AP’yi desteklediğini söylüyor. İki taraf da bu konuyu fazla konuşmak istemiyor, ama bugün benzer sorunlar yaşadığımız için konuşulması ve ders çıkarılması gerekiyor. Dergâhın, Ulusoy Ailesi’nin partileşme sürecindeki rolü ne oldu? Dergâh, parti kuralım diye karar almış değil. Tam tersine, Dergâh’a gidiliyor, çünkü Dergâh’sız bir şey yapılamayacağını biliyorlar.
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME Geçmişte yaşanan olaylar ve bu çalışma günümüze nasıl ışık tutuyor? Alevilerin örgütlendikleri dernekleri var; vakıfları var; dedeler tekrar itibar kazandı; yeni bir Alevilik inşa ediliyor. Bu, bizim dışımızda, kontrol edemeyeceğimiz bir süreç. Alevilik yazılı hale getirilmeye çalışılıyor. Ben siyasete müdahale etme duygusunu anlıyorum. Aleviler haksızlığa uğramışlar; katledilmişler; baskı görmüşler; hakarete uğramışlar. “Beni ancak bir Alevi anlayabilir, benim derdimi ancak bir Alevi çözebilir” diye düşünüyorlar. Peki, ezilen bir Kürt, ezilen bir işçi, ezilen bir Alevi’yi anlayamaz mı? Ya da ezilen Alevi, ezilen Kürdü, ezilen işçiyi anlayamaz mı?
Yanlışlık orada başlıyor. Dergâh’ın bir siyasi parti politikası içerisinde rol almaması gerekir. Siyaset ise başka bir âlemdir. Siyasetin yalın, çıplak, acı gerçekleri var. Orada kavga, ihtiras, iktidar mücadelesi var. Dergâh ister istemez bu mücadelenin içine çekiliyor. Bana göre bu yanlış. Sonra Ulusoy Ailesi’nden dört kişi aday gösterilmiş, çünkü onlar olmadan oy alınamayacağı düşünülmüş. Bu da başlı başına bir zaaftır. Sonra birdenbire siyasi bir nedenle bu kadar rol verdiğin, misyon yüklediğin dini yapıyla ters düşüyorsun ve kalkıp, “bunlar beş yol düşkünü” diyorsun. İhraç, düşkünlüğü ifade eder; Alevilikte karşılığı budur. İnanç ve siyasetin karışması tam da bu anlama geliyor. Manevi kimlikli insanlardan milletvekili olur mu? Olabilir, ama milletvekili olduğu zaman siyasi dille konuşması lazım. İnsanlar dedesine, mürşidine mi oy verecek, yoksa bir partinin milletvekili adayına, genel başkanına mı oy verecek? Bu hassas bir sorudur. Bugün bile bu tür girişimlerin olduğunu düşünerek geçmişi hatırlatmak istedim. Evet, Ulusoy Ailesi oy getirmiştir, çünkü geleneği temsil ediyor, manevi otoritesi var. Fakat yetmiş yılından sonra bu durum değiştiği için parti artık eski oyları alamamıştır. AP hükümetinin bütçesinin desteklenmesi de ayrı bir olumsuzluk oluyor. İlginç bir durum doğuyor: Kazım Ulusoy aday oluyor, ama seçilemiyor. Alevilikte başka bir gelişme yaşanıyor, sola bir açılım var. Dolayısıyla, gelenek de yavaş yavaş çözüldüğü için bu taktikler başarılı olamıyor. Alevilerin BP sürecinden bugüne siyasallaşma, partileşme çabası ne kadar doğrudur? Gerçekte ne Birlik Partisi ne de Demokratik Barış Hareketi bir Alevi partisidir. Toplumsal algılamada ise BP ve DBH Alevilerin partisidir. İkisi arasında fark olduğunu düşünüyorum. Parti programlarında Aleviliğe vurgu yapan hiçbir ifade yoktur. Tam tersi, BP’de kendini milliyetçilik üzerinden sistemle bütünleştiren bir özellik var. BP’nin Alevi olduğunu nereden çıkarıyoruz? On iki yıldızı var, aslanı var; kadrolarının büyük bir kısmı Alevi olunca, toplumsal algılama Alevi partisi şeklinde gelişiyor. Barış Partisi de öyle. Her ikisine de inanç partisi diyemeyiz, ama toplumsal algı böyle. İnanç ve siyaset konusunda şunu söyleyebiliriz. İnanç ve siyasetin birbirine karıştırılması elbette doğru değildir. Birisinde bir Tanrı anlayışı vardır. Tartışırsın, ama çıplak hale getiremezsin. Tartışmanın daha dar olduğu bir alandır. Öte tarafta da olabildiğince tartışılacak, gündelik yaşamımızda hissettiğimiz sorunlara çözüm bulmaya çalışan siyaset var. Bir tarafta seçim var, demokratik usuller var; öte yanda inançla ilgili başka ölçütler var. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor. Aleviler yıllardır CHP’yi eleştirdiler, kendilerini oy deposu olarak gördüğünü söylediler. Bugün de demokratik Alevi örgütlerinin yöneticileri benzer şeyler söylüyorlar. Bu söylem ne kadar doğru? Siyasete müdahale etmek, Alevi kimliğiyle siyasi arenaya çıkmak isteyen Alevi kurumlarının önce bir araştırma yapması gerek: Bir Alevi sandığa gittiğinde hangi düşüncelerle oy veriyor? Eğitim durumu, sosyal yapısı, sınıfsal kökeni oy vermesinde ne kadar etkili oluyor? Oy verirken inanç önderlerinin tercihleri ne kadar belirleyici oluyor? Siyasi bir program bu araştırma üzerinden geliştirilse daha gerçekçi olur. Bir Alevi, sadece Alevi olduğu için bir siyasal tercihte bulunmuyor. Başka ölçütlere de bakıyor. Özelleştirme yanlısı bir partiye de, karşıt bir partiye de oy verebilir. Emperyalizm perspektifini göz önünde tutup tercih yapabilir. Bence Aleviler arasında, “Ben Aleviyim, A partisi de Alevi aday gösterdi; o zaman benim oyumu da bu Alevi almalı” gibi bir düşünce yok.
Mart 2007
İşte sorun o. Devletin Alevilere bir bakışı var: Alevileri yok sayıyor. Bu noktada sadece Alevileri esas alan bir yapılanma, bir düşünce, bir program sonuç vermez. Doğru da değildir. Bunun çok ciddi tehlikeleri olduğunu düşünüyorum. Taleplerin eşitlik temelinde olması gerekiyor. Kanun önünde eşitlik, yani Alevi’ye, Sünni’ye ya da Ermeni’ye Kürt’e, Türk’e ayrıcalık değil. Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin kimliğini ifade etmesine olanak sağlayan demokratik bir düzen talebiyle ortaya çıkmak gerek. Böyle bir demokratik düzen ancak eşitlik temelinde mümkün olabilir, ayrıcalıklarla değil. Demokrasi, zaten ayrıcalığı olanları korumak değildir. Yüz kişinin olduğu bir yerde doksan dokuz kişi aynı şeyi düşünüyor da bir kişi farklı düşünüyorsa, o bir kişinin hakkını koruyan düzendir. Dolayısıyla bu ruh halini anlamakla birlikte doğru bulmuyorum. Biz asla sınıf gerçeğini göz ardı ederek siyaset üretmemeliyiz diye düşünüyorum. Bana göre bu yanlış asıl sorunu gözden kaçırmamıza neden olabilir. Ama bir siyasi partinin varlığını sürdürebilmesi için oy kaygısı var. Dolayısıyla çoğunluğa yaslanmak durumunda. Ancak o çoğunluğu ikna edebilmek gerek. Faklılığın bir zenginlik olduğunu hem devlete, hem de topluma kabul ettirmek gerek. Düşünsel bir zenginlik, düşünsel bir açılımın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu, Aleviler siyasetle uğraşmasın demek değil. Aleviler zaten siyasetten uzak insanlar değiller ki! Oy kullanmayarak, pasif bir tavır takınarak bile siyasi bir tavır alıyorlar. Unutmayalım oy kullanmamak, bütün partileri reddetmek anlamına gelir. BP Alevi toplumuna çok da fayda sağlamadı diyebilir miyiz? Hayır, BP parlamento düzeyinde başarılı örnek değil, ama Alevi kimliğinin fark edilmesi, savunulması açısından kazanımlar sağlamıştır. Barış Partisi için de söylenebilir mi bu? İkisinin koşulları farklıydı. Bu süreç içinde Birlik Partisi’nin daha büyük rolü var. Kadro yönünden de daha zengindi. Bugünkü derneklerin, vakıfların ve siyasi partilerin Alevi kadrolarının büyük bir kısmı bu partiyle ilişkili olmuş insanlardır. Özetçe kitap neyi anlatmaya çalışıyor? Bu kitap özünde inanç ve siyaset ilişkisi konusunda yaşanmış bir örnek üzerinden veri sunuyor. Kitap çalışmasını bitirdikten sonra şuna kanaat getirdim: İnanç siyaseti ya da alt kimlik üzerinden siyaset anlayışı büyük riskler taşıyor. Kazanımları olmuyor mu? Evet, oluyor, ama toplumun bütünü açısından baktığında önyargıları arttırıyor. Siyasi bir olayı inançla izah etmeye çalışıyorsun ya da inanca ilişkin bir olguyu siyasi bakış açısından yorumlamaya çalışıyorsun. Bana göre her ikisi de yanlış. Kitap tabii ki günümüze atıfta bulunuyor. Aleviler, bazı dönemlerde yalnız kaldıklarını düşünüyorlar. Bu duyguyu çok iyi anlıyorum. Kimsenin kendilerine sahip çıkmadığına inanıyorlar. Kendilerinin başkalarının anlamadığını düşünüyorlar. Böyle bir refleksle siyaset projesi geliştiriyorlar, yeni bir parti kurma fikrine kapılıyorlar. Bu çok geçerli ve doğru bir yöntem değil. Çok ders alınması gereken bir örnek BP. Milletvekillerinin parlamento çalışmalarına bakıyorsun: Hemen hemen hiç yok! Alevilerin cemevleri konusunda şikâyetleri, talepleri var; Diyanet ile ilgili sıkıntıları var. Bunlar parlamento çalışmalarına yansımıyor. Gündelik olaylarla ilgili kimi küçük açıklamalar var. Bir tane bile doğru düzgün soru önergesi bulmak olanaklı değil. Demek ki Alevi olarak parlamentoda bulunmak, Alevilerin sorunlarının gündeme getirileceği anlamına da gelmiyor. Hataları ve yaptığı iyi işler ortada, ama umudum Birlik Partisi’nin daha kapsamlı tartışılması, çünkü tarihimizle yüzleşmemiz gerek.
19
SERÇEÞME
KELİME ATA’NIN “ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ ” ADLI KİTABINA ÖNSÖZ
Hüzün Dolu Bir Deney Ali Balkız
K
ÖYDEN KENTE GÖÇ dalgası 1950’li yıllarda başladı ülkemizde. Göç edenlerin büyük bir bölümü Alevilerdi. Okul yüzü görmemiş, herhangi bir mesleği öğrenmemiş, ekonomik birikimden yoksun, köyünden toprağından mecburen kopmuş, kent yaşamına ayak uydurmaya çalışan kimselerdi onlar. (İstisnalar elbette vardı her sosyolojik olayda olduğu gibi.) Aleviler kentte bankayı tanıdılar, fabrikayı, çarşıyı, “Hökümet”i, belediyeyi, somunu, camiyi tanıdılar. İlk kez Sünnilerle kapı komşu oldular. Doğayı, toprağı, bağı-bahçeyi, atı ineği, halıyı kilimi, oyayı nakışı, sazı sözü çok iyi bilirlerdi de mensucatı yeni öğreniyorlardı. Fırını, şoseyi, kuaförü yeni öğreniyorlardı. Gelip kentlerin varoşlarına bir gecede yaptıkları derme çatma, eğreti kondularında yaşamaya başladıklarında belediye onlara; yol, su, elektrik, okul, sağlık ocağı getirmeden önce siyaseti getiriyordu. Parti, particilik diye yeni olgular giriyordu yaşamlarına. Dedelerinden bu yana hiç saray, konak, han, hamam, bedesten, köprü yapmamışlardı ama mimariyi öğreniyorlardı yeni yeni. Ne devlet kurmuş, ne ordu beslemiş, ne yasa yapmış, ne meclis açmışlardı. Aslında dergâhları, pirleri, mürşitleri, dedeleri, musahipleri, yolları, ikrarları, dört kapılan, onun kuralları (hem de kıldan ince kılıçtan keskin) vardı da dernek-vakıf, sandık, kooperatif kurmayı yeni yeni öğreniyorlardı... Bu “yeni yeni”ler o denli çoktu ki yaşamlarında; yetişebilene aşk olsun... Biri “Sünniler” di. Hiç de sandıkları gibi “Yezit soyundan” değildi onlar. Hele de kapı komşu olanlar. Basbayağı kendileri gibi emekçilerdi onlar da... Zengin mahallelerinde oturanlar başka tabi... Diğeri de şu solcu gençlerdi... Gün yoktu ki evlerinin duvarlarına yeni bir yazı yazılmamış ola… Üstelik onlar bir de Pir Sultan’ın dilinden konuşmazlar mı?.. Siyasetle ilk sıcak temasları böyle başladı. Hepsinden önemlisi devleti tanıdılar, onun sınıf karakterini... Yapısını, işlevini öğrendiler. Öğrendikçe korkuları arttı. Korku gizlenmeyi getirdi. Devrimci gençler cesaret aşıladı. “Hep kapıcı, odacı, bakıcı, çaycı mı olacağız?..” diye sormaya başladılar. Soru sormanın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu sonradan öğrenecek ve ağır bedeller ödemiş olacaklardı. Atatürk’ün (ki o bir bakıma mehdi idi) yoldaşı da olsa, İsmet Paşa’yı sevmemişlerdi. Zira o kar-kış dinlemiyor, köylerde cemleri bastırıyordu jandarmaya. Onun için Menderes dediler önce. Hem Doğan Dede de orada değil miydi?... Sonra ihtilal oldu Cemal Ağa (Cemal Gürsel) başa geçti... Ayrıca; “Bir söylentiye göre bizdenmiş mübarek adam...” gerçeği vardı. Âşık Ali İzzet’i de köşke çağırdığına göre... O Cemal Ağa “bizden” de olsa; hiç kimse Hasan Paşa gibi “özce bizden” olamazdı... Zira partisinin işareti, ne at, ne ok, ne el, ne koç, ne terazi, ne başka... Basbayağı, açıktan açığa aslan ve onu kuşatmış 12 yıldızdı. Bunlar, Hz. Ali ve on iki imamlardan başka kim olabilirdi?... Aleviler henüz dün gelmişlerdi kente ama, çok çabuk kavuşmuşlardı partilerine. Aslında bu işte bir gariplik vardı ama, sonu inşallah hayrolaydı. Zira solcu gençlerle TİP farklı şeyler söylüyorlardı bu konuda. Yine de Hz. Pir yardım ederdi nasıl olsa... Doğru sandığa koştular, sekiz milletvekili birden çıkardılar. Bunca oy verdikleri bir partinin tüzük ve programında ne “komünizme karşıyız”, “Türk milliyetçisiyiz” diye yazmalarını önemsediler, ne de “Komünizm Türk milletinin en büyük düşmanıdır.” diye konuşmalarını. Ne partinin daha ilk kuruluşu sırasında kimi girişimcilerin gizlice bir oldubittiyle dışlanmasının ne anlama geldiğini anlayabildiler, ne de ilk Genel Başkanları Hasan Paşa’nın (Emekli General Hasan Tahsin Berkman) bir istihbarat subayı olması, NATO’da çalışması, ordudan resen emekliye sevk edilmesi, henüz Birlik Partisi kurulmamışken sağcı CKMP’den (daha sonra MHP olacak) Çorum adayı olması düşündürdü onları. Varsın Demirel, İnönü, Aybar kızıp dursunlardı... Hiçbiri etkilemezdi onları... Ama ah keşke o kara gün olmasaydı. Çalkantılı bir yıldı 1969 sonları ve 1970...
