Ulrike M. Meinhof
“İçinde içindekiler vardır!”
aşağıdan
yıl 1 - sayı 1
2
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
A
Tahrir Meydanı’nda bir kadın “devrimin” kaybedilmemesi için sokakta. “Mübarekleşen” rejime karşı söyleyecek sözü var.
şağıdan’ın bu ilk sayısını aslında ironik bir zaman diliminde yayına veriyoruz. Aşağı’nın hareketlendiği, dünyanın tüm köşelerinde toplumun sistemce dışına itilmeye çalışılan veya itilmiş unsurlarının, göçmenlerin, emekçilerin, kadınların, eşcinsellerin “durun bakalım” dediği o noktadayız.
İşte bu anlamda yeni bir söz söylemenin nasıl ve niçin gerekli olduğunu tekrar görüyor, yeni bir eyleme geçmenin o sözden neden çok daha önemli olduğunu algılayabiliyoruz. Cumartesi Anneleri’nin 400 haftayı geride bıraktıkları, annelerin babaların eşlerin sevgililerin beklediklerinin mezarları ne kelime kemiklerini kanla karışmış topraklarda aradıkları bir ülkede hiçbir hakikat yazıyla anlatılamayabilir. Aşağıdan hiçbir şekilde “boyunu aşan” sözler söylemeyen bir isim olduğu için bu ismi seçtik. Ne “toplum mühendisliği” yapacak gücümüz var, ne de kendimizi bu topluma “akıl öğretme” göreviyle tanımlayabiliyoruz. Düşünüyoruz, adımızın yanıbaşına kondurduğumuz “kognitif” sıfatı da tam da bundan kaynaklanıyor. Bizim bir kısmımızı basılı yahut elektronik bazı başka mecralardan hatırlayacaksınız; ancak burada ortaya koyulan birliktelik “politik bir organizasyon” olmaktan ziyade düşünsel olarak ideal bir mecrayı nasıl ortaya çıkarabiliriz diye soran
bir birliktelik konumunda. Tam da bu nedenle dışarıdan katılıma hem “asagidan.org” adresinden ulaşabileceğiniz web sitemiz hem de bu formattaki e-mecra için fazlasıyla geçerli konumda.
İlk sayımızın kapağında Ulrike Meinhof’u ağırlamamızın sebebi ise onun şehrin ve üst sınıf ayrıcalıklarının yanıbaşındaki hayatını terk edip militanlaşma konusunda gösterdiği
İçeriğimizde göreceğiniz yazıların her biri farklı alanlarda çalışan ve düşünen insanlarca yazıldı. Tüm dergi ve gazetelerin “örgütleştiği” ama kimsenin gerçek anlamıyla militanlaşamadığı bu süreçte kendimizi daha iyi anlamak ve anlatmak, “dışarıda” bir şeyler yapıp “aşağı” doğru süregelen baskıyı biraz kırabilmek gibi bir hedef öne sürülebilir.
Ancak Mısır’da, Yunanistan’da, Hindistan’da ve İspanya’da, hatta dünyanın görünmez kılınan birçok noktasında ayaklanma sürerken Aşağıdan sadece bir “mecra” olarak yolculuğuna başlıyor. Sözün taşıyıcısı olarak.
Bize yazılarınızı ulaştırmak isteyenler için adresimiz: editor@asagidan.org Yazı İşleri : Sarphan Uzunoğlu
efora ve bu eforu ortaya koymasına neden olan tavrı edinmesine duyduğumuz saygı olsa gerek. Her biri sisteme içkin bir yerlerde öyle ya da böyle hayata tutunmaya çalışanlar için Meinhof’un yolculuğu gerçek anlamda bir “devrimci portre” yansıtıyor.
Editörler: Halil Türkden Oğuzcan Önver
Tasarım: Sarphan Uzunoğlu
3
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
gazetecilerimiz için en hafifinden gülünçtür. Mücadele içindeyken teorinin mi yoksa eylemin mi daha etkili olacağını bilemeyiz, ki bu bilgiye gerek de yoktur. Birini seçip orada ilerlemeliyiz. Direniş, içinde estetik dahil olmak üzere birçok bileşen barındırır.
Teori ve eylem birbirine karşıt değildir. RAF'ın teorisinin zayıf, Türkiye 68 dönemi hareketi örgütlerinin eylemleri yetersiz diyebiliriz. Ancak nasıl ki RAF, 1998'de Reuters'e yolladığı mektupta [Yaklaşık 28 yıl önce 14 Mayıs 1970'te RAF bir kurtuluş hareketi başlatmıştı. Bugün bu tasarıyı sona erdiriyoruz. RAF'ın şehir gerilla hareketi artık tarih oldu.] diyerek ''başarısız'' olmuşsa veyahut günümüz Türkiye sol'u ''liberal'' ve ''ulusalcı'' diye iki lanet olası etiketi, kendine varoluş amacı olarak bildiyse bu tartışmalara gerek yoktur. Değmezler. Tüm dünyadaki sol geçmiş, kapitalizmin karapropagandasına malzeme oluyor. Oysaki soğuk savaş bitti, Sovyetler artık yok. Yine de korkuları sabit. Hiçbir yeni sol hareketinin bu geçmişin günahlarını üstlenmesine gerek yok. Direniş, kendini sürekli yenileyen ve bir devrimci için asla kaybolmayan bir duygudur. Düşünceden çok duygudur. Tehlikeli bir duygudur. ÖNVER Hakim, duruşmaya katılmak istemeyen Meinhof'a: [Bayan Meinhof. Bayan Meinhof. Sanık olarak burada kalmak zorundasınız.] derken Meingazetede köşesi olan, halk tarafından hof: [Beni zorlayamazsın orospu sevilip sayılan biri olmasına rağmen çocuğu.] dediğinde duygusuyla silahlı bir şehir gerilla örgütünün hareket eder. RAF tüm bildirilerinde kuruluşuna uzanan bir yola çıkıyor. karşı olduğu sistemi, kapitalizm Bu yolculuk, iktidar için hem olarak değil ''domuzların sistemi'' anlamsız hem gizemli hem de korkuolarak tanımlar. Bu benzetme yine tucu olmuştur, olacaktır. geçerli. Domuzların sisteminde, işçi sınıfının tanımının değiştiğini artık Ölümünün ardından beyni incelenen görmeliyiz. ''Yukarıda'' olmayan bir gazeteci gerilla. İktidar, mantıklı herkes direnmelidir. ''Aşağıdan'' hiçbir açıklama bulamadığı için başlayan devrimin ilk durakları Amed yıllarca Ulrike'nin beynini incelemiştir. ve Gazze olacaktır. Meinhof: 2002 yılında ortaya çıkan bu trajedi, “Protesto, bu bana uymuyor, buna ailesinin izni dahi olmadan beynin karşıyım demektir. Bana uymayan bir kafatasından çıkarıldığı ve şeyin ortadan kalkması için incelenmiş olduğu gerçeğini su uğraşıyorsam bu direniştir. yüzüne çıkarıyor. Bu davranış, 60'larda Ulrike'nin beynine bir Bu zamana kadar istemediklerimizi ameliyat yapıldığı ve bu ameliyat sokaklarda söyledik ama Rudi sonrası gazetecilikten ''teröristliğe'' Dutschke’nin saldırıya uğramasını geçtiği tezine dayanıyor. Kariyerizm'e engelleyemedik. Çünkü gelenek ve vurulmuş en büyük darbe bu geçiştir. göreneklerin tutsağı halindeydik. Bilinçli, isteyerek, iki kızını bir daha Şimdi şiddet ve direnişi düşünmek asla görememe bilgisiyle yapılan bir zorundayız… Bize yönelik bu silahlı geçiş. İnsanlara kendi doğrularını saldırı gerçekleştiğinde, korkak liberköşe yazısı vasıtasıyla duyurmak alleri yanımıza çekmek mümkün varken banka soymak, bina uçurmak, olmadı. Eğlence sona erdi. Sokak uçak kaçırmak gibi eylemlerin içinde eğlencesi zamanı geçti artık…” bulunmak sanıyorum ki şuanki
R.A.F OĞUZCAN
Stefan Austs'un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Der Baader Meinhof Komplex, ''Kızıl Ordu Fraksiyonu'' ya da ''BaaderMeinhof Grubu'' adıyla bilinen Alman sosyalist şehir gerillalarının hikayesini anlatıyor.
Yönetmen Uli Edel'in -ki kendisi 68 kuşağı yönetmenlerindendir- 2008 yapımı bu filmi henüz vizyona girmeden Almanya tarafından 81. Oscar ödülleri yabancı film dalında aday gösterildi. Almanya'nın en büyük bütçeli filminin ülke tarihinde en tanınmış ve en ses getiren ''terörist örgütünü'' anlatan bir film olması tuhaf. Film izlendiğinde olaylara, örgüte, Ulrike Meinhof'a bakışın ne kadar sorunlu olduğu ve zaman zaman kara-propagandaya kaçan bir dilin kullanıldığı görülebilir. Örnekse; Ulrike Meinhof'un sürekli zevzeklik eden, örgüt içinde istenmeyen (liberal bulunan) bunalımlı, zayıf bir ev kadını gibi gösterilmesi Ulrike'den ne kadar korkulduğunu gösteriyor. Ulrike, Almanya'daki en iyi muhalif
4
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
ELEŞTİRİ KÜLTÜRSÜZLÜĞÜNÜN KOD ADI: KÖRLER SAĞIRLAR BİRBİRİNİ POHPOHLAR VEYAHUT DA YUH’ALAR CANSU KARAGÜL*
“Aydınlar kendi özel dünyalarının onayını almış şeylere daha şimdiden o kadar bağlılar ki, entelektüel seçkinlik etiketi taşımayan hiçbir şeyi arzulamıyorlar.” Adorno – Minima Moralia
E
leştiri apayrı bir kültürdür. Bu nedenledir ki, bu şuurlu eylemin kendisine eleştiri kültürü denir. O denli ciddiye alınması gereken bir mevzuudur ki, ülkemizin en sayılan ve gözde büyütülen eğitim “yuvaları”ndan olan Boğaziçi Üniversitesi’nde, Eleştiri ve Kültür Çalışmaları adıyla bir yüksek lisans programı olarak okutulmaya hak kazanmıştır. Eleştiriden bozmalar ise, düpedüz kültürsüzlük ya da su katılmamış tecrübesizlik, yer yer kendini bilmezliktir. Ne yazık ki Türkiye’de de hemen her alanda bunun örneklerini görmek mümkündür.
Öncelikle, nedir eleştiri? Bir metni, bir yapıtı ya da bir kişiyi belli birtakım nesnel –kimi zaman öznel- kriterler ölçüsünde; ama öznel bir üslûpla, güçlü yönleriyle olduğu kadar zayıflıkları ile de yansız bir biçimde inceleme ve değerlendirme şeklidir. Özellikle sanatsal yapıtlar üzerine yapılan eleştiriler düşünsel arka plana dayanmalı ve tarafsız olmalıdır. Yapıtın içeriği, yapısı ve üslûbu, eserin sanatsal değeri ortaya konacak şekilde, aynı zamanda alanın –şiir, edebiyat, tiyatro, sinema, müzik vs.- ölçütleri doğrultusunda ele alınır. Bu nedenle de, eleştirecek kişinin alanın yapısına bir ölçüde hâkim olması beklenir. Bu tür bilimsel eleştirilerde, “beğendim, beğenmedim, çok etkilendim, aman kaçın…” şeklinde kişisel yargılara yer yoktur. Dolayısıyla, ancak kişiden kişiye değişen bir zevkin yansıması olmaktan öteye geçebildiği ölçüde bir eleştiri kültüründen bahsedilebilir. Türkiye’de her daim bir yakınma biçiminde, gerçek manada bir eleştirmen
eksikliği yaşadığımızdan ve sanat yapıtları hakkında yazılan pek çok yazının tanıtım ya da reklam yazısı olmaktan sıyrılamadığından, dolayısı ile de en genel anlamda eleştiri kültüründen yoksun oluşumuzdan dem vurulur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sanat dünyasına açılan kapının anahtarlarına ulaşmanın nispeten kolay bir yolu olarak, ”aydın, entelektüel eleştirmen” kimliğinin, eli kalem tutan herkes tarafından herhangi bir yetkinlik elemesine tabi tutulmadan seçilebilmesidir. Sözü edilen dünyada eleştirir gibi yapmak, tahmin edilemeyecek ölçüde avantajlar sunar. Davetlere, kokteyllere protokolden katılmak, her sergi, konser, tiyatro gösterimi ve daha nice sanatsal ve kültürel etkinliklerde davetiye gönder-
ilen ve kapıda ismi yazan zümreden olmak, beğeni ölçütü olarak ele alınmak, içine girdiğiniz her ortamda göz göze gelmekten kaçınmayacağınız, her daim selamlaşıp kucaklaşacak ve kadeh tokuşturacak birilerini bulacağınız bir popülerlik kazanmak ve daha niceleri… Bir diğer nedeni ise, eleştirmen, köşe yazarı ya da yazarlara imge ve sembollerin pazarlanmasından başka bir seçenek bırakmayan “pop kültürü”dür. Elbette sanat yapıtı ve bir pop kültürü ürünü arasında ayrım yapabilmek de eleştiri kadar mahiyet ve yatkınlık isteyen bir konudur. Aksi takdirde “sanat eseri süsü verilmiş” ürünler, hiçbir sanatsal ölçüt gözetilmeden, buna karşılık, “çok satar” değeriyle ele
alınıp tanıtım ve reklam içerikli yazılara malzeme sağlayacaktır. Eleştiri kültürsüzlüğümüzün başka bir nedeni de, elbette, eleştirilmeye tahammülü olmayan, eleştiriyi her zaman bir “karalama kampanyası” olarak gören ve kendine şanlı bir geçmiş inşa eden atalardan gelen bir nesil olmaktan kaynaklanır. Eleştirmeye yeltenen herkesin bacağından asıldığı bu dönemde gerek iktidara, gerek sanatçı, akademisyen ya da aydın kesime kalem uzatamamak, eleştiri kültüründen “muaf”lığımızın en ayyuka çıkmış halidir.
