Türk Şiiri ve Çevreleri Angajman Kuralları Part Bir Yıl 2016 Abdullah Enes Aydın | Hüseyin Dikmen Bir. Şiir meşruiyetini, bir başka şiire veya şaire düşman olarak kazanamaz. Ancak onu egale ederek mevcudiyetini ispatlar. İki. Medya kanalları ve kitlesel duygusallık kullanılarak kanon değil, ancak etinden ve sütünden faydalanılamayacak bir sürü oluşturulur. Üç. “Benim şiirim bana yeter.” veya “Biz, bize yeteriz.” diyerek şiir ortamlarını veya şairleri ötekileştirmek, yalnızca Türk şiirini bayağılaştıracaktır. Dört. Büyük şair, usta şair, iyi şair gibi ayrımlar ile şairin bakirliği veya bakireliği bozulmamalıdır. Beş. Birisine genç şair diyen kişi, şair değildir; çünkü bütün şairler genç kalmak zorundadır. Altı. Aynı anda beş dergide birden bulunmak, şiire bir şey kazandırmaz. Çünkü şair öz-cv’ye sahip değildir. Yedi. Zihnen ölmüş olabileceğini yaşarken aklına getiremeyen dergici şairler, hâlâ okura kendini ispatlamakla meşgul. Yazılı kültürle okurda heyecan bırakmak gerçekten zor. Bu tarz ölümlere son verilmeli. Sekiz. Kaçak güreşerek bir şairler sınıfı oluşturmak, yenilgiyi baştan kabul etmektir. Dokuz. Sürekliliğini kaybetmiş ve parçalı yapıya sahip olduğunu iddia eden bir şiirin katli vaciptir. On. Şaircilik saygın bir meslek değildir.
2
Haziranda Ölmek Zor Hasan Hüseyin Candemir En zor şeyin “Bilmiyorum.” demek olduğu bir dünyaya açtık gözlerimizi. Hepimizin en azından “her şeyi bildiği” bir dünyada yaşıyoruz. Gönül rahatlığıyla “Bilmiyorum.” diyemeden de elveda diyeceğiz muhtemelen. Böyle bir giriş yaptıktan sonra artık ne yazsam, ilk önce kendimle çelişmiş olacağım. Yine de bunu göze alarak yazıya devam etmek isteği içimde. Bu istek, beni maratondan arda koyan, bir şükran borçluyum ona, kızamayışım bundan. Yazının bu noktasına gelince en son ne zaman düşünüp taşınıp “Bilmem.” dediğimi hatırlamaya çalıştım. Epey zorlandığımı itiraf etmeliyim. Hınca hınç çıkılan bir final sonrası arkadaşınızın sorduğu “Şu sorunun cevabı neydi?” sorusuna verdiğiniz “Bilmiyorum, salladım.” gibi cevapları saymazsanız işin yokuşa sürüldüğünün farkına sizler de varabilirsiniz. Dahi öyle bir konudur ki bu, tasavvufta bir riyazat çeşiti olarak yerini yıllardır koruyagelmiştir. Elbette ki bu yazının konusu, bilmiyorum cümlesinin epistemolojik perde arkasını incelemek değil. Kendimi bu konuda konuşabilecek kadar yetenekli de görmüyorum açıkçası. Ancak yazmaya yeni başladığım bir ortama böyle bir giriş yapmayı kendime uygun gördüm. Böyle yapmakla gardımı alıp ringe öyle mi çıkmış oluyorum şimdi ben. Sanmam. Çünkü yazmak eylemi bizatihi yumruk yemeyi göze almaktır. “Çıkar şu ağzındaki baklayı, ne tilkiler dönüyor kafanda -bilelim- artık.” diyorsanız, bahsettiğim şeylere sadece bir göz gezdirmekten öteye geçememişsiniz
3
demektir. Keşke ilk cümleyi okuduktan sonra bıraksaydınız, heybenizde meşgul olabilecek daha mantıklı işleri taşıdığınız pek tabii. Ama bu noktaya geldikten sonra hâlâ acaba nereye bağlayacak sorusu aklınızdaysa bunun da ikincil bir tehlike olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çünkü bilmek isteği en azından “Biliyorum.” demek kadar tehlikelidir.Burada bilmek isteği derken herhangi bir sanat veya zanaat dalında veyahut ilmî bir ortamda uyanan merak duygusundan kaynaklanan öğrenmek isteğinden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey belki de hiç işimize yaramayacak, insanlığın ekmeğine gram tereyağı sürmeyecek. Bilakis gene de hiç durmadan acıktıracak ve acıktıracak meşguliyetlerdir. Deniz suyu misalidir bu; içtikçe yanarsın, daha da içersin. Şimdi bunu günümüz her türlü ortamına uyarlamak size kalmış. Edinmek istediğimiz ne kadar da gereksiz tırnak içinde bilgi var; bir de bunların üzerinde düşünelim. Globalleşen dünyamızda diye bir cümleyi burada sarf etmek istemiyorum. Ancak giderek köylüleştiğimiz de aşikâr. Ne sosyal paylaşım sitelerini kullanmayı ne de bir dostla iki bardak çay içmeyi becerebildik. Üstelik elimize attığımız her şey üzerimizde o kadar yapmacık durdu ki... İki gün öncesine kadar nefes aldığından haberimizin olmadığı bir şahsiyetin üzerinden sırf gündem oldu diye onlarca twit atıp dakikalarca analiz kasmaya başladık. “Kim ne demiş, ben ne demeliyim?” sorusu sürekli yapmacık olarak kafamızda. Çünkü bunların reel hayatımızda zerre miktarı yeri olmadığını, telefonun tuş kilidiyle birlikte aklımızdan da çıktığını çok iyi biliyoruz. Ancak yine büyük bir özveriyle rollerimize devam ediyoruz. Örneğimizi hafif bir uğraşla edebiyat ortamımıza taşıyabiliriz. Açıkca itiraf etmem gerekir ki sosyal paylaşım sitelerinin edebiyat ortamına zarar vereceğini, dergiciliğe bir set çekeceğini düşünüyordum. Lakin beklediğimin tam tersi bir durum ortaya çıktı. İnternet ortamında bir araya gelenler dergi çıkarmaya başladı. Bu güzel bir gelişme mi, pek tabii. Ancak nitelik bakımından dergilerin içeriğine baktığımızda sonuç ortada. Yıllanmış dergi, taze tomurcuk ayrımına dökmek istemiyorum işi. Çünkü dergicilik bir basamak değildir. Çünkü bir dergi işini ne kadar kaliteli yapıyorsa o kadar dergidir. Ancak -bu ancak öyle bir ancak ki- ortaya koyulan ürünlere baktığımızda savunulacak yanları olmadığını görüyoruz. Her ne kadar verilen emeği göz ardı edemesek de, beklentilerin karşılanmadığı da aşikâr.
4
Hasan Hüseyin Candemir
Dergiler yazarların ocağıdır. Pişme dediğimiz şey tam da buralarda olur.Ancak günümüzde pişmek eylemi bazı tırnak içinde yine büyük denilen dergilere tabiri caizse yamanmak olarak algılanıyor. Uzun dönem yayında kalmış bir dergiye girmek yazarlık vasfını kazanmak için yeterli gibi görünüyor. Birkaç sayı vermiş dergilerdeki, yazarların kendini ispatlama çabaları da sırf bu dergilere girmek için bir basamak olarak görülüyor. Yazarlar artık ürünlerinden çok yazılarının yayınlanacağı dergiler üzerinde çalışma yapıyor. Kim, hangi dergide; ne tür şiirler, öyküler yayımlanıyorsa ona göre ürün üretme derdine düşmüş durumda. Özgünlük dediğimiz yazarlığın mihenk taşı artık belli kalıplardan ibaret. Bu da gelişmeyen sürekli yinelenen bir edebiyat ortamı sunuyor bizlere. Bu durumun kaynağının da araştırmadan, öğrenmeden, BİLMEDEN, geçici tatminler uğruna yapılan edebiyattan kaynaklandığını düşünüyorum.Evet, edebiyat yapmak deyimini hayatımda ilk defa doğru yerde kullandım galiba. Bütün bunları söyledikten sonra “Bildiğim tek bir şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” deyip köşemize çekilemeyeceğimizi hatırlatmakta fayda var.Bilmekten daha önemli bir şey varsa onun da neyi sorusunun cevabında saklı olduğunu düşünüyorum. Sorumuzun cevabı da ortak bilmemiz gereken konular hariç genelde özeldir, şahsidir. Biraz daha açacak olursak milli, manevi, tarihi birtakım olayları olguları bilmemiz, içinde yaşadığımız toplumu anlamak açısından gereklidir. Aksi taktirde yabancılaşma kaçınılmazdır. Ancak yine kaçınılmaz olan bir şey vardır ki bu da her insanın ayrı özelliklerle, meraklarla donatılmasıdır. İnsanın yapması gereken de zaten ruhunda bir şekilde var olan bu yetileri geliştirmesidir. Yani insan, yapması gerekeni yapmalıdır. Öyleyse hayatımızda ilk önce neyin vazgeçilmez olduğunu belirlememiz gerek. Bunu başarabilirsek eğer sonrası için çalışmaktan başka yapabileceğimiz tek şey tevekkül etmektir. -Yazı biraz dağınık mı oldu? -Nerem doğru ki.
