Sebîlürreşad Dergisi Sayı: 1012, Cilt: 41, Aralık 2016

Page 1

Aralık 2016

Yeniden

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD REBİULEVVEL 1438

ALTI LİRA

ARALIK 2016

SAYI: 1012

CİLT: XLI

‘Bugün icmâ-i ümmet Anadolu’dadır’

1882 - 1971 Eşref Edip Bey

1873 - 1936 Mehmet Âkif Bey

“Türkler asırlarca Ehli salip ordularına karşı geldikleri için bütün islam milletleri Türk Milletini ‘baş’ olarak tanımaktadırlar. Büyük davalarda gelici geçici bazı şayanı teessüf hadiselerin ehemmiyeti yoktur. Bu itibarla yeryüzündeki müslümanları toplamak neden hayal olsun? Dünya İslam Milletleri arasında bunu yapabilecek ancak biziz. Cihan siyasetinin müsaade ettiği ölçüde mümkün olan bağlarla bağlanarak üçüncü bir güç olabiliriz...” Eşref Edip Bey’in Mustafa Kemal’e İttihad-ı islam için yaptığı çağrıdan...

MÜNDERECAT: Torununun Dilinden Eşref Edip, EŞREF EDİP FERGAN - Mehmet Âkif 143 yaşında, SELMA ERSOY - Biz Müslümanız demekle İş bitmez, MEHMET ŞEVKET EYGİ - Matbuat üstadı Eşref Edip 134 yaşında, FATİH BAYHAN, Eşref Edip’le bir hatıra, NECMEDDİN ŞAHİNER, - 3 Tarzı siyaset; İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaşmak, ABDURRAHMAN DİLİPAK - Şefkat, merhamet ve hamiyet, FATIMA ZEHRA - Mehmet Âkif Ersoy, AHMET BELADA - Milli Şair, Büyük İslam Şairi; Mehmet Akif ve Akif’in Kur’an tercümesi, EŞREF EDİP FERGAN - Sırat-ı Müstakim, Dürüstler ülkesi Burkina Faso, OSMAN ATALAY - Sünneti ihya etmek, ABDÜLHAY EL-LEKNEVÎ - Türk Bayrağında Haç’ın işi ne? ŞÜKRÜ ALTIN, Hattat’da aranılan vasıflar, MESUT DİKEL - Kur’an meali yakıldı mı?, YUSUF TURAN GÜNAYDIN - Bir mesele olarak İslam düşüncesi, MEHMET AYSOY - Düzen, SERVET AYDEMİR - Vatan sevgisi imandandır, MUSTAFA YAZGAN İki Kadim Dost; Âkif ve Babanzâde Ahmed Naim, MEHMET KURTOĞLU - Yeni dünya düzeni karşısında Asım’ın Nesli, SERKAN YORGANCILAR - Rüzgar, RECEP GARİP - Afganistan Muhammed Bahaeddin Veled Medresesi, M. AKİF IŞIK Fıkıhta sünni-şii ihtilafı, HAYREDDİN KARAMAN - Safahat Dersleri, MUSTAFA ÖZÇELİK - Okuyucuyla hasbhial - İklim değişikliği, AYDIN YILDIRIM - Halep kimin savaşı?, GÜNGÖR YAVUZASLAN - Bülbül, MEHMET ÂKİF ERSOY


iki

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Eşref Edip’in Kürsüsü...

torunu

EŞREF EDİP FERGAN

Dünden bugüne

Torunu’nun dilinden Eşref Edip

Bismillahirrahmanirrahim

Bu bağlamda, Sebîlürreşad’ın yeniden yayın hayatına geçirilmesinde emeği geçenlere torunları olarak teşekkür ederiz. İlk yazımı sevgili okurlarımızla paylaşmaktan onur duyarım. 15 Temmuz gecesi darbe-işgal girişimi... Bu seferki içimize yerleştirilmiş hain bir terör örgütünü kullanarak yapmaya yeltendiler. Şükürler olsun ki karşısında dik duran bir Cumhurbaşkanımız, hükümetimizin tutumu ve tabiki milletimizin canları pahasına bu girişime dur demeleriyle engellenmiştir. Ülkemizi ve İslam dünyasını hedef almaları gösteriyor ki haçlı ve Siyonistlerin planları devam ediyor. Öyle ki; Ortadoğu’da kurdukları terör örgütleri, Sünni-Şii çatışmasını hedef almaları, körüklemeleri belirgin bir hale gelmiştir. Başarılı olamayacaklar!

Eşref Edip’in torunu olarak, kendisini 3-4 defa görmeme rağmen anılarını, hayatını ve yaşadıklarını yazabilmem; rahmetli babam Mehmet Kamil Fergan’ın bana anlattıklarından ibarettir. Kendisini de rahmetle ve özlemle anıyorum. Türkistan’dan göç etmiş olan babası İslam Bey, annesi Nefise Hanımdan olma Eşref Edip 1882’de Serez’de dünyaya gelmiştir. İlk, orta, lise ve hafızlık eğitimini Serez’de tamamlayıp İstanbul’a gelir. Hukuk Fakültesi’ne girer ve eğitimine burada devam eder. Bu esnada ders notlarını ve kafasında tasarladıklarını toplayıp fasiküller halinde dağıtır. Bunlar, ileride yazacağı kitapların ve dergilerin kaynağına vesile olacaktır. Cuma günleri Ayasofya Kürsüsü’nde, hocasından aldığı dersleri ve notları daha sonra Sırat-ı Müstakim’de yer verecektir. Yüksek öğrenim yıllarında ve doktora sürecinde, devamlı tuttuğu notlar, yazdığı yazılar hürriyetin ilan edilmesiyle okuyucularına kavuşmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla bu anlardan itibaren yakın dostları ve arkadaşlarıyla beraber dergi açılması çalışmaları sürecine girmiştir. Derginin ilk sayısının basılma-

Ortadoğu’nun işgal amacı, empoze edilenin aksine (enerji) gelecek için “yaradılış topraklarını” istila etme isteğidir. Bu planı bozmak için yapmamız gereken, Allah’ın ipine sıkıca sarılıp, büyük İslam birliğini kurup sancağımızı dalgalandırmaktır. Ne mutlu Türküm, Müslümanım diyene!

KURUCUSU: EŞREF EDİP - MEHMET AKİF ERSOY Kuruluş: 1908 - İSTANBUL CİLT: 41 YIL: 1 SAYI: 5 14 ARALIK 2016 TÜRKİYE ABONE BEDELİ: 6 Aylık 70 Türk Lirası 12 Aylık 120 Türk Lirası sebilurresadabone@gmail.com Hesap no :

TR0500 2090 0000 0975 1700 0001

YURTDIŞI ABONE BEDELİ: 6 Aylık 35 Euro 12 Aylık 65 Euro Hesap no :

Fatima’Tuz Zehra BE52 0015 6842 3009 Bic GEBABEBB

ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB. sebilurresad.avrupa@gmail.com (Nezihe Bayhan adına)

facebook/twitter/instagram: sebilurresad_d

Eşre Edip Fergan sağda (oturan)

sında emeği geçen, en yakın dostu Ebul-ula Mardin-i’dir. Bu aşamada, yol ve yazar arkadaşlarını seçip, görev dağılımı yapıldığı esnada Mehmet Akif ile bir çay bahçesinde yolları kesişir. Onun da katılımıyla mücadele başlamış olur. O zamanın zor şartlarına rağmen derginin ilk sayısı yoğun talep üzerine ikinci baskı yapılır, Anadolu ve tüm İslam ülkelerine gönderilir. Bu talep ve ilgi karşısında Eşref Edip ve arkadaşları heyecana kapılır. Eşref Edip, anılarında, “O günleri unutamam” der. Böylelikle, fikir ve kalem arkadaşlarıyla yola girmiş olurlar. Yıllar sonra dergi, okuyucusuyla buluşmaya, kitlelere mesajlarını vermeye devam ederken; yol ve kalem arkadaşı olan Ebul-ula Mardin Bey, istemeyerek de olsa siyasete girer. Milletvekili olur ve dergiden ayrılmak zorunda kalır. Ebul-ula Mardin Bey’in 1912’de dergiden ayrılmasıyla başyazar olarak Mehmet Âkif ile birlikte Eşref Edip “Sebîlürreşad” dergisini çıkarmaya karar verir. Derginin ismine ilham olan “Reşad” Eşref Edip’in o yıllarda vefat eden oğlunun adıdır. Tüm zorluklara rağmen dergi

Yeniden

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Siyasi, Dini, İlmi, Edebi ve Ahlaki Aylık Mecmua Neşre Bilfiil Hazırlayan İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü

FATİH BAYHAN

Sebîlürreşad Ceride-i İslâmiyesi ayda bir nüsha yayınlanır ve sadece abonesine gönderilir

www.sebilurresad.com.tr sebilurresad.editor@gmail.com

1925 yılına kadar basılmaya devam edilmiştir. Artık milli mücadele yılları başlamıştır. Yol arkadaşı, can arkadaşı olan Mehmet Âkif ile Balıkesir, Kastamonu, Ankara, Konya ve Sivas şehirlerine bizzat ulaşmışlar ve konuşmalar yapmışlardır. Ulaşamadıkları bölgelere dergi yollayarak bağ kurmuşlardır. Bu dergi milli mücadelede öyle bir yer almıştır ki Atatürk’e yapılması planlanan suikaste bile engel olmuştur. İkinci Meclis ve Lozan süreci: Ankara’da bulunan ve derginin basımına burada devam eden Eşref Edip ve Mehmet Âkif, İstanbul’a gitmeye karar verir. 1925-48 yılları arasında Sebîlürreşad dergisinin kapatılmasına ve basımın durdurulması karara alındı. Derginin kapanma nedeni İstiklal Mahkemeleri; 1948’de yargı süreci tamamlandıktan sonra 1963’e kadar derginin basımına devam edilmiştir. Bu bağlamda; milli mücadele ve İslam yolunda merhum Eşref Edip ve Mehmet Âkif korkmadan, çekinmeden yollarına devam edip, günümüzde kahraman anılmaya devam edilecektir. BAŞMUHARRİRİ: MEHMET AKİF ERSOY

REBİULEVVEL 1438 ISSN: 1307-3796

Bu ne mutluluktur... Merhum Eşref Edip hayatı boyunca, tüm zorluklara rağmen İslam çizgisinden ayrılmadan yayınladığı Sebîlürreşad dergisindeki bu mücadelenin günümüze taşınmış olması mutluluk ve gurur kaynağımızdır.

CİLT: XLI SAYI: 1012

DAĞITIM-ABONE-İLAN: SEBÎLÜRREŞAD YAZIHANESİ İmay Yapım A.Ş. Mecideyeköy Mah. Anafartalar Caddesi Sakarya Apt. Cemal Sahir Sok. No.29/31 No: 50/12 Altındağ/ANKARA Şişli/İSTANBUL GSM: 0 541 673 85 80 İDARE YERİ:

Kapak çizim: BASILDIĞI YER: Hattat Mesut Dikel AFŞAR MEDYA MATBAACILIK A.Ş. Ostim Mah. 21.Cad. 1424 Sk.No:8/2 Musahhih: Esengül Şehitoğlu O.S.B Yenimahalle/ANKARA TEL: 0 312 394 39 22


üç

Aralık 2016

Mehmet Âkif’in Kürsüsü...

torunu

SELMA ERSOY ARGON

Mehmet Âkif 143 yaşında 27 Aralık 2016 Dedem Mehmet Akif’in vefatının 80. Yılı. Onsuz geçen 80 yılda neler yaşadık. Cephe savaşları bitmişti ama siyasi ve kültürel işgaller başlamış ve kendi geleneğine yabancılaşan bir topluma evrilmemiz için çabalar ortaya konulmuştu. O’nun sahipsiz bırakılan cenazesine devlet sahip çıkmamıştı ama millet ve umudunu bağladığı Asım’ın Nesli gençler sahip çıkmıştı. Allah’a hamdolsun ki o sahipsiz günler geride kaldı. Şimdi Dedemin manevi mirasının sahibi çok…Bunu Anadolu’ya indiğimizde daha net görüyorum. Bu ay Sebilürreşad iki dosta ayırdı sayfalarını. İki dost, yoldaş, fikirdaş…Eşref Edip ve Mehmet Akif… O güzel yol arkadaşlığından ne verimli bir yol ortaya çıkmış ki hala gür bir ırmak gibi akıyor…Biz aile olarak elbette hatıralarımızın peşindeyiz. Kopartılan aile ilişkilerinin nedenlerini araştırıyoruz. Dedemin Mısır’a gitmeye mecbur bırakılması bir bakıma tüm ailesinin de cezalandırılmasıdır. Aile dağılır, dedem iki oğlu ve vefakar eşiyle Mısır’a Abbas Halim Paşa’nın kendisi için ayırdığı, Hilvan’da bir eve yerleşir. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan vatan hasreti ve o vatandaki diğer evlatları, torunları onu derinden sarsar. Dedemin, Mısır’dan; anneme, babama ve teyzelerime yazdığı mektuplar hep o derin hasretle vatanının toprağına, rüzgarına, suyuna ve bazen bülbülüne, bazen denizine duyduğu sevgiyle ve özlemle doludur. Ama ne güzel bir insandır ki hiç şikayeti yoktur, evlatları üzülür diye. Anneannem astım rahatsızlığı çeken narin bir hanım. Bazı mektuplarında. Annene “firaklı nağmeler yazma, biraz rahatsız. Ev işlerini hevesle ben yapıyorum” der. Evlatlarının her şeyini merak eder” der anneme… Bizim aile tarafımız son yıllarda konuşulmaya başlandı… Mesela benim Babam’da tıpkı dedem gibi baytardı. Ona yazdığı mektuplarda, “Bu vatanın her yerinde çalışmalı, her yere koşmalı soğuk sıcak dememelisin” diyerek nasihatler ederdi. Atlarına isim gönderirdi. Hatta ablam ve benim ismimi de dedem göndermiş. Dedem, tek çocuk şiiri olan “Ferda Kadın Ne Güzeldir”i ablama yazmıştır. Mısır’da (zannedersem Kahi-

re’de), Hacıbekir Dükkanı’na gider. Orası onun için Türk toprağıdır. El-Ezher Üniversitesi’nde edebiyat ve Türkçe dersleri verir. 50. ölüm yıl dönümünde o üniversitenin ders verdiği sınıfında bir tören yapılmak isteniyor. Fakat oradaki elçilikte de hakkında bir dosya vardır ve buna izin verilmez. Düşünün ki aradan 50 sene geçmiş.Yine Mısır’dayken Emin dayımı askerliğini yapması için İstanbul’a gönderir. Askerde arkadaşlarına Kur’an okuduğu için yakalanıp hapse atılır. Bir şekilde hapisten kaçıp Antakya’ya giderler. Yanında Kur’an okuduğu arkadaşlarıyla beraber orada tutuklanır. Bunların hepsini satır satır yazmak isterdim. Ama şöyle söyleyeyim: Emin dayımın hazin sonunu hazırlayan olaylar buralarda başlıyor. Kötü alışkanlıklara alıştırılıyor. Akif’in oğlu olduğu için onun da başına gelmedik kalmıyor. İleriki senelerde İstanbul’da iş arayıp, “İngilizce ve Arapça’yı çok iyi bilirim, bana iş verin” dediğinde kapılar yüzüne kapanıyor. Ki Emin dayım milli mücadelede dedemle birlikte cepheleri dolaşıp su dağıtmış, yangın söndürmüş, silah ve at aramışlar birlikte. O küçük yaşında o da bir kahramandır. Dedemin Mısır günleri hasret dolu günlerdir. Ama bu sıkıntılı ve hasret dolu günlerde bildiğiniz gibi Kur’an mealini bitirir. Endişelerinden dolayı meali teslim etmeyen dedem aldığı avansı geri verir…Hastalanıp döndüğünde büyük paralar teklif ederek yine isterler ama dedim razı olmaz. Dedem, sözünü tutan, paraya pula köle olmadan yaşamını onurla sürdüren bir insandı. Arkadaşlarından Mithat Cemal dedemle ilgili şöyle der: “36 seneyi aşkın dostluğumuzda bir gün bir riyasını, yalanını, sözünden döndüğünü görmedim. İşte böyle bir insanın hayatından bahsediyoruz. Yaptıklarıyla yaşamıyla bir ahlak abidesi adam gibi bir adam. Kim ne derse desin dimdik durmuş. Ailesine düşkün ama vatan söz konusu olduğunda her şeyi feda edebilen vatan sevdalısı. Benim onun hakkında yaratılan korkunç yakıştırmalara söylenecek sözüm…O yakıştırmaları yapanların da Mehmet Âkif’in de şimdi nerede olduğunu görüyoruz. Hayatı hep kalplerde, ismi her yerde. Safahat en çok okunan kitaplar arasında. Gönül

isterdi ki o karanlık hakaretler, vatandan ayrı çekilen eziyetler olmasaydı. Tüm yavrularının ve torunlarının yanında yaşlanamamak, bütün bunlardan mahrum bırakılmak. Döndüğünde mutludur çünkü vatanında ölecektir.” Dedem der ki, “Ne mutlu bana ki peygamberimin yaşında ölüyorum.” Dedemle ilgili kitabın hazırlığı biterken Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Sayın Hasan Tahsin Beyfendi’den bir davet aldım. Sevgili başkan, dedemle ilgili bazı belgelerin arşivlerde bulunduğunu bununla ilgili düzenledikler toplantıya katılmamın önemli olduğunu söyledi.Toplantıda konuşmaların ve belgelerin sunulduğu geceden sonra eve döndüm ve kitabı okudum. Okudukça kalbim üzüntüden karardı sanki. O güzel temiz insana yapılanları az çok herkes gibi biliyordum ama bu kadarını bilmiyordum. Milletvekilliği bitip İstanbul’a geldiğinde, parasız kaldığında, arkasında hafiyelerin varlığını hissettiğinde kalbinin nasıl kırıldığını hiç anlayamadığı bu karalama kampanyasının onu aşık olduğu vatanından nasıl ayrılmaya mecbur bırakıldığını ve neden gittiğini daha iyi anladım. Gitti... Kendisi gibi vatanı için canını feda etmeyi göze almış dostlarına yapılanlar da eminim kendisine yapılanlardan daha çok yaralamıştır. O temiz kalbi, ruhu, vatan haini muamelesini kabul etmedi gitti. Safahat yıllar boyu yurda sokulmadı. Eski Türkçe yazıldığından ki yurdumuzun belgeselidir. Dindar olduğu için tehdit olarak görüldü. Kutsal kitabımızı mükemmel çevirdi. Kendi çevirisinden okunup namaz kıldırılacak, ezan okunacak diye teslim etmedi. Endişeler vardı. Birisi Allah’ın kelamı diğeri kulunun. Dedem, Kur’an mealiyle ilgili, “Ya bir noktasında hata yaptımsa, ben sonra Peygamberimin yüzüne nasıl bakarım?” der. O ki Ankara’ya davet edilip yollara düştüğünde Milli Mücadele’ye inanmayanların fikri değişti. Çünkü, Âkif inanıyordu… Verdiği vaazlar cephelere dağıtılıyor, yazdığı yazılarda Sevr anlaşmasının ne demek olduğunu halka en iyi anlattıkları için Mustafa Kemal Paşa’dan teşekkür alıyordu. İstiklal Marşı ve Çanakkale şiirleri Mehmetçiğe yazılmış en güzel eserlerdir. Onu en güzel, en mübarek

yere göndermiştir. Kahramanken hain damgası vurulan, sakıncalı görülen, yobaz mürteci damgası vurulan, inancından, temizliğinden, dürüstlüğünden ve ahlakından korkulan bir insandı. “Mısır’da çocuklarını okutmak için hamallık bile yaparım” diyen bir vatan şairidir. İrticaya savaş açmış bir insanın irtica 906 koduyla takibi ne kadar hazin ve ne kadar büyük bir ayıptır. Kendisini sevenlerle birlikte olduğunda hep, “acaba” soruları... Bütün kitabı burada anlatmak istemiyorum. Onun vatanı aleyhinde, ona zarar verecek bir şey söylediğine asla inanmıyorum. Maksatlı kişilerin yönlendirdiği, nasıl olmasını isterlerse öyle sözlerin yazıldığı raporlar... Ben şimdi, ailemin gözleri neden hep hüzünlüydü, neden hep kıyıda köşede sessiz yaşadılar daha iyi anladım. Bu belgeleri görmediler ama bildiler, babalarının yanına giderken peşlerine düşenleri hissettiler. Vefatında, “Kimse cenazesine katılmasın” emirlerini dinleyen olmadı. Gençler, vefalı Türk milleti onu ellerde taşıdı. Hak etmediği davranışlara karşı dimdik duran, inandığı yoldan hiç sapmayan, vazifesini yerine getirmiş insanların, inançlı insanların sağlamlığıyla ama kalbi kırık, vatan hasreti yakmış yüreğini. Hastalığının büyük sebebi de budur bence. Bu belgeleri dedem de görmedi ama görmesi de gerekmedi. O kadar hassastı ki, görmesine gerek yoktu, eminim biliyordu. O güzel insanın dedem olması bana verilmiş en kıymetli hediyedir. O şimdi şehitleriyle beraber… Dedem, hiç bir ezanı oturarak dinlemezmiş. “Rabbimiz de onu samimi inancı ve dürüstlüğünden dolayı mükafatlandırdı” der onu anlatan değerli hocalarımız. Şimdi ve her zaman bizlerde onun milletimize ve ordumuza hediye ve emanet ettiği İstiklal Marşı’mızı ayakta saygıyla dinliyor söylüyoruz. Sevgili dedeciğim! Yattığın yer nurlarla dolsun, huzur içinde yat. Seni seven milletin, Asımlar seni unutmadı, unutmayacak. Bu vatan için yaptıkların her zaman minnetle anılacak, gururla anmaya devam edilecek. Ben de Allah izin verdiği müddetçe seni anlatmaya, yeni nesillerin seni her yönünle tanımaları için bütün gücümle çalışmaya devam edeceğim.


dört

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Mehmet Şevket Eygi Üstadımızın kaleminden...

Biz Müslümanız demekle iş bitmez LAFLA edebiyatla, ben Müslümanım demekle iş bitmez. Kurtuluş ve izzet, doğruları öğrenip bilmekle ve onları hayata geçirmekle, uygulamakla olur.

Allah bize Peygamber (Salat ve selam olsun ona) Din, Kitab ve Şeriat göndermiştir. Peygambere iman edip uyarsak, onun getirdiği dini kabul edip hayata uygularsak, Allahın Kitabı Kur’anı anayasa bilirsek, İslamı din ve nizam olarak kabul edersek doğru yolda oluruz. Kur’ana iman ettim, o Allah’ın Kitabıdır demek yeterli olmaz. Ondaki emirleri yerine getirmeliyiz, yasaklarından uzak durmalıyız, öğütlerini tutmalıyız, kıssalarından ibret almalıyız. Tek kelimeyle Kur’an Müslümanı olmalıyız. Kur’anın temel emirlerinden biri Peygambere iman etmek, onu en güzel örnek ve model bilmek, ona biat ve itaat etmek, onun yolundan gitmektir. Biz elbette onun kadar faziletli ve yüksek olamayız ama elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar ona benzemeye, ona uymaya çalışmalıyız. Kur’anın ve Peygamberin bildirdiği şekilde ihlasla ibadet etmeliyiz. Beş vakit namazı dosdoğru kılmalıyız. Ramazanda oruç tutmalıyız. Zekatı dosdoğru vermeliyiz. Dikkat edelim, zekat konusunda Rahmanın ve Resulünün yolundan ayrılmayalım, şeytanların tuzaklarına düşmeyelim, zekatlarını uğrulara kaptırmayalım. Kur’an aynı zamanda bir ahlak kitabıdır. Resulullah o ahlakı yaşamıştır. Sen Kur’an ve Peygamber ahlakı ile ahlaklı olmalısın. Din elbette bir vicdan işidir ama sadece vicdan işi değildir. Din vicdanlara hapsedilemez. Din, dünyayı tanzim için gönderilmiştir.

Bir Müslüman dünyevileşirse mânen intihar etmiş olur. Din ayrı dünya ayrı diyen belasını bulur. İslamı kendi kafamıza göre yorumlamayalım, Kur’andan kendi re’y ve hevamıza göre hüküm çıkartmayalım. Fırka-i Naciye olan Ehl-i Sünnet imamlarının, ulemasının, fukahasının, meşayihinin, mürşidlerinin yolundan gidelim. Bütün mü’minler tek bir ümmettir. Biz ümmet içindeki yerimizi bilelim ve alalım. Ümmetin başındaki İmam-ı Kebire biat ve itaat edelim. Kur’an ve Sünnetten çıkartılmış din hükümlerinin tamamına Şeriat denir. Biz Şeriatı hukuk ve nizam bilelim. Şeriatı inkar eden yahut hafife alan dinden çıkar. Allah’ın gönderdiği hükümleri beğenmeyip beşerî sistemlere ve ideolojilere bağlanan gafiller ve zalimler küfre düşer. Dıştan Müslüman görünüp, içlerinde nifak ve sapıklık olanlar kötü, şerir, şaki, rezil insanlardır. Herkes Müslüman olabilir ama herkes İslamın temsilcisi olamaz. İslamın temsilcileri mü’min (iman etmiş), âlim, ârif, faziletli, hikmetli, yüksek ahlaklı, zahid, muttaqi, akl-ı selim sahibi ihlaslı Müslümanlardır. Din sömürücüsü alçaklar din temsilciliğine soyunursa Ümmet yıkılır. Her devirde Resulullah efendimizin gerçek vekilleri, varisleri, halifeleri vardır. Onların peşinden gitmeliyiz. Onlar imana, İslama, Kur’ana, Sünnete, Şeriata, tarikata, hakikata muhlisen lillah hizmet ederler.

Bu hizmetleri para ve dünyalık için yapmazlar, Allah için yaparlar. Ücretlerini Yaratandan isterler, yaratıklardan istemezler ve almazlar. Saf ve cahil Müslüman halkı kaz gibi yolanlar, inek gibi sağanlar din hizmetkarı değil, din sömürücüsüdür. Lüks, israf, gösteriş, gurur kibir, debdebe, şaşaa, ihtişam delilerinin peşlerinden gidenlerin burunları necasetten kurtulmaz. Bastıkları yerde ot bitmeyen ehliyetsiz liyakatsiz kimselere din hizmeti verilemez. Ulvî ve muazzez dini, süflî emellerine alet edenler hizmet edemez, hezimet üretir ancak. İnsan dini baş tacı ederek yükselir. Yükselmek için dini ayak altına alanlar alçaktır, rezildir, sefildir, beyinsizdir, münafıktır, kafirdir. Dine hizmet perdesi ardında yalan söyleyenlerden, gıybet ve iftira edenlerden, fitne ve fesat çıkartanlardan daha âdi ve bayağı kim olabilir. Yol Kur’an yoludur… Peygamber yoludur… Ahlak ve fazilet yoludur… Şeriat yoludur… Sâlih seleflerin yoludur… Gerçek ulemanın, zahidlerin, salihlerin, muttaqilerin yoludur. Evliyaurrahmanın yoludur. İyi Müslüman olmak için İslamı iyi ve doğru bilmek gerekir. İslam yaşanan, yaşanması gereken bir dindir, anlamak için hem doğru bilmek, hem de doğru yaşamak gerekir. Biz doğru, iyi, vasıflı, ihlaslı, güçlü, faziletli Müslümanlar olursak ilahî yardım bize refik olacaktır. İnşaallah.


beş

Aralık 2016

Matbuat üstadı 134 yaşında

Fatih Bayhan

Eşref Edip Bey’in hayat mücadelesi 10 Aralık vefatının 45’inci sene-i devriyesi. Millî ve mânevi cephemiz için büyük fedakarlıklarla çalışan Eşref Edip Bey, Sırat-ı Müstakim ve Sebîlürreşad’ın yayıncısıydı Aksiyon, ilim, yayın ve milli davanın yüz akı bir şahsiyet; Eşref Edip Fergan. O’nun vefat günü 10 Aralık 1971 olarak kayda geçti. İstanbul’da doğmadı ancak orada yaşadı…İdeallerinin peşinde samimi gayret gösteren bir dava adamı olarak İstanbul’da vefat etti. Bu yıl onun vefatının 45. yıldönümü. Emek verdiği, milli ve manevi değerlerine bağlı bir nesil yetiştirme gayretinden hiç ayrılmadı. Ama, kurtulması için mücadeleden çekinmediği vatanında, bir garip dava adamı gibi yaşadı ve öldü. Kendisini tanıma fırsatı bulanların anlattığı en önemli özellikleri arasında çalışkanlığı, zekası, hafızası ve bıkmadan usanmadan yazma faaliyetini ifa etmesi gelmektedir. Nitekim bir asrı bulan Sebilürreşad mecmuası başka türlü ayakta duramazdı. Sabır, sebat ve gayret…Eşref Edip bu üç temel sihre sahipti. Mehmet Akif’le birlikte yol arkadaşlığı yaparak başladıkları yayıncılık Eşref Edip’i hayatı boyunca hiç bırakmadı. Dostlukları o kadar güzeldi ki; vefatları da aynı aya tekabül etti. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı’da yayılan fikir akımlarından İttihad-ı İslam’ın öncülerinden biri olan gazeteci-yazar-hukukçu Eşref Edip Fergan, Türkistan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1882 yılında Yunanistan sınırları arasında kalan Serez’de dünyaya geldi. Ailesi Arnavut’tu. Babası İslam Ağa, annesi Nefise Hanım’dır. Sıbyan mektebini ve Rüşdiyeyi (ortaokul) Serez’de okudu. Çok iyi bir dini tedrisat ve Kur’an eğitimi aldı, hafız oldu. Serez Müftüsü İmâdüddin Efendi’den din bilgisi ve Arapça dersleri aldı. Memleketinde bir yıl kadar şer’i mahkeme kâtipliği de yapan, 1902’de İstanbul’a gelerek hukuk fakültesinde eğitim gören Eşref Edip, Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii’nde medrese derslerine devam etti. Hızlı ve düzgün not tutma konusunda son derece iyi kabiliyete sahip Eşref Edip devrin saygın âlimlerinden Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin Ayasofya kürsüsündeki derslerini not ederek kitap hâline getirip bastığı gibi

Çok hızlı not alma özelliği ile bilinen Eşref Edip, arkadaşı İhsan Mühürdaroğlu’na mektubu. (Fotoğraf ve belge: Mehmet Rüyan Soydan arşivi)

Mehmet Akif Bey’in Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde verdiği o tesirli vaazı da not etmiş, ardından Sebîlürreşad’da neşretmiştir. Kastamonu’da Nasrullah Paşa camiindeki vaazın kaydını ve neşrini yapmak da ona nasip olmuştur. Hukuk Fakültesini 1912’de bitiren Eşref Edip, hukuk okurken medrese derslerine de devam etti. Bu sırada II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve basın yayın özgürlüğü ile birlikte bir çok gazete ve dergi yayın hayatına başlamıştı. Bu süreci değerlendiren Eşref Edip Bey, Hacı’nın Kahvehanesinde tanıştığı Mehmet Akif Bey’in ve Ebulû-lâ Mardin’in de ortak kararıyla “Sırat-ı Müstakîm” mecmuasını çıkardı. Sırat-ı Müstakim, ilk yayına başladığı 14 Ağustos 1908 günü büyük bir heyecanla yayına başlamış, islam coğrafyasından gelen dergi talepleri o denli artmıştı ki neredeyse baskı adeti 70 bini aşmıştı. Mart 1966’da kapanışına kadar dergiyle bütünleşen bir isim olan Eşref Edip, bu dönemi dolayısıyla II. Meşrutiyet’in ilanını şöyle ifade ediyor: “10 Temmuz 1324 (1908) memleket yerinden oynadı. Sanki kıyamet koptu. Eli kalem tutan ortaya atıldı. Gazeteler, mecmualar,

Bab-ı Ali’yi doldurdu. Biz de tasavvur ettiğimiz muhayyel mecmuamızı neşretmek hevesine düştük.” Böylece Sebîlürreşad Dergisi, II. Meşrutiyet döneminde yayın hayatına başlamış oldu. Yayın kurulu Eşref Edip’in Hukuk Mektebi’nden arkadaşı ve fikir çevresi ve hocaları idi. Bunlar arasında, Ebu’l Ula Zeyn el Abidin (Mardin), Mardinzade Arif Bey, Şeyhülislam Musa Kazım, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzade Ahmet Naim Bey, Bereketzade İsmail Hakkı Bey, Mehmet Akif, Şeyh Muhamıned Abduh, M, Şemseddin (Günaltay), Akçoraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet ve Mithat Cemal yer almaktadır. Ayrıca bunlara ilaveten Sadrazam Said Halim Paşa, Muhammed Hamdi Yazır gibi siyaset ve fikir alanında önemli şahsiyetler Sebîlürreşad’ın yayınlarına katkıda bulunmuşlardır. Sebîlürreşad’ın o dönemin üst düzey İslamcı aydınlarıyla yayın yapması konusunda S.Tanford Shaw: “İslamcı gruplar içinde en entelektüeli olup, dergi Meşrutiyetin İslam demokrasisi ile uyuştuğu fikrini savunuyordu” demektedir. Eşref Edib, derginin ilk sayısının çıkışındaki duygularını ifade eder-

ken: “Bismillah, deyip işe başladık. 14 Ağustos 1324 (1908) Perşembe günü ilk nüsha çıkınca Bab-ı Ali alt üst oldu. 24 saat sürmedi, on binlerce nüsha yağma edildi. Tekrar bastık yine bitti. Arkasından ikinci nüsha çıktı. Az zamanda İşkodra’dan Bağdat’a ve Yemen’e kadar bütün memleket Sırat-ı Müstakim (Sebîlürreşad) ile doldu” diyor. Sebîlürreşad’da çeşitli zamanlarda İslamcı görüşe sahip olmayanlar da yazı yazmıştır. Bu durum derginin yayın politikasında çok sesli olma ve taassuba dalma gayretiyle açıklanabileceği gibi şartlar gereği milliliğin ağır basması hasebiyle islamcılık ile milliyetçiliğin dergi bünyesinde bütünleştirilmiş olmasının da büyük rôlü vardır. Özellikle I. Dünya Savaşı… Mondros Mütarekesi ve Milli Mücadele dönemleri böylesine bir fikri bütünleşmenin yaşandığı dönemdir. Sebîlürreşad’da bu durum anlatılırken, Sebîlürreşad, Umumi Harb’in ilk haftalarında artık İttihad-i İslam fikrini daha açık ileri sürmeye başladı. Cihat fetvalarını neşrettiği nüshalarında bütün Müslümanlara cihadın farz olduğunu yazdı. Ayrıca, Balkan muharebelerindeki fecayii Sebîlürreşad kadar en acı feryatlarla bütün dünyaya haykıran, gönülleri heyecana veren hangi bir neşir vasıtası vardır? Felaketli günlerin en tehlikeli, en yeisli dakikalarında Sebîlürreşad gönüllere ümit ve teselli vermiş, İslam şehametini ve Türk şeceatini terennüm etmiştir: “Korkma, cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki hak yoludur dönmek bilmeyiz, yürürüz- demiş, ruhları çözülmekten korumuştur.” Sırat-ı Müstakim adıyla 1324’te (1908) çıkan dergi, din, felsefe, edebiyat ve hukuk konularında yayın hayatını sürdürmüştür. Derginin 16 sayfalık ilk sayısının makale başlıkları, derginin düşünce sistemi hakkında bilgi verecektir. Hürriyet-Müsavat (Musa Kazım), Safhayı Hayattan (M. Akit), Tarih-i Dini’den bir Sahife (Mahmud Esad), Sure-i Şura (Ebu’l Ula Mardin), Hikmet-i Hukuk-u İslami-


altı ye (Meclis-i Maarif Reisi: Haydar Efendi) vs ll. Sebîlürreşad, yayın çalışmalarında sadece Osmanlı sınırlarını hedef edinmemiştir. Takip ettiği İslamcılık fikrinin etkisiyle tüm dünya Müslümanlarının birlik ve ilerlemesini temel yayın politikasının esası yapmıştır. Bunda II. Abdülhamid’in devlet bazında İslamcı politika takip etmesinin rolünün olduğu kadar İslam’ın bilimsel, reformcu ve ilerici olduğuiddiasının da etkisi büyüktür. Bu konuda İslam’ın Siyasallaşması adlı eserinde Kemal Karpat, II. Abdülhamid’in İslam’ı bilim ve ilerlemeye açık bir din olarak gördüğünü, Müslüman aydın ve sözcülerinin reformcu ve ilerici inançlarını yansıttığını belirtirken aynı zamanda sultanın teokrasiyi savunduğuna dair bir delilin bulunmadığı iddiasını da ileri sürüyor. Karpat, buna dayanak olarak ise II. Abdülhamit’in: “Din ve bilim her ikisi de inançtır” sözünü gösteriyor. II. Abdülhamit döneminde siyasi alanda dünya Müslümanlarının birleştirilmesi gayesini taşıyan İslamcılık akımı, Sebîlürreşad yayınlarında fikir boyutu ile varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Sebîlürreşad’ın Meşrutiyet, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde takip ettiği yayın politikasında çizgisinden sapma yoktur. Sadece İttihat ve Terakki (19131918) ve Cumhuriyet dönemlerinde (DP iktidarı dönemi 1950-1960 arası hariç) üslubunda ve dilinde biraz yumuşama vardır. Dergi, 1908’den 1966’ya kadar İslamcı-milli yayınlarını sürdürmüş hatta Osmanlı döneminden kalan siyasi İslamcı bir üslup alışkanlığıyla tüm dünya Müslümanlarının yaşadığı beldelerden haberler ihtiva eden köşe yazıları her sayıda yayınlanmıştır. Türkiye’deki Müslümanlar dünyanın çeşitli bölgelerinde esaret altında yaşayan Müslümanlar hakkındaki bilgileri çoğu zaman Sebîlürreşad sayfalarından öğrenmiştir. Aynı zamanda Pakistan, Endonezya, Cezayir, Mısır ve Irak’taki Müslüman aydınların da makaleleri Sebilürreşad’da yayınlanarak İslamcılık fikren tesis edilmeye çalışılmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Sebîlürreşad’ın yayınlarında sadece bilgilendirmeye yönelik yayınlar yoktur. İşlenen konu ne olursa olsun Batı medeniyetinin İslam toplumunu sömürgeleştirmesinin önüne geçmek temel esastır. Bunu bazen Batı ve İslam toplumlarının sosyal ve siyasi sistemlerinin karşılaştırılması şeklinde, bazen de

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

ahlak ve kültür ağırlıklı ders ve nasihat verici bir metotla yapmıştır. Dolayısıyla Sebîlürreşad aslında Batılılaşmanın siyasi, sosyal, kültürel, bilimsel ve teknolojik her yönüyle ilgilenerek topluma adeta bir fikir öncülüğü rolünü oynamıştır. Eşref Edip yayınclığını şöyle tanımlıyor; “Sırat-ı Mustakim’in neşrinden yegane maksat Müslümanların intibahına ve İslam’ın tealisine hizmettir. Onun için bu hususta elden gelen fedakarlığın sağlanacağı tabiidir. Ancak bu gayeye vusul için aynı fikrin, aynı maksadın hadimi bulunan zevatın elbirliğiyle çalışması lazım geliyor ki bu da cumhur-u karinin teksirine bir nimetten ibarettir” Sırat-ı Müstakim adını alan derginin imtiyaz hakkını aldı ve 182. sayıdan itibaren adını Sebîlürreşad olarak değiştirdi. Millî Mücadele’de Mehmet Âkif’le birlikte Anadolu’ya geçti. Zaferden sonra İstanbul’a döndü. Şeyh Said isyanı sonrası Şeyh Said’in Sebîlürreşad okuduğu bilgisi bahane edilmesi üzerine İstiklal Mahkemesi’nde üç ay yargılandı ve Sebîlürreşad’ı yeniden neşretmemek şartıyla beraat ettirildi. Mehmet Akif Bey’in 1936’deki vefatı ve Mustafa Kemal’in 1938’de vefatının ardından değişen siyaset ve bazı yasakların kalkmasının ardından 1948’de Sebîlürreşad’ı tekrar yayın hayatına soktu. Bu fikri koşu o kadar meşakkatli geçti ki, yargılamalar, davalar hiç peşini bırakmadı. CHP dönemine ait dini alana karşı yapılan müdahaleleri kitaplaştırdığı “Kara Kitap”, Müslüman toplumda büyük tesire neden oldu. Dönemin siyasi iktidarı bu kitaptan rahatsızlık duyunca yasaklar ve davalar birbirini kovaladı. Dergi bu halde devam edemezdi. Siyasi atmosfer en çok abone ve ekonomik maliyetin zor karşılanmasına neden oldu ve Sebîlürreşad 1966’da kapandı. Eşref Edip, hayatını adadığı dergisinden olmuştu. Ama ülkede yeni bir neslin yetişmesi, yeni bir fikrin de yeşermesi için büyük bir saha oluşturmuştu. İşte bu saha kendini siyasi alanda Milli Nizam Partisi adıyla ortaya koydu. Partinin başına geçen Necmeddin Erbakan’a, parti adını ve amblemini vermek de ona kalmıştı. Yazı hayatından hiç kopmadı, Yeni İstiklâl (1965-1967) ve Bugün gazetelerinde yazdı. 1971 yılında İstanbul’da vefat etti. Sevenlerinin omuzlarında Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Yol arkadaşları

Said Halim Paşa

Mithat Cemal

Sırât-ı Müstakîm’in yazı kadrosunda; Mehmed Âkif, Ebül‘ulâ (Mardinîzâde), İsmâil Hakkı (Bereketzâde), İsmâil Hakkı (Manastırlı), İsmail Hakkı (İzmirli), Ahmed Naim (Babanzâde), Halim Sabit (Şibay), Mûsâ Kâzım, Mithat Cemal (Kuntay), Mehmed Tâhir (Bursalı), Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Akçuraoğlu Yusuf, Ispartalı Hakkı, Ömer Ferit (Kam), Abdürreşid İbrahim, Tâhirülmevlevî (Olgun), Halil Hâlid (Çerkeşşeyhizâde), Mehmet Şemsettin (Günaltay), Edhem Nejat, Gıyaseddin Hüsnü (Nuralizâde), Şeyhülarap, Mehmed Fahreddin, Ahmed Hilmi (Hocazâde), Ömer Fevzi (Bursa mebusu), Ömer Lutfi (Ankara İstînaf reisi), Şerefettin (Yaltkaya), Ahmet Hamdi (Aksekili), Osman Fahri, İbrahim Alâeddin (Gövsa), Kazanlı Ayaz (Muhammed Ayaz İshakî İdilli), Kâmil (Tepedelenlioğlu) gibi isimler bulunmaktadır. Mehmed Âkif, “Safahât-ı Hayattan” başlığıyla ilk Safahat’ta yer alacak olan şiirleri ve “Musâhabe-i Edebiyye”leri yanında M. Ferîd Vecdî ve Muhammed Abduh’tan yaptığı çevirilerle Sırât-ı Müstakîm’in en devamlı yazarı olmuştur. Dergi, yedi cilt tutan ilk 182 sayıdan sonra 24 Şubat 1327’de (8 Mart 1912) çıkan 183. sayıdan itibaren formatını büyük oranda koruyarak Sebîlürreşâd adıyla yayımını sürdürmüştür. İsim değişikliğiyle ilgili 182. sayıda yer alan notta, “Aynı mesleği daha etraflı bir surette takip etmek üzere Sebîlürreşâd unvanı altında intişar edecektir” açıklaması yapılmıştır. Değişiklik, Kur’an’daki “İttebiûni ehdiküm sebîlerreşâd” (el-Mü’minûn 40/38) âyetinden ilhamla ve Said Halim Paşa’nın teklifiyle gerçekleşir. Ancak bu adın imtiyazını kendilerinden önce Tâhirülmevlevî almış olduğundan Mehmed Âkif’in ricasıyla ondan devralınır. Sebîlürreşâd âyetiyle beraber “vallāhü yehdî men yeşâü ilâ sırâtın müstakīm”

âyetine (en-Nûr 24/46) ve “Dinî, ilmî, edebî, siyasî haftalık mecmûa-i İslâmiyye’dir” ifadesine başlık klişesinde yer verilir. 183. sayıda yayımlanan yeniden çıkış yazısında derginin İslâm âleminin uyanması ve yükselmesi için çalışmayı en mukaddes görev kabul ettiği belirtilmiştir. Bu amaçla İslâm ülkelerinin toplumsal hayatını yakından tanımak, onların birbirleriyle tanışmalarına vesile olmak istenmiştir. Okuyucu sayısının arttırılması için neşredilen beyannâme büyük ilgiye mazhar olmuş, bir ay içinde birçok abone yapılmıştır. Bunun üzerine derginin yazı kadrosuna ve içeriğine yönelik çalışmalar başlatılmış, “bunu haber alan büyük bir müslüman” derginin üzerine kol kanat germiştir. Kendilerine yazı için başvurulan yazarlardan yardım sözü alınmıştır. Üç buçuk yıl süren Sırât-ı Müstakîm döneminde dergi istikamet ve ciddiyetiyle bütün İslâm âlemine yayılmış, uyarıcı sesi Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’ya kadar ulaşmıştır. Çıkış yazısında ayrıca İslâm maarifinin terakkisine, İslâm kardeşliğinin teyidine hizmet edecek bir cemiyet kurmak üzere program hazırlanıp Dahiliye Nezâreti’ne başvurulduğu, Heybeliada’da ‘Heybeliada Sebîlürreşâd Mekteb-i İbtidâîsi’ adıyla bir okulun kurulduğu (nr. 263, 264, 268) ve kayıtlara başlandığı bildirilmiş, yönetmelik ve müfredat programı yayımlanmıştır. İlim ve fenle siyasiyat olmak üzere iki temel kısımdan oluştuğu belirtilen derginin bu ana başlıkları altındaki konuları arasında tefsîr-i şerif, hadîs-i şerif, içtimâiyat, felsefe, fıkıh ve fetva, edebiyat, tarih, tâlim ve terbiye, hutbe ve mevâiz, makālât, harekât-ı ilmiyye ve fikriyye, mekâtip, matbuat, şuûn bulunacaktır. Ayrıca tenkit ve takrizle İslâm ticaretgâhları, âsâr ve erbâb-ı sanâyi bölümleri yer alacaktır. Sırât-ı Müstakîm’in yazar kadrosu Sebîlürreşâd döneminde de bü-


yedi

Aralık 2016

Necmeddin Şahiner’den Eşref Edip’le bir hatıra...