Pierre Bourdieu, yazınsal düzeni “tersine bir ekonomik dünya” olarak niteler. Eleştiri ve eleştirmenlerin de içine dâhil olduğu sanatsal düzen de benzer mantıkla işler. Maddi çıkarlardan feragat etmenin ya da çıkar gütmemenin kendisinin ün, statü, saygınlık, itibar, tanınmışlık gibi sembolik kazançlar sağladığı ve en nihayetinde bu kazançların da kısa ya da uzun vadede ekonomik kazançlar vaat eden bir düzendir bu. Elbette bu alana girebilmek için başlangıçta belli bir kültürel sermayeye sahip olmak gerekir. Oysa bizde görülen, yine tersine işleyen, önce sosyal network edinip sonra kültürlenme sürecinin eleştiri kültürüdür. Böyle bir ortamda eş dostların, az biraz da tanışdaşlıkların hatrına yazılan “ben gittim, siz de gidin” popülerliğiyle gelen “seçkinlik” ve bayağılıktan daha fazlası beyhude bir bekleyiş olacaktır. Baudelaire’in de dediği gibi, “zamanımızın birçok sanatçısı o zavallı ünlerini sırf eleştiriye borçludur!”
* Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Yüksek Lisans Öğrencisi
2
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
“Aşağıdan” Gelen Çığlık: Bilgi Toplumunda Emek ve Siyaset
SARPHAN UZUNOĞLU*
D
“Marx’sız bir gelecek düşünülemez” Jacques Derrida
ünyanın dört bir tarafında bazen metodlarıyla bazen de amaçlarıyla birbiriyle benzeşen güncel mücadele biçimlerini tecrübe ediyoruz. Amerika’nın seçimi gölgesinde geçen 2012 yılının üçüncü ve dördüncü çeyrekleri bize her ne kadar unutturduysa da dünyanın farklı kıtalarında süren savaş iklimleri, terörizm adı altında önümüze ısıtıla ısıtıla defalarca konmaya devam ediliyor. Küresel anlamda bir direnişin oluşması için atılan ve birbirinden çok da ayrı görülemeyecek Occupy Wall Street, Indignados gibi akımlarsa “yeni eylemlilik” üzerine hepimizin sorular sormasına neden oluyor. Peki tam da bu noktada tüm dünya için ortak bir “eylem vizyonu” bahsini açmak kolay mıdır?
Aşağısı için stratejiyi belirlemek her daim zordur, hele ki mevzubahis işçi sınıfı olduğunda lümpen proletaryanın oranca çokluğu başta olmak üzere Türkiye’de küçük burjuva içerisinden çıkan komünistleri birçok sorun karşılar. Bu soruların da ötesinde şu dönemde en sık karşılaştığımız sorunların başında “Network Toplumu” teorisiyle bildiğimiz Manuel Castells tarafından da dile getirilen işçi sınıfının Marx’ça yapılmış tanımına dair sorun geliyor. Castells; ağ toplumu ve gelişen teknoloji vesilesiyle sınıfın o eski sınıf olmadığını, el emeğinden en-
telektüel emeğe geçiş ve kadınların sınıfı domine etmeleriyle birlikte Marx’ın tanımının geçersizleştiğini söylüyor.
Her şeyden önce Castells’in Marx’ın “işçi sınıfı” tanımına dair yorumlarının tek başlarına, ortada kapitalizme dair herhangi başka bir faktör olmadığı ve sınıfın üyeleri bakımından ele alındığı sürece doğru olabileceğini belirtmekte yarar var. Ancak ne yazık ki mevzubahis işçi sınıfı olduğunda “belalısı” sermayenin yapısı ve Marx’ın en önemlisi de “maaşlar” hakkında söylediklerine tekrar göz gezdirerek mevcut sistemde sınıfın başına gelenin bir “tanım değişimi” durumundan ziyade yeni borçlanma ve Mortgage sistemleriyle ortaya çıkan bir genişleme olduğunu görmek çok da zor olmayacaktır. Kısacası aşağıda kimin olduğuna dair tartışmayı doğru yürütmek için tıpkı Marx’ın yaptığı gibi yukarıda neyin olup bittiğini ve dahası sermayenin kendisini nasıl güncellediğini görmek gerekir. Çalışma Bakanı geçtiğimiz günlerde taşeronları kaldırmanın gündemlerinde olmadığını açıkladı. Renault işçilerinin DİSK’e geçmek için Bursa’da yaptığı eylem ve Türkiye’nin bambaşka alanlarına yayılan diğer eylemler göz önüne alındığında Türkiye işçi sınıfının günvecesiz, esnek
ve ucuz çalışma rejimiyle sınandığı bu dönemde sınıfı doğru kavramak gerekiyor. Öyle ya, sınıf bugün mavi yakalı veya tulumlu erkeklerden çok hiç estetik olmayan kimi üniformaların içerisine (üniforma estetistik olabilirmişçesine!) güvencesizlikleriyle birlikte sokulan birçoğu temizlik ve sağlık alanında hizmete dahil olan kadınları, hatta arttırarak her biri Mango’dan alışveriş yapan ama kredi kartı borçlarını ödemekten başka herhangi bir “yaşam amacı” kalmamış, plazaların parlak zeminlerinde topuklarından öfkeli sesler çıkaran kadınları içeriyor. Peki ya sınıfın böylesine “genişlediği” bir dönem ve “tüketimcilik” trendinin aynı şekilde üstelik aynı “sınıf” içerisinde arttığı dönemde tartışılması gereken nedir? İşçi Sınıfının Militanlığı
“Aşağıdan” olanı Herbert Marcuse külliyatına da referansla toplumun dışına itilen tüm “unsurlarla” ve yukarıda saydığımız sınıfın “genişlemiş” haliyle bir arada değerlendirdiğimizde “Aşağıda” olanın öfkesini nasıl örgütleyeceğimiz asıl konumuz haline geliyor. Gibson-Graham (1996, s.46) bu militanlığın mevcut genişleme durumuyla birlikte azaldığına işaret ediyor. Ancak işçi sınıfı içerisindeki militanlaşma eğilimlerini sınıfı “segmentlerine
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
ayırarak” açıklamak iktidar ve baskı faktörünü görmezden gelmek demektir. Bugün artan taşeronlaşma oranları ve çalışma saatlerindeki esneklik mesai sonrası dışında proletaryaya bir eylem alanı tanımamaktadır. Zaten mevcut eylem alanları da iktidar tarafından
sayısı hiç olmadığı kadar tabana yaklaşıyor. Bildiğimiz “işçi” kalıbının dışına çıkan plaza emekçileri ise politik anlamda ürkek bir profil sergileyip Marksizm’in devrimci yönünden uzak duruyorlar, ki burada onları suçlamak baştan sona yanlış olacaktır. Böyle bir ortamda sınıfın ideolojik
daha tehlikeli bir şeyi içinde barındırıyor.
6
Oğuzcan Önver’in Aşağıdan’ın ilk sayısına yazdığı R.A.F. makalesi işte tam da bu yüzden çok büyük önem teşkil ediyor. Onun Ulrike Meinhof’u “aile hasreti çeken duygusal buhranda bir anne” diye lanse etmeye çalışan sisteme karşı ortaya koyduğu radikalleşme ve sistemden uzaklaşma tezi, Ulrike’nin Türkçe olarak “Protestodan Direnişe” adı altında toplanan yazılarındaki fikriyatın güzel bir özeti gibi.
Protesto kültürüyle bile henüz tanışabilmiş olan, var olan alanının dışına bir adım dahi atamamış çok ciddi kitlelerden bahsettiğimiz bu dönemde kitlelerin iradesini değiştirmek adına küçük nüveler halinde fikir örgütlemek gerekiyor.
belirlendiği ve çevik kuvvet tarafından inanılmaz bir “dirençle” savunulduğundan oralarda “mesai sonrası” yapılan eylemler de ideolojik amaçlarına ulaşamamaktadırlar. Propaganda alanları birkaç legal siyasi örgütün desteklediği günlük gazetelerle sınırlanırken, proletarya kendi gündemini oluşturmaktan acizleştirilmiş, sol partilerin de ortaklık kurduğu bir biçimde mecranın kullanımı bir “parti aydını” sınıfına bırakılmış, birçok sol partinin proletarya ile ilişkisi kesilerek partilerin yayın organları da eşitlik taleplerinin önüne basın özgürlüğü gibi çeşitli talepleri koymuş, belirli meslek gruplarının odalarının basın bültenlerinin dışında bir şey yayınlayamaz hale gelmiştir.
Bu durum tespitinin yanı sıra söylemek gerekir ki Kürtlere “sınırlı” ve “şartlı” destek konusunda solun bir bölümü iki yüzlülüğünü sürdürürken, özellikle silahlı mücadele ve ekolojik mücadele gibi iki konuda politik merkezlerin her biri ağız gevelemenin ötesine geçememekte. Sol liberal örgütlenmeler günden güne artarken, örneğin Kutluğ Ataman gibi Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni ve BDP’yi “sağcı” olarak adlandıran bir insan “sol” bir partide ayakta karşılanabiliyor. Uzlaşmacı liberallerin tamamı kendileri için bir “yol harikası” çizerken solun ortodoks kalan kısmı küçülüyor, anarşist kanatın da büyümesiyle birlikte işçi mücadelesine “omuz verecek” komünist bireylerin
karakteri üzerine konuşacak kadar bile “alan gözlemi” olmayan bir solun şikayet etme hakkı yoktur.
Castells’in uzmanlık alanı olan yeni medya etkisinde gelişen “yeni toplum” için militanlaşma fazlasıyla terörize edilmiş bir kavram ve durum. Sosyal yaşamın haftasonu gidilen sinemalarla yahut alışverişlerle sınırlandığı bu ortamda sınıftan bahsederken dikkatli olmak gerekiyor. Peki ya “küçük burjuva” diye adlandırdığımız kesim? Bu kesimde damarlara yayılmış olan sonsuz tembellik duygusu, yazı dahi üretemeyen, eylemlere “muhitinde olduğunca katılan” bir insan tipi yarattı.
Örgütlülükten daima kaçan. örgütsüzlüğü bir tavır olarak benimseyen bu anlayış Starsailor’ın meşhur şarkısındaki gibi “zavallı yanlış yönlendirilmiş bir ahmak” nasıl hareket ederse öyle hareket ediyor. Bu “Leyla”lık durumu entelektüelliğin ve Cihangir’in sıcak sularından mı kaynaklanıyor bilinmez; ancak bu eylem sefaletinin arkasında en çok da “sol ideoloji”nin liberalizmle harmanlanmış bu görünümü yatıyor. Günlük yaşamlarının konforundan vazgeçmekten “ölesiye korkan” ve hiçbir taşın altına elini koymayan, yolu ya da aklı değil cezaevine karakola bile düşmemiş bir “yeni nesil” muhaliflik türüyor. Bu muhaliflik Kemalistlerin “muhaliflik” yanılsamasından çok
Bu fikri örgütlenmeler “tek bir çatı altında” yukarıdan aşağı bir birlikten ziyade birlikte hareket etmeye yarayan tam da bizim sloganımızdaki gibi “kognitif” bir durum gerektiren örgütlenmeler.
Elimizde klavyelerimizden fazlası var, sistemin saldırısı ile anbean sınandığımız bu dönemde “sosyal medya”yı güncelin ve var olanın yansıması olarak görür, onu yalnızca “propaganda aracı” olarak kullanmayı bilirsek en azından aynı koridorda çalıştığımız insanlara “sol” diye gülümseyen bir merhaba diyebiliriz.
Ancak o zaman bir klavyenin yahut yazarkasanın hükümetleri düşürüp devletleri yıkabileceği bir dünyanın hayaliyle ısınabiliriz, aksi halde yalnızca “burjuvazi” için doğan güneşi söndürmek pek de mümkün gözükmüyor. * Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Yüksek Lisans Öğrencisi
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
Avuçlarınızın İçindeki Ruh HALİL TÜRKDEN*
F
ranco Berardi’nin 2009 yılında İngilizce olarak “The Soul at Work From Alienation to Autonomy” özgün adıyla yayımlanan Ruh İşbaşında “Yabancılaşmadan Otonomiye” adlı kitabı Metis Yayınları aracılığıyla okuyucularla buluştu. Eserin orijinal İtalyanca metninden çevrildiğini de hatırlatmak gerekir.
Franco Berardi, namı diğer Bifo “ruh”u tartışmaya açıyor. Bunu daha özdekçi bir yoldan yapıyor. Spinoza’nın fısıldadığı gibi, ruh bedenin yapabilecekleridir.
Kitabın genelinde 60’ların Marksist dilinin yeniden tartışıldığı ve analiz edildiğini görebiliriz. Bu doğrultuda yazar, söz konusu dili Deleuze ve Guattari’nin kapitalizm ve psikanaliz eleştirileri kapsamında oluşturdukları şizoanaliz ve açık bir şekilde postyapısalcı felsefenin diliyle olan ilişkisi çerçevesinde ele alıyor.
Bifo üretimde yaşanan her türlü çeşitlilikle beraber, yani post-Fordist dönemin yükselişiyle beraber değer üretimindeki başrolleri zihin, dil ve yaratıcılığın aldığının altını çiziyor. Berardi bu post-Fordist üretim şekline “gösterge kapitalizmi” adını veriyor ve bu gösterge kapitalizminin kalbinde dil ve paranın olduğunu belirtiyor. Bifo’nun çizgilerini belirlediği bu kapitalizm biçiminde Antonio Negri’nin de çok defa altını çizdiği “maddi olmayan bir üretim”den söz edilebilir. Zira Negri de Hardt ile olan çalışmalarının büyük bir bölümünde post-Fordist gelişmelerin askerî alandaki değişimlerinden sıklıkla bahsetmişti. Bifo, enformasyon ve medyadaki yeni atılımlarla beraber üretimin artık “biyo-politik üretim” ile tanımlandığının altını çiziyor. Bu aynı zamanda ekonomik, politik, kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbir-
lerini sardığı toplumsal hayatın üretimidir.
Berardi “ruh” kelimesini yabancılaşma tartışmalarının özüne gönderme yaparak, bilinen anlamından yani tinden farklı bir şekilde kullanıyor. Kendi tabiriyle ruh, “biyolojik maddeyi canlı bedene çeviren hayat nefesidir”. Kitapta yabancılaşma kavramının ötesi berisi hakkında çok söz söyleyen yazar, Hegel ve Marx’ın bu kavrama olan yaklaşımlarını basamak olarak kullanıp Fransız postyapısalcılığın ışığında yeni bir “yabancılaşma” gündeme getiriyor. Kitabın hemen hemen her bölümünde sıklıkla karşılaşacağınız “psikopatoloji” kavramı burada devreye giriyor. Kitlelerin nasıl bir depresyona sürüklendiği de yazarın yoğunlukla cevaplamaya çalıştığı sorulardan biri.