5
Sanat - İktidar - Güç Talha Ulukır Sanat için, gözle görülen veya sanatçının zihninde bulunan “şey”in çeşitli araçlar kullanılarak ve estetik kaygı gözetilerek başka bir forma aktarılması dersek; “Sanatçı kime denir?” sorusu belirir zihinlerde. Sanatçının kim olduğuna dair tam bir tanımlama yapmak aslında zordur, bunda üretilen eserin “sanat” olup olmadığı ise en büyük etkendir. Her ne kadar tanım yapmak zor olsa da sanatçının sanat eseriyle bir bağlantısı olduğu her durumda sabittir, bu bağlamda sanatçıya “sanat eseri üreten” dememiz en basit ve net tanım olacaktır. Bir de estetik kaygı meselesi var ki daha tartışmalı bir konudur fakat burada yüksek bir estetik kaygıdan bahsetmiyorum, az veya çok bir estetik kaygıdan bahsediyorum. Bunun da yapılan her eylemde, ortaya koyulan her eserde bir şekilde bulunduğu düşünülürse sorular bir nebze de olsa azalır. İktidar için; bir işi yapabilme gücüne sahip erk diyebiliriz. Siyasal/devletsel formda baktığımızda da devleti yöneten kişi/kişiler diyerek daha net bir konuma aktarabiliriz tanımı. İktidarı tanımlamak için “güç” kelimesini kullandık. Peki güç nedir? Güç, sözlükte “Fiziksel, düşünsel ya da ahlaksal bir etki yapabilme; bir etkiye direnebilme yeteneği.” şeklinde tanımlanıyor. Tanımına baktığımızda anlayacağımız gibi güç tek bir formda değildir. Fiziksel, düşünsel ya ahlaksal anlamda her türlü etki yapabilmeye güç diyoruz. İlk insanlardan bu yana çeşitli güç formları olmuştur, bunu gerek tarih kitaplarından gerek kutsal kitaplardan öğrenebiliriz. Toplumsal değişmelerle birlikte toplumu etkiyen güç formu da değişmiştir, değişmeye devam edecektir. Sanat, iktidar ve güç tanımlarının ortak özelliği ise insan yaşamının ilk zamanlarından beri “oluş” hâlinde olmalarıdır. Kavramların üçü de ilk zamanlardan itibaren bulunurken bunların birbirini etkilemesinden/etkileyişinden bahsetmek pek de uç bir düşünce olmayacaktır. Bir etkilenmenin olmasından bahsedip bunun iyi veya kötülüğünü tartışmamak mümkün olmayacağı gibi bunlar hakkında kalıp fikirler ortaya atıp çekilmek de ahlaki olmayacaktır. Modern düşüncedeki sanat-siyaset ayrılığı önce Frankfurt Okulu ile başlayan düşüncenin sanat ve siyaset arasındaki sınırı belirsizleştirmesiyle yı6
kılmış ve postmodern düşüncenin ilham kaynağı olmuştur. 1980’lerde Yeni Liberal ekonomi siyasetinin bir gereği olarak, devletlerin kültür konusundaki belirleyici rolü büyük oranda özel şirketlere devredilmiş; bu nedenle/ bağlamda iş dünyasının siyasî güçten aldığı pay artmıştır. Sanat ve siyaset ilişkisi, bu iki alandaki öznelerin etkileşimi ve ilk başlarda salt sanat ve salt siyaset ilişkisi olarak başlayan çatışma zamanla siyaset tarafına yeni ortakların katılmasıyla karmaşık bir hâl almıştır. Sanatın/sanatçının ideolojik olarak dayandığı bir düşünce olması pek de olağandışı bir düşünce olmamakla birlikte, sanat eserinin de hâlihazırda bu bakışla şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu hâliyle sanat ve siyaset birbirinden ne tam ayrıdır ne de Marksist düşüncede olduğu gibi pür bir birleşiklik hâlindedir. Tüm bunlar düşünüldüğünde ve şu ana kadarki sanat-siyaset teorilerine bakıldığında ikili arasındaki ilişkinin tamamen çıkar eksenli olduğu anlaşılmaktadır. Hitler’in propaganda olarak sinemayı kullanması da mevcuttur, sanatçının geçimi için siyasetle temas hâlinde olması da. Tüm bu ilişki ve kopukluklara rağmen sanat bir kurum değildir, en azından devlet için bir kurum değildir. Her dünya görüşünün bir sanat anlayışı olduğu bilinirliğiyle birlikte, ideolojinin yayılım için sanata ihtiyaç duyduğu bilinirse; tüm problemler çözülüp “Sanat üstündür.” yargısına varılır mı peki? Hayır. İdeoloji eğer ki bir şeye ihtiyaç duyuyorsa bunu o veya bu şekilde elde etmeyi başarır, kendi isteğidiğini anlatacak sanatı da meydana getirir. Antik Yunan ile başlayan “ideolojiyi kitlelere öğretmek için sanat” anlayışına hemen hemen bütün toplumlarda rastlanır. Jaucourt’un ansiklopedisinde “rejim” maddesinde şu ifadeler yer almıştır: “Her dönemde, iktidarı ellerinde tutanlar, insanlarda doğru hisler uyandırmak için resim ve heykellerden faydalanmışlardır.” Yakın geçmişte Musolini de her fırsatta sanata ve sanatçıya değer verdiğini vurguluyor ve devlet bütçesinden opera, tiyatro ve müzik için ödenekler ayırıyordu. Nazi Almanyası’nda da benzer bir durum mevcuttur. Tüm örnekleri tek tek açıklamak lüzumsuz olacak ve elimizde hâlihazırda olan örnekler bir yargıya varmak için yeterli olacaktır. İlk uygarlıklardan son zamanlardaki modern devletlere kadar bütün sistemler sanatı bir araç veya bir örtü olarak görmüştür. İşte tam da burada karşımıza “güdümlü sanat” çıkıyor. Güdümlü sanat kavramı üzerinden devam edecek olursak bu kavramın anlamını zihnimizde biraz daha oturtmak şart olacaktır. Güdümlü sanat, bir ideolojinin verilerini ispat gayretinde olan sanat anlayışıdır. Bu noktadan yola çıkıp siyasetin de sanata ihtiyacı olduğu eklersek, güdümlü sanatı üretecek sanatçıların da olması gerekliliğini fark ederiz. Güdümlü sanatı ortaya koyanlara sanatçı demeyi pek tercih etmediğimi söyleyebilirim, daha çok üretici kavramını kullanacağım o yüzden. Üreticiler, eserlerini ideoloji 7
Talha Ulukır eksenli oluşturduklarından dolayı ve “ekmek paraları”nı buradan kazandıkları için aykırı bir söz söyleme ihtimalleri bulunmamaktadır; en başta yaptıkları seçimle zaten bu ihtimali ortadan kaldırmışlardır. Aykırı söz söyleme ihtimali ortadan kalkmış üreticinin eserlerinin belirli bir ideolojiye bağlı/bağımlı olması nedeniyle eserlerin ömrünün de ideoloji ile eşzamanlı bitmesi hiç de sürpriz olmayacaktır. Peki sanatçının görevi bu mudur? Sanatçının düşündükleriyle yoğrulan eserleriyle topluma bazı ışıklar göstermesi gerekmez mi? Burada kurduğum cümlelerle ne sanatçıya üstün bir rol biçiyorum ne de salt anarşizm ceketi giydirmeye çalışıyorum. İdeoloji endeksli sanattan ne kadar beri olunması ve bu eksende ortaya konulan eserlerin yetkin eserler olmadığı düşüncesindeysem, anarşizm eksenli bir sanat anlayışının da sanatın anlamını o kadar aşağı çektiği düşüncesindeyim. Sanatı/sanatçıyı yüceltmeye ne kadar karşı olunması gerektiğini düşünüyorsam onun araçsallaştırılmasına da karşıyım. Güdümlü sanat üreticileri yer aldıkları konum itibariyle iktidarın gücünün temsilcisi konumundadırlar, en azından pratikte olan budur. İktidarın gücünün taksimi sonucunda payına düşeni alan güdümlü üreticiler ne derece etiğe uygundur? Sanat, ontolojik olarak iktidara, yönetilmeye ve güce uygun değilken bir takım eser üreticilerinin böyle bir güce sahip olması ne demektir? O eser üreticilerinin sanatçı olmadığı demektir en basit cevapla. İktidar, güç ve sanat hakkında çeşitli sözler söyledikten, tanımlama ve yargılamalar yapmaya çalıştım şimdiye kadar ve şimdi ise bunları toparlayıp iddiamı sunma vaktindeyim. Sanat, başlı başına bir oluş hâlindedir ve hiçbir şekilde bir güce ve iktidara ihtiyaç duymaz; aksine reddeder. Sanat, ihtiyaç duymamasına rağmen iktidar ve güç ile ilişki içerisinde olabilir ve bu sanatçının insan olması nedeniyle oldukça normal bir durumdur. Güç ve iktidar ile olan ilişkinin büyüklüğü ve bu üçü arasındaki konum farkının varlığı/yokluğu ise bu karmaşanın düğüm noktası. Güç ve iktidar ile bağlantı içerisinde olmak illaki onlara bağlı olmayı gerektirmez; sanatın insanların duygularına hitap eden bir unsur olması ise sanatın araç hâline getirilip insanları yönlendirmek için kullanılmasını gerektirmez.
