BİR KARE BİR ÖYKÜ Hüsna Altın / İlknur Balıkçı
HÜSNA ALTIN FOTOĞ RAF
SAN ATÇ I SI
1995-98 yıllarında Sakarya Devlet Güzel Sanatlar Galerisinden karakalem,sulu boya ve yağlı boya dersleri aldı. 2002 Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümünden mezun oldu. Kocaeli’de Özel eğitim kurumlarında fotoğraf eğitmenliği yaptı, kişisel ve karma sergiler açtı,çeşitli yerlerde fotoğraf gösterileri ve söyleşilerinde bulundu,bir çok kurum ve kuruluşlara fotoğraf yarışması düzenledi,jüri üyeliğinde görev aldı. Ulusal ve uluslar arası bir çok fotoğraf yarışmalarından ödülleri bulunan Hüsna Altın,2006’dan itibaren kurmuş olduğu Kocaeli Fotoğraf Sanatı Merkezi’nde fotoğraf eğitmenliğine, sergi danışmanlığına, kişisel fotoğraf çalışmalarına devam etmektedir. Hüsna ALTIN Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu (FIAP) tarafından verilen AFİAP unvanına sahiptir.
İLKNUR BALIKÇI E DE Bİ YATÇ I
-
YAZAR
Giresun’un Alucra ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Ordu, Mersin illerinde Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak görev yaptı. 2011–2012 yılları arasında Kocaeli Valiliği Kültür Danışmanlığı Bölümünde hizmet verdi. Halen Kocaeli Anadolu Lisesinde Edebiyat Öğretmeni ve idareci olarak meslek yaşamını sürdürmekte, Kocaeli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde de yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Mesleğinin ilk yıllarından itibaren şiir ve öyküler yazmaya başladı. ‘Yeşil Cam Şişe’ adlı öykü kitabıyla,‘Belirli Gün ve Haftalar’ adlı şiir kitabı basım aşamasındadır. Çalışmaları çeşitli yarışmalarda dereceler aldı. Öğretmenliğinin yanı sıra kültür ve sanat alanlarında etkinliklere katıldı. Tiyatro, halk oyunları, Drama eğitimi aldı. Kendi yazdığı ilk tiyatro skeci ‘Melek’ ödül töreninde sahnelendi. Halen, Fotoğraf sanatçısı Sayın Hüsna Altın’la ‘Dilsiz Şahitler’ adlı fotoğraf-öykü çalışmasını birlikte yürütmekteler. Evli ve iki kız çocuğu annesidir.
DİLSİZ ŞAHİTLER Burası, insanların sevdiklerini görmek istedikleri yer. Burası, fayansların üzerinde dışa açılan kocaman bir pencere. Burası, ellerini tutamadığınız, nefesini hissedemediğiniz, doya doya sarılamadığınız varlıklarınızı sadece izleyebildiğiniz yegâne yer. Burası, onlarla göz göze geldiğiniz, öfke, nedamet, acı, hasret duyduğunuz yer. Burası, gizli gizli akıttığınız yaşlarınızın akan suya
yarenlik ettiği yer. Burası, sevginin kalplere, şekillere döküldüğü, adının sessizce fısıldandığı, resimlerin okşandığı yer. Duvardaki izler, kim bilir hangi cepte, hangi koyunda saklandığı meçhul fotoğrafların izleri. Şimdi, onlardan geriye, hepsi birbirinden farklı, yaşanmışlığın tek şahidi dilsiz izler kalmış Burası, Sinop Cezaevi…
3
BİR KARE BİR ÖYKÜ
DEMLİ İKİ ÇAY Sabahın ilk ışıkları bu eski köy kahvesini yavaş yavaş aydınlatıyor. Mahmut Usta, geç giden köylülerin ardından kahvenin temizliğini yapmış, ortalığı derleyip toplamış. Şimdilik temiz, düzenli, sakin görünen bu yer, birkaç saat içinde bambaşka bir hal alır. Köyün yaşlısı, olgunu, ergini yavaş yavaş sökün etmeye, her masadan perde perde sesler yükselmeye başlar. Hasat zamanı tenha olan bu yer, diğer zamanlarda dolup taşar. Köylüsünün, şehirlisinin, çoğu erkeğin uğrak yeridir