David hume insan zihni üzerine

Page 1

B İ L İ M ve KÜLTÜR ESERLERİ DİZİSİ BATI KLASİKLERİ

İNSAN ZİHNİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA (Essay Concerning the Human Understanding)

DAVID

HUME


Satış 714 Lira KDV 36 Lira

M

7720

KDV’li Satış Fiyatı 750 Lira

T O P T A N S A T IŞ : İsta n b u l D ev le t K ita p la rı M ü d ü rlü ğ ü , A n k a ra , İzm ir, A d a n a , S am su n , E lazığ ve E rz u ru m Bölge Ş eflikleri, P E R A K E N D E S A T IŞ : M illî E ğitim Y ay ın e v le ri ve B a k a n lık y a y ın la n sa tıc ısı k ita p ç ıla r.



İNSAN ZİHNİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA (Essay Concerning the Human Understanding)

DAVID

HUME

Çeviren: Selmin EVRİM

İk in c i

b a s il iş

DEVLET KİTAPLARI

MİLLÎ EĞİTİM BA SIM EVİ — İSTANBUL 1986


M İL L İ E Ğ İT İM G E N Ç L İK V E S P O R B A K A N L IĞ I Y A Y IN L A R I s 513 B İL İM V E K Ü L T Ü R E S E R L E R İ D İ Z İ S İ .............................................s 79

Milli E ğitim G ençlik ve S p o r Baikanlığı Talim ve T erbiye K uru lu B aşkanlığı’nın 30.1.1986 giin ve 631 sayılı K u ru l k a ra n ile bastırılm ası uygun görülm üş, Y ay ım lar D airesi B aşkan­ lığ ın ın 6.3.1986 gün ve 226S sayılı em ri ile ikinci d e fa 6000 a d e t basılm ıştır.


İN SA N Z İH N İ * Ü Z E R İN E B İR A R A Ş T IR M A

* B urade zihin a n d ertta n d in g (entendement) kargı­ lığı kullanılmıştır. Bu kelime ayrıca bazan esp rit (mind) karşılığı da olabiliyor.



ÖNSÖZ

III

< T raite > nin m etnine de başvuram az durum daydı. H a l­ buki K ant, İngilizce bilmiş olsaydı bile, H um e, okuyu­ cularının < T ra ite > ye başvurm am aları için elinden her geleni yapm ış bulunuyordu. G erçek ten de H um e, < Esaai> nin b ir önsözünde, — ( b u eser, ilk defa, 1777 de ç ık m ış tır)— gençlik eseri olan bu < T ra ite > yi re t ve inkâr etm iş; h a ttâ kendisi üzerinde verilecek hükmün, yalnız ve an cak « Essai > lere göre verilm esini istem iş­ tir. Dahası v a r: kendisine karşı, « T ra ite > de yazmış olduğu şeylerden belge edinecek olan tenkidcileri taraftu tarlık la itham edecek kadar ileri g itm iştir. Şu halde H um e'un kendi arzusuna boyun eğm ek, .pek ta b iî dem iydi? ' Bununla b erab er, H um e'un bu re t ve inkârı ne k ad ar k ati olursa olsun, bunu h arfi harfine doğru say* mamızın hiç He yerinde olm ıyacağını biliyoruz. Sahi­ den de bu in k ârın , « T r a ite » nin asıl dokrin tarafın a dokunur hiçbir yeri y o k tu r. H um e'un bu « T ra ite > ye karşı gösterd iğ i sertlik ve mü am ahasızlığııı sebebi, bu eserin, benliğine ağ ır gelen bazı hallere vesile olmuş olma* sidir. T enkidcilerin hemen hepsinin susm ası, okuyucuların, h a ttâ felsefeci topluluğun aldırış etm eyişi, H um e'a çok „ dokundu. S o n rad an kendi ağziyle de söylediği gibi, dehasının bu ye <»işi, basının elinden « ölü doğmuş » bir halde düşüverm işti. İngiliz filozofu, 1 haziran 1739 ta* rihli bir m ektubunda, «keder» ve «yeis» te n b a h sed er [1]. Öyle ya, u ğradığı hayal kırıklığı çok acı olm uştu: çok yüksekten düşm üştü. Oysaki b uluşlarının yenilik ve öneminin şuuruna iyice erm iş oUn H um e, meçhul kal­ maya değil, te rsin e , ancak kuvvetle karşı konm aya h azır­ lanm ıştı. Yüz yüze geldiği derin üzüntüden birkaç ay sonra şu sa tırla rı yazıyordu: « P rensiplerim , o rta malı görüşlerden o k ad ar u zak tır ki, eğ er benim senecek ol­ salar, felsefede en tem elli b ir değişm e meydana geti[1] B urton, H u m e , 1, 108.

L ife

and

C orrespondence

o f D a vid


İNSAN ZİHNİ

IV

rirlerd i; ancak bilirsiniz ki bu neviden devrim ler, kolay olm azlar» [1] . Bu hayal kırıklığı H um e'a, şahsındaki hem filozof hem de edebiyatçı kim liğini in cittiğ i için, büsbütün ağ ır geldi. Esasen daha yeni yetişirk en bile, bütün hayatı bo­ yunca, candan arzu etm iş olduğu te k şey, edebî şan ve şö h re tti. «La F le c h e » ’in sükûnetine dalarak « T ra ite » 'sin i tam b ir iç esirm esi (extase) içinde yazarken gözünün önünde canlandırdığı hayal, L ucretius gibi, Cicero gibi, an tik iten in büyük ahlâkçıları gibi yazı ve eserleriyle m eşhur olm aktı. H albuki bu rüyasından b ird en b ire ve hoyratçasına uyandırılan H um e, a rtık başarısızlığının se­ beplerini tahlile koyuldu. Böylece, «T raite»sinin felse­ fede b ir devrim yaratacağını, h a ttâ sadece okuyucu bu­ labileceğini sanm akla düşm üş olduğu hatayı anladı: «Bu d erece soyut usavdrm alardan daha iyi bir netice bekliyemezdim... Buluş sandığım şey lere karşı duyduğum tu tk u , bana, ihtiyatlılığın en basit kuralların ı bile ihmal ettirm iş; bu yüzden, ve mademki m ucitlerin h er zamanki m em nuniyetlerinden kendimi mahrum etm edim , bunların çektikleri azaplara da katlanm aya m üstehakım .» [2J Hume, katm erli bir usavurm a hatası yüzünden, te d ­ birsizce, hem de hazırlıksız olarak, herkese, yeni, derin, soyut, anlaşılm ası çetin olan b ir felsefe sunm uş, fazla olarak da okunm ası cidden güç olan bu tıkız eseri o r ta ­ ya atark en ed eb î bir başarı elde etm eyi de ummuştul H albuki yazarlık şöhreti her şeyden üstün tutulunca, okum uş halka daha yakın gelen başka konuların ele alınm ası lâzım dı. Y ahut da insan, m utlaka felsefesini ta ­ nıtm ak isteyince, bu felsefeyi, yum uşatm ası, hiç olmazsa, ona sade, az çok kolay ve akıcı b ir şekil verm esi v : bu şeklin kalıbına dökülm iyen herşeyi feda etm esi g e rek ti. [1] B urton, L ife H U M E , I, 105. [2] B urton, I, 108.

and

C orrespondence

of

D a vıd


ÖNSÖZ

V

«et quae D esp erat tra e ta ta niteseere posse, relinquit» [1] H um e, her ikisini de yaptı, ö ııe e halkın rağbetini edebî ve siyasi ta b ia tta «Essai» lerle kazandı, sonra te k ra r felsefesine döndü, am a binbir İhtiyatla! A rtık okunması çetin, y ıld ırıcı, tıkız ciltler yerine «Essai sur l'E ntendem ent H um ain», «D issertation su r les Passions». «Essai sur les Principes de la M orale» adlı yazılard a b ir­ takım ince, hoşa giden ve, hiç olm azsa görünüşte, zah­ m etsizce anlaşılabilir hissini veren m akaleler kalem e al­ maya koyuldu. Bu seb ep ten «Essai sur l’E ntendem ent Hum ain», «T raite»nin ilk kitabının çok serb estçe sade­ leştirilm iş bulunan, fak at sad ak atsiz olm ıyan b ir küçültülm esidir denebilir: Sanki «T raite» nin acemi m üzisyenler için h azırla n m ış,« e birçok güç parçaları yok edilm iş olan «kolaylaştırılm ış» b ir nüshası! F akat h er şeye rağm en H um e, burada, doktrinin esasından hiçbir şey feda etm em iştir; şöyle ki bu d o k tri­ nin böylece u ğradığı kısaltm alar ve hafifletm eler, H um e'­ un bu doktrine verm eye azm ettiği yeni şeklin icaplarıydı, H um e’un, d ü rü st (honnetes gens) okuyuculara ille y aran­ mak hevesiyle, bu değişikliklere kolayca razı olm uş olduğu h atıra gelebilir. Bununla b erab e r K ant’ın, m eselâ «T raite» den haberi olm adığı halde, sadece «E ssai sur 1‘E ntendem ent Humain» ’i okum akla, doktrini, bütün kaplam ınca değilse bile, hakkiyle anlam ış olm asına göre, H um e’un, kendi felsefesini tanınm az hale sokm amış olduğu da ta h ­ min edilm elidir. H um e’un bütün m ektupları şay et elimizde olsaydı, bunlardan belki de, gençliğinde tam b ir coşkunluk içinde kollam ış olduğu spekülâsyonlara karşı gönlünde nasıl gizli bir sevgi saklam aktan g eri( kalm amış olduğunu görürdük. B urton’un neşretm iş olduğu m ektup parçalarından olsun, bu spekülâsyonlara karşı kalbinde nasıl b ir eğilim besle­ miş olduğunu uzaktan uzağa seziyoruz: «Son zam anlarda, [1] «Ve üzerinde u ğ raştığ ı şeylerin m eşhur o labi­ leceğinden üm idini keserek, onları b ir yana b ırakıyor.»


VI

in s a n z ih n i

ba (e ş it m eseleler üzerinde (nedensellik) çok az düşün­ düm , okudum ve yazı kaleme aldım . Bütün vaktim i ahlâk, siyaset ve’ ede 'iy at d oldurdu. Lâkin bu diğer konuları da, E uklides'i ajan her tü rlü geom etriden daha m erak verici, daha önemli, daha ilmilendirici ve faydalı bulm aktan ken­ dim i alam ıyorum. E ğ er burada o rtay a koyduğum şüphe­ lere cevap verm ek için, yeni felsefe prensipleri o rtay a atm ak lâzım sa, bu şüphelerin asıl kendileri çok faydalı değiller mi? Ve k ö rükörüne edinilm iş cahilce b ir inanışa nispetle tercihe değer d eğ iller m idir? Ben ken d im e ait şüpheleri giderebileceğim i sanıyorum; fakat bunu yapamasam bile, buna şaşm ak mı lâzım ? Ü stün ta v ırla r ta ­ kınm ış ve tevazusuz konuşm uş olm ak üzere, C olom b’un da ne ülkeler feth etm iş ne de koloniler kurm uş olm adı­ ğını belirtem ez miyim?» [1] G örülüyor ki 1751 senesinde H um e’un kendi felsefi buluşlarının önem ve yeniliği ü zerindeki inanı, 1739’dakinden daha az değildir. G erçi yeni konularla uğraşm ası lâzım gelm iştir; fakat bu konuların d eğeri Hume için daha azdır. Hume kendisini, felsefe âlem inin C hristophe C olom b'una benzettiği zam an, onun bu m übalâğası altın ­ da ciddî bir ta ra f vardır. Muhakkak olan b ir şey varsa, o da şu ki Hume, «T raite de la N ature H um aine» adlı eserin hem sebeboldAğu hem de h atırlatm ak ta devam e ttiğ i hayal k ırık ­ lığından dolayı bu eseri affedem em iştir. cTraite>den bahsetm eyi sevmez. Sözünü e ttiğ i zaman bile, hoşnut­ suzluğu hemen belli olur. cT raite>yi, yani felsefenin en yüksek bölgelerinin hepsinde yenilik getirm ek iddiasında olup yirmi beş yaşına bile basm adan kaleme alm ış ol­ duğu <şu m ahut eseri, neşretm ekle çok büyük bir dav­ ranış hatası işlediğim i itira f ederim . H ele bu eserde h â­ kim olan ve ancak gençlik ateşine bağışlanabilecek id d i­ alı eda beni o kadar sinirlendiriyor ki, «T raite»yi yeni­ den gözden geçirm ek hususundaki sabrım ı tüketiyor. {1] B urton, I, 334. G ilbert E llio t o f M in to y a m art 1751 tarih li m ektubu.

10


ÖNSÖZ

VII

Lâkin daha iyi belirtilip aydınlatılm ış ve daha güzel bir şekilde ortay a konmuş oldukları takdirde, aynı d o k trin ­ lerin rağ b e t gö rü p gorm iyecekleri meselesine gelince, bu, «adhue sub judice lis est [1]*. Bu son sözler de, H um e’un, «T raite»nin ancak toy­ luk ve acem iliğini ret ve inkâr ettiğ in i pek güzel Upat etm ektedir. E sasen felsefi eserinin başarısızlığını k atı saym amış, ve okuyucuların karşısında m uzaffer çıkm aktan ümidini kesm em işti. İşte büyük fed ak ârlık lara k atlan d ı­ ğına şahit olan ve hâkim inin kalbini kazanm ak uğrunda hiçbir şey esirgem ediğini gö steren «E ssai sur 1 E ntendem ent Hum ain», bundan başka «D ialogues su r la Re­ ligion N atu relle» adlı e s e rd e , bu seb ep ten meydana gel­ m iştir. Hume, bu son eseri, sağlığında neşretm em iye k arar verm iş bulunduğundan, burada bütün düşüncesini açığa vurm aktan çekinm em iştir. «D ialogues»lar, H um e'­ un cidden olgunluk çağının, daha doğrusu bütün haya­ tının, öz eserid ir. H um e, fikir hay atın a doğduğu andan itib aren , ya radancılık (deism e) sorusiyle uğraşm aya k oyulm uştur. 1752 de, G ilb ert E lliot de M into'ya yazdığı m ektupta şöyle der : «Henüz yirmi yaşına basm adan yazmış olduğum ve, bu konu üzerindeki likirlerim in ilerleyişini, sahife sahife i^ine alan eski bir el yazmasını, daha geçenlerde yak­ tım . Bu yazma, o rta malı görüşü destekliyen b ir ta* kim kan ıtların , canla başla araştırılm ası yolundan işe başlıyordu. S onra, araya şüpheler giriyor, dağılıyor, ye­ niden beliriyor, te k ra r kayboluyor ve gene peyda olu­ yo rd u : boylece ortadaki mücadele, huzursuz bir m uhay­ yilenin, eğilim e, belki de, akıl ve muhakem eye karşı yü­ rü ttü ğ ü , sonu gelm ez b ir m ücadeleydi.» [2] İşte bu el yazısının esasının, «D ialogue»lara geç[1] Bu soz, problem in henüz çözülm ediğini, uyuşma olm adığını g ö sterm ek için kullanılır. - B urton, I, 98. (H um e'un hayatının sonuna ait b ir m ektuptan). [2] B urton, I, 332.


VIII

İNSAN ZİHNİ

miş olması, çok m u htem eldir, zira el yazması yakıldığın­ da, «D ialogue» Mar hazırlanm ış bulunuyordu. D iğer ta ra f­ tan H um e’un, bu «D ıalogue»lara, ölünciye k adar çalış­ m aktan geri durm am ış olduğunu da biliyoruz. H attâ, ken­ disini m eşhur eden ta rih î ve ed e b i çalışm alara tam am en kendini verm iş göründüğü devrede bile, H um e, gençlik çağında ruhunu aşkla tu tu ştu rm u ş bulunan felsefe m ese­ lelerinden asla vazgeçm emişti. «Dialogue» ’larını, elinden geldiği kadar, mükem mellik derecesine göt&rmeye çalış­ mış, hattâ, bu en gözde eserinin, Ölümünden sonra Ört­ bas edilm em esi için de, en u stalıklı ted b irleri alm ıştı, (Esasen bu ihtiyatlılığının lüzum suz olm adığı malûmdur). D em ek ki «D ialogues»lardaki d o k trin , « T ra ite » nin dok--, trıninin aynıdır. G ene «D ialogues»ların en orijinal ve en derin tarafları, bütün m ânalarını, ancak H um e'un «Traite»de de ortay a koyduğu «buluş»Iarın aydınlığı içinde kazanılır. D emek ki H um e, bunlardan hiçbir su re tle vaz­ geçip uzaklaşm am ıştı. S adece, metafizikçi H um e, ed e b i­ yatçı, ahlâkçı, tarihçi H um e'un arkasına bile bile çekil­ miş, kendini, asıl kim liğini g ölgede b ırak m ıştır; yoksa, hiçbir vakit, bütün bütüne kaybolm am ıştır. * ♦ * Şimdi acaba H um e'un, kendisini C hristophe Colom b'u saydığı bu A m erika neydi? O rta malı g ö rü şler­ den bu k adar uzak olan bu keşifler, bu buluşlar neden 'jb a re tti? Fazla olarak, h a ttâ b u rad a, doktrinin bir ezpose’sine girişm eksizin bile olsa, H um e'un asıl orijinal düşüncesi, yol ve istikam etini acaba ne su retle a ld ı? H um e, «Traite» sini kalem e aldığı sırad a, felsefe, daha doğrusu manevi ilim ler, H um e'un indinde birtakım bitm ez tükenm ez ve kısır d ialek tik tartışm ala rd an başka b ir şey değildir; şu kadar ki, bu ta rtışm a la r sonunda, m eselâ başka ilim lerde olduğu gibi, kendilerini herkese kabul e ttiren ve herkes ta ra lın d a n kabul olunan n eticeler bir türlü elde edilem ez. Bunun da seb eb i, bu ilim lerin konusunun açıkça tâyin edilm em iş olması, ve elde elve* rişlı bir metodun bulunm ayışıdır. İşte bu açık tâyini,


ÖNSÖZ

IX

bu elverişli m etodu, H um e g etiriy o r. V e gene bunun içindir ki «T raite de la N atu re Humaine> adlı eserin altb a şlığ ı: tD en eı/sel U sa vu rm a M eto d u n u n M anevi K o­ nulara T a tb ik i Yolunda bir D en em e> d ir. V e Hume, Ö nsöz ünde şu sözleri ilâve e d iy o r: «İnsan ilmi, öteki ilim lerin nasıl te k sağlam tem eliyse, bunun gibi, bu ilme verebileceğim iz te k sağlam tem el de, ister istem ez, te c ­ rübe ye m üşahedeye dayapır». Bu deyişler, müphem g ö rü n eb ilir. Lâkin H um e'un zihninde çok açık b ir anlam ları olm aktan geri kalm a­ m aktadırlar. Bu sözlerin- m ânası şu ki H um e, felsefeyi m utlağın ( absolu) bakım ından bağıntılının ( r e la tif) b a ­ kımına geçirecek, mânevi ilim leri p o z itif ilim lerin tipine göre kurm aya çalışacak; bundan başka da, tecrü b ey i aş'an prensip ve problem leri b ir yana b ırak arak , o rta ­ daki olayların m üşahede ve tahlili, ve bunların kanun­ larının araştırılm asiyle yetinecektir. H asılı, H um e için yapılacak şey, N ewton'uc göksel m ekanik ve fizikteki başarılı gidişini, mânevi ilim lerde tak lid etm ek , ge­ ne N ew ton gibi, ilme zara veren gelenek ve m eto tlara son verm ek ve, nihayet, a rtık hiç kim senin, üzerinde ç e k iş e ^ y e c e ğ i sonuçlar elde etm e k tir. Bütün XVIII inci yüzyıl boyunca, N ew ton’un keşif ve belgitlem elerinin- tü rlü tü rlü zihinler üzerinde kazan­ dığı prestiji ne k ad ar anlatsak, gene de m übalâğa etm iş sayılam ayız. F ran sa’da V oltaire'd en ve D esc a rtes’çılardan beri V oltaire’i takibedip sistem lerini «yerçekimine» karşı m üdafaada ısrar ve inadedenlerden tutunuz da, A lm anya'da K a n t'ın hocalarına ve N ew ton’un asıl kendi­ sinin büyük b ir hayranı olan K a n t’ın şahsına k ad ar, Av­ rupa’da hiç kim se bu p restijin etkisinden kurtulam am ış­ tır. X IX uncu yüzyıl sonunda, D arw in'in nazariyelerinin sürdüklerine şahit olmuş olduğumuz sa ltan atı göz önüne g etirirsek , bu p restij hakkında az çok b ir fikir edinebi­ liriz. Meselâ evrimci ve dönüşüm cü (tr a n s form is te j fi­ kirler, hiç değilse bir zaman için, her yeıje girm iş, h a ttâ m eselâ din tarihine ve edebî tenkide varıncıya


X

İNSAN ZİHNİ

leader en umulmadık y erle re sokuluverm işlerdi. Lâkin N ew ton’un tesiri, belki bundan daha derin, daha k av ra­ yıcı ve evrensel, daha karşıkonm az olm uştu. N ew ton’un göksel m ekanikteki keşifleri, konularının büyüklük ve azam etiyle âd eta boy ölçüşüyordu. N ew ton'un bu alanda o rtaya koyduğu m atem atik belgitlem eler, kesin, b unlar­ dan denizcilik için çıkarılan ta tb ik ler ise, son d erece kıym etliydi Bu sebeple duyulan hayranlık, çabucak tak lit girişm elerine yol açtı. N ew ton'un « ta b iî felsefede > kullandığı usulü, lâzım gelen ih tiy at ted b irlerin i almak şartiyle, diğer ilim lere de ta tb ik etm ekle, bu alanda da, en emin, ve insanlık için en faydalı n eticeler alınam az mıydı ? Hume da, daha birçokları gibi, buna inanm ıştı. Lâlcin herkes, bu m ü şterek hayranlığın konusunu y o ru m ­ lam ada, yalnız kendi zihninin istik am et ve eğilim lerini kolluyordu H um e'un N ew ton'da k ayıtsız şartsız sevdiği, h a ttâ sırasında, kendi araştıı m alarına da sokm aya çalışt 'S 1 Ş^y, m etodun p o z itif ta b ia tıd ır; son zam anlarda çıkm ış olan b ir eser, bu n o k ta üzerinde, kuvvetle ve yerinde olarak durm uştu. [1] N ew ton'dan hemen evvel g elen lerd e, yani D escarte s'la karteziyenlerin büyük çokluğunda, m ekanik, fizik, astronom i ve umumiyetle, ta b ia t ilim leri üzerindeki an la­ yış, henüz sıkı sıkıya m etafiziğe bağlıydı. D escartes’a göre, olayların en genel kanunlarını, d o ğrudan doğruya T a n n 'n ın m ükem m elliklerinden çıkarsam ak gerekiyordu. M etoda gelince, o da, ta b ia tiy le , ilim lerin anlaşılış ta r ­ zından etkileniyordu. İlim lerin topunu idare eden evren­ sel prensipler fikrine, yani evrensel b ir ilim fikrine, D escartes’ta tekabül eden şey, aynı derecede evrensel ve ta b ia tı bakım ından da tüm dengelim li ( d e d u e tif ) olan bir m etot fikridir. B urada tecrübe, çok büyük ve, şüphesiz, çok da lüzumlu olmakla b erab er, ancak geçici bir ro l oynam aktadır. H albuki Newton, b ü s­ [1] Leon BLO CH, L a P hilo scp h ie de N ew to n , P a ­ ris, A lcan, 1908.


İNSAN ZlHNt

XI

bütün başka şekilde harek et ed er. K arşısındaki olay­ ların kendilerine vergi k arak terlerle birlikte, ( meselâ astronom i, fizik, kimya vs...ye ait diye) k ateg o rilere ay ırarak her birini ayrı ayr. inceler.. H er bir k ategoride de olguların m üşahedesinden h arek et edip olguların kanun­ larının tâyinine v a rır. D iğer yandan, m atem atik aletin kudretini de bildiğinden, ona kullanır; lâkin bunun a le t­ ten fazla bir şey olm adığını da bilir. Bu sebeple, m ate­ m atikten az çok doğrudan doğruya çıkarılm ış evrensel b ir m etot fikrini te rk etm iştir. H er olay nev'i için aradığı şey, sadece, o lgular arasındaki b ağ la n tıları belirtm eye ve, müm künse, bu b ağlantıların nicelik q u a n tita tif b ir ifadesini verm eye en ziyade elv erişli olan m etot prosedeleridir Bu yüzden, meselâ D escaıtes'ın € to u rbillons » kasırgalar kuram ı, hâlâ baştan başa varsayımsal b ir koz­ mogoni iken, N ew ton, göksel m ekanik dâvaları çözüm le­ m ekle yetinir. F ak at vardığı n eticeleri isp a t eder işte H um e, (Jsavurm anın D eneysel M etodu nu bu m ânada anladığı gibi, bn m etodun ta tb ik yeri bulam adığı şey le­ ri de, ilimden gene bu sebeple u zak la ştırm ıştır. Hum e, N ew ton m ekaniğinde, süredurum inertie prensipinjn te c ­ rübeden geldiğini m üşahede e tm iştir. [1] işte H um e'un nazarında, N ew ton'cu ilim sağlam dır; zira bu ilim, ancak ve yalnız, ya doğrudan doğruya, yahut da dolayısiyle, gerçeklenir verifia b le olan verae causae (g e rç e k s e b e p le ri) a ra r; ve tecrü b en in k o n tro ­ lünden kaçan her tü r'ü varsayım dan kaçınır. H ele ilk prensiplere, özlere ( essen ces) çıkm aya asla kalkışm az. Tersine, m eselâ cisim lerin düşüşü, gezegenlerin, güneş ve ayın, arz e trafın d a dönüşüne, meddü cezirlere va...ye dair kanunlar için olduğu gibi, m uayyen k anunlar b u l­ du mu, bunları daha genel ve daha geniş k anunlara, ve bu İkincileri de, geniş b ir olaylar' topluluğunu kavrıyan daha da genel kanunlara geriye götü reb ild iğ i zaman, kendisini memnun edilm iş sayar. Bilgin, ağ ırlık ( pesan[1] E ssa i su r V E n ten d em en t H u m a in , V II. Bölüm, II. kısım.


XII

İNSAN ZİHNİ

te u r ) ile çekim ( g rav ita tio n ) in birbirine benzetilm e­ sinin, tâ b irin tam nıânasiyle, ne birini ne de ötekini. a çıklam adığ ın ı bilm em ezlik edem ez; esasen ta b iî felse­ fe de, a rtık m utlak açık lam alar aram ıyacak k ad ar olgun­ laşm ış bir kıvam a gelm iş bulunm aktadır. G erçekten id dialarının kendi halindeliği, m etodunun güvenirliği, ve n eticelerinin de güvenirlik ve kesinliği ile a rtık m ükâfa­ tını görm ektedir. N ew ton'un keşifleri işte bu su retle yorum lanınca, aynı zam anda hem bir belge, hem de b ir örnek m eydana' getirm iş olurlar: belge olm aları, ilmin konusu b ir k ere m üspet su re tte kavrandı mı, deneysel m etodun neler yapabileceğini gösterm ekle sa b ittir; örnek oluşları ise, kesin ilerlem e yolunda adım a ta ra k , şim diki durum larınd an çıkm ak iste d ile r mi, mânevi ilim ler için önayak olabilm elerindedir. Bu ilim lerin hepsi insan ilmine tâb i ve bağlıdır. Demek ki H um e’un, N ew ton'un o rtay a koyduğu tip üze­ rine evvelâ kuracağı, jnsan ta b ia tın ın ilm idir. Bu ilme de İlkönce, m üspet sın ırlar v erm ekle işe b aşlam ıştır. G e r­ çekten, ruh ve zihnin öz ta b ia tı, bizim için cisim lerinkinden daha ez meçhul d eğildir. Şu halde < ta b ii felsefe » bunlar üzerinde bildiklerini, yalnız ve ancak olguların müşahede ve incelenm esine borçludur. Bunun gibi, < sağın ve kesin tecrü b eler, ve, ayrıca da, insan zihninin, içinde bulunduğu hal ve şa rtla rd a n doğan belirli neticelerin gözlenm esi yolundan gayrı b ir yoldan gitm ekle, bu zihnin y etki ve özellikleri üzerin d e b ir fikir edinmemiz, daha az im kânsız değildir. P rensiplerim izi mümkün olduğu k adar uzaklara vardırm ak ve bundan başka, n eticeleri de. en basit ve sayıca en az olan seb ep lerle açıklam aya çalış­ makla b erab er, tecrü b en in ötesin e gidem iyeceğim iz mu­ hakkaktır; şu k ad ar ki insan ta b ia tın ın en so n 'v e asıl niteliklerini keşfe kalkan h e r tü rlü varsayım , fazla id d i­ acı, ve k u ru ntu d an ib a re t diye, y ek ten o rtad an k a ld ı­ rılm alıdır. [1] İşte N ew ton’un pozitif usulü böylece insan tab ia[1] T raite de la N a tu re H u m a in e, Introduction.


ÖNSÖZ

XIII

tının ilmine b ir k erre nakledildi mi, H um e, bundan, (ok uzağa varan n eticeler çıkarıyor. Bu ilmin, o zamana kadar belirli bir tarzda anlaşılm ış olan şeklinden birçok büyük kısım lar, zımni b ir uyuşma gereğince, yok ediliyor, ve ru ­ hun mânevi ta b ia tı hakkında a rtık spekülâsyona yer kalm ı­ yor. Bilgi kuram ı alanında ise, m utlak olan, a priori olan ve bunlara ait te fe rru a t, sükûta göm ülüp kayboluyor. A p rio ri olarak zihin, dıştak i objeleri bilm ediği k ad ar kendi hak­ kında da b ir şey bilmez. Şüphesiz ki zihin, düşünce yoliyle, kendi faaliyetinin tü rlü kiplerini ( m o d es) m eydana çık ar­ m aktan alıkonm uş değildir; şu k ad a r ki bu iş, esasen pozitif ilmin konularından b iri olacaktır: lâkin bu ilim, bunu yaparken bile, olayların yalnız ve ancak müşahedesi ve tahlili yolundan g idecektir. İşte H um e'a g ö re, insan ilminin, ta b iî felsefenin kendisine verdiği örneğe tam a­ men uyması lâzım gelen yer, burasıdır. T abiî felsefenin cisim ler hakkında bilmek istediği, cisim lerde ancak ve yalnız m üşahede ve tecrü b ey le v ar­ lığı tc s b it edilebilen şeylerden ib a r e ttir: gerçeklenir (v e rifia b le ) olmıyan varsayım lardan, bunlar ne k ad ar göz alıcı olursa olsun, vazgeçm iştir. İnsan ilmi de, aynı ihtiyat ve kayda boyun eğ ecektir. A ncak bu, daha güçtü r: zira kökleşmiş alışkanlıklar buna aykırı ve engel olduğundan Hume, bu hususta inatçı b ir m ukavem etle karşılaşm aya hazırlanm ış bulunuyor. H albuki filozoflar, kendilerinde, ötedenberi, ruhun aynılığı ( id e n tite ) , mâneviliği, tözelliği ( substa n tia lity ) üzerinde uzun uzadıya spekülâsyon yürütm ek hakkını görm üşlerdir. Bu yüzden de b ir insan tabiatı ilmini kurm ayı asla başaram am ışlardır. H um e ise, işte bilhassa İlmî olmıyan geleneksel problem leri b e r­ taraf edeceği ve, olgulardan ilham alm am ış, ve olgularla gerçeklenip g ara n ti edilmem iş bulunan h er türlü varsa­ yımdan uzak kalacağı için, bu hususta başarı g ö stereb i­ leceğine k anidir. İşte H um e'un, esasen çok defa yanlış yorum lanan olaycılığı ( P henom enism e ) d a buradan geliyor. Bu, m e­ tafizik sebepler üzerine kurulm uş b ir olaycılık değildir.


X!V

İNSAN ZİHNİ

Hume, hiçbir zaman, « choses en soi » kendinden şeyler sorusunu çözüm lediğini iddia etm em iştir. E ğer bu soru kendisinden sorulm uş olsa, re a listlerle idealistleri, sırt sırta geri çevirir ve « s e p tik » (ş ü p h e c i) olduğunu itiraf ederdi. H um e'un phenom enism e'inin sırf m etodolojik bir mânası v ard ır, ve fizikçininki ile aynı nevidendir. Şu halde ilmin konusunu, tecrübede verilm iş bulunan şeve, yani m üşahedeye tâ b i tu tu lab ilecek olan şeye hasrederek, Hume, ancak ve yalnız olayları inceliyecektir; şöyleki insan ilminin bu po zitif görüşü (co n cep tio n ), hattâ isterse dolayısiyle olsun, m etafiziksel neviden hiç b ir problem in çözümünü içerm em ek durum undadır Z ira olaylardan başkasını veya fazlasını ele alm ak dem ek, N ew ton'cu ilim tipi üzerine kurulm uş bulunacak b ir insan tab iatı ilmi fikriıii te rk etm ek, ve filozofların( şimdiye kadar pek nafile n etic ele r verm iş olan geleneksel görüşüne te k ra r düşm ek olur. İşte H um e'un m ânevi ilim lere sokm ak istediği « deneysel usavurm a m etodu »nun ruhu ve anlam ı, budur. Bu metodun p ro se d ele rin e gelince, bu ilimlerin konusu, bu prosedeleri olduğu gibi almaya elverişli d e ­ ğildir. Ruhi ve m ânevi olayiar ele alınınca, fizik veya kimyada olduğu üzere, ne deneylerde bulunm ak müm­ kündür ne de m atem atik a le tin kullanılması söze konu olabilir. Bu sebeple, filozof, çok k ereler, ta b iatın , tü rlü durum ve şartları içinde bulunan insanlar gösterm ek suretiyle, gerek etrafın d ak i cenvyetten, gerekse tarih içinden alıp kendisine su n ar göründüğü tecrü b elerle kalm ak zorundadır. Böylece, filozof, bu insanların duygu, düşünce ve hareketlerinin bu durum ve şa rtlara göre nasıl değiştiklerim mümkün olduğu kadar büyük bir sağınlıkla m üşahede edebilir. H um e’un bu m etodu kulla­ nışında kendini belli eden iki esaslı düşünce vardır: İlk olarak Hum e, insan tab iatın ın bütün zaman ve yerlerde değişmez olduğunu kabul ediyor; ve F ontenelle ile birlikte, kırlardaki kavak ve meşe ağaçları, bundan üç bin sene evvelkilerine nasıl benziyorlarsa, zamanının


ÖNSÖZ

XV

F ransızlariy le İngilizlerinin de, öylece, an tik iten in Yu­ nanlı ve L atin lerin e benzediklerine kanidir. İnsan, her yerde, fiziksel ve tin sel uyarım lara ( excitations) karşı aynı tarz d a tep k i g ö ste rir; h er y erd e, aşk, bencilik,, kıs­ kançlık, ko rk u , b âtıl itik a t, hasılı bütün tu tk u lar, aynı objeler karşısında uyanır, ve aynı seyri takib cd erler. Bu prensipe, daha doğrusu bu k onuta (po stu la t) A uguste C o m te'ta raslan acak tır; şöyle ki terakki fikriyle uyuşa­ maz olm am akla b e ra b e r, sebeplerin araştırılm ası için güvenilir b ir h a re k et noktası tem in ed er. G erçekten, eğer türlü insan cem iyetlerinde ahlâk ve âd etler, kurum ­ lar, dinler, b irb irle rin d en başka iseler, bu başkalık, d e­ ğişm ez sayılan insan tab ia tın a değil de, (iklim, nüfus sıklığı, ekonom ik rejim , vs...) gibi iç ve dış şartların farklariyle ele alınan her cem iyetin tarih in e yorulm alıdır. İkinci o larak , H um e, içebakış’ı ( introspection) kulla­ nıyor, ve, p ren sip bakım ından vazgeçilm ez olan bu usu­ lün kullanılışını tenkidetm eyi düşünüyor: lir a iç tecrü ­ benin olgularının, bize, başka yoldan verilm eleri müm­ kün m üdür? A ncak, bundan, introspection usulünün, ne kusursuz b ir m üşahede aleti, ne de şaşmaz bir m etot prosedesi olduğu m ânası çıkarılm am alıdır, Hume, esasen gene bu y etersizlik ten d olayıdır ki «bu ilimde, te crü b e ­ lerimizi, — bu tecrü b e le r, dünyanın alelâde gidişi içeri­ sinde kendilerini g ö sterd ik leri şekilde — g erek insan hayatının, g erekse insanların, işleri ve/Zevkleri için bir araya gelm işken, tu ttu k la rı h arek et tarzının dikkatli bir m üşahedesi yoliyle elde etm ek> [1] zorunluluğu üze­ rinde ısra r eder. F akat H um e'un m etodunun orijinalliği, b urada da değildir. .Bu orijinallik, ancak, bilginin gösterd iğ i örneğe göre h a rek et etm e k tir ki onun uyduğu ilk kural ise, olay­ lard a, tecrübenin te sb it e ttirm ey e izin verdiğinden fazla hiçbir şeyi varsaym ayı içermem eyi em red er. Bunun için H um e da, insan tab iatın ın ilmine zihin ve idrâkin te tk i[1] T raite de la N a tu re H um a in e, G iriş (son).