8
Şiir Ruh Hastası Oldu Emir Gündoğdu Söz edilen tüm değerleri ayaklar altına aldık. Üstün tutmaya çalışarak. Şiir de bundan nasibini aldı. İslamcı kesim olarak belirtilen taraf şiirin gücünü ellerine aldıklarında izledikleri yol haritasını baştan kurmaya çalıştılar. Şiiri boşaltıp, içi çürük bir meyve gibi satışa sundular. Ahlak değerlerini savurarak, kişiliğimize hiç yakışmayan hatta gerek bile olmayan kelimlerle şiir kurmaya çalıştılar. Tutmuştu. Ta ki, bir şeyler farkedilip ortaya çıkana dek. Otuz yaş üstü edebiyata, şiire ve sanata yön vermek isteyen şairler/yazarlar kitle çabası içine girip, şiirin hazzını bir kenara atıp, farklı kaygılarla farklı yerlerin komutasında bu işi yürütmeye koydular. Daha sonra gelen nesil, yukarılarındaki gördüklerini kopyalayıp bundan pay sahibi olma, pastanın bir ucunda benimde adım yazsın, adım duyulsun kompleksi içine girdiler. Günümüzde çıkartılan çoğu dergi bu yörünge etrafında kendini pazarlamakla meşgul. Dergilerin içindeki şiirler ya da diğer edebî ürünlerin örnekleri yörüngenin merkezine atılım çabası içindeler. Durum böyle olunca şiir üzerine düşünen, şiirdeki gerçekliği arayan insan sayısı azalmaya başladı. Artık onlar için şiir bir amaç değil, paraya ulaşmak için bir araç. Şimdi üzerine konuşulması gereken şey şiiri; bu güç elimizdeyken ona en yakışır şekilde, tüm değerlerimizle, tüm inancımızla ve hassasiyetimizle nasıl ortaya koyarız? Şiir Aydınları Genellikle şiir hakkında konuşan, söz söylemeye kalkan, her gün belli konularda vızıldamaya devam eden kişiler ve yıllık şiir programlarında sadece kendi yörüngesinin ve taklit unsurlarının metinlerini şiir olarak kabul edenler bu bataklığın aydınlarıdır. Şiiri geliştirmeye çalışmazlar, aksine sürekli geriye doğru iterler ama asla kabullenmezler. Şiirin üstüne koymak yerine köklerinden çekerler ve hırslarının gözlerini kapladığına inanmazlar. Bu aydınlar, altyapı dergileri barındırırlar. “Siz şöyle durun, biraz zaman geçtiğinde size aramızda yer vereceğiz.” der gibi.
9
Altyapı Dergileri Ağabey şairleri ve kardeşlerinin barındırdığı bu altyapılar, kurulmaya çalışılan çöp şiir akımının ön süvarileri. Ellerinde mızrak var ama mızrağın ucu kendilerine dönük, her eziklik duygusunda kendilerini kamçıladıkları ama bunu asla üst kurula belli edemeyen altyapılar. Şair adaylarını harcayanlar ve bunu sürekli bürokrasinin işlediği bir okul sistemine dönüştürmeye çalışanlar. Bunun çözümü, artık kendi benliklerini kazanmaya çalışıp, kendi varlıklarını sorgulayıp, kendi düşünceleri ve değer yargıları çerçevesinde bir şiir anlayışı ortaya koymak. Sürekli yörüngeyi takip edip harcanmak değil. Şiirde Sancı Aramak Şiirin sesi ve söylemi; insanı dürten bir sancının ilacı olma, belli bir açlığın hissini duyarak bu doygunluğun arayışına girme işidir. Günümüz şiirlerinde bu açlığı bir nebze de olsa doyurmayan, hiçbir ağrının ve sancının ilacı olmayan eserler görülmekte. Dergiler bazında bu eksikliğin kapanması gerekirken bunun farkedilmemesi ya da bilinçli olarak gözardı edilmesi şiirin son damlalarıyla direnmeye çalışmasına neden olmakta. Artık inanmıyoruz. Şiirin gücüne ve birleştiriciliğine inanmıyoruz, şairlerin gözü açıklar olduğuna inanmıyoruz. Artık duruşunu sergilemeye çalışanların gerçek olduğuna inanmıyoruz. Twitter Şairleri ve İslam Kurtulmamız gereken ve sapkınlığın dibini yaşayan şaircik tayfaları. İslami söylemli Twitter şairleri. Çoğu belli-başlı bilindik dergilerde yazsalar da asıl amaçlarını aklı olan her insan çözebilir. Twitter’daki bayanlara melankoli ruh hâliyle dokunan daha sonra bir irşad vazifesi gibi bunları tanımlayanlar, İslam diye bağırıp gayrimeşru bir işi meşru yola çevirerek en büyük firelerini vermekteler. Örnek verecek olursak liste uzun olacaktır. Aşağı-yukarı bilindik olan bu isimlerin şiirle değil de şiiri farklı alanlara kaymak için, karşı cinslerine ve güce sevimli gözükmek için kullandıkları aşikâr. Olgun tavırlarla, çok bilmiş edasıyla ve tabii ki ağabeylerinin poh-pohlarıyla buraya kadar gelen kendini bilmez kompleksli adamlar; hem dini sömürüyorlar hem de şiir’i bayağılaştırıp İslam çerçevesinde ahlaki düzene zarar veriyorlar. Ayaklarının altına almaktan korkmadıkları, yapmacık durdukları bu tavırdan vazgeçmedikleri sürece, Türkiye’deki özellikle Müslüman camianın adını kirletmeye devam edecekler. Bunu şiir ve sanat bazında da ele alırsak değişen bir konu 10
Emir Gündoğdu
yok. Laçka söylemlerle romantik İslamcılık oynayan daha sonra “Bakın, biz bu kesimin şairleriyiz.” diyebilen onca sapık, Türk şiirine bir şey katmadıkları gibi onu çamura batırmaktan da zevk alıyorlar. Asıl rahatsız eden konu, İslami tavrı savunan dergilerde rahatça bu içi boş şiirlerini yayımlayabilmeleri ve bundan üst akıl ağabeylerini sorgulamamaktan taviz vermemeleri. Gerçi bu durumdan onların ne kadar rahat oldukları kendi hâl ve hareketlerine de yansımakta. Bunlara tamah eden bir okur kitlesi yetişiyor, bunlara rıza gösteren bir edebiyat ortamı gelişiyor ve kimse bunun önlemini almak için bir adım atmıyor. Atmak isteyenler ise “Böyle, böyle… Şöyle, şöyle...”den ileriye gitmiyor. Daha fazla dibe batmadan “Salvo!” Oyuna ne taraftan bakmalıyız? Artık yeni nesil, kendilerine şiir sunularak ayakta uyutuluyor. Şiir farklı bir duruşu aramak için insanı harekete geçirmeye çalışsa da,oluşturulan şiirin dili ve anlamsızlığı/belirsizliği uyuşuk bir okuyucu nesli yetiştiriyor. Gözleri kapalı ve tek bir merkez noktasına sabit bu algılar insanları gerçek şiir algısından ve gelişiminden de mahrum bırakıyor. Ortada bir oyun var ve bu oyunu gözleri kapalı çoğu insan göremiyor. Tekrar gözleri açmak ve mantıklı bir noktadan sağlam bakış açısıyla bu oyunu gözlemlemek, edebiyat ve sanatla uğraşan herkesin üzerine eğilmesi gereken önemli konulardan olmalı. Şiire yaklaşırken; değer estetiğinin ön planda tutulması, insanı ruhen doyuracak ve zihnini deforme edecek bakış açılarının geliştirilmesi gerekiyor. Ancak böyle sağlam yargıları ve değerlendirmeleri olan, sıkı bir süzgeçten ve tenkitten geçirilen edebiyat eserlerine sahip oluruz. Aksi hâlde bu zehir kısa zamanda bütün vücuda yayılıp Türk Edebiyatı’nı kökünden imha edecek. “Niteliğin Olsa Dahi Bizdensin Demedikçe Şair Değilsin.” Yüzlerce derginin, yüzlerce şair adayının çoğunun ulaşmak istediği, içlerini bilmeyerek kendilerini hayal ettikleri popüler dergilerin manifestosu. Bu dergilerde yapılan ayrım ve seçim, çoğul niteliksiz kafanın belirlediği şair zümreleri tarafından gerçekleştirilmekte. Yani, bir şair adayının niteliği olsa dahi “Biz, bizdensin demedikçe asla şair olamayacaksın.” algısı etrafa yayılmış durumda. Birçok insanın sırf bu yüzden seslerini duyuramadıkları, 11
Emir Gündoğdu gürültünün içinde kayboldukları ve ayaklarındaki postallarla karar verme rüştüne sahip olduklarını iddia edenlerin altında ezildiğini görüyoruz. Hiçbir şekilde ulaşılamayacak zirve konumunda kendini görenler, bu öğretmenlik vasıflarından sıyrılabilmiş değil. Bu yapıların artık kurumsal şirket gibi faaliyet göstermeleri de bunun apaçık örneği. -Ağabey, bu çocuk bizden. Olur, bu olur. Şiir Ruh Hastası Oldu Evet, şiir ruh hastası oldu, onun ruhunu bozduklarından beri. Boşluğa düşen şiirde gerilemeler, çökmeler ve bunalımlar başladı. Belli bir anlayışa sahip olamama neye göre ve hangi vasfa göre değerlendirildiği belli olmayan alelade bir şiir oluştu. Gün geçtikçe bu kalitesizlikte dergiler çıkmaya başladı, bunların yanında kalitesiz şiirler türemeye ve bunlar kitap hâline gelmeye başladı. Artık bir resmi kayıtları oldu ve bu ruhsal bozulmayı yaşatanların bir kısmı şair olarak gözüktü. Bir kısmı hâlen dergilerde bu kalitesizliği devam ettirme çabası içindeler. Şiir gelişir, okudukça, üstüne çalıştıkça yeni bir şeyler ortaya koymaya ve arayış içinde oldukça gelişir. Yerinde saymakla, aynı şeyleri tekrarlayıp tezgâha koymakla ve başıboş saplantıların peşinden gitmekle değil. Şimdi gerekli olan bu düzende, bu sistemde şiirde ve sanatta başlayan ruhsal bozulmayı düzeltmek. Daha fazla okuyarak, değerlerimize ve inancımıza daha çok sahip çıkarak, bu sınırlara göre sanatımızı ve şiirimizi düzelterek ve tabii ki sömürüye karşı salvo başlatarak.
