Attila ilhan bir sap kırmızı karanfil

Page 1

http://genclikcephesi.blogspot.com



BİLGİ YAYINLARI A T T İ L Â İ L H A N : .1

/ BİLGİ DİZİSİ :

CUMHURİYET SÖYLEŞİLERİ:

91

I

Birinci Basım Haziran 1998

BİLGİ YAYINEVİ M e ş r u t i y e t C a d d e s i , N o : 46/A, Yenişehir 0 6 4 2 0 / A n k a r a Telf : (0-312) 431 81 22 - 4 3 4 12 71 - 4 3 4 49 98 - 4 3 4 49 99 F a k s : (0-312) 4 3 1 7 7 5 8 http://www.bilgiyayinevi.com.tr o-mail: i n f o @ b i l g i y a y i n e v i . c o m . t r • BİLGİ K İ T A B E V İ S a k a r y a C a d d e s i , N o : 8/A, Kızılay 0 6 4 2 0 / A n k a r a Tclt : (0-312) 434 41 06 - 4 3 4 41 07 Faks: (0-312)433 19 36 • BİLGİ D A Ğ I T I M Narlıbahçe Sokak, N o : 1 7 / 1 , C a ğ a l o ğ l u 3 4 3 6 0 / istanbul reli : ( 0 - 2 1 2 ) 5 2 2 5 2 01 - 5 2 6 7 0 9 7 I aks : (0-212) 527 41 19

http://genclikcephesi.blogspot.com


ATTİLÂ İLHAN cumhuriyet söyleşileri: 1

bir sap kırmızı karanfil...'

BİLGİ

YAYINEVİ

http://genclikcephesi.blogspot.com


kapak düzeni: fahri karagözoğlu attilâ ilhan'ın kitapları şiir duvar (8. basım) sisler bulvarı (9. basım) yağmur kaçağı (7. basım) ben sana mecburum (11. basım) belâ çiçeği (6. basım) yasak sevişmek (7. basım) tutuklunun günlüğü (6. basım) böyle bir sevmek (6. basım) elde var hüzün (5. basım) korkunun krallığı (3. basım) ayrılık sevdaya dâhil (4. basım) roman sokaktaki adam (5. basım) zenciler birbirine benzemez (4. basım) kurtlar sofrası (5. basım) aynanın içindekiler: 1 / bıçağın ucu (3. basım) 2 / sırtlan payı (3. basım) 3 / yaraya tuz basmak (3. basım) 4 / dersaadet'te sabah ezanları (4. basım) 5 / o karanlıkta biz (2. basım) fena halde leman (8. basım) haco hanım vay (2. basım) deneme /anı abbas yolcu (2. basım) yanlış kadınlar yanlış erkekler (3. basım) anılar ve acılar: 1 / hangi sol (4. basım) 2 / hangi batı (4. basım) 3 / hangi seks (3. basım) 4 / hangi sağ (2. basım) 5 / hangi atatürk (3. basım) 6 / hangi edebiyat 7 / hangi laiklik (2. basım) 8 / hangi küreselleşme attilâ ilhan'ın defteri: 1 / gerçekçilik savaşı (2. basım) 2 / 'ikinci yeni' savaşı (3. basım) 3 / faşizmin ayak sesleri (2. basım) 4 / batı'nın 'deli gömleği' (2. basım) 5 / sağım solum sobe 6 / ulusal kültür savaşı 7 / sosyalizm asıl şimdi (3. basım) 8 / aydınlar savaşı (3. basım) 9 / kadınlar savaşı (2. basım) cumhuriyet söyleşileri: 1 /bir sap kırmızı karanfil çeviri kanton'da isyan (malraux / 3. basım) umut (malraux/ 4. basım) basel'in çanları (aragon / 3 . basım)

baskı: cantekin matbaacılık yayıncılık tic. Itd. şti. tel: 384 34 35 - 384 34 36 - 384 34 37

http://genclikcephesi.blogspot.com


İÇİNDEKİLER

Eylül 96 Kemalizm'le Sosyalizm'in Bileşkesi 11

O Bir inkılapçıydı Kemalizm'le Sosyalizm'in Bileşkesi

14 17

'Özürlü' Demokrasi O, İktidarı' Değil, 'Hâkimiyeti' Almıştı!

20

Yüzellilikler Faciası'

23

'Tanrılar Susamıştı', Ama

26

'Ilımlı islâm' Nereden Çıktı?

29

Ekim '96 Üç Misâk-ı Milli Türkiye'nin 'Falına' Bakılmış mı?

35

'Ilımlı İslâm' Kime Yarıyor?

38

'Görevimiz Tehlike'

41

'Çıkarları' Farklı, 'Amaçları' Aynı!

45

'Hem Üzümü Yemek, Hem Bağcıyı Dövmek'

48

Yanlış Muhalefet

51

Türkiye'nin Başındaki Dert!

54

'Pasta' Meraklısı 'Kaplanlar'

57

Aslında, Kim, Kime Karşı?

60

'Soğuk Savaş' Aydınları

....63 5

http://genclikcephesi.blogspot.com


66

Üç Misâk-ı Milli O Mel'ûn İkilik'!

69

'Onlar' Dışardan, 'Biz' İçerden

72

Kasım '96 Nerede Yanlış Yaptık? 'Türkçülük' Ne, 'Irkçılık' Ne?

77

'Ülkücüler'e Sınav Soruları

80

'Yurttaş' Yerine, 'Tüketici' Yetiştirmek!

83

Ya 'Sosyalist' Aydınlar?

86

Sosyalist Sol, Şu 'Yengeç Sepeti'

89

'Soğuk Savaş'ın 'Sosyalist' Aydını

92

'Nerede Yanlış Yaptık?'

95

'Her Koyun Kendi Bacağından...'

98

'Soğuk Savaş' Bitti mi?

101

Türkiye'ye Karşı 'Soğuk Savaş'

104

Rusya ve Yugoslavya Niçin 'Bölündü'?

108

'Batı'ya Yaranamayan 'Batı' Yandaşı!

111

Acı Bir 'Mukayese'

114

Aralık '96 'Katılım' Lafta Kalırsa... Fırat'ın 'Doğusu', Petrol mü?

119

Genelkurmayın 'Görüşü'

•• 122

Tarihin Verdiği Ders!

125

Yolsuzlukların 'Demokratikleştirilmesi'

129

İş Baştan 'Yanlış' Tutulmuş

132

Gazi'nin 'Fırka' Anlayışı, 'Farklı'

135

Gazi'nin Amacı: 'Antiemperyalist Bileşke'

138

"-Bu Zorbalar Kimlerdir?"

142

:

'Yumuşak, Sevimli ve Akıllı Bir Otorite'

145

Demokrasiye 'Geçilmişti', Ama

148

6


...Bir Şeyler 'Tekliyordu!

'51 1 5 4

Rejimin Adı, 'Demokrasi', Ama 'Katılım', Lafta Kalırsa.

1

5 7

Ocak 97 Avrasya Gerçeği Avrasya 'Gerçeği'

163

'Avrasya'nın İki 'Ayağı'

166

'Avrasya'dan Ürküyorlar!

169

Malraux, Bir'Gösterge'

173

'Gündüzleri Rüya Gören'

176

Malraux'un 'Şiddet' Eleştirisi

179

'Fikri' Neyse, 'Zikri'0

182

Acaba 'Oyun' Bitti mi?

185

Bu Nasıl'Ölmek'?

189

'İşçi Sınıfı Tarihi'ne 'Derkenar'....,

192

Kılavuzu Karga Olanın

195

işçiye ve Sendikacılığımıza Dair 'Aykırı' Düşünceler

198

Aydın/işçi 'Yabancılaşması'

201

Bu 'Düzen'in Neresi 'Yeni'?

204

Şubat '97 'Globaliter' Devlet İşçi Sınıfı'nın Geleceği.

209

Altta Kalanın Canı Çıksın

213

'Soğuk Savaş'ın 'Pisliği'

216

'Karanlıktayım ve Tedirginim'

220

'Politikanın Demir Yumruğu'

223

'Totaliter Devlet' Neydi?

2 2 6

'Globaliter Devlet'

2 3 0

'Sistem'e 'Muhalefet'miş! 'Müttefiklerimizden', Bizi Kim koruyacak? 7

2 3 3

236


Siz Buna 'İttifak'mı Diyorsunuz?

239

'Atatürk Parantezi'

'Atatürk Parantezi'nden Çıkmak!

'.

242 2 4 6

,

Mart '97 Boynuna Sarıldığımız Yılanlar Asıl 'Silahsız Kuvvet' işçiler, Ama

253

Yabancı Dille Öğretim'e 'Doğru' Bakmak!

256

Bir Bilene Soralım

260

'Topal' Bir Teşebbüs!

264

Gerilim Sarmalı

267

'İslamcı Kesim' Neden 'Taşralı' Kalıyor?

270

'Millet' Partisi mi, 'Ümmet' Partisi mi?

273

'Refah'ın 'Anlayamadığı'

276

'Tutulmayan Sözler Tarihçesi'

279

'Boynuna Sarıldığımız Yılanlar'

282

Onlar 'Medeni, Biz 'Barbar', Öyle mi?

285

'Şeriat' Asla Yetmemiş!

289

'Dini Bütün', Görünse de!

292

8


eylĂźl '96 kemalizm'le sosyalizm'in

bileĹ&#x;kesi

http://genclikcephesi.blogspot.com


O BİR İNKILAPÇIYDI.

16 Eylül 1996 (Mes'ut nızda mıdır? lısınız.)

Cemil Bey'in Nihavend Saz Semaisi O halde yazacaklarımı, onun refakatinde

kulağı­ okuma­

Günlerdir aranıyordu: Nişantaşı'ndaki evini, çocuğunu çoluğunu terk etmişti; son gece yarısı, bir ihmal yüzünden, az kalsın ele geçirilecekti; şimdi ev ev, sokak sokak, İstanbul'un karanlığın­ da kayboluyor... Sonra eşinden, 'durumu aydınlatacak' o tele­ fon: eski bir dost onunla buluşmak istiyormuş; yalnız eski değil, üs­ telik sahib-i nüfuz bir zat: ayan âzası Rıza Tevfik B e y ! Hazindir, onunla buluşması durumu aleyhine aydınlatacak: randevuya, siyasi polis de geliyor: Polis Müdüriyeti, Divân-ı Harb-i Örfî falan filan; sonunda ünlü siyasilerin kapatıldığı, B e k i r a ğ a B ö l ü ğ ü ! Aranan kimdi? 'Yeni Gün' gazetesi sermuharriri Y u n u s Nadi B e y ! Tuzağı kuran kim? Şair ve 'feylesof Rıza Tevfik, o ta­ rihte Hürriyet ve İtilâf Fırkasından, daha sonra S e v r e s An­ l a ş m a s ı n ı imzalayacak heyetin âzası! Bunlar bir avuç Osmanlı 'münevveri', M ü t a r e k e n i n dumanlı yıllarında, D e r s a a d e t ' t e , o devrin 'küreselleşmesinden' yanaydılar: Peyâm-ı S a b a h ser­ muharriri Ali K e m a l , A l e m d a r sermuharriri Refiî C e v a d , Aydede'den Refik Halit, ayrıca Ahmet Emin, C e n a b S a h a b e t ­ tin vs... O devrin 'küreselleşmesi' ne demek? Ya S a i t Mol­ l a n ı n İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ndendirler, ya da A m e r i k a n M a n d a s ı n a taraftar! Hayret! O tarihte 'küreselleşme' meraklıları, anlaşılan çok daha açık ve net konuşuyorlarmış! 11


'Tarihi s a c a y a ğ ı ' Yunus Nadi Bey, 'Kemalist'tir: Ona, onun gibilere bu sıfatı yakıştıran, emperyalizm 'media'sıydi: merkezi Londra'da bulunan İngiliz R c u t e r Ajansı! Kemalizm tarih sahnesine, önce antiemperyalist bir halk kurtuluş hareketi olarak çıkar; radikal j a c o bin cumhuriyetçiliği sonradan, laikliği daha da arkadan gelecektir. Kim ki Kemalistliğini bu tarihi sacayağına oturtmaz, acaba ne ka­ dar Kemalisttir? Hele o antiemperyalist olmadan Atatürkçü geçi­ nen sürüngen politikacı, hangi tarih mahkemesi önünde beraat edecektir, çok merak ederim. Yunus Nadi Bey, B e k i r a ğ a Bölüğünden çıktıktan sonra, İn­ giliz Siyasi Polisinin hışmına uğramıştır: 16 Mart 1 9 2 0 , Müttefik­ ler İstanbul'u işgal ediyor. Yeni Gün matbaası işgal polisince ba­ sılır, onu yine yakalayamazlar; bu defa, günlerce Ü s k ü d a r cihe­ tinde saklanacak; onu nihayet Mim Mim Teşkilâtı Anadolu'ya geçirecektir. O satırlarını hatırlar mısınız? " . . . s a a t on bir sularını g e ç e ­ r e k S a m a n d r a köyündeyiz. A r a b a k a h v e h a n e n i n ö n ü n d e durdu, indik ve k a h v e h a n e y e girdik. Ç a r p ı k b o r u l a r ı binbir yerinden yamalı, kendisi eklim büklüm bir s a c s o b a , kırık dökük, y a m r ı y u m r u bir-iki p e y k e . İ n s a n a kitmbilir k a ç g ü n l e r d e n beri h i ç değişmediği hissini v e r e n , a ğ ı r du­ m a n havası..." " . . . a r a b a c ı ile S a b a h a t t i n Bey'in İstanbul'a h a r e k e t l e ­ rinden bir buçuk-iki s a a t s o n r a , Sırrı Bey'le ben, iki ökü­ zün çektiği, üzerine o t v e ü s t ü n e t e n t e o l a r a k çuval serili uzun bir a r a b a n ı n o t l a r ı üzerine y a s l a n m ı ş , sulu k a r l a ka­ rışık y a ğ a n bir y a ğ m u r u n altında ve kasvetli bir h a v a için­ d e T e p e v i r a n K ö y ü ' n e d o ğ r u yollanmış gidiyorduk..." ('Kurtuluş Savaşı Anıları', Y u n u s Nadi, s . 1 9 7 / 1 9 8 , Çağdaş Ya­ yınları, 1 9 7 8 ) Tepeviran'da değil, 1 9 2 0 Martının son haftasında, onu Kuşçalı'da Ankara'dan gelen bir telgraf bulacaktır: "...telgrafı­ nızı büyük bir m e s e r r e t l e o k u d u m ve İstanbul berzâhın12


d a n muvaffakiyetle kurtuluşunuzdan h a s s a t e n oldum, kemal-i iştiyakla gözlerinizden ö p e r i m . "

memnun

İmzayı tahmin etmiş olmalısınız: M u s t a f a K e m a l !

Adımız Y u n u s Nadi... O nesil inkılap nesliydi, peki, inkılap nedir? Gazinin tarifi ay­ nen şöyle: "...bu inkılap, kelimenin ilk b a k ı ş t a i m a ettiği ihtilal m a n a s ı n d a n b a ş k a , o n d a n d a h a g e n i ş bir tahavvülü ifade etmektedir..." ('Atatürk'ün Başlıca Nutukları', Dr. Herb e r t Melzig, s. 9 7 , 1 9 4 2 ) Hem ihtilal, hem ondan çok daha en­ gin bir değişiklik! Günümüzün köşe dönme meraklısı politika es­ nafı, böyle bir radikalliği tahayyül bile edemez. Biz etmişizdir, çünkü o nesil, inkılap nesliydi, bizse onun ço­ cuğu, bir manadan inkılabın; onun içindir ki adımız Y u n u s Nadi'dir, Fâlih Rıfkı'dır, Y â k u p Kadri'dir, R u ş e n Eşref'dir. H a m ­ dullah Suphi'dir, Halide Edip'dir, Ş e v k e t Süreyya'dır, Nâzım Hikmet'dir, M. Zekeriya'dır, S a b i h a Sertel'dir, S u a t Derviş'dir. Onların, yani Müdafaa-i Hukukun gönlümüzde yüceltti­ ğimiz anıtına bir sap kırmızı karanfil bırakıp, nöbeti devralıyorum. (Ah, şu Nihavendi..)

13


KEMALİZM'LE SOSYALİZMİN 'BİLEŞKESİ'..

18 Eylül 1996 Fâris'in yaptığı o tüyler ürpertici resim! 1 9 4 6 sonbaharı, 'İs­ tanbul' savaş ertesi telaşının humması içinde, uğulduyor: 'sınıf esasına müstenid cemiyet teşkilini' yasaklayan kanun maddesi kaldırılmış; siyasi ortamda bir 'çoğulculuk' rüzgârı; kaşla göz arasında, iki sosyalist partisi birden: Dr. Şefik Hüsnünün E m e k ç i Partisi, Avukat E s a t Adilin Türkiye S o s y a l i s t P a r ­ tisi. E m e k ç i Partisinin organı Yığın dergisinde, 15 Kasım 1 9 4 6 sayısının 'kapak konusu', Atatürk; ressam F â r i s Erkm a n , siyah zemin üzerine beyaz, o kendinden emin ve coşkulu fırça darbeleriyle, öyle bir Mustafa K e m a l portresi çizmiş ki, derginin kapağını görenin tüyleri -inkılapçı bir heyecanla- ayağa kalkıyor. Yığının başyazısı Gaziye ayrılmıştı, diyordu ki: "...Atatürk'ün tarihi rolü, a n t i e m p e r y a l i s t bir m ü c a d e l e ­ nin k a h r a m a n ı olmasıdır. (...) Atatürk Osmanlı İ m p a r a t o r luğu'nu yıkan S e v r e s m u a h e d e s i y l e Türkiye'yi m ü s t e m l e ­ ke haline s o k a n Garplı müstevlilere k a r ş ı d o ğ m u ş milli bir isyanın temsilcisi idi." Düşünebiliyor musunuz? İkinci Dünya S a v a ş ı sıkıyönetiminin en katlanılmaz şartları altında ezi­ len sosyalist sol, G a z i y e böyle bakıyordu: Hayranlıkla ve sevgiyle! Hele yazının başlığı, başlıbaşına bir programdı: "Atatürk Türkiye'yi ileri bir m e r h a l e y e , s a ğ a değil s o l a g ö t ü r m e k isteyen bir mücahitti." (Yığın, 15 Kasım 1 9 4 6 ) Günümüzdeki sosyalist solun kulağına küpe! 14


'Ona, yani T ü r k halkına'... Gençler bilmeyebilir: Müdafaa-i Hukuk, 'Hakların Savu­ nulması' anlamına geliyor. İyi de, kime karşı, hangi hakların? Ga­ zi M u s t a f a K e m a l (çizmeleri tozlu, kumral sakalları barut yanığı, gözleri kuva-yı milliye mavisi) bu iki soruya gözünü kırpmadan ce­ vap vermiştir: "...Türkiye'nin bugünkü m ü c a d e l e s i n i n yalnız Türki­ ye'ye ait olmadığını, bir defa d a h a t e y i t e t m e k lüzumunu h i s s e d i y o r u m . (...) Türkiye azim ve m ü h i m bir g a y r e t s a r fediyor. Çünkü m ü d a f a a ettiği bütün m a z l u m milletlerin, bütün Ş a r k ı n davasıdır ve bunu n i h a y e t e g e t i r i n c e y e ka­ d a r , Türkiye kendisiyle b e r a b e r o l a n Ş a r k milletlerinin b e r a b e r y ü r ü y e c e ğ i n d e n emindir..." (Temmuz, 1 9 2 2 ) Yani 'savunulan haklar', 'mazlum milletlerin hakları'; üste­ lik, emperyalist 'sistem'e karşı savunuluyor. S a r a y ve Babıâli, ona istediği kadar bolşevikliği yakıştırsın, o aynı açıklıkla "...bizim prensiplerimiz, c ü m l e c e m a l û m d u r ki bolşevik prensipleri değildir" diyecek, şunları ekleyecektir, "...bizim nokta-i n a z a r ı m ı z -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâ­ kimiyetin, idarenin d o ğ r u d a n d o ğ r u y a h a l k a verilmesi­ dir." Farkında mısınız, neredeyse 'özyönetim'den ( a u t o g e s t i o n ) bahsediyor. Komintern'in tavrı, ona genel sekreterlik etmiş bir inkılapçı­ nın (Zinovyef) ağzından açıklanmıştı: " . . . M u s t a f a K e m a l hü­ kümetinin T ü r k i y e ' d e y ü r ü t t ü ğ ü s i y a s e t , K o m ü n i s t E n t e r ­ n a s y o n a l i n i n yani bizim s i y a s e t i m i z değildir; fakat İngi­ liz hükümetinin (yani sistem'in) aleyhine y ü r ü t ü l e n h e r in­ kılap m ü c a d e l e s i n e y a r d ı m e t m e y e hazırız." (Baku, 1 Eylül 1920) Vladimir İliç Lenin, M u s t a f a Kemal'i 'milli burjuva ihti­ lalini idare eden', 'ilerici ve akıllı bir devlet adamı saydığını', ilk Ankara Büyükelçisi Aralof'a söylemiştir; ayrıca demiştir ki: "...istilacılara karşı bir kurtuluş s a v a ş ı yapıyor; e m p e r y a ­ lizmin o n u r u n u k ı r a c a ğ ı n a , p a d i ş a h ı da y a r d a k ç ı l a r ı y l a si­ lip s ü p ü r e c e ğ i n e i n a n ı y o r u m . O n a yani Türk halkına yar15


dım etmeliyiz." Farkında mısınız, M u s t a f a Kemal'i Türk hal­ kıyla özdeşleştiriyor. Komintern'in yayımladığı I n t e r n a t i o n a l e P r e s s e - K o r r e s p o n d e n t z dergisi, 1 9 2 5 Türk-Sovyet yakınlaşmasını yorumlar­ ken, 'yarı resmi Türk basın organının, durumu şöyle özetlediği­ ni' belirtiyordu: "...Milletler Cemiyeti'nin e m p e r y a l i s t k a r a k t e r i , Asya halklarının e m p e r y a l i z m d e n kurtuluşunu a m a ç edinen ye­ ni bir ittifakın kurulmasını zorunlu kılmaktadır; bu ittifak Y a k ı n d o ğ u ' n u n ezilen halklarının ç a b a s ı y l a oluşturulmalı­ dır." (29 Aralık 1 9 2 5 , sayı 1 7 0 ) Müdafaa-i Hukuk Ankara'sı böyleydi, günümüzün Anka­ ra'sının kulağına küpe!

Hiç mi m a n a s ı y o k ? . . Eğri oturup doğru konuşalım! Gazi M u s t a f a K e m a l -İngiltere Kralı Vili. E d w a r d , aya­ ğına kadar geldiği halde- vefatına kadar 'sistemle hiçbir anlaşma­ ya girmedi. Tam tersine Musul yüzünden İngiltere, H a t a y yü­ zünden F r a n s a , Oniki Ada yüzünden İtalya ile savaşın eşiğine kadar geldi. Bunların hiç mi manası yoktur? Türkiye'de kapsamlı demokratik sol, en kapsamlı sosyalist sola ancak bu platform üzerinde el uzatabilir; sosyalist sol derse­ niz, Müdafaa-i Hukukla arasındaki o red ve inkâr edilemez 'gö­ bek bağını' mutlaka hesaba katmalıdır. Evet, Kemalizm'le sosya­ lizm -hatta komünizm- bir ve aynı şey değildirler: Birisi ulusal de­ mokratik bir devrimdi, öbürü uluslararası sosyalist bir devrim; ne var ki dikkati çeken, unutulmaması gereken, acaba nedir? Her ikisinin de antiemperyalist olması mı? Hâlâ bileşke budur.

16


•OZURLU' DEMOKRASİ.

20 Eylül 1996 Türkiye'de demokrasi 'özürlü' doğmuştur. Kime anlatırsın? 40'lı yılların sonu, eski Mecidiyeköyü'nde M u s t a f a Suphi'nin 'askeri' ' S a r ı Mustafa'yla, dutların gölgelediği o kır kahvesindeyiz: TKP'nin tarihini anlatıyor. Uzun kırmızı gözleriyle, piposu­ nun dumanlarını süzerek konuşurdu. Ömrünce yaşadığı siyasi baskı ne kadar ağır olmalı ki, dikkat ediyorum, 'Sovyetler Birli­ ği' yerine 'yukarsı', 'komünist' yerine 'şûyi', 'Stalin' yerine 'bıyı/c/ı'diyor. O dönem, Cahit Irgatın unutulmaz 'Göç' şiirinde taş gibi özetlediği 'totaliter' dönem: "arzusuyla göçetmedi kelepçeli g ö t ü r d ü l e r geceyarısı ay vururdu odasına bir d a h a g ö r ü n m e d i . . . " 40'lı yılların 'özürü' ikinci Dünya Savaşı'dır; 5 0 i i yıllarınki nedir denilirse, cevabı belli: S o ğ u k s a v a ş . Pangaltı'daki S u n a P a s t a h a n e s i , H a s a n Tanrıkut'la oturmuşuz, 50'li yıllar; dışarda rakı dumanı bir eylül, camlar buğu­ lu. H a s a n , E d e b i y a t Fakültesinde Hilmi Ziyanın sosyoloji asistanı; o sevimli genç kız tebessümüyle, 4 Aralık olayının yerle bir ettiği 'Yeni Dünya' gazetesini anlatıyor: S a i t Faik nasıl Ba­ bıâli'den pürtelaş koşup onları uyarmış filan... Dikkatimi çeken nedir? Hasan'ın da, ' S a r ı Mustafa' gibi şifreli konuşması mı? 'Şûyi', 'Bıyıklı', 'Yukarsı' vs. Oysa 1 9 4 6 sonrasında demokrasiye geçilmiştir. Nasıl bir demokrasiyse... 17


H o c a ' n ı n leyleği gibi... Şu Gazi'ye dudak büküp, neden cumhuriyeti derhal demokra­ si yapmadı diye eleştirenler var ya, ne büyük bir tarih cehaleti teş­ hir ettiklerinin acaba farkındalar mı? F r a n s ı z İhtilali'nin şiarını kim hatırlamaz: ' İ n s a n l a r h ü r d o ğ a r , h ü r y a ş a r ' ; fakat ihtilalin yarattığı cumhuriyet başlan­ gıçta hiç de demokrat görünmüyor: bırakın ünlü t e r ö r d ö n e m i ­ ni, r e s t o r a s y o n u , I. ve II. İ m p a r a t o r l u k l a r ı ; başta R o b e s p i e r r e , S a i n t - J u s t e , B a b e u f vb, hem şiddeti kullanmış, hem de bu hakkı tarihten aldıklarını söyleyerek onu meşrulaştırmışlardır; meraklısı elbette biliyor, F r a n s a C u m h u r i y e t i ancak III. Cumhuriyet'le -onun da geç döneminde- çoğulcu demokrasinin hoşgörü ortamına ulaşabiliyor. 1 7 8 9 nere, 1 9 1 0 nere? (Bu bah­ se döneceğim) Zurnanın zırt dediği yer şurası: inkılap nereden itibaren 'iari-' hi meşruiyetinden' uzaklaşıp merkeziyetçi bir bürokrasi diktasına yozlaşıyor? F r a n s ı z İhtilalinde B o n a p a r t e ' t a n , S o v y e t İhtila­ linde Stalin'den sonra mı? Sovyetler de bir 'cumhuriyetler' birli­ ğiydi, asla demokrasi olmadı; halbuki 'sovyet'in kelime anlamı 'şûradır, yani 'halk meclisi'; ' B ü t ü n i k t i d a r S o v y e t l e r e ! ' sloga­ nı, ilk özyönetim ( a u t o g e s t i ó n ) teşebbüsü sayılamaz mı? Aşağı­ dan yukarıya, dolaysız bir demokrasi gerçekleştirilebilseydi, sonra­ ki N o m e n k l a t u r a aristokrasisi oluşamazdı. Ülkemiz -değiştirilen birkaç kanun maddesi hariç- demokrasi­ ye totaliter dönemin 'mevzuatı' ile girmiştir. Hukuk sisteminde hiçbir şey değişmemişti. D e m o k r a t P a r t i , 1 9 5 0 seçimlerine ka­ dar 'antidemokratik kanunlar' muhalefeti yapmış; iktidar olun­ ca, aynı 'mevzuatı' gözünü kırpmadan kullanmıştır; sebebi de ay­ nıydı ha: 'Türkiye tehdit altındadır.' Önce İ k i n c i D ü n y a S a v a ş ı , arkasından s o ğ u k s a v a ş , ül­ kenin yönetici kadrolarını, sağı/solu budanmış garip bir demokrasi idrakine sürüklemişti: N a s r e d d i n H o c a n ı n leyleği gibi kolu kana­ dı budanmış, münhasıran merkez sağ/merkez sol için muteber bir demokrasi! Bence, tarih karşısında Müdafaa-i H u k u k u n inkılabı üstüne yaslandırdığı cumhuriyetçi radikallik ne kadar meşruysa, 18


s a v a ş ve soğuk s a v a ş 'özürlü' totaliterlik o kadar meşruiycll.u uzaktır.

Acı bir ş a k a . . . Hatırladıkça gülmez miyim? Menderes'in 'şahıs tahakkümü' yılları. Uzun tutulmuş bohem gecelerimizde, muhabbeti koyultmuşuz; fakat o ne, garsonlar dahil, bütün civar masalar kulak kesil­ miş, bizi dinliyor. Sadri'nin (Alışık) en illet olduğu şey de budur. Ne yapardı bilir misiniz? Bu gibi şeylerle uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde; masum, haksızlığa maruz kalmış bir tavırla onlara döner: yahu!" derdi, "üç-beş komünist surda oturmuş mu­ habbet ediyoruz, dalgamıza taş atmasanız olmaz mı?" Kelime öyle çarpıcıydı, o kadar ağır bir terör estiriyordu ki, on dakika sonra bir de bakardık, çevremizdeki masalar boşalmış, garsonlar toz olmuş! Ne acı bir şaka! Şimdi merakım şu: aynı acı şakayı bugün yapsanız, alacağınız sonuç çok mu farklı olacaktır? Demokrasiymiş!..

19


O, 'İKTİDARI' DEĞİL, 'HÂKİMİYETİ' ALMIŞTI!.

23 Eylül 1996 Yağmuru karanlık, 1 9 5 0 sonbaharı. Sirkeci'deki salaş bir lo­ kantada, akşam yemeğindeyiz: yayına yeni başlamış, sosyalist 'Gerçek' gazetesinden dört kişi: E s a t , Adil Bey, H a s a n Tanrıkut, Asım Bezirci ve ben! Gazete iyi gitmiyor, satışımız düşük; savcılık, dava üstüne dava açıyor; o gece, nereden nereye, 'inkı­ lap tarihi'm\z\ tartışıyoruz, hem de uzun uzun! E s a t Adil, yorgun gözleri ve bezgin sesiyle, 'neslinin yaşadığı' ve 'bildiği' bazı olayla­ rı anlatıyor ki, 'resmi tarihimizde' hiçbiri yer almamış! Bu nasıl ta­ rih? Yağmuru yiye yiye, Vakit Yurdundaki idarehanemize dö­ nerken, Hasan'ın yaptığı bir tespit, ülkemizi ve yaşadıklarımızı an­ lamak açısından, bana fevkalade önemli görünmüştür. Demiş ki: k i m s e ü s t ü n d e d u r m u y o r a m a , d e m o k r a s i l e r d e 'res­ mi t a r i h ' olmaz, o a n c a k t o t a l i t e r ülkelerde olur!" O gün bugün, 'inkılap tarihimizin' gerçeğini kurcalar dururum. 'Ayna­ nın İçindekiler' roman dizisi bu perspektiften yazılmıştır. Şiirleri­ min pek çoğu; tabii, söyleşilerimin de!

Robespierre'e de soracak mı? Eski Hollywood böyle kızlara 'kristal kız' ( C r i s t a l Girl) der­ di: çerçevesiz gözlüğünün ardında, makyajı kusursuz gözler; giyimi kuşamı, La şıklığı; dünyada olup bitenleri, besbelli CNN'den ve MTV'den izliyor; elinde J e w e l s ( s w e e t ) sigarillo, önünde c o c a c o l a bardağı; neresinden baksan, ' m a d e in USA' kızlarımızdan 20


birisi! Düpedüz suçlayarak diyor ki, A t a t ü r k bir diktatör­ dü, d e m o k r a s i n i n d'sini uygulamamıştır, i n ş a n haklarını çiğnemiştir, vs." Düşünüyorum: bir Türk kızının böyle konuşabilmesi, nihayet 'demokrat' olduğumuzun bir işareti midir; yoksa, cahilliğin zirvesine ulaştığımızı mı gösterir? Gazi, sanki çok partili parlamenter bir ülkede, genel seçimle iktidara gelmiş de, çevresin­ dekileri ezmiş! Bu kadarına gaflet mi diyeceğiz? Mustafa K e m a l , 'ihtilalden de geniş bir tahavvülü ima eden bir inkılabın' lideridir; o m e v c u t bir 'iktidarı' devralmı­ yordu, bir 'hâkimiyeti' alıyor; çünkü, ne demiştir: " . . . hâki­ miyet ve s a l t a n a t , hiç k i m s e t a r a f ı n d a n hiç k i m s e y e , ilim g e r e ğ i d i r diye g ö r ü ş ü l e r e k t a r t ı ş ı l a r a k verilmez; hâkimi­ y e t s a l t a n a t g ü ç l e , k u d r e t l e ve z o r l a alınır (...) Türk mille­ ti de hâkimiyet ve s a l t a n a t ı n ı isyan e d e r e k kendi eline bil­ fiil almış bulunuyor. Bu bir emrivâkidir (olupbitti)". 'Resmi Tarih' Anadolu İhtilali'ni Türk-Yunan savaşına in­ dirgemiş gibidir; iktidarın gerçekleştirilen yapısal değişikliğine, ta­ şıdığı tarihi (sosyal/ekonomik) mana verilmez; oysa ihtilalin lideri F r a n s a İhtilalini örnek aldığını, hiçbir tereddüde yer bırakmaya­ cak bir açıklıkla söylemiştir: " . . . F r a n s a İhtilali bütün c i h a n a h ü r r i y e t fikrini yaymıştır ve bu fikrin k a y n a ğ ı bulunmak­ t a d ı r (...) Türk d e m o k r a s i s i F r a n s a İhtilalinin açtığı yolu izlemiş, lakin kendisine h a s özellikleri ile gelişmiştir." Hal böyle olunca, o ' m a d e in USA' kızımıza, M u s t a f a Ke­ mal'e yönelttiği suçlamaları, F r a n s ı z İhtilalinin liderlerine, söz temsili R o b e s p i e r r e ' e yöneltip yöneltmediği, sorulmamalı mı? O R o b e s p i e r r e ki "Convention'u Y ö n l e n d i r e c e k Siyasi P r e n ­ sipler Hakkında R a p o r u n d a , ihtilal yönetiminin 'mahiyetini' de, 'metodunu' da şöyle anlatmıştır.

'Erdem ve dehşet (terreur)' " . . . d e m o k r a t i k ve halkçı yönetimin t e m e l ilkesi, yani o n a d e s t e k v e r e n v e h a r e k e t e g e ç i r e n itici g ü c ü n e d i r ? Er­ d e m d i r (fazilet), e r d e m eski Y u n a n v e R o m a ' d a nice hari21


k a l a r y a r a t m ı ş t ı ; cumhuriyetçi F r a n s a ' d a d a ç o k d a h a şa­ şırtıcı olanlarını y a r a t a c a k olan k a m u n u n erdemidir ki, g e r ç e k t e v a t a n a v e onun y a s a l a r ı n a duyulan sevgiden b a ş k a bir ş e y değildir..." " . . . halk yönetiminin itici g ü c ü b a r ı ş t a e r d e m ise, devrim s ı r a s ı n d a h e m e r d e m h e m d e d e h ş e t t i r ( t e r r e u r ) ; çünkü e r d e m o l m a z s a d e h ş e t vahşettir; b u n a karşılık deh­ ş e t o l m a z s a , e r d e m i n iktidarı yoktur. Aslında d e h ş e t ç a ­ buk, ciddi ve ş a ş m a z bir a d a l e t m a n a s ı n a gelir, öyleyse e r d e m i n bir uzantısıdır; yani vatanın en acil ihtiyaçlarına c e v a p verebilmek için uygulanan g e n e l d e m o k r a s i ilkesi­ nin bir s o n u c u ! " (5 Şubat 1 7 9 4 , Paris) İşte bu kadar kısa, açık ve net! O zaman gel de Türkiye'de, 1 0 . yıl bulvarlarını süsleyen 'tâk-ı zaferler üzerindeki 'Cumhuri­ yet fazilettir' şiarını hatırlama! Bir de tabii, Gazinin şu sözlerini: " . . . s ö z k o n u s u olan, millete saltanatını hâkimiyetini b ı r a k a c a k mıyız, b ı r a k m a y a c a k mıyız s o r u n u değildir. S o ­ r u n z a t e n olup bitmiş bir g e r ç e ğ i a ç ı k l a m a k t a n ibarettir. B u r a d a t o p l a n a n l a r , Meclis v e h e r k e s , s o r u n u tabii görür­ se fikrimce uygun olur; aksi takdirde, g e r ç e k yine usulü d a i r e s i n d e a ç ı k l a n a c a k t ı r , fakat ihtimal bazı kafalar kesi­ lecektir..." Ne dersiniz? Bu üslup, herhangi kıytırık bir parti genel başka­ nının, seçim sonrası demecinin üslubu mudur; yoksa meşruiyetini tarihten alan bir ihtilal liderinin üslubu mu? Ha, kesilen kafalara gelince... F r a n s ı z İhtilali ve onun lideri yanında, Anadolu İhti­ lali ve onun lideri son derece insaflı, makul ve beşeri kalır. Ona da bir göz atacağız.

22


'YÜZELLİLİKLER FACİASI'

25 Eylül 1996 1 9 1 9 sonbaharında, 'payitaht' gazetelerinden, bazı 'şâyan-ı ibret' örnekler okumak istemez misiniz? ingiliz Muhibleri Cemiyetinin 'organı' Türkçe 'İstanbul' gazetesinde, S a i t Molla şöyle diyor: " . . . İngiltere t a r a f t a r ı ol­ d u ğ u m u z için değil, memleketimizin t a r a f t a r ı o l d u ğ u m u z için İngiliz t a r a f t a r ı y ı z " . ('Akıbetimize Doğru', Eylül 1 9 1 9 ) Refiî C e v a d , 'Alemdar'daki başyazısında, 'İstiklal İsteriz' diyenlere cevap vermişti: "...istiklalimizi t e m i n edebilmek için,, kuvvetli bir devletin m ü z a h e r e t i n e m u h t a c ı z . O dev­ let -ki İngiltere'dir ve İngiltere o l m a s ı lazım gelir- bizi eli­ mizden tutmalı v e p a r a sarfedilmesi lazım gelen yerleri bize g ö s t e r e r e k , y a ş a m a y a layık bir kuvvet halinde bizi m u h a f a z a eylemeli". ('Men Çi Gûyem...', 31 Ağustos 1 9 1 9 ) A h m e t Emin'in düşüncesi ötekilerinden farklıdır, diyor ki: "...birçokları bizimle insani nokta-i n a z a r d a n iştigâl ede­ c e k ve s o n r a kendi kendine ç e k i l e c e k bir devlet buluna­ m a z , bu bir hayaldir diyorlar; biz iddia ediyoruz ki böyle bir devlet vardır ve Amerika'dır." (Vakit, Eylül 1 9 1 9 ) S a b a h gazetesinde Ali K e m a l , bu fikre karşı çıkıyor: "...Amerika bizi t a n ı m a z , halbuki İngiltere bizi ç o k iyi bi­ lir; A m e r i k a bize İngiltere'nin y a p a c a ğ ı yardımı y a p a ­ m a z , ç o k u z a k l a r d a d ı r ; A m e r i k a İ s l a m m e m l e k e t i değil­ dir, halbuki İngiltere bir İslam m e m l e k e t i d i r . " (Sabah, Ey­ lül 1 9 1 9 ) Babıâli basını İngiliz himayesi mi, Amerikan mandası mı di­ ye böyle tartışırken; Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk Cemiye23


ti'nin Sivas K o n g r e s i toplanıyordu. Bu gazetecilerin çoğu, hârekât-ı milliye'ye sonuna kadar muhalif kaldılar; ünlü 'Yüzellilikler Listesi'nde, 13 gazetecinin bulunmasına, şaşmalı mı?

U l u s l a r a r a s ı a n l a ş m a ile... 'Yüzellilikler' kimlerdi? Olayın mahiyetini ve sonuçlarını gü­ nümüzde kim hatırlıyor? Lausanne'da barış görüşülürken, her iki taraftan savaş suçu işlemiş olanların affedilmesi gündeme gelmişti. Ankara, bazı 'hainlerin' bu affın kapsamı dışında bırakılmasını is­ tiyordu; zaten bazıları, yurtdışına kaçmışlardı bunların, onun için Gazi, İsmet ve Fevzi Paşalar, Fethi, Yusuf K e m a l Beyler, ay­ rıca Adliye Vekili Seyit Bey'le İstiklal M a h k e m e s i reislerin­ den İhsan B e y toplanarak, '...bu gibilerin yurda sokulmamaları ve içerde bulunanların yurtdışına çıkartılmaları' kararını aldılar: Ne 'zalim' inkılap yönetimiymiş bu, en azılı karşıtlarını 'sallandıra­ cak' yerde, yurtdışına göndermekle yetiniyor? Dahası bunu, ulus­ lararası bir anlaşmaya uyarak yapıyor, çünkü... Lausanne'da imzalanan protokolün konuyla ilgili maddesi şöyle: "...genel affa ilişkin a ç ı k l a m a n ı n 1. p a r a g r a f ı g e ç e r ­ li o l m a k l a birlikte, Türkiye h ü k ü m e t i o p a r a g r a f t a s ö z ko­ n u s u kişiler içindeki 1 5 0 kişinin Türkiye'ye girmesini v e o r a d a oturmasını y a s a k l a m a k hakkını saklı t u t a r . B ö y l e c e Türkiye h ü k ü m e t i s ö z k o n u s u kişilerden b u g ü n kendi ül­ kesinde bulunanları o r a d a n ç ı k a r a b i l e c e k ve y a b a n c ı ülkelerdekilerin geri dönmelerini yasaklayabilecektir..." ('Türk Devrim Tarihi', Ş e r a f e t t i n T u r a n , 3. Kitap, s. 8 7 , Bilgi Yayıne­ vi, 1 9 9 5 ) 1 Haziran 1 9 2 4 ' t e tespit edilen 1 5 0 kişi bir hükümet karar­ namesi ile yurtdışına çıkarıldı. Aralarında kimler yoktu ki? Hürri­ yet ve İtilafın ileri gelenleri, Kuva-yı İnzibatiye kumandanları, hatta bir Şeyhülislâm; gazeteciler arasında Refiî C e v a d , Refik Halit, Mevlânzade Rifat, S a i t Molla dikkati çekiyordu, bir de R ı z a Tevfik! Fol yok yumurta yokken, neden 'yüzellilikler' bahsini açtı24


ğım, 1 Haziran 1938'de yine G a z i n i n yaptığı başka bir toplanlı hatırlanırsa, birden hak ettiği anlam derinliğini kazanacaktır.

'Onlar

affetmeyecek...'

1 9 3 8 yazı, T e r m a l Oteli ( Y a l o v a ) , büyük salon. Gazi, Makbule Hanım, Fethi B e y , Celal B a y a r , Dr. Tevfik Rüş­ tü, Fâlih R ı f k r v e F u a t Bulca'yla oturmuş, sohbet etmektedir; kafasını kurcalayan şeyi, Fethi Bey'e yönelttiği soruyla açıklıyor: "...yüzellilikleri affetmeyi düşünüyoruz; sen ne dersin?.." Soh­ betin seyrinden anlaşılıyor ki, Gazi ile Başvekil Celâl B e y af konusunda mutabıktır; fakat işin asıl şaşırtıcı yanı olan perde arka­ sı,- ertesi gün Ankara'ya doğru yol alırken, Dışişleri B a k a n ı Tevfik R ü ş t ü Bey'in Celâl B a y a r ' a söyledikleriyle meydana çı­ kacaktır: "-...Gazi'nin af t e ş e b b ü s ü ilk değil. Birincisi, Cumhu­ riyet'in 1 0 . yıldönümü kutlanırken, o z a m a n kabul v e t a t ­ bik edilen umumi affın ş ü m u l ü n e ( k a p s a m ı n a ) alınmasının m ü m k ü n olup olmadığı sondajıdır, f a k a t başvekil ve dahi­ liye vekili bu fikirde değillerdi. H a t a y d a v a s ı zaferle neti­ celendiği z a m a n , aynı a r z u y u izhar e t t i , z a n n e d i y o r u m ki b u n d a Refik Halit'in kendisine verilen içli ve güzel bir h a s r e t yazısının büyük t e s i r i o l m u ş t u . O s e f e r de hükü­ m e t t e bir h a r e k e t olmadı. B u , ü ç ü n c ü s ü d ü r . " ('Yüzellilikler Faciası', C e m a l Kutay, s. 1 3 - 1 4 , Tarih Kütüphanesi Yayın­ ları, 1 9 5 5 ) Üçüncü teşebbüs başarılı olmuştu; Gazi'nin arzusu üzerine 'yüzellilikler' ülkelerine dönebilmiştir. 'Zalim diktatör' işte bu in­ kılapçı, o inkılapçı ki affın kararlaştırıldığı gün, 'işbirlikçinin' tıy­ netini ne kadar iyi bildiğini, söylediği şu müthiş sözlerle ifade et­ miştir: "-...ben onları affediyorum, fakat g ö r e c e k s i n i z ki on­ l a r beni a f f e t m e y e c e k t i r . . . " Sizce yanılmış mı?

25


TANRILAR SUSAMIŞTI', AMA.

27 Eylül 1996 'Tanrılar Susamıştı' (les dieux ont soif) ne müthiş bir ro­ man adı! Kitabın neyi içerdiğini, nasıl da 'çarparak' hissettiriyor! Anatole F r a n c e ' ı n ünlü eserini, 1 9 4 0 sonbaharında okumuş -o tarihte 'Allahlar Susamışlardı' diye çevrilmişti- günlerce etki­ sinden kurtulamamıştım. F r a n s ı z İhtilalinin en dağdağalı günle­ rinden, inanılmaz kesitler veriyordu: giyotinin, soğuk parıltısı insa­ nı donduran o ölüm çarkının aralıksız işleyişini, birbiri ardınca se­ petine düşen kesik kafaların sarsıcı yaşantılarını, oradan öğrenmiş­ tim. İhtilal komitelerinin duvarlarında, o zamanın sloganları yazıl­ mıştı: ' Y a özgürlük ya ölüm!', 'Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, ya da ölüm!' Ressam David'in öğrencisi, 'yurttaş' E v a r i s t e Gamelin'in hazin serüvenini hâlâ hatırlarım. F r a n s ı z İnkılabı, gerçekten tanrıların kana susamış olduğu­ nu düşündürecek bir şiddetle gelişmiştir; 'fazilet' ve 'dehşet' (terreur)ten hangisi nerede başlıyor, hangisi nerede bitiyor, pek de seçilemez. 1 9 5 0 ilkbaharıydı sanırım, Paris'te edindiğim bir eser­ de, o kanlı yılların bir dökümünü okumuştum; inkılap yönetimi onca kargaşaya rağmen, 'halk mahkemeleri'n'm verdiği kararla­ rın ve gerekçelerinin defterini tutmuştu. Rakamlar cidden etkileyi­ cidir: "...ihtilal m a h k e m e l e r i n i n verdiği t o p l a m idam c e z a s ı , 1 6 . 5 9 4 ' t ü r ; bunun 2 . 6 3 9 ' u (yüzde 1 6 ) P a r i s ' t e , 3 . 1 5 8 ' i (yüzde 1 9 ) g ü n e y d o ğ u illerinde, 8 . 6 7 4 ' ü (yüzde 5 2 ) batı illerinde verilmişti... " "...bundan çıkan ilk t e s p i t şudur: t e r ö r , c u m h u r i y e t e başkaldırmış illerde e n ç o k insanı vurmuş, b a ş k a deyişle 26


t e r ö r , ulusal ve devrimci savunmanın a r a c ı o l a r a k kulla­ nılmış..." "...mahkûmiyetlerin sebebi, ilk t e s p i t i d o ğ r u l u y o r : ç ü n k ü idamların yüzde 7 8 ' i isyan y a d a ihanet, yüzde 1 9 ' u kralcılık, feodalizm, fesat ve gerici p r o p a g a n d a , ni­ h a y e t yüzde 2 5 ' i e k o n o m i k s u ç l a r d a n ( y a ğ m a , g a s p ) verilmış... "...şu halde şiddet e s a s itibariyle â s i l e r e ve h a i n l e r e uygulanmıştır..." ('Les Dossiers Pédagogiques / Fichier Histo­ rique/ La Réuoluiton Française', Edition Social, Paris, 1 9 5 0 ) Doğrusu ya, romanına seçtiği başlıktan dolayı, A n a t o l e F r a n c e ' ı haksız bulmak o kadar da kolay değildir.

' Y a istiklal ya ölüm!' Gazi Mustafa K e m a l , 'harekât-ı milliye'ye başlarken şiarın ne olduğunu, nasıl olması lazım geldiğini 'Nutku'nun başlangıç sayfalarında açıklamıştır: " Y a İstiklal, ya Ö l ü m ! " . İnsana nasıl da F r a n s ı z İhtilal komitelerinin sloganlarını hatırlatıyor. 70'Ii yıl­ larda, Ankara'daki bir söyleşimizde, S a b a h a t t i n Selek bana, 'İstiklal M a h k e m e l e r i n e önce 'İhtilal Mahkemeleri' adının düşünüldüğünü, sonra vazgeçildiğini söylemişti; adı ne olursa ol­ sun, bu mahkemelerin asıl işlevinin Birinci Dünya Savaşından itibaren Türk ordusunda yayılmış 'as/cer kaçaklığını' cezalandır­ mak olduğu unutulmamalıdır. Bunu bir kalem geçtikten sonra aynen F r a n s a ' d a olduğu gibi defteri dikkatle tutulmuş idam cezalarının ve gerekçelerinin 'dökü­ münü' merak etmez misiniz? Hele bir göz atın: " . . . 1 9 2 0 ile 1 9 2 2 a r a s ı n d a , İstiklal M a h k e m e l e r i ' n e gelen d a v a sayısı 8 9 . 1 6 4 ' t ü r ; bunların 1 1 . 7 4 4 ' ü konu­ s u n d a 'adem-i mes'uliyet beyan edilmiş', 1 . 0 5 4 idam talebi b e r a a t l a sonuçlanmıştır; 1 . 7 8 6 d a v a d a sanık 'kalebentlik ya da kürek' c e z a s ı n a çarptırılmış, 2 4 3 sanığın 'gıyaben' i d a m ı n a hükmedilmiştir; 'mücellen' idam, yani g e r ç e k t e n asılan 2 . 6 9 6 kişidir..." 27


"...verilen hükümlerin g e r e k ç e l e r i a r a s ı n d a , şunlar görülüyor: v a t a n a ihanet, casusluk, isyan, bozgunculuk, a l e y h t e p r o p a g a n d a , soygunculuk, d ü ş m a n l a işbirliği, d ü ş m a n o r d u s u n a katılma, işgalden y a r a r l a n ı p y a ğ m a c ı ­ lık, vs..." ('İstiklâl Mahkemeleri', E r g u n Aybars, s. 2 1 1 ve sonrası, Bilgi Yayınevi, 1 9 7 5 )

'Mukayeseli

tarih'...

F r a n s ı z İnkılabı da, Anadolu İnkılabı da iktidarın yapısını değiştiren ihtilallerin sonucudur: 'hâkimiyet' (egemenlik) bir ha­ nedana ait olmaktan çıkar, 'kayıtsız şartsız milletin' eline geçer; her iki inkılap da e r d e m (fazilet) ve d e h ş e t ( t e r r e u r ) prensiple­ rine uyarak, 'meşruluklarını' tarihe dayamışlardır; şu var ki F r a n s ı z İnkılabı'nın uyguladığı şiddetin yanında ( 1 6 . 5 9 4 idam), Anadolu İnkılabının -hemen hemen aynı gerekçelerle- uygula­ dığı (kesin infaz, 2 . 6 9 6 ) son derece hafif kalmaktadır. Ortada bir antiemperyalist kurtuluş savaşı, bir ulusal demokratik devrim var­ dır; Türkiye bu badireden mümkün olabilecek en az zararla sıyrıl­ mıştır. Özal döneminin ürettiği 'yuppi'ler, onların 'entel' hınk deyicileri, uluorta 'gözü kanlı diktatör' Gazi Mustafa Kemal'den söz edeceklerine, biraz da tarihin gerçekleriyle ilgilenseler fena mı olur? R o b e s p i e r r e , Danton, M a r a t , S E - J u s t için ne düşündük­ lerini de insan merak ediyor. 'İnsanlar hür d o ğ a r , hür y a ş a r ' ilkesini hayata geçiren, 'demokrasiyi' gerçekleştiren adamlar mı, yoksa 'kan içici diktatörler' midir?

28


'ILIMLI İSLAM' NEREDEN ÇIKTI?..

30 Eyül 1996 Çok yalnızdı, öfkeli bir adamdı: iki parmağı arasında sigara, görünmez bir yerdeki görünmez bir 'düşmanı' gösterir; evlere şen­ lik o Slav aksanıyla: "...liberal emperyalizm, yani, 'sistem', düşmansız yaşayamaz!" derdi, "...savaş boyunca 'düşman' Al­ man faşistleri ve Japon militaristleri idi, şimdi Stalin'ci Rus­ lar, yarın kimbilir kimler olacak?" Mark A p t c r , İkinci Dünya S a v a ş ı ertesinde, soğuk B a l tık kıyılarından P a r i s ' e düşmüş, bir Troçkistti; öfkesi iki sebebe dayanıyor: Marksist olduğu halde, tasfiye edilmiş bir 'oppozitsiya'ya (muhalefete) mensup olması, bir; yurdunu o kadar sevdiği halde, nefret ettiği Batı'da 'siyasi mülteci' sıfatıyla bulunması, iki! Markın söylediklerini sonradan az buz düşünmedim, son ola­ rak galiba Huntington'ın 'Medeniyetler Ç a t ı ş m a s ı m ı ? ' baş­ lıklı yazısını okuduğum sıradaydı; hazret ne buyuruyor, bir hatırlar mısınız? "...Soğuk s a v a ş , Demir P e r d e Avrupa'yı siyasi ve ide­ olojik o l a r a k böldüğü z a m a n başladı; D e m i r P e r d e ' n i n s o n bulmasıyla n i h a y e t e erdi; ideolojik bölünmesi o r t a ­ d a n kalktıkça, Avrupa'nın bir y a n d a n B a t ı Hıristiyanlığı ve O r t o d o k s Hıristiyanlığı a r a s ı n d a ; diğer y a n d a n ise Us­ lamla kendisi a r a s ı n d a k i kültürel b ö l ü n m e s i yeniden o r t a ­ ya çıktı..." ('Medeniyetler Çatışması mı?' S a m u e l P. Hun­ tington, s. 2 1 , Vadi Yayınları, 1 9 9 5 ) ' B e y a z , Batılı ve Hıristiyan Sistem'in yeni düşmanı İslam mı olacaktı? H u n t i n g t o n sorunu hiç kuşkusuz Batılı gözüyle ve B a t ı açısından koyuyordu ama, çatışılacak kültürlerin 'münhası29


rem' Müslüman olmadığının da bilincindeydi; ona göre, B a t ı Me­ deniyetinin hasımları şunlar: J a p o n , İslam, O r t o d o k s , Hin­ du, Latin A m e r i k a ve Afrika! Şu dakika Alliance Française'deki dostum, mutsuz 'siyasi mülteci' Troçkist Mark Apter'in, iki parmağı arasında sönmüş si­ garası, yeryüzü haritasına eğilmiş, 'Üçüncü Dünya' ülkelerini göstererek, adeta tepindiğini görür gibiyim: "-...gözünü a ç , t a v a r i ş ; adam 'mazlum milletleri' düş­ man ilan ediyor; birleşemesinler diye de, kültür farklılıklarının altını kalın kalın çizerek! Her gruptan bir lider seçip, onu evcilleştirecek, onun vasıtasıyla ötekilerini kontrol edecek!.."

A d e t a bir şok!.. Aslında, 'sistem'in gezegene bakışında, D o ğ u Bloku'nun çözüldüğü andan başlayarak, bir ikilik mevcut; ister sağcı olsun ister solcu, Türk aydını bunu fark edebilmiş midir, şüpheliyim; bir bakıma, o ikilik zaten vardı, 'bolşevik belasının zuhuru' tarafın­ dan gölgelenmişti, Mecellenin dediği gibi, 'mâni o r t a d a n kalk­ t ı k ç a m e m n u avdet etti.' Acaba esası şu mudur: 'klasik' em­ peryalizm, B a t ı Avrupa dışındaki medeniyet ve kültürü yok sa­ yar; sömürgeciliğini öteki 'ilkel' ülkelere medeniyetin 'ışığını' gö­ türmek gerekçesine dayandırmıştır ki, o ışık B a t ı Avrupa'nın ışı­ ğıdır; yani Hıristiyanlık, Y u n a n / L a t i n Kültür temeli, o n d a n üretilen Batılı d e ğ e r l e r ! Avrupalı sömürgecilik (colonialis­ m e ) bu 'medeniyeti' öteki halklara zorla dayatmıştır, gereğinde si­ lah kullanarak! Y a n k e e emperyalizmi biraz farklı, onca aslolan 'öteki' ülkele­ rin ekonomisini denetim altında tutabilmektir; B a t ı Avrupa'nın 'aydınlanma' çağını 'Üçüncü D ü n y a y a taşımak değil; çünkü bu neticede 'milliyetçiliği' ayağa kaldırıyor, başlıbaşına bir bela; öy­ leyse (mazlumları), kendi kültürleri içinde 'tutmak' daha makul; sa­ dece ecnebiye (yankee'ye) sert tepki göstermeyecek kadar 'evcil­ leştirmek' yeter! Y a n k e e emperyalizmi, Avrupa emperyalistliğinin, Batılı kültür değerlerini Ü ç ü n c ü Dünya ülkelerine dayattığı 30


için, başarısız olduğu fikrindedir; işte, alafranga/arabesk liberalle rimizin bir türlü hikmetini anlayamadıkları 'ılımlı İslama yeşil ışık' düşüncesi, buradan kaynaklanıyor. S a m u e l Huntington ülkemize bir 'ikna ziyareti' yaptı, hem de S e r m a y e P i y a s a s ı Kurulunun davetlisi olarak; İstanbul'da ve Ankara'da konuştu; bu vesileyle, 'taze' düşüncelerini de öğren­ miş olduk: "...uygarlıklar a r a s ı ç a t ı ş m a denetim altında tutulma­ lı; bu b a ğ l a m d a inisiyatif h e r uygarlık g r u b u n u n lider ül­ keleri t a r a f ı n d a n üstlenilmeli. Ç o ğ u uygarlık g r u b u n u n bir v e y a b i r k a ç lider ülkesi var, İslamın yok..." " . . . e ğ e r Türkiye Batılı ülke o l m a ı s r a r ı n d a n biraz vaz­ g e ç e r , m o d e r n l e ş m e ve d e m o k r a s i n i n bir İslam ülkesinde m ü m k ü n olduğunu g ö s t e r m e y e d a h a ç o k ağırlık v e r i r s e , bütün d ü n y a y a ve İ s l a m a büyük bir m o d e l olur..." (Milli­ yet, 9 Eylül 1 9 9 6 ) Arabesk/Alafranga Türk liberali bunları duyunca, ne diyece­ ğini bilemiyor, adeta bir şok! Halbuki bu sözler, ince ince hesapla­ nıp uzun sürede geliştirilmiş genel bir stratejinin sonucu.

Bildik bir 'uzman'... Bazı hızlı solcularımız, önceden kesinlikle kestiremedikieri D o ğ u Bloku'nun çöküş depremi sırasında, ufak ufak 'dönekliğe' soyunurken, CIA'nın yan kuruluşu R a n d Corporation'dan, çok da bildik birisi, 'orta vadeli tahmin uzmanı' G r a h a m Fuller, ye­ ni istikametin ne olacağını saptamıştı bile: " . . . S o v y e t l e r ' d e geliş gidiş 5 0 milyon M ü s l ü m a n T ü r k ö z g ü r l ü ğ e , hiç değilse d a h a fazla özerkliğe k a v u ş a c a k t ı r ; bağımsızlıkları bile g ü n d e m d e d i r : Türkiye bu s ü r e ç t e de­ m o k r a t i k l e ş m e , t i c a r i v e iktisadi s e r b e s t l e ş m e a ç ı s ı n d a n g e l e c e k l e r i n e ilham k a y n a ğ ı olabilir..." "...Türkiye g e ç m i ş t e O r t a d o ğ u için bir modeldi, bu­ gün de o l m a y a d e v a m ediyor; hele d e m o k r a s i ile İslamı b i r a r a d a y a ş a t a b i l e c e k bir formül bulursa, İran ve A r a p 31


dünyasına büyük bir entelektüel öncülük y a p m ı ş o l a c a k ­ tır." (Cumhuriyet, 28 Şubat 1 9 9 0 ) Nasıl, iyi mi? Dikkat isterim ikisi de, 'demolcrasiy/e İsiamın birarada yaşatılmasmdan' bahsediyorlar, laiklikten çıt yok; dü­ şündükleri 'formül1, şu yaşadığımız olmasın?

32


ekim '96 üç misâk-ı milli


TÜRKİYE'NİN 'FALINA' BAKILMIŞ MI?

2 Ekim 1996 1970'li yıllar, A n k a r a , zincirleme 'bireysel terörizm' darbe­ leriyle, sarsılıyor. Sabaha karşı, şüpheli bir telefon; ahizeyi kaldır­ dım, ses yok, belli belirsiz bir soluma duyuyorum: kötü bir şaka mı? Uyuyabilirsen uyu! O tarihte Ü ç ü n c ü Dünyaya merak sardırmıştım; Mahmud Hüseyin'i, S â m i r Amini, Maurice Dopp'u vb okuyorum; çevre ülkeleriyle ilgiliyim. Dünya, son bir­ kaç yüzyılını, 'batı/merkezci' bir görüşle değerlendirmiştir; şimdi de, aynı mantıkla, 'gelişmekte olan ülkeleri' ele almıştı; açık açık, 'Doğu Bloku' ile 'Bağlantısızlara aynı sepete koyuyordu; acaba neden? O uykusuz gecede, iri yıldızlar sapır sapır Ankara'nın üzeri­ ne düşerken; basit, nedense o güne kadar bir formüle bağlayamadığım izah, gözlerimin önünde bütün netliğiyle belirdi: 'sistem' için gezegen, uçsuz bucaksız bir 'pazar'; 'Doğu Bloku' bu 'pazar'm önemli bir kısmını 'sistem'e kapatmış; o yetmezmiş gibi, şimdi de mazlum milletler uyanıp 'pazar'ın geri kalan kısmını ka­ patıyorlar; B a t ı -handiyse- Batı'nın sınırları içine sıkıştırılmıştır; bu bakımdan K r u ş ç o f , Brejnef, G o r b a ç o f 'sistem' için ne ka­ dar belalıysa; Albay Nasır, P a n d i t Nehru, Ş e k u T u r e , Bum e d y e n , B a a s ' ı n 'düşman kardeşleri', S a d d a m Hüseyin ve Hafız E s a t , hatta B u r g i b a , o kadar belalıdır. Sorunun can alıcı noktası, şu soruda yatıyordu: Bu adamla­ rın, ' s i s t e m ' e karşı, kendi çaplarında birer M u s t a f a K e m a l davranışı içinde olmaya heveslendikleri, görmezden gelinebilir miydi? 35


' K ü r e s e l l e ş m e ' stratejisi... Zaten G r a h a m Fuller, Gaziyi bu sebepten 'devre dışı' bı­ rakmaya eğilimlidir: Daha o zaman, düşüncelerini saklamaya ge­ rek görmemişti: "...Atatürk'ün düşünceleri ç a ğ ı için ç o k güçlü düşüncelerdi, a m a onun s a y e s i n d e y a r a t ı l m ı ş bugü­ nün kendine g ü v e n duyan Türkiyesi, artık ulusal kimliği­ ni, yörüngesini, dünyadaki rolünü, h a t t a (lütfen, dikkat) Islamın gündelik h a y a t t a k i yerini yeniden düşünebilmelidir..." Hazret bizim'yerimize düşünüvermiş, ne yapılması icabettiğini de söylemiş: " . . . e ğ e r siz İ s l a m a dayalı olduğunu s ö y l e y e n siyasi partileri d a h a fazla siyasileşmeye, p a r l a m e n t o y a k a t ı l m a y a çekebilirseniz, t a r t ı ş m a y a açık bir p l a t f o r m ya­ ratabilirseniz, bu ç o k d a h a değerli olur..." (Cumhuriyet, 26 Şubat 1 9 9 0 ) Ne dersiniz? Fullerin Türkiye için baktığı fal, altı yıl kadar sonra gerçekleşmiş olmadı mı? Mustafa Kemal'i niye devre dışı bırakmak istediğini anlamak için, Gazinin sadece şu sözlerine bir göz atmak yeterlidir: "...efendiler, g ö r ü l ü y o r ki bu k a d a r kesin ve yüksek bir z a f e r d e n s o n r a , bizi b a r ı ş a k a v u ş m a k t a n engelleyen nedenler, d o ğ r u d a n d o ğ r u y a e k o n o m i k nedenlerdir, eko­ nomik d ü ş ü n c e l e r d i r . Çünkü bu devlet, bu ulus e k o n o m i k egemenliğini s a ğ l a r s a o k a d a r güçlü bir t e m e l üzerinde y e r l e ş m i ş ve g e l i ş m e y e b a ş l a m ı ş o l a c a k ki, a r t ı k o n u ye­ rinden o y n a t m a k m ü m k ü n o l a m a y a c a k t ı r . İ ş t e düşmanla­ rımızın, g e r ç e k düşmanlarımızın bir türlü rıza g ö s t e r e m e ­ dikleri, o n a y l a y a m a d ı k l a r ı budur..." (17 Mart 1 9 2 3 ) Artık herkes biliyor, 'sistem' aklına esti mi 'yerinden oyna­ tabileceği', iyice 'evcilleşmiş' devletler istiyor; Kemalizm yaşadık­ ça, bunu kolay kolay gerçekleştiremeyeceği belli, oysa 'küresel­ leşme' stratejisi bütünüyle bu 'evcilleştirme' kavramı üzerine ku­ rulmuş: ulusal ekonomiler, önce 'özelleştirilecek', arkasından 'küreselleştirilecektir.' Neden mi? 36


Bir çeşit ' t a h t a a t ' . Bakınız nedenmiş: "...çokuluslu tekeller, e k o n o m i ve fin a n s düzeninin 'özelleştirme' dalgasıyla d a ğ ı t ı l m a s ı n d a n y a r a r l a n a r a k , yeni bir faaliyet s a h a s ı buluyorlar..." " . . . 3 0 ' l u yılların büyük e k o n o m i k ç ö k ü n t ü s ü n d e , ç e ­ şitli ülkelerde (tabii Türkiye'de de) k a m u s e k t ö r ü n ü n , ülkeyi k u r t a r m a k a m a c ı y l a , ya satın aldığı, ya da bizzat i n ş a et­ tiği m u a z z a m kuruluşları ve işletmeleri ele g e ç i r m e k ; bu özel s e r m a y e gruplarının saldırıya g e ç e c e ğ i yeni bir sınır oluşturuyor..." "...buna elektrik, g a z , m a d e n l e r , demiryolları, h a v a ulacımı, t e l e k o m ü n i k a s y o n , b a n k a l a r v e s i g o r t a şirketleri dahil. Çokuluslu tekellerin ("sistemin) bunları ele geçirebil­ mesi, işçi h a r e k e t l e r i n i n zayıflamış o l m a s ı ve bu h a r e k e ­ tin en büyük fetihlerinden birisi o l a n s o s y a l devletin h e r y ö n d e n saldırıya u ğ r a m a s ı yüzünden, d a h a d a kolaylaş­ maktadır..." (Le Monde Diplomatique, Mart 1 9 9 4 ) O r t a a s y a ve Ortadoğu'nun bütün Müslüman ülkelerine, Atatürk'ü 'rafa kaldırmış', yani 'eucilleştirilmiş', yani 'ılımlı İs­ lam' bir Türkiye'nin geçerli 'model' -bir çeşit 'tahta at'- olabil­ mesi için; önce elbet o bir türlü unutturulamayan 'erken' cumhuri­ yet döneminin, 'ya satın aldığı, ya da bizzat inşa ettiği muaz­ zam kuruluşları ve işletmeleri' en kestirme yoldan 'özelleştir­ m e s i ' zorunlu değil mi? Peki, 'iktidarlar' ne yapıyor sanıyorsunuz?

37


'ILIMLI İSLAM' KİME YARIYOR?

4 Ekim 1996 Telefon gazetecisi değilim, hiç olmadım: ' D e m o k r a t İzmir'i yönetirken bile bu işi Akın Simav'a bırakırdım, o bayılırdı; belki de bu yüzden, devlet katından aranınca, şaşırırım; 1 9 9 4 ilkbaha­ rında da öyle olmuştu: Enerji Bakanhğı'ndan bir uzman, nasılsa beni buluyor; çok da garipsediğim bir şeyi benden öğrenmek isti­ yor: yazılarımdan birisinde, ABD'li iki yazarın 'küreselleşme' başlıklı kitabından söz etmiştim ya, acaba 'künyesin i'verebilir miymişim? Hayrete düşmemek elde mi? O ilginç eseri, o bakanlığın -bakanlık da laf mı, Planlamanın, Maliyenin vb'nin- benden çok önce görmesi, bulması, ne anlattığını bilmesi gerekirdi. Basba­ yağı atlamışlar; dahası, o yazımın içinde, kitabın 'künyesi' açıkça belirtilmişti, farkına varmamışlar: Türkiye'nin geleceğini küreselleşme'ye bağlayacaksın, onun içyüzünü açıklayan -üstelik iki Amerikalının yazdığı- kitabın farkında olmayacaksın! Babam, bu gibi hallerde ne derdi bilir misiniz: "Hancı sarhoş, yolcu sarhoş!" Sırası düşmüşken, o 'künyeyi' bir daha vereyim; Allah rızası için, yok mu Türkçeye çevirtip yayımlayacak bir yayımcı: "Global D r e a m s : Imperial C o r p o r a t i o n s a n d T h e New World Ordr e , yayımlayan, S i m o n & S c h u s t e r , New Y o r k , 1 9 9 4 . "

Y e t e r i n c e 'açık' değil m i ? Türkiye, Ortadoğu'da, liberal ekonomiyle mi 'bölgesel güç' olmuştur? Güldürmeyin beni: 'kamu öncülüğünde hızlı sanayileş38


meyi'yi öngören, 'karma ekonomi düzeni' olmasaydı, şimdi sahip olduğumuz imkânların yarısına kavuşamazdık: onca 'teşvike, onca 'avantaya rağmen, 'özel sektör' Doğu'ya ve G ü n e y d o ğ u y a kaç kuruşluk yatırım yapmıştır? İş işten geçtikten sonra, bir D o ğ u Holding'i kurmaya kalkıştılar, önüne gelen kaytarıyor. 'Sistem'in önce dağıtmayı amaçladığı işte bu 'karma ekono­ mi düzeni'dir; önce onu 'özelleştirme' ve 'küreselleşme' ile dağıtacak, sonra 'ılımlı İslam' yani 'İslamiyet'le demokrasiyi bağ­ daştırmış, liberal Türkiye'yi bütün İslam coğrafyasına 'model' diye önerecek! Oysa Türkiye'yi Türkiye yapan tam da bu düzendir, işin ilginç yanı, temeli 1930'lu yıllarda atılmıştır: Le M o n d e Diplomatique'e bakarsanız, çokuluslu şirketlerin, göz diktiği 'avlak­ tan' bir alan! Hedef nedir, o belli: R i c h a r d B a r n e t ve J o h n C a v a n a g h eserlerinde Ü ç ü n c ü Dünya ülkelerinin KİT'lerini ele geçirmek niyetlerini açıkça belirtmişler; onlara bakarsanız, gezegenin kaderi iki yüz çokuluslu şirkete bağlı, bir bakıma bu şirketlerin 'sahipleri', gezegenin de 'sahipleri' oluyor; insanın hangi ülkeler olduğunu merak etmemesi mümkün mü? "...beş 'gelişmiş' kapitalist ülke (Amerika Birleşik Dev­ letleri, Japonya, Fransa, İngiltere, Almanya) kendi a r a l a r ı n d a e n büyük 2 0 0 çokuluslu şirketin 1 7 2 ' s i n e s a h i p bulunu­ y o r l a r ; bu k a d a r ı bile, ülkeler a r a s ı n d a k i eşitsizlik dere­ cesini g ö s t e r i y o r . . . " (Le Monde Diplomatique, Mart 1 9 9 4 ) Başka türlü söylersek, önce özelleştirip sonra küreselleştirilince, bazı 'enayilerin' sandığı gibi 'dünyadaş' olmuyorsun, 'sis­ tem'in bu beş büyük devletinden birisinin ya da birkaçının 'man­ dasına' ya da 'himayesine' girmiş oluyorsun; bunda senin payın, elbette 'enayi payı'dır da, onların payı asla küçümsenemez: " . . . 8 0 ' l i yıllarda g ö r ü l e n büyük e k o n o m i k durgunluk bile, en büyük bu iki yüz çokuluslu şirketin b a ş a r ı l a r ı n ı etkileyemedi; yayılmacılık eğilimleri, 1 9 8 2 ' d e n 1 9 9 2 ' y e s a t ı ş toplamlarının 3 . 0 0 0 milyar d o l a r d a n 5 . 9 0 0 milyar d o l a r a yükselmesinden anlaşılıyor..." (Le Monde Diplomati­ que, Mart 1 9 9 4 ) Sizce yeterince açık değil mi? 39


Perhiz ve turşu.. Oliver Roy'nın doğru bir tespiti var: 'siyasi İslam', kalabalığı arkasına toplayabilmek için, handiyse 'Üçüncü Dünya' solculu­ ğunun 'adil düzeni'ni savunmaktadır. Ülkemizdeki görüntü de bu: Refahlı koalisyonun ilk icraatı, sabit ve dar gelirlileri kollamak ol­ muştur; hâlâ 'tribüne' aynı mesajı veriyorlar: yoksullar, ezilenler, falan filan! Halbuki aynı koalisyon, tam da G r a h a m Fuller'in tah­ min ettiği gibi, Refahın ciddi 'evcilleşme' eğilimini sergiliyor: Gümrük Birliğine, evet; Çekiç Güç'e, evet; İsrail Anlaşmasına, evet, vs. Hem Erbakan'ın ünlü Doğu yolculuğu, - İ r a n hariç- ta­ mamı 'sistem'in denetimindeki 'ılımlı İslam' ülkelerini içermiyor muydu? O zaman gel de, 'Fransız resmî ve istihbarat kaynaklarına yakınlıklarıyla bilinen, Lübnanlı bazı gazetecilerin çıkardıkla­ rı' El V a t a n El Arabî dergisinin, Refah iktidarını kapak konusu yaptığı sayısındaki ilginç başlığı hatırlama: "Türkiye-ABD An­ laşmasının Gizli Y a n ı : Amerika'nın Onayıyla, Halife E r b a kan!" Bu bahse döneceğim.

40


'GÖREVİMİZ TEHLİKE'

7 Ekim 1996 (Siz ne dersiniz bilmem ama, bence Tina Turner'ın son J a ­ m e s B o n d filmi için söylediği 'Goldeneye' şarkısı, bu yazıya el­ diven gibi uyuyor.) CNN'de ara sıra Türkiye hakkında ahkâm kesen Donald J a m e s o n ' ı tanır mısınız? CIA'nın akıl hocalarından biriymiş, Or­ t a d o ğ u uzmanı filan; elini kalbine koyup demiş ki: " . . . b u r a d a b i r ç o ğ u m u z , ben dahil, Türkiye'nin Avru­ p a Birliği t a r a f ı n d a n k a b a bir m u a m e l e g ö r d ü ğ ü n ü v e Türkiye'nin t ü m A v r u p a o l u ş u m l a r ı n d a , d i ğ e r ülkelerle e ş i t b a z d a t e m s i l edilmeyi h a k ettiğini d ü ş ü n ü y o r u z . NA­ T O ' n u n b a ş k a üyeleri, ki Türkiye'ye en yakın olanı dahil (Yunanistan demek ister), Batı'nın güvenliği ve Avrupa'nın o r t a k hedefleri v e problemlerinin ç ö z ü m ü n e , Türkiye'den ç o k d a h a a z k a t k ı d a b u l u n m u ş v e ç o k d a h a a z işbirliği g ö s t e r m i ş t i r . B u yüzden Batılı müttefikleri b u k a d a r ta'viz v e r m e z bir t u t u m içindeyken, T ü r k halkının ulu­ sal, kültürel ve dinî m e s e l e l e r e ağırlık v e r e n bir hüküme­ ti s e ç m i ş o l m a s ı anlaşılabilir..." (Hürriyet, 27 Temmuz 1996) Anlamı üstünde değil mi? Açıkça diyor ki, NATO adına Tür­ kiye bir güzel 'kullanıldı', oysa Avrupalı düzen içinde 'fakir ak­ raba muamelesi' görüyor, 'itilip kakılıyor,' Tüklerin bunu 'milli haysiyet meselesi' yapmalarını anlamak lazımdır. ' S o ğ u k s a v a ş ' yılları boyunca, m e r k e z s a ğ / m e r k e z s o l tarafından sürdürülen B a t ı y a bağımlılık politikası, Türkiye'nin aleyhine çalışmıştır; Türk halkı bunu görmektedir, hoşnut olmadı41


ğını gösteriyor. Şu var ki, CIA uzmanına göre, bu Avrupa'nın 'hatası'dır ve: "...Türkiye'nin B a t ı ' y a olan yaklaşımının değişmesini g e r e k t i r m e z . Türkiye'nin ç ı k a r l a r ı n a en ç o k hizmet e d e n yol, B a t ı ' y l a s ı c a k ilişkilerini sürdürmesidir; Türkiye bu ilişkilerini z e d e l e m e d e n , t i c a r i ve diplomatik ufuklarını K a r a d e n i z komşuları, Kafkasya ve O r t a a s y a ' y a d o ğ r u bü­ yütmelidir." O günden bugüne, Refah'lı koalisyonun yaptığı nedir? i V

'Sistem'in iç çelişkisi İstanbul'un Fethinin 5 3 4 . yıldönümünü kutlama şenlikle­ rinde, meğerse neler olmuş da, 'esen rüzgârdan bile hile sezen' müthiş 'media'mızın ruhu bile duymamış. Şu satırları okur musu­ nuz lütfen: " . . . k u t l a m a l a r a çeşitli İslam ülkelerindeki ş e r i a t ç ı p a r t i v e ö r g ü t l e r d e n 2 5 0 temsilciyle, ö t e k i ülkelerden on­ l a r c a İslamcı heyet katıldı. (Dikkat!) Özellikle A B D ile Batı­ lı i s t i h b a r a t örgütlerinin y o ğ u n katılımı ve ilgisine m a z h a r olan Fetih Şöleni'nde E r b a k a n , b ö l g e ç a p ı n d a İslamcı bir lider o l a r a k o r t a y a çıktı. (...) R P liderinin S u d a n İslamcı lideri H a s s a El T u r â b î ile İran liderliğindeki radikal İsla­ ma k a r ş ı ılımlı köktendincilik c e p h e s i v e y a yeni bir İslam e n t e r n a s y o n a l i (ümmetçilik) için ç a b a h a r c a y a c a ğ ı gözlendi. (...) Erbakancılık, bir a n l a m d a S u d a n ve İran köktendinciliğine karşıdır; proje k a p s a m ı n d a İslam O r t a k p a z a r ı , İs­ lam NATO'su ve İslam Dinar'ı bulunmaktadır..." (El Vatan El Arabi, 12 Temmuz 1 9 9 6 ) Şöyle baktınız mı, 'Fransızların resmi görüşü ve istihbaratı' CIA uzmanı J a m e s o n ' ı n 'Refah iktidarını anlaşılabilir' saymasındaki gizli sebebi açıklamaktadır; eh, E r b a k a n m davranışları da, iddiayı doğrular mahiyette sayılamaz mı? Türkiye'deki koşul­ suz B a t ı hayranı liberallerin beklentilerinin aksine, bir çırpıda 'ılımlı İslam' rayına oturmadı mı? O r t a d o ğ u Müslümanlığını bu 42


çerçeve içine almayı hedeflemiyor mu? Herkesi şaşırtan, hatta bazılarına E r b a k a n m asıl takıyyeyi kendi seçmenine yapmış olduğunu' söyleten ünlü U dönüşünü, 'Fransız istihbaratına ya­ kın' El V a t a n El Arabi de merak ediyor, kendince şöyle açıklı­ yor: "...kimi ç e v r e l e r e g ö r e ordu, Refah e f s a n e s i bitsin di­ y e E r b a k a n ' m iktidara gelişine g ö z yumdu; o y s a uyanık, zeki ve p r a g m a t i k E r b a k a n öncelikle A B D ile anlaştı, Amerikan stratejisi ç e r ç e v e s i n d e h a r e k e t e d e c e ğ i n e dair t e m i n a t l a r verdi. İsrail-Türkiye a n l a ş m a s ı n ı kabul etti, Gümrük Birliği ve NATO'dan ç ı k m a y a c a ğ ı n a dair v a a t t e bulundu, bu yüzden de A m e r i k a n onayıyla halife oluver­ di..." (El Vatan El Arabi, 12 Temmuz 1 9 9 6 ) Birkaç gün sonra, A B D Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nicolas B u r n s , adeta bu iddiaları doğrulamak için konuşuyordu: " . . . d a h a ö n c e Türkiye'de laikliği desteklediğimiz y a d a k a r ş ı s ı n d a o l d u ğ u m u z hakkında bir a ç ı k l a m a yaptığı­ mızı h a t ı r l a m ı y o r u m . ( . . . ) Türkiye ile ilişkilerimizin t e m e l unsuru NATO'daki s a v u n m a ittifakımızdır. Türkiye ile ilişkilerimizin devamının en ö n e m l i n e d e n i NATO'dur. (...) NATO'nun kuruluşunu s a ğ l a y a n R o m a Anlaşma­ s ı n d a laikliğe h e r h a n g i bir atıf olduğunu s a n m ı y o r u m , a m a d e m o k r a s i y e sürekli atıf vardır." (Hürriyet, 17 Tem­ muz 1 9 9 6 ) Geldik mi, aynı yere: istedikleri ve bekledikleri odur, 'İslamla demokrasiyi bağdaştırmış, ılımlı İslam bir Türkiye.'