Babanzade Ahmet Naim

yük oranda dergide yer almıştır. Bunlara düzenli olarak yazmaya başlayan Ömer Rıza (Doğrul), Said Halim Paşa, S. M. Tevfik, Bergamalı Ahmed Cevdet, Elmalılı Hamdi (Yazır), Eşref Edip, Hasan Hikmet, Ali Ekrem (Bolayır) gibi isimler katılmıştır. Mehmed Âkif “Âsım” ve “Berlin Hâtıraları”nı yayımlamış, edebiyat yazıları ve çevirilerine devam etmiş, Kur’ân-ı Kerîm’den yaptığı meâl ve tefsir çalışmalarına yer vermiştir. Derginin fikir babası Mehmed Âkif’in adı 309. sayıdan itibaren (20 Ağustos 1330 / 2 Eylül 1914) önce “sermuharrir”, ardından “başmuharrir” ifadeleriyle Sebîlürreşâd’ın logosunda yer almıştır. Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd’da Mehmed Âkif’in dışında Bereketzâde İsmâil Hakkı tefsir; Babanzâde Ahmed Naim hadis; Ömer Ferit Kam felsefe; Mehmed Fahreddin, İzmirli İsmâil Hakkı, Aksekili Ahmet Hamdi fıkıh; Tâhirülmevlevî, Mithat Cemal, Edhem Nejat edebiyat; M. Şemsettin eğitim; Manastırlı İsmâil Hakkı hutbe ve vaaz; Bursalı Mehmed Tâhir hal tercümesi; Yusuf Akçura, Halil Hâlid ve Ahmet Ağaoğlu siyaset alanındaki yazılarıyla öne çıkan isimler olmuştur. İslâm Mecmuası ve Türk Yurdu’nun yayımlanmaya başlamasıyla Halim Sabit, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi yazarlar derginin yazı kadrosundan ayrılarak bu dergilerde yazmaya başlamışlardır. Derginin önemli özelliklerinden biri de İslâm coğrafyasının değişik bölgelerinde bulundurduğu yazarlar vasıtasıyla oralarla ilgili sağlıklı haber ve yorum yazılarına yer vermesi olmuştur. Mısır, Hindistan, Balkanlar, Kuzey Afrika, Rusya, Japonya, Çin ve İngiltere derginin ilgi alanı içindedir ve dergi buralarda da okunmaktadır. Özellikle Mehmed Âkif’in yazılarına gösterilen alâka derginin Rusya’ya girişinde dönem dönem bazı zorluklar yaşanmasına yol açmıştır. Sebîlürreşâd’ın 300 ve 301. sayıları (29 Mayıs - 5 Haziran 1330 / 11-18 Haziran 1914) kapatma cezası dolayısıyla Sebîlünnecât adıyla çıkar. Bazı sayılarında sansüre uğrayan yazıları olur. İttihad ve Terakkî yönetiminin siyasetine ters düştüğü için 360. sayıdan sonra örfî idare tarafından kapatılır (13 Teşrînievvel 1332 / 26 Ekim 1916). 361. sayısı Sultan

İsmail Hakkı İzmirli

Vahdeddin’in cülûs günü olan 4 Temmuz 1918’de çıkabilir. Mütareke döneminde sansür dolayısıyla bazı sayfalarının boş çıktığı görülür. Savaş şartları derginin yayın periyodunda aksamalara yol açmış, haftalık normal periyodunun dışına çıkarak 308-354. sayılar arasında (31 Temmuz 1331 - 30 Haziran 1332 / 13 Ağustos 1915 - 13 Temmuz 1916) on beş günde bir yayımlanmıştır. İki sayısını birleştirdiği, bir ay, iki ay veya altı ay çıkamadığı zamanlar da olmuştur. Baştan itibaren İstanbul’da yayımına devam edilen dergi, Mehmed Âkif’in Millî Mücadele’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmesiyle 464-466. sayılar (25 Teşrînisâni [Kasım] 1336/1920 - 13 Kânunuevvel [Aralık] 1336/1920) Kastamonu’da, 467-527. sayılar (3 Şubat 1921 - 22 Nisan 1923) Ankara’da yayımlanmıştır. Bunlardan sadece 490. sayı (24 Eylül 1921) Kayseri’de çıkmış ve bu sayının tamamı Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in Kayseri Ulucami’de yaptığı konuşmaya ayrılmıştır. Dergi Millî Mücadele’ye büyük destek vermiş, Kastamonu ve Kayseri’de halkın mücadele azmini yükseltmek için birer sayfalık ekler dağıtmıştır. Başyazarı ve yayımcısı Mehmed Âkif ile Eşref Edip, Anadolu’nun değişik şehirlerine giderek millî şuuru uyandırmak için vaazlar vermişlerdir. Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde Sevr Antlaşması’nın nasıl bir felâket olduğunu anlatan vaazının yer aldığı 464. sayı Vali, Mutasarrıf ve Müftülere gönderilmiştir. Vaaz metni oralarda hutbelerde okunduğu gibi matbaa veya teksir yoluyla on binlerce çoğaltılıp diğer vilâyet ve mutasarrıflıklara, bütün cephelere dağıtılmıştır. Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanıp Mehmed Âkif’in milletvekili olarak bulunduğu I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin faaliyetlerini tamamlamasının ardından Mehmed Âkif ve Eşref Edip’in İstanbul’a dönmesiyle dergi birlikte çıkan 528-529. sayısından itibaren (16 Mayıs 1339/1923) yayımını tekrar bu şehirde sürdürmüştür. Doğu ayaklanmaları gerekçe gösterilerek çıkarılan Takrîr-i Sükûn Kanunu ile kapatılan dergiler arasında Sebîlürreşâd da yer almış, 5 Mart 1341’de (1925) 641. sayıdan sonra yayımına son vermiştir.

Cumhuriyetimizin 100’üncü sene-i devriyesine yaklaştığımız –yıl dönümü- yaklaştığımız bugünlerde rahmet duasına vesile olması için birkaç kahramanın teberüken isimlerini saymak isterim; - Eşref Edip Fergan - Necip Fazlı Kısakürek - Cevat Rıfat Atilhan - Bediüzzaman Said Nursi - Osman Yüksel Serdengeçti 1964 senesinde, namaz kılmaktan, Nur Risaleleri okumaktan dolayı 8 saat falakadan sonra Antep’ten İstanbul’a sürgün gelmiştim. İşte, aslen Ferganalı, doğduğu yer Balkanlardan, Hafız Eşref Edip Fergan’ı o günlerde tanımıştım. Nur düşmanları, temelli senatörlerden Ahmet Yıldız gibi heriflere Said Nursi Eşref Edip merhum cevaplar verirdi. Eşref Edip, ismi ile müsammalı bir şahsiyetti. İslam Bey’in oğlu Eşref Edip boylu poslu âbide bir zattı. Nur üstad, Hazreti Said’in avukatı ve Nur talebesi Bekir Berk merhum ağabeyimiz, İstanbul Beyazıt Çarşıkapı Kiğılı binasında kalırdı. Eşref Edip Bey, Bekir Berk’in yazıhanesinde saatlerce koltuğa gömülür uyuyor zannederdik. Sanki bir teyp gibi, Berk ağabeyimizin konuşmalarını dinler hafızasında kayıt Bekir Berk altına alırdı. Sonra da Nur avukatının bu konuşmalarını Mehmet Şevket Eygi’nin Yeni İstiklal haftalık İslâmi gazetesinde neşrederdi. Bugün Cağaloğlu’nda, Cezerî Kasımpaşa Camiisi altında Diyanet Yayınları’nın hemen yan tarafında Sebîlürreşad İdarehanesi vardı. Bekir Berk merhumun mahkeme müdefalarını ulak gibi taşırdım, Eşref Edip merhum yayınlardı. 14 Aralık tarihinde, Fırıncı Abi olarak da biliNecmeddin Şahiner nen Mehmet Nuri Güleç’e; “Abi kalk Eşref Edip Beye ziyarete gidelim”, dedim. Fırıncı Abi; “Şimdi olmaz, yarın gidelim. Olmadı sonra gideriz”, dedi. *15 Aralık’ta, Eşref Edip Fergan’ın Fatih Camiisinde cenaze namazını kılmayı gittik. Necmeddin Şahiner kimdir? 1943 yılında Gaziantep’te doğdu. Urfa Lisesi’ni (1967), İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1972). İstanbul ve Gaziantep’te öğretmenlik yaptı. İlk yazısı 1962 yılında Gaziantep’te yayınlanan Yeni Ülke’de çıktı. Zühfîkar, Uhuvvet (İzmir), Yeni İstiklal, Babali’de Sabah, İttihat, Yeni Asya, Yeni Nesil dergi ve gazetelerde yazdı. Köprü dergisinin genel yayın müdürlüğünü yürüttü. ESERLERİ: Bize Hayrettinli Derler (Barbaros Hayrettin Paşa’nın Hayatı, 1972), Edebi Sanatlar (1975), Bin Yıldır Yaşayanlar (1975), Mehter ve Marşları (1975), Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor (2 cilt., 1976, 1986), Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor (6 cilt, 1989), Gazi Antep’in Yok Edilen Camileri (1995), Mütercim Asım (1995), Hazırcı Ağa (1996), Aydi Baba (1996), Kamil Mürşidin Portresi (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre ile sohbetler, 1998), Şahin Bey (1998), Münif Paşa (2003). *Mezar taşında 10 aralık yazsada, sayın Şahiner ölüm tarihi 15 aralık demekte


sekiz

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

ABDURRAHMAN DİLİPAK “3 Tarzı siyaset”

İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaşmak

Yusuf Akçura “Türkçülüğün Manifestosu” olarak da kabul edilen 3 tarzı siyaseti makalesinde Osmancılık, Panislamizm, Türkçülük olmak tanımlar. İddiası, Osmanlıcılıktan bir ulus icat etmektir. Aslında Akçura mevcut durumda üç imkandan söz etmektedir. Bu üç akım da Osmanlı da ayrışmıştır ve birbirine karşı siyasi olarak mücadele etmektedir. Sebîlürreşad ve Sırat-ı Mustakim bu süreçte yerini belirlemiş, temel sorunun İslamlaşmak olduğuna vurgu yapmış, bunun yanında asrın icaplarına sahip çıkmak, Osmanlının varlık ve bütünlüğünü korumayı kendine şiar edinmiş, adalet ilkesini esas almıştır.. “Üç Tarz-ı Siyaset”, Yusuf Akçura tarafından Rusya’da yazılmış, ilk önce Abdülhamid’e karşı yayınlar yapan Mısır’da yayımlanan “Türk Gazetesi”nde ardında da İstanbul’da yayımlanmış ve yeni bir tartışmaya önayak olmuştur.. Akçura, asıl olarak Osmanlının içine sürüklendiği açmazdan kurtuluşun bir yolunu aramaktadır. Siyaseti, orduyu yeniden dizayn ederek sonuçta devleti ve toplumu kurtarmak istemektedir. Onun için işin aksayan yönlerini tespit edip yeni bir çıkış yolu bulma çabasındadır. Akçura’nın bu umdelerinden Osmanlıcılık, bir “Osmanlı ulusu” meydana getirmeyi, İslamcılık, İslam dinine dayanan bir devlet yapısı kurmayı, Türkçülük ise ırka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmeyi amaçlar. Sonuçta bu bakış açısı Türklük ve İslamlık tanımının da Osmanlı ile birlikte yeniden tanımlanması şeklinde bir düşüncenin doğmasına sebep olmuş, sonuçta İttihat Terakki’nin askeri kanadı, dini baskı altına almak suretiyle din’i ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel hayatın dışına çekmeye çalışmış, Türklüğe yeni bir anlam yüklemiş, Osmanlının tasfiyesini ön görmüş ve zaman içinde şekillenen altı okta da ifadesini bulduğu gibi inkılapçı ve çağdaşlaşmayı hedef alan yeni bir siyasi akıma dönüşmüştür.. M. Hakan Özdemir bir makalesinde bu tartışmayla ilgili şunları söyler: “YusufAkçura’ya göre, Osmanlı milletini vücuda getirme arzusunun gerçekte müslüman ve gayrimüslim kişilere siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek, iki farklı topluluğu eşitlemek, kin ve dince serbest bırakarak, din ve soy ihtilaflarına rağmen iki toplumu birbirlerine karıştırmaktadır. Böylece, ABD gibi bir vatanla birleşmiş yeni bir milliyet çıkartıp, buna da Osmanlı Milleti diyerek, ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’yi gerçek hudutlarında tutmak mümkün olabilecektir.

(Akçura, 1976, s.19). Ali Kemal ise öncelikle “Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk ve İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten ve İslam’dan ayırmak, tekliği üçe bölmek olur” (Tuncer, 1990. s.36) diyerek daha baştan makalenin ana fikrine karşı gelmektedir.” Ziya Gökalp, “Türk Milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” diyordu.. Türk yurdunda “Türkçe Kur’an okunması” gerektiğini savunuyordu. Asıl çözüm ona göre Türkleşmekten geçiyordu.. Eşref Edip, Mehmet Akif gibi isimler çare olarak İslamlaşmaktan söz ediyordu. Hurafeden kurtulmak, ilim ve fenle “asrın idrakine İslam’ı söyletmek” gerektiğini savunuyorlardı. Bakü’de Doğu Halkları Konferansı’nda sahneden “Ve emrühum şura beynehüm” yazıyordu. Ama Müslüman konuşmacılar, bu ayete dayanarak “Şura”nın “Sovyet” demek olduğunu, “Şurevi”nin “Komünist” demek olduğunu, “Komünizm’in Kur’anın mehdiyeti”, Dirilişi (baas) olduğunu savunuyordu. Arap milliyetçilerinin solcu oluşu, siyasi hareketlerinin adının “Baas” olması boşuna değil. Arap solcuları ve milliyetçilerinin dini damarı buradan gelir.. İttihat Terakki’nin aklı evvelleri, aklı karışık aydınları, aydınlanma felsefesinin etkisi ile din dışına savruldular.. Tekinalp adı ile “Türkün dini” olarak “Kemalizm” diye bir ideolojinin misyonerliğine soyunan Moiz Cohen dini, toplumun hayatından çıkartmayı hedefliyordu. Ona göre din “irticaydı”. Anasır-ı İslam’ı Türk olarak tanımlayan anlayışındaki Türk=İslam gibi bir anlayışa karşı Cohen adeta cepheden savaş açtı.. Laik/Seküler, batılı/batıcı düşünce sahipleri ise Çağdaşlaşma/Muasır Medeniyet kavramı ile açıklıyorlardı gelecek tasavvurlarını. “Asri” ve “Çağdaş” olacaklardı. Asrı icaplarına uymak gerekiyordu. “Asri aile”, modern aile ile aynı anlama geliyordu bu çevrelerin dilinde. Batı Normları, üst bir standart oluşturuyordu ve bu norma uymayan dine ve hayata dair her şey “anormal” kabul ediliyordu.. Yusuf Akçuralı ve Gaspıralı İsmail bu ayrışmayı “3 Tarzı siyaset” olarak tanımlıyordu. Sonuçta toplumun tercihini belirleyecek olan siyasetin tercihiydi. Siyaset, Tanzimat sonrasında, topluma yaşam tarzı dayatarak aslında “İlahlık” ve “Rablik” taslıyordu. Onun için halk II. Mahmud’a “Gavur Padişah” diyecektir. Fes Tanzimat’ta çağdaşlaşma hareketinin bir

sonucu olarak halkın başına zorla giydirilecektir.. Daha sonra fesin üzerine sarık saran halkın bu tepkisine karşı Cumhuriyetle birlikte, Kemalist devrimlerle Kasket ve Fötr şapka millete zorla giydirilecektir. Tanzimat’la başlayan hareket, İttihat Terakki cuntasının ve aklı karışıkların elinde radikal ihtilalci rejime dönüştü. Kemalizm ile ise Kemalistlerin elinde tek parti diktatörlüğüne dönüştü. Din artık “irtica”, dindar “mürteci” idi. Cumhuriyetin 10. yıl albümünde “Ümmet Leşinden” söz edilecektir. İslamlaşmaktan söz edenler için “Fikri kavmiyet” peygamber tarafından tel’in edilmekte/ lanetlenmektedir. “Tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremezdi”. Ümmetin birlik olması, bunu yaparken, ilim, fen, sanat ve ahlak olarak kendini yenilemesi gerekmektedir. “Hikmet Mü’minin yitik malıdır” anlayışı ile ilim ve hikmeti nerede bulursa oradan almalı, ancak din ve ahlakından taviz vermemelidir. Islah ve tecdit hareketinde tedricilik esas olacaktır.. Mehmet Akif ve Eşref Edip’in vefatlarının yıl dönümünde onları rahmetle anarken, Osmanlının yıkılışına ve Cumhuriyetin kuruluşuna şahitlik eden bu insanların tecrübelerinden yararlanmak zorundayız. Eğer ders almazsak “tarih tekerrür edecektir”. Onların katlanmak zorunda oldukları güçlüklerin bizim için baht kaynağına dönüşmesini istiyorsak onların yaşadıkları zamana ve mekana şahitliklerine muhtacız.. Onlar yanılgı, çelişki, başarıları, her şeyleri ile bize örnektirler. O yanılgıları tekrar etmeyecek, güzellikleri ise iki günü birbirine eş olmayan bir anlayışla geliştirerek geleceğe taşıyacağız. Bugün Bağdat’ın, Halep’in başına gelenler, dün bilad-ı İslam’ın başına gelenlerden ayrı, bağımsız şeyler değildir. Saldırı aynı yerden geliyor ve aynı yöntemlerle bizi dini, mezhebi, etnik, ideolojik, politik, vicdani ve felsefi kanaat farklılıklarını kullanarak birbirimize düşürmeye çalışıyorlar. Bu, Osmanlının son günlerinde de, Cumhuriyetin ilk yıllarında da, soğuk savaş yıllarında da, bu gün de aynı... Artık “Milleti merhumenin”uyanması gerekiyor. DAEŞ, FETÖ, PYD ya da Kesdizani’lerin kirli oyunlarına alet olmamamız gerekiyor.. Suriyelilerin başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesini istemiyorsak, bu yangını orada söndürmemiz gerekiyor.


dokuz

Aralık 2016

ISTILLAH

Şefkat, merhamet ve hamiyet Fatıma Zehra Şefkat, Müşvik “Dar’uşşafaka” Ya da Hamiyet, Himaye, Himmet “Himaye-i Etfal” “Dar’ul Eytam”. “Dar’ul Aceze”. Eskiden “Şefkat”, “Müşvik”, “Hamiyet”, “Himmet” gibi isimler verilirdi çocuklara. Bir çok değerli kavramın içini boşaltıyor, alay konusu yapıyor, hayatımızdan söküp atıyoruz. Eskiden kavramlarımızın bize yüklediği sorumlulukları yerine getirebilmek için kurumlar inşa ediyorduk. Medeniyetler de zaten “alameti farikaları’ olan bu kavram ve kurumlar üzerinde yükselir. Yaşadığımız zamana ve mekana şahitliğimizin bize yüklediği sorumlulukları anlatır bu kavram ve kurumlar. Hangi Müslüman yaşadığı zamana gözlerini, kulaklarını kapatabilir? Sonra, “Gözleri var görmez, kulakları var duymaz, kalpleri var hissetmezlerden” olmaz mıyız? “Haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytanlar” değil mi? Şefkat ve Merhamet insanı insan yapan erdemlerden biridir. Diğer canlılarda da yavrularına karşı benzer bir duyguya rastlanır. Aslan bütün yavrulara merhamet eder, bakar, korur. İçinde acıma, koruma, sevme, fedakarlık ve merhamet anlamları da taşıyan fıtri bir refleks olarak da kendini gösteren erdemli bir davranış olarak kabul edilir. Merhamet, daha çok empati kurarak acıma ve acıyı paylaşma şeklinde kendini gösterir. Bunlar insanı insan yapan değerlerdir.. Hamiyet, Himaye etme/koruma duygusu, bir kimsenin

yurdunu, milletini ve ailesini koruma çabası ve erdemi, bu değerlere bağlılığı ifade eder. Annenin annelik duygusu ile çocuğunu korumak için kendini feda etmeyi göze alması da bu hamiyet duygusu ile ilgilidir ve bu diğer canlılarda annelik duygusu şeklinde kendini gösterir. Bir çok hayvanda annelik duygusu vardır, mesela hurma ağacının kök salarak yavrulamasında ana ağacın yavru fidanını biyolojik bir refleksle himaye ettiği, beslediği ve ondan zorla ve erken ayrılması halinde hayatiyetlerini büyük ölçüde kaybettikleri gözlemlenmiştir.. Atalarımız, aynı zamanda “Farzı kifaye” hükmünde olan bu erdemleri yaymak, korumak, geliştirmek için vakıflar ve bu değerlerin hayattaki karşılığını teşkilatlandırmak için müesseseler kurmuşlardır. Bunlardan bazıları, “Daruşşafaka / Şefkat evi”, “Himaye-i etfal/ Çocukları koruma”, “Dar-ul Eytam/Yetimler evi” ve “Darulaceze/Acizler evi”, “Dar-ul Hasenat/ Güzellikler evi” bunlardan bazılarıdır. Kuşkusuz “Dar” ile başlayan, yani “Ev”, “Büro”, “Ofis”, “Cemiyet” gibi anlamlara gelen yüzlerce kavram ve kurum kurulmuş, bunlardan bir çoğu zaman içinde İslamifobik baskıcı rejimler tarafından kapatılırken, günümüzde bunlar yeniden hayat bulmaya başlamıştır. Günümüzde, eskiden beri faaliyetlerini sürdüren Kızılay, Darul Aceze ve günümüzde yetimlere yardım kampanyaları, İnsani yardım dernekleri, Uluslararası Mülteci Hakları Derneği bunlara birer örnektir.

Sebîlürreşad’a emek verenler - 5 Mehmet Âkif Ersoy Ahmet Belada Bu çalışmayı kimlerin yapacağı konusunda epeyce tartışıldıktan sonra; Tefsir’ in Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Mealin Mehmet Akif Ersoy; Hadisin (Buhari) tercümesinin de Babanzade Ahmet Naim Bey tarafından yapılması kararlaştırıldı. Hamdi Yazır ve Naim Bey kendilerine tevdi edilen görevi kabul ettiler. Mehmet Akif ise; “ben bunu yapmaya muktedir değilim” diye kabul etmedi. Resmi ve gayr-ı resmi birçok kimsedevreye girmesine rağmen bir türlü ikna edemediler. En sonunda Akif’in dünyada reddedemeyeceği Naim Bey devreye girerek onu iknaya muktedir oldu. Üzerinde mutabık kaldıkları anlaşmaya göre Akif yaptığı meali Hamdi Bey’e gönderecek o da gelen mealin tefsirini yapacaktı. Akif tam da o ara Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitmişti. Oradan bir türlü mealini yaptığı kısımları göndermez. İsteyenlere de ‘henüz ikmal etmedim. Tashihini tamamlamadım’ diyerek vermemiştir. Oysa kendinin dışında herkes yapılan meali çok beğenmektedir. Gene resmi ve gayr-ı resmi birçok kimse rica etmesine rağmen bir türlü almaya muvaffak olamamıştır. Bir ara Vatan hasretini gidermek ve Türkiye’nin gerçeklerini yerinde görmek için Türkiye’ye gelir. Gelirken de sırrına güvendiği mutemet arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi’ye: “Eğer oradan yaptığım meali gönder dersem yollarsın, aksi takdirde yakarsın” der. Türkiye’de gördüğü manzara, giderken gördüğünden daha berbattır. Yakınlarının ısrarına rağmen Meali istemez... Akif camilerde Türkçe ibadet edilsin, namaz Türkçe kıldırılsın yaklaşımından mı başka sebepten mi bilemiyoruz ama muhteşem olduğuna inandığımız o meali yaktırmıştır. Muhtelif dergi ve şiirlerinin baş kısmında bazı ayetlerin mealini yazmışsa da toplu olarak yazdığı meali yoktur. Yalnız son yıllarda bu konuyla alakalı ilginç bir olay gerçekleşti. Şöyle ki, Mustafa Runyun Hoca Akif’in Mısır’daki dostlarındandır. Mahdumu Ali Yahya evlerinde kitapları karıştırırken Akif’in daktiloyla yazılmış mealini bulur. Babasına gösterir. Kendinin dahi haberinin olmadığı varsa bile unuttuğu o metni görünce hayret eder. Fakat o zaman için her hangi bir şey yapmazlar. Yıllar sonra

Prof. Dr. Recep Şentürk bu kıymetli belgeleri Hayrettin Karaman Hoca’ya gösterir. Bundan sonrasını Hayrettin Hoca’dan dinleyelim: BİR GÜZEL’İN TAKDİMİ; “Prof. Dr. Recep Şentürk beni odasına davet etti, odanın kapısını arkadan kilitledi, kesin olarak gizli kalması kaydıyla bana bir şey göstereceğini ve onunla ilgili danışmada bulunacağını söyledi. Tabii merak ettim. Dolabı açtı, daktilo ile yazılmış, her tarafından eski olduğu anlaşılan bir metin çıkardı, bunun ‘merhum Mehmet Akif Ersoy’un yaptığı Kur’an mealinin bir kısmı olduğunu’ söyledi. Hemen elinden aldım ve hızlı bir şekilde bazı nirengi noktalarına baktım. İlk dikkat çeken husus, farklı bir meal ile karşı karşıya olduğumuz idi. Bu meali yapanın hem Türkçeyi, hem Arapçayı hem de Kur’an dilini iyi bildiği anlaşılıyordu. Peki, bunun ‘o tercüme-meal olduğu nasıl biliniyor, bunu nereden ele geçirdiniz, aidiyetine nasıl inanıyorsunuz?’ diye soruları sıraladım. Şimdi sizinle paylaşacağım bilgileri bana verdi. Doğrusu bu bilgiler bana oldukça inandırıcı geldi: Yirmi yıldan beridir bu hikâyenin bu hazin sonla (mealin yakılması ile) bittiği biliniyor, fakat İhsan Efendi’nin emaneti aldıktan vefatına kadar geçen çeyrek yüzyıl boyunca mealin korunup çoğaltılmasına dair hiçbir şey yapmadığını veya yaptırmadığını düşünmek de aslında biraz tuhaf olacaktır. Nitekim kendi eliyle yazdığı (ve maalesef Akif’in orijinal defteriyle birlikte yakılan) kopyadan başka, mealin üçte birlik bir bölümünü aslından daktilo etmesi için meçhul bir şahsa izin verdiğini bugün artık biliyoruz. Uzun yıllar Mısır’da yaşayan ve orada tahsil gören merhum âlim Mustafa Runyun’un oğulları Ali Yahya ile, babalarının sağlığında onun evrakları arasından teksir kâğıtlarına daktilo ile yazılmış bir tomar bulup babalarına sorarlar. Mustafa Runyun ‘Bunları nereden buldunuz? Bu Akif’in mealidir!’ der. Runyun hoca’nın vefatından sonra oğulları bu emaneti saklamış, bugün takdim ettiğimiz metin de bu daktilo nüshadan hazırlanmıştır. Elimizdeki meal metninin orijinal el yazması defterlerden daktiloya geçirilmesi işinin 19561957 yılları arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır… Devam edecek


on

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

MEHMET ÂKİF Milli Şair, Büyük İslam Şairi Büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy, vefatının 19’uncu senei devriyesi münasebetiyle memleketin her tarafında rahmetle anılmakta, mevlitler okutulmakta, hayatı ve eserleri hakkında musahabeler yapılmakta, şiirleri tekrar edilmektedir. Bu münasebetle biz de bu nüshamızı ona hasr ediyoruz. EŞREF EDİP FERGAN Otuz sene beraber çalıştığımız merhumun hayatı, eserleri, sanatı, edebi şahsiyeti, seciyesi hakkında evvelce yazıp neşr ettiğim bir sahifelik eserimden bir hulasa yaptım. Zannederim, Akif hakkında topluca bir fikir verebilir. Allah merhumu gani rahmetine mazhar kılsın. Safahat mübdi’i, Meçhul Şehid ve İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif. Babası Fatih müderrislerinden İpekli Tahir Efendi, Temiz Tahir Efendi diye meşhur olan zat. Onun babası Nureddin Ağa, anası Hacce Emine Şerife Hanım. Şerife Hanımın bahası Buhara’lı tacir Mehmed Efendi, annesi de Buhara’lı Şerife Hanım Amasya’da doğmuş, büyümüş hassas bir kadın. Mehmed Akif 1290 Şevvalinde Fatih civarında Sarıgüzelde doğuyor.

Mektep hayatı

Dört yaşında mektebe başlıyor, iptidai ve rüşdî tahsilini Fatih civarında Emir Buhari ve Merkez rüşdiyesinde ikmal ediyor. Rüşdiyedeki muallimleri arasında Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerinden, Mısır’da Kanun-ı Esasi gazetesini çıkaran, bilâhara Paris’e giden. Meşhur Hoca Kadri Efendi var. Âkif”in ifadesine göre, bu zat bilhassa lisan itibariyle, onun üzerinde çok müessir oluyor. Bir taraftan da evde pederinden Arapça okuyor. Akif, babası için «O benim, hem babam, hem hocamdır; ne biliyorsam onları babamdan öğrendim» diyor. Gezerken bile babasından çok şeyler öğreniyor. Mektepten çıkınca da boş durmuyor, Fatih Camiinde Hafız, Gülistan, Mesnevi gibi Farisî eserler okutan Esad Dede’nin dersine devam ediyor. Rüşdiye tahsili esnasında daha ziyade lisan derslerine temayül gösteriyor. Şiiri de çok seviyor. İlk okuduğu manzum eser, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u. Şiire karşı meftuniyeti

Sebilürreşad, Aralık 1955 Mehmet Âkif özel nüshası, cilt: IX, sayı: 211, Cemaziyelevel 1375

onu nazma özendiriyor. Kendi ifadesine göre daha rüşdiyedeyken vezinsiz, kafiyesiz uzunca nazım parçaları karalamağa başlıyor. İlk dini terbiyesinde bilhassa evin tesiri büyük. Annesi çok âbid ve zahid bir kadın. Babası da öyle. Her ikisinin de dini salabetleri var. ibadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmış kimseler. Âkif”in dini heyecanında tesirleri şüphesiz. Pederi Nakşî tarikatına mensup. Fakat oğluna tasavvuf telkin etmiyor. Münevver bir zat olan Temiz Tahir Efendi, babalık nüfuzunu çocuğunun serbest inkişaf’ına hail olacak derecede ileri götürmüyor. Bu yüzden Akif’in şiirlerinde mutasavvıfane eda, sofiyane neşve pek seyrek. Onun yazılarının, şiirlerinin mevzuu, daha fazla, iş, hareket faaliyet. Akif, hayatında da faraizi ifaya çok itina ediyor, fakat dervişçe bir zühd sahibi değil. Ancak Mısır’da inziva hayatının son senelerinde kendisini ibadete veriyor. Mesneviye çok dalıyor, takva sahibi oluyor. Rüşdiyeyi bitirince mektep ve meslek tercihini pederi kendisine bırakıyor. O da Mülkiye mektebini tercih ediyor. O zamanki teşkilâta

göre, Mülkiye’nin idadi kısmına giriyor, üç sene sonra şahadetname alıyor ve âli kısmına geçiyor. O sırada pederi vefat ediyor. Zaruret içinde kalıyorlar, maişet derdi omuzlarına çöküyor, bir an evvel mektebi bitirip maaşa geçmeyi düşünüyor. O sırada ilk defa olarak Mülkiye Baytar Mektebi ihdas olunuyor. “Bu mektep yenidir, çıkanlara hemen memuriyet verilir” diye bir kaç arkadaş Mülkiyeyi terk ederek buraya giriyorlar. İki senelik nehari kısmını bitirince Halkalı’daki leylî kısmına geçiyor. İdadide, mülkiyede, Baytar mektebinde yine en çok lisan derslerine ehemmiyet veriyor. Dört lisanda (Türçe, Arapça, Farsça ve Fransızca) birinci . Bununla beraber diğer derslerde de birinci. Şiirle iştigali baytar mektebinin son iki senesinde hızlanıyor. Birçok manzum parçalar yazıyor ve bilahare bunların hepsini mahvediyor. Şiirle alakasını arttırmak için orta ve yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmıyor, eski temayülü inkişaf diyor. Baytar mektebindeki hocalarının ekseresi doktor. Bunlar hem mesleklerinde yüksek şahsiyetler, hemde dini salabet erbabı. Bun-

ların telkinleri de Âkif’in ahlakı ve dini terbiyesi üzerinde müessir oluyor. Akif, tahsil hayatında sporla da çok meşgul, bedeni müsamarelere de çok meraklı. Güçlü kuvvetli bir delikanlı. Güreş de ediyor; hem de kısbet giyerek, zeytinyağı kullanarak. Kendi anlayışına göre dünyada en hürmet ettiği adamlardan biri Osman Pehlivan. Osman pehlivanın pehlivanlığı kadar insanlığına da çok meftun. (Osman Pehlivan, Âkif’i kırk sene sonra son hasta günlerinde ziyaret ediyor. Çok mütehassis oluyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor.) Âkif’in pehlivanlığı, 17, 18, 19 yaşlarında. Hatta Halkalı’da Baytar mektebindeyken cumaları ve başka tatil günleri savuşur, etraf köylere gider, düğünlerde güreşir. Yüzmek, atlamak, koşmak gibi bedeni müsamerelerle de meşgul oluyor. Akif böyle en küçük yaştan itibaren imkansızlıkların her türlüsüyle güreşiyor. Bünyesi de, ruhu da hayatın güçlükleriyle ve yoksulluklarıyla çarpışarak mukavemet ve kudret kazanıyor. Onda pehlivanlık merakı mutlaka vücudundan ziyade ruhundaki taşkın kudreti istihlâk için meydana gelmiş olacak. Herhalde irfan ve ruhu, bünyesinden fazla pehlivan olan Mehmed Âkif, spor gençliğine ibret olacak bir timsâl!