12
Eleştiri Nicedir? Bilal Çağlar “Ülkemizde sağlıklı bir eleştiri; tutarlı, bir yöntem olan eleştirmen var mı diye hep sorulur. Zaman olur ‘Bizde eleştiri yok.’ denilir. Ben önce şu soruyu sormak isterim: Bizde, ülkemizde ‘okur’ var mı? Elde roman, öykü, şiir kitabı görülmesi bizde henüz bir tanzimat fantezisidir. Üniversiteyi bitirip ders kitabı dışında, ciddi ciddi on kitabı, on romanı, on öyküyü, on şiiri okumuş kişi sayısı oldukça azdır. Böyle olunca da eleştirmen ne yazsa doğrudur.” (Uçan, 2003, s.226) Modern, postmodern, kapitalist veya tüketici. Adını ne koyarsanız koyun. Ne idüğü belirsiz bir çağda yaşıyoruz. Hızlı, acımasız, öfkeli, düşüncesiz bir dünya. Bir kesim insan bolluk ve rehavet içinde yaşarken ve gözlerini kapamışken hırs, para, öfke; bir kesim insan hayatta kalma mücadelesi vermekte. Gerek dünya gerek ülkemiz gerek kendimizi sınıflandırdığımız kuşak ve refah seviyesi olarak biz, yani orta kesimin en ortası olarak, sanat ve estetiğe göre hayatımıza yön ve şekil veren Y kuşağı olarak biz, eleştiri, düşünce, şiir, yazı derken ne anlıyoruz? Bunu, hayatımızın merkezine koymuşken; vatana, millete, ümmete bunun da adını siz koyun. Derdimiz nedir ve nicedir? İtiraf edeyim; toplu taşıma araçlarında insanları seyredip onların hikâyeleri hakkında tahmin yürütüyorum. Mesela karşımda oturan amca işçi olmalı. Dört ya da beş çocuğu var ve üçüncüyü evlendirme hazırlıkları yapıyor, aynı zamanda diğer iki evladını okutuyor. Bu ayakta telefonla uğraşan genç, üniversite öğrencisi ve yoğun sınavları ile cebelleşmekte. En sağda oturan süslü teyze ise feminizm alanında kısır üzerine ihtisas yapmakta. Biziz bu insanlar. Hakikat arayışının yaşamını teğet geçen biz, gelenek, günümüz ve gelecek hakkında önce fikir sonra aksiyon anlamında yapabileceklerimiz, yaptıklarımız kadar kısıtlı olmayacak mıdır? Halka cahil muamelesi yapan entel kılıklı dümbelek olmak gibi bir çabam yok. Evvela halk irfanı ve yaşanmışlıklar hakkında kelam etme yetisine ve yetkisine sahip değilim, olamam. Lakin bir duruş, fikriyat ve kalıcılık hususunda söz söyleme yetkisini kendimizde hissettik. Bu hızlı çağda bir de sosyal medya diye bir şey çıktı. Böylece gerek memleket meseleleri olsun gerek sanat olsun her şey kolaylaştı. Düşünün; herkes, her 13
şey hakkında her zaman konuşabiliyor. Kâh cihat yapıyoruz Twitter’da kâh siyasetçi oluyoruz kâh gülüyoruz kâh ağlıyoruz. Derinlik, bereket, muhabbet gibi kavramlar hayatımızın merkezinden ne kadar da uzaklaşmış durumda. Binlerce üniversite öğrencisi ve üniversite mezunları, hayatlarında bir nitelikli dergiyi veya üç iyi yazarı okumadan veda edecekler bu dünyaya. Binlerce şairimiz okuduğu şiir sayısından daha çok eser bırakacak ülkemize.(!) Ve işin en acı ama gerçek tarafı -kendimizden biliyoruz- edebiyatla düşünceyle ilgilendiği için üniversitelerinde hep başarısız olacaklar.”Evladım boş işlerle uğraşma, ortalamanı yüksek tut, Amerikalarda mastır yap.” nidaları arasından yazıyoruz bu yazıyı. Emir Gündoğdu’nun Fosforlu Elma dördüncü sayıda söylediği gibi: “hoş./karşılaşmamız hoş,/güzeldir dünya entarisi” Güzeldir, konforludur, sıcak yataklarımız, yirmi dört saat sıcak sularımız, aylık akbillerimiz… Evet, bir yerden geldik, bir yere gidiyoruz, evet doğduk ve öleceğiz. Hep hesaplanır, ömrümüzün kaçta kaçı uyku, kaçta kaçı yemek, kaçta kaçı okul… Peki, şu soruyu sormak an itibari ile ne kadar abestir; ömrümüzün kaçta kaçı düşünce ile geçer? Her şeyi bir kenara bırakalım; edebiyat, sanat, şiir, sinema, müzik… Fikir ve aksiyon. Düşünme ve üretme. Konuyu somutlaştırarak anlamaya çalışalım. Genciz, hep genç kalmayacağız. Yaşlanacağız ve doğal olarak hep yaşlı da kalmayacağız. Klasiktir, zaman su gibi geçer. Evet, su gibi geçecek ve öleceğiz. Belki de çok zamana ihtiyaç yoktur bunun için, bilemeyiz. Peki, ne kaldı geride? Şirketler zinciri mi? Külliyat mı? Hayır duaları mı? Siz hangisini tercih edersiniz? Sanatta kalıcılık esastır derler. Sanat ve düşünce alanında hâlen çok fazla eser var günümüzde. Nitelikli, niteliksiz tartışılır. Kalıcı olan sanat eseri mi yoksa fikriyat mı? Okuduğumuz, seyrettiğimiz, dinlediğimiz eser bize keyif veriyorsa mı iyidir, yoksa düşündürüyor ve bir takım şeyleri değiştirmek için harekete geçiriyorsa mı? İnsanın metalaştığı bu çağda; sanat ve düşünceden bahsetmek, karınca misali yolunda ölmektir, farkındayız. “Popüler” adını verdikleri “kötü ve çirkin” şeyler, sizler ve bizler için zindandan farksızdır. Para ve kariyerin tam anlamıyla hayatımızın merkez noktasına oturması ümitsiz olmak için başlı başına bir sebeptir. “Tüketilenler âdeta tüketicinin kimliğini belirlemektedir. ‘At, son modelini/ modaya uyanını al’ anlayışı, insan-eşya ilişkisinin insancıl ahlaki zeminini yok etmiştir. Üstelik bu tutum sadece eşyaya değil; emeğe, insana, çevreye ve hatta Allah’a hürmetsizlik boyutuna ulaşmıştır; zira emeğe ve çevreye 14
Bilal Çağlar
saygısızlık, İslam hukukunda bir boyutuyla Allah (yani kamu) hakları kapsamında değerlendirilir. Dahası, vahşi tüketim çılgınlığına doğal kaynakların ne kadar dayanacağının pek de hesabını yapmayıp gününü gün ederek dünyanın kaymağını yiyen şımarık, arsız ve duygusuz mutlu azınlığın hayat standardını sürekli yükseltmeye yönelik ‘at, başkasını al’ yaklaşımı uğruna dünyada sayısız garibanın kanları dökülmekte, pek çok ocak söndürülmekte, beşerî ve fizikî kaynaklar tahrip edilmekte, kısacası âdeta kıyamet hazırlanmaktadır.” (Kallek, 2010, s.109) Edebiyat ve düşünce alanında ürün ortaya koymak isteyen insan, birçok şeyi göze almıştır. Günümüzde bu paydada buluşan birçok insana dışardan deli gözüyle bakıldığı bir gerçektir. “Güçlü olan ayakta kalır.” sözündeki güçten neyin kastedildiğini zaman gösterecektir zannımca. İyi ve kötüyü, güzel ve çirkini birbirinden ayıracak olan da zamandır. Azımsanmayacak bir kitleye sahip olmaktan çok nitelikli azınlığı yeğliyoruz. Tabii bu azınlık ise özgün edebiyat ve sanat anlayışının bizatihi içerisindedir. Bir; bahsettiğimiz günümüz sisteminin çarklarına çomak sokmalı, iki; ünlü şair, ünlü romancı, ünlü eleştirmen gibi popüler ve magazinsel edebiyatı bir kenara bırakıp nitelikli metinler ile buluşmalı, üç; nitelikli metinler üretmek için çalışmalı. Fikriyat ne olursa olsun; ezber bozmak kıymetli ve külfetli bir iştir. Kaynakça: Kallek, C. (2010). İnsanın Metalaştırılmasına, Metaı Kişileştiren Hz. Peygamber’den Reddiye. Şentürk (ed.), Tüketim ve Değerler (ss. 107-139). İstanbul: İTO. Uçan, H. (2003, Yaz). Eleştiri Yöntemleri ve Göstergebilimsel Eleştiri. Hece, 77-78-79, 220-227.