kahveler. Çünkü, bu mekanlar, konuşulan, dertleşilen; akıl alınıp verilen; sıkıntının atılıp dostluğun bir demli çayla şeker misali karıştığı yerlerdir. Ahmet Emmi ile Şakir Emmi, konuşa konuşa yeşil kapıyı inleterek içeri giriyorlar. Anlaşılan bu yılki hasattan pek memnun değiller.Nasip bidahaki yıla deyip “Demli iki çay! “diyorlar. Az sonra Hikmet Ağa öksürük nöbetleri içinde, üstüne kadife örtü atılmış eski koltuğa- her zamanki yerine- oturuyor. Çaylaaar! diyen Mahmut Usta’nın davetkâr tepsisine burun kıvırıp az önce yanına ilişen Ali Çavuşa dönüyor: “Bunlar da çay mı? Bizim gençliğimizde çayın suyu kaynaktan getirilir, odun
ateşinde kaynatılır, köz ateşinde de demlenirdi. Şimdi öyle mi? Her şeyin kolayına kaçıyorlar her şeyin…” Kahve, akşamüstü işten dönen gençlerin yorgun ama güçlü, neşeli sesleriyle çınlar. Masa başlarında uyuklayan yaşlılar kısa süreli başlarını kaldırıp sonra yine dalarlar. Tavlalar, birbirine üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışan ezeli rakiplerin attığı zarlarla inler durur. Diğer masada okey oynayanların, başka bir masadaki iskambil atanların “pişti, döneyim mi abi, penç ü se severler güzeli genç ise..” sözleri birbirine karışır. Arada bir televizyondaki spikerin mekanik sesiyle sunduğu son dakika haberlerine dikkat kesilir, biriki konuşur sonra yine kendi küçük kahvelerine dönerler. Kısa bir sessizlikten sonra taze demlenen çayın anonsuyla sesler birbiriyle harmanlanır. Yeni bir öksürük ziyaretinden kurtulan Hikmet Ağa hasretle söylenir: “Bunlar da çay mı? Bizim gençliğimizde çayın suyu kaynaktan getirilir, odun ateşinde kaynatılır, köz ateşinde de demlenirdi. Şimdi öyle mi? Her şeyin kolayına kaçıyorlar her şeyin…”
5
BİR KARE BİR ÖYKÜ
SİYAH BEYAZDIR HAYAT… Size bakan dört kişi… İkisi yan yana, omuz
Yıllarca denileni dinledim, söyleneni yaptım.
omuza… Kaderimi çizen görümcelerim ve
İçimdeki duyguları hiç gelmeyecek bahara
kocam…
bıraktım. Giyemedim, gezemedim. Kınalı
Bundan yıllar önce, evliliğimin ilk yıllarında
parmaklarım, bileklerim, içim gibi hep boş kaldı.
kocam ve kız kardeşleriyle kasabaya inmiştik. Onların ısrarıyla ilk defa fotoğraf çektirdim. Bana söylenenleri yaptım; eşimin kolunu tuttum. Ama gülümseyemedim, zorladım, olmadı. İnsan, gönülsüz bir yere giderse ayağı dolaşır; gönülsüz yerse, karnı ağrır. Gönülsüz evlenirse no’lur? Ben söyleyeyim: Neşesi kaybolur, gençliği güz yaprağı gibi solar gider; aldığı her nefes, saat
Yüreğim, ilgiden, sevgiden payını alamadı. Benim ömrüm bu fotoğraf gibi dondu. Gönlümün sesini dileyemeden, yüreğim pır pır edemeden, gençliğimi, kadınlığımı yaşayamadan, işte geldim, gidiyorum. Sizlere; benden geriye, benimle ihtiyarlayan çileli konsolumu, içinde sabırla işlediğim nakışlı
olur, gün olur, uzar.
havlularımı, yemenilerimi, patiklerimi, hayatımı
Şimdi, perde inmiş yaşlı gözlerim, fotoğraftaki beni
yadigâr bırakarak gidiyorum.
bile zor seçiyor. Kendime bakarken içim sızlıyor.
Üzerindeki örtüsü gibi, mahzun, yaralı
Siyah beyaz fotoğraf gibi siyah beyaz bir hayat…
gidiyorum…
7
BİR KARE BİR ÖYKÜ
ERKEN GELİN Her gün aynı şeyler…
Kuş seslerini CD’lerden dinliyor tabiatı masaüstü
Her sabah aynı saatte -duymak istemediğimiz halde-
yaptığımız arka plan resimlerden biliyoruz.