20
Mecliste 450 milletvekili vardı. Yarının bir fazlası 226 idi. AP, Demirel’in önderliğinde 256 sandalye kazanmış olmasına karşın; Sadettin Bilgiç ve Ferruh Bozbeyli’nin başkaldırısı ile 34 milletvekilini kaybetmişti. İki kez üstlendiği hükümet kurma görevi, “Güvenoyu” ile temelli elinden uçup gidebilirdi. AP’ye; CHP, TİP, Bilgiççiler, en önemlisi 68 Gençliği karşıydı. Bu kritik güven oylamasında Demirel’in dışarıdan edineceği destek oylarına şiddetle ihtiyacı vardı. Çalmadığı kapı kalmamıştı. O sıra BP’nin genel başkanı Mustafa Timisi idi. Timisi, 8 Mart 1970 günü GYK’yı toplamış ve bir karara ulaşmışlardı. İki gün sonra AP hükümetinin güven oylaması vardı. Karar kesindi: Güvensizlik oyu verilecekti. Ama öyle olmadı. Alevi seçmenlerin gurur duyduklan, “Pirimiz”, “Dedemiz”, “Efendimiz” diye ünledikleri beş milletvekili Demirel’e “beyaz oy” verdiler. . Bu beş kişi niye ise BP’nin 17 Ekim 1966’da kuruluşunu izleyen günlerde Demirel’in; “Kanunlarımız din esasına göre bir siyasi parti kurulmasına izin vermemektedir. (...) İhbarlar gelirse Anayasa Mahkemesi harekete geçer. Gereken yapılır. Türkiye’nin sahipsiz olmadığı anlaşılır. Kanunlar herkesi hizaya sokar.” biçimindeki tehdit dolu demecini üç yıl içinde unutmuşlardı. Bu beş vekilin kimlerce, nasıl “ikna” edildikleri hâlâ meçhul... Bu ilginç olay Alevileri derinden sarstı. Güvenoyu gününü (Beyazoyu) hep “kara gün” diye andılar. Seçmenler seçmiş, seçilenler “satılmıştı.” Yara derindi. Kimilerine göre bu durum; Aslan’ın At’ın dizginlerini ele geçirmesi iken; kimilerine göre ise, Aslan’ın At’ın ayakları altında ezilmesiydi. Solcu gençlerin ve TİP’in kaç yıldır söyledikleri gerçek olmuştu. Alevilerin kentte “yeni yeni” öğrendiklerinin arasına şimdi bir de “siyasi oyunlar” eklenmişti. Kendi partilerinde bile; ikilik olabiliyor, delegeler sahte olabiliyor, seçimi ben kazandım, sen kaybettin derken mahkemelere düşebiliyor, biri az geliyor, iki genel merkezli hale gelebiliyorlardı. BP, birazcık toparlanabildiğinde, sağ-sol ayırımı olmaksızın bütün partiler, bütün vekiller aynı kutupta toplanabiliyor, BP’yi bölmek, etkisizleştirmek için elçiler kullanabiliyor, yeri gelince rüşvete, olmadı tehdide başvurabiliyorlardı. Yaman bir işti şu siyaset işi. Aleviler alışık değildi bu duruma. Alışamadılar. Alışamadıkları içindir ki; BP 12 Eylül Askeri Darbesi ile kapatıldıktan sonra oluşturulmaya çalışılan Demokratik Barış Hareketi (Barış Partisi) girişimine yüz vermediler. Haksız da sayılmazlardı: İlk siyasi deneyimleri büyük bir hüzünle sonuçlanmış; partileri en sağdan en sola savrulmuş, oy oranları neredeyse sıfıra düşmüştü. 12 Eylül yönetimi diğer tüm partilerle birlikte BP’yi de kapatınca kurtulmuşlardı bu dertten. Onlara da dersler kalmıştı; en başa şunu yazdılar: Din, mezhep, inanç, kültür vb. duyarlılıklara seslenen bir parti oluşumu (yasalar bir yana) Alevi öğretisine yakışmaz. Laiklik denilen olgu da zaten kabul etmez bunu. Şu mevcut partiler isterler ki; Aleviler hep seçmen kalsın, oylar hep onların olsun. “Siyaset” denilen şey; şu yaşadıklarımız, (ya da bize yaşatılanlar) olmasa gerek. Siyaset; ilkeler, programlar, projeler çerçevesinde, saydamlık, mutluluk, eşitlik, özgürlük, barış, refah, huzur ve bağımsızlık için çalışmak değil midir? En önemlisi halk için, ülke için öz menfaatlerini göz ardı ederek çalışmak değil midir?.. Böyle bir siyaseti ve siyasetçileri buluncaya dek aramalıyız. Bulamıyorsak şimdilik, yaratmalıyız... Aleviler böyle bir deney yaşamışlarken, bu dersleri çıkartmışlarken; dönüp bir de diğer partilere baktılar elbette: Gördükleri ne ilginç, BP’de gördüklerinden hiç de farklı değildi. Parti içi ayrılıklar, bölünmeler, kavgalar, ihraçlar, mahkemeler, suçlamalar her birinde neredeyse birebirdi. Önce bir partinin kendi içinden başlaması, sonra tüm ülkeyi sarması gereken demokrasi kültürü ve ahlakı ne denli uzaklardaydı. Kelime Ata bize bu titiz çalışmasıyla bir dönemi anımsatıyor. Türk siyasi yaşamının çok özel bir deneyimine ışık tutuyor. Sadece Aleviler için değil her yurttaş için bir laboratuardır bu deney. Sonuçları acı da olsa.
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ ” - KİTABIN GİRİŞ BÖLÜMÜNDEN
Birlik Partisi - Sosyalist Tarladan Hasat Stratejisi Kelime Ata
A
LEVİLİĞİN siyasetle bağlarına dair tartışmaların, hep seçim dönemlerinde gündeme geldiğine, sandığın kalkmasıyla birlikte tartışmaların alevinin de söndüğüne tanık oluyoruz. Oysa Alevilik ve siyaset, Alevilerin siyasal tercihleri, ideolojik konumlanışları, Türkiye’deki gelişmeleri anlayabilmenin, daha demokratik, çağdaş, laik bir toplum ve devlet yapısı için mutlaka ele alınıp incelenmesi gereken mayınlı alanı oluşturuyor. Bu mayınlı alanlardan biri de hiç kuşku yok ki, Birlik Partisi’dir. Birlik Partisi deneyimi, hem Alevilik ve siyaset ilişkisinin en tartışmalı evrelerinden biridir, hem de Alevilerin kimlik mücadelesinde dönüm noktasıdır. Böylesine önem atfedilmesi gereken bir sürecin, akademisyenlerin ya da Alevi araştırmacıların, Alevilerin ilgi alanına girememiş olması düşündürücüdür. Kanımca bunun iki nedeni var: Biri, BP’nin tarihini araştırmanın güçlüğü diğeri de konunun taşıdığı hassasiyet. [...] Birlik Partisi, Soğuk Savaş stratejilerinin uygulandığı, komünizme karşı “yeşil kuşak” oluşturulmak istenildiği bir dönemde, 17 Ekim 1966’da kuruldu. İlk nefes alışını, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ortama borçlu olan partinin en önemli özelliği Türkiye Cumhuriyeti tarihinde belli bir inanç kesimine hitap eden ilk parti ve Alevilerin ilk siyasal deneyimi olmasıydı. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra ideolojik mücadelenin keskinleşmesi, yeni sınıf ve kimliklerin siyasete müdahil olması, Demokrat Parti döneminde örgütlenmeye başlayan Nurculuğun DP’nin mirasçısı Adalet Partisi iktidarlarında devlete ve topluma nüfuz etmesi, Alevilere saldırıların yoğunlaşması, Alevilerin, siyaset yaptıkları partilerden dışlanması ve kendi hukuk sistemini asırlarca dağlarda uygulayan ve kapalı bir yaşam sürdüren bu kesimin şehirlerde aktif siyaseti öğrenmeye başlaması, Birlik Partisi’nin doğuşunu hazırlayan temel faktörlerdi. Birlik Partisi, [...] ne kitle partisiydi ne de başlangıçta doktriner özelliği vardı; tepkisel bir hareketin ve bu tepki hareketinin 1960 sonrasında kendisini ifade etme olanağını elde etmesiyle ortaya çıkmıştı. Kurucularının çoğunluğu farklı siyasi partilerde çalışmış ancak başarılı olamamış kişilerdi. Alevilerin hak ve taleplerini savunmak üzere siyaset yarışına giren, barışçıl yollarla iktidara gelmeyi hedeflemekle birlikte, önceliği parlamentoda grup oluşturmak şeklinde belirleyen, bunu da Alevilerin meşruiyetinin sistem tarafından kabulü olarak yorumlayan BP’nin tarihi incelendiğinde iki farklı dönemin varlığı dikkati çeker. Birinci dönem, Kurucu Genel Başkan Emekli General Hasan Tahsin Berkman’la başlayıp, Hüseyin Balan’la devam eden 1966–1969 dönemiydi. Bu evrede Alevilik vurgusu alabildiğine ön plana çıkartıldı. Dönemin kadroları, Alevi taban üzerinde yoğunlaşarak siyaset yaptı. İnancın geleneksel yapısıyla buluşmayı başardı, yerel düzeyde dedelerin gücünden yararlandı. Türkiye’deki laiklik anlayışının Alevilerin aleyhinde oluşan boyutlarına dikkat çekerken, ekonomik ve sosyal sorunlara inanç özgürlüğü kadar öncelik tanımadı. Partinin ikinci dönemi ise Mustafa Timisi’nin genel başkanlığını kapsıyor. 1969–1980 arasındaki on bir yıllık süreyi kapsayan dönemde, BP, Alevilerin haklarının savunuculuğunu bırakmamakla birlikte, kendisine daha ideolojik bir rota çizdi ve demokratik sol anlayışı benimsedi, radikal değişiklikler gerçekleştirip sosyalist düşüncelere yelken açtı ve 12 Eylül darbesinden birkaç ay önce de yaptığı tüzük ve program değişikliği ile başlangıçta var olan komünizm karşıtlığını sona erdirdi. Parti bu dönemde daha baskın biçimde Türkiye’nin tam bağımsızlığını savundu, NATO’yu, CENTO’yu reddetti, “işbirlikçi burjuvazinin sömürü düzeni yarattığını” ifade edip dikkatini sınıf çelişkilerine yöneltti. Ezen-ezilen ilişkisi üzerinden belirlenen bu yeni çizgi, doğal olarak dedeleri partiden uzaklaştırdı ve devrimci gençleri dinamik güç haline getirdi. Geleneksel yapıyla kurulan bağ, partiye 1969 seçimlerinde sekiz milletvekili kazandırmıştı. Mustafa Timisi’nin sosyalist tarladan hasat stratejisi ise, başka sol örgüt ve partilerin daha başarılı performanslarından dolayı hüsrana uğradı. Birlik Partisi, kendisine siyasi gelecek arayan politikacıların bir nevi “siyasi staj” gördükleri ya da kendilerini vitrine çıkardıkları çatı oldu aynı zamanda. Siyaset tutkunu eski askerler, öteki partilerde varlık gös-
Mart 2007
teremeyenler, tasfiye olmuş siyasi kadrolar zaman zaman 12 yıldızlı aslana yöneldiler ama kalıcı olamadılar. Bir genel sekreterin en fazla bir yıl görev yaptığı partide, kadrolar sürekli değişti, gelenler bir süre siyasi gelecek aradı, olmadığını görünce de partiyi terk etti. Kadroların değişkenliği başlı başına güvensizlik yarattı. Buna, maddi olanakların yetersizlikleri, entelektüel birikimin yokluğu ve tutarlı bir siyasi çizginin olmaması yüzünden konjonktüre göre davranma tarzı da eklenince Alevilerin niceliksel oyu ile orantılı başarı hiçbir zaman elde edilemedi. Birlik Partisi’nin Türk siyaseti ve Aleviler açısından taşıdığı bir değer var. Ne kadar küçük kalmış olsa da her seçimden yenilerek çıksa da BP, Alevileri, bu inançtaki insanların kimlik mücadelesini ve siyaseti derinden etkiledi. Bu etkilenmenin iki boyutu var: Birincisi; BP’nin ve Türk siyasetinin karşılıklı olarak birbirinden ne öğrendiği, ikincisi ise Alevilerin BP deneyiminden ne kazandığıdır. BP’nin siyaset sahnesine çıkışı, Alevilerin gerekirse siyasete partileşerek müdahale edebileceğini gösterdi. Bu çıkış, ister istemez öbür partilerin Alevi duyarlılıklarına simgesel anlamlar da taşısa sahip çıkmasına ortam hazırladı. Özellikle CHP’ye, Alevi isimlerine milletvekili listelerinde daha fazla yer verme zorunluluğunu hissettirdi. BP’nin bir siyasi rakip şeklinde ortaya çıkışıyla Alevi isimler, diğer partilerin listelerinde daha çok sayıda yer alır oldu. Siyaset dünyası Alevileri bir denge unsuru olarak kabullendi. Dönemin bazı siyasi gruplarınca Türkiye İşçi Partisi (TİP) oylarını parçalamak üzere devlet tarafından kurdurulduğu ileri sürülen BP, Osmanlı İmparatorluğu zamanında “yok edilen”, Cumhuriyet döneminde “yok sayılan” Alevi-Bektaşi tabana dayandı. Anayasanın laiklik ilkesinin uygulanışının Aleviler açısından doğurduğu sorunları çözmeyi amaçladı, gerici çevrelerin ve devletin “sakıncalı, kâfir, zındık” değerlendirmelerine muhatap olan Alevilerle ilgili önyargıları yıkmayı ve bu kimliğin kabulünü Diyanet Teşkilatı ve parlamentodaki temsiliyet üzerinden sağlayarak meşruiyet sorununu aşmayı hesapladı. 27 Mayıs Anayasasının sunduğu örgütlenme olanakları çerçevesinde programı, etkinlikleri ve yürüttüğü hukuk mücadelesiyle toplumdaki önyargıların kırılmasına kısmen siyasal öncülük etti. Aleviler ise Birlik Partisi ile siyasi bir deneyim ve etkisi yıllar sonra ortaya çıkacak bazı kazanımlar edindi. En önemli kazanım –bir bütün olarak değerlendirildiğinde başarısızlıklar sözkonusu idiyse de– elde edilen özgüvendir. Siyaset terazisinde denge ağırlıklarından birini oluşturduklarını görmek, Alevilere, oyunun gücünü hissettirdi, partileşme onlara siyasi bir deneyim kazandırdı. Cesaret ve özgüven özellikle 1980 sonrasında siyasal ve toplumsal düzeyde, devletle olan ilişkilerde Alevilerin, daha talepkâr davranmasının yolunu açtı. Bugün Aleviliğin, devlet tarafından resmen tanınmasa da kısmen başardığı toplumsal meşruiyette, BP’ye büyük bir hisse ayırmak gerekiyor. Aleviler, bu süreçte BP deneyiminin olumsuzluklarını da kavradılar. İyi niyetlerle yola çıkılmış ve Alevilik esaslarına dayalı bir devlet düzeni öngörülmemiş olsa bile inançların siyasete bulaştırılmasının sakıncalarını yaşayarak gördüler. İnanca dayalı bir devlet düzenine taraflar olmamasına rağmen tabanının Alevilerden oluşması, BP’nin Alevi Partisi şeklinde algılanmasına yetiyordu ki, bu durum yalnızlaştırıcı bir etki yapmıştı. Oysa Alevilerin sorunları ancak çağdaş, aydınlanmacı, demokratik çerçevesi geniş bir sistemin kurulmasıyla ve toplumun demokrasi problemi yaşayan öbür kesimleriyle kucaklaşmasıyla çözülebilirdi. BP deneyimi bu açıdan epey öğretici oldu. Nitekim edinilen bu deneyim Sivas Katliamı sonrasındaki tepkiden beslenerek 1995 yılında kurulan Demokratik Barış Hareketi ve devamı niteliğindeki Barış Partisi sürecinde yol gösterici oldu. Siyasi partilerin Alevi sorunlarının çözümünde samimi davranmadığı, Alevilerin hak ve taleplerinin ancak Alevilerin kuracağı bir parti ile gerçekleştirilebileceği tezleri ortaya atıldığında, BP örneği anımsandı; Demokratik Barış Hareketi’ne karşı açık tavır alındı. Çünkü Aleviler, sorunlarının toplumun öteki kesimlerinin sorunlarıyla birlikte çözümlenebileceğinin farkına çoktan varmışlardı. [...].