XVI

İNSAN ZİHNİ

İçiyle başlarken, bu zihnin öz ta b ia tı ve faaliyeti üzerin­ de açık veya kapalı olsun, h e r tü rlü varsayım dan geri duruyor. İşte bu olaylardan bilebileceği ne varsa, onu, h en i' bu m üşahedeye tâ b i tu tu la n olguları tahlil eder, hem de yalnız ve ancak bu tah lild en çıkarır. Bu nok tad a H um e ile kendinden evvelkileri arasındaki k arşıtlık , göza çarpacak derecede açık tır. İnsan idrâki üzerindeki k u ­ ram larla fik irler üzerindeki d o k trin lerin i o rtay a koyduk­ ları zaman, Locke ve B e rk e le y ; diğ er yandan, bitim li ruhlarla bitim siz ru h lar arasındaki bağlantıların neden ibaret olduğunu, bundan başka da bizde, düşünen, tek olan, kendi kendinin aynı ( identiqae) bulunan mânevi ve yok oım az b ir prensipin v a r olduğunu b ilirler. Bu sebeple bunların psikolojik doktrin i altında, yarı dinsel, yarı akli ve gizli kapaklı bütün b ir m etafizik vardır. Keza Locke ile B erkeley, gene biliyorlar ki tecrü b e ile görülen birtakım o lgular üzerindeki tahlilleri, eğ er tam ve doğru ise, İs te r istem ez, bu m etafizikle bağdaşacak­ tırla r: hakikatin hakikata zıt gelm esi hiç kabil m i? L â­ kin işte bu peşinden benim sem iş oldukları kanaat yüzün­ den tah lillerin in ,—kendileri bunun fark ın a varm aksızın— eksik, sağın olm ıyan, h a ttâ insicam dan mahrum olm ası da müm kündür. Zım nen kabul edilm iş olan konutlar, zım nen benim senm iş bulunan inanlar, kuram ın pürüzlerini ve boşluklarını ö rtb a s eden b ir nevi düzgün zemin m ey­ dana g etiriv e rirle r. Böylece kusur ve pürüzler, göze görünm eden geçer. V e g erçek ten en son varılacak p ro b ­ lem ler, hal çarelerine daha b aşlangıçta kavuşm uş bulun­ dukları için, g eri kalan problem lerin bütününü, nasıl olsa, görünüşte m em nuniyet verici b ir şekilde düzenlem ek kabildir. İşte H um e’un ilim-Öncesi saydığı da, budur. Mânevi ilim lere «usavurm anın deneysel metodu> mu so­ kulm ak isteniyor? ö y le y se, insan, herşeyden önce, m etafizikî neviden her tü rlü peşin-varsayım ı, yani g erçek len ­ mem iş ve gerçeklenem ez olan Jıer tü ılü peşin kanaati gütm ekten kendini alıkoym alıdır. İşte insan ta b ia tı hakkında h er ilme ve asıl insan zihin ve idrakine dair


On s o z

XV II

— kendisini yalcın seleflerinden çok uzak ve farklı b ir durum a koyan — b îr kiıram a varm ak için H um e’un bu k u ralı ta tb ik ve takibetm esi, kâfi gelm iştir.

H um e, hem kuram ının yeniliğinin, hem de bu k u ra­ mın sebebolm aktan geri kalm ıyacağı itirazların iyice fark ın d ad ır. Bu noktayı, « T ra ite iain d e 'b irk a ç defalar te k ra r te k ra r ele alır. H a ttâ bu eser o rta y a çıktığı zaman üzerinde yazılan te k k o ntrandü (com pte rendi}) bjle, H u­ me’ la bu noktada alay eder ve tenkidci, H um e'a şöyle der; «O k ad ar üzülmeviniz: san d ığ ın ız k ad ar ihtilâlci değilsiniz!» F a k a t H um e, buna sam im iyetle inanıyordu. «Felsefenin beni mahkûm e ttiğ i üzüntülü yalnızlıktan ürkm üş ve şaşırm ış vaziyetteyim : baha öyle geliyor ki ben, bu yüzden, sanki cem iyet içinde yaşam aktan âciz olduğundan, insanlar arasın d an çıkarılm ış, ümitsiz, te rk edilm iş, garip v e acayip b ir hilkat garibesiyim . K endi­ mi, m etafizikçilerin, m antıkçıların, m atem atikçilerin, h a ttâ ilâhiyatçıların gare7İne hedef tu ttu m : artık göreceğim h ak aretlere h ay ret ed ebilir miyim?* [1] A ncak bütün bu m übalâğalı sözlerden, bizim , h a tı­ rım ızda tutm am ız gereken nokta şudur: H um e, herkesçe, kör değneğini b e lle r gibi bellenm iş olan yol ve m etod. lardan o kad»r uzaklaşm ıştır ki tahlilinin sonuna vardığı zam an, kim se a rtık ona kalak verm ek istem iyor. Bunun­ la b e ra b e r H um e, ne sağduyuyu küçüm siyenlerden, ne de paradoks heveslilerindendir. T ersin e, meselâ ahlâk ala­ nında, genel duyuş ve düşünüşe aykırı olan şeyin, m ut­ laka ve ancak yanlış olabileceğini söylem ekten zevk du-, yar. Şu halde tT r a ıte * ’nin ilk kitabını dolduran ve nazariyenin geri kalan kısmının an ah ta rı olan idrak kuram ında acaba nasıl oluyor da H um e, kendi ik raıın ca bile, bu derece paradokslu ve bu k adar olağanüstü bir doktrine varm ış oluyor? [1] Traite de VII.

la N a tu re

H am aine,

I, IV, bölüm


XVIII

İNSAN ZİHNİ

H um e, b ir yandan, kendi m etodunun k u ralların boyun eğmiş olmak için, kendinden evvelkilerinin felse­ fesini zım nen destekliyen p eşin -v a rsa y ım la rd a n g eri du­ ruyor, öte yandan ise, problem lerin o rtay a konuş tarzını çok defa bu kim selerden alm akla b era b e r, orijinal so ru ­ lar ortaya atm ak tan da g eri kalm ıyor. M eselâ, Locke gi­ bi, fikirlerin kaynağını a ra ş tırır görünüyor. A ncak fik ir­ ler hakkındaki tanım lam ası, a rtık Locke’nunki olm aktan çıkmış bulunduktan başka, fik irlerin meydana geliş m ese­ lesini de, Locke’tan başka şekilde anlar. Hume için, me­ sele, bir fikrin zihinde hangi anda belirdiğini tâyin e t ­ mek değildir. Locke'u pekâlâ memnun eden «basit taririh î usul», H um e'a yetm iyor. F ik irlerin oluşunu çizmek, fikirleri hakikaten açıklam ak dem ek olur. Şu halde bun­ ların gerçekliğini ve bazı h allerd e, m eşruluklarını yerindekilerini te s b it etm ek, yani H um e'un dilince bu fık irlçrin hangi izlenim lere tekabül e ttik lerin i g ö ster­ m ek, başka deyim le, bu fik irlerin üzerinde taşıdığım ız objektif değerlerin neye dayandığını açıklam ak, lâzım gelecektir. Bu son problem i o rtay a atm akla Hume, L ocke'un, m aksatsız olarak, h a ttâ belki farkına bile varm aksı­ zın, bazan girm iş olduğu • halde, ne önemini, ne de varlı­ ğını sezem edigi, henüz araştırılm am ış ülkeye ayak bas­ mış olur. M. Riehl, bu hususta, güzel eseriYıin [1] yeni baskısında ne d erse d işin , L ocke'ta bilgi m eselesinin k ritik su re tte o rtay a konuşu, açık d e ğ ild ir: ve ancak H um e’da belirir. Z ira H um e, suali bile bile o rtaya koyar, halbuki Locke, bunu ne yapm ış ne de yapmayı düşün­ m üştür. H ıvne, «tecrübe» k elim esin i,— okuyucuya bunu ha­ b er verm ek ihtiyatını g ö sterm em ekle b erab e r — iki ayrı m ânada kullanıyor: Bütün fikirlerim iz, te k ra rı veya kopyası oldukları b ir takım izlenim lerin varlığını iç e rirle r; yani, başka deyimle, fikirlerim izin hepsi, tecrübeden gelir. İşte bu, [ l j A. Riehl, D tr p h ilo to p h ite h t K r iliz itm u t, I, 70 -1 0 0 , (1908).


ÖNSÖZ

XIX

tecrübenin birinci m ânasıdır ki bu mânasiyle, sadece fi­ kirlerin zihin tarafın d an a prio ri o larak meydana g etiril­ m esinin karşılığıdır. ö te y a n d a n , zihnim izce kavranabilir olan hakikat* lar, iki ç e şittir. H ak ik atların bazıları, m eselâ aritm etik teorem leri gibi* ya fik irlerle b ağ lantılarının sadece ele alınm asından y ahut da m uhtevalarının tahlilinden elde edilir, ö te k ile r ise, «olguya a it şeyler»e racid ir ki bunlar da, ta b ia t ve ta rih te m eydana gelen, bizim şa h it olduğu­ muz- olaylarla, g erçeklik yahut da zorunluluğundan şüp­ he etm ediğim iz halde, varlığım ız dışında olm uş, olm akta ve olacak olup evvelkilere nispetle sayıca daha az olan olaylardır. Bu kocaman olaylar ve olaylar arasındaki bağ­ lan tılar bütününe de, Hum e, «tecrübe» adını veriyor. K e­ limeyi bu belirli m ânada alm ak suretiyledir ki Hume, ilk olarak, k ritik dâvasını o rtaza atm ış o lu y o r: « 7 ecrübe n a tıl m ü m k ü n d ü r?> Ve bizim ne sezgi, ne de ispat yoliyle varam adığım ız, buna rağm en şüphe götürm ez, gibi görünen hakikatler acaba neye d ayanır? Bana, m eselâ, b ir pilot havada yükselirken, b e rab erin e b ir ba­ ro m etre alırsa, balon yükseldikçe, cıva sütununun ineceğini, h a ttâ evvelinden sağınlıkla bilinebilecek nis­ p e tte alçalacağını ileri sürm ek hakkını acab a kim veri­ yor? Şüphesiz ki buna benzer hallerde, o laylar arasın d a var olan zorunlu b ağ lan tıy a güveniyorum . F ak at acaba bu zorunlu b ağ lan tı fikri bana nerden geliyor ? Bunun o b jek tif değerini te s b it edebilir miyim? H um e'un sual konusu yap tığ ı şey, çok d efa sanıldı­ ğı gibi, meselâ olayların kanunlarla idare ed ilm ekte olup nedensellik prensipine tâb i olm çlan bakım ından, tab iatın düzeni d e lild ir. Bilinmiyen b ir m uhataba yazarken H u­ me şöyle sö y le r: «M eselâ herhangi b ir şey te b e p tiz ola* rak meydana gelebilir» şeklinde saçma ıbir önerm eyi a s­ la m üdafaa etm em iş olduğumu söylem em e m üsaade e d i­ niz. Ben sadece, bu önerm enin yanlışlığı üzerindeki gü­ venim izin ne sezgiden ne de isp a tta n geldiğini iddia e t-


XX

İNSAN ZtH Nl

tim .» [1] G üneş yarın, belli sa a tte d o ğacaktır. Hume, bundan şüphe etm eyi a tla düşünm ez. Bunun gibi ta b ia ­ tın düzeni hakkındaki genel güveni de sarsm aya çalışmaz. Y aptığı her h arek et, attığ ı her adım , bu düzene in andı­ ğını içerir: o, bunu biliyor ve bununla da başını hoşediyor. H um e’u u ğ raştıran soru b am başkadır, ve bilgi kuram iyle ilgilidir. «A caba nasıl oluyor da biz, olayları, b irb irlerin e zorunlu bağlan tı m ünasebetleriyle bağlıym ış­ lar gibi düşünüyoruz? Bu b ağlantının mânası nedir ? «Bu bağlantının zorunluluğunu söylem ekten fiilen kendim izi alam adığım ızdan, bu soruya, belki de, fuzulidir, denecektir. Hume ise, bu, en bellibaşlı dâvadır, di­ ye cevap veriyor; şu kadar ki filozoflar, bunu şimdiye k ad ar görm em iş olm akla, büyük bir hataya düşm üşlerdir. Zira şayet bunu çözümlemeye çalışsalardı, dolayisiyle, zihin ve idrakin ta b ia t ve işlem leri hakkında yeni bilgiler edinm iş, insan ta b ia tı ilmini de, bu ilme hem lüzumsuz yere takılan, hem de ilerlem esine engel olan peşin hü­ küm lerden kurtarm ış o lurlardı. « T raite »de dolam baçlı gelişm esini takib ed eb ild iğim iz ince bir tahlilden sonra, H um e, hiç beklenm edik b ir sonuca varıyor ve bundan, kendisinin de hayrete düşm üş olduğunu söylüyor: zorunlu bağlantı fikri, ne < a priori » ne de « a posteriori » olarak kendi m eşrulu­ ğunu ispat edem ez. G erçekten de bu fikir, b ir sezgiden m eydana gelm iş değildir; çünkü zorunlu bir bağlantı, olayların sadece görülm esiyle d o ğrudan doğruya kavranabilen bir şey değildir. H erhangi bir objenin karşısında ilk defa olarak bulunduğum uz zaman, bu objenin, neyin neticesi ve neyin sebebi olabileceğini beyan etm ekte çok zahm et çekeriz. İkinci olarak, zorunlu bağlantı, idrak edilem ediği kadar isp at da olunamaz. İmdi, biz, bir olgu­ nun m ünasebetinin aksini, daim a, ve saçm alığa düşm ek­ sizin, idrak edebiliriz. V ücudumuzu suya b atırırlarsa, ve nefes alam azsak, oksijensizlikten Öleceğimiz m uhakkaktır; lâkin suya dalm ış bazı y aratık ların yaşam akta devam [1] B urton, I, 97.


ÖNSÖZ

XXI

edeceklerini tasarlam ak saçm a değildir: nitekim tab iat, bu çeşitten birçok y aratık m eydana getirkniştir. Şimdi sebeple netice arasındaki zorunlu bağlantının ispat ko­ nusu olduğunu söylemek,, seb ep te, h e r tü rlü tecrübeden evvel olmak üzere, bu sebebin m eydana getireceği so­ nucu kesinlikle önceden göreceğim izi kabul etm ek de­ m ektir. O y sa k i bu önceden-görm e, hiçbir zaman mümkün değildir. P a ta te s ile belladon otu, aynı b itk i ailesinden gelm edirler. H albuki insan için biri b ir gıda, diğeri bir zehir olan bu b itiklerin, tecrübeden evvel, hangisinin g ıd a, hangisinin zehir olduğunu bilebilir miyim? O lay lar arasındaki zorunlu b ağlantılar, dem ek ki, ne sezgi yoliyle tan ın abilir ne de « a p r io r i» su rette ispat edileb ilirler. Bize « olguya a it şeyler » hakkında bilgi veren, yalnız ve ancak' tecrü b ed ir. T ecrübe, bize, bu olayları « sürekli b e ra b e rlik » ( conjonction co n sta n te) halinde g ö ste rir. F akat bu sürekli b erab erlik ten , zorunlu b ağlantı iddia ve olum lam asına hangi hakla geçiyoruz? G elecek tecrü b e hakkında daha şim diden beslediğimiz k a tî güveni izah için, geçmiş tecrü b ey e dayanm ak, man­ tık bakım ından başarılam az olan b ir teşeb b ü stü r. N ite­ kim, olayın biri, birinci d efa olm ak üzere, diğer bir olayı tak ib etti£ i zaman, bu birinci defanın, kendi v a r­ lığında, birinciden farklı b ir ta ra fı yoktur. Demek ki eğer birinci defada, sonurguyu ( c o n seq u en t) önertiye ( a n te c e d e n t) baglıyan zorunluluğu görm em iz imkânsız idiyse, bu zorunluluğu böylece, birinci defeda da g ö re ­ meyiz. Şim diye kadar müşahede edilm iş hallerin sayısı ne olursa olsun, hiçbir şey, bizi, bağlantının, gelecek hallerde de doğru çıkacağını iddiaya yetkili kılmaz. E sa­ sen bu iddiayı da biz, ancak ve yalnız şu genel formüle dayanm akla ileri sürebiliriz: Henüz m üşahede etm em iş olduğumuz olayların bağ lan tıları, m üşahede etm iş oldu­ ğumuz olaylarınkinİB, iste r istem ez aynıdır, yahut da ta b ia t kanunları süreklidir. Lâkin işte bu form ülün ken­ disini nasıl m eşru kılm alı? €A p rio ri» olarak, bu, yu­ karda g österilen sebeplerden dolayı, im kânsızdır. A pas-


X X II

İNSAN ZtH Nt

teriori olarak ise, tecrü b en in kendini kurm ası gereken prensipi, gene tecrü b ed en istem e olur. O rtad ak i k ısır döngü ( cercle vicieux ) besbellidir. D em ek ki H um e, John S tu a rt Mili ve ondan başka, A uguste C om te tara fın d an kabul edilecek olan kuram ı k a tî su rette reddediyor. Bu filozoflara göre, tüm evarm ak ( in d a re) için, ta b ia t k anunlarının sürekliliğine a it genel prensipe dayandığım ız ve bu prensipi, geçm iş için olduğu k ad ar gelecek iç in d e geçer (v a la b le ) saydığım ız d o ğ ­ rudur. F akat dediklerine g ö re, bu prensipin kendisi de, g e n i; bir sayma ile (p e r enum eratıonem ) tüm evarım a dayanm aktadır. Şu k a d ar ki bu prensip, hiç yalanlanm aksızın, geçm işte sayılam ıyacak k a d ar çok hallerde doğru çıktığı için, gelecekte de yalanlanması ih tim ali, bize, son derecede az görünür ve prensipi, böylece, p ra tik bakım ­ dan, m uhakkak sayarız. F ak at a prio ri filozoflarının da y aptığı g ib i, Hume, şöyle b ir itirazd a bulunuyor: bu, belki gelecek olaylar hususunda, içinde bulunduğum uz beklem e durum unun psikolojik b ir ta sv iri olabilir; yoksa herhalde tüm evarım ( in d u ctio n ) prensipinin m antıki b ir doğru çıkarılm ası (ju s tific a tio n ) d eğ ild ir. Eğer biz, şim di idrak edilen m ünasebetlerde zorunlu b ir bağlantı sezm em işsek, müşahede edilen haller ne k adar çok olursa olsun, nasıl olur da gelecekte olacak olan haller hakkında bu zorunlu bağlantıyı ileri sürebiliriz? Böylece Hum e, en orijinal olanlar arasın d a bulunan iki bölüm de, felsefi olasılık problem inin, asıl nedensellik problem inin aynı olduğunu g ö sterir, f l ] D em ek ki, m antık bakım ından, am pirizm in bu şekli, a priori akılcı k u ram lar kadar ileri sürülem iyecek b ir ta b ia tta d ır. G örülüyor ki iste r a priori iste r a posteriori olayla­ rın gözlenm esinden, b unların zorunlu bağlılığını anlaşıla­ b ilir kılan hiçbir şey çıkaram ayız. H albuki, bizde, bu zo­ runlu b ağlantı fik rr vard ır; şu k a d ar ki' bu fik ir, düşünce ve a ksiyonlarım ızın hem en hepsin d e içerilm iş bulunmak[1] T raite de la N a tu re H um a in e, I, III, bölüm XI ve XII.


ÖNSÖZ

XXIII

tad ır. H a ttâ te c rü b e bu fikri açıklayıp meşru kılmak şöyle dursun, tersin e,' fik ir tecrübeyi mümkün kılm aktadır. Şu halde acaba onun kaynağını nerede bulacağız? H um e, te ­ reddütsüzce: «Bilen süjede» diye cevap veriyor, ve K a n t’ın kendisine k arşı duyduğu d erin hayranlığın ne kadar y etinde olduğunu gözümüz önünde b elirten açık b ir dille, bize, meseleyi şöye hulâsa ediyor: «E ğer olayların zihin­ deki bağlantısı, zihnin dışında g ö ste rd ik le ri bağ lan tıd an daha fazla olm asaydı, biz, bu o layları, ancak a y rı, ve a raların d a bağ olm ıyan b irta k ım v a rlık lar sayabilirdik. H albuki g erçe k te , biz, bu olayları, bazı k anunlara b o ­ yun eğ er sayıyoruz. Demek ki zihnimiz, bize, b ir bağlantı prensipi sağlıyor.» Hasılı zorunluluk, objelerde değil de, zihinde bulunan b ir şeydir. Ya zorunluluk fikri yok tu r, yahut da biz, sebeplerle n eticelerin beraberliğini d en e­ dikten sonra, zorunluluk düşüncenin sebeplerden n etice­ lere ve n eticelerd en sebeplere geçişinin gerektirim inden ( determ in a tio n ) başka birşey değild ir. Bundan sonra, Hume şunu da ilâve ediyor: «Bu eserim de, (T raite) ileri sürdüğüm veya süreceğim p arad o k slar (aykırı sözler) arasın d a, bunun, en ileriye varan b ir aykırılık olduğunu bilmiyor- değilim .... Sanki sebeplerin etkililiği, zihnin gerektirim ind ey m iş : Sanki seb ep ler,— bunları seyredecek ve bunlar hakkında usavurm ada bulunacak bir zihin ol­ sa da olm asa da — fiilerini aynı tarz d a icra etm ezlerm iş gibi!... Bu ise, tab iatın düzenini baş aşağı g etirm ek ol­ maz rai?» [1] işte bütün bu itira z la r, H um e'un, buluşunun kaplam ını ne büyük b ir fikir açıklığıyle kavram ış oldu­ ğunu g ö steriy o r. Hume tarafın d an o rtaya atılan yeni sual, a tıl bu d ü zen in ken d isin in nasıl m ü m k ü n oldu­ ğunu bilm ektir. İmdi bu düzen, zorunlu nedensellik ka­ nunu üzerine kuruludur; şöyle ki bu kanunun zorunluluğu, ancak olayları b irb irlerin e bağlı gibi tasavvur eden zihinde olabilir. Şu halde K ant'ın H um e'u çürütüp çürütm ediğini [1] XIV.

Traite de la

N a tu re H um a in e, I, III, bölüm


X X IV

İNSAN ZİHNİ

soranlara, K ant’ın H um e'u çürütm esinin öz konusu olm a­ dığı cevabını verm ek g e re k tir. Bilâkis H um e’un şimdiye kadar ortaya koyduğu herşeyi, yani nedensellik b a ğ la n tı­ sının sen tetik k arak terin i, bu bağlan tın ın zorunluluğunu am pirik Şekilde açıklamanın im kânsızlığını, K ant H um e'dan alıyor, ve kendi d o ktrinine mal ediyor. Hume gibi, K ant da «zorunluluğu), bilen süjeye koyuyor. F ak at K ant için bu zorunluluk, zihin k ateg o rilerin e mahsus b ir şeydir ki bu k ateg o riler, a p rio ri o larak , bizim için her bilişin evrensel ve zorunlu ş a rtla n , ve, umum iyetle, mümkün bir tab iatın yapıcı k anunlarıdırlar. Şimdi belki de k ritik m eselesjnin bu çözümlenme ta rz ı K ant’ın hiçbir zaman büsbütün te rk etm em iş olduğu, üstü kapalı b ir rasyona­ lizmi içerm ek ted ir. H erhalde, şurası m uhakkak ki bu çözüm lem e tarzı, K an t’çı anlam iyle, «evrensel, zorunlu; a p rio ri» olan, bile bile bilm em ezlikten geldiği için, tecrübeden bağım sız olan bilm e öğelerini (unsurlarını) kabul etm iyen H um e'un, ak lın a asla gelem ezdi. H um e, zihindeki zorunluluğu açıklam ak için, ayrı b ir istikam et tu tm u ştu r: alışkanlığa başvurm uştur. Bir olayın, bininci defa olmak üzere, b ir başkasının ardı sıra geldiğini g örsek de, bu bininci hal, kendi varlığında, birinciden hiçbir yönden farklı değildir. Birinciyle bininci defa arasındak i fark, dem ek ki, alışkanlığın, ö n erti ile sonurgunun fik irleri arasında kurm uş olduğu, ve Hum eun da, «kolay b ir geçiş», â d e ta kendiliğinden olma ve karşı durulm az bil1 geçiş ( tr a n s itio n ), tek sözle b ir çağ­ rışım adını verdiği şeyden ib a re ttir. Bir nevi «yumuşak kuvvet,, (force douçe) olan fik irlerin bu çağrışım ı, Hum e'a göre, zihnî sistem de, güneş sistem indeki çekim in rolüne ben zer b ir rol oynar. Ve nasıl ki N ewton, ispat edebileceği bazı kanunların en genelleri olanlardan ö te ­ sine çıkm aya kalkışm am ak ve çekim i açıklam am ak ted b ifliliğ in i gösterm işse, bunun gibi, hareketlerini New* to n 'u n örneğine uyduran H um e da, «olguya a it şey ­ le rd in bilgisiuin k a ra k te rle rin i alışkanlıkla çağrışım ın çok genel pren sip lerin e g eri g ö türebilm iş olm aktan do­


ÖNSÖZ

XXV

layı kendisini çok m utlu sayıyor, ve alışkanlıkla çağrışı­ mı da, sırasında «açıklama» 'ya çalışm aktan geri duruyor. Ejjfer pozitivist durum , birtakım bağ ın tılı ( re la tif) «açık­ lam alarla» yetinm ek' üzere, m utlak prensiplerin a ra ş­ tırılm asını elden bırakm ak, b u n lard an vazgeçm ek d e­ mekse, H um e, burad^, bu anlam da, pozitivisttir. F ak at b u rad a hemen b ir zorluk o rtaya çıkıyor. O lay­ lar arasındaki — bizde bulunan — zorunlu bajflantı prensipinin, alışkanlıkla çağrışım yoliyle m eydana geldiği kabul edilse bile, acaba nasıl oluyor da alışkanlıkla çağ­ rışım, bazı h allerde, bu hassaya malik olabiliyor, b azıla­ rında da olam ıyorlar? M eselâ bitişiklik dolayısiyle mey­ dana gelm iş bazı olay çağrışım ları, bize çok yakın ve alışılm ış gelebilir, ve karşım ıza pek çok k ereler çıkmış o la b ilirle r: buna ragm en biz, bunlara ancak sübjektif bir d eğ er veririz, kendilerini sırf hayal gücümüzün veri­ mi say ar, ve olayları, birlikte tasavvur ediyoruz diye, olay­ ların, kendi araların d a da bağlanm ış bulunduklarına inan­ mayız. Fakat, eğ e r söz konusu olan, sebep netice bağ­ lantısı ise, bu bağlantının, objektif olarak, zorunlu oldu­ ğunu, ve bizimki gibi olan bütün zihinler için de v arit bulunduğunu ileri sürm ekte tereddüdetm eyiz. İşte b u ra­ da, H um e'un en ince görüşlerinden biri, b elief (inan) tâbiriyle andığı şeyin tahlilinin yeri v ard ır. B elief, çok defa inan şeklinde tercüm e ediliyor, fak a t H um e'un bu kelimeden anladığı, hem o b je k tiflik duygusu hem de o b je k tiflik h ü k m ü d ü r (sentim ent e t j'ugement d'objectiv ite). Zira H um e’un g österm ek istediği şey, zaten şu­ dur: eğer biz, bazı b ağlantıların objektif olduklarına hük­ mediyorsak, bu, bizim, bu bağ lan tıların , başka b ağ lan tı­ lardan farklı olduklarını hissettiğim iz içindir. Y apıntılı olduğunu bildiğimiz b ir tasarım la, o bjektif o larak g e r­ çek saydığım ız d iğ er b ir tasarım arasında, bunların özü birbirine benzer bile olsa, b ir kuvvet, canlılık, renklilik ve sağlam lık fark ı v a rd ır. H asılı b unlar, üzerim izde ay­ nı etkiyi yapm azlar, ve biz, bunları, aynı tarzd a duym a[1] A slında tım a k içindedir. (Müt. Notu).


XXV I

İNSAN ZİHNİ

yız. M antıkçılar tarafın d an idrak etm ek, hüküm v er­ mek, usavurm ak arasında yapılmış olan ayırd etm eler, kuruntudan ib a rettir. Bir objeyi sadece idrak etm ek, onu var diye tasarlam ak , var olduğunu iddia etm ekle aynı şey d e ğ ild ir: şu mânadaki var sayılan objenin ta sa rı­ m ın d a (rep resen tatio n ) aynı objeninin sırf k a v ra m ın dakine (concept) [1] nispetle daha fazla b ir şey yoktur; lâkin objenin var olduğu hakkınd^ki olum lam ada, ta ­ savvur, bir in a n ın (belief) psikolojik karek terlerin i giym iş bulunm akta olup süje tarafın d an tered d ü d e ve yanılm aya yer bırakjnıyan, ve objektifliği kazandıran şu belirli, ve tarife sıgm ıyan ta rz d a duyulur. İmdi bu ta s a rı­ mın böylece d u yu lm a sı için, zorunlu ve y e te r şart, bu ta ­ sarım ın, azçok doğrudan d oğruya olmak üzere b ir sebep- ! lik baglantısiyle, fiilî ve h azır bir izlenime bağlı bulun­ m asıdır. Böylece bu o b jektiflik duygusu, deyiş yerindeyse, bütün aradaki halkalar yoliyle, sebep diye çağrışılm ış b u ­ lunan filere geçer, halbuki çağrışım ın öteki şekillerine ya hiç, yahut dp hem en hemen hiç geçmez. Burada, bize, H um e’ un psikolojisinin, zihin ve ruh hâllerinin nüanslarına ve sonsuz değişm elerine, h a ttâ h e r türlü deyimi aşan değişken renklenm elerine karşı ne k ad ar -dikkatli olduğunu gös­ teren bu son d erece ince; fazla olarak, Hume <Jan sonra gelen İngiliz çağrışım cılarındaki ( a sso cia tio n n istes) gö­ rüşlerden çok başka olan kuram ın teferru atın a giremeyiz. A ncak bu tecrübe hüküm leri kuram ına işaret etm iş olmak yeter. Bu kuram ın tâb i bulunduğu sebeplik bağlantısı gibi, bu tecrü b e hüküm lerinin objektifliğinin de kaynağı, bilen ve duyan süjededir. * * * Bununla b e ra b e r, bu psikolojik kuram ne k adar ustaca olursa olsun, h a ttâ H um e’un, bütün bilginler gibi, ancak olguların gerçeklenm eye ve kontrol edilm eye izin v erdikleri kadariyle yetinm ekteki kesin k araıın a rag[1] Traite de la N a tu re VII (not olarak).

H u m a in e, I, III, bölüm


ÖNSÖZ

XXV II

men, « tecrübenin im kâ n ı > problem ini, sırf ferd î şuur bakım ında kalm ak su retiy le ele alm ak, Hume için, çok güç, belki de im kânsızdı. T ecrübe hüküm lerinin, bize, bütün -zihinler için var görünm eleri, b ir olgudur: bundan başka, zihnim izde yerleşm iş zorunlu b ağ lan tıların da. ta ­ b ia tta biribiri ark asısıra gelen olaylar düzeniyle uyduk­ ları da, b ir olgudur. Şu halde, H um e acaba, buuu göz önüne alm aktan geri mi d u ra c ak ? K ant’ın doktrininde, bu iki düzen, koşut (parallele) değildir. H ak ik atta, ve ma­ dem ki zihnin k anunları, aynı zam anda, bizim için müm­ kün olan her tü rlü tab iatın yapıcı kanunlarıdırlar, bu iki düzsn, esasta, b ir te k tir. F ak at H um e'da, bu çeşitten bir deneyüstü ( tran scen d en tal ) kuram fikri olmadığı gibi, h a ttâ bu yolda aram aya koyulm aya da, h erh ald e razı olam azdı. H um e’da bulduğum uz Şey, erekçi (fin a liste ) ve biyolojik ta b ia tta b ir kuram ın tohum larıdır. Bu su rette H um e, tabiatın sey ri ile fik ir le r im iz in birbiri arkasısıra g elm ele ri a ra sın d a ki ö n ceden-karalm uş bir ahenk varsayım ına telm ih eder. H a ttâ en son sebeplerin keş­ finden ve seyredilm esinden zevk alanlar, burada, hayret ve hayranlıkları için bol bol konu b u labilirler [1] d er. H um e’un kalem inden çıkm ış olan bu tâ b irle r, sanılabilecegi gibi, hiç de alay etm eden ileri gelm iş değildir. Hume, g erçek ten , asıl son, ereksel ( jin a le sJ sebeplerin ele alınm asiyle, öteki yandan, varlık şa rtların ın pozitif prensipi arasında, y an yoldadır. Bu arada, tab iatın hik­ m etini, öngörüsünü, iyiligioi, h a ttâ, am açlarına ulaşmak için kullandığı yol ve çarelerin güvenirliğini belirtm ekten hoşlandığı pasajlar, h aylidir.' H um e’da « ta b ia t >, çok defa gerçi lâyikleştirilm iştir; fakat, gene de, -b u kisve a ltın d a pekâlâ tan ın ab ilir olan T an rı ta k d iri’nin yerini tu ttu ğ u m eydandadır. H um e’un, hayır işleyiei olan tab i­ ata karşı duvdugu, biraz da içli, hayranlık ve m innet duygusu, tam XVIII. Yüzyılın zevkine göredir; şu ka­ dar ki R ousseau ile K ant'ın bu çağdaşı da, erekbilim sel [1] E ssai sa r /’ E n te n d e m e n t lüm sonu.

H a m a in , I.inci bö­


XXV III

İNSAN ZİHNİ

( teleologique ) kanıtı, T anrı'nın varlığının en saygı verici belgesi saym aktan g eri k alm am aktadır. A ncak H um e, çok def^ da, bam başka b ir lisan kullanm ıştır. M eselâ şöyle yazar: « H ayvanlarda ve bitkilerde, uzviyetin tü rlü parçalariyle, bu p arçaların b irib irlerin e nispetle g ö ste r­ dikleri m erak verici uyarlam a ( a d a p ta tio n ) üzerinde ısrara lüzum yoktur. Z ira bu uyarlam a olm asaydı, b ir hayvaaın nasıl yaşam akta devam edebileceğini pek m erak ediyorum . N itekim bu uyarlam a olm ayıverse, hayvanın d erhal mahvolacağını, ve yapılm ış bulunduğu m adde­ nin de, yeni b ir şekle g ireceğini anlam amaklıgımız müm­ kün mü ? » [1] Şu halde, düzenleyici ve hay ır işleyici bir düşün­ cenin şah itle ri olan son sebepler yerine, ancak birtakım varolm a şartla rı görm ek lâzım d ır ki bunlar, verilm iş bulundukça, canlı y a ra tık lar y aşam akta devam edip nevi­ leri de, sürer; ancak araların d an biri, veya birkaçı, bazı sın ırlar ötesinde değişecek olursa, bu y aratık lar ölür, nevi de ortadan kayboluverir. Dem ek ki bu kadar hayranlığı g erek tirm iş olan uyarlam a, uzviyetlerin varlığı için elzem bulunan ş a rtla ­ rın hepsinin bir araya gelm esinden başka b ir şey olm a­ mak icabeder. Bu ş a r tla r a rasın d a, hayvanların içgüdü­ leriyle, insanda da, yoklukları yüzünden, kendisini her yandan tehdideden teh lik elere m aglûbolm asını g e re k ti­ recek alışkanlıkları saym ak, y erin d e olamaz mı? Ve eger böyle ise, filozofların akıl adını verdikleri zihnî alışk a n ­ lıklar* bize, âd eta , T anrısal, gökten gelme b ir uyarlam a gibi gö rü n en varlık şa rtla rın d a n biri olam azlar mı? İnsan nev'inin a rta k a lıp gelişebilm esi için, sebep-olayı netice-olaya zorunlu b ir su re tte bağlam ak alışkanlığı­ nın, zihnimizin b ir çeşit içgüdüsü olm ası lâzım değil miydi? H um e’un düşüncesinin bu m erkezde olup olm a­ ması noktasını ele alırsak, H um e'un insan aklını hayvanlarınkine y ak la ştırış tarzın ın , bunun, kesin ve pozitif b ir belgesi olduğunu görüı üz. G e n e 'H u m e; "T ab iat, d er [1] D ialogues tu r la R elig io n N aturelle, VIII.


ÖNSÖZ

XXIX

bu derece önem li b ir fonksiyonu (yani sebep-netice bağlantı bilgisini), usavurm a k ad ar zayıf, kararsız, ve hata işlemeye elverişli b ir yetiye em anet etm iyecek k a d ar basiretli ve ihtiy atlıd ır.» [1] Bu seb e p te n dolayı tab iat, aksiyonunda, hem daha «kendiliğinden» (spontane) daha doğrudan do ğ ru y a, hem de, uzvî ve hayati fonksiyonlara daha yakın olan b ir yetiye, yani alışkanlığa, başvurm uş­ tu r. Nitekim bu yetinin, erg in lerd e olduğu gibi mini m inilerde ve hayvanlarda d ahi işlediğini görm üyor m u­ yuz? H asılı H um e'un bu husustaki kuram ı — eğ e r H u ­ m e’un yetindiği bu kısa, fak at açık olan şu birkaç işa­ rete kuram adını verebilirsek — açık tan açığa biyolojik ta b ia tta d ır. H a ttâ , buna ben zer olm ak üzere, m eselâ Le D antec’in g ö rü şleri gibi, zamanımızda m eydana çıka* cak olan daha c esaretli kuram ları h ab er verir gibidir. Böylece zihni, h ay ati fonksiyonlara yaklaştırm akla, Hume, düşüncenin esas tab iatın ı asla keşif iddiasında değildi. T ersine, H um e’un anlatm ak istediği, hayatını, m addede işliyen k uvvetler gibi, kendi özünce bizim için tam am en meçhul olduğudur: zira bunlar, «açıklanm aları» insan zihninin kavrayışının çok üstü n d e olan birtak ım tecrü b e, deney v erilerid irler. «Sondam ız, böyle uçsuz bucaksız uçurum ları ölçemiyecelc k a d a r k ısad ır. «M etafizikçilcr, düşünceden h arek et etm ekle bütün reeli izah ettiklerini san ırla r. Lâkin H um e'un D ialogue’la rd a kul­ landığı tâ b ire g ö re, «dim ağın bu küçük h a rek et halindeligi (agitatio n ), tenasül, irsiy et, veya yerçekim inden ne daha çok ne de daha az esra rlıd ır. H a ttâ tecrübe hüküm lerini m eydana getirm eye, yani seb ep leri netice­ lere, yahut da, te rsin e , neticeleri seb ep lere g ö re, önce­ den tahm ine izin verdiği n isp ette, ve insanda, m ukayese kabul etm iyecek derecede b ir gelişm e g ö sterd iğ i halde, insanlarda, hayvanlarla m üştereken bulunan zihnî b ir fonksiyon olup elzem ve vazgeçilmez b ir uyarlam aya göre meydana geliy o r gibidir. Hume, bu noktaya vardık­ [1] E ssa i su r l ’E n ten d em en t lüm, 2 inci kısım.