Bifo’nun 1960’lardaki İtalyan işçiliği üzerinden yaptığı analizler ve değerlendirmeler kitap içinde yer yer felsefe ve emek kavramları arasında olup bitenlere de ışık tutuyor. İşte tam da bunu takip eden bölümlerde, yavaş yavaş bu çalışma sisteminin yabancılaşmanın formunu nasıl değiştirdiğini görüyoruz. Zihinsel sürecin sermaye oluşumuna nasıl hizmet ettiğini, yabancılaşmanın nasıl bir özne-nesne değişimi yaşadığını ve kitaba adını veren “ruhun işbaşında olması” halini yazar özellikle kitabın ikinci bölümünde geniş bir çerçevede ele alıyor. Zihinsel emek ve kol emeği arasındaki ilişki geçen yüzyılda Lenin, Gramsci ve Weber gibi isimler tarafından çokça gündeme getirildi. Kitabın son bölümlerinde, kognitif emeğin nasıl bir güvencesizleşme sürecinden geçtiği “eğreti ruh” başlığı altında inceleniyor. Bifo’nun da vurguladığı gibi bir an-
7
lamda, endüstriyel fabrika emeğinin rolü azalırken, iletişimsel ve duygulanımsal olan -maddi olmayan emek- önem kazanıyor.
İşçi hareketleri paralelindeki siyasi gücün zayıflamasıyla beraber, kapitalist sistemdeki emek ilişkilerinin malum güvencesizliği ve acımasız sömürge yeniden ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, yeni bir görüngü tespit edilir ve bu görüngüde güvencesiz emeğin nasıl koşullarda işlediğini görebiliriz. Tüm bunlara ek olarak, Bifo’nun emek ve felsefe kavramları üzerine açtığı tartışmalarda küresel üretim mekanizmasının siber uzamını da özenle ele aldığını görmek mümkün.
Değişen form beraberinde insansızlaştırılmış bir zamanı da getiriyor. Franco Bifo Berardi, insansızlaştırılmış zamanı şöyle yorumluyor: “Bilgiye dayalı emek alanına geldiğimizde, bir insanı günde sekiz saat için satın almaya artık gerek yoktur. Sermaye artık insanları işe almak yerine insanların birbiriyle değiştirilebilir ve geçici hamillerinden ayrılmış zaman dilimini satın almaktadır.“
Berardi, tüm bu yabancılaşma, eğretileşme ve sömürü hikâyesinin sonunda dünya ekonomisinin son dönemlerde yaşadığı sarsıntıları yorumlayarak ruhun yeniden kapitalizmden özerk ve özgür kalabileceği yönündeki ümidini dile getirip bir anlamda açık kapı bırakıyor. Elbette, Bifo tüm bunları yaparken postyapısalcılıkta önemli durak noktaları olan Deleuze ve Guattari’nin ‘arzu felsefesi’ne, Foucault’nun ‘biyoiktidar’ına ve Baudrillard’ın ‘simulasyon’una uğramadan edemiyor. Yazar için bu nokta, referans aldığı felsefeden ziyade, tespitlerinin ‘nasıl’ını anlamak için çok önemli.
Yazar, 1960 ve 70’lerdeki kapitalizmden özerk durma çabası içindeki direniş ve örgütlenme güdüsüyle hareket eden işçi hareketinin şimdilerde benliğinin inşasında en önemli rolü ‘iş’e bırakmasına çare arıyor ve işin kimliğimizin önemli bir kısmını oluşturmasına sitem ediyor. Bitirirken de Franco Berardi’nin kitabın hem başında hem de sonunda sorduğu soruyu hatırlayalım: “Nasıl oldu da işten kaçarken onunla özdeşleşir olduk”.
* Kadir Has Üniversitesi İletişim Bilimleri Yüksek Lisans Öğrencisi
8
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
Z
or zamanlardan geçiyoruz. Hep birlikte, Anthony Burgess’in Otomatik Portakalındaki zavallı anti-kahraman Alex’in, kendisine verilen yaratıcı rehabilitasyon(!) tedavisi sonrası edindiği zihinsel tükenmişliği yaşıyoruz. Üzerimize sevişmeyen insana has bir yorgunluk çökmüş. Hiç merak etmeyenin, kendisini bulunduğu noktaya mıhlayan kötücül kararlılığını paylaşıyoruz. Ölmeden girdiğimiz bir tabuttayız ve kapağın üzerinde bir fil oturuyor! Binlerin pür-i pak -aktif- vicdanı bile yerinden oynatamıyor fili, çünkü hafızası çok ağır çekmekte; ortak tarihin mahrem yerlerine dek uzanıyor anıları. Bu satırları, oturup makûs talihimize ağlayalım diye yazmıyorum elbet. Belki de fili vicdanla, telepatiyle, meditasyonla, fil kaçıran duasıyla falan yerinden oynatamıyor oluşumuz bize başarısızlığın kaçınılmaz olduğunu değil, sıranın artık “kol gücümüzü” kullanmayı denemeye geldiğini gösteriyordur. Balığın Serbestliği ve İnsanın Özgürlüğü
Yaygın olarak ve kasten birbirine karıştırmaya zorlandığımız iki kavram var: Özgürlük ve serbestlik. Dikkat edin, egemenlik yetkisini kayıtsız şartsız taşıyan zatlardan biri, ne zaman kameralar karşısına geçip özgürlük kelimesini kullansa, büyük
DEVRİMCİ KARARSIZLIK (1) TABUT VE FİL Alper Çevik*
olasılıkla aslında serbestlikten bahsetmektedir.
Serbestlik, tanımı itibarıyla sınırları barındırmaktadır. “Sınırları barındırmak” biraz hafif kaçtı sanki değil mi? Serbestliği baştan aşağıya tanımlayan bizzat sınırlarıdır. Örneğin, akvaryum balıklarının serbestlik ölçütü akvaryumun cam duvarları arasında kalan hacimdir. Akvaryumda doğup ölen bir balığın özgürlüğünden -herhangi bir bağlamda- bahsedilebilir mi? Hayır. Bir inşaat veya ofis işçisinin serbestlik ölçütü de akvaryum balığınınkinden çok farklı değildir. Bu kez cam duvarların yerini beton duvarlar, birey olmaya ayırabileceği zaman dilimleri ve piyasa koşullarının emeğine biçtiği ücret almıştır. Peki, işçinin özgürlüğünden söz edilebilir mi? Kuşkusuz evet, söz edeceğiz! Çünkü insandır: Akvaryum balığından farklı olarak “kol gücüne”; yani evet, bildiğimiz kol gücüne, nispeten gelişmiş bir ön beyine, üstüne üstlük iletişim ve örgütlenme kabiliyetine sahiptir. Özgürlük ise serbestliğe hiç ama hiç benzemez. Özgürlük, sınırlarıyla tanımlanamaz, ifade edilemez. Örneğin, “İfade özgürlüğü vardır, ama falanca sınırlar dâhilinde.” cümlesi ironinin sınırlarını zorlamaktadır. Özgürlük, beklenmedik olanı, rastgele olanı*, taze hayal edilmiş, elle
üretilmiş olanı ihtiva eder ve ıslak sabun gibidir, kolay kolay elde tutulmaz. Akışkandır, fakat bulunduğu kabın şeklini almaz. Zamanı, mekânı falan da pek öyle umursadığı yoktur. Gücünü yeniyi ortaya koyuyor olmaktan alır. Dikkat, sadece yaratıyor olmaktan değil, aynı zamanda “ortaya” koyuyor olmaktan… (Başıma bir şey gelmeyecekse!) Marksist tarih tanımı üzerine bu bağlamda çalışabilirim: İnsanlığın tarihi, “üretim güçlerinin özgürlük arzusu” ile “üretim araçlarına sahip olanların diğer sınıfların serbestlik sınırlarını belirleme arzusu” arasındaki savaşın tarihidir. İnsanoğlu hiçbir çağda kendisine reva görülen serbestlikle yetinmemiştir, çünkü serbestlik “az da olsa özgürlük” değildir. Yukarıdan-Aşağıdan
Büyük lokmalar yememeye çalışırım, ama madem ağzımıza attık yutmaya çalışacağız. Bazıları “yukarıdan”, bazıları “aşağıdan” gelen büyük kavramlardan bahsedeceğim biraz. Tamam, acımasızca ahkâm keseceğim. Yukarıdan gelenlerden birkaçını serbestlik ve özgürlük ekseninde inceleyecek olursak: Din: Özgürlükle değil s erbestliklerle ilgilidir. Tartışmasız yukarıdan gelmiştir ve aksini iddia edenleri dışlar.
9
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
Kararlıdır. Hafızası sabittir. Serbestlikler sunar, sınırlar tanımlar. Toplumu sınıflara böler ve ayrı ayrı seslenir: “Sen sadaka vereceksin!”, “Sen sabredeceksin!”, “Sen en güzel duyguların katilisin!”. Din, gereksinim duyduğunda silah kullanmaktan kaçınmamıştır.
Devlet: Hafızası sabittir. Tarihi yazmaya ve onun mutlak sahibi olmaya çalışır o raddede romantik ve kıskançtır. Kararlıdır. Üzerine -çoğunlukla savaşlaaldığı görev ve sorumlulukları yerine getirir gibi görünerek, yetkilerinden gelen sorgulanamaz gücün denetimsizliğini kamufle eder. Özgürlüğün karşısına anayasa, yasalar, yönergeler ile tanımlanan serbestlikleri diker. Devlet topluma aşı vurur. Toplumu özgürlük hastalığından korumak için damarlarına zayıflatılmış serbestlik mikrobu enjekte eder. Fahişe hukuku iktidarlara pazarlayan pezevengin ta kendisidir. Yapmakta olduğu hiçbir şeyi silah kullanmadan yapmamıştır, yapamaz. Nadiren aşağıdan geldiği olmuştur, nihayetinde devlet devletleşir işte yahu! Ne anlatıyorum ben? Kapitalist teknoloji: Gereksinimlere göre şekillenmez, gereksinimleri şekillendirir. Bu anlamda yukarıdan gelmektedir. İhtiyaçları karşılamayı değil, ihtiyaç fazlası yaratmayı ve hep daha fazla kâr elde etmeyi hedefler. İlk bakışta kararsız gibi görünmekle beraber, iliklerine kadar kararlıdır. İlkelerini tartışmaya açmaz. Özgürlüğe düşmandır, serbestliğin sınırlarını fiyatlandırmakla ilgilenir. Ayrımcıdır.
Kompleksler, takıntılar ve korkulardan beslenir. Agresiftir ve kendine has silahlar kullanır.
Aşağıdan gelenler daha mı cana yakın ne? Bakalım:
Bilim: Kararsızdır, hafızası birikimli ve dinamiktir. Şeffaftır, denetime ve sorgulamaya açıktır. Paylaşımcıdır. Bilimsel yöntem, özgürlüğe giden yolda kaybolmamak için eşsiz bir kılavuzdur. Sınırlarla var olamaz. Saygı görmeye ihtiyacı yoktur. Kutsal değildir. İnanılmaya ihtiyacı yoktur. İhtiyaç duyduğunda bile silah kullanmamıştır. Pasif direnişçidir. Tarihini sıksan şüheda fışkırır.
Sanat: Kararsızdır, kararsız kalabildiği sürece sanattır. Propaganda yapar. Egemene göbekten saldırır. “İyinin ve kötünün ötesindedir”, en saf hali bile ayrıksıdır. Aşağıdan gelir, en yukarılara dek nüfuz edebilir. Özgürlük militanıdır, sınırlara ve sınıflara saldırır. Fiyatı yoktur. Duyu organlarına ve hafızaya seslenir. Sorgulamaya ve eleştiriye açıktır. Silahsızdır, çünkü bizzat kendisi -namlusu yukarıya dönükbir silahtır. Esir düştüğünde ihanet etmez, intihar eder.
Demokrasi (!): Devletin ve şirketin karşısındadır. Sahiplikten gelen gücün yerele dağılması ve sürekli -aşağıdandenetim altında tutulması ile mümkün olmuştur. Bireyler ve topluluklar, siyasi ve hukuki- özsavunma gücüne sahiptir. Kararsızdır, sürekli değişimi şart koşar. Muhafazakârın neyi muhafaza ettiğini ve asıl derdinin ne
olduğunu sorgulamaktadır. Doğası gereği özgürlükçüdür. Toplum, bireylerin özgürlüğünü taciz etmemekte, serbestlik sınırlarını çizmeye soyunmamaktadır. Bireyler sahip olma güdüsüyle yaşamamaktadır. Kimse kimsenin kültürel zenginliği falan değildir. Herkes eşittir. Demokrasi esasen sosyalizmdir. Emeği olmayanın masadan kaldırılmasıyla doğmuştur. Silahsızdır, zira mahalleler düzeyinde örgütlenmeyi başarabilmiş ve yönetimi ele geçirmiş özgür toplulukların ilk işi silahları sonsuza dek yok etmek olmuştur. Dağlarına, ormanlarına, derelerine gözü gibi bakmakta, çocuklarının zamanını safsata ile harcamamakta, her türlü istismardan korumakta ve özgür düşünceli nesiller yetiştirmektedir. Bireyler ve topluluklar tüm anlaşmazlıklarını halka açık müzakereler yoluyla çözmektedir. Evet, hem de hepimize yeter!
“Hadi canım!” mı? Armut pişip ağzımıza düşüverecek diyen mi oldu şimdi? Nerde dağıtıyorlar acaba bu kadar aklı?
Üzgünüm ama kimse bizim adımıza içerde/dışarda mihraklarla savaşıp, ciltlerce kitap okuyup/yazıp, silahlı kuvvetleri örgütleyip veya proletaryayı “bilinçlendirip”, nihayet bir ekim sabahı kürsüye çıkıp “radikal demokratik devrimi” ilan etmeyecek dostlar. Aşağıdan haykıracağız. Daha yüksek! Ve aynı anda pek çok şey söyleyecek kararsız kelimeler. Bir hikâyeye binlerce hikâye sığacak. Kol gücüyle yükleneceğiz tabutun kapağına. Fili silkeleyip başımızı tabuttan çıkarabilirsek, bir kez daha görebilirsek gökyüzünü, bir soğuk nefes daha alabilirsek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Bir daha asla! Aşağıdan haykırıyoruz: “Gel abi gel gel gel, komple serbest!”
* Rastgele deneyimciliğin dogmatizm karşısındaki üstünlüğünden başka bir yazıda bahsetmeye çalışacağım.