Mektebi bitirdikten sonra

Baytar mektebinden birincilikle çıkıyor. Artık kendi kendine çalışma ve tetebbü devri başlıyor. Kur’an’ın hıfzına çok hevesi var. Azmediyor, az zamanda Kur’an’ı ezberliyor. Bir taraftan da Baytar İbrahim Beyden Fransızca öğreniyor. İbrahim Bey fadıl ve kudretli bir zat. Ona çok hürmeti var. Memuriyetle birlikte Adana ve Suriye taraflarında dolaşıyorlar. Bu zat Âkif”in üzerinde çok rnüessir oluyor. “Akif, benim sebebi feyzim


onbir

Aralık 2016

masın. Şiirleri karşısında ağlanış olmasın. Onun heyecanlı sesleri, yalnız matbuat sayfalarında değil, cami kürsülerinde de geniş halk tabakalarının gönüllerini heyecana veriyordu.

oldu” diyor. İbrahim Bey için Safahat’da uzun bir şiiri var. Kendi anlatışına göre, ilk şiirlerinde numune aldığı şairlerin başında Ziya Paşa gelir. Naci’nin nazmı da çok hoşuna gidiyor. Âdeta onu kendine nakşediyor. Namık Kemal ve Abdülhak Hamid’den de fikren çok müstefid oluyor. Eski şairleri, eski edipleri de çok okuyor. Bütün bunların ilk eserlerinde büyük izleri görülür. Yine kendisine göre, okuduğu şark ve garp muhalledatı arasında Sadi’nin eserleri kadar onun üzerinde hiçbir şey müessir olmuyor. Sadi’ye karşı derin bir meclubiyeti var. Bazı yazılarının altına, müstear olarak Sadi imzasını atıyor. Onun kudretine hayran: “Sadi şarkımızın ruha kemali!” diyor. Sadi için Farsça’ya büyük emek veriyor. Mevlana’yı da çok seviyor. Mesnevi, onun ruhunda kıyametler koparan bir eser. Sarf ve nahvini, çok kuvvetli olarak, babasından öğrendiği Arapça’yı ilerletmeye çalışıyor. Daha sonraları merhum Şevket ve Nâim Beylerle senelerce beraber okuyorlar. Müteakiben birbirlerinden istifade ediyorlar. Hersek’li Ali Fehmi efendiden allâme Müberrid’in Kitab-ül K’amil’ini okuyor. Arap edebiyatına iştigali, gerek Arapların, gerek diğer İslam ülemasının Arapçaya verdikleri kıymet ve ehemmiyeti ona anlatıyor. Bu tesirle, ‘Akif nazarında dil, din gibi mukaddes oluyor. Ona göre, “Dil ve dili teşkil eden kelimeler, kudsi duyguların ve düşüncelerin mümkün olduğu kadar vasıta-i Arapça’yı çok ilerletiyor. Kur’an’ı çok okuyor. O belagat onu teshir ediyor. O ilahi kitaplar ona başka ufuklar açıyor. Matbuatta ilk neşrettiği şiir, “Kur’ana Hitap” der. Geniş irfanına meftun olduğu Emrullah Efendi de onun üzerinde çok müessir oluyor. Ondan doya doya istifade için pılını pırtıyı topluyor, onun oturduğu Makrıköyüne taşınıyor. Arap ve Fars edebiyatındaki vukufuna hayran olduğu meşhur Hicret Hoca’dan da ders alıyor. Onun sohbetinden, fazlından müstefid olmak için bazı arkadaşlarıyla beraber İstanbul’un en ücra köşesinden kalkarak Üsküdar’a, ta Nuhkuyusu’na kadar şedd-i rahl ediyorlar. Fransızca’yı da kendi kendine ilerletiyor. Ekseriya cebinde Fransızca bir eser bulunur. Birçok Fransızca şiirler de ezberinde. Fransız şairlerinden Victor Hugo ve Lamartin ile klâsiklerle çok uğraşıyor. Daudet

ile Zola’yı fazla okuyor. Bilhassa Larnartin’i çok seviyor, ona büyük bir hürmet besliyor. Onun ilâhi şiirleri onu mestediyor. Sâ’di gibi ufak mevzulardan büyük neticeler çıkaran Dumafis’in kudretine hayran. İngilizlerin Shakespeare’ini, Milton’unu, Bayron’unu daha başka büyük simalarını, Fransızların Anatole Franse’a kadar bütün sanat ulularını okuyor. Kendisine tavsiye olunan her eseri didikleye didikleye tetkik ediyor. Hasılı dört lisanın edebiyatını da süzüyor, en güzel parçalarını ezberliyor. Mahfuzatı belki on bin beyitden fazla. Darbımeseilere de çok meraklı. Hemen hepsi ezberinde. Divan edebiyatını, onu takip eden edebi inkılapları tetkik ediyor, muasır üdebayi okuyor. Nerede bir üstat işitiyorsa koşuyor, dersinden, sohbetinden istifade ediyor. Memuriyetle Rumeli’nin ve Anadolu’nun bir çok yerlerinde köylülerle temas ettiği için onların ihtiyaçlarına, dertlerine vakıf. Çocuklarını okutmak vesilesiyle ileri gelen tabaka ile de temasta. Direkler arasındaki içtima merkezinde memleketin hamiyetli ve faziletli evladıyla tanışıyor. Böyle bir taraftan şark ve garbı tetebbü ederken, diğer taraftan da şiirler yazıyor. Artık o yüzlerce mısra manzum mektuplar yerine mevzu’lu şiirler başlıyor. Bunlardan bazıları Resimli Gazete’de çıkıyor. Bunları neşrettiği zamanlar 313, 314 seneleri. Fakat sonra arkası kesiliyor, üçüncü bir istihale devri başlıyor. Asıl Akif doğuyor: Safahat şairi Akif, Fatih Camii, Seyfi Babalar, Hastalar şairi Mehmet Âkif. Fakat bu şiirleri matbuatta neşredilmiyor, istinsah ile elden ele dolaşıyor. sevdiği arkadaşlara okunuyordu. Artık büyük üstatlarla tanışmak zamanı gelmiştir. Hâmidlerle, Recaizade Ekremlerle görüşüyor. Onlara şiirlerini okuyor,

derin bir hayret uyandırıyor. İstikbâlin büyük bir şairi doğduğunu görüyorlar. Beri tarafta Servet-i Fünûn çıkıyor. Fakat oraya karışmıyor, şiirlerini vermiyor. Her nedense matbuatta neşrini istemiyor. Fakat oradaki şairleri okuyor. Beğendiği, hatta ezberlediği çok şeyler de var. Ali Ekrem’in şiirleri, Cenab’ın yazıları ne kadar güzel! Faik Ali’nin’ Siyret’i, Fikret’in de güzel parçaları var. Sanatın bütün incelikleri gözünden kaçmıyor. Hele Elvah’ı Tabiat’taki o tasvirler ne güzel! Hamid’e yetişilemiyor. Hamid’in şiiri, o, büsbütün başka. Fakat nazımda, tasvirde de çok yenilikler var. Bunlar hep onun yapmağa başladığı edebi inkılap hareketleri. Her yenilikle alâkadar oluyor, her güzelden istifade ediyor. Muttasıl okuyor ve yazıyor. Her yazdığı şiir öncekinden bir parça daha yükseliyor. Fakat yazdıklarını neşretmiyor. Tâ meşrutiyete kadar böyle kendini tutmaya muvaffak oluyor. O zamana kadar şöhreti mahdut bir daire-i samimiyet kalıyor. Vakta ki meşrutiyet ilan ediliyor. Matbuat serbest oluyor. Sırat-ı Müstakim’i intişar ediyor ve Âkif’in şiirleri de burada neşredilmeye başlıyor. Her tarafta dersi bir alaka uyandırıyor, bütün memlekette, hatta hariç memleketlerde. Onun şöhretini arttıran, milletin bütün tabakalarına onun sesini duyuran, ruhlarda derin incizap ve heyecanlar getiren onun bilhassa Balkan Harbi’ndeki şiirleridir. O acı ve ızdıraplı hadiseler karşısında onun feryatları bütün gönüllerde müthiş fırtınalar vücuda getirdi. O elemli kara günlerde yalnız onun şiirleri, feryatları dalga dalga memleketin dört köşesine yayıldı. O acı günlerin ızdırabıyla inleyen hiç bir fert yoktu ki onun, göçmüş milletlerin izmihâl destanları karşısında müteessir ol-

İlâhi altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı. Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı. Ne bikes hanümanlar işte yangın verdiler, yandı! Ne kirlenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı! Şahamet gitti, gayret söndü. kudretler zebun oldu! o mevcâmevc sancaklar ne müthiş serginûn oldu! Sükûtun dehşetinden kalb-i rahmet belki hûn oldu. “Ezanlar sustu... Çamlar inletip durmakta âfakı, Yazık, Şark’ın semasında hilalin geçti işrakı, Zaman artık salibin devr-i istilası, ilhakı, Fakat yerlerde kalmış hakların ferdayı ihkakı! Ne doğmaz günmüş ey acizlerin kudretli hallakı! Tecelli etmedin bir kerre Allah’ım cemalinle! Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle!” O, işte hep böyle coşkun feryatlarla, heyecanlı hitaplarla o faciaların matemini terennüm eyledi, gelecek nesillere o kanlı günlerin elim hatıralarını nakletti. “Balkandaki yangın daha kül bağlamamışken, bir başka çıkıversin… Bu ne erken?” diye karşıladığı Umum-i Harp’te de milleti vahdete, mücadeleye devam eden şiirleri, bilhassa Türk askerinin şahameditini tasvir eden ve benzeri olmayan Çanakkale Şiiri onun şöhretini şahikalara çıkardı. “Sen ki asara gömülsen taşacaksın…Heyhat! Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.” Bu muhteşem abide karşısında bütün şairler, bütün edipler onun yüksek kudretini teslim ettiler: Cenap Şehabettin ve Süleyman Nafiz gibi büyük edipler onun “Milli Şair” ünvanı mübecceline liyakat kesbettiğini iftiharla söylediler. Hâdisat, onun gönülleri dolduran şöhret ve sevgisini erişilmez şahikalara çıkaran bir âbide daha ibdaa sevk etti. Ne mütareke akhâmı, ne de imza haysiyetini tanımayarak anavatana suikastler hazırlayan, kapılarımıza dayanan, onu kırıp içeri girmek, harim-i namus ve şerefimizi çiğnemek isteyen düşman


oniki

Ayvalık’a ayak atar atmaz, büyük şair hemen oraya koştu. Zagnos Paşa (Balıkesir’de) kürsüsüne çıkarak millete şöyle hitap etti: “Cihan alt üst olurken seyre baktın, böyle durdun da, Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda, Hayat elbette hakkın... Lakin ettir haykırıp ihkak, Sağırdır kubbeler bir ses duyar, da’vayı istihkak.” İstiklal Savaşı’nda Anadolu’nun dört köşesinde, köylere varıncaya kadar bütün içtimagâhlarda, siperlere varıncaya kadar bütün cephelerde, en büyük kumandandan en küçük nefere varıncaya kadar bütün ordugâhlarda onun şiirleri okundu, onun hitabeleri dinlendi. Bütün gönülleri onun heyecanlı sesleri heyecana verdi. Nihayet bu mukaddes mücadelenin büyüklüğünü, kutsi heyecanını terennüm edecek, onu müstakbel asırlara nakledecek zaman gelince bütün gönüller ona teveccüh etti. Herkes mücadelenin azameti nispetinde kuvvetli, heyecanlı bir ses istiyordu. Yurdun bütün âfâkını heyecanla dolduracak, inletecek, arşın kapılarına yapışarak bağıracak bir ses! Bu kadar kutsi hisleri, bu kadar ilahi nağmeleri kim terennüm edebilirdi? “Bunları ancak ruhunda duyan ve yaşayan, en büyük ve en ilahi bir belagatla yazan, senelerden beri memleketin kederlerini, ızdıraplarını, bütün mefahirini söyleyen millet şairi Mehmet Âkif ifade edebilirdi.” (Bu sözler o zamanki maarif vekili Hamdullah Suphi tarafından TBMM kürsüsünden söylenmiştir) Kahraman ordumuza ithaf edilen ve “Korkma, sönmez bu şafaklarda

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438 yüzen al sancak” diye başlayan o muazzam şiir, TBMM kürsüsünden okunduğu zaman ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün meclis yekpare bir kalp halinde dalgalanmış, vecd içinde titreyen bütün kalpler bir kalp, bütün sesler bir ses olarak, “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal!” diye bağırmıştı. Bütün mebusların ittifakıyla bu marşın milletin en samimi hislerine tercüman olduğuna karar verildi. Bunun üzerine Âkif, artık bütün tarihimizde hiçbir şairin çıkamadığı ve çıkamayacağı bir şeref şahikasına yükseldi. Akif bu şiiriyle Türk edebiyatının şehinşahı oldu. Türk devletinin istiklal alameti olan pullarına Âkif’in bu şiiri basıldı. Koca Âkif, hayatının son günlerinde, hasta döşeğinde şöyle demişti: “O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. O şiir, artık benim değildir, milletin malıdır. O şiir, benim milletime karşı en kıymetli hediyemdir.” Onun millete bu hediyesine mukabil millet de ona iki kıymetli hediye verdi. istiklal madalyası ve bir de mavzer tüfeği. Zaferi, “Doğacak, sana va’dettiği günler Hakkın, Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın” diye tebşir eden, milli mücadelenin manevi cephesinin büyük kahramanı, hakkın vaat ettiği o zafer günleri doğduktan sonra, milletin verdiği o kıymetli hediyeleri alarak İstanbul’a döndü. Bir müddet sonra, Haccet-ül Veda şiirini yazmak üzere Yar’i şefiki Abbas Halim Paşa ile birlikte, Mısır’a çekildi. Kahire’nin Havlan köyünde 11 sene bir inziva hayatı geçirdi. Mehtaplı gecelerdi Nil kenarında şiirlerini okudu. Elhamlar önünde Firavun’un yüzüne silleleri şu şiirle savurdu: “Bu firavun ki, cehennemdi yerde kabusu, cehennem olmadan evvel vücudu menhusu, bu firavun ki, beşer, korkudan büküp belini, huşû içinde tavaf eylemişti heykelini, Bu firavun, bu görünmez kaza, bu saklı bela, Ki bir zaman tapılıp dendi: ‘Rabbülnel-â’lâ’ Ne intikam-ı ilahi, ne sermed? Hüsran, Gelen geçenlere ibret, yatar sefil, üryan, Evet bütün beşerin hakkıdır beka emeli, Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten

istemeli.” Havlan bahçelerinde Budda’nın ve tilmizlerin heykelleri karşısında tefekkürlere daldı. Mesnevi neyinden Mevlana’nın hicranlarını dinledi. Kur’an tercemesini bitirdi. Mısır Maarif Nezareti onu Mısır Üniversitesi’ne edebiyat profesörü yaptı. Nihayet hastalandı. Memlekete dönmek iştiyakı arttı. Artık Mısır’da duramaz oldu. Bir gün, Meçhul Şehit’e abide diktiği Çanakkale’den geçti. İstanbul’un minarelerini görünce ağladı. Canlı bir cenaze halinde vapurdan hastaneye nakledildi. İstiklal Marşı şairinin vatana döndüğünü haber alan bütün mütehassir arkadaşları, edipler, şairler, muharrirler, gazeteciler, profesörler ve üniversite gençleri akın halinde ziyaretine koştular. Bu candan sevgi onu çok mütehassis etti. Sonra Alemdağı’na, çok sevdiği Prens Halim’in köşküne gitti. Bir müddet orada haşmetli çamların serin gölgeleri altında sayılı günlerini geçirdi. Her gün Kur’an okumak itiyadında olduğu için Kur’an dinlemek ihtiyacı vardı. En meşhur hafızlar her gün gelip Kur’an okudular, huşû içinde dinledi. Memleketin en kıymetli üstatları tedavisine ihtimam ettiler. Hastalığına (Siroz) çare bulamadılar. Yavaş yavaş eridi, bir kemik halinde kaldı. Nihayet bir gün söndü. 27 Aralık 1936 Pazar günü güneşin gurubunu müteakip, 63 yaşında olduğu halde bu alemi faniye veda etti. Cenazesi Beyazıt’a getirilince üniversite gençliği tabutunu istikbal ettiler, al sancaklara sardılar, görülmemiş bir samimiyet ve sevgi ile eller kollar üstünde kabrine kadar taşıdılar.

Memuriyet ve seyahatleri

1309’da baytar mektebinden birincilikle çıktıktan sonra orman nezaretinde umuru baytariye ve ıslahat-ı hayvaniye şubesi umumi müfettiş muavinliğine tayin olundu. Yirmi sene bu vazifede bulunduktan sonra başkasına yapılan bir haksızlık yüzünden istifa etti. Halkalı ziraat mektebinde, hususi mekteplerde, Darül Hilafe medreselerinde edebiyat okuttu. Darülfünun edebiyat başkatibi oldu. Ankara Büyük Millet Meclisi’ne

Burdur mebusu intihap edildi. Ve nihayet Mısır Üniversitesi Türk Edebiyat Profesörü oldu. Memuriyetle Rumeli’de, Arnavutluk’ta, Suriye’de Adana havalisinde dört sene kadar dolaştı. Hasbelmeslek köylülerle gayet sıkı temasta bulundu. 1329’da bir Mısır seyahati yaptı. El Uskur şiiri bu seyahatin kıymetli bir mahsulüdür. 330’da Berlin’e gitti. Almanlar, Umum Harp’te itilaf devletleri tarafından aldıkları esirlere karşı yaptıkları hüsnü muameleyi bütün İslam milletlerine göstermek ve duyurmak üzüre muhtelif milletlere mensup Müslüman muharrirlerini davet etmesi üzerine Harbiye Nezareti’ne merbut teşiyatı mahsusa tarafından diğer bazı zevat ile beraber Berlin’e gönderildi. O sırada İslam alemine hitaben Âkif’in yazdığı beyannameleri Alman tahtelbahirleri tâ Cava’lara kadar götürdü. Berlin Hatıraları bu seyahatin bir mahsulüdür. Almanya’dan avdetinden sonra mühim bir siyasi vazife ile yine teşkilatı mahsusa tarafından Necid’e gönderildi. Kızgın çölleri aşarak yapılan bu seyahatin mahsulü de “Necid çöllerinden Medine’ye” şiiridir. Harbi umumi sonlarında İsmail Hakkı İzmirli ile Cebel’i Lübnan’a gitti. Harekatı milliye zamanında Konya ve Kastamonu havalesinde dolaşarak halkı vahdet ve harekete davet ettiler. İstiklal savaşından sonra Mısır’a gitti. Mısır’da hastalandı. Cebel-i Lübnan’a ve Antakya’ya gitti. Endülüs’ü görmek, El Hamra’yı yazmak için bir İspanya seyahatini çok arzu ediyordu. 341’de Mısır’dan İspanya’ya gitmek üzere iken bazı maniler dolayısıyla bu seyahatleri geri kaldı. Himalaya dağlarını, Ganj Nehri’ni görmek, oralar hakkında şiir yazmak için Hindistan’a gitmek istiyordu. Bir de Haccet-ül Veda şiirini yazmak için Mısır’dan Mekke’ye gitmek istiyakındaydı. Hira Dağı’na çıkarak peygamberin mağarasında kalacak, oradaki taşları, toprakları okşayıp, öpecekti ve ancak o zaman peygamberin son hutbesini yazacaktı.


onüç

Aralık 2016

Eserleri

Matbuatta intişar eden ilk şiir Kur’an’a Hitap isimli manzumedir. Mektep mecmuasının 2 Mart 1895 tarihli 26. sayısındadır. O vakit 21 yaşındaydı. İki sene fasıladan sonra. 313. 314 senelerinde Resimli Gazete’de bazı şiirleri intişar etti. Bunlar bin 500 mısradan fazladır. Mevzuları muhteliftir. Çoğu ahlaki, dini, hikemidir. Bunları Safahat’a almamıştır. Bu şiirlerinden hiç bahsetmez, ehemmiyet vermezdi. Bundan sonra ta meşrutiyet ilanına kadar on sene zarfında yazdığı şiirleri matbuat neşretmedi. Meşrutiyet ilanını müteakip Sırat-ı Müstakim mecmuasının intişarı üzerine muntazaman neşriyata başladı. Burada parça parça neşrettiği şiirler bilahare Safahat unvanıyla kitap halinde basıklı ki bunlar yedi kitaptan ibarettir. Tercüme ettiği eserlerin bazıları kitap halinde basılmıştır. Makaleleri ve tercümelerinin çoğu Sırat-ı Müstakim, Sebülürreşad koleksiyonlarındadır. Kitap halinde şiirlerin birincisi Safahat unvanlıdır. Bu kitap ise üç bin mısradan ibaret ve 43 parça şiir vardır. Üç defa basılmıştır. Üçüncü kitabı ise 1928’de basılmıştır. İkinci kitap: Süleymaniye Kürsüsünde’dir. 15 Ağustos 1912’de yazılan bu eser dört defa basılmıştır. 55 sayfa olup, bin mısradan ibarettir. Üçüncü kitap: Hakkın Sesleri 3 defa basılmıştır. Bu kitapta on parça şiir, 500 mısra vardır. Dördüncü kitap: Fatih Kürsüsünde 4 defa basılmıştır. Bu kitapta bin 800 mısra vardır. Beşinci kitap: Hatıralar 3 defa basılmıştır. Bu kitapta 10 parça şiir bin 600 mısra vardır. Altıncı kitap: Âsım 2 defa basılmıştır. Bir muhavereden ibaret olan bu eser 139 sayfa olup 2 bin 500 mısra’dan ibarettir. Yedinci kitap: Gölgeler. 1933’te Mısır’da basılmıştır. Bu kitapta 41 parça şiir ve bin 500 mısra vardır. Bu yedi safahattaki mısra yekunu 12 bindir. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürresad da münderiç olduğu halde Safahat’a alınmayan bazı şiirleri de vardır. İstiklâ1 Marşı da milletin malı olduğu için Safahat’a alınmamıştır. Yedinci Safahat’tan sonra yayımlanmıştır. Bunlardan başka yazılıp da yayımlanmamış şiiri yoktur. 15-20 yaşlarında yazdığı binlerce beyitlik şiirlerinden hiçbir şey kalmamıştır. Hepsini imha etmiştir. Bestelenen şiirlerinden; İstiklal

Marşı, Bülbül, Ordunun Duası ve Meçhul Şehit, Umum erkanı harbiye riyasetince kabul olunarak orduya tamim olunmuştur. Mensur eserlerine gelince. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da yayımlanan yüz kadar mühtelif makale ve hasbıhali, elli kadar tercemesi, on kadar da mevizası vardır. Tercümelerinden kitap halinde basılan eserleri; Müslüman kadını, Şeyh Muhammed Abdeh’un Hanotoya müdafaası, Anglikan kilisesine cevap, İçkinin Hayat-ı İçtimaiyede Açtığı Rahneler ve İslamlaşmak’tır. Kastamonu’da Nasrullah kürsüsündeki hutbesi de El-Cezire Kumandanı Nihad Paşa tarafından Diyarbakır matbaasında kitap halinde bastırılmış ve bütün ordulara dağıtılmıştır. Yayımlanmayan en mühim eseri, Kur’an Tercemesi’dir. Bunu ikmal için Mısır’da senelerce uğraşmıştır. Diyanet riyaseti, bir çok ibram ve ısrardan sonra bu vazifeyi kendisine kabul ettirmişti. Kur’an’a sonsuz olan hürmetinden bu muazzam vazifeyi kabule cesaret edemiyordu. Her nasılsa kabul etmiş olduğu bu ağır işi bitirdikten sonra tercemenin basımına muvafakat göstermedi. Üzerinde daha çok işlemek lazım geldiği ve bazı tereddütlere düştüğü için tercemeyi vermedi. İstanbul’a dönerken müsveddeleri Mısır’da itimat ettiği bir zâta tevdi etti. Planlarını hazırladığı halde yazamadığı birkaç mevzu daha vardı. İkinci Asım, Haccetülveda, Salahaddini Eyyubi. Altıncı Safahat’da Asım’ı Avrupa’ya göndermişti. İkinci Asım’da, Asım Avrupa’dan dönüyor. İstiklal Harbi’ne iştirak ediyor. Asım bir timsal. Faziletli, iman ve irfanlı, kahraman Türk neslinin timsali. Asım bütün şark milletlerine örnek oluyor. Matemli sahifeler kapanıyor, refah ve saadet devri açılıyor. İkinci Âsım’ın planı bu. Haccet-ül Veda’nın planını da en ince teferruatına kadar hazırlamıştı. Bu eseri çok mühim olacaktı. İslam inkılabının bütün safahatını anlattıktan sonra, hazreti peygamberin son nutku ile eserini bitirecekti. Salahattini Eyyubi ise bir piyes şeklinde olacaktı. Bu eserde İslam-Türk kahramanlığını canlandırmak istiyordu. Ne yazık ki bu en mühim eserini yazamadan bu alemi faniye veda eyledi.

Sanatı, Edebi Şahsiyeti

Cenap Şehabettin diyor ki; “Mehmet Âkif, yalnız bizim asrımızın değil, hatta tarihimizin en büyük destan şairidir. Safahat mübdiinin

en büyük destan şairidir. Safahat mübdiinin sesindeki haşmet ve saltanatla amanı ve nisyanı ilelebet sarsacağında şüphe yoktur. Onun iki meziyeti vardır: Kuvvet ve samimiyeti. Rahnesiz ve infilaksız bir üslubu metin içinde o zamana kadar mislini görmediğimiz bir tabilikle kendi heyecanlarını inşad etti. O bîmisaldi. Zira eski ve muasır idebamızdan hiçbirine mutavaatı dimağiyesi yoktu. Onun sanatı hür ve müstakildi. Takip edeceği yolun planını o, kendi secie-i şi’rinden almış ve çığırın kendi minkaş-i zekasıyla açmıştı. O, kendisine has bir hikmeti bedîiyeyi takip ediyordu ve o hikmetin düstur-i merkezisi şuydu: Azami besatet içinde azami güzellik. Safahat de eski ve yeni edebiyatın müracaat ettiği tecemmül vasıtalarına karşı itina ile perhizkar bir belagat görülüyor. Bu şeraitte muvaffakiyetle ibdaa edilen sanat eserlerinin ünvanı ıstılahisi sehl-i mümteni’dir. Bedii bir hakikat olmak üzere mütefekkirler müttehiden yalnız şunu kabul etmişlerdir ki mesai-i sanatın gayesi, güzelliği sehl-i mümteni tahakkuk ettirmektir. Şayan-ı hayrettir ki, sanatın bu en çetin ve dar yolunda şair hiçbir have-i haybet atmadı. Safahat silsilesi emin bir silsile-i tevfiktir. Hele o silsilenin altıncısı edebiyatımda misli olmayan bir abidedir. Onun kalbi katı hislerden çok uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar. Din aşkı, vatan aşkı.Âkif’in deahetini en bariz tecelliyatıyla tasvirlerinde görürsünüz. Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir billû-ı beyan içinde menazırı milliyeyi teşhidr etmemiştir. Türk ve İslam ruhu Safahat’ın rüşeym-i ilhamı oldu. Tarihi edebiyat şimdiye kadar büyük Âkif’ten daha büyük bir İslam ve Türk şairi tanımaz. Âkif’in şiirlerinde esrarengizlik yoktur. O, şiire karanlık sokmadı. Âkif, nazım’ın şairidir fakat nazmında çok şahsi bir ihtizaz vardır. Nazma getirdiği ra’şe Safahat’ın tâ

birinci kitabındaki bazı manzumeleriyle başlar. Nazmı bir kalp meselesidir; bizzat nazmı bazen düşünce, bazen duygudur. Kafiyenin en hatıra gelmeyenini bulurdu ve mananın bu kafiyeye muhtaç olduğuna okuyanı inanırdı. Gözleriyle ve kalbiyle yazardı. Öyleyken namsının karşısında sesiniz çıkmak ihtiyacı duyar. Şiir yazması bir işkenceydi. Aruz üstüne üç tel gerilmiş tahtaydı. Âkif bu tellerle uyuyan ihtizazları bir rüyayı yakalayamayacağına korkan sinirli ellerle, saatlerce, aylarca hatta senelerce arıyordu. Ven nazmı yalnız onun şahsına mahsus bir musiki aletiydi. Bunu, yalnız o, bütün vücudunu parmaklarına toplayan ellerle çaldı. Karar verdiği şiiri mevzusundan sapmayarak yazıyordu. İstediğini yazıyordu; yazabildiğini istiyor değildi. Yazmadan evvel şiirinin adı vardı ve bu isimde manzumenin planı durur. Kendi kendini beğenmemeye muvaffak oluyordu. Eserlerini en çok yırtan sanatkardı. Şiirlerindeki sadelik, mübhemden, derinden, muzlimden bile güzeldir. Yazarken memnundu, yazdığı basılınca pişmandı. Eserlerinin üzerinden günler geçince görmek istemiyordu. Yazdığı değil, yazacağı güzeldi. Kolay yazmış sanmanız için elinden geldiği kadar güç yazıyordu. Onun gözünde sanat saadetti. Kendini mütemadiyen tashih ediyordu. Âkif, heceye düşman değildi, “Ben hece vezniyle öyle eserler okudum ki bayılırım, söz hayîde olduktan sonra onu aruza çeksen de boştur, heceye koşsan da” derdi. Ona göre sanat, sanat için değildir, sanat hayat içindir. Ahlaksız edebiyata, taklide, mazmunculuğa hasımdı. Âkif’in şiiri yerlidir; karar vererek, azmederek, göğsü kaba-


ondört

rarak yerli. Bu farikası, mevzularının memleket vakaları olması kadar ondaki yazı zevkinin tür oluşundandır. Frenk olmaktan iğrenir. Güzel Türkçe’nin üzerine titrer. Ve güzel Türkçe’ye dokunanlara garezdir. Dininden sonra dili gelir. Yazarken de yaşarken de Türk olduğuna mağrurdur. Şiirlerinde Arapça ve Acemceyi hiç bilmeyen adamın sadeliği vardır, elmaslarını takmayacak kadar zengin olan kadının sadeliği. Nazmının çizgileri, renkleri, noktaları var. Tasvirde şahileşen bir kudret var. Asım ismindeki altıncı Safahat’ta Türk edebiyatına resimler ve heykeller verdi. Eşyaya görerek bakar. Şekilleri ve renkleri dimağındaki hafıza ile değil, gözündeki hafıza ile görür. Ve gördüğü eşyanın çehresini tek çizgi, tek renk halinde yakalayıp gösterir. Resim yaparken kısa olmayı bilir. Âkif, resimde hakim çizgiyi yakalayan ressamdır. Ruh vakaları bile Âkif’te resimdir. Kafiyeleri çok kere sürprizdir. Uymayana uyanı kafiye yapar. Fiil ile isimden en güzel kafiyeleri çıkarır. Minimini bir kafiyeyle bir mezarlık çizer. Kafiyeye ilave ettiği bir damla edattan bir hutbenin sesini çıkarır. Mısraları dürterek, fiskeleyerek, ufalayarak kafiyeyi bu hurda mısra parçalarının en tabi bir kıpırtısı haline koyar. Nazmında natıka, beşer kudretin üstüne çıkar. Bu natıka, nazmından duyulan sestir. Çünkü onun şiirleri bir ses vakasıdır. Nazmının natıkası malumu yazmaktan korkmayacak kadar büyüktür. Âkif, aruzun Mimar Sinan’ıdır. Aruz mimarı olarak Âkif tektir. Aruzda yüz katlı binalar kurar. Âkif’ten evvel hiç kimse bu derece ayağa kalkan bir nazmın sayısı katlarından ufuklara bakmadı. Aruzun içine deruni bir aruzun musikisini soktu. Güftesini bırakın onun bazı şiirleri beste olacak eserdir.

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438 Şahsi bir aruz vardır, kıymetleri ve kusurlarıyla şahsi bir aruz. Birçok manzumelerinde nazmından doğan hayat, nazmını unutturacak kadar coşkundur. Şairliğinin şuursuz tarafı yoktur. Âkif, vakayı yazmadan evvel yaşıyordu. Herkes olmaktan kurtulan insandı. Ona şunu düşünmesi, bunu beğenmesi tembih edilemezdi. Kendisiyle konuştuğunuz zaman ayrı bir adamla görüştüğünüzü anlardınız. Nama’lûmu ve mütennahiyi yazmadı. Görüleni görülmeyen tarifle yazdı. Bir kelime ile sathı yazdı fakat bu sathı ne kadar derinleşmesi mümkünse o kadar kazarak. Toprakta satıh, altında Türk askeri yatıyorsa çok derindir. Çanakkale şiirinde sathın bu derin yerini buldu. Çanakkale şiirinde toprakta yürürken, Âkif’in adımlarına yıldızlar takılır, bunda bir ruh yırtılışının kıvılcım saçan sesi vardır. Üstünde bu sesin titrediği nazım! İşte Âkif’in nazmı! Âkif öyle bir insandı ki sanatının tek dalı çok meyve versin diye, sanatının bünyesini öteki dallardan tecrit ediyor, hatta öteki dalları kesiyordu. Bu tek dal, nazımdı, öteki dallarda nazmın haricinde kalan şeyler. Âkif’in nazmı korkunçtur. Bu bir seldir ki, bu bir boşanıştır ki karşısına ne çıkarsa ona inkılap eder. Âkif’i inkar edenler, Âkif’i anlayamamışlardır. Ve bu inkarlar, gizli imanların telaşlı, muzdarip aksülamelleridir. Âkif’i anlamayanlar yalnız şunlardır: şiirlere selis nazım diyenler. Türk nazmı terkip kudretinin son noktasına Âkif’in eliyle çıktı. Bu dağlara, taşlara galabe, bu eşyayı istilalar, bu ufuklar fethi, bu vakalar cihangirliği, bütün bu zaferler selis nazım! Öyle mi? Hususi hicivler yazmadı. Hicivlerinde dolu bir tabanca kadar infilak gizlidir. Yalnız başka şiirlerine renk koyan Âkif hicivlerinde rezalete boya sürer. Ve içtimai rezaletler, suratlarında parça parça boyalarla Safahat girerler. Hicivleriyle, Âkif, ferdde cemiyete telaş ediyordu. Ferd düşünce gözünde, cemiyet sarsılıyordu. Ve bu zelzelenin kar-

şısında acı da olsa tebessüm hafifti. Nasıl ki din şiirleri müspet imanının eserleridir, hicivleri de menfi imanının. Irkının büyük olduğuna inanmıştır ki umumi harpte yiyecek bulamayanların ortasında içki bulanlara kızması bu yurt imanının aksülamelidir. Bazı hicivlerindeki medeniyet düşmanlığı da ondan. Çanakkale şiirinde de aynı imanın müspeti ve menfisi yan yana durur. Hicivlerinde şahsi öfke yoktur. Hemen bütün hicivleri memleketinin mesut olacağına inanan adamın bu imanı sarsan felaketlerle karşılaştığı zaman içinde saklayamadığı isyanlardır. İsyanı da imanı gibi mukaddestir. Onun için hicivlerini de din şiirlerindeki itina ile oyar. Çirkini yapan heykeltıraş gibi. Güzeli sanatta arar, mevzuda değil. Dua ederken de söverken de bilir ki tek mevzunun müteaddid ifadesi vardır ve son ifadeyi bulur. Bu mebdeden başlayan muvaffakiyetini de başka bir zaferle arttırır. İfadenin çok defa tek kelimelerde toplandığını bilir ve avucundaki kelimeleri muayene ederek bu tek kelimeyi bulur. Şiirleri imanla isyandan ibarettir; vatan şiirleri de din manzumeleri de hicivleri de. Emel kendi olmaktır. Şahsiyet! Şahsiyetini bir taraftan yapmaya çalışıyordu, bir taraftan bozmaya. Yapmak için ilk bulduğu klasik vasıta, her eseri okumamaktı. Kendi olmak…bunu din derecesinde bile bırakmıyor, taassup derecesine çıkarıyordu. Âkif’te teessür hassası pek çoktu. Manzara, vak’a kitap… Bir şey hayatına girdi mi bir daha çıkmazdı. Bu hem zaafıdır, hem kuvveti. Birinin gözyaşı aktığı yüzde kuruduktan yıllarca sonra Âkif’in kirpiklerinde terütaze durur. Eserler de öyle, Âkif’te mütemadiyen yaşarlar. Üç esaslı sesi var. Konuşma sesi, erkek sesi ve müstehzi sesi…bakarsınız binlerce kari ile iki kişilermiş gibi en ufak sesle konuşur. Bir bakarsınız, bu kadar hafif sesle konuşan şair bir şehname kahramanının büyük sesiyle haykırır. Yahut yeni yaralanmış bir aslanın çığlığı ile bağırır. Sonra bakarsınız içinde aslan ağzı açılan bir sesin şairi öksürüklü, ihtizazlı bir istihza sesiyle konuşur. Nihayet bakarsınız kahraman sesi konuşma sesiyle karışarak bir muhaverenin nisabını geçmeyen bir hamaset tonu alır. Manzumelerinde

muhakkak

muayyen bir mevzu olacak ve mutlaka gördüğü şeyleri yazacak. Gözünde sanat, realitenin zümreleşmesiydi. Mevzular onu intihap etmiyordu, o mevzuları intihap ediyordu. Şiirleri o derece vak’adır ki yedi Safahat otuz senenin İstanbul’udur. Mısır’da bile İstanbul’u yazdı. Yaşadığı şeyleri görmüş olmaya o kadar uzak vak’aların azalan tarafını yakın vak’adan aldığı kısımlarla tamamlar. Hayatının farikası isyandır. İnsanlarla vak’aları karıştırarak asi bir şair oluyordu. Altı Safahat’ta bu isyan var. haksızlığı bir türlü havsalası almıyordu. İçtimai, siyasi hicivler olmayan manzumeleri bile hayat hicivleriydi. Aşk manzumeleri yazmadı. Hayatta da sanatta da Âkif yanlış anlaşılan adamdı. Altı, yedi Türkçe bilirdi. Tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Fünûn, ev ve sokak Türkçesi… Âkif, tamamen eserindedir. Şiir yazması bir çalışma buhranı geçirmesiydi. Manzumesini kağıda dökmeden evvel, bu çalışmak onun tahteşşuurunda sessiz, sağır, gizli bir faaliyet ihtilaliydi. (Midhat Cemal) Bütün hayat ve eserleri onun en büyük bir cemiyetçi olduğunu gösterir. Ferdiyetçiliğini. Hodgamlığın müthiş hasmıydı. Eserlerinde kemiyet ve keyfiyet itibariyle bir mefhum bolluğu, bir mefhum hazinesi var. Kullandığı kelimelerin bir çoğu halkın ağzında dolaşan dipdiri kelimelerdir. En ehemiyet verdiği şey plandır. Ona göre, ancak planlı eserlerde payidar güzellik olur. Bir eserin güzel ve bedi olması için şiir kadar belki ondan daha ziyade sanatın da bulunmasını elzem görür. Ahlaki düşüncelerine. Duygularına esas teşkil eden, ahlaki hayatına düzen veren dini ahlak prensipleridir. Ahlakta Allah korkusunu esas tutar. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, vefakarlık, samimiyet, vatanperverlik, dindarlık, tesanüd, hamiyet, şehamet, adalet, istiklal gibi yüce ahlaki kıymetleri tasvir ve telkine uğraşırken, öbür taraftan da riyakarlık, münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi reziletlere, sebep oldukları içtimai yıkımları ileri sürerek. Misaller vererek şiddetle hücum eder. Dikkatindeki derinlik gözlerinde okunurdu.


onbeş

Aralık 2016

His cephesi fikir cephesinden üstündü. Bununla beraber o, düşüncelerini hislerinin içinde eriterek onlara his çeşnisi verirdi. Ateşli bir cemiyet şairiydi. Onun için şuur hayatındaki teessürü cephesi çok derin ve işlekti. Duyguları düşüncelerinden fışkırır. İnandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek için onları hislerin cazip ve alıcı renklerine boyar, kanatlandırır, ağırlıktan, koyuluktan, sertlikten kurtarır. Şiirleri baştan başa bunun misalleriyle doludur. (Nevzad) Âkif sanatta gaye aramıyor lakin gayede sanat arıyor. (Ferid) Kafiyede gösterdiği maharet bazen şayanı hayret derecelere çıkar (Ali Ekrem) Zebur sahibinin yedi icazından Âhen ne ise Safahat şairinin dest-i ibda’ındaz kelime ve aruz O’dur. (Süleyman Nazif) Âkif’in edebiyatımız hakkındaki talâkkilerini hulasaten şu sekiz maddede toplamak mümkündür: 1. Şiir için, edebiyat için süs ve çerez diyenler var. karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez. 2. Hele, “Sanat, sanat içindir” gibi yüksek nazariyeler bizim idrakimizin fevkindedir. 3. Biz edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyatını kendimize mal etmek istemeyiz. Eserlerimiz kaba sabadır lakin yerli malıdır. 4. Biz edebiyatta ahlaki, içtimai bir fayda bekleriz. Bizim içtihadımıza göre edepsizlik başladığı yerde edebiyat biter. 5. İçtimai dertlerimizi dökmek, yaralarımızı açıp göstermekten çekinmeyiz. Meramımız kendimizi değil, maskaralıklarımızı maskara etmektir. El birliğiyle insanlığa doğru yürümek isteriz. 6. Bizim için halka söyleyecek eserler lazım. Altı yüz bu kadar seneden beri yalnız havassı düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz. 7. Sade yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan yarı düşünmüşsek mutlaka muztar kalmışız. 8. Hele dilimizin şivesini hiçbir ecnebi ayağa çiğnetmemeliyiz. Zira şu hakikate iyice inanmışız ki dilsiz millet gibi şivesiz dil de yaşayamaz. Her dil kendi fıtri şivesine uymayan eserler mahdud bir halk arasında bir müddet yaşar, lakin sonra da ölür gider.

