Andre Malraux- Altenburg'un Ceviz Ağaçları

Page 1

ANDRE MALRAUX

AUENBUR3UN ŒVÎZA3/CIARI


A LT E N B B flG ’ UN CEVİZ AĞAÇLARI


KUZEY YAYINLARI: 22

Öykü ve Rom an D izisi: 11

Kuzey Yayınları'nda Birinci B ask ı: Aralık 1984

KUZEY YAYINLARI O nur Sokak No. 18/2 Maltepe/ANKARA T e l: 30 4081

K a p a k : Ü m it SARIASLAN Feryal Matbaacılık - Tel i 29 83 18 - 30 80 61 - ANKARA


ANDRÉ MALRAUX

ALTENBURG’UN CEVİ Z A Ğ A Ç L A R I Çeviren

TAHSİN YÜCEL


SUNUŞ Altenburg’un ceviz ağaçlan’nın başında André Malrau x ’nun kısa b ir açıklam ası yer alır : La Lutte avec l ’ange (Melekle savaş) adlı rom anının büyük b ir bö lü ­ m ü savaş sırasında G estapo’nun eline düşm üş, yok edil­ m iştir. Koca b ir rom anın yeniden yazılması ender gö­ rülen b ir şey olduğuna göre, büyük b ir olasılıkla bu rom an da yeniden yazılm ayacaktır. Altenburg’un ceviz ağaçlan işte b u yok edilmiş rom anın elde kalan parça­ larıdır; yok edilmiş rom anın «ne olabileceğini» m erak edecekler için yayım lanm ıştır; yok edilm iş rom an ye­ niden yazılacak olursa, b u parçaların büyük değişiklik­ lere uğram aları doğaldır. M alraux La Lutte avec l'ange’ı yeniden yazmamış, böylece Altenburg’un ceviz ağaçlan, 1948’de yayımlan­ dığı biçimiyle, yani bitm em iş, eksik b ir yapıt olarak kalm ıştır. Ama, öyle görünüyor ki, bu yapıtın «bitme­ miş» b ir yapıt olduğunu yazarın kendisi belirtm em iş olsa, belki de perk farkına vanlm azdı bunun; tam ter­ sine, yapıtın bu biçim inin yazarın kendine özgü kurgu san atm a uygun düştüğünü söyleyenler bile çıkabilirdi. Doğrudur, Altenburg’un ceviz ağ açlan ’nda, h er bö­ lüm değişiminde, dönem, uzam ve kişiler de değişir : ik in c i Dünya Savaşı’nın b aşlan n d a F ransa’nın uğradığı bozgundan Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman cep­ hesinde geçen b ir olaya, Enver Paşa’nm düşlediği Tu­


ra n ’ın um ut kırıcı görünüm lerinden Nietzsche’nin sayık­ lam alarına atlarız. Ama zam an ve uzam içindeki bu a t­ lam alar, yazarın dönüp dolaşım yeniden geldiği sorun­ ları, bu sorunlara getirmeye çalıştığı y an ıtlan daha iyi, daha çarpıcı b ir biçim de yansıtm ak amacıyla, özellikle seçilmiş b ir yoldur s a n k i: örneğin Alman siperlerindeki konuşm alar Fransız koğuşlarındaki konuşm alarla çakı­ şır, Altenburg toplantısındaki bilginlerin sordukları so­ ru lar da en som ut yanıtları bu basit konuşm alarda bulur. Bu açıdan bakılınca, Altenburg’un ceviz ağaçları­ nın M alraux’nun düşüncesinin en özlü ve en özgün an­ latım larından biri olduğu söylenebilir. T.Y»


Chartres, 21 haziran 1940 K atedralin içini tan ıy am ıy o ru m : vitrayların yerini almış cam lar ufuklar deşiyor burasını. Aşağıda, m ihrap bölüm lerinde, ışıktan sütunlarım andıran dar pencere­ ler, hızla gelen Alman tanklarının denizsi uğultusu al­ tında, yukardan aşağı titriyor. B ir daha hiç göremeye­ ceğimizi sandığımız şe y le : sam anla kaplı yer, benden önce ve sonra gelen öteki yaralı tu tsak lar gibi beni de büyüledi. Daha şim diden dolan şahında, titrek ışığın altında kanabetm iş konserve kutularını açan askerler de titre r gibi; kim i askerler de Kızıl H aç’tan kalm ış ilâçlarla, sargılarla dolu b ir uzun m asanın yanında. Ekin dem etlerinin üzerine atıyoruz kendimizi, tankla­ rın ta Beauce’un sınırlarına kad ar uzanan sarsıntısı bu dem etlerdeki başakları da titretiyor. Üst yanım da, çok yukarda, gotik kabartm aların birleştiklerini görüyorum. Yonca tarlasında düşman tanklarını beklerken de böyle o lm u ş tu : hem toz dolu, hem inmeli b ir kılıf olmuş bacaklarım , yaram dan kal­ çalarım a k ad ar eriyor. Yanımda, Cezayirli b ir asker, yüzüne konacak sineklere bakıyor şakin şaşkın, saplara gülümsüyor. Başım ın ardında, gittikçe kavsa sesler iha­ netten sözediyorlar... Ayağımda sancılı b ir gıdıklam ayla uyanıyorum : bir tutsak hasta bakıcı pansum anım ı yeniliyor. Bırakılm ış Kızıl H aç’m sargılarını, pam uğunu, oksijenli suyunu hiç


kimseye danışm adan aldı, Portail Royal'den beri (ora­ larda devrilmiştik), ister uykuda olsunlar, ister uyanık, yaralılara bakıyor. Yüksek pencerelerden gözler kam aş­ tıran b ir öğle sonu güneşi doluyor içeriye : Chartres katedralinin yapılm akta olan iç bölüm ündeyim ... Al­ m anlar geçiyor, uyum ayanların gözleri onları iz liy o r: konuştukları tutsak larla mı ilgili? Bu h er tü rlü haber­ den yoksun kalmış dünyada, h er Alman gökten gelen b ir ses. En yakındakini dinliyorum : “Bam berg’te, ka­ tedralin solunda, küçük b ir gömlekçi bilirim , mein kerl bu ad a m ...” Bamberg, Alm anların C hartres'ı... Yaralı­ larım ızın hasta bakıcıya seslenişleriyle uzaklaşan çizme gürültüleri arasında kardeş payımızı bulm anın acısı!.. Bu geçişle uyanan haberler d o la şıy o r: Ateşkes anlaşm ası im zalanmış anlaşılan... O rdu da­ ğıtılıyor, am a bütü n silâh fabrikaları îngilizlere karşı çalışm ak zorundaym ış... — Weygand P etain’i öldürm üş, hem de bakanlar kurulu toplantısın d a... — On yedi il istem işler, ne demezsin! Şu Bröton inekleri gene dört ayak üstüne düşecekler! Şimdiye kadar genellikle "h an tal” sayılan Brötonları herkes kıskanıyor : H itler B rötanya’yı nasıl katabi­ lir topraklarına? — Bağımsızlıkçıların da parm ağı içinde!

olm alı bu işin

— Ya biz, Burgonya bağım sızlan olm ak için birşey yapam az mıydık dersin? — K om utan geçti az önce. Ben biraz anlarım almancayı, b ir buçuk milyon tutsak varmış, öyle söyledi.


H erkes alay ediyor : neden on milyon değil?.. Birdenbire kesiliyor kahkaha : kapının orda iki ya­ ralı ayağa kalktı, hemen sonra onu, ellisi; sarsıntılı bir kaynaşma; sendeleyenler yaralarını tutuyor, hepsi de Kızıl Haç m asasına koşm aya çalışıyor. Y atm akta olan yaralılar dirseklerine dayanıp bu güçsüz saldırıyı içler parçalayan, inmeli bakışlarıyla izliyorlar; en sonunda, kubbelerde yankılana yankılana, yüz çatlak ses birden uğulduyor : — Çocuklar, m ektup izni çıktı! — Bir ağaca tu tu n u r gibi, iki elimle değneğime ya­ pışarak kalkıyorum . Yorgunluk geri geldi, ezici am a in­ sansı, bizi açık balık ağızlarıyla ya da çenelerimizi yü­ rüten, ya da çenelerimizi kenetleyen, sarılık hastalığı değil artık ... Başka b ir yaralı tankçıyla birbirim ize yas­ lanarak ilerliyoruz, birbirine girm iş iki yengeç gibi; üç tutsak çavuşun beklediği m asanın üstüne on kadar mek­ tup atılm ış şimdiden. Üst yanda, iri harflerle yazılmış yazabileceğimiz m ektubun ö rn e ğ i: Tutsağım-yaralıyım.İyiyim. İyi davranıyorlar. - Sevgiler. - Yanlış şeyler ka­ ralanacak. - Adres bildirilmeyecek. - Zarf kapatılmaya­ cak. Masaya kad ar gelip de yaralıların saçma sorularla ateşli ateşli zarf aram aların - "b ir parça kâğıt her za- man b u lu n u r” - birbirine karıştığı boğuk patırtısına döndüğümüz zaman, haber dua bölüm üne kadar ulaştı. K atedralin bir ucundan b ir ucuna, yaralı, yeniden göz­ leri dönmüş, şaşkın bir durum da, deyneklerine dayana­ rak, arkadaşlarının om uzlarına yapışarak, arkalarında çizgi çizgi kanlar bırakanlar, Büyük K ap ın ın yanında, gibi birbiri ardından peygam ber m ezam irleri yükselen iki sese doğru, zam anında yetişemem ek korkusuyla iler-


liyorlar : "Gereksiz şeyleri silin! Adres y o k : Zarf kapa­ tılmayacak! Hep birden saldırm ayın böyle! hep aynı şey; herkese yer var, hay Allah, sen bilirsin!” Yaralı kalabalık bize doğru akıyor, yeryüzünün b u ulular ulu­ su köşesinde yalpalana yalpalana ilerliyor, çabucak kı­ sılan sesler b ir zam anlar kapı önünde yükselen dilenci yalvarışlarına benzeyinceye k adar... Aradan sıyrılm ak için attığım ız her adım da karşı­ laştığımız yeni uğultular içinde siliniyorlar. — Diyorlar ki, ilkin Berlin'e gidecekmiş m ektuplar, sansür için... — Reynaud Amerika'daymış, tain'le birlikte başa geçmiş.

Flandin savaşta Pı>

— Aslı yok! Petain'le Weygand'ı Mandel içeri a t­ mış! Zarflarım ızı şimdi dağ gibi yükselen yığının üzeri­ ne bırakm ayı en sonunda başardığım ız sırada, çavuşlar, “Ancak örneğe uygun m ektuplar gidecek dedik ya!” di­ ye bağırıyorlar. Sonra, kargaşalıktan sıyrılınca, iki tu t­ sak çarpıyor gözüme : erm iş Louis’nin döşeme tasları­ na erişebilm ek için sapları aralayıp yüzü koyun yatm ış, sonu gelmez m ektuplar yazıyorlar... K enara atılıverdim b ir d e n : b ir Alman devriyesi g iriy o r: çevirm enler haykırıyorlar, sesleri tarihsel kub­ belerde yankılanıyor : — Eşyalarınızı alın, sonra dörder dörder sıraya! "Erzak çantalarınızı” diyemiyorlar. K atedralden, kentten, kiliselerden Loire’a kadar, bozgunun bütü n noktalarından, beş binden fazla insan


uçsuz bucaksız b ir çalışm a alanına toplandı, her saat yenileri geliyor. — "Çayırda uyuyun!” diye bağırdı çevirmenler. E rtesi sabah, iş alanı yok artık : m ıntıka var. "Ça y ır’ı sınırlayan iki bostanın ikisi de siliniverm iş : ne bir kuzukulağı kalmış, ne de bir soğan, ne b ir lahana, ne de b ir tek patates : ya ot, ya toprak. Pem be ateşler pa­ rıldıyor şafakta. Açıkgözün b iri kafes biçim i tavşanlak kapılan bulm uş, hem en ıskara yapıvermiş bunları. Bü­ tün tu tsak lar çantasız yakalanm adı ya bizim gibi; ka­ ravanalar görünüyor. Açlıktan ve uykusuzluktan kur­ şun rengine girmiş, sekiz günlük sakallı yüzlerden olu­ şan geniş halkalar, son bisküilerini kızartan ya da m an­ ta r ço rb alan kaynatan doğaçtan ahçı birkaç kişiye kıs­ kanç b ir sessizlik içinde bakıyor. Bu gidişle uyanıklar iki güne kadar ateşlen başında öldürülür herhalde. Tuğla bulunduğuna göre, b ir gecekondu yapım ıdıı başlıyor. Sahiplik duygusu belirm iş b i l e : miğferli Senegalliler, fesli A raplar, başlarına Çinli takkelerine ben­ zeyen miğfer astarları giymiş Fransızlar, uzanm ış be­ denler arasında son köşede, son yığında "günün birin­ de bir işe yarıyabilecek” en son konserve kutusunu, en son kırık çalar saati arıyorlar. Topu to p u birkaç tuğla bulm uş olanlar, kişisel b ir alanı sınırlam ış, düşsel toprak la n n in ortasında, dizlerini ellerinin arasına almış, düşe dalm ışlar... K am pta en yaygın devinilerden biri, cebinin dibini karıştırıp elini ağzına götüren tutsağın devinisi b ir ek­ mek kırıntısı bulm uş. Çoğu tu tsak lar hiç denebilecek kalıntılardan başka hiç birşey yemedi. Tank arkadaşım la barınağım ızdan çıktığımız za­ m an tel örgülerin üç m etre gerisinde sıra sıra toplan­


mış binden fazla tu tsak buluyoruz. Saat on. Ana yolda, otom obiller, kocam an köylü arabaları ağır ağır Paris'e doğru yol alıyorlar şim di : genel göçün ilk dalgası. Son­ ra Alman askerî otolarının son hızla oraya buraya sı­ kıştırdığı yüklü, bitk in bisikletliler... Tek yaya y o k : kim secikler yaşam ıyor daha - geçiyor herkes... A rabalardaki, otom obillerdeki insanlar tutsaklara bakm am aya çalışıyorlar (kim b ilir ne çok gördüler şim­ diye kadar?) ya da elleriyle gizliden gizliye, nerdeyse utanarak selam veriyorlar. T utsaklar da y attıkları yer­ den ağır b ir deviniyle karşılık veriyorlar. B ir Alman nöbetçisi geçiyor, arad a sırada : kam pın bu yanı üç yüz m etreden fazla. Bazan b ir bisikletli b ir sigara atıyor : b ir yum ruklaşm adır başlıyor hemen. Nöbetçi güneşin, zorlu yelin altında geri dönüyor, kimi Alman kam yon­ ları da benzin istasyonunda duruyor, tu tsak lar yeniden uzanıyor yere. Birdenbire, kam pın b ir başından b ir başına, ciğer görm üş kedilerin o hızla akışıyla ilerleyerek dem ir di­ kenlere yapışıyor herkes : uçtakiler yolda b ir kadın gör­ düler, yaya b ir kadın, elinde b ir çanta. O Kimi nöbetçiler gelip geçenleri kovuyor : tel örgü­ ler önünde durm ak yasak; am a kim i nöbetçiler de gör­ m emezlikten geliyor. Ekm ek gözcüleri şim diden hepsini tanıyor bunların : bu nöbetçi ses çıkarm ayacaktır. Ka­ dın yaklaşıyor; zam an zam an donuk b ir a t arabası, ya da zırhlı b ir otom obil geçip gidiyor yanından, nöbetçi geçsin diye pek ağır yürüyor. Tamam. Ekm ek gözcüleri bu nöbetçinin başını çevirmeyeceğini biliyorlar am a ka­ dın bilm iyor, ürkek gözlerini Alman’dan ayırm adan on­ lara doğru ilerliyor. Bekliyorlar, kafese konulm uş bü­ tün açların tepinm eleri, sinirli yer değiştirm eleri için­ de. Çantası açık kadının, sağ eli içine dalıyor. "Hadi! „


“Tam am işte", diye bağırıyor tu tsak lar korkunç b ir ses­ le, - alçak sesle bağırm aya çalışıyorlarm ış gibi. Kadın onlara bakıyor gene ile rliy o r: tankçıyla ben, telörgünün on beş m etre gerisindeyiz, arkadan görüyoruz on­ ları, am a gelecek yum ruklaşm anın yüzlere nasıl işlen­ diğini biliyorum ... Kadın geçiyor. En azından d ö rt beş insan salkım ının önünden. Ekmeği çantadan çıkarm ayı bile göze alamıyor. Yüzler­ deki açlık izi az ötede de aynı. En sonunda, - bitkinlik, bunalım , nöbetçi geri dö­ ner korkusu - kendini zorlayarak ilerliyor telörgülere doğru, m uşam ba çantasından sim it biçim i b ir ekmek çıkarıyor, güneş kıvılcım lanıyor ekm eğin üzerinde. — Paylaşın! diye yalvarıyor çabuk çabuk. O kadar el atılıyor ki, hem de anlaşılan, öyle bir anlatım la atılıyor ki, geri çekiliyor kadıncağız, ekmek dikenli tellerin dışına düşüyor. Tutsakların uğultusu içinde tek sözcük yok. K adın ekmeği yerden alıyor, atı­ yor en sonunda, dem ir dikenlere takılarak kanlar için­ de doğrulan, ellerinde b irer ekm ek parçasıyla sıvışan adam lara bakm adan kendisi de sıvışıyor. Gene gelecek... Gelenler hep aynı insanlar. Saat onbire kadar b ir zam anların çorba saati, - b ü tü n kam p­ ta ateşler yanıyor, boşyere, kederi dağıtsın diye. İnlerim izde birkaç saat uyuyacağız (soğuk, uykuyu kovuyor geceleri), geri dönüyoruz. Telörgüler bizi de bü­ yülüyor : telörgülerin ötesi, insanın canlı olduğu ülke. Yol boş. Ama önünde tu tsak lar hep aynı derecede ka­ labalık. Oysa daha birkaç saat kim secikler gelmez: va­


kit öğle, özgür olanların yemek yedikleri saat. Askeri otom obil kalm adı gibi birşey, göç akıntısı da kesilmek üzere. Bu yağm alanm ış kentlerde ne yapıyorlar da hâlâ yiyecek birşeyler bulabiliyorlar? T utsaklar yolu gözet­ lem iyorlar bile artık, düşlere dalm ışlar. Yaz güneşinin altında boş yolun üzerinde, uzun da­ kikalar boyunca, kâğıtları, yaprakları sürüklüyor yel... Sonra birdenbire, tu tsak lar kaçarcasm a çekiliyorlar, kam pın ucundan değil, telörgü hattın ın ortalarından, görünmeyen b ir ganim et yüklenmiş olarak. Oysa kim ­ secikler gelmedi kuşkusuz: kam pın b ir ucundan öbür ucuna, h a tta kam pa yukardan bakan katedrale k ad ar her yanı görüyoruz. Telörgülerin baş tiryakileri, başıboş tutsaklar hep birden aynı noktaya yöneliyorlar. Kasırgaya kapılm ış yapraklar gibi kım ıldayan bu topluluk birer düş gibi: bu parlak güneşin altında hangi görünmeyen kişi hangi görünmez nim eti dağıtıyor? Biz de koşuyoruz. Son gelenler om uzlar üzerinde yükseliyor, havada b ir şeyler kapıyorlar : kentten gelen yelin büyük sokaktan beri sürüklediği ve yolun kıyılarına dağılan bildiriler. — Tanrım, barış! diye haykırıyor tankçı. Tutsak düştüğüm üzden beri, kim b ilir kaç kez işit­ tim: H itler 15 hazirana kad ar P aris’e gireceğini söyle­ miş, ay sonuna kadar da barış imzalanacakmış! En uzak barınaklardan bulunduğum uz yere kadar, her yer­ de, herkes kâğıtlara saldırıyor. Ben de kapıveriyorum birini: yel daha yüzlercesini savuruyor... Açık b ir zarf, içinde de b ir kâğıt: Madame HARDOUIN, SAINT - CİRO Lapopie, Lot. Tutsağım - hafif yaralıyım - iyi bakıyorlar - izin çıkmca yazacağım - Candan sevgiler - Sylvain.”


Barış değil yelin üstüm üze savurduğu, bıraktığım ız m ektuplar.

katedrale

* ic ie

'

Saat bir. T utsakların kulübeciklerde kalem e sarıl­ dıkları saat. Eskiden akşam yemeğinden sonra yazarlardı. Yelin getirdiği m ektuplardan biri çok uzundu: bun­ ların geri çevrilen m ektuplar, Almanları söylenene uy­ m uyor diye ayırdıkları m ektuplar olduğunu um m ak is­ tediler. Epeycesini b ir araya getirdi tutsaklar: yazık ki hemen hepsi Almanların verdiği örneğe sözcüğü sözcü­ ğüne uyuyor. Yazın sessizliği çöküyor kam pın üzerine. Evdekiler ölü mü, diri mi olduklarını bilemeyecek­ ler; kendileri de hiç birşey bilemiyecek onlar hakkında. Demek bu telörgüler, kazıklarla kurulm aya başlayan bu Rom a'lı kam pları yeterince ayırm ıyor onları dünyadan! İşte bu gecekondular, bu ateşler, bu başıboş Senegalliler, bu koca bıyıklı, kepli askerler, Arap tu tsak ların bu kulübeleri, güneşin ve yelin altında, b ir ölüm süzlük ha­ vasına bürünm eye başlıyor. Tankçı gene yazm aya başladı. Sabit kalem den m or­ laşm ış dilinin b ir ucu dışarda, düş kurm asını izliyo­ rum : — Günlük m ü tutuyorsun? Başını kaldırıyor, şaşkın: — Günlük mü? Anlıyor en sonunda: — Yok canım ... öyle dalgalarla benim ... Sonra, en açık gerçeği belirten b ir tavırla konuşu­ yor :


— K arım a m ektup yazıyorum ... Bodur desteklerden, künklerden, dallardan yapıl­ mış bu Babil yıkıntısında, üç kişi oldular şimdi, Peru m um yaları gibi iki büklüm olmuş, dizlerinin üzerinde yazıyorlar. Pek genç sayılmayacak b ir kazm acı e r de aynı du­ rum da, am a ellerini kavuşturm uş, durm am acasına di­ reklerden birine bakıyor. Kendisine baktığım ı anlıyor, başını çeviriyor hafiften : — Ben yıpransın diye bekliyorum ... — Ne? — Herşey. Y ıpransın diye bekliyorum ... Sakallar uzayalıberi gittikçe çoğalan Got yüzlerin­ den biri de onunki. Yüzyıllar ötesinden gelme yıkım anısı. Yıkım gelecekti, işte geldi. Eylüldeki sessiz as­ kerler geliyor aklıma, yolların ak tozları, yaz sonunun yıldız çiçekleri arasında yürüyorlardı, su baskınına, yangına karşı gidiyorlar gibi gelmişti bana; am a çok. eskiden beri yıkılışla içli dışlı oluşun altından insanın bu içli dışlılık kad ar eski kurnazlığı, yıkım larla tıka basa dolu olsa bile sabra, belki de m ağara insanının, açlık karşısındaki sabrından farksız b ir sabra besledik­ leri gizli inanç beliriyor. “Y ıpransın diye bekliyorum ..” H er zam anın kızgın güneşi altında uyuşmuş inimizde,, tarih öncesi b ir sesin m ırıldanışı.' Bugün kim ilerine m ektup yazdıran da aynı sim i sabır mı? Bir arkadaş arıyorm uş gibi göz attığım bü­ tün kulübeciklerde, kalemler, kâğıtlar, m ora boyanm ış diller gördüm hep, dışarda bile, birkaç tutsak, yel yır­ tılmış m ektuplarla bunları da götürm esin diye, kâğıdı, sol elleriyle dizlerine b astırıyorlar...


Koğuşta da böyle sayfa üstüne sayfa doldurdukla­ rın ı ne çok görm üşüm dür... İçgüdüsel anlatım biçim ­ leri olan o sonu gelmez yinelemeyle, orak makinesini b ir daha gözden geçirmek gerektiğini, olukları onar­ m ak için harm anla döğüm arasındaki süreden yararlan­ m ak gerektiğini b ir kez daha mı söylüyorlar? Kendileri kadar kadınlar da b ilir b ü tün bunları. Toprak altında oluklara, harm an m akinesine ne kad ar ilgisiz olacak­ larsa şu dakikada da o kad ar ilgisiz, hepsi; am a sevgi yalnız aşk deyimleriyle belirtilm ez ya .Bugün ya da baş­ ka gün, iki milyon tutsak Fransızm yazgının yıpran­ m asını beklediği kam plardan bu m ektuplar geldiği za m an, akılda tutulacak bu ekin öyküleri altında, şimdi den ölmüş m ektuplar ana yolda döne döne uçuşurken, sanki çekip alacaklarm ışçasına kâğıdın üzerinde büzü­ len bu parm akların hüzünle, gizli, gururlu duyarlığını kaç kadın anlayacak?.. Delikanlılığımda b ir düş görm üştüm : bu kam p gibi borularla, tuğla döküntüleriyle kaplı, kurşun rengi top­ raklarda yürüyordum , alabildiğine uzanan duvarlar ara­ sında, b ir sürü bedensiz, üşüyen pardesü dolaşıyordu, tek sözcük söylemememe karşın, bunalım ı anlayan, bi­ linm edik b ir yoldaş, belirsizce bu arafı belirterek : “Bir şey değil, beyim : bilinçaltı bu,” diye m ırıldanıyordu y anım da... H er sabah, şafağın kaygılı aydınlığında bin kere gölgeye bakıyorum da. "in sa n ”, diye düşünüyorum . Dinsel ya da siyasal b ir inanç için savaşan ka­ labalıkları gördükten sonra, ekinim den daha fazlasını bildiğimi sanm ıştım ; şim di biliyorum ki, aydın, kitapsız edemeyen kişi değildir yalnız, yaşayışım vok 'Sasii bıIe~oIsa b ir düşünceye bağlayıp ona göre düzenleyen


J iir j iiş id i r . Çevremdekilere gelince, onlar binlerce yıl­ dan beri günü gününe yaşıyor. Daha savaşın ilk zam anlarında, üniform a mesleği siler silmez, bu Got yüzlerini sezinlemeye başladım . Ve bugün, artık tıraş olam ayan şaşkın kalabalıktan kay­ nayıp çıkan şey zm dan değil, ortaçağ. Kendilerinden Yunanlı balıkçısı, Romalı duvarcı yüzleri beklediğim Akdenizlilerde bile: belki insanları belirlemeyi ortaçağ almış üzerine ve tan rıların çıktığı b ir yerde değiliz de ondan. Ama ortaçağ, ölüm süzlüğü düşündürtecek kadar uzun geçm işlerinin b ir m askesinden başka birşey değil. Aşkları kendileri için bile b ir giz; dostlukları, yerinde konuşulm adan dinlenilen b ir varlığın insansı sıcaklığı, b ir sessizlik alışverişi. K aba konuşm alarla, kahkaha­ larla beliren sevinçleri, Breughel'den ortaçağın güldürü öykülerinden beri değişmemiş; sesleri gibi bu şaplak­ lar, bu kahkahalar da dipsiz b ir kuyudan çıkıyor, ırkı­ mız hakkında bildiklerim iz tüm ünden daha büyüleyici, sabırları gibi büyüleyici b ir kuyudan! B urada dost bir rahip şöyle dem işti bana: "Aslına bakarsanız, ister dindar, ister dinsiz olsunlar, b ü tü n insanla r kördüğüm oh I h u ş bir korku ve u m u t karışım ı içinde ölüyor..” Üzerinde bugünün, h attâ hıristiyanlığın uzanmış be­ denlerimiz üzerindeki tozlar gibi, düşlerim iz gibi dön­ düğü bu ağır, bu gizlemli yarı uyku nasıl çekiyor dü­ şüncemi! Yazar olarak, on yıldan beri, saplantım in­ san değil de ne olabilir? İşte ilk m addenin karşısında­ yım. Ve, b ir kez daha, ölüm ün sürekliliğinin belleğime iyice yerleştirdiği, tutsaklığım ın da yılm adan aklıma getirdiği b ir sözünü düşünüyorum babam ın: “ İnsanı durm am acasına bireyi incelemekle bulam a­ yız.”


Yaşamının iki anları benim kine benzer g’bi görün­ meye başlıyalıberi babam ne çok canlanıyor gözlerimin önünde! Aym 14’ünde yaralandım , 18’inde tu tsak düş­ tüm ; onun yazgısı ise öbür savaşta - ve öbür yanda... 12 haziran 1915'te kesinleşmişti. Yirmi beş yıl olmuş, nerdeyse günü gününe.. Bugün hiç aklım dan çıkmayan ve belki de onu anlam aya başlam am a yol açan bu in­ san gizlemi onu da sardığı zaman benden çok yaşlı de­ ğildi. K im ilerinin halâ bekledikleri ve hiç yavmlanmıyacak olan- hiç yazılm adılar - Anılar'ı “insanla karşı­ laşm alarım ” diye adlandırdıkları üzerinde b ir yığın not­ tan başka b ir şey değildi. Dinmek bilmeyen yel geri yolluyor bana bu karşı­ laşm aları, arkadaşlarım ın m ektuplarını geri yolladığı gibi. Pembe pem be solucanlar geceki sağnağın çağrısına uyarak beş bin kişinin çiğnemesiyle sertleşm iş to p rak ­ tan yeniden dışarı çıkarken, - ölüm ün kardeş kucağın­ da sorularım onun sorularıyla kanşm cayadek yaşam sürerken, sorguya çekeyim onları öyleyse, benimkiyle, benim kilerle karşılaştırayım . Burada, yazmak, yaşamayı sürdürm enin tek yolu.


.ALTENBURG’ UN ÇEYİZ AĞAÇLARI


Babam İstanbul'dan döneli b ir h afta olm am ıştı da­ ha. Erkenden kapı çalındı; perdeleri daha açılmamış olan odanın yarı karanlığında, hizm etçinin ayak sesle­ rinin kapıya doğru gittiğini, durduğunu, kapıyı çalan kim se tek sözcük söylemeden onun üzgün sesinin : — Jeanne’cığım ... Vah, Jeanne’cığım! diye yineledi­ ğini işitti. Jeanna büyük babam ın hizmetçisiydi. Bir an sessizlik oldu: iki kadın öpüşüyordu; b a­ bam , beklem ek burasına gelmiş, b ir arab a gürültüsünün şafakta uzaklaşm asını dinliyordu, şim diden biliyordu olanları. Jeanna kapıyı ağır ağır itti; bundan böyle bü­ tün odalardan korkuyorm uşcasm a. — Ölmemiş ya? diye sordu babam . — H astaneye götürm üşler, efendim ... Babam Reichbach’taki mezarcıyı anlatm ıştı b a n a : bedeninin yarısına kad ar çukurda, başını kaldırm ış, güneşte ısınm ış pem be toprakların kokusu içinde, am­ calarım dan birinin kendisine söylediklerini dinliyordu: "Hadi, Franz, elini çabuk tut, aileden birini gömüyor­ sun!” Bucakta yirm i kadar akrabam ız vardı ve bu me­ zarcı, şaşılacak derecede, ölm üş büyük babam a benzi­ yordu. t


— İn tih ar konusunda çok saçm alar işitm işim dir, derdi babam ; am a sarsılm adan, kararlılıkla kendini öl­ düren b ir adam karşısında saygıdan başka b ir duygu görmedim hiç. İn tih ar b ir cesaret işi mi, değil mi, an­ cak intihar etm em iş kim seler d u ru r bunun üstünde. Ötekilere gelince, sessiz b ir anlaşm a k u ru lu r araların­ da: büyük babam dan, dam ar tıkanm asından ölmüş biz kim seden sözeder gibi sözetmeyen tek kişi çıkm adı içi­ mizden... Amcalarımın ve büyük am calarım ın çoğu yıllardır birbirini görm em işti: karşıtlıkları bozuşm aya kad ar gitm em işti am a yaşam dan çok, Alman egemenliğini be­ nim semeyenlerle benim seyenler arasındaki karşıtlık ayırm ıştı onları. Şimdi b irço k lan F ransa’da oturuyor­ du. Fabrikasının yönetim inde büyük babam a yardım eden M athias am cam ın evinde b ir araya gelmişti hepsi. Yalnız büyük am cam W alter gelmemişti. Birkaç aylığı­ na yurt dışına mı çıkm ıştı gerçekten? Onbeş yıldır, kar­ deşi D ietrich’le, yani büyük babam la arası bozuktu: am a anlattıkları kad ar sert ve inatçı olsa bile, ölüme kin tutm ayla töreleriyle bağdaşmazdı. Gene de yoktu ve bu yokluk h er zam an gördüğü, hâlâ da görm ekte olduğu diişm ansı saygıyı artırıyordu: büyük babam hiçbir kar­ deşine karşı beslemediği b ir kızgınlıkla - b ir o kad ar da ısrarla - sözederdi ondan, buna karşılık (onun da baba­ mı gösterdiği gibi), vasiyetini yerine getirecek kişi ola­ rak onu gösterm işti. Babam onu tanım ıyordu. Ailesinde kendism e oy­ m ak kuruluna gösterilen boyun eğişi gösterm eyen hiç kimseyi kabul edemediği için, n efret duyulm uyorsa da kırk yıl boyunca hiç tökezlemeden yürütülm üş yetke tutkusuna beslenen saygıyı görüyordu b ü tü n aileden. Çocuksuzdu, am ca oğullarım dan birini evlat edinmiş,


ona sert ve sarsılm az b ir tutkuyla bağlanm ıştı: çocuk daha on iki yaşm a gelir gelmez, ona h er sabah buyru­ ğa benzer öğütlerle dolu, kısa m ektuplar yazıyor, yanı­ tını da okula gitme saatinden önce eline gelmesini şart koşuyordu. Amcamın oğlu, yirm i yaşında, onunla bir genç kız konusunda tartıştık tan sonra çekip gitmiş. W alter amca, karısının büyük üzüntüsüne karşın, mek­ tuplarına hiç bir zam an yanıt vermemişti. M irasını ken­ disine bırakm ayı kurduğu akrabam b ir fabrikada işçi yönetm eni olm uştu; W alter hiç sözetm iyordu ondan, kardeşleri de onun bu iyi bildikleri kederini insanca bu­ luyor, başkaca b ir kederi olm am asına hayranlık duymak gerektiğine inanam ıyorlardı. Şu da var ki, W alter fazlasıyla çekilmez oldu mu: "Böyle b ir hastalığa tutulm uş b ir insanı daha berbat olm ası bile b ir mucize!” demeye hazırdılar. B ütün re­ simlerinde, koltuk deynekleri uzun b ir paltonun içinde gizli, ayakta görünürdü: iki ayağı da inmeliydi. -/•Bu ölü yemeğinin İstakozları ve alabalıkları ardın­ dan Alsace kazciğerleri, Tram iner çilek rakısı gelince, toplantının b ir şenlik gibi bitm esine ram ak kaldı, in ­ sanın ölüm ü görmeyi öğrenm esine binlerce yıl yetmedi. Yaz pencerelerinden gelen çam ve reçina kokusu, cilâlı tahtadan binlerce nesne, b ir anılar ve gizler geçmişin­ de, aile orm anının işletim i içinde geçmiş çocukluklar birleşiyor, hepsi de, ölüm ün etkisiyle, açıklanm ası ola­ naksız in tih a n yaşam ını taçlan d ırır gibi olan b u dikkafalı, başkaldırm ış ve b urjuva ihtiyara karşı sevgi dolu b ir saygıda kaynaşıyorlardı. Kilise, uygun b ir arm ağan karşılığında, büyük perhiz k u rallan n d a birtak ım ser­ bestlikler tanıdığı zaman, artık epeyce yaşlanm ış olan büyük babam , Reichbach'm belediye başkanı olm ak do­ layısıyla korum ası altında bulunan papaza bu k a ra n


protesto ettiğini bildirm işti öfkeyle. (Kökünden söküle­ bilir miydi hiç: b ir baştan b ir başa O rtaçağ’ın Kutsal O rm anı’ nın kalıntılarıyla kaplı olan bu bölgede, bu­ cakların uçsuz bucaksız toprakları vardı hâlâ, Reichbach'm da d ö rt bin h ek tar toprağı bulunuyor, belediye­ ye en büyük kazancı bu to p rak lar sağlıyordu. Büyük babam ın iş adam ı nitelikleri tartışm a götürmezdi.) "Ama, m onsieur Berger, basit b ir papazın papalık ka­ rarların ı tartışm aya kalkm ası yakışık alır mı? Öyleyse Roma'ya gideceğim.’’ K utsal yolculuğu yaya yapm ıştı. Değişik hayır ku­ ram larının başkanı olduğu için, kolay sağlam ıştı papa­ nın huzuruna çıkmayı. Yirmi kad ar dindarla birlikte, V atican’da b ir odaya alınm ıştı. Çekingen değildi, ama, papa papaydı, o da hıristiyan: hepsi diz çökm üşlerdi, K utsal - Baba geçmiş, onlar da pabuçlarını öpm üşler­ di, sonra kapıyı gösterm işlerdi hepsine. Büyük babam , T ibre’i yeniden geçince, içinde çeş­ m elerin saygısız halkı, kaldırım sız sokaklarda ilgisiz göl­ ge, ilk çağ sütunları, kızıl kadife kaplı postaneler danseden, kutlu b ir öfkeyle koşup paldır k üldür valizlerini toplam ış, ilk ekspresle yola çıkmıştı. Dönüşünde, protestan dostları, mezhep değiştirm e­ ye hazır olduğunu sanm ışlardı. — Bu yaştan sonra din değiştirilmez! Bundan sonra, kiliseden ayağını çekmiş, am a İsa ’­ dan ayrılm am ıştı, h er pazar yapının dışında, sahm la transeptin birleştiği yere rastlayan b ir köşede, ısırgan­ lar arasında katılm ıştı, âyine, duayı bellekten izliyor, vitraylar arasından göğe çıkış’ı bildiren zayıf çan sesini duym ak için kulak kesiliyordu. Yavaş yavaş sağır yaşı­


yordu, sonunda işitem em ekten korkarak, her pazar yir­ mi dakikasını yazın ısırganlar, kışın çam urlar içinde diz çökerek geçirmeye başladı, k arşıtları sağduyusunu y itir­ diğini söylüyorlardı, am a böyle sarsılm az b ir irenci kü­ çük gösterm ek kolay değildi; aynı yerde, aynı saatte, aynı neden uğruna yıllar yılı şemsiyesinin altında, ça­ m urlar içine diz çöken bu ak ve kısa sakallı, redingotlu adam , b ir kakavandan çok, b ir Tanrı adam ı olarak gö­ rünüyordu herkesin gözüne, Alsace inanç karşısında il­ gisiz kalmazdı, bağlılık karşısında da ilgisiz kalm am ası için o sıralarda çok güçlü nedenler vardı. Gene de Roma serüveninin sonuçlarını fabrikasını yönetişindeki yetkisinin başarısının zoruyla benim sete­ biliyordu (Daha çok yenilm işlerin çılgınlığına inanır in­ sanlar). Yahudilerle havra olarak kullandıkları yapının sahibi arasındaki kira anlaşm asının süresi dolunca, adam anlaşm ayı yenilemeye yanaşm am ış, yapısını kiraya ve­ recek b ir başka kim se de çıkm am ıştı. Büyük babam be­ lediye kurulunda bucak yapılarından birinin kiralanm a­ sını önerm işti: kesin b ir m uhalefetle karşılaştı. — Beyler, düşünün ki, haksız birşey bu. Sarsılm az b ir sessizlik, kendi inadına denk Alsace inadı. Nerdeyse Yahudi düşm anı sayılırdı, am a he­ men o akşam haham ı çağırıyor XVI. Louis biçemi ko­ cam an dem ir kapısının ardında ağaç gövdeleri nedeniyle çınlayan, kirişleri açıkta duran ve şim di içinde am cala­ rının yem eklerini bitirm ek üzere oldukları bu evin bir yanını parasız olarak buyruğuna verdiğini söylüyordu. Reichbach topraklarına yerleşm esine kurulca izin verilmeyen b ir sirk de aynı çağrıyla karşılaşm ıştı: bü­ yük babam , evin ardında uzanan ahşap hangarlara al­ mıştı sirki.


Amcalarım, dipleri yivli bardakları ve çilek rakıla­ rının önünde, gidip hep b irlikte hayvanları çözdükleri. M athias’m gizlice yağlanmış kocam an kapıyı açması üzerine, kim i bilgiç eşeğe, kimi eğitim li ata, kimi deveye, babam sa file binerek dışarı çıktıkları ünlü gecenin anı­ sıyla kardeşçe sayıklamaya başlam ışlardı. H ayvanlar, yeni efendilerinin b ağırm alanna kulak asm am ış, orm a­ na kaçm ışlardı; tepeden tırnağa suça batm ış çocukla­ rım belediye başkanm a geri getirm ek için köyü ayak­ landırm ak gerekmişti. Bunun üzerine, b ir dahaki sirkin uğrayışında, ço­ cukları içeri kapatm ış, gene aynı konukseverliği göster­ mişti. K apalı yaz odalarında Compagnie des Indes’in bir sürü karışık nesnesinin bıçkı atölyesinin ağustos böceği gürültüleriyle uyuduğu b u uçsuz bucaksız evde, sirkler­ den biri yeşil b ir papağan unutm uştu. Büyük babam iki sözcük öğretm işti ona: “Gerekeni yap”. Çocuklardan biri cezalandırıldı mı, Casim ir - yani papağan - suçu seziverirdi sanki: çocuk tüneğinin yanından geçer geçmez, kanatlarını çırpa çırpa bağırm aya başlardı: "Geğeğeni yap! Geğeğeni yap!” Ve çocuk, bakışını saklayarak, pa­ pağanı zehirlem ek üzere maydanoz aram aya koşardı. Papağansa maydanozu yiyip, şişm anlardı, sonunda sev­ meye başlam ıştı. K im bilir daha kaç yaz akşam ı, R em brandt’ın Yahudileri gibi sarışın Y ahudi'ler kaçarcasm a geçerken, soytarılar ayılan bağlayıp kaçmış b ir kanguru anıtsal ağaç gövdeleri arasında koşarken, b u avlu ağır hızar sesleri ve sıcak ağaç k o k u lan içinde uyuyuverm iştir. Hâlâ yaşam akta olan papağan, büyük babam ın cesedi getirildikten sonra, tüneğinden ayrılmış, karanlık oda­


larda ağır ağır uçuyor, ölünün ruhu gibi, ıssızlıkta hay­ kırıyordu: "Geğeğeni y a p ...” Büyük babam yanılm am ıştı: yerini alacak kimse, karşı konulm az sertliğinin m irasçısı b urada olmayandı: kardeşi W alter hepsi de sanayici ya da tüccar olan am ­ calarım onun büyük profesörlüğüne saygı gösterirlerdi (Belki yalnız babam onun k ad ar saygı uyandırdı o sıra­ da). Alsace’lı olm asa çok p arlak olabilecek, güzel b ir tarihçilik mesleğinden sonra, şu "Altenburg toplan tılan " n ı düzenlemeye başlam ıştı. Şu anda Reichbach'ta ölüm şenliklerini kutlayanların hiç biri toplum sal açı­ dan büyük değer verdikleri bu toplantılara çağnlmam ıştı. inatçı ve hiç kuşkusuz uyanık b ir örgütçüydü. Sainte - Odile’in birkaç kilom etre ötesindeki tarihsel Altenburg m a n a stır kilisesini alm ak için gerekli parayı b ir araya getirm işti. B urda h er yıl seçkin m eslektaşla­ rının birkaçını, değişik ülkelerden on b e ş . kad ar düşü­ nürü ve eski öğrencilerinin en yeteneklilerini bir araya getiriyordu. Max W eber’in, Stefan George'un, Sorel’in, D urkheim 'm , Freud'un y azılan b u o turum lardan doğ­ m uştu. Ayrıca - ve bu, babam a göre, ilginçlikten de, et­ kiden de yoksun b ir şey değildi - W alter b ir zam anlar Nietzsche’yle dostluk etm işti. Nietzsche’nin anısıyla bu m asanın öykücükleri ara­ sında çok garip b ir kişi olarak beliriyordu: Agadir ola­ yından sonra, "Düşüncenin buyruğunda y u rtla r” konulu b ir oturum düzenlemeyi göze alm ıştı; am a kardeşleri­ nin (hele yeğenlerinin) her biri, küçükken - yani 1850, 1860 yıllan arasında, Alsace daha F ransa’ya bağlıyken­ e le rd e ne yapacağını” soran babasına verdiği yanıtı anım sıyordu: "Fransız Akademisi’nde çalışacağım. - Ne yapacaksın Fransız Akademisi'nde? - M onsieur V ictor Hugo olacak, M onsieur de Lam artine, M onsieur Cuvier,


M onsieur de Balzac olacak... - Peki sen? - Ben m asanın ardında olacağım. - Peki, ne yapacaksın m asanın ardın­ da? - Ben mi? B aştan başlayın bakalım , diyeceğim on­ lara!” Babam, Altenburg’un yazık ki gerçekleşememiş olan bu eski düşten doğduğunu ileri sürerdi. Ertesi hafta W alter’den b ir m ektup aldı: Altenburg'a dönm üştü, kendisini de oraya bekliyordu. Babam, W alter’in hiçbir üne ilgisiz kalm adığını bi­ lirdi; Doğu sorunlarıyla ilgili dergilerde birkaç yazısı - sonra daha yarı kapalı b ir söylenti - kendisini Enver P aşa’nın perde arkasındaki danışm anı olarak gösterm e­ ye başlayalıberi, am casının bağıntıda olduğu bazı çev­ relerde de büyüm üştü ünü. Bir yıl önce, 1913 ocağında, Türkiye’nin Avrupa’dan atıldığı sanılm ıştı; ordusu bozguna uğram ış, Balkanlılar İstan b u l’un otuz kilom etre yakınlarına gelmişler, hükü­ m et b ir kez daha barış istem işti. Yenenler fazla açık bir biçimde Rusya'ya dayanıyorlardı, W ilhem strasse bu durum da dikkatsiz kalamazdı. B akanlar kurulu, doksan yaşındaki sadrazam ın baş­ kanlığında, durum a çareler arıyordu. Başkan ne arıyacaktı ki? Y unanistan adaları işgal etm işti, bağleşler yedi haftadır Çatalca’daydılar. Kapıcılar, teşrifatçılar, çekilen tabancalar, kıçlarına inen tekm eler altında gizli odaya çekilip ellerini dünyanın b ü tü n uşaklarının göğ­ süne doğru kaldırm ışlardı. O zaman, b ir subaylar k ar­ gaşalığı içinde, o sıralarda Trablus ordusunda general olan Enver, açık bırakılm ış, kocam an kapıda beliriverm işti. Savaş bakanı kendisine doğru attığı üçüncü adım ­ da, elleri karnında devriliverm işti. Enver çözüm usta-


larm ı tutuklam ış, ateş - kes koşullarının m etnini ve b ir­ kaç dikkafalı adam ı pencereden geçirmiş, Talat ve Ce­ m a lle birlikte ik tid arı ele alm ıştı. B alkanlı bağleşler arasında en sonunda anlaşm azlık patlak verince, Türk ordusunu b ir ay içinde yeniden kurm uş, kendisi saldı­ rıya geçerek günde yirm i d ö rt kilom etre gibi çetin bir yürüyüşle E dirne’ye ulaşm ıştı. İstanbul kurtulm uştu. Özel m uhabirler gazetelerine, elçilikler de hüküm etleri­ ne çektikleri telgraflarda üçlü yönetim in b ir ay sürm e­ yeceğini bildirm işlerdi. Sürüyordu, örgütleniyordu, düş­ m anı yenmişti. M üslüman önderler ardında Avrupalı danışm anlar aram ak alışılm ış b ir şeydi o zam anlar.


2 Babam, Doğu dilleri diplom asını alır almaz, yeni yeni gelişen İstanbul üniversitesine atanm ış, kısa za­ m anda, genç aydınlardan kardeşçe b ir saygı uyandır­ mıştı. Derslerinin hem canlılığına, hem de konusuna borçluydu bunu. Nietzsche’den sözettiği zam an (1908'de başladığı ilk ders dizisi, Eylem Felsefesi adım taşıyor­ du), Z arathoustra’nm daha neredeyse b ir giz denilebi­ lecek sesinin yankısı profesör Vincent Berger'in gergin konuşm asını daha b ir yükseltiyor, geleneksel arabesk­ lerin yerini türkçede durm adan yinelenen kalıplar alın­ ca konuşm a daha da etkili oluyordu. O dönem de babam , benim anım sadığım dan bam ­ başka b ir insandı anlaşılan; gene de, sonradan azalan, am a biçimini ihtiyar dudaklarının üzerinde de buldu­ ğum, ince, düşük bıyıklarına karşın, o zam anki resim lerinde benim tanıdığım a pek yakın b ir yüzle görülür. Çocukken, gökte süzülen m artıların kanatlarına bakm ayı çok severdim: onların çifte orak dem irleri b ir pastacı vitrininden daha çok çekerdi beni. B ir gün, Bornholm m endireğinin üzerine uzanm ış ölü b ir kutan kuşunun çevresinde toplanm ış balıkçılar arasındaydım : çok geniş, çok görkem li iki k an at arasında sıska b ir ta ­ vuk bedeni. Babam ın bedensel yapısı da benim için ku­ tan kuşu sözüne bağlı kaldı: kuşa, h a tta b ir korvetten ayıram adığım ve kuşkusuz hiç görmediğim tekneye* * Kutan kuşunun Fransızcası «frégate» aynı zamanda «firkateyn» anlamına gelir. (Ç.N.)