Y ü r e k ve bilek g e r e k . . . Diyalektiğin yasaları şaşmaz! 'Sjstem'in iç çelişkileri, belli: Avrupa (Fransa, Almanya) ile ABD, Türkiye'ye aynı gözle bakmıyorlar; Ankara'ya düşen, bunInıdan birisinin 'manda' ya da 'himayesine' sığınmak değil, I M :'()'lerde G a z i n i n yaptığını yapmaktır. Hep bilmiyor muyuz: O, '•»İNtem'e karşı S o v y e t l e r l e güçbirliğini pekiştirmiş; sistem içi çe43


lişkilerden ustalıkla yararlanarak, İtalya ve Fransa'yı, Yunanis­ t a n ve İngiltere'ye karşı çok iyi 'ku/lanmıştı' ; ne var ki, zordur bu iş, Nâzım'ın dediği gibi: " . . . o ş a h l a n m ı ş bir k a v g a atı, kalın kabzalı bir s a v a ş kılıcıdır b u a t a a t l a y a c a k yürek ve bu k a b z a y a bilek gerek..."

44


'ÇIKARLARI' FARKLI, 'AMAÇLARI' AYNI!.

9 Ekim 1996 Birden durakladım, dışarda varla yok arası bir yağmur çiseli­ yordu, kirli mavi bir duman ağaçları sarmış, okuldan çıkmış öğren­ ciler, evlerine dağılıyor; 'havada görmemenin ve konuşmamanın kahrolası hüznü', İstanbul. Hatırladığım o başlık, Refah ağırlıklı koalisyon gerçekleşin­ ce, A B D Dışişleri Bakanlığının yaptığı 'yumuşak yorum' üzerine yazdığım yazının başlığı: 'Laiklik ABD'nin U m u r u n d a m ı ? ' (Meydan, 6 Ağustos 1 9 9 6 ) Çok da şaşırmamıştım, sözcü Nicho­ las Burns'ün 'yorumu', daha önce Fullerin ya da Huntington'ın söyledikleriyle pekâlâ uyuşmaktaydı: B u r n s demiş ki: "...Atatürk'ten bu y a n a laiklik Türki­ ye'nin g e l e n e ğ i o l m u ş t u r ; fakat hiçbir z a m a n ilişkilerimi­ zin d e v a m ı için laikliğin bir koşul o l d u ğ u n u söylemedik; a m a ilişkilerimizin d e v a m ı için d e m o k r a s i n i n ş a r t olduğu­ nu söyledik; laiklik k o n u s u n d a k a r a r v e r m e k , t a m a m i y l e Türk halkına kalmış bir konudur..." (Hürriyet, 17 Temmuz 1996) Adam açıkça ne diyor: A t a t ü r k öyle söylemiş ama biz aldır­ mayız, halk 'ılımlı İslam' bir hükümete razıysa, demokrasiye uy­ ması şartıyla o hükümet bizce makbuldür; peki, bu sözler Gra­ ham Fullerin şu söylediklerinin A B D Dışişleri tarafından 'res­ men teyit edilmesi' anlamına gelmez mi? "...Atatürk'ün d ü ş ü n c e l e r i ç a ğ ı için ç o k güçlü düşün­ celerdi a m a (...) b u g ü n ü n kendine güven duyan Türkiyesi, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, h a t 45


ta İslamın gündelik h a y a t t a k i yerini yeniden düşünmeli­ dir..." (Cumhuriyet, 26 Şubat 1 9 9 0 ) " Eskiler ne derdi, 'tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş!'

İki önemli fark... ABD'nin aksine laiklik Avrupa'nın 'umurunda' gibi görünü­ yor; Avrupa P a r l a m e n t o s u n u n Türkiye oturumunda konuşan­ ların ağzına bakarsanız, Çillere bütün öfkeleri Refah Partisiyle bir koalisyona gitmiş olmasından kaynaklanıyor; söylemediklerini bırakmamışlar; Alman sosyaldemokrat Martin Schulz demiş ki mesela: "...Çiller s a d e c e Avrupa Birliği'ne değil, kendi halkı­ na da i h a n e t etti; İslamcı partinin ö n ü n d e e n g e l olsun di­ y e o y v e r e n s e ç m e n i n i kandırdı." Alman Yeşiller Grubundan -malum ve meşhur- Claudia R o t h , daha da sert, lafını hiç sakınmıyor: "...Gümrük Birliği o y l a m a s ı n d a n ö n c e Çiller Türki­ ye'deki laikliğin g a r a n t i s i o l a r a k sunuldu. Gümrük Birliği'ni o n a y l a y a r a k Çiller'e d e s t e k verdik; d e m o k r a t i k r e ­ formların g a r a n t i s i o l a r a k g ö s t e r i l e n bu kişi, E r b a k a n ' ı ül­ kenin kralı yaptı..." Fransız sosyalist parlamenter G é r a r d C h a u d r o n da benzer şeyler söylemiş, o da 'ılımlı' da olsa 'Müslüman' bir başbakana ta­ raftar görünmüyor, çünkü onu 'ılımlı' sayamıyor: " . . . B a y a n Çiller aralıkta köktendinci akımlarla m ü c a ­ dele için yardımımıza ihtiyacı olduğunu söyledi; s o n r a da Erbakan'ı başbakanlık koltuğuna o t u r t t u . . . " (Milliyet, 21 Eylül 1 9 9 6 ) Avrupalı Batılının olaya bakışında, iki önemli fark hemen göze çarpmaktadır: 1) B a t ı Avrupalı, ABD'nin aksine Erbakan'ı ve iktidarını 'ılımlı' saymıyor, '/cö/ctendinci' saymaya eğilimli; gali­ ba, sadece Müslüman olması, ona karşı olmasına kâfi geliyor. 2) Aydınlanma felsefesinin laik esprisinden mi, yoksa Haçlı Seferleri'nden mi -belki ikisinden d e - kalma bir dürtü, B a t ı Avrupalının 46


'Müslümanların' ağırlık kazanmasına tepki göstermesine neden oluyor. Kimbilir belki de 'Fransız istihbaratına yakın' El V a t a n El Arabi dergisinin o başlığı atmasındaki 'esrar', 'sistemin içindeki bu karşıtlıkta yatmaktadır: "ABD'nin Onayıyla E r b a k a n Ha­ life!"

Batı'nın istediği... Türkiye'nin Dışişleri Bakanı New York'ta neler demiş, dik­ katinizi çekti mi? Önce şu inanılmaz açıklama: "...ABD'nin h e r isteğini yaptık. B u g ü n e k a d a r bizden ne istendiyse yerine getirdik" (Wall Street Journal, 25 Eylül 1 9 9 6 ) ; arkasından şöyle bir tepki: "...Avrupa vaatlerini t u t m a d ı , hiçbir isteğimizi yerine getirmedi!' (TRT 1, haberler, 25 Eylül 1 9 9 6 ) Dışişleri Bakanı ilk açıklamasının, sonraki şikâyetinin gizli nedeni olduğunu nasıl göremiyor, hayret doğrusu! Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, Doğu'nun kaderi bu m u ? 1 9 . yüzyılda, ikisi de Batılı iki ülke, ingiltere ve Al­ m a n y a , farklı çıkarları dolayısıyla, Osmanlı'yı -yani İs­ lamlığı- 'kullanmaya' çalışıyor; bu yüzden, a l t t a n a l t a ç a ­ tışıyorlar; b a z e n de, a ç ı k ç a ! B u g ü n , o b o y u t l a r d a gö­ r ü n m e s e de, A B D ile A B , 'İslamiyet! kullanabilmek için', yine a l t t a n a l t a ç a t ı ş ı y o r l a r ; birisi suret-i H a k t a n görünü­ yor, ötekisi s e r t , a m a a m a ç aynı. Kimbilir, belki de S a m u e l Huntington'ı 'yeni dünya dü­ zeni' sonunda bir 'medeniyetler çatışması olacaktır' yargısına gö­ türen de bu; yani ne, Batılı, Hıristiyan ve beyaz emperyalist 'sis­ temin, içindeki çelişme ve çatışmalara rağmen, Müslüman coğ­ rafyasını - n e tek tek ülkeler halinde, ne de yekpare bir İslam bir­ liği olarak- 'bağımsız' ve 'hükümran' görmek istemeyişi! I n g m a r Karllson'ın bu soruna yaklaşımı, her iki taraftan hayli değişik görünüyor, onu da dinleyelim mi? Bir dahaki sefere.

47


'HEM ÜZÜMÜ YEMEK, HEM BAĞCIYI DÖVMEK'.

11 Ekim 1996 Avrupa'nın 'üstünlük' önyargısı; bir büyük korkuya; daha az büyük sayılamayacak bir de başarıya dayanıyor-, korku, 1 5 . ve 1 6 . yüzyılda yaşadığı İslam istilası korkusudur: İberik yarımadasında Endülüs Emevîleri'nin, T u n a boylarında Osmanlı Türklerî'nin, Avrupa Hıristiyanlığına saldığı korku, İslamla ilgili her dav­ ranışlarında kendisini hissettirir; bu korku besbelli, İslam aleyhtarı köktenciliğin ana sebebi, ne var ki sonradan gelen büyük başarı­ nın da 'esas âmili': 1 9 . yüzyılda c a r t e s i e n teknoloji üstünlüğü sa­ yesinde, Avrupa, İslam coğrafyasında, 'bağımsız' ülke bırakma­ mıştı; öyleymiş gibi görünen Devlet-i Aliyye de, İran Şahlığı da 'gizli' birer sömürgeydiler; S c v r c s Muahedesi, 'hükümran Müslümanlığın' trajik sonu olarak tasarlanmıştı. D o ğ u Bloku'nun dağılmasından sonra rahat nefes alacağını sanıyordu ya, hayır; Avrupa, İslamın ayağa kalkışını yarı hayret belki de aynı dehşet içinde izliyor; hele petrol coğrafyasının, Müs­ lüman coğrafyasıyla çakışması; Hıristiyan Avrupa'da gittikçe kala­ balık bir Müslüman azınlığın oluşması, bu dehşeti mübalağalı bo­ yutlara ulaştırmaktadır. I n g m a r Karllson önce bu durumu serin­ kanlılıkla saptamış: "...teknolojik gelişmeler, m o d e r n iletişim a r a ç l a r ı , Avrupa ile İslam dünyasını birbirine adamakıllı yaklaştır­ m a s ı n a r a ğ m e n , İslam dünyası ile A v r u p a tarihin hiçbir d ö n e m i n d e , birbirlerine bu k a d a r k a r ş ı o l m a m ı ş l a r d ı . (...) s o r u n , bu b ö l g e l e r d e n Avrupa'ya g ö ç nedeniyle, hepimizi h e r a l a n d a yakından ilgilendirmektedir; h e r iki taraftaki aşırı uçların a m a c ı , Akdeniz'i kültürleri birbirinden a y ı r a n 48


kesin bir sınır y a p m a k t ı r ; işte bu nedenle, t ü m g ü ç l ü k l e r e r a ğ m e n , İslam ve o n u n içindeki farklı g ö r ü ş l e r l e diyalog yollarını araştırmalıyız." (Yeni Yüzyıl, 30 Nisan 1 9 9 6 ) Tam tersini yapmıyorlar mı?

A s l o l a n 'dünyevi nedenler'... 17 Şubat 1 9 6 3 , P a r i s . Sabah, 1 0 . 3 0 . Hava açık, kristal ay­ dınlığı bir kuru soğuk etrafı kaplamış; ulu kestane ağaçlarının çev­ relediği meydanda göçer bir lunapark, hoparlörlerinde pırı! pırıl akordeonlar. Fransız Sosyal Sigorta (Çalışma Kartı) kartımı alaca­ ğım, oysa görevli orta yaş çirkini Fransız kadın memur, duymadı­ ğımı zannederek, arkadaşına 'Müslümanları' çekiştiriyor: "-...bık­ tık bu geri zekâlı m é t è q u e ' l e r d e n l " . M é t è q u e , halk argosunun 'yerleşik yabancı' için kullandığı, aşağılayıcı tabir. Düşünür müsü­ nüz, olay henüz Türk ve Arap işçi kalabalığının Avrupa'yı kuşat­ madığı bir zamanda geçiyor, 'yabancı düşmanlığı'nm zemini o za­ mandan hazır! Oysa I n g m a r Karllson, diyalog önerisinde Avru­ pa'ya öncelik sorumluluğunu tanımıştır; demiş ki: "...Avrupa ö n d e gitmelidir, ç ü n k ü A m e r i k a için Akde­ niz denizlerden bir deniz o l m a s ı n a r a ğ m e n , Avrupa için ç o k eski bir tarihi paylaştığı b ö y g e y l e sınırını o l u ş t u r m a k ­ tadır." Öyledir ama, aynı I n g m a r Karllson, Avrupalının olayı na­ sıl çarpıttığını da iyi saptamış, açık ve seçik olarak diyor ki: "...İslam da, tıpkı Hıristiyanlık gibi ekonomik, s o s y a l v e politik a m a ç l a r a u l a ş m a k için a r a ç o l a r a k kullanılmak­ t a d ı r . H a l böyleyken, A r a p politikacıların a ğ z ı n d a n ç ı k a n h e r dini deyim (Batıda) d e r h a l bağnazlık a d ı n a bir k a z a n ç sayılmaktadır, b u n l a r ç o ğ u kez iç politik nutuklar olması­ na r a ğ m e n , tehdit s e n a r y o l a r ı bu yolla y a ş a t ı l m a y a çalı­ şılmaktadır. A B D B a ş k a n ı Bill Clinton, c u m h u r b a ş k a n ı o l a r a k ilk k o n u ş m a s ı n d a Allah'tan yardım istediği için, aynı ö l ç ü kullanıldığı t a k d i r d e , o n u n Hıristiyan bir kök­ t e n c i o l a r a k nitelendirilmesi g e r e k m e k t e d i r . . . " 49


Ingmar Karllson, Huntington'ın 'medeniyetler çatışması' dediği olayın içyüzünü, bence, çok daha gerçekçi bir izaha bağla­ mış, diyor ki: "...bugün M ü s l ü m a n d ü n y a d a kendisini t e r ö r , kadın­ l a r a baskı, insan haklarını ç i ğ n e m e şeklinde g ö s t e r e n k ö r bağnazlık, d o g m a t i z m , büyük ö l ç ü d e vardır, a n c a k bu problemlerin g e r ç e k nedenleri İslam dini değildir; aynı şe­ kilde B a t ı ülkelerindeki ciddi problemlerin kaynağının da Hıristiyanlık olduğunu söyleyemeyiz..." " . . . a m a bağnazlık ve mantıksızlık D o ğ u ' d a s ö z konu­ su olduğu z a m a n , bu k a v r a m l a r d o ğ r u d a n d o ğ r u y a İslamla birleştiriliyor; o y s a h e r y e r d e bu t ü r p r o b l e m l e r dünye­ vi nedenlerden k a y n a k l a n m a k t a d ı r ; g e r ç e k tehdit ise o t o ­ riter yönetimler, yayılmacı politikalar ve t e r ö r d ü r ; bu teh­ likeler a n c a k oldukları gibi tanımlandıkları t a k d i r d e , üste­ sinden sancısız gelinebilir, a m a B a t ı dünyası İslam keli­ mesinin geçtiği h e r y e r d e tehlikeyi olduğundan fazla a b a r t m a k t a d ı r . . . " (Yeni Yüzyıl, 30 Nisan 1 9 9 6 ) Peki, neden böyle yapıyor?

Emperyalizme

'bahane'...

Amacı 'hem üzümü yemek, hem bağcıyı dövmek' de ondan! Batının dışındaki 'medeniyetler', bu arada İslam, haddini bil­ meli, yeryüzünde B a t ı n ı n ona münasip gördüğü yerde durmalıdır; aksine her davranışı bir müdahale ihtimali yaratıyor; bu müdahale, Amerika için 'ılımlı İslam' politikası, Avrupa için 'radikal İslam heyulası'dır. Başka türlü söylersek, h e r iki halde İslam, emperyalist sızma ya da m ü d a h a l e n i n g ö r ü n ü r b a h a n e s i ! Attıkları taş, ürküttükleri kurbağaya değer mi diyorsanız, bir hesaplayın! Baş­ langıçta, tek bir 'radikal İslam' ülke vardı, İran; günümüzde bu sayı üçe hatta dörde yükselmiştir: S u d a n , Nijerya, -bir de tabii— Tâlîbân'ın ele geçirdiği Afganistan!

50


YANLIŞ MUHALEFET

14 Ekim 1996 Eskiler öyle dememiş midir? "Huy canın altındadır, can çık­ mayınca huy çıkmaz". Şimdi şu 'tespiti' okur musunuz? "...halktan k o p u k t u r y a , bileğine g ü v e n e m e d i ğ i n d e n mi ne, Türk aydınlarının ç o ğ u sıkıştı mı, B a t ı ' y a p a r m a k kaldırır; h a k hukuk hık mık diyerek, ülkesini ş i k â y e t e d e r ; AT'ye g i r m e m i z e , Avrupa insan hakları s t a n d a r t l a r ı ­ nın Türkiye'de g e r ç e k l e ş e c e ğ i ümidiyle y a n d a ş o l a n az değil, d e m e k aynı mantık işliyor: Haklarımızı Batılılar alıverecek!.." "...yahu n e d i r ? Tanzimat'ı unuttuk m u ? O n a b u adın verilmesine s e b e p , O s m a n l ı iktisat, t i c a r e t v e hukukunun, Düvel-i Muazzama'nın (yani Batı'nın) istekleri / çıkarları d o ğ r u l t u s u n d a 'tanzim edilmiş' o l m a s ı idi: S ö z d e hak eşit­ liği, t e ş e b b ü s özgürlüğü, e s t e k k ö s t e k ; n e t i c e d e : Devlet-i Aliyye, sizlere ö m ü r ! . . " ('Aydınlar Savaşı', 3. Basım, s. 7 9 , Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) •Bu satırları 10 Mayıs 1 9 8 7 ' d e Milliyetle yazmışım, o gün­ den bu güne aydınlarımızın tutumunda ne değişti? Hiç! Merkez sağ/merkez solun sözcüleri, onların 'media'daki hınk deyicileri, aynı şeyi tekrarlayıp duruyor. Batı'ya parmak kaldırıp şikâyet et­ mekle, Refah ağırlıklı koalisyona karşı şiddetli muhalefet yaptıkla­ rını sanıyorlar. Karanlıktan korkan çocukların ıslık çalması gibi bir şey değil mi bu? B a t ı y ı ilgilendiren sadece çıkarları, onlara dokunulmadığı lakdirde kim gelmiş kim gitmiş umurunda mı; Kuveyt'in, Suudi Arabistan'ın şeriat ülkeleri olduklarını ne çabuk unuttuk; maşal51


lah, gül gibi geçiniyorlar! Dahası, 'radikalliği' 'sistem'le düşman­ lık mertebesine çıkaran ülkeleri' -mesela İran'ı, Sudan'ı, Lib­ ya'yı- doğru yola getirmek için, 'sistem in -hiç değilse VVashington'ın- Ankara'daki 'ılımlı İslam' koalisyonundan medet umma­ dığı, ne malum? Yanlışın birisi, bence bu: İslama, daha doğrusu ' ş e r i a t a karşı Batı'dan destek hayali kurmak!

' F a t u r a ' kime çıkıyor?.. Ayrıca, halka yani seçmene 'Şeriat gelir ha!' baskısı, iktidara karşı, geçerli muhalefet zannediliyor. Neresinden bakılsa yanlış! Böylesi korkutmalar etkili olabilseydi, RP oy yüzdesini bu kadar artırabilir miydi? Merkez sağ/merkez sol yıllardır 'şeriat öcüsü'nü kullanıyor, Refah hareketi buna rağmen yükseliyor; o halde, asıl bu yükselişin sebebini gerçekçi olarak araştırmak lazım. Oldum olası söylerim, Türkiye'de R e f a h ' a oy yığılmasının nedeni ideolojik değildir, politiktir; a k s i h a l d e dinsel p l a t f o r m u o l a n 'media'nın -tv v e b a s ı n ı n - ç o k d a h a y o ğ u n bir a l a k a ç e m b e r i içinde olması gerekirdi; öyle olmadığı gibi, ala­ kayı a r t ı r a b i l m e k için bazıları laikleşmeyi deniyorlar. Ne­ den? Seyirci, -yani halk, yani seçmen- şeriata angaje değil de, ondan! Peki, siyasi düzeyde seçmenleri Refah'a götüren nedir, bu araştırılmamak mı? 12 Eylül sonrası iktidarları, hep görüyoruz, başarısız iktidar­ lar; bırakın icraat düzeyindeki başarısızlıklarını, 'rüşvet, irtikâp, ir­ tişa' paçalarından akıyor; her türlü rezilliğin ve yolsuzluğun danis­ kasını yaptılar; jet/sosyete numaraları, seks ve uyuşturucu skandalları, borsa ve finans 'mafia'ları hep onların marifeti; n e t i c e d e ahlakın ç ö k ü ş ü , halka, -yani s e ç m e n e - e l b e t t e bu iktidar­ ların başarısızlığı o l a r a k yansıyor; b e n c e s o r u n u n püf n o k t a s ı d a b u r a d a , zira m e r k e z s a ğ / m e r k e z sol koalisyo­ nu, laik; en a z ı n d a n kendisini böyle tanımlıyor; o yüzden de halkın ö n e m l i c e bir kısmı t o p l u m s a l ç ö z ü l m e n i n fatu­ rasını laikliğe çıkarıyor. 52


İş buraya dayanınca, 'şeriat öcüsü' etkili olabilir mi? Tam ter­ sine, Refah bir 'sığınma limanı' izlenimi veriyor. İkinci yanlış da bu!

Yalnız 'din-i mübîn' m i ? . . Muhalefetin, bu izlenimi silebilmesi için, iktidarın temel denk­ lemini inceleyip ortaya koyması şart! Refah P a r t i s i , sadece 'din-i mübînin selameti' için mi faaliyettedir? Her parti, ekono­ mik ve sosyal bir çıkarlar 'manzumesinin' siyasi ifadesi ve örgütü­ dür; Türkiye'nin gelişmesinde, Refah P a r t i s i , hangi aşamaya tekabül ediyor; bunu bilemezsek, yani muhalefetimiz, temeldeki nedenleri saptayamazsa, seçmen kalabalığını etkileyebilir miyiz? Asla! Hele Refah P a r t i s i , bir çeşit Müslüman sosyaldemokratlık kamuflajını kullanır, ezilenlerden yana olmak gibi sloganların arka­ sına saklanırsa! İşe, memura, işçiye, dar gelirliye zamla başlarsa!.. Refah P a r t i s i n e muhalefet, belki de önce onun iddia ettiği gibi 'İslamm kılıcı' olmadığını göstermekle başlamalıdır. Bunun için 'sistem'le ilişkileri deşilmeli, uluslararası ilişkilerinin gerçek mahiyeti araştırılmalıdır. D a h a da önemlisi, ülkemizde ikti­ d a r olmasının, iktidar denklemini halkın lehine değiştir­ mediğini kanıtlamak! Bu da önce o denklemi formüle bağlama­ yı, sonra da tartışmayı gündeme getiriyor. Ne dersiniz, deneyelim mi?

53


TÜRKİYE'NİN BAŞINDAKİ DERT!.

16 Ekim 1996 Ne yıllardı! Türkiye radyolarından verilen ilk "darbe' bildiri­ sinde, ısrarla NATO'ya ve C E N T O ' y a bağlıyız' diyen 27 Ma­ yıs 'hareketini', 'ilerici' Türk aydını, 'kurtuluş' sayabiliyordu. Ay­ nen parlamenter demokrasiye dönüşü, 'sivil t o p l u m a geçiş saya­ bildiği gibi! Ş ü k r a n ı n (Kurdakul) Gümüşsuyu'ndaki A t a ç Kitabevi'nden çıkmıştık, Taksim'e yürüyoruz. Soğuk bir kış günü, soğuk ve ıslak, bütün camlar buğu. 'İlerici' dostum S . , iktidarın askerler­ den sivillere devredilmesini, ciddi ciddi, 'sivil t o p l u m a geçiş sanı­ yor. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Hadi G r a m s c i henüz Türkçeye çevrilmemişti, peki ya M a r k s ? 'Siyasi toplum', milletin devlet olarak yapılanmasıdır, 'mer­ keziyetçi' bir aygıt! İktidar ondadır belki ama, hâkimiyetin millete ait olması gerekir; halk 'uhdesindeki' hâkimiyeti kullanarak, ikti­ darı değiştirebilir. O ki halkın hâkimiyeti lafta kalıyor, o ülkede 'siyasi t o p l u m u n emrivakisinden; ya da, merkeziyetçi bir bürok­ rasi diktasından söz edilebilir: totaliter ülkelerdeki durum budur. 'Sivil toplum', tam tersine, halkın yönetimini kendi başına örgütlemesi; üstelik bazılarının sandığı gibi, sadece 'Yardımsever­ ler', 'Mahalli Güzelleştirme Dernekleri', 'Kadın Hakları Platfor­ mu' ve benzerlerini kurup da değil; sonunda üretimi ve dağıtımı, örgütlemeye (özyönetim) kadar götürerek! Anlaştık mı? İdeal sosyalizm, devletin ('siyasi toplumun) eriyip kaybola­ cağı bir 'sivil t o p l u m ' tasarımıdır. Çok mu şaştınız? Demokrasiler, 'sivil toplum'un 'siyasi t o p l u m ' a etkili oldu­ ğu oranda, 'sahici'dir; 'siyasi toplum'un -yani devletin- el altın54


dan ya da açıktan açığa 'sivil toplum'u kontrol ettiği ülkeler, <ı<lı cumhuriyet ya da demokrasi de olsa, demokrasi sayılamazlar. Türkiye'nin başındaki dert budur.

B ü r o k r a s i + burjuvazi... Nerede görülmüş? Her darbeden sonra, kutlamalar, basın­ dan, sendikalardan, meslek kuruluşlarından geliyor. 'Sivil t o p ­ lum' örgütleri değil mi bunlar? Millet hâkimiyetine darbe ile mü­ dahaleyi kutlamaları ne demek? En azından kınamaları gerekmez mi? Üç 'müdaha/e'nin üçünde de, ülkemizde görüntü tersinedir; neden derseniz, bence 'sivil toplumumuz' gerçekten 'sivil' top­ lum sayılamaz da, ondan! 1946'dan beri, ülkemizde demokrasiye geçiş 'siyasi toplum' yani merkezi otorite tarafından, sürekli gözaltında tutulmuştur: o yıllarda bir sendika kurmak, bir gazete çıkarmak, bir dernek örgüt­ lemek, ne anlama gelirdi, bunu ancak yaşamış olanlar bilebilir: 1 9 4 6 sonrasının ilk sosyalist sendikaları, bir gecede kapatılıp yok edilerek, 'mes'ulleri derdest edilmiş'; yerine, 'uzaktan kumanda­ lı' işçi dernekleri kurulmuştu; son derecede 'evcil' kuruluşlardı bun­ lar: TÜRK-İŞ onların devamı, dolayısıyla 'siyasi toplum'un bir uzantısı idi, askeri müdahaleleri kutlaması yadırganır mı? Çoğulculuk neyi değiştirdi? 'Soğuk s a v a ş ' , demokratik kitle örgütlerinin ('sivil toplum'un) önünü kesmek imkânını, zaten sağ­ lamıştı; aşırı sağ/aşırı sol humması, olanca hızıyla sürüyordu; ayrı­ ca mevcut partiler, totaliter dönemden 'müdevver' o iktidar çekir­ değinin, etki alanından çıkamıyorlardi; ne yapılanmaları demokra­ tikti, ne de iktidar anlayışları! O çekirdek -ki fikrimce gizli bir oli­ garşidir- Türkiye'de iktidar denkleminin formülünü veriyor: bür o k r a s i + b u r j u v a z i = iktidar!

'Anadolu kaplanları' Tepebaşı'ndaki, L a l a K ı r a a t h a n e s i . İnce belli, yaldızlı bar55


daklarda tavşankanı çay; camlarda, şarap rengi gün batımı; bulut­ lar, ihtişamla akıyor: nereye? Hasan'la (Tanrıkut) oturmuş, Paris'ten getirdiğim Albert Camus'nün ünlü kitabı ' L ' H o m m e Revolte nin (Başkaldıran İnsan) Fransızcası ile uğraşıyoruz; henüz Türkçesi yok; laf lafı açı­ yor, neredense devrimlerin 'sınıfsal tabam'na takıldık: tartışma sı­ rasında, ilk defa Paris'te 'anarşist' dostum Magda'dan işittiğim S o v y e t İhtilali eleştirisini H a s a n a aktarıyorum; tabii, benim ona dayanarak yaptığım, Anadolu İhtilali tahlilini de: "-...Sovyet İhtilali, p r o l e t a r y a ihtilali olmak gerekir­ di, R u s y a ' d a gelişmiş bir p r o l e t a r y a yoktu ki; rejimin ünlü sanayi projeksiyonu, ö n c e o t u r a c a ğ ı tabanı, yani p r o l e t a r ­ yayı y a r a t m a y a yönelikti! Anadolu İhtilali, ulusal demok­ ratik burjuva ihtilali o l m a k gerekirdi, Türkiye'de burjuva­ zi yoktu; yaşadığımız k a r m a ş ı k d r a m , belki de rejimin ' t a banı'nı yani burjuvazisini y e t i ş t i r m e y e ç a l ı ş m a s ı ! . . " O kuşaktan çoğu komünist gibi H a s a n da 'paşazade' idi; ya­ nılmıyorsam dedesi, 'Giritli bir Osmanlı paşasıdır; bu yüzden, onun yetiştiği ortam, İstanbul'un komprador burjuvazisi ortamı; cevap olarak bana diyor ki: "-...Meşrutiyet burjuvazisi, ya levanten ya ecnebidir, i s t e r i s t e m e z padişahçı; Kurtuluş'u m ü t e a k i p yerini R u m e ­ li'den (Selanik) gelen Müslüman, biraz da Musevi 'yerlile­ r e ' bırakmıştı; A n k a r a , bu nüveden milli burjuvazi üret­ m e y e ç a b a l ı y o r , h e m d e s e r a d a yetiştirir gibi h i m a y e e d e ­ rek; halbuki ç o k z o r çünkü bunlar h e m alafrangadır, h e m de çokluk ' m a s o n ' ; Anadolu'ya, yerini aldıkları e c n e b i t ü c ­ c a r gibi b a k a r l a r . . . " O bürokrasi ile o burjuvazi, totaliter dönemin iktidar çekirde­ ğini oluşturacaktı; yeni 'taşralı' ve 'muhafazakâr' bir Anadolu burjuvazisi meydana çıkıncaya kadar; bildiğiniz gibi, bu yeni burju­ vazinin bir adı da, 'Anadolu Kaplanları', iktidarın çekirdeğinde değişiklik isteyen onlar, yani Refah Partisinin 'içerdeki' destek­ çileri.

56


I

P A S T A ' MERAKLISI 'KAPLANLAR'...

19 Ekim 1996 K e m a l B i l b a ş a r olmasaydı, İzmir'deki gazeteciliğim de ol mazdı! 1 9 5 3 sonbaharı mı? Bir öğle sonu, beni ve Çan'ı (Yücel) elimizden tutup, Adnan Düvenci'ye götürmüştü: ' D e m o k r a t İz­ mir'de, o, Naci Sadullah, Halikarnas Balıkçısı zaten yazıyor, biz de yazacağız. Yazdık da! 1 9 6 5 ' t e Paris'ten gazeteye döndüğümde, o hâlâ İzmir'deydi; üstelik Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) İzmir vilayet sorumlusu. Gözlerinin içi daima gülen, bir,roman ustası, gerçekçi bir hikaye­ ci; sevimli ve şakacı. 40 karanlığında 'Yürüyüş'te yayımladığı hi kâyeleri, unutmamıştım; iyi de, 601ı yılların İzmir'inde (güne:. K ö r f e z e yıkılmış, deli bir imbat denizi altüst ediyor, K o n a k İs­ kelesinin üstünde martıların mavi demeti) konuştuklarımızı unu­ tabilir miyim?

O iki soru... Türk demokrasisi, halksız bir demokrasiydi; halkı, sadece seç men olarak hesaba katan bir demokrasi! Merkez s a ğ / m e r k e z sol yönetimleri* propagandaları ne olursa olsun, gerçek manada ne işçiyle ilgiliydiler, ne köylüyle, ne de esnafla; düzen, olduğu gi bi, palazlanan metropol burjuvazisi lehine işliyor; aydınlar (öğrel menler) ve küçük burjuvazi, alafrangalık ve laiklikle; toprak ağalan ise, toprak reformunun sürekli ertelenmesiyle avutuluyordu. İkinci Dünya S a v a ş ı yıllarının, karaborsada ürettiği 'hacıa 57


ğalar'dan, taşrada, tarım kapitalistleri türemişti; bir kısmı, usul usul, sanayiciliğe soyunuyordu. Adı ve programı ne olursa olsun, siyasi partiler iktidar denklemini aynen koruyor; düzenin halk lehi­ ne yapısal değiştirilmesini engelliyordu. K e m a l B i l b a ş a r , yüzün­ de o şakacı ifadeyle, derdi ki: "-...düzen a n c a k ülkeyi o m z u n d a t a ş ı y a n l a r lehine değiştirilirse, g e r ç e k bir ilerleme imkânına kavuşur, de­ m o k r a s i m i z de sahici bir d e m o k r a s i olur; aksi halde, o dediğin 'gizli oligarşi' s ü r ü p gider. TIP'in s a v u n d u ğ u t e z de bu tezdir..." Bence, TIP'in sosyalist eylemi, oy kalabalıklarını kucaklayabil­ mek için, mutlaka yarıda bırakılmış Kemalist eylemi tamamlama­ lı; yani ulusal, yani antiemperyalist bir platforma oturmalıydı; doğ­ ru hatırlıyorsam, şöyle diyordum: "-...Müdafaa-i Hukuk nedir, bir halk hareketi; TBMM Hükümeti nedir, bir halk hükümeti: hâkimiyetin kayıtsız ş a r t s ı z millete yani halka verilmesini kabul e t m i ş ; o y s a yaşadığımız düzen, b a ş t a n b a ş a ş a r t v e kayıt; bunların kaldırılarak iktidarın sahibine -Gazi'nin t a b i r i y l e - 'hakiki m ü s t a h s i l o l a n l a r ' a , yani işçiye, köylüye vb iade edilmesi; iktidar denkleminin t e r s y ü z edilmesiyle mümkündür, za­ t e n Kemalizm'in ruhu d a budur." O gün bugün, iki soru kafamı kurcalar durur: 1/ Acaba T I P ülkemizde en kalabalık halk desteğini toplayan sosyalist hareket olmak şerefini bu gerçeği millete anlatabilmesine mi borçludur? 2/ Eğer T İ P dağıtılmasaydı, bugün Refah Partisinin yerinde ve gücünde olmayacak mıydı?

Denklem d e ğ i ş s e de... Refah hareketi, 'tribüne' yoksullardan yana konuşuyor; ilk gösterisi, o yönde oldu; 'adil düzen' neticede 'şeriata' uydurulmuş bir Ü ç ü n c ü Dünya sosyalizmi; o halde Refah'ın amacı ima ettiği gibi iktidar denklemini tersyüz etmek midir? Elbette, hayır! Bir kere Refah hiçbir zaman antiliberal, anti58


kapitalist bir tavır koymamıştır. Çok iyi hatırlıyorum, 70'li yılların dağdağası içinde ümmet üstyapısına sahip bu hareketin, gerçekle, yükselen taşra burjuvasını temsil ettiğini yazmıştım. Meraklısı bu lup okuyabilir. ('Hangi Sağ', Bilgi Yayınevi, 2. Basım, 1 9 9 6 ) " M u h a f a z a k â r t a ş r a burjuvazisi güçlendikçe, iktidar denk­ leminin yükselmesine a y a k bağı olduğunu d ü ş ü n m e y e ko­ yulmuştu; bu bir g e r ç e k , yine de denklemi t e r s y ü z e t m e k , ne aklına gelirdi, ne de işine; onun a m a c ı , denklemi alaf­ r a n g a (onlar ' m a s o n ' diyor) m e t r o p o l burjuvazinin yerine kendilerini k o y a c a k şekilde d e ğ i ş t i r m e k t e n ibaretti." Şöyle de diyemez miyiz? Refah'ın 'Anadolu Kaplanları', daha ziyade ülkenin kaymağını yıllardır yiyen kozmopolit burjuva­ zinin yerini almak derdindeydiler; adı sanı herkesçe bilinen, ma­ lum ve meşhur holdingler, bürokrasinin sağladığı ayrıcalıkları ve avantajları kaybetmeli, o ayrıcalıklar ve avantalar, taşrada oluşan 'muhafazakâr' holdinglerin olmalıydı. Bu da ancak Refah'ın hü­ kümete katılmasıyla mümkündür, ancak o zaman iktidar denklemi şeklen değişmiş gözükecek; b ü r o k r a s i + t a ş r a burjuvazisi = iktidar o l a c a k t ı , a m a düzen yapısal o l a r a k mahiyetini ay­ nen k o r u y a c a k t ı . Ne nesilmişiz? 1970'lerde ve 1980'lerde, bürokrasi ile burju­ vazinin diyalektiğini yaşamıştık; hayatımıza 'darbeler' hükmetmiş­ ti; 1990'larda ulusal burjuvazinin 'kanatları' arasındaki çatışmayı yaşıyoruz: bazı safdillerin sandığı gibi Refah P a r t i s i , 'pastayı halka adil d a ğ ı t m a y ı ' düşünmüyor; o n u n derdi, ' p a s t a y ı m e t r o p o l burjuvazinin elinden almak.' İşareti çok!

59


ASLINDA, KİM, KİME KARŞI?.

21 Ekim 1996 Meraklısı bilir, çok değil iki ay kadar önce, şunları yazmıştım: "...Özal'ın 'büyük transformasyonu', elbette, bürokrasi + burjuvazi = iktidar denklemini değiştirmeyi öngörmüştü; çünkü bu iktidar, 'kamu öncülüğünde hızlı sanayileşmeyi' amaçla­ yan 'karma ekonomi' düzeni anlamına geliyordu; oysa 'Yeni Dünya Düzeni', yani 'sistem', yani ABD, öteki ülkelerin sa­ nayi gücü olmasını istemiyor; ekonomiyi, ticaret burjuvazisiyle bir rant ekonomisine dönüştürmeyi, hesabına daha uygun bu­ luyordu..." "...bunun Türk sosyal ve ekonomik hayatındaki tercümesi, Demirel dönemi holdingleri ve burjuvazisi ile ANAP'm (Ozal'ın) çatışması demekti. Öyle de oldu. İktidar, gittikçe ulu­ sallık iddiasındaki holding burjuvazisi lehine değil, aleyhine kararlar alıyordu. (Özal'm devamı olan) Çillerin sık sık altını çizmekten hoşlandığı 'güç odakları' da, aslında, eski holding burjuvazisini ifade eden bir terimdi; çünkü ilginçtir, zamanla ANAP, Mes'ut Yılmaz'm yönetiminde kuruluş amacının tersi­ ne, eski holding burjuvazisi ile özdeşleşirken; daha önce bu ko­ numda olan D Y P , ticaret burjuvazisinin ve rant ekonomisinin temsilcisi ve savunucusu hâline gelmişti. Hâlâ da öyledir..." "...piyasaya nasıl yansıyordu bu? Tekel konumuna girmiş olan eski holding burjuvazisi TÜSİAD tarafından temsil edil­ mekteydi; TÜSİAD'm 'malı götürmesinden' tedirgin ve rahatsız olan T O B B ise, ticaret oda ve borsalarının çıkarlarını koruma­ ya çalışıyordu. Meseleyi böyle koydunuz mu, ikinci Örgütün 'başı' olan Yalım Erez'in başından beri neden dolayı Çiller ile 60


beraber olduğunu açıklamak kolaylaşır; tabii Refah Partisi ile neden dolayı iktidar ortaklığına girdiğini de! Çünkü T O B B ile Refah'm arkasındaki sermaye, yani MUSİAD, TÜSİAD'a /çarşı cephe birliği içinde görünüyorlar..." (Meydan, 17 Ağustos 1996)

'Kaplanlar' n e d i y o r ? Kanlıca ila, yağmur karanlığı. Ne buluta ne sise benzer kalın bir duman Boğaz'ın üstüne çökmüş. Ağır tankerler, heyula gibi ansızın belirip, bu dumanın derinliklerinde sessizce kayboluyorlar. Sonbahar ne kadar erken geldi. İnsan istemese de, Y a h y a Ke­ mal'in mısralarını mırıldanıyor: "Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları bir bir h a t ı r l a m a k t a g e ç e n s o n b a h a r l a r ı . . . " îki ay önce yazdıklarımı, uçuşan su tozlan arasında, gözden geçiriyorum; etrafta, donuk bir gümüş alacası hüküm sürüyor. Ya­ nılmış olabilir miyim? Hayır! MÜSİAD Başkanı E r o l Y a r a r , yaz sonundan beri her söylediğiyle bu 'tespit'i doğrulamaktadır; hem yalnız o da değil, 'Anadolu kaplanları' da, o fikirde görünüyorlar. Önce E r o l Y a r a r ' ı n sözlerini hatırlayalım: " . . . T Ü S İ A D liberal değildir. TÜSİAD üyelerinin ç o ğ u k o r u m a c ı d ı r , tekelcidir; küçük bir kısmı tekelciliğe karşı­ dır; ç o ğ u , 'aman gümrük duvarları tutulsun, devlete iş yapa­ yım, büyük rantlar sağlayayım' endişesini taşıyor, çünkü g e ç m i ş t e p a r a l a r ı n ı böyle kazandılar..." "...TÜSİAD'daki büyük s a n a y i grupları h â l â d e v l e t t e n korumacılık istiyor. Büyük s a n a y i k o r u n m a z ki! D e m e k ki bunlar pısırık yetişmişler, şahsiyetlerini b u l a m a m ı ş l a r , kolay p a r a k a z a n m a k derdindeler..." (Milliyet, 3 Ağustos 1996) Sıra geldi 'Anadolu kap I ani ar ı'nal 1 9 8 6 ' d a 20 kişiyle yola çıkıp, şimdi on altı bin ortağa sahip İttifak Holdingin 'beyni' S e ­ yit M e h m e t B u ğ a , E r o l Y a r a r ' ı n dediklerini doğruluyor, çünkü bakın ne demiş: 6İ


" . . . Çiller hanımefendinin Türkiye g e r ç e k l e r i ile ilgili teşhislerinin b i r ç o ğ u n a katılıyorum; m e s e l a T U S İ A D ' a c e p h e a ç m a s ı n ı d o ğ r u buluyorum. Çiller hanımefendi ile b i r ç o k n o k t a d a gizli müşterekliğimiz v a r . Türkiye'de dina­ mizm isteyenlerle s t a t ü k o y u k o r u m a k isteyenler a r a s ı n d a ç a t ı ş m a var. TÜSİAD s t a t ü k o y u k o r u m a k istiyor. (...) TÜSIAD'ın iç p a z a r d a n elini ç e k e r e k dış p a z a r a açılmasını ve iç p a z a r ı Anadolu yatırımcılarına bırakmasını istiyoruz. (...) Kızgınlığımız gelir dağılım dengesini b o z m a l a r ı n d a n kaynaklanıyor. Bizim ü s t ü m ü z d e n çekilmelerini istiyoruz: teknoloji, devlet imkânı, iç p a z a r ağı bunlarda; b u n l a r l a r e k a b e t edebilmek için özel t e ş v i ğ e ihtiyaç v a r . . . " (Yeni Yüzyıl, 25 Ağustos 1 9 9 6 ) Yaşamakta olduğumuz siyasi mücadelenin ekonomik diyalek­ tiği, daha açık ve net olarak, acaba nasıl açıklanabilir?

T e n c e r e dibin k a r a . . . Muhalefet aklını başına toplayacak mı? Çok önemli sandığı cami, seyahat ve kadro tayini patırtısı, kolaylıkla aleyhine çevrile­ bilir: anlamlı anlamsız seyahatler, bakanlık ve KİT'leri 'kadrolarım­ la' tıkabasa doldurmak; eğitim ve öğretimi 'imam hatip eksenine kaydırmak', kimin zimmetindedir? Geçmiş merkez sağ/merkez sol iktidarların değil mi? Tencere dibin kara, seninki benden kara! Kemalist ve sosyalistlere düşen görev, Refah ağırlıklı koalis­ yonun dış ve iç çıkar ilişkilerini enine boyuna araştırıp incelemek; bunlardan kalabalık halk yığınlarının yararına bir siyaset platfor­ mu, ekonomik anlamı ve altyapısı olan bir muhalefet cephesi oluş­ turabilmektir.

62


'SOĞUK SAVAŞ' AYDINLARI.

23 Ekim 1996 Cumhuriyetin 'erken' döneminde, toplum henüz 'Osman­ lıdır; inkılap şehirden taşraya intikal edemez. 1936'da, Ilgın'da ( K o n y a ) sokakta rastladığım çarşaflı kadın durur, peçeli yüzünü ben geçinceye kadar duvara dönerdi; henüz on bir yaşındaydım ama, erkektim ya! 1 9 5 7 ' d e , Erzincan'da as­ kerim; şehirde değilse bile, kırsala çıkıldı mı, kadınlar yine örtülü; o kadar canım sıkılmıştı ki bundan, şöyle başlayan bir şiir yazmış­

ım: " n e d e n kızkardeşlerim niçin s a k l a n ı y o r s u n u z niçin peçelerin p e ş t e m a l l a r ı n a r k a s ı n a gizliyorsunuz nur yüzünüzü sık ve s e r t sıhhatli siyah saçlarınızı c ö m e r t ağzınızı n e d e n kızkardeşlerim h e p böyle bir ş e y d e n k o r k m u ş gibi h u z u r s u z h e p böyle bir ş e y e kızmış gibi öfkeli a c ı v e a l a c a gözleriniz d a i m a gölgeli..." ("Ben Sana Mecburum', s. 6 4 ) Dahası var; şimdiki 'ham sofuların' iddia ettiği gibi, o döı temde, dine diyanete bir saygısızlık yoktu. B a h ç e ' d e (Adana) Kaymakamın -ki babamdı- Müftü Efendiyi hürmetle karşılayıp eli­ ni öptüğünü gözlerimle gördüm: ( 1 9 4 2 ) Ninem, namazında oru­ nluda bir kadındı, ölünceye kadar da öyle kaldı. Annem tecvit (i/ere Kur'an-ı azim üş-şan okurdu. Bunların hepsi mütedeyyin, l ıe bağlı insanlar. Hepsiyle yakın ve sıcak ilişkiler içinde ol63


dum; hiçbirisi son dönem İslamcılarının yaptığı gibi İslamiyetten, Tanrı'dan, peygamberden, yukarıdan bir tavırla, karşısındakini suçlar gibi söz etmedi. Hepsi inançlarını 'bireyselleştirmişti', iba­ detlerini içlerinden yapıyor, dualarını " . . . küffarı mahv-üperişan eden Mehmetçik'ten, onun kumandanı halaskar Gazi Mustafa K e m a l P a ş a ' d a n ve Türkiye Cumhuriyeti'nden" esirgemiyordu. Ne bilge kişilermiş onlar. Yeni Müslü­ manlar 'soğuk s a v a ş ' Müslümanı, dindarlığı dışa dönük, mütehakkim, hatta mütecaviz, inancını 'toplumsallaştırmak' iddiasın­ da, inancını yaşayan bir 'ermişten' çok, kavgacı bir militan hüviye­ tinde görünüyor; kılığı, kıyafeti, aksesuarı vs ile şov yapmaya me­ raklı; 'tesettürün, 70'li yılların 'parkasından', pek farkı kalma­ mış!.. Peki ne oldu da Cumhuriyet, Osmanlı Müslümanından çok daha katı, çok daha acımasız, bu 'soğuk s a v a ş ' Müslümanını, kendi içinde üretebildi? Nerede ve hangi yanlış yapıldı?

'Feda-yı nefs' e s a s t ı r . . . Cumhuriyetin 'erken' döneminde toplum henüz 'Osmanlı'dır ama inkılap aydınları ne T a n z i m a t 'münevveridir', ne de Meşru­ tiyet 'münevveri'; onlarda berrak bir yurt ve millet bilinci oluş­ muştur, bu sağlam bir tarih bilincine dayanır: 'feda-yı nefs' esastır, olağandır: Avrupa'da eğitim görmüş nicesi, oranın tekliflerini eli­ nin tersiyle reddedip, Anadolu kıracında yoksulluk ve yoksunlukla savaşıp, 'istikbalin' Türkiye'sini kurmaya çalışırlar: Hür, bağımsız ve laik bir ülkenin evlatlarını, o istikbale layık bir şekilde yetiştirme gayret ve telaşı içindedirler; onları soluk fotoğraflardaki biçimsiz fötr şapkalarından, eğri kravatlarından, pul bıyıklarından; fakat bil­ hassa 'âteşin' bakışlarından hatırlarsınız. Şimdi cumhuriyet aydını, 'soğuk s a v a ş ' aydınıdır; aydınlığı dışa dönük, mütehakkim, hatta mütecaviz; hayatı ve başarıyı 'kişileştirmeyi' marifet bellemiş; ne yurt bilincine sahip, ne millet; var­ sa yoksa 'ego'su, şöhret, servet ve şehvet hırsı. Gösterişe düşkün­ lüğü, görgüsüzlüğe varıyor; görgüsüzlüğü, ecnebileri taklitle oluş­ muş, halkını ve ülkesini açıkça küçümsüyor; Osmanlı'da ancak 64


'komprador' ve gayrı Müslim azınlıkların yapfığı gibi o da parasını ecnebi dövizine çevirip ecnebi bankalarda saklıyor; çoğu çift pasa­ port taşıyor. Peki nasıl oldu da Cumhuriyet, o bilinçli inkılap ay­ dınlarının yerine, kendi içinde böyle görgüsüz ve açgözlü bir 'so­ ğuk s a v a ş ' aydını üretebildi? Nerede ve hangi yanlış yapıldı?

Vahim s o r u , vahim c e v a p . . . Bu iki sorunun cevabını verebilmek, 'soğuk s a v a ş ' aydınları­ nın üremeye başladığı tarihi saptamakla mümkündür; o tarih, el­ bette 'soğuk savaş'ın başladığı, ya da Türkiye'nin o savaşa ka­ tıldığı tarih! ' S o ğ u k s a v a ş ' , hepimiz biliyoruz, ikinci D ü n y a Savaşı'nın sonunda başlamıştır; Türkiye, bu sürece hemen he­ men aynı tarihte girmiştir: Amerikan yardımının Türkiye ve Yu­ n a n i s t a n ' a da yaygınlaştırılması; K o r e S a v a ş ı ve Türkiye'nin NATO'ya kabulü ile! Kısacası, Türkiye'de 'soğuk s a v a ş ' ürünü 'İslamcı' ve 'liberal' aydın türü, o tarihe kadar tarafsız ve bağımsız olmaya çalışan Türkiye'nin, 'sistem'e dahil olmasıyla ortaya çı­ kıyor. Türkiye'nin 'sistem'e dahil olması, Türkiye Cumhuriyeti'nin hayatında hangi mekanizmayı oynatıyor da, böyle bir aydın türünün üreyebilmesi mümkün oluyor? Bu vahim s o r u n u n ç o k değil, t e k ve aynı d e r e c e vahim bir c e v a b ı vardır; Türkiye Cumhuriyeti'nin ö ğ r e t i m ve eğitim için kendisine s e ç t i ğ i bağımsız, laik ve d e m o k r a t i k ö ğ r e t i m ve eğitim mekaniz­ masının o y n a t ı l m a s ı y l a ! B u d a 1 9 2 4 tarihli Tevhid-i Ted­ r i s a t K a n u n u ' n u n 'delinmesi' a n l a m ı n a g e l e n uygulamala­ rın, m e r k e z s a ğ / m e r k e z sol iktidarlar v e k o a l i s y o n l a r t a ­ rafından, b e n i m s e n i p yaygınlaştırılmasıyla o l m u ş t u r . Farkında mısınız, deşildikçe sorun, daha ilginç bir hal alıyor. İsterseniz, artık ayrıntılarına girebiliriz.

65


ÜÇ MİSÂK-I MİLLİ.

25 Ekim 1996 Tuhaftır, ama öyledir: Hangi öğrenciye 'Misâk-ı Milli'yi sor­ san Anadolu dikdörtgenindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin, o ateş, kan ve barut yıllarından kesinleştirilmiş, 'toprak bütünlüğü­ nü' anlar. Oysa Gazi Mustafa Kemal'in inkılap idrakinde, üç 'Misâk-ı Milli' birbirini tamamlıyor; böylece, ciddi bir 'uluslaşma' sü­ recini başlatıyor: İlk 'Misâk-ı Milli' Anadolu'nun toprak bütünlü­ ğü, 'Osmanlı mülkünün' nihayet, üzerinde yaşayanlara bir 'yurt' ya da 'vatan' olmasıdır; ama bu yetmez. O yurtta yaşayan halkın 'millete' dönüşmesi, vazgeçilmez bir şarttır; bu şartın gerçekleşebilmesi ise diğer iki -ve nedense es ge­ çilen- 'Misâk-ı Millîye bağlıdır: İlki 'Sa'y ( E m e k ) Misâk-ı Mil­ lisi', ikincisi 'Maarif Misâk-ı Millisi'! Mustafa Kemal, ilkinden İzmir İktisat Kongresi'nde adlı adınca söz etmiştir; ikincisi, Tevhid-i T e d r i s a t Kanunu ile ger­ çekleşiyor.

S a ' y Misâk-ı Millisi... 1 9 8 0 sonbaharı, gergin sonbahar. Ankara. 'Hangi Ata­ türk'e bir önsöz yazıyorum; kalemimin ucuna, şu satırlar, adeta kendiliğinden geliyor: "...antiemperyalizmin 1920'ler aşamasında, Mustafa Ke­ mal, 'Mazlum Milletlerde sınıfsal çelişkinin ikinci plana itilebi­ leceği kanısında, Sultan Galiyef'/e beraberdir; nasıl ki Türki66


ye'deki sınıfsal durumun irdelenmesinde Dr. Şefik Hüsnü l/e beraberse! 1920'ler Türkiye'sinde gayrı Müslim ve komprador burjuvazi tasfiye edilir; Rum, Ermeni, tüccar ve ağalarının Anadolu'da bıraktığı mal mülk ahaliye paylaştırılırsa, (ki öyle olmuştur) sınıfsal bir karşıtlıktan söz edilebilir mi, şüpheli..." "...Mustafa K e m a l , Balıkesir'deki bir söylevinde, siyasal partilerin, gerçekte sınıfsal çıkarları temsilen kurulduklarını belirtmiş, Anadolu'da, bu bağlamda çıkarları çatışan toplum­ sal sınıfların tam anlamıyla olmadıklarını, bu yüzden de hepsi­ nin 'halk' kavramının kapsamı içinde düşünülebileceğini varsaymıştır. Başka deyişle emperyalizme karşı 'Ulusal Kurtuluş Cephesi'y/e kazanılan siyasal bağımsızlık savaşından sonra, Ulusal Emek (Sa'y) Cephesi ( S a ' y Misâk-ı Millisi) ile ekono­ mik bağımsızlık savaşına yönelmek istemiştir..." ('Hangi Ata­ türk', 3. Basım, s. 2 1 , Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) Yanılmıyorsam, bu 'program'm adını, Gazi, İzmir İktisat Kongresinde koymuştu: " . . . p r o g r a m d a n s ö z edildiği z a m a n a d e t a denilebilir ki bütün halk için bir ' S a ' y Misâk-ı Millisi'dir; ve böyle bir ' S a ' y Misâk-ı Millisi' etrafında toplan­ m a k t a n hasıl o l a c a k siyasi şekil ise a l e l a d e bir p a r t i nite­ liğinde d ü ş ü n ü l m e m e k lazım gelir." (Şubat, 1 9 2 3 ) Son cümle, hiç kuşkusuz, CHP'yi 'alelade', hatta 'enayi' bir parti haline düşürenler için, yaman bir '/ırça'dır.

M a a r i f Misâk-ı Millîsi... Tam bağımsız, laik ve demokratik cumhuriyetin kültür politi­ kasında, aynı 'ulusal cephe' Tevhid-i T e d r i s a t ( Ö ğ r e t i m d e Birlik) K a n u n u ile oluşturuluyor. Neden öğretimde birlik? T a n z i m a t sonrası Osmanlı'sı, cid­ di, üstelik birbirine karşıt, bir kültür 'ikiliği' yaşıyor: Bir yanda mahalle mektepleri, tekke, medrese ve zaviyeler, harıl harıl, 'üm­ m e t aydını' yetiştiriyorlar; bir yanda, ecnebi dille öğretim yapan çeşitli Hıristiyan tarikatlarının 'misyoner' okulları, harıl harıl, 'komprador' aydın üretiyorlar. Bunların ilki, Osmanlı'yı geleceği67


ne değil, geçmişine çekmek meraklısıdır; ikincisi ise geçmişi 'külli­ yen' reddedip, Batılı 'metropol' ülkelere benzemeyi marifet sanı­ yor. Osmanlı'nın son iki yüzyılı, Tanzimat ve Meşrutiyet, çağ­ daş ve ulusal kültür sentezini başaramamış bu iki aydın türünün çatışmasıyla geçmiş; neticede Devlet-i Aliyye batmıştır. 'Sistem' bu çatışmayı hem tahrik ediyor, hem de hınzırca kullanıyordu. Tevhid-i T e d r i s a t Kanunu bu zararlı 'i ki/iği' tasfiye ede­ cekti; ulusal, demokratik ve laik cumhuriyetin, bu vasıfları taşıyan çağdaş aydınlarını yetiştirmek için tasarlanmıştı: medrese, tekke ve zaviyeler kapatılıyor; bunların yerine 'münhasıran' din adamı yetiştirecek imam hatip 'meslek' okullarının kurulmasını öngörü­ yordu; onun dışında, cumhuriyetin 'kültür kaleleri' liseler, çağdaş Türk toplumunun aydın fidelikleri olarak eğitim tarihimizdeki şe­ refli yerini alıyordu. Türkiye, 'sistem'e alındıktan sonra ( 1 9 5 0 sonrası) m e r k e z s a ğ / m e r k e z sol yönetimleri, meslek okulu seviyesindeki imam hatip okullarını 'liseleştirmekle' cumhuriyet öğretiminin 'bir/iğini' bozmuş, yeniden formasyonu 'şeriat' olan 'ümmet aydınları' üret­ meye başlamıştır; bu yetmezmiş gibi, Osmanlı'yı batıran kültür 'ikiliğini' (karşıtlığını) özellikle istermişçesine, devlet liselerinde ecnebi dille öğretime geçerek, o liseleri bir zamanların 'misyoner' okullarına çevirmiş; eskiden olduğu gibi, ülkesine ve kültürüne 'ya­ bancılaşmış' kozmopolit aydınlar sürü sepet ortalığa salıverilmiş­ tir. Epeyce bir zamandır bu iki -ulusal ve çağdaş olmayan- aydın tipi, eskiden olduğu gibi birbiriyle dalaşıyor; daha da acısı, arala­ rındaki hırgürü 'siyaset yapmak' sanıyor; iki taraf da birbirinden şikâyetçi, halbuki asıl cevabı aranması gereken soru şu: cumhuri­ yet aydınlarının yerini, t e k r a r Osmanlı'nın b a t ı ş d ö n e m i aydınları a l ı y o r s a , bunun vebali kimin b o y n u n d a d ı r ? Neden hiç kimse Tevhid-i T e d r i s a t Kanunu'nu 'delerek', 'Maarif Misâk-ı Millisi'ni devreden çıkaran sorumluları aramı­ yor? Aramaya kalkışırlarsa, yoksa kendilerini mi bulurlar?

68


O MEL'ÛN İKİLİK'!.

28 Ekim 1996 Müdafaa-i Hukuk'un inkılapçı heyecanı, J a c o b i n cumhuri­ yetçilik rüzgârlarının, olanca hızıyla estiği, 1920'li yıllar. İz­ mir'deki İktisat Kongresi'nin sona erişinden -yani S â ' y Misâk-ı Millisi'nden- sadece dört gün sonra, Maarif Vekili İsmail S a f a B e y , bilahere 'Misâk-ı M a a r i f diye vasıflandırılacak bir ta­ mim (genelge) yayımlıyor. Bu tamime göre, 'cumhuriyet maarifi, tedrisatta şu maksat­ ları güdecektir': " 1 / Ulusal duygular güçlendirilmeli, değişik g ö r ü ş l e ­ r e a n c a k ulusal varlığa z a r a r v e r m e m e l e r i koşuluyla say­ gılı davranılmalı. 2/ Y e n i kuşaklar, ç a l ı ş m a ve üretici ol­ ma d ü ş ü n c e l e r i y l e yetiştirilmeli. Ülkenin kalkınması an­ c a k böyle sağlanabilir. 3 / U y g a r d ü n y a d a , u y g a r v e in­ sancıl ( h ü m a n i s t ) ülküler t a ş ı m a k gereklidir..." İsmail S a f a B e y , tamiminde iki de müthiş söz etmiştir ki, bi­ risi aynen şudur: "...Geleneği uzak g e ç m i ş t e değil, yarının gelişmelerinde aramalıdır"; ikincisiyse C o n d o r c e t ' d e n bir alıntı: "...bana hakkımı verin! F a k a t o n d a n nasıl y a r a r l a n a ­ cağımı bilmiyorum. B e n halkım!" ('Türk Devrim Tarihi', 3. Kitap, 1. Bölüm, s. 6 7 , Şerafettin Turan, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 5 )

'İki türlü insan'... Gazi M u s t a f a K e m a l , Meclis'i açış konuşmasında, hassas ıdiktanın üstüne dikkatle basmıştır: 69


"...milletin ârâ-yı umûmiyesinde t e s p i t olunan, terbi­ ye ve t e d r i s â t ı n tevhidi umdesinin, bilâ-ifate-i an tatbiki lüzumunu m ü ş a h a d e ediyoruz." (1 Mart 1 9 2 4 ) Ertesi gün Halk Fırkası Grubunda, aralarında şu imzaların da bulunduğu 57 mebus, ünlü tevhid-i T e d r i s â t ( Ö ğ r e t i m i n Birliği) K a n u n u layihasını vereceklerdir: Vâsıf Çınar, Celâl Nuri, C e v a t Abbas, Kılıç Ali, Ruşen Eşref, Y a h y a Galip, Refik K o r a l t a n , Y û n u s Nâdi, Ş ü k r ü K a y a , A ğ a o ğ l u Ah­ m e t , R e c e p P e k e r ve H a c i m Muhittin B e y l e r ! Kanunun gerekçesinde, bugün bile hepimizin, en çok da 'siya­ set esnafı hin, ibretle okuması gereken şu satırlar da yer almıştır: " . . . 1 8 3 9 Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu'ndan s o n r a b a ş l a ­ y a n T a n z i m a t döneminde, s o n a e r e n O s m a n l ı s a l t a n a t ı , ö ğ r e t i m i n birleştirilmesine b a ş l a m a k i s t e m i ş s e d e b u n d a muvaffak o l a m a m ı ş ve a k s i n e bu h u s u s t a bir 'ikilik' bile m e y d a n a gelmiştir. Bu 'ikilik' eğitim ve ö ğ r e t i m birliği ba­ kımından b i r ç o k z a r a r l ı s o n u ç l a r d o ğ u r d u . B i r milletin fertleri bir eğitim görebilir, iki türlü eğitim bir m e m l e k e t ­ te iki türlü insan yetiştirir, bu ise duygu ve d ü ş ü n c e birli­ ğine ve d a y a n ı ş m a a m a ç l a r ı n a t a m a m i y l e aykırıdır..." (Ay­ nı eser, s. 6 9 ) TBMM'nin 3 Mart 1 3 4 0 (1934)'da kabul ettiği Tevhid-i T e d r i s â t Kanunu, böylece ülkenin öğretim ve eğitimini bütünüy­ le Cumhuriyet Maarifi'ne emanet ediyordu. 4. Maddesi, ilahi­ y a t fakültesi ve imamlık hatiplik konusunu, çok açık bir şekil­ de çözmüştü. Madde aynen şöyledir: " . . . M a a r i f Vekâleti, yüksek diniyât m ü t e h a s s ı s l a r ı ye­ t i ş t i r m e k ü z e r e Darülfünûn'da bir ilahiyat fakültesi t e s i s ve i m a m e t ve h i t a b e t gibi hidemât-ı diniye ifâsı vazifesiyle mükellef m e m u r l a r ı n y e t i ş m e s i için de ayrı m e k t e p l e r ku­ ş a t edecektir..." Halen yürürlükte olması gereken bu kanunun, bu maddesi or­ tada dururken imam hatip okullarının 'liseleştirilmesine', kimle­ rin, nasıl ve neden karar verdiği araştırılmamak mıdır? Amaçları neydi? Yoksa, 'gerekçede' altı çizilen 'ikiliği' yeni­ den hortlatmak mı? 70


'Kültür kaleleri'ni t a h r i p . . . Meraklısı bilmez mi? L a u s a n n e Konferansı'ndaki en çetin müzakereler, Osmanlı toprağına yayılmış 'misyoner' kurumları konusunda olmuştur. Adı 'hayır kurumu' diye geçen 'din, öğre­ tim, sağlık ve yardım kuruluşları', gerçekte, 'kültür ikiliğini' hem yaratan hem de keskinleştiren 'odaklar'dı. Emperyalist sistemin, hemen bütün yeryüzünde uyguladığı kültür emperyalizmi, halkından kopuk, 'sistem'e kafasından 'ba­ ğımlı' bir aydın türü oluşturmakta; bunlardan geleceğin 'dönekle­ ri' ve 'işbirlikçileri' çıkmaktaydı. M ü t a r e k e yıllarında, bunun tür­ lü türlü örneklerini görmüş olan Cumhuriyet Yönetimi, L a u s a n ne'da, 'ecnebi' diliyle öğretim yapan bu okulların çoğunluğunu ka­ patma imkânını sağlamış, kalan birkaçının faaliyetini de denetim altına almıştı. Tevhid-i T e d r i s â t Kanunu, 'yükselen yeni neslin' gerçek­ ten inkılapçı, laik ve demokrat, kısacası ulusal ve çağdaş bir aydın nesli olabilmesi için, 'mevzuat zeminini' böylece hazırlamış olu­ yordu. O h a l d e ikinci D ü n y a S a v a ş ı s o n r a s ı n d a , cumhuri­ yetin 'kültür kaleleri' liseleri ' m i s y o n e r okulları' gibi e c n e ­ bi bir dille ö ğ r e t i m e g e ç i r e r e k , ipi kendi elleriyle boğazı­ na g e ç i r e n l e r e ne diyeceğiz? Bu yetmezmiş gibi, üstelik aynı hastalığı, yüksek öğretim kurumlarımıza da bulaştıranlara? Amaçları neydi? Yoksa 'gerekçede' altı çizilen o melun 'ikili­ ği' yeniden hortlatmak mı? Bu dava, 'Yüce Divanlık' bir davadır.

71


'ONLAR' DIŞARDAN, 'BİZ' İÇERDEN.

30 Ekim 1996 Ecnebinin siyasi ya da ekonomik 'tasallutuna' karşı, halkı kim uyarır? Aydınlar! Bu yüzden, 'sistem' başından beri, aydınları 'evcilleştirmeyi' esas almış; bunun için de, kültürel 'yabancılaştır­ mayı' kullanmıştır. 'Misyoner' okulları, bu yaygın 'yabancılaştır­ manın' köprübaşlarmı oluşturuyor. Osmanlı'nın son yüzyılı, bu konuda, çarpıcı bir örnektir; bir göz atmak istemez miydiniz? "...İngiliz okullarının sayısı 3 0 civarındadır, b u n l a r d a 1 3 1 İngiliz ö ğ r e t m e n d e r s veriyor, 3 1 'bible ıvoman' d a eğitime yardımcı oluyordu. Ö ğ r e n c i sayısı, s a v a ş ö n c e s i tahmine göre, 2 . 9 9 6 ' d ı r . . . " " . . . 1 9 . yüzyılda v e 2 0 . yüzyılın ilk ç e y r e ğ i n d e , Türki­ ye'deki kültürel h a r e k e t l e r içersinde, F r a n s ı z etkisi 'domi­ nant' (egemen) nitelikte idi: yaklaşık o l a r a k 6 0 okulda 9 . 0 0 0 ' e yakın ö ğ r e n c i okuyordu..." "...Almanlar etki y ö n ü n d e n zayıf g ö r ü n m e k t e d i r , ono n b e ş dolayında Alman okulunda 1 . 5 0 0 c i v a r ı n d a ö ğ r e n ­ ci bulunuyor..." "...bu d ö n e m d e Amerika'nın O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ile ilgisi kültüreldi, fakat g e l e c e k t e k i e k o n o m i k çıkarların temelini de a t a c a k nitelikte idi; yaklaşık o l a r a k - ç o ğ u Do­ ğ u Anadolu'da o l m a k ü z e r e - 4 3 5 A m e r i k a n okulunda 2 0 . 0 0 0 dolayında ö ğ r e n c i okuyordu..." {'Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu', Tevfik Ç a v d a r , s. 8 5 / 1 0 5 , Ant. Yay., 1 9 7 0 ) Bunca okul 'misyoner' okulu olduğuna göre, elbette ilk amacı Hıristiyanlığı yaymak ama, acaba iş orada kalıyor mu?

72


Gizlememişler ki.. A m e r i c a n B o a r d of Mission adına, 1 8 9 5 t e bir açıklama yapmış olan Mr. H. O. Dwight 'kalmadığını' açıklıyor. Demiş ki: " . . . t i c a r i ilişkiler y ö n ü n d e n 'misyonlar' bu b ö l g e d e (Türkiye'de) elverişli bir o r t a m y a r a t m ı ş l a r d ı r . Bu o r t a m misyonların iki yönlü ç a l ı ş m a l a r ı s a y e s i n d e g e r ç e k l e ş m i ş ­ tir. (Dikkat!) 1/ Geniş eğitim düzeni, 2/ Geniş bir basın ve yayın ö r g ü t ü . . . " "...biz bu b ö l g e halkını yalnız bizim sattıklarımızı al­ m a l a r ı için değil, g e l e c e k t e k u r u l a c a k tesisleri geliştirip y a ş a t a b i l e c e k bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz. Bu yoldan A m e r i k a n yatırımlarına yeni a l a n l a r a ç m a k umu­ dundayım. Ö r g ü t ü n devamlı o l a r a k y a ş a y a b i l m e s i için ya­ pılan h a r c a m a l a r yıllık altı milyon d o l a r civarındadır. Amerikalılar A s y a Türkiye'sinde d a h a şimdiden kârlılığa g e ç e n bir iş kurmuşlardır. Bu d u r u m bütün b ö l g e halkı­ nın bir gün bizim m ü ş t e r i m i z o l a c a ğ ı n a dair umudumuzu, gerçekleştirmektedir..." ÇBatı'nm Deli Gömleği', s. 1 1 0 ve sonrası, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) E. M e a d E a r l e adındaki bir Amerikalı yazar ise, 'Ameri­ can Missions in t h e N e a r E a s t ' adlı eserinde, bu saptamayı doğruluyor: "...misyonların t e m e l işleri t i c a r e t e uygun bir o r t a m hazırlamaktır. İ n s a n d a y a r a t t ı k l a r ı r u h s a l h e y e c a n ve ben­ zeri duygular, yerli ırkın B a t ı uygarlığına eğilim duyması Nonucunu v e r m e k t e d i r . Dünya ve B a t ı uygarlığını yakın­ dan t a n ı m a l a r ı , o bölgelerdeki halklar gibi y a ş a m a isteği­ ni a r t ı r m a k t a , bunun da d o ğ a l s o n u c u o l a r a k t i c a r i faali"<•( artmaktadır..." Sizce, bundan çıkarabileceğimiz sonuç, ne olabilir?

i Varılan s o n u ç . . . -

ö n c e şu: L a u s a n n e A n l a ş m a s ı ile emperyalist kültür 'kirli73


liginden' arındırılmış Anadolu (eski 'Asya Türkiye'si), devlet lise­ lerinde, 'ecnebi' bir dille öğretimi benimseyip yaygınlaştırarak, eski 'misyon' okullarının 'işlevini' -aynen bir sömürge yönetimi gibi— üstlenmiş; 'bölge halkının' onların müşterisi olacağına dair umut­ larını gerçekleştirmiş, 'yarattıkları ruhsal heyecan ve benzeri duygularla' 'öğrencilerin' Batı 'uygarlığına eğilim duymaları' sonucunu sağlamıştır. Bu da, yeni yetişen Türk gençlerinde, '...o bölgelerdeki -yani Batı'da/ci- halklar gibi yaşama isteğini artır­ mış ve bunun doğal sonucu olarak ticari faaliyetler artmıştır.' A B D Ticaret Bakanlığı, iki yıllık kapsamlı bir araştırmadan sonra 'hızla gelişen on stratejik pazar' saptamıştır ki, bunlardan birisi de Türkiye'dir. Anlaşılan geçen yüzyılın sonunda onların başlattığı, bu yüzyılın ortasından itibaren bizimkilerin yürüttüğü 'yabancılaştırma faaliyeti' ciddi sonuçlarını vermeye başlamıştır, çünkü hazırlanan bu raporda: " . . . a / hızlı büyüyen bir nüfus, 6 1 milyonluk bir pa­ zar, b/ ç o k zengin bir ü s t sınıf ve g e l i ş m e k t e o l a n bir o r t a sınıf, c/ bulunduğu bölgedeki stratejik k o n u m u , d/ büyü­ m e potansiyeline s a h i p o l m a s ı yönünden, Amerika'nın, g e r e k zengin üst ve g e l i ş m e k t e olan o r t a sınıfa dönük o l a r a k tüketim malı ithalatını a r t ı r a b i l e c e ğ i , g e r e k s e bü­ yüyen bir ülkenin ihtiyaç duyabileceği altyapı projelerinde rol alabileceği belirtiliyor..." (Milliyet, 16 Ağustos 1 9 9 5 ) Lokanta, meyhane, mağaza adlarından dergi, gazete hatta TV programı adlarına kadar bulaşan yoğun dil 'kirlenmesinden' söz etmek istemiyorum, o ayrı ve bir o kadar acıklı bir bahis! Siz, hâlâ ecnebi dille öğretimi savunarak, İstiklal Harbi şe­ hitlerinin kemiklerini sızlatın!

74


kasım '96 nerede yanlış yaptık?


TÜRKÇÜLÜK' NE, 'IRKÇILIK' NE?.

1 Kasım 1996 Sosyalist sol, 'Türk O c a ğ ı ' n a iyi bakmazdı: 'ırkçı/turana yu­ nası'deniliyordu: nasıl Ziya Gökalp, 'ır/cçı/turancı sosyolog' diye küçümsenmişse! Peki 'ırkçı' değiller miydi, 'turancüık hayalleri' kurmadılar mı? Yanılmıyorsam, Naziliğin çekim alanına düşünceye kadar, ırk­ çıdan çok Türkçü'ydüler; T u r a n i m p a r a t o r l u ğ u hayali, doğru­ dan doğruya Devlet-i Aliyyc'nin bir imparatorluk olmasından ge­ liyordu: Batı'da kaybedilen topraklar, Doğu'da kazanılacaktı. Ger­ çekte Pan/Turanizm de, Pan/Islamizm de, son Osmanlı 'müneuuerânı'nın, bir türlü vazgeçemediği imparatorluk, 'cihangirâne bir devlet olmak' rüyalarının sanata ve politikaya yansımasıdır. Gazi Mustafa K e m a l bunu. pek güzel anlamış, cumhuriyeti demokratik ve laik -fakat en önemlisi- ulusal ve üniter bir devlet olarak tasarlamıştır: Nutuk'da okumuşsunuzdur, Pan/Islamizm'i ve Pan/Turanizm'i, birer apandisitmiş gibi kesip atar. Öyledir de, zaman zaman, acaba neden o ilk 'Türk Ocakları'nı biraz erken mahkûm ettiğimizi düşünürüm?

Asıl ' a m a ç ' neydi?.. Ziya Gökalp ve Hamdullah Suphi, onları 1 9 1 3 t e kuru­ yor. Anlamlı tarih, Balkan Hezimetinin hemen sonrası! Geriler­ den bir yerden P a n / T u r a n i z m etkili olsa da, (aynı 'hayal' S u l t a n galiyef'i de etkilemişti) asıl amaç, imparatorluğu oluşturan Sırp, I lırvat, Rum, Bulgar vb emperyalist destekli etnik grupların 'milli77


yetçilik' iddialarına karşı, artık muhtevasını kaybetmiş 'Osmanlı­ lık' kavramıyla değil, Devlet-i Aliyye'nin 'unsur-u aslisi' Türklük kavramıyla dikilmiş olmalarıdır. Harıl harıl, kendini Müslüman diye tanımlayan ahalide, Türklük bilincini uyandırmaya çabalıyorlardı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Ziya Gökalp'ın Gazi'ye iltihakı, Pan/Turanizm hayalinden vazgeçmesi neyi belirtir? 'Türk Ocakları'nın, ırkçı/turancı olmaktan çok -söylem öyle görünse d e - Türk'ün ulusallığını ve bağımsızlığını savunduklarını değil mi? Hem de kimlere karşı? 'Sistem'in güçlü yayılmacı devletlerine! Peki bunda hiç mi antiemperyalist bir eda yoktur? 'Türk Ocakları'nın yayın organı 'Türk Yurdu'nda, 1 9 . yüzyıl sonlarında en karanlık dönemini yaşayan Türklük dünyası­ nın bütün önemli düşünürleri yazmışlardır. S u l t a n Galiyef'i ve Nur Molla Vahidofu incelerken hayretle görmüştüm ki, Volga Tatarlarının Lenin ve Trotsky'e kabul ettirdikleri ilk birlik anlaş­ masında, S S C B ' n e katılacak Türk Cumhuriyeti, K a z a n , Kırım ve B u h a r a Hanlıklarını içeren büyük bir T u r a n Sosyalist Cum­ huriyeti olacaktı. Sonraları Stalin'i Galiyef'e düşman eden de budur. Daha da şaşırdığım nedir? Galiyef'in Türkiye Komünist Fırkası'nı örgütlemekle görevlendirdiği Mustafa Suphi'nin de, Fırkanın Umumi Kâtibi E t h e m Nejat'ın da, daha sonra benzer görevleri üstleneceklerden Ş e v k e t Süreyya'nın da -kimbilir daha nicelerinin d e - birer Türk O c a ğ ı aydını olması mı? Buradan bakınca 'Türkçülük' davası, yüzyılın başında bir Nazi ırkçılığı olmaktan çok, Batılı emperyalist 'sistem'e karşı anti­ emperyalist bir 'Mazlum Millet Hareketi' olarak görünmüyor mu? Hadi 40 karanlığının duman edilmiş sosyalist solu, o perişanlık içinde, böyle bir tefrik yapamıyordu; 1 9 3 1 ' d e kapatılmış da olsa, Türk O c a ğ ı 'aydınlarının' 'mahiyetlerinin' ne olduğunu bilmele­ ri, 'Her ırkın ü s t ü n d e Türk ırkı' gibi Nazi sloganlarına kapılmamaları gerekmez miydi? 40 karanlığından geçtim, hanidir Ülkü O c a k l a r ı diye süren 'hareket', günümüzde bile, anlamını kaybet­ miş 'soğuk s a v a ş ' temalarını tekrarlayıp duruyor; daha kötüsü, İslamcı bir 'sath-ı maile' kaymış gibidir; onun yerine acaba 'Türk­ çülük Hareketi'nin yüzyılın başında, TKF'nin kuruluşuna ve ideo­ lojisine 'katkısını' merak etmemeli midir? 78


O zamanki 'müşterek zemin',

sakın antiemperyalizm olma­

sın?