Seciyesi

Âkif, müthiş bir seciye ve kanaat sahibiydi. Gelişigüzel hadiselerin arkasından sürüklenmezdi. Muayyen ve başlı başına kanaatleri, ölçüleri vardı. Kanaatlerini şu muadele-i içtimaiye üzerinde kurmuştu. Fazilet, vatanperverlik, ilim mecmuaları dine müsavidir. Âkif sadece bir köşeye çekilip düşündüklerini ve duyduklarını yazmakla kalan bir şair değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini samimi duygularına uygun düşürmeye uğraşan bir cemiyet adamıydı. Memuriyet, mesleğinde, cemiyet işlerinde, vatan işlerinde kendine teveccüh eden vazifeleri yapmak için didinmiş durmuştu. Çok azim sahibiydi. Bir kere bir şeye azmetti mi artık onu yapmak mesele değildi. Vefakarlığı müstesna derecedeydi. Dostluğuna bihakkın güvenirdi. Vefasızlık, nazarında en büyük namertlikti. O, yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına, Peygamberine, milletine, vatanına da vefakardı. Çok mütevazıydı. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. Çok büyük izzeti nefis sahibiydi. Bütün müddeti hayatında hiçbir defa hiçbir kimseye karşı en ufak bir zillet göstermemişti. İzzeti nefsini rencide edecek ufak bir söze, ufak bir muameleye hatta ufak bir bakışa bile tahammül edemezdi. Şeref ve haysiyetine bütün müddeti ömründe hiçbir toz kondurtmamıştı. Çok metanet sahibiydi. Yeis, korku nedir bilmezdi. Hissiyatına karşı soğukkanlılığını muhafaza ederdi. Çok mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğe meftundu. Acze düşmüş adamdan intikam almayı mertliğe münafi görürdü. Bütün insanlara karşı hayırhahtı. Bilhassa arkadaşlarını iyi halde görmekten büyük zevk alırdı. Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü katiyen yerine getirirdi. Meğer ki ölüm yahut ona yakın bir mani zuhur ede. Sözünü tutmayanlara insan nazarıyla bakmazdı. Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğruydu. Hiç kimse onun müddeti ömründe bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı. Utangaçtı. Ona faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı. Hayatın verdiği ızdıraplara güler-

di. Ona göre hayatta tahammülü kabil olmayan en büyük yük minnet yüküdür. Fenalığa karşı iyilikle mukabeleye çalışır ve bundan zevk alırdı. Ömründe bir kerecik olsun kuvvete boyun eğmemiştir. Kaviler, nüfuzlular onu karşılarında daima haşin görmüşlerdi. Haksızlığa karşı hiç tahammülü yoktu; derhal kırar, dökerdi. İstibdadın şiddetle aleyhindeydi. Kızınca yüzü korkunç bir heybet alırdı, korkunç şiirindeki heybet gibi. Halkın ızdıraplarına alaka gösterirdi. Halk sıkıntıdayken zevk ve sefahat içinde yüzenlere müthiş hasım kesilirdi. Dostluğu, çok pahalı bir mal gibi, mahrumiyetlere katlanılarak elde edilirdi. Sonra da kaybetmemek için bu çok pahalı şeyin üstüne titreyecektiniz. Çetin huyluydu. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz canını da sizin için feda ederdi. Her şeyi tamdı; alakası da alakasızlığı da. Sevdiğini tam severdi. Ruhunun ısınmadığı adamlara da hiç alaka göstermezdi fakat bir kin de bağlamazdı. Sohbetlerine doyamazdınız. Susması bile zevkliydi. Bazen yalnız gözleri konuşurdu. Sevdiği, inandığı şeylere ağzını açamazdınız, buna tahammülü yoktu. Başkasının inandıklarına hürmet ederdi. Kendisinin de inandıklarına başkası hürmete mecburdu. Kendi işlerinde lakayıttı. Fakat sevdiklerinin her işine alaka gösterirdi. Sevdikleriyle çok latife ederdi. En sevdiği şey yalnız kalıp düşünmekti. Şehrin kalabalığından sıkılır, daima uzak ve ıssız yerlerde dergah gibi bir yeri olmasını tahayyül ederdi. Orada insanlardan uzak tabiatla baş başa kalmak isterdi. Çok hazır cevaptı. Bazen “cevap makamından fıkra gelsin mi?” der, hemen fıkra naklederlerdi. Hoşuna giden fıkra, şiir her ne olursa olsun tekrarından zevk alırdı. Bir meclisten hoşlandı mı söze seve seve karışır, açılırdı. Meclise yabancı karıştığı zaman neşesi kaçardı. Fikrini bir ilamın hüküm fıkrası gibi kısa söylerdi. Kalabalıkta yok denecek kadar sessizdi. Ne olduğu belirsiz, renksiz, meşrepsiz insanları hiç sevmezdi. Okutmak ve yazmak en büyük zevkiydi. Okuttuğu derse önem verirdi. Bildiğini iyi bilirdi. Bilmediği

şeye de hiç karışmazdı. Hafızası çok kuvvetliydi. Ezberlediği şeyler on bin beyitten aşağı değildi. İrfan ve liyakate meftundu. Erbabı kudret ve fazileti candan sever, kudret ve kabiliyet gördüğü herkesi millete karşı hizmet yolunda çalışmaya teşvik ederdi. Cahilane taassubun müthiş düşmanıydı. Eskiye bila kaydüşart bağlı değildi. Yeniye de körü körüne taraftar değildi. Düsturu şuydu: “Eski, eski olduğu için anlatılmaz, fena olursa anlatılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır.” O, hem şair hem de alimdi. Ahlaki meziyetleri, insani vasıfları şiirinden de malumatından da yüksekti. Cahilliğe karşı düşmandı. Bir cemiyet için ilimsiz yaşamak kabil olmadığı kanaatindeydi. Asrın icabatına, gençliğe, istikbale ehemmiyet verirdi. Milletleri sapık yollara götüren şuara, üdeba ve muharrirlere müthiş düşmandı. Bunları millet için bir müsibet addederdi. Tenkit ve muahazeyi sevmezdi. Ona göre, başkalarını değil, insan kendi nefsini muhafaza etmeliydi. Siyasetten Allah’a sığınırdı. Meşrutiyet ilanından sonra nasılsa İttihat ve Terakkiye girmişti. Fakat siyasetle meşgul olmazdı. İttihat ve Terakkiye girişi de mühim bir hadisedir. Kendisine yemin teklif edilince bilakaydüşart cemiyetin emirlerine itaat edemeyeceğini ancak emri marufuna biat edebileceğini söylemişti. Onun bu salabeti, yemin tarzının değiştirilmesine sebep olmuştu. Çok hür fikirli ve müsamahakardı. Geniş düşünürdü. Onun müsamaha etmediği yalnız bir şey vardı o da diniydi. Fikret’e karşı husumeti sırf bu yüzdendi. Yoksa evvelce ona hürmet eder kıymet verirdi. Musikiyi çok severdi. Nısfiye üflerdi. Bir çok ağır şarkılar, besteler ve ilahiler mahfuzuydu. Mevlid’i çok severdi. Güzel sesle okunan Kur’an’ı dinlemekten büyük haz duyardı. Erken kalkardı. Yatakta uyanık yatmak adeti değildi. Kimsenin hususiyetine karışmazdı. Yalnız heyet-i içtimaiyeyi çekiştirirdi. Kendi olmayana kızardı, iki yüzlülere garezdi. Hasılı yüksek bir şair olduğu kadar tam manasıyla bir insan-ı kamildi.


onaltı

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Eşref Edib’in kaleminden Âkif’in Kur’an tercemesi Nasıl başladı, sonra nasıl yakıldı? (4) 91 yıldır bitmeyen Kur’an meali tartışması hâlâ güncelliğini koruyor. Eşref Edib üstadımız bu konuda Âkif üstadımızın tamama erdirdiği Kur’an mealini Mısır’a gittiğinde okuduğunu ve fikirlerini Mehmet Âkif Bey’e ilettiğini ifade etmişti. Peki sonra neler oldu, neler yaşandı? Eşref Edib üstadımız Nisan 1959 senesinde Sebîlürreşad’ın 291’inci sayısından başlayarak bir yazı dizisi kaleme aldı ve her şeyi yazdı... Şimdi o yazılanları Eşref Edib’in kaleminden yeni dönem okuyucularına arz ediyoruz... İstanbul’da Mısır apartmanında birkaç arkadaş konuşuyoruz. Yine Kur’an tercemesi bahsi açıldı. Üstad dedi ki: -Kur’an tercemesini hakkile yapamadığıma kaniim. Bundan dolayı neşr etmedim. Mamafi bu çalışma benim Allah ile olan pazarlığımda çok semereli oldu. Halimde büyük değişiklikler gördüm. Kimseye bir şey vermedim. Fakat ben çok şeyler aldım. Duyduğum manevi feyz çok büyüktür. Üstadın bu sözleri üzerine orada bulunan hafız Asım, Ahmet Naim beyi hatırlattı. Merhumla görüşürken Ahmet Naim’in: “Hadis tercemesiyle meşgul olmaya başlayınca ondan evvel vaktimi ne kadar zayı ettiğimi anladım. Bu ilim dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Yüksek âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.” Bunun üzerine Mehmet Âkif: “Ya, hacı baba Kur’an ile meşgul olsaydı, kim bilir ne söylerdi! Hakikaten bizim bildiğimiz şeyler Kur’an ve hadis ilminin ve alimlerinin yanında hiç kalır. Üstad biraz durdu. Sonra derinden bir âh çekerek: “Zavallı Naim, dedi. O ne büyük insandı! Ne faziletli adamdı. Ben ki ölümü çok tabii bulurum, bazen çok sevdiğim birinin ölümünü benden saklarlardı. Yahut yavaş yavaş söylerlerdi. Ben de için için gülerdim, bundan tabii bir şey olur mu? Beni hiç anlamıyorlar. Böyle bir haber karşısında düşüp bayılacağımı sanıyorlar, derdim. Fakat vaktâki Naim’in ölümünü haber aldım…nasıl diyeyim…cihan yıkılmış da ben altında kalmışım zannettim.

Mehmet Âkif ’in Mısır günleri (Soldan sağa deve üstünde)

Bana öyle geldi. Zaten ondan sonra hayatın bir zevki, bir neşesi kalmadı. Meğer ben Naim’i ne kadar severmişim! Üstad, çok müteessir olmuştu. Biraz gözleri daldı. Sonra: “Haydi bir fatiha okuyalım” dedi. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bir gün Mısır apartmanında Karahisarlı profesör merhum Kamil Miras, üstadı ziyarete gelmişti. Yine Kur’an tercemesi bahsi açıldı. Kamil Efendinin bu terceme işiyle büyük alakası vardı. Büyük Millet Meclisi’nde Kur’an ve hadis tercemesi hakkındaki takriri o yazmış, ilk o imza etmişti. Bilâhare üstad tercemeyi göndermekten imtina edince Aksekili Hamdi Efendi, belki tesiri olur diye, Kamil efendiye müracaat etmiş, bunun üzerine Mısır’a onun tarafından bir mektup yazılmıştı. Bahis açılınca, Kamil Efendi: “Hazret, şu tercemeyi niçin neşretmediniz” dedi. Üstad cevap verdi: “Kendim beğenmedim ki neşredeyim. Tercemeyi tamamen yaptım. Hatta iki defa yukarıdan aşağı tetkik ve tashih ettim. Fakat yine istediğim gibi olmadı. Kamil efendi! Bu işin

ne kadar güç olduğunu herkesten ziyade siz takdir edersiniz. Bir lisan ki bir kelimesi, bir sıygası birden hem zat, hem zaman, hem mekan ifade eder. Başka bir lisana bunun tercemesi kolay mı olur? O lisan bunu hakkıyla nasıl ifade eder? Âkif misal olmak üzere müteaddid ayetler okudu. Meselenin güçlüğünü izah etti ve yoruldu. Kamil Efendi de sözü ileri götürmedi, bahsi kapattı. Hiç şüphe yok ki Âkif’in Kur’an tercemesi işini kabul etmek istemeyişinin hikmeti Kur’ana olan sonsuz hürmetiydi. Bu yüksek hürmet, onu Kur’an’ın her kelimesi üzerinde uzun uzun durmağa sevk ediyor ve sonunda yine muvaffak olmadığına inandırıyordu. Kuran’ı Kerim’e karşı bu duyguyu, bu imanı taşıyan adamın Kuran’ı terceme etmesine, yahut yaptığı tercemenin kendini tatmin etmesine imkan yoktu. Nitekim bunu niçin neşr etmediği kendisine sorulunca daima şu sözü tekrar ederdi: “Beni tatmin etmeyen bir eser başkalarını nasıl tatmin eder?” Sebilürreşad, 1959 Eylül, Cilt: 12 Sayı: 293


‫صراط مستقیم‬ ‫‪onyedi‬‬ ‫مجموعەسی‬ ‫‪:‬باش محرری‬ ‫محمد عاکف بگ‬ ‫‪:‬قوروجوسی‬ ‫اشرف ادیب‪ ،‬محمد‬ ‫عاکف بگ‬ ‫‪ :‬قورولیشی‬ ‫‪ ۱٤‬آغوستوس‬ ‫‪۱٩٠٨‬‬ ‫یگیدن نشر ایدن و‬ ‫یازی ایشلرینی بالفعل‬ ‫‪:‬ادارە ایدن‬ ‫فاتح بایخان‬ ‫صایی ‪۱٨٤ :‬‬ ‫جلد ‪٨ :‬‬

‫‪Aralık 2016‬‬

‫دین‬ ‫فلسفە‬ ‫ادبیات‬ ‫حقوق و‬ ‫علومدن‬ ‫باحث آیلق‬ ‫‪.‬رسالەدر‬

‫صراط مستقيمه كيريش‬

‫اللهىك عنايتيله دوام ايديورز‪...‬‬

‫ايلك صاييسنى ‪ ۱٩٠٨‬ده اشرف اديب و محمد‬ ‫عاكف ارصويك يايناليه رق اسالم جغرافياسنه‬ ‫خطاب ايتدكلرى صراط مستقيم دركيسى ‪ ،‬اتحاد‬ ‫و ترقينڭ باصقيجى و اسالمه و اونڭ دگرلرينه‬ ‫قارشى باشالتدقلرى دگيشم آدلى دونوشم كرگى‬ ‫‪.‬قاپاتلمق زورونده قالمشدق‬ ‫آنجق میوه سی اوالن آغاچ هر میویله ینی بر‬ ‫آغاجه کچید ویرر‪ .‬اسالمڭ و اسالم جغرافیاسنڭ‬ ‫حالنی درتله نن نسیللر اولدیغی مددتجه « صراط‬ ‫‪.‬مستقیم » دوام ایده جکدر‬ ‫سبیل الرشاد و صراط مستقیم ایکی آیری‬ ‫مجموعه کبی دگیل‪ ،‬بر یولڭ ایکی یولجیسی‬ ‫‪.‬کبیدر‬ ‫بو صاییده اشرف ادیب بگڭ اوالدی کامل‬ ‫فرکانڭ اوغلی اشرف ادیب بگڭ ده ده سیله‬ ‫ایلکیلی بر یازیسی و ینه اشرف ادیب بیڭ محمد‬ ‫عاکف بگی آنالتدیغی اوزل یازیسنی یایینلیورز‪.‬‬ ‫اسالم جغرافیاسندن قیصه خبرلرڭ ده یر آلدیغی‬ ‫بو اوزل صایی ؛ محمد عاكف بڭڭ وفاتنڭ‬ ‫‪ ٨٠‬نجى اشرف اديب بڭڭ وفاتنڭ ‪ .٤٥‬ييلنه‬ ‫‪.‬منحصردر‬ ‫‪ ...‬هللا امكلريمزى ضايع ايتمه سين‬ ‫بيزى يولنده شرفلنديره رك شرفياب قيلسين‬ ‫فاتح بايخان‬

‫بسم هللا‬

‫مللتيمزڭ جانلري پاهاسنه بو کیریشمه دور‬ ‫دیمه لریله انکللنمشتر‪ .‬اولکه مزی و اسالم‬ ‫دنیاسنی هدف آلمالری کوستریور که حاچلی‬ ‫‪.‬و سییونیستلرڭ پالنلری دوام ادییور‬ ‫اویله که؛ اورته دوغوده قوردقلری ترور‬ ‫اورکوتلری‪ ،‬سننی شیعی چاتشماسنی هدف‬ ‫آلمالری‪ ،‬کوروکله مه لری بلیرکین بر حاله‬ ‫!کلمشتر‪ .‬باشاریلی اوالمیه جقلر‬ ‫اورته دوغونڭ اشغال آماجی‪ ،‬امپوزه‬ ‫ایدیله نڭ عکسنه (انرژی) کله جك ايچین‬ ‫“یارادیلیش توپراقلرینی “ استیال ایتمه‬ ‫‪.‬ایستگیدر‬ ‫بو پالنی بوزمق ایچین یاپمامز کره کن‪،‬‬ ‫اللهيڭ ايپینه صیمصیقی صاریلیپ‪ ،‬بیوك‬ ‫اسالم برليڭينى قوروب سانجاغمزى‬ ‫‪.‬دلغاالندرمقدر‬ ‫!نه موطلى توركم ديه نه‬ ‫طورونى اشرف فركانڭ آنالتيميله اشرف‬ ‫اديبڭ‬

‫اشرف فكان‬ ‫دوندن بو كونه‬ ‫‪ ...‬بو نه مطلولقدر‬ ‫مرحوم اشرف اديب حياتى بويونجه‪ ،‬توم‬ ‫زورلقلره راغمن اسالم چیزکیسندن آیریلمادن‬ ‫یاینالدیغی سبیل الرشاد درکیسنده کی بو‬ ‫مجادله نڭ کونومزه طاشینمش اولماسی‬ ‫‪.‬موطلولق و غرور قایناغیمزدر‬ ‫بو باغالمده‪ ،‬یایین حیاتنه کچیرلمه سنده‬ ‫امه گی کچنلرهه طورونلری اوالرق تشکر‬ ‫‪.‬ایدرز‬ ‫ایلك يازيمى سوكىلى اوقورلريمزله‬ ‫پایالشمقدن اونور دویارم‪ ۱٥ .‬تمموز کیجه‬ ‫سی ضربه – اشغال کیریشیمی ‪ ...‬بو‬ ‫سفرکی ایچیمزه یرلشتیرلمش خائن بر ترور‬ ‫اورکوتونی قولالنارق یاپمایه یاتندیلر‪ .‬شکرلر‬ ‫اولسون کی قارشیسنده دیك دوران بر جمهور‬ ‫باشقانمز ‪ ،‬حكومتمزڭ طوطومى و طبيع كى‬


‫‪ Rebiulevvel 1438‬ربيع األول‬

‫‪.‬قالیر‬ ‫ابوالعلو بگڭ ‪ ۱٩۱٢‬ده درکیدن آیریلماسیله‬ ‫باش یازار اوالرق محمد عاکف ایله برلکده‬ ‫اشرف ادیب “سبیل الرشاد درکیسنی چیقارمغه‬ ‫قرار ویرر‪ .‬درکینڭ اسمنه الهام اوالن “رشاد”‬ ‫اشرف ادیبڭ او ییلالرده وفات ایدن اوغلونڭ‬ ‫‪.‬آدیدر‬ ‫توم زورلقلره رغمن درکی ‪ ۱٩٢٥‬ییلینه قدار‬ ‫باصلمه یه دوام ایدلمشدر‪ .‬آرتق مللی مجادله‬ ‫ییللری باشالمشدر‪ .‬یوآلرقداشی هالن محمد‬ ‫عاکف ایله بالیکثیر‪ ،‬قسطمونی ‪ ،‬آنقره ‪ ،‬قونیه‬ ‫و سیواس شهیرلرینه بالزات اوالشمشلر و‬ ‫قونوشمالر یاپمشلردر‪ .‬اوالشه مادقلری بولکه‬ ‫‪.‬لره درکی یولالیه رق باغ قورمشلردر‬ ‫بو درکی مللی مجادله ده اویله بر یر آلمشدر‬ ‫که آتاتورکه یاپلماسی پالنالنان سؤ قصده بیله‬ ‫‪.‬انکل اولمشدر‬ ‫‪:‬ایکنجی مجلس و لوزان سوره جی‬ ‫آنقره ده بولنان و درکینڭ باصیمنه‬ ‫بوراده دوام ایدن اشرف ادیب و محمد‬ ‫عاکف‪ ،‬استانبوله کیتمیه قرار ویرر‪.‬‬ ‫‪ ٥٨ -۱٩٢٥‬ییللری آراسنده سبیل‬ ‫الرشاد درکیسنڭ قپاتلماسنه و باصامن‬ ‫‪.‬دوردورولمسی قراری آلندی‬ ‫درکینڭ قپانمه ندنی استقالل محکمه‬

‫ایلك صاييسى يوغون طلب اوزرينه ايكنجى‬ ‫باصقى ياپیالرق آناطولی و توم اسالم اولکه‬ ‫لرینه کوندریلر‪ .‬بو طلب و ایلکی قارشیسنده‬ ‫اشرف ادیب و آرقداشلری هیجانه قاپیلیر‪.‬‬ ‫اشرف ادیب‪ ،‬آنیلرنده‪“ ،‬او کونلری اونوته مام‬ ‫“ دیر‪ .‬بویله لکله‪ ،‬فکر و قلم آرقداشلریله یوله‬ ‫‪.‬کیرمش اولورلر‬ ‫ییللر صوڭره درکی‪ ،‬اوقویوجوسیله بولوشمه‬ ‫یه‪ ،‬کیتله لره مساژالرینی ویرمگه دوام‬ ‫ایدرکن؛ یول و قلم آرقداشی اوالن ابوالعلو‬ ‫بگ استمیه رکده اولسه سیاسه ته کیرر ‪ .‬مللت‬ ‫وکیلی اولور‬ ‫و درکیدن‬ ‫آیریلمق‬

‫لری؛‬

‫‪ ٩٥٨‬ده یارغی سوره جی تماملندقدن‪۱‬‬ ‫صوڭره ‪۱٩٦٣‬ئه قدر درکینڭ باصیمنه‬ ‫دوام ایدلمشدر‪ .‬بو باغالمده؛ مللی مجادله‬ ‫و اسالم یولنده مرحوم اشرف ادیب و محمد‬ ‫عاکف قورقمادن‪ ،‬چکینمه دن یوللرینه دوام‬ ‫ادیب‪ ،‬کونمزدهذقهرمان اوالرق آنلمایه دوام‬ ‫‪.‬ایدیله جکدر‬

‫زورونده‬

‫حياتى‬ ‫اشرف اديبڭ طورونى اوالرق‪ ،‬كنديسنى‬ ‫‪ ٤–٣‬دفعه كورمه مه رغما ً آنيلرينى‪ ،‬حياتنى‬ ‫و ياشادقلرينى يازابيلمم‪ :‬رحمتلى بابام محمد‬ ‫كامل فركانڭ بانا آالتدقلريدر‪ .‬كنديسنى ده‬ ‫‪.‬رحمتله و اوزلمله آنييورم‬ ‫تركستاندن كوچ ایتمش اوالن باباسی اسالم‬ ‫بی‪ ،‬آننه سی نفیسه خانمدن اولمه اشرف ادیب‬ ‫‪ ۱٨٨٢‬ده ( سه رز) ده دنیایه کلمشدر‪ .‬ایلك‪،‬‬ ‫اورته ‪ ،‬ليسه و حافظلق أكيتمنى سه رز ده‬ ‫تماماليب استانبوله كلير‪ .‬حقوق فاكولته سنه‬ ‫كيرر و اكيتمينه بوراده دوام ايدر‪ .‬بو اثناده‬ ‫درس نوطلرينىو قفاسنده تاسارالدقلرينى‬ ‫طوپالیب فاسیکوللر حالنده داغیتر‪ .‬بونلر‪،‬‬ ‫ایلریده یازه جغی کتابلرڭ و درکیلرڭ قایناغنه‬ ‫وسیله اوالجقدر‪ .‬جمعه کونلری آیاصوفیا‬ ‫کرسیسنده خواجه سندن آلدیغی درسلری و‬ ‫نوطلری دها صوڭره صراط مستقیم ده‬ ‫یر آالجقدر‪ .‬یوکسك اوڭرنيم ييللرنده و‬ ‫دوقتوره سوره جنده‪ ،‬دواملى طوتدوغى‬ ‫نوطلر‪ ،‬يازديغى يازيلر حريتڭ ايالن‬ ‫ايدلمسيله اوقويوجولرينه قاووشماسينه‬ ‫وسيله اولمشدر‪ .‬دوالييسيله بو أنلردن‬ ‫اعتباراً يقين دوستلري و آلرقداشلريله‬ ‫برابر دركى آچیلماسی چالشمالری سوره‬ ‫جینه کیرمشدر‪ .‬درکینڭ ايلك صاييسنڭ‬ ‫باصلماسنده امگی کچن‪ ,‬اڭ یقین دوستی‬ ‫ابوالعلو ماردینلی در‪ .‬بو آشاماده‪ ،‬یول و‬ ‫یازار آرقداشلرینی سه چیب‪ ،‬کورو داغیلیمی‬ ‫یاپلدیغی اثناده محمد عاکف ایله بر چای بحچا‬ ‫سنده یوللری کسیشیر‪ .‬اونوڭ ده قاتیلیمیله‬ ‫‪.‬مجادله باشالمش اولور‬ ‫او زمانڭ زور شرطلرینه رغمن درکینڭ‬


‫‪ondokuz‬‬

‫‪Aralık 2016‬‬

‫مللی شاعر‪ ،‬بویوك اسالم شاعرى‬ ‫اشرف اديب‬ ‫انجق مصر دە انزوا حیاتنڭ صوڭ سنەلرندە‬ ‫کندیسنی عبادتە ویریور‪ .‬مثنوی یە چوق‬ ‫‪.‬دالییور‪ ،‬تقوی صاحبی اولیور‬ ‫رشدیەیی بیتیرنجە مکتب و مسلك ترجيحنى‬ ‫پدری کندیسنە براقیور‪ .‬او دە ملکیە مکتبنی‬ ‫ترجیح ایدیور‪ .‬او زمانکی تشکیالتە کورە ‪،‬‬ ‫ملکیەنڭ اعدادی قسمنە کیریور‪ ،‬اوچ سنە‬ ‫صوڭرە شهادتنامە آلییور و عالی قسمنە‬ ‫کچییور‪ .‬او صرادە پدری وفات ایدییور‪.‬‬ ‫ضرورت ایچندە قالیورلر‪ ،‬معیشت دردی‬ ‫اوموزلرینە چوکویور‪ ،‬بر أن اول مکتبی‬ ‫بیتیرب معاشە کچمیی دوشونیور‪ .‬او‬ ‫صرادە ایلك دفعە اوالرق ملكيه بايتار‬ ‫مكتبى احداث اولنيور‪“ .‬بو مكتب يڭيدر‪،‬‬ ‫چیقانلرە همن مأموریت ویریلر” دیە بر‬ ‫قاچ آرقداش ملکیەیی ترك ايدەرك بورايە‬ ‫كيرييورلر‪ .‬ايكى سنەلك نهارى قسمنى‬ ‫‪.‬بيتيرنجە حالقالى دەكى ليلى قسمنە كچییور‬ ‫اعدادی دە‪ ،‬ملکیەدە‪ ،‬بیطار مکتبندە ینە‬ ‫اڭ چوق لسان درسلرینە اهمیت ویریور‪.‬‬ ‫درت لساندە ( تورکچه‪ ،‬عربچه‪ ،‬فارسچه و‬ ‫فرانسزجه) بیرنجی‪ ،‬بونونلە برابر دیگر‬ ‫درسلردە دە بیرنجی‪ .‬شعرلە اشتغالی بیطار‬ ‫مکتبنڭ صوڭ ایکی سنەسندە حیزالنیور‪ .‬بر‬ ‫چوق منظوم پارچە لر یازییور و باآلخرە‬ ‫بونلرڭ هپسنی محو ایدیور‪ .‬شعرله عالقە‬ ‫سنی آرترمق ایچین اورته و یوکسك تحصيلدە‬ ‫ينى بر مؤثر چیقمیور‪ ،‬اسکی تمایلی انکشاف‬ ‫ایدیور‪ .‬بیطار مکتبندەکی حوجالرینڭ‬ ‫اکثریس دوقدور‪ .‬بونلر هم مسلکلرندە یوکسك‬ ‫شخصيتلر‪ .‬هم دينى صالبت اربابى ‪ .‬بونلرڭ‬ ‫تلقينلرى دە عاكفڭ اخالقى و دينى تربيەسى‬ ‫‪.‬اوزريندە مؤثر اوليور‬ ‫عاكف‪ ،‬تحصيل حياتندە سپور ایله چوق‬ ‫مشغول‪ ،‬بدنی ممارسەلرەده چوق مراقلی‪.‬‬ ‫کوچلی قوتلی بر دلیقانلی‪ ،‬کورش ده ایدیور‪،‬‬ ‫هم ده کسبت کیەرك‪ ،‬زيتين ياغى قولالنەرق‪.‬‬ ‫كندى آنالييشنه كوره دنياده اڭ حرمت‬ ‫ايتديكى آدملردن برى عثمان پهلوان ‪ ،‬عثمان‬ ‫پهلوانڭ پهلوانلغی قدر انسانلغنە دە چوق‬ ‫مفتون‪ ( .‬عثمان پهلوان‪ ،‬عاکفی قرق سنه‬ ‫صوڭره صوڭ خسته کونلرنده زیارت ایدیور‪.‬‬ ‫چوق متحسس اولویور‪ ،‬کوزلرندن یاشلر‬ ‫دوکولویور‪ ).‬عاکفڭ پهلوانلغی‪۱٩ ،۱٨ ،۱7 ،‬‬ ‫یاشلرنده ‪ ،‬حتی حلقالی ده بیطار مکتبنده ایکن‬

‫زیادە لسان‬

‫اثناسندە دها‬

‫درسلرینە‬ ‫تمایل‬ ‫‪.‬کوستریور‪ .‬شعری دە چوق سوییور‬ ‫ایلك اوقوديغى منظوم اثر‪ ،‬فضولى نڭ‬ ‫ليال و مجنونى شيعرە قارشى مفتونيتى اونى‬ ‫نظمە اوزنديريور‪ .‬كندى افادە سنە كورە دها‬ ‫رشديە دە ايكن وزينسز‪ ،‬قافيەسز اوزونجە‬ ‫نظم پارچەلری قاراالمغە باشلیور‪ .‬ایلك دينى‬ ‫تربيەسندە باللخاصە اوڭ تأثيرى بويوك‪.‬‬ ‫آننەسى چوق عابد و زاهد بر قادین‪ .‬باباسی‬ ‫دە اویلە ‪ .‬هر ایکیسینڭ دە دینی صالبتلری‬ ‫وار‪ .‬عبادتڭ وجدینی‪ ،‬ذوقینی‪ ،‬هیجاننی‬ ‫طاتمش کمسەلر‪ .‬عاکفڭ دینی هیجانندە‬ ‫تأثیرلری شبهەسز‪ .‬پدری نقشی طریقتنە‬ ‫منسوب فقط اوغلونە تصوف تلقین ایتمیور‪.‬‬ ‫منور بر ذات اوالن تمیز طاهر افندی بابالق‬ ‫نفوزنی چوجوغونڭ سربست انکشافنە هائل‬ ‫اولەجق درجەدە ایلری کوتورمیور‪ .‬بو یوزدن‬ ‫عاکفڭ شعرلرندە متصوفانە ادا‪ ،‬صوفیانە‬ ‫نشوە پك سيرك‪ .‬اونڭ يازيلرينڭ شيعرلرينڭ‬ ‫موضوعى‪ ،‬دها فضلە ايش‪ ،‬حركت فعاليت‪.‬‬ ‫عاكف حياتندە دە فرائضى ايفايە چوق اعتنا‬ ‫ایدیور‪ ،‬فقط درویشجە بر زهد صاحبی دگل‪،‬‬

‫بويوك اسالم شاعرى محمد عاكف‬ ‫ارصوى‪ ،‬وفاتنڭ ‪ ۱٩‬نجى سنئ دوريەسى‬ ‫مناسبتيله مملكتڭ هر طرفندە رحمتلە‬ ‫آنيلمقدە‪ ،‬مولودلر اوقوتولمە‪ ،‬حياتى و‬ ‫اثرلرى حقندە مصاحبەلر ياپلمقدە‪ ،‬شعرلری‬ ‫تکرار ایدلمکدەدر‪ .‬بو مناسبتله بز ده بو‬ ‫نصخەمزی اونە حصر ایدییورز‪ .‬اوتوز‬ ‫سنه برابر چالشدیغمز مرحومڭ حیاتی‪،‬‬ ‫اثرلری صنعتی‪ ،‬ادبی شخصیتی‪،‬‬ ‫سجیەسی حقندە اولجه یازیب نشر ایتدیگم‬ ‫‪.‬بر صحیفەلك اثرمدن بر خالصە ياپدم‬ ‫ظن ایدەرم‪ ،‬عاکف حقندە توپلوجە بر‬ ‫فکر ویرەبیلر‪ .‬هللا مرحومی غنی رحمتنە‬ ‫‪.‬مظهر قیلسین‬ ‫صفحات مبدیئ‪ ،‬مجهول شهید و‬ ‫استقالل مارشی شاعری محمد عاکف‬ ‫بابسی فاتح مدرسلرندن ایپکلی طاهر افندی‬ ‫دیە مشهور اوالن ذات‪ .‬اونڭباباسی نورالدین‬ ‫آغا‪ ،‬آناسی حاججە آمنه شریفە خانم‪ .‬شریفە‬ ‫خانمڭباباسی بخارا لی تاجر محمد افندی‪،‬‬ ‫آننەسی ده بخارالی شریفە خانم آماسیەدە‬ ‫دوغمش‪ ،‬بویومش خصصاص بر قادین‪ .‬محمد‬ ‫عاکف ‪ ۱٢٩٠‬شوالندە فاتح جوارندە صاری‬ ‫‪.‬کوزل دە دوغویور‬

‫مکتب حیاتی‬

‫درت یاشندە مکتبە باشلیور‪ .‬ابتدائ و‬ ‫رشدی تحصیلنی فاتح جوارندە امیر بخاری و‬ ‫مرکز رشدیەسندە اکمال ایدییور‪ .‬رشدیەدەکی‬ ‫معلملری آراسندە عبدالحمید دورینڭ حریت‬ ‫پرور شخصیتلرندن‪ ،‬مصر دە قانون اساسی‬ ‫غزتەسنی چیقەران‪ ،‬بألخرە پارسە کیدن ‪،‬‬ ‫مشهور خواجە قدری افندی وار‪ ،‬عاکفڭ‬ ‫افادەسنە کورە‪ ،‬بو ذات بالخاصە لسان‬ ‫‪.‬اعتباریلە اونڭ اوزرندە چوق مؤثر اولویور‬ ‫بر طرفدن دە اودە پدرندن عربجە اوقویور‪.‬‬ ‫عاکف‪ ،‬باباسی ایچین “ او بنم هم بابام‪،‬هم‬ ‫خوجامدر‪ ،‬نە بیلییورسام اونلری بابامدن‬ ‫اوگرندم” دیور‪ .‬کزرکن بیلە باباسندن چوق‬ ‫شیلر اوگرنیور‪ .‬مکتبدن چیقنجە دە بوش‬ ‫دورمیور‪،‬فاتح جامعندە حافظ‪ ،‬کلستان‪،‬‬ ‫مثنوی کبی فارسی اثرلر اوقوتان اصعد‬ ‫دەدەنڭ درسنە دوام ایدیور‪ .‬رشدیە تحصیلی‬


‫‪ Rebiulevvel 1438‬ربيع األول‬

‫اونڭصحبتندن‪ ،‬فضلندن مستفید اولمق ایچین‬ ‫بعضی آرقداشلریله برابر استانبولڭ اڭ‬ ‫أوجری کوشە سندن قالقارق اسکدارە‪ ،‬تا نوح‬ ‫قویوسنە قادار شد حل ایدیورلر‪ .‬فرانسزجە‬ ‫یی دە کندی کندینه ایلرلەتیور‪ .‬اکثریا جیبنده‬ ‫فرانسزجە بر اثر بولونور‪ .‬بر چوق فرانیزجه‬ ‫شعرلر ده ازبرنده فرانسز شاعرلرندن‬ ‫ویجتور هوگو و المارتین ایله قالسیکلرله‬ ‫چوق اوغراشیور‪ .‬طاعودت ایله ظولە یی‬ ‫فضله اوقویور‪ .‬بالخاصصه المارتینی چوق‬ ‫سوییور‪ .‬اونه بویوك بر حرمت بسلييور‪.‬اونڭ‬ ‫الهى شعرلرى اووى مست ايديور‪ .‬سعدى كبى‬ ‫اوفاق موضوعلردن بويوك نتيجەلر چیقەران‬ ‫دومافسڭ قدرتنه حیران‪ .‬انکلیزلرڭ سهاکسپآرە‬ ‫ئنی ‪ ،‬میلتون ونی‪ ،‬بایرون ونی دها باشقە‬ ‫بویوك سيمالرينى‪ ،‬فرانسزلرڭ آناتولە فرانسە‬ ‫ئه قاادار بوتون صنعت اولولرينى اوقويور‪.‬‬ ‫كنديسنه توصيه اولنان هر اثرى ديدكليە‬

‫‪.‬ديدكليە تدقيق ايدييور‬ ‫متعاقبا ً بربرلرندن استفاده ایدیورلر‪ .‬هرسکلی‬ ‫حاصلى درت لسانڭ ادبياتنى دە سوزويور‪ ،‬اڭ علی فهمی افندیدن علالمه مبرردڭ کتابالکامل‬ ‫كوزل پارچەلرینیزازبرلیور‪ .‬محفوظاتی بلکه ینی اوقویور‪ .‬عرب ادبیاتنه اشتغالی‪ ،‬کرك‬ ‫اون بیڭ بیت دن فضلە‪ .‬ضرب مثللرە ده چوق عربلرڭ‪ ،‬كرك ديكر اسالم علماسنڭ عربجه‬ ‫مراقلی‪ .‬همن هپسی ازبرنده‪ .‬دیوان ادبیاتنی‪،‬‬ ‫يه ويردكلرى قيمت و اهميتى اونه آنالتيور‪.‬‬ ‫اونی تعقیب ایدن ادبی انقالبلری تدقیق ایدیور‪ ،‬بو تأثرلهالعاكف نظرنده ديل‪ ،‬دين كبى مقدس‬ ‫معاصر ادبایی اوقویور‪.‬نرەدە بر استاد‬ ‫اولويور‪ .‬اونه كوره ديل و ديلى تشكيل ايدن‬ ‫ایستیورسە قوشویور‪ ،‬درسندن صحبتندن‬ ‫كلمەلر‪ ،‬قدسى دويغولرڭ و دوشونجەلرڭ‬ ‫استفاده ایدیور‪ .‬مأموریتلە روم ایلینڭ و‬ ‫ممكن اولديغى قدر واسطئ عربجه يى چوق‬ ‫آناطولی نڭ بر چوق یرلرنده کویلولرله تماس ایلریلەتیور‪ .‬قرآنی چوق اوقویور‪ .‬او بالغت‬ ‫ایتدیگی ایچین اونلرڭ احتیاجلرینه‪ ،‬دردلرینه‬ ‫اونی تسهیر ایدیور‪.‬او الهی کتابلر اونه باشقه‬ ‫واقف‪ ،‬چوجوقلرینی اوقوتمق وسیلەسیله ایلری اوفوقلر آچییور‪ .‬مطبوعاتده ایلك نشر ايتديكى‬ ‫کلن طبقه ایله تماسده‪ .‬دیرکلر آراسندەکی‬ ‫شعر “ قرآنه خطاب” در‪ .‬كنيش عرفاننه‬ ‫اجتماع مرکزنده مملکتڭ حمیتلی و فضیلتلی‬ ‫مفتون اولديغى امرهللا افندى دە اونڭ اوزرندە‬ ‫چوق مؤثر اولویور‪ .‬اوندان دویا دویا استفاده‬ ‫ایچین پیلینی پیرتی یی طوپلویور‪ ،‬اونڭ‬ ‫‪.‬اوالدیلە طانیشیور‬ ‫اوتوردیغی ماقری کویونه طاشینیور‪ .‬عرب‬ ‫بویله بر طرفدن شرق و غربی تتبع‬ ‫و فارس ادبیاتندەکی وقوفنە حیران اولدیغی‬ ‫ایدرکن‪ ،‬دیگر طرفدن دە شعرلر یازییور‪.‬‬ ‫مشهور هجرت خوجا دن دە درس آلییور‪.‬‬ ‫آرتق او یوزلرجه منظوم مکتوبلر یرینه‬ ‫موضوعلی شعرلر باشلیور‪ .‬بونلردن‬ ‫بعضیلری رسیملی غزتەدە چیقییور‪ .‬بونلری‬ ‫نشر ایتدیگی زمانلر ‪ ٣۱٤- ٣۱٣‬سنەلری‬ ‫فقط صوڭرە آرقەسی کسیلییور‪ ،‬اوچونجی‬ ‫بر استحالە دوری باشلییور‪ .‬اصل عاکف‬ ‫دوغویور‪ .‬صفاحت شاعری عاکف‪ ،‬فاتح‬ ‫جامعی‪ ،‬سیفی بابالر‪،‬خستەلر شاعری محمد‬ ‫عاکف‪ .‬فقط بو شعرلری مطبوعاتدە نشر‬ ‫ایدلمیور‪ ،‬استنساخ ایله الدن اله طوالشیور‪.‬‬ ‫سودیگی آرقداشلره اوقونویوردی‪ .‬آرتق‬ ‫بویوك استادلرله تانيشمق زمانى كلمشدر‪.‬‬ ‫حميدلرله‪ ،‬رجائ زاده اكرملرله كوروشويور‪،‬‬ ‫اونلره شعرلرينى اوقويور‪ ،‬درين بر حيرت‬ ‫اويانديريور‪ .‬استقبالڭ بويوك بر شاعرى‬

‫‪yirmi‬‬

‫جمعەلری و باشقه تعطیل کونلری صاووشر‪،‬‬ ‫اطراف کویلره کیدر‪ ،‬دوگونلرده کورەشر‪،‬‬ ‫یوزمك‪ ،‬آتالمق‪ ،‬قوشمق كبى بدنى ممارثەلرلە‬ ‫دە مشغول اولويور‪ .‬عاكف بويلە اڭ كوچوك‬ ‫ياشتان اعتباراً امكانسزلقلريڭ هر تورليسيله‬ ‫كورەشيور‪ .‬بونيەسى دە‪ ،‬روحى دە حياتڭ‬ ‫كوچلکلریلە و یوقسوللقلریلە چارپیشارق‬ ‫مقاومت و قدرت قازانیور‪ .‬اوندە پهلوانلق‬ ‫مراقی مطلقا وجودندن زیادە روحندەکی‬ ‫طاشقین قدرتی استهالك ايچین میدانە کلمش‬ ‫اولەجق‪ .‬هر حالده عرفان و روحی‪ ،‬بنیەسندن‬ ‫فضلە پهلوان اوالن محمد عاکف‪ ،‬سپور‬ ‫! کنچلیگنە عبرت اولەجق بر تمثال‬ ‫مکتبی بتردکدن صوڭره‬ ‫بیطار مکتبندن بیرنجیلکلە چیقییور‪ .‬آرتق‬ ‫کندی کندینە چالشمە و تتبع دوری باشلیور‪.‬‬ ‫قرآنڭ حفظنە چوق هوسی وار‪ .‬عزم ایدیور‪،‬‬ ‫آز زماندە قرآنی ازبرلیور‪ .‬بر طرفدن دە‬ ‫بیطار ابراهیم بیدن فرانسزجە اوگرنیور‪.‬‬ ‫ابراهم بی فاضل و قدرتلی بر ذات‪ .‬اونە‬ ‫چوق حرمتی وار‪ .‬مأموریتلە برلکدە آطەنەو‬ ‫سوریە طرفلرندە طوالشیورلر‪ .‬بو ذات عاکفڭ‬ ‫اوزرندە چوق مؤثر اولویور‪“ .‬عاکف‪ ،‬بنم‬ ‫سبب فیضم اولدی” دیور‪ .‬ابراهم بی ایچین‬ ‫‪.‬صفاحتدە اوزون بر شعری وار‬ ‫کندی آنالدیشینە کورە‪ ،‬ایلك شعرلرنده‬ ‫نمونە آلديغى شاعرلرڭ باشندە ضيا پاشا کلیر‪.‬‬ ‫ناجی نڭ نظمی دە چوق خوشونا کدییور‪.‬‬ ‫عادتا اونی کندینە نقش ایدیور‪ .‬نامق کمال‬ ‫و عبدالحق حمیددن دە فکراً چوق مستفید‬ ‫اولویور‪ .‬اسکی شاعرلری‪ ،‬اسکی ادیبلری دە‬ ‫چوق اوقویور‪ .‬بوتون بونلرڭ ایلك اثرلرندە‬ ‫بويوك ايزلرى كورولور‪ .‬ينە كنديسنە كورە‪،‬‬ ‫اوقودوغى اوقوديغى شرق و غرب مخللداتى‬ ‫آراسندە سعدى نڭ اثرلرى قدر اونڭ اوزرندە‬ ‫هيچ بر شی مؤثر اولمیور‪ .‬صادی یه قارشی‬ ‫درین بر مجلوبیتی وار‪ .‬بعضی یازیلرینڭ‬ ‫آلتنه‪ ،‬مستعار اوالرق صادی امضاسنی‬ ‫آتییور‪ .‬اونڭ قدرتنه حیران “صادی شرقیمزڭ‬ ‫روحه کمالی” دیور‪.‬‬ ‫صادی ایچینفارسچه یه‬ ‫بیوك امك ويريور‪.‬موالنا‬ ‫يى ده چوق سوییور‪.‬‬ ‫مثنوی‪ ،‬اونوڭ روحنده‬ ‫‪.‬قیامتلر قوپەران بر اثر‬ ‫صرف و نحوینی‪،‬‬ ‫چوق قوتلی اوالرق‪،‬‬ ‫باباسندن اوگرندیگی‬ ‫عربچه یی ایلرلتمگه‬ ‫چالیشیور‪ .‬دها‬ ‫صوڭرالری مرحوم‬ ‫شوکت و نائم بیلرله سنه‬ ‫لرجه برابر اوقویورلر‪.‬‬