H er çizgisi ressam a belirsiz b ir pençe esinleyecek yüzü değil yalnız, zayıf, bükük kollan, ince, dam arlı ve benim için ölü kuşun iki yanında hâlâ canlı uzun k an atlan n yorulm ak bilmez devinimini akla getiren eskrim ci elleri; her şeyden önce de sarkık kollarıyla, hafif kam bur, iri bedeninin kurum lu ve hızlı yürüyüşü. Bu kurum luluk çok açık mavi, çukur, sert bakışlı gözlerinden ileri ge­ liyordu kuşkusuz - yalnızca çocukluğumda, benim oyun oynayışımı izlerken sert değildi. Gözleri yakını görm e­ meye başladığı zaman, bu incelmiş zıpkıncı yüzünün yorgun ve dalgın b ir dü şü n ü r yüzü oluverm esi için sap­ sız gözlüğünü düzeltmesi yetiyordu. B ir gün Rus ark ad aşlan m d an biri: — Şam an ne dem ektir, b ilir misin? diye sorm uştu. — Sibiryalı büyücü, - değil mi öyle? — Ama başka b ir anlam ı da var: Lenin büyük bir adam dı, am a şam an değildi : Trotzky onun kadar büyük değildir, am a b ir şam andır. Puşkin, Robespierre, Goethe? şam an değildir bunlar. Ama Dostoyevski, M irabean, Hölderling, Poe, büyük şam anlardır! Küçük şam anlar da vardır: Heine, Napoléon gerçek b ir şam an değildi: nes­ nelere fazla inanırdı. Dahilerde şam anlara rastlanır, ama, doğal olarak, budalalarda rastlanır. Biz R uslarda yabancılardan daha çoktur şam an vardır. Vincent Ber­ ger’nin gücü ve zayıflığı da biraz şam an olm asından ge­ liyor işte.” Belki de. Ama bana: "U nutm a ki, b ir insanın en etkili silahı, güldürü payını en aza indirm iş olmasadır,” demiş olan b ir şaman. H erkesin önem li b ir yanı yakınlarından gizli kalır, ben de babam m bu yanını öğrenm iş değilim. Ama o b ir


insanı gizlerinden çok değerinin belirlediğini bana öyle öğretti ki, ben de buna öylesine inanırım ki, sevdikleri­ m in gizlerine pek aldırm am . Babam olduğu için mi se­ viyordum onu? Büyüklerin çocuklarını sevmesi genel çocukların büyüklerini sevmesiyle nerdeyse ender bir şey. Ama, b ir babam olduğuna göre, babam o olduğu için m utluluk, bazan da g u ru r duyardım . İstanbul’daki Alman elçisi, babam ın eylem felsefe­ sinde, eylemin felsefeden önce geldiğini anlam ıştı. Bu genç adam onu hem ilgilendiriyor, hem eğlendiriyor, hem de kafasını karıştırıyordu. Jön - T ürk akım ı konu­ sunda b ir kaç gevezeninin görüşünü aldıktan sonra, onun da görüşünü sorduğu zaman, babam kendisini b ir ke­ n ara çekmiş, "îzin verirseniz, sudan konuşm alara son verelim, ekselans! Denetleyebileceğimiz şeylerden sözedelim," demiş, sonra onu bu akım ın - elçi bunu bilm i­ yordu - birkaç aydır aydın çevrelerinden taşıp subay­ ları sarm aya başladığını, dem okratik kışkırtm anın ye­ rini ayaklanm a tekniğinin araştırılm asına verdiğini be­ lirtm işti. Birgün elçi yarı şaka, yarı ciddi: "Bu kurum na­ sıl ciddi b ir propaganda yapabilir sizce?” diye sorm uş­ tu. Ne babam soruda aldanm ıştı, ne de elçi babam ın verdiği yanıtta, birkaç ay sonra, b ir propaganda servisi yaratılm ış, babam da b u servisi elçinin dolaysız deneti altında düzenleyip yürütm ekle görevlendirilmişti. K endinden bile sakınıyordu; b ir papalık elçisinden daha dikkatli davrandı. B asit b ir dekordan başka birşey olm ayan propagandayı b ir siyasal eylem aracı yap­ m ak kararındaydı. B ütün ik tid ar sultan Abdülham id’in elindeydi: bunu S aray’ın içinde - vezirler ve çürümeye başlam ış yönetim örgütüyle - yürütüyordu ya ayrıca, am a


daha güçlü ve kendine daha yakından bağlı bir örgütle de y ü rü tü r gibiydi. Uçsuz bucaksız b ir polis örgütüne benzeyen bu ikinci örgüt neydi, daha da önemlisi, na­ sıl b ir am aç güdüyordu? Genellikle, zorba yönetim lerinde, zorbanın politika­ sı bilinir de kendisi pek bilinmez; burada, sultanın kişi­ liği biraz biliniyor, am a politikasını hiç kimse anlayamıyordu. Deli olduğu söyleniyor, gerçekten de öyle gö­ rünüyordu. Kendi seçtiği y atakta (aynı odada hiçbir zam an iki gece üst üste yatm adığı bilinir) ve tah ta kurusu bulun­ ca, tahtakurusunun zehirli olm asından kuşkulanm ış, iki yüksek görevliyi kovm uştu; görüşm elere eli tabancasın­ da çıkıyor, uyruğunun da gözlerini yere dikm esi gere­ kiyordu - bunlardan biri, sendeleyip de başım kaldırın­ ca, sultan hem en ateş etm işti. Sarayda, “T ü rk ” sözcü­ ğü ancak aşağılam a olarak kullanılıyordu; ordunun baş­ ları ulusçulukla m im lendiler mi hem en kovuluyorlardı. Alaycı sultan, İstanbul'un baş dolandırıcısını, bahriye bakanlığına getirdikten sonra, bahriyeyi yıktığı için gör­ kem li b ir biçimde ödüllendirm işti onu. Halifenin önün­ de, "Türk yurdu” sözlerini kullanm anın cezası ölüm dü. Sevgileri ya da çıkarları dolayısıyla babam la bağın­ tıda olanların çoğu sarayı az çok tanıyorlardı; babam , dağınık olayları yavaş yavaş bir düzene koyarak, “Kızıl S ultan”m bunalım ında anlaşılır b ir şeyler sezinlemeye başlamıştı. Türk generallerini görmeye kolay kolay katlanam ıyan bu dehşete düşm üş im parator, başlıca İslamcı ajan ­ ları serbestçe, tabancasız olarak kabul ediyordu; artık ancak yalnızlığa, şiire, h er şeyden önce de polis rap o r­ larına katlanabilen bu tembel adam , yabancı müsliiman-


lara gidecek birçok bildiriyi kendi eliyle yazıyordu; İs­ lâm 'ın ruhsal yönetm enleriyle doğrudan doğruya m ek­ tuplaşm aktaydı; askerlerine ayakkabı alacak parayı bu­ lam ayan bu batm ış sultan, iki yüz bin casusunun yol­ culuk m asraflarını karşılam akta hiç güçlük çekm iyor­ du. Birkaç yıldır F as’dan K abil'e kadar her yerde, h atta H indistan’ın bütün cam ilerinde T ü rk ’lerin Sultanının adı geçmekteydi her gün... Y urt sözcüğünü yasak etm esi­ nin nedeni yirm i ulustan oluşm uş Osmanlı im parator­ luğu B atı’dan yayılan şu görüş karşısında ayakta kala­ mayacağı içindi. Halifenin görevi Allah’ı korum ak ol­ m uştu; şimdi de halife aracılığıyla Allah'ın im parator­ luğu kurtarm ası gerekiyordu. W ilhelm strasse’ta ise, ye­ niden canlanan halifeliğin, gerekince kutsal savaş ilan edebileceği, İngiltere’nin, F ransa’nın, Rusya’nın müslüm an ordularını felce uğratabileceği düşünülüyordu. Ama babam , İslamcılık örgütünün genişliğini ve gö­ rece kesinliğini anladıkça, düzelmez zayıflığını da anlı­ yordu. Elçisinin politikasını yürütm ekle görevli olduğu­ nu düşünmeyecek k ad ar akıllıydı, gene de ona halife­ nin Türkiye dışında yeniden bulduğu saygının sultan­ lığa siyasal yetkesini geri veremeyeceğini; gâvur Alman­ ya ile b ir bağlaşm anın kutsal savaş ilanının b ü tü n et­ kenliğini yok edeceğini; sonra, S ultan’m inandığının tersine, İslamcı ajanların Türkiye’de bu oluşla savaşa­ cak kadar güçlü b ir propaganda örgütü kurm aktan uzak olduklarını gösteriyordu. Demokrat, geveze ve önemsiz sayılan (özellikle II. Guillaume da böyle düşünüyordu) Jön - Türk akım ının şim di K afkasya’nın eski Rus yıldı­ rıcıları tarafından örgütlenip ayaklanm aya hazır duru­ ma getirildiğini, galip geleceğini; siyasal iktidarın din­ siz ellere geçeceğini önemle belirtiyordu. O kad ar ki, Aiman elçisi, güç durum a düşmem ek, am a aynı zam an­


d a b ir şeyler yapm ak (Bülov’un hüküm darının düşlerini paylaşm adığını biliyordu) istiyor, propaganda başkanm ı y a n - resm i - ve yadsınabilir - b ir delege olarak Jön T ürklere yolluyordu. 1908 tem m uzunun başında M akedonya’da ayaklan­ m a patlıyor, m eşrutiyet kabul ediliyordu. Avrupa bü­ yük elçilikleri şim di ya devrime, ya sultana oynam ak zorundaydılar. Orduyu yeniden örgütlem ekle görevli kurulların çoğalmasıyla b ir elçilikten çok daha fazla b ir şey olmuş Alman elçiliğinde, çeşitli anlayışların yandaşları başka yerlerdekilerden çok daha tutkuluydu. Meclisin başarı­ sızlıkları birbirini kovalıyordu; Jön - T ürk subaylarla yakınlık kurm uş olan birçok subaylar akım a iyi bir gözle bakıyorlarsa da örneğin im paratorunki gibi, b ir­ çoklarının yüreği sultandan yanaydı: yetkeyi orda görü­ yorlardı. Bir gün deniz ataşesi, hafif b ir küçümseyişle: — Propaganda örgütü dem okratlarım ız ne düşünüyor? diye sorm uştu.

hakkında

Alman politikası babam ı hiç çekm iyordu. Toplum ­ sal sorun diye b ir şeyi de hiç göz önüne alm am ıştı. Al­ m an sosyalizminin başarıya erm esi ona hem kesin, hem de istenecek b ir şey gibi görünüyordu: Alsace dram ına son verecek, nefret ettiği Ju n k ers'ler sınıfını da yıkacak­ tı. Böylece kendisine soru soran adam ı kendi silahla­ rıyla yenmek hoşuna gitm işti: — Jön - T ürk ’ler k usur üstüne k usur işliyorlar, da­ ha epey b ir zam an da sürdürecekler bunu. Ama onlar dışında, hiçbir şey yok. H içbir şey. Bu ülkenin genel erim esi içinde, hesaba katılabilecek tek şey var: ordu.


Şu sırada, onu önce ayakta tutm ak, sonra geliştirm ek de yalnız Jön - Türkler'in yapabilecekleri b ir şey. Yetke iyi şeydir, am a yetki daha da iyidir. Yönetimi kim alır­ sa alsın eline, ancak onunla yönetebilir. Gerisi palavra­ dır. “Bir orduyla devlet olmaz. Ama altı aydır yeni bir şey oluyor; Rusya devrim cilerinin yetiştirdiği Kafkasya m üslüm anlan, Jön - Türk kom itelerinde büyük bir ağır­ lık kazanm aya başladılar. Akımın genel ülküsüyle sa­ vaşm ak zorunda kalm adan, kadrolarını baştan s o n n değiştirebiliriz: her devrim de olduğu gibi, meclis üyele­ rinin yerine komite, yani diktatörlük adam ları getirte­ biliriz. Jön - Türk kadroları, h a tta kitleler, Talat ve Ce­ mal gibi halktan gelmiş adam ların, Enver gibi devrimi başlatm ış subaylardan birinin yürüttüğü b ir dik tatö r­ lüğü her zam an kendilerine bağlı sayacaklardır, kendi sesleri sayacaklard ır...” H aftalardan beri, Enver’e akım ı da köklü bir de­ ğişiklik, denenm iş devrim ciler arasından, yalnız düzene bağlılık ve çalışm a gücü göz önünde bulundurulacak, sokak savaşlarına hazırlanm ış b ir kadro yaratılm asını esinliyordu. Ve h aftalardan beri, - Almanya ne olursa olsun, güç durum a düşm ek istem ediğinden - Mısır içle rine Jön - Türkler için son model m itralyözler yollattırt m aktaydı. Sultanın adam larınca düzenlenen karşı - devrim İs­ tan b u l’da Makedonya Jön - T ürk ordusu tarafından (ba­ bam ın önceden gördüğü gibi) ezilince, - Abdülhamid taht­ tan indirilm iş, yerine hayalet pedişah V. Mehmet geti­ rilm iş, Meclis iktidarı kesinlikle sağlanm ıştı - elçi ona böyle b ir konuşm anın görevleriyle pek bağdaşm ayaca­ ğını; gizli kaldığı ölçüde çok iyi olan b ir politikanın (kadroların yenilenmesinin) herkesçe bilinm esinin uy­


gun düşmediğini belirtm işti. Bunu yadsıyam adığı için daha b ir incinm işti. Akıntıya bırakm ıştı kendini; önlemsizlik başlıca kusuru, yüzü "am anlık” ola;ı m adal­ yonun ark a yanıydı. Gizli b ir partiyle b ir aracı yoluyla bağıntı kurm ayı zorunlu görm üş olan elçilik, şim di Tür­ kiye dışişleri bakanlığıyla kendisi arasında hiç kim se­ yi istem iyordu. Babam öfkeliydi am a şaşırm ıştı - kurallara göre oynanm ıştı oyun - beklemeye başlam ıştı. Almanlar yanında yitirdiği yetkeye Türkler arasın­ da hâlâ sahipti. Bunlar, Almanya kendilerine ne verdiy­ se onu alm ışlardı. Öte yandan, elçilikteki görevleri sü­ rüyordu; kuram sal bakım dan, propaganda dairesi ka­ panm ış değildi. E nver’le dost olm uştu; genç albayın şim dilik bulanık olan ülküsü babam m konuşm alarıyla bir biçime giriyordu. Alm anlar kendisini tanıyorlardı, askerlik öğrenim ini Prusya m uhafız birliğinde yapmış, Berlin’de askeri ataşe olarak çalışm ıştı; rom antik ateş­ liliği onları kuşkulandırıyor, çoğu zam an da sinirlendi­ riyordu. Bu ateşlilik babam m yaratılışına uyuyordu, İtalya Türkiye’ye savaş açıp da artık generalliğe yüksel­ miş olan Enver Trablus ordusunun kom utasını alınca, babam kendini onun yanm a yollattırtm ayı başarm ıştı. 1910 yılının sonlarında, b ir kaçakçı gemisiyle Syrtes kıyısına geldikleri zam an, îtaly an lar b ü tü n büyük li­ m an lan işgal etm işlerdi. Çok zayıf olan T ürk birlikleri Mısır sınırından Tunus sın ın n a kad ar dağılmıştı. İstan ­ bul’dan hiçbir destek beklenm iyordu: İtalyanların kar­ şısına donanm anın o basit gem ilerini çıkarm ak söz ko­ nusu değildi, Abdülhamid bu n ları denetlerken paslan­ mış toplarıyla az alay etm em işti.


Babam ın karışık b ir durum u yorum lam akta, yu­ mağı açm ak için ipin çekilecek ucunu bulm akta gös­ terdiği yetenek, bu kez b ir harikaydı. Belki bunda m es­ lekten asker olm am asının da etkisi vardı: ordunun acıklı durum u E nver’i donduruverm işti ilkin. En sonunda, şansı gülm üştü: bu durum da etkili silah, yani gizli ör­ güt, onun en iyi tanıdığı silahtı. Libya çölünün askerlik ve din alanındaki efendisi Büyük Sinusi, develi askerlerini Enver'in buyruğuna verdi. Ama G raziani’nin ordusunun karşısına çıkarılam a­ yacak kadar zayıftı bunlar. Babam ın verdiği fikir, Sinusi’lerin aracılığıyla, Libya çölündeki kabileleri silah­ landırm ak, İtalyanları doğrudan savaş açm adan, çağ­ daş b ir gerillacılıkla felce uğratm aya çalışm aktı. İtalyanlar içerlere girmeye çalışacaklardı: öyleyse yapılacak ilk iş, haber alm a servisinin örgütlenmesiydi. Babam Alman elçiliğinin İstanbul'daki servisini tanı­ yordu, Türk servisi ise oldukça iyiydi, Almanya’da ye­ tişm iş on k adar T ürk uzm anın yardım ıyla b ir örgüt kurm ak hiç de güç olmazdı. Üst k adroları dolduracak adam lar eksikti yalnız; Sinusi’ler gerek kendi araların ­ dan seçerek, gerekse dışarıdan toplıyarak, alt kadem e­ lerde yüzlerce ajan sağlıyorlardı. Parası ödendikten son­ ra, her m üslüm an hıristiyanlara karşı b ir ajandı. Ba­ bam Almanya’dan hâlâ etkili b ir yardım bekleyebile­ ceğini biliyordu: “Bingazi bölgesini bırakm ak b ir in­ tih ar o lu r”, dem işti Von der Goltz. Ama gizli yardım ­ lar, tanım ları gereği, sınırlıdır. Gene de hem en para aldı hiç değilse, - Enver daha uzun zam an İstan b u l’dan beklerdi bu parayı - b ir çok iyi m itralyözler. Enver bununla T ürk ordusunun otom obillerini si­ lahlandırdı, ilk başta saçma gibi görünen on kadar


akınla daha da çoğaldı bunlar; sonra, lim anların ya­ kınlarına gizlediği çok devirgen atlı ve develi birlikleri de gene bu yardım la destekledi. Su n o k ta lan koca bir İtalyan ordusunun çöle dalmayı göze alamıyacağı ka­ d a r seyrekti (Türkler isteseler b u n la n zehirliyebilirdi de). Graziani beş kol sürdü buraya: beşi de yok edildi. Babam ın um duğu gibi, Sinusi ajanların göklere çı­ kardıkları bu alçak gönüllü zaferler, öte yandan iyi de para alan kabileleri birleştirdi. İtalyanlar denize ege­ m endiler, am a ne güney Tunus, ne de güney M ısır yol­ larım denetliyebiliyorlardı. Türkiye’den - ve Almanya’ dan - seçme birliklere yetecek kad ar silah ve levazım geldi; ötekilere gelince, yerli atölyelerin akıllıca düzen­ lenmesi (göçebeler çok iyi silah yapar) yetm işti. E nver’in ve babam ın başlarına ödül konm uştu; İtalyanlar - da A rapların verdiği adla adlandırm ışlardı onu: Bıçak. Enver’in üstünlükleri ve k u su rlan , gösterişi, gücü, rom antizm i, çekiciliği, her şeyi birden etkim işti çölün beylerine: üç ay içinde, bütün çöl buyruğu altındaydı, Halifenin kızlarından biriyle nişanlanm asının uyandır­ dığı saygıyı da kişisel yetkesine ekleyince, göçebe b ir­ likleri düzene sokm akta güçlük çekmemiş, çöl korsan­ lığına ayırm adığı birliklerin de kentleri savunm akla gö­ revli Türk birliklerinin k alın tılan n a katılm asıyla ciddi olarak Derna kuşatm asına girişebilecek kadar kalaba­ lık, düzenli b ir ordu oluşturm ayı başarm ıştı. Kenti alm ası pek olanaklı b ir şey değildi, am a fetihçi olarak yola çıkan İtalyanlar şim di kuşatılm ış du­ rum a düşüyorlardı. B alkan tehlikesi yılın sonunda İstan b u l’u İtalyan­ larla pazarlığa girişm ek zorunda bırakm caya k ad ar sür­ dü bu durum . Barış im zalanır imzalanmaz, b ü tü n Bal­


kanlar Türkiye’nin üzerine atılıyorlardı. T ürk ordusu, Almanlarca yeniden örgütlenm iş olm asına kaışm , on beş gün içinde yerle b ir edilerek uzm anları şaşkınlık içinde bıraktı. Enver, zafer um udu olm adan, zavallı araçlarla G raziani’yi b ir yıl kad ar başarısızlığa uğratm ıştı. Bir kahram an durum una geliyordu. Acele İstan b u l’a çağ­ rılan babam , Enver’in b ir Alman danışm anı olarak de­ ğil, onun Almanlara yolladığı b ir elçi olarak geldi. Jön T ürkler b ir m uhalefet partisinden başka b ir şey değildi artık. Sadrazam , Abdülham id’in eski b akanlar kurulu­ nun başı, 1820’de doğm uştu... Bülow’un özel görevlisi: — Sizce nerde etkili olabiliriz? diye — H erhangi b ir şeye etkiyebilm enin zam anı çok­ tan geçti: ancak b ir kişiye etkiyebiliriz, bu kişi de an­ cak Enver olabilir. O rdunun yerle b ir olduğu söyleni­ yor. O bu düşüncede değil. General von der Goltz da böyle düşünm üyor (ben de). B akanların orduyu engel­ lemelerini sağlayan yersiz köstekleri koparm ak gerekir. Askerler cesur: dairem izin yetiştirdiği uzm anlar da iyi. Onu baştan kuracak değiliz, am a onu yıkanı yıkabili­ riz. Balkan ordusu M oltke’nin ordusu değil ya. Arala­ rındaki anlaşm azlıklar da önemli. ı

— Enver Paşa’nın düşünceleri, tasarıları ne? — En kısa zam anda dönüp iktidarı almak. — Onun da zayıf yanları yok değil ya, ben... — Biz onu tutarız. Görevli bu "biz”i duyunca kulaklarını dikm işti


— Enver Paşa B alkanlılarla yapılacak bir pazarlı­ ğı hangi temellere dayandırm ayı düşünüyor? — Ancak zafere dayanarak pazarlık edilir, siz ben­ den daha iyi bilirsiniz. îlk in zafer: öyleyse, en kısa za­ m anda teknisyen, ister, gereç ister, değil mi öyle? On­ dan sonra, A vrupa’daki eski illerin önem i yok: bunlar Enver’i ilgilendirm iyor onlar, tersine... — Allah Allah!.. Öyleyse ne ilgilendiriyor bu ada­ mı? — Turancılık, b ü tün Türk halklarının birliği, E dir­ ne’den O rta Asya içlerine, ipek yolunun Çin vahalarına kadar. Başka yerlerdeki gibi b u rad a da uluslar doğdu; Y unanistan’ın, S ırbistan’ın varolm asm ı engelleyemeyiz artık. Dosdoğru ilerlem ek gerekiyor; Avrupa’daki Türk illeri zararsız b ir barışla güvenceye alınır alınmaz, eski hıristiyan illerimize, kesinlikle boş verecek, saçm a bir İstanbul Cum huriyeti düşünün yerine, başkenti Semerkant olan Jön - T ürk im paratorluğunu kuracağız. Görevli ne incelikten yoksundu, ne anlayıştan; ama duyduğunun altındaki gizi aram a alışkanlığı, hiçbir şey saklam ayanlar karşısında zekâsm ı ağırlaştırıyordu. Oy­ nadığı role göre çok genç bulduğu (şu sırada oynadığı rolde yetkeden yoksun olm asa bile) b u adam , kesik ke­ sik konuşm ası ince kem ikli yüzüne, heyecanla titreyen ellerine çok uyan bu adam , elçinin kafasını karıştırm ış olduğu gibi onun da kafasını karıştırıyordu. Babam ın açık görüşlü, am a aynı zam anda da se­ rüven düşkünü b ir adam olduğunu duym uştu. Roman­ sı mı? Hiç kuşkusuz; am a rom ansı kişiler ne olanak­ larına böylesine egem endirler, ne de böyle ölçülü düşü­ nürler; öte yandan, babam ik tid ara ilgisiz değilse de


paraya ilgisizdi. H er büyük h ırsta rom ansıhk yok m u­ dur? B ununla birlik te özel görevli karşısındaki adam ın büyük b ir hırsın adam ı olam ayacak kad ar çabuk ve çok konuştuğunu düşünüyordu. — Nasıl oluyor da turancılığa kişisel olarak bu de­ rece... ilgileniyorsunuz? diye sorm uştu. Neredeyse tu t­ kulusunuz diyeceğim... T utkusunun kaynağını pek düşünm em işti babam. Bunda Avrupa’dan uzaklaşm ak, tarihin çağrısı, yeryü­ zünde b ir iz bırakm ak gibi bağnazca b ir istek, belirlen­ mesine az yardım etm ediği b ir ereğin büyüsü, savaş ar­ kadaşlığı, dostluk, hepsi birbirine karışıyordu. Düşlerin çürütm ediği, tam tersine, beslediği eylem­ ler çok azdır, dem işti hafif b ir gülümsemeyle. Sonra daha çok gülümsemiş: "B undan daha iyi b ir öneriniz var m ı?” diye sorm uştu. Özel görevli, mesleğine özgü, kibar b ir el sallam ay a geri çevirm işti soruyu. “Almanya derdi herhalde", diye düşünm üştü babam . Ama, Alsace b ir yana, ancak kendi seçtikleriyle b ir kaynaşm a söz konusu olabilirdi onun için. Üstelik, büyük b ir devletin buyruğunda, olsa olsa b ir uygulayıcı olabilirdi; Enver'in yanında, daha fazla­ sıydı. Sonra, hiç kuşkusuz, iyice sezdirmese bile, ada­ mı en çok kaygılandıran, babam ın bundan böyle ancak kendi kurduğu ya da kurulm asına katıldığı şeylerde et kili ve tu tk u lu olacağını düşünmesiydi. Bülow, “biraz delibozuk, am a yetenekten de yok­ sun olm ayan bu genç adam ın” savm a dikkat göster­ m işti: Rus T ürkistan ’ının istenm esi Rus - T ürk çekiş­ mesini büsbütün şiddetlendirecekti. Berlin, Avrupa'da savaş çıkm ası durum unda Türkiye'nin yansız kalm ak


için her yola başvuracağını bilm iyor değildi. Cemal, In­ giltere’yle F ransa’ya dostluk önerse bile, bu işi b itir­ meye kararlı olan Rusya, bu önerilerin geri çevrilmesi için bütün ağırlığını ortaya koyacaktı: böylece Türkiye, Almanya’nın kucağına atılm ış olacaktı. Enver, - tam sırasında - T rablus'tan geldiği zaman, herşey hazırdı. B akanlar sopalarla kovulduktan sonra, Plevne sa­ vaşından beri ilk kez, Türk ordusu b ir savaş önderi b u ­ luyordu. Enver’in gençliği, ataklığı, B onaparte’ın bu nitelik­ leri İtalya ordusunda nasıl etkidiyse, o da öyle etkim işti orduya. Paşa onun k ad ar büyük kom utan değildi, am a daha iyi yardım görüyordu: yenilirse, Almanya b ir da ha Türkiye’ye güvenemeyecekti. Babam, orduyu yeni­ den kurm aktan çok, onu felce uğratan şeyi ezmek ge­ rektiğini söylerken doğruyu görm üştü. B ir ilk sald ın İstan b u l’u kurtarm ıştı, o kadar; ama, İkincisi de E dir­ ne’yi kurtarınca, Rusya, B alkanlılara m asaya oturm a­ larını sağlık vermiş, m ayısta, barış im zalanm ıştı. T ür­ kiye A vrupa’da kalıyordu. Ayrıca babam , Almanya elçiliğinin kendisinin En­ ver’in yanında bulunm asına bu durum tüm üyle kendi işlerine yarayacak biçim de kullanılm adıkça, kuşkusuz b ir gözle bakam ayacağını biliyordu. Ama elçilikten çok Enver’e bağlı buluyordu kendini; elçilikler yeryüzünde en sevdiği şey değildi. O sıralarda, dikkatsiz b ir alayla: “Seçebilen b ir insanın yurdu, en k ara b u lutların geldiği yerdir", diyordu. Öte yandan, kim i gazeteler kendisini zaferin perde arkasındaki kahram anı yapm aya başla­ m ışlardı; E nver’in günün birinde bundan alınacağını bilm iyor değildi: gururunu bilirdi. B ir söylen kişisi ol­


maya başlıyordu, istese, belki de yokedebilirdi b u kişi­ yi. Ama hiç de istem iyordu. Söylencesi koltuklarını ka­ bartıyordu. Daha da iyisi: b u söylenceyi seviyordu. Barış im zalanır imzalanmaz, Turan tu tk u su paşa­ ların paşasını bütünüyle yeniden sarıyordu. O rta Asya Türkleriyle bağıntıya geçmek, K ürtlerle, B uhara ve Af­ ganistan emirleriyle, Rus T ürkistan'ının hanlarıyla doğ­ rudan doğruya b ir bağ kurm ak gerekiyordu. "İlkin Af­ g anistan..." diye esinledi Alman elçisi. H indistan'a da­ ha yakındı burası. Ve herkes babam ın tam bu işe göre olduğunu düşündü: Almanlar, Enver - ve kendisi.


îki ay sonra, Gazne’deydi. H indistan yoluyla gel­ miş, İngiliz ajanlarının kalabalık olduğu K abil’de el­ den geldiğince az oyalanmıştı. Afganistan yoktu. Em ir ancak K abil’in emiriydi. Telefon kurdurtuyor, kenti b ir telgraf hattıyla H indis­ ta n 'a bağlıyordu; am a elli kilom etre ötede, ilkel İslam başlıyordu. H er han, zayıfsa h araç ödüyor, güçlüyse ha­ raç alıyordu. Ve İran 'd an Semer k a n d a dek uzanan gö­ çebe ya da durağan tozu yalnızca K ur'an yasası birleş­ tiriyordu. Şimdi küçük, sivri b ir sakalıyla, köşeli yüzlü bir Acem prensini andıran babam , bozkır bozkır dolaşarak kargalara, gebeş aşçılara, akbabalara benzeyen hanlarla tartışıyordu. Enver’in, hıristiyanları yenmiş generalin adını hem en hepsi biliyordu; gerisine gelince, yanıtlar koltuk kabartıcı biçim de biçimsiz kalıyordu. Ve babam daha ötelere gidiyor, kim ileri hicretin soylu savaşçıla­ rına benzeyen, kim ilerinin kusursuz halı tüccarı olm ak için bedensel düşkünlükten başka hiçbir eksiği bulun­ m ayan yeni hanlarla karşılaşıyordu. Hep o inceden in­ ceye iki anlam a da gelen sözleri, aynı sıkıntıyı, aynı hiçi buluyordu. B ulutlar arasından develer böğüren Pam ir’den aşağı iniyor, çalılıklar arasında, istiridye bü­ yüklüğünde cıncır böceklerinin kervanlar geçerken sü­ vari m iğferlerini andıran başları üzerinde antenlerini


diktikleri güney çöllerinden geçerek, kem ik yığını ren­ ginde b ir kente varıyordu. K irişlerle donanm ış kil kapı­ ların altında, paçavralar içinde atlılar, ayaklan üzerin­ de, düşlere dalıyorlardı; kadınlar gibi saklı barınakla­ rın dibinde, penceresiz sokaklann çölünde at kafalan, balık kılçıkları parıldıyordu. Ne dışarda b ir yaprak; ne içerde b ir eşya: duvarlar, gök ve Tann. — Üç yıldan sonra çölün boş olduğu unutulur, de­ m işti b ir kervancı. Yeniden buluyordu çölü, b ir de beylerini. Sinusi’lerin vahalarında ruh u n çıplaklığı daha da büyüktü, am a Tanrı varlığının parıltısına, savaşa, îslam ın örgensel birliğine uygun düşüyordu. B urada, alevlenmiş ça­ lılığın Tanrısı alışkılardan b aşka b ir şey değildi; on se­ kiz pilavlık b ir şeref yemeğinin sonunda, kabile daha da bölünüyor, toz oluyor gibiydi. Babam T rablus'ta ey­ lem gerçekleştirm işti; burada, konuşuyordu... Gittikçe daha bunaltıcı olm aya başlayan b ir dizan­ teriden rahatsız durum da, enginarlar gibi kocam an H indukuş boyunca ilerliyordu gene. Dağların öte yanı H indistan, panayır çörekleri gibi boyanm ış, sokaklarım­ da sürülerle m aym unlar gölgeyi izleyerek düşünceli dü­ şünceli ilerleyen, pembemsi kentler; deniz... Hey gidi yeşil Avrupa! karanlıkta tren düdükleri, gecikmiş ara­ baların çıngırak ve nal sesleri... B ir gün, Gazne pazarında dolaşırken, b ir deli - de­ lilerde bazı bazı bulunan sezgiyle, babam ın T ürk olm a­ dığını anlam ıştı belki de - üzerine atılm ış, iyice döv­ m üştü onu, karşılık vermek söz konusu değildi: mü>lüm anlarm delilere saygısı O rta Asya’da olduğu gibi kal­ mıştı. Adam daha büyük taşlar bulsa, belki de öld ü rü r­ dü onu.


Babam kızgın, bitkin b ir durum da evine dönmüş, nasıl olm uştu, bilinmez, b ir büyüden sıyrılm ıştı: birden­ bire gerçek bütün katılığıyla karşısındaydı: yeni Türk tutkularını canlandıran Turan, belki de İstan b u l’u k u r­ tarm ış olan Turan, yoktu. Bunu anlıyabilmek için aylar harcam ıştı. Onun için, T uran’m varlığı öylesine kesindi ki, sa­ yısız ateşli hıristiyanlarm Rom a’ya gelip de din ticare­ tini; XVIII. yüzyılda İngiliz hayranı Fransız'ların göz­ ler önündeki aristokrasi baskısını görm edikleri gibi; babam da, bütün b u aylar boyunca, olayları yalnız Tu­ ran söylenme göre kavram ış, benimsemiş, karşılaştır m ıştı. Sevdiğimiz kadını göremediğimiz gibi, inandığı­ mız b ir söyleni canlandıran ülkeyi de göremeyiz. Kendisini bu düşten k u rtaran garip serüven, k an ­ sızlaşmış söylen ölm ek üzereyken, yani en uygun za m anda mı ortaya çıkm ıştı? Ne eskisinden fazla b ir ya­ kınlık, de eskisinden fazla düşm anlık duyuyordu, Al ganlılara, pergeli gözümüze b atırd ık diye pergel kulla­ nanlara kızacak değildik ya. Ama babam kendisini kur­ taran şeyin alçalış olduğunu bilm iyor değildi. Bu insanlardan ne beklenebileceğini biliyordu ar tık. Halifeye dam at olmuş galip general Enver için seve seve dövüşürlerdi. Ama iyi p ara ödenmesi, tehlikenin de büyük olm am ası koşuluyla (İngiltere’ye karşı savaşmak gerekirse, biraz daha düşünürlerdi). Turan adını mı? Olsun. İslam lık yeterdi. Öte yandan, babam kimi yer­ lerde birazcık iz bırakabiliyorsa, Abdülham id’m eski İs­ lamcı ajanları nedeniyle bırakıyordu. Dağlarının çıplak­ lığı, ak gökyüzünün görkemli titreşim i arasında, yıkın­ tılar içinde uyuklayan bu halkı ayakta tu tan tek iskelet kem ikleşm iş b ir İslamlıktı.


Rusya bozkırlarının Türkm enleri, Özbekleri kah yordu geriye. Onların y an ıtlan da aynı olacaktı, (yanı­ lıp da) kurtulm a zam anının geldiğine inanıyorlarsa, o başka. Enver için, Turan zorunluydu, olm am ası söz konu­ su olamazdı: babam ın b ir raporu bile hiçbir şeyi değiştiremiyecekti bu konuda: babam T uran’ı görmemişse, kör olduğu için görmem işti. Ama hem yaratılışından, hem de rom ansılığm dan geldiği için, dürüstlüğü daha da büyüktü. B ir yıkım a doğru gittiğinden kuşkusu voktu ama, ta içinden, Enver’i belki de inandırabileceğini um uyordu. Döneceğini bildirdi yalnız: kendi inandırm a gücüne yazılı rapo rlara güvendiğinden daha çok güveni­ yordu, b ir de, üzerine aldığı göreve inancını y itirir yi­ tirmez, hastalık kendisini altetm işti. B ir ay da Rus sı­ nırına ve B uhara'ya yollanmış ulakların dönmesini b ek ­ ledi, en sonunda H indu evlerini pem be topaçlara dö­ nüştüren getiren b ir ateşle Peşaver'e vardı, K araşi’de b ir yük gemisi buldu, hiç b ir iskelede aynlam adı ge­ miden. Niyeti Reichbach’ta ya da S trasburg’ta b ir klinikte birkaç hafta kalmak, oradan İstan b u l’a gitmekti. Gemi Süveyş’e geldiği zaman, Enver Ceffe’daydı: sabırsız ve kaygılıydı, babam a telgraf çekti, P o rt-S a it iskelesine, onunla görüşmeye geldi. Konuşm a uzun sürdü. Enver b ir kum arcıydı: ba­ bam kozunu elinden alıyor, general de bundan dolayı kendisine kızıyordu am a karşısındakinin yanıldığım dü şündüğü ölçüde değil, yanılm am asından korktuğu ölçü de. Enver, o güne kad ar görülm edik b ir biçimde ken­ disine yardım cı olan talihine körü körüne inanıyordu; engelleri aşm ak, ne pahasına olursa olsun göz kırpma-


dan ileriye yürüm ek, değerinin kaynağının ta kendisini oluşturuyordu şimdi. — M akedonya'da ayaklanm ayı başlattığım ız zamankaç kişiydik, biliyor m usunuz? üç yüz!.. Turan dalıa kendinin bilincinde değilse, ona bu bilinci vermek bize düşer! Bütün konuşm a boyunca, hastalık yüzünden iyi dü­ şünemediğini çıtlatm ıştı babam a, hele o b ir inansın, ken­ disi, Enver de inanabilirdi. Babam generalin um uduna tutacak b ir dal u zata­ rak : — Başka b ir yardım cınızı yollayın, dem işti. Bu ta r­ tışm a boş görünüyordu ona. Gazne’de ağır biçim de has­ talanınca, benliğini öylesine kaptırdığı yanlışlık h ak k ın ­ da kesin kararını verm işti; am a sağlığı geri döndükçe, kin de geliyordu: kendi kendisi değildi sanki o n u y a­ nıltan; kendi yazgısını yadsıyan bu budala, bu yalancı O rta Asya’ydı. Ve inançlarını paylaştığı kimselerdi. — ilkin b ir m üslüm anı yollamalıydım, dem işti E n ­ ver. Sevecenlikle ayrılm ıştı babam dan, h er şeyden önce hastalığına üzülüyordu; am a babam , aralarında köklü b ir şeyin yıkıldığını seziyordu. M arsilya’ya - Acem sakalı kazınmış olarak - geldiği zaman iyileşmemişse de ayaktaydı. *** Çıkış işlem leri akşam ın altısında bitm işti ancak; Strasbourg ekspresi sabaha kalkacaktı. Babam b ir ara­ baya binip, Vieux - P o rt’da b ir otele gitm işti. Avrupa'­ dan ayrılalı altı yıl oluyordu.


Mutlu ve şim diden mavi b ir toz içinde, dost kalmış evlerin önünde, panam alar, kanotiyeler, küçük karel: pantalonlar ve olağanüstü kadın görüntüleri geçip du­ ruyordu. Büro ve atölyeler, boşalm am ıştı daha; sokak­ ta erkekten çok kadın vardı. Babam ın belleğinde kabarık kollar, yüksek yakalar, kloş etekler kalm ıştı; işlemelerden, m uslinlerden yapıl­ mış o geniş giysilerin yerini, bedeni iyice belli eden, açık yakalı "odalisque”ler alm ıştı, sıkışmış ayaklar, Çinli kadınların sakat ayakları gibi gidiyordu. Şimdi iyi­ ce şıklaşan - Canabiere’e geliyordu - bu kalabalıkta tek bakış yoktu: geniş şapkaların yerini basık tokyeler a l­ mış, bütün gözleri saklıyordu. H içbir Asyalı kadın şap­ ka giymezdi. Karnaval kılıklarına bürünm üş bu kadın­ ların açıklığı karşısında, gözüme ilişen h er yüz b ir deli yüzüymüş gibi bulanık b ir izlenim uyanıyordu babam da. Odasına çıkınca, sıkıntısını giderm ek için keseyle yıkanm aya başladı; kapalı p ancurlar ardında açık pen­ cereden Canabiere’in yaz patırtısı, gazete satıcılarının bağırtıları, tram vayların m adensi gürültüsü, - b ir de valse ve çigan rom ansına benzeyen, dolambaçlı b ir yü­ rüyüşe çıkmış b ir dinsel alayın ilahileri gibi, her zaman yeni baştan başlayıp h er zam an da havada kalan bilin­ medik havalar geliyordu: tangoyu hiç işitm em işti daha. Aceleyle giyiniyordu. Avrupa’ya dönünce ilk bul­ mak istediği şeyi A fganistan’da, kaç kez düşleyip d u r­ muştu! Tren dum anlarının, güneş altında asfaltın, ak­ şam üstü kahvelerin kokusu, bacalar üzerinde kül reagi gök, banyolar! O rta Asya'da uyum akla ya da deve­ lerle, Afgan atlarıyla yol alm akla geçen birkaç aydan sonra, afişlerle alacabulaca ağaç bölm elerin ya da tablo satıcılarını gösteren H olanda tuvallerinde olduğu gibi.


tavanlarına kadar resim le kaplı, gezmekle bitm ez m ü­ zelerin düşünü kuruyordu. Ama m erdivenlerden nerdeyse koşarak inerek görmeye gittiği şeyler: mağaza vitrinleri hiç aklına gelmemişti. Kimileri eskiden bildiği gibiydi: eczaneler, kasap, bakkal dükkânları, meyva ve sebze satıcıları (am a et ne kadar kırmızı, şeftaliler ne kad ar ufak, ne kadar so­ luktu!). Başkaları birkaç dakika şaşırtıyordu onu: psdikürcü, saatçi, ortopedist, çiçekçi, korseci vitrinleri, bir berber dükkânının vitrininde hiç görülm edik b ir yazı vardı: "takm a topuzlar”. Büyük aynalarda kendilerine bakan kadınlar yansıyordu. Babam ın şimdi bunları in­ celeyecek zamanı vardı, kalçalarının çıkıklığı, Avrupa' da hiç görmediği, Asya’nm sa hiç mi hiç bilmediği be­ dene sımsıkı oturan bu giysilerin açıklığı şaşırtm ıştı onu. Gene de, m üslüm an peçesinin yokluğu, yüzlerin be­ lirm esi, Avrupa'ya sızılı b ir arılık veriyordu. Bu yüzlere damgasını basan çıplaklık değildi, çalışma, kaygı, kah­ kahaydı - yaşamdı, Peçesiz. "...en basit şeyler, sokaklar, kö p ek ler...” K ulakla­ rında bu tüm cenin fısıltısı ne zam an dinecekti? Fran­ sız gazeteleri o zam anlar "otom obilli h aydutlar” deni­ len anarşistlerin yargılanm alarını anlatıp duruyorlardı; bunlardan biri hekim lerin sorularına: "Öldürülen ada­ mın hiç önemi yoktur! Ama, sonra, beklenm edik b ir şey olur: her şey değişm iştir, en basit şeyler, örneğin sokaklar, köpekler...” diye karşılık vermişti. Dökülen kan, yaşamamızı sağlıyan o çok güçlü dal­ gınlık dakikasını dağıtacak k ad ar zorluydu; babam da varlığın en derinlerinden gelen b ir şaşkınlığı duym ak­ taydı. Bulduklarından çok, yeniden buldukları - Vieux Port akşam ında bastonlarıyla, bıyıklı mankenleriyle,


tangoları ve savaş gemileriyle çevresinde uğuldayan o eski dost ırk yaratm ıştı bu şaşkınlığı. Hiçliğin ya da sonsuzluğun b ir kıyısına atılm ış, onun bulanık akışını seyrediyordu - ilk B ak tr ve Babil hane­ danlarının sokaklarında, sessizlik kulelerinin diplerinde uzanan vahalarla, unutulm uş bunalım ları, yitm iş öykü­ leriyle birlikte göçüp gitmiş kişiler kad ar uzaktı bu akıştan. Çalgılar ve sıcak ekmek k o k u lan içinde, ev ka­ dınlan, kollarında b irer file, aceleyle gidiyorlardı; bir yolcu gemisinin düdüğü sesleniyordu; takyeli b ir çırak, boş ve dar b ir dükkanın içinde, sırtında b ir mankenle ilerliyordu, - yeryüzünde, hıristiyan çağının ikinci bin yılının sonlarına d o ğ ru ... Bir zam anlar da coşkun b ir ilk günah - çıkartm a beklem işti, b ir gün önceki günah - çıkartm ada unutul­ m uş b ir günahla suçlam ak istiyordu kendini, elinde ayin ekmeğiyle giden Reichbach papazının yolunu kes­ m işti bu yüzden (“-Birşey değil, Vincent’cık: üç pişm an­ lıkla üç Ave y e te r...”); büyük heyecan yerine, bula bula gür buluyordu kendini, - terkedişten farksız gibi görü­ nen, acı b ir özgürlükle özgür. Reichbach’a dönüşünden beş gün sonra, babası ken­ dini öldürüyordu. Kendisini b ir daha görmek, ya da son isteklerinin yerine getirileceğinden em in olm ak için dönmesini beklem işti sanki.


Altenburg kitaplığı hayranlık vericiydi. O rada bir sütun Roman kem erlerini karanlıkta çok yukarılara çı­ karıyor, kitap rafları bu karanlıkta siliniyordu, çünkü salon gözlere denk gelen b ir yüksekliğe yerleştirilm iş elektrik lam baları ile aydınlatılıyordu. Gece çok geniş bir pencereden geliyordu. Şurda b u r da birkaç gotik hey­ kel, Tolstoy’un ve Nietzsche’in resim leri, içinde Niet­ zsche’nin W alter amcaya yazdığı m ektuplar, Montaigne'ın bir portresi, Pascal ve Beethoven'in m askları (aile­ den kimseler, diye düşünm üştü babam ) bulunan bir vitrin. Geniş b ir girinti içinde, çevresi özellikle boşal­ tılmış, m utfak m asası görünüşlü b ir yazı m asasının ar­ dında, am cası kendisini bekliyordu; m asa b ir basam ak yüksekliğinde b ir peykenin üzerindeydi. Böylelikle Wal­ ter am ca karşısındakine yukardan bakabiliyordu: II. Philippe de böylece kibirlicesine yoksul b ir hücrede, E scurial’in kocam an salonunu küçüm sem işti. Tren durunca peronda W alter’i görm üştü babam : kendisini tanım ıyorsa da koltuk deyneklerini tanıyor­ du. İki öğrencisi vardı yanında, dim dikti, sakatlığının süsü durum una soktuğu, görülm edik kım ıltısızlık için­ de, babam ın yaklaşm asını izliyordu. Dizlerini saklayan, Byron’vari, hafif, kolsuz paltosunun altında dik yakası, ufacık, kara kravatı seçilir olm uştu; Michel - Ange’ımsı -uzun b ir üniversite yaşam ının sonuna gelmiş b ir Mi-


chel - Ange - basık b urnu üzerinde altın çerçeveli bir gözlük vardı. Çok seçkin bir “hoş geldiniz”in hemen ardından: — Sabah sekizde kalkılır, tüm cesi gelmişti. İşin tuhafı, yaya çıkm ışlardı yola, öğrenciler ark a­ dan geliyordu; kötü yaz yelinin kara b ir bulut tiftiği sürükleyip durduğu gökyüzünün altında, görkem li gökn ar dizileri, atların nal sesleri, arkadan gelen arabanın boğuk gıcırtısı, kauçuklu koltuk deyneklerinin sessiz yürüyüşüne uyuyordu. En sonunda, dö rt yüz m etre ile­ rilerinde, vadinin koyu çizgilerinin yöneldiği m anastır görünm üştü, katı ve ağır b ir güzelliği vardı. W alter Berger, sol koltuk deyneğine yaslanarak sağ kolunu ile­ riye uzatm ıştı: — İşte demiş, sonra, alçak gönüllülükle: b ir am bar, basit bir am bar, diye eklemişti. “Şato nasıl olur ki!" diye düşünüyordu babam . W alter, her tü rlü yanıtı küçüm seyerek : —* B ir am bar diye yinelemişti. En sonunda araba­ ya binm işlerdi. W alter zar zor aydınlanm ış portrelere, gölgedeki kitap dizilerine bakıyordu, bu düşünce m anastırının ba­ bam ı tanrısal huzura kavuşturacağını um uyordu sanki. Işık yüzünü aşağıdan aydınlatıyor, bitm em iş heykel ni­ teliğini daha b ir belirliyordu. Gözlüğünü çıkarm ıştı, böylece, aşağıdan yayılan ışık, çukurları, çıkıntıları be­ lirleyerek, ölm üş kardeşinin yüzünü çıkarıyordu ortaya. On beş yıllık küskünlükten sonra, büyük babam vasi­ yetlerini yerine getirsin diye bu adam ı seçmişti iş te ,babam ın Türkiye'deki rolünden sözeden dergileri de bu adam a yollam ak için satınalm ıştı.


W alter b ir onur bağışlar gibi, am a oldukça heye­ canlı b ir sesle : — Dietrich'i severdim, demişti. B akışında da, sesinde de, uzaklığa benzer b ir şey­ ler vardı, sözleriyle bağlanm aktan korkuyordu sanki, ya da sanki söyleyeceği şey onu daldığı düşünceden uzak­ laştıracaktı. Oysa soru soruyordu : “Bana anlattıklarına göre, veronalin etkisiz kalabi­ leceğini düşünerek b ir başka zehir hazırlam ış? — Baş ucundaki m asada, küçük b ir istiknin şişesi vardı. Ayrıca tabanca da em niyeti açık olarak yastığın altındaydı.” Bunca yıl boyunca, her hafta, aynı saatte, kilisenin dışında, aynı yerde, ayakta... W alter nerdeyse b ir tümceye başlayacaktı, susm uş, ama en sonunda kararını verm işti: — D ietrich’i bu ... kazaya yöneltmiş olabilecek... nedenler konusunda beni aydınlatabilir misiniz? “Aydın­ la tm a k s a n söz ediyorum yalnız. — H ayır “h a tta ” tam tersine desem, daha iyi olur­ du. Ölümünden iki gün önce, akşam yemeğini birlikte yedik; b ir rastlan tı sonucu, N apoleon’dan sözettik. Bi­ raz alaylı b ir tavırla şunu sordu: "Bir yaşam seçebilseydin, hangisini seçerdin?” - Ya sen?' dedim. Epeyce düşündü, sonra birdenbire, ciddi ciddi “Vallahi, dedi, ne olursa olsun, yeniden b ir başka yaşam sürecek ol­ saydım, Dietrich B erger'nin yaşam ından başka b ir ya­ şam istem ezdim ... W alter, alçak sesle :


— Dietrich Berger’nin yaşam ından başka b ir yaşam istemezdim diye yineledi. “Olabilir, insan, yaşam dan koptuktan sonra bile, derinden derine - bağnazca - kendi kendine bağlanabilir. Yağmurlu akşam tavukların budalaca çığlıkların» getirdi dışardan, W alter, b ir şey sorm ak istercesine, eli­ ni babam a doğru uzattı : — Peki, düşünm üyor m usunuz ki, ertesi gün, b ir... olay... — İn tih ar "ne olursa olsun”un içindeydi. — Bununla birlikte, hiçbir şey sezinlemediniz mi? (“sezinlemek"ten sözediyorum yalnız). Sezinlemek diyordu; yalnızca sezinlemek değil mi ya; sezinlemek, başka b ir şey değil. — İntihardan sözedenlerin kendilerini öldüremiycceklerine inanırdım . Babam, acı acı: "Kısacık başarım dan en çok sevinç, en çok gurur duyan adam ", diye düşünüyordu. W alter, dudaklarının kımıltısızlığı basık ışıkta da­ ha da belirlenm iş b ir durum da, b ir anıdan sözeder gibi: — Ama önceden sık sık karşılaşm ışsak, bazı bazı sezinleriz ölümü, diye m ırıldanm ıştı. — Sevdiğim b ir insanın ölüm ünü görm em iştim hiç. — Ama B alkanlar... o ateş, o çalkantı... — Ben O rta Asya’dan geliyorum. M üslümanların yaşamı evrenin yazgısında bir rastlantıdır: hiç intihar etmezler. T rablus’ta nicelerinin öldüğünü gördüm, orası öyle. Ama öldüğünü gördüklerim dostlarım değildi.