çalan arsız telefon alarmı, trafikte öten kornalar,
Günlük hayatın karmaşasında eriyor, azalıyor,
duman tüttüren tiryaki arabalar, saatlerce başından
bitiyoruz.
kalkamadığımız bilgisayarlar, çalışma masaları…
Oysa belki birkaç kilometre uzağımızdaki bu
Gün görmeden akşamla selamlaşmamız, evimize
yayla evi ne zamandır bizi bekliyor. Sandalyeleri
beton yuvamıza dönüş…
yürüyüşten dönen yorgun ziyaretçilerini
Hiç düşündük mü doğa bize biz doğaya ne kadar
beklemekten yorulmuş, paslanmış.
yakınız?
Evin örtülü gözleri yolunuza bakıyor.
Artık yeşile ayaklarımızı basamıyor, minicik
Gelin, yanı başınızdaki yaylalara, hasret kaldığınız
saksılarda sadece kaktüs suluyoruz.
tabiata gelin. Birkaç yıl daha görebileceğimiz sonra
Hayvanlarla dost olmayı akvaryumda balık beslemek
kitaplar arasına sıkışacak doğayla iç içe olmaya gelin.
olarak algılıyoruz.
Ne olur, erken gelin!...
9
BİR KARE BİR ÖYKÜ
GEÇMİŞTE KALANLAR Hayri Usta, öğle vakitlerinde, güneş kızgın kızgın
Güneş sakinleşince kalkar atölyeye dönermiş.
gülümsediği anlarda, atölye yanına eklediği bu
Bana bunları anlatırken çömlek çarkında dönen
derme çatma dinlenme köşesine gelir, yaşlı bedenini
kili yaşlı, ancak usta parmaklarıyla şekillendiriyor,
bu somya üzerinde dinlendirirmiş.
dertli dertli söyleniyordu: “Eskiden herkesin evinde
Burası, kuzeye baktığından daha serin. Yaptığı
çömlek kaplar vardı. Bunların içine konan hiçbir şey
küpleri ayakucuna istiflemiş.
bozulmaz. Çünkü hem hava alır hem hava verirler.
Küplerden yayılan yanık toprak kokusu, duvardaki
Çelik, plastik çıkalı mertlik bozuldu. Artık buralarda
küf kokusuna, oradan da sünger yatağın nemiyle
ustalar zamana uydu. Hediyelik yapıyorlar.”
birleşerek havaya dağılıyor.
Derin derin iç geçirdi “Çömlekçilik bitiyor kızım,
Bu oda, yaşanmışlık kokuyor, emek kokuyor, insan
bitiyor. İnsanlar bizi mutfaklarından çıkardıkları gibi
kokuyor.
hayattan da çıkarıyorlar!”
11
BİR KARE BİR ÖYKÜ
HAYATA TUTUNANLAR Kiremidin ve tuğlanın tozu, Osmancıklı işçilerin terli
Hamdi Efendi oğlunu üniversiteye gönderecek.
yüzlerini kırmızı bir çamurla; elbiselerini de toz bir
Ahmet’in ikizleri okula başlayacak.
pudrayla kaplıyor. Fabrikanın kuytu bir köşesi onların giyinme yerleri
Hepsinden bir şeyler beklenir…
olmuş.
Her akşam, ateş ocağı fabrikadan alevle haşlanmış,
İşçiler, elbiselerinin tahta çiviye tutundukları gibi
toza bulanmış halde bu odaya birer ikişer gelirler.
hayata yapışıyor, bırakmıyorlar.
Umutlarını koltuklarına sıkıştırır, dudaklarına bir
Çünkü amaçları, beklentileri, hayalleri, sorumlulukları onları çepeçevre sarmış.
türkü yerleştirir evin yolunu tutarlar.
Ahmet Kalfa, oğlunu evlendirecek.
“Hem okudum hemi yazdım,
Çorumlu Necmi’nin düğünü olacak.
Yalan dünya senden bezdim off!”