21
SERÇEÞME
Anadolu Aydınlanması
K
İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi
Gerçekte ise, böylesi büyük kurum ve oluşumların lâsik felsefe tarihine göre aydınlanma doğru tanısı, ancak küllerini eşelemekten geçer. Onfelsefesi, aslında bir XVIII. yüzyıl felVeli, âşık ve düşünürlerin larda ne büyük cevherler varsa, izleri hep o küllerin sefesidir. Dünyada, ilkin İÖ V. yüzyılda eski Yunan’da bir antik aydınlanma’nın hazırladıkları aydınlanmanın içinde gizlidir. Böylesi durumlarda, bulunup gidile(Grek aydınlanması) gerçekleştiği bili- oluşturduğu duygu ve düşünce cek temel düşünsel yöntem, sezgisel bir yoldur. Bu ise, “duymak” ile “dinlemek” arasındaki ilişkiden genir. Grek Aydınlamacıları bilgicilerdir. Anılan bu iki ortamında kendine özgü çer. Bu ilişki, tıpkı “bakmak” ile “görmek” arasındaki aydınlanmada da dogmacılığa karşı çıkılmış, insan özellikler kazanmış ilişkiye benzer. Yine böylesi hallerde şunu hiç akıldan usu bilgi ölçüsü olarak alınıp değerlendirilmiş ve biltemel ilkeleri, çıkarmamak gerek, “görmek hep konuşmadan önce ginin geniş halk kitlelerine yayılmasına çalışılmıştır. Her iki aydınlanmada da spekülâsyonlara sırt çevrilsevgiye, emeğe, alın terine, gelmiştir: Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenmiştir” (John Berger, Görme Biçimmiş, insan ve kültür sorunlarına eğilinmiştir. XVIII. dayanışmaya açık, içtenlikli leri). Bütün bunlar “gerçeklik duygusuna varmayı” yüzyıl aydınlanması İngiliz düşünürü John Locke ve basit öykü anlatımı (1632-1704)’la başlar. Hume, Condillac ve Fransız anlatmak ve sağlamak için kullanılan yöntem ve izözdekçileri bu aydınlanmanın önemli temsilcileridir. leklerdir. Buradan yola çıkalım. Burada önemli olan, yollarıyla yansıtıp Daha sonra Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman bizim varmak istediğimiz büyük hümanizmanın ışıksevdirmeleri düşüncecileri bu aydınlanmanın geliştiricileri olmuşlarını hemen başlangıçta söndürmemiz gerekir. Çüneğitim ve öğretim alanlarında kü, bizim bilip varmak istediğimiz ve adına aydınlanlar, bu konuda kayda değer eserler vermişlerdir. Gerçek aydınlanma felsefesi ise, Karl Marks ve Friedrich örnek bir tutum ve davranış ma dediğimiz büyük hümanizma, öyle kolay kolay Engels’le gerçekleşmiştir. oluşup ortaya çıkmamıştır, çok yönlü bir oluşumu ve olarak İmmanuel Kant (1724-1804)’a göre aydınlanma, gelişimi olduğu gibi, çok yönlü, karışık dağılım, etkideğerlendirilmelidir “aklın kendi yol açtığı erginsizlik durumundan kurleşim alanları da vardır, bunların hiçbiri yadsınamaz; tulması” anlamına gelir. Aslından ise, bireysel açıdan çünkü, bunlar gerçekten özlerinde, insanlığın öyküaydınlanma ancak, bireyin etnik köken, din, mezhep, toplumsal sınıf ve sünü taşırlar; ışıkları hep, insanlığın belli dönemlerinde, bazı kesim ve yöre gibi bağımlılık, dolayısıyla da erginsizlik yaratan “aidiyet ya da yerlerde şimşekler gibi çakıp parlayan, herkese kurtuluş/ümit vadeden, mensubiyet”lerden sıyrılıp kurtularak bağımsızlaşmasıyla olanaklıdır. ferahlık ve mutluluk getiren akıl ışıkları olarak kabul edilir. Gerçeklere, Aydınlanma anlamında kültürlenme ise, insan aklının evrimi süreoluşa ve tarihsel kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, olay ve olgu bu cinde bir üst aşamaya çıkarak, örneğin özerklik, özgürlük, barış, kölelik doğrultuda oluşup gelişmiştir. ve kutsallığın yok edilmesi, başta yoksulluk olmak üzere, her türlü eşitİşte böyle ışıklı dönemlerden biri de, XIII. yüzyılda Anadolu’da olusizliğin, haksızlığın, acının, farklılığın ortadan kaldırılması durumuna şarak ortaya çıkan, ne yazık ki, derinlemesine, çok yönlü bir incelenme ulaşmadır. Zaten insanlık, tüm tarihi boyunca hep, iyiyi, güzeli, doğruimkânına kavuşturulamamış olan özgün Aydınlanma’dır. yu, gerçeği ve yararlıyı ereklemiştir. Böyle bir düşünce evrensel nitelikO çağa, bu büyük özgün aydınlanmanın ortaya çıktığı döneme az da lidir. Yani, bundan çıkarılacak sonuç şudur: Her türlü düşünsel etkinlik olsa, hoşgörülü/iyimser bir açıdan baktığımız zaman, Selçuklu İmparainsan içindir. Bilim de, felsefe de, uygarlık da insan içindir. Bütün buntorluğu yönetimindeki Anadolu’nun bir kısmında, İslâmî tasavvufî dülar insanın araştırılmasına yönelik çalışmalar niteliğindedir; öyle anılıp, şünce ile bazı genel felsefe deneyimlerinin bir anlamda özgürce yazılıp, öyle kabul edilmelidir. şiirle de olsa söylenebildiği, özgürlük tüten bir ortam ve havaya sahip İşte bu bağlamda İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), pek olduğunu görürüz; ancak bu hava özünde, ne zaman susturulacağı kesin yerinde bir girişim olarak kabul gören “yararlıya yönelme” yaklaşımını olarak bilinmeyen güvensiz, kaygan olgularla dolu bir görünümü de içedüşünce tarihine getiren filozof olarak tanındı. Yine bu bağlamda, her rip sergiler durumdadır. Doğal olarak bunlar, o çağın Anadolu’sundaki şey insan içinse, “sadece beni ilgilendiren, gerçekte beni hiç ilgilendiryadsınamaz gerçeklerdir. Bir başka anlatımla Anadolu, XIII. yüzyıl’da mez” diyebilmek ya da J. Paul Sartre’ın (1905-1980) dediği gibi “İnsan böyle dinsel yorum özgürlüğü bulunan kısa bir dönem yaşayıp geçirmiştir. Bu ortamda oluşturulan özgün aydınlanmanın baş rolüne soyunmuş bütün dünyadan sorumludur” sözünde gizli düşünceyi gerçek anlamıyla kişiler, böyle bir karışık ve kırık bir ortamda yaşamışlar, düşüncelerini kavrayıp ortaya koymak çok önemlidir. Ancak, insan diğer varlıklardan böylesi bir ortamda söyleyip yazmışlardır. ayrı olarak kendini ve dünyayı yenileme potansiyeli taşıdığı için, önem Aslında ise Anadolu, o çağda büyük kırılmalara gebe, karanlık bir kazanır ve öne geçer; böylece ilerleme yeteneğini hiçbir zaman yitirmez. kaos ortamına sürüklenmek üzere, dipsiz bir uçurumun kenarında gezip Bunun için yaşam her zaman filozofları haklı çıkarmış, otoritelerin tüm durmaktadır, bu açıdan baktığımızda onun her yanı kıpır kıpırdır, herkes baskılarına karşın, XV ve XVI. yüzyıllar bir tür aydınlanma sayılan Rönesans dönemi bu şekilde değerlendirilmiş, filozoflar hümanist düşüncehem korku, hem de ümit içinde tedirgin yaşamaktadır; siyaset, zaman ve nin ilk ışıklarını o yıllarda yakarak dünyaya yaymışlar ve bu hümanist toplum yapısı yakın geleceklerin kan denizini hazırlama telaşı içindedirdüşünürler tüm insanları kendi duygu ve düşüncelerinde bularak, “ben” ler, adetâ sessizce buna hazırlanmaktadırlar. yerine “biz” kavramını koyan insanlar olarak anılmayı hak etmişlerdir XIII, XIV ve hâttâ giderek XV. yüzyıllara ilişkin Anadolu tarihini, (Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe). şöyle kaba hatlarıyla da olsa, gözler önüne getirip serdiğimiz zaman, o Her aydınlanmanın mutlaka sosyal, duygusal ve düşünsel temellegünleri inceleyen tarihçilerin yapıtlarında, 1071 Malazgirt Savaşı öncesi rinin olduğunu, başlangıçta bunların çekirdeği beslediğini, çekirdeğin ve sonrası, hatta tâ X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya çeşitli Türk kavimbunlara ve benzer olgulara sarılarak oluşup geliştiğini, hüda-yı nabit, lerinin durmadan kümeler halinde sessizce akışlarını izlediklerini, daha yani kendiliğinden ortaya çıkmadığını, her düşünce akımının ilk yere sonraki kanlı Haçlı seferlerini, hemen ardından acımasız, talancı Moğol bastığı, salt bir başlangıç zemini edindiğini, oradaki kültürel birikiministilalarını, ardı arkası kesilmeyen kaoslu iç isyanları, nedeni, niçini biliden yola çıkarak, böylece ilk hareket noktasını seçtiğini, sonraki aşanen veya bilinemeyen çeşitli karşılıklı vuruşmaları, kör savaşları, çılgınmalarda temel amaçlara götürecek prosedürleri belirlemeye çalışarak ca saldırıları, yağmaları, talanları, insanların çoluk, çocuk, kadın, erkek detaylara girip yan ve nüans sayılabilecek erekleri, yol ve yöntemleri ayırmaksızın öldürülmelerini, daha nice benzer insanlık dışı eylem ve seçip oluşturduğunu, bu arada çalışma arkadaşları, işçiler bulunduğunu, davranışları seyredip yazdıklarını, bütün bunları kaygan, güvensiz bir bunların çoğunu ince eleyip, sık dokuyarak değil de, çoğunu rastlantıortamda insanlığa karşı işlenen suçlar sınıfına sokup öyle nitelendirdiklarla yakalayıp yanına aldığını, sonradan bir kısmından anlaşamayarak lerini, hepsini umutsuzluğu besleyen karanlık olgu ve olaylar olarak kaayrıldığını, arayıp bulmaya çalıştıklarını ancak akan zaman içinde tanıbul edip değerlendiklerini görür, bu acı gerçekle yüz yüze geldiğimizi ma fırsatı bulduğunu, böylece hazırladığı ortamda tabakalaşarak, gelişip anlarız. beslenerek ana ışığın kaynağı haline geldiğini, hep yeni ürünler verip Elbette ki, bütün bu belirgin kırıklar, kargaşa, kaos, güvensizlik, bunlarla hem beslenip hem de kendisinin, ürünlerinin ve gerçek düşünkorku ortamları, büyük çapta işin kötü yönlerini teşkil etse bile, bunun ce özünün tanımlarını yapmak için büyük uğraşlar verdiğini, okullaşma yanında, Anadolu’ya gelen Türkler İslâmiyet’i, şöyle ya da böyle, Arapgayreti içinde geleceklere dal budak salmaya çalıştığını söylemeye gerek Emevi-Bedevî barbar yağmacı ordularıyla ilk ilişkilerinden itibaren, var mı? Ama yine de, özü yakalayabilmek, akışı kesintisiz görebilmek, kanlı boğuşmalarla geçen yaklaşık 350 yıl sonra, daha çok bir kısım tasavvufçu kanadın esin ve ümit telkin etmeleriyle benimsemiş oldukları her şeyi doğru tanıyıp yerli yerine koymak için, işe kalıntılardan, detaylardan başlamak gerek, en doğrusu bu. kabul edilse bile; yine kim ne derse desin, Anadolu’ya gelen Türklerin,
22
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
AHMET AKAR
Geldim İslâm öncesi Şamanist ve Budist dönemlerin ve yeni yurtlarındaki yerel dinlerin bazı değer motiflerini ve kurumlarını benimsedikleri, onları İslamî boyalarla süsledikleri, hatta İslâm’ı özgün bir yoruma tabi tutup, buna göre anlayıp uyguladıkları; bunun yanı sıra, Anadolu’da kendilerinden önce var olan zengin kültür ve yerel inançlardan da etkilendikleri ve onları bazen de kendilerinin şu veya bu tarzda etkilemiş oldukları yadsınamaz tarihsel bir durum sayılsa bile, Anadolu’daki bu büyük aydınlanmayı böyle bir deprem ortamında, kırıklar içinde sağlıklı, doğru ve nesnel biçimde, gerçeğe uygun olarak saptayıp, yanılgıya düşmeden değerlendirmek kolay iş olmasa gerek. Onun içindir ki, Anadolu Aydınlanması dediğimiz olgu, öyle birden bire bir gecede ortaya çıkmış bir olay da değildir. Uzun bir tarihsel süreç içerisinde, çeşitli ortam ve kültürlerden beslenmek suretiyle yetişen büyük düşünürlerin düşünce platformunda oluşup gelişmiş; zamanla zenginleşerek kazandığı çeşitlilikler içinde güçlenen bu Türk, İslâm geleneği şeklinde bir kimlik kazanarak ortaya çıkmıştır. Oysa, İslâm’ın dünyanın diğer bölgelerindeki görünümleri, özellikle Arap, İran ya da Kuzey Afrika’da yaşayan halkların oluşturdukları İslâm gelenekleri, Anadolu’da oluşturulan bu özgün gelenekten çok ayrı, farklı ve değişik bir kimlik ve içeriktedir. Çünkü, Anadolu’da anılan yüzyıllarda oluşan İslâmî gelenek, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Edebâli, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan ve benzeri veli, âşık ve düşünürlerin hazırladıkları aydınlanmanın oluşturduğu duygu ve düşünce ortamında kendine özgü özellikler kazanmış, geliştirilen temel ilkelerin ışığında oluşan sevgiye, saygıya, emeğe, alın terine, dayanışmaya açık, içtenlikli ve yeni bu aktöre, zaman süreci içinde, toplumun her kesimine taşınıp yansıtılarak bu konularda ışıklı, verimli ve doyurucu ürünler verilmeye başlanmış, inanç ve düşüncelerini halkın düzeyine inerek açıklamayı başaran veliler ile ardıllarının ve yardımcılarının aktöresel bu görüş ve düşünceleri geniş halk kesimlerine inanılması güç yazılı ve sözlü basit öykü anlatımı yollarıyla (menâkıpnâmeler gibi) yansıtıp sevdirmeleri eğitim ve öğretim alanlarında örnek bir tutum ve davranış olarak değerlendirilmelidir. Zaten Anadolu’daki bu İslâm geleneği, her yanı sevgi dostluk dolu, ılımlı, hoşgörülü, sevecen, paylaşımcı, gerçekçi ve özünü yitirmeden çağın değişen koşullarına uyum sağlayarak gelişmeyi ilke edinmiş, insancıl yönü her alanda ağır basan, engin bir tevazu içinde, köleliğe, sömürüye, her türlü haksızlığa, yabancılaşmaya olanak tanımayan, çirkinliklerle savaşan, tamaha, ikiyüzlülüğe karşı çıkan, uygulamalarında kadın-erkek ayırımı gözetmeyen, dil, din, ırk, mezhep, cins farklılıkları bilmeyen ve her türlü ayrımcılığa haklı tepkiler gösteren, saygıyı, turablığı yol bilen bir görünüm sergilemektedir. Böyle olduğu içindir ki, bir Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Edebali, Hacı Bayram-ı Veli ve daha niceleri, büyük İslâm velileri ve ardılları hiç durmadan kendi dergâh ve ocaklarında, İslâm’ı hümanist ve kültürel açılardan ele alarak, tasavvufun engin ve yetkin ışıklarında olgunlaştırdıkları binlerce özgün görüş ve düşünceyi, yine binlerce öykü haline dönüştürerek Anadolu’da binlerce kent, kasaba, köy, tekke, berigâh, dergâh