Dışarda, dam lalar, iğ ağaçlarının düz yaprakları üzerinde kağıt üzerinde h ışırd ar gibi hışırdıyordu; ora­ larda b ir oluktan düşen daha ağır b ir dam la düzenli ara­ lıklarla çınlıyordu. W alter, alçak sesle : — Çocukken ölüm den çok korkardım , dem işti. Bern ölüme yaklaştıran h er yıl ona karşı ilgisizliğe de yaklaş­ tırdı. "Öm rün gecesi lam basını da getirir”. Yanılmıyor­ sam, Joubert söylemişti bunu. Babam yanıt vermemişti. W alter’in yalan söyledi­ ğinden emindi; bunalım ın iyice yaklaştığını seziyordu. — Dietrich neden dinsel törenle gömülmek istedi? diye sorm uştu W alter. Garip şey. "G arip” diyorum yal­ nız... intiharla da pek bağdaşm ıyor... Kilisenin inti­ harla ölenlerin din uyarınca göm ülm elerini ancak... so­ rum suzluklarını benimsediği ölçüde izin verdiğini bil mez değildi. K ardeşini ölüme götürm üş olan k a ra n kıskanır g i­ biydi. Aynı zam anda da gurur duyuyordu bundan. — Sorum suzluk ona göre b ir şey değildi. Ama, ne de olsa, kiliseyi yadsıyordu, dinsel törenleri değil. Babam duralam ış, sonra gene konuşm asını sü rd ü r­ m üştü : — S anınm , olup bitenler fazlasıyla acıydı. Vasiyet­ nam e kapalıydı, biliyorsunuz. "Kesin isteğim din uya rınca göm ülm ektir”, tüm cesi ayrı b ir kağıda yazılmıştı, bu kağıt da strikninin bulunduğu başucu masasındaydı; am a yazı ilkin “Kesin isteğim din uyarınca gömülmemektir”di. Olumsuzluk eki sonradan karalanm ıştı,


kaç kez yeniden düzeltilmişti. Kağıdı yırtıp yeniden ya­ zacak gücü kalm am ıştı anlaşılan. — K orku... diye esinlem işti W alter. — Ya da başkaldırın sonu: alçak gönüllülük. — Belli mi olur? Öz bakım ından, insan gizlediği şeydir. W alter omuz silkmiş, ihtiyar ellerini birbirine yak­ laştırm ış, kum dan köfte yapm ak isteyen çocuklar gibi : — Zavallı b ir gizler yığını, demişti. Babam kaba denilebilecek b ir sesle : — İnsan yaptığı şeydir! diye yanıtlam ıştı. Y aratı­ lışı dolayısıyla, kurşun - atım ı - uçuş diyebileceği gibi, giz ruhbilim i dediği şey, sinirine dokunurdu. Büyük babam ın intiharının b ir “nedeni olduğu kabul edilirse, bu neden en bayağı ya da en acı giz bile olsa, striknin ve tabanca kadar - ölüm ü, yaşam ına benzeyen b ir ölü­ mü seçme k a ra n kad ar anlam lı değildi. Babam daha ölçülü b ir sesle yeniden başlam ıştı : — Giz düzeyinde, insanlar kolayca eşit olur b ir­ birine. — Evet, siz, yanılmıyorsam , eylem adam ı dedikle­ rin densiniz. — Sizin deyiminizle öz bakım ından insanın gizle­ rinin ötesinde olduğunu eylem öğretm edi bana. Ölü odası, hastaneden cesedi götürm eye gelen adam ­ ların alt üst ettikleri, sonra Jeanne’m korka korka şöy­ le b ir düzelttiği yatak gözlerinin önüne geliyordu, uyu­ yanların bıraktığı çukura benzeyen çukuru hep du ru ­ yor, ışık da hâlâ yanıyordu, sanki hiç kim se - kendisi bile - perdeleri çekip de ölüm ü kovmayı göze alm am ıştı.


A ralık dolapta, küçük b ir yıldönüm ü çam ı vardı, üze­ rinde ufacık ufacık b ir sürü m um ... Gece m asasının üstüne bir kül tablası konulm uştu: üç izm arit duruyor­ du içinde: büyük babam ya veronali alm adan, ya da uyum adan önce sigara içmişti. Kül tablasının kıyısında b ir karınca koşuyordu. Yolunu dosdoğru izlemiş, oraya bırakılan tabancanın üzerine tırm anm ıştı. Uzaklarda b ir otom obilin ko m a sesiyle sokaktaki b ir atlı arabanın gürültüsü b ir yana, babam h âlâ durm am ış olan yolcu­ luk saatinin ilgisiz tık ırtısın ı duyuyordu yalnız. B ütün yeryüzünde, gizlemli insan özgürlüğünün aşağısında, bu tık ırtı gibi m akinem si ve canlı böcek toplulukları sımfı uzanıyordu. Ölüm şuradaydı işte, perdelerin ardında gün kendini belli etmeye başlayınca elektrik am pulleri­ nin kuşku verici aydınlığı ve cesetleri götürenlerin bı­ raktığı farkedilm ez izle birlikte; canlılar yânında oto­ m obil kom asının sürekli gürültüsü, uzaklaşan atın nal sesleri, sabah kuşlarının çığlıkları, insan sesleri geliyor du,- boğuk, yabancı. Bu saatte, Kabil'e, Sem erkand’a doğru, eşek kervanları yol alır ayak ve yürek vuruşları m üslüm an sıkıntısında eriyip giderdi. İnsan serüveni, yeryüzü. B ütün bunlar, babasının sona eren yazgısı gibi, başka tü rlü de olabilirdi. İçini yavaş yavaş bilinm edik b ir duygunun sardığını duyu­ yordu, Asya’nın gececil kutsal tepelerinde, çevresinde, sessizlik içinde, küçük huhu kuşları yum uşak k an atları­ nı çırparken de, kutsalın varlığı gene bu durum a getir­ m işti onu. H afiften b ir sigara ve absent kokusu içinde gölgelerin kaym asını izlediği sırada, A vrupa'nın kendi­ sine öylesine yabancı olduğu, zam andan sıprılıp da uzak b ir geçmişin b ir saatinin, alışılm am ış b ir alay oluşt ırarak ağır ağır kayıp gidişine b ak ar gibi baktığı o M ar­ silya gecesinin bunalım lı özgürlüğü çok daha derindi.


Böylece, bütü n yaşam ın b ir aykırılığa büründüğünü du­ yuyordu şimdi; sonra birdenbire kurtuluverm işti b u n ­ dan - anlaşılm az b ir biçim de yabancıydı yeryüzüne, yer­ yüzü şaşırtıyordu onu, yeniden bulduğu ırkının insan­ larının yeşil o tlar içinde kaydıkları sokağın da şaşırt­ tığı gibi... En sonunda çekm işti perdeleri. Geniş dem ir kapının klasik kıvrım larının ötesinde, yapraklar yaz başının can­ lı yeşilliğindeydi; biraz daha aşağıda, hem en hem en ka­ ra göknar dizilerine kadar, koyu yapraklar başlıyordu. B ütün bu bitkileri m or olarak düşündüğünü farketti. B ir insan yazgısı olarak, b ü tü n yaşam b ir serüven­ di. Çocukluğunda, gözleri iyice yoruluncaya kadar, b u rç­ la r ardından gittikçe daha küçük yıldızlara baktığı gibi, bu beylik görünüm ün uçsuz bucaksız çeşitliliğine ba­ kıyor, uyanan Reichbach’ın uzun fısıltısını dinliyordu. Sabah güneşinin altında aceleyle geçen, yapraklar gibi benzeşen, yapraklar gibi birbirinden ayrılan insanların basit varlığından, b ü tü n b ü tü n de ölüm den, arkasında pusu kurm uş ölüm den gelmeyen b ir giz fışk ırır gibiydi, ölüm den çok yaşam a özgü b ir giz - insan ölümsüz bile olsa acılığından hiçbir şey yitirmeyecek olan b ir giz. — B u... duyguyu bilirim , dem işti W alter. Yaşlanın­ ca gene duyacakm ışım gibime gelir bazı bazı... Babam, “yaşlanınca» diyen bu yetmiş beşlik ada­ m a bakıyordu... W alter gözlerini gözlerine dikti, elim kaldırdı : — B ir zam anlar, şeyler... T ü rk ’ler arasında, dersle­ rinizden birini dostum Friedrich Nietzsche’ye ayırdığı­ nızı duydum. Çıldırdığını öğrendiğim de T urin’deydim T urin’de, rastlan tı sonucu. Kendisini görm em iştim : ye­


ni geliyordum. Overbeck durum u öğrenmiş. Bâle’den ge­ lip gökten düşer gibi üzerim e düşm üştü. H astayı acele götürecekti, am a bilet parası bile yoktu. H er zamanki gibi! Nietzsche’in... yüzünü bilirsiniz (W alter arkasın­ daki portreyi gösterdi); am a fotoğraflarında bakışı belli olmaz: şu... um acı bıyıklarına karşın, kadınsı b ir yu­ m uşaklık vardı. Bu bakış artık yoktu. Başı hep kımıltısız, sesi kısıktı - sanki babam için değil de gölgedeki k itap lar ve ünlü fotoğraflar için ko­ nuşuyordu, sanki hiç kimse onu tüm üyle anlam ayı haketm em işti; sanki (babam ın izlenimi onu dinlerken be lirleniyordu). Söyleyeceklerini anlayabilecek kimselerin hepsi de başka b ir zam anın insanlarıydılar, sanki bu gün hiç kim se onu anlam aya yanaşm azdı da, kibarlı­ ğından, yorgunluğundan, ya da sırf görev gereği konu­ şuyordu. Altına peyke konularak yükseltilm iş küçük yazı m asasının guru rlu alçak gönüllüğü vardı h er şe­ yinde. — Overbeck, çıldırm ış gibi, "F riedrich!” diye b a ­ ğırdığı zaman, zavallıcık kucaklam ıştı onu, hemen son­ ra da, dalgın b ir sesle : "Friedrich Nietzsche'yi b ilir mi siniz?” diye sorm uştu. Overbeck beceriksizce elini uza­ tıyordu. "Ben mi? hayır, ben am m a da bu d alay ım ...” W alter’in hep yukarda duran eli Overbeck’in elin.-: öykünüyordu. Babam hiçbir yazarı Nietzsche kadar sev­ mezdi. Söylediklerinden dolayı değil, kendisinde buldu­ ğu benzersiz düşünce soyluluğundan dolayı. Huzursuz, büyülenmiş, dinliyordu. — Sonra Friedrich kendisi için hazırlanan tören­ lerden sözetmeye başlam ıştı. H er neyse, getirm iştik onu. Bereket versin, Overbeck’in b ir dostuna, rastlam ıştık, bir şey... b ir dişçiydi bu adam , delilere de alışkındı.


Üzerimde fazla param yoktu, biletlerim izi üçüncü mev­ ki aldık, ne yaparsınız! O zam anlar, T urin’le Bâle’e a ra ­ sı bayağı uzun sürerdi. Tren nerdeyse tüm üyle yoksul­ larla, İtalyan işçilerle doluydu. Ev sahipleri F riedrich’e şiddetli nöbetler geldiğini saklam am ışlardı. En sonun­ da, üç yer bulduk. Ben koridorda, ayakta kaldım , Overbeck Friedrich’in soluna oturdu; Miescher, yani dişçi de sağma; yanda b ir köylü kadın vardı. Overbeck’e b en ­ ziyordu, aynı büyük anne su ratı... Sepetinden b ir ta­ vuk durm am acasına başını çıkarıyor; kadın geri soku­ yordu. Sinir bozucu b ir şeydi,- “sinir bozucu” diyorum! Hele b ir... h asta için... tatsız b ir olay bekliyordum . “Tren o zam anlar yeni bitirilm iş olan Saint-Gothard tüneline girdi. O zam an otuz beş dakika sürüyordu • otuz beş dakika - vagonlarda da ışık yoktu, hiç değilse üçüncü mevkilerde. K aranlıkta sallanıp durm ak, kuram kokusu, yolculuk hiç bitm eyecekm iş gibi b ir duygu... Trenin gürültüsüne karşın, tavuğun kam ışa indirdiği gaga seslerini duyuyor, bekliyordum . Bu karan lık ta b ir nöbet geliverirse ne yapardık?” Hafifçe kıpırdayan dudakları b ir yana, yüzü bu tiyatro ışığında hep kım ıltısızdı; ama, tuğlalardan dö külen dam lalarla noktalanan sesinin içinde, kimi acı­ m alarda öç adına ne bulunursa, hepsi birden uğulduyordu. — Sonra, birdenbire - Friedrich'in yazılarının çoğu­ nun o zam anlar daha yayınlanm am ış olduğunu bilmez değilsiniz - karanlıkta, dingillerin gürültüsü arasından bir ses yükselmeye başladı. Friedrich tü rk ü söylüyor­ du - hep kekeleyerek konuşan Friedrich kusursuz b :r sesle söylüyordu - bilmediğimiz b ir şiir söylüyordu; son şiiriydi bu, Venedik’ti. F riedrich’in müziğini pek sev-


mem. Çok sıradandır. Ama bu tü rk ü ... doğrusu ya, utu b ir şeydi. Tünelden çıkm am ızdan çok önce bitirm işti. Ka­ ranlıktan çıktığımız zaman, h er şey önceki gibiydi. Ön­ ceki gibi... Aynı yoksul vagon. Aynı köylü kadın, tav u i, işçiler, o dişçi. Sonra biz - sonra o, şaşkın. Sözünü e t­ tiğiniz gizlemi hiç b ir zam an böylesine duymadım. Bü­ tün bunlar öylesine... apansız ki... Friedrich bir ceset­ ten daha kaygı vericiydi. Yaşam bu, - yalnızca 'yaşam " diyorum . Çok garip b ir ... olay oluyordu : tü rk ü onun kadar güçlüydü. B ir şey bulm uştum . Önemli b ir şey Pascal’ın zm danında, insanlar kendi benliklerinden, ha'; edenleri b ir bakım a ölüm süzlükle saran b ir yanıt çıkar­ m ışlardır bu vagonda da... İlk olarak fazlaca geniş b ir devinimde bulundu, eliyle değil de yumruğuyla, b ir kara tahtayı siler gibi. — Ve bu vagonda, sonra da arad a sırada - yal m / "arada sırad a” diyorum ... - bana öyle geldi ki, yıldızlı gök bizim zavallı yazgılarımızı nasıl silmişse, insan da yıldızlı göğün binlerce yılını silm iştir. Babam a bakm ayı bırakm ıştı artık, görünüşte dal gm olan beklenmedik, güzel konuşm ası, kendi konıii m asına benzediği için daha b ir şaşırtıyordu babam ı. Hi-; görm em işti W alter’i, çocukluğunda bile; bu kısacık tiimleler, bu birbirine girmiş, içgüdüsel imgeler Dietrich B erger’ye her zam an yabancıydı. Ama W alter, daha şim ­ diden, babam ın üzerinden görünmez b ir dinleyiciye yö­ nelen o garip küçüm sem e havasına yeniden kavuşm uştu— M utlu âşıklar - böyle derler, değil mi? - aşkı ölüm ün karşıtı olarak düşünürler. Ama biliyorum ki, kimi yapıtlar ölülerimize, yıldızlı göğe, tarihe daldığı­ mız zam an tutulduğum uz baş dönmesi karşısında sapa­


sağlam kalır. B unlardan birkaçı var burada. Hayır, bu gotikler değil; siz... Acropole m üzesindeki genç adam başım bilir misiniz? B ir insan yüzünü, yalnızca bir in­ san yüzünü belirlem iş ilk heykel; devlerden... ölüm ­ den... tanrılardan kurtulm uş. İnsan da insanı balçıktan çıkarm ıştır o gün... Şu fotoğraf, arkanızdaki. Uzun z a ­ m an b ir m ikroskop kullandıktan sonra onu seyrettiğim oldu... M addenin gizlemi ona erişem iyor. Gittikçe incelen yağm urun yapraklar üzerindeki kı­ rışıklıkları açılan yanık kağıt gürültüsüne benzeyen, ha­ fif ve uçsuz bucaksız hışırtısı geliyordu dışardan; iri dam la oluşmasını, b ir su birikintisine düşerek çınlam a­ sını sürdürüyordu. W alter'in sesi daha da güçlendi : — En büyük gizlem böyle gelişigüzel m adde ve yıl­ dız yığınları içine gelişigüzel atılm ış olmamız değil ;~1?u zindanda, kendi kendimizden, hiçliğimizi yadsıtacak kadar güçlü görüntüler çıkarmam ız. Bir çatı penceresinden, orm anın sessizliğinin hışır­ tısıyla birlikte hâlâ sıcak gecede sırılsıklam ağaçların, m antarların kokusu geliyor, karanlığa gömülmüş kitap­ lığın tozlu cilt kokusuna karışıyordu. B abam ın kafasın da, Nietzsche'nin m adensel tekerlek gürültüleri üzerin­ de yükselen türküsü, perdeleri çekilmiş odada ölümü bekleyen Reichbach’lı ihtiyar, ölüm yemeği, kendilerine yaklaşanlara cesetlerin zorla kabul ettirdikleri k arik i tür, - insan sırtların d a taşınan tab u tu n kulplarının ma densi sesi birbirine karışm aktaydı... W alter’in sözettiği şu ayrıcalık, insanın yıldızlı gök karşısında acı karşısın da olduğundan daha güçlü olması! Bu yüz sevilen bir yüz olmasa, ölm üş b ir insanın yüzünü de altederdi belki. W alter e göre, kım ıltısız yüzünü ta karanlığın derinlik­ lerine k adar çevreleyen bu yapıtları beslem ek için doğ­


muş, “zavallı b ir giz yığm ı”ndan başka b ir şey değildi insan; babam a göreyse, b ü tü n o yıldızlı gökyüzü, şata­ fatsız, çoğu zam an da acılı b ir yaşam ın sonunda, bütün varlığını ölüm isteği sarm ış b ir insana : “Başka b ir ya­ şam seçecek olsam, kendi yaşam ım ı seçerdim ...” d e dirten duygunun içinde hapsolm uştu. W alter parm aklarını sinirli sinirli ellerinin altın­ daki kitaba vuruyordu. B abam ın gözlerinin önünde in­ tiharın ancak iç b u rk an b ir huzurla, kırışıkların silin mişliğiyle, ölüm ün bunaltıcı gençliğiyle işlendiği yüz beliriyordu... Ve önünde duran, nerdeyse ona eş dem lebilecek yüze, koyu gölge kesim lerine, kım ıltısız cam gözlere, sonra, ışığın tam altında, W alter’in m asanın üstündeki titrek ellerine daha güçlü olsalar bile kendininkilerin aynı olan ellere, Reichbach’lı B erger'lerin boztüylü, dam arlı, oduncu ellerine bakıyordu.


Babam, W alter’den ayrılır ayrılmaz, koridorda ak­ rabası H erm ann M üller'le karşılaşm ıştı. B ir zam anlar tantanalı aşklarıyla ünlüyken, sonradan şişm anlayan, varlığını batıran, (ayrıca da şartist olan) bu "züppe k ra­ vatlı, kocamış jigolo”, W alter m anastırın satınalm m ası için gerekli parayı b ir araya getirdiği zam an kendisine çok yararlı olm uştu; kitaplık yönetm eni kılığında b ir kâhya olarak girm işti buraya. Babam ı kolundan tu tu p bir odaya götürm üş, sonra da : — W alter telgrafını okudu : "A raştırm alarınıza ka­ tılm ak onuru beni çok sevindirdi. Saygı dolu sevgiler», senin deyişine pek de uygun görünm edi bana, demişti Babam : 2 Haziranda Altenburg’dayım, diye telg­ raf çekmişti. Söylencesinin yaşam ına göre m utlu b ir ge­ cikmeye uğradığının bilincine varıyordu (ama ilk kez. de olm uyordu bu) : kendince yenilmiş olarak dönerken, karşılaştığı insanlara b ir yıl önceki b aşarıları ulaşıyordu. B unlara göre ve hayaletim si ve saçm a b ir Afganis tan'dan değil, dirilm ekte olan b ir Türkiye'den, başını getirene ödül verileceği bildirilm iş b ir T rablus’tan ge­ liyordu. Söylencesi karşısına çıkıyordu - rom ansı dekor, gizli «eylem, çıkara belki de ik tid ara karşı ilgisizlik sanki, hastalanıp yavaşlam adan, o hızlı yürüyüşüyle arkasından koşm uştu bu söylencenin, T rablus’da oldu­ ğundan daha «Bıçak» duran, sertleşm iş yüzü de çok


güzel uyuyordu buna. Borç istiyenlerle çevrili, batm ış b ir adam a benzediğini duyuyor, biraz huzuru kaçırı­ yordu. — Benim Türkiye’de yaptıklarım W alter için de, d o stlan için de pek b ir önem taşıyam az gibi geliyor bana... — D üşünürler de kadınlar gibidir, cancağızım! As­ kerler düşlere d a ld m r bunları : W alter ne Bergson'un b ir telgrafını güzelleştirirdi, ne de France’m. — Ben asker değilim ... Bu tartışm aya katılm ayı da düşünm üyorum . — Adam sen de! Kendilerini dinle, bu k a d a n ye­ ter! — H orgörüden değil! Avrupa k ü ltürü konusu bu­ günlerde beni en çok ilgilendiren konu. W alter’in Ni­ etzsche'yle bağıntıları nasıldı? — Bana kalırsa, pek Nietzsche’nin yanında değil­ se de bu çevrede, ağırbaşlı, bazı bazı da yararlı tıraşçı rolü o y n u y o rd u : zengindi, etkili “d o stları” vardı, bir iş, b ir yardım sağlam ak için etkisini kullanabiliyordu... Hem cim ridir, hem de cöm ert (bir o böyle değil ya...). Onu Bâle'e getirm iş olm akla gurur duyar, ama, böyle durum larda, kapıcısı da getirebilir insanı... Kendisine Nietzsche'den gelen, kitaplığının övünç kaynağı olan ve hiçbir zam an okuyam ayacağın m ektuplara gelince, bun­ ların da hem en hepsi silm e küfürdür, cancağızım. — Anlaşıldı. Möllberg geldi mi? — D ört gün oldu. O da senin gibi geç geldi; kay­ m aklar gittiler bile... Freud bab a korkunç sarıyordu in sam. Buna karşılık, b ir psikanaliz çömezinin ağzını ka payıverdiler : düşüncenin doruğunda, W alter! çözüm­ lemeye kalkm ıştı birdenbire! M öllberg’i ta n ır mısın?


Möllberg M ezopotamya’daki görevlerinden sonra, Libya içlerini incelemişti. Babam kendisiyle karşılaşm a­ m ıştı; am a T rablus’a geldiğinde, Möllberg, çalışmaya yeni başladığı vahalardan birinde savaşın baskınına uğ­ ram ış, E nver’in danışm anına başvurm uş, babam da M ısır’a gitm esini sağlam ıştı. H erm ann gülüm seyerek du­ varları gösterm işti : — Onun odasındasın. Oysa benim zavallı odacığım yağm a edilerek eşyalarım şuna buna dağıtılıyor... A ltenburg’da b ir sü rü öncelik sorunları vardı, ya şa ve üne dayanan öncelikler : Renaissance m obilyaları uluslararası ünlüler, Biederm ayer konsolları ulusal ün­ ler, piçpin dolaplar da çömezler içindi... H erm ann'ın debdebeli odası babam ı şaşırtm ıştı. B ütün m obilyalarla üzerine görülm edik kişiler konulm uştu, kim ileri balçık tan, kim ileri bronzdandı, fetiş sanm ıştı ilkin bunları : Möllberg yapm ıştı hepsini, b u n ları "canavarlarım ” diye adlandırıyordu. Bu sözcük pek de uym uyordu. Düşsel hayvanlardı bunlar, kedi yüzlü penguenler, balık ka­ natlı sincaplar, hortlak kafalı balıklar, m aym un bedenli yırtıcı kuşlardı : d ö rtte üç erim iş b ir yağdan oyulm uş­ la r gibi yum uşak b ir biçim leri vardı; hepsinde de sar sıcı b ir hüzün seziliyordu, Goya’nın b ir zam anlar insan olduklarını anım sar gibi duran canavarlarının hüznü. H erm ann’a bakılırsa, kim ileri yapılalı otuz yıl olm uştu Ama hepsi de aynı ailedendi, bu uzun hüzün birliğin­ de kaygı verici birşeyler vardı. Möllberg ad lar verm işti bunlara : Hargnebouzylle, Tristophas, H ilaroblique, Malempeine. Kimleri iyilik, kim leri kötülük getiriciydi. D ostlarına yolluyordu bunlardan. — Hem de uygun gelen gülümseyişle, cancağızım; am a oyun otuz yıldır sürüp gidiyor, hem de Faribolard adında b ir küçük canavar, b ir m ürekkep lekesinin kılıf-


kanada dönüştürülm esi gibi, toplantı tasarısında çözül­ memiş b ir sorun gibi, gelişigüzel dökülmez bronza... “W alter zam anını neyle geçirir, biliyor m usun? B a ­ yılırsın! Bütün yıl, kağıtlar üzerine eğilmiş görürsün onu : toplantının tasarısını yapar. Yazmadığı, hiçbir za­ m an yazamayacağı düşsel b ir kitabın " içindekiler”idir bu. Böylece, bunu konuşm aya zorlar ötekileri... "Bir de başka b ir şeye : kendi sorununa “k atk ıları’ diye adlandırabileceği şeyi sağlamaya. T arih olduğu su­ rece, sağlam buluyordu kendini : Tacite'ten M ommsen'e ya da M ichelet’ye, insanoğlu o kad ar da değişmedi. — Daha çok, eylem ve hırs pek değişmedi. — Evet, cancağızım. Değişen şey, kendilerine inan­ m ayanların inandıkları şey öncelikle. Yalnız, herkes b ü ­ yük yolculuklara çıkabilir oldu, arkasından bu odunbilim çıktı, tarihçilerin kafasını karıştırdı, örneğin bir Romalının kendilerinden b ir Çinli kad ar farklı olup ol­ m adığını araştırm aya başladılar. Bu adam cıklar "B ar­ b a r”! pek aşm am ışlardı, şim di birden insanların ken­ dilerine şaşırtıcı şeyler sakladığını görüyorlar, ermiş Antoine’ın şeytana uyması gibi görm enin oyununa geli­ yo rlar... W alter, bunun için, budunbilim cileri de çağır­ maya başladı. "Sonra kardeşinin ölüm ü çıktı. Eski küskünlükle­ rine karşın, onu sarstı. Belki b ir gözdağı gibi... Toplan­ tının adı : Sanatın ölümsüz öğeleri olacaktı. Sonra : îıı sanın sürekliliği v-e değişimi oldu. Ölümsüzlük iyi git­ m iyor. .. "Seninle yaya gelmesine şaştın : seni kendi yürüyü­ şüne uym ak zorunda bırakm ak için yaptı bunu. Bu toplantı da aynı şey...


«Ötekiler keyfini kaçırıyor elbet. "Değişim, sanat, filizlenmiş fasulye? Beyler, sanat ve filizlenmiş fasul­ ye filden şu bakım dan a y n l ı r : fil büyük boylu, ağır bir hayvandır v.b.” Al sana fil üstüne b ir söylev... — Öyleyse bu seçkin insanlar ne diye geliyor b u ­ raya? — Neden başka yere gitsinler? Otele de gidiyorlar p e k â lâ : bu rad a insanlar daha zeki! Kahveye de gidi­ yorlar pekâlâ : b urada koltuklar daha rahat! Sofra bi­ raz ciddi olsa bile zararsız, üstelik çevre sevimli lokan­ talarla dolu, alabalıkları bildiğin gibi değil, sonra Rhin şarabım da unutm am alı. Ben duyduğum u söylüyorum. Yalan da atıyorlar kuşkusuz, ne de olsa konuşm ak içi a geliyorlar b u ra y a : düşünürler gevezedir genellikle .. Ne olursa olsun, eninde sonunda, konuşm ak istedikleri şeş­ leri konuşuyorlar. H erm ann suç ü stü yakalanm ış gibi susm uştu. Möll berg odaya giriyordu. Dazlaktı, çok uzun, çok dikti, tropikal bölgelerde yaşamış, ihtiyarlam aya yüz tutm uş insanlar şişm an ol­ m adıkları zam an nasıl zayıf o lu rlarsa öyle zayıftı, sivri sivri kulakları vardı, çocuk m asallarının hortlaklarına benziyordu. Tepeden tırnağa yeniler giymişti, - yeni dön­ m üştü Avrupa’ya, - katı giysisi nedeniyle askerce bir görünüş alm ıştı. Ellerinde b irer heykelcikle bulduğu babam a teşekkür etm işti. — Görüyorsunuz ya, dem işti gülümseyerek, y ap ı yapa ben de onlara benzemeye başladım ... Gerçekten de, gerek burnu gibi çengelimsi Mıstr gagalarıyla olsun, gerek - hemen h er zam an sivri ku laklarıyla, kendisine benziyorlardı. Şöm inenin ü st ya


nında, başlıca canavarlardan birinin yanında, C ranach’ın küçük b ir av tablosu vardı, çok güzeldi. Babam tab loyu göstererek : — W alter'i kıskanıyorum , demişti. — Hayır, diye yanıtlam ıştı Möllberg. Bunu ben va­ lizimde getirdim : şu sıralarda, Alman resm ine gerek­ sinim duyuyorum. Babam bunda onun pek bilinen ulusçuluğunu sez­ m işti. Çalışm alarını izlemişti, çünkü Alman bilginlerinin Türkiye’ye bağlı to p rak larla ilgili b ü tü n çalışm aları İstanbul elçiliğine yollanırdı. Möllberg toplu olarak hiç­ b ir yapıt yayınlam am ıştı daha : budunbilim dergilerine verdiği (ve tarih öncesi konusundaki buluşları dolayı­ sıyla, Afrika arkeolojisini iyiden iyiye altü st eden) uzun parçalarda, insanın sağlam, hem de son derece tu tarlı b ir yorum u seziliyordu. Ü stün b ir bilim adam ı olarak görülm esi, kitabının yayınlanm asını geciktirm e isteğine b ir ağırlık veriyor, bu da kitabın önem ini artırıyordu. Kervanını yeniden düzenler düzenlemez M ısır’dan Garam antes topraklarına gelmiş, Büyük S ahra’yı geçmiş­ ti. Kimi yollara beş kez baştan başlam ak zorunda kal­ mış, iki yıl sonra, Kongo ve Tanganika’d an geçerek Al­ man A frika'sının doğusuna ulaşm ıştı. B abam hep aynı yöntemli ısrarı buluyordu düşüncesinde : bol yinelemeli, dolgun biçemiyle, bulduğu baş döndürücü belgelerle, Hegel’inki gibi engin b ir bileşim e varacağa benziyor­ du. Hem de tam uygarlıkların çeşitliliği düşüncesinin şimdiden birçok düşünürleri (özellikle de İslam uygar­ lığı içinde yaşayan babam ı) çekmeye başladığı b îr ev­ rede, düzen ve birlik tutk u n u Möllberg, farklılıklar b a ­ kım ından en verim li alandan : budunbilim den, sürekli­ lik açısından sağlam b ir insan kavram ım , insan serü­ veninin yapısını çıkarm aya başlıyordu.


Genel kültüre ve kendisiyle birlikte sürüklediği tu t­ kulara erişince, öğretisinin nasıl bir ilgi göreceğini kes­ tirm ek kolaydı, çünkü Alman düşüncesini tarihin ta r­ tışm a götürm ez yorum cusu durum una getiriyordu; Al­ m anya da, Hegel'den beri, kendisini yazgının belirtici -,i olarak görmek isteyen herkese karşı, kaygılı ve tutkulu b ir m innet duym aktaydı. H erm ann saygıyla : — “Fetih ve yazgı olarak uygarlık” tam am landı mı en sonunda? diye sorm uştu. Möllberg alay eder gibi bakm ıştı ona; am a alayın­ da saldırganlığa benzer birşeyler vardı. — Yandı. H erm ann şaşırm ış, susm uştu. — Yandı demem, şey... bileşim seldir, diye sü rd ü r­ m üştü Möllberg. Y aprakları Büyük S ahra’yla Zengibar arasında, tü r tü r ağaçların alçak dallarında asılı tam am . Töreye göre, yenmiş olan yenilmiş olanın terekesini üzerinde taşır. Ellerini açmış, kini karşısındakilere yönelik olm asa bile, kinle : — İnanm ıştım k i... diye eklem işti. Tümcesini y an d a bırakarak, omuz silkm işti : — Ne yapalım! Sonra, gene o bulanık alay havasıyla : — Bakalım, başkaları neler düşünüyor bu konu­ larda, yarın göreceğiz, demişti.


Yaz yağm urunun büyük pencereyi dövüp durm ası­ na karşın, öğle sonu aydınlığı b ir cam i aklığındaki ki­ rişler altında kitapların sırtların ı p ın l pırıl parlatıyor­ du. Babam , çoğunlukla uluslarının izini belli eden, ge­ ne de birbirine benzeyen bu öylesine farklı yüzler k ar­ şısında, düşünürlerin ne denli b ir ırk oluşturduklarım görüyordu. K ont R abaud’yu dinlediği sırada, gün ışığı ona, dün gölgeye batm ış ana duvarın ortasında (hiç kuş­ kusuz eskiden b ir çarm ıh bulunan bu yerde) özenle ci­ lalanm ış b ir gemi provası görüntüsü, denize ilişkin gö­ rü n tü ler içeren cafcaflı ve beceriksiz b ir heykel sütun yolluyordu; aşağıda, aynı koyu renk tah tad an gotik b.:çemde iki ermiş. — İşte bu da tam W alter’lik b ir şey diye fısılda­ m ıştı H erm ann kulağına : bu odada yalnız ceviz heykel­ ler ister... Yalnız m ırıltıyı duyan W alter, ayıplarcasm a bak­ m ıştı ona : kont R abaud konuşm asını bitiriyordu. M allarm e’ye benzemek için tam otuz yıl harcam ış, am a sonunda başarm ıştı. S ab ah lan kitaplığın kapı, pen­ cere aralık lan n d a ya da bahçenin iri göknarları a ltın ­ da, b ir giz verir gibi birdenbire alçalıveren güzel sesiy­ le : "En dikkatli araştırm aya, en büyük özenlere k ar­ şın, Platon’un müzik, h atta güzellik hakkm daki ana düşüncesini hâlâ bilm iyoruz...” dediği görülüyordu.


A şın kibarlığı nedeniyle W alter’in oyunlarına ses çıkaram ayan kont, son açıklam aları beklenen bildiri­ lere, özellikle de M öllberg’inkine bağlıyordu; geliştirdi­ ği yücecesine bayağı düşünce, o sıralarda birçok düşü­ nürlerin ortak düşüncesiydi : — ... büyük sanatçı insanın kendi kendine özdeş­ liğini, bu değişmez özdeşliği ku rar, beyler. Oreste ya da Oedipe’in, prens H am let ya da K aram azof kardeşlerin b ir edim ini gösterm e biçimiyle, uzam ve zam an içinde bizden alabildiğine uzak olan bu yazgıları bize yakın, bize kardeş ve belirtici kılar. îş te böylece bazı insanla­ rın ta içlerinde, bize sunm ak üzere, bizi uzam dan, za­ m andan ve ölüm den k u rtaran ı bulm ak gibi büyük bir a y n a lık la rı, b ir ta n n sal p ay lan vardır. W alter Berger teşekkürle başlarken (çok teşekkür edilirdi Altenburg’ta), Edm e T hirard sözünü y a n d a kes­ mişti. Eski arkadaşları arasında, sevilmeye değeni sevip gerisine süprüntü gözüyle bakan tek insandı belki de. — Rabuad, dostum , ne yalan söylemeli, b ü tün bun­ larda beni rahatsız eden b ir şey var. İnsanın bazı yasa­ larını kabul ediyorsunuz; değişmez b ir insan, ölümsüz b ir insan düşüncesini benim siyorsunuz... Kont, yum uşak ve derin b ir inançla : — Ölümsüz b ir insana inanıyorum , çünkü başya­ pıtların ölüm süzlüğüne inanınm , dem işti. (— B ir randevu evinde karşılaşm ıştık, diye fısılda­ m ıştı H erm ann babam ın kulağına; bu duyduğunuz gü­ zel sesiyle ne dese beğenirsiniz? "Sevgili Müller, George E liot'm o genç sevgilisinin çok garip ölüm ü konusun­ da, gerçeği hiçbir zam an bilemiyeceğiz” ...)


— Ama başyapıtlar ne öğretti bize, diyordu Thiard, ¿gerçek anlam ıyla ne öğrettiler? Oğlum aşağı yukarı on beş yaşındaydı, hangi konuda, bilm iyorum , düşüncesiz­ ce, “insanlar böyle tanınam az!” dem iştim , “ö y le mi? N asıl?” yanıtlam ıştı. Birkaç saniye sessizlik olm uştu. Bir sa a ttir babam ın önünde gelişen düşünce, ekinle b ir söyleşimdi yalnız. B ir düşünce hiçbir zam an bir olaydan doğmazdı; başka b ir düşünceden doğardı hep. Üstelik, çevresindekilere göre, insan ben değilse de bi­ reydi; am a babam altı yıldır o k ad ar buyurm ak, o ka­ d a r inandırm ak zorunda kalm ıştı ki, insanın h er şey­ den önce başkası olduğunu düşünm em esi olanaksızdı. — Bu soru beş dakikada yanıtlanabilecek sorular­ dan değil, diye sü rd ü rm ü ştü Thirard. Ne de olsa a n lı­ ğın gücüyle güçlüydü; diyelim ki, siz böyle b ir soru karşısındasınız... Kalın kaşlarının ardında alaylı bakışını salonda dolaştırm ıştı : — Haydi, sizlere soruyorum bu soruyu! Yüksek cam lar üzerinde yağm urun gürültüsüne ka­ dar, ellerin ve defterlerin uçuşm ası içinde, genel b i; karşı çıkış yükselm işti. B ütün ünlü adlar, Molière, La Rochefoucauld ve Pascal, Hegel ve Goethe, Bacon ve Shakespeare, Cervantes ve ötekiler, yaşam larım adadık­ ları şeyi savunan insanların bağnaz tu tk u su altında b ir birine karışıyordu. Ekin b ir dindir. Ama birçokları kli­ niklerde, doğumevlerinde, ölü odalarında karşılaştık lan biçimiyle, insan gizleminin bilincine vanyorlardı. H a­ fifleyen gürültüden b ir ses yükselm işti.


— Ne de olsa aldığımız bilgilerin... — Hayır, tam tersine! Bilgi insanı öğretm ez bize, yalnızca bilgili insanı, bilgili olduğu ölçüde; içebakım da insanı değil, yalnız kendine bakm ak alışkanlığındaki insanı öğrettiği gibi! Az önce babam ın düşündüklerine pek uzak değildi bunlar. — Ben çok iyi b ir hıristiyan değilim, diye sürdü rüyordu Thirard, am a yürekteki acım anın insanı tanı­ mayı, - e v e t: tanımayı! - şu çevredeki b ü tü n kitaplar­ dan daha iyi sağladığına inanırım . En yüce değer sayı­ lan ekin, ister istemez, rütbeli am a gülünç bilginler ye tiştirm ekle sonuçlanır, gün gibi ortada, dostlarım : eki­ nin ereği her zam an yaşam ı nitelik olarak kurm ak ol­ m uştur denebilir, gerçek olarak kurm aksa bam başka şey! Ruhbilim e gelince, yaşamı öğretir, am a savaş tab­ lolarının general olmayı ve gemi resim lerinin denize açılmayı öğrettiği gibi... — Ama, sayın Thirard, insanı Platon’dan daha iyi tanıdığımız da besbelli, dem işti kont Rabaud. — H ıristiyan insanı, elbette! Y unan'a gelince, nerdc! — Çözümlemesi yapılan ruhsal du ru m lar aynı de­ ğil artık., dem işti W alter : kuşku, ilkçağda çok ufak bir rol oynardı, bizim ahlakçı uygarlığımız bunu b ir dünya yapıp çıktı... Ama... ben konudan uzaklaşıyorum ... K onuşm aları bu tümceyle biterdi genellikle. Tasla­ ğını o kadar özenle hazırladığı sorunu anım satm a yol­ larından biriydi bu, hem de : "Ama işin en önemli nok­ tası da b u ra s ı...” dedirtm e yosmalığı ve isteği.


T hirard şaşırm adan, ustalıkla, uzm anca bağlam ıştı sözlerini : — D ikkat edelim : insandan söz ediliyorsa, tanımaK istem ek birbirinden çok farklı iki anlam a g e lir : bir yandan, nedenler aram ak tır - en iyisi de temel b ir ne­ den, onur, kudret isteği, daha ne isterseniz, bu da bir dizgeye, b irtak ım yasalara götürür. Sonra, öte yandan, İngiliz ve Rus rom anının uçsuz bucaksız alanlarında yapılan, bizde ise, M ontagne’in çok ta tlı B ordeaux’sundan M. Anatole hafif şam panyasına varıncaya kadar, b ir özel çevre tadı taşıyan, bam başka b ir araştırm ad ır... Hiç de ayyaş değildi, am a m em leketin yerli ve gizli şaraplarına deli olurdu. K ont R abaud’nun George Ellio t’ın genç sevgilisinden sözettiği gibi sözederdi b u n ­ lardan; Beane Kolejinde ders vereceğim diye Montpellier Ü niversitesindeki birinci sınıf görevi bırakm ıştı. — Bu araştırm aya bağlanm ış düşünürlere, diyelim ki Savaş ve B a n ş’ın Tolstoy’una, Stendhal’e, Montaigne'e, belki M eredith’e, hepsinden önce de Dostoyevski ye, - hangisini isterseniz ona - evet, bu n lara : "Peki, insanı tanım ak dedikleri ned ir?” diye sorulsaydı, hepsi de,~alçak gönüllülükle : aynı yanıtı verirdi : yaptıkları Jç^rşısında şaşırm ayacak duruma_gelmek.. O kadar. Ama çok şey. Y aptıkları karşısında şaşırm ayacak durum a gelmek. Olumsuz b ir bilgi mi? Evet, am a ötekini gölge­ de bırak ır gibi! dizgeye, b ir öğretiye değil, b ir alana varıyor, belki de b ir ırabilim e... bu da çok doğal b ir şey, öyle ya, yakınlarım ızın gerçekten önem li edim lerini önceden kestirem iyoruz. Önceden kestirem ez insan, ta­ nımaz da, yeniden ta n ır... in san konusunda “b u lu ş” sözcüğünün b ir tü r kalıp olup çıkm ası boşuna değil : b ir ülkeyi tanım ak, oraya gitm iş olm aktır! Tanıdığımız


b ir adam, beklenm edik b ir edimi, aşağı yukarı hem en sonra, önceden bilinen b ir şeye bağlanan b ir insandır : M ehmed’in gizlem payı, yaptığı önden bilinmez şeyde olm aktan çok - her şey gizlem olurdu o zam an - bek­ lenm edik eylemini, bu eylem gerçekleştiği zaman, Meb m ed’in bildiğimiz yanm a bağlam ak olanaksızlığındad ır..." Babam bunu, “B aşka b ir yaşam yaşıyacak olsay­ dım, Dietrich B erger’nin yaşam ından başka yaşam is­ tem ezdim ,” diye anlıyordu... — B ir dakika, Thirard, b ir dakika! Bizi tüm üyîe aşan b ir veri var burada! Çok önemli! “Standhal, Tols­ toy, dikkat! Büyük rom ancılar karşısında b ir hokkabaz oyununa geliyoruz!” W alter öksürdü. “Atışma yok!” anlam ına gelirdi bu. Öfkelenen adam fazla küçük b ir iskemlede çırpınıp du­ ruyordu (Altenburg’ta hiçbir zam an yeteri kad ar iskem ­ le bulunm azdı); ak ve sık sakallı, ufacık b ir adam dı, karışık saçları yanaklarına kad ar iniyordu, b ir yün yumacığma dalm ış ak b ir kedi gibi taşkındı. Sözünü et­ tiği hokkabazlıktan çok, bilinmeyen b ir şeye - belki de düşünceye kızıyordu... — B ir kez, hapisten çıkışında b ir dostum u görme­ ye gitm iştim . Çok iyi b ir dost, seçkin b ir düşünürdü! A narşist ve filozoftu, b ir suikastten sonra, yalnızca an ar­ şist olan kişileri evinde saklam ıştı. Düşüncesizce, ama soyluca. B ir filozofta ender rastlan ır b ir şey mi? belki o kadar da değil! H em sorun da bu değil ki! M ektup­ laşm ası yasaktı (hapisanelerin tüzüğünde... hapisaneiere bütün b ir otu ru m ayırmalı!) am a kitap okuması yasaklanm am ıştı. Ne okuyabildiğini sorm ak istiyordum


ona, yani hapishanenin havasına neyin dayanabildiğim, neyin canlı kaldığını! En büyük sorun! (— Adamı görünce ilk b u n u sorm uştur! diye fısıl­ dam ıştı H erm ann babam ın kulağına.) — Üç kitap, beyler, hapisane karşısında dayanan üç kitap. Alaylı ve acı b ir bakışla bakm ıştı çevresine : — Robinson, Don Quichotte. Budala. — B ir de İncil, dem işti b ir ses. — Hayır. Bilmiyorum . Neyse, b u üç kitap işte. "Dikkat ederseniz, hepsi aynı kitap. Aynı kitap! He.' üç durum da da (konuşm asının hızı düşm üştü) öb ü r in­ sanlardan ayrılm ış b ir insan çıkarılır karşım ıza, Robinson deniz kazasıyla, Don Q uichotte delilikle, prens Muşkin de kendi yaradılışıyla, şey... sorunu anlıyorsu nuz... arılığıyla diyelim. Dünya rom anının ûç yalnız kişisi! Peki, üç öykü nedir? Bu üç yalnızın h er b irinin yaşam la karşı karşıya getirilişi, yalnızlığım yıkm ak, in­ sanları yeniden bulm ak için yaptığı savaşın öyküsü Birincisi çalışarak savaşır, İkincisi düş k u rarak , üçüncüsü de erm işlik yoluyla. Biraz hızlı gidiyorum şu anda, şöyle hızla bakıyorum soruna biliyorum , biliyorum (düşsel b ir karşıtına öykünüyordu, çabuk çabuk omuz silkmişti), Daniel de Foe deniz kazasına uğram am ıştı, Cervantes b ir deli, Dovtoyevski de b ir erm iş değildi. Sanki insanlığın ıssız adaları yokm uş gibi, sanki her köşede b ir ıssız~ ada yokm uş gibi! Sokaklar ıssız ada­ larla döşelidir! Ve her yerde insanlar topluluğundan kopm anın kesin b ir yolu v a rd ır: alçalış, utanç. Dikkat ederseniz, dünyanın yeniden fethinin üç rom anının b i­


rini b ir eski tutsak, yani Cervantes, İkincisini b ir eski kürek m ahkûm u, yani Dostoyevski, üçüncüsünü de d i­ reğe bağlanıp ibret diye gösterilm iş b ir m ahkûm , yaııi Daniel de Foe yazmıştır.» Babam kuru bilgiden koptuğunu sanm ıştı; şimdi nerdeyse İstanbul'daki ilk dersindeki k ad ar yakın bu­ luyordu onu, bulaşıcıydı. — De Foe görülm edik derecede bol, soyut, "plas­ tik ” ayrıntılar kullanır, oysa Dostoyevski - (bana ru h bilimde yalnız iki kişi b ir şeyler ö ğ re tm iş tir: Stendhal ile Dostoyevski, derdi Nietsche : neyi öğretm işlerdi?) her şeyden önce ruhbilim sel yollardan y ararlanır. Ama ruhbilim sel buluş, ruhbilim sel boyut tam am ı tam am ı­ na, Robinson'da “plastik" boyutla düş gücünün oyna­ dığı rolü oynar! Eylem araçlarıd ır bunlar! Şemsiyeye ve papağana inanın, R obinson’a da inanırsınız sonun­ da; gururla alçak gönüllülüğün aynı şey olduğuna ina­ nın, Rogojin’e de inanırsınız. Bu ruhbilim sel buluşlar hop bizi kendilerinden başka şeye : kişinin varlığına, her şeyden önce de - işte, işte hokkabazlık b u rad a - bir kutsal söylerin değerine inandırm ak eğilim indedirler. Biz sanat tarihçileri, özellikle Alman sanatı tarihçileri, gotik insana ya da M ısır insanına onu aydınlığa kavuş­ turm ak gibi çıkardan uzak b ir am açla bakarız! Neyin sözkonusu olduğunu öğrenm ek gibi d ü rü st b ir istek! Sorguya çekeriz onu, sonra da kendimizi sorguya çeke­ riz. Buluşlarım ızı kişilerim izden çıkarırız b ir bakım a; am a büyük sanatçı kişisini buluşlarından çıkarır. Onun ruhbilim i, b ir kutsal söyler hizm etinde b ir içe - bakıştır. — Öyleyse bu içe - bakışı insan bilgileri dosyasına, bir M ontaigne’in - (o: Montagne, diyordu) - b ir Rousseau’nun yanm a koyalım, dem işti kont Rabaud.