13
BİR KARE BİR ÖYKÜ
KAYBOLAN MOTİF Bu fotoğrafa baktığınızda neler görüyorsunuz,
kaybettiği evladını görüyor.
bilmem. Ama ben kaybolan motif yerine konulmaya
Sahip olduğu tek yavrusundan üç yıl sonra ölen
çalışılan, renkleri uymayan bir parça, duvara asılmış
eşinin ardından tek başına kalıyor.
bu çeyiz gibi kullanılmadan eskimiş bir hayat
Artık çok iyi seçemediği gözleri, yukarıya, kız
görüyorum.
kardeşinin düğün fotoğrafına kayıyor. Kendi
Bu duvar, Ayşe Nine’nin goncayken solan hayatının
düğününü hatırlıyor, yavrusu gibi kaybettiği,
en değerli yüzlerini, en mukaddes değerlerini
doyamadan yitirdiği kocasını.
ağırlıyor.
……..
Motiflerin arasına iliştirdiği fotoğrafa her baktığında,
Yirmi üçünde açmadan solmuş Ayşe Nine.
güzel ablasını, onun çocuklarını, rahmetli anacığını
Sevdiklerini –kaybolan motiflerini- yüreğine,
ve… Sadece altı bahar kucakladığı minik bebesini,
suretlerini ise duvara yerleştirmiş.
15
BİR KARE BİR ÖYKÜ
KARANFİL BİNNAZ Tahta kapının arasına sıkıştırılmış iki mektup…
Üç yıl önce bir sabah, uçup gitmişti Binnaz’ı kanat bile
Musa Amca, postacının ısrarla çaldığı kapıyı yine
çırpmadan sessizce.
açmamış. Postacı da artık kanıksadığı bu hale teslim
Bu eski evden onu kimse koparamadı. Ne yarım ağız
olmuş, mektupları kapı arasına iliştirdikten sonra
yanına çağırdıkları oğulları ne de arsasını almak
başka adreslere yelken açmıştı.
isteyen aç gözlü müteahhitler…
Karısı Binnaz’ı İznik Kabristanı’na defnettikleri o gün, arka bahçede duran tenekeye dikili olan karanfili, kapının yanına taşımış; baharda açan bu mis kokulu çiçeği her giriş çıkışta sevgiyle selamlamıştı. Binnaz’ı yanındayken doğrusu çiçekle böcekle işi olmazdı. Ama can yoldaşı adeta çiçekleriyle dertleşir, onlarla dile gelirdi. İnsanoğlu tuhaftır. Hoşlanmadığı nesneleri, sevdikleri seviyor diye sevmeye başlarlar. Dile kolay otuz yıl… Birlikte ağlamış, birlikte gülmüş, varlığı darlığı birlikte yaşamış, sevinçlerini birlikte çoğaltmışlardı.
El ayak çekilip ortalık sessizleşince, neredeyse kendisiyle yaşıt olan tahta kapıyı sürterek açardı. Arkalarını kesip terlik haline getirdiği kara lastiklerini ayağına geçirince ilk iş, karanfil tenekesine yönelmek, Binnaz’ıyla söyleşmek olurdu. Ne yazık ki her şeye ilaç olamayan zaman, yaralarını daha da azdırmıştı. Üç yıldır açılmayan perdeleri gibi o da içine kapandı. Ona ulaşmak isteyenler kapısına not ya da mektup bırakır. O da kapıyı açtığında ayağının üstüne düşen mektubu alır, okumadan cebine koyar, Karanfil
İnsan yaşlanınca, hele de erkek olunca bir yere
Binnaz’ına bakar:” Görüyorsun değil mi, bizi rahat
sığamazmış. Musa Amca da bu gerçeği bildiğinden,
bırakmıyorlar.” der gibi başını sallar.
her sabah Yaradan’a el açar,”Allah’ım beni Binnaz’dan
Bir haftadır Karanfil Binnaz sulanmadı.
önce yanına al, ben onsuz naparım?” diye dua ederdi.
Kapının arasına sıkıştırılan, birken iki olan mektuplar
Kader bize nazik olmak bir yana iyi de davranmıyor.
hala alınıp cebe konulmadı.