H u m a in , V inci b ö ­


XXX

İNSAN ZİHNİ

tan sonra, durur. K endi pozitif metodu, kendisini, daha ileriye gitm ekten alıkoym aktadır. Lâkin H um e’un, 'kendi kuram ından memnun kalm asında çifte b ir sebep v a rd ır. G erçek ten bu ku ram , b ü tü n d iğ er ilim lerin bağlı bulun­ duğu insan ta b ia tın ın ilmi için, b ir yandan, Icatî b ir iler­ lem e teşkil ed erk en , öteki yandan da, sözde mantıl(i olan bazı p ren sip ler üzerine kurulu bir bilgi kuram ını a rtık im kânsız kılar. D em ek ki Hume: felsefeyi fuzuli, karışık, sırf sözde k aldıkları k a d ar gülünç de olan b ir sürü boş m ütalâa ve spekülasyonlardan k u rta rm ıştır. Bunlar ise, esasen, gene kendi cinslerinden ve kendilerine yakın olan bazı dinsel batıl itik a tla rın tutunm asına y a r­ dım ederler. Şimdi acaba bütün bunlardan sonra, H um e'un şü p ­ heci olup olm adığını hâlâ kendi kendim ize sorm ak y erin ­ de olur mu? H um e' un, bu adı kendisine çok defa v e r­ diği d oğrudu r. Lâkin Hum e, herh ald e, bu adı, kendisine, ancak rah at ve huzuru pahasına takılm ası ihtim ali olan daha başka ve daha tehlikeli a d lara tercih etm iş olsa g ere k tir. Sonra, b ir de şu v ar ki, H um e’un asıl maksadını sezm ek de lâzım dır. Hume, şüphecilik, tâb irin in tam mânasiyle, hiç kim senin g erçek ten tam «şüpheci» olduğuna asla kani d eğildir. H er şey hakkında hüküm den g e ri duran insan, henüz dünyaya gelm em iştir. H a ttâ «şüphecilik» gibi bir sözde-felsefeye k a rşı m ücadele etm enin bile yeri yoktur; zira bu, hayalî b ir düşm anla savaşm ak demek olur. T ab iat, bizi, nefes alm aya nasıl zorluyorsa, d ü şün­ meye, yani hüküm v erm eye, ve m uhakem e yürütm eğe, de, öylece zorluyor. Bundan geri durm ak istiyen, iste ­ ğinde muvaffak olam az; zira ta b ia tla bu derece başa çı­ kılm az. H ele b ellibaşlı zihnî fonksiyonların, işlem ek için, düşünceye bağlı bulunm ayıp, tıpkı içgüdü gibi b ir nevi ta b iî zorunlulukla işlediklerini kabul eden bir d o k ­ trin d e , bu hal, büsbütün do ğ ru ve v a rittir. H um e eğ er kendine şüpheci diyorsa, bu, şüphesiz, öteki filozofların hem en hepsine k ıyasladır. G erçekten bu filozoflar, gerçeklenm esi kabil olm ıyan prensipleri


ÖNSÖZ

XXXI

esas ve konut (p osttflat) olarak kabul ed e rler, çok defa sırf sözden ib aret kanıtlam alarla y etin irler, fikirlerin ve özlerin (essences) yeri ödevini gören, id rak ed ilir b ir âlem üzerinde alabildiğine spekülasyonlar y ü rü tü rler, ta b ia tın k u d re t ve kuvvetlerinin, ruhun, T an rı’nın vs. ne olduğunu kesip a tark en Hume, terbine, b ir sebebin bile ne olduğunu bilem iyor. H a ttâ başkalarının ortaya a ttığ ı sorulara verilecek cevapları bulm ak şöyle dursun, bu soruların, insan zihni için çözümleme çaresi taşım a­ dıklarını gösterm eyi bile üzerine alıyor. Nitekim bu m eseleler, fazla derin, fazla yüksek ve e sra rlıd ır. İlk sebepler, en son harekete g etirici p ren sip le r, insan me­ rakının ve araştırm aların ın tam am en dışın d a, ve ulaşı­ lamaz duru m d ad ırlar [1], Ş ayet Hume şüphecilerin gele­ neksel kanıtların ı, özene bezene, o rtaya koyuyor hissini veriyorsa, bunu, daima, dogm atik m etafizikçilerin aşırı kendine-güvenirliklerini kırm ak , ve onlara karşı koymak gibi gizli bir m aksatla yaptığını hatırlıyalım . G erçi insan­ ların bazılarını d o ğ u ştan m etafizikçi y a ra ta n , yani mil­ yonlarca insan arasın d a ancak b irkaç kişiye, kendi entellektüel inanlarını doğru çıkarm ak, vc bu inanlarının en sonuncularının nereye dayandıklarını bilm ek hususunda ateşli bir ihtiyaç duyuran, gene ta b ia ttır. Bu ihtiyaç, bu iç susuzluğu, esasen o d erece kavrayıcıdır ki bu nevi spe­ külasyonun b aşaıılı olam ıyacağına inanm ış bulunan H um e’u bile, bu inanışına rağm en, sarm ıştır, Ç ok şükür ki başı sıkıntıya düşen m etafizikçinin yardım ına yine ta b ia t koşar. Yaşamak lâzım dır, ve bu lüzum ve zorlanm a oldukça filozof da, tıpkı avamdan adam gibi, p ra tik alanda, ta biatin düzenine, < ben » in ayniliğine de dış objelerin devam lılığına da (perm anence) inanır. H um e’un bu düşünceleri bilgi kuram ının biyolojik eğilim leri, asıl zihin ve idrakin rolünü azaltm ak gayreti, hattâ y a n şüpheciliği bile, acaba H um e'un felsefesi hak­ kında p ragm atist b ir yorum lam a havası telkin etm iyor mu? [1] I. inci kısım.

Essai

sa r V E ntendem ent H a m a in ,

IV. bölüm


X X X II

İNSAN ZİHNİ

İşte H um e’dan çıkm a b ir doktrinin H um e’un felsefesini an ti-en tellek tü alist saymak kabil olduğu n isp ette ■■sapa­ bileceği istikam etlerd en b iri d e, şüphesiz ki, budur. Lâkin H um e’un asıl kendisi, çağdaşlarım ızın çoğunun tu ttu ğ u pragm atizm i m uhakkak reddederdi. E vvelâ pragm atizm 'in şekillerinin çoğunu dolduran az çok açık dincilik ( reli­ giosity), H um e'n çarçabuk k u şkulandırırdı: zira H ume’un felsefesi, ta b iî olarak, uzaktan veya yakından olsun, m eselâ « bâtıl itikad » ı sürüm lendirecek her şeye düş­ m andır. Fazla olarak şu rası da şüphe götürm ez ki p ra g ­ matizm , um um iyetle, nazari hak ik at fikrini hemen daima zayıflatm aya, kısırlatm aya çalışır. Hume ise, tersine, h akikatin, karşısındakilerin ihtiyaç veya tercihlerine hiç de bağlı olduğunu sanm az. Maksadı, sadece, hakilcatların bizce ulaşılabilir olan bölgesiyle, bütün caba ve g a y re t­ lerim izin nafile yere erişmeye u ğ raştığ ı bölgeyi ayırm ak­ tır. ö y le ki bu Newton hayranında, bu gibi b ir ayırdetmenin, İlmî gerçek hakkında çok sağlam b ir anlayışı içerdiği m eydandad ır: «E ssa i'» nin sonundaki m eşhur cümle h a tırla n s ın : « Şu halde, eğ er prensiplerim ize sadıksak kütüphanelerim izi gözden geçirdiğim izde neleri feda etm em iz gerekm ez I Elimize m eselâ theoloji veya skolâstik m etafiziğe ait b ir e ser alırsak, kendimize şunu soralım : B u eserde acaba nicelik veya sa yıya dair soyut u sa vu rm a la r va r m ı? — H ayır. <Olguya ve varlığa ait şe y le r h a kkın d a d eneysel u sa vu rm a la r v a r m ı? — H ayır. O halde; eseri ateşe atin in iz: zira içinde safsata, k u ru n tu ve boş hayalden başka bir şey bulu n m a z.» G örülüyor ki bu, herhalde, b ir pragm atizm inanırının am entüsü değildir. F ak at K ant tarzın d a b ir kritikçi filozofunki de değil! G erçekten, H um e'a göre, pozitif bilgi, boş ve kısır spekülâsyonlardan, b irb irlerin e karıştırılm ıyacak kadar açık ve belirgen k arak terlerle ay rılır. İşte bu olgunun böylece tesb iti, H um e’a y eter; şu su re tle ki eğer kritiğin dâvasını hernekadar o rtaya koyuyor, ve « D eney nasıl m ü m kü n d ü r 7 > diyorsa da, bunu, K an t'ın « Prolegom e-


ÖNSÖZ

X XXIII

ne > lerde yaptığı gibi, saf m atem atik nas I müm­ kündür? A priori, sâf fizik nasıl m üm kündür? şeklinde ifade etm iyecek. Zira Hume için sâ f, a p rio ri fizik yoktur, ve g erçek ten var olan pozitif İlim ler de, hu­ kukça kanunlaştırılm aya m uhtaç değillerdir. İşte K an t’ın asıl kabul edememiş olduğu da, zaten budur. K ant, tebrübenin kendi kendini sınırladığını kabul etm ez: lâzım­ dır ki k r itik , idrakin, yerinde b ir kullanılışının sınırlarını a priori olarak tây in ve te sb it etsin. Hume. çok isabetli bir buluşla, kendisini bir kâşif (explorateur) ve bir coğ­ rafyacıya benzetm işti. H albuki K ant, «İnsan akıl ve id ­ rakinin coğrafyası* olmakla yetinm ez; zira yeni bir ilim, yani K ritik , bilici yetilerim izin tam /e sağın k av ra­ mı ile, objektif değerini belirtm ek zorundadır. Hume'un tahlilleri, K a n t’ın sistem li eserinde yerlerin i bulm uş du­ rum dadırlar. Ç ünki Kant, daha üstün bir bakım a kavu­ şarak, bu tah lilleri, kendi eserini, dogm atik akılcılıktan alıp muhafaza etm iş olduğu malzemeyle bağdaştırm asını bilmiştir. F ak at acaba Hume, «C ritique de la Raison Pure* deki begitlem elere kanar m ıydı? Bundan şüphe etm ek, yerindedir. Hume, «Dialogue*, larda şu noktayı b elirtir: eğer, biz dünyanın düzenini tan rısal idrakte tasarlanm ış bir plâna gore açıklıyacak olursak, bu açıklam a ile bir iler­ leme veya bir şey elde etm iş olmayız. Z ira bu kere de tanrısal idrakteki bu plânın kendisinin sebebini açıklama* mız lâzım gelir. H a ttâ Hume, belki de şöyle söylerdi: «C ritique» te yapıldığı üzere, tab ia tın yapıcı kanunlarını insan zihnine aktarm ak neden? Çünkü böyle olunca, bu defa da, bu kategorilerle bu prensiplerin hesabını verm ek gerek ecek tir. N itekim , bu proplem , h a ttâ daha K ant'ın sağlığında, hemen Fichte tara fın d a n o rtaya atılm ış oldu. İşte bunun içindir ki Hume, çözümlenemez saydığı dâva ve sorulardan geri durm uştur. Z aten başlı başına bile hayli güç olan bu «coğrafyacı* rolü ile yetinip bilginlerin bu alandaki ağırbaşlılık ve ihtiyatlılığını .elden bırakm am ıya çalışm ıştır. Bakınız ne diyor: * «G er­


XXXIV

İNSAN ZİHNİ

çekten de, bu felsefeye ( yani Newton felsefesini k endi­ sine örnek diye alm ış olan H um e’un kendi felsefesine), kelli Lir dereceye varan, böyle kendini bilir, m ütevazı bir şüphecilik ile, b ir de, insan kabiliyetinin her tü rlüsüuu aşan konular üzerindeki bilgisizliğini, m ertçe bir itiraf kadar yaraşan b ir şey yoktur» [1 ]. Levy- BRUHL [2]

[1] T raite d t la N a tu ra H u m a in t, I, (Zeyil, son). [2] L jvy-B ruhl, bu önsözü, P rof. Mazime D avid'in, H um e’un e lerle rin i Fransızcaya çevirerek bunları <O euvres Philosophiques C hoisies» adı altında, 1912 de, F. A lcan Basımeviııde çık arttığ ı eser için h azırlam ıştır. Bu Fransızca eserd e, «Essai sur l'E ntendem ent Humain» ile «D ialogues sur la Religion N aturelle» adındaki dene­ m eler vardır. Prof. David, İngiliz filozofunun başka eser* lerini de kendi diline çevirm iştir, (M üt. N otu).


I

İNSAN ZİHNİ

çalıştığı tenkide g ö re ele alm ıştır. D em ek ki K ant, ne H um e'un felsefi düşünüşünün tam ve sadık bir imajını veriyor, ne de bunu yapmayı asla aklına g etiriyor. Bu­ nunla beraber, ve H um e'un yalnız c Essai > lerini oku­ muş olm asına rağm en K ant, H um e'un felsefesinin beHibaşlı çizgilerini, etraflıca görm üş ve belirtm iş olan i)k düşünücüdür. K ant, dâhice bir açıkgörüş sayesinde, H um e’un bütün denem eleri arasın d a doğruca « Inquiry C oncerning H um an U nderstanding » e , ve bu eserin içinde de, sebeple netice, çözüm lem esine g id iv erm iştir A lm an filozofu, bu incelem enin geniş kavram ını o k adar iyi ölçm üştür ki bunu kendi doktrinine k a rıştırıp benim se­ m ekten geri durm am ıştır. K an t'ın bu vaziyetine karşılık Reid ile R eid'in İskoçyalı tilm izlerinin durum ları ne ka­ dar başka : G erçek ten Reid ile tilm izleri, H um e’un fel­ sefesinin fena saydıkları sonuçlarına ille karşı koymak istek ve telâşiyle, bu felsefeyi ille çü rütm ekten başka bir şey düşünm ediklerinden, bu felsefenin derin anlam ını ellerinden kaçırıp b ir tü rlü k avrıyam am ışlardır. H albuki ellerinde, K ant'ın elinde bulunm ıyan, « T ra ite de la N a­ tu re H um aine » vard ı. K ant, şay et bu eseri tanım ış olsaydı, H um e'un m a­ tem atik üzerindeki kuram ından, hiç şüphe yok ki, başka türlü bahsederdi. Fazla o larak görürdü ki Hume, en verimli gayretlerin i, sebeple netice kateg o risi üzerine toplam ış olm akla b erab er, ne töz (su b sta n ce) kategoı isini ihmal etm iş, ne de bilgi kuram ının öteki problem lerini sükûtla geçiştirm eye uğraşm ıştı. Ne çare ki K ant, H u ­ m e'un doktrininin bütünü üzerinde y eteri k adar bilgi sı-hibi bulunm am ak yüzünden, perspektifi, biraz olsun bozm aksızın, asıl anlam ı o rta y a koyam am ıştır. A ncak bu m ahzur, ciddî olm akla b erab er, K an t’ın, bu doktrinin tam ve bütün m ânasının içine girebilm esine engel olam am ış­ tır . ö te k i yandan, H ume da, acaba bu m eselede, hiç olm azsa K ant, k ad ar sorum lu değil m id ir? K ant, belki İngilizce bilm iyordu ve A lm ancaya çevrilm em iş bulunan


Ö N S Ö Z

H um e, « T ra ite de la N atu re H um aine » adlı eseri­ nin hüzün verici başarısızlığından sonra, istediği şö h rete, ancak « E s s a i» leri sayesinde, ve yavaş yava» kavuştu­ ğunu görebildi. G erçi gerek « İngiltere T arihi » gerekse tenkid ve ekonom i politik y a z ıla n , kendisini dünyaya tan ıtm ak tan geri kalm am ıştı. F ak at H um e’un essayiste, tarihçi, ahlâkçı olarak kazanm ış oİduğu itib a r, eserinin en derin ve en orijinal tarafın ı gölgede bırakıyordu. A vrupa'nın okumuş halkının hayranlığını çekmiş olan, ve Yedi Sene H arbinden sonra, P a ris'te bulunduğu sı­ rada el üstünde tutulm uş olan Hume, o zam anın cemiyeti gözünde, ancak bu cem iyetin bu tâ b ire verdiği hususi m ânaya göre b ir < filozof > tu. H um e'un tarih alanındaki çalışm aları, tu tk u lara dair araştırm aları ve mucize üze­ rindeki m eşhur denem esi, gerçi dillerd e dolaşıp d u ru ­ yordu; fakat hayranları arasın d a H um e'un, sebep - n e ti­ ceye dokunaç çözümlemesi ile bilgi kuram ı üzerinde d u ranlar, parm akla sayılacak k ad ar azdı. H um e’un felsefesinin orijinalliği ve derinliliği, ancak K ant'ın bir keşfidir. Hume’un orijinallik ve derinliği üzerine bilgin halkın dikkatini çekm iş olan K a n t'tır, K ant, bunu, H um e’un, kendisini dogm atik uykusundan nasıl uyandırdığını a n la ttığ ı « Prolegom enes » lerinin yalnız o m eşhur pasajiyle değil, aynı zam anda Hume'u, kendisinin en önemli öncüsü diye gösterm ek hususundaki ısrariyle de yapm ıştır. K an t'ın b urada yaptığı iş, şüphe­ siz ki b ir tarihçinin işi d eğildir. K ant, kendi sistem iyle uğraşırken, H um e'un görüşlerini, asıl kendi kurm aya


I. BÖLÜM FELSEFENİN TÜRLÜ ÇEŞİTLERİ ÜZERİNE M ânevi felsefe { l j , yani insan tabiatının ilmi, herbiri kendine mahsus mdeğeri bulunan ve insanlığın eğlenmesine, bilgilenm esine ve iyileş­ mesine yardım payını getirebilecek olan iki ayrı m etotla ele alınabilir. Birisi insanı, asıl aksiyon için yaratılm ış, girişm elerinde, zevklerine ve duygularına kapılan, ve eşyanın görünürdeki de­ ğeriyle, kendilerini içinde bulundukları gö.'üş tarzına göre, bu eşyanı» birini arayıp diğerinden uzaklaşan bir varlık sayar. Erdemin, bütün şeyler araşında, en değerlisi olduğu kabul edildiğinden, bu ekolün filozofları, şiirle güzel söz söyleme sanatının bütün yardım larından faydalanıp konu­ larını ele almak için hem hayal gücünü doyul­ maya hem de kalbe hitabetmeye en yüksek dere­ cede elverişli olabilecek kolay ve açık bir tarzı benimsiyerek erdemi en hoşa giden renklere bü­ ründürürler. H er günkü hayattan en göze çarpan hal ve m isalleri seçer, birbirine zıt olan karakter­ leri, gereğince, karşıtlık durum unda gösterir, ve, bizi, şeref ve saadet um gulariyle erdem in yolla­ rına çekerek, bu yollar üzerine, adım larım ızı, en [1 ] Bu tâ b ir m oral p h ılo to p k g k ır |ilı} ıd ır .


4

İNSAN

z ih n i

sıhhatli kurallar ve en ünlü örnekler sayesinde güderler. Bu filozoflar, bize düşkünlükle erdem arasındaki farkı duyurur, duygularım ızı harekete g etirip düzenlerler ve, yetişir ki kalblerim izi sa­ dece dürüstlük ve gerçek şeref aşkına m eylettirmiş olsunlar, böylece bütün em eklerinin tamamiyle ödenm iş olduğuna inanırlar. Filozofların öteki zümresi, insana, aktif bir varlıktan ziyade, akıllı bir varlık gö.ziyle bakar ve insanın ahlâkım işlemekten fazla akıl ve idra­ kine şekil vermeye önem verir. Bunlar, insan tabiatını bir spekülâsyon konusu sayar, bu tabi­ atı da, idrakim izi idare eden, duygularımızı meydana getiren ve bizi, filân şeyi, filân hare­ keti veya falan davranışı öğmeye veya yermeye k arâr verdiren prensipleri bulm ak amaciyle bu tabiatı dikkatli ve titiz bir incelemeye bağlı tu­ tarlar. Kanaatlerince, felsefenin, henüz ahlâk, uslamlama ve tenkidin tem ellerini hâlâ tartışma götürm ez surette tesbit etmemiş olması, ve doğ­ ruyla yanlışın, reziletle erdemin, güzellikle çir­ kinliğin — bu ayrılıkların kaynağını belirtmeye gücü yetmeksizin— daima sözünü edip durması, yazarların hepsi için utanılacak bir şeydir. Bu fi­ lozoflar, girişmiş bulundukları bu çetin işin ya­ pılması yolunda, hiçbir güçlükten yılm azlar; tersine, özel hallerden hep daha genel prensip­ lere çıkarak araştırm alarını daha genel olan prensiplere kadar vardırırlar; ve her ilim için, insan m erakının her türlüsünün sınırını belirt­ meleri gereken şu ilk prensiplere kadar ulaşma­


İNSAN ZİHNİ

5

dıkça, kendilerini doyurulmuş saymazlar. Bu fi­ lozofların yürüttükleri düşünüş ve spekülâsyonlar, alelade okuyucuların gözüne soyut, cansız, hattâ anlaşılmaz gibi görünebilir: esasen onların ara­ dıkları da, kültürlü ve bilgin okuyucuların takdiri­ d ir; şu kadar ki eğer gelecek nesillerin eğitim ve öğretim ine yardım edebilecek gibi bazı gizli hakikatlar keşfedebilirlerse, kendilerini, bütün öm ürlerince harcadıkları emeklerin karşılığını bol bol görmüş sayarlar. Şüphesiz ki kolay ve açık olan felsefe, ço­ ğunluk tarafından, doğru ve çetin olan felsefeye her zaman tercih edilecektir; hattâ bu felsefe­ nin, birçok kimselerce, yalnız daha ziyade hoşa gitm esinden değil, aynı zamanda, çok daha bü­ yük bir fayda temin etmesi bakım ından iyi kar­ şılanacağı hiç şüphe götürmez.' Bu kolay ve açık felsefe, zaten hergünkü hayata daha ziyade so­ kulur, kalbi ve duyguları hem yetiştirir, hem de yoğurup şekillendirir; fazla olarak da, insanları aksiyona süren /zem berekleri harekete getirmek suretiyle, hem insanların davranış ve gidişlerini düzeltir, hem de onları, gene kendisinin tasvir ettiği mükemmellik örneğine yaklaştırır. Halbuki tıkız ve çetin olan felsefe, kendi gerektirdiği zihniyet dolayısiyle, iş güç ve aksiyon alanına so­ kulm aktan güçsüz kaldığı için, filozof, kuytu köşesini bırakıp da aydınlık yüzüne çıkınca, or­ tadan kayboluverir: prensiplerinin de bizim gidişimiz ve ö rf ve âdetlerimiz üzerinde azçok et: kilerini saklam aları, ancak güç halle mümkün o­


6

İNSAN ZDfiMİ

lur. K albim izi dolduran duygular, tutkularım ızın telâş ve taşkınlığı, ve duygulanım larım ızın şiddet ve galey,.tıı bt* felsefenin vargılarının hepsini silip süpürür ve derin görüşlü filozofu, avamdan herhangi bir adam derekesine düşürür. Ancak şunu itiraf etmek gerektir ki kolay olan felsefe, ötekininkinden hem daha sürekli hem de daha hak edilmiş bir şöhrete erişmişken boşlukta zihin yoranlar,' şimdiye değin, ancak kendi çağla­ rın ın ya heves ve kaprisinden, yahut da cahilliğin­ den ileri gelme geçici bir ün edinmişe benziyorlar; zira «gelecek ne$iller»denilen şu âdil yargıç önün­ de adlarına hak kazanmış olduklarını ispat edeme­ miş bulunuyorlar. D erin düşünen filozof, ince u$avurm alarının akışını bir kere, kollamaya ko­ yulunca, herhangi bir yanlışlığa kolayca düşebi­ lir; hele bu yanlışlığın kavradığı sonuçlan mey­ dana çıkarıp, kâh aykırı görünen kâh da orta m alı olan görüşle açıktan açığa çatışan yargılar­ dan ürkm edi mi, o andan itibaren artık bu ilk yanlışlığı ister istemez bir başkasını meydana getirir. H albuki gayesi sadece insanlığın sağdu­ yusunu en lâtif ve en çekici renkler altında gösterm ekten ibaret bulunan filozof, kazara yanılsa bile, daha öteye gidemez: bu sağduyuya ve ruhun tabiî duygularına tekrar başvurarak, gene doğru yola döner ve tehlikeli kuruntu ve hayallere karşı kendini emniyete alır. Bakınız işte, Cicero’n n a nam ve şanı, bugün, bütün şaşaasiyle parlıyor, halbuki A risto nunki iyice sö­ nüp gitm iş bile! La Bruyere, denizler demeyip


İNSAN ZİHNİ

7

hepsini aşmış ve sanını devam ettirm esini bilm iş; fakat M alebranche'ın. angısı, kendi memleket ve çağının sınırlarını aşamadan kalmış. Hele Addison'a gelince, o, kim bilir, belki de Locke’un tamamen unutulup gitmiş bulunacağı bir zaman­ da, hâlâ okunm akta devam edecektir. Asıl su katılmamış filozofun, sosyete hayatı­ na umumiyetle güç kabul edilm esinin sebebini, gene filozofun kendi tabiatında aram alıdır. T a­ mamen kendi âleminde ve insanlığın geri kala­ nından elini eteğini çekmiş- vaziyette yaşıyan fi­ lozof, aynı zamanda, insanların zekâ ve anlayı­ şına da yabancı gelen prensipler ve kavram ­ larla iyice beslenmiş olduğundan, cemiyet haya­ tına, ister fayda ister zevk namına, kendine dü­ şen payı tem inden âciz farz- edilir. Öte yandan, koyu câhile gelince, o büs­ bütün küçümseniyor; zira ilim lerin serpilip ge­ lişmiş bujunduğu bir çağ ve ülkede, bu asil ve zevkli uğraşmalara karşı m utlak bir ilgisizlik kadar hiçbir şeyin âdi ve dar görüşlü bir tıy­ nete delâlet edemiyeceğine hükmediliyor. K arak­ ter ve seciyenin en mükemmelinin bu iki aşırı­ lık, bu ifratla tefrit arasında olduğu kabul edi­ liyor: bu ise, tetebbu, sosyete ve iş hayatına karşı eşit eğilim ve kabiliyeti olan, bir yandan sohbette, ancak edebî kültürün verdiği ince fi­ kirliliği ve zarifliği, öte yandan da, işlerde, belirmiş bir hayat felsefesinin meyvası olan şu dürüst ahlâklılıkla doğruluğu m uhafaza eden insanınkidir. Şu halde bu derece mükemmel,


8

JN&tf* ZİHNİ

dörtbaşı mamur bir karakterin yetişip yayılma­ sını tem in için, gerek üslûp gerekşe tarz bakı­ m ından kolayca kaleme alınm ış bulunan yazılar­ dan daha faydalı bir şey olam az: zira bu yazılar, -insanı hayattan fazla uzaklaştırm adıkları gibi anlaşılm ak için de, fazla emek sarfına veya in­ zivaya çekilme alışkanlıklarına lüzum göstermez, fazla olarak da, okuyanı, hem asîl duygular hem de insan hayatının bütün hal ve gerektirm elerine tatbik edilebilir olan gerekli ve ağırbaşlı düstur ve kurallarla, besledikten sonra, tekrar insanlar arasına katarlar. Böylece bu gibi yazılar, erdemi sevimli, ilmi hoşa gider, toplu lu k hayatını öğre­ tici ve ibret verici,' yalnızlığı da cana yakın kıl­ masını bilirler. İnsan, akıllı' bir varlıktır; böyle olduğu için de, kendisine elverişli olan gıdayı, beslenmeyi ilim den edinir; insanın kavrayış ve anlayışının sınırları o kadar d ard ır ki, bu bakım dan insan, kazandığı bilgilerin gerek kaplam ı gerekse ke­ sinliği üzerinde ancak pek az bir memnun ediliş um abilir. İnsan, mâkul bir varlık olduğu - kadar topluluk sever (sociable) bir varlıktır da; lâkin hoş ve eğlendirici bir toplantıda bulunm ak zev­ kini yahut da kendisinde cemiyet hayatından aynı tadalm ayı muhafaza edebilm ek, insana daima nasibolmaz. İnsan, işlek bir varlıktır da; şöy­ le ki hayatın türlü zorları kadar insanın bu aktif oluşu da, kendisini, işgüç ve uğraşm alarının esiri kılar. Fakat ne de olsa, zihin kendisine, biraz da rahat ve huzur payı ayrılmasını ister; çünkü


İNSAN z HNİ

9

durup dinlenm eden çaba ve didinm eler içerisinde yorulmaya gelmez. İşte tabiat, kendisinde her türlü hayat çeşidinden' bir parça bulunduran ka­ rışık bir yaşama tarzını insan nev’i için en elve­ rişli bir tarz diye göstermiş ve, eğilimlerimizin hiçbirinin, bizi, başka uğraşma ve eğlencelere kendimizi vermekten âciz kılacak surette kendi tarafına fazla çekmesine elverişli davranm am a­ mız yolunda sanki bizi gizlice ikaz etmiş gibi­ dir. Tabiat, bize: «kendinizi ilm e, olan aşkınıza verin; fakat bu ilminiz, insanca olsun ve doğ­ rudan doğruya, aksiyon ve* cemiyetle ilgili bu­ lunsun. Ben, çetin düşünce ve derin araştırm a­ ları yasak ediyorum ; esasen bu düşünce ve araş­ tırm alara karşı, meselâ bunların, kendi arkala­ rından sürükledikleri kara sevda hali (m elan­ choly), sizi, içine atıverdikleri sonsuz teceddüt ve kararsızlık, sonra da, sözde keşiflerinizi, siz, et­ rafa bildirdiniz mi, bunlara karşı gösterilen buz gibi soğuk karşılama, gibi ağır cezalar hazırla­ rım. öyleyse, filozof olun, olun ama, bütün bu felsefeniz, sizi, insan kalm aktan alıkoymasın» diyor. Şimdi eğer insanların ekserisi, derin ve so­ yut felsefeyi suçlu bulup küçümsemeden, kolay olan felsefeyi tercih etmekle yetinseydi, bu genel görüşe ayak uydurup herkesin, karşıkoymaya uğramaksızın, kendi keyif ve görüşüne göre git­ mesini hoşgörmek belki de yerinde olurdu. Fa­ kat çok defa vazivet böyle olmayıp iş daha ile­ riye vardırıldığından, hattâ derin dürünce ve


10

İNSAN ZİHNÎ

usavurm alann hepsini, yahut da genel olarak metafizik denilenin kökünden ret ve inkârına ka­ dar gidildiği için, biz de, şimdi m etafiziğin lehinde akla yakın surette ileri sürülebilecek olanı araştırm aya koyulacağız. Evvelâ şu ciheti belirtm ekle' başlayalım ki sahih ve soyut felsefenin, kolay ve insana göre olan felsefeye yararlı olmak gibi büyük b ir'f a y ­ dası v ard ır: zira birincisi olmasa, bu ikinci fel­ sefe, görüş ve duyuşlarında, kurallarında yahut da düşünce usavurm alarında, hiçbir zaman yeter b ir doğruluk ve sağınlık derecesine ulaşamaz. Bütün fedehî eserlerin işi, insanların, hayatlarının seyri esnasında, aldıkları türlü tavır ve durum ­ ları, ve içinde bulundukları türlü halleri göster­ mekten ibarettir. Böyle olunca da, bize yerme ve övme, hayranlık veya alay gibi, temsil ettik­ leri objenin nitelikleriyle ilgili türlü duygular ilham ederler. Hele bir yazar — eğer zevkinin inceliğiyle kavrayışının canlılığına, bir de, insan kavrayışının gizli yapısı ve işlevleri, aynı zamandada gerek tutkularının gerekse erdem le düşkün­ lük arasındaki farkı meydana getiren türlü duy­ gu çeşitlerinin mekanizması hakkında doğru bir bilgi katabiliyorsa— o halde, bu çeşit bir girişme, başarm aktan elbette ki daha emin olabilir. Bu içten içe araştırm a ve inceleme işi ne kadar ezi­ yetli görünürse görünsün, hayatın ve ö rf ve âdet­ lerin dıştan ve belli görünüşlerini başariyle tas­ v ir etmeyi istiyecek olan için, âdeta bir zorluk halini alır. Teşrihçi, gözlerimizin önüne, en feci


İNSAN ZİHNİ

11

ve en tiksindirici m anzaraları serer; fakat ilmi, hattâ bir Venüs’ü veya H elena’yı çizmek üzere, ressam için faydalıdır. Esasen ressamın, sanatının en zengin renklerini kullanıp şekillerine en ince ve en büyüleyici tavır ve deyimleri vermesi, hiç de yeter değildir: Gerçekten bütün bunlardan başka, ressamın bir de dikkatini, insan vücudunun iç yapısına, adalelerinin vaziyetine, kem iklerin biribirlerine kenetleniş tarzına, ve vücudun her parça veya her uzvunun kullanılış yahut da biçi­ mine çevirmesi lâzım gelir. Sağınlığın güzelliğe muhakeme doğruluğunun da duygu inceliğine herhalde faydası dokunur. Şu halde, bizim, biri­ nin değerini düşürmek yoliyle ötekinin değerini yükseltmeye kalkışmamız herhalde yersiz olur. Fazla olarak bu gözlem, bütün sanat ve zanaatlara, hattâ hayat ve aksiyonu en ziyade ilgilendirenlere bile tatbik edilebilir olduğu gibi, sağınlık zihniyeti de, insanda bulunuş derecesi ne olursa olsun, bu sanat ve zanaatların hepsini mükemmelliğe yaklaştırır ve bunları, cemiyetin m enfaatlerine en iyi tarzda hizmet etmek duru­ muna getirir. Böylece filozof, kendisini, istediği kadar işgüçten uzak tutsun, felsefe anlayışı, ce­ miyette birkaç kişi tarafından olsun can ve gö­ nülden tutulup işlendi mi, artık m uhakkak ki yavaş yavaş cemiyetin bütününe yayılarak sanat­ ların ve m esleklerin hepsinde eşit bir sağınlık yaratır. Bu sayede devlet adamı m evkileri daha büyük bir ince görüş ve incelikle dağıtm asını ve denkleştirm esini bilmiş, hukukçu, daha me-


13

İNSAN ZİHNİ

totlu ve daha ustalıklı prensiplere göre m uha­ keme yürütmüş, kom utan bile, hem disiplinine daha kaplam lı bir düzen vermiş hem de plân ve yapışlarında daha geniş bir sezgi göstermiş olur. Böylelikle de, eski hüküm etlere nisbetle m odern hüküm etlerin daha yüksek bir derecede gerçekleştirdikleri kararlılık, şüphesiz ki jlerliye ilerliye, m odern felsefenin üstün sağınlılığiyle başabaş gitm iştir ve gidecektir de. Esasen bu incelemelerden ancak zararsız bir m erakın tatm ininden başka bir fayda elde edilmiyecek dahi olsa, biz, insan nev’inin tam bir güven ve tam bir ruh temizliğiyle tadabileceği şu birkaç zevkin azlık sayısını artıran bu tat­ mini hiç dc küçümsememeliyiz. Hayatta tutabile­ ceğimiz en hoş ve en masum yol, bizi, bilginin ve öğrenm enin peşi sıra götürendir: ve her kim ki bu yolu birkaç engelden olsun tem izliyebilir ya­ hut da bu yolda herhangi yeni bir görüş ufku açabilirse, o kimse, o nispette,-insanlığın bir ve­ linim eti sayılmalıdır. Fazla olarak bu araştırm a­ lar ne kadar eziyetli ve yorucu görünürlerse gö­ rünsünler, bazı öyle ruh ve zihinler vardır ki bunlar, tıpkı sağlam ve feyizli bir sıhhate ma­ lik olup da ille zorlu idm anlara ihtiyacı olan, hattâ insanların çoğuna çetin vc eziyetli görü­ nen birtakım işlerden zevk alan bazı vücutlar gibidirler. K aranlık, göz için olduğu kadar, zi­ hin için de gerçekten acı vericidir; bu böyle iken hele karanlığın derinliğinden aydınlığı fış­ kırtabilm ek — ne kadar emek sarfını gerektirirse