gezerek durmadan bir bir anlatmak suretiyle tohumlarını ekip yeşerterek, evrensel barış, sevgi ve dostluk ürünleri olarak bu topraklarda kökleşmeleri için kan, ter ve göz nuru dökerek çalışmışlar, kendilerinden sonra gelen kuşaklara kutsal ve dayanıklı bir kültür ve inanç hamulesi olarak bu aydınlanmayı sunmuşlardır. İşe bu aydınlanma açısından bakarken, şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım ve unutmayalım ki, elbetteki dinler tarihi, bir bakıma, çok geniş bir zaman ve mekân atmosferinde oluşup gelişen çok kapılı bir yapının, dinler arası, söyleşim, etkileşim, iletişim süreçlerinin karışımlarının oluşturduğu çok renkli ve değişik kültür yığınları durum ve görünümündedirler. Ancak yine de, kendine özgü iyi, güzel, sevimli, etik yönler kazanmış, birikimli içerikleri olduğu da yadsınamaz olgulardır, ama bütün bunlara karşın, dinler tarihi, insanlık ve uygarlık tarihi içinde, ne yazık ki, karma ve eli kanlı bir tarih olarak karşımıza çıkmakta, kendisini akıl almaz, mantık dışı nedenlerle savunmaya çalışmaktadır. İnsan olarak, tarihin karşısında yapılanların acısının verdiği burukluğu duymamak olanaksızdır. Kaldı ki, bu olgulara bir de kültür kuramı bağlamından bakarsak, daha değişik durum ve olgularla karşılaşırız. Şöyle ki; maddi kültür nesnelerinin yanı sıra, kişinin toplumsallaşarak bireyselleşmesi aşamalarında, kazanmış olduğu yeteneklerin ve edindiği her türlü bilginin toplamı onun için, manevi bir kültür oluşturur. Din kültürü de bu genel kültürün bir bölümünü teşkil eder. Yani, aslında bir toplumun ve kültürün içine doğan insan, tüm insanlığın kültür birikimini önünde bulur ve gücü ölçüsünde de onu edinmeye çalışır. Bir insanın kendi gücüyle katıksız olarak özünde yarattığı değerler son derece az ve sınırlıdır ama; onun edindiği her şey, başkaları tarafından üretildiği için de kendisine yabancıdır. Gerçekte her kültür ürününde öz ve yabancı öğeler bir araya gelir/getirilir. Bu olgu, bir tür özün ve yabancının birlikteliğidir. Ernst Bloch’un anlatımıyla, “İç”, içliğinin, ya da “öz” özlüğünün ayrımına varabilmek için, “dışı” deneyimlemiş olmak zorundadır. Öğrenme denilen ve dış etkiyle, ya da etkileşimle gerçekleşen süreç, zaten başka türlü de yürüyemez (Onur Bilge Kula, Kültürel İletişim). O zamanla kişi ve topluluklar üzerinde egemen olsa bile, yine de onun özel dünyasında belirli, belli bir alanı ve ağırlık kazanır. Ancak, bu ağırlık ve egemenlik sürekli sayılamaz. Bunun için, öz kültür, ulusal ya da katıksız kültür kavramları görecelidir. Çünkü hepsinin içinde yabancı öge, en azından üzerinde başkasının eli vardır. Dünyada katıksız, arı, duru bir kültür yoktur. Aslında her kültür bir alaşımdır. Öz ve yabancı denilen öğelerden oluşur, bunlar kaynaşmış, karışmış, kanları, renkleri, kokuları birbirine sinip erimişlerdir. Bunların bazı değişik nitelik ve özelliklerini görüp saptamak mümkündür, ama bunları tel tel ayırmak, cımbızlamak imkânsız olduğu gibi şudur budur diye sınıflayıp ayırmak da olanaksızdır. Bunlar kültür alanında sadece, aidiyet ve mensubiyet duygusu ve algısı yaratan olgular olarak düşünülüp ele alınmalıdır. (Devamı 24. Sayfada)
Mart 2007
Aşkı niyaz etmek için Pirim kalktım sana geldim Bu yol erenler yoludur Edeple erkâna geldim. Gerçekler çekermiş çile Erişmek için menzile Aşk odundan döndüm küle Kerem gibi yana geldim. Aşk dalgası coşar sende Goncalar açar seherde Özüm dâr’da yüzüm yerde Hü deyip meydana geldim. Vuslat badesini içip Gerçeği fark edip seçip Hurafelerden vazgeçip İlimle irfanla geldim. Ahmet Akar çeker yası Silindi gönlümün pası Davam Kerbelâ davası Ol Şahı Merdan’a geldim.
Pir Bana Dedi ki Hü dedim çağırdım şahlar şahına Destur gir içeri gel dedi bana Girdim huşu ile bir niyaz kıldım Çalış yola layık ol dedi bana Güzel pirim gül cemalin özledim Gelir diye yollarını gözledim Hak Hakikat nedir, kerem kıl dedim Hakkı öz gönlünde bul dedi bana Bu yola ser veren yolundan şaşmaz Yol ehli olanlar benliğe düşmez İnsanlara gurur kibir yakışmaz Ölmeden evvela öl dedi bana Şah Hüseyin için serin verenler Geri dönmez Hak yoluna girenler Yolun kurucusu ulu erenler Her şeyden uludur yol dedi bana Pirim Pir Sultanım bana kıbledir Aşk dalgası gelir, dilim söyletir Ahmet Akar sana kuldur köledir Yargıla kendini bil dedi bana.
Sükût-u Harf Hüseyin Albayrak
ISBN: 9944-986-52-6 15 x 19 cm boyutunda 216 sayfa Dharma Yayınları
0212.512 8121
23
SERÇEÞME
COŞKUN GÖNÜLLÜ
Sevgi Barış Olmalı Dostlar çok önemli yüz ifademiz Duruşunda sevgi barış olmalı Aslında doğuştan her yürek temiz Vuruşunda sevgi barış olmalı Her insana yeter gök deniz kara Savaş insanlığa cinayet en büyük yara O zaman silaha harcanmaz para Kuruşunda sevgi barış olmalı Hiç kimse almasın yalanı dile Riyakarlık ekler çileye çile İnsanın insana elini bile Sürüşünde sevgi barış olmalı Ne olursa olsun şöhreti şanı İnsan olan insan incitmez canı Bir doğrunun eksik yanlış olanı Yerişinde sevgi barış olmalı Vefasız olanlar bilsin vefayı Herkes mutlu olsun sürsün sefayı Bilim adamının bilme kafayı Yoruşunda sevgi barış olmalı İnsanın özüdür beraber oluş Eşitçe paylaşmak en güzel buluş Hep bana hep bana demeden alış Verişinde sevgi barış olmalı Gönüllü Coşkun’um demeden benim Yediğim lokmanın yarısı senin Her halimde insanım diyen insanın Her işinde sevgi barış olmalı
AŞIK DAİMİ
Kainatın Aynasıyım Kainatın aynasıyım Madem ki ben bir insanım Hakkın varlık deryasıyım Madem ki ben bir insanım İnsan Hak’ta Hak insanda Arıyorsan bak insanda Çok marifet var insanda Madem ki ben bir insanım Bunca temenni dilekler Vız gelir çarkı felekler Bana eğilsin melekler Madem ki ben bir insanım Daimi’yem harap benim Aşk ehline şarap benim Ayaklara turap benim Madem ki ben bir insanım Bu iki nefesin alındığı kaynak: Av. İsmail Metin, Alevilerde Halk Mahkemeleri, Cilt 2, Alev Yayınları, İstanbul, 1995
Esat Korkmaz’ı 20 Mart’tan başlayarak Salı geceleri saat 9 ile 10 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C - Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6 24
(Baştarafı 23. Sayfada)
Anadolu Aydınlanması Kişisel kimlik, bireyin din, mezhep, etnisite, ulus, yöre, meslek ve kültür gibi değişik alanlarda onun öz bilinci temelinde “özü” başkadan, “öteki”nden ayırma uğraşı temelinde oluşturulan bir olgu sayılmalıdır. Bu yönüyle kimlik bir tekleşme edimidir. Öteki, ona tehlikeli ve düşman olarak görüle bilir. Böyle karışık ve sürekli bir oluşum ortamında yaşayan kültür de bunlar normal sayılmalıdır. İşte bu çok yönlü gerçeklere ve olgulara hep açık olan Alevi-Bektaşi topluluklarının, zamanla çok yönlü ve renkli şekilde oluşup paylaşılan, birikimsel ve dinsel içerikli kültürlerini, önemli pirlerin ışıklı yol göstericilikleri doğrultusunda, köktencilikten ve katı şekilcilikten uzak tutmaya çalışarak ve her türlü bağnazlığa, karanlığa çöküp oturmadan, “bilimle gidilmeyen yolun sonunu karanlık” olduğuna inanarak, böylesi yerlere hiç yanaşmadan, trenini durdurmadan, hep yeniden biçimlendirdiği alt, üst, ara kültür kimliklerini yeri geldikçe hem koruyarak, hem karıştırarak, hem birleştirerek kendi özünü, diriliğini, rengini, ayrılığını ve temel kimlik niteliklerini korumak suretiyle günümüze değin varlığını sürdürmüş bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır, diyebiliriz. Toplumsal açıdan baktığımızda kültür, bir insan üretimi olarak, doğuştan gelen, kişisel olgu ve özelliklerden ziyade, öğrenilen ve kazanılan bilgi ve deneyimlerden oluşur, o hep her türlü nitelik ve koşullarını kendi özünde türeten özgün bir bal arısı gibi çalışır. Ancak, onun bu nitelik ve özellikleri paylaşılan, edinilen ve yeniden biçimlendirilen türdendir. Zaten kültür çok yönlü, diri bir oluşumdur. Bütün bunlar yani tarihsel durum,olgu, doğa, coğrafya, iklim ve toplum koşulları, etnik kökenler ile din, mezhep ya da inanç anlayışı, kültür farklılıkları bir araya gelerek karışık yöntemlerle hazırlanıp yoğrulur. Bu gibi kavramlarda oluşum hep komplike ve çok yönlüdür. Bu bağlamda din, sanıldığı gibi, katıksız ve saf sayılamaz; böyle bir alanda da karşılıklı etkileşim alış-verişi ilkesi düzeyinde görünür, öyle de geçerlidir. Kültür alanında etnik köken, ulusal ögeler, dil, gelenek, görenek ve töreler, tasada, kıvançta, iyi günde, kötü günde ortaklık duygusu kültür alanındaki temel ana unsurları oluştururlar, hattâ şovenizmden arındırılmış ulusal onur bile bu sıralamaya dahil edilebilir, bunlar, toplumsal gerçeklerdir, yadsınamazlar. Özetlersek, bunun yanında “Kültür, soyut ve somut değerliliklerin ve değersizliklerin üretim sürecini de içerir.” Ama yine de unutmayalım ki, her kültür ürünü, diyalektik ilke gereği, kendi karşıtını da her zaman içinde taşıyıp barındırır. Tez, anti-tez, sentez oluşumu ve ilkeleri burada da geçerliliğini korur. XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşturulan dinsel ağırlıklı özgün Aydınlanma’nın çekirdeğinde, harcında, temelinde, binasında ve çatısında yukarıda açıklanmaya çalıştığımız maddi ve mânevi ögelerin hepsi elbette vardı. Çünkü kültür salt değerlilikleri içermez, bunun yanında, insanın içine, içselliğine de yönelip bakar; oysa, yine onun yarattığı uygarlık öyle değildir; o hep dışa, dıştaki nesnelere, hak hukuk gibi dış belirleyimcilere yönelir, oralarda uğraş verir. Demek ki, bu yönüyle de kültür, insanlığın tarihsel gelişimiyle yakından bağlantılıdır; hatta, daha kaba taslak şekilde de olsa, tarihe şöyle bir göz attığımızda, insanlığın evriminin, düz ve doğrusal bir çizgi izlemediğini, kültürün, insanlığın tarihsel evrimi içerisinde bir üst aşamaya çıkma uğraşının türevi olarak ortaya çıkıp bağırdığını görürüz. Hatta giderek; İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve bu çağın temel belirleyicilerinin başında bile, Aydınlanma olgusunu öngörecek bazı temel katkıların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunların yanı sıra, tevhit kavramı etrafında odaklaşan tasavvufun geniş yelpazesi altında, Kuran-ı Kerim’inin üzerindeki simsiyah örtüyü kaldırarak şeriatın ördüğü kalın kabuğu kırarak, İslâm mentalitesinin tevhit kavramının gösterdiği noktada, elele, gönül gönüle, tüm insanların ayni inançta birleşmesi ve kendi aralarında bir olması ve yine kendi aralarında başka başka fıkralara ayrılsalar bile, sırf bu noktada bir olmaları anlamına gelir ki; bu Alevi-Bektaşi dünyasındaki inanç ve felsefik anlayışın Tanrı ile bir olmak, varlığın birliği demek sayılan Vahdet-i Vücûdçu felsefenin özünde şiirleşerek, daha büyüsel bir ortama girmeye başladığının ilk izleri, tohumları sayılabilir. Yine bu, giderek Anadolu Aydınlanmasının temelindeki atomsal çekirdeği oluşturan güzel değerlerin çevresinde dönüp dolaşan görüşler olmuş ve daha gerçekçi bir kimlik ve anlamlar kazanmaya başlamıştı, böyle bir içerik oluşturmuştur. İşte bu nedenledir ki, Bâtınî felsefesinde, tanrı insan birliği, giderek “Ene-l’Hak” kavramında gerçek anlamını ve özünü bulmuş, zaman sürecinde her şeyi yoğurup yapan Allah, insanı ve doğayı yaratmakla kalmayıp, bütün bunlarla evrende bir tür kendi görünüm ve yansımasını vermek suretiyle sözünü ettiğimiz aydınlanmadaki gerçek yerini, anlamını ve önemini kazanıp korumuştur. Böylece bu özgün aydınlanmada, bütün taşlar yerli yerine oturmuş, sular durulmuş, her şey yoluna girmiştir. Yine bunun yanı sıra, aydınlanmadaki gizli anlayışta birikip tortulanan, Tanrı ile olan ilişki, itiraz ve eleştiri şeklinde geniş bir elastikiyet alanı ve içeriği kazanarak beyinlerde ve gönüllerde görülen aşk ve yârenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Muhyiddin ibn Arabî, Şahabeddin Suhreverdi ve benzerleri özgülünde oluşan bu felsefe, İslâm’ın kendi içinde başlayıp derinleşen değişik bir anlam kazanmış, din kendi kendine üzerindeki kabuğu kırarak derinleşmeyi, içtenliği oto kritiği öğrenerek şekilcilikten, sığlıktan, kuruluktan, korkaklıktan hızla uzaklaşarak derin uçurumlarda koşmaya, yeni anlam ve soluklar kazanmaya, büyük yollar kat etmeye başlamıştır. Gerçekte, Vahdet-i Vücûdcu anlayışın esası ile ilk kaynağının Hint Felsefesi olduğu yadsınamaz bir gerçek sayılmalıdır. Ama Vahdet-i Vücût felsefesi, bu yeni açılımlarıyla İslâm’ın kendi içinde başlayıp derinleşen, çeşitlilikler kazanan yeni bir anlam ve içerik olarak,bu iklimde bütün azametiyle doğmuş, canlı ve sınır tanımayan bir kültür ürünü olarak kendini günümüze değin taşımasını bilmiş ve XIII. yüzyıldaki Anadolu Aydınlanması’yla da tarihe adını altın harflerle yazdırarak sosyal ve kültürel alanda gerçek ve saygın yerini almıştır. Anadolu’da XX. yüzyılda, 1919-1923 yılları arasında çiçeklenmesi başlayan son aydınlanma, daha değişik bir kimlik ve daha evrensel nitelikler içermektedir. Ancak, bu son aydınlanmanın XIII. yüzyıldaki aydınlanmadan etkilendiği, bazı benzer yönleri bulunduğu, her ikisinin de temelde hoşgörü, iyilik, doğruluk, dayanışma, gerçeklik ve sevgi üzerine kurulmuş olduğu açıktır.