15
Sanat - Toplum - Beğeniler Talha Ulukır Sanat eseri, içinde bulunduğu/doğduğu toplumun değerlerinin izlerini taşır. Sanat eserinin bu taşıyıcılığının kaynağı ise sanatçıdır. Sanatçı ret veya tasdik cevabıyla toplumla ister istemez bir ilişki kurar. Yani nasıl bir konumlanmaya çalışırsa çalışsın referansında toplum vardır. Toplumun değişmesiyle birlikte sanatçı ve sanat eseri de değişir. Bu değişime en iyi örneği içinde bulunduğumuz toplumdan verebiliriz. Örneğimiz de şudur ki, Türklerin İslam’a mühtedi olmadan önce ürettiği eserlerde yaşadıkları coğrafyanın ve mensup bulundukları dinin etkisi görülürken İslam ile sanat alanındaki üretimleri fazlasıya değişmiştir. Mesela İslam öncesinde görülen hayvan tasvirleri İslam ile oldukça azalmıştır. Bu ve benzeri değişimlerde din, coğrafya gibi değişimlerin etkisi yadsınamaz. Sanat, alıcı(lar)da beğeni oluşturduğu derecede kabul edilir. İlk çağ uygarlıklarından bu yana toplum kendisinde etki uyandıranı seçmiş, etki uyandırmayanı görmezden gelmiştir ve bu görmezden gelme sanatçının üretimini şekillendirmiştir. Bu cümleler bağlamında sanat, toplum ve beğeniler arasında karşılıklı ve önemli bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Sanatçı toplumun beğenilerini şekillendirmekle birlikte toplum tarafından kısıtlanmakta; sanat, toplumun beğenilerinin hem ürünü hem kaynağı olmaktadır. Hülasa, sanatçı ve toplum arasındaki bağlantıyı sanat eseri sağlamakta ve sanat, beğeni ölçüsünde dikkate alınmaktadır. Toplumun beğenisinden bahsettik, peki bu beğeni toplumun tamamı için ortak mıdır? Büyük bir topluluk için homojen bir beğeniden söz etmek pek mümkün değildir. Daha küçük topluluklar için böyle bir şeyden söz edilebilecekse de bu küçük topluluğun kendi içinde homojen olması gerekir. Tam anlamıyla olmasa da bu homojenlik şu şekilde olabilir, aynı etnik ve sosyal tabakaya sahip kitlelerden söz ediyorsak. Tabakalaşma dediğimiz bu kavram, modernleşen dünya ile birlikte karşımıza çıkmıştır ve kapitalizmin de etkisiyle farklı gelir gruplarına sahip, bu minvalde farklı hayat tarzlarına sahip alt toplumlar oluşmuştur. Kapitalizm gibi emperyalizm de bu tabakalaşmada etkilidir, insanlar sadece ortak gelir gruplarına sahip olmakla değil aynı zamanda ortak etnik kültüre sahip olarak bir alt toplum oluşturur. Sosyo-ekonomik statü kitlelerin tüketiminde etkili olduğu gibi 16
beğenilerinde de etkilidir bu bağlamda. Sanatçı, eseriyle varolmaktayken eserini kimseye etki etmeyen bir biçimde yapması boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir. İçinde bulunduğu toplumun değerlerini göz önünde bulundurmayan ve hatta “hariç”lerin sanat anlayışlarını, düşüncelerini kendi toplumuna empoze etmeye çalışmak ne denli doğrudur? Hristiyan evanjelistlerin düşüncesiyle yoğrulan düşüncelerle, James Mill gibi liberal iktisatçıların bakışlarıyla bakmakla ne derece tutarlı bir üretim gerçekleşir? Sanat eserinin durumunu ve etkilendiği unsuru daha ilk paragraftan tanımlamıştık, bu paragrafta belirttiğimiz sanatçılar bu tanıma ne kadar uyuyor. İlk tanımımız hatalı olamaz mı? Hatalı olması ihtimal dahilinde olsa da tarihi tecrübeler ilk sınırlandırmamızı destekliyor. Sanat-İktidar-Güç arasındaki denklem Sanat-Toplum-Beğeniler arasında da vardır, toplum sunulanı almakta özgür olduğu kadar sunulanın sunuluş şiddeti de toplumun alıcılığında rol oynar. Eğer ki güç ve iktidar baskısı ile destekli bir sanat anlayışı varsa ve toplum seçicilik hakkını kaybetmişse – buna hiçbir zaman sahip olmamış da olabilir- sunulanı “güzel” kabul edip beğenilerini o yönde oluşturur. Toplumun seçiciliğini kaybetmesi ise baskı ve zorlamayla olabileceği gibi “iyi gözüken kötüler” aracılığıyla da olabilir. İyi gözüken kötülerden kasıt ise toplumun kendisinden saydığı/bildiği iktidarın toplumun aleyhine işler yapar olmasıdır. Toplumun aleyhine işler yapmak ise her zaman “anti” demek değildir, toplum algılarının “nötr”leşmesi de olabilir. Bu bağlamda, toplumun seçicilik duygusunu kaybetmesi, içinin boşaltılmasına ve kolay yönlendirilmesine neden olur. Stjepan G. Mestrovic’in “duyguötesi toplum”u tam da bu duygusulaşan kitleyi tarif etmektedir. Seçicilik duygusunun kaybı, düşüncedeki şekillenmeyi, düşüncedeki şekillenme realiteye bakışı, realiteye bakış ise toplumun “insan”lığını etkiler. Toplumun beğenisi tabakalaşma eksenli değildir her zaman, “tabakasına rağmen” kitle daima vardır. Tabakaya rağmen olmak kötü bir şeymiş gibi algılansa da aslında toplumun değişkenliğinde önemli rol oynayanlar bu kitledir. Kendisine dayatılanı -siyasi veya toplumsal- reddederek kendi beğenilerini oluşturan az sayıda birey toplumun değişmesini sağlar. Burada sanata bir isyan dayatması yapmıyorum, talebin sadece sanatın “öz”üne dönmesidir. 17
Talha Ulukır Beğeni ve toplum üzerine tartışıp “popüler beğeni” fenomenini incelemezsek muhakkak bir eksiklik kalacaktır. Popüler beğeni, aslında bizim yukarıda bahsettiğimiz her şeydir; toplumun talebi olmaksızın fakat toplumun karşı çıkmayacağı bir şekilde dayatılan beğenidir. Özellikle 21.yy ile birlikte hayatımıza giren teknolojik elemanlar beğenilerimizi şekillendirmekte oldukça etkilidir, tabii ki sadece beğenilerimizi değil doğru bildiğimiz şeyleri de şekillendirir. Muhfazakâr camianın teknoloji ile tanışmasına ve sonrasına bakarsak ülkemizdeki en çarpıcı ve net değişimleri görebiliriz. Burada bir teknik/teknoloji karşıtlığı hedeflememekle birlikte, yanlış seçim yapmaya bir karşıtlık besliyorum. Muhafazakâr camia teknoloji -özelde de en büyük değiştirici unsur televizyon- ile karşılaşınca burada geçmişten gelen bir tecrübesinin de olmamasıyla birlikte büyük bir ahlaki seçim yitikliğine uğradı. Yıllar yılı örneklik üzerinden görme ile ilerleyen ahlaki aktarım teknoloji ile birlikte bozulmaya uğramış, kitle doğru veya yanlış ayırt etmeksizin görmüş ve hayatında uygulamıştır. Popüler beğeni, muhafazakârları -ki kavramın kökenine bakılınca değişmeye en fazla direnmesi gereken kitledahi değiştirmiştir. Toplum ve beğeni arasındaki bağ işte bu denli yüksek ve etkilidir. Sanat-Toplum-Beğeniler başlığı altında pek çok farklı meseleye değinmek mümkündür fakat bu yazıda yapmak istediğim şey güncel hayattaki örnekleri eşliğinde üçünün etkileşimini ve sonuçlarını tartışmaktı. Anlatmaya çalıştıklarımı özetlemek gerekirse; sanatçı eseriyle yani sanat ile toplumun beğenilerini şekillendirme gücüne sahiptir, toplum talep ettikleri ve kabul ettikleri ile sanatçının üretimini etkileme gücüne sahiptir, beğeniler ise sanat ve toplum arasındaki dengeyi kuran unsurdur. Bu üç kavramın etkileşimi de insanlar için birinci derecede önemli olarak görülmese bile dolaylı etkileri tam da insanların bir ay, bir yıl sonraki hareketlerini şekillendirmektedir. İnsanoğlu eğer kendi düşünceleriyle yaşamak istiyorsa da bu denklemi görmezden gelemez, farkındalıkla ve tedbirle devam edebilir.