İNSAN 23HM

13

gerektirsin— insanda derin bir seviriç yaratmasın kabil mi hiç? Fakat derin ve soyut felsefeye suç diye yük­ lenen bu karanlığın, yalnız bir .zahmet ve y o r­ gunluk kaynağı değil, aynı zamanda kaçınılmaz bir güvensizlik ve yanıhfna kaynağı olduğu da iddia ediliyor. Gerçekten, işte burada, metafizi­ ğin büyük bir kısmına karşı ileri süıülebilen en doğru ve en kabule değer itirazla karşılaşmış oluyoruz: bu iddiada, m etafizik, özbeöz ilim adı­ na lâyık bir bilim değildir, deniliyor ve şöyle devam olunuyor: o, olsa olsa, ya insan idrakine göre tamam en erişilmez olan konulara el atm ak istiyen insanın kibir ve guruirundan doğma bazı kısır çabaların verimi, yahut da açık meydanda kendilerini korunm aktan âciz bulunm ak yüzün­ den, kendi zayıflıklarını örtm ek - ve korumak maksadiyle böyle birtakım içinden çıkılmaz ça­ lılık ve dikenler meydana getiren bazı popüler* halk arasında tutunmuş yanlış inançların bir oyununun neticesidir. Zira açık m eydanlardan kovulunca, bu yanlış inanışlar, tıpkı haydutlar gibi, orm anlara kaçar ve buralarda pusu kurup b ek lerler:-ta ki zihnimizin iyi korunmamış bu­ lunan ana caddelerinin birine hamle edip, zihni, dinsel korkular ve peşkı hüküm lerle çelmek ve yenmek fırsatını ele geçirsinler. Bu arada, en güçlü kuvvetli düşman bile, bir an tetikte bu­ lunmayı ihm alle kendini gevşetti mi, hemen ezi­ lip m ahvolduğu gündür: halbuki niceleri var ki sırf kendi tabansızlıkları ve densizlikleri yüzün­


14

tNSAN ZlHNt

den, düşm anlıra kapıları açıp bunları, sanki ken­ di meşru efendi ve hüküm darlarıym ışlar gibi, törenlerle ve gönül rızasiyle .karşılarlar! Fakat acaba, bu hal, filozofları bu çeşit araştırm aları elden bırakmaya ve yanlış inanlara sığınaklarındaki rahat köşelerinin keyfini bağış­ lamaya 'götürm ek için yeter bir sebep m idir? Bilâkis bunun zıddı olan bir sonuca varmak ve gidip düşmanı- en son sığınaklarına kadar ko­ valamak ve onunla savaşmak zorlarını tanımak gerekmez mi? N asıl ki bu kadar hayal kırıklık­ larından sonra, insanların, bu derece boş ilim ­ leri artık elden bırakıp insan akıl ve kavrayı­ şının kendi özü ülkesini keşfettiklerini görmeyi ümidetmek, abes olur. Z ira bırakın ki birçok kişiler, bu çeşit konulara tekrar tekrar dönmek­ ten besbelli bir ilgi duyarlar; bir de şu var ki ilim ­ lerde, bu gibi sonsuz bir yeise, akla yakın olarak sebebolabilecek bir şey asla yoktur. Esasen bun­ dan evvelki girişm eler ne kadar verimsiz kalmış olursa olsun, çalışmanın, talihin, yahut da gele­ cek nesillerin üstün sezişlerinin, evvelki çağların tanım adıkları birtakım keşiflerde bulunacakla­ rını ummak, gene de yerinde olur. Cesurluk ve kavrayış sahibi her insanın, ele geçirilmesi bu derece zor bir ava doğru atılması, ve kendin­ den evvelkilerinin başarısızlıklarından dolayı ce­ saretini kaybedecek yerde, tersine büsbütün gay­ retlenmesi beklenebilir; zira bu kimse, içinde, böyle zor bir girişme başarmak şerefinin yalnız kendisine ayrılmış olduğu umgusunu beslemek­


İNSAN ZİHNİ

15

ten geri kalmaz. İşte ilmimizi bu çapraşık so­ rulardan bir çırpıda sıyırıp kurtulm anın tek ça­ resi, insan kavrayışının tabiatı üzerinde ciddî bir araştırmaya koyulup bu idrakin güçlerinin ve elve­ rişliliğinin tam bir inceleme yoliyle gözden ge­ çirmekle bu kavrayışın, bizden bu derece uzak ve bu kadar çetin olan konuları ele alm ak için hiç­ bir yönden elverişli olm adığını göstermekten ibarettir. Gerçekten, ömrümüzün sonuna kadar rahat yaşıyabilmemiz için, böyle yorucu bir işe katlanmamız gerektir; hattâ yalancı ve piç olan metafiziği yok etmek için de, sahici ve has me­ tafiziği ele alıp onunla özene bezene uğraşma­ mız lâzımdır. Bu hayal kırıklığına uğratıcı fel­ sefeye karşı bazıları için bir cankurtaran öde­ vini gören tem bellik, başkaları için, merak ka­ dar kuvvetli olm adıktan başka, bazı zamanlar, galip gelen ye’sin de, sonradan, yerini, en ateşli bekleyiş ve um utlara bıraktığı olur. Tek evren­ sel çare, yani bütün insanlara ve bütün düşünüş tarzlarına uygun gelen, aynı zamanda da, — esa­ sen kendine vergi metafizikçe kuşdiliyle popü­ ler yanlış inançlarla meydana gelmiş halita yü­ zünden ihmalci düşünücüler gözünde, sanki içine girilem ez hale gelen ve bilim le bilgeliğin edasını takınan— şu çetrefil felsefeyi altedecek biricik çare, uslamlamanın sağınlık ve doğru­ luğudur. İyice düşünüp taşındıktan sonra, bilgileri­ mizin en şüphe götüren ve en hoşa gitmiyen tarafını bir yana atabilm ek faydası hesaba ka-


16

tNftAM ZU Bit

tıim asa bile, insan tabiatının iktidarlarıûıd ve yeti» lerim n sıkı bir tetkikinden elde edilecek daha birçok m üspet avantajlar vardır. Esasen burada asıl dikkate değer olan nokta, zihnin işlevlerinin — bunlar, bizde en m ahrem en içli dışlı sürette hazır bulundukları halde,— biz, onları dü­ şüncemizin konusu yapar yapmaz, karanlıklara gömülmüş görünm eleri, ve gözün de, bu işlev­ leri birbirlerinden ayıran ve seçtiren çizgi ve sınırları bulabilm ekte oldukça zahmet Çekmesi­ dir. Gerçekten zihnin bu işlevleri, uzun zaman aynı görünüşü yahut da aynı durum u muhafaza edemiyecek kadar fazla- ince ve nazik konular; d ıf: bu sebeple bunları anında ele geçirmek lâ­ zım dın Butıun için ise, tabiat vergisi olm aklş befaber gerek alışkanlığın, gerekse düşüncenin artırdığı üstün bir kavrayış gerektir. Şu halde zihnin çeşitli işlevlerini sadece tanımak, bunları birbirlerinden ayifdedebilmek, bu işleri uygun unvanlar altında toplıyabilm ek, bundan başka da, insan, bu işlevleri düşünce ve araştırm alarının konusu diye ele a lır almaz bu işlevlerin,'birbirle­ rine karışıvermekle gösterdikleri keşmekeşi dü­ zeltebilmek, ilmin bir bölgesini, — hem de hiç yabana atılamıyacak ve küçümse nemiyecek olan bir bölgesini — kurm uş olmak demektir. İşte bu derleyip toplam a ve ayırdetme işi — ki duyuları­ mız karşısında bulunan dış cisimler üzerinde vâki olunca değersizdir— tam tersine zihnin işlevleri üzerinde yapıldığında, güçlüğü ve bize mal ol­ duğu zahmet nispetimle, değer kazanır. Ve eğer


İNSAN ZİHNİ

17

biz, bu zihin coğrafyası, yani zihnin türlü böl­ geleri ve başka başka güçleri arasındaki bu sınır gerektirimiyle yetişmek zorunda kalsak bile, bi­ zim için, buraya kadar varmış olm ak da, eninde sonunda, gene sevinilecek bir şeydir: şu kadar ki bu ilim ne kadar kolay görünürse görünsün — ki hiçbir veçhile kolay değildir— bilgi ve felsefeden payını almak gibi birtakım iddialar taşıdıkça, insanın bu ilmin cahili kalmasının, o nispette hor görülmeyi hak ettiği bir şey olduğuna inanm alıdır. Bundan başka bu ilim den, şüpheli, aynı zamanda, aslı faslı olmıyan vehim ve kuruntu­ lardan ibaret diye kuşkulanmak da caiz değildir; meğer ki insan, her spekülâsyonu, hattâ~~her aksi­ yonu kökünden kurtaracak olan bir şüpheciliği benimsemiş olsun. Gerçekten meselâ, zihnin bir m iktar güce ve yetiye sahibolm asından, bu güç­ lerin birbirlerinden seçik bulunm alarından, fazla olarak da, doğrudan doğruya olan algı için ger­ çekten seçik olan şeyin, düşünce ile de ayırdedilebileceğinden, ve, neticede, bu konuyla ilgili bütün önerm eler için, bir doğrulukla yanlışlığın, — hem de insan kavrayışının kaplam ını aşmıyan— bir doğrulukla yanlışlığın var olduğundan şüphe edilemez. Zaten bu neviden olm ak üzere, meselâ irade ile idrak, hayal gücü ile tutkular arasında­ kiler gibi çok daha başka besbelli ayırdetm eler vardır ki bunlar, her insan varlığı için sezilebi­ lir olan ayırdetm elerdir. D aha, ince ve daha fel­ sefi olan ayırdetm elere gelince, bunlar, daha güç sezilip kavranabilir olmakla beraber, gerçekliğe ve 2


18

İNSAN ZİHNİ

kesinliğe daha az malik değildirler. İşte şu bir kaç halin ve asıl bu araştırm aların başarıya ka­ vuşmuş oldukları bazı yeni hallerin incelenmesi, bize, bilim in bu kolunun kesinlik ve sağlamlığı üzerinde daha doğru bir fikir verebilir. Şimdi, hal böyleyken, biz, meselâ bize gezegenler hak­ kında sağlam bir sistem hediye eden ve bu uzak cisimlerin durumiyle uydukları düzeni ortalıyan bir filozofun çalışmalarına değer verirken, öte yandan, ucu bize bu kadar yakından dokunan bu konuyu ele alarak zihnin öğelerini bu derece başarı ve isabetle tâyin edenleri küçümser gibi davranmamız gerekir mi? Tersine, özene bezene işlenip aynı zamanda konunun teşvikini gördüğü halde felsefenin, araştırm alarını büsbütün ileriye vardırıp insan zihninin, işlevleri içinde, harekete getiren gizli mekanizma ve prensipleri, hiç olmazsa, bir dere­ ceye kadar keşfedebileceğini ummak durum unda ,değil miyiz? Uzun zamanlar, astronom lar, gözle­ dikleri olaylara göre, gök cisim lerinin gerçek hareketlerini, düzen ve büyüklüklerini tesbitle yetiniyorlardı; ve bu hal günün birinde, gezegen­ lerin devrini yöneten yasa ve kuvvetleri de en isabetli usavurma yardımiyle tâyin etmişe benziyen bir filozofun ortaya çıktığı görülünciye kadar sürdü. Aynı ilerlem eler, tabiat bilim inin öteki dallarında da elde edilm iştir; şu halde zih­ nin güçleriyle bunları yönelten kanunlar sistemi üzerindeki araştırm alarım ızda — bu araştırm alar aynı yetki ve ihtiyatla yürütüldükleri takdirde—


İNSAN ZİHNİ

İt

aynı başarıyı elde etmekten niçin ümidi kesmeli? O labilir ki zihnin her işlevi, her prensipi, başka bir işleve ve başka bir prensipe bağlıdır; bun­ lar da, sırasında, daha üstün bir genellik ve ev­ rensellikteki başka işlev ve başka prensiplere geri götürülebilirler. Bu arada, bize güç gelecek olan şey, bu araştırm aların ciddî surette denen­ mesi yapılm adan önce, hattâ yapıldıktan sonra bunların nereye kadar vardırılacağım tam ola­ rak tâyin etm ektir. M uhakkaktır ki bu çeşit gi­ rişmeler, her gün, hattâ en tasasız filozoflar ta­ rafından bile, yapılagelm ektedir; ancak böyle bir girişmeye kalkışanlardan istenilmesi gereken şey, her şeyden önce, son derece büyük bir emek ve dikkat sarfıdır; bu ise, — bu girişme, şayet insan kavrayışının kaplam ve kavramı içindeyse, onun lâyıkıyle sona erdirilm esi, şayet değilse, hiç o l­ mazsa biraz güven ve inanla elden bırakılması için — lâzımdır. Şüphesiz ki bu son hal çaresi, istenilir çeşitten bir şey değildir ve bunu hemen telâşa kapıhp benimsememek lâzımdır. Gerçekten bu çeşit bir varsayımın kabul edilmesi yüzünden bu nevi felsefenin güzellik ve değeri, bir o ka­ dar azaltılmış olmaz mı? Şimdiye kadar ahlâk­ çılar, istek ve yermemizi veya ret ve nefretim izi çağıran türlü aksiyonların çokluğunu göz önüne alarak bu türlü türlü duygulan içlerinden çı­ kartıp dallandırabilecekleri ortaklaşa bir pren­ sip aramak alışkanlığını benimsiyegelmişlerdir. Ye bu ahlâkçılar, bir tek genel prensip ele geçir­ mek yolundaki ateşli arzuları neticesinde, her


20

İNSAN ZİHN

ne kadar işi bazan fazla ileriye götürmüşseler de, bütün erdem ve düşkünlüklerin tamamı tam a­ mına geri götürülebilecekleri bazı genel -prensipler bulmayı umdukları zaman, m azur görülebilecekle­ rini hiç olmazsa teslim etmek gerektir. Estetik, m antık, hattâ siyaset alanında çaba aynı olm uştur; fakat bu girişmeler, tamamen verimsiz kalmış olmam akla beraber, daha uzun bir zaman, daha büyük bir sağınlık ve daha sürekli bir emek ve gayret sayesinde, bu ilim leri mükemmelliğe daha ziyade yaklaştırmak mümkün olabilir. Ancak ken­ di kural ve prensiplerini olanca çiğliğiyle insan­ lığa yüklemeye çalışmış olan en iddiacı felsefeyi kabul etmekle gösterilecek olan hafiflik, aceleci­ lik ve dogm acılıktan çok daha fazlasının, sözü edilen bu çeşit iddiaları yekten giderm ekle gös­ terilm iş olacağına inanm ak yerindedir. İnsan tabiatı üzerindeki bu usavurm alar, so­ yut ve güçlükle kavranır görünebilirler: ancak bu, bizi, bunların yanlış olduğunu önceden san­ maya yetkili kılmaz. Tersine, bu kadar uslu akıl­ lı ve derin filozofların anlayışından, şimdiye kadar kaçmış olan bir şeyin, öyle pek de açık ve kolayca anlaşılır olabileceği âdeta imkânsız görünüyor. Bu araştırm aların, bize mal olabile­ cekleri zahmet ve emekler, her ne olursa olsun, biz — eğer bu yoldan gitm ekle önemi bu kadar azametli olan konular hakkındaki bilgi dağarcı­ ğımızı biraz olsun zenginleştirmeyi başarırsak — gerek zevk, gerekse kâr bakımından kendimizi, yeteri kadar, m ükâfatlandırılm ış sayabiliriz.


İNSAN ZİHNİ

21

Fakat mademki, eninde sonunda, bu spekü­ lâsyonların soyut vasıf ve karakteri, bu spekü­ lâsyonlar için bir tavsiye değil de, daha ziyade bir aşağılık durum udur, ve mademki bu güçlü­ ğü biraz dikkat ve ustalıkla ve aynı zamanda lüzumsuz bütün tafsilâtı feda etm ekle yenmek belki de m üm kündür, şu halde, biz de, biı araş­ tırm ada, hakim leri şüphe ve kararsızlığı, ca­ hilleri de karışıklık ve karanlığı yüzünden şim­ diye kadar yıldırm ış olan şu birkaç konu üze­ rinde, biraz olsun, aydınlık serpmeye çalıştık. Bu sebeple, eğer derinlik ve açıklığı, ve hakikatla yeniliği barıştırm ak suretiyle türlü felsefe nevilerini birliğe vardırabilmişsek, ne m utlu bi­ ze! Hele eğer, usavurma ve çıkarsamalarımıza bu «sehlü mümteni» gibi bir gidiş vermek suretiyle, şimdiye kadar ancak yanlış inana siper ve sığı­ nak olmak ve m anasızlıkla hatayı korum aktan başka bir işe yaramamış olan şu çetrefil felsefe­ nin tem ellerini çürütmeyi başarmışsak, kendimizi büsbütün bahtlı sayabiliriz.


II.

BÖLÜM

FİKİRLERİN K AY NA ĞI

Herkes kolayca kabul eder ki iki çeşit algı arasında, meselâ fazla sıcaktan doğan ıstırap duy­ gusu veya itidalli bir hararetin verdiği haz ile bu duyumu sonradan bellekte canlandırm ak veya hayal gücü ile önceden duymak arasında çok büyük bir fark vardır. Bu son iki yeti, bize, du­ yularım ızın algılarının bir taklit veya bir kop­ yasını sağlıyabilir, fakat ilk duyguyu olanca kuvvet ve canlılığiyle hiçbir zaman yeniden can­ landıram azlar. Bu iki yeti, etkilerini en büyük kuvvetle meydana getirdikleri zaman bile, tem ­ sil ettikleri konuya öyle bir canlılık verirler ki biz, bu eşyayı hemen hem en duyuyor {1} veya onu görüyoruz sanırız. Fakat bu canlılık hiçbir zaman bu algı tarzları arasında her türlü ayrılığı kökünden imkânsız kılabilecek gibi olamaz; m e­ ğer ki zihin, hastalık veya cinnet yüzünden bo­ zulmuş olsun. K ullandığı renkler ne kadar par­ lak olursa olsun, şiir, hiçbir zaman, bize, tabia­ tın eşyalarını, meselâ bir tasviri gerçek bir man­ zara sandıracak surette canlandıramaz. En canlı düşünce, ne de olsa, en zayıf duyudan daha aşağıdır. [1] Feel.


in s a n z i h n i

23

Aynı ayırdetmemn, zihnin bütün öteki algı­ ları üzerinde yeri olduğuna dikkat edebiliriz. İnsanın meselâ, bir öfke anında yaptığı hareket­ ler, bu heyecanı sadece düşündüğü zaman yap­ tıklarından bambaşkadır. Bunun gibi, bana biri­ sinin âşık olduğunu haber verirseniz, m aksadı­ nızı kolayca anlar ve bu kimsenin hali hakkın­ da, doğru bir fikir edinmiş olurum ; lâkin bu fikri hiçbir zaman, tutkunun perişanlıkları ile gerçek hareket ve heyecanlariyle karıştırmam. Biz, geçmiş duygu ve duygulanım larım ız üzerin­ de, düşünceye vardığım ız zaman, düşüncemiz bun­ ların aslını aynen aksettiren sadık bir aynadır; fakat bu aynadaki renkler, ilk algılarım ızın bü­ rünmüş olduğu renklere kıyasla soluk ve sönük­ türler. Zaten her ikisi arasındaki farkı ortaya koymak için ne kılı kırka yaran farklar seçmek ne de metafiziğe yatan bir kafa sahibi olmak lâzımdır. Demek ki biz, burada, bütün zihin algıları­ nı, türlü kuvvet ve canlılık derecelerine göre, iki sınıfa veya çeşide ayırabiliriz. A lgıların daha az canlı ve kuvvetli olanlarına, genel olarak düşünce veya fikirler deniyor. A lgıların öteki çeşidi ise, belki de bunları ortaklaşa bir terim veya unvan altında toplam akta herhalde sırf felsefi bir anlam ve ilgi olm adığından, ne d ili­ mizde ne de başka dillerin çoğunda, ortaklaşa bir isim alm am ışlardır. Şu halde bize, biraz serbest davranıp da bu nevi algılara — bu kelime­ yi alışılmış anlamına göre biraz farklı olarak


24

JNSAN Z jH N t

ele' almak yoliyle — intibalar veya izlenimler dememize izin verilsin. İşte, inttba veya izlenim tâbirinden kasdettiğim , meselâ işitme, görme, dokunma, aşk, kin, arzu veya irade gibi en canlı algılarım ızın topudur. Fazla olarak izlenim­ leri fikirlerden de ayırıyoruz, ki bu fikirler, yukarda sözü geçen duyu veya hareketlerden biri üzerinde düşünce yürüttüğüm üz zaman, şu­ uruna m alik olduğum uz nispeten az canlı olan ılgılarım ızdır. İlk bakışta, hiçbir şey, insan düşüncesi ka­ dar uçsuz bucaksız görünm ez; ş u 'k a d a r ki bu düşünce, yalnız her türlü insan kudret ve yetki­ sine meydan okumakla kalmayıp aynı zamanda, tabiatın da, gerçekliğin de sınırlarım aşar. Hayal gücü için ucubeler yaratmak ve birbirine aykırı şekil ve hayalleri birleştirm ek, en tabiî ve en yakın gelen şeyleri kavram aktan daha güç değil­ dir. Şu kadar ki tek bir gezegen üzerinde hapse­ dilmiş olarak burada bin eziyetle sürünüp du­ rurken, düşünce, bizi, bir anda, kâinatın ucu bucağına, hattâ ötesine vardırarak tabiatın bir keşmekeşten başka bir şey olm adığı sanılan son­ suz kaosun içerisine uçuruverir. Hiç kimsenin asla görüp işitmediği şey bile, tasarlanabilir: öyle ki tam bir çelişmeyi içermiyenden gayrı, düşüncenin kavrayışından kurtulabilen bir şey yoktur. Fakat düşüncemizin bağımısızlığı ne kadar sınırsız görünürse görünsün, soruya daha yakın­ dan bakınca, bu düşüncenin, hakikatta, çok dar


İNSAN ZİHNİ

25

sınırlar içerisinde sıkışmış olduğunu ve zihnin bütün bu yaratıcı kudretinin, duyularla deneyin bize sağladığı malzemeyi terkiplem ek, bunlara yer değiştirtmek, çoğaltmak veya azaltmak gücünden fazla bir şey olm adığını görürüz. Meselâ aklımıza, altından bir dağ getirdiğim iz zaman, a ltm ve dağ gibi bize zaten yabancı gelmiyen ve birbirleriyle uyuşabilen iki fikri birleştirm ekted başka bir şey yapmış olmuyoruz. Bunun için erdemli bir atı da göz önüne getire­ biliriz; zira bu alanda edinmiş bulunduğum uz özel duyguya göre, erdemi kavnyabiliriz; öte yandan, erdemi de alışkın olduğum uz bir hayvan olan atın şekil ve hayaliyle birleştirebiliriz. Tek kelimeyle, düşüncenin bütün malzemesi, kay­ naklarını, ister dış, ister iç duyarlığım ızdan alır­ lar: zihinle iradeye ait olan, yalnız ve ancak bu malzemeyi karıştırıp terkipleştirm ektir. Ya­ hut da meramımızı felsefe deyimleriyle anlatmış olm~k için, diyebiliriz ki bütün fikirlerim iz, yani nispeten zayıf olan algılarım ız, izlenim leri­ mizin, yani daha canlı olan algılarım ızın kopya­ larıdırlar. Bunu belgitlemek için, şimdi göstereceğimiz iki kanıt,' öyle umuyorum ki, y eter bir belge değeri taşıyacaktır. İlk olarak, eğer biz düşünce veya fikirlerim izi incelersek, bunlar ne derece karmaşık ve ulu olurlarsa olsunlar, görürüz ki bu düşünce ve fikirler, duyuların veya evvelki duyguların kopyaları bulunmuş olan şu aynı ba­ sit fikirlere geri götürülürler. İlk bakışta, bu kay­


26

İn s a n

zIu ni

naktan en uzak görünen fikirler bile, daha derine varan bir incelemenin bize gösterdiği gibi, gene aynı kaynaktan gelir. Sonsuz derecede kavrayışlı, uslu akıllı ve iyi bir varlık gibi anlaşılan Tanrı hakkındaki fikir, zihnimizin kendi işlevleri ile bu iyilik ve akıl niteliklerine tatbik ettiğimiz sonsuz çoğalma üzerinde yürüttüğüm üz düşünce­ ler neticesidir. Bu araştırm a istendiği kadar uzaklara vardırılsın: inceleme sonunda, daima, her fikrin, benzer bir izlenimin kopyası olduğu görülecektir. Bu önerm enin ne evrensel olarak doğru, ne de istisnasız olm adığını iddiaya kal­ kışacak olanlar varsa, bunu gidermek için tek bir çareleri vardır: — ki bu da, kolay bir çaredir — kendi inanlarına göre, bu kaynaktan çıkmıyan fikri ortaya koysunlar! İşte o zaman da, kendi kuramımızı müdafaa için, bu fikre karşılık olan izlenimi, yani canlı algıyı meydana koymak da, bize düşer. İkincisi; eğer bir uzvun yokluğundan do­ layı, bir insan, duyular düzenini duymaktan âcizse, biz, daima, o insanın bundan dolayı kar­ şı fikirleri de meydana getirmeye elverişli olma­ dığına şahit oluruz. Meselâ bir kör, renkler hakkında, tjîr sağır da sesler hakkında hiçbir fikir edinemez. Halbuki birine veya ötekine kendisinde eksik olan organı veriniz: duyularına bu yeni geçidi açmış olmakla, aynı zamanda fikirlere de bir geçit açmış oluyorsunuz. Şöyle ki bu kimse, bu konuları kavram akta artık hiçbir zorluk çek­ mez olur. Bunun gibi belirli bir duyuyu doğur­


İNSAN ZİHNİ

27

maya elverişli olan konu, ait olduğu organa hiç­ bir vakit gösterilmemiş olduğu zaman da, du­ rum aynıdır. Faraza bir Laponyalı veya bir-zen­ cinin şarabın lezzeti hakkında en ufak bir fikri b<le yoktur. Bununla beraber bir insan, kendi nev’inin payına düşen duygu veya tutkulardan herhangi birini duymaktan iyice âciz bulunmuş olduğu takdirde, bu çeşit bir noksanın hal ve örneklerinin az olmasına veya hiç olmamasına rağmen — ve daha büyük bir ihtiyatla olmakla beraber — aynı gözlemi yapmanın yeri vardır. Uysal ve yumuşak başlı bir adam, bir intikam ar­ zusu veya affetmez bir zulüm etme üzerinde hiçbir fikir edinemiyeceği gibi, benci ve duygusuz bir insan da, dostluk ve yüksek ruhluluğun kutsal­ lığını kolayca kavrıyamaz. İnsandan gayrı olan varlıkların belki de bizim havsalamıza sığmıyan birçok duyulara m alik olabilecekleri kolayca ka­ bul ve teslim edilir; zira bu duyuların fikirleri, bize, fikrin zihnimize girm esine izin verebilecek olan tek yoldan, yani gerçek duygu ve duyu yoliyle hiçbir zaman girm em işlerdir. Bununla beraber bir olay var ki tezimizi çürütmekten geri kalmaz: bu sebeple, ve karşılık olan izlenimlerden, bağımsız fikirlerin doğması­ nın m utlaka tamamen imkânsız olm adığını mey­ dana koymak için bu olayı ileri sürmek mümdür. ö y le sanıyorum ki göz vasıtasiyle edinilen çeşitli renklerin ayrı ayrı fikirlerinin, kendi aba­ larında hernekadar bir benzerlik gösterirlerse de, birbirlerinden gerçekten ayrı oldukları ko­


28

İNSAN ZİHNİ

layca kabul edilecektir. Bunun gibi kulağın da bize sağladığı ses fikirleri için durum aynıdır. Şim di, eğer bu hal, çeşitli renkler hakkında varitse, aynı rengin türlü nüansları üzerinde de daha az varit değildir. O suretle ki her nüanş, öteki fikirlerden bağımsız ve ayrı olan bir fikir meydana getirir. Bu, elbette böyle olmak lâzım­ d ır; zira eğer bu cihet teslim edilmezse, nüans­ ların sürekli, yavaş yavaş değişmesiyle bir renkten, bundan en ziyade uzaklaşan renge hissedilmez surette geçmek mümkün olur. Eğer aracılar arasında herhangi bir fark kabul etmek­ ten geri durulursa, o zaman mânasızlığa düş­ meksizin aşırı hadlerin aynılığı da inkâr edile­ mez.' Şimdi, otuz sene m üddetle görme kabiliye­ tine malik olmuş bulunan bir kimsenin tesadü­ fün asla karşısına çıkarmamış olduğu, meselâ, mavi rengin tek bir nüansı müstesna olmak üzere, renklerin her çeşidiyle mükemmelen alış­ kanlık peyda etmiş olduğunu farz edelim : işte bu kimsenin önüne, rengin derece derece, en koyusundan en açığına inmek suretiyle, ve sözü edilen tek -nüans müstesna olarak, bu rengin çeşitli nüanslarının hepsini koyalım : aşikârdır ki bu kimse, bir nüansın eksik olduğu yerde, bir boşluk sezecek, ve birbirine bitişik olan renk­ lerin arasındaki aralığın, burada, diğer herhangi bir yerdekine nispetle daha büyük bulunduğunu duyacaktır. Şimdi size şunu sorarım : acaba bu kimse, sırf hayal gücünün kuvveti sayesinde, bu boşluğu doldurm ağa ve duyularının kendisine


İNSAN ZİHNİ

29

hiçbir zaman sağlamamış olduğu bu belirli nü­ ansın fikrine kendiliğinden ulaşmaya kabiliyetli olacak m ıdır? Bu kimsenin bunu yapamıyacak olduğuna inananlar, öyle sanıyorum, azdır: ve bu da, şunu ortaya koymaya yanyabilir ki basit fikirler, ne daima, ne de bütün hallerde, karşılıklı izlenimlerden çıkmış değildirler. Lâkin bu hal o kadar istisnalıktır ki dikkatimizi üze­ rinde durdurm ağa ancak lâyık olup sırf kendisi için genel kuralımızı düzeltmemizi haketmez. Şu halde işte bir önerme ki kendi özünde basit ve kavranabilir görünm ekle kalmayıp fazla olarak — ve lâyıkiyle kullanılacak olursa — bütün tartışm aları aynı surette anlaşılır kılabilir, ve metafizikse! usavurm alarda bu kadar uzun za­ m andır hüküm sürmüş ve bunları gözden düşür­ müş olan bütün bu acayip kuşdilini yok edebilir. Bütün fikirler, ve hele soyut fikirler, tabiatları icabı zayıf ve karışıktırlar: bu sebeple, bunlar üzerinde zihnin hüküm ve tasarrufu ancak c_zidir. İnsan bunları, bunlara yakın fikirlerle karış­ tırmaya eğilim lidir. Bunun içindir ki biz, meselâ herhangi bir kelimeyi sık sık kullanm ış, hattâ bu kelimeye seçik bir mâna yormuşsak bile, bu kelime­ ye belirli bir fikrin bağlı olduğunu sanmaya hazır bulunuruz. Buna karşılık, bütün izlenim ler, yani bütün dış veya iç duyular, kuvvetli veya canlı­ dırlar. Bunları birbirlerinden ayıran sınırlar, daha sağın olarak çizilm iştir; şu suretle ki ha­ taya düşmek veya üzerlerinde yanılmak hiç kolay değildir. Şu halde, meselâ şu veya bu felsefe -


30

İNSAN ZİHNİ

terim inin, bu terime hiçbir mâna veya fikir bağlanmaksızın kullanılm akta olduğu şüphesi içi­ mizde her ne zaman belirirse, (ki bu halle k ar­ şılaşmak hiç de nadir bir şey değildir) o zaman, kendimize sadece: «acaba bu sö zd e -fik rin kayna­ ğının hangi kökten geldiğim » soralım. Ve şayet herhangi bir kaynak göstermek imkânsız olursa, o zaman, şüphemizin kuvvet bulmasına yol açıl­ mış o lu r[ 1}. Bir defa fikirlerim iz üzerine bu ka­ fi] M uhtem eldir ki doğuştan fik irleri inkâr ed en ­ lerin maksadı da, belki sadece, bütün fikirlerin, izlenim­ lerim izin kopyaları olduklarını kasd etm ek ten fazla bir şey değildi. A ncak şu noktayı itira f g e re k tir ki bu kim sele­ rin kullandıkları terim ler ve ileri sürdükleri kuram lar hakkında bütün yanılm aların önlenm esini sağlıyacak su­ re tte ne itina ve incelikle seçilm iş ne de y eteri kadar sağınlıkla tanım lanm ıştı. G erçek ten «doğuştan fik ir » den m aksat nedir? E ğer doğuştan dem ek, ta b iî dem ekse, şu halde zihnin bütün algı ve fikirlerinin, doğuştan veya ta b iî — bu son kelime ne m ânada alınırsa alınsın, ve is­ terse, alışılm ış olmıyan suni veya mucize kabîlinden olan m ânasında anlaşılsın — oldukları kabul edilmelidir. Yok, eğer «doğuştatı»dan m aksat, doğuşum uzla bir ve aynı zam anda demekse, tartışm a, lüzumsuz olur ve düşüncenin ne zaman, yani doğuşum uzdan evvel veya sonra mı b aş­ ladığını araştırm ak da, zahm ete değm ez. Keza fik ir ke­ limesi de, umum iyetle, gerek L O C K E gerekse başkaları tarafından, çok geniş ve tanım lanm am ış bir m ânada, ve düşüncelerim ize olduğu kadar algı, duyu ve tu tk u la rı­ mızın herhangi birisini a n la tır ta b ia tta kullanılm ış gibi görünüyor. İşte şimdi, bu mânaya göre, meselâ benlik sev­ gisinin, ve hakaretlere karşı duyulan alınm anın yahut da iki cins arasındaki tu tk u ve sevginin doğuştan olmadığını iddiadan maksadın ne olabileceğini bilm ek isterdim ? Halbuki izlen im ler ve fik irle r tâb irlerin i yukarda


İNSAN ZİHNİ

31

dar berrak bir aydınlık serptik mi, artık bu fikir­ lerin tabiat ve gerçeklikleri üzerinde açılabilecek bütün tartışm aları ve düşülecek bütün anlaşmaz­ lıkları gidereceğimizi ummak, akla yakın olsa gerektir.

açıklanan m ânada kabul eder^ ve doğuştanda, asli olanı, veya hiçbir evvelki algıdan kopye edilmem iş olanı an lar­ sak, o zaman, bütün izlenimlerimizin doğuştan oldukla­ rını, bütün fikirlerim izin ise, doğ u ştan olm adıklarını ileri sürebiliriz D oğrusunu söylemek g erekirse, kanaatim in, L O C K E ’un, bu soruda, eski kafalı, softa ve bilgiçler ta ra fın ­ dan hıyanetliğe uğram ış olduğu yolunda bulunduğunu teslim etmeliyim ; zira bu O rta Ç ağ ulem aları, hem t a ­ nımlanmamış tâb irle r kullanırlar, hem, de, meselenin asıl can alacak noktasına yanaşm adan, ta rtışm aların ı usanç verecek şekilde uzatıp d u rurlar. İşte bu filozofun da g e­ rek bu gerekse ele aldığı başka konuların çoğunda y ü ­ rüttüğü düşünm e ve uslam lam alarda, burada bahsi geçen karışıklık ve boşboğazlık hüküm sü rer gibidir.


III. BÖLÜM FİKİRLERİN ÇAĞRIŞIMI Ü ZERİN E

Zihnin türlü türlü düşünce veya fikirleri arasında bir bağlantı prensipinin bulunduğu ve bu düşünce veya fikirlerin bellek veya hayalgücünün karşısına, biri ötekini çağırmak yoliyle oldukça m etot ve düzenlilikle çıktıkları aşikâr­ dır. Düşüncelerimizde, en ciddî konuşm alarım ız­ da, bu hali ortaya koymak kolaydır. Nitekim ulu' orta akla gelip de fikirlerim izin muntazam seyir veya zincirlenmesini bozan her başıboş dü­ şünce hemen göze çarpar ve bertaraf edilir. H at­ tâ iyi düşünecek olursak en alabildiğine giden ve en taşkın hayallenmelerim izde rüyalarımıza varıncıya kadar, hayal gücümüzün pek de öyle tesadüfe göre işlememiş olduğunu, tersine, birbi­ rin in ardı sıra gitmiş olan türlü fikirler arasın­ da, daima bir bağ bulunm uş olduğunu görürüz. Evvelce arada geçmiş olan bir konuşma ve gö­ rüşmeyi — isterse görüşm elerin en dağınık ve en hürü olsun— tekrarlam ak mümkün olsaydı, bura­ daki bütün geçişlerin, lâftan lâfa açılmaların bir bağlantı prensipi meydana çıkardıkları der­ hal fark edilirdi. Dahası var; bu bağlantı pren­ sipi göze görünmese bile, konuşm anın gidişini bozmuş olan kimse, bize, o anda zihninden gizli


İn s a n

z İh n İ

33

bir düşünce zincirinin geçmiş ve kendisini yavaş yavaş saadetten uzaklaştırmış olduğunu söyliyeçektir. T ü rlü dilleri, hattâ aralarında hiçbir bağ­ lantı, hiçbir alış veriş olduğunu hatırımız:; bile getirm ediklerim izi kıyaslayınca, görürüz ki en karmaşık fikirleri dile getiren kelim eler arasında sıkı bir yakınlık vardır: işte bu da, bu karm a­ şık fikirlerin içine aldığı basit fikirlerin kendi aralarında, etkisi bütün insanlık üzerinde kendi­ ni duyurmuş olan, evrensel bir prensiple bağ­ lanmış olduklarının sağlam belgitlemesidir. T ürlü fikirler arasındaki bağlantı, gözlem­ den kaçamıyacak kadar bilginin bir olgu olduğu halde, çağrışım prensiplerinin hepsini sayıp dök­ meye ve sınıflara ayırmaya çalışmış bir filozof bilm iyorum ; oysaki bu, mükemmelen merak uyan­ dırıcı bir konudur. Bence, fikirler arasında üç bağlantı prensipi bulunduğu m eydandadır ki bunlar da, benzerlik, zaman ve yer içinde biti­ şiklik ve sebeple s neticedi*. Bu prensiplerin fikirleri birbirine bağlam a­ ları halinden, öyle sanıyorum ki, hiç de £Üphe edilemez: Bir portre görünce, tabiatiyle aslını düşünürüz { l } ; bir evin odalarının birinden söz edilirse, öteki odalar üzerinde de bilgi edinmek veya söz açılmak fırsatı belirmiş olur {2 }; ve sonunda, eğer aklımıza bir yara getirecek o lu r­ sak, bu yaranın peşisıra giden acıyı düşünme[1] B enzerlik.