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
KADIN OZANLARIMIZ
Ayhan Kaleli (Deli) Ahmet Koçak
A
YHAN KALELİ 9 Mart 1968 Malatya doğumlu. İlkokulu Malatya’da, ortaokulu İstanbul’da okudu. Geçim koşullarının zor olması nedeniyle çocuk yaşta çalışmaya başladı. 1988 yılında evlenen ozanımızın, iki oğlu var. Ozanımız ilk şiir denemelerine ilkokulda başlamış. Daha sonraki süreç için şunları söylüyor: “dünya görüşüm, yaşadıklarım ve duygularım olgunlaştıkça şiirlerim de ona göre şekillendi”.
Ozanımıza Deli mahlasını Malatya Arguvan’ın Minayık ocağından Hüseyin Orhan Dede vermiştir. Ozanımızın halk ozanlığı geleneği üzerine görüşleri ise şöyle: “Halk ozanı olmak, bütün dünyaya aynı gözle bakabilmek ve yaşadığın dönemi tarihi bir belge haline getirebilmek demektir”. Günümüz kadın ozanlarımızdan Ayhan Kaleli, kalemi güçlü, tasavvuf ehli bir hak âşığıdır.
Hak Kelâmı Hak kelâmı çalar söyler sazımız Dil bilmeze gayet kolay söz gelir Muhabbette dosta geçer nazımız Pişer canı fikri kâmil öz gelir Damla damla düşer çeşmi yaşımız Kerbelâ’da şehit mazlum şahımız Tene değil insanlığa lafımız Zalim tığlar gözümüzden yaş gelir
Toprak olur ayakaltında kalır Hakikat sözünden hisseler alır Gönlünü yok eder menzile varır Aşılmaz dağları yola çevirir
Gözü değil gönlünü aç Lazım değil başıma taç Yol bilirsen gönüldür haç Bu kafayla yok olursun
Sinesinde gonca güller açtırır Dostu sever sermayesin artırır Muhabbetle aşk ateşin yaktırır Kurumuş dalları güle çevirir
Ne Süleyman ne de Harun Hükmederdi yok firavun Yarat bir can sonra savun Bir zerre ile boğulursun
Deli gibi sevmesini bilirsen Aşka düşüp buzlar gibi erirsen İkrarını bir gerçeğe verirsen Sultan seni turap kula çevirir
Deli demiş sana gardaş Hoş sineme kurdun bağdaş Bırak teni canla uğraş Belki Hakk’a kul olursun
Hüdai
Huylarım
Ardımda bırakıp gittiğim dünya Söyleyin türkümü diller ağlasın Ne bir murat aldım ne de bir fayda Söyleyin türkümü diller ağlasın
Şu kötü huylarım ne de kıymetli Ölmeden ölmek de ne zor iş imiş Yaşamak güzel de ölüm heybetli Arzularım hayal masal düş imiş
Ne nazlı bebeğe ninni söyledim Ne bir güzel sevdim gönül eyledim Ne kusur ettim de bilmem ne eyledim Söyleyin türkümü diller ağlasın
Kıymetin bilmedim geçti baharım Gezdirdim başımda kara dumanım Bir işe yarar mı bilmem imanım Günahım içimde yanan köz imiş
Yüzler sürdüm dergâhların tozuna Mızrap vurdum erenlerin sazına Katlanmışım cümlesinin nazına Söyleyin türkümü diller ağlasın
Yar dediğim acı oldu ömrüme Yaralarım göz göz olmuş kime ne Sözler hançer gibi batar sineme Gözümden dökülen kanlı yaş imiş
Akıl ermez bu dünyanın işine El etti de düştüm yarın peşine Deli gibi yandım aşk ateşine Söyleyin türkümü diller ağlasın
Deli isen akıl başta kuş olur Arif isen her söz dile hoş olur Cahil isen başa gelen taş olur Hak bilene yalan dünya boş imiş
Yağmur Gibi Düştük Toprak Üstüne
Can bedende gezip gördük elleri Baldan tatlı bize dostun dilleri Yağar üstümüze dostun gülleri Atar başımıza elden taş gelir
Yağmur gibi düştük toprak üstüne Çamur olup bir bedene ten olduk Nefes verilince gönül köşküne Akıl aldık cennetinden men olduk
Cam değil ki, gönül canda kırılmaz Hak deyince dost ayrılmaz Bir olmadan hak yoluna varılmaz Deli derler her sözümüz boş gelir
Ayrı değil farklı farklı düşünce Eldir deyip ikiliğe düşünce Uğraşırsın bütün ömrüm boyunca Gelip giden mihmanlara han olduk
Turap
Allah birdir neden dinler övülür Hak katında canlar eşit görülür İnanmayan aşk narına gömülür Piştik ateşinde şükür can olduk
Turap olmak arifliğin nişanı Talip olan yüzün Hakk’a çevirir Erenlerin engin olur lisanı Acımış dilleri bala çevirir
İkrar verdik Şah-ı Merdan Ali’ye Süre geldik Hacı Bektaş Veli’ye Beyan etmek nasip oldu Deli’ye
Baba Mansur evladına cem olduk
Mart 2007
Ah Çeke Çeke Karardı gül bahtım geceye döndüm Yar senin derdini ben çeke çeke Çıra gibi yaktın gidince söndüm Yüreğimde derdin ah çeke çeke Coşkun seller ile kaynadım coştum Bir köle misali peşine düştüm Ne dedim de yârim sen bana küstün Ölürüm derdinden ah çeke çeke İstersen aşkıma Deli deyip gül Ben sana yanmışım yalnız bunu bil Beni anlamadın sen dengini bul Yar birazda sen yan ah çeke çeke
Vay Kendini unutup ele karışma Ararda kendini bulamazsın vay Bilmediğin sözle kemle konuşma Söz ile menzile varamazsın vay
Kul Olursun
Herkes ateşini içinde taşır Başı kirlenenin tırnağı kaşır Yükü taşımaktan her yeri nasır Bu hal ile turap olmazsın vay
Hazır yapılmış dünyaya Sanki senin kurulursun Gücün yetmez Hak olmaya Taşıyamaz yorulursun
Alev alev yanar ocağın közü Sanma imdat eder gerçeğin özü Genç iken gezip de görünce güzü Elin ateşiyle pişemezsin vay
Saza vurdun üç beş mızrap Eller yazmış olma kitap İnsanlığa eyle hitap Fikri paksan var olursun
Eşilir mezarın gayet çok derin Sızılı kesilir inan bedenin Cehennem mi derin cennet mi serin Başında bir duman dolanırsın vay
Koyun güden çoban olma Hep sözlerin elden alma Sonra sacın başın yolma Cennetimden kovulursun
Gidip gelen var mı bilsen ahrete Deli deyip gülme düşme hayrete Halin ne olacak sor bir millete Sonra kâinatta yok olursun vay
25
SERÇEÞME
BEN OZANIM / ANKARA’YA ADLI ALBÜMÜ YENİ YAYINLANAN
Selahattin Akarsu ile Söyleştik Seda Coşkun
O
ZANLIK geleneğinin önemli temsilcilerinden Selahattin Akarsu’yla sıcak, samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Ben Ozanım / Ankara’ya adını taşıyan yeni albümünde toplumsal sorunlara, haksızlıklara, eleştirel ve yalın bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Diğer albümlerinde olduğu gibi bu albümde de gelenekten beslenip, anonimleşen türküler görüyoruz ve yine Selahattin Akarsu besteleri önemli bir yere sahip. Selahattin Akarsu, ozan olmanın, kişiye yüklediği sorumlulukların bilinciyle hareket ediyor ve yetkin, usta bir dille; sazını, sesini, sanatını hissetmemizi, sevmemizi sağlıyor. Halkın derdini, kendi derdi edinmiş, korkusuzca sazın teline vuran ozanımıza kulak verelim: Öncelikle siz tanıyarak başlayalım söyleşimize. Selahattin Akarsu kimdir? Ben Sivas’ın Kangal İlçesinin Minerakaya Köyünde doğmuşum. Evli ve 3 kız çocuğu babasıyım. İstanbul, Örnektepe’de ikamet ediyorum. Sanatçılara uygulanan geriye dönük borçlanma yasasından emekli oldum. Şu anda Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul Şubesi-Okmeydanı Cemevi’nde, yönetim kurulu üyesi olarak kültür sanat çalışmalarını yürütüyorum. Muhlis Akarsu’nun yeğeni olmanız, ondan etkilenmeniza neden oldu mu? Nasıl etkilenilmez ki, çok büyük bir ozanın yeğeni olmam dolayısıyla, bir kere kan bağım var. Kendimi bildim bileli ben Muhlis Akarsu dinlerim. Ona benzersiz bir sevgi ve saygı besliyorum. Her şeyiyle benim hayranlık duyduğum ve örnek aldığım bir ozandır. Onun dışında müziğe olan büyük bir aşkım var. Bu duygularımı şöyle dile getireyim; ben çocukluğumdan beri, Muhlis Akarsu’nun plaklarını dinleyerek büyüdüm -Muhlis Akarsu’nun dışında büyük ozanlarımızdan, Mahsuni’nin, Aşık Daimi’nin, o büyük üstatların plaklarını, kasetlerini de dinleyerek-. Kasetlerimde de Akarsu türküleri okudum. Son dönemlerde kendim yapıyorum türkülerimi. Ne demişler “Göl yerinde su eksik olmaz” Yeni kasetiniz çıktı. Hem Alevi Bektaşi deyişlerinin gelişiminden hem de yeni kasetinizden konuşalım. Ben bir Alevi çocuğuyum, Alevi dedesinin çocuğuyum. Bizim soyumuzda dedelik var,
seyitiz biz, baba tarafından ocakzadeyiz, Kocaleşker oğullarındanım. Alevi Bektaşi geleneğinden geldiğim için deyişlerin ben de çok büyük yeri vardır. Köyümüzde yıllar önce yapılan, cemlere katılırdım, Alevi dedelerin cemlerini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla cem olmazdı, senede bir iki defa perşembe günleri cem yaparlardı, o yoksulluktan dolayı, ama aklımdadır. Alevi deyişlerini hep o dedelerden dinlerdim. O zaman Muhlis Akarsu’da zakirlik yapardı. Bizim köylerde de, yakın köylerde de dedelerle birlikte, zakirlik yapardı, deyiş, mersiye okurdu. Ben dayım Muhlis Akarsu’nun, sağlığında bir iki tane kaset çıkardım. Onun beste ve deyişlerini seslendirdim. Bana kendisi şöyle derdi: “Bir gün gelecek sen benim tahtıma oturacaksın” Tabii böyle bir şey mümkün değil, kimse kimsenin yerini alamaz. Ama söylediğim gibi üzerimde etkisi çoktur. Onun kasetleri, plakları, beni söz ve türkü yazmaya da itti. Daha sonra, türkü yazmaya başladım. O talihsiz olaydan, Sivas katliamından sonra, türkü çalışmalarıma ağırlık verdim. Çok severek, Akarsu’nun plağını dinlerdim, bir arkasını, bir önünü. Annem bazen kaygılanırdı, şöyle derdi: “Oğlum bu kadar sık dinleme, sana bir şey olacak” Daha sonra da ASM’de dayım Akarsu’nun anısına bir kaset yapmam zorunlu oldu. Onun anısına ithaf edilen bir kaset çalışması yaptık. Bu gelinen süreçte ise iki sene arayla bir kaset yaptım ve son olarak da beşinci kaset-CD piyasaya çıktı. Beşinci ve son kasetim, Ben Ozanım / Ankara’ya adını taşıyor Bu albümde toplumsal ve siyasal sorunlarımızı dile getiren taşlamalara, yergilere rastlıyoruz. Oluşturduğum eserlerimde bu özellikler var. Bir eseri yazarken, ona hazırlanmıyorsun, bir anda geliyor. Dünyada olan biteni büyük bir merakla izliyorum, dünya insanlığının gelişmesine kayıtsız değilim. Örneğin orada dinlediğiniz Ankara’ya türküsünde; “Bir oyum vardı vermiştim Çekip gitti Ankara’ya Elimden aldı lokmamı Yutup gitti Ankara’ya Ankara’ya Ankara’ya Yazık oldu fıkaraya Boş verirsen bu dünyaya Her zaman kalırsın yaya”
Bu bir anlık bir şey. Beş dakika ya da on dakika içerisinde dörtlükler meydana geliyor. Bu eserlerimizi sağlığımızda anlamazlarda, öldükten sonra değer verirler. “Ne güzel yazmış, söylemiş” derler. Bu hep böyle olmuştur. Toplumsal içerikli yönleri olan türkülerim ağırlıkta olacaktır, türkülerimde belli bir noktada Akarsu tarzı hakim, bu çizgide yürüyorum. Albümünüzün geneline baktığımızda neler var? Usta malı deyişler, türküler var. Diğerleri bana ait eserler. Halk ozanlarının geleneği ve kültürü yaşattığına inanıyor musunuz? Hala devam ediyor mu ozanlık geleneği? Hala devam ediyor. Ancak koşullar insanları biraz uzaklaştırmış denilebilir. Yoksa ozanlık ölmedi ki, ölmez de, mümkün değil. Bakıyorsunuz geçmiş dönemdeki ozanların yazdıkları, hala türkülerde, sanatçılar tarafından da okunuyor. Bu işte olumsuz gördüğüm taraf ise yenilik yapılmaması. Buna rağmen pek çok yazan ozan var, ama ismi, duyulmamış, tanınmamış. Pek çok kitap var, bestelenmemiş şiirler mevcut, türkü olacak kalıplarda, türkü motifinde yazılmış. Sürüyor ozanlık, sürecek de. Yaşanan durgunluk, teknolojiden mi, dünyada gelişen olumsuz olayların etkisi mi bilinmez. İnsanlar artık eskisi gibi ilgilenmiyor, türkülerin içinde yaşamıyor gözükse de türküler ölümsüzdür biliyorsunuz, ama üretkenlik yok, bu bir gerçek. Mahsuni Şeriflerin, Pir Sultanların, o büyük ozanların yazdıklarını şimdi insanlar yazamıyor. Niye yazamıyor; o hayatı yaşamadığı için, onların yaşamı çok farklıydı, şimdiki durum ise biraz daha farklı. Yazılmıyor, eski ozanlarımız da olduğu gibi yazılmıyor, yazanlar da seslerini duyuramıyor. İnsanların belki birbirlerine bağlılıkları azaldı. Evet, insan ilişkilerinde kopukluklar var ve ne yazık ki günden güne zayıflıyor. Dayanışma, insan sevgisi yok oluyor ve genel bir bencillik söz konusu. Günümüzde hakim olan globalleşen, rezilleşen bir sürece doğru gidiyoruz. Bu bizi derinden etkiliyor. Bizim üretkenliğimizi olumsuz bir şekilde etkileyen nedenlere olumlu çözümler üretmek lazım. Bugün hala Mahzuni’nin, Muhlis Akarsu’nun, Aşık Daimi’nin, bildiğimiz ozanların, türküleri günümüzde yaşıyor, farkındaysan hiç yeni üretim yok, ya da son derece az. Örnek aldığınız diğer sanatçılar kimler? Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif, Davut Suları. Çok fazla yok diyebilirim. Ama en çok etkilendiğim; Muhlis Akarsu ve Mahsuni Şerif. Yön FM’deki programınızdan bahsedelim, Aşıklar Meclisi’nden.