17
BİR KARE BİR ÖYKÜ
FATMA GELİN Bir türlü atmaya kıyılamayan eski eşyalar saklanırken, anılardır aslında saklanan… Fatma Gelin de kırk yıllık anılarını, bu küçük odaya istiflemiş. Gelin olarak geldiği bu evdeki bu oda, aslında onun en büyük hazinesi. Genç kızlığı, gelinliği, kadınlığı, dokuz yavrusunun çocukluğu hep bu odada saklı. Karadeniz’in arsız yağmurları, günlerce aralıksız yağdığı zamanlar, pencere kenarına oturur, acılı bir türkü tutturur: Sen gülümidun, Sevdiğumidun. Söz vermiştuk ölümüne, Sen benumidun. Alnımıza yazildi yar Bu kara yazi Söz vermiştuk tutamaduk Biz sözümüzi Yamaçtan aşağıya süzülen fındık bahçeleri, çay filizleri yağmur suyuyla yıkanırken elindeki bardaktan çayını yavaş yavaş yudumlar. Yanındaki sedirde oturan hayat arkadaşı, can yoldaşı İdris’inin dizine sevgiyle dokunur, kalkar. Ağır adımlarla bu küçük odaya yönelir. Günde en az bir kez bu odaya girer. Sandık örtülerini okşayarak düzeltir, anılarının tozunu alır. İnsan yaşlanınca bir tuhaf oluyor. Gençlik anılarını dün gibi anlatan Fatma Gelin, iki gün önce ne yaptığını zar zor hatırlar.
Kapı arkasındaki siyah çantayı yeni evliyken, Trabzon’dan kocası İdris almıştı. Ne yapayım demişti utanarak, “Köy yerinde çanta mı takacam?” Kocasının kara gözleri ışıl ışıl bakmıştı fidan gibi gelin fatma’sına: “ Sana her şey yakışır güzel fatma’m ‘’der gibi. Ama sadece ’’ O zaman Trabzon ‘a gelirken takarsın ‘’ demişti. 40 yıllık sevgileri, demlendikçe tatlanmış, tatlandıkça şekerlenmiş, ballanmıştı. Gözü, tahta duvara asılı kara şemsiyeye kaydı. Ona hiç gelinim demeyip, kızım diyen, rahmetli kayınbabasının şemsiyesine. Yağmurdan koruyan, sıcaktan esirgeyen, geçen onca zamana daha fazla direnemeyen zavallı, yaralı şemsiye artık emekliye ayrılmış, Fatma Gelin’ in yadigârları arasında yerini almıştı. Yan tarafa döndü. Kapının çivisine asılı kalın örtüye sevgiyle dokundu. Bu örtüyü bütün çocuklarının üstüne örttüğünü, koca bir aileyi ısıttığını düşündü. O da hak ettiği yerinde asılı duruyordu şimdi. Alttaki sandıkta bebeklerinin küçülen kıyafetleri… Uzaktaki çocuklarının hasreti içine düştükçe, onlara tek tek bakar , hepsinin ayrı ayrı kokusunu içine çeker. Üstteki sandık, Fatma Gelin’e ‘’ Gelin ‘’ lakabını taktıran sandıktır.40 küsür yıl öncesinin çeyizleri, pırıl pırıl, tiril tirildir. Bekârken, evliyken, bebek beklerken yaptığı danteller,yüzü gibi ince, yüreği gibi güzeldir. Yağmurlu günlerde evin tahta balkonundan yeşil deryayı izlerken eli boş durmaz; yemeniler oyalar, dantel işler. Onu gören köylü kadınlar, gülüşerek fısıldaşırlar: ‘’ Görenler yarın düğünü olacak sanır. Baksanıza bizim Fatma Geli ‘in yine gelinliği tutmuş!’’
19
BİR KARE BİR ÖYKÜ
O VARSA… Umut hep vardır. Hayat hepimiz için tozpembe olmamıştır. Aramızda, adlarını bilmediğimiz, yüzlerini görmediğimiz, yaşadıklarından dahi habersiz olduğumuz nice insanın hayatı bazen gri, bazense simsiyahtır. Her ne olursa olsun, bu fotoğraf, her şeye inat “ Umut hala var!” diyor. Kafes de olsa, tel de olsa, parmaklık da olsa, hayatCanlılık- filiz, hep içimize doğru uzanıyor. Gönül ister ki o hep uzamaya, içimize kök salmaya devam etsin. Çünkü o varsa biz varız…
21
BİR KARE BİR ÖYKÜ
BİR KARE BİR ÖYKÜ