— Böyle verm iyorlar ki onları size! Mısır insanını anlam am ı sağlıyan şeyi kendim de buluyor m uyum ? Bun­ ca içe - bakış yetti artık! în san başkasında başlar. (— Kim bu? diye sorm uştu babam H erm ann’a. — Bilmem. Stieglitz’d ir belki...) Stieglitz Alman ortaçığının en özgün yorum cuların­ dan biriydi : büyük b ir bölüm ü eleştiriden oluşan, b i­ rinci sınıf b ir kitap yayınlam ıştı : iki yıl sonra M arburg üniversitesine atanınca, kitabı, provalarını b ir daha oku­ m adan (çok uzundu) yeniden yayınlamış, sonra da için­ de budalalıkla nitelediği b ü tü n m eslektaşlarına övgü dolu adam alarla b ire r tane yollamıştı. — Fena değil, dem işti H erm ann. Hiç de fena değil. Ama gene de b ir sevimsiz adam çıkışı. Hem sonra... Sakallı, yanlış b ir çıkış yapm ış b ir oyuncu gibi, göz dağı verircesine işaret parm ağını uzatm ış, sonra, ke­ sin b ir dille : — Hem yalnız B atı’da doğru d ü rü st ruhbilim var­ dır, diye eklem işti. En sonunda susm uştu, kızdığı besbelliydi. — Ama her tü rlü ruhbilim in yabancı olacağı bil büyük sanat, b ir gerçek düşünce tasarlam ak da kolay değil! diye atılm ıştı Thirard. Sakallı ona bakm ıştı, kararsızdı. Anlamım T h irard ’ın az önce belirttiği b ir m ırıltı dolduruyordu kitaplığı: az önce de kendisine karşı yükselm iş olan m ırıltı. Aynı tutkulu karşı çıkışı belirliyordu : ruhbilim in değerinden gerçekten kuşku duyulan b ir dünyada, bu adam ların hepsi de dışarı atılm ış b ulurdu kendisini. M ırıltı kesil m işti.


— Ama, örneğin İslamlık!., diyordu babam . W alter birkaç kez sorarcasına babam a bakm ış, am a o karşılık verm em işti. M arsilya'da geçen akşam ın b ir dakikası sarm ıştı belleğini : b ir kitapçı vitrinine bakıyordu, daha aydın lanm am ıştı. Burada, cam ın derinliğinde, gelip geçenle rin tükenm ez akışı sürüp gidiyordu. V itrin, doğu m a­ sallarının sihirbazları gibi, b ü tü n bu sessiz hayaletlerin düşüncesini ve düşlerini sergilemekteydi : Rocam­ bole ve Bergson, "Ateş K adın”, b ir sıra boyunca M Anatole F rance'in son rom anı "M eleklerin B a ş k a ld m ş ı', Arsène Lupin, otuz klasik rom an. Sessiz insanların akıp gidişi altında, Atina ve W eim ar vardı, Balzac P aris’inin bulanık ışık lan içinde hırslı gölgeler, Dickens'in fener lerinin aylası altında sevgi figürleri, Dostoyevski’nin kaatillerinin düşünceli koşularında yarıp geçtikleri, sıca­ cık giysilere bürünm üş, sefil kalabalık vard ı... A dlanm gözden geçirdiği sırada, belleğinde insansal deneyleri ya da düşleri kabarm aya başlayan bü klasikler, Goethe, Shakespeare ve ötekiler, Stendhal, Tolstoy, Dickens, B atı’nm Bin - b ir Gece M asalları'ydılar. Doğu m asallarında çok garip kuşlar ve satıcılar vardı, prensesler ve cinler vardı; b ir tek insan yoktu. İslam lık - belki de b ü tü n Asya - Tanrı'yla ilgileniyordu, am a insanla hiç mi hiç ilgilendiği yoktu. — Sünnilerin plastik sanatı soyuttur, dem işti, y a ­ zınıysa m asalsı (bu da soyut olm anın, b ir başka biç's m id ir: cin ve rozas* birleşir). Yalnızca B a tıd a geçerli b ir ruhbilim vard ır denilmem iş miydi? am a, bir kez,, yalnız B atı’da ruhbilim gereksinim i vardır. Çünkü Batı, * Rosace : mimarlıkta, gül biçimi süsleme. (Ç.N.)


evren düzenine, yazgı uyacak yerde, onlara karşı çıkar. Çünkü h er tü rlü ruhbilim b ir iç yazgının araştırılm ası­ dır. H ıristiyanlığın devrimi, yazgıyı insanın içine yer­ leştirm iş olm asıdır. Onu yaratılışım ız üzerine kurm uş olm asıdır. B ir Y unan’lı k ahram anlarına tarihsel olarak bağlıydı. Cinlerini söylenlere dönüştürerek dışsallaşt’n rd ı, hıristiyansa söylenlerini cinlere dönüştürerek iç­ selleştirir. îlk günah tek tek herkesi ilgilendirir. Çar­ m ıha geriliş tek tek herkesi ilgilendirir. Kont Rabaud, çekine çekine : — İyi ama, sayın bay, O reste'in yazgısı A tride’lerden gelirse, hıristiyanlarınki de Adem’den gelir, dem işti. — Ama Adem, daha doğrusu Havva yüzünden, hıristiyam n yazgısı yaratılışının ta kendisi olm uştur. Atrid e’lerin yazgısı yalnız kendi yazgılarıydı. — Hem sonra, bireysel olarak duyulan hıristiyan yazgısı salt değildir, dem işti W alter. G ünahtan arın m a... — İşte ruhbilim de bunun için vardır. H ıristiyan her şeyden önce neyi ister? K urtuluşunu. N edir onu bundan uzak düşüren? Y aratılışının yazgısı, ilk günah, şeytan. Şeytanın yollarını öğrenebilm ek için insanı ta ­ nım ak gerekir. — Tamam! diye bağırm ıştı sakallı. Pek de değiş­ m em iştir durum . Hep aynı şey : inanılır iş d e ğ il: ruhçözümleyimde hep kötü sayılan, kuşkulu bilinçaltı da şeytanın ta kendisidir! H erkes babam ın yeniden konuşm aya başlam asını bekliyordu. Oldukça kesin kaçan anlatım ı altında, ken­ di sözcüklerini, kendi oyunlarını, kendi gönderm elerini bulm uşlardı. D üşünürler içlerinden b irinin eyleme el a t­


m asından hoşlanm azlar; am a bunu başarırsa, herkes­ ten çok m erak duyarlar ona. B abam ın nerdeyse gizli olan ve Doğu'da gerçekleşen eylemiyle, rom ansılıktan yoksun değildi. — İnsan üzerindeki bilgimizi gizleri üzerindeki bil­ gimizle karıştırm am ıza yol açan şey, şeytanla sürdügeldiğimiz savaştır, diye başlam ıştı yeniden. İnsan ne­ dir sorusuna : "gizlediği” yanıtını vermeye hazırız. Yal­ nız Batı benim ser bunu. — Gizler bize insanı gösterir dem işti Thirard, aşa­ ğı yukarı bilim in de evrenin anlam ını gösterdiği gibi. W alter konuşacakm ış gibi kım ıldam ış, m uştu.

am a sus­

— Düşlemle - dram , rom an - insanın b ir çözümle­ mesini içerir, dem işti babam . Ama bu çözümlemenin kendi başına b ir sanat olamayacağı açık. Sanat olabil­ mesi için yazgımıza ilişkin bilincimizle savaşa girmesi gerekir. T hirard kuşkuyla : — Bu tü r sözcükleri sevmem.

sevm iyorm usunuz?

Ben de

— Bununla tam olarak ne söylemek istediğinizi bil­ m ek isterdim de... — Biliyoruz, doğmayı kendimiz seçmedik. Ölmeyi de kendimiz seçmeyeceğiz. Anamızı, babam ızı kendimiz seçmediğimizi biliyoruz. Zam ana karşı hiçbir şey yapamıyacağımızı da biliyoruz. H er birim izle evrensel ya­ şam arasında b ir tü r... b ir tü r çatlak bulunduğunu da biliyoruz. H er insanın yazgının varlığını zorlu bir biçimde duyduğunu, hiç değilse kim i dakikalarda, ner-


deyse acılı b ir biçimde duyduğunu söylerken, dünyanın kendisinden bağımsız olduğunu duyduğunu söylemek istiyorum . S trasbourg’taki o d a ... — Yunan akantı nedir? Biçem lendirilm iş b ir engi­ nar. Biçemlendirilmiş, yani insanlaştırılm ış : insan Tanrı olunca nasıl yapar idiyse öyle. İnsan dünyanın insan düzeyinde olm adığını bilir; am a insan düzeyinde olsun ister. Onu yeniden kurduğu zaman, b u düzeyde kurar. Yeni düşünceleri özetlerken, konuşm a ve dersleri­ nin savımsı çekiciliğini yeniden b u lu y o rd u : tartışm a, düşüncesine b ir kesinlik getirirdi her zaman. — Sanatım ız dünyanın düzeltilmesi, insanlık koşu­ lundan kaçm a yolu gibi görünüyor bana. Bana kalırsa, temel yanılgımız - Yunan tragedyası konusundaki dü­ şüncemizde gözler kam aştıracak kad ar açık bu! - b ir yazgıyı belirlem eyi onu çekmek sanm am ızdan geliyor. Hayır! nerdeyse onu elde tu tm ak tır bu. Sırf onu gös­ terebilm ek, tasarlayabilm ek bile, onu gerçek alınyazısm dan o am ansız tanrısal düzeyden ayırır; insansal dü­ zeye indirir. Temelde, sanatım ız dünyanın insansallaştınlm asıdır. W alter saatine bakm ış, b ir o rkestra yönetecekm iş gibi kolunu kaldırm ıştı : — Bu görüşü aklımızda tutalım : h er zam an oldu­ ğu gibi, toplantının ikinci bölüm ünde tartışırız. Üste­ lik dostum uz M öllberg’in bana okuyacağı önem li bildiri konusunda söylediklerine bakılırsa, kendisi de, bam ­ başka b ir düşünce dalını izleyerek, dinlediğiniz esinle­ m elerden uzak olmayan, -yalnızca uzak olm ayan diyo­ rum- sonuçlara varıyor. - Möllberg çaydan önce b itire­ cek bildirisini.


A ltenburg'da yemeğe pek önem verilmezdi ama, çay kutsaldı. Amcamın eski öğrencileri n o t defterlerini çıkarm ış­ lardı; sineklerin kaşındırdığı başların sessiz birkaç de­ vinimi b ir yana bırakılırsa, dikkat genel b ir kımıltısızlığa göm m üştü dinleyicileri. Afrika’dan getirilen belge­ lerin çok zengin olduğunu biliyorlardı, M öllberg’in ya­ pıtının yırtılm ış olduğundan haberleri yoktu. Möllberg, dam laların hâlâ kıvılcım, kıvılcım kaydığı, güneşlik bü­ yük pencereden (yağm ur yeni dinm işti) gelen ışığa ar­ kasını dönüp oturm uştu, parlak kafasının üzerinde bir ışık oyunu, kendisine b ir vam pir havası veren görül­ m edik biçim de sivri kulaklarıyla, hem b ir albayı, hem de tepeden tırnağa yeniler giymiş olarak canavar Hilaroblique’i andırıyordu. B abam a d ö n m ü ş tü : — Sayın Vincent Berger, yazgı düşüncesi konusun­ da ne düşündüğüm ü bilmeyi çok isterdim , dem işti. Bu düşünce, istesek de, istem esek de, bugün : insan kavra­ m ının b ir anlam ı var m ıdır? diye düşünen herkesin k ar­ şısına dikilen soruna götü rü r bu bizi. Başka b ir deyim­ le : inançlar, söylenler, her şeyden önce de düşünsel yapıların çeşitliliği altında, yerler ve ta rih içinde hep geçerli kalan ve insan kavram ını kendisine dayandırabileceğimiz sürekli b ir veri seçebilir miyiz? Dişlerinin düzgünlüğü (dişleri takm aydı belki de) yoğun ve ağır anlatım ından pek farklı olan konuşm a­ sının m akinem si açıklığına garip b ir biçim de uyuyordu. — Daha yüz yıl önce, beş kıtanın üçü bilinm iyordu; bugün belirli b ir önem taşıyan b ü tün oym akları biliyo­ ruz. Güzel. Daha sonra - daha iyi yöntem lere göre an­ layacağımızı düşündüğüm üz günler geçti! Döküm ya­ pıldı. Kaygı verici. Gerçekten kaygı verici zam an içinde


eskilere daldıkça, eli topuzlu ilkel yabanlara daha az rastlıyoruz : b u karanlıkların dibinde, U r’un, Süm er dünyasının ötesinde, h er tü rlü arkeolojik insanlığın öte­ sinde, hep kentler var, devlet var. in san ın -bu sözcüğün bir anlam ı varsa- ard ın d a m aym unu görmeyi bıraktığı­ m ızdan beri, neyin belirdiğini görmeye başlıyoruz? B ir tü r karıncanın : yönetici - rahiplerin üstünde K ıral var­ dı. Gücü ayla birlik te yükselirdi : ilkin görünmezken, şim di yarım ay belirince, görünm eye başlar, ufak tefek onurlar dağıtırdı... E n sonunda dolun ay onu gerçek kıral, yaşam ın ve ölüm ün efendisi durum una getirirdi. O zaman, boyalı ya da yaldızlı olarak (hiç kuşkusuz önkolom biya krallarının görünüşündeydiler), krallık hâzi­ nesinin mücevherleriyle süslenip yüksek b ir yatağa uzan­ mış b ir durum da, kutsal sularla yıkanır, rahiplerce kutsanırdı. Adaleti yerine getirir, halka yiyecekler dağıtır­ dı, yıldızlara ülkenin törensel duasını sunardı. Güzel. Ay küçülmeye başladı mı sarayına kapanırdı. En so­ nunda aysız geceler dönem i başlayınca, kendisiyle hiç kim se konuşam azdı. B ütün ülkede adını anm ak yasak­ lanırdı. Silinirdi. Işıksız bırakılırdı. K aranlığa sakla­ nırdı, kraliçenin yanında bile, öncelik hakkını yitirirdi. E m ir veremezdi artık. Ne arm ağan verebilir, ne de ala­ bilirdi. Yalnızca bu kutsal kapanm ayı sü rdürürdü. Bü­ tün halk içinde, ürün, evlenme, doğum, bu olaylara bağ­ lanırdı. Aysız günlerde doğan çocuklar hem en öldürü­ lürdü. K ulakları gibi sivri, kupkuru parm ağını kaldırm ış­ tı. Şimdi bulutlard an tüm üyle sıyrılmış olan gökten, sa­ kin b ir öğle sonu ışığı geliyordu büyük pencereden. — K ralla K raliçenin (cinsel) düğünü - her zaman kendi kızkardeşi, her zaman! - K ralla kraliçenin düğü­ nü b ir kulenin üstünde kutlanırdı; K ralın öbür kadm-


larla cinsel bağıntıları yıldızların devinimine bağlıydı. K ralın yaşam ı aya bağlı olduğu gibi, Baş K raliçenin ya­ şamı da Venüs’e bağlıydı - gezegene elbette. Şimdi, dik­ kat : Venüs akşam yıldızlığından çıkıp sabah yıldızı ol­ du mu, bütün m üneccim ler pusuya yatardı. B ir ay tu ­ tulm ası zamanıysa, K ralla Kraliçe dağa, b ir mağaraya getirilirdi. B urada onları boğarlardı. Üremili ya da kan­ serli b ir hekim in ürem i ile kanserin nasıl sonuçlandı­ ğını iyi bildikleri gibi onlar da bunu iyi b ilirle rd i: bi­ zim m ikroplara bağlı olduğum uz gibi onlar da, gökyü­ züne bağlıydılar. Önde gelen adam larının hepsi, bu ölüm ­ de kendilerini izlerdi. Bizim b ir dam ar tıkanm asından öldüğümüz gibi, onlar d a K ralın ölüm ünden ölürlerdi. Yarım ayla birlikte, yeni bir kral biçim inde dirilinceye kadar, K ralın cesedine büyük b ir sevgiyle bakılırdı. Ve her şey yeniden başlardı. İşte kem erlere kad ar kitap­ larla dolu bu salonda, Afrika yüksek sesle düşünür gi­ biydi. Möllberg, o zam ana kadar hiç bakm adığı notla­ rını itm işti. — Ve bütün bu n lar tarihsel zam anlara denk ge­ lir : K ralın b ir tem silcisinin yılın doğuşu için B abil’in büyük alanında tantanayla boğulup öldürüldüğünü b i­ lirsiniz; bu sırada gerçek Kral, o en güçlü insan sara­ yın karanlık b ir köşesinde soyulur, alçaltılır, dövülür­ dü... Bu K ralın b ir tan rı ya da b ir kahram anla özdeş­ leştirilm esi söz konusu değildir. Term itlerin kraliçesi nasıl kraliçeyse, o da öylece k rald ır işte. Bu uygarlık m utlak b ir alınyazısı içinde yaşar. Bu uygarlıkta, hiç­ b ir şey hiçbir şeyin karşıtı değildir. K ral b ir Tanrı-Ay'a k urban edilmez; aynı zam anda hem kendi kendisi, hem de aydır, S udan’ın p an ter - adam larının hem kendi ken­ dileri, hem de p an ter oldukları gibi. Evren düzeyinde bulunan b ir alandayız, dinlerden, h atta söylenlerden


önceki alanda. Dünyanın yaratılışı düşüncesi ta s a rla n ­ m ıştır daha. İnsan lar sonasızlıkta öldürülür. T anrılar doğm am ıştır. Babam bu tüm celer altında kendisinin de bildiği b ir deneyi, insanın ayrıcalıklı b ir varlık olm aktan çık­ tığı deneyi, insanlığa başka tü rler arasında b ir tü r gibi bakm anın bunaltıcı yeniliğini buluyordu... — Yanlış anlaşılm asın. Bir daha söylüyorum : din­ sel b ir düşünce yapısı söz konusu değil; bu noktada her tü rlü karıştırm a anlattıklarım ı anlam dan yoksun b ıra­ kabilir. Zend - Avesta’dan K u ran ’a kadar, insan dinden başka b ir yolla varam az dünyanın bilincine; X II. yüz­ yılda, bilinen dünya, bütünüyle, dinsel olarak düşünür. Evet. Ama, hıristiyan inancı V oltaire’in akılcılığıyla ne kadar uzlaşmazsa, evrensel uygarlığın gerektirdiği dü­ şünce yapısı da dinin gerektirdiği düşünce yapısıyla o kad ar uzlaşm az durum dadır. Möllberg b ir an sustu ve binlerce gürültü - belirsiz sözler, iskem le gıcırtıları - hep birden belirdi. B ütün salon soluk alıyordu. Hemen sonra, sineklerin tırnakladığı sessizliği ye­ niden buldu : — B ir alan daha, diye sürdürdü. Son araştırm alar Melanezya adalarında, yerli toplulukların varlığını gös­ terdi, bilgimize ışık tu tan topluluklar bunlar. Uygarlık sözcüğünün b ir anlam ı varsa, o n ların uygarlık durum u da budunbetim cinin, m isyonerin genellikle Pasifik ada­ larında rastladıklarından daha aşağı değil. Evet. İşte bu topluluklar cinsel eylemi doğuma bağlayan bağı bu­ lam am ışlardır. - M isyonerler bunu belirtince de kesin­ likle yadsırlar : "B unun yanlış olduğunun kanıtıysa bir


kadının cinsel bağıntılarda bulunup da çocuk yapmayabileceğidir”, diye karşılık verirler. (Düşününce insanı şaşırtan şey, bu bağın orda b ir gizlem olarak kalmış olm ası değil, başka yerlerde de bu kad ar uzun süre bir giziem olarak kalm am asıdır...) Bu oym aklar için sözlü­ ğün cinsel anlam ında çocukların babası yoktur. Çocu­ ğun sorum lusu, koruyucusu, dayısıdır. Babalığın tanın­ m asına dayanan kurum lanm ızm sayısını, bilinm em esi durum unda cinsel ahlakın ne olacağını düşünün; “Tanrı insanların kurtuluşu için oğlunu verdi” sözünün, Tanr ı’m n insanda kişileşmesi düşüncesinin tam anlamıyla anlaşılm az olduğu b ir ülkede m isyonerlerin öğretilerini aşdam akta nasıl b ir olanaksızlıkla karşılaştıklarını dü­ şünün. Bu yerliler, doğum karşısında, aşağı yukarı bi­ zim ölüm karşısında kapıldığımız anlaşılm azlık duygu­ suna kapılırlar. Komşu alanda arabadan aceleyle boşaltılan odun­ ların yere düşerken çıkardığı sesler doldu kitaplığa. — Nereye gelmek istediğini sezinliyorum galiba, diye fısıldadı H erm ann (babam hiç de sezinlemiyordu). Möllberg gene b a ş la m ış tı: — Öte yandan, biliyoruz ki, Avusturalya ile Alas­ k a’daki bazı topluluklar için, alış - veriş diye b ir şey yoktur. V erirler yalnız, am a arm ağan oym aklar arasın­ da b ir tü r m eydan okum adır. Bizim uygarlıklarım ız in­ san dem ektir, sahip olm ak için alm ak isterken, "potlaç”ta insan (potlaç, kattörensel arm ağan, biliyorsunuz), verm ek için elde etm ek ister (çalışmayla, hayvanlarla, toprakla). Düşünün ki, alış-v e riş b ü tün tarihsel uygar­ lıkların tem el verilerinden biridir. (Rom alıların "nexum ” undan bugünün görkem li harcam alarına kadar, germ en­ lerin "w adium ”undan da geçerek, potlaç izlerine sık sık


rastlıyoruz, am a bu başka konu). S onra... Ama içiniz­ den bazıları K ahire m üzesini gezm iştir belki de? Siz hiç kuşkusuz D. dolabını bilirsiniz, Seguin. Bu dolabı incelerken düşünce yaşam ım ın en önem li anlarından birini yaşadım diyebilirim. M ezuralarla gelen turistler, bahşiş karşılığında içeriğini inceler, ölçerler. İçeriğiyse ruhlardır. İnsanlığın ru h a ilişkin ilk gösterim leri. Geriye döndüğünü, unutulm uş, zorunlu b ir düşün­ ceye şöyle b ir dokunacağını belirtm ek istercesine, sesi­ nin perdesi d e ğ işti: — İnsan evren düzeninin tutsağı olm aktan çıktığı zam an, ister istemez ölüm le k a rşıla şm ıştı: kendisi ta ­ sarlam ak ölüm lü olarak tasarlam ak olm uştu. Ölümle çarpışm aya başlam ıştı dem ek. Daha eski M ısır'da düş'eş düşüncesi gelişmeye başlar; am a ceset çürürse, eşi de yok olacaktır. O olağanüstü m um yalam alar bundan doğ­ m uştur. M umyanın süresi ne olursa olsun, karam erm er daha uzun öm ürlüdür kuşkusuz. Böylece m um yaya taş­ tan oyulmuş imge eklenir. Eş için yardım cı b ir beden­ dir. Eşten düşüncesinden karm aşık karışık b ir düşünce o larak söz edip durm uşlardır. Açıktır oysa, düş gören varlık uyum uş beden için neyse, ceset için de eş odur. Ve onun gibi, sorum suzdur. İn san lar tanrısal yargıyı bulana kadar... Sorum lu ve yargılanan b ir eş, işte! Bu­ na ruh derler. Eş resim leri m ezarlardan kalkar. B un­ ların yerinde, artık ölüye benzemeyen kanatlı heykel­ cikler, K ahire’deki dolapta bulunan heykeller belirir. Ölümden sonra yaşam a ölüm süzlük olm uştur. Ölüm­ süzlük zam anın yerini alm ıştır. Bin yıllık kekelemeler­ den sonra, insanlık ru h u yaratm ayı b aşarm ıştır. Evet. İlk eşle ilk ruh arasında, düşünce yapısı farkının olduk­ ça büyük olduğunu sanıyorum ... Ö rnekleri çoğaltm ak­ ta yarar yok... Gözden geçirdiğimiz to p lu m lan n birin-


eisi yazgı duygumuzu, İkincisi doğum duygumuzu, üçünciisü alışveriş duygumuzu; sonuncusu da ölüm duygu­ m uzu bilm iyordu. Bu kadarı yeter. “Sözünü ettiğim iz insanlarla Yunan insanı, Got insanı, daha ne bileyim, kendi aram ızda o rtak olan ne v ar?” K ertenkele derili göz kapakları yarı yum uktu, söy­ leyeceklerinin önem ini gösterm ek için azıcık durdu. — İster dinsel uygarlıklarda Tanrı, isterse önceki uygarlıklarda evrenle bağıntı söz konusu olsun, h er dü­ şünce yapısı m utlak ve sarsılm az olarak kalır, yaşamı düzenleyen, yokluğunda insanın düşünemiyeceği, hiçbir eylemi gerçekleştiremeyeceği özel b ir gerçektir. (İnsana ille de daha iyi b ir yaşam sağlamayan, yıkılışına da pe­ kâlâ yardım edebilecek b ir gerçek!) İçinde yüzen balık için akvaryum ne ise, o da insan için odur. Anımsanılmaz. Gerçeğin araştırılm asıyla hiçbir ilgisi yoktur. İn ­ sanı kavrar, sahibidir onun; insansa hiçbir zam an bü­ tünüyle sahip olamaz ona. O k ad ar ki, - b u rad a sayın Vicent Berger’nin düşüncelerine gelmiş oluyorum - in­ sanları en derin biçim de tanım layan ve ayıran şey belki de yazgılarının biçim idir. — Bizim yazgımız hangisi? diye karşılık verm işti babam . — B ir balığın kendi akvaryum unu görm esi kolay değildir... İlkin ulus, değil mi öyle? W alter, daha önce de yaptığı gibi, b ir ork estra yö­ netm eni gibi elini kaldırm ış ve b ir tü r kederle : — Nasıl söylemeli, en uzak geçmişin uçlarınday­ m ış gibi görünen k ırallarm yıldızlara bağlı o ld uklan gibi bizim de bağlı olduğum uz b ir kesinlik v ar gerçek­ ten, baylar, dem işti. O olm asa, ne yurt, ne ırk, ne de


toplum sal sınıf düşüncesi olurdu. Dinsel uygarlıkların T a n n ’da yaşadıkları gibi biz de onu yaşıyoruz. O ol­ m asa içimizden hiç b iri - içimizden diyorum yalnız - dü­ şünemezdi. Bu da bizim kendi alanım ızdadır; tarih. M öllberg gene konuşm uştu; — Sonra, hiç kuşkusuz, tarih in ardında da ulus için, devrim için ne ise ta rih için de o olan b ir şey var­ dır. Belki zam an bilincimiz - kavram ım ız dem iyorum o yenidir... — Tamam! (Hapsedilm iş dostundan sözetmiş olan ufak tefek, sakallı, taşkın adam dı b u konuşan). Olur şey değil, zaman! Zam anı bulm uş olmak, yeni insanın ayırıcı özelliğidir! Hem de yalnız F ırat, Nil insanına, Y unan’a göre değil, ortaçağ insanına göre de böyle, _or-_ tacağ için zam an y o k tu r • ilkeller b ir çarm ıha geriliş,_ resmi yaparken, kişiler re ssam ın çağdaşlan -gibi g-iydi- rilir! O rtaçağ’da zam anın ne olduğunu bilm ek isterse­ niz, m ölon şapkalı b ir erm iş Jean ve şemsiyeli b ir Mer­ yem getirin gözlerinizin önüne. Ortaçağ ölüm süz b ir gündür. Başka b ir biçim de de ilkel Asya böyledir! Babam gene M arsilya’yı anım sam ıştı. îs te r m oda altı yılda giyimleri değiştirdiği için, ister akşam ın uyu­ şukluğu altında bozuk b ir acele yüzünden, isterse bam ­ başka b ir nedenden olsun, yalnız Avrupa’ya değil, aynı zam anda zam ana da dönüyorm uş gibi gelm işti ona. M öllberg gene konuşm aya başlam ıştı, ilk kez yum ruk­ larını sıkarak, sesini alçaltm ak için harcadığı çabayı herkes sezdiği için büsbütün artm ış b ir inandırm a gü­ cüyle konuşuyordu : — İnsan serüvenine b ir anlam vermeyi ta rih alm ış­ tır üzerine - ta n rılar gibi. İnsanı sonsuza bağlam ak gö-


revini ve Almanya'nın en iyi düşünürlerinin söyledikleri gibi, uygarlığımız insan geçmişini çocukluğunu içinde taşıyan b ir adam gibi içinde mi taşıyor, yoksa... sorun bu işte. İste r kapalı olsun, ister açık, isterse b u lu tlar geçsin üzerinden, gökyüzü hep gökyüzüdür : am a h er üç durum da da ancak olm am asına neden olan şeydir o rtak yanı. Tutkuyla konuluyordu şimdi; dışarıda, adam lar, büyük babam ın kırk yıl boyunca Reichbach belediyesi­ nin önüne yığdırdıklarına ve ortaçağ güneşi altında Sainte - Forêt oduncularının yığdıklarına benzeyen kü­ tükler yüklüyorlardı - ve alandaki çeşme akşam saatin­ de m ırıldanıyordu. — Ancak, düşünceyle insanız; ancak ta rih düşün­ memize elverdiği kad ar düşünüyoruz, hiç kuşkusuz b ir anlam ı da yok. Dünyanın b ir anlam ı varsa, ölüm ün de burada yerini bulm ası gerekir, hıristiyan dünyasında ol­ duğu gibi; insanlığın yazgısı b ir Tarihse, ölüm yaşam ın b ir parçasıdır; değilse, yaşam ölüm ün b ir parçasıdır. İs te r tarih denilsin, ister başka tü rlü söylensin, anlaşı­ lır bir dünya gerek bize. İster bilelim, ister bilmeyelim, o, yalnız o, dind irir ölüm den sonra yaşam a çılgınlığı­ mızı. Düşünsel yapılar pleziozor (3) gibi b ir daha belirmemesiye yok olurlarsa, uygarlıkların b iribirini izlemesi ancak insanı hiçliğin dipsiz kuyusuna atm ak içinse, insan serüveni ancak am ansız b ir değişim pahasm a ayakta duruyorsa, insanların kavram larını ve teknikle­ rini birkaç yüzyıl birbirlerine geçirm elerinin önemi yok; çünkü insan b ir rastlan tıd ır ve temelinde, dünya unu­ tulm uştur. Omuz silkm iş, sonra, b ir yankı gibi, yinelem işti : * Büyük kertenkele fosili. (Ç.N.)


— U nutuş... S onra uzun kolunu yanındaki adam ın iskelesinin altına uzatm ış, uçar notlarım alm aya çalışmıştı. T artışm a ve m antık, raflard a sıkışm ış kitaplar, ka­ ranlık kıtaların sesi karşısında haklarını yeniden elde etm ek üzereydiler. W alter sözü Francis Seguin’e ver­ m işti. Sarı bakırdan gök büyük pencereye doğru kayı­ yor, boğulm uş krallar, dolaba dizilmiş küçük ru h lar ba­ bam ın düşüncesinde, büyük dem ir kapının nakışlarının ötesinde, ölü odasının penceresinden yeni b aştan bulu­ nan Reichbach yolcularıyla, insanlığın kendisine b ir­ denbire öylesine aykırı göründüğü dakikaya karışıyor­ du. M öllberg'in yol açtığı şaşkınlık içinde (Alman dü­ şüncesinin insanlık serüveninin bilincine varm asının çok uzaklarındaydı herkes!) bulanık b ir biçimde, Seguin'in, zam an içinde uygarlıkların yalnızlığım b in yıllar karşı­ sında olanaklı olsa bile, tarihsel uygarlıklar söz konusu olunca tüm üyle görece, h a tta kuşkulu bulduğunu; en eski ilk hanedanlar dönem inden b ir M ısırlı karşısm da kendini yabancı görmeyeceği gibi b ir X II. yüzyıl insanı karşısında da yabancı görmeyeceğini söylediğini işiti­ yordu... — Ama b ir dakika! B ir dakika, sayın Seguin! Ufak tefek, sakallı adam konuşuyordu gene : — B urda konu dağıtılıyor! diye haykırıyordu. Bu da çok önemli! İnsanlığın yazgısının ya b ir anlam ı var­ dır, ya yoktur. Binyılları yüzyıllara bölm ek, sayın Möllberg’in açtığı konuyla, dünyanın saçm a olup olm am a­ sıyla en ufak b ir ilgisi yok. Tanrı da biliyor ki, felsefe­ sinde benimseyemediğim yanlar yok değil, am a Got in­ sanın düşüncesinde mucizenin tu ttu ğ u yeri düşünün!


Ne dersiniz, mucize, düşünüyor m usunuz, mucize! Şa­ şırtıcı b ir şey! H er şeyi h er an birdenbire değişebilece­ ğini düşünmek! Öyle b ir bazen ki, nesnelerin ne ağır­ lıkları, ne de kendi yazgıları var, - yalnız T a n n ’nın ön­ ceden kestirilem eyen ağırlığı - öyle b ir evren ki, h er şey sözcüğün tam anlam ıyla masalsı. H adi bakalım , b ir an mucizeye göre, h a tta yalnız mucizenin varlığını benim ­ seyerek düşünm eyi b ir deneyin! B ütün nok talar yer de’ ğiştirir, kendinizde anlatılm ası zor b ir şey, b ir değişim duymaya başlarsınız. Got insanıyla kendi aram ızdaki farkın düşünsel yapının ta kendisinde olduğuna inan­ m ak için, am a işte, b ir katedrale bakın! Şu kabuklu hayvana! Polinezyalıya! Tibetliye bakın! H adi bakalım ! Buna inanm ak için, gerçek b ir katedralle neo - gotik bir kiliseyi karşılaştırm ak yeter! Evet, bu kadarı bile yeter! îk i eli ve sakalıyla, A tlante'ın iki yanm a tu tu ştu ­ rulm uş gotik heykelleri gösteriyordu. Yunan m erm erleri içe b akarlar, diye düşünm üştü babam , am a güzel gotikler, arayan kökleri an d ırır hep... Anlaşılabilir b ir dünya iblisinin pençesine düşm üş şu insanlar gibi... — Mucize, peki, peki, anladık! diyordu Thirard, ama, ne de olsa, insanlar X II. yüzyılda da toplum için­ de yaşıyorlardı, b ir tecim leri filan vardı... T arih öncesi söz konusu değil artık. Sizi dinlerken, Stieglitz (sakallı adam Stieglitz’di demek), Got insanı, tıpkı R ubens’io tablolarının yapıcısı Rubens olduğu gibi, gotik sanatın yapıcısıymış gibi geliyor insana; am a b aşk a şey yapı­ yordu ne de olsa! Dostum Mehmet ne oluyor b ü tü n bun­ ların içinde? Düşündüğüm şeyi tam olarak bilm ekten hoşlandığım için duruyorum M ehm et’in üstünde! Eski M ısır’ın b ir büyük rahibinin ruhsal alanı hiçbir bakımN


dan b ir kardinalinki değildi, h a tta b ir sanayicinin ya da benim gibi b ir profesörünki de değildi, b u n a inan­ maya hazırım ; am a Möllberg b u rad a tem elli saydığı far­ kın M ısırlı b ir çiftçi ile... Alsace’lı b ir çiftçi arasında da bulunduğunu kabul ediyor m u? Susmayı yeğ görmese, babam da b u n u soracaktı. İnsan yaptığı şeydir, dem işti W alter e. — H ıristiyanlık hıristiyan olm ayan kim selerle do­ ludur, diye yanıtlam ıştı M öllberg... Tanrısızlardan sözetm iyorum elbette! H a y ır : benim düşündüklerim hiç­ b ir şey olm ayanlar; hiçbir şey değildirler, o kadar. Her zam an da böyle olm uşlardır, sayıları değişm iştir yal­ nız. O rtaçağ’da bile. M ısır M ısırlı olm ayan çiftçilerle mi doluydu? Olsun. Güzel. Ne çıkar? İnsan kendi basm a— ilginç değildir, kendisini gerçekten inşan. _yapan_jşeyle‘ ilginçt i r : yazık ki tem el farklılığını b u oluşturur. İn- ^ ^sanlar uygarlıklarına ne k ad ar az k atılırlarsa o kadar çok benzerler birbirlerine. Ama ne k ad ar az k atıhrlajsa, o kadar da çok silin irler... İnsanın b ir tü r sürek­ liliğ i bulunduğu düşünülebilir, am a bu, hiçlikte siireklilık f j r .

.}

— Ya da tem elde denilemez mi? Babam sorm uştu soruyu. İnsanın tarih i söz konu­ su değildi artık, h er b irinin doğası söz konusuydu; h er­ kes kendisinin de işe karıştığını seziyordu. Möllberg, H erm ann’a kitabının yok edildiğini söylediği sıradaki büzülm üş gülümsemeyle g ü lü m se d i: — Temel insan b ir söylendir, köylüler üzerine bir aydın düşüdür : biraz da tem el işçiyi düşlesenize! Köy­ lü için dünya u n u tu ştan oluşm am ış m ı olsun istiyor­ sunuz? H içbir şey öğrenm em iş olanların unutacak hiç-


b ir şeyleri yoktur. Bilge b ir köylünün ne olduğunu bi­ lirim; am a tem el insan değildir! Çağlara göre, düşün­ düğü ve inandığıyla çoğalmış b ir temel insan yoktur : düşünen ve inanan insan vardır, ya da hiçbir şey. Uy­ garlık süs değil, yapıdır. Bakın! Dostumuz W alter’in tutkusunu hepimiz biliriz : bu iki gotikle gemi figürü aynı tahtadandır, biliyorsunuz. Ama bu biçim ler altın­ da tem el ceviz ağacı y o k tu r odunlar vardır. — Ama, sayın Möllberg, odunlar, ne de olsa! Odun­ lar, b ir benzetm e b u ... B asit b ir benzetm e... — Bir maske. Gerçek şu : hayvan düşünce dışında, bazan b ir köpek, bazan b ir kaplan, isterseniz b ir arslan vardır önünüzde : hep bir hayvan. B ütün insanlar yer, içer, uyur, çiftleşir, kuşkusuz; am a aynı şeyleri ye­ mezler, aynı şeyleri içmezler, aynı şeyleri düşlemezler. Topu topu uyum aktır o rtak yanları, o da düş görmeden uyurlarsa, b ir de ölmek. — İnsanın yüceliğini oluşturan şey b ir daha kurtulm am asıya m ahkûm olm uşsa, hiçlikte b ir süreklilik olm uş, olm amış, ne çıkar! En iyilerin çabası ancak en geçiciye ulaşabiliyorsa... — Hiç değilse bu çaba süreklidir, sayın Möllberg, dem işti kont Rabaud. Ölümsüz b ir şey v ard ır hep in­ sanda, - düşünen insanda... tan rısal payı diyebileceğim b ir şey : dünyayı tartışm a konusu etm e yeteneği... — Sisyphe de ölüm süzdür. Stieglitz ayağa k a lk m ış tı: — Ama b ir dakika! B ir dakika lütfen! Hegel’ciliğin ana çizgisine dokunm adan geçiyoruz! Yeni bilgile­ rin getirdiği oluşları W eîtgeist’e sokm ak söz konusu, am a insan serüveni dediğiniz şey neden b ir tarih. Al-


m anya tarihi gibi b ir tarih, ilkin b irbirini tutm az gö­ rünen öğelerden de oluşsa b ir tarih olam ayacakm ış, an­ layam ıyorum . H atta bence biz Almanlar klasik okulun önyargılarından sıyrılmış olduğum uz için, böyle b ir ta­ rihin sonuçlandırılm asında özellikle söz sahibi olabi­ liriz. Möllberg, dikkatsizlikle kendi hastalıklarından söz edilen iyileşmez hastaların boğuk sertliğiyle : — Ben bunu yıllarca söyledim! diye yanıtlam ıştı; klasik önyargıdan sıyrılm ak iyi b ir şey, am a aynı za­ m anda gerçekten de sıyrılmış olm ak gerekmez mi!.. İn ­ sanlığın b irb irin i kovalayan ru h durum ları indirgen­ mez biçim de farklıdır, çünkü insanın aym yanm a do­ kunmaz, aynı yanını geliştirmez, aynı yanını bağlam az­ lar. Öz üzerinde, P laton’la Erm iş Paul'ün ne uyuşm aları olanaklıdır, ne de birbirlerini k a n d ırm a la rı: kendi ina­ nışlarım bırakıp ötekinin inancına geçerler olsa olsa, hıristiyan b ir kralla yıldızlara bağlı olan b ir ta rih ön­ cesi kralının iki ayrı yazgı düşüncesi yoktur : hıristiyan kralın yazgıyı duyması, tasarlam ası için, ötekinin ru h ­ sal dünyasının yok olm uş olm ası gerekir. Tırtılla kele­ bek arasında b ir söyleşim bulunabileceğini hiç sanm am . M utlağa ve ruhun b ir nesneden başka b ir nesneye ge­ çebileceğine inanan H indu ile yurda ve ölüm e inanan B atılı arasında da söyleşim b ir yapm acıktır; resim sey^ gisi m üzikten anlam anın özel b ir biçimi midir?.. H in­ d istan ’la Avrupa ruhsal durum larım düşünceler biçi­ m inde dondurdukları zam an b aşlar bu söyleşim. Ama b ir durum , b ir duygu düşüncesi b u durum un, bu duy­ gunun anısı değil de nedir? — Ama, gene de! B ir dakika! İstem em ki... Ama ne de olsa, siz... Yaptınız neredeyse on yıllık b ir çalış­ maydı, sayın Möllberg, in san . .


— On beş. — in san böyle sonuçlardan gönül rahatlığıyla el çekmez! Kesin ve başdöndürücü b ir kavram girm iş ol­ m alı araya! Almanya’nın düşünce alanındaki büyük görevini herkesten çok siz belirtm iştiniz! İnsan serüveninin b ir anlam ı olsaydı, bu anlam ı dile getirecek ülke Almanya olurdu. — Tanrım , inanılır şey değil! hangi kavram vazgeçirebildi sizi... — B ir kavram değil! Afrika. Libya'nın tozlu, ya da Kongo’nun ağır ve kül ren­ gi göğü altında, günlerin durm am asına birb irlerin i ko­ valam ası, görünm ez hayvanların su n o k talarına giden izleri, boş göğün altın d a cılız köpek sürüleri, h er tü rlü düşüncenin şaşkınlık olduğu saat, tarihöncesi sıkıntı­ sında dev ağaçların o donuk sürm eleri... M ölberg alaylı b ir gururla yeniden konuşm uştu : — A frika'nın en yetkili yorum cusu benim dünya­ da : insan konusunda b ir k a ra ra varm ak için, erLİvişi akkarınca yuvalarına b a k m a k tır... W alter tartışm an ın b u alana döküldüğünü görünce kaygılanm aktan kendini alam ıyordu, b ü tü n görüşm e sonlarında olduğu gibi söylenenleri özetlemeye başla­ m ıştı. Möllberg, konuşm adan önce, ona bazı n o tlar ver­ m işti. B abam dallara takılm ış sayfaları düşünm ekteydi. W alter okuyordu : — İnsan kavramına temel olabilecek bir veri var mıdır? ** * O turum b ittik ten sonra, herkes akşam yemeğine ka­ d a r serbestti. Babam ta rlala r arasında yürüyüşe çık­ m ıştı.


M anastırın ardında, akşam göğünün m aviliğinde’ şimdi, üzerinde geçici b u lu tlar yürüyen, yüksek yerle­ rin gökleri gibi saydam b ir göktü - yaban hindibala­ rının yıldızlarıyla benek benek iki orm an kitlesi arasın­ da uzanıyordu tarlalar. T opraktan çıkan h er şey d u r­ gun b ir ışıltı içinde dinleniyor, alacakaranlık başlan­ gıçlarının tozlanışı içinde yunuyordu; otlard an ve bö­ ğürtlenlerden doğmuş serin akım ların titre k havasında yapraklar cilalı b ir parıltıyla parlıyordu hâlâ. K abil'de, K onya’da, yalnız T anrı konuşulabilirdi, diye düşünü­ yordu babam ... M anastırın kubbeleri altında da aynı tutkuyla, ne k adar yabancı soru filizlenm işti öyle! Gü­ neş batıyordu, elm a ağaçlarının kırm ızı elm alarını tutu ştu ra tu tu ştu ra. B oşuna düşünce, sonu gelmez yeni­ den doğuşların bahçeleri hep aynı bunalım ın aynı gü­ neş gibi aydınlattığı! B ir zam anın düşüncesi, Asya dü­ şüncesi, bu yağm urlu ve güneşli günün düşüncesi, öy­ lesine rastlantıya bağlı, öylesine aykırı; M arsilya akşa­ m ındaki ak ırk gibi, ölü odasının penceresi ardında in sanlar ırkı, şafağın kaygılı ışığında yaşam ın altü st edici ve bayağı gizlemi gibi... Büyük ağaçlara g e lm işti: şim diden geceyle dolm uş göknarlar, h er yaprağın ucunda hâlâ saydam b ir dam ­ la, serçelerle cıvıl cıvıl ıhlam urlar; en güzelleri iki ceviz ağacıydı : kitaplıktaki heykelleri anım sam ıştı. Yüzyıllık ağaçların doluluğu yayılıyordu kitlelerin­ den, am a bükük dalların kocam an gövdelerinden çık­ m asını sağlayan çaba, to p rak tan çıkar gibi değil de top­ rağa göm ülür gibi görünecek k ad ar yaşlı ve ağır olan b u ağacın koyu renkli y apraklar biçim inde çiçeklenişi, hem sonsuz b ir istem , hem de sonsuz b ir değişim dü­ şüncesi uyandırıyordu ister istemez. A ralarında, tepeler R hin’e k adar iniyordu; m utlu alacakaranlığın içinde çok


uzaklarda kalan S trasbourg katedralini çerçeveliyorlar­ dı, daha nice gövdelerin B atı tarlaların d a nice katedral­ leri çerçeveledikleri gibi. Ve sakat varlık söyleviyle di­ kilen bu kule, ırm ağa k ad ar bağ dalgaları biçim inde ge­ lişen insan sabrı ve çalışm ası canlı ağacın yüzyıllık bü­ yüyüşü, b irer dal biçim inde yaym ak üzere toprağın güç­ lerini çekip koparan sıkı ve boğum lu iki fışkırm a çev­ resinde b ir akşam dekorundan başka b ir şey değildi, îyice alçalan güneş, iki kalın ışık çizgisi gibi vadinin öbür yanm a k ad ar uzatıyordu gölgelerini. Babam iki erm işi, A tlante’ı düşünüyordu; b u cevizlerin büküm b ü ­ küm ağacı, dünyanın yükünü taşıyacak yerde, gökyü­ zünde cilalı yaprakları ve nerdeyse olm uş cevizlerinde, körpe filizlerle kıştan kalm a, ölm üş cevizlerin geniş hal­ kasının üzerinde b ü tü n o görkem li kitlesinde sonsuz b ir yaşam içinde çiçekleniyordu. “U ygarlıklar ya da hay van, heykeller ya da odunlar gib i..." Heykellerle odun lar arasında, ağaçlar vardı, bir de karanlık görüntüleri, yaşam ınki gibi. Ve Atlante ve Erm iş M arc’ın gotik ateş­ le altü st olm uş yüzü b u rad a ekin gibi, düşünce gibi, babam ın az önce işittiği h er şey gibi yitip gidiyordu toprağın güçlerinin kendi başlarına heykelleştikleri ve tepeleri seyran güneşin ta ufka kadar, insanların bu­ nalım ı üzerine yaydığı bu cöm ert heykelin gölgesinde kefenlenmiş olarak. Avrupa kırk yıldır savaş görmem işti.


Ill


B ir yıla yakın b ir zam an sonra, 11 H aziran 1915’te, babam Vistule cephesinde, general Von Spitz’in Komu­ ta karargahının beklem e odasında, bekliyordu. Yazıcı canlı b ir biçim de b ir şey yazıyor, sinekler rah atın ı kaçırıp duruyorlardı. K om uta karargahı açıl­ mış ay çiçekleriyle çizgi çizgi, geniş b ir görünüm e b ak ı­ yordu; son saldırıdan sonra, babam yakılıp yıkılmış, ka­ im yaprakları kandan yapış yapış olm uş ay çiçeği ta r­ lalarından geçmişti. S a n toktacıkl arının durduğu yerde Alman sınırları sona eriyordu : R uslar kesip tohum la­ rını yiyorlardı bunların. Arada sırada, yaz ovasının üze­ rinden Lodz'dan Alman takviyelerini getiren trenlerin uzun düdük sesleri duyuluyordu, tek siper görünm ü­ yor, kim secikler ateş etm iyordu, hava savaştan önceki gibi güzeldi. — Yüzbaşı W urtz sizinle gelmedi mi, diye sorm uştu yazıcı.

teğmenim ?