18
Kanon, Klasik ve Popüler Üzerine Hüseyin Dikmen Edebiyatımızın birçok çıkmaz sokağı var. Bunlardan en önemli üç flu alan kanon, klasik ve popüler kavramlarıdır ki nasıl belirlendikleri ve sonrasında neyi belirledikleri üzerinde bir türlü hemfikir olamıyoruz. Klasik, saygınlığını; kanon gücünü ve kutsanmışlığı; popülerse niceliğini kendisine dayanak noktası seçmiş durumda. Bunun yanında popüler olan gözlemlenebilir olduğundan, ihtilafa mahal vermezken; kanonun görece bir tarafı vardır, yanında yahut karşısında bulunulabilir; klasikse genellikle nedeni ve nasılı sorgulanmaksızın kabul görendir. Popüler olanın üzerine bir tartışmaya girmeye ihtiyaç yok. Herhangi bir zincir kitabevine girdiğiniz zaman, en görünür raflarda karşınıza çıkan kitaplar ve yazarlar hangileriyse, popüler olanlar onlardır. Biliyoruz ki bu raflarda yer almak için belli ücretler ödeniyor, afişler ve görünürlük için birçok pr çalışması yapılıyor. Sermayenin sürülere dayattığı ve sürülerde de sorgusuz sualsiz kabul gören kitaplar popüler olanlardır. Farklı mecralarda görülüp görülmediği fark etmeksizin ilk kitabını yayımlayacak bir yazarın bu kitabı, “merakla beklenen” bir kitap olabilmektedir. Popüler olan, kitlesinin rahatını bozmaz, pazarlamacısının yüzünü güldürdüğü sürece varlığını korur. Popüler olanı popüler yapan, popüler olabilmesi için onay mercii olan alelade kitle ve pazarlamacılarıdır. Klasikler, kendilerini okumamış olmanın edebiyatın en büyük kabahatlerinden biri olduğu eserlerdir. Falanca klasiği okumamış olmak haramdır, büyük günahlardan biri olabilir, onu okumamış olan kişi kesinlikle yazar/şair olamaz. Eğer böyle bir eserle karşı karşıyaysanız bilesiniz ki bu bir klasiktir. Klasiğin klasikleşmesi için gerekli olan şeyin, çeşitli kişilerce; içinde doğduğu dilin evrimine sebebiyet vermesi, yalnızca dili ustalıkla kullanmış olması ya da eski ve kaliteli bir metin olması gibi farklı ölçeklerden bahsedilegelmiştir. Aslında temelde nitelikli okur kitlelerinin birkaç nesil boyunca o eseri göz ardı etmemiş olmasının, bunun yanında belki bir yan etken olarak bu eserlerin akademilerce ele alınagelmesinin klasikleşmek için gerekli ve yeterli olduğu söylenebilir.
19
“Kanon” kelimesinin iki temel anlamı vardır. “Kilise kanunu” anlamıyla ya da ilahilere özgü bir koro tekniğinin adı olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci anlamının üzerinde durmakta fayda var. Zira bu müzik tekniği, art arda gelen birden fazla sesin birbirini taklidi sonucu varlık kazanır. Edebiyatta da kanonu klasik olandan ayıran en önemli özellik aslında budur; sonrakinin öncekini taklit ederek ileriye taşıması. Kanon olduğu süre zarfı içerisinde eserler ve yazarlar, bir yandan okurların edebi zevkini belirlerlerken diğer yandan kendilerine benzer özellikler gösteren eserlerin yazılmakta olduğu bir edebiyat ortamının oluşumunda da rol oynamışlardır. Böylece; kanon, klasik ve popüler kavramları arasından en kapsayıcı olanı kanondur. Çünkü o yaşar, etkiler ve şekillendirir. Kurucu bir güçtür ve zaman geçtikçe kendi geleneğini oluşturur; kendi geleneğini oluşturmaya devam ettikçe ölüme doğru yaklaşır. Kanonun dayanak noktalarından bahsetmek gerekirse; doğduğu ve içinde geliştiği edebiyat ortamında söz konusu kanondan desteğini esirgemeyecek eleştirmen ve yazarlar. Ayrıca eleştirmenler ve yazarların da etkisiyle kanonlaşmış eserlere yönelen üst-orta nitelikli okur kitlesinin de kanonun güçlenmesinde rol oynadığı söylenebilir. Yukarıdaki paragraflarda popüler, klasik ve kanona kısa değinilerde bulunuldu. Her birini tanımlamak, detaylarını aktarmak ve örneklemek uğraşına girişilirse bu yazı amacından fazlasıyla sapar. Burada değinilmesi gereken husus; gerek popülerin gerek klasiğin gerekse kanonun ortak bir noktasının olması. Bu üç gruptan herhangi birine ait eserlerin özelliklerini tam olarak sayamıyoruz. Çünkü popüleri popüler yapan, klasiği klasik yapan, kanonu kanon yapan objektif unsurların varlığı söz konusu değil. Üçünde de farklı meşruiyet mercileri mevcut ve belli özelliklere sahip olduktan sonra grubunun bir üyesi olmaktan ziyade; bu mercilerin onayından sonra bir eser; popüler, klasik yahut kanon statüsüne sahip oluyor. Popüler; çıkış noktasından itibaren ekonomik bir destek ve planlama safhasından sonra popüler oluyor. Klasik, nitelikli okur kitlelerince ve akademilerce bizlere taşınarak sunuluyor. Kanonsa eleştirmen ve yazarların onayını aldıktan sonra yine kanona uygun yazan yazarlarca taşınarak okur kitlelerinde kendisine yer buluyor. Sorulması gereken soru şu: “Edebiyatın, meşruiyete ihtiyacı var mı?” veya “Kendi kendine ayakta durabilecek bir yapıt söz konusu olamaz mı?” Gücünü yine kendi varlığından alan bir eserin olabileceğine ihtimal vermiyorsak, tartışma burada bitmiş demektir. Yok, buna ihtimal veriyorsak, söz konusu eser meydana getirildikten sonra belli çevrelerce okunacağına, tavsiye 20
Hüseyin Dikmen
edileceğine, inceleneğine, öykünüleceğine de hak veririz. Böylelikle yukarıda bahsedilen kanon veya klasik eser gruplarından birine ya da ikisine birden dahil olacaktır. Buradaki ince ayrım; eserin meşruiyet unsurları sayesinde mi edebiyat camiasında bir yere geldiği yoksa özünde var olan niteliklerle bir yer edinip sonrasında kitleler ve mecralarca işaret mi edildiğidir. Bizde genellikle birincisi ikincisinden daha fazla gerçekleşiyor; bu durum edebiyatımızın gelişmesinin ve yenilikler üretmesinin önündeki en önemli engeli teşkil ediyor. İlave Üzücü olan, yeni neslin popülerlikten başka bir şeyi dert etmiyor olması. Bu sevdadan başını kaldıramayan birisi, eserin özüne inip onun üzerine kafa yorabilir mi? Edebiyat ortamına yeni yeni atılmış ve kendisini pazarlayacak mecralara sahip olan ya da olmayan herkes sosyal medya kanalları üzerinden kendisini pazarlama peşinde. Peki görünürlükten ve bilinirlikten daha fazla önemsediği bir şeyi olmayan insanlara; klasikleşme ve kanonlaşmanın yolunun buradan geçmediğini nasıl anlatabilirsiniz? Peki ya oldu ki klasikleştiler yahut kanonlaştılar; bu ortamda ve bu şartlar altında, elde ettikleri bu sonucun pek bir anlam ifade etmediğini nasıl anlatırsınız? İrili ufaklı hepimizin uyanmaya ihtiyacı var.