' Y u r t t a ş ' yerine 'kandaş' m ı ? Cumhuriyet, Türk Ocakları'ndan neden rahatsız olmuştu? Muhtemelen 'ittihatçılığın', daha çok da E n v e r P a ş a 'turancılığınm' yuvası olmaları kuşkusundan! İtalyan ve Alman faşizmi­ nin Türkiye'deki 'köprübaşı' olabileceği kimsenin aklına gelme­ mişti. Oysa 40 karanlığının 'Türkçüleri' 'yurttaş' hitabını 'kan­ daşla değiştirecek kadar, işi R o s e n b e r g ve Gobineau 'ırkçılığı­ na' dökmüşlerdi; Mihver'in mağlubiyeti kesinleşince o rüya sona erdi; fakat bu defa da, 'soğuk savaş'ta, 'sistem'in geliştirdiği antikomünist sloganları, 'ülkücülüğün' ideolojisi sanmak gafletine kapıldılar. Kimbilir, gittikçe 'İslamcılığın' çekim alanına girmeleri, belki de S S C B ' n i n dağılışından sonra antikomünizmin anlamı kal­ madığı için, kendilerini 'boşlukta hissetmeleri'nden doğuyor. İçle­ rinden pek azı Türkçülüğün' yüzyılın başında ifade ettiği manayı kavrayabilmiş; Galiyefçi tavrın, Türk'ün antiemperyalist kurtuluş hareketine, eldiven gibi uyduğunu görebilmiştir. 'Soğuk s a v a ş ' aydını, bağımlıdır, üstelik manipülasyon aydı­ nıdır. 'Türkçülük', 1 9 . yüzyıl sonunda bütün soyları ve boylarıyla 'esarete düşmüş' Türklüğün, onu esir eden emperyalizmlere (İngi­ liz, Fransız, Rus vs) karşı kurtuluş ve bağımsızlık hareketiydi; bu zeminde Mustafa Kemal'le S u l t a n Galiyef, Y u s u f A k ç u r a ile Ziya Gökalp aynı hizada görünüyor; aksi halde, Gazi, fikir plat­ formu basbayağı Galiyef'in 'mazlum milletler' tezi olan ' K a d r o Hareketi'ne, onca destek verir miydi?

79


'ÜLKÜCÜLER'E SINAV SORULARI.

4 Kasım 1996 İnsan, elinde olmadan hatırlıyor. Serde şairlik yok mu, sıra arkadaşıma sormuştum: "-Edebiyat hocamız kim?"; cevabı, 1 4 1 1 4 2 ' d e n hüküm giymiş, liseden siyasi belgeli bir öğrenciyi allak bullak edebilirdi: "-Nihal Atsız!" Onu 'Bozkurtların Ölümü' adındaki romanından tanırdım; o yılların (1940'lar) ırkçı/turancı hareketinin liderlerindendi; yanılmıyorsam 'Bozkurt' başlıklı bir dergi çıkarırdı. Edebiyat hocam, bu adam olacak öyle mi? Arnavutköy'le B e b e k arasında iki zarif bina görünürdü ki, 'çifte saraylar' diye anılırdı; B o ğ a z i ç i Liseleri, işte bu 'saraylar­ da' örgütlenmiş; müdürü Hıfzı Tevfik Bey, olayın farkında değil, beni alelade belgeli bir öğrenci gibi alıyor; iki ay sonra belgenin 'siyasi mahiyeti' anlaşılacak, palas pandıras Gâvurdağları'na, ( B a h ç e / A d a n a ) postalanacağım. İki ay boyunca, Atsız hocam oldu: Hitler gibi, gerçekten perçemi geniş alnına düşerdi ama, namuslu ve dürüst bir adamdı; herkesi şaşırtan özelliği, kimi derse kaldırsa Akif'in İstiklal Marşı'nı -tam metin- ezbere okumasını istemesiydi. Çoğu beceremez, süklüm püklüm, sırasına dönerdi. İlk becerenlerden biri olmuştum, beni gözü tutmuştu sanıyorum. Yüksek sesle, kavga eder gibi ko­ nuşur, derslerinde ırkçılık/turancılıktan söz etmezdi; daha çok kül­ türümüzün, Asya kökeninden koparılmak istenmesinden yakını­ yordu, öteki Türk kültürlerine 'yabancılaşmış' olmamızdan! Birkaç yıl sonra, S a n s a r y a n Hanı'nda bir gece; Atsız'la ay­ nı hücrede, epeyce yatmış olan S e l â h a t t i n U s t a ; fısıltıya benzer sesiyle, diyecekti ki: "-...fena adam değildi, hanidir yalnızım, ar­ kadaşlığını aradığım oluyor." 80


'Eski

defterler'..

Mihver'in İkinci Dünya Savaşı'ndaki prestiji, 'zaferlerinin' çekim gücü, eski Türkçüleri, Türklerin tarihleri b o y u n c a a s l a benimsemediği bir ırkçılığa sürüklemişti. Sebebi belli: ırkçı/ turancı kesimi, Nazi zaferinden S o v y e t tutsağı Türk kavimlerinin kurtuluşunu bekliyordu; 'turancılığın' o zamanki 'muhtevası' bu: Kırım Almanların eline geçince, İstanbul'dan oraya iki 'yönetici' gönderilmiş; Alman gizli servisleriyle, esir Türklerin kurtarıldıktan sonraki gelecekleri pazarlık konusu yapılmıştır. S S C B Dışişleri Dairesi, zaferden sonra, Alman Dışişleri arşivinde eline geçirdiği belgeleri yayımlamıştı; o belgelerde inanıl­ maz şeylere rastlanır; bu arada elbet o pazarlığın cereyan ediş şekline de! Dahası -günahları boynuna- bazı Türkçülerin, hangi utandırıcı koşullar altında, ırkçılığa yuvarlandıklarını açığa çıkaran, şu türden 'şifreler' de dikkati çeker. 5 Aralık 1 9 4 2 , g e c e s a a t 0 2 . 3 0 ' d a 'özel treninden', Nazi Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop'un, Ankara'daki Alman Büyükelçisi Von P a p e n ' a çektiği, 1 . 5 2 6 sayılı telgrafın metni, aynen şöyledir: "...büyükelçiye ö z e l / 2 0 K a s ı m tarihli v e A / 6 1 5 4 nu­ m a r a l ı r a p o r u n u z a c e v a b e n , Türkiye'deki dostlarımızı içinde bulundukları g ü ç d u r u m d a n k u r t a r m a k ü z e r e , size b e ş milyon altın Alman Markı iletilmesini e m r e t t i m . Bu p a r a y ı c ö m e r t ç e , kullanmanızı v e b a n a r a p o r l a d u r u m u bildirmenizi r i c a ederim/Ribbentrop "('Alman Dışişleri Dai­ resi Belgeleri/Türkiye'deki Alman Politikası' [1941-1943), s. 8 7 , Havass Yayınları, 1 9 7 7 ) Ankara'nın, Mihver savaşı kazanır görünürken göz yumdu­ ğu ırkçılık/turancılık faaliyeti, Müttefikler ('sistem') ağır basmaya başlayınca derhal dertop edilmiş; artık hepimizin alıştığı 'dış mih­ raklar' suçlamasıyla, 'elebaşları' sıkıyönetim savcılığına verilmişti. S a n s a r y a n Hanı'yla öyle tanıştılar.

Ne hazin k a d e r ! . . ' S o ğ u k s a v a ş ' eski ırkçı/turancıların 'ardıllarını' 'ülkücü'ye 81


dönüştürdü demiştim: yola, 'sistem'e karşı olan 'Türk Ocak­ l a r ı n d a n çıkıp, s o n u n d a , 'sistem'in emrindeki 'Ülkü O c a k ları'na ulaşmak, ne hazin bir k a d e r ! Gerekçe değişmez: Ko­ münizme tutsak olmuş Türkleri kurtarmak! Pratikte bu, ülkedeki 'mevhum' bir komünizm 'tehdidiyle', mücadeleyle yozlaşır? Böyle bir tehdit gerçekten oldu mu? Yıllardır bunu kendi kendime sora­ rım. 'Soğuk s a v a ş ' bitti, S S C B artık yok, 'tutsak' Türkler özgür ve bağımsız, bizi pek de umursamıyor; hepsi iyi hoş da, acaba Türkiye'nin ve dünyanın başı beladan kurtuldu mu? Hele 'maz­ lum milletler'in? B o s n a Hersek'in, hatta bütünüyle Yugoslav­ ya'nın başına gelenler nedir? Çeçenistan'daki kanlı oyunu, ko­ münistler mi sahneye koyuyor? Azerbaycan'ı E r m e n i l e r ' e işgal ettiren; hangi güçtür? Afganistan'daki • iç çatışmayı kim körükle­ di? 'Türkiye'yi sürekli bir anarşi ortamında tutup, yıpratmak iste­ yen, 'Moskova ajanları'mı? Bence, 'soğuk s a v a ş ' aydınlarının en tipiklerinden olan, eski ve yeni ülkücüler'in; bu sorular üzerin­ de, derinlemesine düşünmesi zorunludur. Hepsine tek bir cevabın bulunduğunu, hele bu cevabın Batılı emperyalist 'sistem' olduğunu fark edince, belki eski Türk Ocakları'nın bağımsız, gururlu ve haysiyetli Türkçülüğüne dönmeyi bi­ leceklerdir: Gazi Mustafa Kemal, Sultan Galiyef, Yusuf Akç u r a , Ziya Gökalp, Mustafa Suphi, Sadri Maksudî, Ş e v k e t S ü r e y y a ve bütün diğerleri, onları, orada bekliyor.

82


'YURTTAŞ' YERİNE, 'TÜKETİCİ' YETİŞTİRMEK!.

6 Kasım 1',1'm

Niyazi B e r k e s ' i hep, dudaklarındaki belli belirsiz tebessüm, gözlük camlarındaki pırıltılarla hatırlıyorum. Kanada'dan Anka ra'ya geldikçe, o tarihte çalıştığım yayınevine uğrardı. Onu, 'Yurl ve Dünya'daki yazıları, 'Solcu Profesörler' davası boyunca izle miş; 60'lı yıllardan itibaren her yayımladığı eseri, dikkatle okumuş tum. 'Hangi Batı'yı gönderdiğim zaman, yüreklendirici bir mek tup yazmıştı. Oturur (yaldızlı bardaklardaki demli çay, camların ardında Tunalıhilmi Caddesi'nin uğultusu), yakın tarihimizden bahse­ derdik: "Aynanın İçindekiler' romanlarını oturtmak istediğim, sosyal ve ekonomik 'tabam', tartışmak istiyordum; engin ve yo ğun, bilgi birikiminden yararlanmak. En çok da Müdafaa-i Hukuk'un itici gücünü oluşturan temel ilkeleri, sonradan nasıl değer lendirdiğimiz konusunda! Bir keresinde, demiştim ki: "...İkinci Dünya S a v a ş ı , son­ ra 'soğuk s a v a ş ' , Müdafaa-i H u k u k u n gerçekleştirdiği la­ ik, d e m o k r a t i k ve a n t i e m p e r y a l i s t c u m h u r i y e t i , t a h r i p et­ medi m i ? Vitrindeki Atatürk, ulusal d e m o k r a t i k 'devrim'in ve a n t i e m p e r y a l i s t halk kurtuluş savaşının lideri, Mustafa K e m a l ' e ne k a d a r b e n z i y o r ? Cumhuriyetin 'er­ ken' d ö n e m i n d e , s o n d e r e c e önemli sayılan fikirler ve de­ ğerler, biri 'sıcak' ö b ü r ü 'soğuk' iki s a v a ş l a , ya g e ç e r s i z , y a d a tehlikeli s a y ı l m a y a b a ş l a m a d ı m ı ? " Niyazi B e r k e s , dudaklarında yine o belli belirsiz tebessüm, ıiözlük camlarında yine aynı pırıltılar, çayını yudumlaya yudumlaya 83


beni dinlemiş; sonra, düşünceli bir sesle: "-...bu söylediklerin..." demişti, "... etraflı olarak tartışılmaya değer bir tez!"

O r t a ö ğ r e t i m yıkılmıştır... Bence Tevhid-i T e d r i s a t Kanununun, 'ecnebi' öğretimi yapan liselerle bir yandan, imam hatip okullarının 'liseleştirilmesiyle' öbür yandan delinmesi, Müdafaa-i Hukuk ideolojisindeki 'tahribatın' en çarpıcı örneğidir: Günümüzün 'aydını', ne O s m a n ­ lı 'müneuuen'dir, ne de Cumhuriyet aydını; yeniden, daha farklı şartlar altında hortlatılmış Tanzimat 'ikiliği'nm seri halinde üretti­ ği; kimisi yarı levanten yan komprador; kimisi yarı ümmetçi yarı mistik yapay bir 'fip'tir ki, asıl yetiştireceği yeni nesiller düşünülün­ ce, insanı ürkütüyor. Bazıları sözde 'muhafazakâr', sözde 'milli ve manevi değer­ leri' savunuyorlar; işin gerçeği o ki Milli Eğitim'i, 'milli' olmaktan çıkaran onlardır, yavaş yavaş din eksenine kaydırıyorlar. Bazıları 'liberal', sözde 'Batılı değerleri' savunuyorlar; işin gerçeği o ki, eğitimi her geçen gün biraz daha kozmopolit bir eksene kaydıran onlardır. Niye uzağa gidelim? Edebiyat dersinde başarısız öğrenci­ ye, üst sınıfa devam hakkını bunlar tanımadı mı? Ne demek bu? Edebiyat, ulusal dil ve edeptir, bu ikisi ulusal kültürün ana harcıdır; sen İngilizceden başarısızı 'çakmış' sayar, edebiyattan başarısıza sı­ nıf geçirirsen, dilini ve edebiyatını kendi ellerinle boğmuş olmaz mısın? Ç o c u k l a r d a Cumhuriyet'in aradığı yurt ve millet bi­ lincini, a n c a k dil/edebiyat ve t a r i h bilgisi ve bilinci y a r a t ı ­ y o r ; bunlar da 'kul' değil 'birey', ' t e b a a ' değil ' y u r t t a ş ' olan, C u m h u r i y e t aydınını! 'Soğuk s a v a ş ' , en çok da o, ortaöğretimi yıkmıştır. Zararın neresinden dönülse, kâr; o r t a ö ğ r e t i m d e e c n e b i dille ö ğ r e t i m e kesinlikle s o n verilmeli. İ m a m h a t i p liselerine laik kimlik­ leri geri verilmelidir; çünkü Cumhuriyet'in 'erken' dönem 'müf­ redatının'usul usul önce 'sulandırılması', gittikçe 'ortadan kaldı­ rılması', yetiştirilen öğrencilerin hem bilgi düzeyi ve kalitesini dü­ şürmüş, hem de yurttaşlık vasıflarını hırpalamıştır. 84


Yoksa arzuladıkları zaten bu muydu?

'Sistem'in istemediği... Gazi'nin 'bizzat' elden geçirdiği 'Medeni Bilgiler' kitabını gördünüz mü? Günümüzde, değme üniversite öğrencisinin kavrayamayacağı bir yoğunluktadır. Liselerde okutulurdu. Bizim nesli­ miz, hangi disiplinleri okumadı ki? Sırasıyla edebiyat ve tarih, coğ­ rafya, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık, hatta estetik ve astronomi! Bu kapsamlı 'müfredat', öğretimin ciddiyeti, sınıf geç­ menin zorluğu, yetiştirilecek 'yurttaş'ın, ulusal demokratik devri­ min temel ilkelerini benimsemesini, onlarla adeta 'özdeşleşerek' yetişmesini öngörüyordu. O yıllarda 'lise mezunu' bir genç, aldığı eğitimle hem yurt hem de dünya sorunlarını anlayabilecek, dahası tartışabilecek bir 'yurttaş'tır. Oysa 'soğuk savaş'ın ('sistem'in) en istemediği de bu! O r t a ö ğ r e t i m hanidir, s ı r a d a n 'tüketici' y e t i ş t i r m e y e yönlendirilmiştir; h e m de 'enayi tüketici'! B i r vakitler 'misyoner' okullarında olduğu gibi, 'yerli halka' B a t ı l ı y a 'benzemek' için, Batılının 'değerlerini kabul e t m e k ' , 'onun ürettiği malları kullanmak' alışkanlığı aşılanıyor. İ m a m h a t i p liselerinde ise ü m m e t sentezinin kalıcı d e ğ e r l e r i t a r ­ tışılacak y e r d e , Cumhuriyet aleyhtarı bir a t m o s f e r y a r a t ı ­ l a r a k , kültürdeki 'birliği' b o z a c a k öteki 'kutup' oluşturu­ luyor. Bilmez değilsiniz ya, 'sistem'in, denetimi altında tutmak niyetinde olduğu öteki ülkeler için, öteden beri seçtiği ve kullandı­ ğı metod aynıdır: 'Böl ve y ö n e t ! '

85


YA 'SOSYALİST AYDINLAR?.

8 Kasım 1996 Kıyamet Aziz Nesin konuşunca kopmuştu: toplantıyı az ön­ ce 'basan' heyecanlı gençler, bir ağızdan bağırıyorlar! "Mosko­ va'ya! Moskova'ya!" Gerilim öylesine yükseldi ki, alçak tavanlı salon patladı patlayacak! M e h m e t Ali Aybar sakin konuşması, biraz da mehabetiyle, ortalığı yatıştırıyor; sonuç yine de tatsız ola­ cak, toplantı çıkışında Aziz Nesin, 'mi//i heyecan' tarafından hırpalanacaktır. Rıfat İlgaz'la beraber çıkmıştık; o hazin sahnenin sonuna uzaktan şahit olduk; polisin müdahale etmediğini görünce, donup kalmıştık. 27 Mayıs sonrası, İstanbul. Yeşilçam'dan ümidimi kesmi­ şim: 'lümpen' oldukları için 'lümpen sineması' yapanlardan değil; 'ilericiyim' diyerek 'lümpen sineması' yapanlardan, bıktığım için! Birden, evi barkı dağıtıp, P a r i s ' e gitmeye karar verdim; o günler­ de, bir davet: 'sosyalist aydınlar' yeni bir yasal parti 'imkânını' tartışmak üzere, Beyazıt'ta bir salonda toplanacaklarmış, beni de çağırıyorlar; salon, hantal bir hanın bilmem kaçıncı katındaki, o salon işte. 'Savaş'ın ve 'soğuk savaş'ın 'kılıç artığı' bir avuç işçi ve ay­ dın, biraraya gelmiştik; içimde menhus, o kötü duygu: '...mutlaka olay çıkacak!' Daha önce, Ç i ç e k P a l a s ' t a yaşadığımız, Nâzım 1 Hikmet'i K u r t a r m a toplantısının, bıraktığı izlenim! Korktuğum başımıza geliyor ama, o kadar vahim değil. Galata Yolcu Salo­ nundan, Marsilya'ya müteveccihen hareket ederken -içimde ka lın bir kötümserlik- istanbul'un siluetine son defa bakıyorum; iyimser olabilir miyim: pasaportumu bile, aylarca uğraştan sonra, ancak İçişleri Bakanı'nın özel izniyle alabildim. 86


60'lı yılların ortasında İzmir'e dönünce gördüğüm nedir? O ilk toplantı, görkemli bir meyve vermiş: Türkiye İşçi Partisi (TİP), halkın desteklediği ilk sosyalist partisi olarak, seçimlere katılıyor. Başarılı da olmuştu.

Bir anı, bir 'tespit'... 'Tornacı' Ö m e r ( K a r a m a n ) , ekmeğine sigarasını katık ederdi. Ekmek dediğim hapishane 'tayını'. O yaşımda bunun ne acı bir gerçeği gizlediğini çıkaramıyorum: 'Tornacı' Ö m e r , mü­ zayede içindeydi, 'Partisi' ona bakamıyordu. Eski İzmir Hapis­ hanesinin 2. Ferânesi'nde, akşam el ayak çekilince, hücremize damlar, Moskova'ya nasıl gönderildiğini anlatırdı: " . . . o s e n e l e r Aydınlık' çıkıyor. Parti'nin büyükleri Dr. Şefik Hüsnü ve Şevket Süreyya, KUTV'da o k u m a y a gidecek­ leri ikisi t e s p i t ederdi; iddia oydu ki, Doktor' d a h a ziyade münevverlerin' g i t m e s i n e t a r a f t a r m ı ş ; bizim gibi a m e l e t a ­ kımını g ö n d e r e n ise, Ş e v k e t S ü r e y y a . . . " Söyledikleri belleğimin bir köşesinde kalmış, bilinmez kaç yıl sonra aynı 'tespit'e, Abidin Nesimî'nin kitabında rastlamayayım mı? H a s a n Ali Ediz'in 'gözlemlerini' naklederken, aynen şöyle diyor: " . . . Şefik H ü s n ü g r u b u n u n K U T V ' a gönderdiği kişi­ ler, yüksek ö ğ r e n i m öğrencileriydi; b u n a karşılık Ş e v k e t S ü r e y y a g r u b u n u n s e ç t i ğ i kişiler, işçilerdi; s o n r a d a n KUTV'a g ö n d e r i l e n l e r l e yaptığımız s a y ı l a m a l a r d a , y a r ı d a n ç o ğ u n u n Ş e v k e t S ü r e y y a grubunun gönderdikleri olduğu­ nu saptadık..." ('TKP'de Anılar ve Değerlendirmeler' [ 1 9 0 9 1949], s. 1 2 7 , Promete Yayınları, 1 9 7 7 ) Çıkardığım sonuç, 'hareketin' mantığı ve diyalektiği açısın­ dan, bana, son derece doğru görünmüştür: sosyalist bir partinin l.ıbana ulaşması, işçiyle aydını aynı potada eritmesiyle mümkün Olabilirdi, ancak; aksi halde, 'sosyalistler' kendi aralarında 'seçkin' bir aydınlar kulübü olarak kalırlardı. Türkiye İşçi P a r t i s i ' n e kadar, öyle kalmamışlar mıdır? 87


TİP'in önemi... 'Savaş'ın ve 'soğuk savaş'ın, 'sosyalist aydınları' nasıl etki­ lediği, öbür aydınları nasıl etkilediği kadar -belki daha da ç o k önem taşıyor; şundan ki, sosyalist hareketin büyümesi ve yayılma­ sı, aydını ile emekçisini birbirinden ayırarak değil, ancak 'özdeşleştirerek' mümkün! Oysa KUTV neslinden sonra, hareketin içindeki işçi sayısı gittikçe azalmış; Türkiye'de 'sosyalist aydınlar' münhasıran üni­ versite çevresinden, öğrenci ya da öğretim üyeleri arasından; ya da sanatçı çevresinden, şair, romancı, ressam, oyuncu arasından 'çıkmaya' başlamıştır. Siyasi Polis'in ve Sıkıyönetim Savcılıklan'nın dosyalarını incelerseniz, 1 9 4 0 ile 1 9 6 0 arasında suç mevzuunun çokluk dergiler, gazeteler, kitaplar -hele hele, şiir kitapları- oldu­ ğunu hayretle görürsünüz: A. Kadir, Sebat Basımevi'nde 3 0 0 adet basılan 'Tebliğ' adlı şiir kitabı için sürülmüştü. Türkiye İşçi Partisi'nin önemi, galiba burada yatıyor; bu kı­ sırdöngüyü o kırabilmiş -DİSK'le beraber, kısmen onun yardımıy­ la- sosyalizmin önerdiği ve özlediği 'özdeşliği' tesis edebilmişti.

88


SOSYALİST SOL, ŞU Y E N G E Ç SEPETİ'.

11 Kasım 1996 ' S o ğ u k s a v a ş ' öncesinde 'sosyalist sol' bir yengeç sepeti­ dir. 40 karanlığı! Sosyalizm konusunda kitap bulabilmek, ne mümkün: hem yasak, hem tehlikeli! Bazı 'eskiler' K e r i m Sa­ di'nin, Dr. Hikmet Kıvılcımlı' nın 30'lu yıllarda çıkmış eserleri­ ni verirse, okuruz. Hayatımın en şâyân-ı hayret olaylarından biri­ si, D r . Hikmet'in (ona 'Tıbbiyeli' Hikmet derlerdi, gizli TKP'nin Gençlik Kolları'nı yönetirmiş) Nâzım Hikmet aleyhine yazdıklarını okuyuşumdur: 'Tarihi Materyalizm K ü t ü p h a n e s i ' neşriyatından bu kitabın, başlığı aynen şuydu: 'Marksizm Kal­ p a z a n l a r ı K i m l e r d i r ? Tip N o : 2, Nâzım Hikmet'. Nasıl iyi mi? (Tip N o : 1, K e r i m S â d i ) 'Doktor', Nâzım Hikmet'in ne­ den dolayı 'Marksizm kalpazanı' olduğunu, kanıtlamaya uğraşı­ yor. Sosyalizmin 'ne olduğunu', 'neyin mücadelesini yaptığını', Nâzım Hikmet'ten öğrenmiş bir gencin uğrayacağı 'sukut-u ha­ yâli' düşünebilir misiniz? Benzer suçlamaları sonraları çok gördük, galiba kanıksadık da! Gerçi sosyalist sol, yalnız ülkemizde değil, bütün yeryüzünde en çok tartışma yaşayan siyasi hareketlerden biridir; aynı yıllarda Sovyetler'de de 'İşçi muhalefeti', 'Galiyef muhalefeti' ve T r o ç k i s t muhalefet' gibi çeşitli 'oppozitsiya'lar çalkalanıyordu ama, Türkiye'nin sorunu farklıdır ve acıdır: ülkemizde tartışma, hiç değilse işçi sınıfıyla özdeşleşmiş 'yekpare' bir hareket içinde (leçmiyordu; tam tersine, çekişmenin temel nedeni belki de 'hare­ ketin' halka 'yabancı' kalması, onunla bir türlü özdeşleşemeyen bir 'aydınlar kulübü'nü andırmasıydi: başarısızlık, az çok halka 89


ulaşabilmiş olanların, diğerlerince insafsızca suçlanmasına yol aça­ biliyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın, Nâzım'ı ve Kerim Sadi'yi 'kal­ pazanlıkla' suçladığı 30'lu yılların ortalarına doğru; yanlış bilmi­ yorsam sosyal hareketimiz beş ya da altı fraksiyona bölünmüştü;, ve bunlar, Avrupa'da ve Türkiye'de gittikçe 'yükselen' faşizme rağmen, yapacak başka şey kalmamış gibi, bir güzel, birbirlerini karalıyorlardı. Komintern'in TKP'ni yok saydığı tarih, bu tarihtir.

Surdan b u r d a n 'alıntı'... Tuhaf ama gerçek: sosyalizmin 'beynelmilel' karakteri, Os­ manlı sosyalizminde, komprador/kozmopolit bir nitelik olarak görünüyor: 1900'lerin Selanik şehrinde, B e n a r o y a ve arkadaş­ ları -ki Musevidir- Sosyalist Amele İttihadı ile işe başlamış, II. E n t e r n a s y o n a l c e ilişki kurmuşlardı ama, acaba Osmanlı amelesiyle bir ilişkileri olmuş muydu? Meşrutiyet sonrası sosyalizmi ya Almanya üzerinden Spartakistler'in rüzgârıyla gelmiş; ya da muhtelif B a l k a n ve Kus Tcomitacılığı'nın etkisinde kalmış! Kendi hesabıma, 'İştirakçi' Hilmi Bey'in İdrâk gazetesiyle, Anado­ lu'daki Halk İştirakuyûn Fırkası'nm dışında, 'milli ve mahalli' bir nitelik ve özellik taşımaya heves eden bir 'hareket' göreme­ dim. • Ne kadar 'beynelmilelci' olsalar da, dış 'hareketler' kendi ül­ kelerine göre sosyalizm 'modelleri' geliştirebilmiş, işçi sınıfıyla ve halkla ilişkilerini bu bazda pekiştirmişlerdir: Sovyet sosyalizmine, neden Marksist/Leninist denilmiş sanıyorsunuz? Lenin'in az mı katkısı olmuş? Peki Narodnik Hareketi'nin -bu arada Narodnaya Volya'nın- dahası Çenişevskiy, H e r z e n ve Plekhanof'un Lenin'e katkısı küçümsenebilir mi? O yüzden değil midir ki, Frankfurt Filozoflarından H e r b e r t M a r c u s e , ünlü kitabının adını 'Sovyet Marksizmi' koymuştur. Türkiye'de s o s y a l i s t sol aydınların başarısızlığı, bes belli b u r a d a yatıyor: TİP'in bazı ç a b a l a r ı bir y a n a bırakı 90


lırsa, halkın benimseyebileceği bir s o s y a l i s t kalkınma mo­ deli ö n e r e m i y o r l a r : bütün önerileri, t a n z i m a t 'alafrangalı­ ğı' ç e r ç e v e s i n d e , s u r d a n b u r d a n 'alıntı'! Soyutlayıcı 'boşluk'... Bunda Komintern'in, başından itibaren Kemalizm'i destek lemesi, olumsuz bir rol oynamış olabilir; muhtemelen bu sebep ten, Kemalistlerin antiemperyalist, laik ve demokratik -kurtuluş, kuruluş ve kalkınma 'modeli'- sosyalist sol tarafından da benimse nip desteklenmiştir; buna, pek yanlış yapılmıştır da denemez. Gel gör ki Türkiye'de rejim, 3 0 ' l u yılların o r t a l a r ı n d a n itibaren, faşizan bir ' t o t a l i t e r l e ş m e y e ' yönelip, t e m e l ve a n a istikametinden s a p ı n c a ; 'sosyalist sol'un, kendi ba­ ğımsızlık ve kalkınma modelini, Türk halkına s u n m a s ı ge­ r e k m e z miydi? Ondan geçtik, aslında Gazi'nin b a ş ı n d a n sımsıkı t u t t u ğ u a n t i e m p e r y a l i s t t a v r a bile t a m anlamıyla s a h i p çıkılamı­ yor; öyle ki gün g e ç t i k ç e 'sosyalist sol'un 'ilericiliği', akıl a l m a z bir şekilde 'tek parti'nin 'ilericiliğiyle' çakışıyor. Hep bilirsiniz, bu bir altyapı 'ilericiliği' değildir, 'alafran­ ga' bir kültür, yani üstyapı 'ilericiliğidir'; n e t i c e d e 'sosya­ list sol'u da, 'sosyalist aydınları'da, işçi sınıfından ve halktan s o y u t l a r , 'seçkindi' bir b o ş l u ğ a m a h k û m e d e r . O 'boş/u/c' ülkemizde 'hareket'in amipler gibi bölünerek ço­ ğalmasına fakat güçsüzleşmesine, bu yüzden de karşılıklı suçlama ve atışmalara düşmesine neden olmuştur. Buna bir de, hiç eksik olmayan ağır ve şiddetli siyasi baskıyı eklerseniz, sosyalist Türk aydınının 'soğuk s a v a ş ' a hangi ortamda girdiğini kestirebilirsi­ niz.

91


'SOĞUK SAVAŞ'IN 'SOSYALİST' AYDINI

13 Kasım 1996 André Malraux'nun ' K a n t o n ' d a İsyan'daki (Les Conguérants) Borodin'i, bir roman kahramanı değil, sahici bir bolşeviktir: K a n t o n ayaklanmasında K o m i n t e r n Murahhası olarak bu­ lunuyor. Yıllar önce Yön'de yazmıştım: Tesadüf eseri aynı B o r o dln, Müdafaa-i Hukuk Ankara'sında -sanırım aynı sıfatla- ya­ şamış; bunu Tibor Mende'nin ' D c s M a n d a r i n s à M a o ' adlı eserinden (Le Seuil, Paris, 1 9 6 2 ) hayretle öğrenmiştim: " . . . K u o m i n t a n g ' m y e n i d e n t e ş k i l a t l a n m a s ı n a yardım e t m e k ü z e r e yanındaki a s k e r v e sivil u z m a n l a r l a , d a h a ö n c e Türkiye'de Mustafa K e m a l ' i n y a n ı n d a b u n a benzer g ö r e v l e r d e bulunmuş o l a n Mihayıl B o r o d i n K a n t o n ' a gel­ di." (s. 6 6 / 6 7 ) (Yön, 4 Haziran 1 9 6 7 ) İlginç olan ne? Çin'in o yıllardaki kalkışması da, Anado­ lu'daki kalkışma da, birer 'silahlı ey/em'dir; öyledir, ama çok çar pici nitelikleri var: a) Halk tarafından 'kendiliğinden' (spontané) olarak başlatılmışlardır; b) Bireysel değil, toplumsal direnişlerdir. Kıssadan hisse: III. E n t e r n a s y o n a l , sosyalist eylemde 'şid deti' ancak bu iki niteliği taşırsa 'benimsiyordu'; örgütlü 'bireysel şiddet' (yani terrorisme) K o m i n t e r n ' i n kitabında yoktu. Bunu sinek pislemedik bir yere yazar mısınız?

' S o s y a l i s t sol' sivildi İzahı şu olabilir mi? R u s y a ' d a Marksist sosyalizm, sonlarım doğru tamamıyla bireysel terörizme yozlaşmış 'Narodniklo < ' -• 92


karşı, onlarla tartışılarak geliştirilebilmiştir: Narodnikler (halkçı­ lar), halka 'giderek1, daha çok da mujiği (köylüyü) aydınlatarak çarlık istibdadını yıkabileceklerini sanıyorlardı; ne mujik onları des­ tekledi, ne de halk; 'muallakta' kaldılar, o zaman da yanlış hesap­ ların en yanlışına düşüp, 'bireysel terörizme' başvurdular (Narodn a y a Volya). Marksist sosyalizm (bolşevikler) onlardan sadece örgütlenme modelini ve aşırı disiplini almıştır; kolektif ve kendili­ ğinden olmayan 'silahlı eylemi' benimsemez: Ekim İhtilali'ni yö­ netmek üzere P e t c r s b u r g ' a trenle gizlice gelen Vladimir İliç, ineceği sırada ona verilmek istenen tabancayı elinin tersiyle itmiş­ ti. Hal böyle olunca, çoğu KUTV'dan gelmiş, 'soğuk s a v a ş ' öncesi 'sosyalist sol' militanlarının, silaha da, silahlı eyleme de uzak durmalarını anlamak hayli kolaylaşır. Gerçekten de 'soğuk s a v a ş ' öncesinde ne kadar 'komünist tevkifatı' yapılmışsa, nere­ deyse hepsi 1 4 1 - 1 4 2 ' d e n , yani 'bir sınıfın diğer sınıflar üzerin­ deki hâkimiyetini tesis maksadıyla teşkilatlanmak ve propa­ ganda yapmaktan' gerçekleştirilmiştir; deyim uygun düşerse 'so­ ğuk s a v a ş ' öncesi 'sosyalist sol' ülkemizde 'sivil'dir; işçileri, köylüleri, aydınları, 'sivil t o p l u m ' örgütlenmesi ve propaganda yoluyla 'sosyalizm'e çağırıyor. Bu geleneği 'soğuk s a v a ş ' bozdu.

'Keskin sirke'nin z a r a r ı Sonradan iki yeni -maalesef provokasyona çok elverişli- 'sosllst aydın'türü ortaya çıktı: Bazıları 27 Mayıs'a da 'ilham kaynjjı'olan 'askeri müdahale' yoluyla 'devrimi' gerçekleştirme yan­ lıydı: ' Ü ç ü n c ü Dünya'cı diyebileceğmiz bu tür 'ilericilik', örneı ı Albay Nâsır'dan, B u m e d y e n ' d e n , S e k u Ture'den, N'Krumah'dan alıyordu (Yön Hareketi). M e n d e r e s demokrasisi, Ihllılıir formülünde, ağırlığı bürokrasiden burjuvaziye kaydırınca, o l/ılcn kısmen de K o r e Savaşı'nın 'seyyiâtı'ndan tedirgin, askeri fokrasi, DP'ye karşı tavrı girmiş 'ilerici' aydınlarla 'flörte' başlajtl. Bu türden 'ilericiliğin', E n v e r P a ş a usulü (Babıâli B a s k ı 93


ni) Bonapartiste darbeciliğin yolunu açtığı; ayrıca, bilinmez kaç türlü provokasyonu içerdiği zaman içinde galiba anlaşıldı. Diğer bazıları ise 60'lı yıllardan itibaren kısmen Maozedun/ K r u s ç o f uyuşmazlığından, kısmen Küba'daki C a s t r o / G u c v c r a 'romantizminden' etkilenerek, 'silahlı eylem' açmazına girer; bunda elbet Sovyetlcr'deki Brejnef sosyalizminin Nomenklatu­ ra yanlışlığında donup kalması, B a t ı Avrupa'da başgösteren Mao'cu öğrenci ayaklanmaları etkili oluyordu. Hazin olan bu dev­ rimciliklerin, halka derinlemesine intikal etmekte olan Türkiye İş­ çi Partisi'nin önce duraklamasına, sonra da sarsılmasına sebep olmasıydı; ayrıca bunlar da, en az 'tepeden inmecilik' kadar pro­ vokasyona açık ve elverişli görünüyordu. Sosyalist sol neredeyse tümüyle 'marginal'liğe itilmiştir; TİP'in solda bıraktığı boşluğa; Merkez sol, tavizciliği yüzünden iti­ bar kaybettiği için bir türlü yerleşemiyor; meydanı boş bulan Re­ fah Partisi, (zaten bu amaçla 'tribüne' ezilmişlerden yana bir de­ magojiyi yürütmüyor mu?) gelip o boşluğa bir güzel kuruluyor: iyi mi? 'Keskin sirke küpüne zarar' sözü, boşuna mı söylenmiştir?

94


'NEREDE YANLIŞ YAPTIK?'

15 Kasım 1996 Cehennem sıcağı yaz günü, güneşin basıncından camlar yu­ muşamış; nedense 'imbat' çıkmadı, ' D e m o k r a t İzmir'in İstihba­ rat Salonunda kan ter içindeyiz: 60'lı yılların ikinci yarısı, öğrenci eylemleri almış yürümüş, gençler siyasete ısınıyor. CHP'nin önemli ismi T u r h a n Feyzioğlu, 'gelişmelerin onu neden kaygılandırdığını', az önce gazeteye yaptığı ziyarette, şöy­ le özetlenmişti: "-Fikir Kulüpleri F e d e r a s y o n u ( F K F ) bizim açımızdan menfi rol oynuyor, gençliği TİP'e kaybediyoruz." O dittikten sonra, ensemden kuyruk sokumuma akan teri hissede­ rek, düşünüyorum; bu sözlerin 'çıplak' anlamı nedir? 27 Mayıs'a 'kaddüm eden günlerde, CHP'yi 'sırtlamış olan' öğrenci gençliJln, artık sosyalizme akması mı? 12 Mart'tan, 12 Eylül'den sonra, dudaklardan eksik olma­ nı o 'Nerede yanlış y a p t ı k ? ' sorusuna cevap aranırken, acaba nokta üzerinde durulmamalı mıdır? F K F , Dev/Genç'e donu­ nken, Marighella'nın 'şehir gerillası'na heves edeceğine; TürI»İV« İşçi Partisi'nin gerçekçi platformunda kalsaydı, 'sosyalist İn/' güçlü ve yasal bir siyasi örgütlenmeyi sürdürmüş olmaz mıydı? I Iadi gençler tecrübesizdi, kapsamlı düşünemiyorlardi; onlara Rllnv-'uzluğa kalkışan, T İ P dışında kalmış 'eski tüfeklerin içine lnğü gafleti neyle açıklayalım? 'Gaflet' yerine yoksa 'ihtiras' mı demeliydim?

'Sahte ideolojiler'in

amacı...

I elevizyondaki Salı Söyleşilerimde ( T R T 2 ) , adını sık sık an95


dığım, işgaldeki komünist direnişine katılmış o emektar sendikacı, C a m a r a d e Paul; 60'lı yılların ilk sırasında tekrar P a r i s ' t e buluş­ tuğum zaman, bana demişti ki: haklı olabilirsin, Sovyetler'de devrim yürümüyor; yalnız sakın unutma: 'Sistem' denetimi altındaki ülkelerde, sosyalist hareketi dağıtmayı kafaya koymuş: Anarşist ve Troçkist 'enternasyonallerin kıpırdamaya başlaması, ne yalnız SSCB'delci donukluktan ileri geliyor, ne de Çin ve Latin Amerika'da/ci 'silahlı eylemler'in cazibesinden; ortalığı karıştı­ ran 'sistem'dir." Daha sonraları, B a t ı Avrupa'da doğrudan komünist partile­ re yönelen delikanlı kız ve erkekleri engellemek için, 'Cinsel Devrim', 'Feminizm ve Kadın Hakları', 'Çevrecilik' ve ben­ zeri 'sahte ideolojileri' de 'sistem'in üretip geliştirdiğini, aynı Ca­ m a r a d e P a u l ortaya atacaktır. İlginç olan, bütün bu saydığım 'ideolojilerin' garip bir tesadüf eseri olarak, ' m a d e in USA' olu­ şu: Hepsi Amerika'dan başlamadı mı? Türkiye'de 'soğuk s a v a ş ' neticede, 'sosyalist sol'un ina nılmaz bir 'öğrenci hareketi' çalkantısına dönüşmesine sebep ol muştur. Hiç unutmam, zamanın gençleriyle tartışırken, kendi ken dilerini 'devrimin itici gücü'diye tanımladıklarına şahit olmuştum, bir Marksistin bunu anlayabilmesi, mümkün müdür? Hele kabul edebilmesi, asla! Sosyalizmin 'itici gücü', hakiki müstahsil olan i ş ç i sınıfıdır; henüz 'tüketici' konumundaki öğrencilerin taşıyamay.ı cakları böyle bir ağırlığın altına girmeleri, onları hem halktan sn yutlayacak, hem de amaçlarının çok uzaklarına kaydıracaktı. Öyle de olmuştur.

El insaf!..' Tehlike orada başlamıyor mu? Paris'teki Nâzım Hikmet'i Kurtarma Komitesi'ni 1 9 5 0 1 i yıllarda, V a r t a n İhmalyan, H a s a n Akkuş, TacHHıı K a r a n ve daha niceleri, tehlikeli bir 'kader birliği' içindeydlM yani Ermeni'si, Kürt'ü, Türk'ü, Yahudi'si, Laz'ı! KUTV neslin 96


tiştirdiği o kuşak, ne 'etnik' ayırım bilir, ne de 'mezhep' ayırımı! Sosyalisttirler, o kadar! B a r k e v Şamikyan'ın -toprağı bol olsun- Daşnaksutyun'dan bir Fransız Ermeni'sine, masaya yumruğunu vura vura dediklerini unatabilir miyim: sen ne diyorsun, ahbarik? Hayır, Türkiye'de başıma gelenler, Ermeni olduğum için gelmedi, komünistim diye gel­ di; aynı bela, şu yanımda gördüğün halis Türk arkadaşımın da başına geliyordu: bizde din farkı, dil farkı yoktur!" Sonra aynı zamanda iyi bir 'bando şefi' olan ' T o r n a c ı ' Ömer'in 40 karanlığının eski İzmir Mahpushanesinde, başını sağır kulağından yana eğerek bize öğrettiği o marş: " . . . fabrika­ l a r d a biz / t a r l a l a r d a biziz / biziz h a y a t ı y a r a t a n / din far­ kı bilmeyiz / dil farkı bilmeyiz / d o ğ d u k sanki bir a n a ­ dan!" Sosyalist bir hareket, ancak iyice 'marginalleşir', halkının adamakıllı uzağına düşerse, 'toplumsal dirsek temasını' kurabil­ mek için savunduğu fikirleri kalabalıkla somutlaştırabilmek için, 'etnik' ya da 'dini' yanlışlara yuvarlanır: ' S o ğ u k savaş'ın Türki­ ye'de 'sosyalist sol' aydınına yaptığı en büyük kötülük, yaptırdı­ ğı o büyük yanlış; ö n c e 'tüketici' fakülte ö ğ r e n c i s i n d e n , 'itici güç' ü r e t m e y e kalkışması ise; s o n r a içine yuvarlandığı yalnızlıktan kurtulabilmek için, 'ırkçılıktan' ve 'mezhepçi­ likten' m e d e t u m m a s ı d ı r . İlerici (progressiste), hele de sosyalist geçinenler, külahları­ nı önlerine koyup etraflıca düşünmeli: 'mezhep' ya da 'ırk' davası düden 'ilerici', hele de 'sosyalist' olur mu? El insaf!

97


'HER KOYUN, KENDİ BACAĞINDAN.

18 Kasım 1996 Ne hainliğim kalmıştı, ne casusluğum! 1 9 6 5 , P a r i s dönüşü. O dönemde sosyalist solun dünyada tar­ tıştığı sorunları 'gündeme' getiriyorum; oysa Türkiye'deki sosyalist 'intelligentsia', dünya sosyalizminin 301u yıllardaki 'gündemini' tartışıyor. Az gelişmiş olması, elbette sadece onun kabahati değil; üstelik 'Sovyet hipoteği' çoğumuzun zihin açıklığını karartıyor. O ortamda, şuna benzer bir 'tespit' kafaları elbette karıştıracaktı: Marks, 2 0 . yüzyılda dünya sosyalist ihtilalinin gerçekleşece­ ğini öngörmüştü; oysa 2 0 . yüzyıl sömürgelerin halk kurtuluş sa­ vaşları yüzyılı oldu; ne de olsa Avrupalı bir bilim adamı olan M a r k s , Avrupa/merkezci düşünmüş, 'mazlum milletlerle Batı­ lı emperyalist 'sistem'in karşıtlığını hafifsemişti. Bu 'tespit' yüzyılın son onyılına girilirken, SSCB'nin ve Do­ ğu Bloku'nun çökmesiyle, büsbütün önem kazanmıştır. Günü­ müzde onca lafı edilen Kuzey/Güney karşıtlığı, aslı aranırsa Sul­ t a n Galiyef'le Mustafa Kemal'in daha 1 9 2 0 l e r d e altını kalın kalın çizdiği, 'mazlum milletler' gerçeğinin başka şekilde ifade edilmesinden ibarettir. Galiyef, handiyse kehanet denilebilecek bir öngörüşle, şöyle demişti: " . . . B a t ı p r o l e t a r y a s ı n d a n hayır yoktur, devrim mutla­ k a mazlum ülkelerden, yani s ö m ü r g e y a d a y a r ı s ö m ü r g e d u r u m u n a indirgenmiş D o ğ u ülkelerinden g e l e c e k t i r . Bu­ nun için de asıl bu ülkelere el uzatılması gereklidir." ('Hangi Atatürk', s. 2 5 6 , 3. Basım, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) Gazi Mustafa Kemal'in söyledikleri, daha farklı sayılma/ ama daha 'şairane' olduğu kesindir: 98


" . . . Ş a r k t a n şimdi d o ğ a c a k olan g ü n e ş e bakınız! Bu­ gün, günün ağardığını nasıl g ö r ü y o r s a m , u z a k t a n bütün Ş a r k milletlerinin de uyanışlarını öyle g ö r ü y o r u m . İstiklal v e hürriyetine k a v u ş a c a k olan ç o k k a r d e ş millet vardır..." (Aynı kitap, s. 2 4 9 ) 2 0 . yüzyıl bu gerçeğin yüzyılı oldu: o kadar böyledir ki bu, Çin, Vietnam, Küba, bir manada S S C B devrimi, etiketi sosya­ list, hatta Marksist olmakla beraber, 'az gelişmişlerin emperyaliz­ me karşı kurtuluş savaşıdır. 1 9 . yüzyıl Avrupa sosyalizmi, belki bu sebepten, S o v y e t Devrimi'ni 'kendinden' saymamıştı. Yoksa III. E n t e r n a s y o n a l neden kurulsundu? Nitekim S o v y e t sosyaliz­ mi de, Çin Devrimi'ni bir süre sonra kendinden saymaz. Dünya, 'Sosyalist Devrimi'ni daha bekleyecektir.

O vahim ' y a b a n c ı l a ş m a ' . . . 'Sovyet hipoteği', Türkiye'de 'sosyalist sol'un hem ulu­ sal bir bağımsızlık ve kalkınma 'modeli' geliştirip önerebilmesine engel oldu, hem de Marksizmin bir yönetim olarak ele alınıp uy­ gulanmasına! Anlatır dururum; 40'lı yıllarda, doğru dürüst kitap olmadığı İçin diyalektik metodun ne olduğunu öğrenemiyorduk; on yıl bo­ yunca, rastladığım her sosyalist aydına ne demek olduğunu sor­ dum, hiçbirisinden doyurucu bir cevap alamadım. Sosyalist sol ay­ dınının 'sosyalistliği', S o v y e t tezlerini benimseyip tekrarlamasın­ dan ibaretti. Aynı şeyi daha sonra Mao'cular, aynı bezdirici ısrarla sürdürdüler. Diyalektik gibi, çevik ve esnek, üstelik akışkan bir yönteme sahip sosyalizm, kaskatı bir dogmatizm haline dönüştüıdlmüştü. Zaten Sovyet 'depreminden' sonra, en hızlı yandaşları­ nın, en müthiş 'dönekler' olması bundan ileri gelmiyor mu? İnanç nydınıydılar, bilinç aydını değil! Aksayan 'metod' muydu? Hayır! Yanlış zaman ve yerdeki, yanlış bir uygulamaydı; metod, eleştirisini çoktan yapmaya giriş­ mişti, ama gel de anlat! 'Sosyalist sol' o halde, önce alıştığı 'itaıil sosyalizminden' vazgeçmeyi bilmeli; çareyi bu defa 'itaat libe99


ralizmine' intisap etmekte aramayıp, çağdaş diyalektiği öğrene­ rek, Türkiye koşullarına adam gibi uygulamayı bilmelidir. Halkla, tabii işçi sınıfıyla arasındaki o vahim 'yabancılaşmadan' kurtulma­ nın ilk adımı budur: diyalektik yöntemle, Türkiye için ulusal bir sosyalist kalkınma-gelişme modeli oluşturmak! Çünkü tarih, bu bahiste de 'her koyunun kendi bacağından asılacağını' göstermiştir.

' S i s t e m ' kuklası 'liberallik'... İyi de bu 'model' nasıl oluşturulacak? Laiklik diye sergiledikleri, 'sistem' kuklası liberallik yok mu, onun antiemperyalist eleştirisini içeren, 'seyyal' bir sosyal ve eko­ nomik diyalektiğin tartışmaya açılmasıyla! Zola ne demiştir: "Umumi bir binaya h e r a m e l e a n c a k kendi taşını getirebilir." Yarım yüzyıllık serüvenin sonunda, benim görebildiğim odur ki, ulusal Türk sosyalizminin 'tabanı', Müdafaa-i Hukuk 'Kemalizm'i olmak lazımdır: yani siyasette, iktisatta ve kültürde 'tam bağımsızlık!' Bu gereklidir, ama yetmez; hem geriye doğru (rétrospectif) bir 'totaliterlik' özeleştirisi, hem de ileriye doğru bir demokratik 'sivil toplum' tasarımı (projecti­ on) gerçekleştirilmelidir. Bu iki çaba diyalektik olarak yürütüleceğinden, bir bakıma 'merkez sol' ile 'sosyalist sol'un karşıtlığını ve birlikteliğini netleştirecek; kimin, nerede, nereye kadar, neyi savunduğu; neden 'merkez sol'un, antiemperyalist Kemalistliğe 'dönmesi', neden 'sosyalist sol'un ulusallaşması, yani halklaşması (işçileşmesi) ve Türklerin dikey ve yatay kültürlerine ve tarihlerine sahip çıkması gerektiği anlaşılacaktır. Niçin, 'sistem'e karşı antiemperyalist bir bileşkeyi savunmak zorunda oldukları da!

100


'SOĞUK SAVAŞ' BİTTİ Mİ?

20 Kasım 1996 J u l i a Kristeva'nın - 6 8 olaylarını 'içerden' anlatan- romanı­ nı okuyorum ( ' L c s S a m u r a i s ' ) . Akşamüstü, sular karardı; B o ğaz'ın üzerinde alaca bir duman: uzak uzak, sis düdükleri; kederli bir sükûnet, kalın bir kaybolmuştuk duygusu! O sırada, telefon: içinizden biri, 'soğuk savaş'ın Türk ay : dınlarına yaptığı 'tahn'bat'tan etkilenmiş, diyor ki: sonuçta suya kapılan çöpler gibi sürüklenmişiz; herkes, hareket nokta­ sının çok uzaklarına düşmüş; herkes, birbirine düşman! D o ğ u Bloku'nun çöküşü, hiç olmazsa, 'soğuk s a v a ş ' ı n sona ermesi­ ne yaradı; yoksa kimbilir, daha ne yozlaşmalar, ne kaymalar yaşayacaktık?" Ona ne dedim? Önce, en dehşet verici olanını; yani, soruya karşı bir soru, hem de vahim bir soru: acaba 'soğuk s a v a ş ' gerçekten bitti mi?" Arkasından, bir de şaka: "... yok canım, 'so­ ğuk savaş'ın bazı edebi katkıları da olmadı değil: onu yaşamasaydık, J o h n Le C a r r é gibi, lan Fleming gibi, iki önemli 'ca­ sus' romancısına sahip olabilir miydik? J a m e s B o n d da, ' S o ­ ğuktan Gelen C a s u s ' da, dönemi iki farklı yönden yansıtan, iki klasik: ilki handiyse bilim/kurguyla flört halindedir, ikincisi 'aleladenin 'fantastiği'nı yakalamış..." Şaka bir yana: ' S o ğ u k savaş'ın muzaffer kutbu kim, ABD öyle mi? 'Casus' romancıları, acaba neden İngiltere'den çıktı?

101


A m a ç aynı, v a s ı t a l a r farklı... 'Soğuk savaş'la 'sıcak savaş'ın 'amaç/an' aşağı yukarı ay­ nıdır da, kullandıkları 'vasıtalar' farklıdır. Amaç aynıdır ne demek? Galiba şu: S S C B ile A B D sahici bir savaşa tutuşmuş olsalardı, neyi amaçlamış olacaklardı? ABD'nin amacı belli: S o v y e t İ m p a r a t o r l u ğ u n u yıkmak, S o v y e t 'nüfuz sahasına' el koymak; komünizmi tasfiye edip, oralarda hem de­ netleyebileceği 'liberal' yönetimler tesis etmek, hem de yeryüzü­ nün geniş bir kesimini kapsayan 'Doğu Bloku' pazarını ele geçir­ mek! İtiraf etmeliyiz ki W a s h i n g t o n ('sistem') bu amacına, 'deh­ şet dengesi' (atom savaşı) yüzünden göze alamadığı 'sıcak' bir sa­ vaşa bulaşmadan ulaşabilmiştir. Vasıta/an' farklıdır, ne anlama geliyor? Gayet basit: ' S o ğ u k savaş'ın silahları ne tanktır, ne top, ne füze, ne uçak; onun silah­ ları casusluk ve propaganda; karşı tarafı içerden çökertebilmek için halkını ve kamuoyunu bölmek; ekonomik düzeyde ambargo ve benzeri tedbirlerle sıkıntıya sokmak; gerek yönetimin üst kade­ mesinde, gerekse aydınlar arasında kendisine 'yandaş' edinmek! Gerçekten de A B D - S S C B 'soğuk s a v a ş ' sürecinde bunların ta­ mamı kullanılmıştır. Stalin'in kızı dahil, 'Hürriyeti S e ç t i m ' kahramanı Viktor Kravçenko'dan Rudolf Nuriyef'e ya da Aleksandr Soljenitsin'e kadar nice muteber Sovyet aydını, karşı tarafa geçmiş; 'in­ san haklarını' savunmak pahasına, ülkesini ve yönetimini karalamıştı. Gorbaçof'u deviren ve S S C B ' n i dağıtan 'komplo'ûa, Rus­ ya, U k r a y n a ve B e y a z R u s y a cumhurbaşkanlarının 'rolü' pek açıktır; bunun teyidini almak için, ABD'nin bu 'zevata' hâlâ ver­ meyi sürdürdüğü desteğe bakmak yetmez mi? S o v y e t halklarının eskisinden daha kötü yaşadığı, ülkenin parçalandığı; yalnız 'pazarı' değil, 'sistem'in basbayağı Rusya'nın 'ruhunu' teslim almaya çalıştığı açıkça görülüyor. Peki bu, 'soğuk savaş'ın sonu mudur?

102


Adını k o y m u y o r l a r , a m a . . . Sanmıyorum! O çok yalnız, hep öfkeli 'Troçkist' dostum 'Mark Apter'in, iki parmağının arasından düşmez ezeli sigarası ve evlere şenlik Slav aksanıyla neler dediğini, hele bir hatırlayalım: "...liberal emperyalizm, yani 'sistem' düşmansız yaşayamaz. Savaş boyunca 'düşman' Alman faşistleri ve Japon militaristleri idi; şimdi Stalin'ci Ruslar, yarın kimbilir kimler olacak?" (Cumhuriyet, 30 Eylül 1 9 9 6 ) Kimse adını açıkça koymuyor ama, W a s h i n g t o n -dolayı­ sıyla, 'sistem'- hanidir yeni, en az önceki kadar kapsamlı bir 'so­ ğuk s a v a ş ' başlattı ve yürütüyor, kime karşı mı? D o ğ u Bloku'nun dağıtılmasından sonra, herkese dayatılmak istenen 'Yeni Dünya Düzeni'ne boyun eğmeyen, yani 'küreselleşme'ye, yani 'özelleştirmeye' direnen, Ü ç ü n c ü Dünya'nın 'milliyetçi' ülke­ lerine karşi! A m a ç nedir d e r s e n i z , birdir ve aynıdır: o ülkelerin t e m s i l ettiği geniş 'pazarı' çokuluslu t e k e l l e r e a ç m a k ; bu­ nun için de 'milliyetçi' yönetimleri yıkmak, bu m a k s a t l a halkı v e aydınları e k o n o m i k d a r b o ğ a z l a r a s o k u p s o n u n d a rahatlıkla denetleyebileceği liberal' y ö n e t i m l e r t e s i s e t m e k ve ilh. V a s ı t a l a r ı nedir derseniz, birdir ve aynıdır: 'hedefi', içerden ç ö k e r t e b i l m e k için 'casusluk ve 'propaganda', açık pazarın sayılmaz faydalarıyla 'beyin yıkamak', 'insan hakları' davasını kullanıp aydınları bölmek, a y n e n R u s y a ' d a yaptı­ ğı gibi, bir kısmını kendi y a n ı n a ç e k m e k vs. Sizce Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı da, böyle 'soğuk bir s a v a ş ' yürütülüyor mu, yürütülmüyor mu? İşte onu tartışacağız.

103


TÜRKİYE'YE KARŞI 'SOĞUK SAVAŞ'

22 Kasım 1996 O tarihte, St-Michcl Bulvarı'ndaki Dupont Kahvesi, he­ nüz bir ayakkabıcı mağazasına dönüşmemişti; Q u a r t i e r La­ tin'deki en marginal öğrenciler, oraya düşüyor; zaman zaman, ben de uğruyorum. Soğuk bir akşamüstü, camlar bütün yağmur; yaşlı bir adam gösterdiler, dediler ki: "...bu zat K â m u r a n Bedirhan'dır, hani yüzellilikler'den.' H a r p u t Valisi Ali Galip' le Sivas Kongresi'ni basmaya kalkışan, Kürt aşiret beyi!" Aynı zamanda, isviçre'de Feridun Z a z a diye bir Kürt aydını, başka bir Kürtçülük cereyanı­ nı ayakta tutmaya çabalıyordu. İkisi de ümitsizdiler. K â m u r a n B e d i r h a n , Osmanlı çelebisi bir ihtiyar; çipil gözlerini kırpa kırpa, İngilizlerden şikâyet etmişti: işlerine gelince sırtını sıvazlıyorlarmış, işleri bitti mi, ne arayan kalıyormuş, ne soran! İstanbul has­ reti içindeydi, sanırım öyle de öldü. İddia oydu ki, o Kürt grupçukları 'İngiliz Servislerinin' hima yesindeydiler; buna.mukabil, Daşnaksutyun, Hınçaksutyun gi bi 'klasik' Ermeni örgütlerini, Fransız İstihbaratı.himaye ediyordu. Paris'te, o yıllarda, Ermeni 'muhalefeti' de, Kürtlerden daha iyi bir durumda görünmüyordu. Yanılmıyorsam, 'Hayıstan' adında biı gazete çıkarıyorlardı. Komünist Ermeniler onlardan çok daha faal ve örgütlüydüler. Neresinden bakılırsa bakılsın, 50'li yılların başın daki savaş ertesi Paris'inde, Türkiye aleyhindeki Osmanlı azın lıklarının geleceği hiç de parlak sayılamazdı. Peki, nasıl oldu da, sonra?.. 104


Anlamlı bir 'işaret'... İşaret adamakıllı anlamlıdır, 'soğuk savaş'ın en hızlı döne­ minde, Amerika'dan verilmiştir; hem tam da beklenebileceği gi­ bi, Yunanlılar tarafından! O tarihte, sıcağı sıcağına, olayı ele alıp irdelemiştim: "...fikrimce ortada bir plan var, her şey onu uygulamak doğrultusunda geliştiriliyor. İsterseniz, Tagaris'in 'Onus P r o banti/Kanıtın Ağırlığı' isimli raporunu hatırlayalım. ('Onus Probanti', İng. çeviren G e o r g u i o s Vurnas, Armageddon Yayın­ evi, 1 9 7 8 , Chicago) G e n e r a l Aşil T a g a r i s , Y u n a n S t r a t e j i k A r a ş t ı r m a l a r Enstitüsü'nün başkanı imiş, raporu da, doğru­ dan doğruya Türkiye'nin ne yolda parçalanabileceği üzerine bir ön çalışma. Adam en çok neyin üzerinde duruyor biliyor musunuz, Türkiye'nin nüfus yapısının! Bir kere Türklerin ver­ diği nüfus sayımları yanlışmış, şişiriyormuşuz biz bu rakamla­ rı, Anadolu'da öyle kırk, kırk beş milyon Türk filan yaşamıyormuş; bu iddia, asıl onu izleyecek öteki iddiaya dayanak sağ­ ladığı için önemli, çünkü T a g a r i s baklayı ağzından çıkarıyor, çünkü Küçük Asya'da son derece karışık bir uluslar ve halklar karmaşası olduğunu söylüyor, en azından on milyon kadar azınlık varmış ki, aralarında Kürtleri, Ermenileri, Arapları, Çerkesleri, Bulgarları saymak lazımmış..." "...General Tagaris'in arkasından ortaya atacağı şey, el­ bette daha da çarpıcı: değil mi ki Küçük Asya'da yaşayan bu halklar, Türkler gelip orayı ele geçirmeden önce oralarda yaşı­ yorlardı, elbette bağımsız ülkeler oluşturmaları hakseverliğin bir gereğidir. Böylelikle adamcağız, açık açık, vaktiyle Osman­ lı'nın parçalanması demek olan 'Doğu Sorunu'nun (Şark Me­ selesi) yeniden canlandırılması gerektiğini öne sürüyor, sürer­ ken de en çok Ermenileri ve Kürtleri göz önünde tutuyor..." (Dünya, 11 Eylül 1 9 7 8 ) Türkiye'ye karşı 'soğuk s a v a ş ' başlatılmıştı bile! Önce, Os­ manlı'nın son dönemindeki başarıları göz önünde tutularak, Er­ meniler sahneye sürülmüştü: 60'lı yılların ortasından itibaren, 105


Türk diplomatlarına suikastlar başladı, epeyce de sürdü; her ne kadar bu, mahut soykırım iddialarının propaganda amacıyla gün­ deme getirilmesine yaradıysa da, ASALA tamamiyle havada kalı­ yordu: Anadolu içinden de, İstanbul'dan da, Türkiye Ermenile­ ri 'provokasyona' katılmamak sağduyusunu gösterdiler. İşte o vakit, daha önce kullanılmış olan öteki 'kartın' ele alın­ ması uygun görüldü: Kürt kartı! Bu kart Musul olayında Ş e y h S a i t İsyanı ile, H a t a y olayında Dersim İsyanı ile kullanılmış­ tı, başarılı olamamıştı belki ama, Ermenilere oranla Türkiye'de Kürtlerin daha kalabalık olduğu bir gerçekti; öyleyse Kıbrıs Harekâtı'ndaki Türk 'huruç hareketi'nden sonra, niye kullanılma­ sın? Hâlâ kullanıyorlar.

'Atladıkları' n o k t a . . . Dikkat isterim: 60'lı 70'li yıllar, Doğu-Batı 'soğuk savaşı'nın en gergin yılları; yani, 'sistem'in, D o ğ u Bloku'na karşı Türkiye'ye şiddetle ihtiyacrvar; hal böyleyken, bu hareketi, bindi­ ği dalı kesmesi anlamına gelmez mi? Sorunurt cevabı, 60'lr yıllarda Türkiye dış politikasının 'sis­ tem'in dayattığı rotadan hafif inhiraf etmesinde yatıyor: Ankara, hem S S C B ' y e ve D o ğ u Bloku ülkelerine, hem O r t a d o ğ u ülke lerine 'el uzatmış', 'soğuk s a v a ş ' m onu içine yuvarladığı 'yalnız lıktan' kurtulma çabasına girmişti. M e n d e r e s , 'ABD'ne k a r ş ı p e k â l â M o s k o v a ' y a gidip Kruşçov'la görüşebileceğini' Havza'da söyledikten sonra dev rilmiştir (27 Mayıs). Demirel/Çağlayangil ikilisi, güneye açılma yı gerçekleştirmeye kalkıştıktan pek az sonra devre dışı bırakılır!, n (1.2 Mart). Bunlara 'sistem'in onca tavsiye ve telkinine rağmen Türkiye'nin 'kamu ö n c ü l ü ğ ü n d e hızlı s a n a y i l e ş m e politika sı'nda diretmesi; ufak ufak, petrol coğrafyasında yeniden bir 'gii^ odağı' olarak belirmesi de eklenmelidir. Hele Kıbrıs müdahale.I, resmen 'tüy diker'. 106


'Sistem'in 'orta vade tahmin uzmanları'nm strateji hesapla­ rında 'atladıkları' önemli bir nokta kalıyordu ki, sanırım daha son­ ra Türkiye'ye karşı 'soğuk savaş'ın yoğunlaştırılmasında asıl ne­ den o oldu: S S C B ' n i n çöküşü, O r t a d o ğ u ' d a Türkiye'yi birden Avrasya'nın en etkili 'güç o d a ğ ı n a ' dönüştürmüştü. Bırakırlar mı hiç?

107


RUSYA VE YUGOSLAVYA NİÇİN 'BÖLÜNDÜ'?.

25 Kasım 1996 Akşam alacası, Kanlıca. U k r a y n a bandıralı tanker, sicim gi­ bi yağmurun pırıltılı perdesi arkasında, usulca kayboluyor. Yolcu­ luk nereye? O d c s a ' y a mı, Sıvastopol'a mı? Çengelköy'deki yalının çiçek zengini bahçesinde,'bir zaman­ lar Sadri'yle (Alışık) söyleşirken, Boğaz'dan her iki yöne zarif Sovyet şileplerinin geçtiğini görürdük; dürbünle seyreder, adlarını çıkarmaya uğraşırdım: 'Akademisyen P a v l o f mu, ' M a r e ş a l Tim o ç e n k o ' mu, vs. Artık o şilepler yok, onların yerine, dağılmış S S C B teşbihinden olma 'yeni' ülkelerin, hayli bakımsız tekneleıi geçiyor: U k r a y n a , B e y a z Rusya, Gürcistan vb. Şöyle garip bir sorunun, engerek gibi kıvrılarak, yüreğimden aklıma yükselmesini önleyemiyorum: " - M o s k o v a , 'Yeni Düny.ı Düzeni'ne uymak güvencesini verdikten sonra, S S C B ' n i 'dağıi m a k bir zaruret miydi? 'Sistem', 'küreselleştirilmiş ve özelleştinl miş' daha geniş bir B a ğ ı m s ı z Devletler Topluluğu'nu daha iyi denetleyip, daha geniş bir pazardan yararlanmış olmayacak mıydı? S S C B ' n i , daha geniş düşünülürse D o ğ u Bloku'nu paı ça parça 'bölmek', ufacık devletlere ayırmak niye?" Şeytanın işi yok, çok geçmeden, içimsıra başka bir soru kıvıı lıyor: "-...ya Y u g o s l a v y a ? Onun günahı neydi ki? Yıllarda S o v y e t ekseninden çıkmıştı, Dünya B a n k a s ı ve IMF ile y a k ı n ilişkiler içindeydi; Yeni Dünya Düzeni'ne aykırı davramu <wı 'bağlantısız' geçmişinden mi çıkarıldı da, kanlı bir parçalananı sürecine itildi? 'İnsan Hakları' denildi mi aslan kesilen 'Batl'j B o s n a H e r s e k kıyım kıyım kıyılırken, acaba niçin sadc'c- ufj ve vah etmekle yetiniyordu?" 108


Görmemek için ya kör olmak lazım, ya da 'sistem'in uşağı1 'Yeni D ü n y a Düzeni'nin sahipleri, yalnızca sosyalizm»d ü ş m a n değildir; büyük ve milliyetçi bir ülke -kapitalist v e liberal o l s a d a - işlerine gelmiyor. J a p o n y a ' n ı n başları­ na nasıl b e l a olduğunu u n u t a m ı y o r l a r . O yüzden, libera­ lizmin en yoz biçimlerini s e ç m i ş de o l s a l a r , büyük ya da büyüme potansiyeli yüksek ülkeleri 'bölmeyi' ç ı k a r l a r ı n a uygun buluyorlar: 2 0 . yüzyılın son on yılında R u s y a ile Yu­ goslavya'nın uğradığı felaketler, bunun açık kanıtlarıdır. Peki, ya T ü r k i y e ?

H e p aynı 'saplantı' Şunu biliyoruz: A B D T i c a r e t Bakanlığı'nın, iki yıllık kap­ lamlı bir araştırmadan sonra saptadığı, yedi büyük stratejik pazar­ dan birisi Türkiye'dir. Türkiye'yi İslam coğrafyasında -ki aynı Knmanda 'petrol coğrafyası'du- 'ılımlı İslam' bir liberal ülke olarnk, 'Truva atı' gibi kullanmak niyetinde olduğu da, belli. Ne var İti ABD, Türkiye'den çok sonra 'girdiği' diğer birçok ülkede hefnvn her istediğini elde ettiği halde, bunca yıldır Türkiye'de ne tam lı İtaat tesis edebildi, ne de tam bir 'küreselleşme ve özelleşIrme! Türkiye'yi anlamak da zor! Onca 'beyin yıkama'ya, onca |i işlem 'e, onca tehdit ve şantaja, nice sopa/havuç uygulamasılağmen, Türkler'in 'mayası' bozulmuyor. Saplantıları ayni: ftdaş uygarlık düzeyini y a k a l a m a k ! ' Üstelik Y u g o s l a v y a Rusya'nın dağıtılması, bunlara yaradı; serbest kalan eski 'Osıı/ı' B a l k a n ülkeleri ( B o s n a H e r s e k , M a k e d o n y a , Arnalıık, K o s o v a , vs) yüzlerini hemen Ankara'ya döndüler. KafInr'da ve O r t a a s y a ' d a da benzer bir gelişme yaşanıyor. İster lııl/, yarım yüzyıllık A B D uğraşına rağmen, Türkiye sistemli Avrasya politikasıyla, hesapta olmadık bir 'güç odağı' ol-

I

l|lıı ilginç yanı, böyle bir politikanın organları da hazır: Ka­ iliz E k o n o m i k işbirliği Teşkilatı ne güne duruyor? Tür109


kiye-İran-Pakîstan Ekonomik İşbirliği örgütü, Türk cumhuri­ yetlerinin katılmasıyla, Asya içlerine kadar uzanmadı mı? Bu iki örgüt çerçevesinde anlaşıp uyuşabilen Türkiye, Rusya, İran ve diğerleri, hem AB'ne hem de A B D ' n e ve 'Uzakdoğu kaplanla­ rı'na tehlikeli bir rakip olamaz mı? Ülkede ve toplumda, böyle si­ yasi ve ekonomik bir projeksiyonun, yandaşları da var, savunucu­ ları da! Türkiye, Latin Amerika'da 'yükselen stratejik pazarla­ ra' hiç benzemiyor. Acaba neden? Hiç unutmam: 12 Mart sonrasında, benzer bir soruyu bana yönelten o Amerikalı Basın Ataşesine, D e m o k r a t İzmir'in so­ rumlusu olarak, aynen şu cevabı vermiştim: "-Bunu anlamanız zor, ç ü n k ü sizin bütün tarihiniz, bizim b a t ı ş tarihimiz ka­ dar!"

Y a r ı m yüzyıl g e ç m i ş , a m a . . . 'Sistem'in Türkiye'ye düşündüğü 'iyilik' nedir? Hele yıllardır içinden geçtiğimiz 'serencamı' bir hatırlayınız! Bize de, Yugoslav­ ya ve Rusya'ya benzer bir 'iyi/i/c' tasarladıklarına hükmetmek mümkün. NATO'da sadık müttefik olmak, onlara yetmiyor; tanı anlamıyla denetleyebilecekleri liberal kapitalist ama komprador/ kozmopolit bir yönetim istiyorlar: 'milliyetçi' değil! Yani Silahlı Kuvvetleri de, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını değil, 'sistem'in çı karlarını korumaya hazır olacak! Dahası, toplumun, bütünüyle 'Amerikan h a y a t tarzı'na intikal etmiş olması öngörülüyor. On görülüyor ama, üzerinden yarım yüzyıl geçtiği halde, bu 'hayal' hv nüz gerçekleşmemiş, kolay kolay gerçekleşeceğe de benzeme onun için Türkiye'nin elini kolunu budamak yararlı olabilir; bıı da 'düşük yoğunlukta bir iç s a v a ş ' örgütlenerek, uzun vadcdü gerçekleştirilebilir. Neler mi saçmaladım? Affedersiniz ben sadece ülkeyi yıllan a yönetmiş ve yönetmekte olan, aslında 'sistem'e yandaş bazı '/>i| yüklerimizin' söylediklerini aktarıyorum. Şimdi arzu ederseniz, o bahse geçebiliriz.

110


'BATIYA YARANAMAYAN 'BATI' YANDAŞI!.

27 Kasım 1996 Bilgi yarışmasına var mısınız? Peki, işte size 1 0 0 puanlık bir soru: Neresinden bakılsa, 'canhıraş' bulacağınız şu sözleri, acaba kim söylemiştir? "...hiç k i m s e kendi ülkesini bir m a s a n ı n ü s t ü n e ko­ yup bunu pazarlık k o n u s u y a p a m a z ; Türkiye'nin içinden dışından h e r k e s bunu iyi bilmelidir. Şimdi bunlar ne yap­ mak i s t i y o r ? B u n l a r ne iş istiyorlar, ne a ş ; bunlar böyle bir devlet k u r m a k istiyorlar. B u n l a r ı n ne olduğu, ne iste­ diği iyi bilinmelidir. Türkiye'nin Batılı dostları, bunların ne olduğunu, ne istediğini iyi bilmelidir. Türkiye t o p r a k ' 'm, onun üzerindeki insanlarını, sınırlarını k o r u m a vgası yapıyor; o y s a sanki Türkiye bunu y a p m ı y o r d a , »an haklarını ihlal ediyor' diye L ü k ü m veriliyor..." "...Avrupa Konseyi'nin 2 6 Nisan tarihli t a v s i y e k a r a ­ nın 6 ve 1 2 . m a d d e l e r i ne d i y o r ? B u n a 'siyasi bir ç ö z ü m lıın' diyor. 'Siyasi ç ö z ü m n e d i r ? ' dediğiniz vakit, bakın diyor. Avrupa K o n s e y i Genel S e k r e t e r i , 2 4 O c a k ¡95 günü b a n a bu o d a d a , 'TürlciyeVıın üniter devlet yapısı1 terörün kaynağı olabileceğini; sorunun bütünüyle çözümü jf askeri önlemleri yeterli görmediğini, Kürtlere Avrupa $$yi'nin geliştirdiği azınlık haklarının tanınmasının bu hu>;luğu ortadan kaldırabileceğini' söylüyor ve diyor ki: illere azınlık hakları tanınması konusunda kamuoyunda ma başlatılmasını yararlı görüyoruz'." '...şimdi beyler, b e n size bir ş e y söyleyeyim, bu Sevwu ileridir, S e v r e s t a r t ı ş m a s ı budur. 'Azınlık h a k l a r ı 111


tanıyın v e y a kültürel o t o n o m i ' dediniz mi, bu S e v r e s ' d i r . N e d e n ? Azınlık hakları dediğiniz z a m a n , Türkiye'nin çivi­ sini oynatırsınız, çünkü bugün Türkiye'yi a y a k t a t u t a n , çeşitli etnik m e n ş e l e r d e n g e l e n insanların kendilerini Tür­ kiye'nin tarihinin sahibi ve geleceğinin sahibi s a y m a l a r ı ­ dır..." (Yeni Yüzyıl, 22 Mayıs 1 9 9 5 ) Batı'dan yana yakıla şikâyet eden bu sözlerin sahibi, bir za­ manların 'Morrison Süleyman'ı Demirel'in ta kendisidir; 'sistem'in onun üzerine bindirdiği baskı onu ne derece bunaltmış ol­ malı ki, açmış ağzını yummuş gözünü, eteğindeki taşı döküyor.

'İnsan hakları', ' p a r a v a n a ' . . . Dahası da var: 1 9 7 8 ' d e , General Tagaris'in 'Onus P r o banti/Kanıtın Ağırlığı' adlı kitabında 'geliştirdiği' Türkiye aleyhtarı 'soğuk s a v a ş ' temalarını; 1 9 9 5 ' d e Demirel, 'sistem'in Türkiye üzerindeki 'haksız baskısı'olarak ortaya koyuyor. Tagaris'in önerdiği nedir? Anadolu'da Türklerden çok çeşitli başka halkların yaşadığı, başta Ermeniler ve Kürtler olmak üzere, bu halklara 'bağımsız' ülkeler sağlanması değil mi? O halde Demi­ rel'in dediklerine kulak veriniz: "...Sevres'in istedikleriyle bu t a l e p l e r a r a s ı n d a farklı­ lık yoktur. N e r e d e n çıkardın bu S e v r e s ' i falan demeyiniz. S e v r e s ' i n istediği 'Fırat'ın D o ğ u s u ' işte burası: 'Bir s e n e s o n r a plebisit yapın, bu halk ayrı devlet olmak istiyorsa, ayrı bir devlet olsun!' S e v r e s ' i n dediği bu..." "...Osmanlı Devleti'nden iki devlet ç ı k a m a m ı ş t ı r ki, bir t a n e s i E r m e n i devleti, diğeri Kürt devleti. E r m e n i dev­ leti yıllar s o n r a çıktı a m a m u h a t a b ı biz değiliz, b u n a rağ­ m e n r a h a t durmuyorlar; h e r s e n e 2 4 Nisanda soykırım fa­ lan diyorlar; a y r ı c a , ASALA diye bir cinayet teşekkülü çı­ kardı a d a m , benim o t u z b e ş m a s u m diplomatımı öldürdü, E r m e n i işi ayrı olay..." " . . . ç ı k a m a y a n ikinci devlet, Kürt devleti. Onun da ha­ ritasını çizmişlerdir. Kim çizmiştir, B a t ı çizmiştir Doğu 112


çizmiştir meselesi değil önemli olan, birtakım i n s a n l a r çizmiştir; bu çizenlere karşı 'Ne halt e d i y o r s u n u z ? ' d e m e k benim görevim değil m i ? " Fakat asıl, Batı'nın fsistem'in) bu amaca ulaşabilmek için, 'soğuk savaşı' nasıl kullandığını, kullanmak istediğini açıklayan şu cümleler: < "...ben Türkiye'nin B a t ı ile m ü n a s e b e t l e r i n i n düzgün olması, Batı ile Türkiye'nin işbirliği içinde o l m a s ı , bizim e v r e n s e l değerlere s a h i p o l m a m ı z t a r a f t a r ı y ı m . Türkiye, demokrasinin eksiklikleri v a r s a t a m a m l a m a l ı a m a , 'de­ m o k r a s i ' ve 'insan hakları' gibi bir s ü t r e y i ( p a r a v a n a y ı ) ö n e koyarak, Türkiye'nin parçalanmasına varabilecek zorlamalardan kaçınılması taraftarıyım." (Yeni Yüzyıl, 22 Mayıs 1995)

'Soğuk savaş' değilse, n e d i r ? Üslup itibariyle Demirel, İ s m e t İnönü 'ekolünden' bir siya­ t setçidir. Bunlar çok mecbur olmadıkça açık konuşmaz, dolaylı 'do­ kundurmaları' tercih eder. Siz Demirel'in hiç bu kadar açık ko­ nuştuğunu işittiniz mi? Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin başındaki sorumlu, siyaset sahnesine çıktığı günden beri tartışmasız yandaşı olduğu Batı'nın fsistem'in), 'demo/crasi'yi ve 'insan hakları'm bahane ederek, S e v r e s Sözleşmesi'ni uygulamaya kalkıştığını, Türkiye'yi böl­ meye yeltendiğini söylüyor. Meğer her şeyin sebebi, Türkiye'nin 'üniter devlet yapısı' imiş! Sanki o 'yapının' L a u s a n n e Anlaş­ m a s ı ile kurulduğunu bilmiyorlar! Bu, 'soğuk s a v a ş ' değilse nedir, söyler misiniz?

113


ACI BİR 'MUKAYESE'.

29 Kasım 1996 O ilginç mukayeseyi, ilk defa, nerede ve ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum; hatırladığım, beni basbayağı heyecanlandırdığıdır, kafamı bir hayli karıştırdığı! 'Sistem'in -özellikle de ABD'ninS S C B ' n e karşı yürüttüğü, 'soğuk savaş'ın son perdesinde; Yeltsin'e, Gorbaçof'a karşı nasıl bir 'rol' oynatılmışsa; Türkiye'ye açılan, 'soğuk savaş'ta, Turgut Özal'a, Demirel'e karşı öyle bir rol oynatılmıştır. Yeltsin, Gorbaçof'a karşı nasıl bir lider olarak çıkarılmıştı? Sovyet halklarını, S S C B ' n i n donuk ve katı totaliterliğinden kurta­ racak, liberal ve demokrat, tam anlamıyla 'sivil toplum'cu bir li­ der olarak değil mi? 12 Eylül sonrası yönetiminde, Demirel'in temsil ettiği 'bürokrasi + burjuvazi' oligarşisine karşı, Ozal da liberal ve demokratik, tam anlamıyla 'sivil toplum'cu bir lider olarak çıkarıldı. Yeltsin 'operasyonu' S S C B ' n i n 'bölünmesi' ve Sovyet 'pazarının' olduğu gibi 'sistem'in eline geçmesiyle sonuç­ lanacaktı. 'Özgürlük', 'insan hakları', kısacası 'sivil t o p l u m ' has­ retiyle Yeltsin'in kıçına takılan Sovyet aydınları, kısa sürede ken­ dilerini 'sistem'in 'kuklaları' olarak bulacaklardı. Türkiye'de 'soğuk s a v a ş ' tuzağının ne olduğu artık belli; li­ beral ve demokrat, 'sivil toplum'cu Özal, 'sistem'e 'Fırat'ın ötesi'ndeki 'Federasyon'un sözünü vermişti; Irak bölünecek, Kuzey Irak'taki Kürtlerle Güneydoğu Türkiye birleştirilip bir 'federasyon' kurulacaktı; olay, Türkiye'nin çıkarına bir olay gibi konuyor, gerçekte 'üniter devlet' yapısı dağıtılıyordu. Üzerine böyle eğildiniz mi, Körfez Savaşı'nda Özal'ın gösterdiği mantık sız aceleciliğin gizli sebebini anlamak çok kolaylaşır. 114


O zaman da, şimdi de 'insan hakları' ve 'sivil toplum' adı­ na Özal'ın kıçına takılanlar; Yeltsin'in kıçına takılmış olanlar gi­ bi, neticede 'sistem'in 'kuklalığını' kabul etmişlerdir. Anlayana, sivrisinek saz!.. i| • • ' M e s ' u t Yılmaz'ın 'tanıklığı 1 ...