* ODTÜ Fen Bilimleri Fakültesi Biyomedikal Mühendisliği Doktora Öğrencisi
10
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
kapitalizmin ücretli köleliğine hizmet eder hale geldi. Değişimin simgesi reklam oldu, yeni ve özgür hayatlarına ancak reklamla ulaşılacağına inanan reklam çağının insanları, reklamı gereğinden fazla içselleştirdi. Örneğin bir donut 4 lira. Donut+Donut yemekle alınan Amerikan imajı=4 lira aslında. Satın alırken ücretin yarısını imaja vermeye başlayan insanlık [hangi yarısını verdiğini hiç bilemeden] reklam sayesinde bu hale geldi. Reklam, Pavlov’un klasik koşullandırmasını ve Freud’un psikanaliz kuramını çok iyi kullandı. Freud’un yeğeni Edward Bernays, Amerika’daki ilk reklamcılardan biriydi. Kadınların sigara içmesinin toplum nezdinde ayıplandığı bir dönemde feministleri ayaklandırarak ‘‘sigara içmek=erkeklerle eşit olmak’’ denklemini kurmuştu. Kadınların sigara içmesinin kolaylaşması büyük ölçüde Freud düşüncesiyle sağlanmıştır.
REKLAMCILARI NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ? OĞUZCAN ÖNVER
olmak daha iyidir diyememiş, “Dünyaya bir daha gelecek olsam, genelevde piyanist olmak diyebilmiştir. Adamların genelevreklamcılık yapmak isterim.” lerinde bile piyano var. Bu arada Franklin D. Roosevelt- ABD fahişelere selam olsun. Bir dönem, Başkanı. Neşet Ertaş’ı tanımayan Nil Karaibrahimgil’in, ülkenin en prestijli acques Seguela, insanlık tarireklam ajanslarından birinde metin hinin en olaylı siyasi reklamcılarından biri. ”Anneme yazarlığı yaptığı bu kültürel çöl ikliminde, bu kitap üzerinden yola reklamcı olduğumu söylemeyin… O beni bir genelevde piyanist sanıyor!” çıkarak reklamı satmaya çalışıcam. Yandım. John Berger, ‘‘Görme Biçimadlı kitabı AFA yayınlarından 1989 yılında çıkmış. Yeni baskısı yok. Sa- leri’’ adlı şaheser kitabında haflarda bulunuyor. İlk baskısını 4 li- “Reklamcılık, Rönesans resminin can çekişmesidir.” mottosuyla raya aldım. Okumak isteyenlere ödünç verebilirim. Kitap, Seguela’nın reklamcılığın kendini Rönesans resmini çalarak var ettiğini örneklerle kendine ithaf ettiği bir anı kitabı. anlatır. Dünyadaki reklamcılar, RöneReklamcılık hayatına nasıl sans resmini inceliyor, anlıyor ve başladığını, bu hayatta neler reklamlarına töz olarak uygulayayaptığını, reklamın nasıl bir şey biliyor. Biz de durum birazcık farklı. olduğunu güzelce anlatıyor. ÇevirYanlış olan genel bir algı var: men de gayet iyi: Ragıp Duran. Ki”Reklamcılık, kapitalizmle beraber tapta şu tarz bölümler var: [1969 Kaçış Yılı, 1970 Mavi Yıl, 1971 Kara doğmuş, gelişmiş bir sistemdir.” M.Ö. 500lü yıllarda satılan bir vazonun Yıl.] O yıllarda neler olduğunu her sayfada sinemavari bir dille aktarıyor. altında, o vazoyu tanıtan, o vazonun müşteri tarafından alınmasını Bu bir kurgu numarası zira kitabın sağlamaya yönelik bir takım yazılar sonunda jenerik ve sahneler var. Kitabın meramı: ‘Reklamcı olmak bir tespit edilmiş. genelevde piyanist olmaktan daha Bu demek oluyor ki reklamcılık, ahlaksız bir durumdur.’ Bu fikri reklam isteği, insanlık tarihiyle paralel destekleyen anılar, 70li yılların Fransasının reklam sektöründeki pis- bir gelişim göstermiş ve ilk insanlarda bile reklam arzusu/zaafı varmış. Bu, likleri birinci ağızdan ispiyonlanıyor. reklamın ne kadar insani olduğunu göstermekle birlikte, aynı zamanda 70li yıllar düşünüldüğünde bu beninsanın reklama ne kadar muhtaç zetme belki haklıdır ama günümüz olduğunu da gösteriyor. Elbette kapireklamı için hafif kalır. Zaten talizmin geliştiği, sermaye birikiminin Seguela, Fransız asilliğine sahip arttığı dönemden itibaren, reklam büyük reklamcı olduğu için fahişe
J
Toplumda X ve Y’ler reklamlar yüzünden sürekli değişiyor. Saat, zamanı gösteren bir nesneyken statü belirtisi/güç sembolü haline geliyor. Bir saati alırken dikkat edilen; saatin güzel görünmesi, saat pahalıysa şayet zengin olunmanın imlenmesi gibi şeyler, saatin asıl işlevi olan zamanı göstermesinin önüne geçiyor.Reklamla ilgili bu ülkede en fiyakalı tespiti Kemal Sunal, “100 Numaralı Adam” filminde Şaban Erkök karakteriyle yapmıştır: Sunucu kızımız sorar: Yeni işiniz reklamcılık hakkında bize birkaç söz söyler misiniz? Şaban cevap verir: Efendim, reklam reklamdır. Reklama reklam demeyen arkadaşlara teessüf ederim. Reklam üç kola ayrılır. Bu kollar sonra bir yerde birleşirler, sonra tekrar ayrılırlar. Bilmem anlatabildim mi? Bitti, teşekkür ederim.
POLEMİK
R
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
eklamcıları niçin öldürmeliyiz, sorusunu gördüm ve gerekçeyi de bir güzel okudum. Birkaç kelam etmek istiyorum.
Reklamın bir gücü vardır, doğrudur. İnsanlara mal satar, hizmet satar, keyif satar, statü satar... Satar da satar. İnsanlar da gücü yettiğince almaya çalışırlar satılanları. Satılık listesi biraz kalabalık olsa da, alınan listesi bu kadar kalabalık değildir. Her ne kadar “laissez faire, laissez passer” meselesinin bir başka versiyonunu “bırakınız alsınlar, bırakınız yesinler” şeklinde reklam piyasasına sürsek de, mesele hiçbir zaman buna denk düşmez. Reklamcılığı savunan, çok seven ve dünyanın herhangi bir caddesinde yürürken kendini billboard çöplüğündeymiş gibi hissetmekten memnun bir insan değilim. Adam Smith’in liberal ekonomi temeli olarak bilinen sözünü savunmuyorum, liberal ekonomiye de karşıyım. Bir gerçeği sadece açıklamaya çalışıyorum: Reklam, satış listesindekilerin alınması noktasında sadece “laga luga”dır. Reklamsız bir kapitalist dünyada da satış listesinde bulunan mal, hizmet vs zaten bir yerlere ulaşacaktır. Bu insanın doğasında olan bir şey. Alıyoruz, çünkü yaşıyoruz. İşin statü ve mutluluk boyutuna gelince, sanal bir statü sunan şey tabii ki de reklam değildir. Malın ya da hizmetin standartları bu durumu belirler. Reklam biraz daha süsleyebilir ama ötesine geçemez. Satın aldığınız son model bir Almanya menşeili bir otomobille caddelerde fink atarken, aynı dönemde TV’de dönen otomobilinizin reklamının milyon dolarlık bütçeyle hazırlanmış olması ya da fiyakası, direksiyona doğru eğilmenizi ve kıçınızı yükseklere dikmenizi sağlamaz. Üzgünüm ama olay bu şekilde ilerler.
ama yanlış olur. Reklamın gücünün aslında yetemediği şeylerdi bu statü mevzuları. Statüyü satan markadır, bir mala ya da hizmete marka değeri katan da reklamdır derseniz, bunu ayrıca tartışırız ama inanın tam olarak böyle de yapmaz reklam. Fasulyenin faydalarından bahsedelim birazcık.
Zaman gazetesinin reklamları günde üç – beş defa karşıma çıkıyor. Her defasında da Kubat’a ait olduğunu düşündüğüm (yanlışım varsa düzeltebilirsiniz) o illet sese rağmen izliyorum. Reklamın başlangıcı, gelişimi oldukça sıradan. Oturup da Ramazan döneminde iftarlık bir zamazingoyu ekrana
BAŞKA BİR AÇIDAN REKLAM
Buraya kadar fikrimin ortalama bir gerçeği yansıttığını söyleyebilirim. Bana, şu ana kadar yazdıklarımdan dolayı liberal ekonomi yanlısı, kapitalist, sermayeci, burjuva diyebilirsiniz
CENK İSTANBULLU
taşıyalım deseniz, buna benzer bir numara yapılır. Birbiriyle birleşen sofralar Edirne’den Ardahan’a kadar uzanır ve ortaya bir meşrubat çıkarılır. Kardeşlik zevzekliğidir bunun adı. “Hepimiz din kardeşiyiz, bak işte aynı anda sofradayız, biz Müslümanlar bir aileyiz” gevezeliğidir. Yalnız Zaman’ın reklamında bu gevezeliği bozan bir nokta var. Altın vuruş, altın gol, adına ne derseniz deyin ama orada bir şey var. Çorak topraklar üzerinde bir köy; bir öğretmen, öğrencileri ve en uçta da gerilla. Bu zincir Türkiye’yi dolaşıyor şeklinde temsil ediliyor. Bu önemli bir nokta. Hükmeden güce en yakın duran gazetenin reklamında böyle bir görüntü görmek. Türkiye’nin en çok satan gazetesinin reklamında bunu görmek. Kitlelere bu görüntüyü göstermek ve o minik öğrencinin elini tutanın insan olduğunu, öcü olmadığını anlatmaya çalışmak. Görüntü çok net, tablo çok açık. Savunalım ya da savunmayalım.
11
İdeolojimize ters gelsin ya da düz gelsin. Ayrılıkçı olalım, özerkçi olalım, federalci olalım, üniterci olalım, başka bir şey olalım. Fark eder mi? Bazı görüntüleri göstermeye cesaret eden reklam işte asıl reklamdır ve gücünü de buradan alır. “Alışılmayanı alışılmış kılmak” önemli bir noktadır. Bu yalan söylemek değildir. Göremediğinizi göstermektir. Minik öğrencinin elini tutan sıradan bir insandır. “İnsandır.” Bunu Türk kamuoyuna aktarabilmek gerekir, reklam da bunun için önemli bir araçtır. Türkiye bu durumu sahiplenir mi? Bunu bilemeyiz. Eğer reklam sadece bu görüntüyü vermekten öteye geçebiliyorsa, yani “reklamcıları öldürmeliyiz çünkü” dediğiniz noktayı haklı çıkarıyorsa, emin olun yarın Türkiye güllük gülistanlık olur.
Jacques Seguela ismini biliyorsanız, reklam denilen naneyi az çok takip ediyorsunuz demektir. Bir isimden de kısaca bahsetmek gerekir: Oliviero Toscani. “Reklamcı değil, fotoğrafçı o” diyebilirsiniz. Saygı duyarım. Fotoğrafçıdır, iyi de fotoğrafçıdır ama fotoğrafa çok şey katar, çok anlam yükler. Benetton için yaptığı “United Colours” kampanyasına bakarak “fotoğrafçı lan bu adam” demezsiniz. Bu yüzden, “Toscani aynı zamanda reklamcıdır” diyenlerdenim. Toscani’nin “United Colours” kampanyasına bir göz gezdirmenizi tavsiye ederim Bunun yanında, kendisinin amaçsız reklamı, dünyayı idealize eden reklamı yerdiği; çocukların çişinin mavi renk şekerlemelere dönüştüğünü gösteren reklam mantığını klozetin en dibine soktuğu kitabı “Reklam Bize Sırıtan Bir Leştir”i de okumanızı salık veririm.
POLEMİK
12
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
Rafeef Ziadah: “Biz Yaşamı Öğretiyoruz Bayım!”
Özgür Filistin!
B
ugün, bedenim TV’de yayınlanmış bir katliamdı.
Bugün, bedenim demeçlere ve kelime sınırlarına sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı. Bugün bedenim, ölçülü cevaplara karşı istatistikle dolmuş demeçlere ve kelime sınırlarına sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı.
Ve İngilizcemi mükemmelleştirdim ve öğrendim BM kararlarını. Ama yine de bana sordu; “Bayan Ziadah, çocuklarınıza nefret etmeyi öğretmekten vazgeçerseniz, her şeyin düzeleceğini düşünmüyor musunuz?” Durakla! İçime baktım, sabredecek gücü bulmak için fakat dilimin ucunda sabır yok düşerken bombalar Gazze’ye. Sabır beni terk etti… Durakla! Gülümse! Biz hayatı öğretiyoruz, bayım!
Rafeef.. gülümsemeyi unutma… Durakla! Biz Filistinliler, onlar son gökyüzünü de işgal ettikten sonra hayatı öğretiyoruz. Biz hayatı öğretiyoruz, onlar yerleşimler ve ırkçılık duvarları inşa ettikten sonra, son gökyüzünü den sonra. Biz hayatı öğretiyoruz, bayım!
Ama bugün, bedenim demeçlere ve kelime sınırlarına sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı. ve diyorsunuz ki bize bir hikâye ver sadece, insani bir hikâye. Anlarsın ya… siyasi olmayan… Seni ve halkını anlatmak istiyoruz insanlara, hadi bize bir öykü ver. Fakat, “ırkçılık” ve “işgal” kelimelerini kullanma! Bu siyasi değil. Diyorsun ki bir gazeteci olarak bana yardım etmek zorundasın… siyasi olmayan hikayenizi anlatmanıza yardım etmem için. Bugün, bedenim TV’de yayınlanmış bir katliamdı. “Gazze’de, tedaviye ihtiyacı olan bir kadınla ilgili bir hikâye vermeye ne dersin?” Kemikleri kırılmış uzuvların var mı, yeterince güneşi örtmek için? Ölülerini ver bana… ve onların isim listesini, 1200 kelime sınırını aşmadan! Bugün bedenim, terörist kanına hissizleşenleri duygulandırmak için demeçlere ve kelime sınırlarına sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı. Ama üzüldüler. Gazze’deki sığırlar için üzüldüler.