21
Kusmak veyahut Yutmak Abdullah Enes Aydın İşaretlenmesi gereken iki şey: Nelerin pervasızca kusulduğu veya yutulduğu. Ve bu işaretler, okurun işini kolaylaştırmaktan ziyade hem okurun hem sanatçının yoğun savunulardan vazgeçebilmesi için. Yahut “Yazık oldu!” dememek için. İki yönlü veya iki harekete bağlı bir sanat ortamı mevcut. Bu, edebiyatında da şiirinde de ahlakında da düşüncesinde de geçerli. İlki her şeyi kusmak üzerine kurulu. Bunlar, kusmak için çeşitli bahaneler ve çeşitli sonradan doğma problemler olduğunu göstererek; bilgiyi, şöhreti, vaiz irfanını, küçük idea putlarını ölçüsüz tartısız boşaltanlar. Diğeri ise, sorunları, pürüzleri, yanlışları, ahlaksızlıkları istemli şekilde yutarak birçok şeyi meşrulaştıranlar ve kendilerine “ayıp örtücüleri” diyenler. Her ikisi de aynı çıkmaz sokakta yol alırlar. İlki, “çıkmaz sokak”ı över ve dünyanın en muhteşem yeri orası zanneder. Diğeri, bulunduğu yerin “çıkmaz sokak” olduğunu bilir fakat “sokak ruhu” ölmesin diye sesini çıkartmaz. Her ikisi de zehirli virüslerdir. Hiçbir mahalleye söyleyebilecek sözleri yoktur. İkisinin doğru ve makul tarafları olduğu tartışılabilir, tabii. Fakat, somuta ulaşma hırsı, bu iki tarafın da etrafını kuşatmıştır. İşte bu tartışmanın dışında yer alan bir kanal geliştirmenin ihtiyacını gözlerimizle hissediyoruz. Savaş narası atacak değiliz. Yıkım-inşa, kusmak-yutmak formlarının dışında. Evet, kim ne derse desin ama üslubuyla ve söze değer vererek desin ki er meydanından kimler kaçıyor, bilelim. Hem sorumluluğumuzu yerine getirip hem de eleştirebilirsek bu tebliğ mükafata erişecektir. Bilmecelerle dolu olabilir yapılanlar ve söylenenler. Nedeni, magazinsel tutumlardan olabildiğince uzak durma bilinci. “A şahsı bunu yaptı. Yanlış yaptı. Doğrusu şöyleydi, buydu.” demek, ancak dost meclisi muhabbetidir. Tam burada, “A, meselemiz değildir; A’nın yaptığı meselemizdir.” ön kabulü bizi bu bilince ulaştıracaktır. Çünkü arkasından devam eden tecrübe zinciri “A’nın yaptığı” ile irtibatlıdır, A ile değil. Çeşitli değillemelerle şiirin, düşüncenin ve ortamın hâlsizliğine bir uyarıcı olabiliriz. Çünkü “değillemek” zıddını tam anlamıyla “kabul etmek” veya zıddına “inanmak” değildir. Ama zıddına karşı tehlikeli ve savurgan şeyleri ise mutlaka içerir. Sanatçıya not: Aynı mahallede olmamız, sizin virüslerinizi bulaştırmak zorunda olduğumuz anlamına asla gelmez. Maddeyle olan flörtünüzde biz yokuz. Okura not: Verilen geçici bir rahatsızlık değildir. Ama geçmesi umut edilir. Özrümüz kabahatimizden büyük olacağına, kabatihimiz özrümüzden büyük olsun.
22
*Kusanlar için **Yutanlar için ***Kusanlar ve yutanlar için ****Kusmuğunu yutmuşlar için *****Bunların dışında kalanlar için * Şöhret duygusu ve arkasından gelen “bilinirlik arzusu” yalnızca menfaatler içindir. Sanat ve bilhassa şiir ile uzaktan yakından alakası yoktur. Bunun tersi olan “kemâle erdikten sonra gizlenme” iştahının ise şöhret duygusundan farkı yoktur. * Gözlerinin bağlandığı şey şu: Yenildik ve yalıtıldık! Ne şiirimizin ne sanatımızın bir karşılığı kaldı. Zaman; savunudan çıkma, yenilgiyle yüzleşme ve yeni bir sefer başlatma zamanıdır. Yalıtıldığını farkedemeyen şairlerin kurbağa misali larvalar üretme fantezilerinin bir karşılığı yok. Kalplerdeki siyahlığı azaltmayacak; ne ellerin sağlığı ne de Leylâ. * Şiir cemaatlerinin toplumdan ve dar ideolojik kalıplardan dışlanması gerekir. Çünkü şiir de hata(lar) barındırır. Bunu kabul etmeyen ise şiir cemaatleridir. * Terörize olmuş bir şiiri ve onun görünürlüğü engellemek gerekirliğini daha kimlerin söylemesi gerek? * Dava, sanatı güdemez. Sanat, davayı güzellik formlarına sokabilir. Peki güzellik fomlarını kabul eder mi davaları? *Kusmak, görüntüye sözden daha çok önem verenlerin eylemidir. Bulantıları o kadar büyüktür ki tanrı sözünü de gösteri tarzı yaparlar. Belki bu, şirkin tanımlanmamış hâlidir. Sözü küçültmek, görüntüyü tam ekran yapmak. * Kentli bireye, kır hayatını anlatmak mı mesele? ** Metropollerin ürettiği havayı soluyan avangard, şehir ve doğal düzen ile çelişir. Heves’in kendinde bile özerklik kuramamasının en büyük nedeni budur belki. **Dokuz ayın çarşambası bir araya gelmiş durumda, hem ortamda hem eserde ve en önemlisi hamallığı yapılan ruhta. Kolaycı formların birçoğunu gözümüz kapalı tercih etmemiz de bundan. Etliye sütlüye dokunmamak, tam da yutanlar için böyle bir koşulda. **Yutmak, kusmaya karşı değildir. Yutanlar da kusanların yaptıklarına karşı değildir.
23
*** Kolaycılık, ancak hazzın süresini kısaltır. Şiirde, derinde bir şeyler görememek gibi. Kolaycılık şairin yaratıcı gücünü sıfırlar. Düşünürün imkânlarını gasp eder. Eğer ki bir şair, “bütün şiirleri”ni yaşarken görerek “tam olmak” arzusundaysa, şairlik vasfı onun üzerine fazla gelebilir. *** Sanat, şiddeti bastırmakla yükümlüdür. Çünkü, şiddet, tanrının ve güzelin varlığıyla çelişir. *** Şiir ve çevreleri, iblise ait ruhlar ile meşgul. Çünkü onların eserleri, iblis ile iş birliği içinde. *** Kendi şiirinde vasatı aşamayan ve oluşturamayan insanların, ortamdaki sadist tutumu onların aslında topraksızlığı hak ettiğini söylüyor. *** Şiir teşkilatlanmacı zihniyette değildir. *** Türk şiiri ve düşüncesi kavramlardan yoksundur. “İmge nedir?” sorusuna cevap verebilen şairler arıyorum. İmge, zındık gibi flu bir kavram. Ah, imge salatası. Ah zındık salatası. Bir de bu var. ***İktidarı temelden yok etmek, iktidarı tamamen ele geçirmekle aynı şeydir. Hakkımıza düşen iktidarın yanlışlanabilmesi veya doğrunun açığa çıkmasının engellenmemesi. Belki de şiirin iktidarında bunu eleştiri sağlayacak. Şiirin dili, biçimi ve konusunu konuşmadan önce buna karar verilmeli. *** Günümüz şiirinin en büyük sinsiliği ve tehlikesi = Lirizm + sömürüsü. *** Şiir demokrasiden yana değildir, bazılarının dediği gibi. *** Sanat-şiir ortamının küçük piyonları “ağabey” olduysa, tarihin “consensus” olduğuna daha çok inanabiliriz. *** Paraya ve medyaya karşı, şiiri ve düşünceyi korumak namustandır. *** İslam şairi, bu çağda naat yazabilecek sahtekârlıktan sıyrılmalıdır. *** Sürdürülebilecek düşünsel ve sanatsal bir birikim kalmadı ne yazık ki. Bir bahçemiz varsa eğer, bu bahçenin cennete benzeyebilmesi için biz olmasak da olur diyebilen yok. Evet, biz olmasak da olur. Ama, bahçede olanların orayı hak edecek bir inanca ve zihne sahip olması şartıyla. Şiirin şartı da budur. *** Düşünce: sanatın en muhkem ve geniş kolu.