'

Bu mukayese zaman içinde doğrulanmadı mı? Bırakın Demirel'in 'canhıraş' çığlığını, daha geçen gün eski Genelkurmay Baş­ kanı, Özal'ın 'federasyon fikrini, kamuoyunda tartışmaya aç­ mak istediğini' açıklamadı mı? Daha çarpıcı bir tanık, A n a v a t a n Partisi'ni Turgut Özal'dan devralmış olan Mes'ut Yılmaz (evet, o), Demirel'den üç ay kadar sonra, kelimesi kelimesine şu saptamayı yapmış: " "...ben t a m b e ş s e n e d i r , A m e r i k a ' d a n aynı kokuyu alıyorum. A B D ' y e s o n z i y a r e t i m d e d a h a kesin g ö r d ü m ki, A B D Kuzey I r a k ' t a Türkiye'nin G ü n e y d o ğ u s u ile birleşe­ cek bir 'federasyon' düşünüyor; yani Kuzey Irak'ı Türki­ ye'nin p a t r o n a j ı n a v e r m e y i düşünüyorlar; o z a m a n bu işi Türkiye'de canlı t u t m a l a r ı lazım..." "...Amerikan gözüyle Türkiye'nin t u t u m u a n l a ş ı l m a z , çünkü 'federasyon'a Türk devleti de, Türk halkı da Türki­ ye'nin bölünmesi gibi bakıyor. Amerikalılara g ö r e 'bölün­ me' değil, o z a m a n bunu T ü r k l e r e a n l a t m a k , Türkiye'nin gündemine s o k m a k lazım, Türkiye'deki bu önyargıyı sil­ mek lazım..." "...bunu ilk defa r a h m e t l i Ozal söyledi, 'Federasyonu tartışalım' dedi, o z a m a n da biz karşı çıktık..."(Hürriyet, 16 Ağustos 1 9 9 5 ) Hayret doğrusu, ne kadar da Rusya'daki 'soğuk s a v a ş ' uyUnlamasını andırıyor. Hatırlayacaksınız, Yeltsin'in Sovyet kamuo­ yunda başlattığı 'tartışma', kısa sürede SSCB'nin 'bö/ünmesı'y/e' tniıuçlanmıştı. Fakat, 'mukayese'nin zaman içinde 'teyidi' bahsinde, bir ta­ lk daha dinletmek niyetindeyim; üstelik bu, tamamiyle karşı ta115


raftan bir tanık: İran'ın Ankara'daki Büyükelçisi M ü h a m m e d Reza Bagherî!

Karşı t a r a f t a n bir 'tanık'... Anlaşılan İran'ın da bazı bildikleri var. Çünkü Bagherî, ba­ kınız neler söylemiş: "...Demirel'in 'Batı, Seures'i istiyor' sözü doğrudur. Türkiye'yi ve İran'ı bölmek istiyorlar. B i r s ü r e ö n c e Demirel Ç a n k a y a ' d a h a r i t a l a r üzerinde bize bilgi verdi. Türki­ ye'den ve İran'dan k o p a r m a k istedikleri t o p r a k p a r ç a l a r ı ­ nı g ö s t e r d i . Türkiye ve İran'dan t o p r a k a l a r a k , Kuzey I r a k ' t a bir K ü r t devleti k u r m a k istediklerini belirtti. Biz de d o s t ülke o l a r a k elimizdeki bilgileri, h a r i t a üzerinde Demirel'e sunduk..." "...İsrail su istiyor, b ö l g e d e d a h a etkili o l m a k istiyor. A B D ve İsrail, bölgenin iki güçlü ülkesi Türkiye ve İran'ı zayıflatarak b ö l g e d e İsrail'i g ü ç l e n d i r m e y e çalışıyor. Bu planı u y g u l a m a k için ö n c e Irak'ı böldüler, Kuzey I r a k ' t a bir K ü r t devleti k u r m a k istediler; s o n r a İran'daki ve Tür­ kiye'deki Kürtleri tahrik ederiz diye düşündüler..." (Milli­ yet, 16 Mayıs 1 9 9 5 ) ^Sizi bilmem ama, bana her şey yeterince açık ve aydınlık gö­ rünüyor: Türkiye'ye karşı gizli ya da açık bir 'soğuk s a v a ş ' sü­ rüp gitmektedir. Anlaşılan odur ki, bu 'soğuk savaş'ın amacı, S e v r e s Sözleşmesi'nde aynen öngörüldüğü üzere 'Fırat'ın Doğusu'nu Türkiye'den koparmak; İran ve Irak'tan 'koparılacak' öteki topraklarla birlikte, 'sistem'in kontrolündeki Kürtlerin eline vermektir. İyi de neden? Gerçekten 'demokrasi' ve 'insan hakları' ya da 'Kürtlerin kara gözleri' için mi? Hem niye 'Fırat'ın Doğu­ su*? Onu da konuşacağız.

116


aral覺k '96 'kat覺l覺m1 lafta kal覺rsa...


FIRAT'IN 'DOĞUSU', PETROL MÜ?.

2 Aralık 1996 Erzincan, 1 9 5 7 ; belki ekim, belki kasım! Dumanh-Sürperen arasındaki telefon hattını inşa ediyoruz. Fırat'ın yukarı ucu, ikide bir ayağımıza dolaşıyor. Ne kadar etkilenmiş olmalıyım ki, şöyle bir şiire başladım: "...fırat r ü z g â r a karşı aktığı z a m a n / s u y u n yüzü telaşlı bir korkuyla ü r p e r i r / a t m a c a kayalıklarında poyrazın yal­ çın soluğu/dökülür sığırcıklar/çıplak k a v a k l a r d a n / t o r t o p olmuş/simsiyah ve ufacıklar/içimsıra s o n b a h a r garipliği­ nin a ğ ı r yorgunluğu/fırat r ü z g â r a k a r ş ı aktığı z a m a n / s e s ­ sizce kendi k e n d i m e a ğ l a y a s ı m g e l i r / n e d e n s e kimbilir.../ ('Ben Sana Mecburum', s. 7 5 , 9. Basım, Bilgi Yayınevi) F ı r a t deyip duruyoruz ya, oradan aklıma geldi.

Kossigin, n e d e m i ş t i ? Ankara, 10 Eylül 1 9 7 8 . O tarihte 'Dünya'ya yazıyorum; o günkü yazımda neler demişim, bir göz atar mısınız: "...yeryüzünün en büyük petrol tekellerinden E x x o n Şir­ keti gizli bir rapor hazırlamış, hazırlamakla kalmayıp bunu ba­ zı Batılı ülkelere de ulaştırmış; bu raporu, Fransız sosyalist ga­ zetelerinden 'Le Matin' elde ediyor, yayımlıyor; okuyunca, ne görüyoruz: 2000'li yıllardan itibaren Dünya petrolünün ağırlık merkezi Arap ülkelerinden Latin Amerika, Afrika ve Türki­ ye'ye /cayaca/cmış..." 119


"...hani hep 'Dünyanın petrol yedekleri tükeniyor' deyip du­ ruyorlar ya, yalan, rezervler 400 milyar ton dolaylarında, uydu aracılığıyla yapılan petrol haritalarında ise 71 kadar gelişmek­ te olan ülkede, esaslı petrol yatakları olduğu görülüyor; bunla­ rın 16'sında şimdiden önemli buluşlar yapılmış, 25 kadarında cesaret verici sonuçlar alınmış..." "...hanidir duyarız, bazı uzmanlara göre Anadolu Y a r ı m a dası'nm altı bir petrol denizidir; yabancı şirketler petrolü bul­ makta fakat bize haber vermeyip kuyuları kapatmaktadır, vs. Exxon Şirketi'nin raporuna bakarsanız, bu söylentilerin önemli kısmında gerçek payı var..." "...sanırım iş buraya gelince, bir şeyi daha hatırlamamız yerinde olacak: Ecevit'in Sovyetler Birliği yolculuğunda Kossigin'in ona, 'Türkiye'de petrol bulunduğundan çok umutlu olduğunu' söylediğini işitmemiş miydik; anlaşılan Ruslar da uy­ duları aracılığıyla Türkiye'nin altındaki petrol yataklarını sap­ tadılar, teknolojilerine güvendiklerinden bu petrolü Türkiye hesabına çıkarmayı öneriyorlar..." ('Batı'nın Deli Gömleği', s. 2 8 1 , 2. Basım, Bilgi Yayınevi) Acaba hayal mi kuruyordum? Yoksa 'uçuyor' muydum? Peki ya iş, 'kuvve'den fiil'e çıkmış', 1 9 7 8 - 1 9 7 9 kışında Sovyetler Birliği'nden bir uzmanlar heyeti, incelemelerde bulunmak ama­ cıyla, Türkiye'ye gelmiş ise? İşin daha da şaşırtıcı olan yanı, tam bu araştırmalar sırasında ortalığı karıştıran ünlü K a h r a m a n m a ­ r a ş olayları patlak vermişse?..

Vehbi'nin k e r r â k e s i . . . O kadarla kalsa iyi! Demirel'i bu kadar kaygılandırıp, Sevres'in 'gündeme getirildiği' kuşkusuna düşüren Fırat'ın Doğu­ su, 1979'un 14 Şubatında yine kalemime dolanıyor: "...sahi yahu ne oldu o adamlar? Hatırlayacaksınız Kahra­ manmaraş olaylarının patlak verdiği günlerde, Türkiye'de/ci petrol yataklarını incelemek amacıyla, bir Sovyet uzmanlar he­ yeti ülkemize gelmişti; gidecekler, yerinde araştırma yapacak120 I


mut cevaplar üreteyim derken, ciddi surette 'teklemişti'; bu da 'masasındaki' otoriterlik eğilimini öne çıkarmış, sivil destekli parti örgütü, gittikçe Menderes'in 'şahıs tahakkümünün' 'aygıtı' ha­ lini almıştı. Birkaç örnek istemez misiniz?

S a ğ ı solu b u d a m a k m e r a k ı D e m o k r a t P a r t i Yönetimi, 'Tek P a r t i ' döneminden kalma, sağı solu 'budamak' politikasını, 'olduğu gibi' uygulayacaktır. ikinci Dünya S a v a ş ı yıllarında, Nazilere yakınlığıyla tanın­ mış olan C e v a t Rifat, o ara, 'İslam D e m o k r a t P a r t i s i ' diye bir parti kurmuştu; bu parti derhal kapatılıyor: 3 Mart 1 9 5 2 . Bunu İşçi Sendikaları Birliği'nin kapatılışı izler-. 20 Nisan 1 9 5 2 . He­ men arkasından, faaliyetini güç bela sürdürmeye çabalayan Tür­ kiye S o s y a l i s t Partisi'nin 17 üyesini tutuklarlar; bunun arkasın­ dan da, ünlü bir şairin (Necip Fâzıl) yargılanıp cezaevini boyla­ ması gelecektir: 12 Aralık 1 9 5 2 . Diyeceksiniz ki bunlar, 'rejim düşmanı'; peki, O s m a n B ö lükbaşı, Hüseyin Cahit gibi demokrasiye ' s a d a k a t i m ü s e l l e m zevatın' uğradıkları akıbete ne demeli? Bölükbaşı, Cumhuri­ yetçi Millet P a r t i s i gibi önemli bir partinin, sözünü sakınmaz li­ deridir, 'TBMM'ye hakaretten yargılanır, tutuklanır: 24 Haziran 1 9 5 2 . Hüseyin Cahit B e y , ilerlemiş yaşına rağmen başyazılarıyla yaptığı sert muhalefet yüzünden, hapishaneye gönderilecektir: 1 Aralık 1 9 5 4 . Hal böyle olunca, birkaç kere reddedildikten sonra Dr. Hik­ m e t Kıvılcımh'nın ('Tıbbiyeli' Hikmet) nihayet örgütleyebildiği Vatan Partisi'nin kapatılıp, kurucularının derdest edilerek cezae­ vine gönderilmesine şaşar mısınız? Sanıkların, beş yıl ile on beş yıl arasında cezalandırılmaları talep ediliyordu: 23 Mart 1 9 5 9 . D e m o k r a s i ' n i n böylesi!.. D e m o k r a t P a r t i , kaçınılmaz sonuna doğru yaklaşırken, bir 155


lar, besbelli rapor verecekler! Ne oldu, o kavga gürültü arasın da incelemelerini yapabildiler mi? Raporlarını verdiler mi? El de edilen sonuç Ecevit'ı'n M o s k o v a gezisinde Kossigin'in çıt­ lattığı kadar umut verici mi?" (Aynı kitap, s. 3 3 2 ) Tabii, 'yetkili makamlardan' ne bir ses, ne bir nefes! Ertesi gün ( 1 5 Şubat 1 9 7 9 ) , altını çize çize, olayın neden vahamet kesbettiğini açıklamaya çalışmışım: "...başbakan Ecevit, daha önce burada tartışılmış bir soru­ nu, Libya'da Türk işçileriyle konuşurken 'bizzat' dile getirmiş­ tir: Doğu'daki kışkırtmalar, bu b ö l g e d e olduğu v a r s a y ı l a n büyük p e t r o l p o t a n s i y e l i n e el k o y m a k isteyen, e m p e r y a ­ list odakların' marifetidir. D o ğ r u mu değil mi, bunu za­ manla göreceğiz..." "...yalnız, g e r e k İ r a n ' d a k u r u l m a s ı n d a n ciddi ciddi s ö z edilmeye b a ş l a n a n (İran) A z e r b a y c a n devleti, g e r e k s e Türkiye v e Irak'ı i ç e r e c e ğ i ö n e sürülen K ü r t devleti t a s a ­ rılarının, g e r ç e k t e h e m İran'ı h e m Türkiye'yi g ü ç t e n dü­ ş ü r m e k ; h e m de, bağlantısızlığa, Ü ç ü n c ü Dünya'ya, h a t t a D o ğ u B l o k u ' n a k a y m a s ı olasılıklarına k a r ş ı , Avrupa v e J a p o n y a ve İsrail için 'hayati' o l a n , b ö l g e p e t r o l ü n ü elde t u t m a k a m a c ı n a yönelik oldukları, B a t ı basınında artık açık a ç ı k söylenip yazılıyor..." (Aynı kitap, s. 3 3 5 ) Şimdi anlaşıldı mı, 'Vehbi'nin kerrâkesi?'

121


GENELKURMAY'IN 'GÖRÜŞÜ'.

4 Aralık 1996 İstese de, istemese de, 'Türkiye'ye karşı 'soğuk s a v a ş ' bah­ sinde; iyi niyetli yurttaşın kafasında kıvrılan soru işareti, elbette şu­ dur: 'Türkiye Cumhuriyeti'ni muhafaza ve müdafaa etmekle gö­ revli Türk Silahlı Kuvvetleri, olaya nasıl bakıyor; Devlet Başka­ nı dahil, nice sorumlu ve yetkiliyi kaygılandıran bu durumu nasıl değerlendiriyor? 'Aydınlık' dergisi, eylülde ( 1 9 9 6 ) 'Genelkurmay Başkanlı­ ğı / Ş a h s a Özel' başlıklı ve 3, 4, 22 Ağustos ( 1 9 9 6 ) tarihli, üç ra­ por yayımladı; bu raporlarda A B D Kuzey Körfez İşleri İstasyon Ş e ­ fi R o b e r t Deutsch'un temmuz ( 1 9 9 6 ) ; ayrıca A B D Dışişleri Ba­ kan Yardımcısı Pelletreau'nun ağustos ( 1 9 9 6 ) içinde yaptıkları 'temas/ar'dan, 'Türk tarafının' çıkardığı sonuçlar tartışılmaktadır. Genelkurmay belgesi, ABD'nin O r t a d o ğ u 'p/anının', CIA ve P e n t a g o n ' c a üretildiğini saptamış; hazırlayanların arasında G r a h a m Fuller, P a u l Henze'nin Araştırma Merkezi ile S t e p ­ h e n J . Blank, William T . J o h n s e n v e S t e p h a n C . P e l l e t i e r e gibi P e n t a g o n uzmanlarını saymış!. Bu kadarı bile, işin ciddiyetini göstermeye yeter. Raporların neyi içerdiğine gelince...

S e n a r y o neye benziyor? Öneri, I: A B D heyeti, planladığı Kürt devletini Türkiye ile bir federasyon çatısı altında birleştirmek istiyor. Bu plan, meğerse, 1960'da, 1 9 6 5 ' t e ve 1 9 7 4 ' t e de önerilmiş. 122


Ödül: Türkiye 'planı' kabul ederse, ona Kerkük/Musul petrollerinden yüzde 5 ya da 6'lık bir hisse verilecek! C e z a : Türkiye 'planı' reddederse, parçalanma olasılığı artarmış; Kuzey Irak'daki Kürtlerin saldırısına uğrarmış! Zira Kürt­ lerin elinde, Saddam'dan kalan 'gizli kimyasal ve biyolojik silah stokları bulunuyor'muş. (İnsan ne de olsa, sonradan ortaya çıkan CIA Kürtlerini hatırlıyor, acaba saldıracak olan onlar mıydı?) Genelkurmay'ın g ö r ü ş ü : 'Kabul' halinde Türkiye, ABD'nin ilerdeki d a y a t m a l a r ı n a sürekli 'evet' d e m e k zo­ r u n d a kalır; İ r a n ' a ve A r a p l a r a düşmanlık temelinde ku­ r u l a c a k , h e r an Türkiye ile ç a t ı ş m a y a sokulabilecek Kürdistan'ın A B D 'himayesi' dışında bir s e ç e n e ğ i kalmaz. Öneri, II: S a d d a m ' ı n devrilmesi için işbirliği, Kürtleri ve Şiileri kışkırtmak, Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'a, Musul/ Kerkük hattına inmesi. Ödül aynı kalıyor, fakat planın reddi halinde ceza daha da kat­ merli: ABD, Musul/Kerkük'ün doğusunu önerip Tahran'ı yumuşatabilirmiş; Saddam'ın devrilmesinde 'işbirliğine' yanaşmaz­ larsa, Türkiye ile İran arasında gergin bir ortam oluşturabilirmiş. Genelkurmay'ın g ö r ü ş ü : 'The C e n t e r o f t h e Geopolitic of Iran' adli r a p o r a g ö r e , W a s h i n g t o n O r t a d o ğ u ' d a yeni stratejiler deniyor. B u n a g ö r e , 'Türkiye'yi yola getirmek için', a/ O r t a d o ğ u ' d a yeni ç a t ı ş m a Türkiye ile İran arasın­ da ' a t e ş l e n e c e k ' m i ş ; bu d u r u m d a Irak ve Suriye de İran'ın safına 'katılacak'mış, yani Türkiye 'boğulacak.' b/ Ayrıca Türkiye, S u r i y e - Y u n a n i s t a n a s k e r i işbirliği, Y u n a n i s t a n ' l a Kıbrıs ve E g e ihtilafı, 'düşük y o ğ u n l u k t a P K K s a v a ş ı ' ile m u h a s a r a edilip ' z o r l a n a c a k ' ! Washington'in S a d d a m ' ı n devrilişi ve Kuzey Irak'taki Kürt devleti ile ilgili olarak Ankara'ya 'dayattıkları' bunlar. Basbayağı bir 'soğuk s a v a ş ' senaryosuna benzemiyor mu?

K a r a r sizin... Genelkurmay'ın

raporlarına 123

göre,

ABD'nin

Türkiye'den


'kriz bölgeleri'nde başka beklentileri de var; düpedüz 'işbirliği' yapmayı dayatıyor: a/ Bu 'plana' göre Türkiye, O r t a d o ğ u , B a l k a n l a r ve Kafkaslar'da ABD'nin 'planlarını' uygulayacak. A B D , O r t a d o ­ ğu'daki stratejik noktada Türkiye'nin bulunduğunu hesaplamış; bölgede gerçekleştirilmesi düşünülen P a x A m e r i c a n a / A m e r i k a n B a r ı ş ı için 'cepheye' Türkiye sürülecek. b/ W a s h i n g t o n Türkiye'yi O r t a a s y a ' y a tramplen olarak kullanmak istiyor; ödül olarak O r t a a s y a ve Kafkasya petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçeceği güzergâh üzerindeki rekabette Türkiye'yi destekliyor; yakın gelecekte Kafkaslar'ı kuşatmak amacındadır, bunun en belirgin yanı E r m e n i s t a n / A z e r b a y c a n sorununa 'ağırlığını' koyması! SSCB'nin dağılması ufukta belirince, P a u l H e n z e ve Gra­ h a m Fuller gibi eski kulağı kesikler, benzer düşüncelerini açıkla­ yarak Türk kamuoyunda bir 'zemin' oluşturmaya başlamışlardı. (Bkz.: 'Hangi Laiklik', Bilgi Yayınevi) Ankara'nın, bilerek bilme­ yerek 'ayak sürümesi' işi bu raddeye getirdi. Amerikan heyetleriyle yapılan 'temas/ar'dan sonra, Genelkurmay'ın 'Hizmete Özel' raporları, Türkiye'ye karşı bir 'soğuk savaş'ın yürütüldüğünü, acaba doğruluyor mu, doğrulamıyor mu? Karar sizin!

124


TARİHİN VERDİĞİ DERS!.

6 Aralık 1996 Yaşanmış gerçektir: İkinci D ü n y a S a v a ş ı sonrasında, F r a n s ı z K o m ü n i s t P a r t i s i , girdiği bütün genel seçimlerden, 'en büyük parti' olarak çıkıyordu; Meclis'deki en kalabalık 'grup', onun grubuydu; ülkenin en çok satan gazetelerinin arasında, onun organı l'Humanité gazetesi de bulunuyordu. Bu 'saltanat' beş-on yıl kadar sürdü. 1960'lara doğru, aynı parti şiddetli bir ini­ şe geçmişti; prestiji düşmüş, sürekli seçmen kaybediyor, yayın or­ ganları bunalımda! Peki, ne olmuştu da, savaş ertesinde onu başı­ na taç eden Fransız halkı, gün geçtikçe araya mesafe koymuş, oyunu ondan esirgemişti? 1 9 5 0 ' d e FKP'nin halk arasındaki adı 'Le P a r t i e d e s Fu•llles/Kurşuna Dizilmişlerin P a r t i s i ' idi; çünkü liberal partile­ rin, sosyal demokratların ya işbirlikçi ya da opportünist davran­ masına karşı; F K P ve onun silahlı direniş kanadı, Nazilere karşı (imansız bir mücadele vermiş; F r a n s a uğruna pek çok F K P mill­ inin (bu arada J a c q u e s D e c o u r , Gabriel P é r i ) kurşuna dizil­ mişti: aslında Fransızlar, ülkesini savunmakta onca yiğitlik gösterrıı bir partiyi yüceltiyordu. Oysa 'soğuk savaş'ın civcivli günlerinde, FKP'nin efsanevi ileri M a u r i c e T h o r e z , Meclis kürsüsünde son derece sert bir i ı i ı ş m a yaparak; 'eğer bir gün F r a n s a ile SSCB arasında sa­ lı çıkarsa, Parti'nfn ve komünistlerin Kızılordu'nun yanmyer alacaklarını' söyledi. Fransız halkı bunu asla affetmedi, İHİini FKP'den çekti. O n u b a ş ı n d a t a ş ı r k e n de, o n d a n «teğini ç e k e r k e n de, halkın kriteri aynıydı: yurt bilinci lıım bağımsızlık isteği. 125


Fransa, çoğumuzun sandığı gibi, 'yekpare' bir toplum değil­ dir: Normanlar, Brötonlar, Basklar, Flamanlar Franklar vb etnik gruplardan oluşmuştur; ama Fransız milleti bunların toplamı, bel­ ki biraz da fazlasıdır; yurt bilinci ve bağımsızlık gündeme geldi mi, etnik kökenleri ne olursa olsun, tek yumruğa, tek yüreğe dönü­ şürler.

'Birey'in ' y u r t t a ş ' olduğu a n . . . Yaşanmış başka bir gerçek: 1910'lu yılların sonunda, DevIet-i Aliyye'nin Anadolu'daki 'ahalisi', uzun ve yenilgiyle sonuç­ lanmış savaşlardan yorgundu; geri kalmıştı ve yoksuldu; bunlar yetmezmiş gibi, B a l k a n 'hezimetinden' ve Seferberlik'ten son­ ra Düvel-i M u a z z a m a ('sistem')nın yurduna göz diktiğini, onu parçalara ayırıp yok ettiğini görüyordu; işgal askeri, izmir'e, Adana'ya çıkmış, iç bölgelere yayılmaya başlamıştı. Devlet-i Aliyye-i Ş â h â n e , altı yüzyıllık bir devlet; Os­ manlı hanedanı, bu halkı bunca zaman yönetmiş, üç kıtada hüküm sürmüş, 'cihangirane bir devlet' yaratmış; üstelik padi­ 1 1 şah, aynı zamanda 'Haîife-yi rû-yi zemîn zıllulah-i fil a r z , dünya Müslümanlarının en büyük ruhani lideri; gel gör ki bu de­ fa, ülkeyi parçalara ayıran S e v r e s S ö z l e ş m e s i ' n e karşı çıkmı­ yor, işgal kuvvetlerine kolaylık gösterilmesini istiyor; daha da kö­ tüsü, bu 'bölünmeye' karşı koymak isteyenleri, 'ihanet-i vatani­ ye' ile suçlayıp, 'Kürt' M u s t a f a Divan-ı Harbi'nde idama mahkûm ediyor. Osmanlı halkı da 'yekpare' bir halk değildir, işin ilginç yanı, daha önce 'mi//i bir dönem' yaşamamıştır; Anadolu toprağında Türklerin yanısıra Lazlar, Çerkesler, Kürtler, Tatarlar, Gürcüler, Araplar vb yaşamaktadır; a m a bu halk, ü z e r i n d e yaşadığı yurdun, s a h i p olduğu bağımsızlığın t e h l i k e y e girdiğini g ö r ü n c e , aslında bir 'millet' olduğunun s a p ı n a k a d a r bi linçine varmış, -aynen Fransız milletinin yaptığı gibi- yurt bi linçi ve bağımsızlık t u t k u s u ile, altı yüzyıllık h a n e d a n ı bı 126


rakip, ne o l a c a ğ ı belirsiz bir a v u ç yüreği p e k inkılapçının ardına düşmüştür. Yakın tarihten, daha pek çok örnekler olaylar öyle koşullar yaratır ki, 'kul' birden toplumsallığını her şeyin önüne çıkarır, her çünkü m o d e r n z a m a n l a r d a , milliyetçilik bir ilişkisi yoktur, o n u n t e m e l ilişkisi, yurtlardır. Tarihin verdiği ders bu.

gösterilebilir. Bazen 'yurttaş' olur; 'birey', şeyin üstünde tutar; k a v r a m ı n ı n 'ırk'la üzerinde y a ş a n a n

Gazi M u s t a f a K e m a l , bunu daha 1 9 2 0 ' d e söylemiş: " . . . b u r a d a m a k s u t o l a n v e Y ü k s e k Meclisimizi o l u ş t u r a n kişiler yalnız T ü r k değildir, yalnız Ç e r k e ş değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız L a z değildir; fakat h e p s i n d e n oluş­ muş M ü s l ü m a n unsurlardır; s a m i m i bir t o p l a m d ı r . Ş u halde bu yüksek heyetin t e m s i l ettiği, hukukunu, h a y a t ı ­ nı, ş e r e f ve şanını k u r t a r m a k için a z m e t t i ğ i m i z e m e l l e r , yalnız bir İslam u n s u r u n a a i t değildir, çeşitli İslam unsur­ larından o l u ş m u ş bir k ü t l e y e aittir." O 'kütle' bütün Türkiye'nin halkıdır.

' G e r e k ç e ' , aynı idi... O halkın, Gazi M u s t a f a K e m a l ve arkadaşlarının yöneti­ minde, Müdafaa-i Hukuk Doktrini'ne dayanarak, savaşa sa­ vaşa kurduğu Türkiye C u m h u r i y e t i , açıkça görülüyor ki, hani­ dir sürdürülen 'soğuk bir s a v a ş ' m türlü çeşit 'seyyiâtmı' yaşı­ yor. Ekonomik kalkınması, uluslararası örgütler tarafından denet­ lenmekte, kalkınması ve güçlenmesi, el altından, engellenmektedlı. Bir zamandır buna 'düşük yoğunlukta bir iç savaş' eklenmiş, •öylece 'yıpratılması' tasarlanan 'amaçlar' bakımından münasip |ı">ı ülmüştür. Handiyse yarım yüzyıldır, ne pahasına olursa olsun destek ılduğu Batılı 'mütte/i/c/eri'nin, en önde gelen yetkili ve sorumluııı, Türkiye Cumhuriyetinin Devlet Başkanının yüzüne karşı, 127


bütün kötülüğün 'üniter devlet yapısından' kaynaklandı­ ğını söyleyebilmekte, k ı s a c a s ı L a u s a n n e A n l a ş m a s ı ' n d a n vazgeçilmesini, S e v r e s S ö z l e ş m e s i ' n e dönülmesini isteyebilmektedir. Hem de 'demokrasi' ve 'insan hakları' gerekçesiy­ le! 'Tanzimat'ı ve 'Meşrutiyet'i de, aynı gerekçeyle destekle­ yip arka çıkmışlardı, netice malum. Türkiye halkının, kimden yana çıkacağını sanıyorsunuz?

128


YOLSUZLUKLARIN •DEMOKRATİKLEŞTİRİLMESİ'

9 Aralık 1996 Uluslararası liberal 'sistem'in 'küreselleşmeyi' başarıyla uy­ guladığı bölge, bilindiği üzere, ABD'nin 'arka bahçesi' Latin Amerika'dır: serüven, aynen bizde olduğu gibi, 80'li yılların ba­ şında başlıyor; 90'lı yılların ortalarında alınan sonuç nedir, merak mı ediyorsunuz? Öyleyse, şu garip listeyi bir gözden geçiriniz: 1/ Meksika'da eski devlet başkanının kardeşi Raul S a l i n a s de Gortari, 'devlet kademelerindeki siyasi nüfuzunu kullana­ rak şirketlere çıkar sağlamış', böylece yabancı bankalardaki ser­ veti 1 2 0 milyon dolara ulaşmış. 2/ Venezuela'nın Özal'ı, C a r los Andres P e r e z , 'örtülü ödenekten çektiği 17 milyon doları usulsüz kullandığı için, Yüksek Mahkemece suçlu bulundu'; ayrıca, 'banka yöneticileri, batan bankalardaki yüzmilyonlarca doları zimmetlerine geçirdikleri için yargılanıyorlar'. 3/ Arjan­ tin'de 'on'un üzerinde devlet yetkilisi IBM'le yapılan sözleşmede milyonlarca dolarlık şahsi çıkar sağlamışlar. 4/ Brezilya'da mü­ fettişler, batan bir mali kurumun yolsuzluklarını araştırıyorlar, bu kurumun vergi mükelleflerine maliyeti beş milyar dolar olarak he­ saplanıyor. 5/ Ekvador'da ekonomiyi yöneten başkan yardımcısı A l b e r t ö Dahik, 'zimmetine para geçirdiği için, tutuklanması­ na karar verilince' palas pandıras kendini Kostarika'ya atıyor; vs... vs... Evet farkındayım, insan bu haberleri hiç yadırgamadan oku­ yor; çünkü, 80'li yılların başından itibaren aynı ekonomik reform­ ları yaparak, yani 'özelleşip küreseli eşer ek' Yeni Dünya Düze129


ni'ni uygulamaya başlayan ülkemizde de, benzer olaylar hiç eksik olmuyor; neredeyse birbirine zincirleniyor. Peki, bundan çıkarılacak bir sonuç yok mudur?

'Kurumsallaşmış, mafia'... Y o o o , hayır! Yorumlamaya kalkışmayacağım: Y e n i Dünya Düzeni hakkında" iyi şeyler düşünmediğim malum, yapaca­ ğım yorum tek taraflı olmakla suçlanabilir; iyisi mi, 'öteki taraf­ tan' olduğu inkâr kabul etmez bir gazetenin, bu yolsuzluklar zin­ cirini nasıl değerlendirdiğini, size aktaracağım. Bakar mısınız ne diyor: " . . . s e r b e s t p i y a s a ekonomisinin, o n c a eşlik e d e n de­ m o k r a t i k l e ş m e y l e birlikte, b ö l g e d e iş dünyasının ve devle­ tin faaliyetlerini şeffaflaştıracağına ilişkin, g e n i ş bir ke­ sim t a r a f ı n d a n paylaşılan o r t a k bir kanı vardı; a n c a k şu a n d a yolsuzluk h e r z a m a n k i n d e n d a h a yaygın, s a d e c e o y u n c u l a r değişti; b ü r o k r a t l a r ı n ve diktatörlerin yerini, sı­ kı ittifak içindeki yeni bir i ş a d a m ı ve politikacı sınıfı aldı. (...) Y e n i siyasi özgürlüklerin, yolsuzluğu da demokratikleştirebileceğini h e r h a l d e hiç kimse t a h m i n e d e m e z d i . " (The Wall Street Journal, 8 Temmuz 1 9 9 6 ) Merkezi New York'da bulunan Uluslararası Özel Dedektiflik Bürosu Kroll Asosiates'in Brezilya B ü r o s u yöneticisi J a m e s Wygand, kendi açısından durumu şöyle yorumlamış: " . . . g e ç m i ş t e yolsuzluk g e n e l d e küçük çaplıydı, vergi müfettişine a ç ı k t a n ö d e m e yapılır, ya da bir evrakı imza­ l a t m a k için r ü ş v e t verilirdi; b u g ü n ise yolsuzluklar d a h a o p o r t ü n i s t l e ş m i ş ve k u r u m s a l l a ş m ı ş durumdadır, 'ma fia'nın t a r z ı n a ç o k yakın; yapılan yolsuzluklardan büyük k a z a n ç l a r sağlanıyor, çünkü o r t a d a d ö n e n p a r a ç o k bü­ yük." (Aynı gazete, aynı sayı) Ne denildiğinin farkındasınız değil mi? Yolsuzluklar 'Daha oportünistleşmiş, daha kurumsallaşmış', 'mafia'nın tarzına çok 130


yalcm'mış, 'ortada dönen para çok büyük olduğu için, yolsuzluklardan büyük kazançlar sağlanıyor'rnuşl.. Allah Allah, adam sanki bildik bir ülkeyi anlatıyor,

yapılan

'Sistem'in işleyişi bozuk... Kesin olan nedir? Wall S t r e e t J o u r n a l in sandığı gibi, L a ­ tin Amerika'daki hukuk sisteminin dünyaya açılan ekonomileri denetlemek görevini yerine getirmekte yetersiz kalması mı; yoksa Yeni Dünya Düzeni diye 'kaktırılan' emperyalist/liberal 'sistem'in işleyişindeki bozukluk mu? Elbette, ikincisi! Aksi halde, ge­ zegene bu düzeni neredeyse zorla kabul ettirmeye uğraşan 'geliş­ miş' ve zaten 'dünyaya açılmış' liberal ekonomilerde de ( A B D , J a p o n y a , F r a n s a , İtalya, İngiltere, Almanya vs) benzer re­ zillikler paçadan akar mıydı? Türkiye açısından olumsuzluk iki düzeyde görülüyor: yolsuz­ luk 'ekonomisinin' 'faturası' hemen bütünüyle laik iddialı 'alafran­ ga' yönetimlere çıkarıldığı için, olay Refah Partisi'nin iktidara gelmesinde, önemli bir iç faktör rolünü oynadı, bu bir; ikincisi, Türkiye'ye karşı 'soğuk savaş'ta, halkın çoğunluğu, boğazına kadar yolsuzluklara batmış yönetici kadrolara asla güvenemiyor: ' S o ğ u k s a v a ş ' d ö n e m i lider ve partilerinin dışında, 'temiz' lider ve p a r t i l e r e 'hayati ihtiyaç' hissedilmesinin t e m e l se­ bebi de bu!

131


İŞ, BAŞTAN 'YANLIŞ' TUTULMUŞ.

11 Aralık 1996 Okuduğumda duraklamış, ne diyeceğimi bilememiştim. Derin bir geceydi: diplerinde bir yerlerde, ufunetli yıldızlar yanıp sönü­ yordu; alttan alta, insanı ürperten rutubetli bir serinlik. O yıllarda 'hain' sayılan Arthur Koestler, açıkça diyordu ki: "-...siyasi p a r t i l e r d e , e n yeteneksizleri ö r g ü t ü n e n yüksek k a d e m e ­ lerine yükselten, bir m e r k e z k a ç kuvvet vardır." Şaşırma­ mak elde mi? K o e s t l e r , K o m i n t e r n murahhaslığı yapmış bir adam, 'tespiti1, o yılların komünist partileri -en çok da S S C B Ko­ münist (Bolşevik) P a r t i s i - için geçerli. Bilindiği gibi K o e s t l e r , 'Gün O r t a s ı n d a Karanlık/Darkness at Noon' adlı romanın­ da, M o s k o v a Davaları'ndan birisinde, bir sanığın nasıl 'temizlendiği'ni, dehşet uyandıran bir maharetle anlatır; sanık Rubaçof'un gerçekte Stalin'in tasfiye ettiği B u k h a r i n olduğu iddia edilmiştir. Sovyetler'deki muhalefet (oppozitsiya) Lenin'den sonra Trotsky'nin genel sekreter olması gerektiğini savunmuştu; Vladi­ mir İliç'in 'Parti'nin Harika Çocuğu' adını taktığı B u k h a r i n de aynı göreve uygun görülenlerdendi; oysa Koestler'in o 'merkez­ kaç kuvveti' etkisini göstermiş, S t a l i n türünden bir 'despot' parti­ nin zirvesine oturmuştu: hem de ne oturmak! S o v y e t Komünist P a r t i s i çok kısa sürede 'sivil toplum' kuruluşu özelliklerini kaybet­ miş, parti içi demokrasi uygulaması demek olan 'demokratik merkeziyetçilik/centralisme d é m o c r a t i q u e ' yerini, yukarıdan aşağıya işleyen bir emir/kumanda totaliterliğine bırakmıştı. Artık bir 'örgüt' ( o r g a n i s a t i o n ) söz konusu değildi; söz ko­ nusu olan bir 'aygıt'tı (appareil). 132


Ö r n e k bunlar olursa... Meşrutiyet tarihimizde bu çeşit siyasi örgütlenmenin adı 'ko­ mita', üyelerinin sıfatı ise, 'komitacı' idi; demokrasimiz açısından, bunun son derece önemli olduğunu sanıyorum; şundan ki, işin ba­ şını çekmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, daha sonra ör­ gütlenecek olan siyasi partilerimiz için, belki de talihsiz bir 'model' oluşturmuştur. A n k a r a ziyaretlerinden birisinde, Niyazi B e r k e s ' e sorma­ dan edememiştim: Çarlık Rusyası'nda, ucu Neçayef'e k a d a r d a y a n a n Narodnik/Nihilist komitacılığının, R o m a n ­ y a üzerinden z a m a n ı n J ö n t ü r k komitalarını etkilediği d o ğ r u olabilir m i ? " 'Hoca' buna inanıyordu, kanıtlarını da bulmuştu; ben de okuduğum onca 'hatırat'ın bazılarında -mesela Galip Vardar'ınkinde m i ? - M a k e d o n y a ' d a Sırp ve Bulgar komitacılarını bastırmakla görevli 'ittihatçı' zabitlerin, örgütlenme konusunda bilhassa Bulgar 'Çentre/ist/er'inden etkilenmiş olduğunu oku­ muştum. Selanik ve çevresinde, İtalyan 'Mason Localan'nm 'gizliliğine' heveslenmeleri de, cabası! Bunlardan ne çıkar? Os­ m a n l ı ' d a n i t i b a r e n ülkemizin siyasi h a y a t ı n d a 'fırkalar'm, h a y a t ı n içinden ü r e m i ş 'sivil toplum' ö r g ü t l e r i olmadığı mı? Hüseyin Cahit B e y , 'Siyasi Hatıraları'nda, Hürriyet'in ilan edildiği gün, D e r s a a d e t ' d e halkın kılının kıpırdamadığını yaz­ mıştır; İstanbul'daki 'ittihatçılar' zevahiri kurtarmak için bazı gösteriler düzenlemeye kalkışırlar. İttihat ve Terakki'nin, Hürriyet'ten sonra bile 'fırka' olmayıp bir zaman 'cemiyet' kaldığını biliyoruz. Teşkilat içinde ve dışında herkesin şikâyetçi olduğu o 'merkez-i umumi hâkimiyeti' ise, Rus Narodnik/Nihilist -daha sonra B o l ş e v i k - 'aygıtlarındaki' politbüro egemenliğini hatırlat­ mıyor mu? Kimbilir, en olgun siyasetçilerimizin bile, 'parti' denildi mi 'ör­ güt' değil 'aygıt' anlamasının gerisinde, belki de bu hatalı başlan­ gıç yatıyor.

133


Hangisine b e n z i y o r l a r ? Zahmet olmazsa, 70'li yıllarda kaleme aldığım şu satırlara, göz ucuyla olsun bir bakar mısınız? "...örgüt ( o r g a n i s a t i o n ) bir yerde Gramsci'nin anladığı anlamda ve düzeyde bir 'kolektif entelektüel' özelliği gösteriyor­ sa, aygıt (appareil) tam tersine, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir komuta zincirlemesine göre düzenlenmiş bir hükmetme ya­ pısı ( s t r u c t u r e ) gösteriyor. B i r i n c i s i n d e demokratik bir yö­ netim, g ö r e v l e r i n ve yetkilerin d e m o k r a t i k yoldan dağıtıl­ ması, eleştiri v e özeleştiri n e k a d a r kolay v e g e ç e r l i y s e ; ikincisinde, o k a d a r z o r ve g e ç e r s i z ; zira ikinci d u r u m d a aygıt m e r k e z i y e t ç i bir b ü r o k r a s i n i n belirli .kararları ya da tedbirleri u y g u l a m a y a k o y m a s ı n d a n b a ş k a bir şey istemi­ y o r v e getirmiyor..." "... 'kadrolaşma' dediğimiz şey, eğer ikinci türden bir aygı­ tın çeşitli kademeleri için adam yetiştirmekse, meydana çıka­ cak olan devrimci, esnek ve diyalektik bir örgüt olmayacaktır; ya ne olacaktır, yukarı kademenin diktasını hem aygıtın alt ka­ demesine hem de toplumun bütününe 'empoze eden' bir dikta mekanizması olacaktır..." ('Hangi S o / ' , s . 7 0 / 7 1 , 4. Basım, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) Bizdeki en 'liberal' iddialı partiler bile, sizce hangisine daha çok benziyorlar? Ö r g ü t e mi, a y g ı t a m ı ?

134


GAZİ'NİN 'FIRKA' ANLAYIŞI, 'FARKLI'.

13 Aralık 1996 Gazi, ne 'ittihatçı' idi, ne de 'mason'; Anadolu İhtilali'nin gelişme grafiği, M a k e d o n y a Tcomitacı/ığı'ndan farklıdır: ittihatçı­ lar, hâkimiyeti Osmanlı hanedanına bırakmış, 'iktidara' talip ol­ muşlardı: 'iktidarı' kaybettikleri an tarihten silindiler, hâkimiyet Vahdettin'de kaldı. Anadolu İhtilali, hâkimiyeti halka intikal ettirme hareketiydi, Gazi bu tehlikeli ve hassas operasyonda -En­ ver P a ş a ' n ı n Babıâli'yi basması gibi- askeri bir müdahale ile de­ ğil, yurdun her yanında devreye giren halk meclisleri, kongreler ve Meclis'le yürütmüştü: A m a s y a Tamimi'nden itibaren, Müdafaa-i Hukuk Hareketi'nin 'sivilliği' d a i m a ö n d e tutul­ muştur. (Buradan itibaren, o yanık ve dokunaklı Kuva-yı Milliye marşlarından birisi, size eşlik edebilir. ' S a k a r y a d a ğ l a r ı n d a çi­ ç e k l e r a ç a r . . . ' , mesela!) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni 'fırkalaştırmava' sıra gelin­ ce, davranış yine öyle: 1 9 2 2 yılı sonunda, Ankara'daki gazeteci­ leri çağırmış, Gazi açıklıyor: "...hayatımı s o n u n a k a d a r v a t a n hayrına vakfeylemek emeliyle sulhun istikrarını m ü t e a ­ kip, 'halkçılık' e s a s ı üzerine müstenit ve 'Halk Fırkası' ila­ mıyla siyasi bir fırka teşkil e t m e k niyetindeyim"; hemen arkasından istediği, halkın ve aydınların bu konudaki düşünce ve önerilerini, kendisine ulaştırması; yani örgütlenmeyi 'kolektifleş­ tirmek' istiyor, ayrıca diyor ki: "...erbâb-ı ihtisasın g ö n d e r e ­ cekleri m ü t a l â a t kemal-i e h e m m i y e t l e nazar-ı i t i b a r a alı­ nacaktır." (Hâkimiyet-i Milliye, 7 Aralık 1 9 2 2 ) Yalnız bir nokta üzerinde son derece hassas, o da kurulacak 'fırkanın ruh-u aslisi', 135


önceden açıkça üstüne basmış: "...böyle bir fırkanın ruh-u as­ lisi istiklâl-i t a m ve bilâ-kayd-ü-şart hâkimiyet-i milliye­ dir." ('İzmir Yollarında', s. 2 7 / 2 8 ) Son cümleyi gündelik konuşma dilimize çeviriniz: Gazi, antie m p e r y a l i s t , laik ve d e m o k r a t bir 'fırka' k u r a c a k t ı r ; iyide, 'alelade bir fırka mahiyetinde' mi olacaktır bu fırka? Onu da açıklığa kavuşturmuş: Hayır!

'Dokuz umde'nin mahiyeti... Müdafaa-i Hukuk Doktrini, kısaca belirtmiştik, 'istiklâl-i tam' ve 'hâkimiyet-i milliye' üzerine oturmaktadır ama, Kurtuluş Savaşı ertesinde bunların tahakkuku üç ana 'Misak-ı Mi ili 'nin ger­ çekleşmesine bağlanmıştı: Bağımsız ve Bölünmez Yurt (Misak-ı Milli), Bağımsız Ulusal Ekonomi ( S a ' y Misak-ı Millisi) ve Ulusal ve Birleşik Öğretim (Tevhid-i Tedrisat/Maarif Misâk-ı Milli­ si). Gazi, halkın desteğiyle bu üç ana amacın gerçekleştirilebilme­ si için yine halkla 'müdavele-i efkârda bulunarak' Halk Fırkası'nı kuracaktır. İzmir İktisat Kongresi'ni açış konuşmasında, durumu irdeledikten sonra, 'fırkanın' nasıl olacağını tereddütsüz açıklamıştı: "...böyle bir S a ' y ( e m e k ) Misâk-ı Millisi mahiye­ tinde o l a n p r o g r a m e t r a f ı n d a t o p l a n m a k t a n hasıl o l a c a k şekl-i siyasi ise a l e l a d e bir fırka mahiyetinde t a s a v v u r e d i l m e m e k lazım gelir ve sulh s o n r a s ı vukua gelebilecek olan bir şekl-i siyasinin, şimdiye k a d a r olduğu gibi, mille­ tin azim ve imanı ile ve v a h d e t ve t e s a n ü d ü n birbirine müzahir o l m a s ı ile muvaffak o l a c a ğ ı hakkındaki k a n a a t i m kavidir ve tamdır." ('İzmir Yollarında', s. 1 0 3 / 1 2 6 ) Bilmem dikkat ettiniz mi, son cümlede Gazi Mustafa Ke­ mal, 'milletin azim ve inancı' ile 'birlik ve dayanışması'nın, 'şim­ diye kadar olduğu gibi, birbirine yardımcı olmasından' söz edi­ yor: aslında bu Anadolu İhtilali'nin Anadolu İnkılabı'na dö­ nüşmesinde, önceden oluşturulmuş 'Halk' Kurtuluş Ordusunun (Kuva-yı Milliye), sırası geldiği için 'Halk' Kurtuluş Cephesine yerini bırakması gereğinin açık bir ifadesidir. 136


Gazi'nin o yıllarda 'alelade bir fırka değil', sonradan siyasi terminolojiye girecek ünlü bir deyimle, bir 'Halk C e p h e s i ' kur­ mak istediğini daha 1970'li yıllarda yazmıştım; demek ister ki, na­ sıl bütün Anadolu ve Rumeli halkı 'müstevliyi y u r t t a n def­ e t m e k için sımsıkı bir v a h d e t ve t e s a n ü t içine girmişse, S a ' y ( em ek) Misâk-ı Millisini ve Maarif ( ö ğ r e t i m ve eğitim) Misâk-ı Millisini g e r ç e k l e ş t i r m e k için de böyle bir 'cephe­ nin v a h d e t ve t e s a n ü d ü içinde' olmalıdır. Meraklısı bilir, 'Halk Fırkası'nın kuruluşuna esas teşkil eden o meşhur 'dokuz umde', zümre ya da sınıf çıkarlarını savunmak için kurulmuş ya da kurulacak bir 'partinin' tüzüğüne hiç benze­ mez, kapsamlı fakat ö z e t bir 'Halk c e p h e s i ' p r o g r a m ı d ı r .

'Aygıt' değil 'örgüt' Biliyorum, elli yıldır kamuoyunda 'conformiste' bir A t a t ü r k görüntüsü oluşturan ve dolaştıranlar, söylediklerimden tevahhuş ediyor ama, gerçek budur: Gazi M u s t â f a K e m a l P a ş a ' n ı n 'fır­ kacılığı' -hiç de s o n r a d a n iddia edildiği gibi- o t o r i t e r ve totaliter bir 'aygıta' özenmiyor; d a h a ç o k genel ilke­ leri -ki inkılabın ilkeleridir- n e t o l a r a k konulmuş, inkıla­ bın g e r ç e k l e ş t i r i l m e s i n e kalabalık halk 'katılımını' s a ğ l a ­ mayı a m a ç l a y a n , g e v ş e k dokumalı ve k a p s a m l ı bir 'ör­ güt', bir 'Halk C e p h e s i ' o l u ş t u r m a y ı h e d e f ediniyor. Gazi Mustafa K e m a l bu noktaya bir anda karar vermemiş­ tir; arayıp kurcalayarak, halk önünde tartışıp irdeleyerek varmış­ tır; isterseniz, bu kararın nasıl billurlaştığına ve hangi 'esbab-ı muclbeye' dayandığına da bir bakarız. O da daha az heyecanlı değildir.

137


GAZİ'NİN AMACI: 'ANTİEMPERYALİST BİLEŞKE'

16 Aralık 1996 Müdafaa-i Hukuk'un 'sıcak' günleri, A n k a r a . S o v y e t Cumhuriyetleri İttihadı ile yakın ilişkilere girişilmiş. Intelligence S e r v i c e -bu arada ünlü İngiliz Kontrol Subayı ' K a y m a k a m ' Ravlinson- Mustafa Kemal'in 'bolşevikliğinden' emin, bunu yayıyorlar. Gazi, ortalarda yoktur, Çankaya'ya çekilmiş 'tetebbuatta bulunuyor'muş, yani okuyup inceliyor. Nihayet bir akşam sofrasında, demiş ki: "-...efendiler, bolşevikliği tetkik etim, a m e l e sınıfına istinad e d e n bir n a z a r i y e , memleketimizde kaabil-i tatbik değildir, çünkü bizde miktar-ı kâfi a m e l e yoktur". Bu rivayeti ben, 'Sarı Mustafa'dan ( B ö r k l ü c e ) duymuştum; yanılmıyorsam, Halide Edip Hanım, hatıralarında doğrulamıştı. Sizce K e m a l P a ş a ' n ı n 'tespiti' yanlış mı? (Mütareke'de Anado­ lu'ya intikali nedense unutup D e r s a a d e t ' t e kalan Dr. Şefik Hüsnü Bey'in de aynı 'tespiti' yaptığını R â s i h Nuri B e y nakle­ diyor. (Bkz.: 'Hangi Atatürk', s. 1 0 4 / 1 0 6 , 3. Basım, Bilgi Yayı­ nevi) 40 Karanlığının solculuğu, bundan Gazi'nin sosyal sınıfları reddettiği manasını çıkarmıyordu; 1 0 . yıl marşının, o sık sık alaya alınan 'İmtiyazsız sınıfsız k a y n a ş m ı ş bir kütleyiz' mısraı, ha kikatte 'sosyal sınıf gerçeğinin ve diyalektiğinin inkârı değil, inkı­ lap Türkiye'si için o diyalektiğin zalim milletler/mazlum milletler çelişkisinde g ö r ü l d ü ğ ü n ü n ifadesi. Kim demiş Mustafa K e m a l 'sosyal sınıf ve 'siyasi parti' gerçeğini reddediyor diye? Halt eder, çünkü bu takdirde Halk Fır kası'nın kurulacağı günlerde şu söylediklerine (Balıkesir, 5 Şu bat 1 9 2 2 ) ne diyeceğiz: 138


"...memâlik-i s a i r e d e fırkalar b e h e m e h a l iktisadî m a k s a t üzerine t e e s s ü s e t m i ş ve e t m e k t e d i r , ç ü n k ü o Memleketlerde muhtelif sınıflar vardır: bir sınıfın m e n f a a ini m u h a f a z a için t e ş e k k ü l e d e n bir siyasi fırkaya muka­ bil, d i ğ e r bir sınıfın menfaatini m u h a f a z a m a k s a d ı y l a bir fırka t e ş e k k ü l e d e r . Bu p e k tabiidir. Güya bizim m e m l e ­ ketimizde de ayrı ayrı 'sınıf v a r m ı ş gibi t e e s s ü s e d e n fır­ kalar yüzünden ş a h i t o l d u ğ u m u z n e t i c e l e r m a l u m d u r . Halbuki Halk F ı r k a s ı dediğimiz z a m a n , bunun içine bir kı­ sım değil, bütün millet dahildir." ('İzmir Yollarında', s. 9 3 / 103)

Burada sözü edilen 'millet', hiç kuşkusuz 'mazlum' bir milleti.

Nasıl v e n e k a d a r ' m a z l u m ' ? İyi de, nasıl 'mazlum', ne kadar 'mazlum'? Gazi, Anadolu htilali'nin 'inkılab'a yöneldiği o heyecanlı günlerde, halkının azlumluğunu' açıkça dile getiriyor, diyor ki: "...milletimizin büyük ç o ğ u n l u ğ u çiftçi ve ç o b a n d ı r , öyle o l u n c a b u n a k a r ş ı büyük t o p r a k ve çiftlik sahipleri elir, bizde k a ç kişi büyük t o p r a k sahibidir, bu a r a z i n i n iktarı n e d i r ? i n c e l e n i r s e g ö r ü l ü r ki, memleketimizin geişliğine o r a n l a hiç k i m s e büyük a r a z i sahibi değildir, öyy s e b u t o p r a k sahipleri d e k o r u m a y a a l ı n a c a k insanlar" . . . s o n r a s a n a t sahipleriyle k a s a b a l a r d a t i c a r e t yaa n k ü ç ü k t ü c c a r l a r gelir, tabii o l a r a k bunların çıkarları, durumlarını ve g e l e c e k l e r i n i s a ğ l a m a k ve k o r u m a k ecburiyetindeyiz. Çiftçilerin k a r ş ı s ı n d a olduğunu varydığımız büyük t o p r a k sahipleri gibi, bu t i c a r e t erbabıın k a r ş ı s ı n d a da büyük s e r m a y e sahibi i n s a n l a r yoktur, a ç milyonerimiz v a r ? H i ç ! Öyleyse biraz p a r a s ı o n l a r a ş m a n o l a c a k değiliz, t a m t e r s i n e m e m l e k e t i m i z d e birk milyonerin, h a t t a m i l y a r d e r i n y e t i ş m e s i n e ç a l ı ş a c a -

139


" . . . s o n r a işçiler gelir! B u g ü n m e m l e k e t i m i z d e fabri­ ka, i m a l a t h a n e v e s a i r e gibi kuruluşlar ç o k sınırlıdır; mev­ c u t işçilerimizin sayısı yirmi bini g e ç m e z , o y s a ülkemizin gelişmesi için ç o k fabrikalara muhtacız, bunun için de a m e l e lazımdır, d e m e k ki t a r l a d a çalışan çiftçiden farkı o l m a y a n işçileri d e himaye e t m e k gerektir..." "...bundan s o n r a aydınlar ve bilginler gelir. B u n l a r kendi kendilerine toplanıp halka d ü ş m a n olabilir mi? Bunların ü s t ü n e düşen görev, halkın içine g i r e r e k onları a y d ı n l a t m a k ve yükseltmek, onların gelişme ve ilerlemesi­ ne ö n c ü olmaktır. İşte ben milletimizi böyle g ö r ü y o r u m ; öyleyse çeşitli m e s l e k erbabının çıkarları birbirine bağlı olduğundan onları sınıflara a y ı r m a k imkânı yoktur ve bü­ tünü h a l k t a n ibarettir." ('Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri' II, s. 9 7 / 9 8 , Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1 9 5 2 ) İşin püf noktası, sanırım burada; yani o 'halkın1, kiminle ne türlü bir çelişki -hatta çatışma- içinde olduğunda!

Asıl büyük 'çelişki'... 'Sosyal sınıf ve 'siyasi parti' ilişkisine o derece vâkıf Gazi Mustafa K e m a l , halkın 'mazlumluğu' dolayısıyla, çeşitli 'sınıflar' arasındaki -zaten zayıf- çelişkileri küçümsese de, varlığını bilmiyoı mu? Biliyor ama, onun önemli gördüğü büyük (majeur) çelişki, n halkın 'sistem'le olan çelişkisidir, bunu da ünlü cümlesiyle özelle mistir: " . . . m e s l e k i içtimâi itibariyle düşündüğümüz zam,m biz hayatını, istiklalini k u r t a r m a k için ç a l ı ş a n erb.il> ı sa'yız, zavallı bir halkız. Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmalı y a ş a m a k için ç a l ı ş a n ve ç a l ı ş m a y a m e c b u r o l a n bir halkı/ B i n a e n a l e y h h e r birimizin hakkı vardır, selahiyeti vanlu, fakat ç a l ı ş m a k s a y e s i n d e bir hakkı iktisab ederiz. V o l i - . a r k a ü s t ü y a t m a k ve hayatını sa'yden m u a r r a (çalışmad in g e ç i r m e k isteyen insanların bizim hey'et-i içtimâiyemî/<ln (toplumumuzda) yeri yoktur, hakkı yoktur. O halde il.nl* 140


ediniz efendiler: halkçılık, nizâm-ı içtimâisini (toplumsal dü­ zenini) s a ' y m hukukuna (emeğin hukukuna) istinad e t t i r e n bir meslek-i içtimâidir..." "...efendiler; biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurabilmek için, hey'et-i um um iye­ mizde, hey'et-i milliyemizce bizi m a h v e t m e k isteyen em­ peryalizme karşı ve bizi y u t m a k isteyen kapitalizme kar­ şı, hey'et-i milliyemizce m ü c a h e d e y i (cihat etmeyi) caiz gö­ ren bir m e s l e ğ i t a k i p e d e n insanlarız..." ('Atatürk'ten Dü­ şünceler', E. Z. K a r a l , s. 2 5 , T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1956) Emperyalizme karşı 'dokuz umde' çevresinde birleşik bir 'halk cephesi'ne karar kıldığını görmemek için ya kör olmak la­ zım, ya kötü niyetli; Gazi, Türkiye'nin ulusal burjuvazisini oluştu­ rabilmek için dahi, emperyalizme karşı bir 'istiklal-i tam' savaşı vermek zorunda olduğunun bilincindedir. Peki nasıl olmuştur da, o 'sivil örgüt', 'tek millet, t e k par1, tek ş e f sloganına uygun 'totaliter' bir 'aygıt'a dönüşmüştür? O uzun ve hazin başka bir hikâyedir.

141


" - B U ZORBALAR KİMLERDİR?"

18 Aralık 1996 Prof. Afet İnan, Gazi Mustafa Kemal'den nakletmişth: biz cumhuriyeti kurduk; o, on yaşını doldururken, d e m o k r a s i n i n bütün gereklerini sırası geldikçe uygulama­ ya koymalıdır." ("M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım', s. 3 7 ) Öyle olmadı. Cumhuriyet'in uzun zaman 'demokrasiye dönü şemediği, malum. Daha da kötüsü yaşandı: geniş tabanlı bir 'halk cephesine' istinat ettirilmek istenilen, ekonomide ve kültürde 'tam bağımsız' o 'sivil toplum' tasarımı, zaman içinde, önce 'otoritcı' sonra 'totaliter' bir karakter kazandı. İnsanın merak ettiği, 'halk cephesi'nin hangi süreç içinde 'bürokratik merkeziyetçi' bir 'siya si toplum' 'aygıtına' dönüştüğü! Türkiye'de, demokrasi uygulamasındaki 'özür', belki bu sem nun açıklığa kavuşturulmasıyla anlaşılabilecektir.

F a ş i z a n devletçilik reddedilmiyor... Gençler bilmez: olayın dış sebebi, 30'lu yıllar Avrupası' vahim 'tota/iter/eşmesi'dir; demokrasi çürümüş, yozlaşmış biı ılil zen sayılıyordu; sağda Mussolini ve faşizm, Hitler ve n.ı/l yükselmişti; solda, Stalin ve onun totaliter bolşevikliği! 40'lı V I I L M da İspanya'da G e n e r a l F r a n c o , M a c a r i s t a n ' d a Horthy, KM manya'da A n t e n o s c u , Norveç'te Quisling, 'tek millcl, '••» parti, tek şef ilkesine uygun 'aygıtlarla' yönetime el koymır,.l.ııılj İngiltere ve F r a n s a gibi eski demokrasiler iyice gözden (lu.mii| tü: liberalliğin öldüğünden, herkes emin! 142


İç sebebe gelince! Hadi bunu bir tarihçinin kaleminden oku­ yalım: parti g e n e l s e k r e t e r i (Recep Peker) çağrılı o l a r a k gittiği İtalya ve A l m a n y a ' d a n d ö n ü ş ü n d e , C H P için, yeni bir tüzük v e p r o g r a m t a s l a ğ ı hazırlamıştı. F a ş i z m d e n v e nasyonal sosyalizmden esinlenerek düzenlenen bu tasla­ ğı, B a ş b a k a n İnönü'ye d e imzalatıp, c u m h u r b a ş k a n ı n a s u n m u ş t u . B u n d a sayıları sınırlı ü y e l e r d e n o l u ş a n bir üstkurul ö n g ö r ü l ü y o r , bütün yetkiler o n d a toplanıyor, TBMM bir şekilden i b a r e t kalıyordu. A t a t ü r k bir t ü r p a r t i diktatoryasını g e t i r e n t a s l a ğ ı o k u y u n c a , '... b u z o r b a l a r kimlerdir? Onları kim s e ç e c e k ? ' diye tepki g ö s t e r m i ş t i . Arkasından İnönü v e P e k e r ' i ç a ğ ı r t m ı ş , İnönü'nün t a s l a ğ ı o k u m a d a n imzaladığı anlaşılmış (laf aramızda, siz buna sahi­ lden inanıyor musunuz?) ve ö n e r i d e n vazgeçilmişti." ('Türk Devrim Tarihi', III. Kitap, Ş e r a f e t t i n T u r a n , s. 2 1 , Bilgi Yayı­ nevi) Olayı yaşayanlar işin o kadar basit olmadığını, Gazi'nin neti­ cede P e k e r ' i görevinden aldığını elbette bilir; bilir ama, C H P 1 9 3 5 Kurultayında kabul edilen yeni pogram ve tüzük, 'Dokuz Umde'den de, 'Halk Cephesi' tasarımından da hayli uzak, merke­ ziyetçi ve 'totaliter' bir 'aygıt'a yol açmıştır, şüphesiz onu da bilir. İsterseniz bunu da erbabından, Tarık Zafer Tunaya'nın kalemin­ den okuyalım! "...Türkiye'nin p r o p a g a n d a c e r a y a n l a r ı n a m a r u z bir yer oluşu belirtildikten s o n r a , k o m ü n i z m e k a r ş ı t e k sila­ hın 'milliyetçilik' o l d u ğ u a ç ı k l a n m a k t a d ı r . P a r t i Kurultayı, liberal devletin c a n çekiştiğine kaanidir, bu devletin feoBİ devleti t a k i b e n h e r y e r d e ç ö k t ü ğ ü belirtilerek, devlet­ tik övülmektedir, fakat liberal devletin yerini sınıf devle|I değil milli devlet a l a c a k t ı r , bu b a k ı m d a n p a r t i devletçi­ dir, kurultay için v a s a t bir devletçilik Türkiye CumhuriyeIçin zaruridir; bu m a n a d a bir devletçilik ne kızıl Markt, ne de liberaldir; bu t a r z bir devletçilik hususi t e ş e b •ü ve t i c a r e t serbestisini kabul e t m e k t e d i r . . . " Hemen dikkati çeken nokta, 'faşizan devletçiliğin' de aynı 143


şiddetle reddedilmemiş olması! Nasıl reddedilebilirdi ki, aynı Ku­ rultayda 'Türkiye Cumhuriyeti'nin bir 'parti devleti' olduğu kabul edilmiştir. "...parti devletle b e r a b e r çalışır, z ü m r e , sınıf ve cinsi­ yet farkı g ö z e t m e z , p r o g r a m ı h e r h a n g i bir v a t a n d a ş ı n di­ lek ve g ö r ü ş ü n e c e v a p verebilecek bir küldür; böylece, p r o g r a m ı n ve doktrinin milli bir ideoloji o l d u ğ u n a kaanidir, t a r a f s ı z değildir, devletle aynı seviyededir, h a t t a dev­ lete h a r e k e t kaabiliyeti verir." ('Türkiye'de Siyasi Partiler', s. 5 7 0 / 5 7 1 , 1952)

'Müdafaa-i nefs' t a v r ı değil... Partinin, nasıl 'siyasi bir toplum aygıtına' dönüştüğü çok açık: pratikte bu, valilerin ve kaymakamların, bulundukları il ve il cenin aynı zamanda C H P il ya da ilçe başkanı olmaları şeklindi görülüyordu. Görüldüğü üzere, cumhuriyetin 'otoriterliği', ihtilal ve inkılabın elde ettiklerini, aksi/inkılapçılara karşı bir 'müdafaa ı nefs' tavrı olmaktan çıkarmış; merkeziyetçi b ü r o k r a t bir 'no m e n k l a t u r a ' n ı n iktidarını k o r u m a k için, hâkimiyete «I u z a t m a s ı yoluna girmiştir. Gazi Mustafa Kemal, hayatının son yıllarında buna tahaııı mül edemediğini belli edecek; iktidarı değiştirip, daha 'sivil' lı|| ekibi iş başına getirecektir; ama iş işten geçmiş, Türkiye'de siynij parti yapılanması, 'örgüt' modelinden artık 'aygıt' modeline k,ıy mıştır. D e m o k r a s i y e intikalin bir türlü istenilen kıvamdı bir 'sivilleşmeyi' g e t i r e m e m i ş olması; a c a b a , 'siyasi p a r t i ler'in h â l â 'tek parti' modeline g ö r e kurulmuş olmasımi•<» mıdır? Hadi şimdi tartışın!

144


'YUMUŞAK, SEVİMLİ VE AKILLI BİR OTORİTE...'

20 Aralık 1996 O akşam, Firuzağa'daki evinde, E s a t Adil B e y demişti ki: M u s t a f a Kemal'in 'otoriterüği' soldan ç o k s a ğ a müte­ veccihtir; s i y a s e t lugatımıza 'komünizm tehlikesi' tabiri, 1 9 3 5 ' t e n s o n r a girdi!" Nemli, soğuğu ürpertici bir akşamdı; yılbaşına yakın. Rum pastahanelerinin vitrinlerinde, paskalya çörekleri ve boyalı yumur­ talar. Türkiye'de 'soğuk s a v a ş ' hızlanıyor, 'ilerici' kesimi kaygı­ lı. Taksim'de -Şişli tramvayını beklerken- H a s a n Tanrıkut de­ mişti ki: E s a t B e y haklı, cumhuriyeti, tek ve yekpare bir tekâmül vetiresi (gelişme süreci) sanıyoruz, öyle değil!" Gazi, demokrat ilerici kesiminin de muhalefeti ile karşılaş­ mıştı ama, 'ama'sı var...

'İlerici' muhalefetin özeleştirisi... Formasyonu 'Amerikan' iki taraftarı Zekeriya S e r t e l ve Halide Edip, 1924'ten itibaren onu eleştiriyorlardı: 'otoriter' ol­ duğunu söyleyerek! Her ikisi de, ömürlerinin bir kısmını 'gönüllü' yurtdışı 'sürgünlerinde' geçirdiler; ne var ki, İstanbul'a döndükle­ ri zaman, özeleştiri yapmak dürüstlüğünü ve yürekliliğini göster­ mişlerdir. 1 9 2 4 Anayasasının Gazi'ye aşırı yetki verdiğini, onu diktatörlüğe sürüklediğini iddia eden Halide Edip Hanım, onun ölümünü müteakip yurduna dönünce, ayağının tozuyla S a b i h a Sertel'e demiştir ki: S a b i h a , M u s t a f a Kemal haklıy,ış!.." 145


S a b i h a Sertel'in eşi M. Zekeriya S e r t e l , büyük bölümü S S C B ' d e geçen 'ecnebi' hayatının dönüşünde, açıkça ne söylü­ yor: " . . . sağlığında biz bu a d a m a karşı hürriyet ve demok­ r a s i s a v a ş ı yapmıştık, hareketlerini d i k t a t ö r c e buluyor­ duk. A ğ a ç l a r ı g ö r ü y o r d u k , o r m a n ı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk: Halife ve p a d i ş a h t a n y a n a olanlar o n a c e p h e almışlardı: İttihatçılar o n a karşı suikast düzenle­ mişlerdi. E m p e r y a l i s t l e r de m e m l e k e t içinde isyanlar çı­ karmışlardı. İstanbul'da bütün halifeci, p a d i ş a h ç ı ve geri­ ci basın A t a t ü r k ' e karşı yaylım a t e ş i açmıştı. B ü t ü n bu koşullar içinde d e m o k r a s i gelişebilir miydi?" ('Türk Devrim Tarihi', IH. Kitap, s. 2 0 , Şerafettin T u r a n , Bilgi Yayınevi) Gazi'nin -dolayısıyla inkılabın- 'otoriterliği' Esat Bey'in söy­ lediği gibi, ister istemez, soldan çok sağa yönelik olacaktı: Komintern onu destekliyordu; zamanın BM'si olan Cemiyet-i Akvam'da, S S C B ' n i n çıkarlarını Türkiye savunmayı üstlenmişti, çünkü 'sistem' o ülkeyi o örgüte almamıştı. Tanıdığım bütün 'Es­ ki Tüfekler', Gazi'nin 'komünizm tehdidi'ni fazla ciddiye almadı­ ğında ittifak halindeydiler. R â s i h Nuri B e y , kadirşinas bir jest yapmış, 'erken' cumhuriyet dönemine ait bazı 'özellikleri' açıkça sıralamıştır: " . . . Atatürk'ün ö l ü m ü n e k a d a r g e n e l a n l a m d a s o l neş­ riyat v e çeviriler s e r b e s t t i : 1 9 3 0 ' l a r d a , 1 9 3 2 - 3 6 ' l a r d a h e r kitap çevrilebiliyor, h e r türlü kitap yazılabiliyordu. (...) B u g ü n toplattırılan birçok kitap, Atatürk z a m a n ı n d a satılabiliyordu..." Ya 'gizli' komünist örgütler, onlara verilen ceza? 1 9 2 7 Tevkifatı'nda T K P Lideri Dr. Şefik Hüsnü, sadece bir buçuk yıla hüküm giymişti; çıkar çıkmaz da, '8.7.1929 gün ve 3764 saydı pasaportla, yurtdışına çıkabilmişti'. 1 9 2 9 , 3 0 , 3 1 , 32 yıllarında hüküm giyenler en fazla dört yıla mahkûm olmuşlardı. 1 9 3 2 - 3 6 arası mahkûmiyetler ise, 141-142'nin kabulüyle affa uğramış oldu­ lar; üstelik, 'ilk şekliyle 142'de cezalar altı aydan başlıyordu, 141'de ise 'cebir' unsuru aranmaktaydı." Râsih Nuri B e y , inkılabın 'nefs-i müdafaa' refleksinin Ga146


zi'de adeta içgüdüsel olarak sağa yönelik olduğunu, şu yazdıklarıyla büsbütün meydana koymuş olmuyor mu? " . . . A t a t ü r k d ö n e m i n d e eski İttihatçı liderlerden ası­ lanlar oldu; Albay (Ayıcı) Arif B e y ve R ü ş t ü P a ş a (Zorlu) bunlardandı. Sarıklı y o b a z l a r asıldı, ş a p k a 'devrimine' ve r e f o r m l a r a k a r ş ı g e l e n l e r d e n a s ı l a n l a r oldu. Nakşibendiler asıldı. Bu s e r t t u t u m , A t a t ü r k devriminin gereklerindendi. A n c a k a s ı l a n y a d a a ğ ı r c e z a y a u ğ r a t ı l a n s o l eği­ limli t e k bir kişi y o k t u r . " ('Atatürk ve Komünizm', s. 3 6 1 / 3 6 5 , Anadolu Yayınları, 1 9 7 0 ) Her şey yeterince açık ve aydınlık görünmüyor mu?

Önemli o l a n halk egemenliği... Ayrıca, M. Zekeriya Sertel'in özeleştirisi, önemli bir 'tespit' içeriyor; yerini düşürerek demiş ki: " . . . (Gazi) kişi y ö n e t i m i n d e n ç o k Meclis e g e m e n l i ğ i n e yani halk e g e m e n l i ğ i n e ö n e m verdi; bütün koşullar o n u n Doğulu bir d i k t a t ö r o l m a s ı n a elverişliydi; fakat - a s k e r ol­ m a s ı n a r a ğ m e n - y u m u ş a k , sevimli ve akıllı bir 'otorite' kurdu; bu 'otorite', d i k t a t ö r l ü k t e olduğu gibi k o r k u y a de­ ğil, s e v g i y e d a y a n ı y o r d u . O, günün koşullarının elverdiği ö l ç ü d e bir rejim kurdu, biz eleştirilerimizi ö z g ü r c e y a p a ­ bildik." ('Atatürk, Laiklik ve Demokrasi', A. T. Kışlalı, s. 8 2 ) Zekeriya Bey'in 'tespitini', Gazi M u s t a f a Kemal'in Re­ c e p P e k e r ' e ve 'faşizan' aygıt önerisine gösterdiği sert tepki doğ­ rulamıyor mu? Gel gör ki 'totaliterlik' kanseri gövdeyi sarmıştı.

147


DEMOKRASİ'YE 'GEÇİLMİŞTİ', AMA.

23 Aralık 1996 Sonraları adı bir halk deyimine dönüşecek olan 'Kurtlar Sofrası'nı yazdığım yıllarda ( 1 9 5 4 - 1 9 5 7 ) değerlendirmem kesin­ leşmişti: Müdafaa-i Hukuk, Anadolu Ihtilali'ni başarmış, Halk Fırkası, Anadolu İnkılabı'nı yanda bırakmıştı: Türkiye, ulusal demokratik devrim sürecini, Kemalist düzeyde, son neticelerine ulaştırmak zorundaydı; oysa, bürokratik merkeziyetçi, düpedüz to­ taliter bir devlet kapitalistliği çerçevesinde donup kalmıştık. Böyle bir kesinliğe varabilmek için o devri yaşamış olmak ge­ rekir ya, Gazi'nin yakın çevresinden, gerçekten inkılapçı yazarla­ rın tanıklığı da, çarpıcı ipuçları verir. En çok da Falih Rıfkı ve Y a k u p Kadri Beylerin söyledikleri! 'Kurtlar Sofrası'nı yazar­ ken, sözgelişi Y a k u p Kadri'nin ' K a d r o ' serüveni yıllarında kale­ me aldığı 'Büyük İnkılap ve Küçük Politika' başlıklı eserinden haberim bile yoktu; seneler sonra Milliyet'te yayımlanan (13-22 Aralık 1 9 7 6 ) bu ilginç çalışmasında, yazar öyle değerlendirmeler yapmıştır ki, inkılabın yarıda kalmış olduğuna, hiç şüphe bırak maz. Ona göre, 'Tanzimat bitmemiştir', Gazi'nin çevresinde 'Osmanlı hanedanının sadık kulları, halifeliğin c e z b e y e tu tulmuş âşıkları, m a n d a dilencileri ve paralı bir devletin s ö m ü r g e halkından o l m a y a c a n a t a n l a r vardır'; Gazi. 'okullu softalarla ('aydınlar' d e m e k i s t e r ) m e d r e s e l i softa lardan d a h a ç o k uğraşmıştır'; asıl en önemlisi, 'saltanatı ve halifeliği bir çırpıda s ö k ü p a t a n Gazi, Babıâli'yi kabul el mek zorunda kalmıştır': bürokrasi,..İnkılabı' engellemişti! Ne denilmiştir: aklın yolu bir!; 148


Aksini s a v u n m a k m ü m k ü n m ü ? O kadar bir ki, 27 Mayıs sonrasının 'ilericiliğinde' önemli bir rol oynamış olan D o ğ a n Avcıoğlu da aynı fikre katılacak, in­ kılabın bürokrasiyle iç içe geçirilip nasıl 'dondurulmuş' olduğuna parmak basacaktı: " . . . 1 9 3 6 yılında İçişleri B a k a n ı P a r t i Genel S e k r e t e r ­ l i ğ i n e getirildi. B a ş b a k a n e s a s e n P a r t i Genel B a ş k a n Ve­ kili idi. Valiler ise il b a ş k a n ı yapıldı. B ö y l e c e p a r t i t a m a ­ m e n bürokrasinin k o n t r o l ü altına alınmaktaydı. 'Memurin Kanunu' m e m u r l a r ı n s i y a s e t l e u ğ r a ş m a s ı n ı y a s a k l a m a k l a birlikte, yüksek m e m u r l a r p a r t i yöneticileri oluyorlardı..." "...yüksek m e m u r l a r ı n yönetiminde e ş r a f temsilcile­ rinden kurulu bir p a r t i , bu hüviyetiyle, b ü r o k r a s i n i n bir p a r ç a s ı haline gelmişti. B ü r o k r a s i ile ya da bürokrasinin uydusu o l m u ş bir kuruluş ile devrimleri s o n u n a k a d a r gö­ t ü r m e n i n zorluğu o r t a d a d ı r . B ü r o k r a s i n i n özelliği, h e r y e r d e t u t u c u l u ğ a yöneliktir. İlerici partiler, köklü toplum­ sal d e v r i m l e r e giriştikleri z a m a n , karşılaştıkları en önemli s o r u n l a r d a n birini, b ü r o k r a s i n i n devrimci atılışı köstekle­ yici bir e n g e l o l m a k t a n çıkarılması teşkil etmiştir..." {'Türkiye'nin Düzeni', 1. Basım, s. 1 7 6 , Bilgi Yayınevi, 1 9 6 8 ) En vahim hatası, 'askeri bürokrasinin' de aynı tutucu özellik­ lere sahip olduğunu unutmak olan D o ğ a n Avcıoğlu'nun 'tespiti' hiç kuşkusuz doğrudur; o yüzden de, İkinci Dünya S a v a ş ı sonra­ sında 'demokrasiye geçmeye' mecbur bırakılan 'tek parti'; Müdafaa-i Hukuk, hatta Halk Fırkası dönemine ait bütün 'sivil' özel­ liklerini kaybetmiş, tamamıyla bürokratik merkeziyetçi bir 'aygıt'tı. Aksini savunmak mümkün mü?

E ğ e r ruh aynı kalırsa... Sonradan 'soğuk savaş'ın hedefi haline gelecek S S C B paı.ıntezi bir yana bırakılırsa; İkinci Dünya S a v a ş ı , o kadar hor flörülen demokrasilerin zaferiyle sona ermişti; öteki ülkelerin, Bir149


leşmiş Milletler'in kuruluşu sayılabilecek S a n F r a n c i s c o Konferansı'na katılabilmesi, o tarihte 'demokrasi' olması şartına bağ­ lanıyor. Düşünebiliyor musunuz? 1 9 4 5 ' t e hâlâ 'totaliter' tek parti düzeninde olan Avrupalı üç ülke var: F r a n c o ' n u n İspanya'sı, Salazar'ın Portekiz'i, İnönü'nün Türkiye'si! Diğer ikisi düzen­ lerini değiştirmeyi reddetmişlerdi; demokrasi, 'halkçılık' adıyla ba­ şından beri Türkiye Cumhuriyeti'nin programındaydı: Türkiye, demokrasiye geçmeyi kabul etti. Ama nasıl? 'Führer' anlamına gelen 'önder'li, 'ebedi ş e f li ve 'milli şef Mi, 'değişmez genel başkan'lı bir 'aygıt'm yöneti­ minde olarak! 'Aygıt'ın zamanla 'örgüt'e dönüşebilmesi için, çok çaba harcanmışsa da, ne yazık ki, siyasi partilerimizin birçoğunda -başta 'tek parti'nin bir türevi olarak ortaya çıkan D e m o k r a t P a r t i olmak üzere- 'yukarıdan aşağıya ve otoriter' örgütlenme biçimi ve 'otoriter parti' ruhu aynı kalmış; bunların üstüne binen 'soğuk s a v a ş ' koşulları da, hemen hemen, kurulan her yeni par­ tinin 'aygıtlaşmasını' daha da pekiştirmiştir. Ne dersiniz, yanlış mıyım?