‫‪yirmibir‬‬

‫اولمیان چاناق قلعە شعری اونڭ شهرتنی‬ ‫‪.‬شاهقەلرە چیقاردی‬

‫سن که آصارە کومولسن“‬ ‫!تاشاجقسڭ‪...‬هیهات‬ ‫ای شهید اوغلی شهید ایستەمە‬ ‫‪،‬بندن مقبر‬ ‫سانە ۀغوشنی آچمش دورویور‬ ‫”‪.‬پیغمبر‬ ‫بو محتشم عابدە قارشیسندە بوتون شاعرلر‪،‬‬ ‫بوتون ادیبلر اونڭ یوکسك قدرتنی تسلیم‬ ‫ایتدیلر‪ .‬جناب شهاب الدین و سلیمان نظیف‬ ‫کبی بویوك ادیبلر اونڭ “ مللی شاعر” عنوانی‬ ‫مبججلینه لیاقت کیب ایتدیگنی افتخارلە‬ ‫‪.‬سویلەدیلر‬ ‫حادثات‪ ،‬اونڭکونوللری دولدوران شهرت‬ ‫و سوکیسنی ایریشلمز شاهقەلرە چیقاران‬ ‫بر علبدە دها ابداعە سوق ایتدی‪ .‬نە متارکە‬ ‫احکامی‪ ،‬نەدە امضا حیثیتنی طانیمیەرق آنا‬ ‫وطنە سؤ قصدلر حضرالیان‪ ،‬قاپیلریمزە‬ ‫دایانان‪ ،‬اونی قیریب ایچری کیرمك‪ ،‬حریم‬ ‫ناموس و شرفیمزی چیگنەمك ایستەین دشمان‬ ‫آیوالقە ایق آتار آتماز‪ ،‬بویوك شاعر همن‬ ‫اورایە قوشدی‪ .‬زاغنوس پاشا( بالیکثیر دە)‬ ‫‪.‬کرسیسنە چیقارق مللتە شویلە خطاب ایتدی‬ ‫جهان آلت اوست اولورکن سیرە باقدیڭ‪“،‬‬ ‫‪،‬بویلە دوردوڭ دە‬ ‫بو کون بر سرسریسڭ‪ ،‬دربدرسڭ کندی‬ ‫”‪،‬یوردندە‬ ‫‪،‬حیات البتدە حقڭ‪ ...‬لکن اتتر حیقیرپ احقاق‬ ‫صاغردر قبەلر بر سس دویار‪ ،‬دعوای‬ ‫”‪.‬استحقاق‬ ‫نهایت بو مقدس مجادلەنڭ بویوکلگنی ترنم‬

‫‪Aralık 2016‬‬

‫درت کوشەسنە یایلدی‪ .‬او آجی کونلرڭ‬ ‫اضطرابیلە اینلەین هیچ بر فرد یوقدی که‬ ‫اونڭ‪ ،‬کوچمش مللتلرڭ ازمحالل دستانلری‬ ‫قارشیسندە آغالنش اولماسن‪ .‬اونڭ هیجانلی‬ ‫سسلری‪ ،‬یالڭز مطبوعات صحیفەلرندە دگل‪،‬‬ ‫جامع کرسیلرندە دە کنیش خلق طبقەلرینڭ‬ ‫‪.‬کونللرینی هیجانه ویریوردی‬ ‫الهی آلتی یوز بیڭ مسلمان بردن‬ ‫بوغازلندی‪ .‬یانان جان‪ ،‬ییرتیالن عصمت‪،‬‬ ‫آقان سیللر بوتون قاندی‪ .‬نه بی کس خانمانلر‬ ‫ایشته یانغین ویردیلر‪ ،‬یاندی! نه کیرلنمش‬ ‫یغینلر هپ برر انسان برر جاندی! شهامت‬ ‫کتدی‪ ،‬غیرت سوندی‪ ،‬قدرتلر زبون اولدی!‬ ‫او موجا موج سانجاقلر نه مدهش سرکنون‬ ‫اولدی! سکوتڭ دهشتندن قلب رحمت بلکی‬ ‫خون اولدی‬

‫‪...‬اذانلر صوصدی “‬ ‫‪،‬چانلر اینلەتب دورمقدە آفاقی‬ ‫‪،‬یازیق‪ ،‬شرقڭ سماسندن هاللڭ کچدی اشراقی‬ ‫‪،‬زمان آرتق سالبڭ دور استیالسی‪ ،‬الحاقی‬ ‫!فقط یرلردە قالمش حقلرڭ فردای احقاقی‬ ‫نە دوغماز کونمش ای عاجزلرڭ قدرتلی‬ ‫!خالقی‬

‫!تجللی ایتمدیڭ بر کرە اللهیم جمالنلە‬ ‫شو اوچ یوز اللی ملیون روحی اولدوردڭ‬ ‫!جاللنلە‬ ‫او‪ ،‬ایشتە هپ بویلە جوشقون فریادلرلە‪،‬‬ ‫هیجانلی خطابلرلە او فاجعەلرڭ ماتمنی ترنم‬ ‫ایلدی‪ ،‬کلەجك نسیللرە او قانلی کونلرڭ الیم‬ ‫‪.‬خاطرەلرینی نقل ایتدی‬ ‫بالقانداکی یانغین دها کل باغالمامشکن‪“ ،‬‬ ‫بر باشقە چیقیورسین‪ ....‬بو نە ارکن؟” دیە‬ ‫قارشیالدیغی عمومی حربدە دە مللتی وحدتە‪،‬‬ ‫مجادلەیە دوام ایدن شعرلری بالخاصە تورك‬ ‫عسکرینڭ شهامتینی تصویر ایدن و بڭزری‬

‫‪.‬دوغدوغينى كورويورلر‬

‫برى طرفده ثروت فنون چیقییور‪ .‬فقط‬ ‫اورایه قاریشمیور‪ ،‬شعرلرینی ویرمیور‪ .‬هر‬ ‫ندنسه مطبوعاتده نشرنی ایستەمیور‪ .‬فقط‬ ‫اورادە کی شاعرلری اوقویور‪ ،‬بگندیگی‬ ‫حتی ازبرلەدیگی چوق شیلر دە وار‪ .‬علی‬ ‫اکرمڭ شعرلری‪ ،‬جنابڭ یازیلری نه قادار‬ ‫کوزل! فائق علی نڭ سیرتی‪ ،‬فکرتڭ ده کوزل‬ ‫پارچەلری وار‪ .‬صنعتڭ بوتون اینجەلکلری‬ ‫کوزوندن قاچمیور‪ .‬هله الواحی طبیعتدە کی او‬ ‫تصویرلر نە کوزل!حمیده یتیشلمیور‪ .‬حمیدڭ‬ ‫شعری‪ ،‬او‪ ،‬بوسبوتون باشقه‪ .‬فقط نظم ده‪،‬‬ ‫تصویرده ده چوق ینیلکلر وار بونلر هپ اونڭ‬ ‫یاپمغە باشالدیغی ادبی انقالب حرکتلری‪.‬‬ ‫هر ینیلکله عالقدار اولویور‪ ،‬هر کوزلدن‬ ‫استفاده ایدیور‪ .‬متصل اوقویور و یازییور‪.‬‬ ‫هریازدیغی شعر اونجەکمدن بر پارچه دها‬ ‫‪.‬یوکسەلیور‪ .‬فقط یازدقلرینی نشر ایتمیور‬ ‫تا مشروطیته قادار بویله کندینی توتمغه‬ ‫موفق اولویور‪ .‬او زمانه قادار شوهرتی‬ ‫محدود بر دائرئ صمیمیت قالییور‪ .‬وقتا‬ ‫کی مشروطیت ایالن ایدیلیور‪ .‬مطبوعات‬ ‫سربست اولویور صراط مستقیمی انتشار‬ ‫ایدییورو عاکفڭ شعرلری ده بوراده نشر‬ ‫ایدلمگه باشلیور‪ .‬هر طرفده دەریڭ بر عالقه‬ ‫اویاندیرییور‪ ،‬بوتون مملکتده‪ ،‬حتی خارج‬

‫‪.‬مملکتلرده‬ ‫اونڭ شهرتنی آرتیران‪ ،‬مللتڭ بوتون‬ ‫طبقەلرینه اونڭ سسینی دویوران‪،‬‬ ‫روحلردهدرین انجزاب و هیجانلر کتیرن‬ ‫اونڭ بالخاصه بالقان حربندەکی شعرلریدر‪ .‬او‬ ‫آجی و اضطرابلی حادثەلر قارشیسندە اونڭ‬ ‫فریادلری بوتون کونوللرده مدهش فرطنەلر‬ ‫وجودە کتیردی‪ .‬او الملی قاره کونلردە یالڭز‬ ‫اونڭ شعرلری ‪ ،‬فریادلری دالغە دالغە مملکتڭ‬


‫‪yirmiiki‬‬

‫‪ Rebiulevvel 1438‬ربيع األول‬

‫”‪.‬فقط بو حقی نە طاشدن‪،‬نە لشدن استمەلی‬ ‫حوالن بغچەلرندە بوددا نڭ و تیلمزلرڭ‬ ‫هیکللری قارشیسندە تفکرلرە دالدی‪ .‬مثنوی‬ ‫نی ندنموالنا نڭ هجرانلرینی دینلەدی‪.‬‬ ‫قرآن ترجمەسنی بیتردی‪ .‬مصر معارف‬ ‫وزارتی اونی مصر اونیورستەسنە ادبیات‬ ‫پروفەسوریزیاپتی‪ .‬نهایت خستەلندی‪.‬‬ ‫مملکتە دونمك اشتیاقی آرتدی‪ .‬استانبولڭ‬ ‫منارەلرینی کورونجە آغالدی‪ .‬جانلی بر‬ ‫جنازە حالندە واپوردن خستەخانەیە نقل ایدلدیو‬ ‫استقالل مارشی شاعرینڭ وطنە دوندوگنی‬ ‫خبر آالنبوتون متحسر آرقداشلری‪ ،‬ادیبلر‪،‬‬ ‫شاعرلر‪ ،‬محررلر‪ ،‬غزتەجیلر‪ ،‬پروفەسورلر‬ ‫و اونیورستە کنچلری آقین حالندە زیارتنە‬ ‫قوشدیبلر‪ .‬بو جاندان سوکی اونی چوق‬ ‫متحسس ایتدی‪ .‬صوڭرە علم داغینە چوق‬ ‫سودیگی پرنس حلیمڭ کوشکنە کتدی‪.‬بر مدت‬ ‫اورادە حشمتلی چاملرڭ سرین کولکەلری‬ ‫آلتندە صاییلی کونلرینی کچیردی‪ .‬هر کون‬ ‫قرآن اوقومق اعتیادندە اولدیغی ایچین قرآن‬ ‫دینلەمك احتیاجی واردی‪ .‬اڭ مشهور حافظلر‬ ‫هر کون کلیب قرآن اوقودیلر‪ ،‬خشوع ایچندە‬ ‫‪.‬دینلەدی‬ ‫مملکتڭ اڭ قیمتلی استادلری تداویسنە‬ ‫اهتمام ایتدیلر‪ .‬خستەلیغنە (سیروز) چارە‬ ‫بولەمادیلر‪ .‬یاواش یاواش اریدی‪ ،‬بر کمیك‬ ‫حالندە قالدی‪ .‬نهایت بر کون سوندی‪٢٧ .‬‬ ‫آرالق ‪ ۱٩٣٦‬پازار کونی کونشڭ غروبنی‬ ‫متعاقب‪ ٦٣ ،‬یاشندە اولدیغی حالدە بو عالم‬ ‫فانی یە وداع ایتدی‪ .‬جنازەسی بیاضیدە‬ ‫کتیریلنجە اونیورستە کنچلگی تابوتنی استقبال‬ ‫ایتدیلر‪ ،‬آل سانجاقلرە صاردیلر‪ ،‬کورولمەمش‬ ‫بر صمیمیت و سوکی ایلە اللر قولالر‬ ‫‪.‬اوستوندە قبرینە قادار طاشیدیالر‬ ‫مأموریت و سیاحتلری‬ ‫‪ ۱٣٠٩‬دە بایطار مکتبندن بیرنجیلکلە‬ ‫چیقدقدن صوڭرە اورمان نظارتندە امور‬

‫عاکف بو شعریلە تورك ادبیاتنڭ شهین‬ ‫شاهی اولدی‪ .‬تورك دولتینڭ استقالل عالمتی‬ ‫اوالن پوللرینە عاکفڭ بو شعری باصلدی‪.‬‬ ‫قوجە عاکف‪ ،‬حیاتنڭ صوڭ کونلرندە‪ ،‬خستە‬ ‫‪:‬دوشگندە شویلە دیمشدی‬ ‫او شعر‪ ،‬مللتڭ او کونکی هیجاننڭ بر‬ ‫افادەسیدر‪ .‬او شعر‪ ،‬آرتق بنم دگلدر‪ ،‬مللتڭ‬ ‫مالیدر‪ .‬او شعر‪ ،‬بنم مللتمە قارشی اڭ قیمتلی‬ ‫”هدیمدر‬ ‫اونڭ مللتە بو هدیەسنە مقابل مللت دە اونا‬ ‫ایکی قیمتلی هدیە ویردی‪ .‬استقالل مادالیاسی‬ ‫‪.‬و بر دە ماوزر توفگنکی‬ ‫ظفری “ دوغاجق‪ ،‬سانە وعد ایتدیگی‬ ‫کونلر حقڭ‪ ،‬کیم بلیر بلکه یارین بلکه یاریندان‬ ‫دە یقین” دیە تبشیر ایدنلاير مللی مجادلەنڭ‬ ‫معنوی جپهە سنڭ بویوك قهرمانی‪ ،‬حقڭ‬ ‫وعد ایتدیگی او ظفر کونلری دوغدقدن‬ ‫صوڭرە‪ ،‬مللتڭ ویردیگی او قیمتلی هدیەلری‬ ‫آالرق استانبولە دوندی‪ .‬بر مدت صوڭرە‪،‬‬ ‫حجة الوداع شعرینی یازمق اوزەرە یار‬ ‫شفیقی عباس حلیم پاشا ایلە برلکدە‪ ،‬مصرە‬ ‫چکیلدی‪ .‬قاهرەنڭ حاوالن کویندە ‪ ۱۱‬سنە‬ ‫بر انزوا حیاتی کچیردی‪ .‬مهتابلی کیجەلردی‬ ‫نیل کنارندە شعرلرینی اوقودی‪ .‬الخمرا‬ ‫اونوندە فرعونڭ یوزونە سللەلری شو شعرلە‬ ‫‪:‬صاووندی‬ ‫بر فرعون کی‪ ،‬جهنمدی یردە کابوس‬ ‫‪،‬جهنم اولمادن اول وجود منحوسی‬ ‫بو فرعون کی‪ ،‬بشر‪ ،‬قورقودان بوکوب‬ ‫‪،‬بلینی‬ ‫‪،‬خشوع ایچندە طواف ایلەمشدی هیکلینی‬ ‫بو فرعون‪ ،‬بو کورونمز قضی‪ ،‬بو صقلی‬ ‫‪،‬بلی‬ ‫‪،‬که بر زمان طاپیلب دندی “ربنا االعلی‬ ‫‪،‬نە انتقام الهی‪ ،‬نە سرمد؟ خسران‬ ‫‪،‬کلن کچنلرە عبرت‪ ،‬یاتار سفیل‪ ،‬عریان‬ ‫‪،‬اوت بوتون بشرڭ حقیدر بقا املی‬

‫ایدەجك‪ ،‬اونی مستقبل عصرلرە نقا ایدەجك‬ ‫زمان کلنجە بوتون کونوللر اونڭ هیجانلی‬ ‫‪.‬سسلری هیجانە ویردی‬ ‫نهایت بو مقدس مجادلەنڭ بویوکلگنی‪،‬‬ ‫قدسی هیجاننی ترنم ایدەجكاونی مستقبل‬ ‫عصرلرە نقل ایدەجك زمان کلنجە بوتون‬ ‫کونوللر اونا توج ایتدی‪ .‬هرکس مجادلەنڭ‬ ‫عظمتی نسبتندە قوتلی‪ ،‬هیجانلی بر سس‬ ‫ایستیوردی‪ .‬یوردڭ بوتون آفاقنی هیجانلە‬ ‫دولدوراجق‪ ،‬اینلتەجك‪ ،‬عرشڭ قاپیلرینە‬ ‫باغیرەجق بر سس! بو قادار قدسی‬ ‫یاپیشارق‬ ‫ٍ‬ ‫حسلری‪ ،‬بو قادار الهی نغمەلری کیم ترنم‬ ‫ایدەبیلیردی؟‬ ‫بونلری آنجق روحندە دویان و یاشایان‪ ،‬اڭ “‬ ‫بویوك و اڭ الهی بر بالغتلە یازان‪ ،‬سنەلردن‬ ‫بری مملکتڭ قدرلرینی‪ ،‬اضطرابلرینی‪ ،‬بوتون‬ ‫مفاخرنی سویلەین مللتشاعری محمد عاکف‬ ‫افادە ایدەبلیردی‪ ( “ .‬بو سوزلر او زمانکی‬ ‫معارف وکیلی حمدهللا صبحی طرفندن ت ب‬ ‫)م م کرسیسندن سویلنمشدر‬ ‫قهرمان اوردومزە اتحاف ایدیلن و “ قورقما‬ ‫سونمز بو شافاقلردە یوزن آل سانجاق” دیە‬ ‫باشالیان او معظم شعر‪ ،‬ت ب م م کرسیسندن‬ ‫اوقوندیغی زمان روحلری او قادار هیجان‬ ‫قاپالمش ایدی کی بوتون مجلس یکپارە بر‬ ‫قلب حالندە دالغالنمش ‪ ،‬وجد ایچندە تیترەین‬ ‫بوتون قلبلر بر قلب‪ ،‬بوتون سسلر بر سس‬ ‫‪:‬اوالرق‬ ‫حققیدر حر یاشامش بایراغیمڭ حریت “‬ ‫حققیدر حققە تاپان مللتمڭ استقالل” دیە‬ ‫‪.‬باغرمشدی‬ ‫بوتون مبعوثلرڭ اتتفاقیلە بو مارشڭ مللتڭ‬ ‫اڭ صمیمی حسلرینە ترجمان اولدیغنە قرار‬ ‫‪.‬ویرلدی‬ ‫بونڭ اوزرینە عاکف‪ ،‬آرتق بوتون‬ ‫تاریخمزدە هیچ بر شاعرڭ چیقەمادیغی و‬ ‫چیقەمیاجغی بر شرف شاحقەسنە یوکسلدی‪.‬‬


‫‪yirmiüç‬‬

‫صوڭسز اوالن حرمتندن بو معظم وظیفەیی‬ ‫قبولە جسارت ایدەمیوردی‪ .‬هر نصلسە قبول‬ ‫ایتمش اولدیغی بو آغیر ایشی بیتیردکدن‬ ‫صوڭرە ترجمەنڭ باصیمنە موافقت‬ ‫کوسترمدی‪ .‬اوزرندە دها چوق اشلەمك الزم‬ ‫کلدیگی و بعضی ترددلرە دشدیگی ایچین‬ ‫ترجمەیی ویرمەدی‪ .‬استانبولە دونرکن‬ ‫مسوددەلری مصردە اعتماد ایتدیگی بر ذاتە‬ ‫‪.‬تودیع ایتدی‬ ‫پالننی حاضرالدیغی حالدە یازامەدیغی‬ ‫بر قاچ موضوع دها واردی‪ .‬ایکنجی عاصم‬ ‫‪،‬حجةالوداع‪ ،‬سالحالدین ایوبی‪ .‬آلتنجی‬ ‫صفحاتدە عاصمی آوروپا یە کوندرمشدی‪.‬‬ ‫ایکنجی عاصمدە‪ ،‬عاصمآوروپا دن دونویور‪.‬‬ ‫استقالل حربینە اشتراك ایدیور ‪ .‬عاصم‬ ‫بر تمثال‪ ،‬فضیلتلی‪ ،‬ایمان و عرفانلی‪،‬‬ ‫قهرمان تورك نسلینڭ تمثالی‪ .‬عاصم بوتون‬ ‫شرق مللتلرینە اورنك اولویور‪ .‬ماتملی‬ ‫صحیفەلر قپانییور‪ ،‬رفاه و سعادت دوری‬ ‫آچیلییور‪ .‬ایکنجی عاصمڭ پالنی بو‪.‬‬ ‫حجةالوداع نڭ پالننی دە اڭ اینجە تفرعاتنە‬ ‫قادار حاضرالنمشدی‪ .‬بو اثری چوق مهم‬ ‫اوالجقدی‪ .‬اسالم انقالبنڭ بوتون صفحاتنی‬ ‫آنالتدقدن صوڭرە ‪ ،‬حضرت پیغمبرڭ صوڭ‬ ‫نطقی ایلە اثرینی بتیرەجکدی‪ .‬سالح الدین‬ ‫ایوبی ایسە بر پییسشکلندە اوالجقدی‪ .‬بو‬ ‫اثردە اسالم تورك قهرمانلغنی جانالندرمق‬ ‫ایستیوردی‪ .‬نە یازق کی بو اڭ مهم اثرینی‬ ‫‪.‬یازامەدن بو عالم فانی یە وداع ایلدی‬

‫‪Aralık 2016‬‬

‫!سن که آصارە کومولسن تاشاجقسڭ‪...‬هیهات“‬ ‫‪،‬ای شهید اوغلی شهید ایستەمە بندن مقبر‬ ‫”‪.‬سانە ۀغوشنی آچمش دورویور پیغمبر‬ ‫بستەلەنن شعرلرندن؛ استقالل مارشی‪،‬‬ ‫بلبل‪ ،‬اوردونڭ دعاسی‪ ،‬و مچهول شهید‪،‬‬ ‫عموم ارکان حربیە ریاستنجە قبول اولونەرق‬ ‫‪.‬اوردو یەی تعمیم اولونمشدر‬ ‫منسور اثرلرینە کلنجە‪ ،‬صراط مستقیم و‬ ‫سبیل الرشاد دە یایملنان یوز قدر مختلف مقالە‬ ‫و حسبحالی‪ ،‬اللی قادار ترجمەسی‪ ،‬اون قادار‬ ‫دە موعظە سی واردر‪ .‬ترجمەلرندن کتاب‬ ‫حالندە باصیالن اثرلری‪ ،‬مسلمان قادینی‪ ،‬شیخ‬ ‫محمد عبدوهڭ هانوتویا مدافعەسی‪ ،‬آنکلیکان‬ ‫کلیسەسینە جواب‪ ،‬ایچکینڭ حیات اجتماعیەدە‬ ‫آچدیغی رحنەلر و اسالمالشمق در‪.‬قاستامونی‬ ‫دە نصر هللا کرسیسندەکی خطبەسندە الجزیرە‬ ‫قوماندانی نهاد پاشا طرفندن دیاربکر‬ ‫مطبعەسندە کتاب حالندە باصطریلمش و‬ ‫‪.‬بوتون اوردولرە داغیتلمشدر‬ ‫یایمالنان اڭ مهم اثری قرآن ترجمەسیدر‪.‬‬ ‫بونی اکمال ایچین مصردە سنەلرجە‬ ‫اوغراشمشدر‪ .‬دیانت ریاستی‪ ،‬بر چوق ابرام‬ ‫و اصراردن‬ ‫صوڭرە بو‬ ‫وظیفەیی‬ ‫کندیسنە قبول‬

‫قرآنە‬

‫ایتدرمشدی‪.‬‬

‫بایطاریە و اصالحات حیوانیە شهبەسی‬ ‫عمومی مفتش معاونلگنە تعیین اولوندی‪.‬‬ ‫ییرمی سنە بو وظیفەدە بولوندقدن صوڭرە‬ ‫باشقاسنە یاپیالن بر حقسزلق یوزوندن استیفا‬ ‫ایتدی‪ .‬حلقالی زراعت مکتبندە‪ ،‬حصوصی‬ ‫مکتبلردە ‪ ،‬دارالخالفە مدرسەلرندە ادبیات‬ ‫اوقوتدی‪ .‬دارالفنون ادبیات باش کاتبی‬ ‫اولدیپارچە نشر ایتدیگی شعرلر باآلخرە‬ ‫صفحات عنوانیلە کتاب حالندە باصلی کی‬ ‫بونلر یدی کتابدن عبارتدر‪ .‬ترجمە ایتدیگی‬ ‫اثرلرڭ بعضلری کتاب حالندە باصلمشدر‪.‬‬ ‫مقالەلری و ترجمەلرینڭ چوغی صراط‬ ‫‪.‬مستقیم‪ ،‬سبیل الرشاد قولکسیونالرندەدر‬ ‫کتاب حالندە شعرلرڭ برنجیسی صفحات‬ ‫عنوانلیدر‪ .‬بو کتاب ایسه اوچ بیڭ مصراعدن‬ ‫عبارتذو ‪ ٤٣‬پارچە شعر واردر‪ .‬اوچ دفعە‬ ‫باصلمشدر‪ .‬اوچونجی کتابی ایسە ‪ ۱٩٢٨‬دە‬ ‫‪.‬باصلمشدر‬ ‫ایکنجی کتاب‪ :‬سلیمانیە کرسیسندن در‪۱٥ .‬‬ ‫آغوستوس ‪ ۱٩۱٢‬دە یازیالن بو اثر درت‬ ‫دفعە باصلمشدر‪ ٥٥ .‬صحیفە اولوب‪ ،‬بیڭ‬ ‫‪.‬مصراعدن عبارتدر‬ ‫اوچونجی کتاب‪ :‬حقڭ سسلری ‪ ٣‬دفعە‬ ‫باصلمشدر‪ .‬بو کتابدە ‪ ۱0‬پارچە شعر‪٥٠٠ ،‬‬ ‫‪.‬مصراع واردر‬ ‫دردنجی کتاب‪ :‬فاتح کرسیسندە ‪ ٤‬دفعە‬ ‫باصلمشدر‪ .‬بو کتابدە ‪ ۱0‬پارچە شعر بیڭ‬ ‫‪.‬آلتی یوز مصراع واردر‬ ‫آلتنجی کتاب‪ :‬عاصم ‪ ٢‬دفعە باصلمشدر‪ .‬بر‬ ‫محاورەدن عبارت اوالن بو اثر ‪ ۱٣٩‬صحیفە‬ ‫‪.‬اولوب ‪ ٢٥٠٠‬مصراع دنعبارتدر‬ ‫یدنجی کتاب‪ :‬کولکەلر‪ ۱٩٣٣ :‬دە مصر‬ ‫دە باصلمشدر‪ .‬بو کتابدە ‪ ٤۱‬پارچە شعر و‬ ‫‪ ۱٥٠٠.‬مصراع واردر‬ ‫بو یدی صفحاتدەکی مصراع یکونی ‪۱٢‬‬ ‫بیڭ در‪. .‬صراط مستقیم و سبیل الرشاد دە‬ ‫مندرج اولدیغی حالدە صفحاتە آلنمیان بعض‬ ‫شعرلری دە واردر‪ .‬استقالل مارشی دە مللتڭ‬ ‫مالی اولدیغی ایچون صفحاتە آلنمامشدر‪.‬‬ ‫یدنجی صفحاتدن صوڭرە یایمالنمشدر‪.‬‬ ‫بونلردن باشقە یازیلب دە یایمالنمامش شعری‬ ‫یوقدر‪ ٢٠-۱٥ .‬یاشلرندە بازدیغی بیڭلرجە‬ ‫بیتلك شعرلرندن هیچ بر شی قالمامشدر‪.‬‬ ‫‪.‬هپسنی امحا ایتمشدر‬


‫‪yirmidört‬‬

‫‪ Rebiulevvel 1438‬ربيع األول‬

‫اسالم جغرافیاسندن خبرلر‬

‫پاکستان ده سیاسی قریز‬ ‫مخالفتڭ پاکستان باش باقانی ناواز شریف علیهنه ‪ ٢‬قاسمده‬ ‫دوزنلمەيى پالالدیغی یورویش اونجەسی‪ ،‬باش کنت اسالم آباد‬ ‫دە توم سیاسی میتینکلر‪ ،‬یورویوش و پروتستولر ‪ ٢‬آی سوریلە‬ ‫‪.‬یاصاقالندی‬ ‫پاکستان ایچ ایشلری باقانلغندن یاپیالن آچیقالماده‪ ،‬کوستری‬ ‫و یورویوش یاصاغینڭ باش کنته قومشو روالپیندی ده ده‬ ‫اویغوالناجغی بیلدیرلدی‪ .‬سوز قونوسی قرارڭ‪ ،‬پاکستان عدالت‬ ‫حرکتی (پ ت ِء) لیدەری عمران خانڭ‪ ،‬شریفی استیفا یە زورالمق‬ ‫ایچین باش کنتی “کیلیتلەمە تهدیدنده بولوندوغی ‪٢‬قاسمه صاییلی‬ ‫‪.‬کونلر قاله آلینمەسی دقت چکتی‬

‫اسرائلدن فلیسطینلی مللت وکیلنه کوز آلتی‬ ‫اسرائل عسکرلری‪ ،‬باتی شریعە نڭ کونیندەکی الخلیل کنتندە اوینی باصدقلری‬ ‫‪.‬فلیسطینلی مللت وکیلی عظظام سەلهبی کوز آلتینه آلدی‬ ‫فلیسطین اسالمی دیریلیش حرکتی نڭ (خاماس) فلیسطین پارالمنتویندەکی دگیشیم‬ ‫و اصالح بلوغندن یاپیالن آچیقالمەده‪ ،‬اویەلری سەلهبڭ اسرائل عسکرلری‬ ‫‪.‬طرفندن کوز آلتنە آلینەرق بیلینمەین بر یرە کوتورولدیگی بلیرتلدی‬ ‫‪.‬قونو یە ایلیشکین شو آنە قدر اسرائل طرفندن هر هانکی بر آچیقالمە یاپیلمادی‬ ‫عظظام سەلهبڭ کوز آلتنە آلنمەسیله برابر‪ ،‬اسرائل حپسحانەلرندەکی فلیسطنلی‬ ‫‪.‬پارالمنترڭ صاییسی سکیزە چیقمش اولدی‬


yirmibeş

Aralık 2016

Dürüstler ülkesi Burkina Faso Hayatın sakin, sessiz ve sıcak geçtiği Burkina Faso’da insanlarda sinir, stres, telaş, panik gibi durumlardan eser bulmak mümkün değil

Osman Atalay Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan ve nüfusunun büyük bölümü Müslümanlardan oluşan Burkina Faso’da, söz konusu yoksulluk durumu daha havalimanı binasına girildiğinde başlıyor. Betonarme, tek katlı, sıvası dökülmüş, Anadolu kasabalarındaki eski okullara benzer bu binada, pasaport kontrol görevlileri bizi birer metre yüksekliğinde tahtadan kulübe şeklindeki bankolarda karşılıyor. Henüz bilgisayara geçilmediği için ülkeye girişimiz deftere kaydediliyor. Vizemizi orada, ayaküstü alıyoruz. 1960’ta bağımsızlığına kavuşan ve bugün cumhuriyetle yönetilen Burkina Faso, “dürüst insanların ülkesi” anlamına geliyor. Batı Afrika’da bulunan Burkina Faso, 13 milyon nüfuslu ve 274 bin kilometrekare yüzölçümüne sahip; Mali, Nijer, Fildişi Sahili, Togo ve Gana ile komşu olan bir ülke. 1960’ta bağımsızlığını elde etmiş bir Fransız sömürgesi olan Burkina Faso, birçok Afrika ülkesi gibi maalesef açlık, kuraklık ve salgın hastalıklarla boğuşuyor. Ülkenin anadili Fransızca ancak bununla beraber birçok etnik dil de konuşuluyor. Senede iki mevsimin yaşandığı ülke yağmur mevsimini geride bırakırken sel baskınları kasaba ve köylere, tarlalardaki ekinlere çok büyük zarar veriyor. İnsanların tek geçim kaynağı hayvancılık. Tarım ise kuraklıktan en çok etkilenen alan. Toprakların sadece yüzde 10’u ekilebiliyor; sulama ise maalesef yağmur suyu ile gerçekleşiyor. Kuraklık, çiftçilerin korkulu rüyası haline gelmiş durumda. İnsanlar su ihtiyaçlarını ne yazık ki yağmur mevsiminin oluşturduğu gölet ve su birikintilerinden ne yazık ki geçici olarak karşılamaya

çalışıyor. Ve ne yazık ki bu yağmur suları aynı zamanda çocukların ve gençlerin oyun ve eğlence aracı oluyor. Kirli ve hastalık saçan yağmur sularına aldırış etmeden bu suyla sabah akşam yıkanan, suda yüzüp oynayan çocukların ve çamaşır olsun bulaşık olsun, yıkanacak neleri varsa hepsini bu toprak rengindeki bulanık yağmur suyunda yıkayan kadınların ülkesi Burkina Faso… Burkina Faso’da ortalama insan ömrü sadece 46 yıl. Sağlıksız koşullara ilave olarak ülkedeki doktor sayısının yok denecek kadar az olması; sadece bir üniversitenin ve sadece bir hastanenin bulunması, durumu hepten vahim bir hale sokuyor. Ülkenin kimi bölgelerinde 30 bin kişiye sadece bir doktor düşüyor… Elektrik köylerde pek yaygın olmasa da şehirlerde mevcut. Lübnan ve Fransız vatandaşlarının otel ve restoran işletmeciliği yaptığı bu

ülkeye gelen turistler kalacak temiz otel bulma problemiyle karşılaşmıyor. Sokaklar güvenilir, insanlar yabancıları seviyor. Özellikle de sabah ve akşamları insanların birbirlerine “İyi sabahlar!”, “İyi akşamlar!” deme alışkanlıkları dikkatimizden kaçmıyor. Nüfusun yüzde 60’ı Müslüman, yüzde 30’u Hristiyan ve kalan kesimleri ise yerel Afrika dinlerine inanan kişilerden oluşuyor. Farklılıklara rağmen Müslüman ve Hıristiyan aileler iç içeler; aynı mahallelerde oturuyor, aynı ortamları paylaşıyor, sıcak komşuluk ilişkileri geliştiriyorlar. Hristiyan ve Müslümanların birbirleriyle evlenmesi ise son derece yaygın görülüyor. Köylerde geçim tamamen tarım ve hayvancılıkla sağlanırken; şehirlerde yaşayanlar yurt dışından, özellikle de Çin, Fransa ve Fas gibi ülkelerden gelen ucuz giyim ve gıda malzemelerini satarak geçimlerini sağlıyor. Gençler genellikle radyo, ayakkabı, telefon kartı gibi ellerinde satılacak ne varsa çevrede dolaşarak bunları satmaya çalışıyorlar. Çocukların, ellerindeki tepsilerde ev yapımı hamur işi, bisküvi satarak aile ekonomisine katkı sağladığı ülkenin pazarlarında tane ile mevsim portakalı, dilimle karpuz ya da naylon poşetlerde su satın almak mümkün. Ayrıca insanların büyük bölümü

her yıl komşu ülkelerden Fildişi Sahili’ne ve Gana’ya çalışmaya giderek para kazanmaya çalışıyor ve ailelerine gönderdikleri para ile evlerinin eksiklerini gideriyorlar. Okuma-yazma oranının sadece yüzde 18’lerde olduğu ülkenin bu iç karartıcı durumundan istifade eden misyoner Fransız ve Amerikalı kuruluşlar, burada dil okulları açarak başarılı öğrencileri kendi ülkelerine götürüp okutmak için yoğun projeler geliştiriyorlar. Bu durum, sömürgeciliğin kesintisiz bir biçimde halen devam ettiğinin bir göstergesi… Hayatın sakin, sessiz ve sıcak geçtiği Burkina Faso’da insanlarda sinir, stres, telaş, panik gibi durumlardan eser bulmak mümkün değil. Ne olursa olsun her şeye tebessümle karşılık veren, son derece sıcakkanlı ve sempatik olan Burkina Fasoluların bu özelliği bizi hayrete düşürüyor. İyi niyetli, saf ve temiz insanların ülkesi olarak adlandırılan Burkina Faso, kuraklık, yönetim zayıflığı ve yoksulluğun getirdiği sıkıntıları maalesef tek başına aşacak gibi görünmüyor. Oysa yeraltı kaynakları açısından oldukça zengin olan Burkina Faso küçük altın madenleri, manganez, mermer, kireçtaşı, bakır, nikel, gümüş, çinko, fosfat gibi kaynaklarını maalesef yeterince kullanamamakta…


yirmialtı

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Sünneti ihyâ etmek -2 Tuhfetü’l - Ahyâr

Türk bayrağında haç’ın işi ne?

Abdülhay el-Leknevî

Şükrü Altın

6- Irbaz B. Sâriye Hadisi: Rasûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem) buzi vaaz etti/nasihatte bulundu. Sonunda şöyle buyurdu: “Benden sonra sizden kim yaşarsa, o, pek çok (dini) ihtilaflara şahit olacaktır. Binaenaleyh size gereken, sünnetime ve doğru yolum üzerinde bulunan halifelerimin sünnetine sarılınız. Bu sünnetlere (adeta) dişlerinizi (bir daha çıkarmamak üzere) batırınız.” Êbu Davut, Kitabü’s Sünned’te sünnete sarılmanın gereği babında rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizî, ilim babında rivayet etmiş ve hasen sahih olduğunu söylemiştir. 7- Enes b. Malik Hadisi: Yemenliler Raûlullah’a (Sallalahu aleyhi ve selem) gelerek; ‘bizimle birlikte bizlere sünneti ve İslam’ı öğretecek bir zat gönder’ dediler. Enes dedi ki, ‘Rasûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem) hemen Ebû Ubeyde’nin elinden tuttu ve “Bu ümmetin emini budur” buyurdu. Müslim, Kitabü’l-fezail’de, “Ebu Ubeyde b. Cerrah’ıh faziletleri babında rivayet etmiştir.” 8- Ebû Musa el-Eş’ari Hadisi: Raûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem) bize hutbe okuyarak sünnetlerimizi beyan ve namazımızı bize talim eyledi. Raûlullah’a (Sallalahu aleyhi ve selem) şöyle buyurdular: “Namaz kılacağınız zaman saflarınızı düzeltin. Sonra içinizden biriniz size imam olsun.” Müslim rivayet etmiştir. 9- Enes b. Malik Hadisi: Raûlullah’ın (Sallalahu aleyhi ve selem) ibadetini soran üç kişinin anlatıldığı rivayetin sonunda Raûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki,ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en takvalı olanınızım. Fakat ben, bazen oruç tutarım bazen tutmam, bazen namaz kılarım bazen dinlenirim ve kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. Buhari, Müslim ve Nesai rivayet etmiştir. 10- Hz. Aişe Hadisi: Urve şöyle demiştir: Ben Aişe’ye şunu sordum, “Yüce Allah’ın şüphesiz

Safa ile Merve Allahı’ın alametlerindendir. İşte kim o Beyt’i hacc ve umre kasdıyla ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yoktur. Kim gönüllü olarak (vacip olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükafatını görür). Çünkü Allah, taatlerin ecrini veren, hakkıyla bilendir” kavli hakkında ne dersin? Yemin ederim ki, Safa ile Merve arasınada sa’y etmemek hiç kimsenin üzerine bir günah olmaz, dedim. Bunun üzerine Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu, sen fena söz söyledin! Eğer bu ayetin manası senin tevil ettiğin gibi olsaydı, ayet ‘Safa ile Merve arasında sa’y etmemekte günah yoktur’ şeklinde olurdu. Şu kadar ki, bu ayet Ensar hakkında indirilmiştir. Raûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem), Safa ile Merve arasında dolaşıp sa’y etmeyi kendi fiili ile de sünnet kılmıştır. Artık bu iki tepe arasında dolaşmayı, yani sa’yi terk etmek kimse için caiz değildir.” Buhari, Müslim rivayet etmiştir. 11- Şeddad b.Evs ve İbn Abbas Hadisi: sünnet olmak erkekler için sünnet, kadınlar için bir şereftir.” Taberani ve Ahmed Müsned’inde, Ebü’l-Melih’in babasından rivayet etmiştir. Rivayet edilen üç tarikle de isnadı zayıftır. 12- Ebu Said el-Hudri Hadisi: iki kişi bir yolculuğa çıktılar. Namaz vakte geldi ama yanlarında su yoktu, temiz toprakla teyemmüm edip namazlarını kıldılar. Bilahare vakit çıkmadan suyu buldular. Birisi abdesini ve namazını iade etti, öbürü ise iade etmedi. Sonra Raûlullah’a (Sallalahu aleyhi ve selem) gelip durumu anlattılar. Raûlullah (Sallalahu aleyhi ve selem) iade etmeyene: “Sünnete uydun namazın sahihdir”, abdest alıp namasını iade edene de, “Senin de ecrin iki kattır” buyurdu. Ebu Davut ve Nesai rivayet etmiştir. Allame Ali el-Kari, el-Mirkat’ında, Raûlullah’ın (Sallalahu aleyhi ve selem) sünnete uydun ifadesine ta’lik olarak öyle demiştir: Devam edecek...