— Hayır. Neden sordun? — B irlikte çağrılm ıştınız da. Yüzbaşı W urtz b u kesim in gizli servis şefiydi. Babam ın generalle hiç işi olm am ıştı. Silah altına alındıktan dört gün sonra b ir subay okuluna verilmiş, buradan da, kendi isteği üzerine doğu cephesine yollan-


m ıştı. Birçok Alsace’lılar gibi, um udunu Fransa'ya bağ­ ladığından değil; annesi Almandı. Ama hiç değilse sa­ nat ve düşünce alanında, F ran sa’da, Almanya’da vazge­ çemeyeceği ülkelerdi; Rusya u m urunda değildi. Sivilken Asyan’dan döndüğü zaman, karşılaştığı kim seler efsanesini biliyorlardı; asker olalı beri, Wilhelm strasse dışında hiç kimse, gerçeğini bilm iyordu. Birkaç ad, birkaç sözcük dışında, fazla b ir şey bilmez olm aları için insanları çevrelerinden uzaklaştırm ak ye­ terdi. Subay arkadaşlarının gözünde, biraz gezginlik düşkünü ve kim b ilir neden! Azıcık da gazeteci ruhlu b ir üniversite profesörüydü. T artışm aları sırasında ses­ siz (düşünce düzeyinde çoklarını o k u m a-y azm a bilmez sayıyordu), sıkıntılı saatlerde geveze ve Doğu öyküle­ riyle doluydu, yükselm e konusunda örnek b ir ilgisizlik gösteriyor, — "şam anlığın" da yardım ıyla keder dağıtan kim selere duyulan yakınlığı görüyordu. Geçmişinden sıyrılmış, b ü tü n toplum sal kişiliğini yitirm işti, bunun sonucu yalnız bazı bazı savaşın getirdiği, kaba, tem el bağıntı olsaydı, aceleyle değiştirilm iş b ir biçim de, insan­ ların b ir görevi b ir kişilik, b ir albayı b ir düşünür ola­ rak görme m anyaklığını yeniden bulm asaydı, pek de hoşlanm ayacağı b ir durum u değildi bu. Sivil yaşam da, bazı üstlerini seçebilm işti hiç değilse... Savaşta, erkek­ çe arkadaşlığı, cesaretin gerektirdiği dönüşsüz bağlan­ mayı seviyordu; am a im paratorluk ordusundan nefret ediyordu (bir başka orduyu da fazla sevemeyeceğine inanm ıştı ya.) Daha Doğu’daki ilk yergilerde, b ü tü n cephede, o r­ duyu ısıtm ak için, Rus tüfeklerinin kırılm ış dipçikleri­ nin alev alev yandığı gecelerden sonra, Türkiye’de as­ keri b ir göreve atanm ak istem işti. Ya Alman ordusu sivil yeteneklere ötekiler k ad ar dikkatli olduğundan, ya


Liman Von S andres’in genel kurm ayı birço k lan n ca E n­ ver’in kişisel dostu sayılan, başlıca erdem i de yurtse­ verlik olm ayan b ir adam ı İstan b u l’da görmeye can a t­ m adığından, ya da, tam tersine, gizli servis babam ı baş­ ka işlere sakladığından bilgi eşgüdüm ü konusunda uzun b ir eğitim yapm ası gerekli görülm üştü (ona göre, yeni gizli servislerin en önem li koluydu bu). Sonra yüzbaşı W urtz’un em rine verilm işti. Gelişinden üç gün sonra, yüzbaşı, R usların en iyi hafiyelerinden Rosnowa olm asından kuşkulandığı bir tu tsak kadının sorgusunu tutanağa geçmekle görevlen­ dirm işti onu. Hiç kuşkusuz sahte olan p asaportu geçerliydi, am a W urtz, k en t alındığı zam an, Rosnowa'nm çocuğunun Lodz kolejinde bulunduğunu öğrenmiş, ge­ tirilm esi için adam yollamıştı. K adının getirilm esini em rettik ten sonra, babam dan başka b ü tü n yardım cılarını dışarı çıkartm ıştı. Kadın önceden koridorda olmalıydı, kendisini başlarıyla yal­ nız bırakm ak için gizli servis’in subaylarının b irb iri a r­ dından önünden geçtiklerini gördükten sonra, en kötü şeyi bekliyordu herhalde. E n sonunda m uhafız kendisi­ ni odaya ittiği zaman, kapanan kapının önünde b ir sa­ niye durm uş, sonra hızlı hızlı W urtz’a doğru ilerlemiş, başlanm ış b ir tüm ceyi b aştan a lm ış tı: — ... çektirilenler inanılacak gibi değil! M asanın önüne gelince, b ir sinir bunalım ının eşi­ ğindeymiş gibi daha da yüksek b ir sesle : — Allah aşkına!.. Bu yapılanlar... — Yeter! diye bağırm ıştı W urtz. Bir bölüğe "D ur!” diye bağırır gibi. Ama hemen so n ra doğal sesiyle konuşm uş, iskemleyi, göstererek :


— Lütfen oturun, bayan, dem işti. Kadın, işitmem iş, ya da anlam am ış gibi, hâlâ duralıyordu. Sustuğu için, yazacak hiçbir şeyi olm ayan ba­ bam , ona dikkatle bakabilm işti. Ü stünü aram ak için bü­ tü n giysilerini soym uşlar, okullu önlükleri gibi k ara b ir iş gömleği verm işlerdi. Yüzü kusursuz b ir y um urta b i­ çimindeydi, kim i Rus kadınlarının gözler k am aştıran ve Paskalya yum urtaları gibi garip biçimi. Geceyi hücrede geçirmem iş olsa, güzel olacaktı kuşkusuz. Sertliğinden çok, beklenm edik kibarlığına şaşm ış b ir durum da, göz­ lerini W urtz’dan ayırm adan oturm uştu. K ara bluzunun üzerinde ellerini ovuşturdu, durm am acasm a kurulanm ış gibi. — Kimliğiniz, lütfen. — Kadın pasaportundaki verileri m işti.

ezberden söyle-

— Evli misiniz? — Üzgünüm am a hayır, dem işti gülümseyerek. — Ben de, diye yanıtlam ıştı W urtz. Demek çocuğu­ nuz yok? — Allah aşkına! "Allah aşkm a”sm da tiyatrom su b ir şeyler vardı. Rus şivesi daha b ir belli ediyordu bunu. O rta Avrupa’nın duvarları pul pul nakışlı b u odasında herkes b ir rol oy­ nuyordu nasıl olsa. W urtz özür dilemek istercesine eli­ ni sallam ıştı. — Ama ne de olsa, anlam ak isterdim , dem işti ka­ dın... Neymiş suçum?..


W urtz’un önünde, yakalanm asından geçirdiği sorgunun kopyası duruyordu.

hemen sonra

— Bunu aydm latm aya çalışacağız, dem işti; b ir kez, Prczyba'da ne yapıyordunuz? K adın "işlerin sarp a saracağı durum » için hazırlan­ mış b ü tü n öyküler gibi kusursuz b ir öyküye başlam ıştı. Yüzbaşı, h er sözünün sonunda, hak veriyorm uş gibi ba­ şını eğiyordu. Ve kadın baştan çıkarm a yeteneklerinin geri döndüğünü seziyor, bununla oynuyor, W urt2'la ken­ di arasında, savaşın düşkün zoru n lu k lan ötesinde, b ir suç ortaklığı havası y aratm aya çalışıyordu : sorunlarını fazlasiyle anlıyordu, am a ne de olsa... Kaygılı b ir geri­ lim le bakıyordu ona : kalkık burunlu, küçük, parlak gözlü b ir dev, oldukça sevimli b ir Pinokyo su ratı vardı. Efendileri önünde b ir aşçı hareketiyle ellerini k ara iş önlüğüne sürüyordu hep, bazı bazı kılığının, üzücü saç biçim inin bilincine varıyor, sesi de, yüzü de tokat ye­ miş gibi değişiyordu. Ama şim di cinsellik tek silahıydı, hem en kendini toplayıp, b ü tü n gücüyle bundan y arar­ lanıyordu. W urtz gittikçe daha çok baş sallıyordu söz­ lerine. En sonunda : — Sizin gibi böylesine akıllıca çalışan b ir kimse, şu sırada dosdoğru kurşuna gittiğini bilmemezlik ede­ mez, dem işti. — K adınlar kurşuna dizilmez! Gözlerinin içine bakm ış ve ilk kez inandırm ak de­ ğil de m eydan okum ak ister gibi görünm üştü. — Buna iyice inanm ış görünüyorsunuz! P asaportu­ nuzdaki hanım ın düşünmeyeceği k ad ar çok düşünm üşü­ nüz b u konuyu.


Bir dosyadan b ir not çıkarm ış, onbeş gün önce k u r­ şuna dizilmiş b ir kadın casusun idam öyküsünü yük­ sek sesle okum aya başlam ıştı. Dördüncü satırda, kadın anlam ıştı. Yüzbaşı oku­ mayı sürdürüyor, bazı bazı da kadının ellerine b ir göz atıyordu : o garip el kurulam a hastalığını babam gibi o da farketm işti. Şimdi dizlerinin üstünde kım ıltısızdı elleri. Yüzbaşı bitirince, kadın hafiften omuz silkmiş, gözlerini ayırarak : — Allah aşkına, bundan bana ne? demişti. W urtz b astıra b a s tır a : — "Bana ne” olur mu? diye karşılık v erm işti^ K adın şim di gülüm semesini yeniden bulm uş, pasa­ portunu Alman işgal m akam larının nerde ve nasıl dü­ zenlediklerini açıklıyordu. O konuşurken, W urtz’un ve babam ın karşısında, giriş kapısı sessizce açılmıştı; ka­ dının arkası kapıya dönüktü. K oridorun loş ve yoksul fonu üzerinde, b ir oğlan ilerliyordu, arkasında da W urtz un ajanları. Başka birçoklarına benzeyen, on iki yaş­ larında b ir çocuk : sarışın, yüzüne b ir saç dem eti dü­ şen, küçük, düşük kulaklı. Ü rkerek durm uştu. B ir pe­ lerin giymişti, elinde b ir okullu kasketi tutuyordu. Ba­ bam aynı zam anda hem hâlâ gülüm seyen kadını, hem de arkasındaki, çocuğu görüyordu. Hay Allah, neden İcadın casusların çocuksuz olduklarını sanm ıştı hep? Ko­ nuşulanları yazamayacağını seziyordu. Hiç değilse, çocuk sesi tanım ıyordu. M asanın üs­ tünde duran b ir Rus uçak bom basına bakıyordu. — Sizin servisleriniz çok güzel pasaport yapıyor, dem işti Wurtz. Bizimkiler de öyle. Ama sizinkinden b ir ... Gene döneceğiz buna.


— B ir ne? Muhafız, ilerlesin diye, çocuğu hafiften itm iş, ço­ cuk kasketini düşürm üştü. K adm karton siperliğin a r­ dında yere çarptığını işitm iş ve b u gürültü olm aya ça­ lıştığı kişiye değil de, gizlediği, dehşete düşm üş kişiye etkim iş gibi, birdenbire dönmüş, iskem lesini devirm işti. B ir tehdit beklerken, arkasında nerdeyse d ört ayak üzerinde (çocuk yerden kasketini alıyordu) b ir çocuk görünce şaşırm ış, hem en sonra bize, sonra gene ark a­ ya çevirm işti gözlerini. Babam artık yalnız arkadan gö­ rüyordu kadım, çocuğu da karşıdan, çocuk şim di doğrulm uş, ağzı açık, kadına bakıyordu : onu tanıyamıyordu daha. Kadın gerilemek istercesine, b ü tü n gücüyle itiyordu masayı, babam ın dizlerine doğru, babam da durduruyordu. Çocuk kasketini dalgınlıkla başına giy­ miş, sonra hem en çıkarm ıştı. Odada korkuyla dolaşan bakışları, dönüp dolaşıp kolları om uzlarından m asaya yapışm ış ellerine kadar, teller gibi titriyen kadına ge­ liyordu. Hiç kuşkusuz, onu böyle k ara işçi gömleğiyle, bo­ zuk saçlarla hiç görm em işti... Onu tanım ıyor! diye dü­ şünüyordu babam , sanki düşüncesinin b ir etkisi olabi­ lirm iş gibi. K adının dikkatli davranm ası, çocuğa ark a­ sını dönm esi gerekirdi, belki de W urtz’u n aldığı bilgi yanlıştı... Ama kollarının o hızlı sarsılışını görmemek elde miydi? Muhafız hafiften itince, çocuk iki adım öne gelmiş­ ti. Önce belirsiz, sonra daha belirli b ir gülümsemeyle canlanm ıştı küçücük yüzü. Şimdi k o llan kım ıldam az olm uş kadına yaklaşıyordu. — K orkm a, dem işti W urtz babaca, istediğini yapa­ bilirsin, ne istersen...


Çocuk, hem şaşırm ış, hem de çekime kapılm ıştı, potin düğmesi biçimli, iyilik dolu gözlerine bakıyordu. Babam utançtan b u k ad ar acı çekebileceğini hiç düşün­ m em işti. B ir obüs sesi duym uşçasına, kasları sıkışıyordu. Çocuk hiç kım ıldam ayan kadının yanm a gelince, sola yönelmiş, gelip bom bayı okşam ıştı. Gerisinin ne önem i vardı? Çocuk bu kadının çocu­ ğu değildi. Ama babam ın unutm ıyacağı, kusursuz bir ihanet aracı olm ak üzere seçilmiş bu küçücük, güleç yüzdü... "Sizin korktuğunuz bu tü rlü işler, binlerce as­ kerim izin yaşam ını k u rtarır. Türkiye’de iyilik melekle­ riyle mi çalışıyordunuz?" dem işti yüzbaşı. îlk kez, b a­ bam ın adından bile habersiz olm adığını gösteriyordu. Babam kentin çöplerini valilerin kendi elleriyle boşalt­ m adıklarını d ü şü n m ü ştü : siyasal b ir işti onunki, polis işi değil. Öte yandan, W urtz’u n oyunundaki yum uşaklık da gözünden kaçm am ıştı, b u yum uşaklığı gösterm eye­ cekler kişilerin oyunu çok daha kö tü oynam alarından korkuyordu. (Kadın, durum u anladığı zam an, dişleri birbirine vurup durm asına karşın : "Eşsiz b ir alçaksı­ nız!” dem işti W urtz’a; o d a : “— Siz de eşsiz b ir k u r­ şuna - dizilmiş olacaksınız...” diye yanıtlam ıştı.) Ba­ bam hiç de tartışm aya girm ek istem iyordu. Gizli ser­ visten ayrılm ak istem iş, kalm ası için hiçbir girişimde bulunulm am ıştı. Yazıcılığı b ir denem e olm uştu hiç kuş­ kusuz. Yeni b ir atam a bekliyordu böylece. Nasıl olu r da bugün W urtzla birlikte çağrılırdı? Gelir gelmez sorm uş­ tu bunu kendisine. — Bilmiyorum. K urm ay başkanı yüksek okul b itir­ miş subayların fişlerini istetti dün... Hem sonra to p ­


lanan bilgilerin ayrım ı için zeki subay gereksinimim iz gittikçe artıyor. Bu arada, em ir çavuşu kendilerini çağırm aya gel­ m işti. G eneral casusları mı, tüm eninin zayıf yanlarını mı, yoksa söyleyeceklerinin sonuçlarını mı düşünüyordu, ne­ dir, onlara değil de pencereden dışarıya bakıyordu. — Baylar, b ir şey... kim yasal savaş denemesi, gaz­ larla b ir sald ın olacak y a n n ... B ir ay önce de b ir denem e yapılm ıştı. Yel yön de­ ğiştirm iş, ya da b ir şeyler çalışmam ış, b u yüzden sal­ d ın gerçekleştirilem em işti. Gazlar kim yasal b ir biçim ­ de mi etkirdi, yoksa basillerle mi, yoksa yalnız çevre­ lediklerini havasız m ı b ırakırdı? Cırcır böceklerinin ses­ leri duyuluyordu. General onlarla konuşur gibiydi, b ir de güneş altında m utlu tarlalarla. — Profesör H offm ann, b u ... bu savaş yöntem ini b u ­ lanlardan biridir, b u akşam Lodz’dan gelecek, arabay­ la, yediyle sekiz arasında, albay von Lüdow ’u n kom ut noktasında bulacaksınız kendisini. Saldırı yeri orada bildirilecek size. Ne deneyle uğraşacaksınız, ne de ha­ zırlıklarla. Profesör bunu elden geldiği k ad ar yakından izleyecek. Sizin tek göreviniz, kensini sağ salim geri ge­ tirm ek. Sonra, hep cırcır böceklerine : — Hangi biçim de olursa olsun, hangi durum da olursa olsun, tatsız b ir şey gelmemeli başına, dem işti. Babam böylesine dalgın b ir sesle em ir verildiğini görm em işti hiç. Oysa bu da b ir em irdi. General bunun dışında m ı kalm ak istiyordu, yoksa yalnızca b aşk a b ir


şey mi düşünüyordu? B akışları odaya çevrilmiş, b ir a n iki şaşkm subaya dikilm işti. — Gidebilirsiniz. Otomobil durduğu zam an, yüzbaşı W urtz’la babam , selam larına geniş kenarlı b ir fö tr şapkanın geniş b ir devinimle karşılık verdiğini görm üşlerdi; b ir el çapraz takılm ış b ir boyun atkısını (H aziran ayında) geriye it­ miş, b ir başka el ayaklarının dibine yarısına k ad ar içil­ miş b ir sigara atm ıştı; eller, sigara, atkı, nerdeyse uzun denilebilecek kır saçlar, b ü tü n b ir güvercinlik havala­ n ır gibiydi profesörün yüzünden. Tıraşlı b ir yüz, yani o sırada ender rastlan ır b ir şey, daha sivri olan Yahudi yüzlerine benzeyen kim i Ari yüzleri gibi çengel çengel köşeli. Profesörün ardından sol elinde güzel b ir çanta, sağ elinde garip b ir sepetle, durgun b ir şişm an çocuk çıkm ıştı arabadan : oğlu. — Çok sevindim, gerçekten çok sevindim, baylar, dem işti, profesör, dostça, yüz b u ru ştu rarak , hüzünlü. İs­ tih b arat subaylarına h e r zam an özel b ir ilgi duym uşdur. Topukları hâlâ bitişik duran, şaşkm W urtz’un ko­ luna girm işti. E uropa Bolgako’da elkonulan otellerin en az kılık­ sız olanıydı. Bahçe duvarlarından birini b ir obüs yıktı­ ğından (bucağı sırasıyla hem Almanlar, hem de R uslar bom balam ıştı) herkes çiçeklikler arasından, kendi gedi­ ğinden girmeyi alışkanlık edinm işti. Hep öyle güzel, ak­ şam olduğu için daha da sakin göğün, hâlâ solm am ış tozlu güllerin kokusu, b u papaz bahçesinin yalnızlığı içinde to praktan b ir top uğultusu yükseliyordu. Sofra yüzbaşının odasında kurulm uştu. E m ireri ku­ ru k u ru yenilen, ince, uzun Polonya sosisleri bulm uştu.


Profesör kocam an şapkasını sepetinden b ir ufak şişe, b ir de sarı şişe çıkarıp ağzına götürerek üzüntülü b ir havayla şöm inenin çıkıntısına bırakm ış, yudum içmişti. — Astm için, baylar! am a bu (öteki şişeyi tu tu y o r­ du) gerçek Fransız konyağıdır. H üzünlü hüzünlü m asanın üstüne koym uştu bunu. — Gidip F ransa'da kendi elimizle alıncaya kadar. Yiyelim : yarın sabah R uslar hapı yutuyor. Hep kederli havasında. Yüzbaşıyla babam ın yanm a gelmeden gaz dam aca­ nalarını ve gaz yayımı hazırlıklarını incelemişti. — H azırlıklar um duğunuz gibi değil mi, sayın pro­ fesör? diye sorm uştu W urtz. Profesör bitk in b itk in : — K usursuz, diye yanıtlam ıştı. Babam b ira getirm ek için aşağıya inm işti. Ellerin­ de yelpaze gibi bira şişeleriyle döndüğü zam an, saçları önüne düşm üş profesör, oğlu ve yüzbaşı fotoğraflar üzerine eğiliyorlardı : tab ak lar arasındaki ilk resim p ro ­ fesörün o güne k ad ar yaşadığı evin resmiydi. B ir uçak alanı kurulm ası için yıkılacaktı. Onu kurtaracağını um ­ m uştu; b u rad a kendisini bekleyen telgraflardan b iri is­ teğinin kesinlikle geri çevrildiğini bildiriyordu. Üzüntü­ sü bundandı. Ö bür resim W urtz’un iki çocuğunun res­ miydi. Oysa W urtz pek öyle içli b ir adam değildi; am a babam profesörde dehal ya da deliliklerinin havasım zorla benim settiren büyük sinirlilerin bulaşıcı gücünü seziyordu. Bu adam da da b ir "şam anlık” vardı, am a kaygı verici b ir “şam anlık”.


W urtz fotoğrafı saklar gibi cebine koyarken, p ro ­ fesörün oğlu da cüzdanını karıştırıyordu. O da b ir fo­ toğraf çıkarm ış, kum arcının oyunu kazandırtacak k artı atm adan önce tu ttu ğ u gibi tu tm uştu. — Ben de size çocuklarım ı göstereyim ... Anlamı neydi b u duygululuğun? W urtz, şaşkın şaş­ kın, ev resm inin yanm a konulan resm in üzerine eğilmiş­ ti. Babam da b a k m ış tı: üç buldog. — Max Üniversiteyi Oxford’da okudu, dem işti p ro ­ fesör. Hayvan dalında uzm anlık yaptı. Ama iş çoğu ne­ deniyle. — Tutkuyla, dem işti, uyuklayan Koca Max. Sonra kendini taşıtırcasm a, biraz eğilerek, alçak gönüllüce m ağrur b ir s e s le : “B aytar”, dem işti. En tuhafı, buldoglarm kendisine benzemesiydi. U zaktan gelen top sesleri ve b iricik pencereden gelen güzelim gün sonu aydınlığı altında, bu çok basık ta ­ vanlı odada b u konuşm ada b ir tuhaflık vardı. Bolgako’nun Avusturya Polonya’sında bulunm asına karşın, oda b ir Rus odasıydı, yeni sıvanmış kirecin altında, akşa­ m ın hafiften dokunup geçen ışığı pek eski duvarların kum lu m addesini, b ir çatlaklar, dökük sıvalar, delikler dünyasını sezdiriyordu. Profesör, b ü tü n gece, ta h tak u ­ ru ları yüzünden çırpınıp duracaktı. Yüzbaşı kendi düşüncesini izlem ekteydi: — Saym profesör, yarın yalnızca b ir deneme mi, sorum luluğunuz elveriyorsa yanıtlarsınız elb ette.. . - yok­ sa gerçek b ir sald ın m ı yapacağız? H er b ir durum da, güvenliğiniz için biraz fark lı önlem ler alacağız. Önceki denem e başansızlığa uğradışı için de...


— Bugüne kad ar bu cephede rica ederim!..

yapılan

denemeler,

Çocuksu b ir kahkaha k o p a rm ış tı: büyük m aym un­ lar gibiydi : ya çocuktu, ya yaşlı, genç olam ıyordu hiç. — Zehir kullanm ayı denediler. Ama budalalık der­ ler buna! Asit siyanidrik, k arbon oksidi kusursuz zehir­ lerdir, am a sonuçları ne oldu? B ir m etreküp havaya varım gram asit siyanidrik yeter : hasta çırpınm aya b aş­ lar, b ir tetanoz katılığına kapılarak devrilir. Güzel. Ama. Kapalı yerde... Ne demek bu? Çalışma alam açık hava olunca!.. Sonra kalkm ış, oğlunun iskemlesiyle soba arasın­ dan geçmek için karnını içine çekerek odada b ir aşağı, b ir yukarı yürüm enin yolunu bulm uştu. — Sonra, sonra ne yapm ışlardı? K arbon oksidini denediler. L aboratuarda. K orkunç b ir zehir, aranan bü­ tün nitelikleri taşım akta, hazırlanm ası kolay, ucuz. K a­ nın hem ogolobinine etkir, havadaki oksijenle birleşm e­ sini önler. Ama açık hava sorunu hâlâ çözülmüş değil. Ben zehiri bıraktırdım . Biz... başka şey kullanacağız. K lorun türevlerinin ötesindeyiz. Çocuk oyuncağı gibi görünür klor, am a b ir de fena değildir, bilirmisiniz! Sınlaştınlm ası çok kolay, insan yapısı için dayanılmaz b ir şey, unutm ayın ki, çok da ucuz! Şeydeki... Batı cephesindeki m eslekdaşlarınıza bakılırsa, geçen ay Yser üzerinde yaptığım ız kim yasal sa ld ın hem en o anda onla yirm ibir arası zehirlenm e sa ğ la d ı: İngiliz cephe­ sini yıkm ak için gerekenden de fazlaydı! Yazık ki, gö­ rülür! Hep yürüyordu, k ır saç dem etlerinin altında göğüs geçirdi :


— Düşman m aske kullanacak, başlam ak gerekecektir.

her şeye yeniden

— Zehirler b ir yana bırakılınca, etkilenebilir? diye sorm uştu babam . Solunum yollan mı? Profesör oynar gibi kollarını açm ıştı : — îçzarlar, sayın teğmen! Çok basit b ir şey bu : içzarlar! İçkisini içerek : — K lordan daha etkili bileşim lerim iz var diye, sür­ dürm üştü sözlerini. Elbette! Fosjen klordan on kat da­ ha yakıcıdır, am a fosjen... Pencerenin önünden g eçiy o rd u : ardına kadar aç­ mış, yelin durum unu anlam ak için elini dışarıya uzat­ m ıştı. Bahçenin ilerisinde, b ir ortodoks kilisesinin kub­ beleri ve h açlan, eğimli, büyük alanın sonunda, akşa­ m ın içinde parıldıyordu. Babam , Rusya’yı duyuyordu çevresinde, am a m or ve yaldızlı kubbelerden çok, b a t­ mış güneşin son yansım alarının yerden aydınlatır gibi olduğu, bu çakır çukur alanın yassı çakıllar gibi birb i­ rini tutm ayan, çok eski kaldırım taşları yüzünden. Ak­ şam ın içinde, savaşın oturm am ış sessizliği içinde, ye­ nilmez Rus geçmişi tek canlı varlıktı. Profesörün sesi fosjenin üstünlüklerini ve kusurlarını saym aktaydı, ba­ bam ta Pasifiğe kad ar İslav dünyasının derinliğini du­ yuyordu. Ağaçlarda hâlâ kuşlar vardı, kim ileri kırlan­ gıçların kaygılı ve boğuk çığlıklarıyla yuvaya dönüyor­ lardı, inen gece ta uzaklara götürüyordu seslerini. Pro­ fesör sönm üş sigarasını dışarıya atıp pencereyi kapa­ mış, ağzı kulaklarında, geri gelmişti : — Yel çok iyi, çok iyi! Hem ben yelin yön değiş­ tirm esinden çok, beklenm edik b ir nem lilikten korkuyo­ rum .


Bir sigara daha yakmış, gene yürüm eye b a ş la m ış tı: — Ama kim yasal savaş tarih öncesine getirdi b iz i: Biklore etil sülfatı, belki de en iyi savaş gazıdır. Hem deriyi kabartıp, hem kanı zehirleyen, yakıcı b ir m ad­ de! Unutmayın ki, son derece de tehlikeli, çünkü insan zehirlenm e sırasında acı çekmez : saatlerce sonra başlar etkisi... Susm uştu; eli hâlâ kım ıldıyordu; insanlığın ölüm yürüyüşüne tem po tu tan b ir sosis. — H atta... Bedensel b ir hazla çekiyordu dikkati; sonra b ir­ den karşısm dakileri u n u tu r gibi olm uştu. — B uharlaştırılm ış sekiz santigram ... b ir m etre küp hava... diye m ırıldanıyordu, yarım saatten az bir sürede ölüm cül durum lar. Etkin! - Çok, çok güzel! şeye k ad ar... şeye... K afasında yaptığı hesaptan sıyrılam ıyordu. Dolma kalemini çıkarm ış, m asanın üzerinde b ir şeyler aram ış­ tı; Max köpeklerinin resm ini kapıverm işti; babası sev­ gili evinin resm ini alıp çevirdi, üzerine rak am lar k ara­ lam aya başlam ıştı. Işık yetersizdi. Yüzbaşı büyük b ir petrol lam bası yakm ıştı. Profesör k artın arkasında baş­ ladığı bölm e işlemini sürdürm üştü. Şimdi iki subaya b irer düşm anm ış gibi bakıyordu, - gözler kırpılm ış, çe­ ne birazcık ilerde : — Havada ondört milyonda b ir oranına kad ar et­ kili. Sonra fotoğrafını b ir kanıt gibi sallam ıştı : — Hiç kuşku yok, kimya en zorlu silah, kendisini iyi kullanacak - yönetecek - halklara dünya çapında bir


egemenlik sağlayacak olan üstün b ir silah... H atta bel­ ki dünya im paratorluğunu bile sağlayabilir!.. Lam bam n ışığı birdenbire pencereyi donuk ve kap­ kara b ir durum a getirm işti. B abam ötelerde Rusya’yı, karanlıklara batm ış ay çiçeklerini hep duyuyordu, ta M oğolistan’a kadar. — Düşman istih b arat servislerinin form üllerim izi kısa zam anda ele geçirmeleri olasılığı v ar mı? diye sor­ m uştu yüzbaşı. — Ama biz altı aya varm adan altı ayrı gaz kullan­ mış olacağız! G azlarla korunm a araçları arasında da binlerce yıl önce başlam ış, şeyden... ilk topuzun yapılı­ şından beri! m ızrakla zırh, m erm i ile zırhlı araçlar a ra ­ sındaki hız yarış olacaktır. Yalnız, işin önem ini artıran da b u işte... Daha önce de b ir kez yaptığı gibi, herkesi m erak içinde tu tarak yürüm eye başlam ıştı : — ... b u çarpışm a varoldu olalı, son başarıyı sağ­ layan zırh olm am ıştır hiçbir zam an... Kısa b ir sessizlik olm uştu. — Saym profesör, yeni buluşların düşm an b irlik­ lerini hiç belli etm eden zehirlemeyi sağladıklarını söy­ lem iştiniz, değil mi? diye sorm uştu W urtz. — P üskürtülen birliklerin çarpışm a gücü yeni bir sald ın karşısında sıfıra eşit oluncaya kadar. W urtz, suç ü stü yakalanm ış, kocam an b ir çocuk gibi, beceriksizce gülüm süyordu. Profesör b ir sigara daha yakm ış, yürüm eyi bırakm ış, susm uştu. Yüzbaşının ne düşündüğünü seziyordu. Bekliyordu. W urtz boyun


eğmiş, am a uzlaşm am ış b ir tavırla başım sallıyordu. E n sonunda, profesör ağır a ğ ı r : — B ütün dünyanın bize karşı yaptığı bu savaşla, Almanya'nın seçeneği yok, dem işti. U tku yüzbinlerce as­ rim izin canını kurtaracak. U tkuyu sağlam akta en etkili araçlar en iyi araçlardır. Evin fotoğrafını b ir kez daha sallam ıştı havada ; — H avanın on d ö rt m ilyonda b ir... "Ve zırh her zam an to p tan daha güçsüz k alır”, diye düşünm üştü babam . — Buna b ir diyeceğim yok, dem işti yüzbaşı. Ama... bizi neden küçüm süyorlar, söyliyebilir misiniz? Bıçağının ucuyla sofra örtüsüne yıldızlar çizmeye başlam ıştı. Profesör buyurgan b ir s e s le : — Daha yüksek b ir açıdan bakacak olursanız, gaz­ lar insancıl savaş aracıdır. B ir kez, gaz önceden belli eder kendini, burasını unutm ayın! ilk in gözün akı m a­ vileşir, sonra soluk hırıltılı çıkm aya başlar, göz bebeği -ne tuhaf değil mi! - nerdeyse k ararır. Kısacası, düş­ m an haberdar edilm iştir. Eh, insan çok az da olsa bir şansı bulunduğuna inandı mı cesarete gelir; am a şansı olm adığını iyice biliyorsa, cesaret hiçbir işe yaram az. H er şey bitm iş dem ektir. Yüzbaşı için, b u iki adam b irer düşm andı. Sözle­ rin, rakam ların insanlarıydılar, cesareti yok etm ek is­ teyen "d ü şü n ü rler'd iler. Soyuyorlardı kendisini. Cesa­ reti gerçekti : R usların eline düşm üş, ölüm e m ahkûm edilmiş, kendisine yüzbin ruble ve Rusya’da özgürlük önerm elerine karşın, en ufak b ir bilgi vermeye yanaş­ mamış, ve kaçm ıştı. Bu dayanıklılık, ona göre, h er şeyi


doğruluyor, kendisine b ü tü n hakları veriyordu. O rtada olm ayan sinekler rah atın ı kaçınyorm uşcasına, kalkık burunlu, yuvarlak başını b ir o yana, b ir bu yana sallı­ yordu. — Alm anların o eski savaş anlayışını im paratorluk­ tan silindiğini göreceksek, büyük b ir yıkım olur, de­ mişti. Babam dinliyor, W urtz’un ahlakçılığa başlayışına bakıyordu, (öteki ahlakçı da caba). Az çok kendisine benzeyen b ir deliye b ak ar gibi. Yüzbaşı, babam a k ar­ şı, kurtaracağı askerler adm a çocuğu kullanm asını sa­ vunm uştu; profesör de aynı kanıtı kullanm aktaydı. H a­ di bakalım , b u od a erm işlerle doluydu! Profesör soğuk soğuk : — Evet, diye yanıtlam ıştı. Ama Alm anlar da insan­ dır, onların da zayıflıkları olabilir, değil mi öyle? Pencereye doğru üç adım yürüm üştü. — Sulfata gelince, işte o hiç bozulmaz. Sonra, birdenbire cebinden çıkardığı anahtarı işa­ ret parm ağının çevresinde döndürm üştü. Gene karanlı­ ğa doğru eğilerek geriye dönm üştü : — Söylesenize (birdenbire yükselm işti sesi), adam ­ larınızın bu gaz kaplarıyla b ir saçm alık yapm ayacakla­ rından em in misiniz? — Em irleriniz harfi harfine yerine getirilecektir. Başıyla onaylayarak gene o karınca yürüyüşüne başlam ıştı. Babam pencereye yaklaşm ıştı; yel değişme­ m işti. Top sesi duyulm uyordu artık; b ir atın hüzünlü ve ağır nal sesleri duyuluyor, uzak kürek sesleri bu nal


seslerini bastırıyordu. Yıldızlar yerli yerindeydi, buğulu yıldız küm eleri gibi bulanıktılar. Gecenin derinliğinde b ir süvari birliği kayıyor, dünyaların tekdüze varlığının yüreğe sapladığı hüznü k o v u y o rd u : doğaötesi bunalım ­ lara kapılm am ayacak kadar fazla savaş vardı toprağın üstünde. Odada, konuşuluyordu... "ilk m ancınığın bu­ lunuşundan beri, m ızrakla zırh arasında savaşın” tek b ir dakikası, o kad ar... B abam m ilyarlarca yıldız yığı. mm birdenbire kişisel ve mucizemsi b ir varlık yapmış•casına gece göğüne bakıyordu. — Görüyorsunuz, benim dediğim de buydu! Profesör, elini babam ın omzunun üzerinden dışarı­ ya uzatm ıştı. — K oşullar çok iyi hâlâ... çok, çok iyi! Atın nal sesleri cepheye doğru yürüyen süvari ta­ burlarının takırtısıyla karışacak kad ar zayıflamıştı. Ka­ ranlık, bahçeyi, duvarındaki açıklığı ve çiçeklerini giz­ liyordu; kuşlardan yoksun gök altında, kubbelerin altın rengi haçları karaydı şimdi. Gecenin serin yeli hiç şaş­ madan Rusya’ya doğru akıyordu.


Sabah beşte, babam , profesör ve W urtz, ilk hatla­ ra geliyorlardı. Gaz kapları hazırdı, b ir gün önce p ro ­ fesörün belirttiği yerlerdeydiler. Siperlerde koşut du­ ruyor, sıkıştırılm ış hava şişelerine benziyorlardı, asker­ ler gibi sıra sıra dizilmişlerdi. A rkalarında bekleyen insanlara karşın, savaşm ak için Alman ordusunun ye­ rini almış gibiydiler. İkinci h atların hendeğine döndüler, kendilerine b u ­ rası ayrılm ıştı. Gaz atım ı başlayınca ilerleyeceklerdi; profesör saldırı saatinin önemsiz olduğunu bildirdiğin­ den, saati kom utanlık seçecekti. Alaylar hendeklerde toplanm ıştı. B abam la iki ar­ kadaşı, her gözetleme deliğinden b ir güneş çizgisi gel­ diği için ışıktan çizgi çizgi geniş b ir sığmağın içinden geçmişlerdi. Y an karanlığa alışm am ış gözleri ,b urada gizlenen bölüğün - 132. bölük - savaşı beklem enin ver­ diği sinirlilikten doğan devinim lerini görebiliyordu an­ cak. Daha küçük b ir hendek birincisiyle bağıntıdaydı. Buraya yerleşm işlerdi. Babam üç gözelteme yerinden birine yönelirken, ark ad a kalan profesörün asker göl­ gelerine : — Hadi, h er şey yolunda dostlarım ! H er şey yo­ lunda, değil mi, dostlarım ? dediğini işitiyordu.


Siviller için kullanılan belli belirsiz b ir hom urtu karşılık veriyordu bu sözlere. Hiç kuşkusuz oğlu da arkada seke seke yürüyor olmalıydı. Babam gözetleme deliğine yapışm ıştı, geriye dönm üyordu artık. Topların derin sarsıntısı altında titreyen, güneşten ışıl ışıl olm uş buğdaygillerin ötesinde, obüsler, Rus si­ perlerinin ilerisi ve gerisindeki iki sıra koruyu biçip du­ ruyordu. Vadinin b ir yanını Alm anlar tutm uşlardı, Ruslar - daha aşağıda - ö bür yanını; aralarında, sabah ışı­ ğının şim dilik ulaşam adığı ırm ak, sisli b ir karanlığa gömülmüş, geniş b ir gök üçgeninin sonunda, iki yamaç arasında dikilm iş Szapewo’ya doğru kaym aktaydı. Gü­ neş, yüksek tabyaların yukarısındaki ahşap evlerine erişeli b ir saat oluyordu am a daha kentin bom bardım a­ nı başlam am ıştı. Yalnız, orm anın koyu çizgisi üzerin­ de, ağaçlar yuvarlanan tavşanlar gibi, ölüm cül zıplam a­ larla sıçrıyorlardı. Buğdaygiller to p lar altında titriyor­ du, babam sa, fö tr şapkası m iğferinin ucuna çarpıp du­ ran profesörün ardında, siper arkadaşlarının bunalım ı­ nı duyuyordu. ***

Profesör, belki onuncu kez : — Peki, saldırı saatini kesinlikle bilm iyor m u su ­ nuz? B ir karşılaştırm a, b ir çıkarım yolu bulam ıyor m u­ sunuz? diye sorm uştu. Üç sa a ttir bekliyorlardı. Dün odada olduğu gibi gidip geliyordu sığm akta, b u rn u önde, atkısına gömül­ müş. Oğlu düşlere dalm ıştı, köpeklerini düşünüyordu belki de. Askerlerin bunalım ı dağılm am ıştı am a çöküşm üştü, şiddetli b ir hastalığın süreğenleşm esi gibi; b ir yıldan beri, artık kendi yazgısını kendinden beklemem e­


ye alışm ıştı her biri. Toplulukların konuşm alan baba­ m a kadar geliyordu. Wurtz, zam an öldürm ek için, ko­ nuşanlar hakkında bildiklerini anlatm ıştı ona. Gözet­ leme deliğinin dörtgeninde, şim di parıl parıl güneşle dolm uş ırm ağın ötesinde, düşm anın kımıltısızlığı son­ suzluğa kadar yerleşm işti sanki; babam ın arkasında, silah gürültülerine k arışan konuşm alar, ateşli sözler yükselip alçalıyor, sonra topların yorulm ak bilmez uğul­ tusu içinde silinip gidiyordu. — Çar! diyordu b ir ses. Almanya’yı yok etmek! (Bir gazete katlanıyordu). Almanya'yı yok etmek! Herif sarayında, Petersburg’ta! Yerin altında! Y ürekler acısı doğrusu! H alk da bu herifi dinliyecek k ad ar salaksa! Büyük Frédéric! Ben böyle heriflere hiç hayran olm a­ dım; çünkü bana sorarsan gidip başkalarının mem le­ ketini alm ak bo ştu r derim , boş? Ama, nem e gerek söy­ lenecek b ir şey varsa o da şu ki, adam ordusunun ba­ şına geçer, önden giderdi! — Frédéric mi dedin! O çağlarda m ızraklarla, m an­ cınıklarla savaşırlardı! Bir başka ses b ir ayraç çekm işti : — Fransızlarda silah çok daha fazla. — Büyük Frédéric zam anında mı? Hay, alık, hay! — Sen gece b ir b ardak b ira içmek için uyandırı­ lınca alarm verildi sanırsın, sonra tu tar, büyük Frédéric’ten söz etmeye kalkarsın. Oldu m u ya! — Frédéric planlarını yapar, sonra da önden yü­ rürdü! Önden! Ne dersen de adam a, am a askerlikte bi­ rinciydi, ben bunu bilirim , bunu söylerim! Öteki ineğe, Çar’a gelince, kalesine kapanm ış domuz! Yer altındaki


kalesine! Yer altında! Dört b ir yanı da toplarla çevril­ miş! Onun içinde de tepeden tırnağa zırhlı! Öteki ses, dudak bükercesine : — Zırhlı! diye yanıtlam ıştı. — Zırhlı, ya! Bu konuda da bize bilgi satacak de­ ğilsin ya, Bavyera’dan dışarıya adım atm ışlığm olm a­ mış, b ir de bize recon kesiyorsun! Zırhlı dedik, o ka­ dar! — Doğrusunu sana. Zırhlıymış!

söyliyeyim ister misin?

Acıyorum

— Hay Allah, zırhlı dedik ya, be Ludwig! Kızgın kesinleme şam atada eriyip gitmiş, yalnızca : — O zırhla gazlardan da korunacağını sanıyorsa... tüm cesi şam atanın üzerinde, azıcık dalgalanm ıştı. Bir dağ gelinciği gibi b ir başka köşeye fırlayan ta r­ tışm anın yerini başka sesler almıştı, am a bu n lar birer iç dökmeydi : — Benim işin tüm üyle el işi değildir öyle, daha çok kafa ister. —■Ayarcı mısın? — Hayır, rendeci. — Evet, benim ki gibi, doğram acılık da dikkat işi­ dir, kafa işidir, değil mi öyle! Sesin alçakgönüllülüğü alaya yol açmıyordu. Biraz zaman geçmişti. — Böyle num aralar bulm ak için kafa ister adam ­ da! — Evet... Ya da deli olm ak...


Gene gazdı söz konusu. Topların güm bürtüsü hen­ dekteki m ırıltıları karıştırıyordu, b ir ses kim b ilir han­ gi arkadaşa, belki de kendi kendine "İngilizlerin sö­ m ürgeleri olm asaydı, ulusların en aşağısı olurlardı!” di­ ye bağınncaya kad ar hiçbir şey seçem emişti babam . Kimse yanıtlam am ıştı bu sesi. Başka b ir ses başka b ir iç dökmeyi sürdürüyordu : — K adınlar ayırm ayla uğraşırlar, eskiden dipte ya­ parlardı, şim di gün ışığında yapıyorlar, yürüyen m er­ diven var bir. Ama insan evli olunca, m adencilik yapa­ maz. — M adencilerin evlenmesi yasak mı? — Erkekler d e ğ il: kadınlar. B ir kadın evlendi miy­ di, fabrikanın kapısından geçemez artık. Bitm iştir. Gene sessizlik. Maden ocaklarının karanlığı gibi b ir karanlık, derinden derine gürleyen toplar, uzaklar­ da patlayan top m erm ileri. — Sonra, bilirsin, hendeklerde, galerilerde, hep çıp­ lak çalışılır, b ir pantolon, tam am . Gözlerini sürmelem ek için yorulm ana gerek yoktur. Ama köm ür tozu de­ riye iyi gelir... Lamba, A llah'tır işte o. Lam ban gitti mi yandm . Gözetleme deliklerinden gelen ışık çizgilerine k ar­ şın, lam ba kelimesinin söylenişindeki sihirli saygı hen­ değin karanlığına pek yakışıyordu. — H er hafta denetim vardır. Hem şöyle böyle de­ netim değil ha! Benim b ir piliç vardı, çok sevimli b ir piliç : her gün lam bam ı parlatırdı. Asker alçak sesle, sevgiyle konuşuyordu. Babam önünde hiçbir şey görm üyordu : b ir m adenci lam basını


ve köm ürle kaplı çıplak b ir gövdeyi düşününce aşkı anım sayan b ir adam ... Daha yakında b ir başka ses onu b a s tırm ış tı: — ... herif iznini alm ak için özel olarak yüzbaşı­ dan rap o r istemiş; B atı’da cephede bulunm uş, sonra vurm uş buraya, b ir kez olsun gidip b ir kafa dinleme­ miş! Beş yaşında b ir kızı varm ış. Beş yaşında, çocuk­ la r her şeyi çakm aya b aşlar... Neyse, almış izinceğizini, gitmiş, “N erde yatacaksın?" demiş kız. "Nerde olacak, yatağım da!” O zam an ufaklık ne dese beğenirsin : "İs­ viçreli gelemeyecek dem ek?” Ne demezsin, İsviçrelinin teki her akşam kadınla yatarm ış! — Peki, sonra? — Sonrası, hiç. Bozuntuya vermemiş. Ses etmemiş, ufaklık yüzünden... Birkaç saniye, azgın hendeği.

bom bardım an

doldurm uştu

— Ben de birini biliyorum : hab er verem eden gel­ miş izne. Geceymiş, kapıyı çalmış : açan olmamış. Ka­ rının içerde olduğunu iyi biliyormuş! Nerdeyse bütün gece çalmış kapıyı. Açmamış karı. Açmak istememiş. Bizimki anlam ış o zaman. Birliğe dönm üş, sonra da as­ mış kendini. B ir sald ın bekleyişi içinde in tih ar üstüne konuş­ m alar duym akta, aykırı, kaygı verici b ir şeyler varm ış. — Ben de tanıdım asılmış birini. Ama o pis heri­ fin tekiydi. Sabıkalı b ir herif, ne bileyim, beş yıl yat­ mış! İki kızla pişirm iş işi, b iri onaltı yaşında, b ir dü'şünsene! Günün birinde ikisi birden gebe kalm asın mı! Önce biriyle kırıştırm aya başlam ış, sonra da öbürüyle.


Sonra analarını da koymuş kafese. Onbeş, yirm i gün arayla doğmuş veletler, sonra çiftçi, çiftçi kızıymış bun­ lar, mahkemeye gitmiş. Seninki de gidip m ahkem ede hesap verecek yerde, evine gelmiş, asmış kendini. Şöy­ le, kuşağıyla, karyolasının demirine. Sıradan b ir yatak, a m a ... Babam, bu canlı karanlığı dinlerken, ilk kez Alman halkını dinliyordu. Kısaca halkı, belki de insanları. İl­ kel karanlığa çok yakın b ir ses, karanlıktan zor ayrı­ lan şu gölgeler gibi. Askerlerin onunla h er zam an ya­ pay b ir bağıntısı olm uştu, kendi kom utanları olm ayan subayla bağıntıları; b ir yıldır, tanıdığı sandığı b ir dün­ yanın kıyısında dolaşıyordu, insanları tanım ak için in­ san olm ak yeterm iş gibi... •

Okulda öğrendiklerini biliyordu ama, o zam andan beri unuttuklarından haberi yoktu. — M essager boiteux’ye inanm am , am a şöyle demiş ti : ü rün iyi olm adı mı, b ir de uşakların adları efendi­ nin adının ilk harfiyle başladı mı. savaş kapıyı çalıyor dem ektir. — H indenburg... H erkesin düşündüğü H ohenzollem sözcüğünü hiç­ biri ağzına almadı. B abam Messager boiteux’yü biliyor­ du, S trasbourg’da yayınlanan eski alm anaklardan bi­ riydi. "Ü rün iyi olm adı m ı..." Önceden bilinmez ü tü ­ nün önceden bilinmez yazgıyla yaşı belirsiz, köylü ba­ ğı-•• — Kim kazanıyor kehanette? Biz mi? Sessizlikte top sesi. — Bilmem ki.


Gene birkaç saniye top sesleri. Miğferleri bezle örtülü hayaletlerden b i r i : — Ne mi yapmalıydı, söyleyeyim size, diye bağır­ m ıştı : oralara, petersburg’a, P aris’e varınca, bütün he­ kimlerimizi, bütün baytarlarım ızı toplam alı, hepsini, hepsini! Sonra, oralardaki b ü tün erkekleri hadım et­ meli! Albayın dediği g ib i: sağlama! İnsanca b ir şey de­ ğil belki, am a sağlam a görülm üş o lu r hesaplan, kimse de öldürülm üş olmaz! Bir başka ses kesin gerçekleri söyleyen b ir havay­ la : — Zavallı budala! dem işti, Rus, Fransız ya da Al­ m an değil kötü olan, genel olarak insan! Önemli b ir şey gösterir gibi işaret parm ağının kalk­ tığı seziliyordu, babam düşünce budalalığının düşün­ ceye öykündüğü gibi halk budalalığının da halk bilgeli­ ğine öykündüğünü anlam ıştı. Ama dinlemeye başladığı sırada duyduğu ve nerdeyse buna benzeyen b ir başka ses gelmişti a k lın a: "Y aşam ... Genç olduğun sürece, jbüyümüş insanlar v ar sanır. Beklersin o zam an. Sonra, başlarsın yaşlanmaya. Anlarsın ki, aslı yokmuş. Büyük insan yokmuş. Büyük insan diye b ir şey y oktur hiç... Hiç mi hiç! Daha ötede başka b ir şey konuşuluyordu : — Hayır, hayır, n e r d e : biz geldiğimiz zaman, Ka­ zaklarla. Avusturyalılar çoktan ırzlarına geçmişlerdi, h atta artık karşı geldikleri de yoktu. Profesör şim di gözetleme deliğinin dibinde, ayak­ larını sarınm aya çalıştığı atkıya doğru çekmiş, koca­ m an b ir çayır örümceği gibi çömelmiş duruyordu. Ama


gömlek giymeyen çoğu askerler şim di ceketlerini de çöz­ m üşlerdi. Nezleli b ir ses iğdişçiyi değil de babam ın işitm e­ diği b ir soruyu y an ıtla m ıştı: — L uther haçını b ilir m isin? Ne biliyorsun? O zam ana kad ar işitilenlerden farklı b ir ses - gene halktan, am a ölçülü, içinden b ir gülüm seme geçtiğini sezdiği. Yanında, b ir göğsün üstünde, b ir güneş çizgisi b ir haçın uçlarını ve p ro testan güvercininin parlak dam ­ lasını b ir elektrik am pulu parıltısıyla aydınlatıyordu. Aynı ses, babam ın seçemediği b ir soruyu yanıtlam ıştı gene: — D indar değilim, am a bazı bazı tapm ağa gitmeyi severim. Yapayalnız olm ak koşuluyla. Kimi durum lar­ da... — Bilm iyorum ... K ederliysem ... Ya da anım sam ak istiyorsam ... Hangi durum larda? K onuşanlar uzaklaşm ışlar görece b ir sessizlik için­ de oldukça uzun b ir zam an g eç m işti: artık toplar ara­ lıklarla ateş ediyorlardı. Az önce konuşm alarını dinle­ diği adam lar - çavuştu b u n lar - yakınm a gelmişlerdi. — Bu gönüllüler h er zam an b ir ahlak sorunu çı­ k arır ortaya. Bakın : birazdan üç gönüllü bulm am ge­ rek ve bu gaz öyküleri de h er zam an... ciddi olabilir... E n sevimli üç askeri seçtim. Neden? Çünkü istiyorlar­ dı, hoşlarına gidiyordu, ben de onları hoşnut etmek istiyordum ... H oşlandım diye, onları belki de ölüme m ahkûm ettim . Oysa ölm eleri o kad ar önemli olm ayan­ ları seçmeliydim...