[2] Bitişiklik. 3


34

İNSAN ZİHNİ

mek âdeta elimizden gelmez T l} . Lâkin iş, bu sayıp dökm enin tamam olduğunu ve ortaya ko­ nulanlardan başka çağrışım prensipleri bulun­ madığını belgitlemeye gelince, bunu, okuyucuyu, hattâ kendim i memnun edecek surette yapabile­ ceğimi sanıyorum. Böyle bir zor karşısında ya­ pılabilecek şey, olsa olsa, türlü m isaller ele al­ mak, m uhtelif fikirleri birbirlerine bağlıyan prensipleri dikkat ve özentiyle incelemek, ve ilk m isalleri içine alacak kadar geniş olan prensip­ lere varmadıkça, araştırmayı elden bırakmamak­ tır {2}. Esasen sayıp döktüğüm üz hal ve misal­ ler ne kadar çok olur ve biz, incelememiz uğ­ runda ne nispette itina gösterirsek, gözlenmiş h allerin hepsine kıyasla meydana getirilm iş olan bu sayıp dökme keyfiyetinin tam ve noksansız olduğundan, o nispette emin olabiliriz.

[ t] Sebeple netice. [2] Meselâ teza t veya zıtlık da, fikirler arasm da bu­ lunan bir bağdır: ancak bunu belki de sebep - netice ile benzerliğin bir terkipleym esi gibi saymak mümkündür. İki konu birbirine zıt oldu mu, biri ötekini yok eder; bu hal ise, b ir konunun yok edilm esi sebebiyle, bir yok edilm e fikrinin, konunun evvelce var olması fikrini içer­ mek demek değil de nedir.


IV . B Ö L Ü M ZİHNİN İŞLEMLERİ ÜZERİNDE SEPTİK ŞÜ PH ELER I

İnsan akıl ve kavrayışının üzerinde çalıştığı, veya araştırm alarım ızı gerektiren bütün konular, tabiatİyle, iki nev’e ayrılırlar: Fikir Bağlantı­ ları (Relations of Ideas) ile Olguya ait Şeyler (M atters of Fact). Ilk nev’e geometri, cebir ve aritm etiğin önermeleri, bir sözle ya seziş veya belgitleme yoHyle muhakkak olan bütün olum ­ luluklar girer. Meselâ şu önerm e: «H ipotenüsün karesi öteki iki kenar kareleri­ nin toplamına eşittir»; işbu geom etrik öğeler arasındaki bağlantıyı belli eder. Şu: Üç kerre beş otuzun yarıstdır «önermesi de, bu sayılar arasın­ da bir bağlantı ifade eder. Bu çeşitten önerm e­ ler, düşüncenin sadece işleyişiyle ve kâinat için­ de var olabileni hesaba katmaksızın keşfedilebilir. Tabiatta hiçbir zaman bir yuvarlak veya üçgen mevcut olmamış olsaydı bile Euklides tarafından belgitlenmiş önerm eler gene de, her zaman için kesinliklerini ve açıklıklarını muhafaza etmekten geri kalmazlardı. İnsan aklının üzerinde işlediği objelerin ikinci çeşidini meydana getiren olguya ait şeyler


86

İNSAN ZİHNİ

aynı nevide kesinlik temin etmezler; şöyle ki, bunların gerçekliği bizim için ne kadar besbelli olursa olsun, bu besbellilik evvelkiyle aynı ta­ biatta değildir. Bu olguya ait şeyin zıddı ma­ demki çelişmeyi içeremez ve mademki zihin tarafından realiteye m üm kün olduğu kadar uy­ gunmuş gibi aynı kolaylık ve aynı seçiklikle kavranıyor, mümkün olm aktan geri kalmaz. Şu halde, meselâ «Güneş yarın doğmıyacaktır» şek­ lindeki bir önerme «doğacaktır» şeklindeki şu diğer olum lu önermeden daha az kavranabilir d eğildir ve daha fazla çelişme de içermez. Bu sebeple, bundan böyle bu önermenin yanlışlığını belgitiem eye kalkışmamız, nafile yere olur. Eğer belgitlem e yoliyle yanlış olsaydı, çelişmeyi içer­ miş olur ve zihin tarafından hiçbir zaman açık ve seçik surette idrak edilemezdi. Şu halde ne duyularımızın, ne de belleği­ miz tarafından kaydedilen hâtıraların şahitliği fiilen ortada yokken, bize, gerçek bir varlığın ve bir olguya ait şeyin kesinliğini veren bir besbelliliğin tabiatının neden ibaret olduğunu araştırm ak, alâka uyandırıcı olacaktır'. Felsefenin bu kısmı— bunu gözlemek ve doğrulamak da zaten k abildir— gerek eskiler gerekse m odernler tara­ fından az işlenm iştir; bu sebeple, bu derece önem li bir araştırm a boyunca içimize girebilecek şüpheler ve işliyebileceğimiz hatalar, büsbütün özürlü görülm elidir; zira bu çetin yolları kıla­ vuzsuz ve güvenilir bir yönetim yoksulluğu içinde geçmekte bulunuyoruz. H attâ bu şüphe ve ha­


tNSAN ZİHNİ

37

talar eğer m erakımıeı uyandırır, ve her usavurm anın ve her serbest araştırm anın felâket se­ bebi olan şu körü körüne inan ve kendine gü­ venirliği yok ederse, az çok faydalı bile olabilir­ ler. Şayet orta m alı felsefenin bazı kusurlarını ortaya çıkardığımız vâki olursa, öyle sanıyorum ki, bu ortaya çıkarış, cesaret kırıklığına götür­ mek şöyle dursun, aksine, her zaman olduğu üzere, insapı, şimdiye değin herkese teklif edil­ miş olandan daha mükemmel ve daha memnun edici bir şeyin gerçekleştirilmesine çalışmaya götürür. Olguya ait bir şeyle ilgili bütün usavurma­ lar, sebep ile netice bağlantısı üzerine kurulu görünürler. Esasen belleğimizde duyularım ızın şahitlik ve besbelliliğini aşmamıza müsaade eden de, yalnız bu bağlantıdır. Meselâ adamın birine, şahidi bulunm adığı bir olguya ait şeyin gerçek­ liğine neden inandığını sorunuz: faraza, arkada­ şının Fransa’da, yazlıkta olduğuna niçin inan­ mış bulunduğunu sorunuz: o, size, bir sebep gösterecektir ve bu sebep de, arkadaşından ya bir mektup almış, veya arkadaşının daha önceki karar ve vaitlerini bilmiş olması gibi başka bir olgudur. Boş bir adada, bir saat veya herhangi başka bir âlet bulacak olan bir kimse de, bun­ dan, bu adada, eskiden insanlar yaşamıştır neti­ cesini çıkarır. İşte olgu alanındaki bütün usavurm alanm ız hep aycı tabiattadır. Daima şimdiki olgu ile bundan çıkarsanan arasında bir bağ ol­ duğu farz edilir. Eğer bu ikisini birbirine hiç­


38

İNSAN ZİHNt

bir şey bağlamasaydı, çıkansama, büsbütün gü­ venilmez olurdu. K aranlıkta heceli sesler ve kavranabilir sözler kulağımıza gelecek olursa, orada bir insanın bulunduğuna güven getiririz. N için? Bu gürültülerin sıkı sıkıya bağlı bulun­ dukları insan tabiat ve yapısının neticesi olduk­ ları için değil de, niçin? Eğer biz, bu çeşit bü­ tün usavurm aları inceliyecek olursak, görürüz ki burilar sebeple netice bağlantısı üzerine kurulu­ d urlar ve bu bağlantının kendisi, yakın veya uzak, doğrudan doğruya veya birbirine bitişiktir. Meselâ sıcaklıkla aydınlık, ateşin birbirine biti­ şik olan neticeleridir; şu suretle ki bu neticele­ rin birinden ötekini çıkarmak yerindedir. Böylece olguya ait şeylere dair olan bizdeki «kesinliğin kaynağını meydana getiren bu besbelliliğin tabiatını, kendim izi memnun edecek gibi tâyin etmek üzere, sebeb n ve neticenin bilgisine nasıl vardığımızı araştırmamız gerektir. Şunu ileri sürmeğe cesaret edeceğim k i—ve bu, bence, istisna kabul etmez genel bir öner­ m e d ir— bu bağlantının bilinmesi; hiçbir halde, a priori bazı usavurma ve çıkarsamalarla elde edilmiş olmayıp tersine, ancak ve yalnız deney­ den gelir.; o deney ki, bize, devamlı bir bağlantı bulunan özel objeler gösterir. H erhangi bir ob­ jeyi bir kimseye gösteriniz: bu kimsenin sahip bulunduğunu anladığınız tabiî güc ve anlayış ne olursa olsun, eğer obje bu kimse için iyice yeni ise, bu kimse objenin görülüp duyulur nitelik­ lerini en dikkatli incelemeye tâbi tutm akla bile,


İNSAN ZİHNİ

39

objenin ne sebeplerinin ne de neticelerinin hiç­ birisini keşfedemez. Âdem, hatta daha başlangıçta, zihninin yetilerinin tam yetkiliğini kabul etmiş olsaydı bile, suyun akıcılık ve şeffaflığına bak­ makla, bu öğenin kendisini boğabileceği, ateşin de aydınlık ve sıcaklığına bakarak, bu ikinci öğenin de, kendisini yakıp kül edebileceği so­ nucunu çıkaramazdı. H içbir obje, bize, duyuları­ mıza arz ettiği nitelikler yoliyle, ne kendisini meydana getirm iş olan sebepleri, ne de kendi­ sinin meydana getirm iş olduğu neticeleri hiçbir zaman ortaya koymaz; bunun gibi akıl ve idra­ kimiz de, deneyin yardımı olmazsa, gerçek var­ lıkla olguya ait şey hakkında, hiçbir zaman hiç­ bir çıkarsama yapamaz. Sebeplerle neticelerin akılla değil, deneyle bulunduğunu söyliyen bu önerme üzerinde evve­ lâ tam bir bilgisizlik devresinde bulunduktan sonra, tanıdığım ız objeler söz konusu olunca, kolayca kabul' edilir; çünkü o devre içinde bu objelerden ne çıkabileceğini önceden söylemek yolundaki tam aczimiz apaçık gözümüzün önünde belirir. Fizik üzerinde en ufacık bilgisi olmıyan bir kimseye iki cilâlı mermer parçası gösteriniz: bu kimse, bu iki mermer parçasının birbirlerine, yandan gelme bir zorlamaya ancak az dayanır­ ken, bunları yukardan gelme bir zorlam a ile birbirlerinden ayırmaya uğraşılınca, bu hususta çok büyük kuvvet harcamak gerekeceğini asla keşfedemez. Eğer söz konusu olanlar, tabiatta her zaman görülen olaylarla ancak uzaktan


40

İNSAN ZİHNİ

uzağa andırm aları olan olaylarsa, bunların da ancak deneyle bilindiği gene kolayca teslim edi­ lir; böylece hiç kimse, barutun patlam ası yahut da m ıknatısın çekici etkisinin a priori bir takım k anıtlarla keşfedileceğini hiçbir zaman aklına bile getirmez. Bupun gibi eğer bir neticenin, karışık bir mekanizmaya veya bazı parçaların gizli birbirine girişine bağlı bulunduğu farz edilince, bu alanda edinilm iş bulunulan bütün bilgi, zorluk duyulm aksızın, deneye yorulur. Sütle ekmeğin, meselâ aslanla kaplana değil de, insanın beslen­ mesine elverişli bir gıda oluşunun en son sebe­ bini gösterebilm ekle kim, yerinde olarak, övüne­ bilir ki? Lâkin söze konu olan olaylar, eğer, dünya­ ya geldiğim iz günden beri kendilerine alıştığımız ve, tabiatın diğer olaylarının topuyla sıkı birandırm a gösterdiklerinden dolayı, parçaların bir­ birine girmesine değil de, sanıldığına göre, ob­ jelerin basit niteliklerine tâbi bulunan olaylarsa, o zaman, aynı gerçek, ilk bakışta, besbelli görünm iyebilir. Gerçekten biz, bu neticeleri, aklı­ m ızın salt bir işleviyle ve deneye başvurmaksı­ zın keşfedebileceğimizi düşünmeye eğilim li bu­ lunuruz. ö y le sanırız ki şayet bizi bu dünyaya ansızın sokuvermiş olsalardı, biz, gene de, bir itim le itilen bir bilardo topunun, bu hareketini başka bir topa geçireceğini ve, bu sebeple, bu alanda hükmümüzü verebilmek üzere, olayı bekle­ meye hiç de lüzum olm adığını, daha ilk bakışta, çıkarsayabilirdik. İşte alışkanlığın neticesi böyle-


İNSAN ZİHNİ

41

d ir: hükm ünü en kuvvetli bir şekilde sürdüğü zaman, tabiî cahilliğim izi gizler, hattâ kendisini de gizleyip sırf kendini, bize, en büyük kudre­ tiyle gösterdiği için hiçbir rol oynamıyor gibi görünür. Fakat tabiatın bütün kanunlarını ve cisim­ lerin bütün özeliklerini bize tanıtan, yalnız ve ancak deney olduğuna bizi inandırm akta, bundan sonra ortaya konacak düşünceler belki de yete­ cektir. Bize bir obje gösterilsin ve, hiçbir evvel­ ki gözleme başvurmaksızın, bu objeden çıka­ cak netice hakkında bizden hüküm vermemiz is­ tensin: işte zihnin, bu işlemi ne suretle yerine getirmesi lâzım geleceğini lütfen bana söyleme­ nizi rica ederim. Zihnin, bu objenin neticesi di­ ye göstereceği herhangi bir olayı ya icat yahut da hayal etmesi gerekir ki bu icat da, besbelli ki, tamamen rasgeledir ve başka bir şey olamaz da. Z ihnin, h a tti en titiz incelemenin, en dik­ katli araştırm anın sonunda dahi olsa, zihnin, neticeyi bu sözde sebepte keşfetmesi, katiyyen imkânsızdır. Zira netice sebepten büsbütün baş­ kadır ve, bundan ötürü de, biri ötekinin b ilgi­ sinden çıkarılamaz. İkinci bilârdo topunu canlan­ dıran hareketle birinciyi canlandıran hareket, birbirlerinden m utlak surette ayrı olan iki olay­ d ır; şu kadar ki ilk harekette, İkinciye dair en ufak bir işareti bize ima edebilecek hiçbir şey yoktur. Havaya kaldırılan, sonra da desteğinden mahrum edilen bir taş veya bir maden parçası, hemen yere düşer: lâkin biz, hali a priori olarak


42

İn s a n

zİf n i

ele alırsak, taşın veya m adenin durum unda, yu­ karıya* doğru yükselme hareketinden ziyade aşa­ ğı doğru inen yahut da başka türlü olan herhan­ gi bir hareket fikrini meydana getirecek herhan­ gi bir şey bulabilir miyiz? Bunun gibi tecrübeye başvurmadığımız müd­ detçe, tabiî olaylar alanında belirli bir sonucu ilk defa olm ak üzere, hayal eden veya icadeden zihnin işlevi nasıl rasgele işe, bunun gibi, se­ beple neticeyi bir araya getirecek ve bu sebebin aksiyonundan başka bir neticenin meydana gel­ mesini imkânsız kılacak olan bu sözde bağı, bu sözde irtibatı da, öylece, keyfî saymamız lâzım­ dır. Meselâ ben, bir bilâldo topunun, ötekine, dosdoğru bir hat üzerinden ilerlediğini gördügüm zaman, hattâ ikinci toptaki hareketin ya dokunm a veya itilm e neticesi olduğu aklıma geldiği farz edilse bile, aynı sebepten, şimdiki olaydan bambaşka olan daha bihbir olayın mey­ dana gelebileceğini tasavvur edemez miyim ? Bu topların her ikisi de, tam hareketsizlik içinde kalam azlar mı? Y ahut birinci top, doğru bir hat üzerinden geri dönemez, yahut da İkinci­ den, herhangi bir hattı veya istikam eti takiben, ayrılamaz mı? Bu varsayımların hepsi de, hem düzenli hem de akla yakındır. Şu halde, ötekile­ rinden daha az insicamlı ve daha az akla yakın olmıyan bir varsayımı tercih etmemiz niçin ica­ betsin? İstediğim iz kadar a priori olarak yargılıy alım : gene de bu tercihin mânasını ve dayana­ ğını keşfedecek durum a gelemeyiz.


İNSAN ZİHNİ

43

Tek sözle, demek ki her netice, sebebinden ayrı olan bir olaydır. Şu halde neticeyi sebebin içinde keşfetmek, im kânsızdır; şöyle ki zihin, bu neticeyi, ilk defa olarak icat veya idrak ettiği zaman, a priori olarak, bu ancak, tamamen rasgele bir surette olabilir. Netice, bize ima veya telkin edilmiş bulunduğu zaman dahi, bu neti­ ceyi sebebe bağlıyan bağ,| bize, ister istemez keyfî görünür, zira, akıl ve idrakin gözünde, daima bir sürü neticeler daha vardır ki bunlar, akıla, aynı derecede tutarlı ve tabiî görünürler. Demek ki gözlem ve deneyin yardım ı olmaksı­ zın, tek bir olayı tâyine, bir sebebi veya bir ne­ ticeyi çıkarsamaya kalkışmamız boştur. Şimdi mâkul ve mütevazı adına fâyık bir filozofun, herhangi bir tabiat olayının en son sebebini belirtmek veya kâinatta tek bir sonuç meydana getiren bir kuvvetin aksiyonunu açık­ ça göstermek iddiasında hiçbir zaman bulun­ mamış olduğunun sebebini belki keşfedebili­ riz. İnsan aklının bütün çaba ve gayretinin, tabiî olayların meydana getirici prensiplerini ba­ sitleştirmek ve özel neticelerin çokluğunu da, andırma {analogy), deney ve gözlem üzerine kurulu usavurmalar vasıtasiyle, hirkaç genel se­ bebe geri götürm eyi başarm aktan ibaret bulun­ duğu teslim ve itiraf ediliyor. Lâkin bu genel sebeplerin sebeplerine gelince, bunları keşfetmek yolunda boş yere uğraşıyoruz: zira bu alandaki özel açıklam aların hiçbiri, bizi asla memnun ede­ mez. Bu asıllar ve bu son prensipler, inşamı? merak


44

İNSAN ZİHNİ

ve araştırm alarından iyice saklanıp kaçıyorlar. Elastikiyet, ağırlık ve yerçekimi, parçaların biribirine yapışma kuvveti, hareketin itim le sira­ yeti: işte, eninde sonunda, tabiatta keşfedebile­ ceğimiz son prensipler, son sebepler, bunlar olsa gerektir: hattâ araştırm alarım ızın ve usavurmalarım ızın sağınlığı sayesinde, özel olayları bu ge­ nel prensiplere geri götürür veya götürmeye yaklaşırsak, gene kendimizi oldukça m utlu say­ malıyız. Fiziksel araştırm alar alanında, en yetkin felsefe, ancak cahilliğimizin sınırlarını biraz ol­ sun geriletm ekten başka bir şey yapmadığı gibi, mânevi veya metafizik araştırm alar alanında da, en mükemmel felsefe, belki de ancak bu cahilHğimiziri genişliğini gözümüzün önüne serip bü­ yütm ekten başka şeye yaramaz. Şu halde, her türlü felsefi spekülasyonun neticesi, dikkatimizi, insanın, basiretsizliğiyle kısa görüşü ve aczi üze­ rine çekmektir, şu kadar ki, kendisinden kaçmak veya kendisiyle karşılaşmamak yolunda ne ka­ dar gayret sarf edersek edelim, bu netice, her fırsatta, karşımıza dikilip durur. İstenirse, tabiat felsefesinin yardımına, usavurm alarının sahihliği sayesinde yerinde olarak nam kazanmış olan geometri çağrılsın: geometri de, ne bu kusura çare bulmaya ne de, bizi, son sebeplerin bilgisine kadar götürmeye asla muk­ ted ir olamıyacaktır. Tatbiki m atem atiklerin {m i­ xed. mathematics) bütün kolları, tabiatın, kendi işlevlerini tâbi tuttuğu bazı kanunlar kurmuş ol­ duğu varsayımından hareket ederler; ve gerek bu


İNSAN ZİHNİ

45

kanunların keşfi yolunda deneye yardım etmek, gerekse bu kanunların bazı özel hallerdeki etki­ lerinin ne olacağını tâyin için — ki bu etki, bu özel hallerde belirli bir uzaklık *ve nicelik de­ recesine tâbidir — soyut usavurmalara başvurulur. Meselâ, şu, hareketin deneyle bulunmuş olan bir kanunudur: hareket halinde bulunan bir cismin hızı veya gücü, hacım ve hızı ile terkip oranın­ dadır; bundan böyle, küçük bir kuvvet, — şayet herhangi bir konbinezon veya mekanizma yardımiyle, bu kuvvetin sürati, zıt olan kuvvetinkine üstün kılınacak şekildç artırılabilirse— daha bü­ yük bir engeli yok edebilir,-yahut da daha büyük bir ağırlığı kaldırabilir. Geometri, bu kanunun tatbikinde, faraza şu veya bu nevi makineye gi­ rebilen bütün öğeleri ve bütün geometrik şekil­ lerin tam büyüklüklerini sağlamakla, bize yar­ dım edebilir: fakat kanunun kendisinin keşfi, ancak ve yalnız deney sayesindedir; şöyle ki dünyanın olanca soyut usavurmaları bir araya gelse, gene de bizi bu keşif yolunda bir adım daha ileriye götürm ezler. Biz, objede veya se­ bepte ancak zihnimizin her gözlemden bağım­ sız olarak kavradığı şeyi dikkate almak suretiyle, a priori olarak usavurma yürüttüğümüz müd­ detçe, bu objenin, bize, meselâ kendi neti­ cesi gibi başka bir objenin kavramını jm a etmesi, her zaman için, im kânsızdır; hele birini Ötekine bağlıyan çözülmez ve bozulmaz bağı bize gösterivermesi, büsbütün imkânsız! N itekim kris­ talin sıcaklığın, buzun da soğuğun neticesi oldu-


46

İNSAN Z ltN I

ğunu, bu öğelerin işleyiş tarziyle peşinen yakın­ lık peyda etmiş olmaksızın, usavurma ve çıkar­ sama yoliyle keşfetmek için, pek büyük bir anla­ yış sahibi olmak gerektir. II

Fakat evvelce ortaya koymuş olduğumuz soruya, müsamaha ile karşılanmaya değer bir ce­ vap vermeyi henüz başaramadık. H er hal çaresi, önceki kadar çetin olan yeni bir soru meydana çıkarıyor ve, bizi, daha başka araştırm alara ^gö­ türüyor. Eğer: olguya ait bir şeyle ilgili olan her usavurmanın özü ve tabiatı nedir? sorusu sorulacak olursa, buna, bu usavurmaların sebeple netice bağlantısı üzerine kurulu oldukları ceva­ bını vermek, yerinde olur gibi görünüyor. Şimdi ise: bu bağlantıyla ilgili olan bütün usavurmalarım ızın temeli nedir? diye sorulacak olursa, bu soruya tek bir kelime ile cevap verilebilir: deney. Lâkin eğer araştırma hevesimizi daha de-rine götürüp işin daha incesine gider de bu defa: deneye göre meydana getirdiğim iz bütün vargıların tem eli nedir? diye sorarsak bu, or­ taya yeni bir problem çıkarıyor ki bunun ayık­ lanıp çözümlenmesi, büsbütün çetin olabilir. Üs­ tün bir. seziş ve beceriklilik taslayıp ukalâca hal ve tavırlar takınan bazı filozoflar, kendile­ rine soru sormak isteğinde bulunan kimselerle karşılaştıklarında, hayli zor durum a girmiş olur­ lar; zira bu kimseler, bu filozofları sığındıkları köşelerin hepsinden dışarı uğratırlar ve nihayet


İNSAN ZİHNİ

47

filân veya falan tehlikeli ikilem içerisine hapset­ meye m uvaffak olurlar. İşte biz de, böylece, şa­ şırtılıp susturulm aktansa, en iyisi, iddialarım ızda alçak gönüllü olmak ve öteki berikinin işin zor tarafını bize karşı bir silâh diye çevirip kullan­ masından önce davranıp bu zorluğu kendi ken­ dimiz bulup meydana çıkarmalıyız. Bu su­ retle bilgisizliğimiz, bir çeşit meziyet haline ge­ lebilir. Bu bölümde kolay bir işi yerine getirm ekle yetineceğim: ortaya konmuş olan soruya olumsuz bir cevap vermekten başka bir şeye kalkışmıyacağım. Tezim şudur: sebeple netice aksiyonlarım deneyle bildiğimiz zaman bile, bu deneye göre meydana getirdiğim iz vargılar, ne usavurma, ne de idrakin herhangi bir işlevi üze­ rine kurulm uş değildirler. İşte açıklamaya ve m üdafaasına çalışmamız gereken cevap, budur. H erhalde itiraf etmek lâzım dır ki tabiat, bizi, bütün sırlarından çok uzak ve yabancı tu t­ makta olduğu gibi obielerin özeliklerinin tek kaynağı olan kudret ve prensiplerini bizden gizliyerek bu objelerin üstteki niteliklerinden ancak birkaçını tanımamıza izin vermiştir. Duyularım ız, bize, ekmeğin rengini, ağırlığını ve kıvamını ha­ ber verir, fakat ne duyularım ız ne de akıl ve kavrayışımız, ekmeği, insan vücudu için bir gıda ve bir destek yapan nitelikleri bildiremez. G ör­ me veya dokunm a da, bize cisimlerin fiilen hare­ keti üzerinde bir fikir verir; lâkin biz, hareket halindeki bir cismi sürükleyip ona ardsız arasız


48

İNSAN H B N t

yer değiştirtmeye kabiliyetli olan bu kuyvet, bu olağanüstü iktidar, bir cismin ancak başka bir cisme geçirtmek üzere kaybettiği kuvvet hakkın­ da bir fik ir edinebilm ekten çok uzağız. Fakat tabiatın kudretleri mi} ve prensipleri hakkındaki cehlimize rağmen biz, aynı hissedilir nitelikleri görm ekle, bunların, aynı gizli kudretlere tâbi ve bağlı olduklarını farz eder ve bunlardan, evvelce m üşahede etmiş olduklarım ıza benzer neticelerin meydana geleceklerini pekâlâ umarız. Bize, rengi ve kıvam ı bakım ından, evvelce birçok kere ye­ diğimiz ekmeğe benziyen bir cisim göstersinler: deneyi, tereddüdetm eden, tekrarlar ve bu yeni cisimde, önceden ve kesinlikle aynı yiyeceği, aynı gıdayı görürüz. İm di burada zihnin veya düşün­ cenin tem elini bilmeye pek istekli olduğum bir edimi (act) vardır. H issedilir niteliklerle gizli kuvvetler arasında bilinen bir bağ olm adığı ve bunun neticesinde, zihni, bunların sürekli ve düzenli birleşikleri hakkında böyle bir vargıya getiren şeyin, tabiatlarında bulunan ve bilinen bir şey olm adığı herkesçe teslim edilir. Geçmiş deneye gelince, bunun, yalnız ve ancak bu deneye konu olmuş olan belirli objelere ve, ayrıca da, belirli zaman.d£vresi— ve yalnız bunlar üzerinde— doğrudan doğruya ve kesin olarak haber verdiği kabul edilebilir. Fakat bu deneyin, gerek gelecek [1] K udret kelim esi, burada, g e n i; ve yayılm ış an ­ lam ında kullanılm ıştır. Bu tâb irin daha seçik b ir su rette açıklanm ası, bu kam dı daha in a n d ırıcı kılabilirdi. (VII. bölüm e bakınız).


İNSAN ZİHNİ

49

zamanlara, gerekse başka objelere — ki bu objeler, evvelki objelerle belki de yalnız görünüşte bir benzerlik gösteriyorlardır, (zira bunun aksi belgitlenemez) — uzatılıp kaplanması neden yerinde olsun? İşte bu, üzerinde ısrar edeceğim esaslı problem dir. Evvelce yediğim ekmek, beni besle­ m işti; yani bu şu dem ektir ki, bu gibi hissedilir nitelikleri haiz olan bir cisim, o zaman, bu çeşit gizli ba^ı kuvvetlere m a lik ti: fakat bu böyle oldu diye, başka bir ekmeğin de, başka bir zamanda, beni gene beslemesi ve, böylece, aynı hissedilir niteliklerin hep ve m utlaka aynı gizli kuvvetlere sahibolması mı lâzımdır? Bu netice, hiçbir su­ retle, zorunlu görünm üyor: Hiç olmazsa, şurası kabul edilm elidir ki burada, zihin tarafından çıkarılmış bir netice, atılm ış bir adım, yani, ortada, bir düşünce gidişi ve bir çıkarsama vardır ki açıklanmaya m uhtaçtır. İşte şu: «Be», filân konunun daima filân etkiyle beraber gitmiş oldu­ ğunu gördüm» ile «Ben, önceden tahmin ediyo­ rum ki görünüşte birbirlerine benzer olan daha başka konular da gene birbirlerine benzer etki­ lerle beraber gideceklerdir» şeklindeki şu iki önerme birbirinin aynı olm aktan çok uzaktır. Arzu ederseniz, bu önerm elerden birinin, ötekin­ den, yerinde olarak çıkarsanabileceğini teslim ederim : hakikatta bunun daima ötekinden çıkarılageldiğini zaten biliyorum. Fakat eğer siz, bu çıkarmanın, bir usavurma zinciriyle meydana gel­ diğini iddia ederseniz, sizden, bu usavurmayı ortaya koymanızı isteyeceğim. Bu önerm eler ara4


50

İNSAN Z lt N t

sındaki bağlantı, sezgisel ( in tu itive) değildir. Burada, zihnin bu çeşit bir çıkarsamada — şayet bu çıkarsama, usavurma ve kanıtlam a ile yapılı­ yorsa — bulunmasına imkân veren bir aracıya ihtiyaç vardır. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki bu aracının ne olduğu, anlayışımı çoktan aşıyor. Şöyle ki bu aracıyı meydana koymak, zaten bunun gerçekten var olduğunu iddia edip olguya ait şeylerle ilgili sonurgularım ızın hepsinin kaynağı olduğunu ileri sürenlere düşer. Şimdi eğer birçok kabiliyetli ve derin görüşlü filozof, araştırm alarını bu yana hasrederler, buna karşılık, içlerinden hiçbiri, zihni, vardığı bu neticede destekliyebilecek hiçbir bağlayıcı önerme veya aracı basamak keşfetmeye güçlü olamazsa, o vakit, bu olumsuz kam dın, m uhakkak ki za­ m anla, büsbütün kandırıcı olması gerekir. Fakat problem henüz yeni olduğu için her okuyucunun bir kan ıt kendi araştırm asından kaçıyor diye, bu kam dın bundan böyle mevcut olm adığı sonurgu­ suna varmak yolunda, yalnız kendi görüş ve se­ zişine güvenmemesi, isabetli olur. Bunun için ise, belki daha çetin bir işe girişmeyi göze almak ve insan bilgisinin bütün kollarını sayıp dökmekle bu k o lların hiçbirinin böyle bir kanıt sağlıyamıyacağını göstermeye çalışmak lüzumu vardır. B ütün usavurm alar iki çeşide bölünebilir: biri, fikirlerin bağlantılarına dokunan belgitlemsel usavurma, öteki de, olguya ve var olmaya ait şeylere dokunan mânevi usavurmadtr. Halde belgitlem sel kanıtların var olmaması, aşikâr gibi


İNSAN ZlHNt

51

görünüyor, zira tabiatın gidişinin değişebilmesi gibi görünürde deneyle tanımış olduklarım ıza benziyen bir objenin de, ya başka veya zıt neti­ celerle beraber gitmesi, gelişmeyi içermez. Nasıl ki bulutlardan düşen ve başka her bakım­ dan, kara benziyen bir cismin, meselâ tuzun tadına veya ateşin bıraktığı izlenime malik ol­ masını, açık ve seçik olarak kavrıyamaz mıyım? Bütün ağaçların aralık ve ocak aylarında çiçek açacakları, m ayala haziranda ise solup kuruya­ caklarını ileri süren önerme kadar kolay kavra­ nabilir bir önerme olur mu? İm di açıkça kavra­ nabilir ve seçikçe anlaşılabilir olan herşey, hiç­ bir çelişmeyi içermez ve yanlışlığı da, bundan böyle, belgitlemsel bir kanıt veya soyut o priori bir usavurma ile hiçbir zaman ispat edilemez. Şu halde eğer biz, bazı kanıtlar dolayısiyle, geçmiş deneye güvenmek ve geçmiş deneyi de gelecek hükm üm üzün ölçüsü yapmak yolunu tu t­ muşsak, bu kanıtlar, yukardaki bölüm tarzına gö­ re ya sadece olası,- yahut da olguya ve gerçek var­ lığa ait şeylerle ilgili olanlar gibi olm alıdır. Fa­ kat şayet bu çeşit usavurma üzerindeki açıklamamız sağlam ve memnuniyet verici sayılmışsa, burada meydana çıkması gereken şey, bu çeşit kanıtların var olm adığıdır. V arlıkla ilgili kanıtların hepsinin se­ beple netice bağlantısı üzerine kurulu bulundukla­ rını, bu bağlantı üzerindeki bilgim izin tamamen deneyden geldiğini ve deneylik sonurgularım ızın hepsinin, hep geleceğin geçmişe uygun olacağı faraziyesinden meydana çıktıklarını söylemiştik.