Midhat Paşa dine, milli örf ve geleneklere aykırı davranışlarını sürdürmekten vazgeçmeyecekti. Batının adamı olan bu minik adam adeta devleştirilmişti. Yaptıkları ilk değildi, son da olmayacaktı... Daha öncesinde de Midhat Paşa’nın vatan ve bayrağa ihanet sayılacak bir hareketi söz konusu olmuştu. Türk milletinin kutsalı olan Türk bayrağına koca bir haç taktırma faciasını yaşatan da ta kendisiydi. Bu hareketiyle İstanbul sokaklarında ot gibi üreyen misyonerlerin ekmeğine de yağ sürmüştü. Midhat Paşa’nın Tuna valiliği yaptığı yıllardı. Avusturya Hariciye Nazırı, Balkanlarda Müslüman düşmanlığı yapıyordu. Yayınladığı bildiride Bosna-Hersek Müslümanlarının Hristiyan bir devlete bağlanamayacağını ve hilalle haçın bir arada barınamayacağını iddia ediyordu. Tuna Valisi Midhat Paşa da bu gavurun iddiasını yalanlamak için bir bölük askerin önünde, tabur bayrağındaki hilalin yanına haç taktırıp sokaklarda dolaştırmaktan çekinmemişti. Güya amacı Müslümanlarla Hristiyanları birbirine kaynaştırmaktı. Keşke, Türk bayrağındaki hilalin önüne haç ilave edecek derecede milli şuur yoksunu Midhat Paşa’ya “Bu ne büyük bir hainliktir? Hilal neyi temsil eder? Bu ne menem bir davadır?” diye sorabilsek. Midhat Paşa’nın Avusturya hariciye nazırından ne farkı vardı? Burada yapılan sadece Türk bayrağına basit bir haçın girmesi olayı değil, İslam sembolü hilalin yıldızının ortadan kalkmasıdır. Midhat Paşa bu hareketiyle kimlere hizmet etmişti? Tarih boyunca ikinci bir misali daha bulunmayan bu olay duyulduğunda kuşkusuz Müslümanları çok üzmüştür. Midhat Paşa cihadın ve Müslümanların sembolü olan kendi sancağına haç takarak kirletmiştir. Oysaki bayrak ve sancak bir milleti millet yapan en önemli unsurdur. Midhat Paşa’nın benzer ihanetleri siyasi hayatının her safhasında görülmüştür. Bayrak olayına aşırı tepkiler gelmesi üzerine kendisini bir süre gizlemeye çalışsa da pek muvaffak olduğu söylenemez. Çünkü o, ittihatçıların sahte kahramanıdır. Bu milleti İslam’dan uzaklaştıracak ve Hristiyan yapacak derecede

haindir. Bu görev için seçilmiştir. İçki masalarında kendini kaybeden bu şahıs, Müslüman ve Türk düşmanları tarafından kahraman ilan edilmiş ve onun ismi üzerinden düşmanlıklar sürdürülmüştür. Üstelik daha masonlar hesabına çalıştığından bahsetmedik. O dönemin kahramanları olarak takdim edilen ve günümüzde de hâlâ dört başı mamur büyük adamlar olarak övgüyle anlatılan Namık Kemal, Ziya Paşa ve Midhat Paşa gibi şahsiyetler masondur. Hem de yüksek dereceli masonlar... Ama ne yazık ki bunlar günümüzde de hâlâ birer kahraman olarak tanıtılmakta, okul kitaplarında her üçünden de takdirle bahsedilmektedir. Birçok şehrimizde heykelleri dikilmiştir. Oysa üçü de o zamanki üst aklın içimize soktuğu kişilerdir. Demek ki günümüzde olduğu gibi o dönemde de üst akıl diye tabir edilen güçler bizi bize yönettirmek istemiyordu. Dün de bugün de savaşlarını sinsice devam ettiriyorlar. Tanzimat’tan önce çalışmalarını sinsice yürüten Haçlı piyonları, Tanzimat’tan sonra İslâm’dan uzaklaşma hareketlerini göstere göstere açıktan yapmaya başlayıp İslâm’a düşmanca saldırılarına devam etti. Bu devrin meşhur şairi Ziya Paşa, “İslâm imiş devlete pâbend-i terakki, Evvel yoğ idi, iş bu rivayet yeni çıktı” beyitinde olduğu gibi, yazılarıyla açıkça propaganda yapıyordu. Kanun-i Esasi hazırlanma komisyonunda Ahmet Cevdet ve Rüştü paşalar padişahın haklarını korumaya özen gösterirken; Batı yanlısı Midhat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal, padişahın tüm yetkilerini elinden alma derdindeydi. Keza müzakereler sırasında Cevdet Paşa ile Midhat Paşa arasında oldukça sert münakaşalar yaşanmıştı. Kendini gizlese de, açık açık söylemese de Batı ve Hristiyanlık hayranı olan Midhat Paşa, üzerinde çalıştığı anayasa ile Sultan II. Abdülhamid’in bütün nüfuz ve yetkilerini kaldırıp ülkeyi Avrupa’nın müşterek kefaleti altına sokmak ve Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını bütünüyle ortadan kaldırıp o dönemin süper gücü İngiltere’ye dayanmak istiyordu. Hatta akıl hocası Ermeni hukukçu Odyan Efendi’yi İngiltere’nin başkentine göndererek


yirmiyedi

Aralık 2016

taslak metinler üzerinde çalışma yaptırmıştı. Kanun-i Esasi hazırlama çalışmalarında nazırları en çok rahatsız eden mesele hilafet ve saltanat makamına yapılan saldırılardı. Bu durum Padişah tarafından da fark ediliyordu. İçeriden ve dışarıdan gizli odaklar boş durmuyordu. Mir’at-ı Hakikat isimli eserin yazarı Mahmud Celaleddin Paşa’nın ifadesiyle Batılı devletler, Devlet-i Âliyye’yi küçük parçalara bölmek ve sonra da ortadan kaldırmak istiyordu. İkinci mesele ise o günlerde İstanbul’da toplanacak uluslararası konferansta Osmanlı Devleti’nin başarılı olup olamayacağıydı. İngiltere hükümetinin teklifiyle yapılan konferansla Çarlık Rusya’sının Balkanlardaki saldırganlığının önü kesilmek mi isteniyordu? Acaba... Kanun-i Esasi’yi hazırlayan komisyon haftada iki gün muntazaman saraya gelerek çalışmalarına devam ediyordu. Midhat Paşa sık sık komisyon üyeleriyle irtibattaydı. Sultan II. Abdülhamid de hazırlanan maddeleri görüyor, bunlar üzerinde bizzat düzeltmeler yapıyordu. Komisyon üyelerinden birçoğu özellikle hünkarın iyi niyetini şüphelendirmeyecek şekilde çalışıyordu. Yalnız, Midhat Paşa’nın zihnini bir madde sürekli meşgul ediyordu. Bu da 113’üncü maddeydi. Sultan Abdülhamid üzerinde birkaç düzeltme yaptıktan sonra bu maddenin son fıkrasını şu şekilde yazdırmıştı: “Hükümetin emniyetini ihlal ettikleri ve idareyi ele geçirme teşebbüsünde bulundukları tahkikat sonucu anlaşılanların Osmanlı hudutları dışına sürülmeleri veya ağır cezayla cezalandırılmaları münhasıran Zat-ı Hazret-i Padişah’ın yetkisindedir.” Sultan Abdülhamid’in kırmızı kalemle bu şekle getirdiği bu fıkra Midhat Paşa’nın bir türlü hoşuna gitmemiş, bu maddeyi kaldırmak için kendisini ikna etmek istemişti. Fakat Sultan Abdülhamid her defasında, “Asla olamaz! Ben bugün böyle, yarın şöyle hareket etmeyi sevmem. Daha dün memleketin asayişini tehdit eden Gürcü Şerif, Dağıstanlı Muhiddin ve arkadaşlarını bana sürdürdünüz. Eğer yapılan bu iş doğru değilse bana niçin yaptırdınız? Yok eğer doğru ise bu maddeyi çıkarmaya niçin çalışıyorsunuz? Biz kişilere göre değil, devletin bekasına göre kanun maddesi hazırlamak zorundayız. Mademki mesele memleketin asayiş ve emniyetini korumaktır, bu da herkesten fazla benim vazifemdir” diyordu. Sultan II. Abdülhamid, saltanatını sulandırmak isteyenler için kullandığı en kuvvetli silahı kemal-i maharetle ele geçirmişti. İleride başına gelebilecekleri görebiliyordu. Her türlü vatan ve millet haini her yaptıklarını demokrasi ve özgürlük maskesi altında serbestçe yerine getireceklerdi. Aslında 113’üncü madde bir Yahudi dolabıydı.

Hüsn-i Hat Sanatı - 4 Hattat’da aranılan vasıflar Hattat-Ressam/Mesut Dikel

Hattatlık şartlarına riâyet eden­lerin hattat olması lâzım gelirse de, bâzı vasıfları hâiz olması da bu san’at da aranılan hususiyetlerdendir. Bunları şöylece hulâsa edebiliriz: Bir hocadan icazet almış olmak, es­tetik değeri bulunan muayyen bir veya birkaç yazı ile uğraşmayı âdet edinmiş olmak, kalemini kötü şey­lere âlet edinmemek. Rûhâniyetini öldüren maddî ve manevî süfliyet­lerden uzak bulunmak. Kendisinden yazı tahsîl etmek isteyenlere şefkat­li, edebli, sabırlı ve cömert olmak, hakem mevkiinde bulunduğu zaman hakkı söylemekten çekinmemek, kendisine tevdî’ edilen bir sırrı ifşa etmemek, ne medihlerden gurura, ne de tenkidlerden inkisara kapıl­mayıp hak ise kabul, değilse affet­mek, sözüne sâdık, ahdine vefakâr olmak bu san’at da feyz almanın gizli sebeblerindendir. Nitekim, bu san’atın üstadları verdikleri derslerden dolayı talebe­lerinden ücret almamayı, hep para­sız öğretmeyi bir ibâdet olarak na­zara almışlar ve san’at ahlâkının ge­rekçelerinden

saymışlardır. Fakîr olanlar bile buna riâyetten ayrıl­mamışlar, sonraları resmî mektebler­ de maaşlı yazı hocalığı yapanlar bi­le resmî vazîfeleri dışında kendileri­ ne arz­ı hâl edenlerden ücret mu­kabili bir şey almayı zillet addetmiş­ ler, hattâ hediye bile almaktan çe­kinen zengin kalbii, deryâ­dîl üs­tadlar çok görülmüştür. Talebelerine meccânen kâğıd, kalem, mürekkeb ve güzel yazılar vermek suretiyle şefkat ve yardımlarını gösteren üstadlar da vardır. Güzel yazıdaki cemiyet ahenginin verdiği içtimaî derslerden birisi de, hattatlara; al­maya değil, vermeye merak etmek büyüklüğünü telkin etmiş bulunma­sıdır diyebiliriz. Tuhfe­i Hattâtîn’de şunlar kay­dolunmuştur: “Bir hat üstadı kötü huylu olup da, yazı öğretmekte za­yıf talebelere eziyet ediyorsa, yok­sulluğa düşer... Kaldı ki, bildiğini saklayan muallimin ağzına, ateşten gem vurulur” mealinde bir Hadîs, Şifây­ı Şerîf’de yazılıdır. Şu hâlde, muallim tövbe ile Allah’a sığınıp, hâlis niyetle cehaleti yok etmeye ve Hat İlmi’ni yaşatmaya çalışmalı­dır”. Yine o eserde şöyle denilmiş­tir: “Kalem ehli, Hakk’ın emîn ve vekîl kullarıdır. Hat ve kitabet ile uğraşanlar da âlimler sırasında sayı­lır. Hat San’atının ilim olduğu, ‘kalemle öğretti’ Hak sözünden anlaşılır” Gerçekten, “Allah güzeldir, güzeli sever.” Hadîs­i ­ Şerifine imtisâlin ehemmi­yetini ve kıymetini takdîr eden bir hattat, yaşamanın fazîleti ya­şatmak olduğunu yazılarında fiilen tadar ve yaşatmaya çalışır. Allah’ın Kalem suresi 1. âyetinde kalemler, yazılar ve yazanlar hak­kındaki kaseminin mânâ ve şü­ mulünü, bütün güzelliğiyle güzel yazılarında yaşatmava koyulur. Bu suretle hattatlar, o “nun”un, o kasem edilen şeylerle şerh ve tefsîrini yap­maya çalışmışlar, müfessirlerin el sürmedikleri bir sahada kalemlerini öyle kullanmışlardır ki, ne bir puta tapmışlar, ne de o güzel yazılarını put” diye tanıtmayı düşünmüşlerdir. Kendilerini Allah’a vermişler, amel­lerinin hakîkî müşterisi olarak an­cak O’nu seçmişler, ne yapmış ve yazmışlarsa O’nun adını yüceltmek, rızâsını kazanmak için yapmışlar ve yazmışlardır. Nihayet, kendilerini ve amellerini, kefenlerini ve mezar­larını, taşlarını ve Fatihalarını kendi elleriyle güzel yazılarına nakş ve defnetmişler; gelecek nesillere de birer emânet olarak bırakmak sure­tiyle, onları insanlık imtihâniyle de başbaşa bırakıp, ebediyyet semâla­ rının ufukları arkasına uçup uçup gitmişler ve şu fânî kubbede de bi­rer hoş sadâ olmuşlardır. Allah cüm­lesine gani gani rahmet eylesin. Medeniyet Aleminde Kalem Güzeli 1. Cild Syf. 156-157


yirmisekiz

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Hikaye Düzen

3.Bölüm

Servet Aydemir Bazen o kitaplardan bazılarının arkasında yayınevinin diğer kitaplarının yazılı olduğu listeye iç geçirerek bakar, o listedeki kitapların sadece isimlerinden bile meraklı tahminlerde bulunmaya çalışır ve türlü hayaller kurardı: “Denizler Altında 20.000 Fersah”… Kim bilir hangi deniz canavarlarıyla karşılaşmış olmalıydılar! “Define Adası”… Bu kitaptaki kahraman muhtemelen korsanlara karşı savaşıyordu. Ah, keşke o da öyle bir adada olsaydı ve o kahramanla birlikte maceradan maceraya koşsaydı! … Ne bulsa okuyordu Çocuk. Fakat kitap ve dergi demek para demekti, hatta onun için büyük para demekti. Galiba babası için de öyle olmalıydı ki kitaba dergiye harcayacak paraları olmuyordu. Tıpkı bisiklete, lunaparka, sinemaya ve Çocuğun dillendirmese de için için hayalini kurduğu diğer şeylere olduğu gibi… Hem parası olsa niye vermesin di ki babası? Hayat Bilgisi dersinde öğretilmeyen ama aklı ermeye başladığında hayat hakkında ilk öğrendiği şeylerden biri olan “altı boğazı doyurmanın hiç de kolay olmadığı” gerçeğini iyi belleyen Çocuk, bu gibi hallerden dolayı babasını suçlamaz ve onu anlardı. Üstelik anne babasını da sayınca sekiz boğaz ediyordu, kolay mıydı öyle! Bu yoksulluk hali bazen içini burksa da, Çocuk vaziyete kahretmek ya da hayıflanmak yerine kendince çareler aramaya koyulmuş, bu yoldaki dokunaklı azim ve gayreti onu elde olanla mucitlik yapmaya itmişti: Mesela, artık oynanmaya mecali kalmamış tek tük plastik oyuncak arabaları dışında hiç oyuncağı yoktu ama karpuz kabuklarından ve ay çekirdeği saplarından neler yapıyordu neler! Kağnılar, arabalar, leğende yüzdürdüğü gemiler… Biraz çabuk pörsüyüp birkaç oyundan sonra kullanılmaz hale geliyorlardı ama hiç mesele değildi. Ne de olsa malzemesini bulmak kolaydı ve o oyuncakları tekrar tekrar yapmak onlarla oynamaktan bile daha zevkliydi. Ne var ki işin oyuncak kısmını çözmek zor olmuyordu ama para kazanma kısmı öyle miydi ya! Çocuk, mahallede sağda solda gez dolaş toplayıp biriktirebildiği hurdaları mahalleye kırk yılın başı uğrayan hurdacıya satıyor ve soluğu evlerine birkaç kilometre uzaktaki kitap-kırtasiye dükkânında alıyordu. Böyle böyle birkaç kitap ya da dergi satın alabiliyordu ve bunu kendi çabası ve parasıyla yapabilmenin hazzı ve de aldıklarının kıymeti bambaşkaydı. Yine de bunlar ona yetmiyordu. Hatta o kadar ki, bir seferinde yolda çamurun içinde bulduğu yarım-yırtık bir dergiyi alıp eve getirmiş ve sobanın kenarında kuruttuktan sonra çamurlarını özenle temizleyip tekrar tekrar okumuştu. Okumayı öğrendikten sonra Çocuğun resme düşkünlüğü azalmamıştı azalmasına ama artmamıştı da. Yeteneği törpülenmemiş, hatta za-

manla el becerisinin artmasıyla daha da keskinleşmişti: Üçüncü sınıfın Kasım ayının sonuna kadar, yaptığı resimler daima okulun panolarını süsledi durdu. Hemen her seferinde öğretmenlerce sınıf arkadaşlarına “örnek resim” olarak gösterildi. Hiçbir resmini yüksek not alma fikriyle çizmiyordu ama galiba bu yüzden hiçbir resminden “iyi” bile almamıştı. İlkokulda bütün dersleri hep “pekiyi” idi, ama resim dersi her zaman “yıldızlı pekiyi” olmuştu. Esasen çocuk resim yapmayı ve kitap okumayı birbirinden pek de ayrı görmüyordu. Her ikisi de benzer büyülü yolculuklardı onun için. Birinde gördüklerini kâğıt üzerinde, diğerinde ise kafasının içinde canlandırıyordu ve her ikisi benzer güzel hisler veriyordu ona. Yaptığı resimler kâğıtta, okuduğu kitaplar ise aklında canlanıyordu. Hem de en güzel renkleri ve ona eşsiz gelen kokularıyla birlikte. Kâğıt, mürekkep ve bazen de boya üçlüsü kitapta veya dergide buluştuğunda nasıl olup da böyle eşsiz bir koku yayabiliyordu ki? Ve neden bu kokudan deli gibi hoşlanan başka birileri yoktu? İşte böylesi bir yalnızlık yüzünden Çocuk, sanki kabahatli gibi, bu kokuyu sevdiğinden ve benzeri hallerinden bahsetmeye utanıyordu. Ve bir gün Çocuk, kalbinin heyecanla küt küt atmasına sebep olan, kendisi için çok ama çok büyük bir fırsatı dokuzuncu yaşının sonbaharında, üçüncü sınıfta okurken hiç ummadığı bir şekilde karşısında buluverdi: 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle okulda bir resim yarışması düzenlenmişti ki bu okulda ilk kez olan bir şeydi. Yarışmanın ödülü ise -sıkı durun- “kitap seti” idi! Zaten “ödül” kelimesi bile -tıpkı “sürpriz” gibi- tek başına Çocuğun dünyasındaki o özel kelimeler arasındaki müstesna yerini almışken, kim bilir kaç tane ve türlü türlü kitapların olduğu bir kitap setine karşılık gelmesi ne demekti Allah aşkına! Kim bilir kaç kilo hurda ederdi o kitap seti! Tek seferde taşıyamayacak kadar olduğu kesindi. Çocuk ödülü düşündükçe heyecandan yerinde duramaz olmuştu. Yarışmanın konusu “Öğretmenleri en iyi anlatan resim” olarak belirlenmişti. Yarışmaya her sınıftan bir resim katılacaktı. Beklenildiği üzere sınıfı temsilen yarışmaya katılmak için onu seçmişti öğretmeni. Bu durum Çocuk için elbette hoş ve gurur vericiydi ama “sürpriz” de değildi. Ne var ki onu kamçılamak yerine, küçük omuzlarına ummadığı bir şekilde görünmez bir ağırlık yüklemişti. Değil mi ki öğretmeni doğrudan onu seçmişti ve değil mi ki ucunda bir kitap seti vardı; bu yarışmayı mutlaka ama mutlaka kazanmalıydı! Aslında buna fazla şüphesi de yoktu; öğretmeninin ona olduğu gibi, onun da bu konuda kendine güveni tamdı. Ama yine de içinde beliriveren kaygıya engel olamadı: “Ya kazanamazsam?” ... Devam edecek

Vatanı sevmek imandandır - 2 Mustafa Yazgan “Vatan’’ devlettir, millettir, bayraktır, şandır, şereftir. Şairlerimiz, birer volkan gibi “vatan aşkı’’nın ateşiyle coşup, taşıyorlar. Ne diyorlar? Birliğe, dirliğe, mutluluğa çağırıyorlar: Diler isek, vatan olsun asude, Evvelâ lâzım, olalım yek vücut, Derdimiz birdir bizim, ağlar yürek, Her cihette dermanı bizden gerek. Birâder-i kalb-i pâk, Edelim biz ittifak Sevgili vatan için Eyleyelim sine çak (göğsümüzü parça parça edelim) Âşık Ali Pesendi Âşık Veysel’imiz, sazıyla, sözüyle diyor ki; Vatan sevgisini içten duyanlar Sıtkı ile çalışır benimseyerek Milletine, Ulusuna uyanlar Demez neme lazım, neyime gerek Her ferdin hakkı var, bizimdir Vatan Babamız, dedemiz döktüler al kan Hudut boylarında can verip yatan Saygıyla anarız, şehit diyerek Vatan aşkı ile çalışan kafa Muhakkak erişir öndeki safa Tesir nüfuz olur her bir tarafa Herkes onu büyük tanır severek Olmak istiyorsan dünyada mesut Hakka halka yarayacak bir iş tut Çalıştır oğlunu, kızını okut İnsan olmak için okumak gerek Vatan bizim, ülke bizim, el bizim Emin ol ki her çalışan kol bizim Ayyıldızlı bayrak bizim, mal bizim Söyle Veysel öğünerek, överek. Bir başka “Vatan aşığı’’ mısralarında “Vatan türküsü’’nü dile getiriyor; Güneşin başka doğar, Ay’ın bir başka, Şehrin başka güzel, köyün bambaşka, Ay yıldızlı bayrak getirir aşka..... Dünyada bulunmaz eşin TÜRKİYEM. Canım sana kurban, canım TÜRKİYEM Tarihin var, tarihlere sığmayan, Pişman olur sana, dostun olmayan, Adaletin, insanlığa yön veren.... Dünyada bulunmaz eşin TÜRKİYEM. Canım sana kurban, canım TÜRKİYEM Muzaffer ordun, dillere destan, Uğruna yazar, binlerce destan,


yirmidokuz

Aralık 2016

Milletin kahraman, Soyun kahraman.. Dünyada bulunmaz eşin TÜRKİYEM. Canım sana kurban, canım TÜRKİYEM Kars’ın başka güzel, İzmir’in başka, Erzurum başka güzel İstanbul başka, Bezilir mi, sana duyulan aşka… Dünyada bulunmaz eşin TÜRKİYEM. Canım sana kurban, canım TÜRKİYEM Yılmaz Çelik

Kur’ân meâli yakıldı mı? Yusuf Turan Günaydın

Çok sevgili gönüldaşım, rahmetli Abdurrahim Karakoç vatanımızın binbir gâile içinde hüzünlendiği yıllarda, o hüznü yaşarken “anadolu’’ demiş; Seni çok sevenler(!) çok örseledi Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Açların çalıştı, tokların yedi Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Yanan hep sen oldun, yakılan sensin Ruhuna çiviler çakılan sensin Şekilden şekile sokulan sensin Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Sınırlar çizildi rüyalarına Yasaklar konuldu dualarına Hangi sesler hâkim semalarına Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Ahlat’ın, Afşin’in, Söğüt’ün mahzun Evladın, âşığın, yiğidin mahzun Tebessümün mahzun, ağıdın mahzun Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Metrûk manastırlar ihya olmakta Hüzün, camilere mahya olmakta Yadlar başımıza kâhya olmakta Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Üzerinden hak, adalet silindi Hayâ zırhı delik delik delindi Bu zelil duruma nasıl gelindi? ! . Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Dün şehit kanıyla sulanan sensin Bugün alkollere belenen sensin Düşmandan sadaka dilenen sensin Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Şehit torununa “ sen sus diyorlar “ Vatan sevmek bize mahsus diyorlar Her taraf toz-duman, kâbus diyorlar Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. Hariçten gelenler köprüyü tutmuş Dost karşı kıyıda seni unutmuş Hınzır yeller yaprakların kurutmuş Oy güzel vatanım, oy Anadolu.. “ Biraz azim, biraz gayret ederim ha “ Delinir karanlık, sabretderim ha “ Şanlı mazi döner elbet ederim ha Oy güzel vatanım, oy Anadolu.”

Mehmet Âkif’in Mısır günlerini tahsis ettiği Kur’ân Meâli çalışmasına ait ana nüshaların, ölümünden sonra yakıldığı hususunda hemen herkes müttefik görünmektedir. Buna rağmen durumu şüpheyle karşılayanlar da yok değildir. Fakat şüpheci yaklaşım popüler olamamıştır. Meâl’in yakıldığına dair en net ifadeleri şüphesiz M. Ertuğrul Düzdağ’ın “Mehmet Âkif: Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli” adlı eserinde buluyoruz. Düzdağ, bu ifadelerinin dayandığı kaynakları bütün ayrıntılarıyla göstermiş, bol miktarda hâtırat iktibasıyla da söz konusu düşünceyi kuvvetlendirmiştir. Onun bu çalışması aynı zamanda konuya farklı boyutlar katabilecek son derece ilgi çekici ayrıntılar da barındırıyor. Ayrıca Âkif’in ölümünden sonra Meâl’in yakılmasına giden sürecin kronolojisini de Düzdağ’ın eseri vasıtasıyla izleyebiliriz. Meâl için kronoloji Mehmet Âkif 20 Aralık 1873’te doğdu ve 27 Aralık 1936’da öldü. Meâl çalışmalarına başlayıp bitirdiği Mısır’a Ekim 1925’te gitti. 17 Aralık 1929 tarihli bir mektubunda meâli bitirdiğini bildirdi. Mısır’dan Haziran 1936’da Türkiye’ye; İstanbul’a döndü. Türkiye’ye dönerken aynı tarihte Meâl’i çok güvendiği Mehmed İhsan Bey’e teslim etti. (Haziran 1936) Mısır’dan döndükten yaklaşık yedi ay sonra hasta döşeğinde öldü (Aralık 1936). Meâl’i Haziran 1936’da teslim ettiği Mehmed İhsan Bey 15 Temmuz 1961 tarihinde öldü. İhsan Bey Haziran 1936’dan Temmuz 1961’e kadar geçen yirmi beş yıllık zaman dilimi içinde Meâl’i yakmadı. Üstelik bizzat el yazısıyla bir nüshasını daha çıkardı. Fakat Meâl’i soranlara yaktığını söyledi. Ölümünden birkaç gün önce oğlu Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çağırarak Meâl’i muhafaza ettiği yeri gösterdi ve bir türlü yerine getiremediği vasiyeti yerine getirmesini (yakmasını) istedi. (1961) Ekmeleddin İhsanoğlu, yanına Şeyhülislâm Mustafa Sabri’nin oğlu İbrahim Sabri’yi ve Ezher’de okuyan Türk talebeleri de alarak hem Âkif’in hatt-ı destiyle yazdığı hem de babasının istinsah ettiği ikinci nüshanın bulunduğu çekmeceyi açtı ve İbrahim Sabri’nin ısrarına karşı koyamayarak Meâl’i yaktı(rdı). (1961)

Düzdağ, Meâl’in yakılma tarihini gün ve ay olarak tespit edememişse de bu işlemin Mehmed İhsan Efendi’nin öldüğü Temmuz 1961 tarihinde gerçekleştirildiği net olarak görülüyor.

Sorular

Yukarıdaki kronoloji akla bazı sorular getirmektedir: Meâl’in yakılma gerekçesi olarak gösterilen “Türkiye’de, Türkçe ibadet maksadıyla kullanılacak olmasını” Âkif’in ölüm tarihi olan 1936 yılında hâlâ söz konusu edilebilecek bir vâkıa olarak kabul edersek, yakma işlemi neden böyle bir girişimin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı 1961 yılında gerçekleştirilmiştir? Acaba Âkif’in böyle bir vasiyeti yoktu da yakma işlemine bir gerekçe aranıldığında cevap teşkil etmesi amacıyla mı ortaya atıldı? Âkif’in yakma işlemi için yazılı bir vasiyetinden hiçbir kaynak söz etmiyor. Öyleyse vasiyetlerin ciddiyet ve hukuki bir mesnet kazanabilmesi için yazılı olarak bırakılması İslâmî gelenekte de var olan bir hususken Âkif bunu neden ihmal etmiştir? Yoksa bir vasiyeti yoktu da Âkif’in katıldığı çeşitli sohbet ortamlarında yukarıdaki endişe zaman zaman dile getirilmekle mi kalınmıştı? Tam bu noktada Âkif’in, meâlin Türkçe ibadette kullanılacağı yönünde bir endişesi olup olmadığı dahi sorgulanabilir gözüküyor. Çünkü Mısır’dan dostlarına yazdığı mektuplarda sık sık meâl işine kendini tam anlamıyla verdiğini ve hatta bu sebeple ‘şairliğe veda ettiğini’ vurgulamaktadır. Mısır günlerinde meâl işine kendini bu kadar vermişse böyle bir endişeye kapılmadığı anlaşılıyor ve -üstelik bu endişeyi duymasının en fazla mümkün olduğu yıllarda- meâli bitirmek için neden bu kadar uğraştığı sorusu cevapsız kalmıyor mu? Böyle bir endişe taşısaydı meâli bitirebilmek için bu derece çalışır mıydı? Üstelik Düzdağ’ın Ruhi Naci Sağdıç’tan naklen verdiği bir ayrıntıya göre Âkif tercümeyi ilerlettikçe kısım kısım Ahmet Hamdi Akseki’ye göndermiş ve bir de onun ve arkadaşlarının gözden geçirmelerini istemiştir. Bu durumda söz konusu endişeyi taşıyan Âkif, bir de o tarihlerde Diyanet İşleri Başkanı olmasa da diyanet çevresine mensup bir sima olan Akseki’ye Meâl’ini kontrol için neden gönderiyordu? Ruhi Naci de Âkif’in -o tarihlerde bir imamın namazda Türkçe meâl okumaya kalkışması türünden bir habeDevamı arka sahifede


otuz

ri duyunca- meâlin müsveddelerini bile geri istemiş olduğunu ve bir daha da kontrol için metin göndermediğini Hasan Basri Çantay’dan aktararak anlatıyor. Fakat böyle münferit bir vakanın Âkif gibi “devlet umûru görmüş” bir adamda o türden bir endişeyi doğurması söz konusu olabilir mi? Doğrusu gösterilen bu sebebin kamuoyunu ikna edebilmesi zordur. Burada Âkif’in 2012 yılında ilk baskısı yayınlanan kısmî Kur’an Meali’nin kontrol için Akseki’ye gönderilmiş nüshalardan daktiloya çekildiğini düşünebiliriz. Her ne kadar Meâl’in girişinde bu daktilo nüshanın Mustafa Runyun’a nereden geldiğinin bilinmediği belirtiliyorsa da -Türkiye’ye yukarıda açıklanan yolun dışında hiçbir şekilde giremeyeceğine göre- bu metin ancak Âkif’in Türkiye’ye kontrol için gönderdiği kısmî metinlerden üretilmiş olmalıdır. Dolayısıyla Âkif’in Mısır’dan gönderdiği metinler ilk kez A. Hamdi Akseki’nin eline geçtiğine göre asıl nüshalarının veya bir kopyasının Diyanet İşleri Başkanlığı arşivinde muhafaza edilmiş olması ihtimal dâhiline giriyor. Konuyla ilgili olarak bir televizyon programının ancak birkaç sene evvel internet ortamına verilen kayıtlarında rastladığımız bir anekdot ise Âkif’in Meâl’inin kısmen değil, hatta bütünüyle Türkiye’de bulunduğunu düşünmemize imkân sağlamaktadır. Söz konusu anekdot M. Akif İnan’ın Kanal 7’de düzenlediği sanat programına konuk olan Mustafa Âsım Köksal Hoca’yla sohbetinde dile getirilmiştir. M. Âsım Köksal, kendisine Âkif’in Meâl’inin yakıldığına dair genel kabul görmüş bilgiyi aktaran M. Akif İnan’a aynen şöyle demiştir: “Yakmış değildir… Çünkü o kadar hizmet yakılmaz.. Hatta Eşref Edip gidiyor, ‘Hemen götüreyim ben bunu bastırayım’ diyor. Ona verip de istismar ettirmek istemedi. ‘Ben onu biraz daha düzelteceğim ve ipek kağıda eski harflerle bastırıp yayacağız’ dedi ve onu reddetti. Meâli Mehmed İhsan Efendi’ye bırakmış ve ‘Ben ölürsem yak’ demiş

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

gûyâ. Hâlbuki yanmamıştır o kitap, daha duruyor. Günün birinde inşallah ortaya çıkacak. Çünkü böyle bir hizmet, ağır bir suç teşkil eden yakma işiyle olmaz (ortadan kaldırılamaz).” M. Asım Köksal, İhsan Efendi’nin meâlin yakıldığı söylentisini uğrayacağı baskılardan korunmak için yaydığı kanaatindedir. Dolayısıyla Meâl’in Türkçe ibadette kullanılacak olduğu için Âkif tarafından teslim edilmediği düşüncesi, kendisi de bir Diyanet mensubu olan Köksal Hoca’nın açık ifadelerinden sonra iyice havada kalıyor. Üstelik yine Düzdağ’ın aktardığı anekdotlara göre Âkif’in meâli teslimde gecikmesi sebebiyle Elmalılı M. Hamdi Yazır, Âkif’le aynı zaman diliminde başladığı Kur’ân tefsirinin içine her âyetin meâlini de ayrıca koyarak bir nevi bu meâl ihtiyacını karşılamış oluyordu.

Ayrıntılardan sonuca

Konunun ayrıntıları oldukça fazladır. Verileri birleştirdiğimizde oluşan kanaatimizi yukarıda tafsilatlı bir biçimde anlatmaya çalıştık. Dolayısıyla net olarak söyleyebiliriz ki, Âkif Türkiye’de meâlin ibadet metni olarak okutulacağını kesin olarak bilseydi belki böyle bir çalışmaya hiç girişmezdi ama sadece söz konusu sebepten dolayı bir endişeye kapılsa bile bunun uygulanamayacağını da herhâlde biliyordu. Geriye meâli niçin teslim etmediğine dair tek bir tutarlı sebep kalıyor. Şairliği ihmal edecek derecede kendini verdiği Meâl onu bir türlü tatmin etmiyor ve kusursuz olmasa da en iyiye yakın bir meâl hazırlayabildiğine bir türlü kanaat getiremiyordu. Zaten bu hususu mektuplarında açıkça dile getirmiştir ve aynı husus, Âkif’i yakından tanıyan dostlarının hâtıratlarında da dile getirilmiştir. Kim bilir, Âsım Köksal Hoca’nın vurguladığı gibi, 2012’de Berâe Sûresi’ne kadarki kısmı bulunup yayınlanabilen Meâl’in kalan kısmı da Türkiye’de bir yerlerde mahfuz bulunuyordur ve günü geldiğinde de yayınlanacaktır.

Şifa Niyetine Bir mesele olarak “İslam Düşüncesi” Mehmet Aysoy İslam alemi kendi geleneğine yaslanmadıkça meselelerini anlayıp yorumlayabilecek durumda değildir. Kendi mirasımıza, kendi düşünce geleneğimize karşı birer yabancı durumundayız. Bugün yaşadığımız hiçbir mesele dün ortaya çıkmadı, meselelerimiz tarihsel. Hal böyle olunca meselelerimizi çözebilmemiz için öncelikle kendi düşünce tarihimizi iyi anlamak zorundayız. Bu manada önceliğimiz bizatihi İslam düşüncesi üzerine olmak durumundadır. Gelenekte mevsimin ilk meyveleri şifa niyetine denilip yenir. İlk meyvenin şifa yönü bir yana diğer yönü tadının henüz kemalde olmamasıdır. Bu mana saklı kalmak kaydıyla ‘Şifa Niyetine’ ismini verdiğimiz köşemizde İslam düşüncesine hastalık ve şifa kavramları üzerinden bir yaklaşım geliştirme niyetindeyiz. Daha çok kavram tarihi üzerinden bir anlama gayreti olarak ifade edebileceğimiz bu yaklaşım daha üstte İslam’da tıp düşüncesi tarihine girişe dairdir. Bir felsefeci için bilmediğini bilmek önemli bir erdem olduğu kadar tartışmasız bir farkındalıktır, aynı durum bir dervişin haddini bilmekte saklıdır. Bu cümleden olmak üzere bu yazı dizisi mütevazi bir girizgahtır. Günümüz dünyasında “hastalık” ve “şifa” kavramlarının içeriği sekülerliğin etkisini anlamak adına azami işlevseldir. Modernlik dine dair olan kavramları sekülerleştirerek dini alanı dünyevileştirmektedir. Bugün modern tıbbın tartışmasız meşruiyeti, İslam düşüncesinin en önemli meselelerindendir. Ancak bu durum sadece modernlikle başlayan bir durum da değildir. Kadim düşünce tarihinde de benzer bir durum söz konusudur. İmam Gazali eserlerinde tıp ilmini övmekle birlikte insanların alimlerden daha çok tabiplerin sözlerine değer vermesinden yakınır. Modernlikle serüvenimiz bizleri kadimden koparttı ve kendi mirasımıza yabancılaştırdı. Bu durum karşısında şimdi yeniden kendi konumumuzu anlamaya mirasımıza sahip çıkmaya çalışıyoruz. Dert mirasyedilik değildir bir “reddi miras” meselesidir. Mirasımız kadar mirasımıza yaklaşma tarzımız da bizatihi belli meseleleri ortaya çıkarıyor. Bu manada yıllar önce yapılan çalışmalar İslam düşüncesinin sorunları başlığında İslam siyasi düşüncesi merkezinde modern İslam düşüncesi içinde değerlendirilmiştir. Daha çok Modern İslam düşüncesini meşrulaştırma gayretinin ürünü olan bu yaklaşımlar sosyolojik öneme haiz olsalar da bizim için bahs-i diğerdir. Yaklaşım

tarzları sorunlarını kısaca şu şekilde maddeleyebiliriz: İlk başta günümüz ilim alemi, çoğunlukla düşünce tarihini felsefeye indirger ve felsefe üzerinden yorumlar. Bu durum İslam düşünce geleneğinin anlaşılması açısından önemli sorunların başında gelmektedir. Felsefe geleneğe dair en önemli bağlamdır ancak geleneğin bütünü de değildir. Konu İslam düşünce tarihi olduğunda bu yaklaşımın dışarıda bıraktığı alan kapsadığından daha fazladır. İslam düşüncesi felsefe, kelam ve tasavvufun bileşkesidir. Her üç yaklaşım da kendi içinde diğer bileşenlerle belli konularda farklı yaklaşımlara sahip olsa da aynı ontolojiyi paylaşır. İkinci olarak İslam düşüncesine kadimle özdeş bir halle yaklaşmak gerekmektedir. Kadim ilimde ‘zamanın tesiri’ üzerine önemli yaklaşımlar geliştirilmiştir. Alim öncelikle zamanın tesirinin dışına çıkabilen kişidir. Bu melekeye bugün farkındalık diyoruz. Zamanı doğru anlayan ve zamanın tesirinin farkında olup, kendini dışarıda konumlandırabilen kişinin adıdır ‘alim’. Üçüncü olarak içeriden, bize dair olandan yola çıkılması gerekmektedir. Halbuki temelde gayret dışarıdan gelen meselelere cevap verme üzerinedir. Çoğu oryantalist etkiyle kadim düşünce tarihinde ilk başta Gazali bizatihi bir mesele olmuş, Gazali’nin konumu İslam düşünce tarihi meselesinin neredeyse en önemli meselesine dönüşmüştür. Dışarılıklı meselelerin ikincisi İslam düşüncesinin İbn Haldun’la birlikte nihayete erdiğidir. Bu yaklaşımda da İslam düşüncesi içinde Osmanlının yok hükmü söz konudur. Halbuki İslam alemi modernlikle Osmanlı döneminde yüz yüze gelmiştir ve o dönemin alimlerinin ortaya koydukları yaklaşımlar hayati önemdedir. Son olarak modernliği ve modernlikle olan serüvenimizi kendi kavramlarımızla yorumlamak, mahiyetini anlamak durumundayız. İslam düşüncesinde modernlikle birlikte belli sorun alanlarına yeni sorunlar eklenmekle kalmamış kadim sorunlar da farklılaşmıştır. Günümüzde Müslümanların sorunlarına yaklaşırken, sadece tarihsel olarak geliştirilen yaklaşımlara taraf olmakla yetinilmesi mümkün değildir, modernlikle birlikte gelişen farklılaşmanın da soruna dahil edilerek değerlendirilmesi gerekmektedir.” Bu bağlamda günümüz sorunlarını İslam düşünce tarihi içinde doğru temellendirmek ve süreç içerisinde mahiyetini anlayabilmek adına hem


otuzbir

Aralık 2016 klasik hem de modern dönemi sürekliliği içinde ele almak gerekir. Uzun bir süredir ülkemizde bilim tarihi alanında önemli çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Geçen sürede Osmanlı ilim literatür tarihi çalışmaları tamamlanmış ve İslam düşüncesinin klasik dönemiyle ilgili yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir. Düşünce tarihinde Razi sonrası gelenek ve bu geleneği temsil eden alimlerin görüşleri hakkında da önemli eserler yayınlanmıştır. Bu hafta Medeniyet Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen “Taşköprülüzade Sempozyumu” dahi söz konusu birikimin bir sonucudur. İslam düşünce tarihinin dönemlendirilmesi ve çözümlenmesi meselesi Osmanlı merkezli bir yaklaşımla kolaylıkla aşılabilir niteliktedir. Osmanlı ilmi geleneği İslam ilim geleneğinin devamcısıdır ve düşünce tarihinde sürekliliğin en doğrudan bileşenidir. Modernlik meselesi ise konunun en zor alanını temsil etmektedir. İlk başta modernliğin en önemli tesiri hakikatin tarihselleştirilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sekülerleşme olarak ifade edilen bu etki, ilme dair alanı hakikat ve hikmetten soyutlayarak tüketilebilir bir alana dönüştürmektedir. Modernliğin ürünü olan ikinci meselemiz, modern ilmi disiplinlerin alanından kadim ilme yaklaştığımızda cüziliği aşıp külli bir yaklaşım geliştiremememizdir. İslam düşüncesi kendi içindeki bileşenleri üzerinden çözümlenebilir niteliktedir. Aynı ontolojiyi paylaşan ilim dallarının her biri külli hükmündedir. Tıp açısından konuya yaklaşıldığında da bu bağlam geçerlidir, tıp ilmi İslam düşüncesinde felsefenin olduğu kadar tasavvuf düşüncesinin en önemli kesişme alanlarından biridir. Son olarak geleneğe dair felsefi ontoloji aşınmakla kalmamış buna bağlı olarak kozmoloji (evren bilimi) de bağlamını yitirmiştir. Bu durumda hakikat ve hikmet epistemolojik alanda sınırlanmıştır. Kavram tarihi açısından konuya yaklaşıldığında bu manada sürekliliğin izini sürmek imkanı bulunmamaktadır. Modernlik üzerinden kadim meselelerin farklılaşması öncelikle bu manadadır.