— Peki, ahlak sorununu nasıl çözüyorsunuz? Babam yanıtı işitm e m işti: elle verilen b ir yanıttı kuşkusuz. — Ben daha R u h r’da çalışırken, çok eskiden grizu görmüş b ir hendeğe gelmiştik. B ir işçi vardı, canlı gibi, kazm ası kolunun ucunda, arkasında da atı hâlâ küfesini çeker gibiydi. Gazdan böyle kalm ışlardı, am a bizimle birlikte hava da geldi. On dakika geçm emişti ki, tam am , pof! adam da, beygir de, h er ikisi de toz olm asın mı sana! K aranlık benzersiz b ir patırtıyla karışm ış, sonra b ir ses duyulm uştu : — Gaz mı, ben sana söyleyeyim ne yaptığım ı... H alkın gizlem karşısındaki ağır ve alçak sesiydi bu, b ir zam anlar büyücülerin sesinin kim b ilir ne kadar çocuksu olduğunu düşündüren b ir ses : — Gaz mı, söyleyeyim, d iy o rd u : adam a dokundu m u, tam am , kım ıldam adan kalır seninki. Kımıltısız mı kımıltısız, kalır öyle... Kıpıldayamaz artık. O adam gibi işte, hiç farkı yok. İskam bil oynayan adam lar örneğin... F arkına bile varm adan ölür gidersin. — Ya yel değişirse? Toplar ateşi kesm işti. Güneş ilerde, toprak ü stü n ­ de, ırm ağın büyük eğrisine barış günlerindeki parıltı­ sını veriyordu. Babam ın arkasında, profesörün kaygılı s e s i: .— Gazların ardından saldırdıklarını biliyorlar mı? demişti. B ir çavuşun sert sesi; hem profesörü, hem asker­ leri yanıtlarcasm a :


— Saldırıyı kom utanlık düzenledi! diye bağırm ıştı. Bilinmez b ir ses de zayıfça : — Öyle diyorlar... diye karşılık verdi... Yeni b ir gaz uzm anı çıkıncaya kadar, hepsi buydu. — B atı cephesinde denem eler yapıldı. Geldiklerin­ de, Fransızlar hiç kuşkulanm ıyorlardı, Ölüler Evi’nin dört b ir yanından m ezarcılar ölüleri mezarlığa getiri’ yorlardı. Öyle kaldılar orda, ayak lan havada, ö rtüler altındaki ölülerle, ne demezsin! V itrinlerdeki ölüler gibi tıpkı. — Yavaş gel! Mezarcı oldun diye böyle zırvalarla şişirm ene gerek yok. — A yaklan havada dedik işte, budala! — Yetti, yetti! — Öyle kaldılar dedik ya! F ransa’da Ölüler Evi bulunm adığını bilm iyorlardı. H alk tartışm ası tekniği uyarınca, sesler gittikçe daha çok yükseliyordu : aynı şeyler gittikçe daha çok bağrı­ larak yinelenecekti. Birçok sesin II. Frédéric ve gazlar kadar birbirinden farklı şeyleri tartışm ak için aynı uyu­ mu, aynı beceriksizliği, aynı öfkeyi bulduğu bu anlar karanlıkta b ir yeraltı kanının çarpışı gibi kovalıyordu birbirini. — Affetmişin sen, ben B atı’dan sözettim mi bili­ rim ne dediğimi : b ir akrabam Nancy’ye gitm işti. H at­ ta Reim s’e! — Başka? Benim kardeşim de P aris’e gitti! — P aris’e mi? dem işti b ir başka ses, bilgince bir perdeye bürünm üştü, Paris, F ransa değildir : başka şev­ dir, bir gün anlarsın bunu. A yndır o. — Kesin be! diye bağırm ıştı üçüncü b ir ses.


Şimdilik Paris ilgilendirm iyordu onları. B ir tek şey ilgilendiriyordu : gaz. — Yığılakalmış b ir yol bakımcısı, süpürgesini dü­ şürm üş, b ir düşün! — Kesilen domuz, karnında bıçakla kalakalır; ne bağırm a, ne b ir şey! İnsanlar mıydı konuşan, yoksa m eslekler mi? — Söylesene, ırm ak da durm az mı bazı bazı, ha? — Hey, çocuklar! eğitim de tabanlarım ızı şişiren su­ bayların da işi iş : tüfek kalkmış, b ir daha inmiyor! Gel de gülme! — Bu sırada, top m erm ileri de k alır yukarda, on­ lar da inmez b ir daha. Tiksinm işlerdir. Ama alay utanç duym adan düş kurm a yolundan başka b ir şey değildi. Yaşam birdenbire durm uş ola­ rak görüyordu herkes - düşm anınkinden çok kendininkini belki de. — H esabını bitirem iyen m uhasip, diye fısıldam ıştı çekingen b ir ses. Toplarımızın derin sarsıntıları altında durmamacasına titreyen toz çizgileri içinde b ir belirip b ir sili­ nirken, herkes aynı çılgınlığı izliyordu, yeni b ir p atır­ tıyla yerlerini açık saçık ve pis görüntüler alıncaya ka­ dar. P atırtı hafifleyince, tüm celer yeniden belirginleş­ m işti : — Gazmış, makineymiş sanıldığı kadar da önemli değil bu dalgalar... Bu herifler hayvanlan hiç tanım ı­ yor... K atırın burnuna b ir y a n k açtın mı, b ir daha anıramaz. Duymazsın sesini. Böyle k atırlarla neler yapıla­


bilir, b ir düşünsene - ötekilerin işitmeyecekleri b ir sü­ vari birliği ha?.. Top ışık çizgilerini çalkalayıp duruyordu hep. Ba­ bam , beklediği saati biliyorm uş gibi gözlerini saatinden ayırm ıyordu. — Fransızlar onyedi yaşındaki çocukları silah altı­ na alıyorlar! Yarısı da kaçıyor. — Devrim olacak, hep devrim olur bu m em leket­ te ... — L ondra’da kolera b itti mi acaba? Tek bir cephe kalınca... Ama gaz kapları fazlasıyla y ak ın d ay d ı: gaz saplan­ tısının çevrede dolaşıp durm am ası olanaksızdı. — Yok canım, gözünüzün önüne getirsenize b ir kez, nalbant, çekici örsün üstünde, öylece kalakalmış! Palavra, palavra bu dalgalar, çekiç düşer canım ağır çünkü. — E lektrik yanık kalır herhalde... Babam ölüm meleği'nin b ü tü n insan devinimleri­ ni, çiçeklerin yaşamını, lam baların alevini öylece b ırak ­ tığı, şu B inbir Gece kentini anım sam ıştı... işte şuracık­ ta, gaz dam acanlannın uçlarındaydı. Ama zam anın akışı da öylesine ölüm e g ö tü rü r ki, S elâhattin’in askerleri­ nin tulgaları altına yerleşm iş olduğu gibi m iğferleri külrengi bezle örtülü bu adam ların da içine oturm uş olan o eski yazgı düşü yeniden beliriyordu. Bu m an tar ta r­ lası kokusu içinde, babam , b ir saniye, b ir daha anımsanm am asıya unutulm uş b ir ışık - geçici, bu savaş gibi, Alman ordusu gibi geçici insan istem lerinin geçişinin ancak şöyle b ir bulandırdığı b ir ışık - altında, söylensel dem ircilerin donm uş devinim lerini görm üştü. Az önce elektrikten sözetmiş olanı en zavallı askerlerden


biriydi, atadan kalm a b ir alkolik yüzü vardı, çantasın­ dan çıkardığı gülünç b ir bebek valizini karıştırm aya başlam ıştı, düşkünlüğü buraya da işlenmiş gibi. K aran­ lık seslerle dolm uştu gene, ilgisizliklerin ve yüzyıllık düşlerin, m esleklerin sesleriyle b u kişilikten yoksun ve geçici insanlarda yalnız m eslekler yaşıyordu sanki. Per­ deler değişiyor, to n lar aynı kalıyordu, çok eskiydiler, bu hendeğin karanlığında büründükleri gibi geçmişe b ü ­ rünm üşlerdi - aynı boyun eğmişlik, aynı aldatıcı yetke, aynı saçm a bilgi ve aynı deney, aynı yıpranm az sevinç, b ir de yalnız gittikçe sertleşen kesinlem elerden başka b ir şey bilmeyen b u tartışm alar, b u karanlık sesleri öf­ kelerini bile bireyselleştirem iyorm uş gibi. Babam mazgala dönm üştü, am a hep dinliyordu. B ir­ kaç çatı güneşin altında ışıldıyordu. Bu bekleyişte k at­ lanılm az birşey vardı. Gene de katlanm ak gerekiyordu, zam an da gene as­ ker zam anı olm uştu, gene yalnız yüce düzenlere bağlı, saydam zam an - ölüm gibi. Yükselen güneşin gözler ka­ m aştıran çizgileri hendekte ağır ağır dolaşan bacaklara sıçrıyor, postallar birdenbire parlayıveriyordu... Kö­ m ürlü toprağın üzerinde belirgin b ir güneş çizgisinin altına iskam bil kağıtları yayılmıştı; b ir el, yaşam ı ön­ ceden görmeye çabalayan b ir m ırıltıyla, zam an zam an b ir k a rt çekiyordu b u rd an ... K aym alarla canlanm ış göl­ gede, bu bedensiz el sonsuzluk boyunca k artlar üzerin­ de koşar gibiydi. Yeni b ir sessizlikten sonra, babam ın hem en yanın­ da, duygulu b ir özür havasında b ir fısıltı duyulm uştu : Güzelliği için evlenmedim onunla... B ir asker ya da b ir çavuş b ir başkasına b ir resim gösteriyordu. Sözleri karanlıkta gizlemli b ir yoğunluk


kazanıyordu, ik i adam çok yakınındaydılar, am a ner­ de? Gözetleme deliklerinin çevresinde kim se b ir şey gösterm iyordu. En yakındakinin ardında, ince yüzlü b ir delikanlı b ir şey okuyordu. O m u konuşm uştu? Kımıldam am ıştı. Babam dinlemeye başlayalı beri, b ir kez olsun b ir arkadaşına dönm em işti; b ir delikten yayılan ışığın içindö m itralyözün alt yanm a çökmüş, okuyordu. Neydi acaba böyle okuduğu? Zayıf b ir parıltının önünden birbirine girm iş iki gölge g eçm işti: fotoğrafı b ir çakm ağın alevi aydınlatı­ yordu. Başka b ir ses, "Anımsamak istediğim zam an ta­ pm ağa giderim ..." diyen şu nezleli ses, aynı içli boyun eğişle karşılık v e rm iş ti: Doğrusunu istersen, benim karım da o kad ar güzel değildir... H endeklerin tavanı ne kadar alçak! Mezarcı gene gelmişti : — ... Bakın, nasıl oldu, bay Krapp, b ir köpek bul­ m uşlardı. Para m ara vermediğimize göre alıkoyabilir­ dik! Bizim hanım Peterl koydu adını, benim adım gibi aşağı yukarı. Bizim kız babasının adını hiç söyleyeme­ mişti. Eh, bay Kapp, ister inanın, ister inanm ayın, kö­ pek geldikten sonra, bizim kız herkes gibi P eter de­ meye başladı! Ses acılaşmıştı. — Benim için kıvıram am ıştı. Ama sonunda söyle­ di ya, ona bakm alı. Işığın içinden geçmemişti. Şaşkm tavşan devinimli, yaşlı gibi b ir ufak adam dı, sol eliyle tu ttu ğ u örtülü miğferini çene kayışından döndürüyordu. Kırpılm ış saç-


lan n d a M üslüm anlarınki gibi ufak, sarı b ir demet kal­ m ıştı. Çünkü m atrak adam dı o. Saç dem etini okşuyor ve hüzünlü sesiyle köpeğin öyküsünü sürdürüyordu. Babam dinlemeyi bırakm adan gözetleme deliğine dönm üştü. Rus h atlarının yukarılarındaki çok yüksek bulutların altından b ir kuş sürüsü V istül’e doğru ini­ yordu. K uşların yaşam ı sürüyordu, göknarlarm ki de, yeryüzünün bütün yaşamı da öyle. Mezarcı daha alçak b ir sesle : — Sonunda söyledi ya, diye yineliyor, sözleri ge­ nel m ırıltıda eriyordu. Y ukarıdan kuşlar kayıp gidiyor ve babam ölebile­ ceğim öğrenmiş - hem de öylesine kötü öğrenmiş - biri­ cik türün yoğun y a n karanlıktan gelen sesini dinliyordu. Yazın şim diden sarartm aya başladığı yeşil yerlerde kocam an kocam an şemsiyeler dalgalanıyordu yelde. Bi­ rinci h attın siperleri biraz aşağıda - çok da aşağıda de­ ğil - uzakta yel altında dalgalanm akla kalan, am a gözet­ leme deliklerinin önünde azgın b ir dağınıklık içinde sarsılan, yarı yanya kurum uş ak çiçeklerin üst yanın­ daydı, gerçek değilmiş gibi gelen bu sarsıntıların ileri­ sinde ırm ak kıyısınca uzanan yol görünüyordu; sonra Rus yamacı. Rus yam acı öylesine durgundu ki, tel ö r­ güler otlak çitlerini andırıyordu. Tek insan, tek hay­ van görünm üyordu. Toplar susm uştu. Bu vadinin pa­ rıltısı ta rla kuşlarının uzak türkülerinden, cırcır böcek­ lerinin ötüşlerinden, canlı gürültülerden ayrılamazdı; dö rt b ir yana güzel ve solgun gökyüzü b ir sessizlik çök­ mesine gelince, savaş buydu işte, patlam aların en zorlu yankısından çok, bu sessizlikti savaş. Yerden kalkm ış uzun b ir toz bulutu yükseliyordu .güneşin altında. Ama otom obillerin arkasından yükse­


len tozlar gibi yum ak yum ak açılm ıyordu öyle; h er yan­ da aynı biçim de yoğun aynı biçim de yüksekti, bir du­ var gibiydi. H içbir m otör sesi işitilm iyordu am a du­ m an durm am acasm a büyüyordu. Yol, hiç mi hiç görün­ mez oldu, gaz atım ı başlam ıştı. H endekte, m azgallar için dövüşüyorlardı. Gaz ta ­ bakası gittikçe yükseliyor, elma ağaçlarının koşut göv­ delerini, sonra dallarını siliyordu. Az sonra, çayırlar ve yeşil göknarlar boyunca kırm ızımsı, sarı b ir sisten baş­ ka b ir şey değildi vadinin dibi, yalnız yüksek b ir telg­ raf direği sivrilip çıkıyordu sisin içinden : saçma, hayaletimsi. Gaz tabakası ağır ağır, b ir kilom etre genişliğe ya­ yılmış, yakın görünen ileri Rus noktalarına doğru, va­ dinin daraldığı yeri doldurm uştu. Tepenin alt yam nda, Rusların da, Almanların da alm ak istem edikleri b ir ko­ ruya sızmıştı; göknarların alt yanını gizlemiş, tepeleri­ ne ulaşam am ıştı, daha ötede gene, çıkm ıştı ortaya, sis­ lerin ü st yanında, Japon estam plarını andıran testere ağzı gibi tepeler belirm işti. Sonra, hendeklere doğru inen tarlaları yoncalardan m or m or olmuş çayırları, çavdar tarlalarım , ü rü n yığınlarıyla dolu geniş dörtgen­ leri aynı s a n ve kırm ızım sı ren k te birleştirerek gevşek yükselişini sürdürm üştü; sonra daha yukarlara, Rus si­ perlerine, gittikçe sıklaşan ko ru lara ve topların dövdü­ ğü açıklıklarla dolu orm an parçasına doğru. H içbir şey kım ıldam ıyordu içinde. Birdenbire, Rus h atlarından gazlara doğru b ir şey fırlam ıştı. Babam dürbününe sarılm ıştı hem en : b ir at, dürbün içinden bile ufacık. Şimdi, siperlere yaklaştık­ ça, gazlar ne kadar da hızlı gider gibiydi! Atın binicisi yoktu, am a dörtnalının uyum lu devinimleriyle saldırı­


yordu gazlara. Durmuş, olduğu yerde dönmüş, sonra sola doğru koşm aya başlam ıştı, nal sesleri toprağın içinden hendeğe k ad ar gelmişti, şaşırtıcı b ir açıklıktay­ dı, uçsuz bucaksızlığa atılm ış bu ufacık atta n çok daha yakındılar. Gene durm uştu. Rus ordusunun ta kendisiy­ miş gibi herkes ona bakıyordu. H avanın uzun süre ta ­ şıdığı b ir kişnem e aşıp geçm işti vadiyi. D ürbünün için­ de, başını dikm iş, kişner gibiydi at, köpekler nasıl u lu r­ sa öyle. Gene başlam ıştı koşmaya, dosdoğru gazlara atılm ıştı. Nal sesleri b ir daha duyulm amış, at da büyük sessizlikte birkaç saniyede silinip gitm işti. Kırmızımsı saçağın b ir noktasından sudan çıkar gibi çıkacak mıydı gene? B akışlar b ü tün genişliğince bu saçağı izliyor sis perdesi tepenin enginliği içinde, eskisinden daha d ar görünüyordu. At görünm üyordu; beklemekle geçen h er saniye can çekişm esinin b ir sa­ niyesi gibi duyuluyor ve gazların yeryüzünün sınırları­ na kadar gidecekmiş gibi görünen sessiz ve sonsuz iler­ leyişi, yitik kişneme, perdenin hem en hem en kesinlikle belirli kıyıları, bu ilgisiz sise b ir savaş makinesi görü­ nüşü veriyordu R usların silinişi ve sessizliği de onun sinsi ilerleyişine bağlanıyordu. Mevzilerini bırakm ışlar mıydı? Dürbünle bile, gaz­ ların siperlere ulaşacağı dakikayı kestirm ek güçtü. Bi­ razdan gaz altında kalacaklardı; kendini kurban etmek isterm işçesine atılm adan önce güneşin altında kişneyen o garip attan başka, hiçbir şey çıkıp gitm iyordu. Mev­ ziler bırakılm ış o la m azd ı: R uslar hiçbir zam an çukur yollar kazm am ışlardı, h atlarının gerisindeki açık alan b ir kilom etreden fazla b ir genişlik boyunca uzanıyor, kim secikler kım ıldam ıyordu. Vadinin dibinde, küçük göknar korusu, telgraf direğini ve izolatörlerini topla­


yan gazın altında silinmişlerdi; tepenin yarı yerinde, birkaç ağacın ucu hâlâ görünüyordu... Gözetleme de­ liklerini kapayan buğdaygillerle ince deve dikenleri ga­ zın süt rengi fonu üzerinde b irer gölge oluyordu. Dür­ bünün iki ucu arasında burnu b ir tikle gerilen profesör, b ütün ağırlığıyla babam ı itip duruyordu. Bir saniye, R usların durum u bildiklerini sanmıştı. Gazlar b arbataların ın sınırında ■silinir gibiydi, yoksa durdurm ak için b ir yol m u bulm uşlardı? Yel yeter ni­ celikte gaz toplayınca, yukarılarından atiam ışcasına ye­ niden başlam ışlardı ilerlemeye. Ama herkes ilerledikle­ rini görmeyi öyle çok istiyor ve gidişleri öylesine ağır görünüyordu ki, siperleri ikiyüz m etre geçmelerinden sonra bile siperlere geldiklerinden hiç kimse emin de­ ğildi. G ittikçe uzaklaşan ilerleyiş gittikçe de ağırlaşıyor­ du. R uslar ordalarsa, bu durgun sisin altında neler olu­ yordu? "Gözün akı m avileşir ilkin, soluklarda hırıltı baş­ lar, göz bebeği - hatta, çok tuhaf b ir şey, nerdeyse ka­ ra rır... Rusların hiçbiri dayanam ayacaktır acıy a...” İçinde hiçbir şey kıpırdam ayan bu sisin altında mı oluyordu bunlar? Hep aynı tarih öncesi tim sahlarının o oynak bükülüşleriyle ilerliyordu, sanki yeryüzünde b ir daha hiç durm ayacaktı. — Peki, birliklerim iz oraya varınca siperlerde hiç gaz kalmıyacak mı? diye sorm uştu Wurtz. Profesör kesin b ir dille : — K orkulacak b ir şey yok, diye yanıtlam ıştı : gaz çekilmiş olacak, sonra yardım arabası var!., hem son­ ra ben...


Rus toplarının hep birden boşanan şiddetli atışla­ rı tüm cenin gerisini ezivermişti. Nasıl b ir telefon ha­ beri alm ışlardı siperlerden? İşte karşı saldırıların o so­ luk soluğa azgınlığıyla dövüyorlardı gazı. Obüsler ye­ niden sararm ış gaz tabakasında kıpkırmızı, azgın, çar­ pıntılı, tiftik sarım sı kitleden biraz daha çabuk ilerli­ yor, gene de bütün bütün ayrılm ıyordu. Obüslerin k ır­ mızı parıltılarıyla b atan güneşin altında b ir ırm ak gibi kaynayan tabaka yıkım yürüyüşünü ilgisizce sü rd ü rü ­ yordu, her tü rlü sis görünüşünden sıyrılmış, ne ise o, yani savaş gazı olm uştu. Rus to p la n tıpkı başladıkları gibi, birdenbire kes­ m işlerdi ateşi. Hemen sonra, b ir em ir yükselm işti hendekte : — Zehirlenm e belirtileri sezenler hem en geriye, yar­ dım arabasına koşacaklar, anlaşıldı mı! Anlaşıldı mı! Acı badem tadı, solum ada h ırıltı... Anlaşıldı mı! Bölük çıkış siperine varm ıştı. Babam la iki arkadaşı da onları izlemek üzere hendekten geçmişlerdi. Mazga­ lın başında okum aya dalan genç asker kitabını u n u t­ m uştu : Üç izcinin serüvenleri... Ve yerde, b ir köşede -u n u tu ş, boş inanç - iskam bil falcısı serilm iş kartlarını, önümüzde bu teneke, çanta, toka ve dem ir gürültüleri içinde yola çıkan adam lardan birinin yazgısını b ırak ­ m ıştı. İlk h a tla n n gerisinde, sağlık servisi bekliyordu. Bü­ tün sağlık subaylan ordaydı; b ir değil, d ört yardım arabası vardı. Babam la arkadaşları ilk h attın gözetleme noktalan n a geldikleri zaman, gazlar tepenin öbür yanında si­ linm işti : yalnız vadinin dibinde Japon sisi, b ir de do­


kundukları her şeyin üstünde, geçişleri pırıl pırıl gök altında geniş b ir kış parçası bırakm ışcasm a, uzun, ka­ ram sı, uğursuz b ir iz kalmıştı. Çok daha önce yola çıkmış olan ilk piyade birliği ırm ağı geçiyordu. B abam açık açık görüyordu onları, - R uslar da görüyordu kuşkusuz. Irm ak yakınlarında kalm ış durgun ve geniş sis tabakaları arasında, adam ­ la r bataklıklar içinde ilerler gibi sürünüyor, dağılıyor, birleşiyorlardı. G öknarların tepesinde yeşilimsi bulut parçaları vardı, yelde sallanıyorlardı. Birlikler, ırm ağı geçtikten sonra, ilerlem elerine ara verm eden savaş dü­ zenine giriyorlardı. 132.’nin yeşil gölgeleri ve bezlerle ö rtü lü m iğferleri büyük, çukur b ir çayıra doğru kıvrılıyordu. Babam la arkadaşlarının izlediği m anevra düşm anın göremeyece­ ği çukurlarda yapılıyordu am a, Alman birliklerinin Rus­ ların gözleri önündeym iş gibi tehlikede olduğuna inan­ m ışlardı birdenbire. B ütün bu sessizlik, uğursuz leke­ nin çevresinde pırıl pırıl du ran b ü tü n b u vadi b ir tu ­ zaktı. Profesör, W urtz’la konuşm ak isteyerek durm uş­ tu : soluk soluğaydı. Rus toplarının yeniden boşanıvermesini, geriye, sonra öne doğru yönelecek önleme atı­ şını, duraklayan alayların dövülm esini haber verecek ilk obüsü bekliyordu herkes. Toplanan bölükler ilerlemez olm uştu. Lambayı T anrı sayan madenci, tapm ağa anım sam ak için giden çavuş, çocuğu adını b ir köpek yüzünden öğ­ renen mezarcı, m akine ayarcısı, m uhasip, berber, do­ muz kasabı, yol bakımcısı, Üç İzci’nin okuru, sonra ka­ rısıyla güzelliği için evlenmemiş olan adam, sonra ken­ di k an sı da pek o k ad ar güzel olm ayan adam , başka birçok adam lara, ölmüş, öldürülm üş adam lara benze­


yen adam lar! Ve kendileriyle birlikte, kişisel olm aktan uzak, gene de insanın içini b u rk an duyguları, anlam ını şim di üzerinde iyiliksever b ir güneş çizgisi ilerleyen şu iskam billerde arayan yazgıları da birlikte ölecekti; o k ad ar adsız çukur sırf zavallı b ir bilgeliğe, "Ses çıkar­ m amış, ufaklığın h atırı için ...” diyen bilgeliğe varm ak için yaratılıp dağıtılm ışcasına, tüm üyle deneyime daya­ nan boyun eğişleri de, yeryüzünün daha k ıtalara bölünmediği çağların son çatlam ası gibi düşüverm iş, geçmi­ şin çok uzaklarından gelmiş düşlerinin, yeryüzünün anı­ ları dibinde silinip gitm iş yeraltı dem irhanelerinin çe­ kiçleri gibi çekiçleri havada kalakalm ış dem irci dükkân­ larının yoldaşı olan hadım etm e çılgınlıkları da. Çok yüksekte, kuşların büyük göçü sürüyordu; alt yanında, Rus toplarını bekleyerek bu kurşun rengi çayırlara ya­ pışıp kalm ış insan tü rü yaz gecelerinin karışık birliği, uzak çığlıklardan, düşlerden, varlıklardan, ağaçların ve biçilmiş buğdayların derin kokusundan, kımıltısız, uç­ suz bucaksız gecede, toprağın yüzeyinde kaygılı uyku­ ların birliği içindeydi.


Düşman topları hâlâ ateş açm ıyordu. B irlikler ya­ vaş yavaş yerlerinden ayrılıp siperlere yaklaşm ışlardı. Babam la arkadaşları ilk hatları aşarak b ir korunun için­ den geçm işlerdi: açıklığa geldikleri zaman, askerler Rus hatlarıı. varıyordu. Babam , dürbünüyle 132. yi bulm uştu, şim di en baş­ taki bölükler arasm daydılar. U çlarındaki bezlerle Or­ taçağ A raplarınm m iğferlerine benzeyen m iğferler çiz­ gisi altında, küçük bedenler tel örgüleri gizliyordu : sarsıntılı ilerleme durm uş, insan lekeleri tellerin ağın­ da kıvrılmaya, görünmeyen b ir ağda - babam yalnız di­ rekleri görüyordu - örüm cekler gibi sallanm aya başla­ m ışlardı. Uzaklığın tıpkı gazların ilerlem esini yavaşlat­ tığı gibi yavaşlattığı inatçı ilerlem enin ardından, uzun b ir soytarı oyunu, bitm ek bilmeyen b ir uğursuz dans başlıyordu. En sonunda, hepsi de Rus siperlerine dal­ m ışlardı. H ayır : kim ileri tel örgülerin üzerinde kalıyordu. O nlar da düşm üşlerdi; sonra yeni birlikler gelmiş, tel örgülerde dalgalanm ış, dalm ışlardı. Yalnız yelin sesi du­ yuluyordu, bütün saldırı alanında tek insan görünmez olm uştu. Savaş yoktu, artık, saldırı yoktu, siper m iper yoktu, köylü uçsuz bucaksızlığımn ve uzakta, çankulesiyle birlikte hâlâ olduğu gibi duran ahşap kentin üze­ rinde gözler kam aştıran güneşten başka hiçbir şey y ok-


tu. Babam da, W urtz da, az önce piyadelerin daldığı, -belki de bu savaşın yazgısının başladığı farkedilm ez Rus hattından gözlerini ayırm ıyorlardı. Profesör titreyen dürbüne gömülmüş gibiydi. B ir­ likler ikinci düşm an h atların a doğru ilerlemek, şimdi gazın ilerleyişini maskeleyen tepenin ardındaki b ir dizi koruyu en kısa zam anda ele geçirmek için em ir alm ış­ lardı; am a askerlerin hiçbiri b ir daha görünm üyordu. — Onlar da gazlanmış olam azlar mı? diye sorm uş­ tu babam en sonunda. Profesör öfkeyle omuz silkmiş, fazla sallam ıştı :

dürbününü daha

— K alm am aları söylendi! K alm am aları emredildi! Ö m ürlerini orada geçirmeye kalkarlarsa, elbette!,. D ürbününü sol elinden bırakm ış, parm aklarını ba­ bam ın kolunun üstüne bastırm ıştı. Gömlekli b ir adam çıkm ıştı şim di siperden. Ak gölge biraz ilerlem işti. Ne acayip yürüyüştü : nerdeyse yatay ve küçücük gövdeli, iki m etre boyun­ da b ir adam. Durmuş, sonra düşm üştü. Biri daha vardı yanında. B ütün siper boyunca, uzaklığa karşın, belir­ gin, ak le k e le r: gömlekli adam lar çıkmıştı. Hepsi de çok uzundu, kocam an başları gizli b ir süpürge sapının ucunda sallanan panayır devleri gibi sallanıyorlardı. As­ kerler ne diye çıkarm ışlardı ceketlerini? Birkaç panayır devi kırılm ıştı. Bedenin gömlekli bölüm ü düşm üş, öbür bölüm, bedenin alt yanı, ilerle­ mesini sürdürm üştü. îk i adam dan oluşuyorlar, b iri öbü­ rünü taşıyordu. Şim diden bu kad ar yaralı mı vardı?


Gaz siperin dibinde mi kalm ıştı? Ve yelin altında hep bu sessizlik. Askerler, orakçılar gibi, aynı adım larla ilerleyerek tel örgüler içinde geri dönüyorlardı. Elbette, kesip de geçiyorlardı. B ir kişi bile ikinci Rus h atların a doğru gitm iyor­ du. Yeşil askerler ak lekeli askerleri om uzlarına alm ış­ lardı, sonra düşe kalka ilerleyen yürüyüş k o llan teller arasındaki geçitlere göm ülm üştü. Saldırı dalgası R uslara doğru gitmiyor, geri dönü- ■ yordu. B ütün h at üzerinde, m akasla açılmış geçitler ara­ sından, - ak lekeleri kararsız b ir devinimle (yum urtala­ rını taşıyan karıncalar gibi taşıyan askerlerin çevresin­ de bulanık b ir kaynaşm a - birlikler geri dönüyorlardı. Profesör b ir kordonla boynuna asılı dürbününü elinden bırakm ış, atkısı yelde, ileriye doğru koşmaya başlam ıştı. Babam ın solunda b ir at vardı : binip hızla sürm üş­ tü. Bölüklerin şim di dağınık çekilişi, at yaklaştıkça, gittikçe daha yakında belirip siliniyordu. En sonunda iki askerle karşılaşm ıştı babam , kendisine bakm ışlar, görmem işlerdi. H içbir şey görm üyorlardı. K oşuyorlardı. — R uslar ne yapıyor? V ar gücüyle bağırıyordu, am a işitm em işlerdi; bir tek insan yetenekleri k a lm ış tı: kaçm a yeteneği. Ağaçlar altında gözden silinmişlerdi. Atı bazı bazı sinirleniyor, gazlara atılan at gibi kişniyordu. E n sonunda, 132'den


b ir asker görünm üştü. O da koşuyordu, m iğferini y itir­ m işti, dehşete batm ış yüzünün üstünde b ir saç deme­ tini (mezarcı mıydı bu yoksa?) yel saçm a b ir kıvılcım gibi her yana çarpıyordu. Babam atıyla yolunu kes­ m işti. — R uslar ne yaptı? diye bağırm ıştı gene. Adam anlıyorm uş gibi bakm ıştı kendisine, kolları­ nı ve boynunu oynatarak deli gibi yanıt verm işti : — Olamaz! Olamaz! — Ne olamaz? Peki, silahlarınız? Neden? — Olamaz! O... Elleriyle, om uzlarıyla, başıyla "H ayır’’ diye bağır­ m aya başlam ıştı yeniden. Boğuluyordu. îk i eli b ir sa­ londa topluluğa T anrı’nın buyruklarını bildiren b ir söylevcinin elleri gibi öne uzanm ış, saç dem eti yelin altın­ da her yana dağılmış, sıkışık çiçekli, açık pem be yon­ cayı gösteriyordu kızgın kızgın, sanki ağaçların boyu yeşil dört duvarı arasında b u pem be tiftiği suçluyor­ du. Bakışı anlatılm az b ir dehşet anlatım ıyla babam a dönm üştü gene, sonra, tam babam ın konuşacağı sırada, adam bütü n hızıyla ileriye doğru koşm aya başlam ıştı. Babam atını d ö rt nala koşturm uştu gene, korudan çı­ kınca, at çarpılm ışa dönm üş, katılaşm ış ayaklarının üze­ rinde beş m etre kaymış, babam ı çalılıklara atm ıştı. Babam gözünü açabildiği zaman, a t hâlâ o kımıltısız, o dehşete düşm üş heykel duruşundaydı; sonra yaşam dudaklarına geri dönmüş, dişleri görünm üştü, kulakla­ rını kaburgalarına vurm uş, sonra, titreye titreye orm a­ na doğru atılm ıştı. Babam gazın geçtiği alanın karşısın­ daydı.


Diz kapağını ovuyor, gözleri ileride, kendi askerle­ rinin ya da Rusların gelişini bekliyordu; parm aklarına ölü saç tutam ları, örüm cek ağlan, birbirine girm iş toz­ lu çileler gibi iğrenç b ir şeylere dokunm uştu. Çizmesi toprağı b ir m etre kad ar kazımış, yoncaları ve çalılık­ lara kadar uzanan yaban havuçlarının şemsiyelerini me­ şinle diz arasına to p la m ıştı: kara, yapışkan, iğrenç bir çam ur birikintisinin dibinden getirilm iş gibi. Çiçekle­ rin biçimi hemen hem en olduğu gib kalm ıştı. Cesetler canlılara göre nasılsa, öyle : eli, leş karşısındaki tiksin tisiyle büzülüyordu. Önünde hem en hemen üçyüz m et­ re boyunca uzanan çayır üzerinde gazlar b ir santimetrecik yaşam bırakm am ıştı. B oraların orak orak biçtiği, devrilmiş buğdaygiller üzerinde, güneş, köm ürler üze­ rindeki hüzünlü parıltısıyla parıldıyordu. Birkaç dizi elma ağacı yükseliyordu, çürüm üş, yosunlu ağaçlar gibi sarkıktılar, gübre rengi y a p ra k la rı soluk dallara yapış­ m ıştı. însan eliyle budanm ış, sonra da insanlar gibi öl­ dürülm üş elma ağaçları : öb ü r ağaçlardan daha da faz­ la ölm üşlerdi, çünkü verim liydiler... Altlarında, o tlar hepten karaydı, görülm emiş b ir karalıktaydı. Ufku ka­ patan ağaçlar da karaydı, yapışkandılar ayrıca. K orular da ölm üştü, önlerinden birkaç Alman askeri gölgesi ge­ çiyordu koşa koşa. Babam ın doğrulduğunu görünce, ge­ ne buraya gömülmüşlerdi. Ö lm üştü otlar, y apraklar öl­ m üştü, üzerinde, yelde, atm başıboş nal seslerinin uzak­ laştığı toprak ölm üştü. Yalnız, elma ağaçlarının arasında, dem et demet deve dikenleri dik kalm ıştı, topları, dikenleri, yaprak­ la n , toz olup dökülm ek üzere, çiçeklerin kirem it ren­ gine girm işlerdi, sapları anatom ik parçaların tiksindi­ rici aklığını almıştı. Yapışkan çayırın iki derin kolu, iki orm an duvarı arasında parklardaki gibi uzanıyordu.


Babam dizinden yaralıydı am a gene de yürüyebiliyor­ du; gittikçe ağırlaşan, kocam an çam ur parçaları taşı­ yordu tabanları. Atının ayak sesleri yelin gürültüsün­ de silinm işti, ilerisinde, ayakları koşu resim lerinde ol­ duğu gibi birleşm iş, b ir başka at devrilmiş yatıyordu, gazlara atılan at olmalıydı : katılaşm am ıştı daha, göz­ leri açık ve külrengiydi, tüyleri o tlar ve yapraklar gibi çürüm üş, her kası burkulm uştu. Çevresinde şam danları deve dikenleri gibi kızıl sığırkuyrukları yükseliyordu, am a bütün yaprakları kıvrılm ıştı; birinin üzerine, bir m ısır koçanının taneleri gibi b ir ölü arılar salkım ı ya­ pışm ıştı, sapın rengindeydiler. Ölüler vadisinin bu de­ rin girişinin ötesinde, uzak b ir telgraf telleri ve telgraf direkleri dizisinin ötesinde, kuşsuz gökte yüksek b u lu t­ ları yel alıp götürüyordu. _ , x Babam zorlukla ilerliyordu, am a ilerliyordu. Yal­ nızlıkta tek başına bir ölü ağaç vardı, zehirlenm iş atı beklem ek için konulm uştu sanki oraya, gazdan küflenmemişti, am a bütün dalları yeryüzünün b ü tü n ölü ağaç­ larının acıklı yükselişi içinde belirli, köşeli, kemikliy­ di. Ve nice yıldır taşlaşm ış olan bu ağaç, bu çürük nes­ neler evreninde, son yaşam kalıntısı gibiydi. K ara ka­ natlarında ak tüyleri tırıl tırıl b ir saksağan ağır b ir uçuşla geçmiş, sonra paçavradan b ir kuş gibi düşüver­ m işti. Babam en sonunda orm anın öbür kıyısına ulaşm ış­ tı. Artık tiksintide yürüm ek değil, içine dalm ak söz ko­ nusuydu. Böğürtlen ve alıç orm anlarını da yirm i m et­ re ötede kara olan şu kurşunum su, ölmüş hayvan kı­ zıllığıyla biçilm işti, onlar da yapışkandı. Ama böğürt­ lenler takılm ıyordu artık; babam gücünü yeniden bul­ manın kuşkulu duygusuyla, dizlerinin, om uzlarının, kar­ nının altında, sulanm aya başlam ış, dikenli H r engel


yığını içinde, hiçbir dirençle karşılaşm adan ilerliyordu. Şimdi akasyaların uzun dikenleri batıyordu yalnız, dal­ ları ilk dokunuşta kırılm ıyordu; yalnız y ap rak lan b ir güz başlangıcı etkisiyle solmaya başlam ıştı. Başının üze­ rinde artık hepsi birbirine benzeyen b ü tü n yapraklar -m eşe, kayınağacı, karaçam , kavak - pişm iş salatalar gibi sarkıyorlardı, şurda burda, yeşilimsi b ir çiğle ışıl­ dayan ağı ortasında ölü b ir örüm cek. İrinli ağaç göv­ delerinden yapış yapış sarm aşıklar sarkıyordu. H er adım ­ da, ezilmiş çalılardan acı ve buru k b ir koku yükseliyor­ du, gazların kokusu olmalıydı. Birdenbire, tepeden tır­ nağa yapraklara batm ış d ört asker g ö rü n m ü ştü : üni­ form alarına takılm ış bitkilere, gazdan fazla etkilenm e­ miş - am a yelin ölü yapraklar gibi koparabileceği kadar da etkilenm iş - b itkiler yapışıyordu. B irbirleri ard ın ­ dan, birbirlerine bakm adan ilerliyorlardı; patikada an­ cak iki kişi yanyana yürüyebilirdi. B abam yolu kapatı­ yordu, am a mezarcıyı durdurm aya çalıştığı sıradaki yet­ ke uzaklarda k a lm ış tı: atlı değildi artık. Bu yapraklar­ dan, b u irinli, çürüm üş durum da dikilen ağaç gövdele­ rinden kendisi kad ar onlar da tiksiniyorlardı. Birincisi, suratı karm akarışık, göz kapakları ağırlaşm ış, b ir m et­ re kadar ötede durm uştu. Ürkek b ir bakışla, babam dan • başka her şeye bak arak : — Beni ilgilendirm ez... dem işti dişlerinin arasın­ dan, orası beni ilgilendirmez! Solda, ağaçlar arasında koşmaya başlam ıştı, balçı­ ğa gömülmüş durum da. İkincisiyle üçüncüsü, babam a karşı birbirlerini tutarcasına, dirsek dirseğe gelmişler­ di. Biri yüzüne doğru b a ğ ırm ış tı: — Hayır, dostum , hayır diyorum sana! işte!


Uzun konuşm adan bıkm ış gibiydi( belki de sava­ şın başından beri, b ü tü n subaylarından işittiklerin­ den...) Öteki sinirli sinirli gülüyordu. — Hay Allah! yaralılarınız var mı? diye düşünü­ yordu babam . Asker daha çok gülmüş, sonra geçip git­ m işti; babam hiçbir şey söylememiş olduğunu farketm işti. Sonuncusu yanm a gelince, başını sallamış, duralamış, ayağını yere vurm uş, kaputuna yapışan ölü yap­ rakları yağm ur gibi yağdırm ıştı. — Çünkü benim b ir diyeceğim var, teğmenim! Sonra, sessizlikte kendi sesini işitm enin şaşkınlığı içinde, öncekiler gibi, yapışkan ağaçlıklara dalmıştı. Kimi yüksek tepeleri hâlâ yeşil kalm ış ağaç per­ delerinin ötesinde, bu cehennem korularının üzerinde, çok dik yam açta babam bölüklerin çökm üşlüğünü, baş­ kalarınca taşm an yüzlerce gömlekli adam ı görüyordu. Topallayarak, kestirm elerden giderek, gene iğrenç ağaç­ ların altına girm işti. K arşılaştığı yapış yapış yaprakla­ ra batm ış askerler, kendisine hep aynı kindarca şaşkın gözlerle bakıyorlardı, bu tuzağın sorum lusu kendisiydi sanki, sözlerine yanıt da verm iyorlardı. İçlerinden biri, hem en yanına gelince, sinirli sinirli boynunu oynata­ rak, şöyle gizlice arkasına bakm ıştı. Kaçıyordu, am a korkudan değil. Babam b ir yüzde böyle b ir anlatım ı hiç­ b ir zam an görm em işti; sayıklamalı b ir kesinlikle sezi­ yordu ki, b ir pişm anlığın anlatım ıydı bu. Ama neyin pişm anlığının? Işığın gölge gölge oyduğu derin sel çukurlarının yukarısında, sıvılaşmış orm anın iğrenç dünyası. En ya­ kınından, gene gömlekli, aşağıdan itilen b ir beden çıkıverm işti, çarm ıhtan indirilişlerdeki sarkık kollarla. Gaz­


dan zehirlenen ilk Alman... Babam koşmuş, gene düş­ müş, gene koşm uştu; dizinin sızısı uyuşm uştu. Alman değildi bu, Rustu. Ama taşıyan b ir Almandı. O da ötekilerin kiniyle bakıyordu babam ın yaklaşm asına. — Ne var? Ne oldu? Ne? Ne! Bir köylü yüzüydü Alman’ın yüzü, çok, çok eski. Şurada, iki m etre ötedeydi, çabalam aktan bacakları ay­ rılm ıştı, kusulm uş yapraklarla lekeli bu kocam an be­ denle örtülüydü; alm kırışıyor, daha da daralıyordu. Sıkıştırılm ış b ir av hayvanı gibi, yan yan bakıyordu ba­ bam a. O m uzlarında Rusu taşıdığından, silahını atm ış­ tı. Babam az önce bağırdığını sanıyordu, ama, ikinci kez, tek sözcük söylemediğini farketm işti. — Y ardım arabası, dem işti adam en sonunda, mey­ dan okur gibiydi. — Ama ne oldu, ne oldu ki! Babam yeniden bulm uştu sesini. — Bakım şeylerinin bulunduğu yer! Gittikçe daha çok kırışıyordu adam ın alm. Babam ­ dan çok daha yaşlı görünüyordu. Babam , sanki asker bunu suratına haykırm ış gibi, görünüşteki gençliğini ne derece küçüm sediğini' duyuyordu. Asker b ü tü n gövde­ siyle bir çaba h a rc a m ış tı: hastayı düşürm em eye dikkat ediyordu, gene de R us’un yüzünü babam ın suratına fır­ latm ak istiyorm uşcasına sertti. Omuz sallayışı sarkık başı geriye atm ış, baş dönmüş, tütüne benzeyen saçlar yerine, zehirlenm iş yüz görünm üştü - korkunç. Ezilmiş dallardan çıkan o acı, buruk koku çıkıyordu kaputun-


dan. Alman’ın bütün deviniminde, bedeni tu tu ş biçim in­ de, beceriksiz, içler parçalayan b ir kardeşlik vardı. — B ir şeyler yapm alı... dem işti, okum a kalm am ıştı sesinde.

o eski meydan

Rusun kül rengi yüzünde dudakları, gözleri m or­ du. T ırn ak lan gömleğini kazıyor, koparm ak istiyor, kav­ rayam ıyorlardı. Y aprakları dökülüp duran, korkunç ağaçlann altında, orm anların çürüyerek kurşun rengi­ ne girm iş aylaları seriliyordu ışıkta, oracıkta, tereye ben­ zeyen, el değmemiş küflerle çevrili b ir küçük gölün yoğun sulan, yelin altında kınşıyordu, - koca orm anda tek serinlik, - ve küçük, katı ad acık lan arasında yum u­ şacık kuyruklu şişik b ir sincap cesedi vardı. Taşıyıcı, ötekiler gibi, hiçbir şey söylemeden ağır ağır uzaklaş­ mıştı. Babam ileri atılm ıştı. H içbir şey öğrenemeyeceği, in san ca hiçbir şeyin bulunm ayan, bulunam ayacak olan bu korudan çıkmalıydı. Sarsıla sarsıla çevresini dolaş­ tığı çukurun ışıklı boşluğu, alçak dal paçavralanna, asılı kaputlara benzeyen yaprak kitlelerine ağaç gövdeleri­ ne yapışm ış böcek boynuzlarına, b u göl dibi dünyasına b ir karagöz sahnesi belirginliği veriyordu. Ama yalnız çukurun boşluğu değildi, ölü yosunlarla kaplı bütün ağaç gövdelerini toz toz sis içinde gösteren, sın ın n ya­ kınlığıydı; yeisiz haziran günlerinin kıvılcım larla dolu sisiydi çevredeki, bu batm ış orm ana yaz gölgeliklerinin büyük huzurunu getiriyordu. Babam gazlanmış R us’un yüzüne beş saniye bile bakm am ıştı. B ir yıldan beri, çok varalı, çok ölü görm üştü, ö rtü ler altında ilk cesetlerin katılığını, tel örgü hatları arasında köm ürleşm iş yüz­ ler görm üştü; am a hiçbirinin yüzü ona bu korkunç çeh­ rey i unutturam ıyordu.


Geldiği yer b ir açıklık değil, çam ur ağaçlarla du­ varlarm ış yeni b ir ç a y ırlık tı: o tlar çökünce, küçük örüm ­ cek ağları çıkm ıştı ortaya, hiçbiri bozulm am ıştı, ağılı b ir çiğle incilenm işlerdi; iğrenç b ir biçim de çiçeklen­ miş gibi, b ir uçtan b ir uca parıldıyorlardı. Sonra b ü ­ tü n bu iç bulandırıcı ışıldam a içinde, ufacık b ir ışık noktası parıldıyordu, alacakaranlığın sisine batm ış b ir kentte, b atan günün birdenbire ışıldatıverdiği b ir pen­ cere gibi. B ir R us’u n altında iki büklüm olm uş b ir as­ kerin göğsünde titrem ekteydi : b u karm a kad ar açık gömleğin oluşturduğu üçgende b ir madalyon. Şimdi adam yakındaydı iy ic e : babam güvercini ve çarm ıhı, protestan haçının çifte görüntüyü seçebiliyor, bu sayık­ lam a içinde, bu küçük haçı b ir dost yüzü gibi yeniden buluyordu. Yelin burnu n u n üstüne düşürdüğü, dalgalı saçlar­ la dövülen b u miğfersiz, uysal köpek yüzü, hendekte şöyle b ir gördüğü yüze pek de benzem iyordu... Asker durm uş, gözlerini kırp arak taşıdığı adam ı düşürm em ek için, ağır ağır, sızılı tutulm ayı giderecek k ad ar doğrulm uştu. •— Uzak! dem işti. Bu da düşm anca bakm ak istiyordu am a belini doğ­ rulttukça yüzü dinlenişle aydınlanıyordu, sonra, birden­ bire, çevrelerindeki perişanlığa gülüm sem işti. B abam rütbe işaretini g ö r d ü : — Siz çavuş m usunuz? N e... N eden... Adam içgüdüyle başını sallam ıştı, boynu, kolları sa­ ğından, bacakları solundan sarkan R us'un bedeni altın ­ da olduğundan, yüzünü buruşturm uş, am a yüz b u ru ş­ turm ası dinlenişin yüzüne yaydığı şaşkın gülümsemeyi gideremem işti.