24
Abdullah Enes Aydın
*** Beğenilerinizi eleştiriye açıyoruz. Eleştiriyi beğeninize değil. *** Yerli malı eleştiri mantığından vazgeçmeliyiz. Ne övgü ne de sövgü diyebilmeliyiz. Hakkaniyet zor olsa da. ***Düşüncenin diri, edebiyatın sanat olarak akalabilmesi için “kitle psikolojisi”nin dışına çıkılmalıdır. Yepyeni şeyler ortaya koymak mümkünlüğünü yitirmişken ancak yığınları-birikenleri genişletebiliriz. Bunları genişletebilmek için kitlenin bilinçli karaktere sahip olmalı. Ama görünen o ki ahlak bekçiliği yapmak çobanı sürüye otorite kılmıyor. Ne çoban ne de sürü, yanlışların bulaşıcılığından kurtulabiliyor. Ağdalı teorisyenliklerin resmen yıkılışına kadar bu sitem devam edecek. *** “Söz değerler üstü bir değere sahiptir.” dedikten sonra hiçbir atak yapmadan beklemenin maganda kurşunuyla ölmekten pek farkı yok. Sözün değeri; niteliğe sahip mekân, zaman ve onların insanına aittir ki bu da olabildiğince meçhûldür. Tek isteğimiz, sözün tanrıya ait olduğunu tekrar tekrar hatırla(t)mak; bizlerin ise sözü sahiplenerek yaşam formlarımızı güzelleştirmemiz. *** Bir eserin ve üreticisinin sonsuz tecrübesi maalesef ki olamaz. Bütün özneler, nesneler ve yaratımlar fanidir. Fanilikten bir sonsuz bile çıkmaz. ***Bilimli bir sanat, hiç üzerine kuruludur. ***Modern şiirin hâlâ kendine ait özerk bir yapısının olmaması, bu ülkede anlamlandırma reaksiyonlarına sahip olmaya yenice başlamış olmasındandır. ***Şiir, medeniyet göstergesi değildir. Medeniyet, şiirin göstergesidir. Şu an her ikisi de askıya alınmış durumda. ***Avangard, sürekli olarak “eros”a ihtiyaç duyar. Ama “eros” tecrübelerin en basiti ve karmaşığıdır. Siyaset, politika bir çeşit günümüz “eros”udur bunlar için. ***Sanat, kamuda kan kokusunu yaymakla meşgul. İkiyüzlü ilişkilere, sahtekârca yapılan toplantılara, birbirlerini okşadıkları festivallere kadar bu meşguliyeti çoğaltabiliriz. Çünkü sanatın bu denlisi, kan kokusunu engellemeyerek yayılmasına hizmet ediyor. Düşünce, kamuya bırakılmayacak kadar değerlidir. ***Kimse, ellerinin barut kokmasıyla övünemez. Kimse, ellerinin Twitter’da olmasıyla da övünemez.
25
***Sanatçı ne kadar direnirse dirensin, belli bir zaman sonra “kamu beğenisi”ne mahkûm oluyor. Çünkü eseri, “satılmak” zorunda. Sanatçının asıl karakteri “pazarlamacı” olduktan sonra ortaya çıkıyor. **** Şiir, edebiyat, sanat adı altında duygu ve duyuların daha fazla ırzına geçilmesine izin veremeyiz. **** Ahlak, pisliği görmezden gelmenin bir yolu değildir. Yıkım ve biçimi, sanatın ahlak ile aynı mesafeyi olması gerektiğinin bir göstergesidir. ***** Tarafımızı, iyi-güzel, kötü-çirkin belirlemeye yetmiyor. Çünkü tarafımız, değer kombinasyonuyla tansiflenmeye mecbur. “A değilsen, Z’sin.” tutarlı bir tasnif değil. ***** Şairler rahibimiz değildir, önderimiz de. Ancak acizliğini daha çok bastırabilen bir öznedir. Genellikle, sayıca azaldığından dolayı peygamberi gözle bakılır. Ama bu, yalnızca şairin sizin yerinize bazı şeylere daha fazla katlandığını unutmanızdandır. ***** Sanat, hızlı ve ani etki edebilme konforunu ya devretmiştir ya da kaybetmiştir. Fakat en kararlı etki hâlâ sanattadır. Sanatların en büyüğü ise insandır. Teklifimiz, insan olma imkânıdır. ***** Şiirle, düşünceyle bir ütopya kurabilmek için gelecekten vazgeçip şimdinin şimdi olarak algılanması gerekiyor. Çünkü ütopyamız, bilincimizdeki zehirlerin açıklanmasından ibaret. ***** Komplocu bir iktidar sunağını; şiirin ve insanın paklığına değişecek kadar şehvetli olanların, hafızalarımızdan ayıklanması ve dışlanması gerekli. ***** Düşmanın silahıyla değil, kendi silahımızla silahlanmalıyız; düşman bizim silahımızla silahlansın diye. Son silahımız da “diyalektik” olmamalı. Bilgi düşmanın bir silahıysa, inanç da bizim silahımızdır. ***** Genç olmak, bir miktar (eser miktarda) anarşist tavır ile yaşamayı gerektirir. Bir kere olsun, bir şeylere son vermenin duasını etmeyi gerektirir. *****Kitaplar telif etmen sende şişkinlik mi oluşturuyor? Sosyal konumlar mı elde ediyorsun böylece? Kardeşim, hangi ölümden ve sürgünden kurtaracak bir inancın gerçekliğinden daha kuvvetli olabilir ki bütün bunlar? *****Yenilgimiz, iletişimi “acı”lar dışında da kurabildiğimiz zaman azalacak.
26
Abdullah Enes Aydın
*****Türkiye’nin hem zihinsel hem de bilinç açısından ihtiyacı olan şey, dokuz körün bir değneği olan şair ve düşünürlerdir. *****Bir sanat yapıtı, her zaman herkes için güzel değildir. En büyük sanat yapıtı olduğu inandığımız Kur’an da herkes için güzel değildir. Yani “herkes” sanatta ve isteklerde bir karşılaştırma unsuru olamaz. ***** Edebiyatın edebiyat, şiirin şiir olmadığı ancak şiirin çığırdan çıktığı zaman anlaşılabilir. Şiir, çığırdan çıktı. ***** Hayat şiir değildir. Herkes şair değildir. *****Anlamsız sözcükler hâline gelmemenin yolu, insanı ve sözü tanrıya güvenerek korumaya çalışmaktır. *****Sanat, din değildir. Dertlerimizin en yücesi de değildir. Sanat, fedakârlıklar yaparak mizaç hâline gelebilen bir oluş-duruş faktörüdür. Sanata üst sorumluluklar yüklemek yerine sanatçıya sanatında üst sorumluluklar yüklemek akla daha makul geliyor. *****Kutsanacaklar: kutsanamayacaklar dışında kalanlar. Kutsanamayacaklar: Kutsanacaklar dışında kalanlar. Kutsanacak tek tecrübe: tanrı ve sözü. “Din nasihattir.”in karşılığı bu tecrübe olabilir. *****Sanatın, düşüncenin ve insanın kaynağı dildir. Kadını, şiddeti, arzuyu sanat kaynağı olarak kabul etmek tanrıya yapılacak saygısızlıkların başında gelir. Çünkü bunlar da ancak dil ile ifade edilebilir. Dil yalnızca bir başlangıç sebebi değil, süreklilik nedenidir de. İnsanı hayatla kaynaştıracak veya ayrıştıracak yegâne yapı dil ve dilin en kuvvetlisi olan inançtır. *****Umudun sözcülüğünün yalnızca sanatta olması da sanatı hâlâ en dayanaklı umut kaynağı yapıyor. Zihnimiz, çirkinin algısından çıkarılmalı. *****Zihinlerde güncelleme yapmanın zaruriyeti, bizi kenara sıkıştıran ve hâlsizliğimizi kat be kat artıran fakat heyecanı bitmeyen bir kusur. Çünkü bu zaruriyet, bilince bağlanmış olan “toplumsal inşa”dan bahsediyor. Yani değişimden, hareketten, yürüyüşten. Ama ölmüş bir ruhu inşa etmeye çalışmak da bir inançtır. Ölü sevicilik ne kadar güzelse, bu da o kadar faydalıdır.
27
SALVO. a. (It): 1. Selam Sözü, 2. Selamlama veya korkutma amaçlı seri top atışı, 3. Yayılım ateşi, 4. Bahane, 5. Alkış yağmuru.
İtalyanca salvo, “sağ, salim, esen, emin” anlamına gelen Latince salvus kelimesinden türetilmiştir.
SALVO, temsilden ziyade yaptığımız eylemin hareket adı sadece. Yani kendinden emin, selamlama veya korkutma amaçlı seri bir top atışı.
Ekip Abdullah Enes Aydın (abenesaydin@gmail.com) Bilal Çağlar (caglar_597@hotmail.com) Emir Gündoğdu (emirgndgdu97@gmail.com) Hasan Hüseyin Candemir (hashuscan@gmail.com) Hüseyin Dikmen (nemkidniyesuh@gmail.com) Talha Ulukır (talhaulukir@gmail.com)
İletişim Mail: salvodergi@gmail.com Twitter: @salvodergi İssuu: issuu.com/salvodergi salvodergi.wordpress.com
28