İki kadim dost; Âkif ve Babanzâde Ahmed Naim Mehmet Kurtoğlu Şair ve yazarların özellikle kendi aralarında dostluk kurmada ve bu dostluğu sürdürmede başarılı oldukları söylenemez. Yazmanın, daha doğrusu yaratıcı olmanın verdiği o zalim dayanılmaz benlik, sanatçıları zor insan yapmaktadır. Bu yüzden büyük sanatçılar birbirinden pek haz almadıkları gibi kavga ettikleri de olmuştur. Bu kavga ve küskünlükler bazen eserleri üzerinden yapılan tartışmalardan kaynaklanır bazen de kişiliklerin çatışmasından…Örneğin, tavlada kaybeden Nurullah Ataç’ın, “Namusunuz varsa bana bir tokat vurun” sözüne karşılık, Necip Fazıl’ın, “Borçlu olduğun parayı ben vereyim de tokadı ben patlatayım. Seni nefsine hakaret ettirmek hastası (Dostoyevski) mukallidi seni…” diye cevap vermesi ve bunun üzerine Ataç’ın “Sen de insan tokatlayacak erkeklik ne gezer!” diye çıkışması üzerine Necip Fazıl’ın, tokadı Ataç’ın yüzünde patlatması… Nurullah Ataç ile Suut Kemal’in önce dost olmaları sonra küskünlükleri, Ahmet Haşim’in Yahya Kemal’i hazzetmeyişi, Tanpınar’ın Peyami Safa ve Necip Fazıl’ı kıskanması, Necip Fazıl-Peyami Safa’nın birbirini intihalcilikle suçlamaları benlik veya kişilikten kaynaklanan kavgalardır. Bu bağlamda Milli Şairimiz Mehmet Akif’e baktığımızda dostuna karşı ne kadar halim selim ise sevmediğine karşı o denli öfkeli ve serttir. Onun bu özelliğini Babanzâde Ahmed Naim’e olan sevgisinde, Tevfik Fikret’e olan düşmanlığında görebiliriz. İnancına hakaret eden Tevfik Fikret’e öfkesi o kadar sert ve şiddetliydi ki, şiirindeki üslûbu genel tartışma zeminin ötesinde, hakaret boyutuna varmıştır. Tevfik’i deli kılıklı, zangoç, bir çivisi eksik adam diye nitelemiştir. Çok zor dostluklar kuran, kurduğu zaman da asla dostlarını bırakmayan bir kişiliğe sahip olan Âkif’i, dostları “demir leblebi” olarak tanımlamıştır. Böylesine zor bir adam olmasına karşın çok iyi ve sıkı dostluklar kurmuştur. Hasan Basri Çantay, Eşref Edip, Mithat Cemal Kuntay ve Babanzâde Ahmed Naim gibi Cumhuriyetin önemli simalarıyla güçlü dostluklar kurmuş, ölene kadar bu dostlarıyla ilişkisini koparmamıştır. Cemiyet hakkında konuşmayı seven fakat kişiler hakkında konuşmayı sevmeyen Âkif, kalabalıklar içinde “yok” olacak kadar sessiz fakat dostlarıyla birlikte olduğu zaman “var” olan biridir. Başkasına asla benzemeyen, kendisi olan adamdır. Âkif, inançlı, doğru, dürüst, şahsiyetli, ikiyüzlü ve sahte olmayan, özgün dostlar aramıştır. Tıpkı kendisi gibi...Bu anlamda Âkif, çok dostluklar kurmamış ama kurduğu

dostlukları da ölene kadar sürdürmüş biridir. Bunlardan en önemlisi kendisinin onu, onun da kendisini etkilediği Babanzâde Ahmed Naim’dir. Kişiliği ve bilgisiyle Âkif’in düşünce dünyasını etkileyen Babanzâde Ahmed Naim ile dostlukları hem Âkif’in hem de Babanzâde’nin yakından tanınması bakımından önemlidir. Babanzâde için “Ashabdan sonra en sevdiğim zattır” diyen Âkif, ölümünde “Evim barkım yıkıldı, altında kaldım” diyerek acısını dile getirirken dostluğunun boyutunu da göstermiş oluyor. Peki, Âkif’i bu denli etkileyen ve bu denli güçlü bir dostluğun kurulmasında etkili olan ruh neydi? Bu iki kadim dostun birçok ortak yönleri olduğu gibi, elbette kişiliklerinden kaynaklanan farklılıklar da bulunuyordu. Farklılıklarını zenginliğe dönüştüren bu iki inanmış adam, her şeyden önce güçlü bir inanç ve ideal sahibiydi. Her ikisi de imparatorluğun dağılış ve yıkılış sürecinde “ne yapabilirim?” kaygısıyla hareket ediyor, bu anlamda bir çıkış yolu, bir çözüm arıyordu. Babanzâde, geçmişte Abbasilerin başkentliğini yapmış Bağdat’ta Kürt bir paşanın çocuğu olarak 1872’de dünyaya gelirken, Âkif, imparatorluğun başkenti İstanbul’da Fatih Medresesi Müderrisi Arnavut kökenli bir babanın oğlu olarak 1873 yılında dünyaya gelmiştir. Her ikisi de dindar bir ailenin çocuğu olarak inanç, ahlak, fazilet ile büyütülmüş, mücadeleci bir ruha sahiptirler. Bu anlamda birbirini oldukça etkilemişlerdir. Her ikisi de modern mekteplerde okumuş, fakat her ikisi de özel din eğitimi almışlardır. Gerek Babanzâde gerekse Âkif, Osmanlı imparatorluğunun en iyi Arapça bilen kişileri arasındadır. Her ikisi de Fransızca ve Farsça vakıftırlar. Yalnızca Babanzâde, Âkif’ten farklı olarak Kürtçe bilmektedir. Örneğin Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesi söz konusu olduğunda teklif Mehmet Âkif’e getirilir, Mehmet Âkif ise Babanzâde’yi tavsiye eder. Aynı şekilde Fransız klasiklerini orijinal dilinden okuyan Âkif, mebus olduğu sıralarda bir Fransızca tercüme söz konusu olduğunda ilk akla gelen kişidir. Âkif, Kur’an mealini tercüme ederken, Babanzâde Diyanet İşleri Başkanlığı için Sahihi Buhari’yi tercüme eder. Âkif, Kur’an’a hâkimdir, Babanzâde Hadis’e… Âkif’in şiirlerinin ana kaynaklarından biri Kur’an’dır. Bu yüzden ona “Kur’an Şairi” sıfatı yakıştırılmıştır. Âkif, Sırat-ı Müstakim ve Sebîlürreşad’da Kur’an’ın anlaşılması ekseninde yazılar ve şiirler kaleme alır, Babanzâde ise hadisler… Her ikisinde modernist İslam yaklaşımı olmasına karşın Ehl-i Sünnet anla-

yışını savunmuşlardır. Her ikisi de dönemin üç önemli fikir akımları içinde “İttiha-ı İslam”ı savunur. Batıcılık ve Türkçülük akımlarına karşıdırlar. Âkif, “ittihad-ı İslam”ı şiirlerinde, Babanzâde makalelerinde savunur. Arnavutluk imparatorluktan koparken Âkif, eve kapanıp hüngür hüngür ağlamıştır. Milli Mücadeleyi savunun bu iki insan, Cumhuriyet devrimlerinden dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardır… Böylesine benzer yönleri olan bu iki dost Melami Şeyhi Mustafa Efendi Çayhanesi’nde tanışmış, o tarihten itibaren kırk iki yıl süren bir dostlukları olmuştur. Büyük ihtimalle aynı kaynaktan beslenen bu iki insan, ilk görüşmelerinde biribirini anlayacak bilgi birikimine sahip olduklarının farkına varmış ve dostluklarını devam ettirmiş olmalılar. Zira o dönemin sanatçılarının büyük bir çoğunluğu pozitivizmin etkisinde büyük bunalımlar yaşıyor, tıpkı dağılma sürecine giren imparatorluk gibi savruluyorlardı. Bu dönemde inançlı, idealist, ayakları sağlam yere basan birkaç aydın veya sanatçılardan biri Âkif ise diğeri Babanzâde’dir. Felsefeci olmasına karşın, Kur’an ve hadisten başka kaynak tanımayan Babanzâde, bu anlamda sarsılmaz bir inanca sahiptir. İmani bağlamda en küçük bir tereddüt dahi yaşamamıştır. Âkif ise, bu bağlamda Babanzâde kadar rahat değildir. Henüz on beş yaşında iken babasının ölmesi yüzünden hem ekonomik hem de bilgi yönünden himayesiz kalmasına neden olur. Bu eksiklikler bir yana okumuş olduğu batı klasikleri ve pozitivizmin etkisi dolayısıyla felsefesi güçlü olan her şairde görülen “entel kriz” dediğimiz buhranlar yaşamıştır. Bu buhranlar Âkif’i diğer şairlerde olduğu gibi savurmamış ama içten içe hep zihnini ve ruhunu meşgul etmiştir. Âkif, Babanzâde Ahmed Naim ile tanıştığı sırada birçok mektepli genç gibi zihni, Müslümanlık akidelerinde tereddütlerle doludur. Babanzâde’nin kafasında ise şüphe denilen nesneye yer yoktur, zira ona göre her şey ya nas, ya hiçbir şeydir… Erişirgil’in bahsettiği Âkif’in imanî konulardaki tereddütleri bazılarınca pek kabul görmese de şiirlerinde özellikle “kader” konusu başta olmak üzere soru edatıyla zaman zaman kendini gösteriyordu. Zira Âkif’in şiirlerinde inanç bağlamında sorguladığı konuların başında kader gelmektedir. Entelektüel kriz dediğimiz bu buhranları Âkif’in savuşturmasında Babanzâde’nin önemli etkisi olmuştur. Fahrettin Gün, bu anlamda Babanzâde’nin Âkif’in karşısına çıkmasını “büyük bir talih” olarak yorumlar. Çünkü Âkif, inanç konusunda kendinden emin, en ufak Devamı arka sahifede


otuziki

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Reddiye Yeni dünya düzeni karşısında “Asım’ın Nesli” Serkan Yorgancılar Enformasyonun, bilginin, fikirlerin ve insanların hiçbir zaman olmadığı kadar hızla yolculuk ettiği hiper gerçeklik dünyasında yaşıyoruz. Siber savaşlar çağına doğru hızla ilerlerken durduğumuz yeri ve gelecekte bulunacağımız yeri tespit etmek ve doğru yerde bulunabilmek için Asım’ın gençliğinin önce kendini tanımlaması sonra da bu tanım doğrultusunda varlığını ispat-ı vücut etmesi gerekiyor. Değişimin kontrolsüz bir biçimde geliştiği dünyamızda savaşlar da eski geleneksel tarzlarından uzaklaşarak yeni form ve biçimler almakta. Sıcak savaş alanları özellikle Ortadoğu’ya sıkıştırılmaya çalışılsa da dünyanın herhangi bir yerinde baş gösteren savaş, katliam, göç küresel sonuçlar doğurmakta. Ölümcül teknolojiler savaşların yıkıcılığını büyük oranda arttırırken, savaş ekonomisi adı altında gelişen kapitalist sömürgeci düzen her mazlumun ölümünden kar elde etmeye devam etmektedir. 2015 Küresel Zenginlik Raporu’na göre dünyadaki varlıkların yarısı gelişmiş ülkelerde bulunan yüzde 1’in elindeyken, diğer yarısı ise hep birlikte zenginliğin yüzde 1’ine razı yaşamaktadır. OECD ülkelerinde ise en zengin yüzde 10’luk kişinin geliri en yoksul yüzde 10’luk gelire sahip olanlardan dokuz kat daha fazladır. Eşitsizlik giderek artmaktadır. Eşitsizliği gidermek amacıyla ortaya konulan sosyal politika parodileri de sisteme hizmet etmekte, süregelen mevcut sistemi/dengeyi dar gelirliler lehine döndürememektedir. İslam dünyası 19.yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken büyük bedeller ödedi. Dünya sisteminin güç merkezleri değişti, inanç, ahlak ve dünya görüşü merkezleri değişti. Ve bütün bu değişimler Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesiyle başarılabildi. Başarı dediysek sonuç ortada, İslam dünyası için, Ortadoğu için, Afrika için, Güney Amerika ve daha birçok az gelişmiş yada gelişmekte olan ülkeler için sonuç ortada. İmparatorluk coğrafyasının bin bir türlü felaketlere gebe kaldığı bir dönemde Akif, bütün sorunlarla yüzleşecek, yüzleştikten sonra hesaplaşacak, hesaplaşmadan sonra bir adım daha ileri atarak yeni bir dünya sistemi kuracak nesli Asım’ın nesli olarak tanımlıyordu. Asım’ın nesli ideal bir gençlik tasarımıdır. Tarihiyle barışık, kültürüyle

barışık, inancıyla barışık, vatanı ve milletiyle barışık bir gençlik. Bu gençlik elbette bir takım düşünsel ve kültürel donanım sonucunda ortaya çıkabilecek bir gençliktir. İslam düşüncesini temel alarak bu temel düşünce ekseninde yerli ve milli olan her şeyi zamanın ve çağın gerçeklikleri ile doğru orantılı olarak yaşamak ve yeniden üretmek. Peki, bu nasıl olacaktır, dünyanın ve teknolojinin akıl almaz bir hızla geliştiği, bizimse bu teknolojik gelişmelerin sadece tüketici konumundan öteye gidemediğimiz bir zaman diliminde! Âkif kendi zamanının en ileri, modern ve yeniliklere açık insanlarından biridir. Metinlerine bakıldığında batıyı ne kadar eleştirirse dindarlık adı altındaki softalığa, geri kalmışlığa, ilim ve fen konusunda geri kalmışlığa da o kadar sert eleştiriler yöneltir. Sonra da “batının teknolojisini alalım, ahlakını bırakalım” görüşü altında şekillenen bir duruş sergiler. Aslında bu duruş, kendi kültürel kodlarına olan özgüvenin göstergesidir. Ancak sonraki dönemlerde bu tutum gerçek amacından sapmış ve bizzat anti-batıcılıkta sınır tanımayanlar tarafından önce içi boşaltılmış sonra da anlam sapmasına uğratılmıştır. Mesela, dünya şu sıralar yapay zekayı tartışıyor. Acaba Âkif olsa ne düşünürdü diye sorasım geliyor kendi kendime! Yapay zeka konusunda S. Hawking bir tartışmada “Yapay zekanın kısa vadedeki etkisi onu kimin kontrol ettiğine bağlı olacakken, uzun vadedeki etkisi ise kontrol edilip edilemeyeceği üzerine olacaktır” demiştir. Yapay zeka sayesinde bizden daha iyi düşünen makinelerin varlığını bir düşünün. Kendi yazılımlarında mevcut olan algoritmalar sayesinde bizim hangi tüketici alışkanlıklarına sahip olduğumuzdan tutun da ilgi alanlarımıza kadar her türlü konuda fikir üretebilen yapay zeka! Artık ailemize arkadaşımıza değil algoritmalardan oluşan yapay zekalara mı güveneceğiz? Türkiye’de İslamcılar uzunca yıllar televizyonun insanların evlerine girip-girmeyeceğini tartıştılar. Bir çok insan bu tartışmalar sonucunda yıllarca evlerine televizyon sokmadı. Aynı şey basın-yayın alanında da gerçekleşti. Gazete okumanın, şiir okumanın, roman okumanın son derece boş işler olduğu yönünde baskın görüşler oluştu. Reddedilen tüm bu şeylerin zaman

‫إنكار‬

içerisinde nasıl da vazgeçilmez şeyler haline geldiğini yaşayarak gördük. İnternet ve akıllı telefonlar dijital bir dünya yarattı. Sosyal medyanın baskın gücü karşısında devletler bile direnememekte. Dünya nüfusunun yüzde 43’ü internete bağlanabiliyor. Geçen yıl dünyada 1,2 milyar akıllı telefon satıldı. Akıllı telefon sahibi sayısının 2019’da 3,5 milyarı aşması bekleniyor. Singapur, Güney Kore, BAE’nin yetişkin nüfusunun yüzde 90’ı akıllı telefon kullanıyor. Ülkemizde bu oranlar son derece yüksek. Facebook nüfusu Çin nüfusunu geçmiş durumda. Akıllı şehirler, akıllı çöp toplama, akıllı park eden ve sürülebilen araçlar, akıllı aydınlatma, akıllı evler, robotik cihazlar yakında yaşamımızı yönlendirecek. Dünya robotik federasyonuna göre dünyada 1,1 milyar robot var. 3D yazıcıların zaman içerisinde biyo-baskı teknolojisiyle insan organları da yapabileceği konuşuluyor. Böylesine hızla ilerleyen teknoloji karşısında teknolojiye sınırsızca teslim olmakla duygusuzca reddetmek arasında bir yerlerde durmayacağımız kesin. İşte Âkif, tam da böylesine karmaşık sorunların yağmur gibi üzerimize yağdığı ve bizim bu sorunlar karşısında hiçbir felsefi ve sosyolojik bir direnç noktası geliştiremediğimiz zamanlarda bakış açısına muhtaç olduğumuz bir ariftir. Mesela bizim bir sosyal medya fıkhımız var mı, yapay zekâ konusunda teşriimiz ne yorum yapacak, sürücüsüz araçlar her hangi bir ölümlü kazaya neden olduğunda bizim fıkha göre suçlu kim olacak, organ nakli konusunda bile henüz yüksek sesle ve “amasız” verilemeyen fetvalar 3D ile üretilebilecek organları “yaratma” fiili ile iş değerlendirip Allah’a şirk olarak mı değerlendirecek? Âkif öncü olduğu kadar da yenilikçidir. İslamcılık tartışmalarından sıkça rastlanan ama hala gerilimli bir alan olmayı sürdüren bir tez vardır. Bu gerilimli tez “Batının ilmini/fennini alalım ama medeniyetini/ahlakını/dünya görüşünü almayalım” görüşüdür. İslam dünyası batının modernizmle birlikte ilimde, fende, sanatta, felsefede, teknikte gelişmesinin nedeninin sadece laiklik olmadığına inanıyor. Batılılaşma yanlıları “İslam terakkiye manidir dediler”, hâlbuki “İslam terakkinin motorudur” dedi Erbakan Hoca. Global sömürü sistemi, ırkçı emperyalizm Devamı yan sahifede

bir tereddüt yaşamayan Babanzade’yi kendine örnek alıyordu. Yine Erişirgil’in yazdığına göre Âkif’in din ve politika görüşüne çok, hem de çok tesir etmiştir. Âkif ile Babanzâde inanç konusunda büyük ihtimalle aralarında pek çok konuşup tartışmış olmalılar. Zira siyasi olarak her ikisi de Abdülhamid’in ülkeyi uçuruma götürdüğüne inanıyor ve bu yüzden ona nefret duyuyorlardı.Âkif ve Babanzâde iki kadim dost, iki inanmış adam, yürekleri ülkeleri için çarpan iki mücadeleci kişilik. Batı karşıtı olmalarına rağmen bir çay ocağında Arapça kitaplar arasına Fransızca “Le Temps” gazetesini koyup okuyacak kadar ufukları açık insanlar. Kırk küsür yıl süren bir dostluk. Her gün birbirine görmeye muhtaç iki samimi arkadaş… Âkif ile Babanzâde’nin dostluğunun onların eserlerine yansıyışını yakından takip eden Mithat Cemal Kuntay, zaman zaman Babanzâde’nin Âkif’e kötü tesir ettiğine hayıflanır. Zira onlara göre Âkif, Babanzâde ile tanıştıktan sonra daha bir İslamcı daha bir inançlı olmuştur. Oysa onunla tanışmasaydı farklı bir Âkif ile karşılaşabilirlerdi… Örneğin Babanzâde de şiirler yazıyormuş, sonra bunları beğenmemiş, şiir yazmaktansa okumanın daha iyi olacağını söylemiş. Buna Âkif de inanmış ve “ne diye şiir yazıyorum” diye kendi kendini eleştirmiş ve şiiri boşlamış. Babanzâde onun şiirlerinin iyi olduğunu ve devam etmesini söylediğinde Âkif, tekrar şiire dönmüş... Dostluklar kolay kurulmaz, kurulduğu zamanda hiçbir zaman eskimez ve kopmaz. Dostluklarda elbette farklılıklar ve benzerlikler olacaktır. Elbette dostlar birbirini etkileyecektir. Âkif ve Babanzâde birbirini etkilemiş, birbirini tamamlamış iki kadim dostturlar. Onların bu dostlukları edebiyat dünyasında eşi görülmemiş bir örneklik teşkil etmektedir. Kıskançlığa değil, birbirini yüceltmeye, ikiyüzlülüğe değil samimiyet ve dürüstlüğe, dünyevi olana değil uhrevi olana yönelik bir dostluk. Her ikisi de dürüst, şahsiyetli, samimi ve özgünlüğü içinde barındıran bir dostluğu tercih etmişlerdir. Türk edebiyat ve düşünce hayatının bu iki güzel, kadim dostlarını rahmetle anıyorum…


otuzüç

Aralık 2016

ve Siyonizm dünya Müslümanların bakış açılarıyla oynuyor. Ama Türklük dünya sistemi karşısında tek ve vazgeçilmez bir adrestir. Asım’ın nesline düşen görev bu söylemi slogandan öteye taşımak, bu söylemin pratik gerçekliğini somut işlerle ortaya koymaktır. Biz Türkler, manevi kalkınma olmadan söylenenlerin pratiğe dökülemeyeceğinden emin olan insanlarız. Klaus Schwab son dönemde yaşanan baş döndürücü gelişmeleri “Dördüncü Sanayi Devrimi” olarak tanımlıyor ve ardından da ölçeği, kapsamı ve karmaşıklığı bakımından insanlığın daha önce yaşadığı tecrübelerin hiçbirine benzemeyen bir sürecin başında bulunduğumuzdan bahsediyor. Hızını ve genişliğini henüz tam kavrayamadığımız Yeni teknolojik devrimin insanlığın dönüşümünü kapsıyor. İnsan teknolojiyi üretiyor ancak bir adım sonra teknoloji kendi insanını üretmeye başlıyor. Teknoloji üzerinde herhangi bir kontrolümüz olmayan dışsal bir kuvvet değildir, “kabul et ve birlikte yaşa” ile “reddet ve onsuz yaşa” arasında bir tercihi kabul etmiyoruz. Fiziksel, biyolojik ve teknolojik dünyalar arasında iç içe geçen bir yaşama doğru hızla yol alıyoruz. Tüm kültürel ve bilişsel düzeyleri etkileyen değişimler hakkında son derece cılız ve gerçek dışı tepkilere sahibiz. Yeni iş modelleri ortaya çıkarken yerleşik düzenler ve eski iş yapma biçimleri kökten değişiyor. Ama bizim sımsıkı sarıldığımız ezberlerimizden başka elimizde hiçbir şey yok. Hükümetler, kurumlar, eğitim sistemleri, sağlık düzenekleri, üretim ve tüketim ilişkilerimiz değişiyor. Şiddetle eleştirdiğimiz her şeyin kısa bir müddet sonra şiddetle savunucuları olabiliyor ve birbirine zıt bu iki tutum arasında hiçbir ahlaki tutarsızlık görmemeyi de ucuz bir sihirbazlık yaparak bir başarı olarak hanemize yazmaya çalışıyoruz. Etrafımızda yoğunlaşan ve gün geçtikçe de kontrolsüz biçimde çoğalan, el çabukluğuyla iş görenlerin kifayetsizliği yüzünden bir türlü eleştirel akıl gelişmiyor. Oysa Asım’ın Nesli düşüncede ve tutumda eleştirel aklı önemseyen bir topluluktur. Düşüncede genişlik ve derinlik sahibidir. Ufkunuz yoksa umudunuz olmaz. Heyecansız şuur bir işe yaramaz. Şuur sahibiyseniz heyecanınızla onu burçlara taşımalısınız. Âkif, Asım’ın Nesli olarak isimlendirdiği bu gençlikten bunları bekler. Akif’in yaşamına baktığımızda daha çok küçük yaşlardan beri zorluklarla mücadele eden bir kişi olduğunu görüyoruz. Daha küçük yaşlarda aile büyüklerini kaybetti, sonra da başta evlat acısı olmak üzere her türlü acıyı yaşadı. Acıyla ve yoksullukla olgunlaştı diyebiliriz onun için. Aslında Akif, yalnız değildir bu acıları yaşarken, edebiyat dünyasına baktığımız da neredeyse bütün güçlü kalemler ve düşünürler buna benzer acıları tatmıştır. Recaizade Mahmud Ekrem iki oğlunu, Nijad ve Ekrem’ini kaybeder küçük yaşta.

Halid Ziya Uşaklıgil de oğlu Sadun’u kaybeder erken yaşta. Halid Ziya Uşaklıgil’in acısı sadece bir evlat acısıyla da sınırlı kalmaz, diplomat olan oğlu Vedat Uşaklıgil’de intihar etmiştir. Amcaları olan Uşşakizade Yusuf ve Uşşakizade Süleyman Tevfik de intihar etmişlerdi kısa bir süre önce. Peyami Safa, Abdülhak Hamit ve Reşat Nuri Güntekin hep evlat acısı yaşamış edebiyatçılarımızdır. Fransız felsefecisi ve yazarı Jean Jacques Rousseau (1712-1778), doğduğu zaman annesini kaybetti. Fransız yazarı Stendhal (1783-1842), annesini küçük yaşta kaybetti. Tevfik Fikret (18671915), çocuk yaşta annesini kaybetti, annesinin ölümü onu hayatı boyunca etkiledi. Rıza Tevfik Bölükbaşı (18691949), İzmit’te ailece sıtmaya yakalandılar; yedi ay sonra da annesi Münire Hanım’ı kaybetti. Halide Edip Adıvar (1882-1964), annesini küçük yaşta kaybetti. Babasının birkaç kez evlenmesi yüzünden daha çok anneannesinin yanında büyüdü. Âkif, Asım’ın Nesline seslenirken kalbinde sadece aile acılarıyla değil bir milletin sancısıyla da seslenir. Dünyaya nizam ve adalet getirmiş, Müslümanların yüzlerce yıllık sancılarını sonlandırmış, büyük bir medeniyet kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Cumhuriyetin kuruluş sancıları vardır onun satır aralarında. Kurtuluş Savaşı’na destek için Ankara’ya çağrıldığında bütün risklere rağmen yanına oğlunu da alarak Ankara’ya gitmiştir. Yani Akif, Asım’ın Nesli için sadece ustaca kaleme alınmış duygu yüklü şiirleriyle, güçlü nesirleriyle seslenen bir mütefekkir değil yaşamıyla da örneklik teşkil eden örnek bir şahsiyettir. İşte Asım’ın Nesli’de, yeni Türkiye’nin Türk gençliği de, ruh ve mana köküne sonuna kadar bağlı olmakla birlikte, mutlak fikrin ışığında mutlak nizama doğru gerçekçi adımlar atmakla mükelleftir. Bütün bunları gerçekleştirmek için “nerede kalmıştık” sorusunun cevabıyla birlikte “önce ahlak ve maneviyat” düsturu eşliğinde yola koyulmalıdır. Asım’ın Nesli’nin yolu uzun, yükü ağır, menzili çetindir. 1981’de Amerikan Başkanı seçilen Donald Regan “Büyük Amerika’yı Yeniden Kurmak” vaadiyle iktidara gelmişti. 2016’da ise Trump “Büyük Amerika’yı Yeniden İhya Etmek” vaadiyle seçildi. Arap Baharı olarak başlayan olaylar Arap Kışına dönmüş ve Müslümanların hiçte hayrına olmayan sonuçlar doğurmuştur. Halep’te yaşanan insanlık dramı savaşın, şiddetin, ölümün geldiği noktayı gösteriyor ve içimiz acıyor. Troçki gözden düşüp, genel sekreter tarafından görevlerinden azledilince şu tarihi sözü söyler “Tarihin intikamı genel sekreterin intikamından daha acı olur” dediği gibi Allah bütün zalimlerden büyüktür ve intikam sahibi olan Allah’ın mazlumlar lehine kullanacağı intikam çok çetin olacaktır.

Rüzgar Recep Garip

Bir rüzgar gibi uğulduyor ebedi duygular, Seni beni bağlar, yeşerir ebedi duygular, Yetişir Asım yedi koldan sen aldırma da geç, Türkün münevver ruhudur yetişen durma geç, Sana hayrandır oğullarımın aydınlık yolu, Kahraman şanlı milletimin istikbalidir bu, Umuttur kızlarımın yüreklerindeki iman, Feraseti iman, iffeti iman, ufku iman, Çalışsın durmasın sanat erbabı gençlerimiz, Hem uyansın uykusundan bütün şehitlerimiz, Sen kimsi, vatan kim, toprak kim, şerefli bayrak kim? Bir diriliştir nevbahar gibi açan güller kim? Kim diye sormama bakma tarihe düşmüş notlar, Altaylardan koşturmuş kıtaları geçmiş atlar, Altın yaldızlı Kur’an’dır, seni bekliyor her an, Okumak anlamakmış, bilmek yaşamakmış her an, Bir tufan gibi çağdaş dünya gelse de üstüne, Tutun ezelden koy elini kalbinin üstüne, Bilirim istiklali, istikballe buluşacak, Yarışacak, yıldırımlaşacak, kucaklaşacak, Sana açtığım eller, dualarım sana Ya Rab, Mahsun eyleme bu elleri tutuversen Ya Rab, Sanadır yalvarmam yaptığımız her şey sanadır, Şanı yüce olan Mevlam niyazımız sanadır, Akif’in ruhuna destanlar yazmaktı maksadım, Ağlamamız, inlememiz, sızlanmamız sanadır, Kara toprakta duruyor şehitlerin nazarı, Bizden fatiha bekliyor ecdadımın mezarı, Geçip gitse de hayal içinde üç günlük dünya, Kayıtlara düşüyor şu insanların pazarı, Eyvah deme geçen ömrün, bil ki senden, vatandan, Karanlıklar kaybolur, bağlı olduğun Kur’an’dan Akif, Akif, Akif hayran olsun sana melekler, Melekler ki bizlerden Asım’ı bekleyecekler.


otuzdört

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Mevlana

Afganistan - Muhammed Bahaeddin Veled Medresesi

Muhammed Bahaeddin Veled Medresesi kalıntısı

Mehmet Akif Işık Mevlananın doğduğu yıllarda babası Bahaeddin Veled, Belh kasabasında bulunan medresede Müderris olarak görev yapmaktaydı. Bölgede, sözüne güvenilen, sevilen ve sayılan bir kişiydi. Bu nedenle de art niyetli bazı kişilerin şimşeklerini üzerine çekmekte ve varlığından rahatsız olan bu kişiler onu farklı bir şekilde hükümdara anlatmaya, makamında gözü olduğunu ima etmeye çalışmaktaydılar. Her ne kadar Hükümdar bu söylenenlere itibar etmese; Bahaeddin Veled bu durumdan rahatsız olmuş, herhangi bir fitne ve kargaşaya neden olmamak için ve aynı zamanda yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle de ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmıştır. Bir süre Nişabur’da kalan Bahaeddin Veled ve ailesi buradan Bağdat’a gitmiş, orada da kısa bir süre kaldıktan sonra Kufe yolu ile Kâbe’ye giderek Hac farizasını yerine getirmiş, oradan da Şam üzeri Anadolu’ya gelerek, o zamanki adı Larende olan Karaman’a yerleşmiştir. Bahaaddin Veled ve ailesi Karaman’da 7 yıl kaldıktan sonra, Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine 1228 de Konya’ya taşınmıştır. Bahaeddin Veled, Belh’ten ayrıldıktan sonra Belh Medresesi yavaş yavaş önemini kaybetmiş ve bir müddet sonra terk edilmiştir. Kerpiç ile yapılmış olan medrese; Moğol istilası sırasında tahrip olmuş ve daha sonra da tabiatın etkisiyle yavaş yavaş yıkılmaya başlamıştır. Medreseden, günümüze ancak kubbesinin ve iç mekânlarının bir bölümü ulaşabilmiştir. Medrese; Afganistan’a giden bazı Türk heyet-

1

1207 yılında Afganistan’ın Belh kasabasında doğan Mevlana Celaleddin’i Rumi’nin Babası, Belh’in ileri gelenlerinden sevilen ve sayılan bir kişi olan Sultan’ül Ulema “Bilginler Sultanı” ünvanı ile anılan, Bahaeddin Veled, Annesi de Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Kazının ilk günü işçiler ve güvenlik elemanlarıyla

lerinin dikkatini çekmeye başlamış, medresenin restore edilerek ayağa kaldırılması hususu ancak 2012 yılında gündeme gelmiş ve bu görev, Başbakanlık TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) Başkanlığı’na verilmiştir. TİKA Başkanlığı’nca restorasyon konusunda görevlendirilmemiz üzerine önce medrese kalıntısının fotoğrafları tarafımızca incelenmiş ve öncelikle medresenin restorasyon öncesi planının belirlenip rölöve çizimleri ile restitüsyon projesinin hazırlanabilmesi için kazı yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu tespitimiz üzerine Ankara Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hakkı Acun ve Prof. Dr. Süleyman Yücel Şenyurt ile birlikte kazı çalışmalarını yapmak üzere görevlendirildik. (Kazı ekibini oluşturmak üzere görüştüğümüz bazı uzmanlar Afganistan’daki güvenlik problemleri nedeniyle çekindiklerini ve bu nedenle de heyete katılamayacaklarını belirtmişlerdi.) Kazı ekibi olarak hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra 13 mayıs 2013 tarihinde Afganistan’a hareket ettik. Önce başşehir Kabil (Kabul)’e oradan da Afgan Hava yollarına ait bir uçakla Belh Kasabasının bağlı olduğu Mezar-ı Şerif şehrine ulaştık. Güvenlik nedeniyle kazı heyetimiz için konaklama mekânı olarak Mezar-ı Şerif’teki TİKA Koordinatörlük binasındaki misafirhane belirlenmişti. 14 mayıs 2013 Salı sabahı Mezar-ı Şerif emniyet teşkilatına bağlı güvenlik elemanlarının refakatinde, zırhlı bir araçla, Mezar-ı Şerif ten Belh kasabasındaki kazı yerine geçtik. Emniyetimizin sağlanması için kazının devamı boyunca güvenlik elemanlarınca kazı yerinin

değişik noktalarında nöbet tutuldu. Kazı alanına geldiğimizde; Mezar-ı Şerif TİKA Koordinatörlüğünce önceden temin edilen kazı malzemeleri ile Türkmen ve Özbek’lerden oluşan 10 işçinin kazı alanında hazır olduğunu gördük. Türkmence ve Özbekçede müşterek kelimelerimiz olduğundan ve bazı işçiler de daha önce Türklerle birlikte çalıştıklarından, işçilerle anlaşmakta pek zorluk çekmedik. Kazıya başlamadan önce güvenlik elemanları ve işçilerle birlikte fotoğraf çektirdikten sonra kazı çalışmalarına başladık. Kazı öncesi medrese kalıntısını çevresiyle birlikte tetkik ettik. Bu incelemelerimiz sonunda üç noktadan kazıya başlanmasına karar verdik ve işçileri üç guruba ayırarak kazıya başladık. Medresenin; kerpiç ile yapılmış olması nedeniyle gerek zeminin ve gerekse toprak altında kalan duvarlarının devamının tespiti, diğer kazılara oranla daha çok hassasiyet gerektirdiğinden kazı çalışması yavaş bir tempoda (duvarlara zarar vermeyecek şekilde) sürdürüldü. 25x25 (26 x 26) cm. ebadında 4,5 - 5 cm. kalınlığında kare formunda ve 10 x 20 x 3,5 cm. ebadında dikdörtgen formunda iki tür kerpiç kullanılarak yapılmış olan medresedeki kazı çalışmalarını 5 günde tamamladık. Kazı çalışmalarımız sırasında, medresenin yaklaşık 28 metre kuzeydoğusunda yer alan Mevlana’nın dedesi Seyyid Hüseyin Hatibi’ye ait olduğu ifade olunan ve üzerinin kapalı veya açık olduğu yolunda kesin bir veriye ulaşılamayan bu mezar - türbe de kazı heyetimizce incelendi. Devam edecek


otuzbeş

Aralık 2016

Fıkıhta Sünnî-Şîî İhtilâfı - 2 Prof. Dr. Hayreddin Karaman/Kişisel blogundan alınmıştır Sünnet: Muayyen mesafeye (8090 km.) yapılan yolculukta namazı kısaltarak kılmak (dört rekatlı farzı iki kılmak) caizdir. g. İmam gâib bulunduğu müddetçe cuma kılınmaz. Sünnet: Müslümanlar cemaat halinde ve emniyet içinde bulundukları müddetçe cuma kılınır.

3. Oruç:

a. Bazı Şîa mezheplerine göre suya dalmakla oruç bozulur. Erkeğe anüsünden zekeri idhal ile oruç bozulmaz; halbuki imamları bunun aksini söylemişlerdir. Sünnet: Birinci durum orucu bozmaz. İkinci durum bozar. b. Hayvanın derisi, ağaç kabuğu ve yaprağı gibi -yenmesi âdet olmayan- şeyleri yemek orucu bozmaz. Sünnet: Bunları yemek orucu bozar. c. Aşûrâ günü sabahtan ikindiye kadar oruç tutmak müstahabtır.

4. Zekât:

a. Külçe ve zinet şeklindeki altın ve gümüşten zekât ödenmez. Ancak bunlar geçer para olunca zekât gerekir. Sünnet: Altın ve gümüş -para olsun olmasın- zekâta tabidir. b. Nakit haline gelmedikçe ticârî eşya zekata tâbî değildir. Sünnet: Ticarî eşyanın aynından veya değerinden zekâtı ödenecektir. c. Zekât verilen kimse bilâhare zenginleşirse veren zekâtı geri alır. Sünnet: Ehline verilen zekât geri alınmaz.

5. Hacc:

a. Yol masrafı ve dönünceye kadar ailesinin nafakasına sahip olan kimse, döndükten sonra bir ay ailesine bakacak fazla mala sahip değilse üzerine hacc farz değildir. Sünnet: Böyle bir şart yoktur. b) İhramlı iken av yapana ilk av için keffâret gerekir, sonrakilere gerekmez. Sünnet: Her av için keffaret gereklidir.

6. Cihad:

a. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali, -Muaviye ile sulhundan önce- Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Mehdî ile beraber olanlar için cihad farzdır. Bu beş vaktin dışında cihad farz ve meşru değildir. Meşru olmayan cihadlarda alınan mal ganimet ve

kestikleri yenmez. Sünnet: Bunları yemek caizdir. b) Eti yenmeyen hayvanlar ile boğazlanmadan ölen hayvanların sütü helâldir. Sünnet: Haramdır. c) İçine bazı pisliklerin karıştığı su ile yapılan ekmek yenir. Sünnet: Bu maddelerde geçen hüSünnet: Yenmez. kümler Sünnî fıkha aykırıdır.

İçinde bulunduğumuz yıl içinde sınır komşumuz İran’da vukua gelen olaylar ve değişiklikler sebebiyle Şiîlik meselesi ve Şiîlerle Sünnîler arasındaki farklı ve ihtilâflı noktalar yeniden konuşulup tartışılmaya, incelenme ve yazılmaya başlandı. esir kadınlar cariye olmaz. Sünnet: Cihad kıyamete kadar devam edecek olan bir ibadettir.

7. Nikâh ve alış-veriş:

a. Nikâh ve beyi’ ancak Arapça kelimelerle yapılabilir. Sünnet: Her millet kendi dili ile nikâh ve satış yapabilir. b. Baba hayatta iken dede, çocuk üzerinde mâlî velâyet hakkına sahiptir. Sünnet: Yakın velî varken uzağın hakkı yoktur.