Selahattin Akarsu, Yılmaz Güney’in Paris’te, Père Lachaise Mezarlığındaki kabrinin başında
26
O program kendiliğinden oluştu. Radyolar kuruldu, 1993 yıllarında, Yön FM’nin dışındaki diğer radyolarda da peş peşe gelişti. Diyebiliriz ki, halk müziği çalan, Alevi deyişleri çalan radyoların içinde emekten yana tavır koyan bir Yön FM’di. Orada arkadaşlarımız,
Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
ALİ İHSAN DOĞAN (KUL İHSAN)
Duaz akademik çalışma yok, diksiyon yok, bu şartlar altında teklif ettiler. Ben programcılığı bilmem, ne yapacağım dediğimde: “Sazını alıp geleceksin, iki tane de konuk bulacaksın, sohbet edeceksin, bu kadar” dediler. “Kolay” dedim o zaman. Yön FM’de Aşıklar Meclisi isminde. Sevgili yönetmenimiz, Murat Taylan’ın da burada çok emeği var. İlk radyo programcılarından, ayrıca genel yayın yönetmenimiz. Aşıklar Meclisi çok uzun sürdü, nasıl oldu, ben de anlayamadım, orası bir okuldu ve o okulda yetiştim sanki. Kaç yıl sürdü? On yıl sürdü, kesintisiz, orada arkadaşlarımız “yeter artık” demediler, ben dedim. On yıldır, bu program sürüyor, Aşıklar Meclisi, “yeter artık, ben yapmayacağım” dedim ve bıraktım. Dönüp baktığımda çok da iyi geçtiğini düşünüyorum. Hemen hemen bütün ozanları konuk ettim. Mahzuni Şerif’ten, Ali Ekber Çiçek’e kadar. Aşık tarzında okuyan, ya da aşıklama okuyan insanların çoğunu. Ben bile unuttum sayısını. Aşıklar Meclisi adlı programı biz Yol Televizyonu’nda gerçekleştirmek istiyoruz, bu konuyla ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Daha önce Yeditepe Televizyonun deneyim sahibi olmuştum, önümüzdeki günler içinde de bu programla sizlerle olmayı umuyorum. Vakıftaki çalışmalarınızdan bahsedelim biraz da. Bildiğiniz gibi Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı yönetimi kurulunda görevliyim. Çeşitli birimlerdeki arkadaşlarımızla görev dağılımı yaptıktan sonra, benim yapacağım iş; kültür sanat, görevi oldu. Vakfın kültür sanat bölümünde görev yapıyorum şu anda. Sanatsal alanda; paneller, konserler, dinletiler, periyodik olarak anma günleri düzenleniyor. Anma günlerimize özellikle önem veriyoruz. Bizim kültürümüzün en önemli yapı taşlarından, taşıyıcılarından olan aşıklarımızın, ozanlarımızın, yazarlarımızın konuk edildiği, kitleye, halka yönelik bilinçlendirme, bilgilendirme seminerleri ve dinletiler gerçekleşiyor, oldukça da iyi gidiyor. Buradaki ilgiden memnun musunuz? Evet, memnunum. Okmeydanı bölgesi Alevi halkın, ilerici demokrat insanların yaşadığı bir bölgedir. Bu bölgede Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve cemevi var. On üç yıl oldu kurulalı, burada yaşayan herkesin de çok büyük emekleri var, halkın ilgisi, sevgisi var. Halk müziğinin dünden bugüne gelişimini ve günümüzdeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yenilik yapmamız gerekir. Müzikte tekelleşmeyi kırmamız gerekir, tabii ki zor. Şöyle ki; müzikteki tekelleşmeyi kırmadıktan sonra, paylaşımı gerçekleştirmedikten sonra, biz bir yere varamayız. Bakıyoruz sanatçı arkadaşlarımızın tavırlarına; birliktelik yok, dayanışma yok, tekrar yineliyorum; üretkenlik yok. Çok çalışmamız gerekir, istediğimiz noktada değiliz. Ayrım var sanatçılar arasında, medyatik sanatçı diye nitelendirdiğimiz, kendini duyurmuş, kendini
Mart 2007
bir şekilde gündeme taşımış insanların hizip hastalıkları çok, sanatçı olmaktan, sanatçı duruşundan uzaklar. Diyebilirim ki; kendini ön plana koymuş, sanatı onun arkasında kalmış. Bu durum müziğimizi yanlış ve olumsuz bir tarzda etkiliyor. Eskilerden güzel örnekler verirsek, Ruhi Su olsun, diğer bahsettiğimiz ozanlar olsun. Bu ozanlarımızın kaygıları yokmuş, günümüzde piyasada yer almak için kaset çıkarmayı yeterli görülüyor. Sistem de bunu destekliyor. Sistem sanatçıyı yaratıyor, ancak sanatçılar arasında da eşitsizlikler yaratıyor, uçurumlar yaratıyor. Kendini duyuran insanlar geriye dönüp bakmıyor, kimse kimseye yardımcı olmuyor. Günümüzde bu çelişkiler çok büyük. Gelinen noktaya ben çok kızıyorum. Sanatçılar sanatını, kafelerde, barlarda yapıyorlar. Buna karşı mısınız? Evet, son derece karşıyım. “Yapmalıdır, ekonomik” diyorlar, ama başka olanakları düşünmek gerek. Ben şahsım adına kafe, barlarda türkülerin dile getirilmesini, özellikle de Alevi deyişlerinin, içkilere meze edilmesini doğru bulmuyorum. Bunu bütün içtenliğimle dile getiriyorum; çok yanlış. Yeni kasetinizin tanıtımı için konserler düşünüyor musunuz? Benim en çok yapmak istediğim de, geniş halk kitlelerine seslenebileceğim konserlerde yer almak. Bu düşünceyle konserlere ağırlık veriyorum. Avrupa’da, burada, dernek toplantılarında konserlerim var, televizyon programlarım olacak. Bu şekilde çalışmalarım sürecek. Ayrıca müzik firmamın da desteğiyle, çeşitli çalışmalarla halka ulaşacağız. Eskiden ozanların, halka ulaşması gönül birliği yoluyla gerçekleşiyordu. Çünkü dinlemeye istekli, hevesli halk, ozanını tanıyordu. Köylerden kentlere ozanlar gelir, plaklar tanıtılırdı. Şimdi medyanın, her konuda desteği gerekiyor. Benim esasen öyle bir derdim yok, ben doğru işi yapıyorsam, kitlelere ulaşacaktır, yeteri kadar olmasa da ulaştığı kadarı da bana yeter. Halkın türkülerden, kendi değerlerinden uzaklaşmasını neye bağlıyorsunuz? Kötü yapıtlara bağlıyorum, kötü yorumculara bağlıyorum. Hızlı bir şekilde tüketilme söz konusu. Hep söyleriz, eskiden çok daha ilgi vardı, konserlere büyük ilgi vardı. Bir Mahzuni konseri yapıldığı zaman yer yerinden oynardı. Bugün baktığımızda, her yerde, etkinlik ve konser var, bıktırıldı diye düşünüyorum, halk o kadar doydu ki, ama o türkü dinleme zevki ve alışkanlığı hala insanlarda var. Ancak insanlar artık kötüyü iyiden ayırt etmeyi öğrendi. Gelenekten beslenen ozanlarımız, bu işi hakkıyla yapan insanlarımız hala büyük bir zevkle dinlenmeye devam ediyor. Son olarak ne söylemek istersiniz. Size ve derginize çok teşekkür ederim.
Gelin canlar hu çekelim Murteza’nın aşkına Bilinmez mi kimden geldi Muhammed’in hatemi İmam Hasan hulk-ı Rıza geçir gönül köşküne Mahşere dek unutulmaz Şah Hüseynin matemi İmam Zeynel Abidin’le zindan olur bu günler Bakır Cafer i Sadık’la çözümlenir düğümler Musa Kazım Rıza ile sermest olur gönüller El aman ey canda canan umman eyle katremi Takı Nakı Askeri den demin alır özümüz Mehdi sır olmuştur derler onu görür gözümüz Pir Hacı Bektaş Veli’ye ikrar ettik sözümüz Kul İhsan’ım medet mürvet af eyle sen hatamı
ÖZLEM RENDE
Bir Zaman Bir zaman var Kimi zaman yakınımdadır Tutmak isterken elimden kaçıp gider Kimi zaman gelir uzağımdadır yetişemem Bir zaman vardır Beni alıp götürür memleketimin diyarlarına Yurdumun güzel insanlarıyla tanıştırır Anadolu’mun toprak kokan yollarından geçeriz Elleri hamur kokan analar görürüz Orak biçmekten beli bükülen ihtiyar dedeleri görürüz Alacakaranlıkta okuma sevdasına düşen çocuklar görürüz Bir zaman ki bu ne zaman Şimdi kapımı çalıp içeri girecek olan bir misafir Beklenmedik bir konuktur.
HASAN ÖZTÜRK (BERRAKİ)
Olur Bir Gün Bir olsa gönüller bayram eğlenir Kırkların makamı seyran eğlenir Gönüller hünkâra hayran eğlenir Ömür mevsim mevsim yaz olur bir gün İnsanın zulmüne seyre duranlar Yalan üzerine zemin kuranlar Haram lokma ile kul doyuranlar Kırkların ceminden yoz olur bir gün Berraki bu sesine uyar uyanır Elini yüzünü yuar uyanır Sağır sultan bile duyar uyanır Sivrisinek bile saz olur bir gün
27
SERÇEÞME
ŞÜKRÜ BABA
Sultan-ı Nevruz Akşamlar aşk olsun bayram gecesi Bu ayın nurudur Sultanı Nevruz Fazlı Şahım budur dilek gecesi Ne Mübarek gündür Sultan-ı Nevruz Bayram kutlu olsun açılmış güller Konmuşlar meydana garip bülbüller Esmai Hayderi zikreder diller Ne Saadet bize Sultan-ı Nevruz Muhammet Mustafa Sultanı Cihan Ali’nin sırrını çün kıldı beyan Hatice sırrından kamusu şâdân Ruha Safa verir Sultan-ı Nevruz Saadet hırkasını büründü Ali Velayet tacını vurundu Ali Melek secde etti bilindi Ali Nübüvvet sırrında Sultan-ı Nevruz Muhabbet şehrinin nurdan yapısı On iki imamdır cennet kapısı Hak’a secde eder kulun hepsi Dilekler kabuldür Sultan-ı Nevruz Sakii kevserdir ol Şahı merdan Sundular kevseri ol demde heman Süreriz demleri yıkılsa cihan Şah olur kalbimiz Sultan-ı Nevruz On dört masumu pak sırrı sırrullah Ayini cem içre nuru nurullah Cümlenin muradın verici Allah Bizi de Şâd eder Sultan-ı Nevruz Şükrü Baba söyler, bu deme şükür Nurunu, sırrını kırdı tefekkür Muhammet Ali’dir dilinde zikir Ne mürüvvet bize Sultan-ı Nevruz
HÜSNÜ BABA
Nevruz Bayramı Gönüller Şad oldu ilkbahar geldi Nevruz bayramına eriştik ya Hu… Çemen zar şevk ile nüra bezendi Nevruz bayramına eriştik ya Hu... Gelin cümle canlar birlik olalım Arzı niyaz edüp dâra duralım Muhabbet bezminde zevkler bulalım Nevruz bayramına eriştik ya Hu... (...) Hüsnü Baba’m derki Ali’dir Şahım Ehli Beyt yolunda fedadır canım Bunlarla kaimdir benim imanım Nevruz bayramına eriştik ya Hu...
Burada Sonuç Bildirisini Yayımladığımız Abant Platformu’nun Alevilik Üzerine Toplantısını Gelecek Sayıda Daha Geniş Ele Alacağız
13. Abant Platformu Toplantısı - Değerlendirme Metni 17-18 Mart 2007 tarihlerinde gerçekleşen 13. Abant Platformu toplantısında akademik ve entelektüel çevre ile Alevî toplumunun temsilcilerinden 45 müzakereci ve 100 dolayında gözlemcinin iştiraki ile “Tarihi, Kültürel ve Aktüel Boyutları ile Alevîlik” konusu tartışılmıştır. Toplantı boyunca aşağıdaki hususların altı çizilmiştir. İslam tarihi ve Türk-İslam kültürünün önemli ve özgün yüzlerinden biri olan Alevîliğin, tarihî arka planı, teolojik karakteri, kültürel ve folklorik boyutu ile ilgili gözlenen bilgi eksikliklerinin bir an önce giderilmesi, hem bu mirastan daha geniş çapta yararlanılması hem de bu yapıya mensup kimselerin haklı taleplerinin sağlıklı çözümlere kavuşturulması ülkedeki sosyal barışın pekiştirilmesi açısından zaruret arz etmektedir. Alevîlik, tarihî kökleri itibariyle X. yüzyıldan itibaren İslam’ı kabul etmeye başlayan konar-göçer oymakların, bu yeni dini önceki bazı inanç ve gelenekleriyle, bir biçimde bağdaştırdığı sosyo-kültürel bir yapı olup, XI. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’ya taşınmış, XV. yüzyılda Safevilik’le birlikte oniki İmam Şiiliği’ne ait bazı kavramları kendi kültürel dokusuna adapte ederek almış, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı merkezi yapısına fiili muhalefette bulunmuş, daha sonra içe kapanarak varlığını devam ettirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda diğer kesimler gibi aktif rol oynamış ve bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Alevîlik, baştan beri İslam’ı bir kimlik olarak benimsemiş, önceki bazı anlayış ve geleneklerini İslamî bir çerçeveye oturtma gayreti içinde olmuş, yol uluları, Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında önemli katkılar sağlamıştır. Alevîlik tümüyle, itikadî tartışmalara bağlı olarak ortaya çıkan bir yapı olmadığı için, kendine has sistemli bir teoloji kurma konumunda olmamış, İslam’ın inanç konularını içinden geldiği tarihi surece paralel bir nitelikte algılayıp yorumlamıştır. Alevîlik, belli ölçüde, diğer dini yapılar gibi, doğup geliştiği ve ulaştığı coğrafi mekânlardaki kimi anlayış ve uygulamaların tesirine maruz kalarak “senkretik” bir niteliğe bürünmüş olmakla birlikte, ana unsur, belirleyici öğe İslam olmuştur. Bazı akademik çalışmalarda yahut kimi marjinal kesimlerde önceki inançlara vurgu yapan yahut İslam’ın belirleyiciliğini göz ardı eden yaklaşım ve çıkışlara, kanaat önderlerinin tamamına yakını ve bu kökenden gelenler tepki göstermişlerdir. 2005’te Hollanda’da ve 2006’da Karaca Ahmet Sultan’da gerçekleştirilen aynı nitelikteki toplantıda teyit edilen Alevîlik tanımındaki: “Alevîlik İslam’dır. Hz. Muhammed Ali yolunun Kırklar meclisinde olgunlaştığı ve Oniki imamlarla devam eden, İmam Cafer-i Sadik’in akil ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen, Hz. Pir’le ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır şeklinde” tarif ve tespitler gözardı edilmemelidir. Ayrıca aynı toplantıdaki Alevîliğe göre hayatın amacına yönelik olarak ifade edilen “Alevîlik inancı hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de mürşit, pir ve rehber huzurunda ikrar verilerek 4 kapı-40 makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.” tespiti de vurgulanmalıdır. Alevîliğin temel kaynakları ve halen uygulanmakta olan erkân (temel ritüeller) ve yukarıda sözü edilen kanaat önderlerinin tespitleri dikkate alındığında Alevîliğin müstakil bir din yahut itikadi, fıkhi ve siyasî nitelikli bir mezhep olmadığı, onun İslam kimliği içinde batini ve mistik bir karakter arz ettiği unutulmamalıdır. Bazı eleştirilere açık boyutları olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevî-Bektaşi metinlerini orijinal nüshalarıyla birlikte yayımlaması takdire şayan görülmüştür. Alevî toplumunun başta cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması olmak üzere bütün taleplerinin anayasanın garanti altına aldığı temel dini inanç ve özgürlükler kapsamında değerlendirilmesi demokrasinin zorunlu gereği olarak kabul edilmelidir. Türk Alevîliğinin şekillenmesinde saz ve semah hayati önem taşıyan unsurlar olup bu unsurların Türk halk ve tasavvuf müziği ile Türk folkloruna çok önemli katkılarda bulunduğu gözardı edilmemelidir.