150


.BİR ŞEYLER TEKLİYORDU'!

25 Aralık 1996 O yıllarda 'Akşam', öğle üzeri yayımlanan ciddi bir gazete­ dir; 'başmuharriri', Necmeddin S a d a k , biraz 'Mihver'den yana gibi olsa da dış politika yorumlarıyla, herkesin dikkatini çekmiş bir kalem; hiç unutmam, bilmem hangi münasebetle İstanbul'u 'şereflendireri İsmet P a ş a , hiç beklenmedik bir şey yapmış, 'Ak­ ş a m ' gazetesine uğrayıp, Necmeddin S a d a k ' l a görüşmüştü. Haberi, 'Ajans Haberleri'nde radyodan dinleyince, babam, manalı manalı gülümseyip demişti ki: "...Necmeddin Bey'in başı­ na talih kuşu kondu, ilk seçimde meb'us olacaktır." Babama inanamamış, onu biraz da kötü niyetli bulmuştum: Çocukluk işte! Necmeddin S a d a k , ilk ara seçimde milletvekili seçilmekle kal­ madı, dışişleri b a k a n ı da oldu; babamın dedikleri 'aynen' değil, fazlası ile çıkmıştı. Meğer İ s m e t P a ş a , Necmeddin Sadak'ın dış politika yo­ rumlarını dikkatle okur, çok da beğenirmiş! En azından, tayini çı­ kınca, etrafta dolaşan rivayet budur. Böyle bir siyasi 'yapılanma­ dan' 'mevzuatı' deği Y tirmeksizin kalkışılacak bir 'demokrasiye ge­ çiş' hareketiyle, ne türlü bir 'muhalefet'e kavuşulabilirdi ki? Hiçbi­ risi sahici bir 'sivil toplum' örgütü olamadı; o muazzam halk des­ teğini arkasına alabilmiş, 'Demokrat P a r t i ' bile!

Aynı 'aygıt'ın t e r s i ve yüzü... 'İktidar', geçilecek demokraside, 'muhalefeti' kendine göre 'şekillendirmek' istiyordu. İsmet Paşa'nın, muhalefet lideri ola151


rak tasarladığı Kâzım Karabekir'den -işi fazlaca ciddiye aldığını görünce- vazgeçtiği, yerine Celal B a y a r ' ı 'seçtiği'bilinen bir şey­ dir. D e m o k r a t P a r t i n i n öteki 'kurucuları' da, zaten yıllardır C H P milletvekiliydiler; bir bakıma, D e m o k r a t P a r t i , halkın yo­ ğun hoşnutsuzluğunu, 'yukarıdan' belli bir istikamete 'yönlendir­ mek' amacıyla kuruluyordu: Yıllar sonra yeni Türk demokrasisi içinde C H P ile DP'nin, birer gerçek iktidar ve muhalefet olarak değil, aynı 'aygıtın' tersi ve yüzü gibi göründükleri gerçektir. Bunu hem birbirlerine, hem öteki siyasi kuruluşlara karşı, davranış bi­ çimlerinden çıkarabiliyoruz. Daha işin başında, DP lider kadrosunun 'Tan' ve 'Görüşler' gazete ve dergileri çevresindeki 'solcularla' bağlantısı, S a b i h a ve M. Zekeriya S e r t e l ile C a m i Baykut'un ünlü 'Tan Olayını' müteakip mahkemeye verilmesiyle kesilmişti. B a y k u t ve Serteller, mahkûm oldular (23 Mart 1 9 4 6 ) . Buna rağmen demokrasiye inanmak isteyen E s a t Adil B e y ve arkadaşları Türkiye S o s y a ­ list P a r t i s i n i ( 1 4 Mayıs 1 9 4 6 ) ; Dr. Şefik Hüsnü ve arkadaşları ise Türkiye Sosyalist E m e k ç i ve Köylü P a r t i s i n i ( 2 0 Haziran 1 9 4 6 ) kurdular; oysa daha önce kurulmuş olan S o s y a l Demok­ r a t P a r t i s i , iktidar tarafından kapatılmıştı ( 2 9 Mart 1 9 4 6 ) ; öteki iki sosyalist parti ve çevrelerindeki sendika ve gazeteler de 16 Aralık 1 9 4 6 ' d a kapatılacak, 'sorumluları' mahkemeye verilecekti. S o s y a l i s t sol için, 'Tek P a r t i n i n 'demokrasisi' altı ay için­ de bitmişti. Unutmayalım ki, ikinci Dünya S a v a ş ı boyunca, İstanbul ve havalisinde hüküm süren sıkıyönetim, o günlerde altı ay daha uzatılmıştı. DP sözcülerine göre, '...hükümet mitingleri önle­ m e k ve g a z e t e l e r i k a p a t m a k için sıkıyönetimi istiyordu.' (Cumhuriyet, 5 Aralık 1 9 4 6 )

Gelen gideni a r a t ı r m ı ? . . Milli Şef, 'aba altından sopa göstermeyi' unutmamıştır: "...çok partili politika d e n e m e s i , ülkeyi a n a r ş i y e g ö t ü r e ­ c e k s e , bundan vazgeçebiliriz" diyor. {'Tek Parti', M. Toker, 152


s. 128) îyi de 'anarşi' nedir? Sosyalist parti ve sendikaların örgüt­ lenmesi mi? Nihat Erim'in yazdığı gibi (30 Mayıs 1 9 4 6 ) Demok­ ratlar Milli Şefin 'tehditlerinden' korkmuşlardı, o kadar ki, . devlet başkanının fiilen bir partinin b a ş k a n l ı ğ ı n d a bu­ lunması, diğer partileri z o r bir mevkide b u l u n d u r m a k t a ­ dır' (Cumhuriyet, 1 7 - 1 9 Haziran 1 9 4 6 ) dediler, İsmet P a ş a ' y ı seçimlerde 'kendi listelerinde de aday göstermeyi' bile düşündü­ ler. Seçimler heyecanlı geçti, ama DP gösterdiği 2 7 3 adaydan ancak 66'smı Meclis'e sokabildi; iktidarın 3 9 5 milletvekilliğini hi­ le ve fesatla elde ettiği ileri sürülüyordu. O günlerin Cumhuri­ yetinden okuyacağınız şu başlıklar bile 'demokrasimizin' ne türlü bir atmosfer içinde yola çıktığını kanıtlar: " . . . D P , h e m e n bütün m e m l e k e t t e tazyikin (baskının) birdenbire a r t ı p s o n h a d d i n e vardığını iddia ediyor." (Cumhuriyet, 22 Temmuz 1 9 4 6 ) " . . . İstanbul'da, İzmir'de, Aydın'da, M a n i s a ' d a ve K o n y a ' d a ve diğer bazı y e r l e r d e , heyecanlı bir h a v a içinde ş ü p h e l e r ileri sürülüyor; De­ m o k r a t l a r , s e ç i m m a z b a t a l a r ı n ı n değiştirildiğini söyleye­ rek durumu p r o t e s t o ediyorlar." (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1946) " . . . D e m o k r a t P a r t i seçimin feshini isteyecek! P a r t i ­ nin milletvekili üyelerinin h e p birden istifa e t m e l e r i de muhtemel görülüyor." (Cumhuriyet, 24 Temmuz 1 9 4 6 ) Peki, iktidar olduğunda D e m o k r a t Parti'nin 'demokrasisi' çok mu farklı olacaktır? Hayır! Çünkü atasözünün dediği gibi, 'ge­ len gideni aratır.' Ona da bir göz atacağız.

153


REJİMİN ADI, 'DEMOKRASİ', AMA.

27 Aralık 1996 Yazılmıştır: 1 9 5 0 seçimlerinden sonra iktidarı devralacak DP'nin Genel Başkanı Celâl B a y a r , İsmet İnönü'yü ziyaret edi­ yor; cevabını çok merak ettiği soru şudur: "...neden NATO'ya girmediniz, P a ş a m ? " İsmet P a ş a ' n ı n cevabı da bir soru, hem de ilginç bir soru: "-...onlar aldılar da, biz mi girmedik Ce­ lâl B e y ? " Türk tarafı, en çok da D P , A B D ile yakın işbirliğinin 'deli gömleğini giymek' anlamına geldiğini henüz bilmez; Celâl B a ­ yar, ülkenin 'Küçük Amerika' olacağını millete müjdeler; Akde­ niz'de ABD'nin 6. Filosu var diye, donanmayı geliştirmek isteme­ yi lüzumsuz görür; DP iktidarı, mahiyeti şüpheli ' K o r e Savaşı'na gözünü kırpmadan girecektir. Oysa A B D , niyetini daha 1 9 4 7 ' d e belli etmişti. Şu haberi okur musunuz lütfen: "...ABD Hey'eti, i n c e l e m e l e r d e bulun­ m a k ü z e r e Türkiye'ye geldi; h e y ' e t t e n bir ilgili: '- Türki­ ye'ye h e r ş e y d e n evvel, h e r türlü kalkınma planından ev­ vel, yol ve liman lazım o l d u ğ u n a i n a n m a k i c a b e d e r ' de­ di..." (Cumhuriyet, 15 Haziran 1 9 4 7 ) DP iktidarı, 'Küçük Amerika' olmak hayaliyle, ülkeyi ABD ('sistem') için kârlı bir pazara dönüştürecek bu telkinlere kapıl mış; Menderes'in 'Görülmemiş Kalkınması', Türk pazarının bü tünleşmesi, ithalatın iyi işleyebilmesi için limanlar ve karayollarının inşasına girişilmiştir. Netice malum: yurt sathında onbinlerce ithal malı otomobil ve traktör, ulusal demir ve deniz yollarının devre dı şına itilmesi, ekonominin iki seçim dönemi sonunda, iflası! D e m o k r a t P a r t i , halk yığınlarının mutluluk özlemlerine so 154


mut cevaplar üreteyim derken, ciddi surette 'teklemişti'; bu da 'masasındaki' otoriterlik eğilimini öne çıkarmış, sivil destekli parti örgütü, gittikçe Menderes'in 'şahıs tahakkümünün' 'aygıtı' ha­ lini almıştı. Birkaç örnek istemez misiniz?

S a ğ ı solu b u d a m a k m e r a k ı D e m o k r a t P a r t i Yönetimi, 'Tek P a r t i ' döneminden kalma, sağı solu 'budamak' politikasını, 'olduğu gibi' uygulayacaktır. ikinci Dünya S a v a ş ı yıllarında, Nazilere yakınlığıyla tanın­ mış olan C e v a t Rifat, o ara, 'İslam D e m o k r a t P a r t i s i ' diye bir parti kurmuştu; bu parti derhal kapatılıyor: 3 Mart 1 9 5 2 . Bunu işçi Sendikaları Birliği'nin kapatılışı izler: 20 Nisan 1 9 5 2 . He­ men arkasından, faaliyetini güç bela sürdürmeye çabalayan Tür­ kiye S o s y a l i s t Partisi'nin 17 üyesini tutuklarlar; bunun arkasın­ dan da, ünlü bir şairin (Necip Fâzıl) yargılanıp cezaevini boyla­ ması gelecektir: 12 Aralık 1 9 5 2 . Diyeceksiniz ki bunlar, 'rejim düşmanı'; peki, O s m a n B ö kbaşı, Hüseyin Cahit gibi demokrasiye ' s a d a k a t i m ü s e l l e m vatın' uğradıkları akıbete ne demeli? Bölükbaşı, Cumhuri| t ç i Millet P a r t i s i gibi önemli bir partinin, sözünü sakınmaz li­ ridir, 'TBMM'ye hakaretten yargılanır, tutuklanır: 24 Haziran % 2 . Hüseyin Cahit B e y , ilerlemiş yaşına rağmen başyazılarıyyaptığı sert muhalefet yüzünden, hapishaneye gönderilecektir: Aralık 1 9 5 4 . Hal böyle olunca, birkaç kere reddedildikten sonra Dr. Hikt Kıvılcımlı'nın ('Tıbbiyeli' Hikmet) nihayet örgütleyebildiği tan Partisi'nin kapatılıp, kurucularının derdest edilerek cezaeI gönderilmesine şaşar mısınız? Sanıkların, beş yıl ile on beş yıl ında cezalandırılmaları talep ediliyordu: 23 Mart 1 9 5 9 . Demokrasi'nin böylesi!.. D e m o k r a t P a r t i , kaçınılmaz sonuna doğru yaklaşırken, bir • 155 1

-

••

- . •


'sivil toplum örgütü' olmaktan çoktan çıkmış; ceberrut, astığı as­ tık, kestiği kestik bir 'tahakküm aygıtı' kimliğine bürünmüştü. Bir bakıma, hem içinden çıktığı 'totaliter, tek partiden' farkı kalma­ mıştı; hem de ondan adeta intikam alıyordu: Münhasıran, Cumhuriyet'in ünlü 'Uşak Olaylan'na ait baş­ lıklarını okumak bile, bunu kanıtlamaya yeter: "...İnönü ve beraberindekiler, U ş a k ' t a n ayrılırken, sa­ yıları bine y a k l a ş a n bir kalabalığın saldırısına uğradılar, atılan bir t a ş l a İnönü yaralandı." (1 Mayıs 1 9 5 9 ) "...İnönü' nün M a n i s a ' d a verdiği d e m e c i n y a y ı m l a n m a s ı yasaklandı; İzmir'de İnönü'yü kalabalık bir halk kütlesi karşıladı; bu o l a y l a r a ait yazı ve resimlerin b a s ı n d a yayımlanması ya­ saklandı." (3 Mayıs 1 9 5 9 ) Bu arada, Cumhuriyet'in okurlarına notu: "...gazetemiz basılırken z a b ı t a İnönü'nün d e m e c i n e neşir yasağını teb­ liğ e t t i ve o n u n n e z a r e t i n d e sahife kalıplarında kazıntılar yapıldı, basılan g a z e t e l e r de polis t a r a f ı n d a n m ü s a d e r e olundu." Böylece, Cumhuriyet tarihinde ilk defa gazeteler boş sütunlar la çıkmış oluyor. Birkaç gün sonra toplanan DP Meclis Grubu, yayımladığı bir bildiride '...daha tesirli ve esaslı tedbirler alınmasını' isteyecek; ertesi günü, ünlü 'Tedbirler Komisyonu' yeniden çalışmaya başlayacaktır. Evet, rejimin adı 'demokrasi', iktidardaki partinin adı, 'de­ mokrat1... Ne de demokrasiydi ya!..

156


'KATILIM', LAFTA KALIRSA..

30 Aralık 1996 Gazi de, Balıkesir'deki o konuşmasında (5 Şubat 1 9 2 2 ) altı­ nı çizmiştir; 'klasik şemaya' uygun olarak gelişen toplumlarda, si­ yasi partiler, çeşitli sosyal sınıfların çıkarlarını savunmak için ör­ gütleniyor. İngiltere buna, çarpıcı bir örnek sayılamaz mı? Muha­ fazakâr Parti, toprak sahibi soyluların; Liberal Parti, gelişen burju­ vazinin; İşçi ( L a b o u r ) Partisi ise, proletaryanın partisidir; bu par­ tiler, ülkenin gelişme aşamalarına denk düşen bir sırayla, tarih ve siyaset sahnesine çıkmışlardır. H a s a n ' l a (Tanrıkut) Pangaltı'daki S u n a P a s t a h a n e «i'nde (sabah tenhalığı, sütlü kakao ve gizli tömbeki kokusu; ciddi suratları, okudukları gazetelere sarkmış, birkaç emekli) üzerinde fazlasıyla durduğumuz soru şu idi: Çevre ülkeleri (Doğu toplumla­ rı) 'klasik şemaya' uygun gelişmiyorlar ki! Aynı sınıfsal çelişkileri o toplumlarda bulabilmek zor! H a s a n doktora tezi olarak Türk tarihinde sosyal 'tabakalaşmayı' (o yıllarda 'sınıflaşma' denemi­ yor) ele almış; göçebe Türk aşiretlerinde, derebeyi/serf çelişkisi olamazdı elbet, o da s ü r ü sahibi/çoban karşıtlığı üzerinde duru­ yordu; sonrası, daha karışık: Osmanlı'da toprak (mülk) önce Al­ lah'ın sonra 'padişah'ın, tımar/zeamet düzenini gerçek bir feod.ılite sayabilmek, akla uymuyor; daha sonra oluşan gayrı Müslim lıurjuvazi, 'komprador', yani sömürge zengini, göbeğinden Batılı metropol' ülkeye bağlı; 'klasik şemada' olması gerektiği gibi ulusal' değil, 'kozmopolit' yani 'işbirlikçi1, dolayısıyla Anadolu Ihtilali'nde, Gazi ve arkadaşlarını desteklemiyor, padişahtan ya-

İıl -

O halde ülkemizde ulusal demokratik devrim, ona öncülük et-

I


mesi gereken ulusal burjuvazi olmadığı, 'levanten' Osmanlı burju­ vazisi S e v r e s Sözleşmesinden yana olduğu için; aydınlar, eşraf, asker/sivil bürokrasinin bir kesimi ve halkın gerçekleştirdiği bir 'ta­ rihsel blok1 ( G r a m s c i ) tarafından kotarılmıştır; bu bakımdan, 'iti­ ci gücü' sınıfsal sayılamaz; Gazi'nin 'fırkasını' örgütlerken, onu geniş açılı bir 'halk cephesi' gibi tasarlamış olması da bundan ileri gelmektedir. İyi güzel, acaba Halk Fırkası'nın 'halk örgütü' olmaktan çı­ kıp, merkeziyetçi egemen bürokrasinin ( n o m e n k l a t u r a ) baskı 'aygıtına' yozlaşması da, aynı sebepten değil mi?

B u n e benzerlik?.. Daha müthişi, S o v y e t İhtilali'nin diyalektik tahlilinin de, benzer bir tabloyu önümüze çıkarması: Sosyalist devrim yapılıyor, Lenin'in koyduğu ilk hedef sanayileşme! Bu kadarı bile, işçi sınıfı­ nın yeterince yoğun ve etkili olmadığını göstermiyor mu? Bolşe­ viklerin disiplinli bir 'aygıt' oldukları kesin, ama Rusya'da o za­ man Menşevikler, Devrimci Sosyalistler daha kalabalık ve et­ kili; R u s y a henüz bir 'sanayi deui' olmaktan uzak, bolşevik işçiler bir avuç; savaş sonu koşulları, yenilginin ağırlığı, Lenin'in mahare­ ti ihtilali gerçekleştiriyor ama; nasıl Türkiye'deki demokratik dev­ rim, önce yaslanacağı ulusal burjuvaziyi yaratmaya kalkışıyorsa, Rusya'daki sosyalist devrim de, öyle mujiklerden Sovyet işçi sınıfı­ nı yaratmaya çalışıyor. Meraklısı bilir, bunları otuz yıldır tartışıyorum; Anadolu ve S o v y e t ihtilallerinin mahiyetleri elbette farklıdır, gel gör ki, top­ lumun 'klasik ş e m a y a ' uy mayısı, yani devrimin a r k a s ı n d a g e r e k e n sınıfsal g ü c ü n bulunmayışı, h e r iki ihtilali 'totali­ t e r bir b ü r o k r a s i diktasına' yozlaştırmış; n e t i c e d e , Halk Fırkası da B o l ş e v i k P a r t i s i de b a ş l a n g ı ç t a k i 'sivil' nitelik­ lerini k a y b e d i p ayrıcalıklı b ü r o k r a s i l e r ( n o m e n k l a t u r a ) ü r e t e n b i r e r 'aygıt'a d ö n ü ş m ü ş t ü r . H e r iki ülkede, totaliterlik s o n r a s ı d e m o k r a s i uygula malarının bir türlü g e r ç e k r a y ı n a o t u r a m a m ı ş olması, bes 158


belli b u r a d a n kaynaklanıyor. Nasıl R u s aydın kesimi ile Türk aydın kesimi (intelligentzia) birbirine b e n z i y o r s a , iki ülkenin 'çoğulcu' düzenlerinin partileri de birbirine ç o k benziyor: D e m o k r a s i iddiası t a ş ı y o r l a r , ne v a r ki ö r g ü t l e ­ rinin işleyişi d e m o k r a t i k değil! Öyledir diyebilir misiniz?

A m a c ı başkaydı... D e m o k r a t P a r t i , halkın, 'tek parti' rejimine toplumsal tep­ kisini iktidara taşımak amacıyla kurulmamıştı, 'yukardan aşağıa', o tepkiyi 'yönlendirmek' amacıyla kurulmuştu. Öyle de yaptı. 'Çoğulcu' demokrasimizin, h a n d i y s e bütün siyasi partile­ ri, böyle ' y u k a r d a n a ş a ğ ı y a ' kurulmuş; ö n ü n d e s o n u n d a , ya k a l a b a l ı ğ a intikal e d e m e y i p , ' t a b e l a partisi' o l a r a k kal­ mış; k a l a b a l ı ğ a intikal edebilmiş o l a n l a r ı d a , o kalabalıkla ö z d e ş l e ş e m e y i p birer 'aygıt'a d ö n ü ş m ü ş t ü r . Aksi halde -adları değişmiş de olsa- aynı partilerin, aynı Weegelerin' seçtiği aynı liderlerle, hemen hemen yarım yüzyıldır sü­ rüp gelmesini nasıl izah edersiniz? Demokratik düzen ve toplum, önce partilerin demokratikleşmesini, parti içi oligarşinin dağıtılma­ mı gerektirmiyor mu? Ünlü 'çok taraftar, az üye' mantığıyla deokrasinin de, sosyalizmin de temel amacı olan 'katılım' acaba asıl sağlanacaktır? 'Katılım' lafta kalırsa, o demokrasi sayılabilir mi?

159


ocak '97 avrasya gerรงeฤ i


AVRASYA 'GERÇEĞİ'

1 Ocak 1997 12 Eylül sonrası, ortalık toz duman, göz gözü görmez olmuş; çoğumuzun anlamlı anlamsız, 'kim vurduya' gittiği günler; yirmi yıl sonra D o l m a b a h ç e üzerinden, tekrar Boğaz'daki sis düdükle­ rini işitmek beni öylesine allak bullak ediyor ki, belki de bir yerler­ de okumuş olduğunuz o şiire başlıyorum: " . . . imdat çığlıkları mıdır / bir felaketi mi duyururlar / anlaşılmaz söyledikle­ ri / salkım s a ç a k ç ö k e r l e r k a r a n l ı ğ ı m a / yalnızlığımı dağı­ tırlar / y a ğ m u r d a sis düdükleri..." ('E/de Var Hüzün', 4. Ba­ sım, s. 3 0 , Bilgi Yayınevi) Aslında o sıra takıldığı, nedense herkesin eşyanın tabiatı icabı saydığı bir konu, Türkİye-Rusya düşmanlığı! Neden bu iki büyük ülke -Gazi Mustafa K e m a l ve Vladimir İliç Lenin dönemi ha­ riç- barış içinde dostça iş ve elbirliği yapacağına, hemen her za­ man birbirinin 'hasm-ı bi-amanı' olur, kıyasıya savaşırlar? O sıra­ larda benden T a n z i m a t üzerine bir yazı istemiş olan bir dergiye, sorunun cevabını şöyle açıklamışım, acaba dikkate değer bulur musunuz:

Aklın ve m a n t ı ğ ı n çizgisi... "... önce doğru bir teşhis! 19. yüzyılda Devlet-i Aliyye es­ ki satuetini kaybetmiştir. Birbirini izleyen yenilgiler, hepsi 'mülkün' aleyhine K a r l o f ç a , P a s a r o f ç a , K a y n a r c a anlaşmala­ rı, Osmanlı askeri üstünlüğünün artık sona erdiğini gösteri­ yor. Öyle ki Hıristiyan, kapitalist ve emperyalist Batı için, eski 163


Ş a r k tehlikesi, yavaş yavaş paylaşma anlamına gelen ' Ş a r k m e s e l e s i ' n e dönüşecek: Gerçek tehlikeyi ( B a t ı için) gittikçe yayılan, yayıldıkça güçlenen R u s y a oluşturacaktır..." "... o zaman B a t i n i n yapacağı basit: güçten düşen Devlet-i Aliyye'yi denetimi altında tutarak, Rusya'ya /çarşı kullan­ mak! Osmanlı'ya kabul ettirilen tanzimat fermanının ardında yatan stratejik hesap budur; nitekim Reşit P a ş a ' n m özel kâti­ bi M. C o r bunu saklamıyor, diyor ki: F r a n s a ve ingiltere için Türkiye'yi R u s y a ' y a karşı bir e n g e l teşkil e t m e zorun­ luluğu içinde düşünüyoruz." Bunun pratikteki sonucu, 19. yüzyıla kadar, savaşlarını Batı'da Avusturya/Macaristan, Doğu'da İran'a karşı yürüten Osmanlı Devleti'nin, artık 'münhasıran' R u s y a ile çatışması olmuştur: 1768'den 1918'e kadar, tam altı kere!" (Gösteri dergisi) 'Sistem' ikisini de 'Doğulu' saydığı, ikisini de düşman belledi­ ği, iki büyük gücü, ellerini keyifle oğuşturarak, birbirine kırdırıyordu. Gazi Mustafa Kemal P a ş a ile Vladimir İliç Lenin'in 1920'li yıllardaki ortaklaşa 'tespiti' budur ve bu 'tespit' doğrudur; zaten bu 'tespit' değil midir ki, iki genç devleti, TC ile S S C B ' n i 'emperyaliz­ me karşı müşterek mücahedata sevketmiş' (ifade Gazi'nin ifade­ si); Türkiye ile Rusya'yı nihayet aynı çizgiye getirmiştir. Bu çizgi, aklın ve mantığın çizgisiydi.

'Küreselleşmiyor, kutuplaşıyor' General de Gaulle, K r u ş ç o f görevinden alındığı zaman, hiç unutamadığım bir yorum yapmıştı: Stalin o n a bir im­ p a r a t o r l u k devretti, K r u ş ç o f kıymetini bilemedi: ne o l a c a k , basit bir k ö y l ü ! " Haklı mıydı, haksız mıydı, o ayrı bir ko nu: de Gaulle, ülkeleri rejimlerine göre değil, güçlerine göre de ğerlendirirdi; dünyada oynadıkları role göre: Bu açıdan bakılırsa, Stalin'in - S S C B ' n i n gelişmesindeki olumsuz etkisi ne olursa ol sun- Rusya'yı 'cihangir' bir ülke haline getirdiği açıktır: İkine i Dünya S a v a ş ı sonunda, M o s k o v a , gezegenin önemli bir yüzde sini kontrolü altına almıştı. 164


Soru acaba şöyle mi sorulmalıdır: ABD'nin savaş 'müttefiki' S S C B ' n i , daha savaş biterken karşısına dikmesinin sırrı nedir? hu sorunun cevabını, elbette 'totaliter bolşevikliği' terk etmiş de ol sa, VVashington'ın, Yeltsin Rusya'sını bölünmüş görmekteki 'acelesi' ve 'ısrarıdır. Aynı 'acele' ve 'ısrar', Birinci Dünya Sn vaşı ertesinde, Osmanlı Devletinin bölünmesi konusund.ı de gösterilmemiş miydi? Kısacası B a t ı , kontrolü altında olmayan 'hu yük devlet' istemiyor. S S C B , o yüzden bölünmüştür; daha <">n< >• işaret ettiğim gibi, Türkiye'nin Avrasya'daki gelişme potansiyeli göz önünde tutularak, onun bu potansiyelden yararlanması d.ı ön lenmek istenilmektedir: 'düşük yoğunluklu iç çatışmanın selu-h ı hikmeti' de budur. 'Avrasya' kelimesini böylece telaffuz etmiş olduk! Kendi he sabıma ben hanidir üstüne basıp duruyorum: Yugoslavya ve S S C B ' n i n dağılmasından sonra, Balkanlar'da, Kafkaslar'da ve O r t a Asya'da, ekonomide olduğu kadar siyasette de, Türkiye'nin önüne yeni ufuklar açılmıştır. Bu yeni ufuklara doğru, 'sistenim -en çok da A B D ' n i n - 'Truva atı' gibi gideceğine; A n k a r a , RIIN ya ve İran'la sıkı dirsek temasına' girip -'Avrupa Topluluğu' ile 'Uzakdoğu Kaplanları' arasında- bir A v r a s y a 'gerçeği' ya ratabilmelidir. Çünkü bütün ' k ü r e s e l l e ş m e ' iddialarına r a ğ m e n bu iki blokun varlığı da g ö s t e r m e k t e d i r ki, g e z e g e n ' k ü r e s e l l e ş m e ' y e değil, yeni ' k u t u p l a ş m a l a r a ' d o ğ r u yöne liyor. A v r a s y a coğrafyasında, ülkeler bu takdirde neden kendi bölgelerinin 'efendisi' olacaklarına, mevcut bloklardan birisinin 'uydusu' haline gelsinler. Bu çizgi de, aklın ve mantığın çizgisi, değil midir?

165


'AVRASYA'NIN IKI 'AYAĞI'.

3 Ocak 1997 'Avrasya' mı elemiştim? İlk defa söylemiyorum ki! 90'lı yılla­ rın başından beri, döner dolaşır aynı yere gelirim: Türkiye için, 'tam bağımsız' bir 'Avrasya politikası', iki kaçınılmaz sebepten zaruri görünmektedir: İlk sebep nedir? Zamanında onu, şöyle toparlamışım: "...Türkiye i/e 'sistem' arasındaki çıkar ayrılığı, 'hükümetler' düzeyinde değildir, 'devletler' düzeyindedir: Türkiye, O r t a d o ­ ğu'da, Balkanlar'da hülcüm sürmüş, O r t a a s y a ile ciddi bağ­ lantıları olan bir imparatorluğun 'mirasçısı'; istese de, istemese de, 'Ben Avrupalıyım' deyip, üçüncü sınıf bir ' B a t i l i devlet hü­ viyetinde kalamaz; bütün bu bölgelerde hayati çıkarları ve önemli yakınlıkları vardır..." "...dahası, 'Sovyet tehdidi' ve 'soğuk s a v a ş ' bile bu çı­ karların ve yakınlıkların savunulmasını önleyememiş; Batı T r a k y a , E g e ve Kıbrıs yüzünden, Ankara, 'sistem'/e -en çok da A B D ile- sürekti ihtilafa düşmüştür. W a s h i n g t o n h e p san­ mıştır ki, A n k a r a ' d a d a h a 'uysal' bir h ü k ü m e t o l u r s a , bu s o r u n l a r ı Türkiye'nin değil de, 'sistem'in ç ı k a r ı n a çözebi­ lir: h e p de yanılmıştır: hiçbir hükümet B a t ı T r a k y a , E g e ve Kıbrıs sorununda, Türkiye'nin tarihten gelen tepkisini hiçe sayıp 'teslimiyet' göstermez; çünkü uygulanan 'devletin' politika sidir..." (Meydan, 2 Ocak 1 9 9 2 ) Aynı perspektif içinde, bugün, o zaman söylediklerime şunlan ekleyemez miyiz? 'Sistem'in (ABD'nin) o n c a baskısına r a ğ m e n , Türkiye'nin Irak'la ve İran'la 'yakınlığını' koruması, hatl.ı geliştirmesi de; R u s y a F e d e r a s y o n u ile Karadeniz'de, Kafkas 166


ya'da ve O r t a a s y a ' d a ciddi bir anlaşma ve uzlaşma zemini ara­ ması da, aynı 'deulet' politikasının gereğidir. Avrasya'nın bir 'ayağı'bu!

Müttefiklerine de karşı... Yeni Dünya Düzeni balonu, B a ş k a n B u s h tarafından, 2 Ağustos 1 9 9 0 ' d a uçuruluyor: S S C B dağılmıştır, nükleer şantaj bitti, artık 'siyasi istikrar ve hukukun üstünlüğü ortamında, ül­ keler karşılıklı bağımlılık ilkesine uygun olarak, küreselleşecek.' Aslında bu, sadece işin 'vitrini'; gerçeğini merak ediyorsa­ nız, bu türden dolmaları kolay yutmayan P a u l Marie de La Gorce'un söylediklerine kulak vereceksiniz: " . . . A B D için yeryüzünde t e k s ü p e r g ü ç k a l m a a r z u s u , m ü n h a s ı r a n eski h a s ı m l a r ı n a karşı değil, aynı z a m a n d a müttefiklerine k a r ş ı da geçerlidir; (bu yüzden de) NATO'nun istikrarını bozabilecek, s a d e c e Avrupalıların katı­ labileceği h e r h a n g i bir güvenlik sisteminin o l u ş m a s ı t e ­ ş e b b ü s ü n e , ABD'nin e n g e l olması ö n g ö r ü l m ü ş t ü r . . . " (Le Monde Diplomatique, Nisan 1 9 9 2 ) Engelleme, hiç kuşkusuz, yalnız Avrupa'yı ilgilendirmiyor, bütün yeryüzü için geçerlidir ama, siyasi iktisadın diyalektiği ABD'nin 'rüyası' ile örtüşmez ki! Doğu Bloku'nun çözülüşü, bir anda, O r t a d o ğ u , B a l k a n l a r , Kafkasya ve Ortaasya'yı 'açık alana' dönüştürüyor; işin firaklı yanı, bu geniş coğrafyanın aynı zamanda 'petrol coğrafyası' olması; cabası da var, o da ne derse­ niz, son derece kalabalık bir 'pazar' teşkil etmesi! Üçü de büyük sanayi gücü, üçü de petrolden yoksun -dola­ yısıyla petrol bölgesine bağımlı- üç ayrı 'odakta', son derece ciddi bir '/cutup/aşma'nın (polarisâtion) ortaya çıkmasına kim engel olabilir? Bir yıl kadar sonra, bu '/cutuplaşma'nın, meşhur 'küresel­ leşmemin önüne geçtiğine, şöyle işaret etmiştim: " . . . J / A B D , Meksika ve Kanada'yı kapsayan bir ekono­ mik işbirliği hareketi başlamıştır; kısaltılmış adı, NAFTA, yani Kuzey Amerika T i c a r e t Anlaşması! Bu hareketin zamanla 167


bir Amerikan O r t a k P a z a r ı ' n a dönüşeceğine muhakkak naza­ rıyla baküıyor..." "...2/ AT (Avrupa Topluluğu). Gerçekte Almanya'nın (kısmen de Fransa'nın,) başını çektiği bu hareket gün geçtikçe ayrı bir blok haline dönüştü. GATT görüşmelerinde, ABD'ne harıl harıl posta koymakla kalmıyor, kendi başına NATO dı­ şında bir Avrupa Savunma Gücü oluşturmayı örgütlüyor..." "...3/ Uzakdoğu'da J a p o n y a da, ABD'den kopuk bir dış politika, bir ekonomi politikası izlemeye koyulmuştur; 'Miyaz a v a Doktrini' adıyla anılan bu görüşe göre, J a p o n y a D o ğ u Asya'da (Pasifik'te) ekonomik gücünün gerektirdiği siyasi so­ rumlulukları üstlenmelidir. Üstlenmeye başlamıştır da! Tien a n m e n katliamından sonra Çin'e, A B D ve AT'nın koydurdu­ ğu ambargoyu hiçe saymış, ABD'nin muhalefetine r a ğ m e n Vietnam'a yardımını sürdürmüştür." (Meydan, 13 Mart 1 9 9 3 ) Avrasya'nın öteki 'ayağı', bu tespitin aydınlığında pek güzel görünmüyor mu?

'Avrasya kutbu' Türkiye, Rusya ve Iran, Avrasya coğrafyasının devlet gele­ neği eski ve yerleşik ülkeleri; dahası, aralarında önemli uluslararası anlaşmalarla işbirliğine girmişler: K a r a d e n i z Ekonomik işbirliği Anlaşması var; Asya'daki Türk cumhuriyetlerinin katılmasıyla güçlenmiş ve genişlemiş, E k o n o m i k işbirliği Anlaşması var; ay­ rıca Kazak, Türkmen, Azerbaycan ve İran petrolleri, bölgenin malı, yani helvayı yapmak için gereken un da var, yağ da var, şe-' ker de var, irmik de var; helvanın adıysa, 'Avrasya kutbu'!.. Öteki üç kutup, böyle yeni bir kutbun ortaya çıkmasını ister mi? İstemez! Tekerleklerine nasıl taş koyacağını hesaplayamazlaı mı? Türkiye ile İran'ın, Türkiye ile Rusya'nın, Türkiye ile Irak'ın aralarını açmak istemeleri neden, düpedüz bundan! Eski den olduğu gibi, şimdi de, bölge ülkelerinin kendi bölgelerine sa hip çıkmak istemesine katlanamıyorlar. İyi de, zaten emperyalizm nedir, başka bir şey mi? 168


'AVRASYA'DAN ÜRKÜYORLAR!.

6 Ocak 1997 Uğur, Cumhuriyet'te yayımlanacak o roman söyleşisi için gelmişti (5-6 Mayıs 1 9 8 1 ) . Her zaman olduğu gibi, sohbet, ro­ mandan şiire, şiirden siyasete döküldü; daldan dala atlayarak, epeyce bir zaman konuştuk durduk. O tarihte Ankara'da, Ka­ vaklıdere'deki evimizdeyiz; ilkbahar akşamı, batıya yıkılan güne­ şin camlara vuran pembeliği, ağır ağır, eflatuna dönüyor. İçimiz­ de, ne olduğunu tam kestiremediğimiz, ama derinden derine his­ settiğimiz, kaygılar. Ülkemizle, ülkemizin geleceğiyle ilgili; sonra­ dan geçen zamanın çoğunu haklı çıkaracağı, kaygılar bunlar. Uğur Mumcu, 701i yılların Ankara'sından unutamadığım, iki-üç dost simadan biridir. O akşamüstü, o sıralarda yayımlanmış bir yazımın başlığının, nasıl ince ve gizli bir mizah, hatta hiciv içerdiğini söylemişti; başlık da, şu: "Tehlike B a t i d a n , Savun­ ma Kuzey'e Yönelik"; anlaşılacağı gibi, Türkiye'nin NATO içindeki çetrefil durumunu ele almıştım; yıllarca S S C B ' d e n gele­ cek saldırıyı bekledik durduk; oysa saldırının âlâsı, komşumuz ve müttefikimiz olan ülkelerden geliyordu; en başta Y u n a n i s t a n ! O başlık vesile oldu, 'erken' cumhuriyet döneminin de politi­ kası üzerinde epeyce konuştuk; U ğ u r da, ben de, diğer pek çok aydınımız gibi, Türkiye'nin o dönem uyguladığı 'haysiyetli' ve 'tam bağımsız' dış politikaya dönmesinden yanaydık; 'sistem'e angaje olmamızın, Türkiye'nin yararına değil, zararına olduğunu savunuyorduk; o kadar ki, sonradan o dönem değerlendirmelerini derleyeceğim kitabın başlığını, ' B a t i n i n Deli Gömleği' koya­ caktım: Ankara'nın, 'deli gömleğine' sokulmuş birisinden pek de farkı yoktu hani! Yararına olabilecek pek çok dış politika im169


kân ve fırsatını, görse, ele geçirse de, çıkarına uygun kullanamı­ yordu. 'Avrasya' seçeneği bu imkân ve fırsatlardan en önemlisini oluşturuyordu. S o v y e t l e r Birliği ve D o ğ u Bloku gibi burnumu­ zun dibinde muazzam bir alışveriş coğrafyası dururken, sınırlarımı­ zı kapatmış, Atlantik ötesinden medet umuyorduk.

'Tespit', g e r ç e k ç i . . . O atasözümüz ünlüdür, 'yiğidi vur' demişler, ' a m a hakkını ver'; benimkisi de o hesap, şimdi sözünü edeceğim kişi, R a n d Corporation'ın 'orta vade tahmin uzmanı', O r t a d o ğ u eski CIA istasyon görevlisi G r a h a m Fuller; Türkiye ile ilgisi, malum, Türk aydınlarının Gazi M u s t a f a Kemal'i ve Müdafaa-i Hukuk Doktrinini terk etmesini istediği de, biliniyor, gel gör ki, işte bu adam Türkiye'nin 'yeni' dış politikası üzerine, pek çoğumuzun ra­ hatlıkla katılabileceği şu sözleri etmiş: "...Türk dış politikası değişiyor. B u n u n pek ç o k nede­ ni v a r : S o ğ u k s a v a ş ı n s o n u . Sovyetler'in dağılması, Türki­ ye'nin ilgilendiği yeni alanların o r t a y a çıkması, Körfez Sa­ vaşı vs... Dolayısıyla hangi h ü k ü m e t g e l i r s e gelsin, Türki­ ye'nin b u n d a n böyle d a h a bağımsız bir dış politika izle­ m e s i kaçınılmaz..." "...Kemalistler yıllarca bunu istediler. RP'nin dış poli tika arayışlarını da bu b a ğ l a m d a d e ğ e r l e n d i r m e k lazım B u arayışı Ö z a l başlattı, Refah s ü r d ü r ü y o r . B u arayışın bir kısmı akıllıca olabilir, bir kısmı olmayabilir. A m a bun d a n s o n r a k i h ü k ü m e t l e r de yeni ufuklar, fırsatlar, denge ler için arayışını s ü r d ü r e c e k . Türkiye'nin jeopolitik konu m u n a b a k a c a k olursanız, b u ç o k n o r m a l . . . " "...Türkiye B a t ı ' d a n u z a k l a ş m a y a c a k a m a B a t ı Turlu ye'nin ilgisinin s a d e c e bir p a r ç a s ı o l a c a k . Batılı devletleı Türkiye'nin ilişkilerinin kendileriyle sınırlı olmasını isteye bilirler, a m a , bu g e r ç e k ç i değil. Türkiye'nin ç o k yönlü l>n dış politikasının o l m a m a s ı için bir s e b e p yok. Karmaşıkl.ı 170


ş a n bir Türk dış politikasından B a t ı r a h a t s ı z olabilir, a m a bu kaçınılmaz..." (Milliyet, 9 Ekim 1 9 9 6 ) Sizi bilmem ama, Fuller'in 'tespitleri' bana, ülkemizdeki pek çok 'Batı yandaşı' aydından çok daha gerçekçi, çok daha ekonomi politiğe uygun görünüyor, bir kere, 'Kemalist' aydınla­ rın öteden beri 'Türkiye'nin jeopolitik gerçeğini' çok daha iyi örmüş olduğunu kabul etmiş, günümüzün koşulları altında, Anara'nın çok yönlü bir arayışa girmesi gerektiğini de! Bir anlam­ da, G r a h a m Fuller'in, 'Avrasya Kutbu' ihtimalini öngördüğü­ mü söyleyebiliriz; tabii o, böyle bir gelişmede Türkiye'nin 'ılımlı lslamın' başını çekmesini, 'sistem'in çıkarlarını savunmasını ter­ cih ederdi.

Türkiye ile 'soğuk s a v a ş . . . ' Batı'nın önce tedirgin, gittikçe rahatsız olduğu da bir gerçek: Ağustosta T a h r a n ' l a yapılan anlaşmanın etkisi henüz geçmeden, Rafsancani'nin A n k a r a ziyareti, bunun üzerine tuz biber ekti. O r t a d o ğ u İşlerinden Sorumlu Dışişleri B a k a n Yardımcısı Pelletrau baksanıza neler demiş, F u a t Kozluklu yazıyor: "...İran ile g e ç e n a ğ u s t o s t a yapılan a n l a ş m a n ı n NA­ TO müttefiki Türkiye ile A B D a r a s ı n d a 'siyasi bir ç a t l a k ' yarattığını, a n c a k k a m u o y u ö n ü n d e 'fazla büyütülmediğini' dile g e t i r e n gözlemciler, A n k a r a - W a s h i n g t o n ilişkile­ rinde 'soğuk s a v a ş ' yaşandığını ve bunun 'sıcak s a v a ş a dönüşmesinin a n m e s e l e s i olduğunu' ö n e s ü r ü y o r l a r . " . . . P e l l e t r a u , ö n c e k i gün y a b a n c ı basın m e r k e z i n d e yaptığı a ç ı k l a m a d a , İran'la t i c a r i ilişki k u r u l m a s ı n a k a r ş ı olduklarını hatırlattı ve 'çünkü T a h r a n t e r ö r i s t ve saldır yan bir ülkedir' dedi..." (Cumhuriyet, 20 Aralık 1 9 9 6 ) İnsan istese de, istemese de, 'soğuk savaş'ın hızlı dönemleinde, 'sistem'in Türkiye ile S o v y e t l e r arasındaki ekonomik İlişkileri, benzer gerekçelerle nasıl engellediğini hatırlıyor. Oysa rlnha geçenlerde, Moskova'da yaptığı bir açıklamada, Dışişleri Bakanı, R u s y a Federasyonu'nun, Türkiye'nin ikinci ticari 171


'partneri' durumuna geldiğini söylemedi mi? İran üzerinden, Or­ ta Asya içlerine kadar, başka bir ekonomik gelişme imkânı, önü­ müze açılmaktadır. Avrasya gerçeği bütün bu ihtimalleri içeriyor. , Denilecek ki, İran gerici bir ülkedir, şeriatçıdır, şeriat ihraç ediyor vs ; ABD'yi çileden çıkaran da budur; doğrusu ya, buna inanmak biraz güç, çünkü aynı G r a h a m Fuller'in Türkiye için 'ılımlı İslamı' tercih ettiğini okuyalı daha çok olmadı, kaldı ki, VVashington'ın Suudi Arabistan gibi, Kuveyt gibi 'şeriatçı' ül kelerle arasının canciğer kuzu sarması olduğunu herkes gibi, biz de biliyoruz. Onları ürküten 'Avrasya Kutbu'nun 'sistem'in dengelerini allak bullak etmesi!

172


MALRAUX, BİR 'GÖSTERGE'!.

8 Ocak 1997 Benim kuşağımdan, hangi edebiyat meraklısı, şu satırları haırlamaz ki? "...Çen cibinliği ç e k m e ğ e mi kalkışmak, y o k s a o yok­ muş gibi, d o ğ r u d a n d o ğ r u y a mı vurmalı idi? H e l e c a n d a n midesinin burkulduğunu duyuyordu..." " . . . B u a d a m ı n ölmesi lazım geldiğini kendi kendine tekrarlıyordu. Aptallık, çünkü o n u ö l d ü r e c e ğ i n i z a t e n bili­ yordu. Y a k a l a n s ı n v e y a y a k a l a n m a s ı n , ipe çekilsin v e y a çekilmesin, e h e m m i y e t i yoktu. M ü d a f a a e t m e k i m d a t ç a ­ ğırmak d e m e k olduğu için kendini m ü d a f a a y a vakit bula­ madan vurması icap eden bu ayaktan, bu a d a m d a n başka onun g ö z ü n d e hiçbir ş e y yoktu..." " . . . Ç e n kendisinde, g ö z k a p a k l a r ı t i t r e y e t i t r e y e v e midesi b u l a n a bulana, beklediği m ü c a d e l e c i y i değil, bir kurban ediciyi buluyordu. Ve yalnız s e ç t i ğ i ilahlar için de değil! İhtilal için yaptığı fedakârlığın altından yükselen derinlikler âleminin karşısında, sıkıntılı g e c e a n c a k bir aydınlıktı. K a t l e t m e k , h e y h a t ki, yalnız ö l d ü r m e k değil­ dir! Ceplerindeki m ü t e r e d d i t ellerinden s a ğ ı kapalı bir us­ tura, solu da kısa bir h a n ç e r tutuyordu..." Bu satırların en üstünde, bir de tarih atılmıştır: " 2 1 M a r t 1 9 2 7 " , hemen altında saat kaydedilmiş: " G e c e yarısından lOnra, yarım." Meraklısı, hiç kuşkusuz, Nasuhi E s a t Bey'in t,evirisinden, 'İnsanlığın Hâli' romanının başlangıcını tanıdı. Tek lınlini değiştirmeden aktardığım bu satırları ilk okuduğum zaman, H kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum: O güne kadar hiç tanı173


madiğim, varlığını bile tasarlayamadığım, esrarengiz ve büyüleyici bir ülkeye girmiş gibiydim. André M a l r a u x ile tanışmamız böyle olmuştu.

O m a r ş boşuna mı? 'İnsanlığın Hâli', ' L a Condition Humaine'in ilk Türkçe çevirisidir,, çevirinin tarihi, 1 9 3 4 ; yani Türkiye, 'erken' cumhuriyet dönemini yaşıyor. Gazi Mustafa K e m a l henüz sağ! André Mal­ r a u x , o tarihte F K P üyesi, Troçkist filan da diyenler bulunuyor; roman, bildiğiniz gibi Çin Devrimi ile ilgili bir kitap; neresinden bakılsa, 'sakıncalı' sayılabilmesi için, bir sürü neden sıralanabilir. Tamam mı? Bu roman ilk defa nerede yayımlanmıştı, hele bir tahmin edin bakalım? Asla bulamayacağınız için, en iyisi ben söyleyeyim: Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde, bir bakıma Gazi'nin, bir bakıma İnkılab'ın gazetesinde! Bu kadarla mı kalmış, hayır; o gazete daha da öteye gitmiş, eseri, büyük boy bir kitap haline getirerek, piya­ saya vermiştir. Elimdeki kitap, o kitap! Önsözü kimin yazdığını, belki de kestirdiniz: 'Hâkimiyet-i Milliye Başmuharriri Fâlih Rıfki, evet o, ta kendisi! Gazi'nin 'inkılap arkadaşı', fikirlerinin candan savunucusu! Romanı takdim ederken, diyor ki: "...Andre Malro'nun 'İnsanlığın Hâli' r o m a n ı h a k k ı n d a en iyi hükmü o k u y a n l a r v e r e c e k t i r . B u r o m a n dünyanın h e r tarafında, s o n z a m a n d a çıkmış o l a n e s e r l e r i n h e p s i n d e n fazla itibar bulmuştur." Zaten kitabın birinci sayfasına, iri iri, yazmayı ihmal etmemişler. " 1 9 3 3 Gonkur Büyük Mükâfatı". Malraux'dan söz açınca, işe buradan başlamak nereden aklı ma geldi. Ceberrutluğundan onca yakınılan 'erken' cumhuriyet do neminde, yayın özgürlüğünün nerelerde olduğunu pek güzel göslc riyor da, ondan! Klasik manada 'demokrasi' yoktu ama, 'inkılab'm yayın organında, André M a l r a u x yayımlanabiliyordu; o Malra ux ki, kısa süre'sonra İ s p a n y a İç Savaşı'nın ilk 'partizanların dan' olacak, 'Cumhuriyetçiler'in hava kuvvetlerini örgütleyiş yolcu uçağından bozma küçük av uçaklarıyla, faşistlerle savaşacak 174


tır; Alman işgali sırasında, yurdunda, C o l o n e l B e r g e r kod adıy­ la, G e s t a p o ve Nazi işgal kuvvetleriyle savaştığı gibi. Onu, geçenlerde P a n t h e o n ' a naklederken, 'Les P a r t i s a n s ' marşını boşuna mı çaldılar sanıyorsunuz?

Nasıl bir 'yozlaşma'... TV'deki sohbetimde söyledim ama, ak üstünde kara, bir yere kayıt düşülsün, meraklısı öyle bilsin istiyorum. Devr-i dil-ârâ-yı demokraside, aynı Malraux'nun uğradığı akıbeti bilir misiniz? izmir'deyim, D e m o k r a t izmir'de gazeteci­ lik ediyorum, İstanbul'dan bir istek: A ğ a o ğ l u Yayınevi, daha önce ' K a n t o n ' d a İsyan' çevirisini yaptığım Malraux'dan, bu de­ fa ünlü 'Espoir/Umut' isimli romanın çevirisini istiyor. Hayır di­ yebilir miyim? Demedim, sıkı bir çalışmayla kitabı çevirdim, Ağa­ oğlu Yayınevi de geciktirmeden yayımladı: 1 9 6 7 ' d e , 'İnsanlı­ ğın Hâli' çevirisinden aşağı yukarı, otuz yıl sonra! Türkiye, ciddi ciddi, kendisini demokrasi sanıyor; 'çoğulcu parlamenter düzene' geçilmiş, Meclis'te muhalefet var vs. Hatırlayanlar çıkacaktır: 'Umut', yayımlanır yayımlanmaz toplatılmıştı! Savcılık meğer pusudaymış, bir önbilirkişi oluşturmuş, o kuruldan bir 'muzırlık' raporu almışlar, suç ortadaymış: yayınevi­ nin ve çevirenin, yanlış aklımda kalmadıysa yedi küsur yıl hapsedil­ mesi isteniyor. İşin tuhafı, o tarihte M a l r a u x P a r i s ' t e General de Gaulle kabinesinde Kültür B a k a n ı , galiba İstanbul'a ve Ankara'ya da geldi gitti. Olay basına yansıdı, biraz da abartıldı; Fransız basınına atladı, bizimle alay ettiler; mahkeme birkaç ay sürdü, anhası minhası, sonunda beraat ettik ama, 'Umut' romanı üzerinde bu mahkemenin, bir 'lekesi' kalmamış mıdır? M a b a u x , onun eseri; Türkiye Cumhuriyeti'nin, cumhuri­ yetten demokrasiye doğru ilerlediği sırada; biraz sorumluların dira­ yetsizliği ve ürkekliği, biraz da 'soğuk s a v a ş ' koşullarının ağır baskısı yüzünden, nasıl bir 'yozlaşmaya' doğru itildiğinin gösterge­ si olmuyor mu? M a l r a u x , Türk aydını için, birkaç bakımdan önemli, isterse­ niz üzerinde biraz daha oyalanalım. 175


'GÜNDÜZLERİ RÜYA GÖREN.

10 Ocak 1997 M a l r a u x , 'Anti/Memoires'da, Bukharin'le Paris'teki son buluşmasını anlatıyor. Bukharin, Stalin türünden içe dönük, içinden pazarlıklı bir lider değil; onda Lcnin'in, Trotsky'nin kıvıl­ cımlı liderliğinden bir şeyler var; belki o yüzden, Lenin sonrasının 'yükselen' liderlerinden birisi! Konuşmasının bir yerinde diyor ki: yine de Moskova'ya döneceğim, fakat herhalde bu sonum olacak!" Öyle de*olmuştur: S o v y e t Komünist (Bolşevik) Partisi'ne Stalin'in hâkimiyeti; 'inkı/apçı'nın yerine 'apparatçik'in (parti bürokratının) hâkimiyeti demekti; inkılap seyyaliyetini kaybedecek, ihtilal sanki zamanın belirli bir yerinde 'donacaktı': Stalin'ci tota­ literliğin ulaşabileceği son konak, Brejnef'in 'nomenklaturasından' başka neresi olabilirdi ki? 1 S o v y e t , sonra da Çin 'sosyalist' inkılaplarını, içinden kemi recek bu 'virüsü' keşfetmek şerefi, yoksa André Malraux'ya mı aittir?

O mel'ûn 'virüs'... Şimdi herhangi bir gence, S o v y e t İhtilali'nin, yüzyılın başla rında neden dolayı 'dünyanın ümidi' sayıldığını, gelin de anlatın bakalım. O yılların, ne siyasi iktisat perspektifini bilir, ne de top lumsal diyalektiğini! B a t i n i n 'akılcılığı',, canavarlık mertebesini varan bir 'sömürgecilik' akılsızlığına dönüşmüştür. J a p o n y a ' y ı blı kenara bırakın, 'gizli sömürge' diyebileceğimiz Devlet-i Aliyy«-, 176


İran ve Çin'in dışında, gezegendeki her ülke Batılı ülkelerin sö­ mürgesiydi; bu yağma sofrası, liberal kapitalizmin iştahını o kadar kabartmıştı ki, emperyalizmin iç diyalektiği, kanlı dünya savaşları­ na sebep oluyordu. Uzun sözün kısası, B a t ı medeniyeti, tam da M e h m e t Akif'in tavsif ettiği, 'tek dişi kalmış c a n a v a r ' dereke­ sine düşmüştü. S o v y e t İhtilali, birçok aydınca işte o yüzden, in­ sanlığı yenileyebilecek bir umut olarak karşılandı: 'mazlum' millet­ ler ve 'mazlum' sınıflar için, öyleydi de! M a l r a u x , o ihtilâlin ilk 'mücahitlerinden' biri olmuştur; de­ miştir ki, 'fikirler d ü ş ü n m e k için değil, y a ş a n m a k içindir'; Çin'de, İspanya'da, F r a n s a ' d a 'fikirlerini' yaşarken yaptığı tes­ pitler, üç çeyrek yüzyıl sonra Sovyetler'i çökertecek meş'um has­ talığın teşhis ve tarifini sağlamıştı. Bu noktanın altını, bir zaman­ lar, şöyle çizmişim: "...Malraux'nun kitabını tarihle birleştiren adam işte bu Borodin, iki önemli kahramanından biri: ufak K a n t o n Cumhuriyeti'ni H o n g Kong'a, giderek İngiltere'ye kafa tutacak bir diriliğe kavuşturmaya çalışanı! Yıl 1929. Dr. Sun ölmüş, Kuomintang, terörist aşırı solcu kanatla, barışçı yolları yeğle­ yen sağcı kanat arasında sallanıyor. Dışarda emperyalizme, içerde bu iki kanada karşı solcuların çarpıntılı uğraşı. Solcular da bir boyadan olsa, iyi; Kuomintang'm S a y g o n sorumlusu Gérard; ' K a n t o n ' d a iki ç e ş i t a d a m bulacaksın' diyor. Ger­ çekten de öyle, bir yanda devrim teknisyenleri, Rusya'dan gel­ miş, disiplin tutkunu bolşevikler; bir yanda mayaları anarşist tutulmuş, eylem sarhoşu Batılı solcular. Bu sonuncuların baş­ lıca örneği, elbette Garine. Bir sırası düşünce Nikolayef in 'insan canım, fazla insan' diye küçümsediği Garine. Aslında Malraux, o zamandan, komünist hareketi parçalayacak iç akımları ustalıkla görmüş ve yazmış demek en doğrusu!.." ('Kanton'da İsyan/Çeviri Günlüğü', 1967', 3. Basım, Bilgi Yayın­ evi) İnkılabı, 'merkeziyetçi bir bürokrasi diktasına' çevirecek olan 'apparatçik'le, ihtilalde 'insanlığın yenilenme umudunu' gören insancı aydın arasındaki karşıtlığı, M a l r a u x , en veciz şekil­ de şöyle ifade etmemiş miydi: "...eskiden komünist olunduğu 177


için disipline yatkın olunurdu, şimdi disipline yatkın olun d u ğ u için komünist olunuyor". Dikkat isterim: 'tespit' 1920'li yıllarda yapılmıştır.

Malraux

yanılmadı...

Liste uzun: Gide, M a l r a u x , Koestler, Silone, Wright, F a s t , S p e r b e r vs... Bunlar S o v y e t İhtilali'nin 'insanlığın yeni­ lenme umudu' olamayacağını anlayınca 'muhalefete' geçen ünlü yazarlar! Muhalefetlerinin temeli, insanın insanlığının 'harcanma­ sı', çünkü Nikolayefin de belirttiği gibi, totaliter bolşeviklik düze­ ninde, 'kendi hayatını y a ş a m a k isteyen i n s a n a y e r yok!'... Oysa M a l r a u x yazarlığı 'insan' temeli üzerine yükselmiştir; bu bahiste Claude M a u r i a c ' a başvurmuşum: "...Claude Mauri­ a c , 'Les C o n q u e r a n t s / K a n t o n ' d a îsyan'dan bahsederken ne diyor, 'bu kitap' diyor, 'ne k a d a r koşullarını değiştirmek is­ t e y e n bir şehir ve ülkenin r o m a n ı y s a (Kanton ve Çin), o ka­ d a r da koşullarını değiştirmek isteyen bir a d a m ı n (Garine) romanıdır.' Böyle olunca bu tür romanlarda 'insan' vazgeçil mez 'birim' değerini korumaktadır." (Aynı eser) Ï . E . Lawrence'in -şu bizim bildiğimiz 'casus' L a w r e n c e ' - o müthiş sözünü, acaba hangimiz hatırlıyor? "Gündüzleri rüy-ı g ö r e n a d a m l a r tehlikelidir, çünkü rüyalarını g e r ç e k l e s i n m e y e kalkışmaya eğilimleri vardır. " M a l r a u x , her zaman < ı adamlardan biriydi; her zaman o adamlardan birisi oldu; o yüzden de daima 'tehlikeli' sayıldı. Nobel A r m a ğ a n ı E d e b i y a t J ü r i s i , belki de bu yüzden, onu daima görmezden gelmiştir. tyi de... M a l r a u x yanılmıyordu ki!..

178


MALRAUX'NUN 'ŞİDDET' ELEŞTİRİSİ.

13 Ocak 1997 'Anti/Memoircs'ı ne zaman elime alsam, aynı düşünce, ışık­ lı bir tren katarı gibi, zihnimden geçiyor: Malraux'nun otobiyog­ rafisi, bir manada, 2 0 . yüzyılın biyografisidir. Neresinden bakılırsa bakılsın, 20 yüzyıl, bir 'ihtilaller yüzyılı': Sovyet, Anadolu, Çin, Küba, Vietnam vb. İhtilal demek, 'silahlı eylem' demek, M a l r a u x , 'fikirlerini yaşayan' bir yazar, bir düşünce adamı oldu­ ğundan, onun entelektüel eylemini, silahlı eyleminden ayırabil­ mek, gerçekten çok zor! Belki de bu yüzden, onca içlidışlı olduğu 'silahlı eylem' konu­ sunda söylediklerini hafife almak, mümkün değil; çünkü 'konu­ şan', konuştuğunun 'içinden' gelen biri, 'ahkâm kesmiyor', yaşan­ tısından süzdüğü neticeleri aktarıyor. İtiraf etmeli ki, 'netice' olum­ suzdur. Bana sorarsanız, sosyalizmin gerçekleşmesi denildi mi, Malraux'nun en çarpıcı katkısı, budur: 'devrimi' başka bir ışık al­ tında incelemek!

'Tanklar' ve 'uçaklar' Demiştir ki mesela: "...günümüzde Lizbon'da olduğu ka­ dar P r a g ' d a da, b a ş k a l d ı r m a l a r , molotofkokteylleriyle yü­ rütülmek i s t e n m e k t e d i r , verdiği s o n u ç l a r ise m e y d a n d a ­ dır: sıfır!.." "...ben, fazla iyimser değilim, kolay bir ' g e ç i ş ' e inan­ mıyorum; çünkü, ç a ğ d a ş bir ülkede -niteliği ne o l u r s a olın- bir isyanın - h a n g i t ü r d e n o l u r s a o l s u n - bir devletten 179


(hele o devlet k a r a r l ı y s a ) d a h a güçlü olabileceğinden emin değilim: h e r şeyin e s a s ı budur..." Bu ^'tespit', 'Kanton'da İsyan', 'İnsanlık Durumu', 'Umut' gibi ayaklanma destanlarının, gerçekçi bir özeti; çünkü M a l r a u x , ne cafcaflı sloganlarla heyecana kapılacak tecrübesiz bir genç, ne de provokasyona kapılacak bir safdil; o, çıplak ve acı gerçeğin, 'tecrübeli', 'devrimci'si, zaten 'tespitini' üzerine oturttu­ ğu gerekçe de, son derece 'teknik' bir gerekçe: " . . . b a s t ı r m a aygıtı dendi mi, ilk ö n c e tankları düşünü­ y o r u m , benim için t e m e l s o r u n budur (...) Nisbeten yakın bir devrim olan Ekim Devrimi'nde p r o l e t a r y a n ı n başkal­ dırması, teknik b a k ı m d a n h â l â savunulabilir durumdaydı. Günümüzde böyle mi y a ? B ö y l e bir şeye, a n c a k ne z a m a n kalkışmayı düşünebilirsiniz, biliyor m u s u n u z ? Karşmızdakiler, ' a t e ş emri' v e r m e m e y i g a r a n t i eder­ l e r s e ; zira, iki t a n k t a b u r u n u önünüze yığdılar mı, ne pro­ l e t a r y a kalır o r t a d a , n e b a ş k a l d ı r m a ! Ekim Devrimi, 1 9 . yüzyılın s o n devrimidir z a t e n . . . " Yalnız tanklar mı? İspanya'da 'faşist' Hava Kuvvetlerine kar şı, gezi uçaklarıyla savaşan M a l r a u x , çağdaş isyanlarda neticeyi tayin edici gücün, zırhlı birlikler kadar, hava gücü olacağından emindir: Tanklar ve uçaklar, 'karşı tarafta' ise, isyanın hiç şan-.ı yok! M a l r a u x bunları, 1970'li yıllarda, 'Le Nouvel O b s e r v â t ^ ur' dergisine söylüyor; ilginç olan, İspanyol Komünist Parli sj'nin iç savaş yıllarındaki ünlü 'La P a s s i o n a r i a ' s ı Dolon'% İbarruri'nin, başka bir yerde, başka bir münasebetle onu döğrula ması: "...silahlı ç a t ı ş m a y l a b a ş a r ı y a u l a ş m a k şansı, çağda? devletlerde ç o k azalmıştır. Ne k a d a r ö r g ü t l e n i r s e örgüt lensin, işçi sınıfının; geliştirilmiş iletişim olanakları, ula şım olanakları, h a r e k e t y e t e n e ğ i ve hızı s o n d e r e c e ait mış, ç a ğ d a ş profesyonel o r d u l a r l a b a ş e t m e s i olmaya* «ıh bir şeydir..." E r n e s t o 'Che' Guevara'nın 'askeri', yüzyılın bir başk.ı ı yancısı R e g i s D e b r a y , yazdığı eserlerde (Türkçede 'Che'nin <••» 180


rillasi, Fransızcada 'La Critique des A r m e s ' ) aynı 'tespiti' ya­ pıp, benzer bir sonuca ulaşmıyor mu? André Malraux'un devrim anlayışına bu 'gerçekçi' katkısı­ nın önemi, kim ne derse desin, son derece büyüktür.

İtiraz e d e n yok m u ? Peki, itiraz eden yok mu buna? Olmaz olur mu, sürü sepet! Şimdi isterseniz, o 'hızlı' itirazcılara, daha o zaman vermeye çalış­ tığım cevaba da, şöyle bir göz atınız: "...o hızlılardan birisi çıkar der ki, Çin Devrimi, Y u g o s ­ lav Devrimi, Vietnam Devrimi vs çağdaş değil mi? Son za­ manlarda yapılmadı mı? Nasıl olur da böyle kestirip atabilirsi­ niz?.." "...bu soruya başka bir soruyla cevap verebiliriz: anılan devrimlerin hepsi, aynı zamanda, işgalci bir saldırgana karşı yürütülmüş 'kurtuluş savaşları'dır; ulusal ve örgütlü bir kapita­ list iktidara karşı, başkaldırmalar değildir. Buna karşılık, silah­ lı eylemin en ateşli savunucuları olan Latin Amerika ülkele­ rinde, 'komprador' burjuvaziler dahi, 'ulusallığı' tartışılabilecek orduları ve polisleriyle, çoğu eylemlerin hakkından gelmişler; Debray gibi birini 'Devrim İçinde Devrim' gibi kendi kitabını yerecek çizgiye getirebilmişlerdir..." ('Hangi Sol', 4. Basım, Bil­ gi Yayınevi) Malraux'nun 'gerçekçi' perspektifi, 'silahlı eylemlerin' za­ manla neden dolayı ya yasa dışı profesyonel suç ve kaçakçılık 'mafia'sına, ya da provokasyon çetelerine 'yoz/aştığını' açıklamı­ yor mu?

181


FİKRİ' NEYSE, 'ZİKRİ' 0 ! .

15 Ocak 1997 Neresinden bakılsa Rusya-Çin 'yeni ortaklığı' için İzvestiya'nın 'attığı' başlık, insanı kaptığı gibi, eski günlere götürüyor: "ABD'ye Cevabımız!" Çin resmi haber ajansı Xinhua'nın ha­ beri, daha da ayrıntılı: " R u s y a ile Çin, 'soğuk savaş' sonrasın­ da dünyadaki tek' s ü p e r g ü ç o l a r a k kalan ABD'nin etkinli­ ğine karşı 'stratejik ortaklık kurarak, 'çok kutuplu' yeni bir dünya o l u ş t u r m a k k o n u s u n d a , g ö r ü ş birliğine v a r m ı ş l a r ! " Avrasya'dan söz açmışken, gezegenin 'küreselleşme'den çok, 'kutuplaşma'ya yöneldiğini söyleyeli, şurada kaç gün oldu Allah aşkına? Çin ajansı, R u s y a Devlet Başkanı Yeltsin ile Çin Başbaka nı Li Peng'in, 'tek kutuplu dünya' konusundaki ciddi rahatsızlık larını dile getirdiklerini kaydederken, "Çin de, Rusya da, dün ya üzerindeki etkileri ç o k fazla olan ve iki bağımsız kutup olmayı hak e d e n önemli ülkelerdir" demiş, ayrıca ilave de el miş: "İki ülke a r a s ı n d a çeşitli a l a n l a r d a işbirliği için, çolt büyük bir p o t a n s i y e l bulunmaktadır." (Cumhuriyet, 30 Anı hk 1 9 9 6 ) Haberi okurken, dalmışım; hafızamın ekranında Gorb.ı çof'un, hani o Yeltsin'in 'kahraman' ilan edildiği 'darbe teşehhu sünden' sonraki, endişeli ve mahzun yüzü! O Yeltsin ki, Rıı» ya'ya ve Dünya'ya önce böyle 'tezgâhlanacak', bilahere 'sU tem'in S S C B ' n i 'küreselleştirmesi'nde başrolü oynayacaklıı Hâlâ nirengi olarak VVashington'ı benimsemesine rağmen, 'Itö münist Çin'le 'stratejik ortaklık' araması sizce niye? Yoksa Rusların aklı da geç mi geliyor? 182


Açık sözlülük dediğin... Yooo Amerikan yönetimlerinin açık sözlülüklerini inkâr ede­ meyiz, her zaman fikirleri neyse, zikirleri de o olmuştur: 'Küre­ selleşme' propagandasına başladıklarında, birisi T h e New Y o r k Times'da (8 Mart 1 9 9 2 ) , öbürü International Herald Tribune'de (18 Şubat 1 9 9 1 ) iki önemli rapor açıklamışlardı ki, 'Yeni Dünya Düzeninin ne olduğunu, ne olabileceğini açık ve seçik olarak ortaya koyuyordu. Bunlardan ilki P e n t a g o n tarafından, Ulusal Güvenlik Konseyi ve B a ş k a n ' ı n danışmanları, bu arada B a ş k a n ' ı n 'bizzat' kendisi ile de müzakere edilerek hazırlanmış olan Wolfowitz Raporu'dur; ikincisi ise, yine P e n t a g o n ' u n Ge­ nelkurmay ileri gelenleriyle tartışarak hazırladığı J e r e m i a h Ra­ poru. F r a n s a ' d a yayımlanan 'La Defense Nationale/Uhısal S a ­ vunma' dergisinin direktörü P a u l M a r i e de la G o r c e ' a göre, "...Birleşik Devletler'in soğuk savaş' ertesindeki güvenliği ve dış politikasının istikametleri hakkında, s o n d e r e c e önemli ve açıklayıcı belgelerdir" bunlar; peki, ne mi diyorlar, galiba özet olarak şunları: "a/ S o v y e t l e r Birliğinin çöküşünün ardından ABD'nin ele geçirmiş olduğu 'tek' süper güç olma imtiyazını ve statüsü­ nü muhafaza etmek, başlıca amaçtır. b/ Bu hegemonya (egemenlik), dünyanın neresinden gelir­ se gelsin, onu tehlikeye düşürebilecek yeni ve üstün güç mer­ kezleri oluşturma teşebbüslerine karşı korunmalı; muhtemel rakipler, daha büyük roller oynamaya heveslenmeden caydırılmalıdır... c/ Bunu sağlamak için, 'tek' süper güç statüsü, yapıcı bir ıtavranış biçimi, ayrıca ABD'nin üstünlüğüne kafa tutabilecek herhangi bir millet ya da milletler grubunu caydırmaya yeterli askeri güçle sürdürülmelidir... d/ ABD, onun önderliğine karşı çıkmasmlar, yerleşik eko­ nomik ve siyasal düzeni değiştirmeye kalkışmasınlar diye, gelumiş endüstri ülkelerinin çıkarlarını da yeterince hesaba katndıdır." (Le Monde Diplomatique, Nisan 1 9 9 2 , s. 14) 183


'Ani m ü d a h a l e g e r e k i r s e . . . ' Wolfowitz R a p o r u ' nu irdeleyen P a u l M a r i e de la G o r c e , çok daha ilerisini görüyor, yorumunda diyor ki: " . . . r a p o r u düzenleyenler, ABD'nin egemenliğinin ka­ bul edilmediği h e r yerde, dikkate d e ğ e r bir a s k e r i g ü ç bu­ lundurmasının o l a ğ a n ü s t ü / h a y a t i ö n e m i üzerinde ı s r a r l a duruyorlar. (Mesela, 'Çelciç Güç' gibi mi?)" "...bu a s k e r i g ü c ü n nasıl kullanılacağına dair söyle­ dikleri de ç o k aydınlatıcı; birçok y e r d e , Irak'da olduğu gi­ bi, az ya da ç o k geniş bir koalisyon o l a r a k , ya da BM ç e r ­ ç e v e s i içinde h a r e k e t e geçilmesinin y a r a r ı n a i ş a r e t edi­ y o r l a r (Kore'de öyle yapmışlardı); a m a ABD'nin tek b a ş ı n a h a r e k e t e g e ç m e s i n i n g e r e k e c e ğ i haller olabileceğini, bu gibi hallerde a s l a t e r e d d ü t edilmemesini, aksine bu gibi hallere hazırlanılması zorunluluğunu belirtiyorlar..." "...asıl önemli olan, ani m ü d a h a l e g e r e k t i r e n kriz an­ larında, y a d a o r t a k l a ş a h a r e k e t imkânları y a r a t ı l a m a z s a , ABD'nin t e k b a ş ı n a v e bağımsız o l a r a k h a r e k e t e geçebile­ ceğinin 'anlaşılması' imiş..." (Le Monde Diplomatique, Nisan 1 9 9 2 , s. 14) Bilmem 'Yeni Dünya Düzeni'nin ne anlama geldiği; 'küre­ selleşme' ve 'özelleştirme'nin neyin 'kamuflajı olduğu', bun dan daha açık ve aydınlık olarak anlatılabilir mi? Gerçekte bu ka darı bile, bağımsızlığını ciddiye alan her ülkeyi telaşlandırabilir ya, Wolfowitz Raporu'nda, Moskova'nın telaşa düşmesini gerekli recek ilginç şeyler de var. Onlara da bir göz atacağız.

184


ACABA 'OYUN' BİTTİ Mİ?

17 Ocak 1997 İnsan neler hatırlıyor... 'Soğuk savaş'ın, gemi azıya aldığı yıllar, 1 9 5 0 kışı, uğursuz ve karanlık bir kış. M o s k o v a R a d y o su'nun Türkçe yayınında, E r d e m Y o l d a ş (Laz İsmail) açıyor ağzını, yumuyor gözünü; Türkiye S o s y a l i s t P a r t i s i aleyhine, demediğini koymuyor. E s a t Adil Bey'den (sesi hep yorgun, göz­ leri daima mahzun), ertesi gün 'Gerçek'teki başyazısında zehir zemberek bir cevap! İşin buraya kadarında, herhangi bir fevkala­ delik yok; tuhaflık bundan sonra başlayacaktır. S o v y e t T A S S Ajansı'ndan iki muhabir, birkaç gün sonra, eski Vakit Yurdu'ndaki G e r ç e k İ d a r e h a n e s i n e 'damlıyorlar'; sarışın, mavi gözlü, iyi kötü Türkçe konuşabilen, iki Rus. O tarih­ te, o kadar alışılmadık bir şey ki bu, bir an kendimizi Hollywood'ın esrarengiz casus filmlerinden birinde sanıyoruz. E s a t Adil Bey'in odasında, o, ' S a r i M u s t a f a (iyi Rusça konuşurdu), iki muhabir, bir de ben, bir süre hoşbeş etmiştik; ziyaret besbelli, bir 'nezaket' ziyaretiydi; zaten birer kahve içip, kalkıp gittiler. Bilir misiniz ki, TSP'nin 'kapatılması' ile ilgili, İstanbul 3. Ağır C e z a Mahkemesi'ndeki davada, bu ziyaret, Parti'nin ve Gerçek gazetesinin 'aleyhinde' önemli bir 'delil' olarak zikredilılştir. Mahkemede durumu izah ederken, 'hey'et-i hâkime'yi, ola­ yın sıradanlığına bir türlü, inandıramadığımı, ellerimle tutarcasına •i"ifiyordum. ' S o ğ u k s a v a ş ' , S S C B aleyhinde 'sistem'in yürütTÜflü ağır ve yoğun propaganda, ülkemizde öyle bir hava yaratmışkl, sadece Karadeniz'in karşı kıyısında yaşıyor olmak, birisinin 'ıhışman' gibi görülmesine yetiyordu. VVashington'ın 'oyununa' Ivksine kapılmıştık. 185


S S C B dağıldı, acaba oyun bitti mi? Bunu anlamanın yolu, bi­ zim için de, Ruslar için de Wolfowitz ve J e r e m i a h Raporla­ rı'na bir göz atmaktan geçiyor.

'Hangi t e m e l d ü ş ü n c e ? . . ' Fransa'da yayımlanan 'La Defense Nationale/Ulusal S a ­ vunma' dergisinin direktörü P a u l Marie de la G o r c e , ilk rapo­ ru yorumlarken, şu satırların altını önemle çizmiş: " . . . r a p o r a g ö r e , Avrupa'daki 'istikrarı'; y a Rusya'da milliyetçiliğin dirilmesi, ya da Rusya'nın S S C B ' d e n ayrıla­ r a k bağımsızlığını ilan e t m i ş ülkeleri, yeniden kendisine b a ğ l a m a s ı t e ş e b b ü s ü bozabilir: Ukrayna'yı, B e y a z Rus­ ya'yı, belki d a h a da başkalarını! İşte b u r a d a , g e l e c e k yıl­ l a r a değgin Amerikan dış politikasının hangi t e m e l düşün­ c e y e dayandığı m e y d a n a çıkıyor: ne p a h a s ı n a o l u r s a ol­ sun, eski S o v y e t l e r Birliği'nin dağınık h a l d e kalmasını ko­ r u m a k ; h a t t a g e r e k i r s e , bu dağılmayı hızlandırmak; hangi ş a r t l a o l u r s a olsun, R u s y a ' d a , ya da Rusya'nın etrafında, güçlü bir s ü p e r devletin t e k r a r oluşmasını önlemek!.." Her şey yeterince açık ve anlaşılabilir değil mi? Hele Jeremi­ ah Raporu'nun 'içeriğine' de şöyle bir bakarsanız!.. O raporda, ABD 1 nin gelecekte karşı karşıya kalabileceği 'çatışma senaryolu rı', uzman kurmay subaylarca tasarlanmış; bunlardan ikisi A B D ile Sovyetler Birliği'nin çatışmasıyla ilgili; birisi Irak'la bir çatışma yı öngörüyor, bir başkası Kuzey Kore'yle -ya da ikisiyle birden bir çatışmayı hesaplamış; ayrıca Panama'yla bir, Filipinler'le biı Güney A m e r i k a ve Uzakdoğu'daki adı zikredilmemiş iki ülkeyi' birer çatışma senaryosu hazırlamışlar. J e r e m i a h Raporu'nun- özü, 'mevcut sınırlarının ötesine taşmayı öngördüğü takdirde, Rusya'y/a yaşanabilecek bir çalı\. ma'; P a u l Marie de la G o r c e , yorumunda bu hassas noktayı rı bir önemle belirtmiş, diyor ki: " . . . a ç ı k ç a anlaşılıyor ki, Körfez S a v a ş ı sırasında dei teğini s a ğ l a m a k ; ya d a , nükleer ve k o n v a n s i y o n e l silahsız 186


l a n m a anlaşmalarını g e r ç e k l e ş t i r i p , u y g u l a m a s ı n a g e ç e ­ bilmek niyetiyle, davranışını z a m a n z a m a n y u m u ş a t m ı ş olması bir k e n a r a bırakılırsa; A B D , a ç ı k ç a S S C B ' n i n ç ö ­ küşünü a m a ç l a m ı ş t ı r . Ö y l e ki, S o v y e t l e r ' d e m e r k e z i bir iktidarın mevcudiyeti, Birleşik Amerika'nın s i y a s a l ve stratejik çıkarları bakımından y a r a r s ı z sayıldığı a n d a , S S C B ' n i n dağılışı g ü n d e m e gelmiş, bunun ilk i ş a r e t l e r i , Amerikan yetkililerin ç o ğ u n l u ğ u t a r a f ı n d a n fark edilir edilmez de, t e m e l stratejik a m a ç artık bu o l m u ş t u r . Wol­ fowitz R a p o r u ' n d a n aktardığımız bölümler bunu a ç ı k ç a gösteriyor..." (Le Monde Diplomatique, Nisan 1 9 9 2 , s. 14) R u s y a Federasyonu'nun 'ahval-i perişanı' ortada, bunu an­ lamak için uzun boylu araştırmalara hiç gerek yok; sadece Ç e ç e nistan olayını görmek, ya da son seçimlerde eski komünistlerin nasıl güçlendiğini fark etmek, yeterli; Yeltsin'in -'küreselleştirilıiş' ve 'özelleştirilmiş' hemen bütün eski 'Doğu Bloku' ülkele­ rinde olduğu gibi- gittikçe daha zor, gittikçe daha sarsıcı olaylarla karşılaşması (Lebed Olayı gibi) muhtemel; bu şartlar altında, en azından Rusya'nın 'onurunu' kurtarabilmek için, Çin'le -bu ara­ da tabii Türkiye ile d e - bazı ciddi anlaşmalar yapması, normal sayılmamalı mı? Hele Wolfowitz ve J e r e m i a h R a p o r l a r i n ı n 'muhteviyatı­ nı' öğrendikten sonra!..