12. Mut’a ve nikâh:

a) Kadına anüsünden (dübür) yaklaşmak caizdir. Sünnet: Bu çirkin fiil haramdır. b) Mut’a nikâhı caizdir. Kadın geçici bir zaman için bir ücret (mehir) mukabilinde nikâhlanır, müddet sona erince evlilik de biter. Sünnet: Mut’a nikâhı caiz değildir.

13. Süt kardeşiliği:

Ticârette mü’minin mü’mine kârlı satış yapması mekruhtur. Sünnet: Meşrû bir satım akdinde kâr meşrûdur; mümine ve kâfire kârlı satış mekruh değildir.

Arka arkaya ve her biri doyurucu onbeş kere emmedikçe çocuk süt evlâdı olmaz; sütün hükümleri cereyan etmez. Sünnet: Süt kardeşliği ve analığı için onbeş doyurucu ve peşipeşine emiş şart değildir.

Rehinde kabız (rehnedilen malı teslim almak) şart değildir. Rehin alan, maldan -eğer rehnedilen cariye ise birleşmek suretiyle ondanistifade edebilir. Sünnet: Rehinde kabız şarttır. Rehin maldan istifade edilemez.

15. Zıhar:

8. Ticâret:

9. Rehin:

10. Vedîa:

Bir kimse diğerinin gasbedilmiş malını emanet olarak alsa, kendisinden emanet aldığı gâsıb ölünce o malı inkâr etmesi gerekir. Sünnet: Bu durumda emanet mal inkâr edilmez, varislere teslim edilir.

11. İcâre, hibe, sadaka, vakıf:

a) İcâre (kira akdi) ancak Arapça ile olur. b) İmam Mehdî gaib bulunduğu müddetçe (yani bin yıldır) düşmanla savaş ve yol kesen eşkıyaya karşı yolları beklemek için tutulan kimseler ücrete hak kazanamazlar; çünkü bu müddet içinde cihad meşrû değildir. c) Bağışlama ancak Arapça ile olur. d) Cariyenin yalnızca fercini (onunla birleşmeyi) hibe caizdir. e) Sadakadan caymak caizdir. f) Cariyenin fercini vakfetmek caizdir. Mut’a yoluyla ondan istifade edenlerden alınan ücret vakfın olur.

18. Ferâiz:

a) Oğlun oğlu, dede varken varis olamaz. Sünnet: Varis olur. b) Zevce akara varis olmaz. Sünnet: Olur. c) Ölünün en büyük çocuğuna bazı şeyler verilir. (Kılıç, yüzük, mushaf...) Sünnet: Verilemez; hepsi verenindir.

19. Cezalar:

a) Akıllı bir kadınla zina yapan mecnuna had (ceza) uygulanır. Sünnet: Akıl hastası sorumlu değildir. b) Gözsüz (âmâ) kimseye katlden dolayı kısas gerekmez. 14. Boşama: Sünnet: Gerekir. a) Boşama ancak Arapça ‘boşadım c) Aç bir kimse, kendisine yiyecek (tallaktuki)’ demekle olur. vermeyen kimseyi öldürüp yiyeSünnet: Arapça şart değildir. ceği alarak hayatını devam ettirir; b) İki şahit huzurunda yapılmayan öldürene kısas ve diyet gerekmez. boşama geçerli değildir. Sünnet: Öldüremez. Sünnet: Boşama şahit şartı yoktur. Zıhar yemini yapan (eşini anasına benzeten) köle azad etmek, iki ay oruç tutmak, altmış fakiri doyurmak şeklinde sıralanan keffareti (birisini) yerine getiremezse onsekiz gün oruç tutar. Sünnet: 18 gün oruçlu bir keffaret yoktur.

16. Kazâ ve dâva:

a) Kadı’nın (hâkimin) hadler (şer’î cezalar) konusundaki hükmü, masum iman bulunmadığı müddetçe geçerli değildir. Sünnet: Masum imam şart değildir. b) Bir kimse düşmanına zina isnad eder de bunu şahitler ile isbat edemezse yemin ederek kazif (iftira) cezasından kurtulur. Sünnet: Yemin ile kurtulamaz. c) Büluğ çağına gelmemiş çocuğun kısas davasında şahitliği mûteberdir. Sünnet: Mûteber değildir.

17. Av ve yiyecekler:

a) Ehl-i kitabın avladığı, Sünnîlerin ve keserken kıbleye dönmeyenlerin

Sonuç:

Farklı ve ihtilaflı noktalara daha birçok örnekler vermek imkânı vardır. Ayrıca Şî’a fırkalarının kendi aralarında da bu mevzûlarda ittifak yoktur. Bazılarının Sünnîlerle ihtilafı daha çok, bazılarının ise daha azdır. Bizim bu özetlemeyi yapmaktan maksadımız ihtilâfı büyütmek, müslüman grupları birbirine düşürmek değildir. Ehl-i Sünnetin, iman hududu içinde olan bidat fırkalarına bakışı kardeşçedir. Onlar Sünnîlere düşmanca davranıp saldırmadıkça Sünnîler de saldırmaz. Daha ileri derecede birlik ve beraberlik ise ancak iki cemaatin ulemâsı arasında, iyiniyete ve ilme dayalı görüşmeler, tartışmalar ve anlaşmalar sonunda gerçekleşebilir. Bizim de temennimiz bundan ibarettir.


otuzaltı

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Safahat Dersleri - 4 Safahat’ın muhtevası (2.kitap) Mustafa Özçelik Safahat’ın ikinci kitabı “Süleymaniye Kürsüsünde” adını taşır. Uzun soluklu tek bir şiirden oluşan bu eser, birinci kitaptan bir yıl sonra yani 1912’de yayımlanır. Bu kitabın dikkati çeken ilk yanı İslamcı bir şairin “İttihad-ı İslam” konusundaki görüşlerinin anlatıldığı bir eser olmasıdır. O devir, Osmanlı’nın içinde bulunduğu hal gereği çözüm için çeşitli fikirlerin de oluşmaya ve sistemleşmeye başladığı bir süreci ifade eder. Aydınlar bu anlamda Batıcı, Türkçü reçetelerle Osmanlı’nın izmihlalini önlemek düşüncesindedirler. Âkif ve Sırat-ı Müstakim dergisi etrafında toplanan arkadaşları ise “İslamcılık” görüşünü dillendirirler. Çünkü bu görüş, milletin kadim görüşü olarak özgünlük taşımakta ve bu yönüyle ithal fikirleri yaymaya çalışan diğer iki akımdan ayrılmaktaydı. Eser, cami kürsüsünde yapılan bir vaaz metni özelliğindedir. Konuşan Abdürreşit İbrahim adında Türkistanlı başka biridir ama bu fikirlerin sahibi aslında Âkif’tir. Âkif, onun dilinden İslam ülkelerinin içinde bulunduğu hali bütün detaylarıyla hikaye eder. Cami ve çevre tasvirleriyle başlayan anlatımdan sonra sözü vaiz alır. Yönetim, resmi diğer kurumlar, eğitim, maliye vs. de görülen olumsuzluklara eleştirel bir dille temas edilir. Eserde problemlere temas edilirken bunlar karşısında çözüm önerileri de getirilir. Mesela Tataristan’da halkın irşadı için gazeteler çıkarılmış, mektep ve medreseler açılmıştır. Böylece bilhassa eğitim çağındakilerin iyi bir şekilde yetiştirilmesi sağlanmak istenir. Zira bu hayli önemli bir meseledir. Batıya eğitim için giden gençler toplumuna ve değerlerine yabancılaşarak ülkelerine dönmektedir. Bu durum halkla aydınların arasını açmaktadır. Bunun en acı neticesi ise cehaletin bilhassa din konusunda artması olmuştur. Böylesi bir ortamda daha vahim olan ise halkın dinin asli özelliklerinden kopararak kendilerini geleneklerin, batıl inançların esaretine bırakması olmuştur. Şair, bu durumun taassupu ortaya çıkardığını, bunun ise yenilik ve gelişme anlamında ciddi bir engel olduğunu söyler. Eserde hemen hemen Osman-

lı, Türkistan, Çin, Mançurya gibi Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalara temas edilir. Onlarda da cehalet, taassup ve batıl inançlar alıp başını gitmiştir. Fakat onların kurtuluş için gözü kulağı İstanbul’dadır. Zira İstanbul, merkezi İslam devleti olan Osmanlı’nın başşehridir. Vaiz, bütün olumsuzlukları sıraladıktan sonra sağlıklı gelişmeye, kalkınmaya örnek olarak Japonya’dan söz eder. Onlar, benzer sorunlarını Müslüman olmadıkları halde Müslümanlığın ilkelerine riayet ederek çözmüşler ve ciddi bir kalkınma dönemine girmişlerdir. Dinleri Budizm olmasına karşın adeta bir Müslüman gibi hareket etmektedirler. Trajik olan bu dine yani İslamiyet’e inananların böyle davranmamalarıdır. Aynı süreç içerisinde bir umut olarak görülen Meşrutiyet’in ilanından da söz edilir. Fakat ümit edilen gerçekleşmez ve durum bir hayal kırıklığına dönüşür. İnsanlar, meydana gelen başıboşlukta daha vahim problemlerle karşı karşıya kalırlar ve 2. Abdülhamit dönemini arar hale gelirler. Vaizin hitabeti bu durum karşısında yeniden eleştirel bir dile dönüşür. Bu üslup içerisinde Müslümanların birliğini parçalayacak kavmiyetçilik fikri şiddetle eleştirilir. Zira bu süreçte bu fikir hayli güç kazanmıştır. Bu sebeple Müslümanlar gerek kavmiyetçilik gerekse diğer tehlikeler karşısında uyanışa, gayrete davet edilir. Bu eserde vurgulanan bir konu da Akif’in batılılaşmadan ne anladığının dile getirilmesidir. Buna göre ilim ve teknik konusunda gelişerek Osmanlı’ya üstünlük sağlayan Batı’nın bu yönü örnek alınmalı, eğitimi düzelterek, çalışma fikrini benimseyerek ve kesinlikle dinden uzaklaşmadan toplumsal değişim ve dönüşüm sağlanmalıdır. Batı’nın emperyalist yönü ise asla gözden ardı edilmemeli ve bu yöne mutlaka karşı çıkılmalıdır. Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere bu ikinci kitap, bize mütefekkir Akif’in din, eğitim, teknik, kültür, İslam birliği gibi meselelerde söylediklerini derli toplu veren bir eser niteliğindedir. Bu kitabıyla Akif, M. Emin Erişilgil’in de dediği gibi “Safahat şairliğinden politika şairliğine” yönelmiş biri olarak karşımıza çıkar.

İslam coğrafyasından haberler

Pakistan’da siyasi kriz Muhalefetin Pakistan Başbakanı Navaz Şerif aleyhine 2 Kasım’da düzenlemeyi planladığı yürüyüş öncesi, başkent İslamabad’da tüm siyasi mitingler, yürüyüş ve protestolar 2 ay süreyle yasaklandı. Pakistan İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada,

gösteri ve yürüyüş yasağının başkente komşu Ravalpindi’de de uygulanacağı bildirildi. Söz konusu kararın, Pakistan Adalet Hareketi (PTİ) lideri İmran Han’ın, Şerif’i istifaya zorlamak için başkenti “kilitleme” tehdidinde bulundu.

İsrail’den Filistinli milletvekiline gözaltı İsrail askerleri, Batı Şeria’nın güneyindeki El-Halil kentinde evini bastıkları Filistinli Milletvekili Azzam Selheb’i gözaltına aldı. Filistin İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) Filistin Parlamentosu’ndaki Değişim ve Islah Bloku yaptığı açıkla-

mada, üyeleri Selheb’in İsrail askerleri tarafından gözaltına alınarak bilinmeyen bir yere götürüldüklerini belirtti. Azzam Selheb’in gözaltına alınmasıyla beraber, İsrail hapishanelerindeki Filistinli parlamenterin sayısı 8’e çıkmış oldu.

Kudüs’te Ezan yasaklandı, Başbakan’ın oğlu rahatsız olmuş!

İsrail’de skandal ‘ezan yasağı yasası’ tartışmaları sürerken, İsrail Parlamentosu’ndaki (Knesset) Arap asıllı Milletvekili Taleb Ebu Arar’dan ilginç bir açıklama geldi. Ebu Arar, “Başbakan Netanyahu’nun, ezanın hoparlörlerden yasaklanması ile ilgili yasa tasarısının genel kurula getirilmesinde ısrarcı olmasının asıl nedeni oğlu Yair’i rahatsız ettiği içindir” dedi. Ezan ile ilgili yasa tasarısının yarın yeniden genel kurulda oylamaya sunulacağını belirten Ebu Arar, “İsrail Hükümeti, ezan yasasını Knesset’ten geçirmeyi planlıyor. Ezan yasa-

sının genel kuruldan geçmesinin engellenmesi bağlamında sarf ettiğimiz emeğimiz boşa gitmez, başaracağımızı umuyoruz” dedi. Öte yandan, İsrail Devleti’ne bağlı Müslümanlar’a ait Yüksek Şeriat Mahkemesi’nden yapılan açıklamada, “Şer’i kadılar, ezanın yasaklanmasıyla ile ilgili yasa tasarısına tamamen karşıdır” ifadelerine yer verildi. İsrail’in kanal on televizyonu geçen hafta, Netanyahu’nun ezan yasa tasarısına destek vermesinin, oğlu Yair’in ezandan rahatsız olmasından kaynaklandığını açıklamıştı.

Mursi’nin idam kararı kaldırıldı Mısırlı kaynaklar, 3 Temmuz 2013’teki askeri darbenin ardından tutuklanan ve görevinden uzaklaştırılan Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi hakkında verilen idam kararının temyiz mahkemesi tarafından bozulduğunu aktardı. ‘Vadi’n-Natrun Hapishanesi

Olayı’ olarak da bilinen ‘hapishaneler baskını’ davasında idam cezasına çarptırılan Mursi’nin yeniden yargılanması talep ediliyor. Böylece, daha önce başka davalardan müebbet hapis cezası alan Mursi hakkında verilmiş herhangi bir idam cezası kalmadı.


otuzyedi

Aralık 2016

Batının vahşi sanayileşmesinin bedeli iklim değişikliği - 3 Dr.Aydın Yıldırım Yaptığı katliamlarla tam anlamıyla kuduran batı zihniyeti, asker-sivil gözetmeksizin önüne çıkanı katletti. II. Dünya Savaşı 65 milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Bunların sadece %33’ü asker, %67’si sivildi. Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’nın son aşamasında 6 Ağustos1945 de Japonya’nın Hiroşima şehrine Uranyum-235 tipi atom bombası atarak, ilk anda 140 bin kişinin, daha sonra da kanser ve benzeri radyasyon kaynaklı çevresel kirliliğe bağlı hastalıklar sebebiyle toplam 300 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bunun da sadece 20 bini askeri personeldi. Peki Amerika bu vahşet rekoruyla tatmin oldu mu? Hayır.... Üç gün sonra 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye Plütonyum-239 tipi atom bombası atarak ikinci katliamı yaptı. 240 bin nüfuslu Nagazaki’de toplam 74 bin sivil öldürüldü. Ölenlerin sadece 150 kadarı askerdi. Binaların ise % 36’sı tamamen yok edildi. Belediye kayıtlarına göre, daha sonra atom bombasının etkisiyle ölenlerle birlikte sayı 143.124 tür. Yani bu kentin yarısı ve insanı ve binalarıyla birlikte yok edildi. Bu itibarla Amerika Birleşik Devletleri, dünyada ilk defa iki şehri top yekûn hedef alıp, nükleer silah kullanarak tüm unsurlarıyla en büyük insan ve çevre katliamı yapan ilk ve tek devlettir. 1919 tarihli Milletler Cemiyeti anlayışı üzerinden hareketle, 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BM), kuruldu. Dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasındaekonomik, toplumsal ve kültürel iş birliği oluşturmak gayesiyle kurulan Birleşmiş Milletler, kendini “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” olarak tanımladı. Uluslararası İlişkilerde, kuvvet kullanılmasını ilk olarak evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma Birleşmiş Milletler Antlaşması olarak takdim edildi. Peki Birleşmiş Milletler Teşkilatı bu misyonun ne kadarına uygun

davrandı? Herkesin ortak ifadesi şudur ki, hemen hiç birine. Peki neden veya kimler engelliyor? Meşhur “Beşli” blok. BM sistemini yöneten asıl organ BM Güvenlik Konseyi’dir. 15 üyeli konseyde de 5 daimi üye ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dan birinin bile veto ettiği hiç bir karar geçemez. Bu beşlinin ortak özelliği, küresel askeri harcamanın yüzde 65’ini bunlar yapar. Küresel askeri harcamanın yüzde 40’ını tek başına ABD yapar. İşin daha da vahim boyutu ise, yukarıda saydığımız bu beşlinin,nükleer silaha sahip ülkeler olmasıdır. Bunlar aynı zamanda Uluslararası Nükleer Silahsızlanma Antlaşması’nın resmen ‘nükleer silah devleti’ olarak tanımladığı ülkelerdir. Öte yandan Beşli bloğun, kesintisiz olarak kullandığı Veto enstrümanı bir zulüm aracı olarak, kendilerine zalimane bir iştah vermekle birlikte, onları tüm insanlığın gözünde güvenilmezler, BM’yi de gevşek tutumundan dolayı kukla durumuna düşürmüştür. Bunlardan ABD’ye bakalım, şimdiye kadar kendi sınırlarını koruma-ülke savunması konusunda bir tek savaşı olmayan ABD ordusunun etkin, yedek ve yarı asker personel toplam 3 milyondan fazla askeri bulunmaktadır. Bunları İslam ülkelerinin doğal kaynaklarına ve tüm zenginliklerine el koymada vurucu-işgalci

güç olarak kullanıyorlar. Sistematik bir terörle bu ülkelerin, insanlarını da köleleştirerek, bedava işgücü olarak kullanıyorlar. Karşı çıkan masum insanlara da hunharca kesintisiz katliam uyguluyor/uygulattırıyorlar. Peki NATO ne işe yarıyor? 4 Nisan 1949 tarihinde yani II. Dünya savaşından dört yıl sonra kuruldu. Kuzey Amerika ve Avrupa’daki 28 üyeli ve merkezi Brüksel’de bulunan savunma amaçlı kuruluştur. NATO, SSCB’nin yayılmacı politikalarına karşılık oluşabilecek tehlikelere karşı önlem almak amacıyla başta ABD olmak üzere, üye ülkelerin dışarıdan gelecek olan tehlikelere karşı askeri savunmasını sağlamak ve aynı zamanda gerek siyasi gerekse ekonomik ve sosyal alanlarda işbirliği sağlamakla görevlendirilmiştir. Türkiye’nin 1952 yılında resmen üye olduğu NATO’nun temel ve sözde değişmeyen kurallarından bazıları bir nostalji olarak şunlardır; -İttifak savunma amaçlıdır -Üye ülkelerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı garanti edilerek dünya barışı korunmalıdır -Üye ülkelerden birine yapılan saldırı, düğer tüm ülkelere yapılmış kabul edilir.(5. madde) Soğuk Savaş sırasında hiçbir askerî operasyon gerçekleştiremeyen 75 yıllık NATO’nun, 52 yıllık üyesi olan Türkiye’ ye hemen hiçbir yararlı katkısına rastlamıyoruz. Ancak, NATO’ nun Türkiye’ de; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sabıkalarına dair, ortak kanaatler vardır. Sahi BM’ ye ne kadar güvenebiliriz? Avrupa’nın göbeğinde 11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa soykırımında 8 bin 372 Boşnak Müslümanı katlettirerek, yakın tarihin en büyük insanlık ve çevre katliamını yönetmiştir. Yani bu vahşi sistem, uluslararası hukuk, insani değerler, açıklık-hesap verebilirlik ve çevreye saygı gibi evrensel isteklere karşı, üç maymunu oynamaya devam ediyor. Bunlardan insana, iklime, çevreye dair ne bekleyebiliriz?


otuzsekiz

‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Sebîlürreşad okuyucusuyla hasbihal Ey aziz kârî Fatih Bayhan Sebîlürreşad 2012’inci sayısında bizleri buluşturan Allah’a hamdolsun. Aralık ayı Sebîlürreşad için önemli bir aydır. Zira mecmuanın emektarı Eşref Edip Fergan Bey bu ayın 10’uncu gününde İstanbul’da vefat etmiştir. Bu yıl onun vefatının 45. yılıdır. Aynı zamanda yakın dost olan milli şairimiz ve mecmuanın Başmuharriri Mehmet Akif Bey’in de bu ay hem doğum hem de vefat ayıdır. Onun ise vefatının 80’inci yılıdır. Dostlukları o kadar güzeldir ki bir yazar, şair ilişkisinden çok, bir yol arkadaşlığı ve dava kardeşliği muhtevasındadır. Bu nedenle Aralık Sebilürreşad’ın yad etme programlarının olduğu bir aydır. Okuyucularımızı bu ay İstanbul ve Ankara’da gerçekleştireceğimiz programlarımıza bekliyoruz. Bunlardan birincisi 10 Aralık’ta Edirnekapı’da Eşref

Edip Bey’in mezarı başında bir hatim duası yapacağız. Bu merasim onun mezarı başındaki ilk etkinlik olması bakımından da önemlidir. Vefatının 45’inci yılında Eşref Edip Bey’i Sebilürreşad ailesiyle birlikte dualarla andık. Elinizdeki sayı da ona ve Akif’e hasredilmiş özel sayı olarak hazırlanmıştır. Eşref Edip Bey’in büyük emekler vererek 1908’den başlayarak çıktığı fikri koşu inşallah aynı ruh ve inançla yoluna devam edecektir. Verdiği emekler bugün Türkiye’nin ve İslam coğrafyasının her bir noktasında filizlenmiş, meyveye durmuştur. Âkif onun yoldaşı, fikirdaşı ve yol açıçısıdır. Aralarındaki muhabbet o denli yüksek seciyelidir ki öldüklerinde dahi aynı ayda rahmeti rahmana kavuşmuşlardır.Her ikisini de rahmetle anıyoruz.

Hat Sergimize davet ediyoruz 16 - 20 Aralık’tarihleri arasında İstanbul Harbiye CRR’de Sebîlürreşad’ın 1948-1966 yılları arasında kapağında yer alan hat eserlerinin yer alacağı bir sergi açıyoruz. İslam yazı sanatının eşsiz örnekleri arasında sayılan bu eserler hem yazan hem de yazılan bakımından kıymetlidir. Hattat Mesut Dikel Beyefendi bu eserleri yeniden meşk eyledi ve sergiye hazırladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımıza ve Kültür Dairesi Başkanı Abdurrahman Şen beyefendiye sergimize gösterdikleri al-i cenaplık için müteşekkiriz. Sergide 55 eser sergilenecek ve açılışını inşallah 16 Aralık saat 14.00’te yapacağız. Sergimiz 4 gün açık kalacak. Ardından Ankara’da Kızılay’da Metro Sanat Galerisi’nde, 27 -31 Aralık tarihleri arasında aynı sergiyi açacağız. Bu sergi içinde Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne de müteşekkiriz. Konya ve Kayseri için de görüşmelerimiz devam ediyor.

Türkiye il temsilcilikleri ve Avrupa Koordinatörümüzü görevlendirdik Sebilürreşad yoluna her geçen gün yeni isimleri kervanına dahil ederek gidiyor. Okura ulaşmak büyük özveri istiyor. Bayiden gazete almak da neredeyse tarih olacak. Abonelikte eski alışkanlık arasında kalmış gibi. O halde dergiye illerde “sahip” çıkacak dostlarımıza, gençlerimize ihtiyaç oldu. Bu nedenle hızlıca illerimizde temsilcilikler oluşturmalıydık dergiyi okuyucusuyla buluşturacak fedakar gençler eliyle çalışmamıza başladık. Şu ana kadar 40 vilayet tamamlandı. İnşallah Aralık ayı sonuna dek tüm Türkiye’yi bitirmiş olacağız. Başta Belçika, Hollanda ve Almanya olmak üzere; İngiltere, Fransa, İtalya ve Balkanlar’da Sebilürreşad’ı oradaki

Müslüman kardeşlerimize ulaştırmak adına bu önemli vazife Belçika’da yaşayan ancak sivil insiyatiflerde aktif rol alan Hayriye Tufanoğlu Hanımefendi’ye verildi. İnşallah Sebilürreşad’ı tüm Avrupa’da ayakta tutacaktır. Gayretine ve samimiyetine itimat ediyoruz. Oradaki kardeşlerimizle aramızdaki köprüyü sağlam şekilde kuracağız inşallah. Ortadoğu ve Kafkasya için ayrı bir ekiple görüşüyoruz. Ayrıca Çin ve Japonya ile ilgili bir çalışmayı tamamlamak üzereyiz. Bir dergi dahi olsa oraya gireceğiz. Zira “gidemediğin yer senin değildir.”

Okuyucu mektubu Ebette çok sayıda mektup ve e-mail alıyoruz. Ama içlerinde bizim gönül telimizi titreten bir tanesi vardı ve gerçekten bizi çok etkiledi. O mektup Ahmet Necati Derin adlı bir okurumuza aitti. El yazısıyla, zarfı dahi bir kağıttan geri dönüşümlü olarak hazırlanarak gönderilen mektup Manisa Alaşehir’den gelmişti. Ahmet Necati bey Alaşehir Özel Halk Kütüphanesi’ne konulmak üzere Sebîlürreşad sayılarından istiyordu. Bu talebi çevirmemiz mümkün değildi ve hemen Sebîlürreşad’ı postaya verdik, inşallah ulaşmıştır.

Yayınevlerinden gelenler Yazar :Halil İnalcık, Eser: Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet, Yayınevi: Kronik Eser hakkında: Tarih yazıcılığında çığır açan Halil İnalcık bu kitabında, Osmanlı Devleti’ndeki üç büyük güç “devlet, hukuk ve adaleti” sistemini ele almıştır. Osmanlı’da devlet, hukuk ve adalet kitabında devlet anlayışı, kanun rejimi, kanunların uygulanış biçimi ve adalet yöntemleri üzerine araştırmalarını bir araya getiriyor. Okuyucular kitabı bitirdiğinde, Osmanlı Devleti’nin bir çok millet ve dini, altı asır nasıl bir arada tutup idare ettiğini en orijinal bilgiler eşliğinde öğrenmiş olacaklar. *** Yazar: İlber Ortaylı, Eser: Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı’da ‘Kadı’, Yayınevi: Kronik Eser hakkında: Türkiye’de tarih denilince akla ilk gelen isimlerden İlber Ortaylı’nın kaleminden Osmanlı hukuk tarihinin merkezinde yer alan ve üzerine pek konuşulmayan kadıları anlatan önemli bir çalışma. *** Yazar: Cihan Piyadeoğlu, Eser: Sultan Alparslan: Fethin Babası, Yayınevi: Kronik Eser hakkında: Sultan Alp Arslan üzerine hem akademik ihtiyaçları karşılayacak hem de akıcı üslubuyla tarih severlerin merakını giderecek bu çalışmayla, geri planda kalmış Selçuklu tarihi ile Sultan Alp Arslan yeniden gün yüzüne çıkıyor. *** Yazar: Abdülkadir Özcan, Eser: 4. Murat: Şarkın Sultanı, Yayınevi: Kronik Eser hakkında: 4. Murat devrinin iç ve dış olaylarını ele alan, orijinal kaynaklar ve araştırmalarla yepyeni bir sentez olarak ortaya çıkan bu özgün çalışma alanında bir boşluğu dolduruyor.


otuzdokuz

Aralık 2016

MUHTEREM OKUYUCULARIMIZA Elli yıl fasıladan sonra yeniden neşredilmeye başlayan Sebîlürreşad, bir dava ve aksiyon dergisi olduğu kadar, bir ilim ve fikir mecmuası, edebi ve tarihi bir vesikadır. Sizlerin bu bilinçle Sebîlürreşad’ı takibe başladığınıza inanıyoruz. Mehmet Âkif ve Eşref Edip Bey’in 1908’de Sırat-ı Mustakim adıyla başlattıkları bu yayın çizgisi, sadece bir dergi olmanın ötesinde bir misyonu temsil etmiştir. O misyon Devlet-i Aliye’nin dağılmaması, Müslümanların bir arada, güç birliğini koruması inancını temsil ediyordu. Bugün Sebîlürreşad’ın misyonu ve inandığı ilkelerin bize ne kadar doğru istikamet çizdiği aradan geçen bunca yıl sonra yeniden kıymetli hale gelmiştir. Mehmet Âkif Bey’in, “Ehli Salip” olarak tanımladığı ve “Sözüne güvenilmez” diye not düştüğü Batı medeniyeti, bizi bir bedenin parçaları gibi gördüğü için ayırmak istemişti. Bunda başarılı olmuştur. Ancak bu ayrılış 108 yıldır ne ayrılana, ne de asıl bedene huzur, sükûnet, güç ve iktidar getirmemiştir. Hatta bu ayrım, cetvel koyarak haritalandıran Batı medeniyetini dahi huzurlu kılmamıştır. Şimdi Lozan’ın 100. Yılına giriliyor. Sevr’i fiili kılamayan Ehli Salip, yeni planını devreye soktu. Ancak bu sefer Ümmeti Muhammed daha organizeli, daha cesur, biraz daha ne istediğini bilir durumdadır. Bu yüzden işleri kolay olmayacaktır. İslam coğrafyasına “Arap Baharı” adını vererek uygulamaya soktukları “sosyal darbeler” ümmetin maddi manevi mahvına neden olurken 15 Temmuz’da bu kez ümmetin kalbine darbe indirmek istemişler, ancak muvaffak olamamışlardır. Bu tahlile neden ihtiyaç var; zira Sebîlürreşad çizgisi aradan geçen bunca karanlık yılların yeniden aydınlık günlere çevrilmesi

için ayakta durması gereken, bayrağının dalgalanması gereken bir fikir ocağıdır. Bu ocak, manevi inkişaf için gayret gösteren samimi insanların ocağıdır. Vatan, millet, bayrak ve din için fedakarlık yapabilen, kalbi islam coğrafyası için atan sevdası büyük insanların ocağıdır. Mehmet Âkif’in, Eşref Edip’in eli vardır üzerimizde. Giriştiğimiz manevi sorumluluğun idrakindeyiz. Okuyucularımızın da bunun idrakinde olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Sebîlürreşad’a abone olarak, dostlarınızı buna abone yaparak, uygun olursa reklam vererek, toplu alım yaparak, mecmuayı gençlere ulaştırarak sorumluluk sahibi olduğunuzu gösteriniz. Eşref Edip üstadımızın bu dergiyi 1966’da “ekonomik nedenlerle”, yani abonelerinin dergi bedellerini zamanında göndermemesi yüzünden kapattığını unutmayınız. İlk sayımızı 10 bin adet basıp başta Türkiye’mizin tüm vilayetlerine, aydın ve mütefekkirlerine, saniyen İslam coğrafyasına ulaştırdık. İnternet gibi ortak bilgi havuzunun bulunduğu bir dönemde yazılı mevkuteyi ayakta tutmak zor denilebilir. Lakin öyle değil. Sebîlürreşad’ı hediye edebilirsiniz ama, onu dijital olarak sadece tavsiye edebilirsiniz. Dokunabileceğiniz, okuyabileceğiniz bir mecmua için emek veriyoruz. Bulunduğunuz vilayette il temsilcimiz aracılığıyla abone olabileceğiniz gibi, banka hesap numarası adresine havale yaparakda abone olabilirsiniz. Dua istiyoruz. Dua ediyoruz. Allah islam coğrafyasını kültürel istiladan korusun… Abonelik ve Sebîlürreşad’a sahip olmak için bulunduğunuz illerdeki temsilcilerimizle temasa geçebilir veya aşağıdaki iletişim bilgilerinden doğrudan bize ulaşabilirsiniz. Allah yardımcımız olsun.

ABONELİK İLETİŞİM BİLGİLERİ

Abone ve Dağıtım İletişim: 0 541 673 85 80 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara Abone mail: sebilürresadabone@gmail.com Abone için: Yıllık bedel: 120 TL, 6 Aylık bedel : 70 TL Nezihe Bayhan adına Hesap no : TR0500 2090 0000 0975 1700 0001 ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB. Yurtdışı 12 aylık abonelik bedeli 65 Euro

TEMSİLCİLİKLERİMİZ AVRUPA - HAYRİYE TUFANOĞLU +32 484 03 35 35

ADANA - REMZİ YILDIRIM 0532 522 68 22 AĞRI - MELİH DENİZ 0542 307 77 88 ANTALYA-1 ALPER YILMAZ 0543 542 59 49 ANTALYA-2 TÜRKAN ŞİMŞEK 0537 571 82 78 BOLU - M.FATİH YAZICIOL 0506 988 39 57 BAYBURT - HÜSNÜ YAĞMUR 0505 829 69 00 BARTIN - GÜNGÖR YAVUZASLAN 0532 178 34 74 ÇANKIRI - SERDAR ÇAM 0507 214 91 42 ELAZIĞ - ALİ ÖGÜL 0532 377 07 46 ERZİNCAN - MERT ÇOBAN 0543 963 28 26 ERZURUM - UĞUR AKSU 0543 919 66 14 G.ANTEP - İSMAİL KORKMAZ 0553 005 23 23 ISPARTA - YAŞAR CESARET 0507 284 77 47 İSTANBUL - M.AKİF OLGUN 0532 255 92 66 İZMİR - MEHMET YAŞAR 0506 573 11 77

KARABÜK-1 AHMET AKSOY 0538 200 84 31 KARABÜK-2 ERGİN AKGÜN 0505 369 19 68 KASTAMONU - LEVENT KENAN 0545 426 44 96 KAYSERİ - HÜSEYİN TÜRKMEN 0536 736 26 24 KONYA - LÜTFULLAH IŞIK 0505 938 42 54 KÜTAHYA - CABİR KESKİN 0554 443 48 74 MALATYA - MEHMET SAĞDIÇ 0532 564 88 72 MARDİN - AHMET AKGÜL 0532 442 22 73 OSMANİYE - SÜLEYMAN MAZI 0505 434 25 26 RİZE - ADEM DOĞAN 0545 324 97 02 SAKARYA - M. TALHA İBİL 0542 383 54 54 SAMSUN - EBABİL KİTABEVİ 0362 432 88 66 SİVAS - CENGİZHAN KONUŞ 0542 226 85 46 ŞANLIURFA - OSMAN GÜZEL 0507 811 33 53 TEKİRDAĞ - AHMET AKÇAY 0532 495 23 66

DİYANET (TDV) SATIŞ NOKTALARIMIZ ADANA 0 322.352 51 57 ADIYAMAN 0416 214 12 67 ANKARA KALEM KİTAP TEL : 0312 419 46 93 ANKARA KOCATEPE 0312.417 27 92 ANKARA SIHHİYE 0312.229 73 36 ANTALYA 0242.242 15 24 BURSA 0224.328 81 55 ÇANAKKALE 0286.214 37 02 ÇORUM 0364.213 37 26 DENİZLİ 0258.263 86 82 DİYARBAKIR 0412.224 40 91 ELAZIĞ 0424.236 96 70 ERZURUM 0442.234 36 96 GAZİANTEP 0342.230 50 27

KİTABEVLERİ

ANKARA: DOST - KURTUBA SİHAM TURHAN- HASRET İSTANBUL: BEDİR YAYINEVİ, TİMAŞ ADANA: ŞAFAK - ALFABE BALIKESİR: GÜLİSTAN - ALEM- BANDIRMA KONYA: ÇİZGİ - KİTAP DÜNYASI

İSTANBUL CAĞALOĞLU 0212.511 44 32 14 İSTANBUL ÇAPA 0212.518 46 04 İSTANBUL FATİH 0212.621 80 17 İSTANBUL ATAŞEHİR 0216.474 12 02 İZMİR 0232.482 18 36 KAHRAMANMARAŞ 0344.232 07 00 KAYSERİ 0352.222 51 95 KONYA 0332.350 97 66 MALATYA 0422.323 31 33 MUĞLA 0252.214 43 02 SAKARYA 0264.278 20 75 SAMSUN 0362.432 87 62 SİVAS 0346.221 30 05 TRABZON 0462.326 17 47

İNTERNET SATIŞ Kitapyurdu.com Kitapyuvasi.com İnternet üzerinden abone olmak için web adresimizi ziyaret edebilirsiniz; www.sebilurresad.com.tr


‫ ربيع األول‬Rebiulevvel 1438

Halep’in masum çocuklarına ithaf Bu şiir Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine Üstad Mehmet Akif Bey’in kaleme aldığı bir hüzün ve matem şiiridir. Bugün Elhamdulillah Bursa Anadolu toprağıdır ve semasında Bayrağımız, gökkubbesinde Ezan-ı Muhammedi okunmaktadır. Ancak bugün Halep’te yangın var. Sabi’ler, kadınlar, yaşlılar ve suçsuz bebeler kan revan içindedir. Tarih, kültür ve medeniyetimize dair ne varsa harab edilmiştir. İnsani

Bülbül

— Basri Bey oğlumuza —

Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım; Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım. Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı; Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı. Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl... Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl. Muhîtin hâli «insâniyyet»in timsâlidir, sandım; Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım! Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd, Zalâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd, O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu: Ki vâdîden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu. Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi: Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşer’di! — Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin; Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen, Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen. Hazansız bir zemîn isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın, Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın. Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda; Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda. Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır? Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır? Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda; Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda! Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı, Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu, Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu. Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân’ın; Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın! Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun; O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın; Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın! Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın; Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın! Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! Ankara – Tâceddin Dergâhı 7 Mayıs 1337 (1921) Mehmet Akif Ersoy

yardımlar biçare hayatta kalanlar için elzemdir. İslam ümmeti bu işgali bitirmeli, yardım elini mutlak uzatmalıdır. Bursa’yı nasıl huzur şehri yaptıysak Halep’i de huzur şehri yapmak tüm ümmetin üzerine farzdır. Bu şiir islam şehri Bursa’ya yazıldı ama emin olunuz ki Üstad Akif bugün kaleme alsaydı aynı hüznü Halep için yaşardı. O yüzden bu şiiri Halep’in masum çocuklarına ithaf ediyoruz.

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Rebiüvvel 1438, Aralık 2016

Halep kimin savaşı? Halep 4 Eylül tarihinden itibaren 92 gündür kuşatma altında.300 bin Halepli Rejim-Rus-Milis güçlerinin kuşatması altında.Kent bir ölüm çukuru halinde. 2011 yılında Suriye’de başlayan olaylar ve sonrasında yaşanan iç savaşta Halep hep en önemli merkez oldu.Suriye muhalefetinin başkenti ve çekim merkezi Halep. Suriye’de 82 ülkeden yabancı savaşçı var. Bölgesel ve küresel güçler ya bizzat ya da vekilleri ile alandalar.1 milyona yakın insan ya yaşamını yitirdi ya da kayıp.Suriye’nin geleceğine Suriyeliler hariç başka güçler karar vermeye çalışıyor.7 milyon 5oo bin Suriyeli ülke dışına çıktı.6 milyon Suriyeli ülke içinde yer değişti.Suriye terör örgütlerinin kendilerine bölge ve kaynak bulduğu bir alan oldu. Kaide,PKK,DEAŞ ya da minik terör örgütçükleri güç kazandı. Bunun yanında terör çizgisine yakın militarist guruplar elaman ve kaynak buldu.Dünya medyasında gönderilen Aylan-Ümran bebek benzeri kareler sonucu olmayan gözyaşlarının ötesine geçemedi.Suriyeliler hala ölüyor.Eğer Suriye’de akan bebeklerin kanı değil de petrol olsaydı tüm egemen güçler alana dolar ve savaşı bitirirlerdi.Bugün Suriye’de yaşanan kayıpların yarısı çocuk. BM bir kez daha sıfır etkisiz bir örgüt olduğunu gösterdi. Ölü sayıcılığına devam ediyor Birleşmiş Milletler.Türkiye-Irak-Lübnan-Filistin-Ürdün komşu ülkeler yanında bir de İsrail bölgede var.Türkiye askeri olarak Halep kuzeyinde.İran Şii milisleri ile sıcak savaşta. Lübnan ise Hizbullah ile savaşa müdahil oldu.İşgal altındaki Filistin’in Suriye’de 2 milyon vatandaşı uzun yıllardır var.Mülteci Filistinliler iç savaşa katılmaya zorlandılar.Ürdün ise Birleşik Krallığın alandaki çalışmalarını yürüten unsur durumunda ve Ürdün içinde de 3 milyona yakın Suriyeli mülteci var.Tüm Suriye Savaşı’ndaki güçlerin çakışma noktası Halep bölgesi oldu.Halep baktığımızda Rusya-ABD-İran-Rejim-PKK-DEAŞ -Yabancı Savaşçılar ve diğerleri Halep’de.Stratejik olarak Halep’i kontrol eden Suriye’de üstünlük elde ediyor. Son hali ile Halep Savaşı 2011 yılından beri yaşananların bir hesaplaşması.300 bin silahsız insan ki çoğu kadın ve çocuk tüm silahlı gurupların ortasında kalmış durumda.Bir yan da Halep Ordusu çatısı altında birleşen silahlı muhalefet diğer yanda Rusya’nın koordine ettiği Rejim-Hizbu Şii Güçler-PKK ve alanda görünmese de Kaide.Kırsal bölgede de Bab’a kadar DEAŞ. Halep ile ilgili en temel soru: “Bu savaş kimin savaşı?”Suriye’de ölenler Müslüman ama karar vericiler Hıristiyan alemi.Ortadoğu’da esir Kudüs’ü kurtaramayan İslam Dünyası Suriye Savaşı sonrası ikinci bir Filistin meselesi olacak olan Halep meselesine hazır olsun. Güngör YAVUZASLAN


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.