ERDOĞAN AYDIN
Kimlik Mücadelesinde Alevilik Birinci baskısı
“Aleviliği Ne Yapmalı” adıyla yayınlanan kitabın ikinci baskısı çıktı ISBN: 975-9169-40-1 Kırmızı Yayınları, 2007 14 x 20 cm boyutunda 400 sayfa Tel: 0216.371 36 29
28
Erdoğan Aydın’ın aynı yayınevinden çıkan diğer kitapları:
Milliyetçilik: Türkiye’nin Çıkmazı
ISBN 975-9169-44-4, 2006, 3. baskı, 14 x 20 cm, 300 sayfa
İslamcılık ve Din Politikaları ISBN 975-9169-45-2, 2007, 14 x 20 cm, 290 sayfa
Sayı 27
SERÇESME
PSAKD BASIN AÇIKLAMASI: 12 MART GAZİ KATLİAMI
Gazi Katliamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararına Uyulmalı ve Katliamın Arkasındaki Güçler Açığa Çıkartılmalıdır!
12
MART 1995’de görünüşte her şeyin sıradan olduğu bir günün akşamında, işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği, Gazi Mahallesi’nin tıka basa dolu kahvehaneleri ve yörenin tek Cemevi, faili meçhul kişiler tarafından otomatik silahlarla taranmış; biri Alevi dedesi, iki canımız katledilmişti. Aslında Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen bu saldırının benzerleri, 12 Eylül öncesi dönemde Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Balgat’ta, Piyangotepe’de görülen cinstendi. Ancak ilk defa bir katliam bu kadar açık, herkesin gözü önünde yapılıyordu. Katliam, polis karakoluna yüz metre mesafedeki bir kahvehanede yapılmış; polis, olay yerine, saldırı olduktan; mahalle halkı sokağa çıkıp, protestoya başladıktan sonra gelebilmiştir. Geç gelen polisin, saldırganların peşine düşmektense, protestocu halkı dağıtmayı tercih etmesi, saldırının adresi açısından manidar bir ipucu niteliğindeydi. Ertesi gün de devam eden protestolar sırasında güvenlik güçlerinin halkın üzerine ateş açması sonucu on yedi canımız yaşamını yitirmiş; yüzlercesi yaralanmıştı. Saldırının, Alevilerin çete düzenine karşı yükselttikleri sesin en gür çıktığı ve örgütlenme bilincinin arttığı yerlerden biri haline gelen Gazi Mahallesi’ni hedeflemesi, örgütlenme bilincini dağıtmaya yönelikti. Gazi Mahallesi’ne yapılan saldırıyı protesto etmek isteyenlere yönelik şiddet kullanılması sonucu Gazi ve Ümraniye, Mustafa Kemal (1 Mayıs) mahallelerinde yirmi iki kişi yaşamını yitirmişti. Otopsi raporları, ölenlerin tümünün arkadan ve tek kurşunla öldürüldüğünü açığa çıkardı. Buradan da anlaşılıyor ki, Gazi Mahallesi’nde yapılan protestolar sırasında güvenlik güçleriyle halk arasında bir çatışma söz konusu olmamış; inançlar arasındaki farklılıkların çatışmaya dönüşmesini isteyenlerin provokasyon senaryolarının kurbanı olarak katledilmişlerdir. Toplumsal bir çatışmanın fitilini ateşleyebilecek bir kışkırtmaya yol açabilmek amacıyla yapılan katliam için Gazi’nin seçilmesinin rastlantı olmadığı sonradan anlaşılacaktı. Alevi kökenli yurttaşların yoğun olarak yaşadığı, kendi inançlarını gerçekleştirmek için Cemevi’ni kendi olanaklarıyla kurduğu bir ortamda, çalıntı arabayla otomatik silah kullanan faillerin bugüne dek bulunmamaları da, olayın ne kadar “derin” olduğunun işareti olarak algılanmalıdır. Hedef seçilen yerleri Alevi kökenli yurttaşlar işletmekteydi; hedeflerin arasında Cemevi’nin bulunması da, muhtemelen Kahramanmaraş katliamı, Madımak katliamı gibi bir sonuç elde etme amaçlı olduğunun işaretini vermektedir. Gazi’de gerçekleşen katliamın ardından konu yargıya intikal etti. Yirmi polis hakkında dava açıldı. İstanbul’dan Trabzon’a taşınarak gözden kaçırılmaya çalışılan dava sonrasında polislerden on sekizi aklandı. Polislerden yalnızca ikisi yirmişer ay hapis cezasına çarptırıldı. Gazi katliamına yol açtıkları iddiasıyla yargılanan polislerin davalarının, yargı sisteminin kadro ve mekân olarak çok güçlü olduğu varsayılan İstanbul gibi bir ilde değil de, Trabzon gibi bir taşra kentine nakledilmesi de davanın seyri açısından ilk işaretti. Son dönemlerde, Trabzon ilinde yaşananlar, Trabzon’un neden seçilmiş olduğunun da göstergesidir. Belli ki dava gözlerden ırak tutularak uygulanmak istenen senaryo gizlenmek istenmişti. AİHM’nin yargılanmanın adil yapılmadığına ilişkin kararına rağmen, davanın yeniden görülmesinin bir türlü gerçekleşmemiş olması da, bu katliamın unutturulmasına yönelik bir çabadır. Bu katliamın izleri sürüldüğünde önce Susurluk’a; ardından da Şemdinli’ye çıktığı açıkça görülecektir. Katliamı yapanların aklanması konusunda gösterilen çaba da bunu kanıtlar niteliktedir. Nitekim katliama karışanların, “görevleri nedeniyle” karıştıklarına ilişkin savunmalarının kabulü de, yirmi bir canımızın “görev icabı” öldürüldüğünün resmiyete kavuşturulması anlamına gelmektedir. Keza, katliamdan on bir yıl sonra aldığı ceza nedeni ile polislik mesleğinden atılan Adem Albayrak’ın, “Bize ateş etme emrini zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet Müdürü Nejdet Menzir ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu verdi” yönündeki gecikmiş itirafı, gerçeği göz önüne sermektedir. Tarihe kara bir leke olarak düşmüş bulunan GaziÜmraniye katliamlarını unutmak bir yana; sürekli olarak hatırlamaya ve topluma hatırlatmaya devam edeceğiz. Çünkü bu katliamın ucu, her gün ülkemizin başka bir coğrafyasında karşımıza çıkmaktadır. Susurluk’tan Şemdinli’ye, Uğur Mumcu suikastından, Hrant Dink cinayetine kadar uzanan bir dizi faili meçhul cinayet ve katliamlar benzer yöntemlerle yapılmış, esas katillerin bulunup toplumun önüne çıkartılması ve yargılanması görevi bilinçli olarak hep savsaklanmıştır. Bu nedenle bundan on iki yıl önce yaşadığımız Gazi-Ümraniye katliamlarını, perde arkasından organize edenler ile tetikçilerini kınıyor, katliamın arkasındaki gerçek güçlerin ve sorumluların açığa çıkarılarak cezalandırılması; AİHM kararına uyularak, yeniden yargılamanın yapılmasını diliyor ve kamuoyunu, katliamlara karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz. Av. Kazım Genç, Genel Başkan , 12 Mart 2007
Mart 2007
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................+49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276 İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ....0533 845 21 02
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14 Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17 Denizli: Merkez Ziya Gürsoy ...................0258.242 71 09 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58 Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ..................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06 Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam...........0535.826 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99 Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26 Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar Her Zaman? Ceyhun Günal Alevionline İnternet Sitesinin Koordinatörü <www.alevionline.com>
Ö
MER SEYFETTİN. Çocukken hemen hepimiz bir öyküsünü okumuşuzdur. Çocuk kitabı yazmak zor iştir. Çünkü yazarlar komplike düşünür. Roman yazmak, öykü yazmak basit düşünme yeteneğinden daha fazlasını gerektirir. Çocuklar için öykü yazan bir yazar ise komplike düşünüp basit şekilde anlatmak zorundadır. Ama Ömer Seyfettin başarılı bir çocuk öykücüsü sayıldığına göre belki de bu tezimi gözden geçirmeliyim. Demek ki, çocuklara roman yazmak için “basit olmak” da yeterli olabiliyormuş. Bir topluluğa kara çalmak, iftira atmak; bir edebiyatçı için bu kadar “basit” olduğuna göre, sadece çocuklar için basit düşünme gibi bir olgu yokmuş, bu yazarda. Her neyse. Ömer Seyfettin’in durumu da aslında yaşadığı çağlardaki bilinç, haberleşme olanakları, bilgi kaynaklarının azlığı gibi şartlarda değerlendirilebilir. Belki de Ömer Seyfettin’i kendi yaşadığı çağda değerlendirmek ve aşağıdaki basitliği onun için bir nebze anlayışla karşılamak da gerekebilir. Harem (Örgün Yayınevi, sayfa 29) [adlı yapıtında] Nazan ile Sermet konuşuyorlar: “Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların müsavi surette kocası imiş. Nazan şaştı: Olur iş değil… Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi… Ne ise…” Ömer Seyfettin’i geçtik. Peki, yukarıdaki satırların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çocuklara tavsiye edilmesine ne diyorsunuz? O bakanlığın başındaki kişi cemlere katılıp Alevilere vaazlar veriyor. Daha geçenlerde Cem Vakfı isimli kuruluş bu bakanı eski MHP’lilerle birlikte binlerce yıllık değerimiz olan cemlerimize soktu. Bu bakana kürsüden Alevi yurttaşlara vaaz verme imkanını tanıdı. Eleştirilere karşı da “Biz aslında bu insanlara propaganda yapıyoruz” gibi bir mealde cevaplar verildi. Nedir yaptığınız propaganda? Neyi başardınız? Ceminize çağırdığınız bakanın kurumu önce Alevilere yapılan hakaretleri çocuklara tavsiye etme politikasını gözden geçirsin. Buyurun işte. Sosyal pedagog Tamer Dursun bu bilgiyi kamuoyuna ulaştıralı günler geçti. Var mı atılan bir adım? Veya bir de şu soru geliyor akıllara. “Ben de Aleviyim” diye konuşmalar yapan bir bakanımız daha var. Abdullatif Şener de bilir ki, Alevilere verilen bir başka isim de Kızılbaş’tır. Demek ki kendisi de bir Kızılbaş o halde. Yukarıdaki Kızılbaş tarifine bir itirazını halen göremedik. Devlete bağlı bir bakanlık tarafından çocuklara mensubu olduğu Alevi toplumu bu halde tanıtılıyor. Ha bir de “kraldan çok kralcı” bir güruh var içimizde her zamanki gibi. Abdullatif Şener “Ben de Aleviyim” deyince, Alevi temsilcileri tepki göstermişti. Bir tanesi çıktı, kendisini dernek başkanlarından falan daha çok “Alevi temsilcisi” gören, “Şener’i asalım mı?” gibisinden kelamlar etti. Ne anlama geliyorsa bu asmak. Kimsenin asmaya falan kalktığı yok. Madem Aleviyse sayın bakan, işte buyursun bir samimiyet sınavı. “Hop kardeşim. Ben de Aleviyim. Buna müsaade etmem.” desin. Ondan sonra “Alevi dernekleri Alevileri temsil etmiyor” diyen ve asıl Alevi temsilcisinin kendileri olduğunu sanan bu “köşe” yazarları “Bravo bakanım. Yaşa bakanım. Bakanıma laf söylettirmem.” derler; bize de susmak kalır. Yukarıda bu “MEB tavsiyeli hakaret” haberi ile ilgili verilmeyen tepkilere değindim. Peki verilen tepkiler nelerdir? Tepki vermesi beklenip de tepki vermeyenler kimlerdir? Biraz da buraya değinelim. Bu haberi ilk olarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği resmi sitesi pirsultan.net’de gördüm. pirsultan.net direkt olarak Tamer Dursun’un yazısını aktarmıştı. O günlerde bizim Türkülerin Sesi’nde bazı problemler olduğu için bu haberi aktaramadık. İlerleyen günlerde de Tamer Dursun’un yazısını haberleştirerek yayınladık ve basın yayın kuruluşlarına gönderdik. Bizim haberimizi de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu sitesi alevi.com ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği hubyar.org yayınladı. Bir de Alevihaber’de gördük yazımızı. Onun dışında başka Alevi siteleri ve forumlarına da aktarılmış olabilir. Ama konuya değinen sadece Alevi kuruluşlarının siteleri ve bunlara yakın Alevi siteleri. Bizim sitemizde yaklaşık 700 kez okunmuş. Gönderilen mailleri ve diğer siteleri de sayarsak bu haber en fazla bin 500, iki bin kişiye ulaştırıldı bizler tarafından. Ateş düştüğü yeri mi yakıyor denir buna?
30
Aleviler, Türkiye’de her zaman sol siyasetler için “hazır destekçi” olarak görülmüştür. Hemen hemen bütün sol partilerin oy verenleri, destekçileri büyük bir çoğunlukla Alevilerdir. Bir insan hakkı ihlali olur, bir işçi direnişi olur, hapishanelerde bir sorun olur hemen Alevi mahallelerinden ses verilir. Duyarlılık gösterilir. Aleviler hiçbir zaman kendi özel sorunlarını, toplumun genel sorunlarından daha üstün tutmamıştır. Bu konuda Alevi yayınları da sol yayınlara paralel bir görüntü çizmiştir. Günümüzde açılan Alevi televizyonları, oldukça çoğalan sitelerimiz bunlara açık örnek. Peki sol basın yayın organlarının Alevilerin sorunlarına gösterdiği ilgi ne düzeydedir? Siz Cumhuriyet, Radikal, Birgün veya Evrensel gazetelerinde yukarıdaki konuya değinen bir habere rastladınız mı? Ben rastlamadım. Hadi bunu geçtik. Gazete ayrı bir olay diyelim. Yayın politikası, yer sorunu falan filan. Peki bu gazetelerin internet sitelerinde veya sesonline.net, sendika.org gibi sitelerde bu sorunlardan bahsedildiğini gördünüz mü? Keza benzer bir sorun, sevgili Ali Polat’ın sitemizdeki Karaağaç Tekkesi ile ilgili yazı için de geçerlidir. Solun ülkede yaşayan bir toplum kesimine duyarlı olmasının yolu; solun tabi destekçiliğini bırakıp “Alevicilik” yapmaktan mı geçer? Bazı etnik gruplara karşı olağanüstü duyarlıdır örneğin sol basın. Bunun sebebi bu kitlelerin kendilerinden kopup milliyetçilik eksenine kaymış olmaları mıdır? “Solculuk” yapmanın yöntemi, işçiler kaybedildikten sonra sendikalara ilgi gösterme, Kürtler kaybedildikten sonra Kürtçülük yapma veya Aleviler kaybedildikten sonra Alevilerin sorunlarına yer ayırmaktan mı geçer? Günde on, yirmi haber yayınlayan internet siteleri, ülkedeki başka etnik ve dini sorunlara oldukça duyarlı olan sol basın, dünyanın öbür ucundaki bir haberi çevirip çevirip yayınlayan kuruluşlar; neden Alevilerin sorunlarına bu kadar duyarsız kalırlar? Milli Eğitim Bakanlığı tavsiyesiyle ülkedeki bir topluma “sapık” demenin ülkemizde kaç örneği vardır? Bu durumun haber değeri yok mudur? Bizim sorunlarımıza ilgi gösterilmesi için bizim de “mezhepçilik” yapmamız mı gerekiyor? Sadece Alevilerin sorunlarını düşünmemiz, kendimiz için partiler kurmamız, sadece kendimiz için yaşamamız mı gerekiyor? Suçumuz solcu olmak mıdır? Kayıtsız-şartsız sola destek olmak mıdır? Hiçbir çıkar beklemeden, hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkedeki diğer etnik ve dini gruplardan solcularla aynı idealler altında toplanmamız mıdır? Ateş düştüğü yeri yakacaksa; bizim kendi öznel sorunlarımızı bırakıp ülkenin tamamındaki sorunlarla ilgilenmemizin anlamı nedir?