Bende onlara BM kararlarını ve istatistikleri anlattım ve lanetliyoruz.. ve yas tutuyoruz… ve reddediyoruz! Ve burada iki eşit taraf yok: işgal ve işgalci var. Ve yüz ölü iki yüz ölü.. ve bin ölü. Ve onca savaş suçu ve katliamın arasında demeç vermeliyim, gülümsemeliyim, “egzotik olmadan” Gülümsemeliyim “terörist gibi görünmeden” Ve anlatıyorum, anlatıyorum yüz ölüyü, iki yüz ölüyü, bin ölüyü! Kimse var mı orada? Kimse dinlemiyor mu? Cesetlerin ardından feryad edebilmeyi diliyorum Her mülteci kampında yalınayak koşmabilmeyi ve sarılıp her bir çocuğa, tıkamayı kulaklarını duymasınlar diye bomba seslerini, bütün hayatları boyunca benim gibi. Bugün, bedenim TV’de yayınlanmış bir katliamdı.
Ve size söyleyeyim, BM kararlarınız hiçbir zaman buna çare olmadı. Ve hiçbir demeç, aklıma gelen hiçbir demeç, İngilizcem ne kadar iyi olursa olsun! Hiçbir demeç… hiçbir demeç… hiçbir demeç… hiçbir demeç geri getirmeyecek ölüleri! Hiçbir demeç bunu düzeltmeyecek. Biz hayatı öğretiyoruz, bayım! Biz Filistinliler, her sabah dünyanın geri kalanına hayatı öğretmek için uyanıyoruz, bayım!!
13
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
K
NASIL BİR HABER DİLİ
lasik ajans dilini biliriz. Ağdalı yapısı, ciddi, ‘kurumsal’ ve üstten bir ifade tarzı vardır. Artık yazanların bile bıktığı, pek çoğunun neden böyle yazdıklarını bilmedikleri, tutucu kalıplar kullanılan bir dildir. Özneyle yüklem arasına onlarca kelime koymak, bir ad sözcüğünü zincirleme sıfat tamlaması yapmadan bırakmamak, sürekli ortaç (sıfat fiil) ve ulaç (zarf fiil) kullanarak anlamın etkisini güçlendirdiğini sanmak ve tabi hikayeleştirerek ek anlamlar icad etmek, temel özelliklerindendir.
Bugün pek çok facebook sayfasında ve pek çok dikkate alınır web sitesindeki haberlerde, artık iyice yerleşen bu ajans dili kullanılıyor, ajanslardan alınan yazılar aynen paylaşılıyor. Böylece basmakalıp ajans dili her an karşımıza çıkıyor, insanlara sirayet ediyor ve sosyal medyaya da bulaşıyor. Tamamı farkında olmasa da aslında her biri birer blogger olan facebook ve twitter kullanıcıları da bu dilin pek matah olduğunu sanarak kendi yazılarını böyle yazmaya çalışıyor. Bu dil Facebook’ta, bloglarda, bazı web
HASAN TAŞ
sitelerinde de üretiliyor. Öyle ki, mesela o boğucu ajans dilinde yazan biri, yaptığı işin iyi olduğunu düşünebiliyor. Oysa uzun cümlelerle yazarak çok bilgili olduğunu göstermek geçen yüzyılın kitaplarında kalmalı. İnternetteki yazı platformları, tam aksine az sözcükle çok şey anlatabilme becerisi gerektiriyor. Zaten, mesela Twitter fenomenlerinin popüler olma nedeni sadece zeki ve eğlenceli olmaları değil, az tuşla çok şey çağrıştırabilmeleridir.
Hem ayrıca internette ajans diliyle paylaşılan veya yazılan yazıları okuyanlar da o uzun ağdalı pasajları değil, özü okumak istiyorlar. Hatta okumak bile değil, görmek istiyorlar. Farklı kesimlerden çoğunluk; pek çok şeye ulaşabilme isteğinden, zamansızlıktan veya başka nedenlerden, bir yazıyı okuduğunda bir an önce anlayıp bitirmek istiyor. Hatta belki de ajans diliyle yazılmış haberleri atlayarak okuyor. Klasik ajans dili her birimize o kadar zerk olmuş ki, örnekleri her bir tuşlamanın çok değerli olduğu Twitter’da bile görebiliyor. Örneğin“Hastane önünde bekleyişimizi sürdürüyoruz”
türü tweetler okuyabiliyoruz. Tabi ki “Hastane önünde bekleyişimizi sürdürüyoruz” diyen, “Hastanede bekliyoruz” diyen kişiden daha ciddi bir iş yaptığını sanıyor. Ancak kullandığı ifade resmî, uzak ve yalnız. Çünkü hiçbirimiz hiçbir zaman bir hastane önünde bekleyiş sürdürmedik.
Kısacası ajans dili sıkıcı ve boğucu; üstelik bilginin özüne ulaşmamızı da zorlaştırıyor. Dolayısıyla yeni bir dil şart. Peki nasıl? Bunu kısaca şöyle somutlaştırarak önerebiliriz:
Aslında formül basit, mevcudun tam tersi bir tarz. Uzun cümleler yerine kısa cümleler kurulmalı. Bunun için cümleler virgül veya noktalı virgüllerle bağlanmamalı, noktayla ayrılmalı. Bağlaçlar (ile, ve) mümkün olduğunca az kullanılmalı. Kuvvetlendirme ekinden (-dir, -dır) olabildiğince kaçınılmalı. (–dir, -dır’lı cümleler resmî olmakla birlikte etkileyicilikten uzaktır.)
Günlük hayat dili kullanılmalı. Özellikle bir duyguyu aktarırken daha da sıcak bir dil kullanılmalı. Eğer ciddi gramer hataları yapılmıyor ve bayağı dilin, ar-
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
gonun şehvetine kapılınmıyorsa, bu dil “Liseli biri yazıyor” gibi bir tereddüt oluşturmayacak, aksine ‘doğal’ algısı üretecektir. Günlük hayatta asla kullanılmayan sözcükler kullanılmamalı. Tam aksine günlük dilde kullanılan ifadeler kullanılmalı. Örneğin gerçekleştirmek gibi mantığa aykırı sözcükler yerine, yapmak sözcüğü tercih edilmeli.
Bir konuşmayı, açıklamayı hikayeleştirmekten mümkün olduğunca kaçınılmalı. Sadece konuşmacının gizli atıf yaptığı noktalar okuyucuya aktarılmalı. “Şunu vurguladı, bunun altını çizdi” gibi hem muhabirin öznel yorumunu belirten hem de yeterince yıpranmış klişe ifadeler kullanılmamalı. Konuşmacı bir başka konuya geçmişse kısa bir ara başlık yeterli. “Falancayı belirten X, sözlerini şöyle sürdürdü” gibi kelime ve zaman israflarından kaçınılmalı.
Ayrıca paragraflar da olabildiğince kısa olmalı ve her bir paragraf arasına bir satır boşluk bırakılmalıdır. İçi içe geçmiş grift yazıları ekrandan okumak, zaten yazıyı hemen bitirmek isteyen internet hızında yaşayan okuyucu için bir iç mazeret sağlar.
Yaygınca kullanılan her ifadenin yerine uygun olanı önermek bu yazının sınırlarını aşar. Ancak anlatılmaya çalışılanın somutlaşması için birkaç örnek yararlı olacaktır:
Giriş yapmak yerine gelmek, gerçekleştirmek yerine yapmak/düzenlemek.
Yine anlatılanı somutlaştırmak için çok kısa bir açıklamanın klasik ajans dili hali ve bu yazıda idealize edilen yayım diline uyarlanmış hali uygun bir örnektir. Ajanslarda yayımlanan hali:
Sarıyıldız: Halkımızın alkış ve zılgıt sesleri en büyük ilacımız oldu
DİYARBAKIR- Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde açlık grevini sonlandıran tutuklu Şırnak Milletvekili miz Faysal Sarıyıldız, tedavi gördüğü hastanede danışmanı aracılığı ile yaptığı açıklamada, sağlık kontrollerinin devam ettiğini belirterek, “ Cezaevinden hastaneye getirilirken halkımızın alkış ve zılgıt sesleri en büyük ilacımız oldu” dedi. Diyarbakır D Tipi Yüksek Güvenlikli
Cezaevi’nde 15 Ekim tarihinde süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi eylemine giren ve PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıüzerine eylemini sonlandıran tutuklu Şırnak Milletvekilimiz Faysal Sarıyıldız, tedavi gördüğü hastanede danışmanı aracılığı ile açıklamada bulundu. Sarıyıldız, getirildikleri ilk gün kelepçeli halde tedavi edilmek istendiklerini ama bu dayatmayı kabul etmediklerini belirtti.Hastaneye getirildikleri ilk gün yaşanan hengameden ötürü tansiyon ile ilgili problem yaşadıklarını kaydeden Sarıyıdız, kendisi ve diğer arkadaşlarının sağlık kontrollerinin devam ettiğini ve yoğunluklu olarak serum tedavisi gördüklerini ifade etti. Açlık grevi eylemi boyunca kendilerini yalnız bırakmayan herkese teşekkürlerini sunan Sarıyıldız, “Cezaevinden hastaneye getirilirken halkımızın alkış ve zılgıt sesleri bizim en büyük ilacımız oldu. Yaşamı anlamlı kılmak için çıktığımız bu ölüm yolculuğunda bizleri yalnız bırakmayan halkımız en büyük moral kaynağımız oldu. Özellikle son günlerde tabakçanağ, ıslıkları ve ışık kapama eylemleri ile direnişi üst safhaya çıkaran yediden yetmişe tüm halkımıza selam ve sevgilerimi yolluyorum” dedi. Öte yandan bugün itibari ile tutuklu ailelerinden sadece bir kişinin haftada bir kez 10 dakika cezaevi savcılığı izni ile yakınlarıyla hastanede görüş yapabilecekleri öğrenildi. Bu yazıdaki önermeye göre olması gereken versiyon:
Halkımızın Alkış ve Zılgıt Sesleri En Büyük İlacımız Oldu
Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde açlık grevini sonlandıran tutuklu Şırnak milletvekilimiz Faysal Sarıyıldız, tedavi gördüğü hastanede danışmanı aracılığı ile yaptığı açıklamada, sağlık kontrollerinin
14
devam ettiğini belirterek, “Cezaevinden hastaneye getirilirken halkımızın alkış ve zılgıt sesleri en büyük ilacımız oldu” dedi. Milletvekilimizin açıklaması şöyle:
“Hastaneye getirildiğimiz ilk gün kelepçeli halde tedavi edilmek istendik, ama bu dayatmayı kabul etmedik. İlk gün yaşanan hengame nedeniyle tansiyon sorunu yaşadık. Sağlık kontrolleri devam ediyor ve ağırlıklı olarak serum tedavisi görüyoruz.
Açlık grevi eylemi boyunca bizleri yalnız bırakmayan herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Cezaevinden hastaneye getirilirken halkımızın alkış ve zılgıt sesleri bizim en büyük ilacımız oldu. Yaşamı anlamlı kılmak için çıktığımız bu ölüm yolculuğunda bizleri yalnız bırakmayan halkımız en büyük moral kaynağımız oldu. Özellikle son günlerde tabak-çanak, ıslıklar ve ışık kapama eylemleri ile direnişi üst safhaya çıkaran yediden yetmişe tüm halkımıza selam ve sevgilerimi yolluyorum.”
Özenli okura not: Bu yazıda, önerilerin tamamına uyma gereği duyulmamıştır.
Umutlu okura not: Hiçbir şey değişmeyecek.
15
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
“Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi”ne Dair” ERKAN BAYIR
Fotoğrafta gördüğünüz renkli strobilus, 2006'dan beridir ilk kez çiçek açan Mozambik bitkisi Encephalartos ferox'a ait ve üzerinde tohumlar var. Uzun bir aradan sonra çiçek açan bu bitki, benim gözümde umudu temsil ediyor.
Geride bıraktığımız haftasonu önemli bir gelişme oldu. Bir tohum ekildi, toprakla buluştu ve uyku halindeki bu tohum uyandı, üzerindeki kabuğu attı, çimlendi, yeşillendi. Bu tohumun toprakla buluşmasını ve çimlenmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Verimsiz topraklar üzerinde derme çatma oluşturulmuş, orman yangınlarıyla grisiyah bir kül karışımına dönüşen Türkiye demokrasisi, yeşil renge ve yeşilden türeyen cıvıl cıvıl renklere hasretti. Yangından sonra hiç canlılık belirtisi kalmadığı için, filizlenmeye çalışan ufacık tohumları yaşatabilmek, hayatta tutabilmek pek de kolay olmuyordu. Postallarla acımasızca ezilen filizler, geldiği toprağa geri dönüyordu. Renksizlik cehennemi, renklerin yaşamasına izin vermiyordu.
Yeşilin benim için önemi çok büyük. Yeşil, benim için “yangın yerinde canlılık belirtisi” demek. Hava kirliliğini besine dönüştüren, kirliliğin içinde bile üretebilen, ağır ağır büyüyüp gelişen, kirliliği temizleyen, köklerinde tuttuğu azot bağlayıcı bakterilerle verimsiz toprağı bile verimli hale dönüştüren bir yaşam kaynağı demek. Yeşil, umudun yok olduğunu sandığımız bir anda, uçurumdan düşmek üzereyken tutunduğumuz ve bizi kurtaran bir tutam ot demek. Yeşil, ışık enerjisini kullanarak besin üreten, yani aydınlığı üretime çeviren “yaşam emekçisi” demek. Küçüklüğümde, Orman Haftası’ndaydı sanırım, bir cümle görmüştüm: “Orman bekçi ile değil, sevgi ile korunur". Türkiye’nin verimsiz toprakları üzerine
derme çatma kurulan cılız orman, ne yazık ki sevgi ile korunamadı. Kendini orman bekçisi zanneden postallılar, ormanı korumak bir yana, bütün filizleri çiğneyip geçti, bütün ağaçları yakıp yıktı, havayı zehirledi, canlılığın tüm belirtilerini yok etti. Sevgiyle koruduğumuz, “bekçisiz” bir demokrasi ormanını kurmayı başaramadık, binlerce fidanımızı işkencehanelerde ve darağaçlarında kurban verdik, binlerce filizin mezarını bile bulamadık. Yaşatmaya çalıştığımız ufacık yeşillikleri, bekçilerden saklaya saklaya, yangının küllerini üstümüze örtü yaparak, kaya diplerinde büyütmeye çalıştık.