— Neden?., diye yinelem işti şaşkın şaşkm. Babam hendekte işittiği nezleli sesi ta n ır gibi ol­ m uştu : "G önüllüler h er zam an b ir ahlak sorunu çıka­ rır o rta y a ...” Köylü olm adığı açıktı. — Y ukarıya da mı bırakılam azlar!.. Daha önce de işitilm iş b ir tüm ceydi bu. Acımala­ rını belirtm ek için, b ir alm yazısm dan sözeder gibi sözediyorlardı bunlardan. Açıkça, R uslar söz konusuydu. — Geri çekilme em ri v ar mı? Çavuş, kalın dudakları ayrık, karhalı ökse otundan yenmiş b ir elm a ağacının önünde bitkinlikten titreye­ rek, gözlerini hep öyle çabuk çabuk k ırp arak dinliyordu. — E m ir m em ir yok artık, dığı ağır bedenin altında elini dan, em irlerin b ü tü n dünyayla memesiyle battığını anlatm ak m ıştı.

dem işti sonunda. Taşı­ kolunu oynatamadığmbirlikte, b ir daha beliristercesine başım salla­

— İyi ama, diye bağırm ıştı babam , iyi am a, su­ baylar? ■ — Bilm iyorum ... Kuşku bile öb ü r dünyanın b ir anısı gibi gelmişti ona, b o şu n a y d ı: — Bizim gibi yapıyorlar... Hayır, insan küflenm ek için yaratılm adı! Arkasından, babam ın karşısına düşen korudan, as kerler çıkıyordu. — Y apılacak b ir şey yok, dem işti çavuş, görm ek gerek... Anımsadığı şeyin etkisiyle, yardım arabasına dof' yürüm eye başlam ıştı gene.


— Neyi ama? — Hay Allah, gidin de görün! Babam da onunla birlikte yürüyor, önünden gidi­ yordu, sonra bekliyordu, b ir köpek gibi. Dizi acımaya başlıyordu. Çavuş R us’un ağırlığı altında soluyordu. Bir kez daha, ilk gazlanmışm korkunç yüzü belir­ m işti. Sonra atın başı. Ve iki adam yürüyordu, yüzlerin­ de yapraklar, çizmelerini birb iri ardından topraktan söke söke. “Ruslar, b ir teki bile kalm ad ı..." Yelin al­ tında üç, d ö rt adım daha. "Olmaz böyle şey ...” Dehşet dolaşıyordu hâlâ sesinde, insanları şu dur­ mak bilmeyen yele kapılm ış y ap rak lar gibi döndüre döndiire sürükleyen dehşet. — Savaş böyle o lur... Soluk alm ak için durm uştu. Açık ağzına yapraklar girm işti. K usar gibi tü k ü rm ü ştü bunları, sözünü bitirememişti. Yüyüyüşlerine koşut biçimde, yanından yürüdükle­ ri korunun ucundan iki asker çıkıyordu. Birleşm iş kol­ larının üstünde b ir R us’u taşıyorlardı; sonra durm uş­ lar, elleri peltem si toprağa dokununcaya k ad ar eğilerek yaralıyı yatırm ışlardı. B ir uykudan kalkar gibi çavuşun gülümsemesiyle gülüm seyerek doğrulm uş, koruların, ölü tarlaların ötesinde, - yardım arabasına varm ak için, ır­ mağa doğru iniyorlardı, - yelin salladığı ay çiçeklerinin sarı hatlarına bakm ışlardı; renkler hep yaşam aktaydı, çiçekler, toprağın kızılımsı ve yeşil benekleri, ışıldıyan ırm ağın ve uçsuz bucaksızlığın üzerinde yelin yarattığı dalgalar. A ralarına sırt ü stü yatırılan Rus, karnının üs­ tüne dönmeye çalışmış sonunda da başarm ıştı. İki Al­


m an ağır ağır doğruluyordu, bacakları hâlâ yarı bü­ küktü, bu Adanmış Ülke vadisini yeniden bulm ak ba­ b am gibi onları da şaşırtm ıştı. Çavuş dişlerinin arasın­ dan b ir şey söylemiş, y ap rak lar arasında çizmelerin gürültüsü söylediklerini bastırm ıştı. — Ne? diye sorm uştu babam . Yoldaşı gene homurdaıımıştı. Parm ağıyla birşey gösterm ek istiyordu am a parm akları taşıdığı adam ın kaputuna göm ülm üştü. — K ırıyor herif... diye yinelemişti en sonunda. Sert yel, dinlenince alıklaşan taşıyıcıların gömlek­ lerine doluyordu, arkalarında, gazlanmış adam Rus hatlarına doğru sürünm eye çalışıyordu. Yüz metreden fazla bir uzaklık vardı koruyla arasında; her çabada, topu topu yirm i santim ilerliyor, düşünüyordu; siperi­ ne, arkadaşlarının çürüm ekte olduğu daracık gaz çuku­ runa dönüyordu. En insan dışı olan, k o llan dirsekleri­ nin yukarısına kad ar çam ur içinde, gözleri ölü a n oğul­ larıyla kaplı sığır k u yruklannda, yerde sürüklenen bu ölm ek üzere adam değildi, sessizlikti. N Taşıyıcılar Rus’un çabasını en sonunda görm üşler­ di. ik i adım da geliverm işlerdi yanına; b iri çizmesiyle kıçına vurm uş, sonra gene k o llan n a alıp yola çıkm ış­ lardı. Babam gene ağaçların altına sapmış, arkalarından iniyordu. Görünmez olm uşlardı. Rus h atların a doğru tırm anm ası gerekirdi, am a h er adım uzaklaştırıyordu b u rd an kendini; görevi profesörü b ıra k m a m a k tı: bı­ rakm ıştı, kesin em irlere karşı b ir davranışla, yardım arabalarına dönüyordu. Taşıdığı can çekişen adam ın al­ tında her adım da soluğu kesilen arkadaşına yardım et­ mesi gerekirdi, am a ne yüzüne bakm ayı göze alabil i-


yordu, ne dokunmayı. B irlikler k ad ar çıldırm ıştı, sık ağaçlar arasından iniyor da iniyordu, anlamsız, kolları sarkık, budala gözleri b ir zam anlar yosun olan m agm a­ nın üstündeki ölü kuşlara dikildi. Oysa düşm an siper­ leri fazla fazla üç yüz m etre ötedeydi. D urm adan oraya yöneliyor, sonra her adım da daha da uzaklaşıyordu. P atika Alman mevzilerine doğru dönm üştü. O rta­ da, b ir adam d ö rt ayak üstünde zıplıyordu, öylesine çırpm ıyordu ki, b ir gölge oyunu oynar gibiydi. Çırılçıp­ lak. Arada iki m etre kalınca, hayalet gözlerinde en ufak b ir aklık kalm am ış, kül rengi yüzünü kaldırm ış, ulu­ m ak istercesine, saralı ağzını a ç m ış tı: babam çekilm iş­ ti. Bedeninde b ir acıdan başka hiçbir şey kalm am ış gibi, b ütü n delilerin devinileriyle acıdan deliydi, birkaç k u r­ bağa sıçrayışından sonra İrinlere göm ülm üştü. Sonra, b ir tarih öncesi sessizliği içinde, b ir ulum a yükselm işti, en büyük acının ulum ası : miyavlam a biçi­ m inde bitm işti. Sonra babam bu ölü korularda yeniden bir sald ın gürültüsü işitm işti. Patikanın ü st yanında fırlatılıp atılm ış, Rus ka­ putları, b ir patlam a olmuş gibi m asalsı dallara tak ıl­ mış göm lekler vardı; am a hiçbir patlam adan iz yoktu. Hem en oracıkta, b ir ay çiçeği dizisinin gizlediği ufacık b ir açıklıkta, otuz k ad ar adam T biçim inde b ir siperin içine yığılıp k a lm ış tı: ileri b ir düşm an karakolu. Hepsi de ölm üştü, az çok çıplaktılar, parçalanm ış giysi yığm lan üzerine devrilm işler, çırpm m alı salkım ­ la r biçim inde birbirlerine kenetlenm işlerdi. Siper düş­ lerinin saçmalığı, künyeleri havada, kım ıltısız ölüler! Ölülerin donm uş kaynaşm asından ayaklar çıkıyordu, yum ruklar gibi sıkılmış ayak p arm akları... Babamı bu


kurşun rengi gözlerden, bu boş havada burkulm uş el­ lerden de fazla altü st eden şey yara m ara olmamasıydı. Kan yoktu. Ellerinin kım ıltısız olm asına karşın, sağ omzu tit­ riyordu. B ütün bedeni tortop olm aya çalışıyormuşcasın a kasları çekiliyordu; dirsekleri böğürlerini öylesine sıkıştırıyordu ki, güçlükle soluk alıyordu. Tehlike k ar­ şısında felce uğram ak değildi bu, dehşetin şaşkınlığıy­ la altü st olm aktı; hiç kuşkusuz, d indarların şeytanın varlığı dedikleri de böyle b ir dehşetin sonucuydu. Bu­ rad a K ötülük Ruhu ölüm den öylesine güçlüydü ki, han­ gisi olursa olsun, ölm emiş b ir Rus bulm ak, om uzlara alm ak, k u rtarm ak gerekiyordu. Y akasından takılarak bu sayıklam a üstünde b ir asıl­ m ış gibi sallanan b ir kaputun alt yanında, beş altı kişi çalılıklara serpilm işti; babam ilkine koşmuş, yum şak böğürtlenlere dayanıp onunla b irlik te kalkm ıştı. Yum­ ruklarım b ire r düğüm gibi tutuyordu. Adam ay çiçekle­ rinin içinde çırpınm ış, gazdan çürüyüp b ir vu ru şta b ir pasta gibi delinmiş, kocam ın, yassı m eyvalarm dan biri koluna geçmiş, salkım saç k sallanıyordu öyle. Babam gözkapaklarm ı sıkmış, bed ni kendini kaçtığı h er şey­ den b ir kalkan gibi koruyan b u kardeş bedene yapış­ m ış olarak, d u rm am acasm a: "Ç abuk”, diye m ırıldanı­ yordu am a ne dem ek istediğini bilm iyordu, yürüdüğün­ den bile haberi yoktu. Gözleri kapalı olm asına karşın, ışığı duyunca, sıkı sıkı açm ıştı. Rus yam acının yukarıları tüm üyle önüne serilm işti : açıklığa gelm işti gene. Tepenin yam acında zorlu b ir sonbaharın kem irip kararttığı, Y aratılıştaki gibi dönüşsüz b ir güçle öldürm üş b u uzun koruculuk­ lar, gazlanmış b ir yüz karşısında hiçbir şey d e ğ ild i:


Tevrat'sı b ir cezaya çarpılm ış bu alanlar üzerinde, ba­ bam insanların ölüm ünden başka hiçbir şey görm üyor­ du artık. Gene de - gözleri yavaş yavaş güneşe alışıyor­ du ölü parıltının gizli b ir yaşam la canlandığını, içle­ rindeki hayvanlar sulu yerlere yönelince canlılıklar na­ sıl titrerse öyle titrediğini duyuyordu. Uzakta gömlek­ lerin ak noktalarını farkediyordu, ufak kalabalık, nerdeyse koşut sıralar biçiminde; orm anın h er çıkıntısın­ dan, kaçakların kaynaşm asıyla ikide b ir birbirlerine giren taşıyıcılar yelin altında ağır ağır açıklığa doğru iniyorlardı, geçişleri açıklığın sessizliğini bozam ıyordu. Babam şimdi bu adam ların ne yaptıklarını biliyordu : düşüncesiyle değil, altında dizlerine kad ar gömüldüğü bedenden biliyordu... Bütün bu kararm ış yamaç boyun­ ca uzandıklarını seziy o rd u : kıraç to p rak lar boyunca uzanıyor ya da korulara dalıyorlardı, hepsini de yük­ sek dağda bulutları itikleyen aynı büyük alınyazısı itek­ liyordu; kara ağaçlar arasında, bitip tükenm ek bilm e­ den yeni taşıyıcıların belirdiği yakın sınırdan V istül’e kadar, Baltığ'a kad ar yayılıyorlarm ış gibi geliyordu ona. Açık, kurtulm uş acıma saldırısının yardım arabala­ rına doğru yuvarlanıp gelişini izliyordu. Taşıdığı adam ın çok ağır - hem de ölü olduğunu anlam ıştı. Ellerini açmış, ceset yere yığılmıştı. însandışıyla savaşm ak için b ir beden kucaklam a gereksinimi duym uyordu artık. Açıklığın sonunda, siperden beri unuttuğu çavuş. R us’unu ağır ağır taşıyordu. B abam arkasından yetişin» ce bunalım la sorm uştu : — Gülünecek b ir şey m i var


Babam kahkahalarla gülüyordu. Gazları şim di de herhalde tepenin ardından daha ilerilere sürükleyen ye­ lin altında uzun zam an yürüm üşlerdi. B itkiler her yerde ölüydü, am a biçim leri bütün bü­ tün bozulm am ıştı, deve dikenleri gibi böğürtlenlerin ve iğrelti otların da çam urlaşm ış otun üzerinde bozul­ m am ış gölgeleri dikiliyordu bazı bazı. K uytu yerlerde hâlâ dikiliyorlardı, am a şim di yapraklar azalmıştı, yel yüzlercesini yanm ış kağıtlar gibi sürüklüyordu önünde; upuzun böğürtlenler örüm cek ağ lan gibi babam m ce­ ketine çarpıp parçalanıyordu, dikenlerinin biri bile ta ­ kılm adan düşüyorlardı. — Allah Allah! dem işti çavuş birden, b ir şey sor­ m ak ister gibi. Bedeninin b ü tü n ağırlığı çürüm üş b it­ kilere gömülmüş sol ayağına vererek durm uştu. O za­ m ana k ad ar ağzından çıkan birkaç tüm ceyi yele söyle­ miş, babam m varlığı pek hesaba katılm adan m ınldanm ıştı; bu kez, R us'un bü tü n bedeniyle birlikte kendi yü­ zünü de babam a çevirm işti; gene de "içerden”, kendi kendini dinleyenlerin uzak gözleriyle bakıyordu. — Sen, sen acı badem yedin mi hiç? — Ne oldu? Siz de mi? îlk çayıra geldiğinden beri, gazlanmış olm ak sap­ lantısı babam m kafasında dolaşıp duruyordu. Çavuş birdenbire doğrulup, dilini, dam ağını dinle­ miş, şiddetle sıyrılm ıştı Rus’tan, taşıdığı beden yumşak b ir gürültüyle yuvarlanırken, o b ir saniye, zorlu ye­ lin sürükleyip göründüğü böğürtlenler ve iğrelti otları arasm da kollarını dikip durm uştu. Rus kendine gelmiş­ ti; babam korkunç hırıldayan soluğunu işitm iş, elinin çavuşun pantolonunda büzüldüğünü görm üştü. Çavuş


çizmesini çürüm üş buğdaygillerden çekm işti, am a el kendisini bırakm ıyordu. — Üç çocuğum var! diye bağırm ıştı Rus almanca. Öteki eli de gömleğini yırtm aya çalışıyordu. Üç - çocu­ ğum var, uç... Sesinin perdesinden tüm cesini ezberlemiş olduğu­ nu anlam am ak olanaksızdı, savaşta kendisini koruya­ cak sandığı yalvarm aydı bu. Çabuk çabuk yinelem işti aynı tümceyi, ciğerleri delinmişçesine, sözcükleri delik b ir körük ıslığıyla kesile k e s ile : çavuş şaşkınlık için­ deydi, adam ı görmeyeceği yanlara bakıyor, göz kapak­ ları babam la karşılaştığı zam anki gibi oynayıp d u ru ­ yor, ötekinin tuttu ğ u bacağını belli etm eden, am a durm am acasına çekiyordu. — Ama ben de yirm ialtı yaşındayım! diye haykır­ m ıştı en sonunda. Gazlanmış adam anlam ıyordu. S açlan nerdeyse kırlaşm ıştı, çoğu Rus’lar gibi, kab a kaba h atları vardı. Mavi dudakları kıpırdıyordu - konuşuyordu; bebekleri kara, mavileşmiş gözleriyle bakıp duruyordu. Pantolo­ nu bırakm ıyordu. Çavuş kızgın b ir sertlikle çizmesini çekip k u rta r­ mış, çizme adam ın yüzünü sıyırıp geçmişti. Sonra ça­ vuş v ar gücüyle yardım arabasına doğru koşm uştu. Ba­ bam R us’u om uzlarına alm ıştı. Dizi gittikçe daha çok ağrıyor, sırtında b ir adam la yürüm ek güç oluyordu. Önündeki gölgeler çalılıkları yarıyorlardı; çavuş gibi, kendisi gibi, ağaçlar arasındaki açıklığın büyük p arıltı­ sına doğru gidiyorlardı. Yel b u rad an uzak b ir ses ge­ tirm ekteydi : — ...o la n olm uş... Ötekini, ötekini! buradan! Ko­ yu m avi... Sola, ta dibe...


Babam sese doğru gidiyordu, am a koşam ıvordu ar­ tık. — Saçma! istenene aykırı! M avi... Sola... K orunun alt yanında, W urtz ile 132'nin yüzbaşısı adam ları topluyor, can çekişenlerin yardım arabasına taşınm asını örgütlem eye çalışıyorlardı. H astabakıcılar, gözler kam aştıran oksijen maskeleriyle, uzanm ış insan­ la ra doğru gidiyorlardı. Profesörün de ü stü başı yap­ rak la rla kaplıydı, atkısı yelde, şapkası arkada, k o llan değirm en k a n a ta n gibi açılmış, b ir av köpeği gibi W urtz'un çevresinde dönüyor, zehirlenm işlere koşuyor, gene W urtz'un yanm a geliyordu. K arşısına çıkan asker­ ler kendisinden nasıl nefret etm işlerse, babam da öyle nefret ediyordu ondan. Profesör kendisini tanım ış,, ko­ şup yanm a g e lm işti: — Görüyorsunuz ya! görüyorsunuz ya işte! etki yüzde yüz kesin! Sonra h a y k ırm ıştı: "Hey, durun, b u ­ dala herifler!” Babam a dönm üştü g en e: "Ş unlara (ba­ bam azıcık rusça bilirdi), söyleyin şunlara, yapm asın­ la r!” Çılgın göz bebekleri, zehirlenm işlerin gittikçe ka­ labalıklaştığı açıklıkta geziniyordu. — Evet, şu su içen budalalara! Taşıyıcılarca b ir derenin yanm a bırakılan Ruslardı bunlar. Çırpm a çırpına, dilleriyle çeke çeke su içiyor­ lardı. — B undan köyü b ir şey olamaz! İçerlerse k u rtu la­ mazlar! Sonra, babam a : — Yaralınızı da bırakın, dem işti.


Dikkatle bakıyordu R us’a; yapraklarla kaplı oldu­ ğunu görünce, kendisinin de aynı durum larda olduğunu farketm iş, gözlerini Rus’tan ayırm adan, kıvırcık tüylü bir fino gibi silkinm işti. Babam hastayı ayaklarının dibine b ıraktı. — Gözbebeği koyu mavi, iyice zehirlenm iş, çaresiz. Profesör birdenbire b ir hekim havasına girm işti, gözkapağım indiren eli dalgın ve kendiliğinden b ir ok­ şayışla ayrılıyordu zehirlenm işin yanağından. — Bırakın onu... Bize yardım edin, daha iyi. Oracıkta, maskeyi atm ış b ir Rus binbaşısı kendine geliyordu : gözleri açıktı, aklarının donm uş maviliği so­ luklaşıyordu, gözbebeği yeniden belirginleşm işti. Ölüm uyku gibi dağılıyordu. — Y ardım arabalarını elden geldiği k ad ar yaklaş­ tırm aya çalışın! diye bağırm ıştı Wurtz. Hiç değilse bi­ rini! Bizden de çok yaralı var... Babam R uslardan başkasını görm üyordu. Biri atı­ lıp, öpm üştü kendisini, cebinden b ir fotoğraf çıkarm ış­ tı : karısıyla çocukları. Kendisine dua edeceklerdi... K urtarıcısını şaşırm ıştı... Babam , yel yükseldikçe, belli belirsiz b ir biçim de yardım arabalarının m otor sesleri­ ni işitiyordu aceleyle b u seslere doğru ilerlem işti. Kas­ ları bedenin ağırlığından kurtulm uştu, am a sancıyan dizi kusm a isteği veriyordu. Yel hafifledi mi m otorla­ rın çağrısı, yardım arab aları çok uzakm ışçasına sönüveriyordu, yapraklar arasındaki h er aralıktan, h er açık­ lıktan, ucunda yol belirecek b ir görünüm arıyordu. Gaz­ ların geçtiği orm andan çıkınca, ısırganlarla, güvelerle kaplı b ir yazıdan geçmiş, bunların parıltısına, canlı ye­ şili ısırgan yapraklarının ince ince tırtılları, iyice kızar­


mış güveler gözlerini kam aştırm ıştı; renkleri yeniden bulunca öylesine şaşırm ıştı ki, uzakta, h er yerde, gö­ rüntüleri değiştirilm iş yardım arabalarının gölgesini gö­ rü r gibi oluyordu. Çoğu böğürtlen çalılıkları k ara - sar­ m aşıkların kızıllığını alm ışlardı şimdiden; bunların önünde, çan çiçeklerinin, hindibaların taşkın mavisi, boralarda bütü n yaprakları bükülm üş yaban havuçla­ rının akı öylesine keskindi ki, durm am acasm a gözleri kırpılıyordu. Bu gözler kam aştıran köz çırpıntısı için­ de, hâlâ görünm ek bilmeyen yardım arab aların ın ses­ leri yaklaşıyor, alabildiğine uzaklaşıyor, yeniden başlı­ yor, bazı bazı da, akıl sır ermez b ir yankıyla çoğalarak babam ı çevreler gibi oluyordu. En sonunda, gürültü yel kesilince de duyulur ol­ m uştu; yardım arabaları babam ın karşısm da değil, so­ lunda ilerliyorlardı. Oraya k o ş m u ş tu : duyduğu m otor sesleri yardım arabalarından değil, b ir kolun önünden giden kam yonlardan geliyordu. Şoförler, sonra askerler, geçerken şaşkın şaşkın gözden geçiriyorlardı b a b a m ı: palaskasının tokası, ke­ m er başlıkları, üniform asının b ü tü n m aden bölüm leri yeşil b ir pasla kaplanm ıştı. Bilin m edik b ir ülkenin ilk yerlisiyle karşılaşanların kaygısıyla bakıyorlardı ona; az sonra, ilk zehirlenm işe de böyle bakacaklardı. Sırt çantalarından başka, oldukça büyük b ir çanta daha ta­ şıyorlardı b elle rin d e : maske. Babam da onlara bakı­ yordu birb iri ardından : acım a engeli birkaç kez üst üste gösterem iyecekti etkisini. B ir ölüm e alışılmazdı. Babam, rasladığı ilk çavuşa : — Yardım arabalarınız var mı? diye bağırm ıştı.


Y ardım arabalarının yanm a varm ış, bilgileri ulaş­ tırm ıştı. A rabalar hem en kolun önüne geçmişler, ba­ bam sa en sonunda yararsız - boşalm ış bulm uştu ken­ dini. Ayaklarının dibinde, ak tozlar üzerinde buğday­ gillerin ufacık dalları, yaprakçık topluluklarıyla ayrılı­ yorlardı; yeniden canlanm ış deve dikenlerinin incelen­ m iş sapları b ü tü n bu titrek, bu ufacık sazlar arasına dalıyordu. Hem çizmeler altındaki yolun uzak sarsıntı­ sıyla titreyen, hem de yelin vurm asıyla eğilen b u ince yulaflar altında böcekler oynuyordu, onlar da aynı h a­ fif saptan oluşm uştu; b ir çekirge gelip babam ın kalça­ sına tırm anm ıştı, hâlâ y apraklar yapışm ış üniform anın üzerinde sarıydı. Gazların h er şeyi aynı irin içinde ka­ rıştırdığı gibi, yaşam b ir tek m addeden, saat zem be­ reği gerilim i aynı zam anda hem en hafif buğdaygilleri, hem de şim diden güneşle sislenm iş tozlara kaçm ış olan çekirgenin atılım m a can veren bu saptan doğar gibiy­ di, yel geniş b ir ağaç perdesi üzerinden, kavaklar ara­ sından geçerken çıkardığı deniz m ırıltısıyla geçiyordu... Gene de, ilk ölü R us’u sırtın a aldığı andan sıyrıl­ mış değildi. O m uzlan hâlâ cesedin kaym asının büyüsü altındaydı; hâlâ titreyen elleri, onları açtığı, saçm a ay­ çiçeği bileziğinin çatırdadığı saniyenin büyüsü altında (sonra siperin dibinde, tam altında, iki kirpi, dikenleri gazdan vahşice kıvrılmış iki süpürge gibi - o zam an şöy­ le b ir gözüne çarpm ıştı yalnız...) Acıma duygusu mu? diye düşünüyordu belirsizce, bölüklerin döndüğünü gör­ düğü sıradaki gibi; içinde bunalım la kardeşliğin kördü­ ğüm olduğu, başka tü rlü derin b ir atılım , çok eski za­ m anlardan gelme b ir atılım söz konusuydu - gaz taba­ kası, b u R uslar yerine, dördüncü çağ insanlarının dost cesetlerini b ırak m ışcasm a... Tepe yeniden bulunm uş.


ağaç kokusuyla, sağnak altında sırılsıklam şim şirlerin, g ö k narlann kokusuyla, balkım alı, mavi göğe kad ar yük­ seliyordu. B irdenbire A ltenburg’un anısı geçmişti b a­ bam m saplantısı içinden : uçsuz bucaksız ceviz küm e­ lerinin karşısındaydı. Kocaman, m adensi, p arıl parıl b ir böcek havalan­ m ıştı - passız. Yelin deniz gürültüsünden çok, hendek­ te işitilm iş sözlerin uğultusu eşlik ediyordu vızıltısı­ na, kendisinin de o akım ına kapıldığı, k ö r edici daki­ kayı silmek üzere ilerleyip dönem eçte görünm ez olan tab u rlara eşlik ettiği gibi... Gelip gırtlağına sarılan bu insan Apocalypse’i yanında, canavarlarla, kaçıp gizlen­ miş tan rılarla dolu derinliklerini, büyülenm işlerin ve kardeş ölülerin yelde çırpm an kanlı k ap u tlar altında kayıp gittiği kaosu b ir saniye aydınlatan bu şimşeğin yanında, Reichbach’ın penceresi ardından belirm iş yer­ yüzü serüveni neydi ki? Gizini değil de yalnız varlığım belli eden, kendisine bağlı h er düşünceyi hiçliğe fırla­ tacak derecede basit ve zorba b ir gizlem - ölüm ün var­ lığı da aynı şeyi yapardı kuşkusuz. O tların içine çökmüş, b ir sigara yakm ıştı. İğrenç. B ir başka sigara yakm ıştı; aynı tad; b ir üçüncüsü. At­ m ıştı; aynı zam anda hem acı, hem b u ru k tad sürm üş­ tü. Şimdiden, yoldan ayrılmış, yeniden bulduğu bütün gücüyle orm anda k o şu y o rd u : zehirlenm işti olamazdı, çok geçti; hem de yalnız dizi sızlıyordu... Yakılıp yıkıl­ mış b ir saniyede, R eichbach’daki oda ile yeşil yol, pro­ fesörün Bolgakon yıldızları altında vızıldayan sesi bir­ birine girm işti (dün! dün!). Ama insan ne halletm eye gelmişti yeryüzüne! Hey gidi gözler kam aştıran saçm a­ lık! Sağ ayağı yere değdikçe sızı kalçasından karnına kadar uzanıyordu; koşuyor, koşuyordu, yelin dallar ara-


CHARTRES

KAMP1


sındaki ıslığı altında, gırtlağında şim diden hırıltılı ve ince soluğunu duyuyordu, - ipeğim si... Şimdi de kendisini tehdideden korkunç yüzleri bi­ le düşünm üyordu artık : her adım da kasığına saplanan b ir yaba sızısı ve burnunun, gırtlağının dibine kadar işliyen bu am ansız tadla zıplıyor, her inişte yavaş koş­ mak zorunda kalarak sinirleniyordu, gırtlağındaki bu dinmez hırıltı kadar kesin ve açık b ir gerçeğin büyüsü altındaydı : yaşam ın anlam ı m utluluktu, oysa, o m anka­ faysa, m utlu olm aktan başka şeyle uğraşm ıştı! Kuşku­ lar, onur, acıma, düşünce, hepsi de canavarca b ir al­ datm acadan, küçültücü kahkahası ancak son dakikada işitilecek olan uğursuz b ir gücün aracılarından başka birşey değildi. Ölümün yum ruğu altında b u azgın iniş­ te, kendisini m utlu olm aktan alıkoym ak h er şeye karşı b ir şaşkın kinden başka hiçbir şey kalm am ıştı içinde. Yardım arabasını şöyle b ir görür gibi olm uştu; daha da hızlı koşm aya çalışmıştı; bacakları boşlukta dönmüş, evren birdenbire alabora olmuş, orm an göğe fırlam ış, gök ayaklarının altına gelmişti. Bir oksijen m askesinin nikeli üzerinde güneşin pa­ rıltısını, yanında, b ir Rus subayının çırpm ışım sezmişti: "Şim di zehirlemeyin beni, zehirlem eyin!” diye bağırı­ yordu adam , b ir başka maskeyi itmeye çalışıyordu; çığ­ lıkları babam ın soluğunun gürültüsünü bastıram ıyordu; göğsünün ta dibinden sisler içinde b ir vapur dü­ düğü gibi sesleniyordu babam ın soluğu, tüm üyle dağı­ lıncaya kadar da seslenmişti.


CHARTRES

KAMPI


Babam ın bu " k arşılaşm a'lan n ın - ve yaşam ının gerisi de aynı silsiledendir, am a aynı eğimde değil. Bu- * nun için önce kendime dönüyorum : yazmanın, (en so­ nunda!) cehennem değiştirm ek olm aktan çıkacağı nok­ taya gelmekte acele ediyorum. B urada, kendi kendimiz olm aktan b ir şey çıkmaz; insan olm ak önemli. Bozgu­ nun kargaşalığı düzene sokulduktan sonra, gerektiği gibi davranıyorlar bize; am a babam ın sorusu altında alçak sesle süregelen sorum u binlerce arkadaşım ın bo­ yun eğmiş erim esinin durm am acasm a ortaya çıkardığı soru besliyor, hem de h er gün biraz daha fazla... Stieglitz’in dostunun hapisanede utanç ve yalnız­ lığa “dayanan” üç kitaptan başka b ir şey düşünem edi­ ği gibi, ben de hiçliğin çekimine dayanan şeyi düşünü­ yorum yalnız. Ve yitirilm iş günlerden gelip yitirilm iş günlere giderken, arkadaşlarım ın biçimlenmem iş payı­ nı belirsiz b ir yolla gece göğünün ölümsüzlüğü karşı­ sında dayanan soyluluğa - öleceğini bilen biricik hay­ vanın utkun payına bağlayan, W alter’in söylediğinin ter­ sine, onunla hiçbir zam an zıtlaştırm ayan gizlem gittik­ çe daha çok saplanıyor kafam a. Hep aynı ağaçlarla çevrili, hep aynı yol ve F land’re ’ın tankların dişlileri altında hep aynı derecede sert taşları. Ovanın yolları üzerinde ilerleyen toplulukların sıkıntısı. Son sıkıntı yolumuz; bundan sonra, ya coş­ kunluk, ya korku : savaş hatlarına varıyoruz. D ikkati­ miz sersemleşme, sıcak, m otorların gürültüsü, dişlile-


rin yola indikleri gibi başım ıza da iner gibi olan vuruş­ ları altında b ir lam ba gibi kısılmış. Uzun b ir yürüyüş­ ten sonra tanktan çıktık mı gevşek yüzlerimiz, kırpılıp duran bitm iş insan gözlerimiz, Lansquenet m iğferleri­ miz altında soytarı yüzlerimiz nasıl olur, bilirim ... Flam and gecesi, sonsuza dek. Arkamızda, dokuz ay­ lık kışla ve konaklam alar; b ir insan oluşturm aya yetetecek bir zaman. Dokuz ay oluyor, Quercy’de b ir oteldeydim. Hizm et­ çiler radyonun başından ayrılmaz olm uşlardı. Yaşlı ka­ dınlardı. Bir sabah, ikisiyle m erdivende karşılaştım : sık adım larla, koşa koşa odalarına çıkıyorlardı, sabırlı yüzleri gözyaşlarmdan sırılsıklam dı. Alman ordusunun Polonya'ya girdiğini böyle öğrendim. Öğleden sonra, Beaulieu - sur - Dordogne’da sefeı berlik ilanlarını gördüm. En güzel Roman alınlıkların­ dan biri de Beaulieu kilisesindedir, heykeltraşm , İsa ’­ nın dünya üzerine açılmış k o llan ardında, çarm ıhın kol­ larını da tehdit eden b ir gölge gibi belirttiği tek alıniıkdır bu. Bir tropik ülke sağnağı köyü su içinde b ırak­ m ıştı. Kilisenin önünde bir Meryem heykeli vardır; beş yüz yıldan beri, her yıl olduğu gibi, bağcılar, bağ bozu­ m unu kutlam ak için, çocuk îs a ’nm eline en güzel sal­ kım lardan birini bağlam ışlardı. Issız alanda yerlerin­ den sökülm üş ilanlar sarkm aya başlam ıştı; bilinmedik heykeltraşm bunalım ı ve acıma duygusu karşısında sal­ kım daki su dam laları üzüm den üzüme kayıyor, sessiz­ lik içinde, hafif b ir gürültüyle, b irbirleri ardında, bir su birikintisinin ortasına düşüyorlardı. Tanklarım ız Alman hatlarına doğru ilerliyor. Bizim­ kinde dört kişiyiz. Bu gece yolunu izlemekten, savaşa yaklaşm aktan başka yapılacak hiçbir şey yok. H er bir


arkadaşım ın yaşamı b ir y a z g ı: belki de bu gece öle­ cekler. Eylül başında, binlercesinin gidişini görm üştüm ad­ sız, üç yoldaşım gibi : beş milyon insan hiçbir şey de­ meden kışlalara gitm işti; daha şim diden geçmiş oldu bu, bellekte büyük b ir sessizlikten başka b ir şey olm a­ yan b ir geçmiş. Moulins alanında, hoparlör ilk çarpışm aların baş­ ladığını bildiriyordu. Akşam oluyordu, iki, üç bin yeni asker dinliyordu, yeni giysiler içinde yeni, eski giysiler içinde kirli oldukları için beceriksizdiler, hiçbiri tek sözcük söylemiyordu. B ütün yollarda, erkekler birlikle­ rine gidiyorlar, kederli kadınlar atları "te3İim”e götü­ rüyorlardı. B ütün bunlarda acı b ir dayanıklılık, su bas­ m ası karşısında b ir köylü eğilmezliği vardı. Yıkıma doğ­ ru tırm anıyorlardı.

Bu gece de, donuk yol üzerinde, üç yoldaşım Al­ m an tanklarına, Alman toplarına doğru nerdeyse böyle ilerliyor. M akinist Bonneau'nun m akina odasında olması ge­ rekirdi : aralıkta bulunduğundan kuşkum yok. (Birbiri ardından gece yolunu izleyen b ü tü n bu tanklarda, m a­ kina odasından ayrılm ış tek m akinist yoktur, yönetme­ lik burada bulunm alarını ister). Hiçbirimizle konuşam a­ dığı için, yalnız konuşuyordur kuşkusuz sonu gelmez söylenisi dişlilerin takırtısı altında ezile ezile. Deri ceketi, kesilmemiş sakalıyla jan d arm aların a r­ dında ta b u ra geldiği zam an, öyle b ir su ratı vardı ki, yüzbaşı kendisini profesyonel b ir boksörün em rine ver­ m işti hemen. 0 da Bonneau’yu hem en teslim alm ıştı am a oldukça zorlu b ir korku da geçirmediği söylene­


mezdi. Yum ruk kavgası düşkünlerinde gerçek cesarete pek ender rastlam ışım dır. Hem yum ruk kavgası da olm am ıştı, topu topu b ir huzursuzluk olm uştu başlangıçta. Bonneau “belalı” üni­ form asıyla geliyordu, horgörü ya da korku uyandırm a­ ya, karşılaştığı horgörü arttık ça daha çok korku uyan­ dırm ak istemeye alışmıştı. Ama erler pek küçüm sem ez­ ler öyle : Bonneau çenesini öne çıkararak : “Ne bakıyor­ sun öyle suratım a?” diye sordu m u dalgın birinden "-Ben mi? seni görm edim b ile ...” yanıtını alıyordu. Bir kavgada b ir adam öldürdüğünü söylüyordu, am a aslı yoktu kuşkusuz, öyle olsa disiplin tab u rların a yollanırdı. Ama şube, aynı koğuşta yatanlara, sicilinde yaralam a dolayısıyla üç "m ahkûm iyet” bulunduğunu bil­ dirm ekte gecikmemişti. H alk adam öldürm enin romansılığma kenterler k ad ar duyarlı değildir : onun için, kaatil de k u rt gibi ayrı b ir tü rd ü r, o kadar. Bonneau’nun gerçekten b u türden mi olduğu, "b ü tü n bunların ger­ çek mi, yoksa palavra mı olduğu önemliydi. Kölelerde çok güçlü b ir yalan içgüdüsü vardır. Bu rom ansılığa inanan tek insan kendisiydi. Hapisane öyküleri, “belalı” öyküleri, sakalını kesm em ek ve esaslı b ir kaatil suratıyla kalm ak için b u keçi sakalı bırakacağım söylemeler; sonra, sürekli olarak m ahkûm edildiği tem izlik işlerinde, durum a uygun kenar m ahalle ağzı, M ontéhus şarkıları. Felaket çocuğu... B ütün ta ­ bur m erdivende sıkışıp ayakkabı dağıtım ını beklerken, birdenbire "Légion askeri”nin sesi duyuluyor, sonra b ir söylenidir başlıyordu : "-Ah! ne karıydı o öyle! B ir se­ verdim ki o sıralarda! Ama onlar, o inekler öldürdüler zavallıyı...” şişledi onu. B ir hastane öyküsü seziliyor­ du, öyküdeki "on lar” aynı zam anda hem hekim ler, hem


de yasaları benim seyen b ü tü n insanlardı; kuşkulu ko­ ğuş arkadaşları, şakacı karşısında okullular gibi b irb ir­ lerini dürtm ekle birlikte, onun koğuş nöbetçisi olm a­ m ası için binbir dolap hazırlıyorlardı. S onra büsbütün de bilmez olm adıkları b ir çadır folkloruyla tanışıyor­ lardı : sarhoşluğun ya da aşk m anyaklığının kovduğu toplum kurbanı; disiplin tab u rların ın yolu gelmez ada­ mı herhangi b ir F ort - Chabrol'da b ü tü n polis örgütüyle tek başına çarpışan yasa - dışı kişi; kolunun ardından polis m üdürüne ateş eden Bonnot (bizimki nerdeyse onun adını taşıdığını unutm uyordu kuşkusuz); am a her şeyden Önce kahram an ve içli "belalı”, dostlarına so­ nuna dek bağlı olan, aşk yüzünden elini kana bulayan, kürekten kaçtıktan sonra, yaşam ını M aroni’n in tim ­ sahlarıyla bitiren serseri. Çünkü Cehennemlikleri ister destansı, ister zavallı olsunlar, B onneau’nun cehenne­ m inin çem beri vardır, bu da k u rb an lar çem beridir. Y aralı b ir ispinoz kuşu getirip de besleyeceğini söy­ leyince, korku b ü y ü m ü ştü : arkadaşlarım için, kaatil herşeyden önce b ir delidir. K oğuşlarda gizlenme önlem leri arttık ça en sağlam yol ışığı kaldırm ak oluyordu. Çavuşlar am pulleri çıka­ rıp alıyorlar, ama, saati gelince, zuladan başka am pul­ ler çıkıyordu. Bir gece, iki priz işlemez olm uş, Bonneau, "elektrikçiliği olduğunu” bildirm iş ve gizlice, b ü tü n ya­ pının elektrik düzeniyle boğuşm uştu, işini öyle b ir b a­ şarm ıştı ki, kendi koğuşunda da, öbür d ört koğuşta da tek priz işlemez olm uştu akşam . K aranlıkta, b ir hom ur­ tu d u y u lm u ştu : "Kim çakarır bu herifleri başımıza! Gel de bozulm a şu hıyara! - Ben elektrikçiyim , gene de söylenmedikçe elimi bile sürm em , b ir de şu herifin yap­ tığına b ak !” îlk koğuşun kapısının çarpılışından, döne­ nin o olduğunu anlamış, herkes : birdenbire bir, sessiz-


lik çöküverm işti. Sonra alçaktan b îr ağız dalaşm ası baş­ lamış, sonra b ir ses iyice belirginleşm işti, sakin ve sert­ ti, boksör - onbaşının, sesi de değildi. "Bak, Bonneau, iyice su koyvermeye başladın sen a rtık ... Bıçkın mıçkm tanım am ben. Ampulüme el sürecek olurlarsa, işin sonu kötüye varacak dem ektir. H oşuna gitmediyse, işte suratım . (Küçük b ir elektrik lam basıyla tam ortadan aydınlatılan b ir yüz belirm işti). Yarın sabah arayacak olursan, kolayca b ulursun.” İlk kez duyuyordum Pradé'nin sesini. Ve Bonneau karanlıkta açıklıyordu : "suç kendisin­ de değildi akım ... k u rşu n la r...” Herkes korktuğunu söy­ leyecek diye bekliyordum : genel izlenim : “o kadar da ibikleri düşmediği, d ü rü st davrandığı, haksızlığını an­ layınca dayatm adığıydı”. Demek o kad ar da deli değil­ di. Tabur onu benimsemeye hazır durum a geliyor, am a koğuş ışıksız kalıyordu. B ir tank sürücüsü, eski b ir otobüs şoförü, "Le P 'tit Q uintín" şarkısını söylemeye başlam ıştı. B ir sürü Flandreslı asker vardı orada, am a şarkısına güç veren anı değildi, ağırlıktı. B ir ağıda dönüştürüyordu onu, böylece ağıtların gerçek uyum unu bulduğu gibi bu ru n d an perdesini de buluyordu, b ir düşkünlük şarkısına bütün anlam ını verm ek için bu karanlıkta düşkün b ir ses ye­ tiyordu sanki. Ve askerler, b ir hapishaneye benzeyen bu savaşta sarhoş olm akta kararlı, kantinde, kadeh ü stü n e kadeh istedikleri gibi, şarkı üstüne şarkı istiyorlardı. Şarkıcı bu sıradan m üzikten bıkarak, Tosca hava­ sına başlam ıştı. Korkunç! Son ulum aları huzursuz bir sessizlik izlemiş, şoför öfkeyle hom urdanm ıştı : "Peka­ la, pekala, beyler hoşlanm adıklarına göre!” Sonra yat­ maya gitmiş, ilk şarkının hüznüne, yıkılan b ir kaynaş­


m anın huzursuzluğu eklenmişti. Bonneau unutulm uştu. Herkes kendi özel kederine göm ülm üştü. B ir cep lam ­ basının gizli ve yasak ışığında bakm ak için cüzdanın­ dan karısının fotoğrafını ilk çıkaran hangisiydi? Beş dakika sonra, küçük topluluklar arasında, resim ler do­ laşıyordu, kısık bir ışığın çevresinde d ö rt beş kafa, kü­ fürler arasında kalın parm aklardan sam anlar üzerine düşen am atör fotoğrafları. Kimsenin başkalarının ka­ rısına kulak astığı yoktu, herkes kendisininkini de gös term ek için bakıyordu bunlara. Gene de, bu iç dökme ışığı içinde, birer giz gibi beliriyorlardı, kadınların giy­ sileri birdenbire, kocaların yaşam ını sivil resim lerinden daha iyi esinliyordu. P radé’nin karısı, düz saçlı, geçkin b ir ev kadınıydı; Bonneau, bunca insan içinde d ört re­ sim birden taşıyan tek askerdi, hepsi birbirinden yos­ maydı. Pancar burunlu, küçük Léonard’a - radyom uza gelince sessizlikle geçiştirip yalvarttıktan sonra, b ir k a rt­ postal çıkarm ıştı en sonunda, gözler kam aştıran, tüylü b ir giysi giymiş, çok güzel b ir kızdı resim deki. Alt ya­ nında birkaç satır yazı vardı. Arkadaşlar, alttan, m a­ salsı b ir biçim de aydılanan Léonard’m gözleri önünde, başlarını birbirine yapıştırıp lam baya yaklaşarak yazıyı sökmeye çalışıyorlardı : "Minik kedim Louis’ye”, sonra müzikholün gözbebeklerinden birinin imzası. Léonard Casino de P aris’de onarım cı olarak çalış­ m ıştı. H er gün, yıldızın alkışlardan kıpkırm ızı olmuş b ir durum da dönüşünü aynı hayranlıkla seyrederdi. Onunla hiç konuşm adığını ileri sürüyordu. Olağanüstü derecede kocam an b urnuna karşın, yüzü duygulandırabilirdi insanı : tatlı İspanyol köpeği gözleri, b ir de her tü rlü gururdan uzak b ir anlatım ın bazı bazı büründü ğü dokunaklılık. Bu yorulm az hayranlık mı dokunm uş­ tu oyuncu kadına, yoksa b ir geçici isteğe mi kapılm ıştı?


Çok başarılı b ir gecesinde, ("öyle ki, m erdivenleri çı­ karken bile, alkışlar hâlâ duyuluyordu”) L eonard'ı oda­ sına götürm üş, onunla yatm ıştı. “E n garibi de, bak, şey... yattık işte! sonra b ir de baktım , iskem lenin üstündeki giysime bakıyor, nerdeyse hoplayıverecekmiş g ib i: “Ama, bana b a k : polis molis değilsin ya inşallah?” de­ m esin mi? “Yok, dedim, görüyorsun işte, onarım cı giy­ sisi!” "Çünkü, y o k sa...” dedi seninki. Çok tuhaf, değil mi? H er akşam görüyordu beni, gene de o n a n m a la rı bilmiyordu! Şurasını da söylemeli ki, o sıralarda daha gençtim ...” Hepsi için, düş vardır, M arlene Dietrich, ya da Mistinguett ya da W indsor düşesi; am a düş olarak kala­ caktır. Ve perilerin hab er getirdiği b u arkadaşı, - koğu­ şun alığını - semini, - yalnızca b ir talihli değjl, b ir cen­ netlik sayıyorlar : kırm ızı burunlu fino başı onlarca aş­ kın gizlemli yanının kanıtı; yıldızın gelgeç isteğinde on­ ları büyüleyen şey, farkında olm asalar da, Y seult’nün iksiri. — Peki, sonra ne oldu? diye sorm uştu koro, fotoğ­ rafla b ir kez daha oynarken, p arm aklar titriyordu. — Öbür günlerde, çağırmadı; o zam an, anladım ... Kinden, h atta boyuneğişten bile iz yoktu sesinde; bir diyeceği yoktu. K alıtım m utluluk karşısında m ıştı onları.

um ursam az yapm a­

Elbette, Leonard’m fotoğrafından sonra, en büyük başarıyı B onneau’nun d ö rt fotoğrafı sağlam ıştı. Bonneau iyiden iyiye giriyordu artık tabura. Sonra, yavaş yavaş, yürüyüş sırasında b ir falçatayı alm ak için eğildiğini "Güven olmaz bu nesnelere!” diye başlayan, am a hep :


“B ir işe y arar b ak arsın ” diye biten yeni b ir söylevle fişekliğine koyduğunu gördükçe, bu korkunç adam ın içinde b ir çal - çaput düşkünü bulunduğunu anlam ış­ lardı; çal - çaput düşkünleri de nasıl olur, bilirdi h er­ kes. Sonra, zaman, bu anarşistten b ir b aşka k i ş i : p a­ pazlara saygılı b ir kişi ç ık a rm ış tı: "Bizim kocakarı faz­ la birşey öğretm edi bana, am a b u herifleri saymasını öğretti! Devlet varlığını yoklarını ne diye almış ellerin­ den? Ben buna hırsızlık derim. Rothschild'ler, banker­ ler, hep böyle herifler to p lar p a rs a y ı: yoksulların elindekini alırlar hep!” R u h r’un işgal m adalyasını havaya kaldırıyor, yüzbaşı de M ontem art’ı büyük b ir saygıyla anıyordu : "S trasbourg’ta süvari birliğinde yüzbaşımdı, burdaki salaklar gibi değildi, em retm esini bilirdi, rü t­ belerini atıp herhangi b ir askere : "E rkeksen çık dışa­ rı!” diyebilirdi onbaşı olsaydı, kendini iyi yürekli, kötü kafalı, örnek asker olarak düşünmeye hazırdı, bunun­ la birlikte M ontehus’ten geçmezdi. Saygıdeğerliğe say­ gılıydı p atro n sendikalarına yazılmıştı. “-Bonneau, de­ m işti teğmen, görünm ek istediğin k a d a r da kö tü değil­ sin! - Ben mi, teğmenim, ben kötü değilim ki! B aşka­ ları kötü yaptılar b e n i...” Kaim dudakları ileri çıkıyor, kara kaşları kalkıyor, çekilen “dehşet” m askesinin altın­ dan ruhu çıkıyordu sanki birden ortaya, iyileşmemesiye çocuksu. Sert çıkışından dolayı P rade’ye kin tutm am ıştı. Tank arkadaşıyız, birlikte kantine gideriz sık sık; Bon­ neau sayıklamaya b aşlar başlam az, Prade ağır ağır omuz silker, ona b ak ar ve susar. B onneau çabuk, an­ laşılmaz b ir biçimde konuşur, sonra öbür ırkın, -~hiç düş kurm ayan ırkın karşısında olduğunu sezer. Almanya'yı parçalam anın zorunluğunu öğrenelim diye dörder dörder gönderildiğimiz konferanstan son­


ra, b ir litre kırm ızı şarabın karşısm da da böyleydik. Yemek saatim izin gecikmesine yol açan bu soylu söy­ lev konusunda askerlerin ne düşündüğünü m erak edi­ yordum . — B ıraksalar da yemeğimizi saatinde yeseydik d a­ ha iyi olurdu, dem işti Bonneau. L^onard’sa : — Bilgili insanları dinlemek hoşum a gider y am a­ nı vermişti. Çevremizde başkaları da konuşuyordu : — Hepsini iyi anlıyam adım : kitap gibi konuşuyor. — Kim ip le r: bizim istediğimiz, evimize dönmek!.. Sonra b ir başkası : — Bize iğrenç şeyler yaptırtm ak için parlak söz­ ler. .. — Neymiş bu iğrenç şeyler? Belirsiz b ir el sallama. Ama hepsi de, bulanık b ir biçimde, Almanya’yı p ar­ çalam ak için kendi görüşlerinin sorulmayacağını ve güçlü kişiler kendilerini herhangi b ir şeye inandırm aya kalktılar mı işin içinde b ir b it yeniği olduğunu düşünü­ yordu. Ağzı sıkıldıkta kendisi gibi yassı yüzlü, çelik gözlü Asyalılardan geri kalmayan Prade hiçbir şey söy­ lememişti gene. Koğuşa ikimiz birlikte döndük. Tek sözcük konuş­ m adan yüz m etre yürüm üştük belki, en sonunda k ara­ rım vermiş, başlangıçta hiç yüzüme bakm adan, ağır Doğu şivesiyle, o çok ağır konuşm asıyla konuşm aya b a ş la m ış tı:


— Çocuklara sorduğunuz şeyi söyleyecektim : sır­ malı tüysüzün söylevi hakkında ne düşündüklerini. Prade'ye sorarsan, askerlerle konuşm ak başka, Fransız yurttaşlarla konuşm ak başka. Asker olarak, h er şeyi dinlemeye hazırım ; şimdiye kad ar dinlediğimden faz­ lasını dinleyecek değilim ya! Ama beni karşılarına bir yurttaş olarak alır da konuşurlarsa, o zaman, iş değişir. Değişir iş! (Ne söylerse söylesin, görünm eyen b ir yalan­ cıyı paylar gibiydi hep). Bu durum da, beni zorla düşün­ dürtm ek istem eleri hoşum a gitmez. Buna maval oku­ m aları da. îyi bilirim Almanları; iyi bilirim ben. 15 yı­ lında bizim oralara geldikleri zaman, herkes mahzen­ lerdeydi. Dipçiklerle vuruyorlardı kapılara; ufaktım , açmaya beni yollam ışlardı. Nasıl titriyordum ... Kimi­ leri kafalarım ıza vurdu, kim ileri de ekm ek verdi. Her yerde olduğu gibi. Dişsiz çenesi ilerde, hep düşsel b ir yalancıya kız­ mış, yineliyordu : — .Her yerde olduğu gibi. Sonra aynı sesle ekliyordu : — B unlar yurttaşlard an sözetmek çabasına da gir­ miyorlar! İkide bir, aralarında yaşadığım bu askerler b ir baş­ ka çağdanmış gibi görünüyor. P rade’yi dinlerken, eski cum huriyetçi onurunu, b ir yüzyıldır \ nerdeyse hiç de­ ğişmemiş olan b ir sesi duyar gibi olm uştum . Dost bil­ m işti beni, kardeşlerinden birinin, b ir delibozuğun, İs­ panya birliklerinden döndüğünü açm ıştı “-—insan ora­ dan gelir mi, iş aram ak için yorulm aya değmez. Prade bilir ne dediğini...” Ama b ir gün, gelip, beni bulm uş, her şeyin altını yum rukla çizer, her tümceyi b ir gözle­ min kesin özetine dö n ü ştü rü r gibi olan ağızla, o aynı


ağır sesle konuşm aya b a ş la m ış tı: "—Yüzbaşının errtireri kirişi kırıyor. Em irerliği, orduda, pek de fena b ir iş değildir...” Beklemiştim. Yanım a gelip de genel bir sözle başladı mı, ya b ir yardım , ya b ir öğüt isteyecek dem ekti. Gene k o n u şm u ştu : — Subaydan berbadı y o k tu r... — Öyleyse, ayaklarının altında işin ne, hem de uşak olarak? ---- Uşak m ı (diş kökleri acı acı öne çıkm ıştı gene), bu rad a kim uşak değil ki? Bana sorarsan, em ireri olur­ san, kakavandan çok karıyladır işin. İşini yapan, ağır­ başlı b ir adam , bak : işini yapan diyorum (ve gene sık sık yinelediği "Dediğinizi yapıyorum , bırakın öyleyse beni; köle olsam da, olm asam da, sizi tanım ak düşün­ cesinde değilim”, anlam ında elini sallam ıştı), işte bu adam , sonunda huzura kavuşur. Ama b ir subayla ve onunla bizim aram ızdaki b ü tü n heriflerle, hiçbir zam an kavuşam azsın huzura. Kadın kadındır; ne olursa ol­ sun, omzunda yıldızı yoktur! O nur sözcüğünü kullanm ayı göze alam ıyor, başka sözcüklerle anlatm aya çalışıyordum ; am a o hem en kul­ lanm ıştı sözcüğü : — O nur dersen, b ir adam ın onuru varsa, nerede olursa olsun, vardır; yoksa, hiçbir yerde y oktur derim ben! Ben ona askerlik ilişkisinin hiç değilse kişisellik, ten uzak olduğunu açıklam aya çalışırken, acılı dudak­ ları çürük dişlerinin üzerinde gülüm semişti. Haklı ol­ duğunu sezmiştim : kendi seçmediği b ir adam ın yanım da, bu adam hiçbir zam an varolm am ışcasına yaşayabi­ lir, ölüşüne bakabilirdi.