A v r a s y a projesi de.. Çünkü iş, sadece R u s y a F e d e r a s y o n u , Irak, Güney Amerlka'daki ya da Uzakdoğu'daki ismi zikredilmemiş devletle bitmikıor; Birleşik Amerika'nın geleceğini tasarlayan uzmanlar, işi mlamakıllı kapsamlı tutmuşlar, o kadar ki, 'soğuk s a v a ş ' döne­ ninin Avrupalı 'sadık müttefikleri' de, aynı açıdan ele alınmış, lıivranışlarının olumlu ya da olumsuz yanlan tartışılmış, karara ^ulanmış. O konudaki tespitler gözden geçirilirse, Washingııı'ın 'ABD'nin Dünya Hâkimiyeti' bahsinde, ne kadar kararne derece sebatlı olduğu daha açık görülmektedir. 187


O noktaya da ilişeceğiz ama, şu kadarı bile, M o s k o v a ile P e kin'in -adeta bir çeşit müdafaa-yı nefs içgüdüsüyle- aralarında bir anlaşmaya gitmiş olmalarını makul göstermiyor mu? Zaten Avras­ ya Projesi de, bu bilgilerin aydınlığında, gerçek manasına ve muhtevasına kavuşuyor. Yanlış mıyım?

188


BU NASIL 'ÖLMEK'?.

20 Ocak 1997 Ne hikmetse, 'Yeni Dünya Düzeni', bu gibi konularda her aman olduğu gibi, bir ideolojinin yeryüzüne 'egemen ideoloji' olarak dayatılması şeklinde sunulmamış, tam tersine, artık 'ideolo­ jilerin öldüğü' ileri sürülmüştür; sanki, 'küreselleşme' ve 'özel­ leştirme' formülüne bağlanan yeni 'düzen' liberalizmin -hem de vahşi' bir liberalizmin- 'soğuk s a v a ş ' sonrası koşullarında, somutlaştırılmak istenmesi değildir de, yeryüzünde yeni ve görülme­ miş bir çağın başlangıcıdır. Buna kim inanır? Hele, 'Yeni Dünya Düzeni'nin liberalliği, 'tek' süper gücün, yani ABD'nih vazgeçil­ mez 'patronluğu' altında uygulanacaksa? İşin tuhafı, böyle bir iddiayı, oldum olası ABD'ye ve liberal/ emperyalist 'sîstem'e direnmiş, direnmekte olanlar ileriye sürmü­ yor; Wolfowitz Raporu'nda, J e r e m i a h R a p o r u ' nda görmüş Iduğumuz gibi, 'bizzat' sorumlu ve yetkili Amerikalılar ortaya atıor. Benzer bir görüş de, B a ş k a n Clinton'ın 'Ulusal Güvenlik Danışmanı' Mr. Anthony Lake'in, J o h n s / H o p k i n s Üniversi­ tesinde (Washington, DC) verdiği söylevde gözler önüne serilmişllı, Hem de kaç yıl önce! Sabrınıza sığınarak, ister misiniz, Mr. Anthony Lake'in söz­ lerini, acaba ideolojiler ölmüş müdür, ölmemiş midir açısından ba(tarak, şöyle bir gözden geçirelim.

Y ö n e t m e s i 'zorunlu'ymuş!.. Bakınız ne diyor hazret!

"...en büyük a s k e r i güç, en bü189


Vük e k o n o m i , en dinamik çokuluslu toplum, biziz; bizim liderliğimiz, dünyanın d ö r t bir yanında i s t e n m e k t e , o n a saygı duyulmaktadır..." "...artık (ABD için) m e v c u t p a z a r l a r ı m u h a f a z a e t m e k s ö z k o n u s u değildir; onları g e n i ş l e t m e k ve pekiştirmek s ö z konusudur. (...) ideallerimiz v e çıkarlarımız, yalnızca angaje' olmamızı değil, y ö n e t m e m i z i de zorunlu kılıyor. (El­ bette) d ü n y a d a p a z a r ekonomisini ve d e m o k r a s i y i yayıp g e l i ş t i r m e k a m a c ı y l a o l a c a k bu! Çünkü bizim güvenliğimi­ zi ve çıkarlarımızı bu korur, çünkü bu aynı z a m a n d a ev­ r e n s e l ve A m e r i k a n olan d e ğ e r l e r i n bir yansımasıdır..." "...güvenliğimizden s o r u m l u h e r kişi için, Birleşik Devletler'in davranışının t e k yanlı mı, ç o k yanlı mı o l a c a ­ ğını b e l i r l e m e d e bir t e k k r i t e r g e ç e r l i o l a c a k t ı r : Ameri­ k a ' n ı n ç ı k a r l a r ı ! Ç ı k a r l a r ı m ı z a öylesi hizmet ettiği z a m a n ç o k yanlı, a m a c ı m ı z a böylesi hizmet ettiği z a m a n t e k yan­ lı h a r e k e t etmeliyiz..." (Le Monde Diplomatique, Kasım 1 9 9 3 ) Mr. Anthony L a k e , bu çok ilginç konuşmasını, 21 Eylü! 1 9 9 3 günü yapmış; bir bakıma, Wolfowitz R a p o r u ile J e r e m i ­ as Raporu'nun oluşturulduğu tarihte; o iki rapordaki sözlerle, bu söylevde söylenenler, eldiven gibi birbirine uymaktadır. Bundan ne mi çıkar, A B D Yönetimi'nin en üst, en m a h r e m kademe­ l e r i n d e , 'dünya hâkimiyeti'nin; ' k ü r e s e l l e ş m e ' ve 'özelleş­ t i r m e ' p a r a v a n a s ı altında, 'vahşi bir liberalizm' uygulama­ sı o l a r a k 'planlandığı' ç ı k m a z m ı ? Baksanıza adam ne diyor: 1/ ABD'nin, 'yalnız pazarları koruması ve genişletmesi' yetmezmiş, 'yönetmesi' de gerekirmiş; onun güvenliği ve 'çıkarla n' buna bağlıymış; ayrıca, bu 'aynı zamanda Amerikan ve evren sel olan değerlerin bir yansıması'ymışl 2/ 'Aynı zamanda Amerikan ve evrensel olan değerler'ıa kriteri ne derseniz, onun cevabı da, çok açık ve net olarak veril mistir: 'Amerika'nın çıkarları.' Bu tavır, açıkça hem 'ideolojik bir tavır', hem de 'Amerikan değerlerini' aym zamanda 'evrensel' sayıyor; başka deyişle, d e m o k r a s i n i n ve p a z a r ekonomisinin A B D y o r u m u n u , Avrupa ülkelerine v e U z a k d o ğ u K a p l a n l a r ı ' n a - c e b r e n v e hile ile- d ü p e d ü z 'dayatıyor.' 190


Bu davranışın, Hitler'in 'Yeni Nizam'ı, Stalin'in 'totaliter' bolşevikliği dünyaya egemen kılmak istemelerinden, ne farkı var?

A m a ç hiç d e ğ i ş m e z . . . Yanılmış olamaz mıyız? F r a n s a ' d a yayımlanan 'La Defense Nationale/Ulusal S a v u n m a ' dergisinin direktörü, P a u l M a r i e de la Gorce'un söylediklerine kulak verirseniz, hayır! " . . . A B D için, y e r y ü z ü n d e 'tek' s ü p e r g ü ç o l a r a k kal­ m a k a r z u s u , m ü n h a s ı r a n eski h a s ı m l a r ı n a k a r ş ı değil, ay­ nı z a m a n d a 'müttefiklerine' k a r ş ı da geçerlidir; Wolfowitz R a p o r u ' n u n en a ç ı k n o k t a l a r ı n d a n birisi budur, diyor ki: ' . . . s a d e c e Avrupalıların k a t ı l a c a ğ ı , bu yüzden NATO'nun istikrarını b o z a b i l e c e k h e r h a n g i bir güvenlik sisteminin o l u ş t u r u l m a s ı t e ş e b b ü s ü n e e n g e l olmalıyız'..." '."> ' Neden derseniz, çünkü " . . . a m a ç , Birleşik Devletler'in, dünyadaki t e k v e yalnız s ü p e r g ü ç kalmasını s a ğ l a m a k t ı r ; bu a m a c a ulaşılmak için kullanılan ç a r e l e r , D o ğ u ' d a yeni bir s ü p e r g ü c ü n (Rusya'nın) yeniden o l u ş m a s ı n ı ö n l e m e k , ya da müttefiklerinin (Avrupa Topluluğunun) Amerika'nın üstünlüğüne o l a b i l e c e k itirazlarını k a r ş ı l a m a k , y a d a U z a k d o ğ u ' d a yeni ve büyük bir g ü ç merkezinin (Japon­ ya'nın ya da Çin'in) o l u ş m a s ı n ı e n g e l l e m e k s ö z k o n u s u olur­ sa, e l b e t t e değişebilir a m a , a ı n a ç , hiç d e ğ i ş m e z : Ameri­ ka'nın s ü p e r g ü ç s t a t ü s ü n d e yalnız k a l m a s ı ; ve bunu sü­ rekli kılmak için de, n e r e d e n g e l i r s e gelsin, dünyanın her­ hangi bir yerindeki i t i r a z a m ü d a h a l e i m k â n ve g ü c ü n ü n sürekli o l a r a k elde t u t u l m a s ı . " (Le Monde Diplomatique, Ni­ san 1 9 9 3 , s. 1 5 ) Bu durum karşısında R u s y a F e d e r a s y o n u ' n u n ve Çin'in liralarında anlaşmalarına şaşılır mı?

191


İŞÇİ SINIFI TARİHİ'NE 'DERKENAR'.

22 Ocak 1997 Ona Divanyolu'nda rastlamıştım, epeydir Üniversite Kitabevi'nde çalışıyordu; güneşte, gizli uçuşan buz tozlarının yaldızlan­ dığı, açık ama soğuk bir gün; bilinmez hangi iş için yolum o tarafa düşmüş. Lütfü Ağabey'i (Erişçi) görebilmek, ne bahtiyarlık! Al çakgönüllü bir aydın, 'müeddep' bir İstanbul 'çelebi'si; çok çile çekmişlerin bezginliği, saklı umutsuzluğu ile konuşuyor: "...hâlâ anlayamadığım nedir, bilir misin? Mühim bir adam değilim, kayda değer bir aksiyonum olmamıştır, hepi topu iki küçük broşür neşrettim; beni acaba neden sürgüne göndermeyi lüzumlu gördüler?" Lütfü Erişçi'yi kim hatırlıyor? 'Türkiye'de Gençlik M e ş e lesi' ( 1 9 3 7 ) ve 'Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi' ( 1 9 5 1 ) başlık lı, o küçük ama son derece özlü broşürlerini? Türk sosyalizminin, daha yeşerirken insafsızca budanmış dallanndandır; eğer onun çıi lışması olmasaydı, o yılların genç solcuları, Türkiye'deki işçi ban­ ketlerinin 'evveliyatını' nereden, nasıl öğreneceklerdi? Onu Asmalımescit'teki Elit P a s t a h a n e s i ' n d e tanımışlıın sinsi küf, soğuk izmarit ve kötü konyak kokan, alacakaranlık lılı n 'levanten' pastahanesi idi; oyun oynanabiliyor, içki içilebiliyoi; l karanlığının son yıllarında, bazı şairler ve yazarlar, oraya 'takılı yordu'; mesela Oktay Akbal, S a l â h Birsel, B e h ç e t Necaiî<|H, Fazıl Hüsnü, F a h i r O n g e r vb; arada, benim çok önemsedi'in M kimseler de geliyordu, onlarla tanışıyordum: Sait Faik gibi, S a b a h a t t i n Ali gibi, Mustafa U y k ı ı s ı ı # , Lütfü Erişçi vb gibi. Onlardan, neleri öğrenebilirim, aslında hy nun peşindeydim: hayata, sanata ve 'Icauga'ya dair! 192


Lütfü E r i ş ç i , karınca gibi titiz çalışanlardan mıydı, yoksa ben mi öyle sanırdım? 'Özet olarak' yazıldığına özellikle işaret et­ tiği İşçi Sınıfının Tarihi'nde, sadece dipnotlarına şöyle bir göz atmak bile, yazarın gerçeğe ne kadar saygılı olduğunu, belgelere dayanmadan hiçbir şeyi yazmak istemediğini kanıtlar. O belge 'avcılığı' kolay şey midir sanırsınız?

H e r olay bir 'ibret'... TÜRK-İŞ'in 'kıpırdadığı' günlerdi, bir akşam, iri çekirdekli bir yağmur, odamın camlarında dağılıyor; eğildim, Lütfü Erişçi'nin eliyle verdiği o iki 'broşürü' kitapların arasından buldum çı­ kardım; meğerse, okuduğum sıra, bazı cümlelerin altını yeşil mü­ rekkepli bir kalemle çizmişim; onları, sırasıyla, gözden geçiriyo­ rum; yılların acısı, birikimi ve tecrübesiyle mi nedir, vaktiyle Lütfü Erişçi'yi neden 'tehlikeli' saydıklarını o dakika anlıyorum: çünkü bu adam 'doğru söylüyor.' Bakınız, n e demiş? " . . . 1 9 0 8 T e m m u z u n d a , s a r a y istib­ dadının yıkılmasında, işçi sınıfının âmiller a r a s ı n d a oldu­ ğu a s l a inkâr edilemez; filvaki a ğ u s t o s ve eylül a y l a r ı n d a birbirini t a k i b e n ilan edilen o t u z a yakın grevin ekseriyeti, yalnız t a h a m m ü l s ü z , iş şartlarının haklı tepkisi değil, Manastır'da başlayan meşrutiyetçi hareketi tamamlayan te­ zahürlerdi..." (Aynı eser, s. 8) Peki, 'otuza yakın grevi' nereden bulmuş çıkarmış? Dipnotu, aynen şöyle: "...bakınız: 1 9 0 8 ' d e Ecnebi S e r m a y e s i n e Karşı İlk Kalkınmalar, H ü s e y i n Avni, 1 9 3 5 , s a y f a 1 7 . B u grevlerin ekseriyeti e c n e b i ş i r k e t l e r e ait m ü n a k a l e işletmelerinde yapılmıştır." (Aynı eser, s. 9) Acaba, 'meşrutiyetçi hareketi tamamlayan' işçilere, Meşru­ tiyet ne yapmış? "...bu d u r u m a r a ğ m e n , birdenbire iktida­ r a d o ğ r u yükselip hürriyet önderliğinden v a z g e ç e n İttihat ve T e r a k k i Cemiyeti, h e n ü z istibdat b a k a y a s ı o l a n hükü­ metin, e c n e b i s e r m a y e d a r l a r ı y l a el e l e v e r e r e k , grevleri 193


kanla b a s t ı r m a s ı n a ; ve sendika t e ş e b b ü s l e r i n e bir muvak­ k a t kanunla s e d ç e k m e s i n e mani olamıyordu..." (Aynı eser, s. 9) Dipnotu, derseniz, o ayrı bir 'ibret': " . . . 2 5 Eylül 1 3 2 4 ( 1 9 0 8 ) tarihli Tatil-i E ş g a l Kanun-u Muvakkati. B u a r a d a İttihat ve Terakki Cemiyeti, m e s e l a B a l y a Madenleri'ndeki g r e v d e âmil olmuş, fakat g r e v d e v a m e d e r k e n o r a y a ge­ len İttihat ve Terakki Cemiyeti mümessili, elinde b a s t o n , mahalli i d a r e amirleriyle grevcilerin üzerine y ü r ü m ü ş t ü r . 'Mehmet Ali Aynî'nin Hatıraları, İstanbul 1 9 4 5 ' . . . " (Aynı eser, s. 9) Ne hazin değil mi?

Kökleri n e r e l e r d e ? Türk İşçi Hareketinin, başlangıçtaki 'başat' özelliği, antiemperyalist tavrıdır: Meşrutiyet'ten Mütareke'ye, hangi örgütlen­ me teşebbüsüne, hangi greve baksanız, 'ecnebi sermayedar'a kar­ şı olduğunu görürsünüz; buna mukabil, İttihatçıların 'meşrutiyeti' hiç de onlara benzemez, örnek mi, işte örnek: "...müteakip a y l a r d a Meclis-i M e b ' u s a n ' d a Tatil-i E ş ­ gal Kanunu, h e m e n eski şekliyle m ü z a k e r e ve bazı meb'usların bu kanunu 'ecnebi menfaatlerini m ü d a f a a ile' i t h a m e t m e l e r i n e r a ğ m e n kabul olunuyordu. (27 Temmuz 1325)..." "...yalnız Meclis-i M e b ' u s a n değil, Meşrutiyet devrinin idarecileri de müstebit selefleri k a d a r , kendilerini evvela e c n e b i m ü e s s e s e ve m e n f a a t l e r i n e hizmet e t m e k l e vazifeli addediyorlardı..." (Aynı eser, s. 10)* / 'Sistem'in 'gizli' ya da 'yan' sömürgesi olan bir ülkede, başka türlüsü olabilir miydi? Görüyor musunuz, cumhuriyet 'geç' dönem yöneticilerinden pek çoğunda görülen, bu 'sağlıksız' davranışın kökü, taa nerelere kadar uzanıyor?

194


KILAVUZU KARGA OLANIN.

25 Ocak 1997 Yıl hangi yıl, bir çıkarabilsem!.. Hatırladığım çok az şey: ilko­ kul öğrencisiyim (30'lu yıllar), milli bir bayram günü; Şehir Bando­ su, 'Dağ başını d u m a n almış...' marşını çalıyor; Şeref Tribü­ nünün önünden, sağ elimiz ileriye sağa doğru uzanmış^ 'garip' bir selam vererek geçiyoruz; bu 'faşist' selamı mıydı, emin değilim; çünkü başımıza giydiğimiz 'kepi' aynı elimizde tutuyorduk; ama, 'şüpheli' bir selam olduğu muhakkak! Ya, önce 'askeri birlik' sandığım, o 'üniformalı' işçiler? Ha­ kiye çalar sarı, yarı 'askeri' bir giyim içindeydiler; ayaklarında golf pantolonları, geçit töreninde 'uygun adım' geçiyorlardı. O yaşım­ da, neyi temsil ettiklerini, kim olduklarını bilemezdim; merakımı celbettiği, bir gerçek! Olayın ne 'anlama' geldiğini, yrllar sonra, Lütfü Erişçi'nin 'Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi'ni okuyunca anlayabileceğim. İyi de, o döneme bir bütün olarak nasıl bakıyordu? İşe bura­ dan başlamak, daha doğru olmaz mı? Çünkü koyduğu başlık bile, yazarın neden dolayı 'tehlikeli' bir aydın sayıldığını, çok açık bir şekilde anlatıyor: 'Diktatörlük Devrinde İşçi Sınıfı.' Ne buyurulur?

'İtaat'

sendikacılığı...

Şöyle basit bir tespit yapmış mıydık? İnkılap, 30'lu yılların ikinci yarısında, müdafaa-i nefs refleksini kaybeder; 'merkeziyetçi bir bürokrasi' (siyasi toplum) hâkimiyeti halkın elinden alarak, 'si195


yasi iktidar'a devretmek eğilimini gösterir, üstelik bu eğilimi, ya­ saklar' uygulayarak somutlaştırır. Şimdi, şu satırları okur musunuz, lütfen: "...işçiden ücret­ t e n b a h s e t m e n i n t a m a m e n s e r m a y e d a r l a r a v e r e s m i poli­ t i k a c ı l a r a hasredilip, türlü vesilelerle baskı ve tevkiflerin p e k arttığı s e n e l e r d e , C H P bir aralık faşizan bir k a d r o içinde işçileri teşkilatlandırmak t e c r ü b e s i n e girişti ise de t e c r ü b e muvaffak o l a m a m ı ş t ı r . . . " "...vehim içindeki diktatörlük, gayr-ı iktisadiliğine r a ğ m e n , 'sanayii memleketin muhtelif mıntıkalarına tak­ sim e d e r e k , büyük a m e l e kitlelerinin bulunması'na m a n i o l m a y a kalkıyor. İ s t e r istemez, işçi kesafetine ihtiyaç o l a n y e r l e r d e , m u v a k k a t e n işçi ve köylü kullanmak gibi iptidai ve sakim tedbirlere başvuruyordu..." (Aynı eser, s. 2 1 - 2 2 ) Şüphesiz gözünüzden kaçmadı! Benim, ilkokul öğrencisi ola­ rak İzmir'de gördüğüm, anlam veremediğim 'yarı askeri' işçi 'ta­ burlarının' sırrı, alıntıdaki ilk paragrafın son cümlesinde açıklanı­ yor: "...faşizan bir k a d r o içinde t e ş k i l a t l a n d ı r m a k t e ş e b ­ büsü!" Lütfü Erişçi, bermutad tafsilatlı bir 'dipnotu' ile, sorunu daha da netliğe kavuşturmuş, diyor ki orada: "...bu t e c r ü b e l e r ­ d e n en mühimi İzmir'de yapılmıştır." Anlattığı şudur: Hükümet, İzmir'de, aynı ve benzer işkolların­ da mevcut, çeşitli 'amele cemiyetlerini' birleştirip, 'işçi birlikleri' oluşturuyor; mesela, 'Sanayi İşçileri Birliği', 'Tütün İşçileri Birli­ ği', 'Fırın Amele Birliği', 'Matbaa İşçileri Birliği'vs... "...bütün bu işlerden s o n r a , 1 9 3 5 ' t e 'işçi ve esnafı rejime her veç­ hile bağlı ve faydalı' kılmak vazifesiyle, C H P İzmir İşçi ve E s n a f Birliği kurulmuştur..." (Aynı eser, s. 22/dipnotu) Hep söylemez miyim? Ülkemizde 'siyasi toplum'un (devletin) -aslında bağımsız ve kendiliğinden oluşması gereken- 'sivil top­ lum' kuruluşlarını, denetimi altında tutabilmek için -'uzaktan ku­ mandalı' bir 'uzantısı' şeklinde örgütlemeye kalkışmak gibi- kötü ve sağlıksız bir eğilimi vardır. Avrupa'da faşizmin ağır bastığı o yıllarda, Türkiye'deki bu 'teşebbüsün altını çizmekle, Lütfü Eriş­ çi, benim söylediğime muteber bir örnek veriyor. 196


İşin kötüsü, Türk işçi sınıfı, aynı 'filmi' daha sonra da göre­ cektir.

Filmin 'devamı 1 ... 1 9 4 6 . 'Sınıf esasvüzerine cemiyet teşkili' serbest bırakılmış­ tı; "...partiler a r a s ı n a Türkiye S o s y a l i s t P a r t i s i ve Türkiye S o s y a l i s t E m e k ç i ve Köylü Partisi'nin karıştığı g ü n l e r d e yapılan umumi s e ç i m d e , Halk P a r t i s i g e n e kat'i ekseriyeti elde e t m e s i n e r a ğ m e n , 'işçilerin h a k ve menfaatlerini ko­ r u m a k v e i c a b ı n d a m ü c a d e l e e t m e k ' gayesini g ü d e n sen­ dikalar ç o ğ a l m a k t a d e v a m ediyordu..." Aynı zamanda, " . . . Ç a l ı ş m a Bakanlığı t e ş k i l a t ı n a yar­ dımcı olmak, İş Kanunu'nun tatbikatını k o l a y l a ş t ı r m a k ( n i z a m n a m e , m a d d e 3 ) , i ş randımanını a r t ı r m a k (nizam­ n a m e , m a d d e 1 2 ) gibi m a k s a t l a r l a , C H P direktiflerine uy­ gun o l a r a k ve C H P p a r a s ı y l a , h e r biri k u r u c u l a r heyetin­ den ibaret, işçi dernekleri k u r u l m a y a başlamıştı..." "...böylece birdenbire, muhtelif i s t i k a m e t l e r d e o l s a da, h a r e k e t l e n e n s e n d i k a k u r m a faaliyeti, 1 6 Aralık 1 9 4 6 ' d a , İstanbul b ö l g e s i n d e 1 9 4 0 ' t a n beri m e v c u t Örfi İ d a r e K o m u t a n l ı ğ ı ' m n T S E K P (ve T S P ) idarecilerinin v e İstanbul S e n d i k a l a r Birliği idarecilerinin tevkifi ve dolayı­ sıyla s e n d i k a l a r ı n şeddi üzerine bu i s t i k a m e t t e durdurul­ muş" tu. " . . . d e r n e k l e r e gelince, bunlar 2 6 Aralık 1 9 4 6 ' d a B a ş b a k a n l ı ğ a çektikleri bir telde, 'işçilere t a m v e demok­ ratik t e ş k i l a t hakkının verilmesi dolayısıyla' (!) şükranları­ nı belirtiyorlar, a y r ı c a Ç a l ı ş m a B a k a n l ı ğ ı ' n a b a ş v u r a r a k 'kesin bir rehberlik' e t m e s i n i istiyorlardı..." (Aynı eser, s. 30) İşçi sınıfının 'rehberi', Ç a l ı ş m a Bakanlığı! Ne fikir! Hani derler ya, kılavuzu k a r g a olanın...

197


İŞÇİYE VE SENDİKACILIĞIMIZA DAİR 'AYKIRI' DÜŞÜNCELER

27 Ocak 1997 Siyaset pratiği içinde, 'hayatını sosyalizme adamış' nice 'ay­ dını', işçilerimiz, gerçekten derin-bir hayal kırıklığına uğratmıştır; ne hikmetse 'emekçi', 'aydın'm onun bulunacağını umduğu yerde asla bulunmaz: ya üstündedir, ya da çok altında! 50'li yıllar. İstanbul kazan biz kepçe (Beşiktaş, Beykoz, Ayvansaray, Haliç), işçi kesimiyle 'temas' aramaktayız: tütüncü­ ler, cam işçileri, dokumacılar vs. Ne var ki 'sosyalist' pek çok işçi 'arkadaş', iki yudum rakı içti mi, ne kadar 'küçük burjuva özlemi' varsa, ortalığa döküp saçıyor. Hayli hazin! Şundan ki o yıllar, Fransa'da CGT'li, FO'lu, epeyce 'militan' sendikacı ile tanıştığım, konuştuğum yıllar; onların bilinç düzeyi, gerçekten yüksektir, bi­ zimkiler henüz 'inanç' sınırını aşamamış görünüyor, daha da umut kırıcı olanı, sendikacılığı, toplu sözleşme pazarlığını kurnazca yü­ rütmek sanıyorlar: 'konfor sendikacılığı' demezler mi, işte o! Y o o o ! 'KUTV neslinin hakkını yemeyelim, onları ayrı tutmak gerekir. Şimdi birdenbire gözlerimin önünde, yüksek alnı, pırıltılı gözleriyle T o r n a c ı ' Ö m e r ; oturmuş, bana, harıl harıl, 'sosyalist' sendikacılıkla a n a r c h o ' sendikacılık arasındaki farkı açıklıyor. Gü­ nümüzün sendika 'ağalarından', acaba kaç tanesi, bu farkı doğru dürüst anlatabilir? Lütfü Erişçi'nin 'Diktatörlük Devri' dediği dönem, işçilerin, ancak 'korporasyon' şeklinde ve mutlaka devlel denetiminde örgütlenmesine müsaade ediyordu; 'tek parti'nin o 'yukardan aşağıya' aygıt 'modeli1, maalesef, daha sonraki 'de mokrasi' sendikaları için de geçerli sayıldı. Daha 'garibi' de var... 198


Kozunu kiminle p a y l a ş a c a k ? Türkiye'de sendikacılık, iş piyasası düzeyinde, 'işueren'in an­ titezi olarak görünmez. Ne demek bu? Cevabı sanırım, şu soruda saklıdır: Siz hiç holding, şirketler grubu ya da konsorsiyum işletme ve fabrikalarında, ortalığı velveleye veren 'grev' gördünüz mü? Ben görmedim. Sebebi basit: Türk sendikacılığının, özel sektör iş­ yerlerindeki örgütlenme oranı, son derece düşüktür, etkisi de sıfı­ ra yakın; işçiyi tabandan örgütleyememiştir ki, greve filan gidebil­ sin! Oysa işçinin artı değeri, asıl, o kesimin işvereninde birikir, servete dönüşür. Bizim sendikaların kamu sektöründen kopardığı zam, bir bakıma, kendi parası: halkın parası, yani! Sendikaların, kozlarını özel s e k t ö r l e mi, y o k s a KİT'lerle mi paylaşması­ nın d a h a d o ğ r u ve g e r ç e k ç i bir yaklaşım olduğunu, b a n a kim a n l a t a c a k ? Sendikacılığımız bu sorunu hiç gündemine almadı: oysa, ha­ yat memat sorunudur. Gariplik, o kadarla kalmıyor; sendika/parti ilişkileri de bir âlem! Merkezi otorite, sosyalist eğilimli partilerin, işçi sendikalarıyla o l u ş t u r m a y a çalıştığı yakınlığı, 1 9 4 6 d a n bu y a n a , ı s r a r l a ve m u t l a k a torpillemiş; m e ğ e r s e sosyald e m o k r a t olduğunu, hikmet-i hüda, bir a n d a keşfediveren o r t a n ı n solundaki' p a r t i l e r ise bu ilişkilerden v e b a d a n ka­ ç a r gibi uzak d u r m u ş t u r . Oysa - h e l e . 1 9 . yüzyılın sonlarında- sosyalizm ile sendikacı­ lık, handiyse aynı anlama geliyordu: kitle t a b a n ı n d a sosyaliz­ min öncüleri' e l b e t t e sendikacılar o l a c a k t ı ; Akdeniz En­ t e r n a s y o n a l i ' ülkelerinde, yani F r a n s a ' d a , İtalya'da, İspan­ ya'da, solcu' s o s y a l i s t ve k o m ü n i s t partilerin e s a s ' v u r u c u gücü, işçi k o n f e d e r a s y o n l a r ı olmadı mı h e p ? Bu anlayışın temeli n e ? Sendika, siyasi ö r g ü t l e ( p a r t i ) işçi sınıfı arasın­ daki t r a n s m i s y o n kayışıdır; yığınların bilinçlenmesini s a ğ l a r : bir b a k ı m a t o p l u m düzeninin iyileştirilmesi ve de­ ğiştirilmesi a m a c ı y l a , işçi sınıfının yoksul köylülük ve yoksul küçük burjuvazi ile güçbirliğinin ustabaşısı' odur. Daha bitmedi! Aşırı derecede merkeziyetçi, üretimi denetle199


mekle yetinmeyip, aynı zamanda dağıtımı ve tüketimi de kontrolü altında tutan, ona göre örgütleyen 'siyasi toplum'a (devlete) karşı, üretimin olduğu gibi dağıtımın ve tüketimin de h a k ç a örgüt­ lenmesini, üreticilerin (yani emekçilerin, yani sendikala­ rın, yani sivil t o p l u m u n ) y a p m a s ı gerektiğini iddia e d e n de bu sendikacılık anlayışı değil midir? Endüstri ve endüstri sonrası toplumlarında, bu mertebe 'hayati' bir rol üstlenecek olan işçi sınıfının ve sendikacılığın, ülkemizde hanidir adeta 'devre dışı' bırakılmak istenmesi acaba hangi rasyonel gerekçeyle haklı göste­ rilebilecektir? İktidar 'ortağı' (öteki ortak bürokrasi) burjuvazinin, kazasız be­ lasız, burnu bile kanamadan 'semirebilmesi' için mi?

E n vahim sorun!.. Sizce bu 'aykırı' düşünceler niye? İşçilerden ümidi kestiğim için mi? Sanmıyorum! Daha ziyade, sendikalarımızın 'eğitici'gücü­ ne ve etkisine güvenemediğim için: Burjuvazinin -hem de 'uahşi' bir burjuvazinin- 'yükseliş' döneminde, öteki toplum katmanları gibi, işçi sınıh da, burjuvazinin değerler sistemi etkisindedir; sınıf­ s a l o l a r a k düzeni d ü z e l t m e k t e n ç o k ; bireysel o l a r a k köşe­ yi dönmeyi ö n e alabilir. Öyle o l m u y o r m u ? T ü r k işçileri­ nin ç o ğ u n d a y u r t t a ş ' ya da işçi' t o p l u m s a l niteliğinin bi­ r e y s e l tüketici' niteliğiyle y e r değiştirdiğini g ö r m ü y o r mu­ yuz? Yıllardan beri 'bilinçlenmemesi' için onca çaba sarfedilen iş­ çiyi, sendikacılığımız, 'yurttaş' düzeyinde bile tutamamış iken; aca­ ba, içine itildiği 'tüketicilik' çıkmazı ve 'pop altkültürü'nden kur tarıp, siyasi olarak nasıl örgütleyecek? Beş yıldızlı otel, lüks araba 'konforu' içindeki, 'sendika liderleri'nin özlemi, yoksa bazı adı solcu liderlerimizde olduğu gibi 'az üye, ç o k t a r a f t a r ' ilkesi mi olacaktır? Türk solunun, en vahim sorunu, işçi sorunudur. Kimse farkın da görünmüyor.

200


AYDIN/İŞÇİ YABANCILAŞMASI'

29 Ocak 1997 7 0 i i yıllardı, Türkiye 'enerji darboğazına girmiş', Anka­ ra'da elektrikler, semt semt, nöbetleşe kesiliyor: mum ışığında çaişiyoruz. Gün ortasında mum ışığı, 'Amerikan romantizminde1, duygusal bir samimiyet ortamının, başlıca unsurudur; bizim için öyle değil: Anadolu çocukluğumuz, gaz lambası ve mum ışığıdır, o yüzden, elektrikler gitti mi, hüzünleniyoruz. Öyle bir gündü, Sevgi ( S o y s a l ) gelmiş, yüzünde mum aydınlığının titrek gölgele­ ri, basbayağı yakınıyor: s o s y a l m ü c a d e l e , aslında bir işçi m ü c a d e l e s i o l m a k g e r e k m i y o r m u ? Neden işçiler çekim­ ser', m ü c a d e l e y i ö ğ r e n c i l e r ve aydınlar y ü r ü t m e y e çabalı­ yor, bu çekimserlik' niye?" Korkudan zannedenler de olmuştur, bence hayır, o gün Sev­ giye de söylemeye çalıştığım üzere, halkın sosyal mücadeleye çe­ kimser durması, toplumsal gelişme şemamızın, klasik şemaya uymayışından! İşçinin kılavuzu aydın olacak, doğru; doğru ama, işçi­ nin aydına inanması, onu anlaması ve izlemesi için, ikisinin 'özdeşleşebilmesi' lazım; oysa Türk aydını, 'alafranga' entel, Türk iş­ çisi, 'alaturka' arabesk; iki kesim arasında iletişimi sıfıra indirge­ yen faktör bu! Osmanlı sosyalizmi, Selanik gibi kozmopolit bir komprador şehrinde, B e n a r o y a ve arkadaşları gibi 'Musevi' İşçiler tarafından başlatılmıştı; devam ettirenlere gelince, S p a r t a kistler' Alman, KUTV takımı ise, S o v y e t menşeli idi; neresinen bakılsa, işçiyle aydın arasında 'derece' farkı görülmüyor, düedüz 'mahiyet' farkı var: 'kaynak' tutar mı?

201


Kaynak' t u t a r mı?.. Öteki sebep daha az mı geçerli? Meşrutiyet ve M ü t a r e k e 'greuleri' hem heyecanlıdır, hem de etkili; çünkü 'ecnebi' şirketlere karşı örgütlenmiştir; 'sermayedar', aynı zamanda 'emperyalist' (iş­ galci) olunca, aydınla amele daha kolay 'özdeşleşiyor', çünkü nihai gaye 'müstevliyi' yurttan kovmak! "... İstanbul işçileri türlü y ö n d e n ve türlü şekilde Milli M ü c a d e l e Hareketini f e d a k â r a n e desteklerken, tramvay, tünel, şirket-i hayriye, haliç, seyr-i sefâin, şimendifer, ha­ vagazı işçileri, m ü t e m a d i y e n z a m t a l e b i n d e bulunuyorlar. 2 9 Eylülde t r a m v a y işçileri, 1 3 E k i m d e bir kısım ş a r k de­ miryolları işçileri, 28 O c a k ve 8 Ş u b a t t a g e n e t r a m v a y iş­ çileri g r e v ilan ediyorlardı. Artık umumi bir g r e v d e n bah­ sedilen İstanbul'da g a z e t e l e r de ister istemez, Nafıa Neza­ r e t i n i şirketleri iltizam e t m e k l e suçluyordu..." ('Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi', Lütfü Erişçi, s. 1 6 , 1 9 5 1 ) Nafıa Nezaretinin 'kolladığı' iddia edilen 'şirketler', elbette 'ecnebi' şirketleriydi: Hüseyin Avni Bey'in (bkz.: 'Ecnebi Sermayesi'ne Karşı İlk Kalkınmalar', 1 9 3 5 ) işaret ettiği gibi, Osmanlı işçi sınfı 'ecnebi sermuyesi'ne tepki gösteriyordu; sebebi çok ba sit, çünkü henüz Osmanlı 'sermayedarı' ufukta görünmüyor, 'komprador' burjuvazi ise, gayr-ı Müslim! 'Erken' cumhuriyet döneminde, 30'lu yılların ortalarına ka dar, 'Sa'y Misâk-ı Millisi' geçerlidir; cumhuriyetin burjuvazi 'fide ligi' İkinci Dünya S a v a ş ı yılları, totaliter bürokrasi onu adel.ı 'serada' yetiştirir; öyle ki, 50'li yıllardan itibaren, genç ve haris biı burjuvazi,, 'yükselmeye' başlar: hem de nasıl, iktidarların açık hi mayesinde! M ü d a f a a y ı Hukuk ve Halk Fırkası dönemine a il ortak ve ulusal değerler sistemi yerine, kendine mahsus değerli M sistemini getirerek!.. Gerçekte bu, sonraları acı ve kaba bir 'bencilliğe' dönüşeni kör bir 'bireyciliğin', toplumsallığın yerini almasıydı.

202


Bireycilikten bencilliğe... Hiç unutmuyorum: o gün, mum aydınlığında söyleşirken, evgi'ye ( S o y s a l ) o sıra yayımlanmış bir soruşturmadan örnekler ermiştim: Almanya'da çalışan Türk işçilerine soruyorlar, yurda önerlerse ne yapacaklar? Hiçbirisi hayatını işçi olarak sürdürmei düşünmüyor, hepsinin hayali 'kendi işini kurmak'. Başka bir rnek, gecekondu 'lümpenlerinden' verilemez mi? Kırsaldan kop­ uş, kentsel olamamış bu kalabalık, işçi olmak değil 'iş sahibi ol-~ak' hayalini beslemektedir. Anlamı yeterince aydınlık sanırım: urjuvazinin yükseliş döneminde, o n u n d e ğ e r l e r sistemi, teki t o p l u m s a l kesimleri de etkiliyor; gelişmenin, vahşi e a c ı m a s ı z o l s a da s ü r ü p gitmesi, t o p l u m s a l akışkanlığı ağlar, o da sınıf a t l a m a imkânlarını açık t u t a r ; nasıl o l s a şçi iken işveren olabilmiş b i r k a ç ö r n e k de, işçinin sınıfal' kurtuluş a r a m a k t a n vazgeçip, 'bireysel' kurtuluş a r a a s ı n a zemin o l u ş t u r u r . İşçi, yalan yanlış bu hayale düşmüş ise, aydının onu sosyal dalet ve hakça bir düzen değişikliğine çağırması etkili olabilir mi? , yaşadığı ortamda sınıf atlamayı umuyor; üstelik onu o zor soumluluğu üstlenmeye çağıran, hiçbir şekilde 'özdeşleşemeyeceği' lafranga' bir 'entel'I 7 0 i i yıllarda, 'keyfiyet' işçilerin 'çekimserli/'olarak somutlaşıyordu; o günden bugüne, Adil D ü z e n e kayar ibi görünmektedir. Neden? Sınıf atlayabilmekten ümidini mi kesI, yoksa aydın kesimine açıkça tavır mı koyuyor? Tartışmaya değmez mi?

203


BU 'DÜZENİN NERESİ 'YENİ'?.

31 Ocak 1997 Gençler gelmişlerdi: kirli sakallı, parkalı oğlanlar; kocaman gözlüklü, blucinli kızlar; aramızda saçaklı, bir türlü derlenip toparlanamayan bir tartışma sürüyor; anlayamadıkları, galiba şudur: sosyalist 'solcuyla' ilerici 'Kemalist', nasıl aynı kaba konulabilirmiş? Yanıldıkları ise, şu: Kemalist 'ilericiliği', fena halde, 'cuntacı Atatürkçülük'le karıştırıyorlar; sosyalizm sandıkları derseniz, 'az­ gelişmiş' ülke 'gerillacılığı'! 20. yüzyıl sonu Türkiye'sinde, insanı üzen bu değil midir? Ne kadar az biliyor, ne kadar çok 'ahkâm ke siyoruz'. 'Kemalist'le 'sosyalist'in ortak paydasıikisinin de 'toplumsal lığı'; yani, önce yurt önce toplum düşüncesi; düzeni toplumsal ola rak düzelteceksin ki, bireysel mutluluk oluşabilsin! Toplumsal dü şünmek, işçiyi de, aydını da, bürokratı da, bireyi aşan bir idealde bütünleştiriyor: üretimde, hizmette, görevde 'aslolan'; işçinin, me murun, aydının 'şahsi'çıkarı değil, yurdunun ve toplumun (ülkenin) yararıdır: 'hâkimiyet kayıtsız ş a r t s ı z milletindir' prensibi, mil leti, yani onu tek tek oluşturan yurttaşları, hâkimiyetin sahibi ya par ama, bu sahiplik her birine toplumsal sorumluluklar da yükler. T a m bağımsız' 'antiemperyalist', laik ve demokratik Türkü ye C u m h u r i y e t i n i 'yapan' budur. Peki, 'bozan' nedir?

Kumarhane ekonomisi' İki şey: 'Yolsuzluğun D e m o k r a t i k l e ş m e s i ' (bkz.: Cumhurl yet, 9 Aralık 1996) ve P a z a r S ö m ü r g e c i l i ğ i " ! Yeni Düny.ı 204


Düzeni, yani küreselleşme' ve özelleştirme' bu iki 'belayı' ge­ zegenin sathına yayıyor; çünkü zenginliği küçük bir azınlığın mutlu ayrıcalığına dönüştürürken, yoksulluğu alabildiğine yaygınlaştır­ maktadır. O t t o w a Üniversitesinden P r o f . Michel C h o s s u d o v s k y lin tespit ettiği gerçek şu: "...zenginlerle yoksullar a r a s ı n d a k i paşama ve gelir farklılığı, d a h a ö n c e g ö r ü l m e m i ş bir düze­ ye ulaştı: P a r i s banliyösündeki o r t a d i r e k bir ailenin ka­ zancı, Güneydoğu Asya daki bir ailenin kazancının yüz lislidir; New Y o r k l u bir avukatın bir s a a t t e kazandığını kazanabilmek için, Filipinli bir köylü iki yıl ç a l ı ş m a k zo­ rundadır; Amerikalılar h e r yıl a y a k üstü a t ı ş t ı r m a y a (fastfood) v e s ü p e r m a r k e t l e r e 3 0 milyar d o l a r h a r c ı y o r l a r ; bu, yaklaşık, Bangladeş'in yıllık gayrı safi milli hâsılasının iki katıdır..." (Le Monde Diplomatique, Ekim 1 9 9 1 , s. 4-5) Bu acı tespitin dayandığı gerçek, M a x Gallo'nun kalemiyle, lichel Albert'den şöyle aktarılıyor: . o n a g ö r e R e a g a n / T h a t c h e r ' i n m u h a f a z a k â r devriliyle, komünizmle s a v a ş t a n galip ç ı k a n 'sistem' tehlikeli lılr yola girmiştir: öyle bir k u m a r h a n e ekonomisi' m e y d a ­ na kondu ki, istikbal anlık s p e k ü l a s y o n l a r a feda edilmek­ t i r ; bu ekonomi, t o p l u m a l dokuyu (cohesion) t a h r i p edi»r, eşitsizlikleri ağırlaştırıyor, eğitim ve sağlık politikalalııı tahrip ediyor, h a t t a d e m o k r a s i n i n işleyişini -seçimlercekimserlik a r t t ı ğ ı n a g ö r e - aksatıyor..." (Le Nouvel Ob|Vûteur, 2 Ekim 1 9 9 1 , s. 2 4 ) Ya bu 'gerçeğin' ardındaki 'gizli güç' nedir derseniz, o da >f. Chossudovsky'e göre, hiç de o kadar 'gizli' görünmemek... Uluslararası P a r a F o n u (IMF) tarafından önerilen nsal iyileştirme p r o g r a m l a r ı ' ve m a k r o e k o n o m i k istikı«dbirleri y ü z l e r c e milyon insanın hayatını etkileyen ı>" bir model' d e ğ i ş t i r m e aracıdır; yapısal değiştirme' • -Huğun yeryüzüne yayılışını d o ğ r u d a n etkiliyor..." . bu ülkeler, vergi ve p a r a politikaları üzerindeki t egemenliklerini kaybediyorlar, M e r k e z B a n k a l a r ı 205


ve Maliye Bakanlıkları yeniden yapılanmış', ç o ğ u devlet kurumları lağvedilmiş, e k o n o m i k v e s a y e t t e s i s edilmiştir; öyle ki, a d e t a sivil t o p l u m a h e s a p v e r m e k z o r u n d a olma­ yan bir çeşit p a r a l e l yönetim' uluslararası ö r g ü t l e r c e oluşturulmuştur..." "... adına p a z a r sömürgeciliği' denilebilecek bu yeni egemenlik altına a l m a biçimi', halkları ve hükümetleri, bu p a z a r ı n sinsi pazarlıklarına ve gizli oyunlarına alet etmek­ tedir..." (Le Monde Diplomatique, Ekim 1 9 9 1 , s. 4-5) Yeni Dünya Düzeni, p a z a r sömürgeciliği' demek; sosyal hayata yansıması ise kumarhane ekonomisi! Daha da ilginci, Galbraith gibi bir Keynes'ci liberal iktisatçının da, aşağı yukaıı aynı sonuca varmış olması: "...dünyadaki finans dengesizlik leri beni kaygılandırıyor, d ü n y a ekonomisi bir k u m a r ma s a s ı n a dönüşmüştür..." (Hürriyet, 10 Aralık 1 9 9 1 )

T u t u n a c a k dal kalıyor m u ? Siz, acaba hangi 'kumarbazdan, 'toplumsal bir sorumluluk' idraki isteyebilirsiniz? Hiçbirisinden! Kumar oynamak, bireyselin bireyciliğin de ötesinde, bencil bir risk oyunu, hele kumarda kay bedecekleriniz, üstelik kendinize ait olmayan toplumsal değeıkı ise!.. Yeni Dünya Düzeninin (Ozal'dan beri Türkiye dahil) ym yüzünde nice ülkeyi içine soktuğu çıkmaz sokak işte budur, t">vl'' bir çıkmaz ki, siyasi parti, sendika, kamu kuruluşu, hatta hüküıııul sorumlusu kişi, 'yetkilerini' artık 'ulusal' yani toplumsal sorumlu haklarını yerine getirebilmek için değil; bireysel 'avantalarını' •••>•! lamak için kullanmakta, bunda hiçbir beis görmemektedir; bovin *j yolsuzluklar' da h e m demokratikleştirilmiş' h e m de kum selleştirilmiş' oluyor; yani t o p l u m d a , kimseye, tutuna- M dal bırakılmıyor. Bu sosyal ve ekonomik çıkmazda, zaten 'eğreti' sendika İldi I ne yapar; ya işçi sınıfı, yüzünü nereye döner, bir nebze düvıinlM müsünüz? 206


Ĺ&#x;ubat '97 'globaliter' devlet


'İŞÇİ SINIFI'NIN GELECEĞİ.

3 Şubat 1997 İşçi sınıfı tartışma gündemine alındı mı, daha 60'lı yıllarda, deyim uygunsa birtakım futuriste varsayımlar, ortalığı karıştırı­ yordu. 'Sanayi s o n r a s ı toplumu' kavramı, dikkatini sanayileş­ meye yoğunlaştırmış ülkeler için, fazla bir şey ifade etmese de; ge­ lişmiş endüstri ülkeleri açısından; önemli sorular üretilmesine ne­ den olmuştu!.. 'Demokrat İzmir'deki çalışma odamın, o tarihte, denize bakan penceresinden, körfez vapurlarının üzerinde düğüm­ lenip açılan martı hevenklerine dalar, önümde Gilles Martinet'nin kitabı, kendi kendime mırıldanırdım: işçi sınıfının iktidar olabilme ihtimali, sayısal olarak içinde yaşadığı topluma oranıyla, bağlantılı değil mi? Endüstri ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu oran henüz yüzde otuzlarda (tam olarak yüzde 33); böyle bir oranla, gelişmiş bir endüstri ülkesinde, nasıl iktidar olunabilir?" İyi de galiba önce daha başka, çok daha vahim bir soruyu ce­ vaplandırmak gerekmiyor muydu: S o v y e t l e r gibi 'sosyalist' iddialı ülkelerde, işçi sınıfı­ nın dolaysız olarak iktidar olduğu söylenebilir mi? 'Kamulaştır­ manın, işçi sınıfını, üretimin efendisi yapmadığı anlaşıldı; da­ ha da kötüsü, kapitalist endüstri ülkelerinde görülen birçok sakınca 'sosyalist' iddialı bu toplumda da görülüyor; bu nasıl çözülecek?" Bu sorular, ister istemez beni; 1 9 6 6 yılına, 'kültürel devri­ min' başladığı P r a g ' a ; Prag'da yayımlanmış, 'Kavşak Noktasın­ daki Uygarlık' başlıklı kocaman kitaba götürecektir; rastgele bir kitap değil bu, iktisatçı, tarihçi, sosyolog, psikolog, fizikçi, mühen209


dis, hekim, mimar vs tam kırk beş bilim ve teknik adamının katkı­ sıyla yazılmış; hepsinin başında, o Ç e k o s l o v a k y a Bilimler Aka­ demisi Felsefe Kurumu yöneticisi R a d o v a n R i c h t a bulunuyor. Richta'nın kafamı karıştıran sorulara cevapları, daha az kafa karıştırıcı sayılmazdı ama, işçi sınıfının ve sosyalizmin geleceği açı­ sından, bence çok önemliydi.

T e o r i ile pratiğin farkı Önce, 'sosyalist' endüstri modelinin eleştirisi! Hatırlar mısı­ nız, kapitalist endüstri modeline yöneltilen sosyalist eleştiri nedir? "... aşırı iş bölümü, iş bölümü dediğim, işçinin yaptığı işi bütünüyle k a v r a m a k t a n çıkıp, a n c a k vidasını sıkıştırır d u r u m a d ü ş m e s i ; el emekçisi, diyelim ki, bütün p a b u c u y a p a r m ı ş , şimdi fabrika işçisi, yalnız b a ğ c ı k deliklerini a ç ı y o r , ikincisi, yönetimle uygulamanın kesinlikle ayrıl­ m a s ı ; h e r ikisini, ayrı ayrı insanların y a p m a s ı , böylelikle de birisi v a z g e ç i l m e z şekilde elle, öteki kafayla ç a l ı ş a n iki insan t ü r ü n ü n belirmesi. Ü ç ü n c ü s ü , bir ö n c e k i ayrılıktan çıkılarak, t o p l u m s a l k a t m a n l a r ı n ayrıcalıklı sınıflara dö­ nüşmesi. D ö r d ü n c ü s ü , yığınların tüketim artışının, bir yerde, işgücü üretimi düzeyinde t u t u l m a s ı . Beşincisi, en­ düstriyel üretimi s a ğ l a y a c a ğ ı z diye d o ğ a n ı n kirletilme­ si..." R a d o v a n R i c h t a -ve takımı- fark etmişler ki, 'sosyalist' id­ dialı ve etiketli ülkelerde de kapitalist endüstri modelinde görülen bu 'sakıncaların' hepsi aynen mevcut; peki, sebebi ne ola ki? Onu biz de görebiliriz: Marks ve Engels, sosyalizmi endüstrileşmiş biı ülkede, bir gelecek projeksiyonu olarak tasarlamışlardı; oysa tari hin pratiğinde, iş böyle olmadı, sosyalist 'devrimi' yaptığını iddi.ı eden ülkeler, henüz sanayileşmemiş ülkelerdi; sanayileşmek, birin ci hedefleriydi ama, bunun için gerekli 'bilgiyi' olduğu gibi ka­ pitalist e n d ü s t r i l e ş m i ş ülkelerden aldılar; neticede, en­ düstri kapitalizminin temelini o l u ş t u r a n a n a üretim çizgi leri' aşılmadıkça, bu a n a çizgiler' s o s y a l i s t iddialı toplum 210


l a r d a da aynı k a l a c a k t ı . Kaldı d a ! Üstelik b e n z e r sonuçla­ rı v e r e r e k ! Dahası, endüstri kapitalizminin iç gelişme ve değişme süreci, işçi sınıfının anlamını da değiştiriyor, başkalaştınyor; bunu o top­ lumlarda önemi artan iş kollarına üstünkörü bir göz atmak bile belli etmektedir: eskiden, demir çelik sanayii, maden işçileri vb ta­ yin edici faktörler olarak görülürken; 2 0 . yüzyılın son çeyreğine doğru, durum tamamıyla başka bir mahiyet almış, elektrik, elek­ tronik vb işkollarında çalışan işçiler 'öncü' sıfatını kazanmıştır. İşte orada, Richta'nın bilimin üretimde dolaylı ya da dolaysız kullanımı ayırımına geliyorsunuz. (Meraklısı için not: Bkz.: 'Beş Komünizm', Gilles M a r t i n e t , s. 2 1 6 ve sonrası, Bilgi Yayınevi, 1 9 7 5 / ya da Gilles Martinet, 'Les Cinq Communismes', p. 1 9 0 ve sonrası, Seuil, 1 9 7 1 )

T a r i h haklı çıkardı... Sorunu, bilim ve teknolojinin üretime uygulanması açısından koydunuz mu, klasik işçi sınıfını gözden kaybedeceğiniz kesin gibi­ dir. 2 1 . yüzyıla, gezegenin yeni bir işçi sınıfı, pek tabii olarak da ona dayanan yeni bir sosyalizm anlayışıyla gireceği, neredeyse so­ mut olarak görülüyor. "... klasik e n d ü s t r i d e , endüstriyel ü r e t i m d e bilim do­ laylı üretici güç, ü r e t i m d e dolaysız işlevi yok. O y s a kim­ yadaki d e ğ i ş m e l e r h a m m a d d e kavramını da, kendisini de değiştirmiş; öyle ya, eskiden d o ğ a l h a m m a d d e l e r i n belirli ve d e ğ i ş m e y e n y e l p a z e s i içinde çalışırken, şimdi insanoğ­ lu k i m y a s a l ve yeni h a m m a d d e l e r i n zengin yelpazesi için­ d e ç a l ı ş m a k t a d ı r . Elektronik, o t o m a s y o n u yaygınlaştırıyor. O t o m a s y o n ise işçi sınıfının niteliğini değiştiriyor. Bilimin dolaylı üretici g ü ç olduğu a ş a m a d a , işçi aşırı iş bölümüne, yönetici, uygulayıcı ayırımına t â b i tutulan e m e k ç i miydi; al bakalım bu sefer bilimin dolaysız üreti­ me katılması yüzünden, (ya da onun s a y e s i n d e ) işi bütü­ nüyle görebilen, yöneticiyle a r a s ı n d a p e k o k a d a r da fark 211


olmayan, uzmanlaşmış, bir entelektüel e m e k ç i düzeyine yükseliyor..." Bilim, üretime dolaysız katılınca, işçinin bilinç düzeyi nere­ deyse 'otomatik olarak' yükselecektir; nedeni belli, 'kapitalist' es­ ki üretim teknolojisinde işçi uygulamada basbayağı 'at gözlükleriy­ le' çalışır, üretimi 'ihata edemez'; yeni teknoloji, onun 'ihatası­ nı' g e n i ş l e t e c e k , bu da t o p l u m s a l tavrının b a ş k a l a ş m a s ı n a yol a ç a c a k t ı r ; bunun s o n u c u , endüstri s o n r a s ı toplumun­ da -bilgi t o p l u m u n d a - yeni' işçi sınıfının -üretimi nihayet dolaysız o l a r a k denetimi altında tutabileceği için- gücü, eskisinden ç o k d a h a fazla olabilecek, bu da iktidara ulaş­ masını kolaylaştıracaktır; iktidar olamasa da, iktidar üzerinde­ ki denetim gücü yoğunlaşacaktır. Bu tez, doğrusu istenirse, 'merkeziyetçi bürokratik' ve 'tota­ liter' sosyalizm uygulamasının sonu demekti; gerçi, Richta, Dubçek, O t a Sik ve diğerleri, o günlerde epeyce eziyet çektiler, ama tarih onları haklı çıkardı.

212


ALTTA KALANIN CANI ÇIKSIN.

5 Şubat 1997 Trotsky, hatıralarında anlatmıştır: S o v y e t Devriminden, kısa bir süre sonra, bir sabah, Kremlin avlusunda ne görse, iyi: 'Yoldaş' Lenin, karların üzerinde dans ediyor; sevincinin sebebi, meğerse devrim yönetiminin bilmem kaçıncı gününü, idrak edebilmesiymiş! Demek ne kadar ümitsiz başlamışlar. P a r i s yıllarımda Troçkistlerle tartışmalarımızda, ısrarla şunu sorardım: "...bolşevikler devrimin, 'dünya devrimi'ne dönüşmesi için, Avrupa -özel­ likle Almanproletaryasının harekete katılmasını bekliyorlar­ dı; bu asla gerçekleşmedi, neden?" Soruma ağız kalabalığıyla ce­ vap verirler, bir türlü inandırıcı bir gerekçe bulup, beni ikna ede­ mezlerdi. Sorumun cevabını epeyce sonra kendi kendime bulmuştum; sosyalizmin 'babaları', dünya işçilerinin 'zincirlerinden başka, kaybedecek şeyleri olmadığını' varsaymışti; halbuki e m p e r y a ­ list B a t ı ülkelerinin p r o l e t a r y a s ı , hanidir s ö m ü r g e l e r i n y a ğ m a s ı n d a n p a y ı n a düşeni a l m a k t a y d ı ; b a ş k a türlü söy­ lersek, artık 'kaybedecek şeyi' vardı. S o v y e t Devrimi, Batılı emperyalizmin gözünü korkutmuş, B a t ı d a sendikacılığın 'konfor sendikacılığına' kaydırılması, o şartların sonucunda meydana çıkmıştır. Hele Amerikan sendikacı­ lığında, işçilerin örgütlenmesi, kendine mahsus bir mafia örgüt­ lenmesinden farksızdır; sendika, 'tüketim toplumu' çerçevesine bir güzel yerleştirilmiş! Bunun sonucu ne oluyor, artık işçilerin amacı, insanca ve hakça bir düzeni gerçekleştirmek değil, birey olarak 'köşeyi dönmek!'. Farkında mısınız: 'Sistem' üçüncü ülkeleri 'özelleştirip', ser213


mayeyi 'küreseüeştirirken'; işçiyi, yani emeği 'küreselliğinden' soyutlayıp 'bireyselliğe', daha da kötüsü 'bireyciliğe' indirgeme­ yi iş edinmiştir: Holdingler yeryüzünü paylaşacak, sendikalar sos­ yal ya da sınıfsal değil, bireysel hatta bireyci çıkarlar için 'kullanı­ lacak.'

Sonuç,

'altta

kalanın

cam

çıksın.'

G ü n e ş t e y e r edinmek!..' Nedeni belli: 'küreselleşme' yani sermayenin -dolayısıyla üretimin- ucuz emek bolluğu ve çevre kirliliği yüzünden, gelişmek­ te olan ülkelere kaydırılması, gelişmiş ülkelerde işsizliği artırır; ar­ tırmakla kalmaz, sendikal hakların kısıtlanmasına yol açar, sendi­ kaların önemini azaltır; öyleyse, gelişmemiş ülkelerde iş im­ kânlarını ç o ğ a l t ı y o r , sendikacılığı geliştiriyor sanırsınız, a m a aldanırsınız; bir k e r e teknoloji yenilenmesi nedeniyle istihdam d a r a l a c a k t ı r , a y r ı c a g e l i ş m e k t e o l a n ülkenin ulu­ sal sınaî gelişmesi durdurulduğu, yatırımlar sıfıra indiril­ diği için o r a l a r d a da işsizlik hüküm s ü r e c e k t i r ; dahası, r a n t gelirleri, yatırıma o r a n l a ç o k ve ç a b u k olduğundan, bırakın ulusal sanayiciyi, ecnebi' s e r m a y e d a r ı n bile, b o r s a ' a v a n t a s ı n a k a y m a s ı n a s e b e p o l a c a k : Türkiye'de, 'ecnebi­ nin', bu kanaldan 'malı nasıl götürdüğünü' sağır sultan bile işit­ medi mi? En korkuncu 'media'nın çılgınlık mertebesinde yoğunlaştırdı­ ğı 'kültürsüzleştirme' ve 'tüketime d ö n ü ş t ü r m e ' kampanyala rının, sadece varlıklı sınıflarda değil, halkın arasında -tabii işçi sını­ fı içinde d e - son derece etkili olmasıdır. Böyle bir ortamda, sendi kalar, 'parti' ile 'işçi sınıfı' arasında, nasıl bir 'transmisyon kayışı' işlevini üstlenebilecek? Hele sendika ve parti yöneticileri, işyerin deki sendika 'mümessilleri', nihayet işçilerin önemli bir kısmı; 'biz zat' bu balta girmemiş orman yaşantısında, 'güneşte bir yer edi nebilmek' hayaline kapılmışlarsa? Gizliden gizliye, işçi sınıfına mensup olmakla övünecek yerde, işçi sınıfından kopmak hayalleri beslemeye başlamışlarsa?.. 214


Yıllar var ki Amerikan işçisi, işvereniyle yasal haklar mücaclc lesi yaparak değil, birbirlerinin 'kafasına basarak', yükselme sava şi veriyor. Yükselebiliyor mu, hele bir araştırın!..

Görev, y e t e r i n c e çok, a m a . . . Türkiye'de işçi sınıfı, adeta 'derisine yapışmış' olan o 'uzak­ tan kumanda' ipoteğinden kurtarılmalıdır, bu bir; başlıbaşına bu bile son derece müşkül bir iş, ama yetmez; ayrıca sendika liderleri­ ne ve sendikacılara, çok daha ciddi ve fazla görev düşüyor; Prof. Dr. Ş e n a t a l a r , bunları çok güzel derlemiş toplamış: "... sendikalar, gelişen teknoloji k a r ş ı s ı n d a s o m u t po­ litikalar üretmeli, iç demokrasilerini ç o k önemli h e d e f o l a r a k görmeli, katılım ve saydamlığı yaygınlaştırmalı, üyelerine yönelik ç o k yaygın ve derin bir eğitim p r o g r a m ı uygulamalı, halkla ilişkiler ve k a m u o y u o l u ş t u r m a d a h a m o d e r n tekniklerle yapılmalı vs..." (Cumhuriyet, 16 Ocak 1977) İyi hoş da, çoğu yukarıdan aşağıya, siyasi parti yapılanmasına benzer bir şekilde yapılanmış sendikalarımızda, bu birikim, bu 'cevvaliyet ve seyyaliyet', kısacası, bu 'bilinç' var mı?

215


SOĞUK SAVAŞ'IN 'PİSLİĞİ'.

7 Şubat 1997 Hanidir mektup dosyalarına bakmamıştım, geçen akşam ge­ rekti; insan, ne kadar kötü oluyor; nasıl bir ülkeyiz, şu son elli yıl içinde, neler yaşadık, 'icmalini' yapabilmek için, mektuplara şöyle bir göz atmak kâfi! İçlerinde öyle kişilerden gelmiş, öyle mektupla­ ra rastlanıyor ki, söylediklerini insanın kendisine saklaması, düpe­ düz haksızlık! Okuyacağınız satırları aktaracağım mektup, büyük boy kareli bir defter kâğıdına yazılmış; dikkatimi, en başına kırmızı ıstampadan basılmış şu mühür çekiyor: 'Görülmüştür, 21 Ara­ lık 1 9 8 1 ' . Benzer badirelerden geçmiş olanlar, çoktan anladı; bir tutuklu mektubu bu; nitekim, sağ köşede, tarih ve yer belirtilmiş: Merkez Komutanlığı Tutukevi, Ankara'. Şimdi şu satırları okur musunuz lütfen! "... ş a n a , hakkımdaki d a v a d a n uzun boylu s ö z e t m e y e g e r e k g ö r m ü y o r u m . G a z e t e l e r d e okuduklarından, iyi kötü bir fikir sahibi o l m u ş s u n d u r sanırım. Bu haftanın sonun­ da, ö z g ü r l ü ğ ü m d e n koparllışım, t a m bir yılını d o l d u r a c a k . D a h a ü ç ü n c ü d u r u ş m a y a s ı r a gelmedi. O c a k 1 9 8 2 n i n 18'inde bu üçüncü duruşma. Davamda benden başka tu tuklu k a l m a d ı ğ ı n a g ö r e , b e n t e k b a ş ı m a bir ö r g ü t gibi yim..." "... bir y e r l e r d e birilerinin t a v u ğ u n a kışt demişim, ama nerede, nasıl, kime, kestiremiyorum. Öyle fazla vesveseli biri de değilim a m a , aklıma ister istemez, benim 'Masonlar kitabı geliyor. Bunun c e r e m e s i n i mi çekiyorum a c a b a ? Bl lemiyorum. H e r ne hal ise... Bizim de kaderimiz böyle çl zilmiş. Ülkemizin her a l a b o r a oluşunda, bizim de kısmeti 216


mize sanıklık, hapislik düşüyor biraz; 1 9 5 0 d e böyle, 1 9 6 0 d a böyle, 1 9 7 1 d e böyle, 1 9 8 0 d e böyle... A m a yaş lanmışım galiba ki, en z o r bu s o n u n c u s u geldi. En de uzun süreni oldu. Düşünebiliyor musun, k o s k o c a bir 1 9 8 1 yılı­ nın y a ş a m ı m d a hiçbir yeri yok. Garip bir duygu bu!.." Bir manada, aktardığım son cümle, ülkesine yararlı olmak is teyen 'ilerici' Türk aydınının ortak çilesini özetliyor. Mektup, aziz dostum İlhami Soysal'ın, 12 Eylül sonrasında cezaevinden ba­ na gönderdiği ilk mektup, buraya niye aldığım sorulabilir; bence, 'soğuk savaş' adındaki belanın Türkiye'de gerçekleştirdiği tahri­ batın, hazin bir örneğidir de ondan! İlhamı Soysal, son derece dürüst, gayet çalışkan bir gazete­ ciydi; çok insan bilmez, edebiyata büyük bir saygısı ve düşkünlüğü vardı; onunla kaç yıl, Bilgi Yayınevinde beraber çalışmıştık; asla hissettirmedi ama, yanılmıyorsam 'Yeni O r t a m d a bir başka aziz dostumun (Uğur M u m c u ) boş bıraktığı köşeye, yazmam için ta­ vassutta bulunan da odur. Mektubu yeniden dosyasına koyarken kendi kendime sordu­ ğum soru neydi? Türkiye, 1950'den itibaren ' s i s t e m e entegre olmasa, 'soğuk savaş'ın çarkına kapılmasa; acaba, haklı ya da haksız, onca çekilen acı, çekilir miydi?..

Aydın ç e v r e s i n d e k i tezvirat' Şairliğimin ilk yılları, 'destan' yazmaya hevesliyim; H a s a n Tanrıkut'la, sık sık, bu bahse dönüyoruz; o da, 'Deli Dumrul' adını verdiği, 'Dede Korkut' hikâyelerinden mülhem, yarı piyes, yarı destan bir eser üzerinde çalışıyor. İkimizi de etkileyen, elbette Nâzım'ın yazdığını işittiğimiz destan, ama, o Halûk Nihat Bey'i de tanıyor; onun destanlarını da okumuş; kitaplarının arasından, Mütareke', Ç a n a k k a l e ' ya da Milli Mücadele' destanını çe­ ker, havalı havalı okurdu. Halûk Nihat Pepeyi, 'hececi' bir şair; bırakın şairliğini, 40 karanlığının ortasında, Emniyet U m u m Müdürlüğü ( 1 9 4 2 - 1 9 4 6 ) görevini üstlenmiş, yüksek bir bürok­ rat; o da, 'destan' yazıyor., • 217


Bir akşamüstü, o zamanın köhne, bakımsız fakat çok daha et­ kileyici Çiçek Pasajında, çevremizde sinekler gibi dolaşan midye dolmacılarını, börekçileri, piyango bileti satıcılarını kovalayarak bi­ ra içiyoruz; laf neredense, Halûk Nihat Bey'in aynı zamanda 're­ jimin adamı' olmasına geldi dayandı; H a s a n Tanrıkut, galiba Hilmi Ziya Bey'den işitmiş; gülerek anlatıyor: sen ne diyor­ sun azizim, Halûk B e y Emniyet Umum Müdürü olduktan bir müddet sonra, kendi aleyhindeki dosyayı buldurmuş; meğerse o da şüpheli eşhastan addediliyormuş!"... Bunu niye anlatıyorum? Türkiye'de, aydın çevresindeki 'tezvirat' gerçekte 40'lı yıllar boyunca da -muhtemelen savaşın etki­ siyle- alabildiğine işlemişti; barışın ufukta gözükmesiyle, sanılıyor­ du ki, sis'dağılacak, ülkede her şey eski haline dönecektir; olmadı, 'soğuk savaş' çok.daha beter bir 'tezvirat' ortamını hem yarattı, hem de bazı amaçları için bundan yararlanmayı becerdi; 1960'tan itibaren, aşağı yukarı.onar yıllık aralarla birbirini takip eden 'aske­ ri müdahaleler', 'soğuk savaş'ın çeşitli aşamalarını mı teşkil edi­ yordu, yoksa 'insan avı' ortamını geliştiren ve hızlandıran 'sıçra­ malar' mıydı, artık orasını siz tahmin ediniz! Benim diyeceğim odur ki, kamuoyunun bir zamandır hayret ve dehşet içinde izlediği irtikap, irtişa, rüşvet ve karanlık işler .serü­ veni, ancak 'soğuk savaş'ın o loş, terli, insanın tüylerini ürper­ ten, zehirli ortamında yaşanabilirdi.

Her şeyden önce... Meseleyi yerli yerine oturtabilmek için, besbelli, önce devle tin gizli servisleri, bu servislerin görevleri ve sorumlulukları üzerin de kafa yormak gerekiyor. Bunu yeterince yaptığımızı sanmıyo rum. Milletin gazetecilik diye yaptığı, yarı dedikodu yazarlığı, yan öküz altında buzağı aramak gayretkeşliği! Oysa durumu netli<t<• kavuşturabilmek için, önce yapılan işlerin sınırlarını çizebilmek la zım: neyin ne kadarı devletin güvenliği ve hâkimiyetin sahibinde kalması ile ilgilidir; neyin ne kadarı, birtakım zevatın menfaati İle ilgilidir? 218 ı


Bana öyle geliyor ki, tozu dumanı dağıtmanın başlıca yolu h e r ş e y d e n ö n c e devlet istihbaratı ile h ü k ü m e t istihbara­ tını birbirinden a y ı r m a k t a n g e ç i y o r ; zira, devletin b e k a a s ı v e hükümranlığının s ü r m e s i için ö ğ r e n m e k v e g e r e ğ i n i y a p m a k için ö ğ r e n e c e ğ i hususlar, b i r ç o k halde, hüküme­ tin -yani iktidarın yani iktidar sahiplerinin- ö ğ r e n m e k is­ teyebileceği, h a t t a o k a d a r l a da kalmayıp, k u l l a n m a y a t e ­ vessül e d e c e ğ i h u s u s l a r d a n farklıdır.

219


'KARANLIKTAYIM VE TEDİRGİNİM'

10 Şubat 1997 Cemil Meric'i ömrümde görmedim, hiç konuşmadık; ilk gençlik yıllarımda, sadece Balzac'dan çevirdiği 'Altın Gözlü Kız' romanının başına yazdığı B a l z a c 'monografisi' ona hayran olma ma yetmişti; 'ilerici' bir aydın diye biliyorduk, o yüzden midir ne dir, sanırım son P a r i s dönüşümden sonra, onun artık 'İslamcı' ke simin bir yazarı olduğunu işittiğimde, içimde çıt diye bir şey kırıl mış; ülkemizin şartlan altında, ne çok aydının, ne türden değişikli ğe uğramak zorunda kaldığını düşünmüştüm. 'Hangi Batıyı yayımlamışım, o zamana kadar 'ilerici' kesim den kimsenin söylemediği şeyler söylüyorum. B a t ı kültürü ve polı tikası hakkında ciddi bir eleştiri kapısı açıyorum. Sağdan soldan, türlü çeşit tepki yağıyor, bu eleştiriler arasın da, hiç beklen,ediğim bir 'destek' yazısı, imzası 'Cemil Meriç'.. Bunun üzerine, aramızda bir mektuplaşma başladı, ben, pek çoğu muzu tedirgin eden açıksözlülüğümle, ona 'doğrusu şimdi bulun duğu yeri yadırgadığımı' açıklıyorum; peki, herkesin 'İslamcının önde gideni' saydığı Cemil Meriç, acaba ne cevap veriyor? İtli bakar mısınız:

Cemil Meriç adı... "...'bizim kuşağın t o p l u m c u l a r ı a r a s ı n d a Cemil M« • adının özel bir yeri vardır ki, ben ya ıslah kabul etm<-/ ttl s a n t i m a n t a l ya da içi dışı bir a d a m olduğumdan, yıllfl g e ç s e de seni h e p o y e r d e m u h a f a z a e t t i m ' diyorsun, i* 220


şekkür ederim, yalnız bu iltifatına ne k a d a r layık olduğu­ mu bilemiyorum. Yıllar içimdeki büyük sevgiyi -büyük coşkunluğu d i y e c e k t i m - küllendiremedi. A m a b i r a z b i r a z d a h a reybî, biraz d a h a k a r a m s a r oldum. İhtiyarladım m ı a c a b a . D i y a l o g a d a i m a açık, d o s t l u ğ a ebediyen susuzum, ir kelimeyle, ıslah kabul e t m e z bir s a n t i m a n t a l ' v e y a 'içi ışı bir a d a m ' o l a r a k vasıflandırdığın Attilâ İlhan'ın, bir nüsha-i saniyesi de benim; t o p l u m c u y u m e l b e t t e , fakat itiraf e d e r i m ki kelime benim için eski şiiriyetini kaybetti. D a h a doğrusu, hudutları meçhul, m u h t e v a s ı k a y p a k bir mefhum o l a r a k g ö r ü y o r u m t o p l u m c u l u ğ u ; belki gençliği­ min dünyası ile t e m a s ı m ı kaybettiğim için. K a r a n l ı k t a y ı m e tedirginim..." (İstanbul'dan Ankara'ya 19 Temmuz 1 9 7 4 taihli mektubu) Herkesin, besbelli kendisine göre yorumlayacağı bu satırların, "enim üzerimdeki etkisi, kalın bir hüzündü: aydınlarımıza nasıl bir hayat ortamı, ne türlü bir imkânsızlıkar labirenti hazırlıyor, onları çine salıveriyorduk ki, Cemil M e r i ç -ve onun gibi daha niceleriüreğiyle 'toplumcuyum elbete' diyor, sonra da boynunu büküp, kliyordu: "...karanlıktayım, tedirginim!"

Reva-yı hak m ı ? Amacım 'eski defterleri' karıştırmak mı? Zannetmiyorum! Cevabını aradığım soru, galiba şudur: Türk aydınının, elini kolunu bağlayan, onu 'karanlığa ve tedirginliğe' sevk eden 'güçler', aça­ bil gerçekten görevlerini mi yapıyorlardı? İstihbarat, devletin de­ vamlılığı ve hükümranlığıyla ilgili olursa, meşruiyet ve haklılık kalanır; oysa; sistem' özellikle, 'soğuk s a v a ş ' yıllarında, b a ş kn ülkelerdeki y a n d a ş iktidarları y e r i n d e t u t a b i l m e k için, lıısal a m a ç l a r ı ve devletin bağımsızlığını değil de, aslınn s i s t e m i n çıkarlarını s a v u n a c a k bazı i s t i h b a r a t birimleııi icat e t m i ş ; d a h a da ilginci, bu birimleri, devletin asıl llhbarat güçleri içine s o k m a y ı p , iktidarın kullanabileceI elverişli y e r l e r e yerleştirmiştir; öyle ki, adı 'Özel Harp Da221


iresi', 'Kontr-Gerilla', 'Özel Tim' -ya da ne haltsa-bu birim, dev­ letin -dolayısıyla milletin- hâkimiyetini koruma perdesi altında, gerçekte iktidarın'-dolayısıyla 'sistem'in -politikalarının 'gizli' uy­ gulama aracı olmuştur; artık bu politikaların, çoğu zaman, 'soğuk savaş' perspektifi içinde 'sistem'in taleplerini içerdiğini biliyoruz; bu gerçek, hele 'Doğu Bloku'nun dağılmasından sonra, büsbütün açığa çıkmıştır. İstihbarat, hele tarihe karşı sorumluluğunun bilincinde olma­ yan siyaset esnafının elinde fena halde yozlaştırılmakta; devletin devamlılığı, bağımsızlığı; ulusal çıkarların korunması için çalışacak yerde; iktidarı nasılsa elde etmiş cunta ya da kliklerin yararına ça­ lıştırılmaktadır. Yaşadıklarımız bunu göstermiyor mu? İşin içine uyuşturucu ve silah kaçakçılığından, kara para aklama operasyon­ larına; öfke ve intikam itişiy] e işlenmiş planlı cinayetlerden, devlet içinde çete kurmaya kadar, her şey karıştırılmaktadır. Yakın zamanlara kadar, bu türden rezaletler, ABD'nin 'arka bahçesi' Güney A m e r i k a 'Muz Cumhuriyetlerinde, patlak verir­ di: uzaktan izlerdik; Türkiye Cumhuriyeti gibi, mayası Müdafaa-i Hukuk Doktrini ve Üç Misâk-ı Milli ile 'tutulmuş' bir ül kede de olabileceği, kimin aklına gelirdi ki? Halbuki, siyasi iktisa din yasaları, benzer durumlarda, benzer şekilde işler; ülkemiz de, önce İkinci Dünya S a v a ş ı , sonra 'soğuk s a v a ş ' dolayısıyla ne yazık ki, bir türlü 'o/ağanusfü'den 'olağan'a geçememiş; bu arada, devletin devamlılığını, yüksek çıkarlarını ve bağımsızlığını koruma sı gereken birimler; bu işi yapacak yerde, aralarında türlü çeşit ya sal olmayan iş çevirirken, Türkiye için 'şarkı söyleyen yarınları' düşünmekten, bunun için yazıp çizmekten başka günahı olmayan nice inkılapçı cumhuriyet aydınının -yazarın, şairin, düşünürün hayatı 'kaydırılmıştır'. Reva-yı hak mıdır?

222


POLİTİKANIN DEMİR YUMRUĞU!.