Çift çenekli bir fasulye gibi, çift çenekli bir tohumumuz var şimdi ... EDP ve Yeşiller, bir yıllık emeğin sonucunda birleşti. Orman katili bekçilerden hesap soran iki çenek, uyku halindeki bir filizin arkasındaki itici güç oldu. Filiz, tohumun üzerini kaplayan beyaz örtüyü üzerinden atıp, çeneklerden aldığı besinle toprağın yüzeyine ulaştı. Çocukluktan kaynaklanan bir heyecan bu! Hani karanlıkta fasulye çimlendirirsiniz ya, bembeyaz pamuğun altından ufacık bir yeşil filizi görürsünüz, hemen heyecanlanırsınız, bir an önce büyümesini istersiniz, yepyeni filizi hemen bol ışıklı bir ortama çıkarırsınız! Şimdi aynı hissi yaşıyorum. Tertemiz bir heyecan bu. Böyle içten ve duygusal bir girişle söze başlamak istedim; ufacık bir tohumu çimlendirip yaşatmaya çalışan bir çocuğun heyecanı ile. Moleküler biyoloji ve genetik mezunu bir bilim insanı adayı olarak, hayata öncelikle biyolojik
bir perspektiften bakmaya çalıştım. Yaşadığımız dünyayı evimiz olarak gördüm. Dünya dediğimiz evin bir ferdi olan insanın, evin diğer fertleri söz konusu olduğunda nasıl acımasız, hoyrat, bencil, vurdumduymaz olduğunu ve hepimizin (bütün canlıların) ortak evini nasıl mahvettiğini üzülerek deneyimledim. Sadece belli bir insan ırkını, belli bir dini, belli bir mezhebi, belli bir toplumsal cinsiyet kimliğini, belli bir kültürü savunan ve diğerlerini dışlayan, ötekileştiren, aşağılayan, hedef gösteren nefret söyleminin ve nefret suçlarının nelere yol açtığını öğrendim. Kendimi sorguladım, boşluğa düştüm, aynı biyolojik türe mensup olduğum insanların bu tavrı karşısında dehşete kapıldım.
Benim kendi ayrımcı görüşlerimin farkına varmam ve bu ayrımcılığı ayıklayıp tamamen temizlenmem de uzun bir zaman sürdü. Hani olur ya, pis kokunun içindeyken burnunuz hissiz hale gelir, pis kokuyu duymazsınız. Pis kokuyu algılayabilmem için, pis kokunun kaynağından uzaklaşmam gerekti. Türkiye’den ayrıldım, yurtdışında yaşamaya başladım. Türkiye’nin içinde iken farkına varamadığım, farkına varabilsem bile Türkiye’nin yol açtığı yanlış koşullanmadan dolayı tepki veremediğim ayrımcılık biçimlerini öğrendim. Öğrendikçe, bakış açım değişti ve Türkiye’nin çoğunluğunu rahatsız etmeyen pis kokuya, ayrımcılığa daha duyarlı hale geldim. ***
“Yeşil” siyaseti ilk kez duyanlar, bizim
16
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
sadece çevre kirliliğinden ve doğayı korumaktan bahsettiğimizi zannedebilir. Yeşil siyaset sadece “doğayı korumak”la sınırlı değildir. Doğayı korumayı yaşam biçimi haline getirirseniz, “nesli tükenmekte olan” türleri korumak ve yaşatmak istersiniz. Nesli tükenmekte olan türleri ve doğadaki çeşitliliği görünce, “insan” türü içindeki çeşitliliğe kafa yorarsınız, çoğunluğun azınlığı nasıl ezdiğini ve sindirdiğini, asimile ettiğini, yok ettiğini görürsünüz. Azınlığı korumak istersiniz; ama verimsiz demokraside iktidar koltuğuna oturmak “çoğunluk”tan geçer. Verimsiz demokraside iktidar olanlar, yeşil filizlerin üzerine basarak ve azınlığı ezerek o koltuğa otururlar.
Ezen-ezilen ilişkisinin olduğu her yerde, ezilenlerin hakkını savunan bir “sol” vardır. Postallar tarafından ezilen yeşil filizler, ancak solcu bir bakış açısıyla, ezilen siyasetiyle korunabilir ve yaşatılabilir. Gücünü emekten ve ezilenlerden alan sol, yeşili sevgiyle korur ve destekler. Sol, emekçileri ve ezilenleri savunur; ama yeşil bir bakış açısına sahip olmayan sol otoriterleşir ve farklılıkların birlikte yaşadığı bir çevreyi inşa edemez.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ni kurmak zor olmuştur, eminim. Ben Türkiye’de olmadığım için kuruluş sürecini ancak internetten takip edebildim, partinin kurucularından biri olamadım. İki farklı parti, iki farklı kurum, iki farklı siyaset anlayışı, farklı kadrolar, farklı siyasi tavırlar ... Bu farklılıkları uzlaştırabilmek, birlikte yaşatabilmek, ortak bir gelecek inşa edebilmek, yeşillerin ve solun ortak becerisidir. Yeşillerin ve solun, ortak geleceği inşa edebilmek için, hiyerarşik iktidar mekanizmalarını ve sömürü ilişkilerini red-
detmesi gerekiyor. Kapitalizmin artı değer ve emek sömürüsüne kararlılıkla karşı çıkmak, yeşillerin ve solun ortak tavrı oldu. Kapitalizm, yeşiller ve solun birlikteliğini üzerine inşa ettiği üç değere saldırıyor: insan, doğa ve emek. Bu değerleri savunmak, ancak kapitalizme “HAYIR” demekle mümkün. Yeşiller ve sol, kapitalizm karşıtı bir çizgiyi özümsemeyi birlikte başardı. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin kuruluş kongresindeki gökkuşağı kürsüsü, bütün farklılıkları ve renkleri, bütün azınlıkları temsil etmeyi amaçlıyordu. Kongrenin fotoğraflarını gördüm ve kongreye katılmayı başarabilen insanlara imrendim. Ne yalan söyleyeyim, çorbada benim de tuzumun bulunmasını isterdim. Tef çalarak atılan sloganları okudum ve gülümsedim, hatta bu sloganları arkadaşlarımla paylaştım. Eleştireceğim noktalar yok mu? Elbette ki var. Birleşmeden bir gün sonra, Murat Belge’nin bir gazeteye verdiği röportajda söylediklerini okudum ve büyük bir üzüntü duydum. Murat Belge bu röportajda “Bugüne kadar CHP’li olmuş olanlardan hayır gelmez” diyerek CHP’lileri, “BDP ulusalcıların yedek lastiği gibi davranmayı tercih ediyor” diyerek BDP’lileri
ötekileştiriyordu. Uzun süren CHP serüvenim sonrasında EDP-Yeşiller birleşmesine destek verdiğimde, aklımı kurcalayan tek şey bu birleşmeye destek veren kadroların bir kısmındaki CHP alerjisiydi. CHP ve BDP’nin tabanında olan; ancak partilerinin görüşlerinden zaman içinde farklılaşan ve yuva arayan insanlara “Bunlardan hayır gelmez” veya “Ulusalcıların yedek lastiği” diyen zehirli dili kabullenemiyorum, “Yeşiller ve Sol Gelecek” dediğimiz ve çimlenmesi için bir yıl boyunca bir sürü insanın emek verdiği tohumun mantığına aykırı buluyorum, ayıplıyorum. Biliyorum ki, bu yazının bu paragrafına kadar gülümseyerek okuyan “yeşil ve solcu” dostlarım, bu paragrafı görüp “Keşke bu paragraf olmasaydı, yazı daha güzel olurdu” diyecekler. Beni ötekileştiren dile tepki vermezsem, farklılıkların bir arada yaşamasına dayalı bir siyasetin parçası olamam.
Uzun lafın kısası, “Yeşiller ve Sol Gelecek” bana umut veriyor. Bir tohumu çimlendiren çocuk kadar iyimserim ve heyecanlıyım. Sabırlıyım; çünkü bu bitkinin büyümesinin ve çiçekler açıp meyveler vermesinin uzun süreceğini biliyorum. Belki bitkiyi yaşatamayız, belki de çiçeksiz bir bitki olacak, belki meyve vermeyecek. Bir botanik bahçesinde, 6 yıl aradan sonra ilk kez çiçek açan ve kocaman, renkli bir strobilus üreten Mozambik bitkisini görmüştüm; bu yüzden yavaş büyüyen ve uzun ömürlü bir bitkiyi de sabırla büyütmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yeşiller ve Sol Gelecek için emek veren herkese, benim de özenle üzerine titreyeceğim bir tohumu çimlendirip gün ışığına çıkardıkları için teşekkür ederim.
17
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
YAŞAMAYI SEVEN BİLGE İBRAHİM TURAN
Ne zaman "balıkçı" desek dibimizde bitiveriyor. "Deniz" deyip, kalbimizin sızladığı yerden gülümsüyor.Aramızda dolanıyor.Yokuş aşağı sokaklardan ağzına rüzgarı doldurup iniyor.Nefessiz kaldığı anı "Nefesinizi tutun!" deyip anlatıyor.Hissetmemizi istiyor. Kahvehane köşelerinde garsonluk,kıyılarda balıkçılık,pazarda hamallık,köy evlerinde çocukluk yapıyor. Kiraz mevsimi deyince herkesin gönlünden bir ebemkuşağı geçiriyor.Vapurlarda ezan sesi,sevişmelerimizde hüzün sesi.Sözcükleri kurulmamış cümlelerimizde,anlattıkları alınmamış yaralarımızda yer ediniyor. Alınmamış yaralarımızın merhemsiz olduğunu biliyor.Sadece fısıldıyor bunları.Fısıldaması ile depremler yaratıyor. "İncir çekirdeğini doldurmayan meseleleri yazıyorum" demesine bakmayın. Marifeti orada gizli zaten. Oincir çekirdeğini doldurmayan,ışıklı kelimeleri ile yüzümüze gözümüze hikâyelerini bulaştırıyor. Bir yara gibi taşıyoruz onları.En çok da hikâyelere sahip çıkıyor.Bütün kavgalarımızın sebebi olan,hepimizin kendimizinkinin biricik sandığı hikâyelerimize...... Becerebilirsem Sait Faik'ten bahsedeceğim. "Becerebilirsem" diyorum,çünkü hakkında ne yazılırsa yazılsın,ne söylenirse söylensin hep eksik bir şey kalacak yazarlardan. Ne zaman Sait Faik denilirse kelimelerin selam duracağı bir yazardan......
SAİT FAİK ve ETKİLENDİKLERİ Sait Faik içindeki ormandan beslenen,kaynağı kendinde olan, etkilendiklerini de kendi kaynağına katabilen ve sonucunda özgün hikâyeler yazan bir yazar.İçindeki ve içimizdeki yıldızları tek tek sayıp anlatan aynı zamanda. İçi yıldız dolu insan. Etkilendikleri arasında Andre Gide ve Jean Ginet önemli yer tutmakta.Bu iki yazarın Sait Faik ile aralarında bulunan en önemli benzerlik şudur:Toplumsal olaylara,ezilen insanlara duyarsız kalmamakla birlikte,kendilerini tamamen edebiyata vermiş olmaları.Her birinin kendi içlerindeki var olanı işlemeyi öğretmeleri. Sait Faik Andre Gide için "O beni kendime alıştıran bir yazardır" demesi de bu konudaki fikirleri güçlendiriyor. Kendisine alışmak için birbirine kaçan yazarlar, yine en sonunda
kalbinin sularıyla akıyorlar.... Etkilendikleri arasındaki başka özellik ise şehirler oluyor. Fransa'nın Grenoble ve Marsilya'sı, İsviçre'nin Lozan'ı ve tabii ki İstanbul. Ancak etkilendiği İstanbul, yaşayan değil hayal ettiği İstanbul'dur. Hikâyelerini romanlarını benim için önemli kılan,alt sınıfı ve onların içerisinde bulunduğu toplumu anlatması,incelemesidir.Alt sınıfın Kürtlerinden, Ermenilerinden, Yahudilerinden, Rumlarından bahsetmesi,aynı zamanda yalnızlıklarını da dile getirmesi... "Ermeni Balıkçı ile Topal Martı" hikâyesini buna örnek verebilirim. Ermeni Balıkçı'nın Topal Martı ile kurduu muhabbetin yanı sıra, orada bir simgesel anlatım da vardır sanki. Ermeni Balıkçı'nın topal ruhu ve Topal Martı. İki yaralı canlı. Buna başka bir örnek de Kürt Ramo'nun hikâyesini verebilirim. Sait Faik hikâyelerinde sadece alt sınıfı anlatmamıştır. Çok iyi bildiği "Burjuvaydım ben." dediği orta sınıfın insanlarını da anlatmıştır. "Kayıp Aranıyor" romanındaki başkarakter Nevin'i buna örnek verebilirim. Nevin,kendisi gibi gazeteci olan bir adamla evlidir. Ve mutsuzdur. Mutsuzluğunun sonunda, "sınıfına ihanet edecek" kadar ileri gidecektir. Dayanamayıp bir gün tamamen ortadan kaybolacaktır da. Bu romanda Sait Faik, sözünü ettiğimiz karakter aracılığıyla dünyaya seslenir adeta. "(...) Riyakârlık aşağılığın en son haddidir. Sahiden iyi insanlar,kötüler hakkında da laf söylemezlerdi.(...) Riyayı kaldırırsanız mesele yoktur,kötüler hemen saflarına iyiyi alıverirler. Önemli olan kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır. O zaman insanlık denen şey kafasını kaldırır:"Durun bakalım",der,"biz de varız." Sait Faik alt sınıftan insanları da,orta sınıftan insanları da herhangi bir ideolojiye bağlı kalarak anlatmamıştır. Hakikaten içinden geldiği gibi yazmış ve de anlatmıştır. Kocaman gözlü adamlar,kalplerinin en iç sesleriyle konuşmaya başladıklarında, bundan korkan kalabalık linç etmeye hazırdır artık. Sait Faik'in başına gelen de bu olacaktır. Daha sonraki hayatına yön verecek,dönüm noktası olacak hikâyesi yüzünden mahkemeye verilir. Gerekçe "halkı askerlikten soğutmak"tır. Bu hikâyesi yüzündendir ki Peyami Safa kendisini
"Marksistlerin peşine takılmak" la suçlayacaktır. Üçüncü kitabı olan Şahmerdan'da yayımlanan hikâyesi "Çelme" nin üzerinde de duracağım. "(...)Bırakın beni ey hakikatler! Yürümek istiyorum..Cennetin olduğu yere doğru. Ne açıkları,ne açları,ne beni kızına münasip görmeyen, zengin tüccarı hiçbir şeyi düşünmeyeceğim.Dertlerimden kime ne? Bırakın beni harpler...Kadınlar...Çocuklar...Açlar...Deliler. .. Yürümek.Şoseden ayrılan bir yoldan bir cennete doğru yürümeye bırakın(...)" Sait Faik'te savaşa ve erilliğe övgü yoktur. O insanlığın en çirkin halinin savaş olduğunu bilir. Oteritelerin ve iktidarların hikâyelerden korktuğu gerçeği bir yanda dursun, Çelme hikâyesinde topal bir asker vardır.Birilerinin yıkıp geçebildiği,oteritesini ezebildiği bir muktedir. Bu davadan sonra Sait Faik uzun süre kitap çıkarmama kararı alır. "Mahkeme Kapısı" kitabındaki yazıları bu dönemde yazılır. Sait Faik yazmaktan vazgeçebilir miydi zaten? Bunun cevabını da "Mahalle Kahvesi" kitabındaki,"Dört Zait" hikâyesindeki alıntılama ile cevaplama gereği duyuyorum." Sevgilim!(...) Cıgara içmekten vazgeçilebilir mi? Hikâye yazmaktan da körolası,vazgeçemiyoruz.İşte bir müddettir ben de,elimde cıgara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler,suratı ciddiler,hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikâyeme yanaşamıyorum."