Yaşam denilen bu alçaltıcı, donuk ve kaygı verici serüvende tek saltık payı oğlu. Savaşın uzayacağım sa­ nıp sanm adığım ı sorarsa, o rduda daha ne kadar zaman kalacağını bilm ek için sorm az : — Oğlan onbirinde; benim öb ü r savaştaki yaşım ­ dan biraz fazla. Bu önledi okumamı. Gene de din ders­ lerine yollayabildiler pekala, am a okula yollayamadılar... K afalıdır bizim oğlan, kafalı... B ir burs bulabilir­ dim ... Nereye götürdü bu savaş b u rsları... Öğrenimini sürdürm esi için, benim çalışm am gerekli, bense, elde silah, budalalık üstüne çalışıyorum. Sonra, iki yılı gitti m i yapılacak b ir şey kalmaz iş işten geçer... Ailede, ilk okuyan o olacaktı! Nasıl olursa olsun, bu yaşta b ir ço­ cuğu yönetm ek gerekir... Ben yapabilirdim bunu, ilk ­ ten sonra geçerdi bu iş benden; am a şim di b ir şeyler yapabilirdim daha, yazımı saymazsak. B unun için he­ sap çalıştım ... Ona yol gösterebilirim . Karıya gelince, ne yapabilir ki? K alabalık b ir ailenin kızı... Sık sık yinelediği, am a bu kez sert olacak yerde hüzünlü, özetlenmiş yargı havasıyla e k liy o r: — Kafası fazla çalışmaz. Tankı o sürüyor. Yepyeni olm alarına karşın, tank­ larım ızda yöneticiyle sürücü arasında işaretlem e araç­ ları bozuk olduğundan, iki iple bağlıyız birbirim ize, onun kollarm a bağlı ipler, ben de avcum da tutuyorum . Dişlilerin gürültüsüne karşın, birdenbire sessizliği yeniden bulur gibi o lu y o ru z: tan k lar yoldan ayrıldı. K um dan ayrılan sandal, tekerlekleri yerden ayrılan uçak gibi, biz de kendi öz ortam ım ıza giriyoruz; dem irlerin titrem esi, dişlilerin yolu durm am acasına çekiçlemesiyle


büzülmüş kaslarım ız gevşiyor, ay ışığının uyuyor...

huzuruna

B ir dakika, karan lık ta çiçek açmış b o d u r meyve bahçeleri ve uzamış sis tabakaları arasında, kurtulm uş durum da, gidiyoruz böyle. H intyağı ve yanm ış kauçuk kokusu içinde, atış için tankı durdurm aya hazır b ir du­ rum da, sinirli sinirli tutuyorum iplerim i: görünüşte ay­ nı biçim de olan b u tarlalard a bile, yalpalanm a yürü­ yüş sırasında nişan alınam ayacak kad ar fazla. Yoldan ayrılm am ızdan, farkettiğim iz ender gölgeler birer he­ def olabilecek durum a gelmesinden bu yana, kadırga sallantım ızı daha fazla duyuyoruz. B ulutlar ayı perde­ liyor. Buğday tarlalarına giriyoruz. İşte savaşın başladığı dakika. Düşman üzerine yürüm e duygusunu belirten hiçbir ad yok, oysa cinsel istek ya da bunalım k ad ar kendine özgü ve güçlü b ir şey. Evren ilgisiz b ir tehdit oluyor. Pusulayla gidiyoruz, ancak gökyüzünde belirlenen şey­ leri seçebiliyoruz, telgraf direkleri, çatılar, ağaç tepe­ leri; sisten azıcık daha açık meyva bahçeleri görünmez oldu, karanlıklar bizi ığralayan ya da şiddetle sarsau tarlaların üstüne yığılmış gibi; b ir dişli kırılacak olur­ sa, ya öldük ya tutsağız. Prade'nin çekik gözlerinin gösterge tablosuna nasıl baktığını biliyorum , her sani­ ye, ipliğin avcumu gıdıkladığını duyuyorum, b ir sarsın­ tıyla uyarılacakm ışım gibi... Daha bağıntıda da değiliz. Savaş biraz ötede bekliyor bizi, belki de yeniden beli­ ren ay ışığında betonları fosforlu gibi görünen telgraf direkleri yükselen çıkıntıların arkasında. Gece ovasının belirsiz, büyük hatları, yeniden apak ularak belirm iş sis tabakaları, tankın gidişine göre yük­ selip alçalıyor. K uru ve çok sert yalpalara karşı, buğ­


daylarla sert toprak arasına geldik mi hemen başlayıveren, şiddetli titreşim ler karşısında, kaza sırasında oto­ mobilde olduğu gibi, bütün bedenimiz toplanm ış; elle­ rim den çok sırt kaslarım la yapışm ışım kuleciğe. Azgın titreşim ler benzin borularından birini çatlatmayagöriiin, tank saralı b ir kedi gibi kendi çevresinde dönerek obüsleri bekleyecektir. Ama dişliler tarlaları ve ta şlan hâlâ çekiçliyor ve kulemin nişan alm a deliklerinden, kısa buğdaylardan, sisten, meyva bahçelerinden görebil­ diklerim in ötesinde, gece göğü üzerinde, şimdilik hiç­ bir top alevinin taram adığı ufkun yükselip alçalışına ;bakıyorum . Alman mevzileri önümüzde; önden, tanklarım ız an­ cak atış dürbününden, b ir de top kapağından vurulur­ c a etkili olarak yaralanabilir. Zırhlarım ıza güvenimiz var. Düşmanımız Almanlar değil, dişli kopması, lâğım, b ir de çukur. En akıldan çıkmayanı çukur. Lâğıma gelince, ölüm ­ den sözedilmediği gibi ondan da sözedilmiyor; ya ge­ çersin ya geçemezsin üzerinden konuşulacak bir konu değil. Ama çukur başka : geçen savaşın öyküle­ rin i dinledik, - eğitim de de yeni çukurları, tankın b u r­ nunu kaldıram am ası için eğri yapılmış diplerini, dü­ şüşle işlemeye başlayan örtülü ta n k -s a v a r toplarını gördük. Léonard, Bonneau, Pradé, ateşe hazır dört çap­ raz tank - savar topu arasında kendini şöyle b ir göz önüne getirm em iş olanımız yok. Ç ukurlar dünyası ge­ niştir sonra, bu d ört kol ateşten içine düşülm esi k ar­ cıd ak i uzaktan ayarlanm ış ağır top için b ir belirti olan gizli oyuğa, basit çöküntüye kadar gider. İnsanla top­ rağın o eski anlaşm asından iz kalm adı : karanlıkta ara­ la rın d a yalpalandığımız bu buğdaylar buğday değil aı-


tık, b irer gizli tuzak : ü rü n veren toprak yok artık, yal­ nızca b ir çukurlar, b ir lâğım lar toprağı var; sanki tank gizlenmiş b ir tuzağa doğru tırm anıyor kendiliğinden; sanki bu gece geleceğin türleri, insan serüveninin öte­ sinde, kendi savaşlarına başlıyorlar... Alçak b ir tepede çok hızlı, m or alevler beliriyor en sonunda : Alman ağır topları. Kısa süren parlayışları ay ışığında görünm üyor muydu, yoksa atış yeni mi b aş­ ladı? Sağımızdan solumuza doğru yayılıyor daha çok, sallanan kulelerim izin görmemize elverdiği k ad ar uzak­ lara kadar, bü tü n u fu k ta uçsuz bucaksız b ir k ibrit çakılırcasm a. Ama, yanımızda, tek patlam a yok. M otor­ larımız bütü n gürültüleri b a s tırıy o r; buğday tarlaların ­ dan çıktık herhalde (yirmi m etre ötesini göremiyorum), çünkü gene dişlilerin azgın gürültüsü beynimize inm e­ ye başladı. B ir saniye, durduruyorum . İçim e dolan sessizlikten top sesleri yükseldi, dal­ galarını yel alıp götürüyor. Ve aynı yel, kendi gürültü­ m üzün hâlâ boğuk boğuk uğuldadığı kulağıma, ark a­ m ızda b ir kaç obüsün patlayışları ve yoldaşlarım ızın hızlı dişlilerinin hızlı tak ırtıları altından, derin b ir o r­ m an gürültüsünü, büyük kavak dizilerinin titreyişini g e tiriy o r: görünmeyen Fransız tanklarının gecenin so­ nuna kadar ilerleyişi... Atış kesiliyor. Arkamızda, sonra önümüzde, çok seyrek de olsa birkaç obüs daha patlıyor, kızıl p arıltı­ ları silinince, tanklarım ızın geçişiyle dolu b ir bekleyiş sessizliği yükseliyor. Gene başlıyoruz ilerlemeye, görünmeyen birliğim i­ ze yetişm ek için hızlanıyoruz. Dişlilerin tak ırtısı yeni­ den başladı, biz de yeniden sağırlaşıyoruz. Prade ile ben


yeniden dem irlere, m anivelalara yapışmışız, sızılı göz­ lerimiz, işitmeyeceğimiz b ir kırm ızı patlam anın ü stü n ­ de b ir taş, toprak fışkırm asını bekliyor. Yel kocam an b u lu tlar arasında yıldız bataklıklarını Alman h atların a doğru sürüklüyor. H içbir şey savaşa doğru b ir yürüyüş kadar ağır ola­ maz. Solumuzda, mayıs sisleri içinde, bizim gruptan iki tank ilerliyor; daha ötede, öteki gruplar; daha da ötede ve geride, b ü tü n takım lar ayın altında yola çık­ maya hazırlanıyor. Hiç kuşkum yok, zırhlan dibinde hiçbir şey görm üyorlar am a Léonard ile Bonneau da episkopa yapışmış Pradé gibi, nişan alm a deliklerinden bakan benim gibi bunu, biliyorlar bunu; bereketli top­ raklara dişlilerin göm ülüşü kadar, gecenin içinde tank­ ların koşut atılım m ı da ta bedenim de duyuyorum . K ar­ şıda, aynı açık gecede başka tan k lar bize doğru ilerli­ yor; aynı biçimde büzüşm üş, aynı biçim de dalgın in­ sanlar. Ama yedi yıldır savaş için yetiştirilm işler. So­ lum da, belirsiz pruvalarım ız eskisi kad ar koyu görün­ meyen buğdaylar üzerinde inip kalkıyor. A rkalannda, hafif tanklarla vurucu alaylar ilerliyor; daha ötedeyse, Fransız piyadeleri kitle kitle uzanıp gidiyor... Eylül b a­ şında bütün F ransa yollarında sessiz sessiz orduya doğ­ ru yürüdüklerini gördüğüm köylüler, Flam an oVası için­ de taburum uzun uğursuz akışına doğru yöneliyorlar... Ah! j ıtk u savaşı sevmeden savaşanların olsun! îçim e dolan bu coşkunluk kan pahasına yapılan bağlanım da kaynaşm adan mı geliyor, insan kurbanlı­ ğının özelliği olan şaşkınlık ve yücelikten mi? Bu in­ sanların hiçbirinin ölmemesini ne kadar istiyorum! K ör­ pe buğdaylar içinde, izlerimiz aym altında ışıldıyor...


Birdenbire, ağaçların tepelerinden başka, bütün yaKin görüntüler yok oluyor; yerde hiçbir şey; bizimle gelen tankların üzerine karanlıklar yığılıyor. Hiç kuş­ kusuz bir bulut kapatıyor ayı, şim di nişan deliklerincen göremiyeceğim kadar yukarıda. Bu yağlı çark de­ viniminin oynak buğdaylar içinde bizi kendisine doğru götürdüğü lâğımı düşünüyor gene, çevremizdeki kardeş .'■örgeler siliniyor. Prade, Leonard, Bonneau, Berger çı­ nlayan her şeyden kopmuşuz; bir takım - yapayalnız. Lconard'm eli kalçam la kule sulanın yanm a bir kağıt bırakıyor. denbire ışıktan körleşen gözlerim güneşler içinde, harf h arf söküyor ralı tank çukura rastlad ı.”

arasından geçip pu­ Işığı yakıyorum , b ir­ en sonunda, kırm ızı y azıy ı: “B-21 num a­

Prade söndürüyor ışığı. B ulutların boşluklarından ayın aydınlığı önümüzdeki alan üzerinden gelip gelip geçiyor... İşte tanklarım ız biraz arkada beliriverdi: geç­ mişiz onları. Sonra, yüz m etre ilerimizde, tankımızın türeyişlerine kadar, sinem amsı bir merm i fışkırışı. Du­ num bir saniye kırm ızı görünm üştü, şimdi yelde, ay ışığının altında, garip bir donuklukla iniyor... Başka patlam alar. Seyrek. B ir kesme atışı bile degiî. Bütün filomuz, şimdilik son hızla gitmese bile, da­ lla hızlı ilerliyor. Bu dağınık atışlar neye yarıyabilir? Almanların fazla topu mu yok yoksa? Bakışım hafiften aydınlık pusulaya çevriliyor; pusula titriyor, başka yö­ ne sapıyor, geri dönüyor, yönünden kurtulm ak ister gi­ bi görünüyor, sonra, çarkın sarsıntılarıyla, gene yerine dönüyor, yazgısı çevresinde boşu boşuna ve yorulm a­ dan çırpm an yaşamımız gibi. Zaman zaman, iplerden birini çekiyor, Prade'nin yönünü düzeltiyorum; çakur <;ı:kur ve sert bir durum a gelen toprakta, tank yana


kaçıyor... Birdenbire, esnek b ir toprak üstünde, deh­ şet içinde kaymaya başlıyor. Ölüm anında insanın yaşam ım doğru değil!

yeniden gördüğü

Altımda, biri uluyor, Bonneau mu? Léonard iki ko­ luyla bacaklanm a sarılmış, bağırıyor : "—Pradé! Pradé!’' Kalçalarım ın arasından duyuyorum sesini, haykı­ rışları, P radé’nin düşmeyi sezerek frenlere basmasıyla doluveren tufan sessizliğinde kuş çığlıkları gibi ince tiz. Çukur. Ben de haykırıyorum . Yeniden işlemeye başlayan m otor bütün sesleri bastırıyor. Pradé eğik tankı ileri sürüyor. — Geriye! Geriye! Sağdaki ipi bü tü n gücümle çekiyorum : kırıldı. O arada b ir düşen obüsler, belirlenm iş çukurları uçuran obüslerdi. Toprak, ölüm üm üzün iki yanından geçen, ser best tankların gürültüsüyle çınlıyor... Pradé hız almaya çalışm ıştı yalnız, şimdi geri gen geliyor. Kaç saniye kaldı obüsün patlam asına? Hepi­ miz de başlarımızı gücümüzün yettiği kadar om uzları­ mızın arasına gömdük. Bonneau hep haykırıyor. Kız­ gınlıkla öne dayanan araba, kuyruğu b ir Japon balığı gibi havada, geriliyor, gerisi, çukurun duvarına sapla­ nıyor, kütüğe saplanan b ir balta gibi, baştan sonra tit­ riyor. Kayıyor, yıkılıyor. Kan mı, yoksa ter mi b u rn u ­


m un üstünden akan? Yanlam asına düştük. D urm adan haykıran Bonneau yan kapıyı açm aya çalışıyor, açıyor, am a gene kapıyor. Şim di nerdeyse tankın altına açılı­ yor olmalı. B ir dişli boşa dönüyor; Pradé tankı öteki­ nin üzerinde kurtarıyor, tank ikinci b ir çukura saplanırcasına dikine düşüyor. M iğferim kuleye çarpıp çın­ lıyor, başım şişiyor gibime geliyor, oysa hâlâ obüsün bekleyişi içinde b ir çivi gibi om uzlarım ın arasına gö­ mülü. Çukurun dibi yum şaksa, göm üldük dem ektir, obüs istediği kad ar gecikebilir... Hayır, tan k ilerliyor, geriliyor, gene gidiyor. Yeni çukurların dibi tankları kıpırdam az eder, çapraz tanksavarların da şimdiye ka­ d ar ateş etm esi gerekirdi; işaretli çukurlar kalıyor ge­ riye. Arka duvara hiçbir şey etkimez; ön duvar dikey ya da eğriyse, belki çıkarız (am a ondan önce obüs...) huni biçimi b ir yerdeysek, hiçbir zam an çıkamayız, çı­ kamayız; çıkamayız hiçbir zam an. Gözlerim sızlaymcava kadar, görmeye çalışıyorum; şakaklarım a doğru dam ­ lalar kayıyor : gözevlerim terden soğumuş. Görünmez duvar çok yakında kuşkusuz. Bonneau çılgına dönmüş, durm adan, b ü tü n gücüyle açıp açıp kapıyor kapısını, zırh da bu delikten m otorun gürültüsüne karşın, çan­ lar gibi çınlıyor. Neden gelmiyor b u obüs? Léonard bacaklarım ı bıraktı, tekmeleyip duruyor. Kulemin ka< pisini açm ak istiyor. Obüs çukurda patlayacak, çukur­ dan çıkılmaz, tankın dışına kaçm ak, bacaklarınızı kır­ maya çalışan b ir bunakla, çıkm ak korkusuyla kalm ak korkusundan delirip hızlı kapı çarpm alarla çıldırmışlığın uğursuz tam - tam ını çalan b ir başkası arasında kı­ m ıldam adan durm aktan daha da budalaca b ir şey. Sa­ kin b ir adam gibi sakin değilim : bunalım ın ötesindeyim. Kuleden ayrılıyor, Pradé'nin yanm a gitm ek için eğiliyorum, Pradé birdenbire ışığı yaktı. Obüs gelmeye­


cek; ışıkta öldürülm ez insan,ancak karanlıkta öldürü­ lür. Eğilerek tankın dehlizine gitm ek için yaptığım de­ vinim sırasında, Léonard benim yerim e kuleye aktı; en sonunda açıyor kapısını, duruyor, ağzı açık; dışarıya atlam ıyor, birdenbire çöküyor, hiçbir şey söylemeden bana dönüyor, ayyaş burn u çiğ ışıkta şaşılacak derece­ de kırmızı; dehşet başını kım ıltısız bırakıyor, am a çu­ kura açılmış kapının kapkaralığı karşısında om uzlannı sarsıyor. Dişliler tutm uyor. B ir huninin içindeyiz... Ellerim le dizlerim üzerinde, Pradé'ye doğru atılıyorum , durm adan haykırarak yan kapıyı sarsan Bonneau’yu deviriyorum. Gerçekten bağırıyorum : — Kes artık! M otorun patırtısın a karşın tanıdığım , doğallaşmış sesi ;

birdenbire

— Ben mi? Ben b ir şey söylemiyorum!., diye k ar­ şılık veriyor; b ir çift tokat bekliyen çocukların oynak gözü, titreyen yüzüyle bakıyor bana, doğruluyor, miğ­ feri dehlizin tavanına çarpıyor aynı anda, dizlerinin üs­ tüne düşüyor. Sinem alara yaraşır b ir dehşet saçan su­ ra tı ölüm karşısında korkunç derecede çocuksu bir görünüşe bürünm üş. — Ben b ir şey söylem iyorum ... diye yineliyor (aynı zam anda, benim gibi, bizim gibi, dinliyor, obüs bekli­ yor); kapıyı b ir daha çarparak gözlerini gözlerime diki­ yor sonunda, elleri açık, m iğferi de çarpm a sonunda takke gibi oturm uş kafasına, dişlilerin sarsıntısı altın­ da titriyor, haykırıyor da haykırıyor, gözleri hep üze­ rimde.


P radé’nin yanm a geliyorum, birazcık doğrulabiî¡yo­ rum . En önündeyiz tankın, burun kalkıyor, yavaş ya-vaş, asılı bedenim yükseliyor, çukurdaki bu aydınlatıl­ mış tank onu bir kurban olarak sunarm ışçasına. Gene düşecek miyiz? Eh sonunda yerleştim . Dişliler hep ka­ yıyor; kana batm ış, yağlı ellerim çukur açan hayvanlar gibi havayı kazıyor, kendim de tankm ışım gibi... Dişliler tutuyor! Gizlenmiş b ir batak mı? Çukurda, dişliler tutmazolur. Obüs patlam adan çıkacak mıyız? Üç yoldaşım en eski dostlarım oldu. B ir patlam a gibi, b ir kapı gene, çarpıyor! Ola ki Alman topçuları b ir nöbet değiştirm e . yüzünden tankın düşme işaretini görm em iştir, ola ki gözcü uyukluyordur, ola ki... Saçma b ü tü n bunlari; Ama üzerine ayarlanm ış toplar olm ayan çukurlar bu­ lunduğunu düşünm ek daha da saçma! Dişliler hep tu ­ tuyor. Pradé ışığı kesiyor. — Ne yapıyorsun! Çıkma kudurm uşluğum a karşın, sessizliğin çevre­ mizde b ir zırh gibi yükseldiğini duyuyorum : hiçbir vı­ zıltı duymadığımız sürece, d ört saniyeliğine canlıyız. B u kapının çarpm ası bitecek mi? Buraya k ad ar nasıl bu­ nakça bakm ışsam öyle dinliyorum , kapının işaret zi­ linde başka tanklarım ızın dalgalarının çukurda ve zırh­ ta yankılanan uğultusunu işitiyorum yalnız, geçiyor, ge­ çiyorlar... Miğferim P radé’ninkine yapışm ış, kulaklığı­ nın deliğine haykırıyorum . “Bin!” geri dönen garip ses­ sizlikte tankı dolduruveriyor sesim. Pradé, bacakları havada, burnu havaya dikilmiş, kım ıltısız tankın için­ de iskemlesine sımsıkı yerleşm iş bana dönüyor: Bon-


neau’nun başı gibi, onun ihtiyar başı da, miğfere kar­ şın, masum laşmış; çekik gözleri, üç dişi, cançekişen b ir insan gülümsemesi çiziyor, hoşgörülü b ir gülümseme. — Bizim oğlan yandı bu gidişle... Dişliler gene kay­ maya başladı... Nerdeyse alçak sesle konuşuyor. Sözcüklerin altın­ da b ir obüs vızıltısının farkedilm ez doğuşunu işitmeye çalışıyorum : — Dayatırsak, göbeğimizin üstüne devrileceğiz... Vızıltı... Boynu yok hiçbirimizin. P rade’nin bacak­ ları bir kurbağa devinimiyle ayrıldı pedallerden, karnı­ nı koruyacak. Obüs otuz m etre gerimizde patlıyor. Işık söndü. İki büklüm olmuş, sonraki obüsü bek­ liyoruz, - patlam ayı, vızıltıyı değil artık, uzaktan atıl­ masını - ölüm ün sesinin ta kendisini. İşte P rade’nin çini i yüzü belli belirsiz b ir biçim de karanlıkta çıkıyor, öldü­ rülm üşlerin yüzünün kurşun rengi yüceliğiyle belirgin b ir durum a geliyor; bulanık, zayıf, gizlemli b ir aydın­ lık dolduruyor tankı. Onunla birlikte de benim çılgın sakinliğimi parçalayan b ir dehşet : ölüm geldiğini ha­ ber veriyor. Prade'nin dehşetten olağanüstü derecede dalgın, yaşam dan uzak, kım ıltısız yüzü yavaş yavaş ka­ ranlıktan sıyrılıyor... Dinlemiyorum bile a r tık : obüs, gelecek çünkü ölüm şim diden tankın içinde. Prade b a­ şını bana çeviriyor, beni görüyor, doğaüstü b ir dehşetle ölüm ü bile unutup sıkışmış başını geriye atarak zırha vuruyor. Sessizlikte m iğferin çan sesi, korkunç varlığı dağıtıyor, episkopun aynasını görm em i sağlıyor en so­ nunda : dikilmiş tank göğe bakıyor, gökte ay buluttan sıyrılmış gene, canı çekilmiş yüzlerimizi aydınlatansa,


uçsuz bucaksız ve yeniden yıldızlarla dolu aylı geceyi yansıtan ayna... K urtuluşum uz, gene obüsü beklemek durum unda kalmak. Kapı hâlâ çarpıyor. Bir el yapıştı sırtım a, sar­ sıyor. Kovmak isterdim onu, am a asılı kalmışım. — Çıkabiliriz, çocuklar! Çıkabiliriz! diye bağırıyor L éonard'm çocuksu sesi. Sırtım ı sarsan o. M anevramız sırasında tan k tan ayrılmış. Şim di dikey durum unda, çe­ şitli araçlarıyla b ir iskele gibi dehlizin içinde tırm anı­ yor. — Çöküntüler var! B ir tü r hendek burası! Yirmi, otuz m etre var en azından! Ç öküntülerle dolu. Pradé hem en geri çekiyor tankı. Léonard’la ben, yüzükoyun devrilmiş, gidiyoruz. Tank gene yatay du­ rum da. Kalkıyor, Léonard’m açık bıraktığı yan kapı­ dan atlıyor, b ir kez daha, yoğun b ir balçık kokusu için de yuvarlanıyorum , geri geri giden tank solum da du­ ruyor, tankla çukurun birbirine karıştığı karanlıkta tek aydınlık yer, köşeli açık kapısı. Pradé ışığı yeniden yakm ayı başardı. Y ukarda, toprağın yüzeyinde, zırhlı tüm enim iz, tan ­ kın içinde duyduğum uzdan da zayıf b ir sesle, hep ge­ çiyor... O büsler ağır ağır yola çıkıyor da sonra üzeri­ mize gelmek için hızlanıyor diyeceği geliyor insanın. Vızıltı başladığı zaman, hep bizim içinmiş, bizim çuku­ ra yöneliyormuş gibi. Toplar gizlenmiş b atak lara ayarlanm ıyorm uş her zam an. Ama çöküntü yok. Léonard saçmalıyor, tersine dönük b ir huniye düşmüşüz. Hayır, çukurun örtüsünü tank ortasından gelmiş; yddızlarla dolu b u büyük deliğin tam altında bulunm ayan bütün karanlık ona yönelir gibi. İlerliyor, yokluyorum : biraz


üerde, zorladığımız duvar eğiliyor... Çıkıncaya kadar öldürülmem ek! E lektrik fenerim i yakm ayı göze alam ı­ yorum. Tankta bırakm ışım zaten. Pradé, karanlıkta yanıbaşım da : — Deneyebiliriz... diyor. O da duvara yapışm ış : zırhlarım ızın dışında, çı­ rılçıplakm ışız gibi b ir duyu uyanıyor içimizde. Balçık duvardan b ir m an tar kokusu sızıyor, çocukluk dolu... Pradé b ir kibrit çakıyor; k ibrit iki m etrelik b ir yeri ay­ dınlatıyor ancak. Gene tizden kalm a doğru giden vızıltı hızla ilerliyor; omzumuz balçığa göm ülm üş yerini göz­ ler kam aştıran kırm ızı aydınlığın alacağı gök deliğiyle büyülenm iş, bekliyoruz b ir kez daha. Ölmeye alışılmaz. K ibrit olağanüstü derecede kım ıltısız, alevi solur gibi. İnsan bedeni ne kadar yum şak, ne kolay yaralanabili­ yor! Adsız çukurum uzun duvarına yapışmışız ; Berger, Léonard, Bonneau, Pradé, - tek bir haç. Gök parçamız görünmez oluyor, sönüyor, miğferlerimizin, om uzları­ mızın üzerine kesekler dökülüyor. Almanlar gizledikleri çu k u rlan tam olarak işaretle­ meye zam an bulam adılar da yaklaştırm a olarak ateşe tutuyorlar anlaşılan. Top m erm ileri belli yerlerde to p ­ lanıyor. Y ukarıda, tank dalgalan hep geçiyor, am a ters yön­ de. B uralarda benzin istasyonu m u kurdular, yoksa çe­ kiliyorlar mı? Zırhlı Alman kollarının kucağm a düşm ek üzere mi çıkacağız? Şim diden inanıyorum çıkacağı­ m ıza... Bonneau’nun elektrik feneri beliriyor. H aykırm ı­ yor artık. Hep balçığa yapışm ış b ir durum da, dördü-


müz de ilerliyoruz. Gene sakinleştim , am a yüreğimin bir köşesi var ki, hiçbir şey obüsten ayıram ıyor, ayıram ayacak. Gizleme örtüsü, tankın düşerken açtığı de­ likten çok ötelere uzanıyor; işte çökmüş duvar nerdeyse hafif b ir eğimle yükseliyor. Çukuru örten kütüklere çarpm caya kadar tırm anıyoruz üzerine. Hiçbir zam an erişemiyeceğiz deliğe; ancak ulaşıl maz bir tuzaktan ışık alan zindanlardan birindeyiz san­ ki : tutuldular tavandan kaçm azlar. En yakındaki iki kütüğü b ir yana itm ek gerekirdi. A ltlarına çöküp “Bir, iki, ü ç ...” diye fısıldıyarak om uzlarım ızla yokluyoruz, her patlam ada Peru m um yaları gibi taş kesiliyor, he­ men sonra gene kendimize geliyoruz; b ir şeyler yapa­ bilecek durum a geldiğimizden beri, korku eylem oldu. K ütüklere bizim gücümüz yetmezse, belki de tank attı­ rır hepsini. Arkamızda duruyor, sessiz, çukurdan daha kara; aralık kapısından b ir ışık çizgisi geliyor, b ir gece böceği uçuyor ışıkta... Kendimizi korum adan koşuyoruz oraya, b ir kaleye girer gibi giriyoruz içine Pradé çöküntünün önüne gel­ mek için m anevra yapıyor. Toprak yığılmış buraya. Yu­ karda, dalgalar gene Fransız h atların a doğru akıyor. Bize gelince, biz batm aya başlıyoruz. Pradé im dat ki­ rişini dişlilerin altına indiriyor; tank doğruluyor, yok­ luyor; dişliler eller gibi yapışıyor. Tank çıkıyor hâlâ, duruyor, gene kayıyor, kütüklerden yapılı tavana gelip dayandı. Tavan dayanırsa, çabam ız gittikçe daha çok batıracak bizi; iki dakikaya kadar, tankın gövdesi top­ rağa yapışacak ve dişliler boşa dönecek. İm dat girişi bu kez işe yaram ıyor. — Gidip taş bulalım!


Pradé yanıt vermiyor. M otcr sonuna kadar çalışırken, çelik kitle k ü tük­ lere gömülüyor, b ü tü n tank gerginleşiyor; can çekişen boğaların o azgın doğruluşuyla, zırh üzerinde yağm ur gibi fırlayan kütüklerin çınlayan gürültüsü içinde, bir taş gibi kuleye atıyor beni tank; geride biri bağırıyor, bir miğfer çınlıyor ve işte b ir kayık içindeymiş gibi kayıyoruz... Doğrulunca, P radé’nin episkopa yapışmış başını bir yum ruğum la itiyorum , söndürüyorum ışığı : aynada, sonsuza kadar, ova, serbest... P atlam alar arasında var hızımızla ilerliyoruz, her­ kes kendi yerinde büzülmüş, sonraki çukurlardan baş­ ka bir şey düşünm üyoruz. Bizden sonra başka b ir tank düşmemeli. Önünde durm ak üzere çukurun arkasına gelmeli, ya da kom utanlığı haberdar etm ek için bensin röm orkum uzu beklemeliydim diye düşünüyorum budalaca (ama ilerlememiz gerek), ya da b ir ateş yakmalıydım (ama neyle?). Ve burada kalm am am ız gerek, ilerlememiz gerek Durmak, çukurlardan kurtulm aktır; am a alm an em ir karşısında hiçbir şeyin önemi yok şu anda, ne kısa kısa tank dalgalannın akışı, ne ardı­ mızdan gelen arkadaşları bekleyen tehlike : ilerliyoruz. Ordu. Cesaret değil bu, içgüdü. Gene de çukurun mezartaşı olm aktan çıkan, yaşayan gece olağanüstü bir nrmağan gibi, uçsuz bucaksız b ir filizlenme gibi görü­ nüyor gözlerime... X

Köye geldik, Almanlar boşaltm ışlar köyü, İniyoruz. H er vanda kargaşalık. Artık tanım aya başladığım ga­ rip b:r sallanışla ilerliyoruz, yorgunluğun son kerte de­ vinimi; askerler, b aşlan önde, dudakları sarkık y ü rü r­ ler, gözleri k ararır ya, öyle işte. Tankımızı ivi gizleme­ den, (ötekiler gibi), bir am barın sapları üzerine devri-


Iiyoruz. B ir an yaktığım elektrik fenerim in önünde, uza­ nıp yatan P radé’nin sam anı avuçladığım, yaşam ı sıkarcasm a sıktığını görüyorum. — Sıram ız gelmemiş daha, diyorum. O da oğlanın yakayı kurtardığım düşünüyor her­ halde. H er zam anki kindar gülümsemesiyle : — Savaş bitm edi... diye yanıtlıyor. Samanı bırakıp gözlerini yumuyor. Yarın gene diriliriz belki. Sabah savaş yokmuş gibi arı. Şafağın sonu. Pradé kendisi kalkarken beni de uyandırdı; ilk kalkan hep o olm uştur içimizde : — Ölünce bol bol yatarım nasıl olsa... B ir pom pa aram aya gidiyorum. Soğuk su gecenin uykusundan uyandırm ıyor yalnız beni, çukurdan da uyandırıyor. Birkaç m etre ötede, Pradé önüne bakıyor, üç dişiyle acı acı gülüm süyor, başını sallıyor : -— Tavuklara bakıp da bunu garip bulacağım ı söy­ leseler, dünyada inanm azdım ... Bu sabahta benim de yabancı gözüyle bakm adığım hiçbir şey yok. Daha çalınm am ış tavuklar dolaşıyor, görünüşte savaştan haberleri yok, am a küçük, yuvar­ lak gözleri sinsi b ir önlem edikle izliyor bizi; hemen yakınım da birkaçı, askerlerin uyuduğu am barın önün­ de yeri gagalıyor. P radé’nin bak tık ları b u n lar işte; bu m akinem si gagalamaya, b ir yay gibi inen başın bu sert vuruşuna ben de bakıyorum ve onları sıkı sıkı tutuyorm uşum gibi sıcaklıkları avuçlanm ı sarıyor, taze yu­ m urtaların sıcaklığı, - yaşam ın sıcaklığı : hayvanlar


canlı, bu garip toprak üstünde... Köylüsüz sabahta yü­ rüyoruz. Saksağanlar, - sivrisinekler... îk i bahçıvan ko­ vası duruyor önümde, çocukken çok sevdiğim, o m an­ ta r biçimi süzgeçleriyle; birdenbire, ban a öyle geliyor ki, insanoğlu sırf b ir bahçıvan kovasını icadetm ek için gelmiş çağların ötesinden, sakin sakin ya da kaçarak geçen kümes hayvanlarının ilerisinde, gerisi fazla ağır b ir Rus tavşanı sıvışmaya çalışıyor; ot yığınları p arıl­ dıyor sabah aydınlığında, örüm cek ağları çiğden kıvıl­ cım kıvılcım; biraz şaşkınlaşm ışım , çevresindeki altüst olmuş çiçeklerin to p rak tan doğdukları gibi insanlıktan doğmuş acayip b ir çiçeğe: b ir süpürgeye bakıyorum -., uzun uzun... Bir kedi beklenmedik, çevik b ir devinim­ le kaçınca, böyle kıvrılıp bükülen b ir post bulunm ası­ n a şaşıp kaldığım ı seziyorum. (Bütün kediler kaçıyor. Finolara gelince, onlar duruyorlar öyle, tanklarım ız geldiğinde de böyle durm uşlardı belki). Neden, bu ala­ bildiğine güzel düzenlenmiş to p rak üstünde köpeklerin hep köpekler gibi, kedilerin hep kediler gibi davran­ m asına hayran kalm am neden? Uyandığımdan beri, sü­ rekli duygum şaşkınlık. Boşuna sıçrayan kediyi ağzı açık b ırakarak kül rengi güvercinler havalanıyor; ışıl­ tısıyla denizi andıran gökte sessiz b ir yay çiziyor, son­ ra kırıyor, sonra, birdenbire apak olup b aşka b ir yön­ de yol alıyorlar. B akarsın, dönüverir, kediyi kovalam a­ ya başlarlar, bu kez de havalanıverir. H ayvanların ko­ nuştuğu çağlar, en eski m asalların bulanık şiiri, yaşa­ m ın öbür yanından kendisiyle b irlik te getiriyor insan b unları... H indistan’ı ilk gören biri gibi, bu garip ve güzel bolluk altında, bu gecenin k aran lık lan k ad ar uzaklara dalan yüzyılların yum ak yum ak uğuldadığını duyuyo­ rum : tohum larla, sam anlarla dolup taşan bu am bar­


lar, kirişleri kabuklar ardında kalmış, yabalarla, ara­ ba oklarıyla, tah ta arabalarla dolu am barlar, her şeyin tohum , tahta, saman ya da meşin olduğu (dem irler dev­ letçe alındı), göçmenlerin, askerlerin sönm üş ateşleriyle çevrili bu am barlar, gotik çağların am b arlan ; sokağın ucunda tanklarım ız su alıyorlar, T evrat’ın k uyulan önü­ ne çökmüş canavarlar... Yaşam, öylesine eski! Öylesine de inatçı! B ütün çiftlik avlularına, kışlık odun yığılmış. Uyanmaya başlayan askerlerim iz bun­ larla ilk ateşlerini yakıyorlar. H er yanda sebze evlek­ ler', güzelce düzenlenm iş... insanın dam gasını taşım a­ yan hiçbir şey yok burada. Teller üzerinde tah ta çam a­ şır m andallan yelin altında kırlangıçlar gibi oynaşıyor. Asılı çam aşırların kim ileri daha kurum am ış : ince ço­ raplar, tuvalet eldivenleri, çiftçilerin, işçilerin iş giysi­ leri; bu terkedilm işlikte, bu yıkımda, peçetelerde ad­ ların baş harfler v ar... Biz de, karşıdakiler de, ancak makinelerimizden, cesaretim izden ve korkaklığım ızdan başka hiçbir şeye yaram ayız artık; burada yalnız araçlarını, çam aşırla­ rını ve peçeteler üzerinde adlarının baş harflerini b ırak ­ mış olan o bizim kovduğumuz eski insan ırkı, binlerce yıl içinden, bu gece karşılaştığım ız karanlıklar içinden gelmiş gibi geliyor bana, - ağır ağır, önümüzde bırak tı­ ğı bütün molozları, el arabaları ve yabalarını, Tevrat za­ m anından kalm a sabanlarını ve köpek kulübelerini, tav­ şanlıklarını ve fırınlarını sırtlam ış olarak... Bacaklarım Leonard’ın kendilerini sıkan kollannı anımsıyor; tankın tak ırtısı altında o haykırışlar hâlâ sinekler gibi vızıldıyor. P rade’de o hiç görmediğim ço­ cuk yüzü, “Ben mi? Ben bağırm ıyorum !” demek için haykırışına ara veren Bonneau’nun o şaşkın yüzü b ir


daha çıkm am asıya yerleşmiş kafam a. Ama bu hayalet­ ler am barların önünde, körpe dalların ucunda titreyen güneşin önünde onlara daha büyük b ir p arıltı vermek için duruyor yalnız. B ir kez daha Pascal geliyor aklım a : Hepsi de ölü­ m ü yargılı, zincire vurulm uş b ir sürü insan getirelim gözlerimizin önüne; kim ileri h er gün ötekilerin göz­ leri önünde boğazlanıyor kalanlarsa benzerlerinin du­ rum unda kendi durum larını görüyorlar... İnsanların koşulunun görüntüsü bu işte.” Böyle b ir gözlemle in­ san o zavallı m utluluk payına nasıl sıkı sıkı sarılır! Babam ı anım sıyorum ... Bunalım h er şeyi b astırır bel­ ki de, ölüm süz olm adığını bilen biricik hayvana veril­ miş olan sevinç daha başlangıçtan zehirlenm iştir belki. Ama, bu sabah güneşinde, yalnız doğmuşum ben. Çu­ kurdan çıkışta yeryüzü gecesinin birdenbire doluverişini, kayıp giden bulutların boşlukları arasındaki yıl­ dız topluluklarıyla iyiden iyiye derinleşen gölgede bu filizlenişi hâlâ; içimde taşıyorum ; o hom urdayan ve dopdolu gecenin çukurundan beliriverdiğini gördüğüm için, işte günün mucizemsi açm lam m ı doğuyor geceden. Dünya gök ve deniz kad ar basit olabilirdi. Ve önüm ­ de onun bırakılm ış b ir köyün biçim lerinden başka bir şey olm ayan biçim lerine bakm akla; bu Cennet am bar­ larına, bu çam aşır m andallarına, bu sönmüş ateşlere, bu kuyulara, bu dağınık yaban güllerine, belki de bir yıl içinde her şeyi kaplayacak olan bu yırtıcı böğürtlen­ lere, bu hayvanlara, bu ağaçlara, bu evlere bakarken, anlatılm az b ir arm ağan, - hiç yoktan belirm iş b ir gö­ rü n tü karşısındaym ış gibi duyuyorum kendimi. B ütün bunlar olm ayabilirdi, böyle olm ayabilirdi. B ütün bu eşi bulunm az biçim ler nasıl da uym uş toprağa! Başka


dünyalar da var, billûrlanm aların, deniz diplerinin dün­ yaları... D am arlar gibi dallanm ış ağaçlarıyla, evren genç b ir beden gibi gizlendi ve dolu. Geride bıraktığım çiftliğin kapısını çiftçiler kaçarken açık bırakm ışlar : yarı yarıya yağma edilmiş bir oda görüyorum arada. Ah! M elekler arm ağan getirm em işler çocuğa, yalnız ona, geldikleri gece, düşkün ışıklara açılan kapıların çarp­ tığını söylemişler, - bu sabah, ilk kez, gözlerimin önü­ ne serilmiş olan, karanlık kad ar güçlü, ölüm kadar güç­ lü yaşam a açılmış kapıların... Çok ihtiyar iki köylü b ir kanapeye oturm uş; ada­ mın ceketinin üstünde mahzenini örüm cek ağları kal­ mış; Pradé, üç çıkık dişiyle gülümseyerek yaklaşıyor. — Ne haber, büyük baba, ısınıyor m usun? Şivesinden, b ir başka köylüyü tanıdı ihtiyar; dal­ gın bir yakınlıkla bakıyor ona, aynı zam anda ötelere de b ak ar gibi. Kadının saçları, çok sıkı ve kül rengi bir örgü gibi sarkıyor. O veriyor yanıtı : — Ne yapabilirdik ki? Siz gençsiniz; insan kocadı mı yıpranm ışlığı kalır kala kala. B ir taş gibi sırtını verm iş evrene... Gene de gülüm ­ süyor, gecikmiş, ağır b ir gülümsemeyle : Kaleleri ıssız b ir futbol alanının üzerinden, kendilerini gizleyen çalı­ la r gibi çiğden parlayan tank kuleleri üzerinden, uzak­ lara, ölüm e bakıyor sanki, hoşgörüyle, h a tta - ey gizlem göz kırpm a, gözkapaklarm m ucunda incecik gölgealayla... Aralık kapılar, çam aşırlar, am barlar, insanların iz­ leri, işinde yüzyılların birbirine girdiği Tevrat’sı şafak, sabahın bütü n o gözler kam aştıran gizlemi, bu yıpran­ mış dudaklar ucunda beliren gizlemde nasıl da derin­


leşiyor! K aranlık bir gülümsemeyle insan gizlemi belirmeyegörsün, toprağın dirilişi titrek b ir dekordan başka bir şey değildir artık. Ölülerden koparılıp alınmış insanların eskil söylenlerinin ne anlam a geldiğini biliyorum şimdi. Dehşeti zar zor anım sıyorum ; içimde taşıdığım şey, basit ve kutsal b ir gi?in bulunuşu. Tanrı da ilk insana böyle bakm ıştı belki...

■oOo


«Bir kere, hapisten çıkışında bir dostumu görmeye git­ m iştim. Çok iyi bir dost, seçkin bir düşünürdü! Anarşist ve filozoftu, bir suikastten sonra, yalnızca anarşist olan k i­ şileri evinde saklam ıştı. Düşüncesizce, ama soyluca. Bir fi­ lozofta ender rastlanır bir şey mi? belki o kadar da değil! Hem sorun da bu değil ki! Mektuplaşması yasaktı hapi^anelerin tüzüğünde... hapisanelere bütün bir oturum ayır­ malı!) ama kitap okuması yasaklanm am ıştı. Ne okuyabil­ diğini sormak istiyordum ona, yani hapishanenin havasına neyin dayanabildiğim , neyin canlı kaldığını! En büyük sorun! (— Adamı görünce ilk bunu sormuştur! diye fısıld a­ m ıştı Hermann babamın kulağına.) — Üç kitap, beyler, hapisane karşısında dayanan üç kitap. Alaylı ve acı bir bakışla hakm ıştı çevresine : — Robinson. Don Quichotte. Budala. — Bir de İncil, dem işti bir ses. — Hayır. Bilmiyorum. Neyse, bu üç kitap işte. — Dikkat ederseniz, hepsi aynı kitap. Aynı kitap! Her üç durumda da (Konuşm asının hızı düşmüştü) öbür insan­ lardan ayrılm ış bir insan çıkarılır karşımıza, Robinson de­ niz kazasıyla. Don Quichotte delilikle, prens Muşkin de ken­ di yaradılışıyla, şeyle... sorunu anlıyorsunuz... arılığıyla diyelim. Dünya rom anının üç yalnız kişisi! Peki, üç öykü nedir? Bu üç yalnızın her birinin yaşamla karşı karşıya ge­ tirilişi, yalnızlığını yıkmak, insanları yeniden bulmak için yaptığı savaşın öyküsü. Birincisi çalışarak savaşır, İkincisi düş kurarak, üçüncüsü de ermişlik yoluyla. Biraz hızlı g i­ diyorum şu anda, şöyle hızla bakıyorum soruna! Biliyorum, biliyorum (düşsel bir karşıtına öykünüyordu, çabuk çabuk omuz silkinişti). Daniel de Foe deniz kazasına uğramamıştı, Cervantes bir deli, Dostoyevski de bir ermiş değildi.»

F e r y a l M a tb a a c ılı k

T e l : 29 83 18 - 30 80 61

-

ANKARA


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.