12 Şubat 1997 İyi de olaya acaba neden tarih gözüyle bakılmıyor? (Şimdi a l r a u x olsaydı, 'cosmique' açıdan diyecekti) Türkiye'nin yurt apmda geçirdiği sarsıntı, 'mahiyeti meşkûk' bir trafik kazasının, rtalığa döküp saçtığı rezillikten mi ibaret? Ben, hiç sanmıyorum. Müdafaa-i Hukuk İnkılabının çivisi, '40 karanlığından' ibaren gevşetilmiş; fakat asıl, 'soğuk s a v a ş ' yıllarında yuvasınan çıkmıştır. İktidar, 'bürokrasi+burjuvazi' formülüne indirgendi mi, inkılap inkılap olmaktan çıkıyor, demokrasi, 'soğuk s a v a ş ' demokrasisine dönüşüyordu; buysa gerçekte, 'güdümü görünmez' parlamenter bir rejim demekti; o görünmez 'güdüm' ciddi bir 'de­ netimden' yoksun olunca, yönetimde yolsuzluk önlenebilir mi? Tam tersine, kaçınılmaz! Artık Avrupa başkentlerinde yankılanan yönetim densizliklerimiz, 'media'nın adeta şehvetle teşhir ettiği birkaç adam ve kadından ibaret, uyduruk bir 'çetenin' marifeti mi? Kendimizi aldatmayalım: Hemen her yerde olduğu gibi komü­ nizm 'heyulası' kullanılarak, ülkemizde de siyasi iktidarlar, hâkimiyeti, hâkimiyetin asıl sahibine, yani millete s o r m a ­ dan millete r a ğ m e n kullanma yoluna gitmişler; ülkenin menfaatleriyle s i s t e m i n menfaatlerini birbirinden ayırdeemedikleri gibi; ülkenin imkânlarını kendi m e n f a a t l e r i in kullanmaktan geri kalmamışlardır. Bu acı gerçeği, bıraın açıklamayı, sadece farkına varanların uğradıkları akıbet gerkten dehşet vericidir. Bu bakımdan, bence 'kirli eller' deyiminin psamı, ilk anda akla gelebilenden çok daha geniş düşünülmek abediyor. '40 karanlığından',

'soğuk s a v a ş a , 223

'soğuk savaş'tan

Ye-


ni D ü n y a Düzenine, yani 'küreselleşme + özelleştirme + post-modernizm' sacayağına kaydırılan Türkiye, işçisi köylüsü aydını -kısacası bütün halkıyla- 'ufak ateşte pişirilmektedir.'

bir Eyüb sabrıyla!' Onlardan birisi, H a s a n izzettin Dinamo; '40 karanlığında' kaybolmuştu; Nâzım'dan sonra, toplumcu şiirimizin iki büyüğün­ den (öteki Nail V. Çakırhan) biriydi; mısralarının çoğu ezberimizdeydi, onu ne kadar severdik: "bir e y ü b sabrıyla bekledim / s a b a h o l m a y a n geceler­ de / gül dalları yerine demir çubuklar vardı / münzevi m ü n z e v i p e n c e r e l e r d e / d ı ş a r d a k o s k o c a bir t a b i a t / dol­ d u r d u yolları / g ö ğ ü n kapılarında ş a r k ı l a r okudu / başı kâküllü t a r l a kuşları / deli bulutlar g e ç t i h a b e r s i z / âşıklı­ ğ ı m d a n şairliğimden / b a h a r y a ğ m u r l a r ı bensiz yağdı / ve kavs-i kuzah a ç t ı bensiz/ bir eyüb sabrıyla bekledim / sa­ b a h o l m a y a n g e c e l e r d e / gül dalları y e r i n e d e m i r çubuk­ lar v a r d ı / münzevi münzevi pencerelerde..." ('48 Şair', Ali T o m r u k ç u , s. 3 6 , 1 9 4 4 , Ankara) D i n a m o , önce 'İnsan ve Hamle' sonra Y e n i Edebiyat' ve Y e n i Ses' dergilerinde görünmüş; '40 karanlığinm girdaplarındı birdenbire kaybolmuştu; kimisi sürgünde olduğunu söylüyordu, kl misi Doğuda bir yerlerde, bitmez tükenmez bir askerlik yaptığını1 G e r ç e k oydu ki ardı ardına devrilen 'savaş' ve 'soğuk savaş' yıl lan içinde, H.İ. D i n a m o adı, Türkiye'nin edebiyat gündemindin 'kazınmıştı', hem yalnız gündeminden mi canım, 'belleğinden' de' Yirmi yıl boyunca yayımlanan şiir antolojilerinde en kıytırık şairlf rin bile yeri vardır da H.İ. Dinamonun yeri yoktur. D i n a m o n u n 'yeniden dirilişi' 60'lı yıllarda gerçekleşti; Vı\ r i s ' t e n son dönüşüm, onun 'Kutsal İsyan' adlı belgesel rom.nn n ı n ilk ciltleri yayımlanıyor, ne kadar heyecanlandığımı anl.il.» marri; Varlık dergisine bir yazı yazdım, başlığı şu: "Hasan İz/H tin'in Dönüşü!" (Bkz.: 'Hangi Edebiyat', s. 1 7 , Bilgi Yayın. > 1 9 9 3 ) Çok geçmeden, Dinamo'dan bir teşekkür mektubu alaı • 224


tim; koca şair, o yirmi yıl boyunca o 'küçük ateşte nasıl pişirildi­ ğini' anlatıyordu.

...Ölmemek için!' "...yaşımız e p e y c e ilerlediyse de Türk edebiyatını yi­ ne de bizler y a p m a k ve Türk e d e b i y a t tarihindeki yerimizi a l m a k zorundayız. Ahmet Kabaklı gibi gericilerin' yazdığı edebiyat tarihinde ne k a d a r yerimiz y o k s a ; T ü r k şiirini t a m a n l a m ı y l a d e j e n e r e eden, s o n r a d a o n u n ü z e r i n e bi­ r e r s u l t a n gibi kurulan Garip çilerin y a z a c a ğ ı , ya da salıkl a y a c a ğ ı edebiyat t a r i h i n d e d e yerimiz o l m a y a c a k t ı r . . . " "... politikanın d e m i r yumruğu, bizi dediğiniz m a ğ a r a ­ l a r a kovarken, o n l a r r a h a t ç a -kendiliğimizden boşalttığı­ mızı s a n d ı k l a r ı - y e r l e r e kuruldular ve bizlere bir k e r e ol­ sun, a s l a d ö n ü p b a k m a d ı l a r ; ve insancıl bir a c ı m a bakışı bile fırlatmaya tenezzül e t m e d i l e r . Ö l m e m e k için s a n a t potansiyelimizi bir y e r e d o ğ r u kanalize e t m e k istedik ve b u n d a n 'Kutsal İsyan' doğdu..." (İstanbul'dan İzmir'e, 11 Mart 1 9 5 5 tarihli mektubu) Hasan İzzettin! 'unutulmanın korkunç karanlığına gö­ menler' kimlerdi? Aslında millete ait olan 'hâkimiyeti', kendi 'ikti­ darları' için kullananlar değil mi? Acaba Dinamonun o 'karanlık­ tan', Kurtuluş Mücadelesini (8 cilt) ve 'erken' cumhuriyet dönemi­ ni (8. cilt) anlatan; yani milletin hâkimiyetini' nasıl elde etti­ ğini ve 'inkılabı' nasıl gerçekleştirdiğini r o m a n l a ş t ı r a n , iki büyük anıt-kitabı çıkardığını görünce, vicdanları sızlamadı mı? "Kutsal İsyan" ve "Kutsal B a r ı ş " . Yoksa doların New Y o r k ve L o n d r a borsalarındaki dalga­ lanması, onları daha çok mu ilgilendiriyordu?

225


TOTALİTER DEVLET' NEYDİ?

14 Şubat 1997 Hazindir, siyasi 'görgüsüzlüğümüz', iktidar-muhalefet çatış­ malarını, 'paparazzi' programları seviyesine indiriyor; doktrin, si­ yasi platform vb tartışmalar, bir hayal; kim siyasi dedikodunun 'allahını' yapabilirse, 'malı o götürecektir', hesap bu! Demagojinin her türlüsü, geçer akçe sayılıyor. İnsanı ürküten, yaşananların 30'lu yıllar Avrupa'sında yaşanmış olan bir çözülmeyi hatırlatmasıdır; 'ürküten', çünkü o 'çözülme', dünyanın başına on yıllarca bela kesilecek 'totaliter devlet' anlayışını yaratmıştı. Yani 'faşizmi', öyle mi? İster misiniz, kuramsal olarak faşiz­ min sosyal nedenlerini, şöyle bir hatırlayalım: " 1 / T r ö s t l e ş m e v e k a r t e l l e ş m e ç o k yoğunlaşmıştı: N a s y o n a l S o s y a l i s t P a r t i s i n i finanse eden, Ren/VVestfalya K ö m ü r işverenleri Sendikası, Alman kok üretiminin yüzde yetmiş d ö r t buçuğunu; Vereinigte S t a h l w e r k e , k ö m ü r üre­ timinin yüzde yirmisini, font üretiminin yüzde ellisini, ç e ­ lik üretiminin yüzde kırkını sağlıyordu. 2 / 1 9 2 9 kapitalizm bunalımı, Almanya'yı ç ö k e r t m i ş t i : çelik v e fontta ü r e t i m rakamları, 1 9 0 0 v e 1 8 8 5 yıllarının r a k a m l a r ı düzeyine düşmüştü; Alman İşçi Sınıfının yarısı işsiz geziyordu: On iki milyon! 3 / Alman kapitalizmi, burnunun dibinde p a t l a y a n S o v y e t D e v r i m i n d e n ürkmüştü; bu s e b e p t e n , A l m a n İşçi H a r e k e t i n i n h e r g e ç e n gün biraz d a h a g ü ç l e n m e s i n d e n kaygılanıyordu; çünkü Almanya K o m ü n i s t P a r t i s i , 1 9 2 K s e ç i m l e r i n d e üç milyon iki yüz bin oy almış iken; 193'/ s e ç i m l e r i n d e aldığı oy sayısını d ö r t milyon b e ş yüzbine çı 226


karmıştı; ayrıca, s o s y a l a d a l e t yasalarının çıkarılması is­ teniyordu. 4 / U l u s l a r a r a s ı s e r m a y e v e onun siyasi sözcüleri, b a ş l a n g ı ç t a faşizmi a ç ı k ç a desteklemişlerdi; ünlü Chur­ chill, italyan faşistlerine çektiği bir t e l g r a f t a demişti ki: - İ t a l y a n o l s a m , sizlerin yanınızda olurdum!' A m e r i k a n Çelik Kralı' G r a y ise, ABD'deki d u r u m u d e ğ e r l e n d i r i r k e n diyordu ki: - ... b u r a d a da işler, a n c a k Mussolini gibi bir a d a m olursa, yolunda gider'..." ('Les Dossiers Pédagogiques', 'Causes Essentielles du Fascisme', p. 1-4, Editions Sociales, Pa­ ris, 1 9 5 0 ) Büyük sermaye, toplumsal coğrafyayı da siyaset coğrafyasını da çıkarları istikametinde kullanmaya bayılır: Nazizm, vitrininde 'sosyalizm' etiketini kullanmıştır; partinin resmi adında, hep bildi­ ğiniz gibi 'işçi' kelimesi mevcuttu: Nasyonal S o s y a l i s t İşçi P a r ­ tisi! Öyle ki, saf birisi, E n t e r n a s y o n a l karşıtı, ulusal bir Komü­ nist P a r t i s i bile zannedebilir. Oysa Alman kapitalizminin en 'ba­ ba' tröstleri tarafından 'besleniyor'; antikapitalist 'taun', Alman­ ya'da o zaman var olan 'Yahudi kapitalizmini' tasfiye amacıyla kullanılıyor. Uluslararası kapitalist 'sistem', III. Reich'ın dünyaya 'dayattığı' Yeni Nizam' -yani 'Totaliterlik', 'Totaliter Devlet'kendi çıkarlarını (pazarlarını) açıkça tehdit edinceye kadar, onu ciddiye almamış, bir manada arka çıkmıştır; çünkü hesap başkay­ dı; 'totaliter' faşizm, 'totaliter' Stalin'ci komünizmle kapışacak di­ ye umuluyordu; bunun tadını çıkaracak, 'sistem'den başka kim olabilirdi ki? Öteki

totaliterlik...

S o v y e t 'totaliterliği' Marksizm'deki 'proletarya diktatörlü­ ğü' kavramının yansıması mıdır, şüpheliyim: Rusya, yeterince sa­ nayileşememiş bir ülke olmasaydı, 'sosyalist devrimciler', 'menşeVikler' karşısında 'bolşevikler' 'azınlıkta' kalmasaydi; nihayet 'sis­ temin (ingiltere) dürtüsüyle, 'Beyazlar' örgütlenip, iç savaşı uzatmasaydi; belki de Ekim Devriminin gelişmesi, başka türlü ola­ caktı. Çünkü devrimin ilk ve en önemli sloganı, 'Bütün İktidar 227


Sovyetlere!' idi; bazıları buradaki 'Sovyetler' kelimesini Sovyet­ ler Birliği anlıyor, alakası yok, 'bütün iktidarın' verileceği Sov­ yetler, bölge bölge örgütlenmiş halk meclisleridir, 'şûralardır ki onlara Rusçada 'sovyet' -telaffuzu savyet- denirdi, ve bolşevikler, bu 'sivil toplum' kuruluşlarında, çoğunluk bile olamamışlardı: şart­ ların ağırlaşması, iç savaşın uzaması, 'askeri komünizm' ve der­ ken; P a r t i , Sovyetlere; Merkez Komitesi, P a r t i y e ; Politbüro, Merkez Komitesine; Genel S e k r e t e r , P o l i t b ü r o y a hâ­ kim olmuş; n e t i c e d e o r t a y a , 'apparatçiklerin' ç o k a ğ ı r bas­ tığı, y u k a r d a n a ş a ğ ı y a ' kurgulanmış bir totaliterlik' çık­ mıştır. 'Bütün İktidar Sovyetlere' sloganı, hiç şüphesiz Marks'tan esinlenmişti; şu sözler, onun B r a c k e ' y e yazdığı ünlü mektuptan alınmıştır: "... enternasyonal'in kuruluşu sırasında, m ü c a ­ delemizin sloganını da açıkladık: işçi sınıfının kurtarılma­ sı, bizzat kendisinin e s e r i o l a c a k t ı r ; öyleyse işçilerin ken­ di kendilerini k u r t a r m a k için ç o k cahil olduklarını ve yu­ k a r d a n kurtarılmaları gerektiğini a ç ı k ç a söyleyen kişilerle o r t a k bir yol izleyemeyiz F. Mehring, Marks'ın Freligath'a bir başka mektubunda, şunları yazdığını naklediyor: " . . . En büyük üretici g ü ç prole­ t a r y a n ı n kendisidir, siyasi g ü c ü n ele geçirilmesi, yönetici sınıflara kendisi de bir sınıf o l a r a k karşı g e l e n işçi sınıfı­ nın siyasi eyleminin s o n u c u d u r ; işçi sınıfı bir parti biçi­ minde örgütlenir a m a b u parti, m o d e r n ' t o p l u m u n t o p r a ­ ğından naturichig (doğal o l a r a k ) yetişir; bu, p r o l e t a r y a n ı n kendi kendine örgütlenmesidir." Rusya'da, ne 'modern bir toplum' oluşabilmişti henüz, ne de 'onun toprağından, doğal olarak yetişmiş' bir siyasi parti; Bolşe­ vikler, yarı jakobendiler, yarı Neçayef'çi; ülke, köylülüğün ağır bastığı, yarı-feodal bir ülkeydi; böyle bir ülkedeki sosyalizm teşeb­ büsü -hele 'sistem' ona ambargo bindirirse- ister istemez merke­ ziyetçi ve 'totaliter' bir bürokrasi diktasına dönüşecekti. Öyle de oldu. (Bkz.: 'Hangi Soi, s.l8'den itibaren, 4. Basım, Bilgi Yayıne­ vi)

228


Sistemin yeni marifeti... 2 0 . yüzyıl, sistem in önce sebep olup sonra dağıtmaya ııg rastığı 'totaliter' devletlerin yüzyılı olmuştur; 2 1 . yüzyılın ufuktı göründüğü şu sırada, yine 'sistemin marifeti, yeni bir devlet lii ründen bahsediliyor; bu yeni tür devlet 'totaliter' değil, peki y. ne, 'globaliter'l Ondan da söz edeceğiz.

229


'GLOBALİTER DEVLET'

17 Şubat 1997 'Globaliter devlet' de

ne

demek?

Kavramı ilk defa kullanıp, tarife çalışan I g n a c i o R o m a n e t , meseleyi şöyle takdim etmiş: "... eskiden, insan haklarını h i ç e s a y a n , ö r g ü t l ü hiçbir m u h a l e f e t e izin v e r m e y e n ; siyasi iktidarın, hüküm sürdü­ ğü t o p l u m u b a ş ı n a buyruk yönettiği rejimler vardı ki, b u n l a r a t o t a l i t e r rejimler' deniliyordu; yaşadığımız yüzyı­ lın s o n l a r ı n a doğru, bu sistemlerin yerini, 'globaliter' diye­ bileceğimiz, b a ş k a t i p bir totaliterlik olan rejimler alıyor; bunlar g l o b a l l e ş m e / k ü r e s e l l e ş m e ' ve 'tek düşünce' dog­ m a l a r ı n a yaslanıp, b a ş k a hiçbir e k o n o m i politikasına ş a n s t a n ı m ı y o r l a r ; y u r t t a ş ı n s o s y a l haklarını, ' s e r b e s t r e k a b e ­ tin' insafına bırakıp; hüküm sürdükleri t o p l u m l a r d a , bü­ t ü n faaliyetlerin yönetimini finans p i y a s a l a r ı n a bırakıyor­ lar." (Le Monde Diplomatique, Ocak 1 9 7 7 , s.l) Yani, 'kumarhane e/conomisi'ne!

Gizlisi saklısı yok!.. İşin püf noktası, ' s i s t e m e karşı, son 'mukavemet yuuası'gibi görünen 'ulusal devlet'm işini bitirmek! Ulusal devlet, ulusallığını kaybedip 'küreselleşti' mi, ne oluyor; ulusal ekonominin serpilip boy attığı 'ulusal pazar' da kayboluyor; ulusal ekonomisine yaslan 230


mayan 'ulusal güç' olabilir mi? Olamaz! Peki, ne olur? Bakınız ne oluyormuş: "... küreselleşme', ulus devletinde iktidarın bellibaşlı t e m e l l e r i n d e n birini o l u ş t u r a n ulusal pazarı' öldürdü: o n u o r t a d a n kaldırıp, ulusal kapitalizmi s e r s e m ederek, k a m u yönetiminin etkisini azalttı. Artık devletler, pazarlarının k a p a s i t e s i n i karşılayamıyor; m e r k e z bankalarının r e z e r v hacimleri, s p e k ü l a t ö r l e r i n vurucu g ü c ü k a r ş ı s ı n d a gülünç d e r e c e d e a c i z kalıyor; artık devletlerin, ne kendilerinin ne y u r t t a ş l a r ı n ı n çıkarlarını k o r u y a b i l e c e k ç a r e s i var, n e d e piyasaların aleyhteki etkisini azaltabilecek, s e r m a y e l e r i n ü r k ü t ü c ü saldırısını önleyebilecek ç a r e s i ! Y ö n e t i m s o r u m ­ luları, i s t e r i s t e m e z , IMF gibi, Dünya B a n k a s ı gibi, O E C D gibi u l u s l a r a r a s ı kuruluşların ö n c e d e n belirledikleri politi­ k a l a r ı uygulamayı kabul ediyorlar..." . Bir manada, ipi kendi elleriyle boyunlarına geçiriyorlar; elbet­ te bu 'acı hap' bir güzel 'yaldızlanarak' yutturuluyor: Türkiye, merkez sağ/merkez sol iktidarlar tarafından, neredeyse yarım yüz­ yıldır, 'serbest teşebbüs' masalı dinilyor; Özal'dan bu tarafa, 'özelleştirme' ve 'küreselleşme' ninnisiyle uyutulmaktayız; far­ kında olmasak da, çekilip götürüldüğümüz yer, 'globaüter devlet' olmanın kapısı; Müdafaa-i Hukuk Cumhuriyetinin, böylelikle, bütün ekonomik 'fetihlerini' kötülüyor, karalıyor, yok pahasına el­ den çıkarıyorlar; kimin için, kimin yararına? Türkiye'nin mi, ha­ yır! "... s o n ç e y r e k yüzyıl içinde, siyasi s o r u m l u l a r 'monaterizm'e, ' s e r b e s t t i c a r e t e , 'kitle halinde ö z e l l e ş t i r m e y e ve s e r m a y e n i n s e r b e s t dolaşımına yeşil ışık yakıp kamu­ nun m ü d a h a l e hakkını kısıtlayarak, bazı ç o k önemli alan­ larda, m e s e l a yatırımda, istihdamda, sağlıkta, eğitimde, kültürde v e ç e v r e s o r u n l a r ı n d a , k a r a r v e r m e hak v e yetki­ sini, k a m u k e s i m i n d e n alıp özel s e k t ö r e devrettiler; bu yüzdendir ki g ü n ü m ü z d e , dünyanın en büyük iki yüz eko­ nomisinin y a r ı s ı n d a n fazlası artık b i r e r ülke değil, b i r e r şirkettir..." "... s o n ç e y r e k yüzyıl içinde e k o n o m i n i n çokuluslaş231


ması, g ö z k a m a ş t ı r ı c ı şekilde a r t t ı ; 70 li yıllarda çokuluslu şirket sayısı b i r k a ç yüzü g e ç m e z iken, bugün kırk binin üzerindedir ve e ğ e r yeryüzünün iki yüz bellibaşlı teşebbü­ sünün iş h a c m i g ö z d e n geçirilirse, elde edilecek oranın, dünya e k o n o m i k faaliyet hacminin d ö r t t e birini aştığı gö­ rülür; oysa, bu iki yüz firma s a d e c e 18 milyon sekiz yüz bin işçi kullanmaktadır, bu r a k a m , yeryüzündeki işçi sayı­ sının a n c a k yüzde 0.75'idir..." (Le Monde Diplomatique, Ocak 1 9 7 7 , s.l) İşin acı tarafı odur ki, I g n a c i o Romanet'nin verdiği rakam­ lar, 'mal üreten, mal alıp satan, somut hizmetler gören' 'gerçek ekonomi1 alanına ait; 'gerçek' ekonomiye oranla, finans ekonomi­ sinin iş hacmi elli defa büyük, hesaba o da karıştırılırsa, çokuluslu şirketler karşısında, ulusal devletin ağırlığı, handiyse hiçe indirgen­ miş oluyor.

'Gidişat' n e r e y e ? . . Türkiye, 30'lu yıllardan itibaren 'totaliterlik' rüzgârına direnememiş, inkılapçı cumhuriyetin otoriterliğinden, bir 'tek parti' tota­ literliğine sürüklenmişti; 1950'Ii yıllardan bugüne kendimizi de­ mokrasiye geçmiş olmakla avutuyoruz; oysa 'gidişat' hiç de öyle görünmüyor; T ü r k i y e bu defa 'küreselleşme' ve 'özelleştir­ me' masalına inanmış, paldır küldür 'globaliterliğe' doğru sürük­ lenmektedir; üstelik daha 'sivil', daha 'demokrat', daha 'insan haklarına davalı' bir 'düzene' dönüştüğünü zannederek! '40 Karanlığında' şair ne demişti, hadi gel de şimdi hatırla­ ma: "Gün gibi a y a n oldu içime, e n c a m ı fenadır bu gidişa­ tın!..

232


'SİSTEM'E 'MUHALEFET'MİŞ!.

19 Şubat 1997 Sapla saman, iyice, birbirine karışmadı mı? E s e n Ünür, Washington dan yazıyor: " . . . A B D Dışişleri Bakanlığı S ö z c ü ­ sü Nicholas B u r n s d e m i ş ki: B i z Türkiye'nin; sivil, de­ m o k r a t i k ve laik a n a y a s a y a d a y a n a n devlet yapısı içinde, sorunlarını ç ö z e r e k istikrara k a v u ş a c a ğ ı n a inanıyoruz. Türkiye C u m h u r i y e t i n i t e m s i l eden, Türkiye'nin lideri Sü­ leyman Demirel'e, güvenimiz ve saygımız tamdır..." (Hürri­ yet, 6 Şubat 1 9 9 7 ) Bu ne nezaket, bu ne hassasiyet, insan hayret ediyor. Bilindi­ ği üzere Demirel, seçimle geldiği iktidardan, 'NATO'ya ve CENTO'ya bağli askeri 'müdahalelerle' iki defa 'devrilmiş' olan bir li­ der; tuhaf tesadüf, şu günlerde o müdahalelerden birisi, eski bir CIA görevlisinin yayımladığı hatıralarda söz konusu edilmiş, elbet­ te gizliliğini k o r u y a n bilgilerin CIA t a r a f ı n d a n elenmesin­ den, s o n r a ' . Kitabın yazarı D u a n e Clarridge, 1 9 6 8 - 1 9 7 1 dö­ neminde CIA'nın İstanbul İstasyon Şefi, 1 9 7 1 - 1 9 7 3 döneminde ise Ankara'da Ş e f Yardımcısı; lafın arasına 'bazı Türk istihba­ ratçılarının, CIA ile ç o k yakın ilişki kurduğunu' sokuştur­ muş, arkasından demiş ki: "... 1 9 7 1 M a r t ı n d a yakında g e r ç e k l e ş t i r i l e c e k bir a s ­ keri d a r b e n i n istihbaratını aldım; T ü r k l e r b u n a m e k t u p l a darbe' ( m u h t ı r a ) diyorlardı ve g e r ç e k t e yapılan da oydu. (...) 'Mektupla d a r b e ' hakkında, ö n c e d e n bilgi sahibi ol­ mamız, kuşkusuz bir istihbarat başarısıydı..." (Milliyet, 6 Şubat 1 9 9 7 ) İnsanın, elinde olmadan, 'Her Mevsimin C a s u s u ' adlı ese233


rin yazarına, soracağı geliyor: CIA 'muhtırayı' önceden öğrendiği­ ne göre, çeyrek yüzyıl sonra bile 'güveninin ve saygısının t a m olduğunu' belirttiği Demirel'e, acaba neden aleyhine hazırlanan darbeyi bildirmemiş? Yoksa, 'CIA ile ç o k yakın ilişki kuran, bazı Türk istihbaratçılarımla, 'mektupla darbeyi' beraber mi tezgâhlamışlardı? Böyle bir kuruntunun doğması, handiyse olağan sayılmalı, şu sıra, eski 'dut yemiş bülbüller' öyle şeyler açıklıyor­ lar ki, şaşmamak elde değil! Mesela, şu Ağca'nın söyledikleri!..

B o n d filmleri halt e t m i ş ! . . Senaryonun mükemmelliğine bir göz atar mısınız? Washing­ ton, 'Doğu Bloku'nu çözmek için, 'en zayıf halkası' saydığı P o ­ lonya'da harekete geçmiş; 'Katolikliği' ağır basan işçileri ayak­ landırıyor; P o l o n y a halkının Rusları sevmediği malum, eğer tan­ tanalı bir olay yaratabilirlerse, belki halkın işçilere katılması sağla­ nacak, bu da tabii rejimin çözülmesine yol açabilecek! O zaman ne yapmalı? Papa P o l o n y a asıllı değil mi, Polonyalılar da sağlam Katolik, eğer K G B yani S o v y e t İstihbaratı, Papaya bir suikast düzenlerse, bu P o l o n y a halkının öfkesini ateşlemeye yetecektir. Senaryo bu, iş iki noktaya kalıyor, o iki noktanın gerçekleşmesi­ ne: 1/ Suikastı kimler düzenleyecek; 2/ K G B ile bağlantı nasıl 'yakıştın/aca/c?' Ağca'nın anlattığına bakarsanız, iş bir güzel şöy­ le halledilmiş: besbelli, Clarridge'in Tıatıra/an'nda 'Bulgaris­ t a n ' d a n h a b e r sızdırmak için kullandığını açıkladığı T ü r k işadamları' aracılığıyla; İtalyan Savcı Marini'nin tespitine göre, o yıllarda Avrupa'da dolaşan M e h m e t Ali A ğ c a , Abdullah Çatlı, O r a l Çelik, M e h m e t Ş e n e r , Y a l ç ı n Ö z b e y ve R a m a ­ z a n Ş e n g ü n ile irtibat sağlanmış; böylece, Ağca'nın 'tetikçi' gö revini üstlendiği Papa suikastı, Roma'da sahneye konmuş! Daha önce İpekçi suikastına bulaştıkları da artık kesinleşen bu 'ekip', şöyle bakarsan Türklerden oluşuyor, ilk. bakışta suikastı Türki­ ye'nin tertiplediği hissini bile verebilir, ama 'kazın ayağı öyle dr ğil'i. 234


Neden değil, çünkü aynı M e h m e t AH Ağca, 'Reis' Abdul­ lah Çatlının CIA tarafından, Kostarika'da (aslı galiba P o r t o r i ko olacak) eğitildiğini, Türkiye'de kopacak bir iç savaşta onun, ABD yandaşlarının 'başına geçmek için hazırlandığını' açıklıyor. O kadarla kalsa, iyi; zaten bir başka 'askeri müdahalenin', yani 1 2 Eylülün 'mutfağında' da birlikte çalışmış; bir bakıma, Abdi İpekçiyi de, 'darbeyi' kolaylamak için öldürmüşler! Çünkü hem, Türk-Yunan ilişkilerini gevşetmeye çabalamaktaymış, hem de Bulgaristan'la Türk mafia'sı arasındaki irtibatı fark etmiş! Oysa, bunların gizli kalması gerekiyor, neden, baksanıza kaç yıl sonra o 'irtibat' Papa suikastında işe yarıyor, ellerine yapışıyor; bu saye­ de, Moskova'yı suçlayıp, Polonya'yı Rusya'ya karşı bir raya so­ kuyorlar.

Ne serüven, ama... B o n d filmleri, halt etmiş!..

Algılama yanlışı' var, a m a . . . Acaba hatırlayacak mısınız? Burada söyleşirken, 'Türkçülü ğün' gelişme süreci içindeki 'kadersizliğine' değinmiştim. (Bkz.: 'Ülkücüler'e Sınav Soruları', Cumhuriyet, 4 Kasım 1 9 9 6 ) Orada şöyle bir cümle var: "... 'Soğuk savaş' eski ırkçı/turancı ar­ dıllarını, ü l k ü c ü y e d ö n ü ş t ü r d ü demiştim: y o l a s i s t e m e karşı olan 'Türk O c a k l a r ı n d a n çıkıp, s o n u n d a s i s t e m i n emrindeki Ülkü O c a k l a r ı n a ulaşmak, ne hazin!" Ülkü Ocakları bu sözlerimden tedirgin olmuş, Genel Başkan Azmi K a r a m a h m u t o ğ l u imzasıyla bana cevap vermişti, diyordu ki, "... Ülkücü H a r e k e t i n ' s i s t e m e muhalefetini, Milli Dev­ l e t i n y a n ı n d a y e r alıp, o n u n varlık nedenlerini o l u ş t u r a n ülkülere s a h i p ç ı k a r a k s ü r d ü r m e s i , ' s i s t e m i n e m r i n d e ol­ m a k şeklinde algılanıyorsa; s o r u n Ü l k ü c ü l e r i n değil, bu ince ayırımı a y ı r d e d e m e y e n l e r i n sorunudur." (Ankara'dan 6 Kasım 1 9 9 6 tarihli mektup) Ortada çok açık bir 'algılama' yanlışı var, ama, acaba yanlış 'algılayan' kim? 235


'MÜTTEFİKLERİMİZDEN', BİZİ KİM KORUYACAK?.

21 Şubat 1997 Ülkü Ocakları Genel B a ş k a n ı K a r a m a h m u t o ğ l u , 'hareke­ ti' savunurken elemiş ki: "... şu 'sistem' lafına da açıklık g e t i r m e k t e y a r a r v a r . (...) E ğ e r 'sistem'den kasıt -ki öyle o l m a s ı g e r e k i r - e m p e r ­ yalist vizyonun t a s a r l a d ı ğ ı d ü n y â düzeni ve b u n a u l a ş m a k için koyduğu eylemlerse, sistemin e m r i n d e s u ç l a m a s ı y a ­ pılacak s o n kesim, 'Ülkücü Hareket'tir..." (Ankara'dan 6 Kasım 1 9 9 6 tarihli mektup) Karamahmutoğlu, 'hareketin' 'milli devletin yanında yer alıp, onun varlık nedenlerini oluşturan ülkülere sahip çıkarak, 'sisteme muhalefet ettiğini' ileriye sürüyor. Hiç şüphe yok, nasıl 'bireysel terörizm' çıkmazına düşen 'ilerici' gençler, kendilerine göre ne kadar yurtsever ise, 'Ülkücü Hareket'e katılan gençler de, â priori, o kadar yurtseverdir; hiçbir genci, bilerek isteyerek, kendi yurdu aleyhine bir 'tertibe' karışmış olmakla suçlamak iste­ meyiz. 'Ülkücü' gençlerin, 'mı7/j devletin varlık nedenlerini oluştu­ ran ülkülere sahip çıktıklarına' gelince, orada biraz duralım; hele son açıklamalardan sonra, insan ciddi şekilde şüpheye düşebiliyor: Devletin 'varlık nedeni olan ülküler', bildiğim kadarıyla M ü d a faa-i Hukuk (antiemperyalist, tam bağımsızlık), Misâk-ı Milli (toprak bütünlüğü) ve Cumhuriyet (hâkimiyet kayıtsız şartsız mil­ letindir) midir; yoksa 'emperyalist vizyonun tasarladığı dünya düzeni ve buna ulaşmak için koyduğu eylemler' mi? Denilecek ki elbette önce söylediklerin! O halde 'Ülkücü Hareket'in, en önde gelen isimlerinin, 'emperyalist vizyonun tasar 236


ladığı dünya düzeni ve buna ulaşmak için koyduğu eylemlere' karışması neden? 'Ülkücü Hareket'in bu önde gelen isimleri, 'em­ peryalist vizyon un' yani 'sistem'in, 'Papa'ya Suikast' gibi eylem­ lerine katılmak -katılmak da laf mı, bu eylemleri 'bizzat' örgütle­ mek- suretiyle mi ' s i s t e m e muhalefet ediyorlar? Farkındasınız elbette, buradan itibaren 'keyfiyet' nereden ba­ kılsa 'kara mizaha' dönüşmektedir. ı'

D a h a d a k o r k u n c u var... Kimseyi 'karalamak' istemiyorum, benim söylemeye çalıştı­ ğım, Gaspranskiy'den bu yana, Akçura, Gökalp, Velidof vb Türk düşünürlerinin, ' s i s t e m e karşı antiemperyalist bir bağımsız­ lık hareketi olarak tasarlayıp geliştirdikleri 'Türkçülüğün'; İkinci Dünya S a v a ş ı ve 'soğuk s a v a ş ' çalkantısı içinde, nasıl temel amacından saptırıldığıydı; olayların ve gerçeklerin K a r a m a h m u toğlünu haklı çıkarmasını ne kadar isterdim; ne yazık ki, daha çok beni haklı çıkarıyorlar: anlaşılan odur ki, solcu silahlı eylemci­ liği bastırmak için, benzer bir komitacılık örgütlenmesine katılan 'ülkücüler', 'milli devletin yanında yer aldıklarını' sanıp, bu maceraya paldır küldür dalarken, devletin içinde yuvalanmış 'em­ peryalist vizyon' yandaşlarının 'eylemlerine' alet olmuşlar. Bunu ben söylemiyorum, Emn. Gnl. Md. İstihbarat Daire Başkanı H a ­ nefi Avcı, hiç tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkla belirti­ yor; demiş ki: "... t e r ö r l e m ü c a d e l e d e , hukuk içinde kalına­ r a k bir y e r l e r e gidilemediği g ö r ü l d ü . B u n u n ü z e r i n e t e ­ r ö r l e m ü c a d e l e ve i s t i h b a r a t için hukuk dışı bir yapılan­ m a y a gidildi. T e r ö r ü , t e r ö r i s t l e r i n y ö n t e m l e r i y l e yok e t ­ m e kuralı seçildi. B u devletin üst k a d e m e l e r i n d e alınmış bir k a r a r d ı . B u n u u y g u l a m a y a k o y a n devletin ü s t k a d e ­ melerinin a r k a s ı n d a kim vardı, onu bilmiyorum..." (Hürri­ yet, 5 Şubat 1 9 9 7 ) Sizce kimler olabilir? 'Her Mevsimin C a s u s u ' kitabının ya­ zarı, ünlü ajan Clarridge'in sözünü ettiği 'CIA'y/e çok yakın iliş­ kiler içindeki Türk istihbaratçıları' olmasın? Doğrudan doğruya, 237


Amerikalı bazı 'danışmanlar' olamaz mı? 'Papa'ya suikastla öyle olmamış mı? Ama, daha da korkuncu var, bilin bakalım nedir?

Asıl v a h i m o l a n n e d i r ? . . Ülkücü Hareket, Türkçü/ük'ten komünizme düşmanlığı değil, aslında 'Moskof düşmanlığı'm devralmıştı; nüansa dikkat isterim, Türkçülüğün' doğduğu yıllarda Rusya, bugün olduğu gibi, 'sistem'in dışında değil, içindedir: Devlet-i Aliyye'yi paylaşmak için, İngiltere ve Fransa'yla gizli anlaşmalar imzalamıştır; bu, bir! İkincisi, şu: S S C B yandaşı solcular -bildiğim kadarıyla- ne 12 Mart, ne 12 Eylül öncesinde silahlı eylem yapmışlardır; demokrasi yanlısı görünüyor, o yüzden M a o z e d u n ve C h e yandaşı silahlı eylemciler tarafından, 'revizyonist' olmakla suçlanıyorlardı; bu, da iki! Başka türlü söylersek, 'Ülkücülerin' hasım bellediği silahlı sol­ cu eylemin kaynağı M o s k o v a mıydı, Pekin miydi, H a v a n a mıydı şüphelidir; Ağca, cezaevinde açıkça " . . . bir d a r b e istiyorduk, o n a hazırlanıyorduk: İpekçi, o n a g e r e k ç e h a z ı r l a m a k için öldürüldü" dediğine göre, o genç solcu öğrencilerin de, benzer bir provokasyona alet oldukları bile ileriye sürülebilir. K a r a m a h mutoğlu, şapkasını önüne koyup, hele bir düşünsün; böyle bit 'darbeyi' kim istemiş olabilirdi? 12 M a r t ve 12 Eylül 'yönetimle ri', bütün uygulamalarıyla acaba Müdafaa-i Hukuk'un anti emperyalizmine mi daha yakın görünüyorlardı, yoksa 'emperyalist vizyonun tasarladığı dünya düzenine' mi? Bana sorarsanız, me selenin vahameti şuradadır: Gazi M u s t a f a K e m a l 'parantezi' bit kenara bırakılırsa, Türkler devletlerini düşmanlarına karşı fevkal.ı de koruyabiliyorlar da, müttefiklerine karşı koruyamıyorlar. Ya kın tarihimiz, bunun acıklı örnekleriyle dolu; ne dersiniz, biı ikisine göz atalım mı?

238


SİZ BUNA İTTİFAK' MI DİYORSUNUZ?

24 Şubat 1997 Türkçede o atasözü, beyhude söylenmemiştir: 'Ben düşma­ nımın hakkından gelirim, Allah beni d o s t u m d a n korusun!' 2 Ağustos 1 9 1 2 günü gecesi, Boğaziçi'nde, Mısırlı Sadra­ zam S a i t Halim P a ş a n ı n yalısında, Almanya'nın D e r s a a det'teki sefir-i kebiri B a r o n Von VVangenheim ile bir 'İttifak Anlaşması' imzalanmıştı. Garip değil mi, bu anlaşma, hükümete ancak 4 Teşrimi Evvel 1 3 3 0 , yani 17 Ekim 1 9 1 4 tarihinde sunul­ muş ve kabul edilmiştir. O tarihe kadar, gizli tutuluyor. Bilenler belli, başta E n v e r P a ş a , sonra T a l â t B e y ( P a ş a ) ve Mebüsan Meclisi reisi Halil Bey, tabii bir de Sadrazam S a i t Halim P a ş a ! Ünlü 'Maliyeci' Cavit Bey, hatıralarının 10 Temmuz ( 2 3 Temmuz) tarihine şunları kaydetmiştir "...bugün S a d r a z a m ' ı n k o n a ğ ı n a gittim. S a d r a z a m a c e l e bir ş e y l e r yazıyordu. En­ ver, T a l â t ve Halil o r a d a y d ı l a r . Ahvalde bir fevkaladelik hissettim. T a l â t ' t a n sebebini s o r d u m : 'Yemin ettik!' diye­ rek söylemedi. B u s e b e b e h a y r e t ettim, d e r h a l kendisine; Y o k s a A l m a n y a ile ittifak mı e d i y o r s u n u z ? ' dedim. B i r a z s o n r a biz S a d r a z a m ' ı n y a n ı n a girdik. K i m s e y e ifşa e t m e ­ yeceğimize dair y e m i n ettik. H ü k ü m e t a z a l a r ı n d a n sakla­ y a c a ğ ı m ı z a dair y e m i n e t m e k k a d a r s a ç m a , a h m a k ç a bir şey olur m u ? B u A l m a n y a ile O s m a n l ı H ü k ü m e t i a r a s ı n d a bir ittifak m u k a v e l e s i idi. Kemal-i h a y r e t l e dinledim." Daha sonra, Cavit B e y , 'İttifak Sözleşmesinin mahiyeti hakkında diyor ki: " . . . ne Talât'ın, ne Enver'in, ne de Halil'in İmzasına k a r a r verdikleri m u a h e d e n i n m a n a s ı n ı t a m a m e n anlamadıklarını g ö r d ü m . M u a h e d e d e , lehimize hiçbir ş e y 239


m e v c u t olmadığı halde, Almanya için devletin h a y a t ı n ı tehlikeye k o y m a k t a olduğumuzu, hiçbir aklıselimin b u n u kabul e d e m e y e c e ğ i n i söyledim..." Ş e v k e t S ü r e y y a B e y , 'Enver Paşa' başlıklı eserinde, o sözleşmenin hem metnini verir, hem de şu kısa değerlendirmeyi yapar: " . . . g e r ç e k ş u d u r ki, bu a n d l a ş m a t e k taraflı bir a n d l a ş m a d ı r . Çünkü A l m a n y a h a r b e g i r i n c e Türkiye d e d e r h a l h a r b e g i r m e k zorunlulu­ ğundadır. B u n a karşılık Almanya'nın taahhüdü, d ü ş m a n devletler Türkiye'ye saldırırsa, Alman askerinin T ü r k t o p ­ raklarını s a v u n a c a ğ ı d ı r . A m a ne v a r ki, Almanya ile Tür­ kiye sınır k o m ş u s u değildir. Bu s e b e p l e de, bu t a a h h ü d ü n hiçbir fiili kıymeti yoktur." ('Enver Paşa', Cilt II, s. 5 0 9 ve sonrası, Remzi Kitabevi, 1 9 7 1 ) Bu 'muahedenin' neticede Devlet-i Aliyye'nin batmasına, ülkenin parçalanmasına neden olduğunu bilmeyenimiz var mı?

'Gitmek üzere gelmemişler' Almanya, daha ittifak anlaşmasını- imzalarken bizi 'kazıklamıştı', o kadarla kalsa iyi; Berlin'in Osmanlı İmparatorluğu hak­ kında hiç de iyi niyetleri olmadığını, bırakın başkalarını, O s m a n l ı ordusunun subayları bile biliyorlardı; bunlardan birisinin, hem de sonradan tarihimizde önemli roller oynayacak bir kumandanın fi­ kirlerini öğrenmek istemez misiniz: "... Türk-Alman ittifakı içinde b e r a b e r çalıştığımız Al­ manların, Alman i m p a r a t o r l u ğ u m e n f a a t i n e birtakım he­ s a p l a r ı vardı. B i l h a s s a Suriye'de ve Arabistan'da hususi bir politika güdüyorlardı. B i z e yüzümüze karşı söyledikle­ rine g ö r e , E r m e n i l e r e yapılan m u a m e l e d e n s o n d e r e c e kı­ rılmışlardı. Gerçi o n l a r zulüm görmüşlerdi, k ö t ü m u a m e l e görmüşlerdi, Almanlar b u n a üzülüyorlardı a m a , E r m e n i l e r de bize yapmışlardı, bu noktayı hiç h e s a b a k a t m ı y o r l a r d ı . Almanların A r a p l a r a karşı politikaları büsbütün başkaydı, o n l a r a hususi m u a m e l e yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ö l ç ü d e kesin bir 240


zafer kazansaydılar, A l m a n l a r d a n kurtuluş kolay o l m a y a ­ c a k t ı . A ç ı k ç a görülüyordu ki, Türkiye'ye gitmek üzere gel­ memişler!.." ('İnönü'nün Hatıraları', 1. Kitap, s . 1 5 9 , Bilgi Ya­ yınevi, 1 9 9 2 ) İlk Dünya S a v a ş ı n a katılan bütün yüksek rütbeli subayları­ mız, başta Mustafa K e m a l P a ş a , 'müttefikimiz' Almanlardan şikâyetçidir; meraklısı bilir, bir tarihte konu beni o kadar etkilemiş­ ti ki, Almanya ile Avusturya-Macaristan'ın Devlet-i Aliyye üzerinde oynadıkları meşum rolü anlatan, 'Drang N a c h O s t e n / D o ğ u y a Açılış' diye uzun bir şiir yazmıştım, bir yerinde O s m a n ­ lı Ordusunda çalışan S i e b e r P a ş a n ı n dudaklarından şu sözler dökülür: "... s i e b e r p a ş a ' anlatır durur/ bu mülkün' p a r ç a l a n ­ masını içi g ö t ü r m ü y o r / h a h h a h h a h / ne y a p ı p yapıp/ y e k p a r e m u h a f a z a edilmeli 'ymiş/ h a h h a h hah/ bir lokma-yı ş â h â n e ' d e yutabilmesi için/ k a y z e r hazretlerinin!.." ('Elde Var Hüzün', s. 9 2 , 5. Basım, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 7 )

Yürekler Acısı Yürekler acısı bir haldir! Öyle olmasına öyledir de, daha 'Hürriyetin İlani tarihinde, yani 14 Ağustos 1 9 0 8 ' d e , Kont Von Metternich'in, olaya ilişkin raporuna, K a i s e r Wilhelm hangi notu düşmüştür, bilir misiniz? Aynen şunları yazmış: "... ihtilal, P a r i s ya da Londralı jöntürkler t a r a f ı n d a n değil ordu t a r a f ı n d a n ve de Alman subaylar' diye bilinen, Almanya'da eğitim g ö r m ü ş Türk a s k e r l e r i t a r a f ı n d a n ya­ pılmıştır. Tümüyle a s k e r i bir ihtilaldir. H e r şeyi denetim­ leri altına almış subaylar, kesinlikle, Alman dostudur­ lar..." ('Hangi Atatürk', s. 1 9 , 3. Basım, Bilgi Yayınevi, 1 9 9 6 ) Şimdi siz buna 'ittifak' mı diyorsunuz, Allah aşkına!

241


'ATATÜRK PARANTEZİ'

26 Şubat 1997 Türk-Sovyet ilişkileri nasıl başlamıştır, bilir misiniz? Daha doğrusu, ilk teşebbüsün 'Türk tarafından' yapıldığını, duymuşluğunuz var mı? Biraz 'gargaraya getirilmiştir' de, o yüzden sordum. Teşebbüs, Mustafa K e m a l P a ş a tarafından, 26 Nisan 1920'de Moskova'ya gönderilen, bir 'teklifle başlatılmış oluyor. Tarihe dikkat isterim, TBMM'nin açılışından üç gün sonra!.. Bu da her­ halde Gazinin konuya 'atfettiği ehemmiyeti' gösterir. Zaten, işin 'evveliyatını' bilenler için, bunda şaşılacak bir şey de yok: eğer, Gazinin 5 Şubat 1 9 2 0 tarihinde yaptığı ünlü 'durum değerlen­ dirmesini okuduysanız, Müdafaa-i Hukukun işi buraya vardıra­ cağını, çoktan kestirmiş olmanız gerekir. Besbelli Mustafa Ke­ mal, 'teklifin altına 'TBMM Reisi' sıfatıyla imza atmak istiyordu. Öyle de yapmıştır. (Bkz.: 'Türk/Sovyet İlişkileri, S t e f a n o s Yer a s i m o s , s. 1 4 2 - 1 4 6 , ayrıca s. 2 3 2 ve sonra, Gözlem Yayınları, 1979) T ü r k i y e - S S C B dostluğu ve yakınlığı, Gazi ölünceye kadar sürdü. Arada bir 'ittifak' yoktu ama, iki ülke 'emperyalizme karşı mücahedat'ta işbirliği yaptıkları gibi birbirlerine yardım da ediyor­ lardı. Cumhuriyetin 'erken' döneminde, bu ilk 'samimiyet' son de­ rece zor şartlar altında gerçekleşmiş, her iki taraf, B a t d ı emper­ yalizme karşı ortaklaşa tavrı sürdürmekle birlikte, ulusal çıkarlarını korumayı sürdürmüştür. Ne Bolşevikler, Gazi ile dost oldukları için, Türkiye'deki 'bolşevik faaliyetini durdurmuşlardır; ne de Türkiye, M o s k o v a ile arası iyi, Türkiye S S C B ' d e n yardım alı­ yor diye, mesela E n v e r P a ş a n ı n Berlin'e yaptığı gibi, Mosko­ va'yı bağrına basmıştır. 242


Delillerine şöyle bir bakmak istemez misiniz?

İttifak başka,

teslimiyet' b a ş k a ! . .

Prof. R i c h a r d P i p e s son zamanlarda yayımladığı 'Bilinme­ yen Lenin' adlı kitabında, Türkiye ile ilgili olarak onun, Partinin Merkez Komitesi oturumunda şunları dediğini aktarıyor: " . . . Kem a l i s t l e r e güvenmeyin, o n l a r a silah satmayın, t ü m ç a b a ­ lar Türkiye'de ajitasyon faaliyetleri üzerinde yoğunlaştırıl­ m a k ve Türkiye'de güçlü bir S o v y e t partisi kurulmalı." (4 Aralık 1 9 2 0 ) Teferruata girmeye bilmem lüzum var mı? Hepimiz, Anka­ ra'nın Moskova'yla iyi geçinme politikasına rağmen, Anado­ lu'daki komünist 'ajitasyonuna' karşı çıktığını, gerektiğinde yasak­ lar koyduğunu bilmekteyiz; çünkü Gazinin 'istiklal anlayışı' bu­ dur; Lenin, 'Türkiye'ye gönderdiği ilk büyükelçi Aralof Yoldaş'a, Gaziyle ilgili onca övgüsüne rağmen, nasıl 'Sovyet parti­ sinden vazgeçmiyorsa; Gazi de, S S C B ile dostluk ve yakınlaşma, hatta yardıma rağmen, Ankara'nın 'tam bağımsızlığından öyle vazgeçemiyor. T K P 'murahassi O r h a n ( P r o f . S a d r e t t i n Ce­ lâl), nitekim, Komintern'in 4. Kongresinde, E n t e r n a s y o n a l e bundan şikâyetçi oluyordu. "... A n k a r a H ü k ü m e t i n i n , içteki s i y a s e t i n e gelince; bu siyaset, p r o g r a m ı n d a d e m o k r a t i k r e f o r m l a r a yer v e r e n grup, y a d a partilerin, b a ğ ı m s ı z ç a l ı ş m a s ı n ı e n g e l l e m e k ; h e r t ü r l ü muhalefeti, g ü ç t o p l a y ı p s a ğ l a m l a ş m a s ı n a fırsat v e r m e d e n , yok e t m e k v e halkı birtakım s ö z l e r l e aldat­ m a k t a n ibarettir..." ( 2 0 Kasım 1 9 2 0 , 1 7 . oturum) Düşünebiliyor musunuz, T B M M yeni devleti henüz kurabilme telaşında; M u s t a f a K e m a l , devletin 'bülcümran/ığını've 'hâkimi­ yetini' düşünüyor. Bu düşünce ile, Almanya 'ittifakinı müteakip, E n v e r Paşa'nın -daha doğrusu İttihat ve Terakki' 'i/cfidan'nınOsmanlı Silahlı Kuvvetlerinin tamamını, Alman generallerinin 'emrine vermesini' bir mukayese ediniz; 'dost', 'komşu' ya da 243


'müttefik' olmanın, iyi göreceksiniz.

'tam

teslimiyet' anlamına gelmediğini,

daha

Hangisine benziyor?.. Gizli servisler seviyesinde, alttan alta, bu çekişme süredursun; Mustafa K e m a l P a ş a , S S C B ile ilişkilerinin mükemmel ol­ duğunu, uluslararası platformda göstermekten hiç kaçınmıyordu; sözgelişi, S S C B ileri gelenlerinden, Gnl. Frunze'nin A n k a r a zi­ yareti münasebetiyle yaptığı konuşmada, aynen şunları söylemiş­ ti: "... milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyeti ile bir halk idaresidir ve bu t a r z tarz-ı idare, e s a s ı m e ş v e r e t o l a n ş û r a idaresinden b a ş k a bir ş e y değildir. R u s l a r b u n a 'Sovyet idaresi' derler. Türkiye'deki bu tebeddül şekilde de­ ğil, milletimizin zihniyetinde görülmektedir. Bu d e v r e ka­ d a r ifade o l u n m a y a n akideler, mana-yı şâmili ile t e b a r ü z eylemiştir. Sahib-i s a y a o l m a y a n l a r i n s a n d a n a d d o l u n m a ­ mak, hakk-ı s a y a istinat e t t i r m e k akide-i asliyesi nazar-ı itibare alındı...'' "... Türkiye bu mahiyetini takdir, tasdik etmek, Türki­ ye halkının mevcudiyetini, istiklal ve s a a d e t i n i ciddi ola­ r a k a r z u eylemektir. Bu arzu-yu samimiyi ilk defa R u s l a r g ö s t e r m i ş t i r . Rusların bu a r z u s u F r u n z e a r k a d a ş ı m ı z ı n dediği gibi k â ğ ı t t a değil, kalp ve vicdandadır. B u g ü n im­ z a l a n a n m u a h e d e r e s m i bir şekildir. B u n u n k â ğ ı t üzerinde bulunması haiz-i e h e m m i y e t değildir. F a k a t bu m u a h e d e R u s y a ve Türkiye a r a s ı n d a m e v c u t büyük samimiyetin ve d o s t l u ğ u n teyidini ilana vesile teşkil e d e c e ğ i n d e n mühim­ dir..." ('Hakimiyet-i Milliye', 4 Ocak 1 9 2 2 ) Antiemperyalist iki 'güç' arasındaki bu diyalektiği, Mustafa K e m a l de, Vladimir İliç de çok iyi anlamışlardı; o yüzden, Türk i y e - S S C B ilişkileri, her ikisinin ölümüne kadar gayet iyi yürüdü. Gazi'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni -dostu da olsa- S S C B ' n e kar­ şı 'bağımsız' tutmaktaki çaba ve ısrarının, ne gibi bir anlam ifade 244


ettiğini; bugün, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, çok daha iyi anlamaktayız. Türkiye'nin, 1950'den sonra 'sistem'le arasında geliştirdiği 'ittifak' sizce hangisine benziyor? E n v e r P a ş a n ı n Kayzer'le olan 'ittifakına mı, Mustafa Kemal'in Lenin'le yaptığına mı?

245


'ATATÜRK PARANTEZİ'NDEN ÇIKMAK

28 Şubat 1997 Gazi öldükten sonra, Ankara, İngiltere-Fransa ('sistem') ile 'ittifak anlaşması' imzaladığı halde; İkinci Dünya S a v a ­ şındaki 'resmi' dış politikası 'silahlı tarafsızlık' olmuştu. Sahiden tarafsız mıydı, o ayrı konu: Berlin'le, yenilecek SSCB'nin 'Türle' cumhuriyetleri üzerinde, el altından pazarlıklara girdiği, III. Reich çöktükten sonra meydana çıkmıştır. Meraklısı S S C B Dışişleri Ba­ kanlığının yayımladığı, bu konudaki gizli Nazi yazışmalarına, bir göz atabilir. Şayan-ı ibrettir. ('Alman Dışişleri Dairesi Belgeleri/ Türkiye'deki Alman Politikası/1941-1943', Havass Yayınları, 1 9 7 7 , İstanbul) Savaş sonrasında, M o s k o v a -muhtemelen bu pazarlıkları öğ­ rendiği için- Ankara'dan Boğazlar'da üs istemiş, üç Sovyet Gür­ cü profesör, üç Doğu ilimiz (eski elviye-i selase) üzerinde hak iddia etmiştir. Bu kadarı yeter! Türkiye Cumuhriyeti'nin, 'silahlı ta­ rafsızlıktan, ' s i s t e m e kaymasına, bu neden olmuştur. Stalinci, 'yayı/macı/ığın' açık yanlışı, elbette göze batıyor; sonradan bu, te­ lafi edilmek de istenmiştir, ama kendisini birdenbire Avrupa'da Gnl. F r a n c o ve S a l a z a r ile birlikte, yalnız ve 'dışlanmış' hisse­ den İsmet P a ş a , ne 'pahasına olursa oIsun' Atlantik B e y a n n a ­ mesini imzalamak istiyordu. Aslında bu 'paha', göze alınamayacak kadar ağır olacaktı: 'so­ ğuk savaş', s i s t e m e tutsaklık; ve bunların getireceği 'kirlilik'! Türkiye,

Atatürk

'parantezinden' çıkmıştı.

246


İpi eliyle b o y n u n a g e ç i r m e k ! . . B a ş b a k a n P e k e r , daha Nisan 1 9 4 7 ' d e 'kapısını yapmıştı'. Demişti ki: "Amerika'yla d o s t olmak, Rusya'nın d ü ş m a n ı ha­ line gelmek değildir", A B D Başkanı Truman, 'havuç uzat­ makta' gecikmeyecekti: " . . . Türkiye ve Yunanistan'a, y a b a n c ı baskısına k a r ş ı t a m a m i y e t l e r i n e m u h a f a z a için yardım et­ meliyiz." Tuhaf tesadüf, iki ay sonra 'Son S a a t ' gazetesinde, B a h a d ı r Dülgerin yazısı çıkıyor; başlığı, aynen şudur: "Komü­ nistliği Tasfiye İçin Bir K a n u n İsteriz". Yazılan ise şu: "... b i r ç o k s a h a l a r d a kendilerinden ö r n e k aldığımız, Amerikalılar ve ( H a r o l d ) L a s k y gibi bir p r o f e s ö r ü komü­ nist olduğu için üniversitelerinden tasfiye e d e n İngilizler, bu s a h a d a bize ö r n e k o l a m a z l a r mı?" (11 Nisan 1 9 4 8 ) Hiç olamaz olurlar mı? O günleri yaşamış olanlar, Ankara'da yaşanan 'Solcu Profesörler' tartışma ve gösterilerini; Niyazi B e r kes, P e r t e v Naili B o r a t a v, B e h i c e B o r a n ve Adnan C e m gil'in başına gelenleri hatırlayacaklardır; tam da o sıralarda Türkiye-ABD ekonomi anlaşması imzalanmıştır; A B D askeri, iktisa­ di heyetleri, Ankara'ya vızır vızır gelip gidiyor, çok geçmeden, muhalefet lideri M e n d e r e s , İzmir'deki ünlü konuşmasında, önemli bir adım daha atıp, P e k e r ' e adeta 'koltuk çıkacaktır': "... A m e r i k a ve Rusya'nın önderlik ettikleri iki ayrı blokun o r t a s ı n d a kalmak, h e r ülke için h a t a l ı bir yoldur. (Şimdi şuraya dikkat!) 'Milli ve bağımsız' diye adlandırılan dış siyaset, B i r l e ş m i ş Milletler'deki d e m o k r a s i anlayışından u z a k l a ş m a k demektir". (27 Ağustos 1 9 4 8 ) Böylece, Türkiye, Gazi M u s t a f a Kemal'in 'milli ve bağımsız' dış politikasından, ik­ tidarı ve muhalefetiyle uzaklaştığını 'resmen' açıklamış olur; halbu­ ki, o günlerde, C u m h u r i y e t gazetesi, 'İngiliz kaynaklarına at­ fen' şöyle bir haber yayımlamıştır: "... M o s k o v a , Ankara'dan A B D liderliğinde t e s i s i d ü ş ü n ü l e n Akdeniz P a k t ı h a k k ı n d a bilgi istiyor; S S C B ' n i n , iki ülke a r a s ı n d a k i gerilimi düşür­ m e k için, Türkiye'ye bir 'Saldırmazlık Paktı' ö n e r m e y e ha­ zırlandığı ileri sürülüyor." M o s k o v a , geç kalmıştır: A B D , yardımı artırır, Akdeniz 247


Paktı konusunu Dışişleri Bakanı S a d a k l a görüşmeye hazır oldu­ ğunu bildirir; buna karşılık, Ankara, yeni kurulmuş olan İsrail devletini 'resmen' tanır (28 Mart 1 9 4 8 ) . Oysa yıl sonuna doğru Marshall Y a r d ı m ı yöneticisi Averell Harriman, kelimesi keli­ mesine şunları söyleyecektir: "... Türkiye'nin tabii kaynakları­ nın gelişmesi, yalnız kendisi için değil, bütün Avrupa ve Amerika için de büyük ö n e m i haizdir". Başka bir deyişle, ABD'nin ('sistemin) Türkiye ile yeniden ilgilenmeye başlaması­ nın, münhasıran stratejik nedenlere bağlı olmadığı böylece açık­ lanmış olacaktır. Ankara, Birinci Dünya S a v a ş ı öncesinde E n v e r P a ­ ş a n ı n , D e r s a a d e t ' t e Almanya'ya yaptığı 'kıyağı' yapıyor; ipi eliyle boğazına geçiriyordu.

A c a b a n e diyor? Atlantik B e y a n n a m e s i , 4 Nisan 1949'da imzalandı. Dışiş­ leri Bakanı Necmettin S a d a k , üç gün önce, şöyle demişti: "...dünyanın bugünkü ş a r t l a r ı içinde, silahlı' ve 'silahsız' bir tarafsızlığa akıl e r d i r m e k g ü ç t ü r . " (Cumhuriyet, 1 Nisan 1949) İkinci Dünya S a v a ş ı gibi bir badireden, Türkiye'nin burnu­ nun kanamadan çıkmasını sağlayan 'silahlı tarafsızlığın', 'soğuk savaş' gibi yoğunluğu çok daha düşük ve kansız bir süreçte, ne­ den işe yarayamayacağını, o gün bugündür, ben anlayabilmiş deği­ lim. N e c m e t t i n Bey, ülkesinin o imza sonucunda, bugün içinde debelendiği pisliğe bulaşmış olacağını bilseydi, acaba böyle diyebi­ lir miydi? D e m o k r a t P a r t i iktidarının 'Türkiye'yi küçük bir Amerika yapma hayali o kadar güçlüydü ki,. M e n d e r e s Kabinesi -biraz da S a i t Halim P a ş a n ı n 1 9 1 4 ' t e yaptığını yaparak- Türkiye'yi TBMM'ne sormadan K o r e S a v a ş ı n a sürüklemekten çekinme­ mişti; amaç, NATO'ya girebilmekti; Kızılordu, yarın saldıracak­ mış gibi korkuluyor; en geniş tevkifatta bile yüz elli civarında üyesi ancak çıkabilen Türkiye'deki komünist hareketi, paranoya merte248


besinde abartılıyordu. Kızılordu, Türkiye'ye asla saldırmadı, bu bir gerçek; ama S S C B dağıldığı halde, ülkemizdeki NATO (aslın­ da Amerikan) üslerini ve Çekiç Güç'ü, içimizden söküp atabiliyor muyuz? İ s m e t P a ş a , öbür tarafta, 'Hatıra/ar'ının devamını, S a b a ­ hattin Selek'e yazdırıyorsa, bu bahiste acaba şöyle mi diyordur: "... Amerikalılar, h a k i k a t t e g i t m e k niyetiyle gelmemişler­ di!..

249


mart '97 boynuna sarıldığım yılanlar


ASIL 'SİLAHSIZ KUVVET' İŞÇİLER, AMA.

3 Mart 1997 Hava yanlış: ilkbahar güneşi, camlardan gökkuşağı renkleri çoğaltıyor; oysa soğuk, diri ve çıplak! Dalgın bir sabah, Harbîye'den T a k s i m e yürüyor, hanidir içimsıra geliştirdiğim o tartış­ mayı, sürdürüyorum. Sanırım, size de açmıştım: Türkiye'de sosyalist sol -tabii, iş­ çiler de- doğru dürüst bir 'demokrasi modeli' oluşturamamıştır; ya surdan burdan (SSCB'den, Çin'den) ödünç alır; ya da maale­ sef kuyruğuna takıldığı 'merkez s o l ü n 'modelini' benimser. Siya­ set arenasında, sosyalistlerin oldum bittim 'gürültüye gitmesi', maruz kaldıkları şiddetli siyasi baskı kadar; bu kendilerini ve gele­ cek projeksiyonlarını, bir türlü somut olarak tanımlayamamaktan; dolayısıyla, halka anlatamamaktan ileri gelmektedir. Son günlerde, olayın elle tutulabilir, bir kanıtını yaşamakta­ yız: 'Refahyol' iktidarı, yerine iyice ısındığından, bu itibarla yer­ leştiği intibaını verdiğinden midir nedir; yeniden aynı üçgen içine düştük: Silahlı Kuvvetler, Siyasi İktidar, Meclis; ya da askeri müda­ hale olacak mı, olmayacak mı, ne olacak; nihayet, şeriat mı, dar­ be mi, demokrasi mi? Benim son derece ilginç bulduğum, bu ara­ da Genelkurmay'dan 'media'ya intikal eden, o söz: " B u defa da işi, Silahsız Kuvvetler halletsin!" Günlerden beri, bu söz­ lerin gerçek muhtevası içinde değerlendirilmesini bekliyordum, Doğu Perinçek'in Cumhuriyet'deki konuşmasından başka, dişe dokunur bir söze rastlayamadım. Söz oraya gelecek ya, biraz dolaşacağız.

253


Eylem, 'shovv'a d ö n ü ş m e m e l i ! . . Lincoln'un 'demokrasi' tarifi meşhur: " H a l k ı n , h a l k t a r a ­ fından h a l k için y ö n e t i l m e s i " ; Gazi M u s t a f a Kemal'in 20'li yıllardaki tarifi de buna benzer, "Teşkilat, b a ş t a n b a ş a h a l k ı n t e ş k i l a t ı o l a c a k t ı r " demişti, handiyse 'özyönetim'! Yaşadığımız toplum bu mudur? Ne gezer! Yıllar yılı, halkın inisiyatifine bırakıl­ mış görünen 'sivil toplum' örgütleri bile, bizde 'siyasi iktidarlar' tarafından yönlendirilmişlerdir. Bazı serbest meslek kuruluşları, fe­ minist dernekler çevreciler vs, yeni yeni seslerini yükseltmeye ça­ balıyorlar; onların önemli bir kısmının da arkasında, ne yazık ki, iktidardaki partilerden daha az 'totaliter' ruhlu olmayan, birtakım siyasi örgütlerin mevcudiyeti hissediliyor; yine de, halktan birileri­ nin, halk adına sesini duyurmak istemesi, özlediğimiz bir şey! . 'Silahsız Kuvvetler' tabirinden, m e d i a , açık bir şekilde 'sivil toplum' kuruluşları anlamını çıkardı; yani toplum, barolar, mü­ hendis ve mimar odaları, kadın ve gençlik örgütleri devreye gire­ cek; toplumun üzerine oturduğu cumhuriyetten, gerçekte, M ü d a faa-i H u k u k ve Misâk-ı Milli prensiplerinden, iktidarın, ülkeyi saptırmasını engelleyecek! Pekâlâ, pek güzel, pek münasip! Hani yapmıyor da değiller: yer yer, açık oturumlar tertipleniyor, panel­ lerde tartışılıyor; açık hava toplantıları yapıldı, hatta yürüyüşler fi­ lan! Bir de şu, 'sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık' kam­ panyası! İyi hoş da, 'tepkinin' daha çok büyük şehirlerde, belirli çevrelerde -daha çok aydınların etrafında- olup bittiğinin farkında mısınız? Üstelik, Amerikanlaşmış mıyız neyiz, her eylem nedense 'shou/'a dönüşüyor; hiç kimse de 'show'ların insanları daha çok 'eğlendirdiğini', çok da 'düşündürmediğini' düşünmüyor. Gözden kaçan önemli nokta acaba şu mudur? Refahyol, şe­ riat ve sanat tartışmalarının dışında, özellikle dar ve sınırlı geliri olan aileleri etkileyecek, somut önlemler getirmektedir: IMF ve D ü n y a B a n k a s ı n ı n korkusuyla, ' m e r k e z s a ğ / m e r k e z sol'un hanidir uygulamaktan kaçındığı, taban fiyatlarını yükseltmek; hele polise, askere ve memura zam yapmak; gösterilerle sonuç alabile­ ceğini zanneden hayalperest aydınlarımızın, hesaplayamayacağı ölçüde etkili olabilecek önlemlerdir. 254


B u n a karşı 'yaptırım' g ü c ü v e 'etkisi' olabilecek t e k 'silahsız kuvvet', bildiğim kadarıyla işçiler ve işçi sendika­ larıdır, a m a işin hazin ve g a r i p tarafı o d u r ki, o n l a r , ne 'silahsız kuvvetlerin' kendileri olabileceklerini düşünebili­ yorlar; ne de o g ü n d e n bugüne, k a p s a m l ı ve etkili bir ey­ lem p r o g r a m ı o r t a y a koydular. Şimdi sıra geldi Perinçek'in söylediklerine!

Siyasi iktisadın verdiği d e r s . . . Diyor ki D o ğ u P e r i n ç e k : " . . . geldiğimiz yer, ya h e r şe­ yi k a y b e t m e k ya da d e m o k r a s i y i k a z a n m a k . Halk için bü­ yük bir fırsat dönemini y a ş ı y o r u z . H ü k ü m e t ç o k zayıf. İş­ çi sınıfının, k a m u emekçilerinin, e s n a f ve z e n a a t k â r ı n , h e p birlikte y a p a c a ğ ı bir genel g r e v için koşullar ç o k el­ verişli. B ö y l e bir eylem bütün c u m h u r i y e t güçlerinin des­ teğini a l a c a k t ı r . B ö y l e c e h e m Türkiye, b u h ü k ü m e t t e n kurtarılabilir, h e m de ö z e l l e ş t i r m e y e k a r ş ı önemli mevzi­ ler kazanılabilir. Ş a l t e r i indirmenin t a m z a m a n ı ! " D o ğ u P e r i n ç e k , 'Silahsız Kuvvetlerin en 'vurucu gücü­ nü' harekete geçirmenin, 'Silahlı Kuvvetlerin müdahalesine ge­ rek bırakmadan, Cumhuriyet'i de, onun üzerine yaslandığı Müdafaa-i Hukuk ve Misâk-ı Milli prensiplerini de düze çıkaraca­ ğına inanıyor. Tarihin ve siyasi iktisadın verdiği ders budur. Acaba bu dersi, sendikalarımız da, onların yöneticileri de; Mütareke'de grev üstüne grev koyup, 'sistem'in 'İşgal Kuvvetlerine kök sök­ türen, İstanbul T r a m v a y İşçileri kadar anlayabilmişler midir?

255


'YABANCI DİLLE ÖĞRETİM'E 'DOĞRU' BAKMAK!.

5 Mart 1997 O sıra M ü m t a z da (Soysal), ben de, Milliyet'te yazıyorduk, hiç unutmam, bir öğle sonu, istihbarat salonunun gündelik dağda­ ğası içinde (sürekli telefon zilleri, birbiri ardınca girip çıkanlar) kar­ şılaştık: o Ankara'dan gelmişti, ben artık İstanbul'daydım, konu­ şacak şeyler birikmiş, bir kenara çekilip söyleşiyoruz: galiba o gün­ ler TRT'ye bir dizi hazırladığımız günlerdi, biraz onu anlattım: sonra nasılsa konu, yazıp çizdiklerimize intikal etti; M ü m t a z , her zamanki gülümser ciddiyetiyle, dedi ki: " - . . . D e v l e t liselerindeki y a b a n c ı dille ö ğ r e t i m i e l e ş t i r i y o r s u n , ö n e m l i b i r k o n u , b e n b i r a z k u r c a l a d ı m , s ö m ü r g e o l m a y a n hiçbir ü l k e d e böyle bir u y g u l a m a yok, s a n ı r ı m b e n d e bir ş e y l e r yazaca­ ğ ı m ! " Yazdı da! Şimdi, iki taraflı, bir 'yabancı dille öğretim1 pa­ tırtısı koparılıyor ya, birden o günü hatırladım. İkimiz de haklıydık. Ben handiyse çeyrek yüzyıldır, sorunu ıs­ rarla deşiyorum, çünkü eğitim ve öğretim, bir devletin hükümran­ lık hakları çerçevesinde ele alınmalıdır, yani 'hâkimiyet' haklarına dahildir; onun içindir ki L a u s a n n e K o n f e r a n s ı n d a Türkiye, Osmanlı'nın dört bucağını hamamböcekleri gibi sarmış misyoner okullarını istemediğini açıkça söylemiş, hepsini sınırları, dışına ata madıysa da, ülkedeki varlıklarını önemsiz bir sayıya indirgemişti. Hal. böyleyken, günün birinde cumhuriyet hükümetlerinin, 'hâki miyet'e ait böyle bir alanda, sadece iktidar olarak tasarrufta bulun ması, aslında haddini aşması demekti ya, bu had aşılmış, yalnız özel kolejlerde değil, devlet liselerinde de yabancı dille tedrisat uy gulamasına geçilmişti. Şimdi tartışılmakta olan, öğretimin eskiden olduğu gibi, devle 256


tin 'resmi' diliyle yapılıp yapılamayacağı!.. Bence, yalnız bu kadarı bile, içine düştüğümüz yürekler acısı halin bir görüntüsüdür: Müdafaa-i Hukukun, Mustafa Kemal'in Türkiye'sinde, devletin başka bir devletin 'resmi' diliyle öğretim yapması savunuluyor. Na­ sıl mı, bakın nasıl!

Türkler a d a m o l m u y o r ki!.. Mumaileyh hem doktor, hem profesör, koskoca öğretim üye­ si; ondan iyi mi bileceğiz, mütebessim ve mülehham diyor ki: "...öğretimin a m a c ı devlete millete y a r a r l ı i n s a n ye­ t i ş t i r m e k değildir; d ü n y a y a açık, m e s l e k sahibi, kendine yararlı unsurlar yetiştirmektir..." "...bizde bakanlığın adı bile yanlış, Milli E ğ i t i m B a ­ kanlığı. E v r e n s e l l e ş m i ş d ü n y a d a bu o l m a z . L i s e l e r d e t a r i h dersinin adını Milli Tarih, c o ğ r a f y a dersinin adını Milli C o ğ r a f y a yaptılar " "...büyük ç o ğ u n l u k ö z e l üniversitelerde p a r a l ı eğiti­ me k a r ş ı , o y s a paralı eğitim haksız bir ş e y değil. Türki­ ye'nin bugünkü koşullarında b e d a v a eğitim haksızlıktır." Gördünüz mü 'çağdaş' yani '/cüresel/eşmiş' öğretim üyesini? Peki, bu iş nasıl olacak diyecek olursanız, mumaileyhin cevabı ha­ zır, diyor ki: " . . . L a u s a n n e t a r t ı ş m a y a açılmalı, ingiltere ve Ameri­ k a ' d a n b u s e k t ö r e yatırım y a p m a k isteyen ç o k çıkar. Bun­ lar i ş a d a m ı , m i s y o n e r ya da din a d a m ı olabilir. Hiç ö n e m ­ li değil. Çünkü m i s y o n e r l e r ve din a d a m l a r ı Türkiye'nin ö ğ r e t i m h a y a t ı n a önemli k a t k ı l a r d a bulundular..." (Yeni Yüzyıl, 17 Şubat 1 9 9 7 ) Öğrencilerinin kötü olduğunu, mesela tarih bilmediklerini söyleyen bu 'hoca'; bu türden iddialar ortaya atabildiğine göre, herhalde kendisi de pek tarihten haberdar değil; çünkü olsaydı, şimdi 'yumurtladığı' çözümü, M ütareken in karanlık yıllarında, isabetle buyurduğu gibi bir Amerikalı, açıkça ortaya atmıştı. Ger­ çekten de, o tarihte Türkiye'de bulunan Amerikan Yardım Heyeti 257


Başkanı B n b . Arnold, Türkiye'nin ABD 'mandası' altına alın­ ması konusuna değinirken demişti ki: " . . . A m e r i k a , insaniyet d u y g u l a r ı ile Türkiye'yi m a n d a a l t ı n a a l m a y ı k a b u l e d e c e k t i r . Rumeli v e A n a d o l u Türki­ ye'sini, m e d e n i h a l e g e t i r m e k için, 1 0 0 . 0 0 0 Amerikalı ki­ fayet e d e r . . . " (İstiklal Harbi Gazetesi, O . S . C o ş a r , 23. Ağustos 1919) Türkler adam olur mu? Bilindiği üzere, 'milleti a n c a k mille­ t i n azm-ü k a r a r ı k u r t a r a c a k t ı r ' diye topyekûn ayağa kalkmış­ lar, 'medeniyetten' kendilerini mahrum ederek, L a u s a n n e An­ l a ş m a s ı n a ulaşmışlardı. Mumaileyh, işte bu 'tarihi' yanlışı düzelti­ yor, onun için de açıkça diyor ki: " . . . T ü r k i y e , b i r a z p a r a n o y a k t o p l u m v e d e v l e t . Bizde bir k o r k u v a r . L a u s a n n e ' ı d e l e r s e k , b i l m e m n e o l u r ? Yet­ m i ş b e ş s e n e g e ç m i ş , L a u s a n n e ' ı belli m a d d e l e r d e t a r t ı ş ­ m a y a a ç a b i l i r i z . " (Yeni Yüzyıl, 17 Şubat 1997) Yapılacak şey ortada, elbirliğiyle L a u s a n n e ' ı deleceğiz, o de­ likten ' A n a d o l u ve Rumeli'ye ' i ş a d a m ı , m i s y o n e r ya da din a d a m ı ' 1 0 0 . 0 0 0 Amerikalı girecek, efendime söyleyeyim, hâlâ 'barbar' kalmış Türkleri ' m e d e n i ' h a l e g e t i r e c e k ; çünkü baksa­ nıza 'hoca' da diyor, öğrencilerimiz de hiç Amerikalı öğrencilere benzemiyorlarmış: " . . . ç o c u k l a r d a bıkkınlık var, A m e r i k a ' d a ö ğ r e n c i l e r 'Yaşam b e n d e n k o r k ' d e r c e s i n e k e p l e r i n i fırlatırlar. Bizim ö ğ r e n c i k e n d i n i fatih gibi g ö r m ü y o r . P o r s u m u ş bir şekil­ d e , ne o l a c a ğ ı m k o r k u s u y l a üniversiteyi b i t i r i y o r . " (Aynı gazete)

Mal m e y d a n d a ! . . Elinizi kalbinize koyup da öyle söyleyin: Allah aşkına, bu ka­ fadaki bir 'hocayla, Türk öğrencisinin diri ve dik olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Adamın en başta kendi tarihine, kendi ülkesine, kendi halkına güveni ve saygısı yok! Yabancı dille öğretimin, mü­ kemmel sonuç vereceğini iddia ederken, onların 'devlete ve mille258


te' değil, 'kendilerine' yaradı olacaklarını söylüyor. Hani haksız da sayılmaz!,Son on yıl içinde, 'ecnebi' okullarda, ya da 'ecnebi' dille öğretim görmüş, 'parlak' iktisatçı, eğitimci, bankacı ve benze­ ri zevattan; sadece -ve sadece- kendi yararlarını düşünen, az mı adam, -bu arada- birkaç da kadın çıktı? Ama ne kadın! Bu son derece gösterişli ve inandırıcı (!) kanıtlarla, 'ecnebi' okulları ve 'ecnebi' dille öğretimi savunan mumaileyh de; bence, neden dolayı bu okulların da, bu türden öğretimin de, karşısında olmamız gerektiğini, pek güzel gösteriyor. Çünkü o da bu türden okullarda, bu türden bir eğitim görmüş. Mal meydanda! E c n e b i dille ö ğ r e t i m , bir p a r t i s o r u n u değildir. B i r ik­ t i d a r s o r u n u da değildir. Bu bir hâkimiyet s o r u n u d u r : devletin t e m e l t a ş l a r ı n d a n birini ilgilendirir. Tavır alınır­ ken, bu nokta, a s l a gözden ırak tutulmamalı. Ayrıca, üçün­ cü ülkelerde 'ecnebi dille' öğretimi yaymak, 'sistem'in 'kültürsüzleştirme' politikasının, önemli bir silahıdır ki, onun üzerinde de biraz oyalanacağız.

259


BİR BİLENE SORALIM.

7 Mart 1997 Bir ' k ü r e s e l l e ş m e ' lafıdır sürüp gidiyor, üstünde kimsenin durmadığı boyutu odur ki, ' k ü r e s e l l e ş m e ' aynı zamanda uluslara­ rası bir ' k ü l t ü r s ü z l e ş t i r m e ' sürecidir; ve 'Yeni D ü n y a D ü z e n i ' , onu, ' s ö m ü r g e l e ş t i r m e ' d e n (colonialisme) devralmıştır; ikisi de 'emperyalizmin' günümüzün koşullarına uyarlanmış, yeni ve başka bir 'uygulanışından' ibarettir. 'Küreselleşme'nin bir ülkeyi zamanla nasıl ulusal kültürün­ den 'boşalttığını', hanidir içinde yaşayarak görmekteyiz: Türki­ ye'de önce liseler bozuldu, Türkçe kesinlikle üvey evlat muamelesi görüyor; Klasik Türk Edebiyatı ve Musikisi çoktan dışlanmıştır; Modern Türk Edebiyatı hızla 'post-modernleştiriliyor'; Türk Sine­ ması, sizlere ömür; bir beyazperde bulabilmesi, sinemaları ' k ü r e s e l l e ş t i r m i ş ' olan 'ecnebi' tekellerin iznine ve müsamahasına bağlı. O yüzden, ' k ü l t ü r s ü z l e ş t i r m e ' belasını, size bir bilenin kale­ minden -bir kere daha- aktarmayı uygun gördüm, bu açıklama, si­ yasetçi, kültür ve ilim adamı nice ' k ü r e s e l l e ş m i ş ' aydınımızın, davranış ve konuşmasındaki 'dürtüyü' gözler önüne pek güzel ser­ mektedir.