GÖRÜLMEYEN SAİT FAİK Sait Faik en iyi bildiği şeyi yaparak,yani hikâye yazarak hayata tutunmaya çalıştı. Münzavi bir kişiliği vardı oysa. Bunun sebebi de, hem yakın arkadaşı hem doktoru olan Fikret Ürgüp'ün,Yaşar Nabi Nayır'ın,Vedat Günyolun da onayladığı gibi eşcinsel olmasıydı.Bireyin içindeki toplumu anlatan hikâyecinin aslında toplumun zalimliğinden kaçarak başka hikâyelere tutunarak yaşamasının sebebini anlaşılır kılan bir gerçek."Şunu öğrenmelisin:Sen hiçbir işe yaramaz değilsin,Seni senden çalan toplumdur." Tezer Özlü'nün bu cümlesi geliverdi aklıma. Çünkü Sait Faik'i kendisinden çalan da ,kendisi yapan da içerisinde bulunduğu toplum.Bu yüzden kaç Sait Faik var, bilmiyorum. Ama görünmeyen,görülmeyen bir sürü Sait Faik olduğuna emin olarak........... Bunlardan biri de altını kimsenin çizdiğini görmediğim şairliği. Hikâyelerindeki şiirsel üslup herkesin malumu. Ben bir şiirini paylaşarak yazıyı sonlandıracağım. Eksik kaldığını bile bile... YEİS Akşam üstleri geliyor Tam insanlar işten çıkarken. Salkım salkım tramvaylardan Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor Namussuz akşam üstleri geliyor.
Neremden yakalıyor;bilmiyorum Ben tam sevmeye hazırlanırken On altı yaşındaki sevgilimi Elini elimle tutmak Yirmi dört saatte bir Sıcak bir laf dinlemek isterken... Rezil...Tam o saatlerde geliyor.
18
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
İ
bir tanesi sadece. İçişleri Bakanı’nın Ermenilere karşı açıkça ırkçılık yapılan bir mitinge katılmakta beis görmediği, başbakanın ise kendisine yönelik eleştirilerin “insafsızlığını” anlatmak için “affedersiniz bana Rum bile dediler” diyebildiği bir dönemdeyiz. Kimi “kozmetik” değişikliklere karşın Türk milliyetçiliğinin azınlıkları en kötü durumda bir “iç düşman”, en iyi durumda ise bir “yabancı” ya da hoş görülmesi gereken bir “misafir” olarak değerlendiren temel perspektifinde bir kırılma yok.
İSTOS YAYINLARI’NA MERHABA
stanbul Rum toplumu 6-7 Eylül pogromu, 1964 sürgünü ve Kıbrıs’ta gerginliğin arttığı 1970’li yıllarda ciddi bir demografik kırılma yaşadı. Önemli bir nüfusun ülkeyi terk etmek durumunda bırakıldığı bu yıllarda Rumların kültürel ve sosyal hayatı da akamete uğradı. Bunun sonucunda kökleri Osmanlı dönemine uzanan Rum yayıncılık geleneği de kesintiye uğradı. istos bu yayıncılık geleneğini canlandırmak, Türkiye’de daha çoğulcu ve demokratik bir yayıncılık hayatının oluşması çabalarına mütevazı bir katkı sunmayı amaçlıyor.
istos’un bir başka gayesi demografik erozyon sonucunda atalete sürüklenmiş Rum kültürel hayatını bir nebze de olsa canlandırmak, İstanbul Rum topluluğunun sesini daha genel kamuoyuna aktarmak. Her azınlık topluluğu maruz kaldığı milliyetçilik politikaları neticesinde bir nebze de olsa içe kapalıdır. Rumlar söz konusu olduğunda çok daha sessizleştirilmiş, sesi kısılmış bir toplumla karşı karşıyayız. Üzerinde çokça kelam edilen, ancak çoğu zaman pasif bir “nesne” konumunda olan bu toplumun sesini daha özgür ve eşit bir ülke arayışındaki seslere katmak arzusundayız. Geçmiş güzel günleri yad etmeye dönük nostaljik bir girişim değil istos. Azınlıkların ve elbette Rum topluluğunu “nostaljikleştiren”, “miraslaştıran” söylemin, Rumları geçmiş güzel günlerin sevimli bir yadigârı olarak gören yaklaşımın karşısında yer alıyoruz. Rumların maruz bırakıldıkları demografik erozyona rağmen, bütün sorun ve sıkıntılara rağmen, bu ülkenin canlı bir parçası olduğunu vurguluyoruz. Dolayısıyla da büyük bir kültürel geleneğin taşıyıcısı olmuş bu topluluğun ülkenin kültür hayatına bugün de katkı sunabileceği,
sunması gerektiğine inanıyoruz. Rum toplumu içerisinde kendilerini, Türkleştirme politikalarının acınmaya muhtaç bir kurbanından ibaret saymayan insanların sayısı artmakta. Yani
bir azınlık olarak halen yaşanmakta olan sorunlarla memleketin karşı karşıya bulunduğu daha “büyük” meseleler arasında bağlar kurmaya çalışan insanlar var. Bu insanlar açısından istos ülkenin kültürel ve sosyal hayatına üretken ve aktif biçimde angaje olmanın mecralarından
Rumlarla ilgili göreli bir “yumuşamaya” karşın Türk milliyetçiliği açısından azınlık karşıtlığı “gerektiğinde” devreye sokulabilecek bir vasıta olmaya devam ediyor. Dolayısıyla nahif bir iyimserliğin zamanı değil. Giderek milliyetçi muhafazakâr rengini koyultan bir iktidar karşısında büsbütün şüphede olmak temel önemde. İşte bu
koşullarda istos, tektipleşmeci milliyetçiliğe karşı çoğulculuk ve çokkültürlülüğü, dışlayıcılığa karşı demokratik bir kültür hayatını savunan onca sese kendi çapında bir ses katmak için kuruldu.
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
kesintisiz bir saiğin içerisinde, handiyse ara vermeksizin hiç dur durak bilmeden bir şeyleri anlatabilmektir payımıza düştüğünü bellediğimiz. anlatabilmekten çok göstere göstere, davullu zurnalı ortalık yerde olanı biteni tanımlandırabilmek çabasıdır derdine düştüğümüz. dert ortağı olduğumuz. bu sathı mahalin kolaylamasının yaşam değil ölüm vesair edimlerle, her dem olumsuzluğu yücelttiği, yükselttiği bir zaman mevhumu içerisinde ayakta kalabilmenin belki de öteki adı olanı anlatabilmek. çok şey duyuyoruz, çok şey işitiyoruz, çok şey bildiğimizi sandığımız anda nasıl hiçbir şeyden haberdar olmadığımızı belliyoruz bir kere daha. bir kere daha muğlaklığın, üzeri çizilmesinin hala kolay olduğunu bellediğimiz şeylerin nasıl paldır küldür bu sahnede, kadrajda bir o yana bir bu yana çekiştirildiğini görüyoruz. bellediğimiz, anlatmaya çalıştığımız hemen hiç kolay olmayan şeylerin bunca hakir görülmesinin karşısında belki, bir ihtimal seslendirerek, ses ederek onlardan canımızın, canlarımızın ne kadar yakıldığını idrak ettirebilmektir. meram. can yakmanın müspet olanı tanımlandırma çabası ile muktedirin el kitabındaki korunaklı yerinin, başımıza açmaya devam ettirdiklerini işttirebilmektir tüm bu bulmacamsı görünümün. görüntüler akıyor, zihinlere yazı akarlardan bir şeyler söylenceler, değiniler vs. hatırda bıraktırılacak bir biçimde özenle işleniyor.
mesel mi dert mi bütün bunlar o hırgür içerisinde duyumsanmaya hiç zahmet edilmeyenlerin dört duvarlarının arasında baş köşeliğini korumaya devam ediyor. görüyor musunuz? nicesinde ders aldığımızı varsayanların bunca hezimetin topyekün günün getirdikleri bunlar diyerek önümüze sundukları portrenin kendisi can sıkmaya devam ederken bir tabii ki insancıl olana sıra gelmiyor. gelmeyecek de sayelerinde. dünün kesintisiz tahakkümü ile hesaplaşıyoruz görünürken bugün aşılmazını bina ede-
MERAM Misak Tunçboyacı
19
biçilen, tek bir hamleye bunlar kimlerin oyuncağı biliyoruz bizlerin en usturuplu ton olarak yankılandığı karşılığını bulduğu bir evrenin eksik gediği olmayan karşılığını bulabilmektir anlatmaya çabalandığımız. görünenin bilakis eksiğinin gediğinin nasıl önemsiz bir detaymış gibi değerlendirildiği hep bu statükocuların işleri diye kestirilip atılanların aslında, basbayağı bir devamlılık süreci dahilinde belirli açılardan insanlığı sonlandıracak, demokrasi mevhumunu boşaltacak, düşünmeyi olanaksız kıldıracak bir çabalanımlar kümelemesinden mürekkep olduğunu aralık vermeden tekrar ettirmektedir. görüyor musunuz?
şiddete meyyalliğin düpedüz bir hüsnü kuruntu olarak geçiştirildiği bu sathın muktedir dünyasında ol teferruatların nelere yol açtığından dem vurabilmek bayağı bir dert sahibi olunmasının bilmek, yükseltebilmek için bir araya anahtarıdır. belirginleştiricisidir. resmin gelenlerin oluşturdukları yeni takısına sahip ülke profiline sadece göz ucuyla eğriliğini bir kenara koyduğunuzda, kahkahalarla geçiştirilen idris naim bakıldığında sanırız ne demek şahin vakasını göz ardı ettiğinizde, akiistediğimiz daha net bir biçimde tiyle, sözcüsüyle, hürriyeti, netevesi anlamına kavuşacaktır. yerelleşmiş sieneniyle, başvezirinden başlayıp yurdun cendereci başılarına kolay kolay sindirilemeyecek şeylerin bu kadar hevesli diğer emir erlerine bir gümbürtü, bir telaşe içerisinde kadar kesintisiz bir hiyerarşik düzlem yaptık oldular ile nihayetlendirilmesi içerisinde karşılaştıklarımızın ederi ve çabası basbayağı birilerinin bizlerle toplamıdır şimdilerin bu sığ kafa bulduğunu yinelemektedir. bulmacasından yansımaya görüyor musunuz? sorguların tüm çabalandığımız. sığlık bir durağanlık, vakitliliğine karşın hala sırası gelmedi devlet erkanının dünyanın tüm olağanlık dahilinden değil neredeyse söylenceliğinin hepimizi bir muamsorunlarına! yetişebilmiş halleri ve güvercin tedirginliğini yaşamadığımız madan bir diğerine taşıdığı belirgindir. özgüvenleriyle, sanki buranın sorunu anın bırakılmadığı, o karşılaşmanın ilk muammalar cehennemi. yok o değil hakikaten tükenmiş gibi bir oraya bir de buraya yetişmesinin yanında hemen yok bu değil yok bunlar da değil, bunlar dillendiricisi olan hrant dink’in değinisinde bahsedildiği gibi yaşayıp bizlerin görmek istediği hiç değil şöyle hiç bahislerini açmaya tenezzül gitmenin bile handiyse imkansız gak guk diyemeyen, ağız tadıyla gaz etmediklerinin duyumsandığı bir grilik kılınmaya çabalanıldığı bir sathı tarif yemeyen, cop yemeyen, ağzı burnu gri iklimin kendisidir dillendirmeye etmek gayretidir. kendiliğimiz, gayretkeşliğimiz. sathı mahal bu, ahval kırılmayan, sinkafın yerini hiddetin bibenliğimiz, vicdanlarımız nasıl de hallice, yol dersen pek kalmadı, izan lakis beteri olan bir türk neye bedeldir sorgusunun karşılığı olan cevvaliyet ile basbayağı piyasa malı haline şimdi tükendi, vicdan paratoneri dönüştürülerek bunca kolay bir ‘kutsal’ olarak simgelenen linç etçemkirmekten öte başka bir amaca biçimde kalıplara sokularak, kah melere kapısı aralık tutulan cerahatli yaramıyor. sorun mu yok be gülüm kahkaha kah hizaya çekmek için aba bir bakışımın tam karşılığına den herşey güllük gülistanlık falan düşürülebilecek bir simyadır beklentile- altından sopalar ve söylemlerle befişmekan. elimizi neye atarsak onu da kendimizin bilincinde yer edinmiş olana nen. dört elle sarılıp durulan. her yerde raber sürünün dahilinde tutulduğumuz tek bir anlığına bile fark edildiğinde sergilenmeye doyulmayan. hiddetliliği göre çevirip, dönüştürmeye alışkanlık, eminiz meram dahilinde denkleştirmek kutsal bir vazife gibi çıkarsayışın, tek bağışıklığımız olduğu için ne o öyle ne istediklerimiz fakatsız, amasız sonuca bir söze bayağı bildiğiniz bir ömür bu böyle diye uzayıp gidiyor. sorun mu
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
20