İLHAN CEM ERSEVEN’in tutkulu bir çalışmayla incelediği 26 roman, 12 öykü ve bir oyunda, Kızılbaşların, Alevilerin ve Bektaşilerin nasıl ele alındığını ve nasıl yansıtıldığını çarpıcı örneklerle sergilediği çalışmasını Türkiye yazını ile ilgili her okuyucunun mutlaka okumasını salık veririz.
İLHAN CEM ERSEVEN
Çağdaş Türk Romanı ve Öyküsünde
Aleviler Haziran 2005 15 x 23 cm boyutunda 321 sayfa
Alev Yayınları
Tel: 0212.319 56 35 www.alevyayinlari.com Sayı 27
SERÇEÞM ERÇESME
Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Kuruldu Metin Özdemir Serçeşme Afyon-Sandıklı Temsilcisi
A
FYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesi’ne bağlı Selçik köyü canlarının bir araya gelerek kurdukları “Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” merkezi Ankara olmak üzere Yusuf Yıldırım başkanlığında resmen kuruldu. On iki kurucu üyeyle kurulan dernek, şu anda geçici yönetim kuruluyla faaliyetlerini sürdürüyor. Selçikliler aralarındaki yardımlaşma ve dayanışmayı örgütlü bir şekilde sürdürebilmek, sorunlarını birlikte çözmek, inançlarını ve kültürlerini canlı tutarak yaşatmak, gençlerin köyden kopmadan aralarındaki bağları sıkı tutarak yetişmeleri amacıyla yola çıktılar. Derneğin yöneticileri, yakın zamanda genel kurullarını yaparak, daha güzel bir şekilde çalışmalarına devam edeceklerini bildirdiler. Derneğin 4 Şubat 2007’de yaptığı ilk yönetim kurulu toplantısında, ilk başta yapılacak öncelikli işlerle ilgili birtakım kararlar alındı. Derneğe üye kayıtları yapılmaya başlandı. Derneğin ilk olarak kültürümüzü tanıtıcı takvimlerden ve canların gönül rızasıyla verdikleri bağışlardan elde ettiği gelirlerle, yardıma muhtaç olanların Muharrem ayında değerlerimize yakışır şekilde kışlık yiyecekleri karşılanmaya çalışıldı. Selçik köyü yaklaşık doksan haneli, iki yüz nüfuslu küçük bir köyümüz. Fakat yurt içi ve yurt dışında yaşayan köylülerin de, yaz aylarında köye gelmesiyle bu sayı ikiye üçe katlanıyor. Selçik köyü asimile olmadan, inançlarından bir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren sadece Alevi canların yaşadığı, Sandıklı’nın tek Alevi köyü. “Sarı Selçuk Dede” Türbesi’nin bulunduğu Selçik köyü’nde canlar bir de köylerine cemevi kazandırma çabası içerisindeler. Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin yanına yaptıkları cemevinin inşaatı halen devam etmekte. Alt katı aşevi olarak kullanılacak olan cemevi iki kattan oluşuyor. Dış yapısı bitmiş durumda olan cemevinin, tabanından tavanına kadar iç dizaynında daha bir çok eksiği bulunuyor. Şimdiye kadar köylülerimizin ve canların katkısıyla bu kadarı tamamlanabildi. İmkanı olan dostların da cemevlerine yardımda bulunmalarını bekliyorlar. Yapılan araştırmalara göre Hicri 1113 yılında kurulduğu bilinen köyün, tarihinin daha eskilere dayandığı tahmin ediliyor. Köyde türbesi bulunan, halkın “Sarı Dede Sultan” diye adlandırdığı eren, “Sarı Selçuk” diye de biliniyor. Sarı Dede Sultan’ın köyde âdeta bir birleştirici, toparlayıcı misyonu da var. Bu sebepten insanlar yerleşimlerini köyün içerisinde bulunan yatırın etrafında kurmuşlar. Köy ismini Sarı Selçuk Dede’den almaktadır. Yaşamı hakkında kesin bilgiler olmamakla beraber Sandıklı’da da türbesi bulunan Yunus Emre ile aynı çağda yaşadığı bilinmektedir. Daha çok halk arasında söylencelerle, rivayetlerle anılan Sarı Dede Sultan canların gönüllerinde de yerini bulmuştur. Türbeye gelen canlar ziyaretlerini yaparak, ibadetlerini ederler. Dilekte bulunanlar gelerek adaklarını kurbanlarını keserler. Canlarla hep birlikte lokmalar yenilerek, dualar edilir. Kültürlerinden ve inançlarından hiçbir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren Selçik köylü canlar, geçmişten bugüne kadar cemlerini hiç aksatmadan yapmaya devam etmişler. Geçtiğimiz Muharrem ayı boyunca matemlerini tutarak, ibadetlerini yerine getirdiler. Cemlerini yapan, aşurelerini kaynatan Selçiklilerin yanı sıra, Ankara’da yaşayan Selçik köylüler de bir araya gelerek aşurelerini kaynatıp, ibadetlerini sürdürdüler. Geleneksel hale getirerek her yıl yaz aylarında yapacakları Sarı Dede Sultan’ı Anma ve Dayanışma etkinliğinde yurt içi ve yurt dışında yaşayan tüm köylülerini bir araya getirmeyi amaçlayan Selçikliler, kültürlerini bu şenlikler çerçevesinde sergileyerek bir dayanışma ve birlik ortamı hazırlamayı hedefliyorlar. Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ilk toplu etkinliğini önümüzdeki günlerde Nevruz’da gerçekleştirecek. Hz. Ali’nin doğum günü olan Nevruz Bayramı’nı, köy dışında yaşayan köylülerini de bir araya getirerek kutlayacak, baharı dayanışma içinde hep beraber karşılayacaklar. Selçik köyündeki Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin içi
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30
Mart 2007
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ALEVİ-BEKTAŞİ ÖRGÜTLERİ PASİF TEPKİ İLE YETİNEMEZ, DEMOKRATİK HAKLAR İÇİN AKTİF MÜCADELE GEREKİR
Aktif Mücadele için Tutarsızlığa ve Kafa Karışıklığına Son Esen Uslu
İ
NANÇ TEMELİNDE ortak zemini olan Alevi-Bektaşi toplumu, henüz bu zeminde “ortak bir payda” yaratabilmiş değildir. Bunun tarihsel-toplumsal nedenleri vardır; ancak günümüzün somut gerçekliği budur. Öte yandan Alevi-Bektaşi toplumu geçmişten farklı olarak toplumsalekonomik yapıya uygun sınıflara bölünmüştür. Toplumsal sınıf demek, üretim sürecinde farklı, birbirine zıt yerlerde konumlanmak demektir. Bir yanda üretimin örgütlenmesini, yürütülmesini belirleyen sermaye sahipleri; öte yanda mal ve hizmetlerin üretimini bilfiil yapan, ama üretimin örgütlenmesinde söz sahibi olmayan işçiler vardır. Sermaye sahibi sınıf, bu güçle, toplumun üstyapısını, devleti ve diğer kurumları belirler. Emeklerinden başka satacak şeyi olmayan işçiler ise bu üstyapının kurumlarında, bu çerçevede devlet ve siyasette daha baştan “altta kalan” durumundadır. Bu toplumsal sınıfların zıt çıkarları siyasete yansır. Basitleştirerek söylersek, işçi Alevi-Bektaşi ile patron Alevi-Bektaşinin siyasi tercihleri farklıdır. Buna ek olarak bir seçim ortamında Alevi-Bektaşiler çok değişik nedenlerle farklı siyasi partileri destekleyebilir. Saydığımız zıt çıkarlar nedeniyle Alevi-Bektaşilerin siyasete yaklaşımının tek ve bütünlük içinde olması beklenemez. En geniş kesimleri birleştirmesi beklenen demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarının bu farklı çıkarları temsil eden parti siyasetiyle uğraşması, birleştirici işleve aykırıdır. Bu örgütlerin siyasetle uğraşması, zaten inanç temelinde bile farklılıklar taşıyan Alevi-Bektaşi toplumun bir araya getirebildikleri kesimlerini bile dağıtma, bin bir zorlukla bir araya getirilebilmiş gücü iç tartışmalara yönelterek boşa harcayan bir etki yapar. Geçtiğimiz yılın ilkbaharından başlayarak Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerinin merkezi yapılarının üst yönetimden kaynaklanan “siyasete müdahale edeceğiz” yaklaşımı, ne yazık ki bugüne kadar iç tartışmalarla gücü mirasyedi gibi tüketme, bölünme ve parçalanma dışında bir sonuç vermemiştir.
Tutarsızlık ve Kafa Karışıklığı
S
EÇİMLER ve parti siyaseti gündeme gelince, Alevi-Bektaşi derneklerinin merkez kuruluşları geçirdikleri örgütsel sarsıntıların etkisiyle son derece tutarsız davranmışlardır. Bir kez, “siyasete müdahale edeceğiz” dedikten sonra, nereye çekersen gider bu söylemin içini doldurmakta zorlanmışlardır. Yükselen eleştiriler ve artan sorular karşısında, Demirel’in ünlü, “kendim için bir şey istiyorsam, namerdim” söylemini andırırcasına, “kendimiz için milletvekilliği istemiyoruz” demişlerdir. Partileşme konusunda yaşanmış olumsuz eski deneyimler hatırlatıldığında, “bir Alevi partisi kurmayacağız” demişler. Peki, siyasete nasıl müdahale edeceksiniz sorusunu, “miting ve gösteriler yaparak” diye yanıtlamışlardır. O günden bu yana yapılan eylemler ortadayken, bir demeçlerinde, “oy vermemek siyasete müdahaledir” deyip, Alevi-Bektaşilerde seçimleri boykot çağrısı mı yapılıyor sorusunu uyandırmışlardır. Ardından, “Solun birliği için çaba göstereceğiz” diyerek, Alevi-Bektaşilere, bugün henüz ortada bulunmayan, ileride de oluşup oluşmayacağı bilirsiz bir sol partiyi ya da seçim bloğunu destekleme çağrısı yapacakları izlenimini vermişlerdir. Yükselen eleştiriler karşısında bu da yetmemiştir, son günlerde “Aleviler için Mecliste kontenjan” istemini dillendirmektedirler. Bu tutarsızlıklar kafa karışıklığı yaratmaktan başka işe yararmamıştır.
Böylece demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarının merkezleri AleviBektaşilere net ve açık hedef göstermemek bir yana, yapmaları gereken esas görevi savsaklar duruma düşmüştür. Türkiye’de merkezi düzeyde, uzun soluklu, iyi planlanmış, örgütlenmiş ve ses getirici bir dizi etkinlik yapılmasının en gerektiği dönemde, örgütler adım atamaz hale getirilmiştir. Yalnız Alevi-Bektaşileri değil, ülke içindeki ve ülke dışından en geniş aydınları, yazarları, fikir ana-babalarını bir araya getiren sempozyum, konferans, panel gibi toplantılar; buna paralel tutarlı basın-yayıntanıtım çalışması yapılmamıştır. Temel haklar için Alevi-Bektaşileri sokaklar, meydanlar taşıyarak, diğer demokrasi güçlerini Alevi-Bektaşilerin istemleri çevresinde birliğe çağıran eylemlerle yaşama müdahale edilememiştir. Bu asli görevin savsaklanmasından doğan boşluğu, en istenmeyen siyasi eğilimler doldurmaya başlamıştır. ANAP’tan MHP’ye kadar bütün partiler, Alevi-Bektaşi oylarını yanlarına çekebilmek için diller dökmeye ve kandırmacaya dayalı seçim taktiklerini uygulamaya koymaya başlamıştır. AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak, gözüne kestirdiği Alevi-Bektaşi dedelerini örgütlemeye ve talip üzerine sürmeye(!) başlamıştır. Fettullah Gülenci Abant Forumu bile Aleviliği gündem yapan toplantılar düzenlemektedir.
Pasif Tepki Değil, Aktif Girişim
G
ÜNÜMÜZÜN patron egemen siyasi ortamında çeşit çeşit siyasi partiler ya da siyasi çekim merkezleri Alevi-Bektaşilerin oylarına ağızlarının suları akarak yaklaşırken, demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin tepkisi “geriden gelmekte”, olay olup bittikten sonra basına yapılan kuru açıklamalara indirgenmektedir. Demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin gösterebildiği bu cılız ve pasif tepkiler içimizi acıtmaktadır. Örgüt merkezlerimizin basın açıklamalarına hapsolmuş cılız ve pasif tepkilerinde dile getirilen bazı görüşler ise birer talihsizliktir. Pasif bir tepki diliyle konuşulunca, hep aynı tema bildirilerimize sızmaktadır: Alevi-Bektaşilerin sorunlarının, Aleviler-Bektaşiler dışında konuşulmasına karşıyız! Bu anlaşılmaz ve yanlış bir tutumdur. Yıllar boyu Alevi-Bektaşileri yok sayanlar, bugün Alevi-Bektaşileri konuşuyorsa, bu onların değil, Alevi-Bektaşilerin değişmesinden; biraz olsun örgütlü, iri ve diri bir duruş sergilemesinden kaynaklanmaktadır. Onlar yaptıkları toplantılarda ne isterse konuşsun, Alevi-Bektaşilere ne “don” biçerse biçsin! Ellerindeki tüm araçlarla Alevi-Bektaşi toplumunun ezenlerin düzenine muhalif tutumunu törpülemeye çalışsın! Hızır Paşa’lar eliyle Aleviliği-Bektaşiliği kendi içinde eritmeye çalışsın! Demokratik örgütlerimiz tüm toplum çapında Alevi-Bektaşiliğin demokratik haklarının gerçek sözcüleri olarak kendilerini ortaya koyarsa, hangi Alevi dinler Fettulahçıları, kim giyer onların biçtiği “donu”? Demokratik örgütlerimiz, Alevi-Bektaşileri demokratik istemler için mücadele çevresinde birleştirilebilirse, tarihten gelen direniş ruhuyla donanmış Alevi-Bektaşi emekçiler ezenlerin düzenine destek olur mu? Alevi-Bektaşilerin istemlerini en geniş kapsamlı demokrasi için mücadele eden tüm diğer toplum kesimleriyle birlikte savunmayı gündemin başına koyan Alevi-Bektaşi örgütlerimiz, belki içimizden yeni Hızır Paşaların çıkmasını engelleyemez, ancak onların çevresinde bir avuç yol düşkününden başkasının toplanmasına fırsat vermez!