52

İNSAN

z ih n i

Bu böyle olduktan sonta, bu son vatsayım ın belgitlem esini olası veya vatlığa dayanan kanıtlat yoliyle yapmaya çalışmak, hethalde kısıt bit döngü içinde dönm ek ve asıl belgitlemeye m uh­ taç olan noktanın kendisini, belgitlenm iş say­ m aktan başka b it şey olmıyacaktır. H akikatta. deneyden çıkarılan bütün kanıtlat, tabiî objeler atasında keşfettiğimiz ve, bu yüzden, bizi, bu gibi objelerden meydana geldiğini gördük­ lerimize benziyen neticeler beklemeye götüren ben­ zerlik üzerine dayanırlar. Bundan böyle tecrübenin otoritesini tartışm a veya insan hayatının bu büyük yol göstericisini hiçe saymaya yeltenecek ancak bir deli veya bir muvazenesiz olabileceğine göre, filozofun, deneye bu kudretli otoriteyi veren, aynı zamanda da, tabiatın türlü objeler arasına koymuş olduğu bu benzerlikten faydalanmamızı m üm kün kılan insan tabiatının bu prensipini tetkik edecek kadar m erak sahibi olması, her­ halde yerinde görülecektir. Birbirlerine benzer görünen sebeplerden birbirlerine benzer neticeler bekleriz. Bu, bizim bütün tecrübelik sonurgu­ larım ızın özüdür. İm di şurası meydanda görünü­ yor ki bu sonurgu, akıl ve m antıktan meydana gelmiş olsaydı, alabildiğine uzun bir deney zin­ cirinden geçmişmiş gibi, hem de tek bir hale da­ yanarak, yekten mükemmel olurdu. Fakat durum bambaşkadır. Meselâ yumurta kadar birbirine benziyen şey yoktur: bununla beraber görünürde böyle bir benzerlik var diye hiç kimsenin aklına, bütün yum urtaların aynı lezzet ve kıvamda ola­


İNSAN ZİHNİ

53

cağı gelmez. Şu halde özel bir olay hakkında sağlam bir inan ve güven kazanmamız, ancak, bir takım birörnek deneylerden meydana gelme uzun bir gidişi görüp geçirmemizden sonra olur. Şimdi tek bir misale bakarak, bu tek misale göre hiç­ bir yönden başka olmıyan yüz m isalden çıkardığı netice bu derece başka olan bu usavurma yolu hangisidir? Bu soruyu zorluk çıkarmaktan ziyade asıl bilgi edinmek amaciyle ortaya atıyorum. Bu çeşit bir usavurma tarzını ne bulabiliyor ne de tasarlıyabiliyorum. Fakat biri çıkar da bana bu bilgiyi bağışlar diye, zihnimi araştırmaya ve öğrenmeye her zaman hazır ve açık bulunduru­ yorum. Eğer birkaç birörnek deneye bakarak bizim hissedilir niteliklerle gizli kuvvetler arasında bir bağlantı çıkarsadığımız söylenecek olursa, itiraf etmeliyiz ki bu, başka tâbirlere dökülm üş olan aynı güçlükten başka bir şey değildir. Şu halde bu çıkarsama hangi kanıtlam a gidişi üzerine dayanıyor? sorusu gene ortaya çıkmış oluyor. Birbirlerine bu kadar aykırı ve uzak düşen öner­ meleri birbirlerine bağlıyan orta had, aracı fikir­ ler nerede? Meselâ ekmeğin renk, kıvam ve daha başka hissedilir niteliklerinin kendiliklerin­ den, vücudu beslemek ve tutm akla ilgili gizli kuvvetlerle hiçbir bağlantıları yok göründüğü teslim edilir. Zira aksi halde, bu hissedilir nitelik­ lerden daha ilk görüşümüzde, ve tecrübenin yar­ dım ı olmaksızın, bu gizli kuvvetleri çıkarsayabilirdik, ki bu da, hem bütün filozofların oylarının


54

İNSAN ZİKNt

hem de olguların açık şahitliğinin tersine olur. Şu halde gerek kuvvetlerin, gerekse bütün obje­ lerin etkileri üzerindeki tabiî bilgisizliğimiz ol­ duğu gibi kabul edilsin. Bakalım deney, bu çö­ zümleme çaresini nasıl buluyor? Deney, bize, sa­ dece bazı objelerden meydana gelen birkaç bir­ örnek netice gösterir ve şu özel objelerin şu özel anda filân kudretler veya falan kuvvetlerle cihazlanm ış bulunduğunu öğretir. Buna göre biz de, bunlara benzer hissedilir niteliklerle cihazlanmış yeni bir obje karşımıza getirilince, evvelkilerine benzer kudret ve kuvvetler bekler ve gene ben­ zer bir netice umarız. Bunun gibi rengi ve kı­ vamı ekm eğinkilere benzer bir cisimden aynı gıda ve beslenme nitelikleri bekleriz. Lâkin bu, herhalde, zihnin bir adım veya ilerlemesidir ki izaha lüzum gösterir. Meselâ bir insan: «B ütün geçmiş hal ve misallerde, ben, bu gibi gizli ku v­ vetlerle beraber bu gibi hissedilir nitelikler gör­ düm » dediği zamanla: «Bu g ib i hissedilir nite­ likler, daima, bu gibi gizli kuvvetlere bağlt bu­ lunacaktır» dediği zaman lüzumsuz bir tekrarda bulunm uş ve bilineni bildirm ek kabilinden bir şey söylemiş olm akla suçlandırılamıyacağı gibi bu önerm eler de, hiçbir yönden, birbirinin aynı değildir. Ancak siz, bu önerm elerden biri, ötekin­ den çıkarılm ış bir çıkarsamadır, diyorsunuz. Fakat şunu da itiraf etmelisiniz ki bu çıkarsama sez­ gisel olm adığı gibi belgitlem sel de değildir: o halde, acaba bu çıkarsam anın tabiatı nedir? Deneylik olduğunu söylesek, bir savı kanıtsama


İNSAN ZİHNİ

(petitio principii) ya düşmüş oluruz. Zira de­ neyden çıkarılan bütün çıkarsamalar, temel olarak, geleceğin geçmişe benziyeceğini, ve birbirlerine benzer kuvvetlerin birbirlerine ben­ zer hissedilir niteliklere bağlı bulunacaklarını içerirler. Eğer tabiatın seyrinin değişebileceği, ve geçmişin gelecek için hüküm lü olabileceği üzerinde azçok bir şüphe varsa, her deney boş plur ve herhangi bir çıkarsamanın veya sonur­ gunun çıkarılmasına imkân veremez. Şu halde deneyden çıkarılmış kanıtların — bu kanıtlar ne olursa olsun — geçmişle geleceğin bu benzer­ liğini belgitlemesi, — mademki bütün bu kanıtlar bu benzerliğin varsayılması üzerine kurulm uş­ t u r — imkânsızdır. O lup biten şeylerin gidişinin şimdiye kadar ne derece düzenli olduğu kabul edilirse edilsin, bu kabulün kendisi, tek başına, — eğer ortada yeni bir kanıt veya yeni bir çıkar­ sama yoksa — gelecekte de' seyrin böyle gidece­ ğini belgitlemeye yetmez. Cisimlerin tabiatını,, geçmişteki deneyiniz sayesinde öğrenm iş oldu­ ğunuzu iddia etmeniz de boştur. Bu cisimlerin gizli tabiatı ve dolayısiyle, bütün etki ve bütün nüfuzları, hissedilir niteliklerinde hiçbir değişik­ lik olmaksızın değişebilirler. Bu, bazan ve bir­ kaç obje hakkında da böyle oluyor: şu halde niçin daima ve bütün objeler hakkında olmasın? Sizi bu varsayıma karşı korunmuş ve emin kılan, hangi mantık ve kanıtlam a gidişidir? Diyorsu­ nuz ki hayat pratikim şüphelerimi yok ediyor. Lâkin bu suretle sorumun amacı üzerinde yanılmış


56

İNSAN ZİHNİ

oluyorsunuz. Ben, pratik hayatta etken ve işler olmak bakımından, bu nokta hususunda büsbü­ tü n doyurulm uş bulunuyorum ; fakat filozof bu­ lunm ak bakımından, hem de, içimde septisizm demiyelim, ancak biraz merak olduğundan, bu çıkarsamanın temelini öğrenmek arzusundayım. Oysaki şimdiye kadar hiçbir okuma, hiçbir araştırm a, ortaya koyduğum zorluğu gidermeye veya bu derece önemli bir konuda beni memnun etmeye elverişli olamamıştır. Şu halde, — bu hu­ susta bir hal çaresi elde etmek bakımından an­ cak zayıf bir ümidim olmasına rağm en— gene de bu zorluğu herkesin önüne sermekten daha iyi bir şey yapabilir miyim? Hiç olmazsa, bu sayede, bilgim izi artırm asak bile, bilgisizliğim izin far­ kına varmış oluruz. İtiraf etmeliyim ki kendi araştırm asından kaçıverdi diye bir kam dın hakikatta var olmadığı sonucuna varan kimse, affedilmez bir küstah­ lıkla suçludur. Şunu da itiraf etmeliyim ki bütün bilginlerin, birçok devirlerde bu konu üzerinde neticesiz araştırm alar yürütmüş olnialarına rağ­ men, bu konunun, ister istemez, her türlü insan anlayışını aştığını m utlaka çıkarsamak da, belki gene ulu orta ve boş bir cüretlilik olur. H attâ bilgim izin bütün kaynaklarını incelesek, ve bun­ ların bu çeşit bir konu için elverişsiz olduğu neticesini çıkarsak bile, gene de ya bu sayıp dökm enin tam olm adığı veya incelemenin doğru bulunm adığı hakkında bir şüphe kalabilir. Fa­ kat şimdiki konuyu göz önünde bulundurursak,


İNSAN ZİHNİ

57

ortada, her türlü cüretlilik itham ını veya aldan­ ma şüphesini giderir gibi görünen bazı görüşler vardır. M uhakkaktır ki en cahil ve en ahmak köy­ lüler, — hattâ ufacık çocuklar, hattâ vahşi hay­ vanlar— deney sayesinde ilerlerler ve tabiata ait şeylerin niteliklerini, bunlardan meydana çıkan neticeleri gözlemliye gözlemliye öğrenirler. M e­ selâ çocuk mumun alevine dokunm ak yükünden acı duyumunu hissetti mi, artık elini hiçbir mu­ ma sürmemiye gayret eder; fakat, aynı zamanda, hissedilir nitelikleriyle görünüşü bakım ından bu­ nun aynı dian bir sebepten gene aynı olan bir netice bekler. Böylece eğer siz, çocuğun idraki­ nin bu sonurguya şu veya bu kanıtlam a gidişi veyahut dikkatli bir düşünce yoliyle yöneltilmiş olduğunu iddia edecek olursanız, sizden, haklı olarak, bu kanıtlamayı meydana koymanızı istiyebilirim. Şu kadar ki siz 'de, bu kadar dürüst bir isteği reddetmekte, hiçbir sebep ve bahane bulamazsınız. Kanıtlam anın çetrefil olduğunu ve, bu yüzden, gözümüzden kaçabilmesi ihtim ali bu­ lunduğunu ileri süremezsiniz; zira küçük bir çocuğun kabiliyetine göre bile, kavrandığını iti­ raf ediyorsunuz. Şu halde eğer bir an tereddüdeder veya düşünüp taşındıktan sonra, ortaya herhangi karışık veya kılı kırka yaran bir kanıt koyarsanız, o zaman, âdeta problemi elden bı­ rakmış ve geçmişin geleceğe benzerliğini var farz edip görünürde bizi birbirine benzer olan se­ beplerden gene birbirlerine benzer neticeler bek­


58

JNSAN ZİHNİ

lemeye götüren şeyin, usavurma olm adığını itiraf etmi$ olursunuz. l$te bu bölümde ortaya koy­ mağa niyetlenmiş olduğum önerme, buydu. Eğer haklıysam, önemli bir keşifte bulundum iddia­ sında değilim. Haksızsam, gerçekten çok geri kalmış bir öğrenci olduğum u itira f zorunda ka­ lırım ; zira, bu takdirde, beşiğimden çıkmadan çok önce, bana iyite yakın ve biliniyor gibi gçlen bir kam dı, şimdi, kavrıyamamak durum unda bulunm uş olurum.


V. BÖLÜM BU ŞÜPHELERİN SEPTİK ÇÖZÜMLENME ÇARESİ I

Tıpkı din tutkusu gibi felsefe tutkusunun da şu mahzuru var gibi görünüyor ki amacı, ahlâkımızı düzeltmek ve kusurlarımızı kökünden yoketmek olduğu halde, tedbirsizce idare edil­ dikte, İnsanın üstün gelen eğilimini besliyerek zihnini de, esasen insanın tabiat ve mizacı dolayısiyle fazla çeken tarafa doğru, büsbütün kuv­ vetlenmiş bir kararla çelmekten başka bir şeye yaramaması m ümkündür. Gerçekten hakim filo­ zofun yüksek ahlâkına heves etmek ve zevkleri­ mizi de, yalnız kendi varlığımıza hasra çalışmak suretiyle, sonunda, kendi felsefemizi Epiktetos’Ia öteki Stoia’cıların — benciliğin nispeten İncelmiş bir sisteminden ibaret olan — felsefelerine benze­ tip usavurmalarımızda da, kendimizi, her türlü sosyal zevkin olduğu kadar her türlü erdemin de dışına çıkabiliriz. Esasen dikkatimizi insan öm rü­ nün boşluğu üzerine çevirip bütün düşünceleri­ mizi de servet ve şatafatının hiçlik ve geçiciliği­ ni İncelemeye hasrederken bütün yaptığımız, dün­ ya dindinmesinden ve işgüç hayatının angarya ve hayhuyundan nefret edip kendini alabildiğine


60

İNSAN ZİHNİ

memnun etme yolunda sebep veya bahane ariyan kendi tabiî hareketsizlik ve tem belliğimizin ek­ meğine, belki de, yağ sürmekten başka bir şey değildir. Bununla beraber bir çeşit felsefe de vardır ki, bu mahzuru pek öyle göstermiyor gi­ bid ir; bunun sebebi, bu çeşit felsefenin insan zihninin 'zabtürabta gelmiyen hiçbir tutkusiyle uzlaşamayışı gibi, aynı zamanda, insanın herhan­ gi tabiî bir eğilimiyle de bağdaşamayışıda bu felsefe, Akademik veya Septik felsefedir. Akademiyacılar, daima şüphe ve hüküm den geri dur­ madan, acele kararlara varm anın tehlikesinden bahsedip insan anlayışının inceleme ve araştır­ m alarını çok dar sınırlara m ünhasır kılm ak­ tan ve alelade hayat ve pratiğin sınırları içinde bulunmıyan bütün spekülâsyonlardanvazgeçmekten dem vururlar. Şu halde bu çeşit bir felsefe için, zihnin tem belliği, atalet ve kaygısızlığı basiretsiz kibir ve azameti, yüksekten atan iddiaları, ve yanlış inanlara saplanan saf­ dilliği kadar zıt ve aykırı bir şey olamaz. Bu felsefenin karşısında hakikata karşı duyulan aşk müstesna olm ak şartiyle — ki bu da, hiçbir za­ man fazla denilebilecek bir dereceye ne vardırılab ilir ne de vardırılm ıştır — hayal kırıklığına uğrıyarak rahatı bozulmıyan bir tutku yoktur. Demek ki hemen olay ve misalde, zararsız ve suçsuz olması gereken bu felsefenin bu kadar esassız şikâyet, sitem ve yermelere konu olabil­ mesi, hayretverici olm aktan geri kalmamaktadır. Fakat bu felsefeyi herkesin kin ve nefretine asıl


İNSAN ZİHNİ

61

açık bırakan şey, belki de, onu günahsız kılan şeyin ta kendisidir. Gerçekten bu felsefe, hiçbir yolsuz tutkuya yüz vermemek suretiyle, kendisine az taraflı kazanıyor, ö te yandan da, bir sürü düşkünlük, kusur ve densizliklere karşı durm ak neticesi, bol bol düşman ediniyor ki bunlar, ter­ sine onu, açık saçık, kutsallıktan soyulmuş ve dinsiz imansız olm akla damgalayıp, lekelemekten geri durm uyorlar. Bundan başka, bu felsefenin, bir yandan araştırm alarım ızı alelade hayata hasretmeye çalı­ şırken, öte yandan bu pratik hayatın usavurmalarının tem ellerini alttan alta çürütmesinden ve şüphelerini, her türlü spekülâsyona olduğu ka­ dar, her türlü aksiyon ve hareketi de yokedecek dereceye vardırm asından endişelenmeye yer yoktur. Tabiat, ne yapıp yapıp kendi hak ve yetkilerini, her zaman, gözetler ve, eninde so­ nunda, herhangi soyut bir usavurma ve düşünü­ şe üstün gelir. Biz, meselâ, evvelki bölüm de yaptığımız gibi, deneyden edindiğimiz bütün usavurmalarda, zihnin anlayışının herhangi bir belge prosesüsü veya kanıtlam a zinciri tarafın­ dan desteklenmemiş olan bir adım attığına hük­ medecek olsak bile, bilgimizin hemen hepsinin tabi bulunduğu bu usavurma ve çıkarsam aların bu çeşit bir buluştan hiçbir zaman duygulanm a­ ları tehlikesi de yoktur. Eğer zihin bu adımı atmaya belge yoliyle götürülmemişse, aynı dere­ cede ağır çeken ve otoriteye sahibolan başka bir prensiple bu yolda yöneltilm elidir. Bu pren-


62

İNSAN ZİHNİ

sip die, insan tabiatı aynı kaldığı müddetçe, yet­ kisini muhafaza edegelecektir. Bu bakımdan bu prensipin ne olduğu, araştırma zahmetine fazlasiyle değer bulunm aktadır. Bir insan tasarlayınız ki usavurma ve dü­ şüncenin en kuvvetli yetkileriyle cihazlanmış ol­ makla beraber dünyaya apansız getirilm iş olsun: bu insan, şüphe yok ki, derhal sürekli bir eşya ve konu zincirlemesi ve bir olayın diğerini takibettiğini gözleyecek, fakat bundan ileri varan herhangi bir şeyi keşfedemiyecektir. Esasen her­ hangi bir usavurma yoliyle, de stbep ve netice bağlantısına varmaya evvelâ kabiliyetli olamıyacaktır. Zira bütün tabiî işlevlerin yerine getiril­ mesini sağlıyan özel kuvvetler, hiçbir zaman duyulara görünm ezler; bunun gibi,» keza sırf bir olay ve misaldeki tek bir olay ötekinden önce geliyor diye, bundan böyle, birinin sebep, öte­ kinin netice olduğu sonucunu çıkarmak da, akıl ve m antığa uygun düşmez. Nasıl ki bunların biribirine bağlanışı rasgele ve tesadüfe göre ola­ bilir. Bundan dolayı, birinin görünm esinden öte­ kinin varlığını uslam lam akta hiçbir sebep bulunm ıyabilir. Sözün kısası, tek sözle, bu durumda bir insan, daha büyük bir deney edinince, herhan­ gi bir olaya ait olan tasarlamayı hiçbir zaman kullanam az, veya bellek ve duyularında doğru­ dan doğruya hazır bulunmuş olandan gayrı hiç­ bir şeyden emin olamazdı. Gene farz ediniz ki bu insan, daha fazla de­ ney edinmiş ve, dünyada alışkın olunan eşya, konu


İNSAN ZİHNİ

63

ve olguların her zaman birlikte olduklarını gözliyecek kadar uzun bir zaman yaşamış olsun: şimdi, acaba bu insanın bu deneyinin sonucu nedir? Bu kimse, bir objenin görünüşünden he­ men ötekinin var olduğunu çıka/sar. Bununla beraber, bütün bu deneyinden objenin birinin öte­ kini meydana getirmesini gerektiren gizli kuv­ vet üzerinde herhangi bir fikir veya bilgi edin­ miş bulunmaz, fazla olarak, bu çıkarsamada bulunmaya sevk edilmiş olması da, herhangi bir usavurma prosesüsü dolayısiyle değildir. Bu kim ­ se, kendisini bu neticeyi çıkarmayı kararlaştırm ış hisseder ve, bundan böyle, anlayışının bu işlem ­ de hiçbir payı olmadığına kanaat getirmiş olsa bile, aynı düşünce akışını takipte devam eder. N asıl ki kendisini böyle bir neticeye varmaya gö­ türen başka bir prensip daha vardır. Bu prensip, âdet veya alışkanlıktır. Z ira her­ hangi bir özel fiil veya işlemin tekrarlanm asının anlayışın herhangi bir usavurması veya prose­ süsü dolayısiyle harekete getirilmeksizin, aynı fiil ve işleri yeniden yapmak eğilimini meydana getirdiğini nerede görürsek görelim , biz daima, bu eğilimin âdet neticesi olduğunu söyleriz. An­ cak bu kelimeyi kullanm akla, böyle bir eğilimin en son sebebini ortaya koymuş olmak iddiasında değiliz. Biz, sadece, insan tabiatının evrense! çapta tanınmış olan ve, etki ve neticeleri bakım ın­ dan iyice bilinen bir prensipine işaret ediyoruz. Belki de, araştırm alarım ızı daha ileri götürnıey-p bu sebebin sebebini de tâyin edemeyiz. Ai>


M

İNSAN ZİHNİ

bunu deneyden edindiğimiz bütün neticeleri* miz için tâyin edebileceğimiz en son prensip diye kabul edip bununla yetinmemiz gerekir. Yetilerim iz bizi daha öteye götürem iyor diye, bun­ ların böyle hudutlu oluşundan sızlanıp şikâyetçi olmaksızın bu kadar ilerliyebilm iş olmamız da, yeter bir m em nunluktur. Ve meselâ — sıcaklıkla alev, ağırlıkla sertlik gibi — iki konunun daim i beraberliğine göre sırf âdet üzere birinin göriilüşünden ötekininkini umduğum uzu iddia etti­ ğimiz zaman, burada, bu suretle, doğru olma­ sa bile hiç değilse, çok anlaşılır bir önerme ileri sürdüğüm üz m uhakkaktır. Bir varsayıma, işte şu güçlüğü, yani tek bir m isalden çıkarmaya kabiliyetli olamadığımız bîr çıkarsamayı bin mi* salden çıkarmaya — ki bu tek olan misal, bunlar­ dan hiçbir bakımdan farklı bulunm am aktadır— ne­ den dolayı m uktedir olduğum uzu izah edebilen tek varsayım gibi görünm ektedir. Akıl ve mu­ hakeme, bu türlü bir çeşitlilikten âcizdir. Aklın bir yuvarlağı mütalâa etm ekten çıkardığı sonuç­ lar, kâinattaki bütün yuvarlakları incelemekle el­ de edeceği sonuçların aynıdır. Fakat hiç kimse, tek bir cismin bir diğeri tarafından harekete ge­ tirildiğini gördükten sonra, buna benzer bir it­ meden sonra başka herhangi bir çişimin de hare­ ket edeceğini çıkarsayamaz. Bu böyle olunca, de­ neyden yapılan bütün çıkarsam alar, usavurmanın değil de, ancak alışkanlığın neticeleridir £ l} . [1] M a ddi, m ânevi, tiy a ti k o n u lar hakkında bile kalem yürüten yazarlar için a k ıl ve ttc rö b ty i birbirin-


İNSAN ZİHNİ

66

Demek ki insan hayatının bellibaşlı kılavuzu, alışkanlıktır. Tecrübemizi kendimiz için faydalı kı­ lan ve bize, gelecek için, geçmişte görülm üş olayladen ayırm ak ve bu kanıtlam a çeşitlerin in b irb irin d ep tam am en farklı olduklarını farz etm ekten daha la y d a lı' bir şey yoktur. B irinciler, sırf rihin yetilerim izin n e ti­ cesi şeklinde k av ran ırlar ki bu yetiler,- eşyanın ta b ia tın ­ da a priori olarak ele alm ak ve bunların faaliy etlerin ­ den m eydana gelm ek gereken etk i ve n eticeleri incele­ m ek suretiyle ilim ve felsefenin belirli pren sip lerin i kurararlar. İkincilerin ise, tam am en duyu ve gözlem den çık tık ları farz e d ilir ki b unlar sayesinde, biz, belirli ko­ nu ve eşyaların faaliyetinden fiilen m eydana gelm iş olanı ö fre n ir ve bundan böyle, gelecekte, b u n lard an ne ortaya çıkacağını çıkarsam aya k abiliyetli oluruz. Böylece, m eselâ İd arî hüküm etin sın ır ve k ayıt altın a alm aları ve kanuna uygun b ir konstitüsyon fikri, ya insan ta b ia tı­ nın güvenilm ezliği ve bozulm uşlugu üzerine düşünm ekle hiçbir insana sın ırsız o to rite em anet edilem iyecefini öğ­ reten akıl ve m antık yoliyle, veya tutkunun, her ça}(la ve her m em lekette, bu âerece tedbirsizce b a} ı;lan an bu itim adın ne büyük su iistim allere varm ış olduğunu bize h aber veren deney ve ta rih bakım ından m üdafaa ed ile­ bilir. A kılla deney arasın d ak i aynı fark, h ayattaki dav­ ranm a tarzım ızla ilgili bütün görüşlerim izde de kendini belli ed er : bu itib arla , m eselâ tecrü b e görm üş b ir dev­ let adam ı, b ir general, b ir d o k to r veya tü ccara itim a t e d ilir ve kendisine tâb i olunurken, deney görm em iş b ir acem inin de ta b iî efilim ve k ab iliy etleri ne olursa ol­ sun, r a f b e t görm eyip küçüm senir. A kıl ve usavurm anın, filânca belirli harek et ta rz la rın ın falanca belirli ş a r t­ la r içerisindeki neticeleri hakkında çok isabetli tahm in­ lerde bulunabileceği kabul edilm ekle b erab e r, inceleme ve düşünceden çıkarılm ış olan kural ve d ü stu rla ra istik ­ ra r ve kesinlik verm ek kabiliyeti bakım ından tek ola» S


66

İNSAN ZİHNİ

n o akışına benzer bir akış um duran, yalnız bu prensiptir. A lışkanlığın etki ve nüfuzu olmasay­ dı, biz, bellek ve duyular için doğrudan doğruya tecrübenin yard ım ı olmaksızın, akıl ve muhakemenin bile noksan olduğu kabul edilir. F ak at bu ayırd etm en in . hayatın hem faaliyet hem de düşünm eye a it sahnelerinde, evrensel olarak kabul edilmiş olmasına rağm en, esas bakım ından yanlış, veya, hiç değilse, sathi olduğunu o rtay a koym aktan çekinm iye-eeğim. E ğ er biz, y u k ard a sayılan ilim lerin herhangi birinde sırf usavurm a neticeleri farz edilen belgeleri incelersek, b u nların, eninde sonunda, gene şu veya bu p rensip veya neticeye v ardık ları gö rü lecek tir ki biz, bu prensip veya netice için, gözlem ve deneyden başka b ir sebep g ö ste ­ remeyiz. Bir yandan bunlar, diğ er yandan da, o rta malı olmak bakım ından salt tecrü b en in neticesi sayılan bu d ü stu r ve kurallar arasındaki tek fark, birincilerin hal ve şartlarını ayırdetm ek, ve neticelerini tâyin yolunda gizlem iş olduğum uz şey, üzerinde bir düşünce prosesüsü ve biraz da düşünce yürütülm eksizin te s b it edilem iyecelcleridir: oysaki İkincilerde, tecrübesini edinm iş oldu­ ğumuz olay, herhangi bir belirli durum un neticesi ol­ mak üzere, çıkarsadığıırfız neticeye g ö re tam am en ve iyice yakındır. Bir T iberius'un veya N eron un tarih i, bi­ zim, hüküm darlarım ız da böyle kanun ve senatoların kayıt altına alm alarından kurtulm uş oldukları tak d ird e, bizi, buna benzer b ir istib d atla karşılaşm aktan korkutur: lâkin hususî h ay atta, herhangi b ir hile veya zulmün gö­ rülmesi, insan ta b iatın ın genel bozukluk ve fesadının b ir misalini verm esi ve bize, insanlara tam b ir itim at beslem ekle, karşılaşm am ız muhakkak olan tehlikeyi g ö s­ term esi bakım ından, biraz düşünce' yürütm enin sayesin­ d e, aynı endişe ve çekingenliği v erm ekten geri durm az. H er iki ta k d ird e d e, çıkarsam a ve sonurgum uzun, eninde ■onunda, tem eli olan şey, deneydir.


İNSAN ZİHNİ

67

hazır olanın ötesindeki her olgudan tamamen habersiz olacaktık. Vasıtaları gayelere uydurm a­ nın veya tabiî kuvvet ve kabiliyetlerimizi her­ hangi bir neticenin meydana gelmesinde kullan­ mayı hiçbir zaman bilemezdik. Buna göre, hem spekülâsyonun herhangi bir kısmı, hem de her türlü aksiyon sona ererdi.

Z aten kendisi, şahsen, ne k adar genç ve tecrübesiz olursa olsun, insanların iş ve m eşgaleleriyle h ay atta dav­ ranışının tâyini hususlarında sırf gözlem e dayanarak birçok genel ve doğru kural ve d ü stu rları edinm em iş olan bir adam yoktur; şurası da itiraf edilm elidir ki bir insan, bu düstur ve kuralları tatb ik a koyulunca, hem zatnan hem de, daha geniş b ir deney m eydana gelip bu düstur ve kuralları kaplam landırıncıya ve insanın kendisine bunların yerinde b ir kullanış ve tatb ik in i öğretinciye kadar, bu insan son derece h a ta işlemeye k a­ biliyetli bulunur. H e r durum ve olayda birçok özel ve görünürde ufaktefek öyle hal ve şa rtla r v ardır ki en büyük istid at ve k abiliyet sahibi bir adam bile, — v ara­ cağı neticelerin doğruluğu ve dolayısiyle, bu adamın hareket tarzın ın te d b ir ve ince düşünüşü tam am en bu hal ve şa rtlara bağlı olm akla b e ra b e r— bu hal ve ş a rt­ ları evvelâ gözden kaçırm aya eğilim lidir. K aldı ki genç b ir acemi için bu genel gözlem ve k urallar, ne daim a uygun fırsatlard a belirirler, ne de lâzım gelen sükûnet ve seçildikle derhal ta tb ik ed ilebilirler. H ak ik at şudur ki tecrübesiz b ir muhakeme yürütücüsü, eğer büsbütün tecrübesiz olsa, hiçbir yönden, muhakeme yürütm e işini yapamazdı; şu kadar ki biz, bu vasıf ve k a rak teri h e r­ hangi bir kim seye atfettiğim iz zaman, bunu sadece kıyaslamalı b ir m ânada yapar, ve bu kimsenin daha ufak çapta ve daha az mükemmel b ir derecede olm ak üzere, deney sahibi olduğunu farz ederiz.


68

İNSAN ZİHNİ

F akat burada, şu noktaya işaret etmek mü­ nasip olabilir ki tecrübeden edindiğimiz netice­ lerim izin, bizi, bellek ve duyularımızın ötesine götürm elerine ve en uzak yerlerde ve en eski çağlarda olmuş olgular üzerinde bizi tem in et­ m elerine rağmen, duyularda veya bellekte, mut­ laka herhangi bir olgu olmuş olmak lâzımdır ki biz, bundan hareket edip bu neticeleri çıkarmış olabilelim . Meselâ boş bir memlekette, koca koca binaların kalıntılarını bulan bir insan, bundan bu m em leketin, vaktiyle, medeni oturucular ta­ rafından bayındırlığa kavuşturulm uş olduğu neti­ cesine varır; ancak bu adam, böyle bir manzara ile karşılaşmamış olsaydı, hiçbir zaman bu çeşit b ir çıkarsamada bulunamazdı. Biz, geçmiş devir­ lerin olaylarını tarihten öğreniriz, fakat bunun için de, öğrenmemizin konusunu içine alan eser­ leri okumamız ve bu uzak olayların seyirci ve şahitlerine ulaşmadan önce, çıkarsamalarımızı bir şahitlikten ötekine aktarmamız gerekir. Bir ke­ lime ile, eğer biz, bellek veya duyular için var olan herhangi bir olaydan hareket etmezsek, usavurmalarım ız, sadece varsayımsal olurdu, ve h er nekadar aradaki bağlayıcı halkalar, birbirleriyle bağlı olsalardı, çıkarsamaların bü­ tün zinciri, ne herhangi bir destek bulabilir ne de biz, bu zincir sayesinde, herhangi bir reel var­ lığın bilgisine erişebilirdik. M eselâ, ben, sizin naklettiğiniz herhangi belirli bir olaya neden inandığınızı sorarsam, bana, her hangi bir sebep gösterm elisiniz; bu sebep de, bu olayla ilgili


in s a n z i h n i

olan diğer herhangi bir olay olacaktır. Fakat siz, bu gidiş iizere, sonsuzca in infinitum devam edemiyeceğinize göre, nihayet ya belleğiniz veya duyularınız için mevcut olan herhangi bir olay­ da karar kılıp durm anız icabedecek, veya, aksi halde, inancınızın tamamiyle asılsız olduğunu teslim etmeniz lâzım gelecektir. Şu halde acaba bütün problem in vardığı netice nedir? Çok basit; bununla beraber, itiraf etmeli ki felsefenin yayılmış kuram larından hay­ li uzak bir netice! Olguya ait bir şeye veya gerçek bir varlığa olan her inan, sadece, bellek veya duyular için mevcut herhangi bir objeden, ve aynı zamanda', bu ob je.ile diğer herhangi bir obje arasındaki alışılmış bir bağlantıdan çıkarı­ lır. Yahut, meramımızı başka sözlerle anlatm ak gerekirse, birçok olgu ve misallerde — alevle ha­ raret, karla soğuk gibi— herhangi iki çeşit objenin daima beraber bulunmuş olduklarına şahit oldu­ ğumuzdan, bu kere alev veya kar yeniden duyu­ lara arz edilecek olursa, zihin, âdet, alışkanlık üzere, sıcaklık veya soğuk ummaya ve bu çeşit bir niteliğin var olup daha yakından bir incele­ me neticesinde, kendisinin meydana çıkarılacağı­ na inanmaya götürülm üş bulunur. Bu inan, zih­ ni bu gibi hal ve şartlar içine koymanın zorun­ lu neticesidir. Fazla olarak, aynı inan, ruhun, m enfaatlerle karşılaştığımız zaman, sevgi tutku­ sunu, zararlarla karşılaştığımız zaman da, nefret duymaklığımız kadar kendisinden kaçınılmaz olan bir işlem idir. Bütün bu işlemler de dü-


70

İNSAN ZİHNİ

şiince ve idrakin hiçbir usavurma veya prosesüsle, ne meydana getirmeye ne de önlemeye hiç­ bir zaman kabiliyetli olam adığı tabiî içgüdüler arasındadır. Bu noktaya vardıktan sonra, bizim için, bu felsefe araştırm alarım ızı durdurm ak çok yerinde olabilir. Esasen problem lerin çoğunda, bundan bir adım daha ileri gitmemiz de, hiçbir zaman kabil olm uyor; şu kadar ki bütün konularda, en m eraklı ve en sürekli incelemelerimizin, so­ nunda işi nihayet burada bitirmemiz gerekiyor. Fakat merakımız, bizi daha da ileri araştırm a­ lara sevk edip, bize, bu inanın ve aynı zamanda, iştikak ettiği alışılmış Bağlantı m a özünü ve tabi­ atını daha doğru olarak tetkik ettirirse, bu me­ rak mazur, hattâ, belki de, değerli ve tavsiyeye değer bile görülebilir. Bu sayede, biz, soyut ilim leri seven ve ne kadar doğru olurlarsa olsun­ lar, oldukça şüphe ve kararsızlık taşıyabilecek olan spekülâsyonlarla oyalanm aktan hoşlananları, hiç olmazsa, memnun edebilecek bazı açıklama ve benzerlikler elde edebiliriz. Başka mizaç ve zevkte olan okuyuculara gelince, bu bölümün geri kalan kısmı, onlara göre hesabedilip mey­ dana getirilm em iştir; şu kadar ki bu kısım, dik­ kate alınmasa bile, bundan sonraki araştırm alar, gene anlaşılabilir. II

Hiçbir şey insan hayal gücü kadar hür de­ ğ ild ir; şöyle ki bu hayal gücü, her ne kadar iç


INSAN ZİHNİ

11

ve dış duyularım ızın temin ettikleri asli fikir haznesini aşamazsa da, bunları -yapıntı (fictio n } ve hayal etmenin bütün çeşitlerine göre karıştır­ mak, ayırmak, ve bölmek gibi sınırsız bir kud­ rete m aliktir. Fazla olarak, realite ve hakikatin bütün görüşünü haiz olmak şartiyle, bütün bir olaylar gidişini var farz edebilir; bunlara, be­ lirli birer zaman ve yer ayırmakla, bu olayları mevcut sayabilir ve bunları, en büyük bir güvenle, herhangi bir tarihî olguya mahsus olan tafsilâtı gözünün önünde canlandırabilir. Şu halde acaba bu kabil bir yapıntı ile in an ın ' arasındaki fark, neden ibarettir? Bu fark, sadece rıza ve onayı­ mızı çağıran, fakat her bilinen yapıntı alanında eksik bulunan bu gibi bir anlayışa bağlı olan herhangi belirli bir fikirde değildir. Z ira zihin, fikirlerin hepsi üzerine bir otoriteye sahibolduğundan, bu belirli fikri herhangi bir yapıntıya bağlıyabilir, ve neticede, keyfinin istediği her­ hangi bir şeye inanabilirdi; halbuki bu hal ve durum, her günkü tecrübemize aykırı olan bir şeydir. Biz, kendi tasarlamamızda, bir adamın başiyle bir atin gövdesini birleştirebiliriz, fakat bu çeşit bir m ahlûkun herhangi bir zamanda sahiden mevcut olmuş olduğuna inanmak, elimiz­ den gelmez. Şu halde, yaptntı ile inan arasındaki fark, birinciye değil de, İkinciye bağlı olan ve ne ira­ deye tâbi bulunan, ne de keyif ve arzuya göre yöneltilebilen bir duygu veya duyuştadır. Bütün başka duygular gibi bu duygunun da, tabiat ta­


72

İNSAN Z tr N t

rafından harekete getirilm esi lâzım dır. Fazla olarak zihnin, içinde bulunduğu herhangi belirli bir durum dan doğup, gene bütün diğer duygu­ lar gibi, tabiî surette harekete getirilmesi lâzım­ dır. Meselâ herhangi bir obje, hâfıza veya duyu­ lara gösterildiğinde, alışkanlığın etkisiyle derhal hayal gücünü, âdet üzere, kendisiyle beraber gi­ den diğer bir objeyi tasavvur ve idrake götürür. Bu idrak ise, hayal gücünün başıboş hülyaların­ dan başka olan bir duyuş veya duygu ile birlikte gider. İşte insanın bütün tabiat ve içyüzü bura­ dadır. Z ira, aksini iddia edemiyeceğimiz kadar kuvvetle inandığım ız hiçbir olgu mevcut olm adı­ ğından, eğer birini ötekinden ayıran herhangi bir duygu olmasaydı, onay ve rızâmızı kazanmış olan tasavvurla reddettiğimiz tasavvur arasında hiçbir fark olmıyacaktı. M eselâ, ben, düz bir masa üzerinde bir bilârdo topunun diğerine doğ­ ru hareket ettiğini görsem, bu topun temasla duracağını kolayca kavrıyabilirim . Bu kavrayış, hiçbir çelişmeyi gerektirmez, fakat, buna rağmen, bir topun' hareketinin, ötekine geçmesini temin eden itme ve sirayeti kavrayışımdan bambaşka olan bir duyguyla beraber gider. Eğer biz, bu duygunun bir tanımlamasını yapmaya kalkarsak bunun, belki de, başarılması imkânsız değilse bile, çok güç bir iş olduğunu göreceğiz. Z ira bu, bu- duyguları hiçbir zaman yaşamamış olan bir varlığa, soğuğun veya hid­ detin ne demek olduğunu tanımlamaya ve tasvire kalkışm ak gibi bir şey olur. Bu duygunun gerçek


İNSAN SHNİ

73

v e en uygun adı, inandır; öyle ki hiç kimse, bu tâbirin Anlamını bilmekte asla zorluk çekmez, zira her insan, bu tâbirin dile getirdiği duygudan, her an, juuriyle haberli bulunur. Bununla be­ raber bu duygunun bir tasvirimi yapmaya çalış­ m ak, ne de olsa, yersiz düşmez, zira, bu sajede, bu duygu hakkında bize daha mükemmel bir «$ıklama sağlıyabilecek olan bazı benzerlikler «İde etmeyi ümidedebiliriz. -Şu halde, diyorum ki inan, yalnız başına, hayalgücünün hiçbir zam»n erişemeyeceği kadar canlı, kuvvetli, ken­ dini duyuran sağlam ve kararbulm uş bir obje idrakinden baş|ta bir şey değildir. Bu sebeple, felsefe zihniyetine pek az yakışır görülebilecek o lan bu tâbir çeşitliliğinden maksat, hakikatta, zihnin, Realiteleri yahut da realite sanılan şeyleri yapıntılardan çok daha canlı Surette— bize akset­ tiren edim ini (act o f the m ind) ifadeden başka t)ir şey değildir; o edim ki, düşünce âlem inde, realitelere, yapıntılardan çok daha ağır basma­ larım sağlayıp, aynı zamanda da, tutkularla hayal gücü üzerine üstün &ir baskı bahşeder. Z aten terim lerle tâbirler üzerinde çekişmemiz lüzumsuzdur, yetişir ki şeyin kendisi üzerinde uyuşalım. Gerçekten hayal gücü, fikirlerin hepsini hüküm ve kullanışı altında bulundurarak bunları mümkün olan bin bir şekle göre birleştirip karış­ tırır ve çeşitlendirebilir. Zaman ve mekânın bütü n hal ve gerektirim lerine göre uydurma objeler tasarlayabilir. H attâ bu objeleri, gözlerimizin önüne, tıpkı mevcut olmuş olabilecekleri tanr-


74

İNSAN ZlfcNt

da canlı ve gerçek renklerle getirebilir. Fa­ kat bu hayal gücü yetisinin kendiliğinden in­ san değerine varması hiçbir zaman mümkün ol­ m adığından, böylece, inanın, fikirlerin kendi­ lerine vergi tabiat teya düzeninde- değil de, bun­ ların gerek kavraniş tarzında gerekse zihnin bu fik irler hakkındaki duyuşunda olduğu m eydan­ dadır. Ancak bu kavrayış tarzını veya bu du­ yuşu iyice açıklamanın im kânsız olduğunu itiraf ederim. Gerçi buna yakın bir şey söyliyen kelime­ ler kullanabiliriz. Fakat, evvelce de söylemiş ol­ duğumuz gibi, bunun asıl ve en uygun adı, inan’dır ki bu tâbiri de, herkes, her günkü ha­ yatta, yeter derecede anlar. Esasen felsefede ina­ nın, zihnin duyduğu, ve usavurmanın fikirlerini hayal gücünü yapıntılarından ayırdeden bir şey olduğunu ileri sürmekten fazla birşey yapamayız. İnan, bu fikirlere daha büyük bir inandırm a kuvveti ve etkisi verip, bunları daha önemli kı­ lar, hattâ zihne daha fazla yerleştirir ve, aynı zamanda, bu fikirleri aksiyonlarımızın yöneltici prensipi yapar. Meselâ, şu anda, tanıdığım bir kimsenin sesini işitiyorum ; ses, bitişik odadan gelir gibi oluyor. Duyularım ızın bu izlenimi, zihnimi derhal, çevresindeki bütün objelerle bir­ likte bu kimseye götürür. Ben, bunların hepsini birden evvelce sahibolduklarını bildiğim aynı nitelik ve ilgilerle birlikte şimdi varm ışlar gibi gözümün önüne getiriyorum, ö y le ki bu fikir­ ler, faraza tılsım lı bir şato fikrinden çok daha kuvvetle zihnimi sarıp üzerimde etki yapıyor.