'İki t e m e l ırkçı d ü ş ü n c e . . . ' " . . . k ü l t ü r s ü z l e ş m e , bir g r u b u n , d i ğ e r bir k ü l t ü r l e iliş­ kisi s o n u c u , k e n d i k ü l t ü r ü n ü d e ğ i ş t i r m e s i , h a t t a b ü t ü n ü y ­ l e k a y b e t m e s i olayıdır. Azgelişmiş ü l k e l e r i n ş e h i r e k o n o 260


nüleri, h a y a t biçimleri bakımından, ülkenin g e r i k a l a n kısmına y a b a n c ı d ı r l a r . Batılılar, film, reklamcılık, eğitim ve y a b a n c ı l a r ı n varlığı yoluyla, şehir halkı üzerinde e g e ­ menlik k u r a r l a r . Ş e h i r g e n i ş ö l ç ü d e 'kültürsüzleşmiş' bir topluluktur..." " . . . s ö m ü r ü c ü , yerli halkın, m e t r o p o l d e k i s ö m ü r g e c i h a l k a b e n z e m e s i a m a c ı y l a , eski a n l a y ı ş v e k u r u l u ş l a r a , yeni bir biçim v e r m e y e çalışır. A m a yerlileri, a ş a ğ ı bir d ü z e y d e t u t a r a k , t a m bir benzerlikten, kesinlikle kaçınır. Bu politika iki t e m e l ırkçı d ü ş ü n c e ü z e r i n e kurul­ m u ş t u r ; bu d ü ş ü n c e l e r e g ö r e , 1/ Hiçbir i n s a n için, bir Avrupalıya b e n z e m e k t e n d a h a güzel bir ş e y o l a m a y a c a ğ ı için Afrika, A s y a ve L a t i n A m e r i k a halkına B a t ı uygarlığı a k t a r ı l m a l ı d ı r . 2 / Hiçbir uygarlık, A v r u p a u y g a r l ı ğ ı n d a n ü s t ü n değildir. B u a r a d a yerlinin d a i m a a ş a ğ ı l ı k bir var­ lık o l d u ğ u n a , hiçbir z a m a n d ü z e l m e y e c e ğ i n e inanılmak­ tadır..." " . . . e k o n o m i k v e politik e g e m e n l i ğ i n ö t e s i n d e s ö ­ mürgecilik, ü ç ü n c ü d ü n y a halkının kişiliğini derinliğine h e d e f a l a n , g e n i ş bir beyin y ı k a m a kalkışımı o l m a k t a d ı r . Sömürgeleşmiş ülke, sömürgeciyi taklit etmesine inandırılmak i s t e n m e k t e d i r . S ö m ü r g e halkının s a n a t ı , felsefesi ve dini i n k â r e d i l m e k t e , g i d e r e k kişiliği yok edilmektedir. E n d ü s t r i uygarlığı, a z g e l i ş m i ş ülkelere, kendi d e ğ e r v e k a r ş ı t d e ğ e r l e r i n i d e a k t a r m a k t a d ı r . Ger­ ç e k t e n de. bu d e ğ e r , bu k a r ş ı t d e ğ e r l e r , ç o ğ u n l u k , zengin ülkenin y ö n e t t i ğ i kitle h a b e r l e ş m e (büyük basın, r a d y o , s i n e m a , televizyon, reklamcılık) v a s ı t a l a r ı y l a iyice yayıl­ mıştır...". " . . . B u sosyo-kültürel d a r b e , şüphesiz, ü ç ü n c ü dünya a y a k l a n m a s ı n ı n , niçin h e r ş e y d e n ö n c e 'milliyetçi' bir a y a k l a n m a olduğunu a ç ı k l a y a n olgudur. E g e m e n l i k v e ba­ ğımsızlık haklarının a r a n m a s ı , ş ü p h e s i z bir kendi kendini k a n ı t l a m a , kişiliğini yeniden y a r a t m a v e k e n d i n e yeniden kimlik k a z a n d ı r m a ç a b a l a r ı n ı ifade e d e r . Y i n e de ü ç ü n c ü d ü n y a ülkelerinde bir s a r s ı n t ı o l m u ş t u r ; bağımsızlık elde 261


edildiği z a m a n bile, özellikle k ü l t ü r a l a n ı n d a , s ö m ü r g e c i ­ nin taklit e d i l m e s i s ü r e g e l i r . Ö r n e ğ i n F r a n s ı z sömürgecili­ ği, F r a n s ı z dilinin k o r u n m a s ı için g e r e k e n i n ç o k ö t e s i n d e v e bağımsızlığın e l d e e d i l m e s i n d e n s o n r a d a d e v a m e d e r . Y ö n e t i m s i s t e m i , eski m e t r o p o l l e r e g ö r e biçimlendiğin­ d e n , yeni k o ş u l l a r a u y m a ç a b a l a r ı e n g e l l e n i r . . . " " . . . Battlı t ü k e t i m m o d e l l e r i n i n y a r a t t ı ğ ı g ö s t e r i ş etki­ leriyle, reklamcılığın az ç o k bilinçli k u r b a n l a r ı o l a n ; ve e n d ü s t r i y e l t o p l u m y a r a r l a r ı n ı n , Batılı h a y a t biçimleriyle karıştığı bir uygarlığa k a v u ş m a t u t k u s u içinde b u l u n a n , ü ç ü n c ü d ü n y a n ı n ayrıcalıklı (seçkin) azınlıkları, ç o ğ u n l u k ş ı m a r ı k ç o c u k l a r ı n aşırılık ve gösterişçilikleriyle, g ö n ü l l ü o l a r a k ' A m e r i k a n H a y a t Biçimi'ni b e n i m s e r l e r . B u ü l k e l e r ' de t e r g a l d e n Batılı giysisi, p a m u k l u l a r ı n u l u s a l yerini al­ mıştır. D a h a s o n r a aşçılar, A v r u p a y e m e k l e r i n i ö ğ r e n m e k zorunda kalacaklardır..." " . . . g e l e c e k t e k i k a d r o l a r ı n , y a b a n c ı ü l k e l e r e yollan­ malarına gelince, bu da söz k o n u s u kadroların, anavatan­ l a r ı n d a ç ö z m e l e r i g e r e k e n s o r u n l a r l a u z l a ş m a y a n bir eği­ t i m d e n g e ç m e l e r i n e yol a ç a r . Y a b a n c ı ü l k e l e r d e yetiştiril­ m e , ç o ğ u n l u k l a , yararlı o l m a k t a n çok, z a r a r l ı d ı r . B u sa­ k ı n c a l a r , g e l e c e k t e k i y ü k s e k e l e m a n l a r ı n , çeşitli dış ülke­ l e r d e yetiştirilmesi h a l i n d e , d a h a d a b ü y ü r . Eğitimin çeşit­ liliği, ç o ğ u n l u k , e y l e m d e a n l a ş m a ve u z l a ş m a y ı engel­ ler..."

B u k a d a r ı bile y e t e r ! . . Hayır efendim, bu satırları ben yazmadım; 70'li yılların sonu­ na doğru okuduğum, o gün bugün sırası düştükçe atıfta bulundu­ ğum, bir kitaptan aldım. Kitabın yazarı, J . M . Albertini, kitabın adı 'Azgelişmişliğin M e k a n i z m a s ı ' (May Yayınları, 1974). As­ lında ' k ü r e s e l l e ş m e ' ile ' s ö m ü r g e l e ş m e ' arasındaki ilginç ben­ zerliği ve beraberliği iyice anlamak için elbette tamamını okumak lazım. 262


Ancak, bu kadarı bile, o mütebessim ve mülehham profesör doktorumuzun 'yabancı dille öğretim' üzerine etrafa saçtığı incile­ ri de, Neo-Tanzimatçı bir S e v r e s yandaşlığını 'çağdaşlık' ve 'ileri­ cilik' diye yutturmaya çalışan kalem esnafını da; 'ecnebi okul'dan çıkma, 'ecnebi' uyruklu, 'ecnebi' kafalı ve 'ecnebi'de mal mülk sa­ hibi siyaset esnafını da, açık ve seçik olarak tanımlıyor. Yanlış mıyım?

263


TOPAL' BİR T E Ş E B B Ü S ! .

10 Mart 1997 Erken Cumhuriyet döneminin 'inkılapçı' öğrencisi, ilkokul­ da 'kep', ortaokul ve lisede 'kasket' giyerdi: 'kepler', ilk üç sınıfta, galiba tek, son iki sınıfta çift sırma şeritli olurdu; 'kasketlerimizin' şeritleri ise, hangi okulda okuduğumuza göre değişiyordu: 'Sanat Okulu' eflatuna yakın pembe, 'Ticaret Okulu' yeşil, 'sivil' liseler ise sarı şeritli! Ortaokuldan liseye geçince, kasketin üst dikişine yaldızlı zırh geçiriliyor. Bir keresinde; yanılmıyorsam, yağmurun pırıltılı bir perde gibi üzerimize indiği, bir sonbahar günü; K a r ş ı y a k a vapur iskelesindeki bir çocukta, hiç de bizimkine benzemeyen bir okul kasketi görmüş, arkadaşıma sormuştum; o, biraz da küçümseyerek demiş­ ti ki: o 'ecnebi' mektebine gidiyor, kasket onların kasketi!" Acaba desem ki, ülkemizde İkinci Dünya S a v a ş ı sonuna kadar, 'ecnebi' okullarında okumak, hiç de tamah edilen bir şey değildi, yanlış mı olur? Bazı 'ecnebi' okul öğrencisi arkadaşlarımızın, biz cumhuriyet lisesi öğrencileri yanında, hafifçe eksiklendiklerini bi­ le hatırlarım. C u m h u r i y e t lisesi ne demek, orada dur! M e ş r u t i y e t e mahsus Rüştiye ve İdadilerin hakkını yemi­ yor muyum? Hayır! O hakkı her zaman teslim etmişimdir: Müdafaa-i Hukuk ve Kuva-yı Milliye kadrosundaki 'millicilerin' ço­ ğu, o bakımsız, sobası tütmez, duvarları nemli okullardan yetişmiştir; aynı şeyi, zamanın 'ecnebi' okullarında okuyanlar için söylemek, ne yazık ki, mümkün olamaz; çoğunun 'Amerikan m a n d a s ı ' , ya da 'İngiliz Muhipleri Cemiyeti' azası olduğunu, bilmez değilsiniz! Ama, '/ise'nin yeri başka! Lise, F r a n s ı z Devriminden son264


ra, 'cumhuriyet' tarafından, din kökenli tarikat okullarına karşı, laik ve demokratik eğitim vermek; daha açık ve net bir ifadeyle, 'yurttaş' (citoyen) yetiştirmek için kurulmuş öğretim kurumunun adıdır; Türkiye Cumhuriyeti, pek çok şeyde F r a n s ı z Devri­ m i n e paralel olduğu gibi, öğretimde de paralel olmuş, 'laik' ve 'demokratik' 'yurttaş' yetiştirmek amacıyla, liseleri kurmuştur; li­ selerin yetiştirdiği ilk kuşaklar, 'vatan' ve 'millet', kısacası 'tarih' bilincine sahip, 'yurttaşlar' olmuşlardı; cumhuriyetin 'kültür kaleleri'ydiler, 'Tevhid-i T e d r i s a t ' (Öğretimin Birliği) Kanu­ n u n a uygun aydınlar yetiştiriyorlardı. Önce liseler bozuldu, sonra her şey!

'Görünmez bir el!..' Şimdi soru şudur: neden o d ö n e m d e , ç o c u k velileri, yav­ rularını 'ecnebi dille ö ğ r e t i m y a p a n , o e c n e b i okulları'na yazdırmak için, 'kuyruğa girmiyorlardı' da; şimdi giriyor­ l a r ? Şu ara pek itibarda olan bazı 'ecnebi' okulları o zaman da vardı, gördüğü alaka çok zayıftı; çoğunluk, devlet liselerini tercih ediyordu, 'lise mezunu' adamdan sayılıyordu! Peki ne oldu da, tercihin istikameti değişti? Her şey Türkiye'nin 'sistem'e dahil olmasıyla başlamış, daha önce de belirttiğim gibi, Tevhid-i Ted­ risat Kanunu, daha İsmet P a ş a zamanında imam hatip okulla­ rının canlandırılmasıyla, ilk defa; daha sonra, İngilizce öğretimin devlet liselerine tatbik edilmesiyle, ikinci defa delinmiştir: 'İkti­ d a r l a r ' kendi okullarında, c u m h u r i y e t ö ğ r e t i m ve eğitim birliğine sadık k a l m a z ; 'ecnebi' okullar, 'ecnebi' dille öğ­ r e t i m y a p a n kolejlerin yanı s ı r a , kendi okullarını da, s ö ­ m ü r g e okullarına ç e v i r i r s e ; ö ğ r e n c i velilerinin, liselere s a ­ dık kalmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Süreç aynı süreçtir: nasıl, 'cumhuriyet'in 'ekonomik kale­ leri' KİT'ler, 'soğuk s a v a ş ' dönemi 'iktidarları' tarafından yoz­ laştırılmış, halkın gözünden düşmesi sağlanmışsa; aynı şekilde, 'cumhuriyet'in 'kültür kaleleri' liseler de yozlaştırılmış, ikinci sınıf okul muamelesine layık görülmüş, halkın gözünden düşmesi 265


sağlanmıştır. 'Ecnebi Öğretimi1 savunanlar, 'görünmez bir elin' halkın her iki alandaki 'tercihlerini' yönlendirdiğini, fark etmemiş olabilir mi? Şimdi 'çağdaşlık' diye 'yabancı dille ö ğ r e t i m i savunan, 'özel' ö ğ r e t i m ve eğitim s e k t ö r ü n ü , b a ş ı n d a n be­ ri özendiren, p a l a z l a n d ı r a n da, g e r ç e k t e aynı 'soğuk s a ­ v a ş ' iktidarları değil midir? Bu neye benzer bilir misiniz? Uyuşturucuya bağımlı kılınmış kişinin, sürekli uyuşturucu talebini ileri sürüp; 'Ne yapayım, o isti­ yor!' diyen, düzenbaz alıştırıcının hileli gerekçesine!..

Ayıp bir değil, ikidir... Yalnız ne var, değil mi ki Tevhid-i T e d r i s a t Kanununun 'ruhuna' avdet ihtiyacı hissedilmiştir; 'delik' her iki taraftan kapa­ tılmalıdır: çünkü, ayıbımız münhasıran devlet liselerinde 'ecnebi dille öğretim' kapısını açmaktan ibaret sayılamaz; aynı şekilde, o kanunun 'hidemat-ı diniye' için açılmasını öngördüğü imam ha­ tip okullarını, düpedüz 'devlet' lisesi haline getirmek -getirmek de laf mı, neredeyse yurdun her tarafını bu liselerle doldurmak- ayıbı­ mız da vardır, üstelik bunun 'seyyiatınm' neler olabileceği, gün geçtikçe daha açık ve seçik olarak görülmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı, a n c a k , imam h a t i p liselerini 'li­ s e ' s t a t ü s ü n d e n ç ı k a r m a y ı d a g ü n d e m e getirebilirse, t e ­ ş e b b ü s ü n ü n 'cumhuriyetçi' bir t e ş e b b ü s o l d u ğ u n a halkı inandırabilir. Aksi halde, kalkıştığı iş 'topal' bir iş, 'yarım' bir te­ şebbüs olarak kalacaktır. Daha uygulamaya geçmeden, 'kolejler' istisna sayılarak, 'tasarı' zaten çoktan 'delinmiştir.' ı

266


GERİLİM SARMALI

12 Mart 1997 Siyasetçi takımı, en çok neye sinirlenir? Bence, o gerine geri­ ne savurdukları, 'seçim meydanı' gerçekleri var ya, onların üzeri­ ne soru işaretlerinin konulmasına! Üstüne en çok bastıkları nedir? Ülkelerin kaderini, genel seçimlerle iktidar olan, siyasi partiler belirlermiş! Fikir olarak elbette bu dedikleri doğru, doğru da uygula­ mada keyfiyet nedir? Uluslararası 'pratik' bu sözü doğrular mı? Orası biraz karanlıktır. Yazmış mıydım bilmem, A r a g o n müstehzi bir adamdı; bir söyleşisinde, bön bön, ajans telgraflarına göre 'ahkâm kesen' bir sosyalist aydını 'makaraya almış'; onun önce diyalektik metodu kullanmasını öğrenmesi, aynı zamanda 'sens politique' sahibi olması gerektiğini söylemişti. Peki 'Le s e n s politique' ne de­ mek oluyor? Onu 'siyasi hassasiyet' diye mi Türkçeye çevirece­ ğiz? Aslında kapsamı daha geniş, derinliği daha fazla bir kavram! Belki bir örnekle açıklamalı!

B a ş ı n a gelen bilir... Hah, Şili'de olup bitenler, iyi bir örnek: Ailende, genel se­ çimlerle iktidar olmuştu, ama partisi ülkenin kaderini belirleyeme­ miştir; Allende'nin kaderini başkaları ('sistem') belirlemiştir. İkti­ darı boyunca, başı beladan kurtulamadı. Uluslararası ambargo, boykot, işgal, grev, sokak gösterileri, derken; halkın genel hoşnut­ suzluğuna tercüman olan Şili Silahlı Kuvvetleri, duruma el koy­ du, onun çekilmesini istedi. Ailende yürekli adam, kuzu gibi gider 267


mi? Teklifi gözünü kırpmadan reddetti, silahı elinde öldü. Oysa 'siyasi hassasiyeti' olan birisi, sağı solu kollasa, üç-beş kitap karıştırsa (mesela, A r m a n d o Uribe'nin kitabını, 'Şili'de Amerikan Darbesi', Bilgi Yayınevi, 1 9 7 5 ) , VVashington'daki birtakım 'gri adamların', daha Ailende iktidar olduğu yıl, onu de­ virmek için ne planlar hazırladığını fark edecektir; halk arasında hoşnutsuzluk yaratmak, sonra adım adım bu hoşnutsuzluğu örgütleyip, seçimle gelmiş demokratik yönetime karşı 'kullanmak', gizli servisler için, adeta 'çocuk oyuncağı': P i n o c h e t faşizmi, orada böyle iktidar olmuştu. Bence ortalığın tozdan dumandan görünmez olduğu hallerde, 'siyasi hassasiyet', 'siyasi dirayetin' temeli olmalı, durum değer­ lendirmeleri, soğukkanlılıkla ve etraflı olarak yapılmalı. Alınız, eski D o ğ u Bloku ülkelerini; en çok da Balkanlar'dakileri! Bilmez de­ ğilsiniz ya, ilk dağılış şaşkınlığı geçtikten sonra, bu ülkelerin birço­ ğunda sosyalist (eski komünist) partiler iktidara geri döndü; hem de seçmenlerin epeyce büyük bir oy çoğunluğu tarafından destek­ lenerek! Şimdi ne görüyoruz, ahali sokaklara dökülmüş, bu iktidar­ lar aleyhine, gösteriler yapıyor. Mesela Bulgaristan'da, durum böyle! Niçin? Kuşkusuz, 'sistem'in tercihine uygun, yeni bir ikti­ darın oluşabilmesi için! Sizi bilemem ama, ben hoşnutsuzluğun da, hoşnutsuzluğun gösterilere dönüşmesinin de, göründüğü kadar saf, kendiliğinden ve 'demokratik' olduğuna, kolay kolay inanamıyorum. Ne demişler; başına gelen bilir!

Çok benzemiyor mu?.. Tansiyonu gittikçe yükselen bir gerilim sarmalındayız. 'Media'mızda, şimdiye dek eşine ender rastladığımız bir bece­ ri ve atılganlık-fırtınası esiyor; üst üste, 'patlatılan' haberler, koa­ lisyonun iki partisinin 'altmi oymaktadır: D Y P ve Çiller takımına karşı, zincirleme yolsuzluk dosyalan, 'özel tim' rezaleti, 'Susurluk dosyasinm uzantıları; E r b a k a n ve takımına karşı, Müslümanlığı ayağa düşüren Aczmendiler, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı 268


skandallan!.. Bu ifşaat sağanağının, tepkisizliği huy edinmiş 'ses­ siz çoğunluğumuzu', etkilemediği söylenemez; öyle somut bir in­ fial yoğunlaşmaya başladı ki, koalisyon partileri -özellikle R P - 'ta­ banını kurtarmak' amacıyla harekete geçti (Sincan Olayı, Tak­ sim Camii vs), bu da gerilimi tehlikeli bir şekilde tırmandırıyor. Dikkat isterim; bu 'ortam', önceden yaşadığımız bir 'or­ tamdır, 27 Mayıs, 12 M a r t ve 12 Eylül öncesi de, aynı 'sağır­ lar diyalogu' ve 'tırmanan gerilim1 özelliklerini taşımaktaydı; o yüzden de iktidarın değişmesinde çıkarını gören bazı 'mihrakla­ rın', işçi, öğrenci ve halk arasında provokasyonlar düzenlemesine; yalnız düzenlemek mi, bu provokasyonlarla gerilimi doruğa çıkar­ masına fırsat ve imkân sağlamıştı. Gidişat çok benziyor. Acaba ondan mı, sağdan olsun, soldan olsun -ahmakça diyebileceğimizo dik, küstah ve kışkırtıcı, eylem ve tavır koymaların; 'kendiliğin­ den' ( s p o n t a n e ) olup olmadığının, iyice ve etraflıca araştırılması, bana gerekli ve zorunlu görünmektedir; bazı bulanık fotoğraflar böylelikle netleştirilebilir. Türkiye ile R u s y a , Türkiye ile İran'ın birbiriyle 'hasım' hatta 'düşman' haline gelmesi, 'birilerinin' yara­ rınadır, zaten 'senaryolarına' dahildir de ondan!

269


İSLAMCI KESİM' NEDEN TAŞRALI' KALIYOR?.

14 Mart 1997 H a s a n l a (Tanrıkut) o heyecanlı tartışmalarımız!.. 1 9 5 0 sonbaharı, eski Vakit Yurdunda 'Gerçek' gazetesi çıkarılıyor; o da, ben de, Yazıişleri'nde çalışmaktayız; aynı semtte oturduğumuz için, gazete çıkışı, Pangaltı'daki Haylayf Pastahanesi'nde bir çay keyfimiz var; tartışmalar, orada geçiyor (sürmeli gözleri süz­ gün, dudakları kalp şeklinde boyanmış Rum madamlar; beyaz diş­ leri pırıl pırıl, D a m e de Sion'lu kızlar); gündemi, daha çok tarih ve sosyoloji! H a s a n sosyolog; araştırmalarına göre, Türkler anasıl göçe­ be, o kadar öyle ki bu, tezinde O r t a a s y a Türk imparatorlukları için, özel bir terim icadetmek zorunda kalmış; aşirî imparatorluk! Neden: Avrupa tarihindeki imparatorluk olgusu ile bizimkisi ça­ kışmıyor; orada imparatorluk, site medeniyetinden sonra ortaya çıkmış! Mavi gözlerini aça aça, H a s a n derdi ki: " . . . Türk tarihinde site, s a d e c e Uygur Türklerinde oluşmuş; öteki T ü r k kavimleri h e p başkalarının kurduğu sitelere s a h i p çıkmışlar; Selçuklu'nun ve Osmanlı'nın, Anadolu'da B i z a n s sitelerine sahip çıktığı gibi!.." Sosyolog değilim, hiç de olmadım, Hasan'ı merakla, heye­ canla dinler; kendime göre, bazı itirazlarda bulunurdum; itiraf ede­ yim ki, aşağı yukarı yarım yüzyıl sonra onun sözlerini hatırlayışım, bu zaman boyunca yaşadıklarımın ve okuduklarımın, beni başka ve önemli bir 'tespite' götürdüğü içindir. Dikkatinizi ona çekmeye çalışacağım.

270


D ö r t dörtlük hayal kırıklığı... Epeyce oluyor, TGRT'den kibar bir yapımcı aramıştı; ünlü Tatar devrimcisi Sultan Galiyefin 'belgeselini yapacakmış; Galiyef'den ülkede ilk söz eden kişi olduğumdan, çalışmaya katkımı istiyor: Galiyefin ilk ve önemli 'Üçüncü Dünyacı' bir antiemperyalist lider olduğu bir gerçek; M u s t a f a K e m a l ve Mustafa Suphi ile ortak bir zeminde buluştuğu, bir başka gerçek; Y a k u p Kadri ve Ş e v k e t Süreyya'nın ' K a d r o ' dergisinde, Galiyef'ci tezlerin yer aldığı, daha da ilginç bir başka gerçek; bu bakımdan, bir Galiyef belgeselinin yapılması, hem tarihi bir zorunluluk, hem de hakseverliğin gereği! O sıra işim çok, başım kalabalıktı; başka­ larının kalkıştığı işlere katılmamak gibi, bir de prensibim var; onla­ ra bazı fikirler verdim, istedikleri katkıda bulunmadım. Bir ay kadar oluyor, ' D e m o k r a t İzmir'de yıllarca beraber çalıştığımız N u r d o ğ a n T a ç a l a n aradı (konu, onu da ilgilendiri­ yor), 'Galiyef Belgeseli'nin o ; kanalda yayına gireceğini duyurdu; merak, biraz da heyecanla, ekranın karşısına kuruldum; handiyse bir saat süren o ilk bölümün sonunda, uğradığım hayal kırıklığını tarif edemem; epeyce masraf edilmiş, üzerinde hayli çalışılmış olan belgesel; muhtevasıyla olduğu kadar şekliyle de taşrada ter­ tiplenmiş bir 'müsamere' düzeyini aşamıyordu; yerli yersiz duygu­ sallıklar, sıralı sırasız şiir okumalar, alakasız teferruatla, basbayağı 'İslami' bir 'uyuz kaşımaya' dönüşmüştü. İstediğim kadar Galiyef'i önemsemiş olayım, bir tek bölümü izlemek, dizinin tamamını izlemekten, beni bile 'caydırmayı' başardı.

G e r ç e k l e ş t i r i l e m e y e n değişim... Herhalde, zamanla ulaştığım şu saptamanın etkisiyle: Sel­ çuklu ve Osmanlı Türkleri, Müslüman olarak Bizans 'sitelerine' sahip çıkmakla kalmamış; yayıldıkları coğrafyada yeni ve kendile­ rine mahsus 'siteler' de kurup, o muhteşem Selçuklu/Osmanlı feodal ümmet kültür sentezini (ve medeniyetini) yaratmıştır ama; ne yazık ki, yapısı gereği 'taşralı' ve 'kırsal' olan bu kültürden, bir 271


sonraki aşamaya, yani laik, çağdaş ve 'şehir/i' olan millet kültürü­ ne intikali bir türlü başaramamıştır. Bunda elbet Osmanlı burjuvazinin gayr-ı Müslim ve 'komp­ rador' oluşmasının dahli büyüktür ya; yine de Türk -bir bakıma, dünya- Müslümanlığı, Hıristiyanlığın sanayileşme sonrasında ger­ çekleştirdiği 'değişimi' geliştirememiştir; tepkisi de bu yüzden, hep, ileriye doğru bir 'sıçrama' değil, geriye doğru bir 'kaçış' şek­ linde oluyor. Bu da feodal/ümmet kültürüne 'sığınmak' anlamı­ na gelir ki, bunu yalnız Galiyef Belgeseli'nde değil; seyirciyi ayakta uyutan o işlevsiz sohbet programlarında, sözde İslam Tarihi'ni yücelten, o son derece ilkel bir 'dizi' idrakiyle hazırlanmış, dii-i/müsamerelerde; uzağa gitmeye ne hacet, Yıldız P a r k ı n ı n , E m i r g â n K o r u s u n u n iki yılda içine düşürüldüğü 'taşra' alaturkalı­ ğında görmek kaabil! İyi de, Osmanlı kendisini 'yenileyemediği' için batmadı mı? Hıristiyanlık 'devr-i saadetine' dönerek mi, geze­ gene hâkim oldu; yoksa, sanayi toplumunun 'yeni' koşullarına uy­ masını bilerek mi?

272


'MİLLET' PARTİSİ Mİ, 'ÜMMET' PARTİSİ Mİ?.

17 Mart 1997 'Soğuk s a v a ş ' yılları, 'savaş' yıllarından daha az zalim ol­ madı: Hasan'ın (Tanrıkut) doktora tezi fakülte tarafından 'sakın­ calı' bulunarak reddedildi; daha sonra, Hasan, aynı sebeple Felse­ fe Kürsüsündeki görevinden de uzaklaştırıldı; artık sadece, Ermeni Lisesi'ndeki öğretmenliğiyle geçinmek zorundaydı. Düşünüyorum da, o koşullar altında bile, Haylayf söyleşilerimizdeki zihin ber­ raklığı, imrenilecek seviyedeydi. Şöyle bir sonuçta mutabık kalmıştık: ulusal demokratik devri­ mimiz, doğrudur, yerindedir, ne var ki yarıda bırakılmıştır; 'aydın­ lanmadan' gelen üstyapısal önerilerin, uygulamada özümsenebilmesi, ciddi altyapısal dönüşümleri gerektiriyordu: toprak reformu gibi,, hızlı sanayileşme gibi, düzgün şehirleşme gibi! Cumhuriyet, bunlardan ilkini hiç yapmadı, ikincisine hızlı başladı, yarıda bırak­ tı, üçüncüsünü asla kontrol edemedi! Sonuçta, cumhuriyetin kültürel üstyapısı -yani fikir, s a n a t , ahlak, hukuk v s c u m h u r i y e t i n s o s y a l v e e k o n o m i k altyapısıyla çelişiyordu; z a t e n 1 9 3 5 ' t e n itibaren gittikçe pekiştirilen 'totaliterlik' bu çelişkiyi b a s t ı r m a k içindi. ' S o ğ u k s a v a ş ' demokrasisinin ülkemize taşıdığı 'sınır/ı' Amerikan hürriyetleri, yine de çelişkiyi daha fazla gizleyememiş, çatlak su yüzüne çıkmıştır: merkez sağ muhalefet, oy tabanını, hemen daima gayr-ı memnun kırsal kesimden; o yıllarda hâlâ ya­ rı feodal ümmet altyapısını muhafaza eden köylülükten sağlamış­ tı. Bu nokta, fevkalade önemli bir noktadır. 273


İdeolojik değil, politik... Sıra geldi Prof. H a s a n Kirmanoğlu'nun konuşmasına! Doğrusu ya, ilk tespitleri yukardaki görüşümüzü doğrular mahiyet­ tedir, diyor ki: " . . . Refah'ın 'oy p a t l a m a s ı ' yaşadığı yerler, 1 9 8 0 ön­ c e s i n d e Adalet Partisi'ne, 1 9 8 0 s o n r a s ı n d a ö n c e ANAP'a, d a h a s o n r a AP'nin devamı olan D Y P ' y e ağırlıklı o l a r a k oy veren yerlerdi; 1 9 8 4 ' t e n itibaren Refah'a kaydılar..." " . . . Refah'ın b u c a k ve köylerdeki oyları, şehir m e r k e zindekilere o r a n l a ç o k d a h a hızlı a r t ı y o r . (...) dolayısıyla, toplumdaki g e n e l k a n a a t i n aksine Refah'ı kitle partisi ya­ p a n 'oy p a t l a m a s ı ' büyük kentlerin v a r o ş l a r ı n d a değil, köy ve b u c a k l a r d a yaşanıyor..." (Yeni Yüzyıl, 24 Şubat 1997) Gazetenin, 'Hoca'nın ağzına yakıştırdığı genel sonuç şu: " R e ­ fah Köylü P a r t i s i Oldu!" İyi de neden? Refah'ın görüntü, dav­ ranış ve söylemindeki 'köylülükten' mi? Ne münasebet! " . . . ç ü n k ü t a r ı m kesimi yirmi yıldır sürekli yoksullaşı­ y o r . B i r y a n d a n köylünün t e k geliri o l a n t a r ı m ürünlerinin fiyatları, diğer malların fiyatlarına g ö r e , d a h a az artıyor. Köylü s a t t ı ğ ı ürün karşısında, g i d e r e k d a h a az m a l alabili­ y o r . Diğer y a n d a n da, t a r ı m kesimi büyük bir verimsizlik içinde boğuluyor. T a r ı m kesimi, Türkiye'nin yıllık üretimi­ nin yüzde 1 4 ' ü n ü k a r ş ı l a r k e n , ülkenin 1 9 milyon kişiyi bulan ç a l ı ş a n nüfusunun yarısını barındırıyor. B ü t ü n bun­ lar yoksullaşmak demek, yoksulluk demek..." (Yeni Yüzyıl, 2 4 Şubat 1 9 9 7 ) O zaman başarılı çıktığı ilk yöresel seçimlerden sonra, koydu­ ğum teşhis, hiç de yanlış sayılmamalı. (Bkz.: 'Hangi Laiklik', s. 1 5 7 ve sonrası) Refah'a oy yığılması, onun 'siyasi İslam'ı temsil etmesinden değildir; 'taşralı' ve 'köylü' niteliklerinden de ileri gel­ miyor; kısacası, kırsal kesimin sahipsiz kalmasının bir sonucu, yani ideolojik değil, politik. Bu da fevkalade önemli, bir başka noktadır. 274


Apaçık bir çelişki.. Prof. Kirmanoğlu, elde ettiği 'verileri' yorumlarken, garip bir çelişkiye düşmüş; ona göre kırsaldaki yoksulluğun nedeni, 'akıl dışı politikalar ve t a b a n fiyatı uygulamaları', 'piyasa e k o n o m i s i deyip, p i y a s a m e k a n i z m a s ı n ı h i ç e s a y m a k ' vs... Kısacası, 'Hoca' Özal'çı, Çiller'ci -dolayısıyla IMF ve Dünya B a n k a s ı ' n a yatkın- bir tutumdan yana. Böyle bir tutumun, araş­ tırmasının verileriyle çatıştığını nasıl görmez, şayân-ı hayrettir. Türkiye'de kırsa! kesim, DP'yi ve ardıllarını 'dindar' olduğu için değil, taban fiyatlarını yüksek tuttuğu için desteklemişti; Men­ d e r e s de, Demirel de, IMF'nin reçetelerine kulak asmayıp, köy­ lüyü 'besliyorlardı'; bir bakıma, başlarına gelen türlü belanın sebe­ bi de bu aldırmazlıkları oldu ama, onların döneminde kırsal oylar, merkez sağın cebindeydi. 'Hoca'nm dediğinin tersine, Ozal/Çiller takımının 'piyasa m e k a n i z m a s ı ' , IMF r e ç e t e l e r i n i a y n e n uygulayıp, 'yüksek fiyat' politikasından v a z g e ç t i ğ i için ANAP ve D Y P , kırsal oylarını gittikçe yitirdiler; onların yitirdikleri oyları, bağı­ ra ç a ğ ı r a 'yüksek fiyat' v a a d e d e n Refah topladı. 'Siyasi İs-' lam' demagojisinin arkasında, Refah iktidarının, IMF'yi 'takma­ yan' bir 'taban fiyatı' ve 'ücrete zam' politikası uygulamakta oldu­ ğunu, görmezden gelebilir miyiz? B e n c e Refah'ın 'köylülüğü', s e ç m e n i n 'köylü' olmasın­ d a n ç o k , s o s y a l özlemlerinin ve siyasi söyleminin 'ümmet' g e r ç e ğ i n d e n k a y n a k l a n m a s ı n d a n ileri geliyor; ulusal de­ m o k r a t devrimin sebebi ve s o n u c u olan, 'vatan', 'millet', dolayısıyla 'milli hâkimiyet' k a v r a m l a r ı n ı , bir türlü ihata edip k a v r a y a m a m a s ı n d a n - y a d a bunu i s t e m e m e s i n d e n doğuyor.

275


'REFAHİN 'ANLAYAMADIĞI'.

19 Mart 1997 70'li yıllarda yazmışım, yazımın başlığı hayli çarpıcı: 'Füzeye Karşı B a l y e m e z Topu!' (Bkz.: 'Hangi Sağ', s. 67 ve sonrası, 2. Basım, Bilgi Yayınevi) Sorun, anlaşılıyor ki, çeyrek yüzyıl önce bi­ le kafamı kurcalamış (30 Aralık 1 9 7 6 ) . Müslümanlığın, 'Batı me­ deniyetine bakışı yanlış görünüyor, bir türlü Flıristiyanlığın, insan­ lığın gelişme tarihinde, bir sonraki aşamaya geçmiş olduğunu kav­ ramamış!.. Hâlâ 'Haçlı Seferleri'nde olduğu gibi, 'iman kuvve­ tiyle 'kefere'nin hakkından gelebileceğini zannediyor. Köprülerin altından az mı su aktı? Haçlı Seferleri'nde Hıris­ tiyanlık ( B a t ı ) ile Müslümanlık (Doğu), her ikisi de 'ümmet' dö­ nemini yaşıyorlardı; eşit düzeyde, eşit kavramlarla fakat karşıt inançlarla yüklü birer toplumdular; çatışmayı, 'iman kuvveti' fazla olan kazanabilirdi; ama, 'Hıristiyanlık', 'Aydınlanmadan son­ r a , 'vatan' ve 'millet' d ö n e m i n e g e ç i n c e , yani dini toplum­ sallıktan çıkarıp, bireyselleştirince (laiklik) durum kökün­ den değişti. Hıristiyanlık ( B a t ı ) , insanlığın g e l i ş m e tarihin­ de, Müslümanlığın bir adım ö n ü n e g e ç t i , çünkü İslamlık 'ümmet' düzeyinde kalmıştı. Sonucu anlatmalı mıyım? 1 9 . yüzyılın nihayetinde, Os­ manlı İ m p a r a t o r l u ğ u da dahil, bütün yeryüzündeki İslam ülkeleri, 'Batılı, Hıristiyan ve b e y a z ' emperyalizmlerin, a ç ı k ya da gizli birer s ö m ü r g e s i haline düşmüşlerdi: 'üm­ m e t ' döneminin 'balyemez t o p u ' ile, 'aydınlanma' s o n r a s ı ­ nın, ilme d a y a n a n a s k e r i teknolojisine direnebilmek im­ kânsızdı. Peki, çare? 276


İki iki d a h a d ö r t Çare, Arap coğrafyasında değil, Türk coğrafyasında günde­ me alınmıştır. Rus esaretindeki 'Cedit'cilerle, 'Genç Osmanlı­ lar' ve 'Jöntürkler', 'vatan' ve 'millet' kavramlarını ortaya at­ mış, 'ıslahat/reform' talepleriyle ortalığı karıştırmıştır. Aslında m e s e l e n i n r e f o r m değil ' d e v r i m l e halledilebileceğini kav­ r a y a n , e l b e t t e bir t e k M u s t a f a K e m a l idi; ç ü n k ü ç ö z ü m ü n 'iktidarı' ele g e ç i r m e k t e n değil, 'hâkimiyet'i e l e g e ç i r m e k ­ t e n geçtiğini, ilk o g ö r m ü ş t ü : 'hâkimiyet kayıtsız, ş a r t s ı z milletindi', 'vatanı bizzat milletin azm-ü-kararı k u r t a r a ­ c a k t ı ' -ki ülke, ' m u a s s ı r m e d e n i y e t seviyesine yükselebil­ sin'. Bu bir bakıma, 'ümmet' kategorisindeki 'kırsallığı' üzerin­ den atıp, 'sanayi toplumlarinm 'kentselliğine' ulaşabilmek ma­ nasını taşıyordu. Refah'ın anlayamadığı, ne? Sanıyor ki, demokrasinin koşul­ ları, 'millete' intikal etmiş 'hd/cimiyef'in, mesela bir Refah iktidarı ile tekrar 'ümmet'e intikaline elverişlidir. Eğer hayli safça bir hile değilse bu, basbayağı cahilliktir, Batı'da, Hıristiyan tabanlı laik demokrasiler var, yıllardır Vatikan'la flört halindeki Hıristiyan de­ mokrat partiler, oralarda zaman zaman iktidar oluyorlar. Dikkat isterim, 'iktidar oluyorlar' dedim, neden, 'hâkimiyet' mil­ l e t e kalıyor da o n d a n ! Y i n e ondandır ki, hiçbir Hıristiyan d e m o k r a t partisi, ülkesini Hıristiyan ' ş e r i a t ı ' n a geri gö­ t ü r m e y e , y a d a Vatikan'ın e m r i n e s o k m a y a kalkışmıyor. Nedeni a ç ı k : çünkü, böyle bir d a v r a n ı ş , 'hâkimiyet'in 'gaspı' a n l a m ı n a gelir, o y s a d e m o k r a s i 'hâkimiyetin' an­ c a k 'millette' kalması ile mümkün! Başka türlü söylersek, de­ mokrasinin imkânlarını kullanarak, demokrasiyi tahrip edemezsi­ niz; 'hâkimiyet'in müdafaa-i nefs mekanizmaları harekete geçe­ rek, size engel olur. Refah'ın, yalnız yönetim kademelerinin değil, tabanının da anlaması gereken, galiba şu: çözüm elbette Meclis'te, Meclis'ten güvenoyu almış Hükümet'le çözülecektir, yeter ki Meclis de, H ü k ü m e t de, demokrasinin temeli olan 'vatan', 'millet' ve 'milletin hâkimiyeti' prensiplerinden ayrılmasın; o ki, milletin 277


hâkimiyeti prensibini kullanarak, 'hâkimiyeti' 'millet'ten alıp ' ü m m e t ' e v e r m e y e kalkışırlar; bizatihi demokrasiyi, onun s a v u n m a mekanizmasını karşılarında bulurlar. İki iki daha dört!

Tarih s ö y l ü y o r Ne yapalım ki, Refah'ta 'taşralılık' var, hani 'sanoyı/eşme' istiyor ya, Türkiye'de tahammül edemediği her şeyin 'sanayi top­ lumuna ait', 'sanayi toplumunun sonuçları' olduğunu kavrayamı­ yor. Mesela, kadınların çağdaş giyinmesine karşı! 'Ümmet kafası' işte bu! Ç a ğ d a ş giyimi Avrupa'ya Hıristiyanlık mı s o k t u Al­ lah a ş k ı n a ? Ne m ü n a s e b e t ! Hıristiyan Avrupa, O r t a ç a ğ ' d a nasıl giyinirdi, bir h a t ı r l a s a n ı z a ! Erkeğin de, kadının da -bugün bizim de benimsediğimiz- kılık kıyafete g i r m e s i , ü r e t i m e bilimlerin uygulanması, s a n a y i l e ş m e ü r e t i m biçi­ minin, e r k e ğ i de, kadını da d e ğ i ş t i r m e s i s o n u c u n d a mey­ d a n a gelmedi m i ? Diyecekler ki, "Türkiye'de bütün bunlar, kanun zoruyla yaptırılmıştır." Gülüp geçiniz! J a p o n y a ' d a kimse 'Kıyafet Kanu­ nu' çıkarmadı ama, Japon toplumu 'ümmet' olmaktan çıkıp 'mil­ let' olunca, sanayileşti; sanayi toplumunun koşulları, neredeyse kaçınılmaz şekilde, geleneksel Japon kadınını da, erkeğini de, eski koşullarından -kırsallıktan, köylülükten, taşralılıktan, tek kelimeyle feodallıktan- çıkarıp, çağdaş giyinmeye, çağdaş ya­ şamaya sevk etti. 'Siyasi İ s l a m ' , m o d e r n toplumların klasik g e l i ş m e şe­ masını belleyip, dinlerin bu ş e m a d a k i yerini kavramadık­ ç a , ne köylülükten kurtulabilir, ne taşralılıktan! Gittikçe sa­ nayileşen ve şehirleri büyüyen Türkiye'de hiçbir gerici ya da tutucu taşralılığın geleceği yoktur ve olamaz. Bunu ben söylemiyorum, ta rih söylüyor.

278


TUTULMAYAN SÖZLER TARİHÇESİ

21 Mart 1997 Kuş beyinli 'soğuk s a v a ş ' politika 'esnafı', sosyalisti hem konuşturmazdı, hem de 'fırçalardı':, neymiş efendim, dünyayı 'ideolojinin dar kalıpları çerçevesinden görüyor'muş; 'siyasetçi de­ diğin, hem pratik olmalıymış, hem de pragmatik!' Bu tez, açıkça 'eyyamcılığın' ( o p p o r t u n i s m e ) savunmasıdır ya, yarım yüzyıldır m e r k e z s a ğ / m e r k e z sol yönetim ve koalis­ yonlarının uygulayageldikleri, 'pratik' ve 'progmatik' politikanın, sonuçlarına bir göz atar mısınız? Birleşik Amerika, Truua atı' görevi öneriyor; kendi başına ne bir kalkınma planı yapabiliyor­ sun, ne de bir dış politika tasarımı; Kıbrıs gibi milli bir meselede bile, ensende S a m Amca'nın nefesi! AB derseniz, hanidir kapı­ sında beklettiği yetmezmiş gibi, artık verdiği sözleri de tutmuyor; iş o mertebeye vardı ki, artık yandaşlarının dahi sabrı taştı: Dışiş­ leri B a k a n ı AB büyükelçilerine verdiği yemekte, nelerden şikâ­ yet etmiş, duymadınız mı: Şikâyet dosyası, hayli kabarık görünüyor: " 1 / Türkiye'nin t a m üyelik hazırlıklarını hızlandırmak için b e n i m s e n e n ' M a t u t e s P a k e t i ' yürürlüğe g i r m e m i ş ! 2 / Türkiye'ye 1 9 8 0 yılından beri yani t a m 17 yıldır, ikili işbirliği ç e r ç e v e s i n d e t e k bir E C U bile verilmemiş! 3/ Türk hükümeti ile komis­ yon a r a s ı n d a işbirliği alanları üzerinde imzalanan ç a l ı ş m a p r o g r a m ı uygulanmamış! 4 / 2 0 Ekim 1 9 9 5 ' t e kurumsal işbirliğine ilişkin o l a r a k Ortaklık Konseyi'nin aldığı k a r a r da işlevsellik k a z a n m a m ı ş ! . . " (Milliyet, 8 Mart 1 9 9 7 ) Yemekte AB büyükelçilerine, Dışişlerinin hazırladığı dosya­ yı vermişler, dosyanın başlığı da ayrı bir ibret: "Tutulmayan 279


S ö z l e r T a r i h ç e s i ! " Yarım yüzyıllık 'pratik' ve 'pragmatik' politi­ kanın yürekler acısı sonucunu, bundan daha iyi hangi sözler özet­ leyebilirdi!

'Asyalı' bir ülke... Şansölyenin Başdanışmanı J a c h i m Bitterlich, Türkiye'nin Bonn'daki büyükelçisine, nihayet Avrupa'nın dilinin altında sakla­ dığı baklayı çıkarıyor: " . . . Milli Güvenlik Kurulunuz, köktendincilik tehlike­ sini g ö r ü ş ü y o r : Avrupa'da z a t e n en büyük konu bu: Ş a n ­ sölye Kohl'un söylediği b a ş ı n d a n beri buydu: O, Türki­ ye'yi 6 5 milyon nüfuslu, içinde köktendinci eğilimler ba­ rındıran Asyalı bir ülke o l a r a k g ö r ü y o r . . . " (Cumhuriyet, 6 Mart 1 9 9 7 ) Ne demek bu? 'Soğuk s a v a ş ' döneminde, bizdeki 'siyaset esnafının' önüne uzatılan 'havuç' açıkça geri alınıyor: Türki­ ye'nin Avrupa Birliğine alınması bir hayal! Meraklısı bilir, bu satır­ ların yazarı, bunu otuz senedir yazıyor: Batı'nın (sistem'in) o dö­ nemdeki vaadleri, 'soğuk savaş'ın, daha doğrusu tehlikeli bir 'sı­ c a k s a v a ş ' ihtimalinin gereğiydi; D o ğ u Bloku dev gibi karşıla­ rında dururken, Avrupa'nın -şimdi burun kıvırdığı- o 65 milyon­ luk Türkiye'ye ihtiyacı tartışılabilir miydi? Elbette, hayır! Ama o ki, Doğu Bloku ve S S C B dağılmıştır, Türkiye'nin 'aralarında' ne işi var? Başdanışman Bitterlich bunu da lafını sakınmadan söylemiş; Avrupa'nın 'ayrı bir medeniyet, ayrı bir kültür olduğunu' belirt­ tikten sonra, Türkiye'nin bu 'medeniyet ve kültür çevresi için­ de, yerinin olamayacağını' açıklamış! Hah şöyle, dürüst olalım! O zaman, iki soru elde kalıyor: İlki şudur: D o ğ u Bloku ve S S C B karşılarında iken, acaba Türkiye 'ayrı bir medeniyet, ayrı bir kültür' çevresinden değil miydi? İkincisi, bence daha vahim, fakat Avrupa Bîrliği'nin davranışına ışık tutuyor: 'O ayrı mede­ niyet, o ayrı kültür' nedir? 280


'Avrupa medeniyeti' n e d i r ? . . Sözü uzatmaya niyetim yok, sadece onların -hem de son de­ rece tehlikeli ve karanlık koşullar altında- verdikleri bir tarifi size aktaracağım, ikinci Dünya S a v a ş ı olanca şiddetiyle sürüyordu, Avrupa'da bir yazar, Andre Siegfried Avrupa'nın ve Avrupa Medeniyeti'nin ne demeye geldiğini, şöyle özetliyordu: " . . . Avrupa'nın talihinin s ö z k o n u s u o l d u ğ u şu gün­ lerde, B a t ı medeniyetinden d a h a esaslı bir t a r t ı ş m a konu­ su v a r mıdır bilmiyorum. 1 9 . yüzyıl bu medeniyetin, dün­ yayı daimi o l a r a k , y ö n e t m e k tekelini elinde bulundurdu­ ğ u n a i m a n ediyordu, fakat b u g ü n biz o n u n d a , tehlikeyle karşılaşabileceğini g ö r ü y o r u z . . . " "...Avrupa, B e y a z ırk v e B a t ı medeniyeti!.. B u ü ç t e ­ rim, ç o k z a m a n l a r , birbirinin y e r i n e kullanılmıştır. B a t ı medeniyeti, e s a s o l a r a k ü ç t e m e l üzerine dayanır. Bunlar­ d a n birincisi, bir bilgi anlayışıdır ki bize eski Yunanlılar­ d a n gelmiştir, ikincisi bir birey t a s a r ı m ı d ı r ki, yine Yu­ nanlılardan fakat özellikle İncil'den gelmiştir. Nihayet 1 8 . yüzyıl e n d ü s t r i gelişmesinden d o ğ m u ş bir ü r e t i m tekniği ki, insanı, b e y a z insanı, m u h a k k a k s u r e t t e d ü n y a y a e g e ­ m e n h a l e k o y m u ş t u r . B u ü ç t e m e l birleştiği z a m a n B a t ı medeniyeti vardır ve t a m d ı r . . . " ('İstanbul' dergisi, 15 Mayıs 1948) Türkiye, istediği kadar, 'cıydm/anma'nın 'üretim tekniği'ni, 'eski Yunanlılardan gelen bilgi tasarımını' aldığını iddia etsin, 'özellikle İncil'den gelen birey tasarımını' almış mıdır, almamış mıdır? 'Yeryüzündeki tek laik İslam ülkesi' olmakla övündüğüne göre, hayır! Üstelik, 'içinde koktendinci eğilimler barındırıyor'muş, baksanıza! Daha çok bekleriz!

281


'BOYNUNA SARILDIĞIMIZ YILANLAR!.

24 Mart 1997 O soğuk günlerden biri, sulu bir kar camlara sıvanmış, kirli ve yapışkan 70'li yılların, dağdağası: A n k a r a . Yayınevindeki odam­ da, Niyazi Berkes'in yayımlanacak bir kitabı üzerinde çalışıyo­ rum ('Batı Sorunu'), kapıda birden o: gözlüklerinde, ince ışık kı­ rılmaları; dudaklarında, bilge tebessümü! İnanayım mı? Yurtdışında olması gerekiyor, mektubunu bir­ kaç gün önce aldım! Ayağa kalkıp, "-...vay ağabey, ne zaman geldiniz?" diyecek oldum; karşımdaki, dudaklarında aynı tebes­ süm, kibarca; "-Ben Doktor Enver, dedi, Niyazi'nin kardeşi­ yim; telefonla görüştük, sizden öğrenmek istedikleri var!" Niyazi Berkes'in, ikiz bir kardeşi olduğunu bilmiyordum; Ankara'da hekimlik ettiğini, hiç duymamıştım; hele ikisinin, iki damla su kadar birbirine benzediğini, asla! Yine de, ağzımdan çı­ kan cümleyi, bugünmüş gibi hatırlıyorum; "-...Enver ve Niyazi! 1908 doğumlu ikizlere, bundan daha uygun birer ad bulunabi­ lir miydi? 'Hürriyet Kahramanları' E n v e r Bey'le, Resneli Niyazi Bey'in isimleri! Peder 'Jöntürkler'den yanaymış!" Peki, siz Niyazi Berkes'in, Kıbrıs/Lefkoşe doğumlu oldu­ ğunu bilir miydiniz? Onu, yeterince hatırlamadığımızı, düşünüyo­ rum da!..

Acaba neden hortladı?.. 'Hangi Batı'nın girişine aldığım sözleri, bence Batı'nın fsistem'in), hiçbir zaman samimiyetle yaklaşmadığı, Türkiye'ye karşı gerçek tavrını, inanılmaz bir*netlikle özetleyen sözlerdir: 282


"...bizde Batıcılıkla anlaşılan şey, Türk evrimini ç a ğ d a ş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir. Halbuki Avrupa'da ve Amerika'da 'Batılılaşma' ve 'Batıcılık', B a t ı diplomasisine boyun e ğ m e anlamına gelir. Bu yüzden o n l a r a g ö r e Kema­ list devir, B a t ı aleyhtarlığı; Menderes devri ise, 'Batıcılık' devridir! Batı diplomasisinden bağımsız olan Batıcılık, Batı dilinde, B a t ı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir." Bir keresinde, bunun üzerinde söyleşmiştik -daha sonra kita­ bına da yazmış olduğunu fark ettiğim şeyler söylemişti- demişti ki mesela: Batı'nın Türk toplumunun Batılılaşmasıyla il­ gili olduğu z a m a n l a r o l m u ş s a , bu, yalnız ilgilenen B a t ı devletlerinin, çıkarları ile ilişkili işlere, Türkleri s o k m a k şeklinde kendini g ö s t e r i r . " Avrupa Birliğinde Almanların ka­ pıyı suratımıza çarpmaları, bu ifadeyi doğrulamıyor mu? Türkiye, Almanya'yı değil de daha çok ABD'ni 'dinliyorsa', üstelik, NATO'nun genişlemesi konusunda, Almanlardan farklı düşünüyorsa, '65 milyonluk Asya ülkesini' niye 'aralarına' alsınlar ki? Üstelik içinde 'şer/atçı/ı/c' da almış yürümüş! Sanki, Almanya'da Türkler arasında 'şeriatçılığın' dalbudak sarmasına, fırsat ve imkân tanı­ yan, aynı Almanya değil! Şeriatçılık dedim de!.. Niyazi B e r k e s , Osmanlı'da -genel ola­ rak Türklerde- bildiğimiz manasıyla 'şeriatçılığın' yaygın ve geçerli olmadığını düşünürdü; yine o yıllarda bir yaz günü, sırtında beyaz bir gömlek, üst cebinde gözlük muhafazası, çayını içerken demişti ki: her ıslahat hareketi, Batılı bir devletin uydusu olmamız şekline dönüşüyor, aleyhimize sonuçlanıyordu; 'şeriat'm halk ara­ sında taraftar bulabilmesi, bu yüzden mümkün olabilmiştir." Kitabında, ilginç bir örnek vermiş: Osmanlı, Batı'ya ilk açı­ lışını F r a n s a ' y a yapar; o yıllarda ( 1 8 . yüzyıl) F r a n s a ' n ı n Yakın­ doğu'daki 'rolünü, Amerika'nın şimdiki rolüne benzetiyor; nite­ kim, şimdi olduğu gibi, bu 'dışa açılma ve B a t ı l ı l a ş m a teşebbü­ sü', sonuçta, Osmanlı'nın F r a n s a ' n ı n 'uydusu' haline gelmesine yol açar. Diyor ki; " . . . reformları y a p m a işi bir y a n a bırakı­ larak, F r a n s a ' n ı n diplomatik isteklerine g ö r e , onun a s k e r i y a r d ı m l a r ı n d a n f a y d a l a n m a umuduyla, Moskof'u y e n m e a m a c ı haline çevrildi." Tabii bu Devlet-i Aliyye'nin hırpalan283


masına sebep oluyor. "...Batı'ya, B a t ı l ı l a ş m a y a karşı İlk tep­ ki, şeriatçılık tepkisi o l a r a k o z a m a n başladı. Bu şeriatçı­ lık tepkisi, t a a ulusçuluk tepkisinin çıkışına k a d a r d e v a m etmiştir." ('Türk Düşününde Batı Sorunu', s. 1 7 8 , Bilgi Yayı­ nevi, 1 9 7 5 ) Yeniden ortaya çıktığına göre, neye 'tepki olarak' hortladı dersiniz?

Ah o kafa!.. Devlet-i Aliyye'nin 'eski' B a t ı l ı l a ş m a politikası ile ilgili 'tes­ pitleri' ibret vericidir; hazin olan, onun 'ulusçuluk' dediği 'Müdafaa-i Hukuk Doktrini'nden üç çeyrek yüzyıl sonra, Türki­ ye'nin, hemen hemen aynı yanılgalara düşerek, aynı çıkmazlara girmiş olması!.. Amma da, attım mı? îyi öyleyse, Niyazi B e r kes'in, o zamanlar için vardığı şu sonuca bir bakın, bir de bugün­ kü halimizi düşünün: "Osmanlı İ m p a r a t o r l u ğ u ' n u n idarecileri, o n u n t e m e l unsuru olan Türk toplumunda, m o d e r n dünyanın g e r e k l e ­ rine uygun hiçbir r e f o r m y a p a m a d ı k l a r ı için bu s i y a s e t e (Batılılaşma) sarılmışlar; bu s i y a s e t e sarıldıkları için, hiç­ bir reform y a p a m a m ı ş l a r ; y a p m a y a kalkıştıklarını da ger­ çekleştirememişlerdir. Bu yüzden bu fasit daire içinde, de­ nize düşenin yılana sarılması siyasetini güde güde, nihayet yılanların içinde kaybolup gittiler." (Aynı eser, s. 1 8 5 ) Sonucun daha sonra da aynı olacağını kestirebildiği için, az ilerde bir yerde, diyalektiğin şaşmaz kuralını beyaz üstünde siyah belirtmemiş mi? "...Türk t o p l u m u , B a t ı ' d a n b a ğ ı m s ı z d u r u m d a k a l m a ­ dıkça, B a t ı o n u n k a r ş ı s ı n a m u t l a k a bir e m p e r y a l i z m şek­ linde ç ı k a c a k t ı r . B u , e k o n o m i k bir zorunluluktur", (s. 1 8 8 ) B a t ı karşımıza bir emperyalizm olarak çıktıkça, T ü r k i y e bir 'uydu' olmak tehlikesindedir; bu tehlike gerçekleştiği andan itiba­ ren de, şeriatçılık alır yürür. O 'pratik' ve 'pragmatik' politika kafası yok mu, ah o kafa! 284


ONLAR 'MEDENİ', BİZ ' B A R B A R , O Y L E Mİ?

26 Mart 1997 Cam aydınlığı soğuk o kış günü, P a r i s Emniyet Müdürlü­ ğündeki o tıknaz memur; pasaportumdan adımı okuyunca, yüzü­ nü buruşturup demişti ki: "-Attila mı? Dehşet! Böyle bir adı na­ sıl taşıyorsunuz?" Gülerek cevap vermiştim: "— Benim için beis yok: beri, karşı taraftanım!" Gerçekte, bu küçük olay bile, Batılı kafasında Türk'ün -daha kapsamlı olarak Doğulunun- ne berbat çağrışımlarla yüklü olduğunu gösterir. Onun için, nihayet açık ko­ nuşmayı yeğleyen Avrupalının, Türkiye ve Türkler hakkında söyledikleri, beni hiç şaşırtmıyor. Mesela, Avrupa P a r l a m e n t o ­ su Hıristiyan Demokrat Grubu Başkanı (Eski B e l ç i k a Başbakanı) Wilfried Martens'in şu söyledikleri: "...Türkiye ile a r a m ı z d a din değil, uygarlık farkı v a r . Uygarlık, bir kimlik s o r u n u d u r . B i z A v r u p a kimliğini ko­ r u m a k istiyoruz. O kimlikte Türkiye'ye y e r yok. Kimliğin t e m e l i n d e uygarlık farkı v a r . Dikkat edin, din demiyo­ rum, uygarlık diyorum. Avrupa Birliği için on bir a d a y ül­ ke var, Türkiye'nin adı on bir a d a y a r a s ı n d a g e ç m i y o r . . . " (Milliyet, 12 Mart 1 9 9 7 ) O 'uygarlığın' nasıl 'din temeline' yaslandığını, daha önce Andre Siegfrieden yazısından okumuştunuz (Bkz.: Cumhuriyet, 21 Mart 1 9 9 7 ) . O, kendi ağızlarından çıkan 'itiraf; şimdi isterse­ niz, bir de Niyazi B e r k e s ' i n aynı konudaki 'tespiti'ne göz atalım. "... Batı bı/gin/erinin, Türk tarihine bakışı, İslamlık tarihçi­ lerinin bakışlarındaki önyargılara göre biçimlenmişti. İslam, Osmanlı ve Batı tarihlerinde 'Türk', ülkesiz, tarihsiz, uygarlıksız ve genellikle yıkıcı bir yaratıktır. Avrupa'da bu görüşü, bir yandan misyonerler, bir yandan Gladstone yörüngesindeki po285


litikacılar beslerken, bir yandan da oryantalistler beslerdi. Po­ litikanın bilim adamları üzerine olan bu türden etkisini, bugün bile görmek olanağı vardır..." {'Atatürk ve Devrimler', s. 3 4 , Adam Yayınevi, 1 9 8 2 ) Yanlış mı söylemiş? Hiç sanmıyorum. Sadece, 'etkinin' belki de 'iki taraflı' olduğu ileri sürülebilir. Hatta, 'çok taraflı': Batı'da 'Türk' aleyhtarlığı, elle tutulacak kadar 'yaygındır ve de 'somut'tur.

İyi ki etmiyorlar!.. Montparnasse'daki 'Cafe Dupont'da, ağır c a l v a d o s kade­ hini pembe avuçlarında ısıtarak; bazı geceler. Afrika 'milliyetçisi' zenci dostum M'ba, çok fazla öfkelendi mi, açardı ağzını, yumardı gözünü; beyazı bol gözlerini, aça aça, derdi ki: "- Sen bu B a t d ı kısmını anlayabiliyor musun? Ben, hayır! Engizisyon, yani dini taassubun katmerlisi, bunlarda; aristok­ rasinin, daniskasını yaşamışlar; ırkçılıklarını, bilmeyen yok; iş­ leri güçleri, insanları sınıflandırmak; sonra, nasıl oluyorsa, on­ lar 'medeni', bizler 'barbar'?" Bilmem bilir misiniz? M'ba'nın bir çırpıda sayıverdiği, bu 'ku­ surların' hiçbirisi, Türk toplumlarında görülmemiştir; onlar bizi 'Avrupa Kimliği'ne dahil etmiyorlar ya, iyi ki etmiyorlar; adımızı kirletmiş olurlardı, çünkü Niyazi B e r k e s , fikir namusundan asla kuşku duyulamayacak bir bilim adamı, bu konuda onların düşün­ düklerinin, tam karşıtını söylüyor: " . . . Türklerde geleneksel o l a r a k ırk, din, kan, s e ç e r e , h a t t a dil birliği, 'toplumsal birlik' temeli o l m a m ı ş t ı r . Türkler, bunların hepsinde, tekçiliği değil, ç o k ç u l u ğ u ka­ bul ettiklerinden, t o p l u m s a l birliklerinin temeli, ya 'zenaat birliği' ya da 'devlet birliği' o l m u ş ; Türk, t a r i h t e , en ç o k bu iki k a v r a m l a v a r o l m u ş t u r . Türkler hiçbir z a m a n t e o k r a s i , a r i s t o k r a s i , ırkçılık rejimleri k u r m a m ı ş l a r d ı r . Devlet birliği kurmadıkları z a m a n l a r , çoğunlukla hayvan­ cılık, çiftçilik, zenaatçılık 'birimleri' ve 'kardeşlikleri' ha286


Iinde y a ş a m ı ş l a r ; devlet kurdukları z a m a n da, ne ırk prensibine, ne de k a n ya da din prensibine y e r vermişler­ dir...'' " . . . Bu a ç ı d a n Türkler, g e r ç e k t e n dikkate d e ğ e r in­ sancıl toplumları o l u ş t u r a n i n s a n l a r o l m a k l a b e r a b e r , bu özellikleri onları iki o l a y karşısında, kritik d u r u m a düşü­ rür: e k o n o m i k y a ş a m l a r ı sarsıldığı z a m a n , ya da devletle­ ri sarsıldığı z a m a n . E k o n o m i l e r i ya da devletleri yıkıldı mı, yönsüz bir hale gelirler..." ('Bari Sorunu', s. 2 0 4 , Bilgi Yayınevi, 1 9 7 5 ) Berkes'in ilave etmeyi unuttuğu nedir? Türklerin, ekonomile­ rini de, devletlerini de 'sarsmayı', son iki yüzyıldır fena halde ba­ şardıkları mı? 'Batı sorunu', baştan aşağı, Devlet-i Aliyye'nin bu sebepten, nasıl 'ölüp ölüp dirildiğinin' hikâyesidir, ancak, Anadolu İhtilali, toplumsal gelişme şemasına uygun bir sıçrama­ yı temsil eder ki, o sıçramayı da ne türlü bir 'sürünme'ye dönüştür­ düğümüz, Avrupa Birliği ve A B D ile ilişkilerimizde apaçık görü­ lüyor.

'Temel t a ş l a r ı ' değil m i ? . . Niyazi B e r k e s ' i anışım boşuna değil! Hele şu sıralarda, ıs­ rarla okunması gereken bir yazarımız, önde gelen bir fikir adamı­ mızdır. Ne tuhaf, ne acı: Nedense, M u s t a f a K e m a l sonrasında -rengi ve kokusu ne olursa olsun- 'iktidarların' en çok itibar etti­ ği değil, en çok eziyet ettikleri aydınlar; Anadolu İhtilali'ni 'Anadolu İnkılabı'nı, tarihte hak ettiği gerçek yerine koymayı bilmişler; işi 'hamaset'e dökmeyip, ikisini de, yoluna yordamına uygun olarak değerlendirmişlerdir: İşte Nâzım'ın 'Kuva-yı Milli­ ye Destanı', işte K e m a l Tâhir'in 'Esir Ş e h r i n İnsanları' ve sonrası, işte H. İ. Dinamo'nun 'Kutsal İsyan'ı ve 'Kutsal B a rış'ı, işte Niyazi B e r k e s ' i n 'Türkiye'de Ç a d a ş l a ş m a ' s ı , 'Ata­ türk ve Devrimleri', işte D o ğ a n Avcıoğlu'nun 'Türkiye'nin Düzeni' vs! 287


Bu vesileyle, Niyazi Berkes'in, bellibaşlı eserlerini hatırlat­ mak isterim; tozdan dumandan, Türkiye'nin gerçeğini açık seçik göremeyen gençler okursa, önlerinin açıldığını fark edeceklerdir, ufukları aydınlanacaktır; kitaplarının adları bile, günümüz için ne kadar 'hayati' sorunları işlediklerinin, sanki birer işareti: 'Türkiye İktisat Tarihi' (2 Cilt, 1 9 6 9 ) , 'Türkiye'de Ç a ğ d a ş l a ş m a ' ( 1 9 7 3 ) , Türk Düşününde B a t ı S o r u n u ' ( 1 9 7 5 ) , İslamcılık, Ulusçuluk, Sosyalizm' ( 1 9 7 5 ) , 'Atatürk ve Devrimleri' ( 1 9 8 2 ) , Felsefe ve Toplumbilim Yazıları' ( 1 9 8 5 ) Zola, 'Hakikat' adlı eserinde, demiştir ki: "Umumi bir bi­ n a y a , h e r k e s a n c a k kendi taşını getirebilir"; B e r k e s ' i n -ve ötekilerin- getirdikleri taşlar, 'Ulusal Demokratik Devrimimizin, 'temel taşlan' arasında sayılmamalı mı?

288


'ŞERİAT ASLA YETMEMİŞ!.

28 Mart 1997 Pastahanede sabah turistleri: üniversiteli oğlan izlenimini ve­ ren, Japon işadamı; yanındaki tercümanı 'çok bilmiş' Türk kızıyla, evlere şenlik bir İngilizce konuşuyor; geride bir yerde, neredeyse 'erkek güzeli' bir İngiliz kadını, bir elinde sigarillosu, bir elinde 'The Times' okumaya dalmış; Allanın belası cep telefonlarıyla, bizim tur operatörleri, bilinmez hangi cehennemdeki otobüsleriyle tartışıyorlar. O hengâmede, 'yeni' Siyasi İslam'ın niteliklerini kur­ calıyoruz. Birden ne fark etsem, iyi; gençlerin çoğu gibi, o da Os­ manlı'nın son iki yüzyılını, 'yekpare' sanıyor; 'yekpare' ve 'alatur­ ka' bir zaman parçası ki, İrtica' başlıca özelliğidir. Başka türlü söylersek, Anadolu'da eskiden ne varsa, 'şeriat'a uygundu; keyfi­ yet, Cumhuriyet'ten sonra değişti! Ne vahim bir yanlış! Acaba şöyle mi düzeltmeliyiz? O iki yüzyıl, üç ayrı ve birbirinin karşıtı dönemde yaşanmıştır: a/ ' B a tı'ya dönük, T a n z i m a t dönemi, b/ Ona tepki olarak gelişen Abdülhamit dönemi, c/ Ona tepki olarak gelişen, yine 'Batı'ya dönük M e ş r u t i y e t dönemi. Üç dönemin üçü de, birbirinden farklı nitelikler göstermekle beraber, ortak bir paydada birleşi­ yorlar: hiçbirisi antiemperyalist değildir; Abdülhamit-ı sâni dö­ nemi dahil, hepsi Batı'nın Batıh'mn buyruğu altında yaşanmış­ tır. Ancak bunu böyle idrak edebilirsek, Müdafaa-i Hukuk Doktrini'nin ve Cumhuriyet'in manası ve değerini kavrayabili­ riz. Yoksa, beyhude zahmet!

289


'Abdülhamit

Müslümanlığı'...

D o ğ a n Avcıoğlu, Tanzimat 'alafrangalığına' tepki olarak beliren, Abdülhamit 'Müslümanlığının; hem Berlin'den 'pom­ palandığında' ('Drank Nach Osten'); hem de Tanzimat'ın lövanten alafrangalığını - yani 'kompradorluğunu'- sürdürdüğünde, ısrarlıdır. Dikkat isterim, 'tespiti', fevkalade önemli: Abdülhamit İslamcılığını, Türk'ün önceki İslamcılığından 'ayırmış', 'farklı' saydığı belli; ayrıca, 'tanzimat alafrangası' olduğundan da, emin! Abdülhamit 'Müslümanlığı' bizi niye ilgilendiriyor? Şun­ dan: o, bugün 'gericilik' denildi mi, aklımıza gelen şey: "Şeriat'ı uygulasaydık, 'kefereye esir olmazdık" mantığı! Bilir misiniz ki Niyazi B e r k e s , Abdülhamit 'Müslümanlığına, basbayağı 'alafranga Müslümanlık' demiştir; neden böyle dediğini de, pek güzel açıklamış: " . . . bu a l a f r a n g a İslamcıların anladığı İslamlık; Os­ manlı, Türk, h a t t a O r t a ç a ğ Müslümanlığı gibi t a r i h s e l Müslümanlık değil; Hazret-i Ö m e r , h a t t a Hazret-i Pey­ g a m b e r z a m a n ı n a k a d a r götürdükleri, 'hayali' bir Müslü­ manlıktır; onların sanısı zıddına, t a r i h t e olan Müslüman­ lık, y a ş a m ı n h e r yanını k a p l a y a n bir din o l m a eğilimi yü­ zünden, d a i m a bilime fenne aykırı olmuştur..." " . . . Türk geleneklerinde, sivil ve siyasal y a ş a m ı n h e r yanını k a p s a m a k t a n çıkarılarak; s a d e c e hukuk, halkın ibadeti ve örfü a l a n l a r ı n a daraltılmıştır. İslamcıların, t a r i ­ he b a ş t a n b a ş a aykırı olan görüşleri, onların da, yalnız İs­ lamlık adına t e k ve bireyci bir ideolojiye yönelmelerinden ileri gelir. Onların da t o p l u m g ö r ü ş ü yoktur. Onların t o p ­ lum o l a r a k anladığı 'ümmet', o r g a n i k bir t o p l u m değil, inanan bireylerin toplamıdır..." ('Batı Sorunu', s. 2 1 7 , Bilgi Yayınevi, 1 9 7 5 ) O zaman bu, din olmaktan çıkıyor, 'siyasi bir ideolojiye' dö­ nüşüyor; zaten mesela Pakistan'da buna 'Islamic ideology/ 1 İslamlık ideolojisi deniliyor. Böyle bir ideoloji 'ümmet'te var ama, bu mutlaka 'devlet' olur anlamına gelmiyor. B e r k e s ' e bakar­ sanız, Libya'nın, ya da İran'ın iddiası aksine, " . . . t a r i h t e ç o k Müslüman hükümetleri olduğu halde, hiçbir z a m a n İslam 290


devleti olmamıştır. Devlet t ü r l e r i İ s l a m l ı k t a n ç ı k m a m ı ş , o n d a n önce gelmiş v e aldığı İslamlığa d a o n a g ö r e biçim v e r m i ş ; din ile t o p l u m a r a s ı n d a , a n c a k bu y o l d a bir ör­ g ü t l e n m e m e y d a n a g e l e b i l m i ş t i r . " (Aynı eser, s. 218) 'Siyasi İslam'ın, neden 'havanda su dövdüğü', bundan da­ ha iyi nasıl anlatılırdı?

'Ya uydusu, ya esiri'... Havanda su dövüyor, çünkü -dokunup geçmiştim- 'ümmet' kafasıyla 'millet' gerçeğine kafa tutabilmek, mümkün değil! Olma­ mış da! Abdülhamit'in devr-i saltanatı, ne kadar 'Müslümanlık' taslarsa taslasın, tepeden tırnağa B a t ı etkisindedir, T a n z i m a t ' l a başlayan sömürgeleşme süreci hızla ilerliyor; o kadar ki, 'Jöntürkler'm Meşrutiyeti de onu önleyemeyecektir, çünkü bütün çağ­ daşlık iddialarına rağmen, o da 'millet' olmanın, 'toplumu' değiş­ tirmekle gerçekleşebileceğini anlamışa benzemez. Oysa, " . . . ş e r i a t t a k a l m ı ş bir t o p l u m u n b a ş ı n d a k i yö­ n e t i m , kolaylıkla B a t ı u y d u s u h a l i n e gelebilir. H i n d i s t a n b u n u n en t a n ı n m ı ş ö r n e ğ i d i r . (Buraya dikkat) B a ğ ı m s ı z b i r devlet altında, bir millet o l m a 'bizliğinden' y o k s u n h e r Müslüman toplumu, Batı'nın ya uydusu olmuş, ya da t ü m o n u n esiri haline gelmiştir. B a t ı ' n ı n e k o n o m i k g ü ç l e r i k a r ş ı s ı n d a , h e m e n h e p s i , p a r a m p a r ç a o l m u ş l a r d ı r . Müslü­ m a n olarak, hiçbir ö r g ü t s e l bizlikleri o l m a d ı ğ ı n d a n , Ba­ tı'nın ö n ü n d e s a p ı r s a p ı r d ö k ü l d ü l e r . M ü s l ü m a n l ı k l a r ı , şe­ r i a t a bağlılıkları ç o k kavi (sağlam) o l d u ğ u h a l d e , b u n u n o n l a r a faydası değil, z a r a r ı o l d u . " (Aynı eser, s. 206) Göndermeleri, bilerek Niyazi B e r k e s ' e yapıyorum; böylelik­ le, onu neden dolayı mutlaka okumamız gerektiği, daha iyi anlaşı­ lıyor. Ne var ki, Abdülhamit'in T a n z i m a t ' a tepki olarak yaygınlaştırmış göründüğü Müslümanlığın, Devlet-i Aliyye'nin Batılılar tarafından sömürülmesine nasıl engel olamadığını, D o ğ a n Avcıoğlu'nun yazdıklarına bir göz atarak göreceğiz. Abdülhamit'in borsada 'oynamaya' meraklı olduğunu bilir miydiniz? 291


giyan Efendi, O s m a n l ı B a n k a s ı ' n a bağlı Genel S t u u r l l II İzmir ve S e l a n i k Elektrik Ş i r k e t i ' n i n İ d a r e Met I• « ı> . • nı'dır..." " . . . A b d ü l h a m i d ' i n yakınları, y a b a n c ı şirketlerin um t e m e t a d a m l a r ı k e s i l m i ş l e r d i r . S u l t a n ' ı n sırdaşı M Bey, y a b a n c ı l a r ı n ü n l ü a j a n l a r ı n d a n d ı r . S u l t a n ' d . m I < bul s u işlerini ıslah için imtiyaz almış v e b u n u İ m M i l b a n k a l a r ı n a s a t m ı ş t ı r . S u l t a n ' ı n yakını H a s a n Fehmi 1 şa, bir O s m a n l ı / F r a n s ı z Ş i r k e t i ' n i n b a ş k a n ı d ı r . Sar.ıv •>• k â n ı , d e m i r y o l u , t r a m v a y , elektrik v e g a z tesisleri yazlarını y a b a n c ı ş i r k e t l e r e p e ş k e ş ç e k e r e k b ü y ü k kftrlai s a ğ l a m ı ş l a r d ı r . Y a b a n c ı l a r a verilen T ü t ü n Tekeli'ni yürü t e n Reji'nin İ d a r e Meclisi ü y e l e r i n d e n biri, S u l t a n ' ı n kâtl b i Nuri Bey'dir. B a ş k a b i r k â t i b i S ü r e y y a P a ş a , k u r ş u n m a d e n i i ş l e t e n b a ş k a bir ş i r k e t i n b a ş k a n yardımcısıdn H a m d i Bey, Galip P a ş a , Selim P a ş a gibi S u l t a n ' ı n yakın l a n , A l m a n v e F r a n s ı z ş i r k e t l e r i n i n ortaklarıdır...." ('Türkiye'nin Düzeni', 1. Basım, s. 99, Bilgi Yayınevi, 1968) İnsan dehşet içinde kalmıyor mu? 'Prezidan' T u r g u t Özal'ın devr-i saltanatı da benzer bir manzara-i umumiye arzediyordu. İşin içyüzü, 'ecnebi'den gelmiş 'prenslerin' oynadıkları meşum rollcı•; sonradan patlak veren, rezaletlerle anlaşıldı. Prof. Çiller, Başb.ı kan olunca da, 'IMF ve D ü n y a Bankası'ndafci dost ve ahbapla rmdan' bahsederek övünmüş, ' o n l a r a bir t e l e f o n l u k m e s a f e d e b u l u n d u ğ u n u ' açıklamıştı. ' A t a t ü r k P a r a n t e z i ' n d e n çıkmanın, T ü r k i y e ' y e neler*» m a l o l d u ğ u n u , b u n d a n d a h a iyi a n l a t a n bir 'görüntü' bulu nabilir mi? Refah 'Müslümanlığı', paravanası ne kadar 'dini bütün' gö rünürse görünsün, işte bu ortamın bu ortaklığın 'iktidarıdır'.

Bir K u r t u l u ş S a v a ş ı ' n d a n s o n r a d a h i . . . Peki ya Sultan'ın kendisi? O nasıl bir adamdı, o ne yapıyor du? 293


getirilmiş b ü t ü n İslam ü l k e l e r i n d e g ö r ü l e n m a n z a r a bu­ d u r . B u m a n z a r a y ı y a r a t a n t o p l u m s a l yapıyı p e k a z değiş­ tirebildiğimiz içindir ki, A b d ü l h a m i t T ü r k p o l i t i k a s a h n e ­ s i n d e h â l â 'Ulu H a k a n ' diye y a ş a y a b i l m e k t e d i r . (...) 'Ulu H a k a n ' , bir s ö m ü r g e l e ş m e s ü r e c i n i n e n d i p l e r d e k i n o k t a ­ sıdır v e Türkiye, bir k u r t u l u ş s a v a ş ı n d a n s o n r a d a h i , b u b a t a k l ı k t a n t a m a m e n k u r t u l a m a m ı ş t ı r " . ('Türkiye'nin Düze ni', 1. Basım, s. 104, Bilgi Yayınevi, 1968) Elinizi kalbinize koyup da, söyleyin: 'kurtulabilmiştir' diyebi­ lir misiniz?

http://genclikcephesi.blogspot.com


...

O nesil inkılap nesliydi,

nedir?

Gazi'nin

inkılap,

tarifi

kelimenin

aynen

manasından

geniş

bir

başka,

tahavvülü

lik!

şöyle:

"...bu

ima

ettiği

ondan

daha

ifade

('Atatürk'ün

etmekte­

Başlıca

Dr. H e r b e r t Melzig, s. 97, tilal,

inkılap

ilk b a k ı ş t a

ihtilal

dir..."

peki,

Nutukları',

1 9 4 2 ) H e m ih­

h e m o n d a n ç o k d a h a e n g i n bir değişik­ G ü n ü m ü z ü n köşe d ö n m e meraklısı poli­

tika esnafı,

b ö y l e bir radikalliği t a h a y y ü l bile

edemez. Biz e t m i ş i z d i r , ç ü n k ü o n e s i l , i n k ı l a p nesT liydi,

bizse o n u n ç o c u ğ u ,

labın;

onun

içindir Rıfkı'dır,

ki

bir m a n a d a n inkı­

adımız

dir,

Fâlih

şen

Eşrefdir.

Hamdullah

lide

Edip'dir,

Şevket

Hikmet'dir, tel'dir, dafaa-i miz

Suat

bir

Ru­

Suphi'dir,

Ha­

Süreyya'dır,

Derviş'dir.

sap

Nâzım

Sabiha

Onların,

gönlümüzde kırmızı

Nadi'

Kadridir,

Zekeriya'dır,

Hukuk'un

anıtına

nöbeti

M.

Yâkup

Yunus

Ser-

yani M ü yücelttiği­

karanfil

devralıyorum.

(Ah, şu N i h a v e n d i . . )

http://genclikcephesi.blogspot.com

bırakıp,


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.