döküşü hunharca aşağılayan alaşağı etmeye çabalayan müktedir dünyasının paraleline yerleştirilebilecek öyle de yurt dediğinin basbayağı belirli normokunabilecek bir sahanlığın kendisi lara uygun olarak yaşam sürenlerin, olandır harikalar diyarı!. insan eliyle ses etmezlikleriyle donatılmış, oy kotarılandır. adı üzerinde zamanı oyunu verip kenara çekilenlersorunsuzluğun, yarasız beresizliğin, pirden mülhem bir kurgu-masal olduğu u paklığın cenahı diye kestirilip atılan yanılgısı epey zaman önce boşa harikalar diyarı. reklamı, duyumu böyle çıkmıştı. kah darbeler, kah darbe kadar yergilerden, sövgülerden, belaltı simgeleştirilmeye çalışılması bir yana vuruşlardan, kimlerce fonlandığımız beter tahakküm evreleriyle beraber. vurgusundan, şundan bundan kısacası da o panonun, dört taraflı kah dört duvarın arasında korunaklılığın yamacı olanlar atfedilenkafayı kuma gömmek için mazeret kalacağından dem vurulup, o dört üretmekten, ona sığınmaktan, boşa lafı ler gibi değildir. olmamıştır, duvarın içine hapsedilmiş gerçekliğin oldurulmamıştır. o ilan panosunun eveleyip geveleyenlere karşı illalllah ağır yüklenişi tahakkümler, işkenceler etrafında bunca sessizliğe gömülü deme çabasına düşmeden bu hallerve daha fazlasının bilindikliğiyle bebunca arsızca kulakların tıkalı den kurtulamayacağımız kör kuyuya raber. kah ahmet mi mehmet mi bilinolmasına epey hallice bir kısmımızı ilmahkumiyetimizin sonlanmayacak bir mez nereden bilecekler kar’şim gilendiren sorunlar yatmaktadır. sonuç olduğu tekrar edilesidir. bilinepozlamasıyla, kin tutmaz görünüp de sidir. kakofoni ahvalin şimdisinde güleç basbayağı ayrımcılığın kralını sorgusuzluğun ikliminde sorumluların sergilendiği demeçlerin yansısında otuz yüzlü seremoniler sergilemeye doysıra savmalarının başımıza hangi işleri mazken, hiç değilse elimizde kalan o dörtlerin katliyle beraber. kah bastığın açmaya devam ettiğini haberdar yeri toprak deyip geçme vecizini ortaya son fırsatları, uyanma şansını kaybeteyleyen bir diyarın varlığıdır aslolan çıkartmış bir ahvalin yurdunda, tam da meyelim diye zihiniyeti dökümleyelim bir kere daha. belki bir duyan daha olur yaşatmamak adına direten, uğraşan değiyi tam ve eksiksiz donatan kemiklinç güruhlarının koltuklarını kabartan, diyerek, umut ederek. harikalar lerin fışkırdığı, tarihi eser bunlar diyyücelten, belleğe dank edenleri bile isterek hangi hayatların sonlandırıldığının diyarının kusursuz eye önemsiz şeyler kategorisinde mükemmeliyetçiliğini, göz önüne bilindikliğinin ifşaasıyla beraber. bu çıkabilecek tüm kusurların törpülendiği yaftalamayı amaç edinen, ona bu buna kadar da değildir de üstelik demokrasinin çehresi, çerçevesi böyle gizlendiği yerli yersiz vavelyalar kopart- şu derken kırılan fayların derinliğini kat be kat arttıran, özgürlük, demokrasi ve mak yerine güllük gülistanlık “ileri” kavmine ulaşmış, o eşiği adaletin, eşit olmanın, makule hayhulasında kaybolunup gidilmesini aşmışken halen darbelerle yüzleşme varmanın imkansızlığı, salık veren, bir tek bunu denkleştiren komisyonlarında bülbül gibi olanaksızlığından dem vurulan bir şakıyanların, afedersiz ne idüğü belirsiz bir imgelem olarak bugünleri tanımlandırmaya yardımcı olarak ele al- simya ortaya çıkandır. çıkartılandır. akil bellediklerine karşı yaptıklarına karşı gıyaben de, yüzüne bakarken de söyle- abiliriz. okuyabiliriz. cerahatin o keskin olanın, vicdandan türetilebilen, vicdanlı kokusu her yanımızda biriktirilen irinin olmakla alakadar bir bakış açısı ile mek konusunda çekinmedikleri kibirli sağlanabilirliği söz konusuyken hala yoğunluğu, biz dedik oldu tavırlarının aynalamasıyla beraber. mış ve muş’larla beraber kocaman yanılsamasının şaha kaldırdığı ütopya acabaların, fakatların dokundurtmayız kentsel dönüşüm diye rantsal bölüşüm da neymiş hakikattir bu hakikat diye dört nala koşturulan bir mesude mesir- o ‘kırmızı çizgilerimize’ inadının diyerek zihniyeti mundar edilenlerin yansımaları günyüzü bulmaktadır. lik olarak nakşedilendir, harikalar yaşam alanlarını daha da içinden masalsı harikalar diyarının yanı diyarı. bir örnekleştirildikçe çıkılmayacak açık cezaevleri kalıtı hadüpedüz şantiyedir her gün başka bir tektipleştirilen, sessizleşen, line dönüştürülürken cümbür cemaat. yeri ameliyata alınan, müdahalede buyekpareleştikçe ötekisinin seslenişini sulhun ne demek olduğunu bildiğini lunulan, özensizce yıkımına önayak oluduyumsamayan önemsemeyip bir vur varsayanların bizahati sulhü lağvedip nan, silen ve sildiren sindirdikçe tek patlasın çal oynasın halinin bizahati noksansız, eksiksiz bir tatavlaya tuturenge kapkaranlığa mahkum kılan bir narak buraya günyüzü göstermeyecek- turnusolüdür o ahvalden gözüken. yapılandırma sahası. tekmili birden fegörebilmemize bile rica minnet lerini yineleyebilmeleri ile beraber. caatsal dönüşüm!.topyekün müsammaha gösterilen. sadece biat dönüp dolaşalım, sonuca ulaşalım. düşünselliğe kast eden bir dövüşüm. bilindikliği üzerinden şekillendirilmeye edip yeterince sebatkar gayretinin başka bir evresine ev kalabildiğimizle orantılı bir biçimde doyulmayan tahakkümperver siyaset sahnesinin getirdikleri her bir anımızda suskunlaşma katarının en ön koltukları sahipliği yapan. dönüşüm biteviye için mücadele edebildikçe aralıksız yer- yerginin, algıya yerleşmiş köhne v yarıda bırakılmışlığımızı, derinlerine izbeliğin, vurdumduymazlığın imizin açılıp ayrılacağı muştulanan kadar nüfuz etmiş olan yaralarımızın karşısında daha iyi daha iyisini reçete harikalar diyarı. topyekün ağrılarımız, her ne hallere konulduğunu ifşaa eteder. çalakalem yahutta üstü kapalı bir yaralarımız bunca çoğaltılmışsa da ne mektedir. böyleyken böyledir. diyalog önemi var gülüp geçiyoruz işte allasen biçimde değil doğulardan düzenleyanlısıyız biz diyerek, balkondan her nilmesi ivedi olan sorun yumağının güdüklüğüne tutunulan tutumların önüne geçenle kucaklaşıp onların da kördüğümlerinden birisini veya fazlası sergilendiği, tasvip edilip “akil” olan başveziri olacağından dem vuran erk, budur diyerek tescillendiği bir lamekan söz konusuysa eğer aşılması, çözümmuktedir ve iktidarın, onlarla beraber lenmesi için teşvik eder kitleleri. bu harikalar diyarı. korkutmaktan yönlendirmelerine maruz kalan ona eğreltiliğin günün süsü kıvamında göre kararlar biçen, alan, sonuç olarak gayrısını bahşetmeyen hemen hemen değerlendirildiği bu cenahta ise her duhiçbir fikre zikre buluşmayı bunu yiyeceksiniz diyerek sunanların düşündürmeyen, dokunmayı teşebbüs rumda ikilemler polemikler monologlar yargılarının, adaletlerinin, hakkaniyettahakküm ve dayatımların tam etmeyi, doğru diye belletilmiş kimi lerinin, bizahati gerçek dediğimiz ile karşılığıdır dönüşüm. harikalar eğrilerin her şart ve koşul altında onaramızda ne kadar mesafe diyarında güllük gülistanlık yaşayıp lara karşı ses edişi, kalem oynatışı, dil konulduğunu anlaşılır kılmaktadır. bağlanacaktır.
gerçek başka şeyleri sufle ederken, bunca hezimet müsameresinde “cehennemi” tasvirlerin eksik konulmazlığı hepimizi yutacak bir kara deliği, karanlık kuyuyu metafordan çıkartıp hakiki kılmaktadır. hakikat haline dönüştürmektedir.
AŞAĞIDAN - YIL 1 - SAYI 1
attıkları kahkahalarda gizlidir. o kahkahalar sırasında vuku bulanın, tezatlıkların alelacele, paldır küldür izole edilip bu sathı mahalin gerçekliğinin üzerine ölü toprağı serpilmesi çabasıdır meydana gelen. hiddet bu yanda boyuna filizlendirilip serpiştirilirken bu harikalar diyarında yaşayabilmenin her dem mutlak bir kayıtsızlıktan geçtiği yinelenmektedir. kayıtsız kalabildikçe, ana akım muktedirliği, payandaları, muhalefeti, basını, akil adam diye öne sürdükleri ile sistemin tüm kusurlarının halledilebilir, aşılabilir, her dem düzeltilebilir olduğundan dem vurulur. oysa bilinesi hiçbir şeyin o gösterilenler kadar net bir biçimde düzenli olmadığıdır. düzenin d’sine sahip bulunmadığıdır. o raddede görünen dört yüz haftadır seslerini ve soluklarını birilerinin, belirli başlı kurumların düşman bellemeleri vs. anlamlarıyla kollamalarıyla, denk getirilmesiyle ortalıktan kayıp edilen, yokedilen yakınlarını duyumsatmaya çabalayan ‘analar’ karşımıza dikilir. cumartesi anaları. o raddede kim olduğu durmadan kafasına kakılan insanların çocuklarının katledilebilmesinin, nice uğur, ceylan, faris, adını anamadığımız buradaki bahis orada ya da burada nicelerinin, nice akranlarının bu kıyaslaması değil hakkaniyetin katarda ölümün soğuk yüzüyle hemhal işlevselliğinin nasıl manipüle edilip, olmalarının acısının tazeliği yinelençekiştirildiği kartların ikili oynamaya mektedir. o raddede masumiyet kariaçık tutulduğu yinelenesidir on üç nesi denilenin paramparça edildiği, yaşındaki uğur’un katledilmesi neyse on biri’ndeki faris’in kıyamının gösterile alenen ifşaatin, göstere göstere gösterile icrası neyse, otuz dörtlerin bir tahakkümü ve boyunduruğun bir başka evresine çoktan taşınılmış olan gece ansızın ahmet mi mehmet midir içerideki gazeteciler gözükmektedir. anlamayacak olanlarca, bütün bu dokuz sütuna işkencecilerin hal ve kadük bakışıma sahip çıkılarak ölümlerine bilakis sebebiyet veriliyorsa, açlık tavırlarıyla rahatlamamız, yüzleşiyoruz ya daha ne istiyorsunuz diye buyurugrevinden geçmiş siyasi tutsakların lurken bir emniyet mensubunun suç haklarında henüz iddianame bile bulunmayanları da dahil terörist yaftası mesnedi diye yaptıklarını tastamam ortaya çıkartanlardan şikayetçi olmasının mıhlanıp, linçlerine koşa koşa teşebbüs ve teşvik ediliyorsa, kocaman garabetliği görünmektedir. dünün erki bir on iki eylül gerçekliği ile yüzleşmeyi neyse bugünün erkinin rahatlıkları, kahkahaları arasından insanların zor zahmet iki yatalak darbecinin isçığlıkları, çağrıları duyumsanmaktadır!.. temsizce demeçlerindeki vardır yokne kadar izole edilirse edilsin, üzeri turlarla nihayete erdirme çabası sergileniyorsa, bütün bu denklem sathı örtülmeye gayret edilirse edilsin bu hayatın rutininin yaşatmaktan çok dahilindeki duyarlılığın nasıl hayatı zehir zemberek kıldırmak yönlendirildiği az çok ortaya serilecektir. istanbul üniversitesi’ndeki protesto olduğunu anlamlandırabilmek söz eylemi gerçekleştiren gençlerin üzerler- konusu edilebilir. o raddede üstünlük taslayanların aşağıya, aralarından ine kimyasal madde kullanımının, her çıktıkları halka karşı nasıl hakkaniyet için çabalayanlara bu devleti alinin sizlere şükran nişanesi diye körleştiklerinin vesikaları irdelenebilir. bu bir enstalasyon değildir. farazi bir takdim edilen hınç almaların bildiğiniz düzayak kılındığı bilinesidir. farkına er- söyleniş değildir bir iki satır bahsedince gönlü feraha erdirecek, ruha huzur bulilesidir. yaşadığımız güncelliği gerçekduracak. aklı başa devşirtecek. herşeyi ten içinden çıkılamaz, baş edilemez, o çok sevdikleri güllük gülistanlık karşı gelinemez, tek bir söz dahi kıldıracak bir bahsediş değildir. o söylenemez mevzubahis dahi eyleneraddede elbirliğiyle çabalar netmez kılan idris naim şahin gibilerin icesinde, nasıl insaniyetin mesnetsizce gensoru önerisi görüşmelerindeki giderken nereden çıktı bu hinlikler, acılardan kuvvet alan ayrıştırmalar, bildiğiniz ötekileştirmelerin yansısını tanımlandıran tümceler ve vavelyalar gazze’nin başına getirilmişlerin, kıyamların ve tahakkümü sağlama almak adına savaşımın bir benzeri bu yurdun güncelindeyken, roboski gibi üç yüz altmış beş güne yaklaşan bir devletin katillik vesikası ortalıkta, ortadayken halen hesabı verilmemişken, hala uğraş didiş sümenaltı etme gayreti meydandayken olan biten avaz avaz insanlık hakkı hukuku diye söyleme tutunulmasıdır dönüşümün kendisi. evresine denk gelen. oradaki acıysa buradaki necidir diye sormak bir yana bunu politik bir dolgu malzemesi olarak kullananların ellerinde koz ettirilendir otuz dört can. (bilgi notu: istisnalar devre dışıdır bu ahkamda). kolay yoldan, karikatürize edilerek günlük söylenceliğin hazımsız çıkarsamalarına peşkeş çekilerek olur olmadık zamanlarda sorun mu sorun morun yoktur kıssasına denk düşürülerek, yolun şaşırtılarak yahut tersi merkepliğin azami etkisini gözardı etmek söz konusu değildir.
21
çarçur edilmesine karşılık bir ağıttır. ağıtlarımız farklı lehçelerde, dillerde veya seslenişlerle şekillenmektedir. o ağıtları can kulağıyla duyabiliyor muyuz? bu sorgunun kendisidir derdimiz ve kederimiz!…