İNSAN ZİHNİ

75

H attâ onları duyuş tarzım bile bambaşka olup hoşlanma veya hoşlanmama, neşe veya keder gibi her çeşit duyguyu vermekte çok daha etki­ lidirler. Şu halde, inan duygusunun, hayal gücünün alelâde yapıntılariyle beraber giden idrakten da­ ha şiddetli ve daha sağlam bir şey olm adığını ve anlam anın bu tarztm n da konusunu, ya bellek veya duyulara göre hazır bulunan bir şeyle bera­ ber âdet hükm üne girm iş olan bir birleştirilm e­ sinden meydana gelmiş bulunduğunu bu görüş tarzının bütün kaplam ı içine alalım ve kabul edelim : şuna inanıyorum ki bu varsayımlardan sonra, zihnin buna benzer daha başka işlev­ lerini de bulmak, ve bu olayları, hattâ daha da genel bazı prensiplere kadar vardırmak ve yolunu izini bulmak güç olmıyacaktır. Tabiatın, belirli fikirler arasında belirli bağ­ lar kurmuş olduğunu, ve bir fikir aklımıza ge­ lir gelmez, arkasından hemen kendisiyle ilgili olan fikri getirdiğini, böylelikle de, yavaş ve ancak hissedilir bir hareketle, dikkatim izi bu ikinci fikre doğru yönelttiğini evvelce de gözlemiş ve kaydetmiştik. İşte bu bağlantı veya çağrışım prensiplerini, yani benzerlik, yanyanaltk ve nedensellik diye üçe ayırmıştık ki bunlar, düşüncelerimizi bir araya getirip birleştiren biricik bağlar olup insanlar arasında, derecesi ister az ister çok olmak üzere, düşünce veya usavurmanın düzenli gidişini sağlar. Şimdi burada ortaya bir problem çıkıyor ki ortadaki


76

İNSAN ZlfcNt

zorluğun çözümlenmesi, buna bağlı buluna­ caktır. Bütün bu ilgilerde, konulardan biri ya duyuların veya hafızanın karşısına çıkınca, zih­ nin bu konuyla ilgili olan bir şeyin idrakine yalnız yöneltilm ekle kalmayıp bu koqu üzerinde başka türlü erişmeye güçlü olamıyacağı daha ka­ rarlı ve daha 'kuvvetli bir anlamaya ulaştığı olur mu ? İşte sebeple netice ilgisinden meydana gelen inanda durum , böyle gibi görünüyor. Şu kadar ki aynı hal, |)aşka ilgi ve bağlantılar veya çağrı­ şım prensipleri üzerinde de varitse, bu,, zihnin bütün işlem lerinde hüküm süren genel bir kanun -olarak ortaya konabilir. Demek ki biz, şimdiki gayemizin ilk denemesi olmak üzere, şunu gözliyebiliriz ki burada hulunm ayan bir dostun resminin görülmesi üze­ rine, bu dost hakkındaki fikrim iz, hiç şüphesiz, aradaki benzerlikten dolayı tazelenir, ve aynı fik rin , meydana getirdiği ister neşe ister keder, her tutku yeni kuvvet ve dirlik kazanır. Bu neticeyi ortaya koymakla elele vermiş bir bağ­ lan tı ve bir de mevcut bir izlenim vardır. Eğer resim, bu dostumuza benzemiyorsa, hiç değilse, onu tasvir maksadiyle yapılmamış bulunsa bile, düşüncemizi, yöneltm ekten geri durm az: Hele dostum uzun hem, şahsı hem de resmi hazır bu­ lunmazsa, zihin, birinin düşüncesinden örekininkine geçebilmekle beraber, bunlar hakkında beslediği fikrin, bu geçişten dolayı canlanmaktan -ziyade zayıflamış olduğunu duyar. Biz, bir dostun resmine bakmakla, yani bu resim karsımıza kon­


İNSAN ZtHNt

n

duğu vakit, zevk duyarız. Fakat resim ortadan kal­ dırılınca, aynı zamanda uzak ve bulanık olan bir imajın aksedişine bakmaktansa, doğrudan doğruya dostumuzun kendisine bakmayı tercih ederiz. Koman katolik dininin törenleri de, aynı neviden birtakım m isaller sayılabilir. Bu yanlış inanç düşkünlerinin, kendilerinde görülüp de ayıplanan yapm acıklarına özür diye dinsever tiklerini canlandırm ak ve hararetlerini artırm ak yolunda, bu dış hareket, tavır ve vaziyet ve aksiyonların iyi tesir ve neticelerini duyduk­ larını ileri sürerler ki, böyle değilse, bunlar, tamamen uzak ve m addi konuları yöneltm ekle kalarak m ahvolurlardı. Biz, diyorlar, inancımızın konularını görülür ve hissedilir imaj ve şekiller halinde belirtiyor ve bu konuları, bu imaj ve şekillerin doğrudan doğruya varlığı sayesinde, sadece zihnî bir tasarlam a ve seyretme ile hiçbir zaman elde -edemiyeceğimiz bir canlılıkla, ken­ dimiz için hazır ve yakın kılıyoruz. Duyusal konuların, hayal gücü üzerindeki etkisi, herhangi başka konudan farklıdır; v e'b u n la r, bu etkiyi, bağlı bulundukları v^ benzedikleri fikirlere hemen naklederler. Ben, bu pratikler ve bu usavurmadan sadece şu sonucu çıkaracağım ki benzerliğin fikirlerim izi daha canlı kılm ak yolundaki gücü, çok alışılmış olan bir şeydir; ve her hal ve key­ fiyette hem bir benzerlik hem de bir hazır bu­ lunma, mevcut olma izleniminin birlikte bulun­ ması icabettiğinden, elimizde, bu prensipin ger­ çeklik ve doğruluğunu kanıtliyacak deneyler bol bol var demektir.


JNSAN ZİHNÎ

îşte b e n z e r liğ i n olduğu kadar b it i ş i k l i ğ i n de etki ve vargılarını incelemek suretiyle bu deney­ lere ayrı çeşitten başka deneyler katm akla onları kuvvetlendirebiliriz. M uhakkaktır ki mesafe, her fikrin kuvvetini azaltır ve zihin, herhangi bir konuya yaklaşmamız üzerine, bu konu, kendisini duyularımıza açmazsa bile, zihin üzerinde doğ­ rudan doğruya bîr işlemini taklideden bir etkiyle işler. H erhangi bir konu üzerinde düşünüş, zih­ ni, hemen ve kolayca bu konuya bitişik olana g ö tü rü r; fakat zihni üstün bir camlıkla kavrıyan, yalnız ve ancak herhangi bir konunun fi­ ilen varlığıdır. Meselâ ben, evimden ancak bir kaç mil ötede bulunduğum zaman, evimle ilgili olan herşey, bana evimden iki yüz saatlik uzak­ lıkta bulunduğum zamana nispetle, daha fazla etki yapar; bununla beraber daha uzak olan bir yerde bulunduğum vakit de, arkadaşlarım ın veya ailem in yakınında olan herhangi bir şey üzerinde düşünmek tabiatiyle bende bunlara dair fikirler meydana getirir. Fakat, bu son misalde olduğu üzere, zihnin bu her iki konusu da, fi­ kirlerden ibarettirler, bununla beraber aralarında, kolay birbirinden geçiş vardır: ve ortada, her­ hangi doğrudan doğruya izlenim olm adığı zaman ve konuların arasında bu kolay birbirinden ge­ çiş olduğu halde, fikirlerin herhangi birine üs­ tü n bir canlılık verebileçek olan şey, yalnız ba­ şına bu birbirinden geçiş hali değildir £1} [1] «N aturane nobis, inquit, datum dicam , an errore quodam , u t, cum ea loca videam us, in quibus me-


İNSAN ZİHNİ

79

Hiç kimse, nedenselliğin, benzerlikle bitişik­ likten ibaret başka iki ilgide bulunan etkinin aynını haiz olduğundan şüphe edemez. Yanlış inancın inanan kimselerin, azizlerle kutsal sayılan şahısların, arkalarında bıraktıkları emanetlere düş­ kün olm alarının sebebi, şekil veya im ajlara düş­ kün olm alarının aynıdır: yani, böylelikle, taklidetmeye heveslendikleri bu örnek hayatlar üze­ rinde daha içli dışlı ve daha kuvvetli bir kavra­ yışa sahibolm aktan ve dinseverliklerini büsbütün canlandırm aktan ibadettir. İmdi bir zahidin eline geçirmeyi arzu edebileceğinden iyi kutsal emanetin, herhalde, azizin birinin kendi elin­ den alınan emanet olacağı aşikârdır. Bunun gibi, azizin, meselâ elbiselerinin ve ev eşyasının da, moria dignos viros acceperim us multum esse versatos, magis moveamur, quam siquando corum ipsorum au t facta audiam us a u t scriptum aliquod legam us? V elut ego nunc moveor. Venrt enim mihi P lato in m eotem , quern accepimus primum hic disputare solitum ; cujus etiam illi hortuli propinqui non mem oriam solum mihi a ffe ru n t, sed ipsum videntu r in conspectu meo hic ponere. Hic Speusippus, hic X enocrates, hic ejus au d ito r Polemo; cujus ipsa illa sessio fuit, quam videm us. Equidem etiam cu­ riam noştram , H ostiliam dico, non hane novam, quae mihi minor esse v id etu r posiquam est major, solebam intuens, Scipionem , Catonem , Laelium, nostrum vero in primis avum cogitare. T an ta vis adm onitionis est ini lncis; ut non sine causa ex'his mem oriae deducta sit disciplina.» C^CERO, De finibus. I. V «O, göyle söyledi : bu, acaba ta b iî b ir eğilim mi yoksa herhangi b ir kuruntu mu bilmem ? F ak at anılm aya değer olan insanların uzun zaman yayam ı; olduklarını bildiğimiz bazı y erleri gördüğüm üzde, duyduğumuz heye-


İNSAN ZİHNİ

z&hitçe kutsal sayılması, bu elbise ve eşyaların, azi­ zin tasarrufunda bulunm uş olması ve azizia bunlar üzerine etlçi yapmış bulunm asıdır: bu bakım dan bu elbise ve * eşyalar, birtakım tamamlanmamış neticeler göziyle görülebilir ki aynı zamanda, bunlar, azizin sabiden yaşamış olduğu hakkında bize bilgi veren şeylere nispetle, Azizin kendi şab sına bağlı çok daha kısa bir sonurgular zinciri şeklinde de görülebilirler. Şu halde çoktan beri ölmüş veya uzakta bulunm uş olan bir dostun oğlunun karşımız* çıktığını farz edin: bellidir ki bu konu, bizde, kendine bağlı olan fikri derhal canlandırır ve aklımıza, bu dostun, bütün eski samimiyet ve yakınlık hallerini, başka herhangi bir tarzda gö­ rünebileceklerinden çok daha canlı renklerle can, bu kim selerden söz edildiğini işittiğim iz veya yazı­ larından bazılarını okuduğumuz zamankinden daha bü­ y ü ktür. İşte bakınız, bu anda, heyecanlıyım. A klım a E flâtu n geliyor; ,o E flâtun ki, denildiğine g ö re, burasını, görülm elerinin alışılm ış yeri haline getirm işti. H ele yanı* başım ızdaki şu küçük bahçeler, bana, onu y alım ı h a tır­ latm akla kalm ayıp, aynı -zamanda, hayalini ta gözlerinia önünde canlandırıyor. Speuaippoa burada, K aenokratea şu­ rad a, K aenokratea'ın tilmizi ötede bulunur, Polem on da, şu gördüğünüz yerde otururdu. R om a'da da kürimizi (curia) her görüşüm de, — bundan yeni küriyi değil, H o ltilia küriaini kastediyorum , çünkü yeni küri, büyültülelidea b eri, bana, tersin e, küçülm üş gibi g eliyor— daim a Seipio'yu, C ato'yu, Leliua'u, ve* asıl, ceddimi düşünürüm . Y erlerin 1öyle bir h atırlatm a k u d reti v ark i b ir hatırlam a san atı m eydana getirm ek üzere, yerlerden, çok isab etli bir şekilde, daim a faydalanılm lştır.»

Clcero de Finibut, liv. V


İNSAN ZİHNİ

81

tekrar getirecektir. İşte bu, yukarda zikredilen prensipi belgitler görünen diğer bir olaydır. 8 u gibi olaylarda ilgili konuya olan inanı­ mızın, daima peşinen varsayıldığına dikkat ede­ biliriz: zira, bu böyle olmasa, aradaki bağlantı­ nın hiçbir etkisi olamaz. Portrenin etkisi, dostu­ muzun vaktiyle var olmuş olduğuna inandtğımtzt gerektirm ektedir, ö te yandan, eve yakın veya bitişik olm a hali de, evin hakikaten var oldu­ ğuna inanmıyorsak, bizde eve dair fikirleri asla meydana getiremez. Şimdi şunu ileri sürüyorum ki bu inan, bellek veya duyuları aştığı zaman, burada açıklanan düşünce geçişine ve kavrayış can­ lılığına kıyasla, buna benzer tabiatta olup gene buna benzer sebeplerden meydana gelir. Kuru bir odun parçasını ateşe attığım zaman, zihnim hemen bu odunun ateşi söndürm ek değil, tersi­ ne, artırdığı yoluna gider. DSşüncenin sebepten neticeye doğru bu geçişi, akıl ve usavurmadan meydana gelmez, kaynağını tamamen alışkanlık ve deneyden alır ve önce duyular için var olan bir konudan başladığından, meselâ alev fikrini veya idrakini hayal gücünün herhangi başıboş hayallerinden çok daha canlı ve kuvvetli kılar. Bu fikir derhal ve doğrudan doğruya doğar. Düşünce hemen bu fikre gider ve ona duyular için var olan izlenim den meydana gelen bütün kavrayış kuvvetini verir. Meselâ bağrım a bir kılıç dayatıldığı zaman, beni saran yara ve acı fikri, bana, bir bardak şarap uzatıldığı zamanki­ ne nispetle — hattâ bu fikir, bu son objenin gö6


82

JNSAN ZİHNİ

rülm esinden sonra rasgele aklıâıa gelse bile — daha kuvvetli olmaz mı? Ancak bütün bu vazi­ yette, bir yandan mevcut biı obje, öte yan­ dan da, bunu, birincisiyle birleştirmeye alışkın olduğum uz başka bir obje fikrine her zamanki bir geçişten başka, bu çeşitten ve böyle kuvvetli bir kavrayışa sebebolacak ne vardır? işte olgu ve varlığa dair şeylerle ilgili bütün sonurguları­ mızda, zihnin bütün işlevi, bundan ibarettir; bu işlevin açıklanmasını verebilecek bazı benzer­ likleri bulm ak da, sevinilecek bir şeydir. Mevcut bir objeden bu obje ile ilgili*• fikre geçiş, her zaman ve bütün hallerde, fikre kuvvet ve sağ­ lam lık verir. Demek ki tabiatın gidişiyle fikirlerim izin biribirinin ardısıra gelmesi arasında bir nevi ön­ ceden kurulm uş bir ahenk, ( pre-establisbed har­ m ony) v ard ır; öyle ki tabiatı yönelten kuvvet ve kudretler bizce tamamen bilinm ez olduğu halde, gördüğüm üze göre düşünce ve idraklerimiz, tabiatın diğer faaliyet ve eserleriyle aynı seyirde yüriiyegelm işlerdir. Alışkanlık,, bu karşılıklığın m erakını sağlamış olan o prensiptir ki hem cin­ simizin artakalm ası hem de insan hayatının her durum ve şartında davranışım ızın düzenlenmesi için-son derece lüzum ludur. Bu bakımdan eğer bir objenin var oluşu, bu obje ile ekseriya ilgili bulunan diğer objelere ait fikri derhal ha­ rekete getirmemiş olsaydı, bütün bilgimizin, bel­ leğim izle duyularım ızın dar alanından ibaret kal­ ması gerekirdi; böylece biz de, ne vasıtaları ga­


İNSAN ZİHNİ

83

yelere uydurmaya ne de, ister bir iyiliği meyda­ na getirm ek, ister bir fenalıktan kaçınmak için olsun, kendi tabiî kudretlerim izi kullanm aya hiçbir zaman kabiliyetli olamazdık. En son sebepleri ( final causes) kpşf ve ele alıp incelemekten derin bir zevk duyanlar, işte burada, hayret ve hay­ ranlıklarını sarf edecek bol bol konu bulabilirler. Bu kuram ı daha kuvvetle belirtm ek için, şimdi, şunu ilâve edeceğim ki zihnin, aynı se­ beplerden aynı neticeleri ve aynı neticelerden aynı sebepleri çıkarsamaya yönelten bu işlevi, bütün insan varlıklarının artakalm ası için o ka­ dar lâzım dır ki bu işlev, kendi operasyonlarında ağır ağır hareket eden ve fazla olarak, çocuklu­ ğun ilk senelerinde hiçbir derecede görünm edik­ ten başka, insan öm rünün her çağ ve her devresinde de hataya ve aldanm aya, hiç değilse, fazlasiyle mâruz görünen aklın ve usavurmanın şu aldatıcı çıkarsamalarına herhalde emanet edilmemiş olsa gerektir. Zihnin bu derece zo­ ru n lu bir edimini (act) meselâ işlevlerinde yanıl­ maz olabilen, hayat ve düşüncenin daha ilk belirişlerinde kendini gösterebilen ve idrakin zahmet ve emeğe muhtaç olan bütün çıkarsamala­ rın hepsinden bağımsız olabilen herhangi bir içgüdü veya mihanikî eğilimle sağlam anın, tabi­ atın her zamanki hikm etine daha uygun bulundu­ ğu m uhakkaktır. Tabiat, nasıl ki bize, el ve ayaklarımızın kullanılışım , bunları harekete geti­ ren sinir ve adalelerin bilgisini vermeksizin öğ­ retmişse, içimize de öyle bir içgüdü yerleştirmiş­


84

İNSAN ZİHNİ

tir ki bu içgüdü, düşünceyi, dış objeler arasında — h attâ bu objelerin düzenli gidiş ve birbirlerini takibedişlerinin tamamen bağlı olduğu kuvvet ve kudretlerden haberim iz olmamasına rağmen — tabiatın kurm uş olduğu akışa karşılık olan bir akış ve gidişe yöneltir.


V I. BÖLÜM O LA SILIK (PROBABILITY) ÜZERİNE [1]

Dünyada Tesadüf ( Chance) diye bir şey ol­ madığı halde, herhangi bir olayın hakiki sebebi üzerindeki bilgisizliğimiz, idrakim iz üzerinde aynı etkiyi yapıp, aynı çeşitten bir inan veya görüş meydana getirir. M uhakkak ki herhangi bir taraftaki şansların üstünlüğünden doğan bir olasılık vardır: şöyle ki bu üstünlük artıp da karşı şansları aştıkça, olasılık da, bununla m ütenasip surette artar ve üstünlüğünü gözlediğimiz taraf lehine daha yük­ sek bir inan veya rıza derecesi kazandırır. Eğer bir zarın d ört yüzü üzerine belirli bir şekil veya belirli sayıda birkaç nokta ile işaret edilmiş, geri kalan iki yüzü üzerine de başka bir şekil veya başka bir nokta sayısı konmuş olsa, zar [1] M oıyo Locke, b ü tü n k an ıtları, b elg itlem tel ile ola*ı diye ikiye ayırıyor. Bn bakım a göre, m eselâ bütün im a n la rı^ ölm eli lâzım geldîğinin veya güneşin yarın do­ ğacağının, aadece o lan olduğunu söylem em iz gerekir. Lâkin ifademizi, h e r günkü dil ve kullanılış < g ö re daha elverişli kılmak üzere, k an ıtları, belgitlem eler, ta n ıtla r ve ola*ılıklar ( dem onstrationt , proof* and p ro b a b ilitiet) lere ayırm am ız gerek tir. T an ıtlard an m aksat, deneyden elde edilip de füpheye veya karfiolum a (o pposition)'a yer bırakm ıyaeak ta b ia tta olan k anıtlardır.


86

İNSAN Z tH N t

atılınca, birinci şeklin, İkinciye nispetle, çıkması, daha olasıdır; halbuki zarın, aynı şekilde işaret edilmiş olan bin yüzü, ve başka şekilde işaret edilm iş olan da tek yüzü olsaydı, olasılık, hem çok daha yüksek, olayı ummamız veya ona inan­ mamız da, çok daha sağlam ve güvenli olmak gerekirdi. Bu düşünüş veya usavuruş yolu bilineni belirtm ekten ibaret gibi görünebilir; fakat problem i daha yakından inceliyenler için bu nokta, belki de, merak verici bazı görüşlere konu olabilir. Z ih in , böyle bir zarın atılmasından meydana gelmek ihtim ali olan olayı keşfe çalıştığında, zanrt her belirli tarafının gelmesini, aynı derece, olası sayar; esasen kendisi içinde bulunan belirli olayların hepsini tamamen eşit kılmak, şansın asıl kendi tabiatı icabıdır. Fakat cephelerin daha bü­ yük bir sayısının, olayların birinden ziyade öte­ kini meydana getirm ekte elbirliği ettiğini görerek zihin, bu olaya daha sık yönetilmiş olup nihai neticenin tabiî bulunduğu im kânları veya türlü şansları tekrar ele almakla bu olaya daha sık sık rasgelir. İşte belirli olayların birinin doğrultusunca zihnin türlü görüşlerinin bu elbirliği, ta­ biatın açıklanamıyan bir yapıp yakıştırmasiyle, derhal inan duygusunu meydana getirir ve sözü edilen olaya — bu olaydan daha az bir görüş sa­ yısına dayanan ve zihinde de kdndisini daha nadir olarak temsil ettiren— karşı olay üzerinde üstünlük temin eder. Şimdi eğer biz, inanın, hayal gücünün alelade yapıntılariyle beraber giden bir kavrayı-


İNSAN ZİHNİ

SI

şına nispete, herhangi bir objenin daha sağlam ve kuvvetli bir kavranılışından başka bir şey ol­ m adığını kabul edersek, o zaman, bu işlevin bir dereceye kadar açıklanması belki mümkün olur. İnsanın görüş veya sezişlerinin çokluğunun bir araya gelmesi, fikri hayal gücüne daha kuvvetle yerleştirir, ona üstün bir kuvvet ve canlılık ve­ rerek fikrin, tutkularla duygulanım lar üzerindeki etkisini daha belirli kılar ve, tek deyimle, inanın ve görüşün tabiatını meydana getiren güveni doğurur. Tesadüfün olasılığı hakkındaki durum , se­ beplerin olasılığı için de aynıdır. Bazı öyle se­ bepler vardır ki bunlar, belirli bir neticenin meydana gelmesinde tamamen birörnek ve sabit olup işleyişlerinde bir aksama, bir noksan veya bir düzensizlik gösteren tek bir hal ve misale bile sebebolmazlar. Nasıl ki her insan varlığını, ateş, daima yakmış, su da, boğm uştur; bunun gibi hareketin, itim ve yerçekimiyle meydana gelmesi, şimdiye kadar hiçbir istisna kabul et­ memiş olan evrensel bir kanundur. Fakat daha başka sebepler de vardır ki bunların daha dü­ zensiz ve daha az kati oldukları görülm üştür: bu arada, meselâ ravent ile afyonun, bu ilaçları almış olan kimseler için, ne ravendin daima bir müshil ne de afyonun daima bir uyku ilâcı olduğu her zaman sabit olmamıştır. Gerçekten herhangi bir sebep kendi her zamanki neticesini meydana ge­ tirm ekten geri kaldığı zaman, filozoflar, bunu tabi­ attaki herhangi bir düzensizliğe, yormayıp, ancak


(8

İNSAN ZİHNİ

kısım ların özel yapısındaki b&zı gizli sebeplerin, sözü edilen işleme engel olmuş olduğunu farzederler. Ancak bu olay hakkındaki usavurma ve so­ nurgularım ız, bu prensip sanki hiç yokmuş gibi­ dirler. Bütün çıkarsam alarım ızda, alışkanlık dolayısiyle, geçmişi geleceğe nakle götürülm üş bulun­ duğum uzdan, geçmiş tamamen düzenli ve bir­ örnek bulunm uş olduğu zaman, olayı en büyük bir güvenle bekler ve bunun aksi olan hiçbir farz ve tahm ine yer bırakmayız. Fakat türlü ne­ ticelerin, görünürde, birbirlerine tamamen beüziyen sebeplerden meydana geldiklerini gördüğü­ müz zaman, geçmişi geleceği naklettiğim izde, bütün bu çeşitli neticeler, ister istemez, zihnimize gelir ve biz, olayın olasılığını tâyin ederken, hesabımıza ve gözümüze girerler. Biz, tercihimizi en alışılm ış bulunm uş olan şeye verdiğimiz ve var olacak olanın da, bu netice olacağına inan­ dığım ız halde, başka neticeleri de bir yana bırakamıyacağımız için, bu neticelerin her birinin az veya çok sık olduğunu görm üş olmamın nispetin­ de, bu neticelerin her birine, kendine mahsus oto­ ritesini ve inanılırlığını vermemiz lâzımdır. Meselâ A vrupa’nın bütün ülkelerinde, ocak ayı esnasında hâvanın iyi gitmesinden ziyade, don yapması, daha olasıdır; bununla beraber bu olasılık, türlü iklim lere göre değişir ve en ziyade kuzeyde bu­ lunan m em leketlerde, kesinliğe.yaklajkr. Şu halde biz, herhangi bir sebepten meydana gelecek ne­ ticeyi tâyin için geçmişi geleceğe naklettiğim iz zaman, bütün çeşitli olayları, geçmişte görünmüş


İNSAN ZİHNİ

89

oldukları nispette nakletmiş ve meselâ birinin yüz, ötekinin on, daha ötekinin de bir kere mevcut *olmuş olduğunu kavramış oluyoruz. Bu­ rada, olayların birinin lehinde, zihnin birçok görüşlerinin elbirliği etmiş olm alarından dolayı, bu görüşler, bu olayı, hayal gücü için kuvvetlen­ dirip sağlam laştırır, inan adını verdiğim iz duy­ guyu meydana getirirler ve inanın bu objesine aynı sayıda deneylere dayanmıyan ve geçmiş geleceğe nakledilirken, zihinde aynı derecede sık olarak kendini temsil ettirm iyen — karşı olay, üzerinde, tercih ve üstünlük verirler. Zihnin bu* işlevi, felsefenin kabul edilmiş sistemlerinden birine göre açıklamaya kalkışılsın: zorluk, o za­ man, meydana çıkacaktır. Bana kalırsa, ben, eğer bu söz açmalar, filozofların merakını harekçte getirm iş ve bütün yayılmış kuram ların, bu derece merak uyandırıcı ve yüksek konuları ele almakta ne kadar az başarı gösterdiğini - kendilerine du­ yurmuşsa, kendimi memnun sayarım.


V II.

BÖLÜM

ZORUNLU BAĞLANTI‘FİKRİ ÜZERİNE I M atem atik ilim lerin mânevi ilim ler üzerine olan büyük üstüulüğü, birincilere ait fikirlerin duyulur olm aları bakım ından, daima açık ve belirli olmasında, aralarındaki en küçük bir farkın bile derhal algılanır oluşunda, aynı zaman­ da da, aynı terim lerin değişikliğe ve çifte mânalılığa yer bırakmaksızın hep aynı fikirleri ifade etüielerindedir. Meselâ bir ovalin bir daire veya bir hiperbolün bir elips sanılması asla varit olamıyacağı gibi, ikizkenar ile çeşitkenar da erdemle düşkünlüğün, haklı ile haksızın arasındakilerden çok daha sahih sınırlarla ayrılm ışlar­ dır. Geometride herhangi bir terim tanımlanmış bulununca, zihin, artık, derhal ve kendiliğinden, her sırası düştükçe, tanım lam ayı tanımlanmış olan terim in yerine koyar; veya hiçbir tanımlama kul­ lanılmasa bile, objenin kendisi duyulara arz edilip böylelikle, sağlam ve açık alarak kavranabilir. Fakat zihnin daha ince duyuşları, idrakin işlev­ leri, tutku ve duygulanım ların türlü telâş ve he­ yecanları, kendi varlıklarında gerçekten seçik şeyler olm akla beraber, — bunları düşünce ile


İNSAN ZİHNİ

91

incelediğimizde — bizden kolayca kaçıverirler; şu kadar ki, çok kere, aslî objeyi seyrettiğimiz nispette hatırlam ak elimizden gelmez. Bu suretle usavurmalarımıza, yavaş yavaş ikizlilik (am biguity) sokulup girer; birbirlerine benzer objeler, çok geçmeden aynı obje telâkki olunur; böylece, vargı da, sonunda, öncüllerden çok uzağa varmış olur! M uhakkak olarak şunu ileri sürebiliriz ki eğer biz, bu ilim leri uygun bir bakım dan ince­ lersek, görürüz ki bunların fayda ve mahzurları, biribirlerini hemen hemen telâfi edip bu ilimleri bir eşitlik durumuna getirirler. Z ihin geom etrinin açık ve belirli fikirlerini çok daha büyük bir kolaylıkla bellemeye karşılık, bu ilm in nisbeten daha çetin olan gerçeklerine ulaşabilmek üzere hem daha uzun ve çapraşık bir usavurma zincirlen* mesi gütm ek, hem de birbirlerinden çok daha uzak fikirleri kıyaslamak zorundadır. Son derece büyük bir itina sarf edilmedikçe, mânevi fikirlerin karanlığa ve karışıklığa saplanmaya elverişli bu­ lunm alarına karşılık, bu araştırm alardaki çıkar­ samalar, nideük ve sayıyı inceliyen ilim lere göre çok daha kısa olduğu gibi vargıya ulaşan aracı adım larda, sayıca çok daha azdır. Gerçekten işi hayal ve fanteziye dökmedikçe, mânevi hiçbir usavurmada bulunamıyacak kadar çok parçalardan meydana gelmemiş basit bir Euklides önermesi hemen yok gibidir. Bi^, insan zihninin prensip­ lerinin keşfinde birkaç adım attık mı, tabiatın, sebepler üzerindeki bütün araştırm alarım ıza hemen


92

İNSAN ZÎHNÎ

nasıl set çektiğini ve bizi, bilgisizliğimizi tasdike hemen nasıl zorladığım düşünerek ilerlem em iz­ den pek güzel memnun olabiliriz. Mânevi veya m etafizik ilim lerdeki ilerlem em izin en belli başlı engeli, demek ki fikirlerin bulanıklığiyle terim ­ lerin çift m ânalılığıdır. M atem atiklerin en esaslı morluğu ise, herhangi bir vargının elde edilmesi için yapılması gereken çıkarsam aların uzunluğu ve düşüncenin kaplam ıdır. Bir de şu var ki tabiî felsefede ilerlememiz, belki de asıl, elverişli de­ ney ve olayların yokluğundan dolayı geri kal­ m aktadır; zira bunlar, çok defa, tesadüfle ken­ dilerini gösterip hattâ en etkin ve en basiretli araştırm aya rağm en bile, gereği anında her za­ m an ele geçmezler. Manevi felsefe, şimdiye kadar geom etri veya fizikten daha az yetkinliğe kavuş­ muş g>bi göründüğü için, bundan, bu ilim ler arasında, bu bakım dan, biraz farlç varsa, birinci ilerlemesine engql olan zorlukların aşılabilmesi yolunda, üstün bir titizlik ve yetiktik istedikleri sonucunu çıkarabiliriz. M etafizikte karşılaştığımız fikirler arasında, hem de bütün araştırm alarım ızda kendilerini, her an, ele alm aklığımız zorunlu olmak üzere, erk, kuvvet, enerji veya zorunlu bağlantı fikirle­ rinden daha çapraşık ve daha belirsizleri yoktur. Şu halde, bu bölüm de, mümkün olursa, bu terim ­ lerin sağın anlam ını tesbite ve, böylelikle de, felsefenin bu nev’inde fatfasiyle şikâyet edilen karışıklığın bir kısmını olsun yok etmeye çalı­ şacağız.


İNSAN ZİHNİ

93

Bütün fikirlerim izin, izlenimlerimizin kopya­ larından başka bir şey «olmayışları, yani, başka tâbirle, bizim için, ister dış ister iç duyularımızla evvelce duymamış (fe lt) olduğum uz bir şeyi düşünm em izin (th in k ) imkânsız oluşu, öyle gö­ rünüyor ki, fazla karşıkoymaya uğramıyacak bir önerm edir. îşte bu önermeyi ben, açıklamaya ve kanıtlam aya çalıştım { l} , ve bu önerme münasip surette tatbik edildiği takdirde, felsefi usavurmalarda, şimdiye kadar elde edilmiş olanlardan çok daha büyük bir açıklığa ve pekinliğe erişmenin mümkün olacağı ümidini belirttim . Bazı karmaşık fikirlerin, — bu fikirleri meydana getiren kısım­ lar veya basit fikirlerin bir sayıp dökülm esin­ den başka bir şey olmıyan — tanım la bilinebilm eleri belki m üm kündür. Lâkin tanım ları en basit fikirlere kadar vardırıp da, buna rağmen hâlâ oldukça bulanıklık ve karanlıkla karşılaşmış bulunursak, başvuracağımız çare hangisidir? Acaba hangi icat yardımiyle, bu fikirlerin üzerine biraz ışık serpmek ve, bunları, entellektim izin görü­ şüne göre hem daha sağın hem de daha belirli kılmak kabil olabilir? Şu suretle: Bu fikirlerin kopyaları bulundukları izlenim leri veya aslî duy­ guları ortaya koyunuz! Bu izlenim lerin hepsi, kuvvetli ve duyulurdurlar. Ç iftanlaıplığa yer ver­ mezler. Fazla olarak da, asıl kendileri aydınlıkta bulunm akla kalmayıp, aynı zamanda, kendilerine karşılık olan, fakat karanlıkta bulunan fikirleri de aydınlatabilirler. Böylece belki yepyeni bir [1] 11. BöKim.


94

ıNSAN ZİHNÎ

m ikroskop veya yepyeni bir türlü optik elde etm iş oluruz ki bu sayede, manevi ilim lerde, en küçük ve en basit fikirler, kavrayışımıza hemen konu olacak kadar genişletilm iş olup araştırm a­ larımıza konu olabilecek en belirgin ve en d u ­ yulur fikirler kadar tanılabilir olurlar. Şu halde kuvvet (pow er) veya zorunlu bağ­ lantı fikri hakkında tam bir bilgi edinmek üzere bu fikrin izlenimini inceliyelim; ve bu izlenimi de, en .büyük bir kesinlikle ele geçirmiş olmak üzere, bu izlenimi, çıkfnış bulunması mümkün olan bütün kaynaklarda arıyalım. Biz, etrafım ızdaki dış objelere baktığımız ve sebeplerin işleyişini ele aldığımız zaman, hiçbir Özel halde, sonucu sebebe bağlıyan ve birini öte­ kinin şaşmaz sonurgusu yapan hiçbir kuvvet veya zorunlu bağlantı, hiçbir nitelik keşfetmeyi asla becerenleyiz. H akikatta, gördüğüm üz, sadece bi­ rinin öteki ardından geldiğidir. Bilardo topla­ rının birinin itimi, ötekinin hareketiyle beraber gidiyor': İşte dış duyularım ıza görünenin hepsi, bundan ibaret. Z ihin, objelerin bu birbiri ardısıra gelm esinden hiçbir duygu, veya hiçbir iç izlenim edinmez: Bundan böyle sebeple neticelik olarak hiçbir özel, belirli halde, kuvvet veya zorunlu bağlantı fikrini telkin edebilecek hiçbir şey yoktur. Bir objenin ilk görünüşünde, bundan sonuç çıkabileceğini, biz asla tahm in edemeyiz. Zaten eğer herhangi bir sebebin kuvvet veya enerjisi, zi­ hin tarafıhdan keşfedilebilseydi, biz, sonucu, d e n e v


İNSAN ZİHN

95

olmaksızın da, önceden tahm in edebilir ve sırf düşünce ile usavurma kuvvetiyle, Bu sonuç üze­ rinde yekten kesinlikle hüküm verebilirdik. Gerçekte m addenin duyulur nitelikleri ile ya herhangi bir kuvvet veya enerji ortaya ko­ yan, bize, herhangi bir şeyi meydana koyabilece­ ğini tasarlatan, yahut da, bizim, kendisinin so­ nucu diyebileceğimiz başka herhangi bir obje ardından gelebilen hiçbir kısmı yoktur. Katılık, uzam, hareket: bu nitelikler, kendi başlarına tamam olup bundan çıkabilecek başka hiçbir olaya asla işaret etmezler. Evrenin m anzaraları, durm adan değişir: objeler de, birbirilerıni, ardı arkası kesilmiyen bir biribirini kovalama içinde takibedip dururlar. Lâkin bütün m akinenin to­ punu birden harekete getiren kudret veya kuv­ vet, bizden tamamiyle saklı olup kendisini, bir cismin duyulur niteliklerinin hiçbirinde ' hiçbir zaman ortaya koymaz. Biz, hararetin, alevin değişmez bir koşası ( concomitant) olduğunu bi­ liriz; fakat bunlar arasındaki bağlantı nedir: bunu farz ve tahm in etmek, elimizde değildir. Demek kuvvet fikri, cisimlerin işlem lerinin özel hallerinde — bu cisimlenin seyredilişinden mey­ dana gelmesi im kânsızdır;, zira hiçbir cisim, bir fikrin orijinali olabilecek kudreti asla meydana koymaz f i } . [1] Mr. Locke, k u dret hakkındaki konusunda, d e ­ ney yoliyle, m addede tü rlü yeni verim ler olduğunu gö­ rüp bundan d a, herhangi b ir y erd e, bu verim leri mey­ dana çıkarm aya yetkili b ir k udretin bulunm ası gerektiği


96

JN SAN ZİHNt

Şu halde mademki dış objeler, duyulara gö­ ründükleri şdcilde, özel hallerdeki işlemleriyle, bize, hiçbir kuvvet veya zorunlu bağlantı fikrini verm iyorlar, bu fikrin, kendi zihnim izin .işlevleri üzerinde yürütülen düşünceden çıkıp çıkmadığı­ nı, ve herhangi bir iç izleninim in kopyası olup olm adığını inceliyelim. İradem izin sadece emret­ mesiyle tenimizin organlarını hareket ettirebile­ ceğimizi veva zihnim izin yetilerini yöneltebilece­ ğimizi duym aklığım ızdan dolayı bizim, iç kuvve­ timizden her an haberli bulunduğum uzu söyliyebiliriz. Bir istem ( volition) edimi, organları­ mızı harekete getirir veya hayal gücümüzde yeni bir fikir doğurur. İradenin bu etkisini şuu­ rum uzla tanırız. Bundan dolayı da biz kuvvet ve­ ya enerji fikrini elde eder, ve gerek kendimizin gerekse bütün başka zeki varlıkların kuvvet sa­ hibi olduklarına kanaat getiririz. Şimdi mademki bu fikir, bir yandan, kendi zihnimizin işlevleri üzerine, başka yandan da, iradenin, hem tenin organları hem de ruhun yetileri üzerine geçirdi­ ği hüküm üzerine düşünce yürütm ekten ilerigelm ektedir, şu halde bu fikir düşünceden meydana gelen bir fikirdir. A rtık bu iddianın incelenmesine geçip önce, istemi, tenin organları üzerine olan etkisi bakısonucuna varm ak tı, som ında, bu düşünce ve usavurma ile, k u d ret fikrine ulaşıyoruz, d er. Fakat bu filozofun kendisinin de itiraf e ttiğ i gibi, hiçbir muhakem e, hiçbir zam an, yeni, orijinal, basit b ir fikir verem ez, ö y ley se bu, hiçbir zaman, bu fikrin kaynağı olamaz.


İNSAN ZİHNİ

•7

m ından ele alacağız. Bu etki, gözlem ile de gö­ rebileceğimiz üzere, bütün tabiî olaylar gibi, an­ cak deneyle tanılabilen bir olgu bulunup sebe­ bin içinde — sebebi neticeye bağlıyan ve birini ötekinin şaşmaz takibedicisi yapan bir şey olmak üzere — hiçbir enerjiye veya hiçbir görünüşteki kuvvete göre önceden tahm in edilemiyen bir olgudur. Tenim izin hareketi, iradem izin emir ve baskısından meydana gelir. İşte her dem bunun şuurunu yaşarız. Lâkin bunun ne suretle oldu­ ğunun, iradenin bu olağanüstü işi yapmasına yarıyan enerjinin doğrudan doğruya şuuruna sahibolm aktan o kadar uzağız ki bu, her za­ man için, bizim en etkin araştırm am ızdan bile kaçmak m evkiindedir. Z ira, ilk olarak, acaba bütün tabiatta ruhla tenin birleşmesinden daha sırdolu bir prensip varım dır? O birleşme dolayısiyle ki mânevi bir töz (substance)’ün m addi bir töz üzerinde, en ince bir düşünüşün en kaba maddeyi harekete getirmeye g ü d ü olacak kadar bir etkisi buluna­ cağı varsayılıyor. N itekim gizli bir dilek saye­ sinde, meselâ dağları yerlerinden kaldırm ak ya­ hut da gezegenlere yörüngelerinde hükmetmek gü­ cünde olsaydık, bu geniş otorite, ne daha ola­ ğanüstü ne, de anlayışımızın daha üstünde olur­ du. Fakat, şuurumuzla, iradede herhangi bir kuvvet veya enerji sezseydik, bu kuvveti tanım a­ mız, sonuç ile bağlantısını bilmemiz, bundan başka da, ruhla tenin gizli birleşmesiyle, birinin öteki üzerinde bu kadar çok halde işlemeye 7


98

JNSAN Z tH N t

güçlü oluşunu sağlıyan tabiat ve özünden ha­ berli olmamız gerekirdi. İkinci olarak, tenin bütün organlarını,— bun­ lar arasındaki bu derece^ dikkate değer bir fark hususunda, deney dışında, hiçbir sebep belirletememize rağmen ■ — böyle bir otorite ile harekete getirm eye güçlü değiliz. Meselâ, iradenin, dil ve parm aklar üzerinde etkisi var da, kalb veya karaciğer üzerinde neden yoktur? Eğer birinci halde, bir kuvvetin varlığını şuurumuzda duyup da İkincide duymasaydık, bu soru, bizi, hiçbir zaman, zor bir durum da bırakmazdı. O zaman, ve deneyden bağsız olarak, iradenin tenin, tenin organları üzerindeki otoritesinin neden dolayı bu derece özel sınırlar içerisinde sınırlandırıl­ mış olduğunu kavrardık. Böylece bu halde, ira­ denin etkinliğini sağlıyan kudret veya kuvveti büsbütün bildiğim izden, etkinin bu sınırlara ka­ d ar gidip de niçin daha öteye gidem ediğini de bilirdik. Kol veya bacağı birdenbire felce uğrıyan yahut da organlarını henüz kaybetmiş bulunan bîr kimse, ilk zam anlar, bunları hareket ettirip alışılmış işlevlerini yaptırm ağa sık sık uğraşır. Sıfıatte bir adam, tabiî hal ve şartlarda olan her organını harekete getirm ekten ne kadar emin bulunursa, bu kimse de, başlangıçta, kol ve ba­ caklarına hükm etm ekten henüz o derece emin bulunur. Lâkin şuur, hiçbir vakit aldatmaz. Bu bakım dan biz, ne bu, ne de şu halde, herhangi bir gücün şuuruna sahip bulunmayız, iradem izin


İNSAN ZİHNİ

9t

etkisini yalnız deneyden öğreniriz. Buna karşılık deney de, bize, — olayları, iç aralarında bağlıyan ve bunları birbirlerinden ayrılmaz kılan gizli bağlantıyı bildirmeksizin — bir olayın nasıl se­ batla ötekinin ardından geldiğini öğretir. Üçiincu olarak, anatom i yoliyle, iradi hare­ kette, kuvvettin doğrudan doğruya objesini, ha­ rekete getirilen organın kendisi değil de, bazı kaslar, bazı sinirler, bazı hayvansal ruhlar (a n i­ mal spirits) ve belki de, kım ıldanm ası istemin doğrudan doğruya objesi olan organın kendisine ulaşıncıya değin — hareketin, arka arkaya yayılıp birinden ötekine geçmesini sağlıyan daha küçük ve bilinm ez bir şey olduğunu öğreniyoruz. İşte bütün işlevin baştan başa yapılm asını mümkün kılan kuvvetin, bir iç duygu veya şuur tarafından doğruca ve tam olarak tanınm ası şöyle dursun, tersine, belki son derece sır dolu ve kavranmaz olduğunun daha kesin bir belgesi olabilir mi? Burada, zihin belirli bir olay istiyor: hemen, hem bizce büsbütün bilinmiyen hem de kolladı­ ğım ızdan bambaşka olan bir olay meydana geli­ yor; bu olay da, gene bilm ediğim iz bir başkasını meydana getiriyor, ta ki uzun bir ardarda gitme vasıtasiyle, istenilen olay meydana çıkıncıya ka­ dar. Lâkin eğer asıl olan kuvvet duyulmuş ol­ saydı, bilinmiş olması gerekirdi; kendisi bilin­ miş olunca da, — mademki her kuvvet etkisine g ö re d ir— sonucu da bilinm iş olmak gerekirdi, sonra, bunun tersi de vârit olduğundan ( vice versa) eğer sonuç bilinm iyor», kuvvet de ne bilinebilir


190

İn s a n z I h n i

ne de duyulabilir. Gerçekten biz, acaba, organla­ rımızı hareket ettirm ek gücünün şuurunu, böyle bir gücümüz yokken ve ancak bazı hayvani ruh­ ları hareket ettirm ek gücümüz varken nasıl şuu­ runu duyabiliriz ki bunlar, sonunda, organları­ m ızın hareketini meydana getirm ekle beraber, gene de, anlayışım ızı' büsbütün aşan bir tarzda işlerler. Şu halde, bütün bunlardan, hem de, öyle üm idederim ki fazla cüret de göstermiş olm ak­ sızın, şu sonuca güvenle varabiliriz ki bizim kuv­ vet fikirim iz, meselâ, hayvani bir harekete imkân verdiğim iz veya organlarım ızı kendilerine m ah­ sus kullanılış ve hizm etleri yolunda işlettiği­ miz zaman, içimizden duyacağımız herhangi bir duygu veya şuurun kopyası değildir. O rganları­ m ızın hareketinin, iradenin em rine bağlı olması hali, başka tabiî olguiar için olduğu üzere, hergünkü deneyle sabit olan bir şeydir: fakat bunun yapılm asını m ümkün kılan kuvvet veya enerji gibi, başka tabiî olayladaki kudret veya enerji, bilinmiyen ve idrâk edilemez bir kuvvet veya enerji değildir {1}. [1] İddia edilebilir ki cisim lerde rasgeldiğimiz karşı koyma, bizi, kuvvetimizi m eydana koym aya ve b ü ­ tün iktidarım ıza başvurm aya sık sık m ecbur ettiğinden bu bize, güc ve kuvvet fikrini v eriyor. Demek ki bu fikrin, bir kopyası olduğu asli izlenim, şuurunu duyduğuğum uz bu n itu s (cehit, çaba) yahut da kuvvetli ceh ittir. F ak at, evveli, siz, bu karşı koym a veya bu kuvvet te ş ­ hirinin, içlerinde var olacağını asla farz edemlyeceğim iz bir aürü eşyalara k u d ret atfettiğ im iz m uhakkatır: meselâ


İn s a n

z İh n İ

101

Şu halde, acaba iradem izin bir fiili veya emriyle, yeni bir fikir ortaya çıkarttığım ız, zihni bu fikri evirip çevirmek için ayarladığımız, fikri her yönden ele aldığım ız ve bu fikri yeter dere­ cede sıhhatle incelediğimizi düşündüğümüzde, başka bir fikri ele alm ak için sonunda bunu elden bıraktığım ız zaman, kendi zihnimizde bir kuvvet veya enerji şuuruna m alik olduğumuzu mu iddia edeceğiz? Aynı kanıtlar, öyle sanıyorum ki, iradenin hattâ bu em rinin bile bize, kuvvet veya enerji üzerinde hiçbir gerçek fikir vermediğini ispat edecektir. t ik olarak teslim edilm ek gerekir ki biz, bir kuvveti tanıdığım ız zaman, sebebin neticeyi mey­ dana getirm esini mümkün kılan asıl şartın ken­ disini bilip tanımış bulunuyoruz: zira bunların eş anlam lı (synonim ous) terim ler oldukları farz hiçbir zaman mukavem etle kargılagmıyan Ulu V arlığa, alelade düğünce ve hareket içerisinde, fikirler ve tenin organları üzerine icra ettiğ i hüküm ve nüfuz bakım ından zihne — ki b u rad a , sonuç, hemen ve doğrudan doğruya olm ak üzere, bundan bagka da, hiçbir kuvvet gösteriyi veya yardım ı olm akzısın — m eydana gelir; sonunda bu duyguyu duymaya yetkili olmıyan cansız ve hareketsiz m addeye, ik in ci olarak, b ir mukavem eti yenm ek maksadiyle sarf edilmig b ir çabanın böylece duyulm asının, herhangi b ir olayla bilinen b ir bağ lan tısı yoktur: bundan çıkanı, biz, deney ile biliriz, la k a t a p rio ri o larak bile­ mezdik. Y alnız itira f etm ek lâzım dır ki, deneyine malik bulunduğum uz hayvani m tııt’ün, hernekadar güc hak­ kında sahih, açık hiçbir fikir sağlıyam asa da, buna d air edinilen o rta malı fikri m eydana g e tirm ek te çok büyük bir payı vardır.


102

İNSAN ZİHNİ

olunm aktadır. Demek ki bizim, aynı zamanda, hem sebep ve neticeyi, hem de bunlar arasındaki bağlantıyı tanım am ız gerekir. Fakat acaba biz, insan ruhunun tabiatiyle bir fikrin özü hakkında mı yoksa birinin ötekini meydana getirm ek h u ­ susundaki kabiliyetinden mi haberli ve bilgili olmak iddiasındayız? İşte bu, gerçek bir yaratma, bir şeyin hiçten, yoktan meydana getirilm esidir: bu ise, o derece büyük b ir kuvveti içerir ki bu, ilk bakışta, sonsuz olm ıyan her varlığın ulaşma alanının dışında görünebilir. Hiç değilse, bu ka­ bil bir kuvvetin ne duyulduğu ne bilindiği, h attâ ne de zihin için idrak edilir olduğu teslim edil­ m elidir. Bizim duyduğum uz ne varsa, bunların hepsi, bu olayın, yani iradenin bir em rini takibedeçı b ir fikrin varlığından ib arettir: lâkin bu işlevin yapılış tarzı, kendisini meydana getiren kuvvet, anlayışımızı büsbütün aşar. İkin ci olarak zihnin kendi üzerindeki baskı egemenliği, ten üzerindeki baskı ve egem enliği­ nin olduğu gibi, sın ırlıd ır; ve bu sınırlar, ne akıl ve uslam lam a tarafından, ne de sebeple ne­ ticenin tabiatına dokunan hiçbir bilgi ve alışık­ lık yoliyle değil de, başka bütün tabiî olaylar ve dış objeler için olduğu üzere, ancak ve yalnız deney ve gözlemle bilinip tanınır. Duygularımız ve tutkularım ız üzerindeki otoritemiz, fikirleri­ miz üzerinde yürüttüğüm üz otoriteden çok daha zayıftır; h attâ bu sonuncu bile çok dar sınırlar içerisinde çevrelenm iştir. Şu halde bizim yapaca­ ğımız, acaba bu sınırların en son sebebini mi


İNSAN ZİHNİ

1«3

belirtm ek yoksa kuvvetin neden dolayı halin birinde yetersiz, ötekinde ise yeterli olduğunu gösterm ek mi olacaktır? Üçüncü olarak, insanın kendi üzerindeki nüfuz ve egemenliği türlü zamanlarda çok deği­ şir. Meselâ hasta düşmüş birine göre sıhhat ha­ lindeki bir insan, kendine çok daha fâzla sahip ve egemendir. Biz hepimiz de, akşama göre sabah­ leyin, ve midemizi fazla doldurduğum uz zamana göre aç karnına iken de aklımızı başımıza top­ lam asını daha iyi biliriz. İşte bütün değişiklik­ ler üzerinde deneyden başka ne sebep gösterebi­ liriz? Şuuruna sahibolduğum uzu iddia ettiğimiz sebep acaba nerede? Acaba burada, ister mânevi ister m addi tözde (substance) veya hem onda, hem de ötkinde, sonucun bağlı bulunduğu ve aynı zamanda da, bizce büsbütün bilinmez olması dolayısiyle iradenin kuvyet veya enerji­ sini de yine bilinm ez ve anlaşılmaz kılan her­ hangi gizli bir mekanizma veya bölüm lerin gizli bir yapısı yok mudur? İstem, şüphesiz ki zihnin yeter derecede tanı­ dığımız bir edim idir. Bu hali iyice düşünüp her yönden de inceleyiniz. Bunda, acaba hiçten yeni bir fikir yaratan ve tabiatın çeşitli manza­ ralarını, söz yerindeyse, bir nevi fiat (o l!) la var eden Y aradanın m utlak kudretini taklideden bu yaratıcı kuvvete benzer bir şey buluyor muyuz? İrade böyle bir enerjinin şuurunu duymak şöyle dursun, tersine, sadece bir istem edim inden bu derece olağanüstü sonuçların çıkabileceği hu­


104

İNSAN ZİHNİ

susunda bizi kandırm ak için elimizde bulunan deney kadar kesin bir deneye lüzum vardır. İnsanların çoğu, meselâ ağır cisimlerin düş­ mesi, bitkilerin yetişmesi, hayvanların üretilesi, veya tenlerin gıdalarla beslenmesi gibi en alelâde ve en alışkın olduğum uz işlevleri açıklamakta hiçbir zamaiı güçlük çekmezler; tersine, bu hal­ lerin hepsinde, sebebin, asıl neticeye bağlanm a­ sına yarıyan ve işlevinde de asla şaşmaz olan kuvvet veya enerjiyi sezdiklerini var sayarlar. Bu kimseler, uzun bir alışkanlık yardımiyle, kendi­ lerine mahsus öyle bir düşünüş tarzı edinirler ki artık sebebi gördüler mi, arkasından hemen sebebin her zamanki koşasını (concom itant) gü­ venle beklerler, hattâ bu sebepten başka bir ola­ yın meydana gelebilmesini güç halle kavrarlar, ve meselâ yer deprem leri, vebalar ve türlü ha­ rikalar gibi olağanüstü olaylarla karşılaştıkları zam an da, elverişli bir sebep belirtilm esinde ve neticesinin meydana geliş tarzını açıklamakta güçlük çekerler. Bu gibi çetin durum larda, in­ sanlar, kendilerini hayrete düşüren ve sandıkla­ rına göre de, alelâde kuvvetleriyle açıklanamıyacâk olayın doğrudan doğruya sebebi olmak üze­ re, herhangi bir görünm ez ve akıllı prensipe başvurmak alışkanlığındadırlar. Lâkin incelemeyi biraz daha derine görüren filozoflar, en alışkan olduğum uz olaylarda bile, sebebin enerjisinin, olayların en alışkan olm adıklarım ızdaki kadar anlaşılm az olduğunu ve bizim, objeler ara­ sında bağlantt (connexion) gibi bir şeyi sei-


in s a n z ih n i

its

meye asla kabiliyetli olmaksızın, deney yardımiyle, objelerin yalnız sık sık olan beraberliği­ ni (conjonction) öğrendiğim izi hemen fark ederler. B undan böyle birçok filozoflar da, avâmın ancak tabiatüstü ve mucizeli görüoen hal­ lerde başvurduğu prensipe, bu kere akıl ve us­ lam lam a adına, ve her fırsatta, başvurmaya ken­ dilerini zorlanm ış sayarlar. Bu filozoflar, zihin ve ztkânın, yalnız, bütün şeylerin en son (u lti­ m ate) ve asıldaki sebebi olmayıp aynı zamanda, tabiata görünen her olayın da tek ve doğrudan doğruya sebebi olduğunu kabul ederler. Genel olarak, sebepler denilen objelerin, hakikatta, vesileler (occasions) den başka bir şey olm adıkla­ rını, fazla olarak da, her neticenin gerçek ve vasıtasız prensipinin, tabiatın herhangi bic kud­ ret veya bir kuvveti değil de, filân özel objele­ rin başsız ve sonsuz olarak birbirlerine bağlı olmasını istiyen Ulu V arlığın bir istemi oldu­ ğunu ileri sürerler. Böylece meselâ bilârdo toplarından birinin, ötekisini, tabiatın yaradanından elde ettiği bir kuvvetle harekete getirdiğini söyliyecek yerde, bu filozoflar, ikinci topu hare­ kete getirenin, özel bir istemle, Tanrının kendisi olduğunu, ve bu topun bu etkiye yöneltilmiş olması ise, Evrenin idaresinde, T anrının kendisi için tesbit etmiş olduğu genel kanunların sonucu olm ak üzere, birinci topun itimiyle meydana gel­ miştir, derler. Fakat araştırm alarını daha fazla ileriye götüren filozoflar ise, cisimlerin karşılıklı işlevinin bağlı bulunduğu kuvvet hususunda, hüs-


106

İNSAN ZİHNİ

bütün bilgisiz olmamıza karşılık, ruhun ten üze­ rinde veya tenin ruh üzerindeki işlevinin bağlı bulunduğu kuvvetin daha az cahili olmadığım ızı, fazla olarak da, ne duyularım ız, ne de şuurumuza göre, en son prensipi, halin birine göre ötekisin­ de, belirlemeye yetkili bulunm adığım ızı görürler. Demek ki aynı cahillik, kendilerini, aynı vargıya gitmeye zorluyor. D eyim lerine bakılırsa, Tanrı, ruhla ten arasındaki birleşm enin doğrudan doğ­ ruya sebebi olup zihinde duyum lar meydana ge­ tiren şeyin dış objelerle harekete getirilen duyu organları değil de, ancak organdaki filân hare­ ketin sonucunda filân duyum u harekete getiren m utlak kudretli yaradanım ızın özel bir istemidir. Bunun gibi, organlarım ızda mevziî (b ir yere m ahsus) hareket meydana getiren şey, iradem iz­ deki herhangi b ir enerji değildir; bu, ancak, kendi varlığınca güçsüz olan irademize yardım etmeyi, ve, bizim, yersiz olarak, kendi güc ve kendi etkinliğim ize yorduğum uz harekete emir ve hükmetmeyi yerinde bulan T anrının kendisi­ dir. H attâ bu vargıyla bile yetinmiyen filozof­ lar da vardır: Bunlar, bazan da aynı çıkarsamayı, kendi işlevleri içinde zihnin kendisine dahi teşmil ederler. Bunlara göre, zihin görüşümüz veya fik ir­ ler üzerindeki kavrayışımız da, yaradanımızca bize yapılm ış b ir açınsamadan (revelation) başka bir şey değildir. Şöyle ki biz, düşüncelerimizi, iradi olarak herhangi bir objeye çevirdiğimiz ve obje­ nin im ajını fantezim izde meydana getirdiğim iz zaman, bu fikri yaratan, irsde değildir. Fikri


İNSAN ZİHNİ

JOT

zihinde açık kılan ve onu, bizim için, nazır ve var eden, evrensel yaratıcıdır. işte bu filozoflara göre, her şey, Tanrıyla doludur. B unlar, herşeyin ancak ve yalnız Tan­ rın ın iradesiyle var olduğu ve hiçbir şeyin de, onun lûtfu dışında hiçbir kudrete m alik olamıyacağı prensipiyle de kalmıyarak tabiat ve yara­ tıkların Tanrıya bağlılığını daha duyulur ve daha yakından belirli kılmak için, bunları her türlü kuvvetten soyarlar. Ancak ö v ü p ' kutlamaya he­ veslendikleri bu san, (attributs) ların büyük­ lüğünü yükseltecek yerde, tersine bu kuramı küçülttüklerini akıllarına bile getirm iyorlar. Zira herşeyi kendi doğrudan doğruya istemi yoliyle meydana getirecek yerde, daha aşağı yaratıkları oldukça kudretle giydirmek, T anrıda herhalde daha fazla gücü gösterir. Büyük yaradanın, bu olağanüstü m akinenin parçalarını her an düzeltmesi ve türlü çarklarını nefesiyle canlandırıp hareket­ lendirm esinden ise, dünya sistemini, birden, ulu T anrının bütün m aksatlarına, kendiliğinden hiz­ m et edebilecek surette, tam bir öngörüyle kur­ mak, elbette ki, daha üstün bir bilgeliğe işaret olsa gerektir. Lâkin eğer bu kuram ı daha felsefi surette baltalam ak istiyorsak, aşağıdaki iki görüş belki yeter görülebilir. tik olarak, bana öyle geliyor ki Ulu V arlığın evrensel . ener'ji ve etkinliği üzerine bu kuram, insan akıl ve anlayışının zsyıflığiyle bu akıl ve anlayışın, bütün işlevleri bakımından, içine hap­


108

İNSAN ZİHNİ

sedilmiş bulunduğu daracık sınırlara dair yeter derecede bilgisi olan bir insanın kanaatini hiçbir zaman kazanamıyacak kadar cüretlidir. Gerçekten de, bu kurama götüren kanıtlar zinciri ne kadar m antıki olursa olsun, bu kadar olağanüstü, aynı zam anda da, hayat ve deneyden bu derece uzak sonurgulara vardığı görüldü mü, bizi, herhalde yetilerim izin büsbütün dışına sürüklemiş oldu­ ğuna, m utlak bir inan değilse bile, hiç olmazsa, kuvvetli bir şüphemiz hasıl olm alıdır. N asıl ki kuramım ızın son basam aklarına ulaşmış olm aktan henüz çok uzakken bile, kendimizi, periler diya­ rında buluveriyoruz: H albuki burada, ne alışılmış kanıtlam a m etotlarım ıza güvenmek, ne de alelade andırm a ve olasılıklarım ızın herhangi bir nüfuz ve etkisi olacağına inanmamız için, elimizde hiç­ bir sebep yoktur. Bu kadar uçsuz bucaksız uçu­ rum lara göre, sondamız fazla kısa. H attâ attığı­ mız her adım başında, bir türlü gerçeğebenzerlik (verisim ilitude) ve deneyin bizi yönelttiğini san­ makla kendimizi avutsak bile, bu hayalî deneyi böylece, deneyin alanını büsbütün aşan konulara tatbik ettik mi, bu hayalî deneyin hiçbir otoritesi olm adığından emin olabiliriz. Lâkin bu noktaya yeniden dokunm ak fırsatını ileride yine bu­ lacağız £ l ) . İkinci olarak, bu kuram ın dayandığı kanıt­ lard a hiçb ir kuvvet göremiyorum. Gerçi biz, ci­ sim lerin biribiri üzerine işlevde bulunuş tarzla­ rını bilmiyoruz; bunların kuvvet ve enerjileri, [1] XII. bölüm, (yazarın notu).


İNSAN ZİHN

büsb ü tü n anlaşım az olan b ir iştir. Lâkin, bunun gibi, b ir zih in veya ru h u n , h a ttâ U lu R uh ve Z ih ­ nin, U lu V arlığ ın (Suprem e B ein g ) gerek kendi üzerine gerekse b ir cism in ü zerine, han g i tarzda ve h a n g i k uvvetle işlevde b u lu n d u ğ u n u da b il­ m iyor değil m iyiz? Bu husu sta h e rh an g i bir fikri so rarım size, acaba nered en elde ediyoruz? K e n ­ dim izde bu gücün v ar o ld u ğ u n a d a ir hiçbir duy­ gu veya h içbir şu urum uz y o k tu r. K endi öz yeti­ lerim iz ü zerinde düşünce yoliyle öğrendiğim iz fik ird e n başka hiçb ir fik re sah ip değiliz. D em ek ki eğer b ilg isizliğim iz, h e rh a n g i b ir şeyi r e t ve yok etm ek için iyi b ir sebep olsaydı, en kaba m addede o lduğu k a d ar U lu V a rlık ta da h er tü rlü e n erjiyi in k â r etm ek p ren sip in e varm ış olurduk. Şüphesiz ki b irin in o ld u ğ u k a d a r ö tekinin de işle v le rin i, aynı derecede az anlıy o ruz. H arek etin itim d en m eydana g elm esini id ra k etm ek, istem e­ den m eydana gelm esini id ra k te n daha mı güç? B ütün bild iğ im iz, h e r iki h ald ek i d erin c ahil­ liğ im izd ir f i } . [İJ Yeni felsefede bu kadar sözü edilen ve madde­ ye yorulan v ı t inertia e yı uzun uzadıya incelemeye lüzum görmüyorum. Durma veya hareket halindeki bir cismin, bu durumdan herhangi yeni hir sebeple çıkarılıncıya kadar, içinde bulunduğu durumda, her zaman için devam ettiğini ve bir itim alan bir cismin de,'itim i veren cisim­ den, kendisinin kazandığı kadar hareket aldığını deneyle öğreniriz. Bunlar, birer olgudur. Halbuki buna vi* inertiae (süredurum kuvveti) adını verdik mi, nasıl çekimden (gravity) söz ettiğimiz zaman, bu aktif kuvveti anlamaksızın bazı etkileri kast ve idrak ediyorsak, böylece hare­ ketsiz (inerte) kuvvet hakkında da hiçbir fikre malik ol-


110

İNSAN ZİHNİ

II

Fakat zaten fazlaca uzatılm ış bulunan bu kam dı bir an önce sonucuna erdirm iş olmak için, kuvvet veya zorunlu bağlantı fikrini, bu fikrin çıkacağını farz edebileceğimiz bütün kaynaklarda boşyere aradık. Öyle görünüyor ki cisimlerin işlevine ait özel hallerde, ne sebebin etkisini duyurmasına yarıyacak hiçbir kuvvet veya hiçbir güc n e d e bu sebeple farz edilen neticesi arasın­ da hiçbit bağlantı yakalıyam aks^ın, hattâ en tam inceleme ile bile, olaylardan birinin öteki ardından gelmesinden başka asla bir şey keşfedemak iddiasında bulunm aksızın hu olg u lara işaret etm ek­ ten fazla bir şey yapmayız. S ir Isaac Newton, hiçbir zam an, ikinci seb ep leri h er tü rlü kuvvet veya enerjiden soym ak gayesini gütm em iştir; bununla b erab er ondan sonrakiler, bu kuram ı, S ir.Isa a c N ew ton’un otoritesi ü ze­ rine dayam aya uğraşm ışlardır. T ersine bu büyük filozof evrensel çekim i izah için, ak tif ve esirî b ir fl u i d ’e baş­ vuruyordu. Lâkin bunun sırf b ir varsayım olduğunu, başka deneyler o rta d a yokken b ir şey ileri sürüp iddia etm enin yeri olm adığını kabul ve teslim edecek kadar ince görüşlü ve alçak gönüllüydü. İtira f etmeliyim ki görüşlerin m ukadderatında, biraz da, olağanüstü bir şey var. D escartes, T anrılığın.bu evrenselliği ve etkililiğ ikuramını, üzerinde fazla ısra r etm eden, yavaşça o rtay a koy­ m uştu. M alebrançhe'la ö te k i K erteziyenler, bunu, bütün felsefelerinin tem eli yaptıla. F akat bunun, İn g iltere’de hiçbir o to ritesi olm adı.. Locke, C lark e ve Cudw orth, buna ancak kulak veriyor, fakat m addenin ikinci derecede, ve biribirinden çıkm ış olm akla b e rab e r, gerçek olan bir kuvveti haiz olduğunu uzun uzadıya farz ediyorlar. Şu halde acaba bu kuram, bizim m odern metafizikçilerim izde bu derece hâkim ve belirgin hale nasıl olup da gelm iştir?


İNSAN ZİHNt

111

meyiz. Aynı zorluk,'zihnin ten üzerindeki işlevle* rine bakmakla da kendini gösteriyor; zira, burada, tenin hareketinin zihnin istem inden meydana geldiğini görüyor, fakat hareketle istemi biribirine bağlıyan bağı, yahut da zihnin bu neticeyi meydana getirm esine yarayan enerjiyi gözlemeye veya idrak etmeye güçlü bulunmuyoruz. İrade­ nin kendi yetileri ve kendi fikirleri üzerindeki baskısı da, bundan daha anlaşılır değildir: şu kadar ki, eninde sonunda, bütün tabiatta, bizce idrake elverişli olan tek bir bağlantı hali bile görünm üyor. Bütün olaylar, büsbütün bağsız ve ayrı görünüyor. Olayların biri öteki ardından geliyor fakat biz, bunlar arasında hiçbir bağı asla göremiyoruz. B unlar beraberlik, yanyanalık (conjoined) halinde gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman bağlantı (connected) halinde görünm ü­ yorlar, ve biz, dış duyumumuza yahut da iç du­ yumumuza asla görünmemiş olan herhangi bir şey üzerinde hiçbir fikre sahibolamıyacağımız için, bunun zorunlu neticesi bizim, bağlantı veya kuv­ vet üzerine hiçbir zaman bir fikrim iz olmadığı ve bu kelim elerin — ister felsefi usavurmalar ol­ sunlar isterse her günkü hayatta kullanılsınlar— anlam dan büsbütün mahrum bulunduklarıdır. Lâkin bu sonurgudan kaçınm anın bir yolu, aynı zamanda, henüz incelememiş olduğum uz bir kaynak daha kalıyor. Karşımıza tabiî bir obje veya olay çıktığı zaman, kavrayış yet­ kimizin veya görüş derinliğim izin derecesi ne olursa olsun, bizim için, deneye başvurmaksızın


112

İNSAN ZİHNİ

bundan ne gibi bir olayın meydana geleceğini keşif, hattâ tahm in etmek yahut da öngörürlüğümüzü, bellek ve duyularım ız için hemen ve doğrudan doğruya var olan objenin ötesine gö­ türm ek, imkânsızdır. H attâ özel bir olayın bir başkasından meydana geldiğini görmüş olduğu­ muz tek bir hal veya tek bir deneyden sonra bile, tabiatın akışı üzerine tek bir deneye göre — bu deney istediği kadar sağın ve kesin ol­ sun — hüküm vermek, yerinde olarak, affe­ dilmez bir cüret sayıldığından, ne genel bir kural çıkarmaya, ne de bu gibi hallerde ne ola­ cağını önceden haber vermeye yetkili değiliz. Fakat olayın özel ve belirli bir çeşidi, bütün hallerde, daima bir başkasiyle birlikte bulunursa, o zaman, biz, birinin görünm esinden ötekini önceden haber vermekten ve olguya veya varlı­ ğa ait herhangi bir şey üzerine bizi temin edebi­ len biricik usavurmayı kullanm aktan çekinmeyiz. O vakit işte objelerin birine sebep, ötekine ne­ tice adını verir, ve aralarında herhangi bir bağ­ lantının, birinin ötekini şaşmak bilmeden meyda­ na getirip, aynı zamanda da, en büyük bir kesin bilgililik ve en kuvvetli bir zorunlulukla meyda­ na getirdiği herhangi bir kuvvet var farz ederiz. Demek ki olaylar arasındaki zorunlu bir bağlantıya ait bir fikrin, bu olaylar arasında devamlı bir beraberlik şeklinde de kendilerini gösteren buna benzer birçok hallerden ilerigeldiği meydana çıkmış oluyor; hem de şu var ki bu fikir, hiçbir zaman, bu hallerin ayrı ayrı ele alı-


İNSAN ZtH N l

113

□ıp mümkün olan bütün bakımlara ve durum lara göre incelenmiş olm aları şartiyle, hiçbiri tarafın­ dan da asla telkin edilmiş olamaz. Lâkin birçok hallerin topunda dahi, birbirlerine büsbütün benzer farz edilen özel hallerin herbirinden baş­ ka ve ayrı olan bir şey yoktur; yalnız şu nokta var ki zihin, alışkanlık dolayısiyle, olaylardan biri görününce, olayın her zamanki koşasını beklemeye ve bunun da var olacağını ummaya yöneltilm iş bulunılr. Zihnim izde duyduğum uz bu bağlantı, hayal gücünün, objelerden birinden her zamanki koşasına her zam anki geçişi, işte kuvvet veya zorunlu bağlantı fikrini edinmemize yarıyan duygu veya izlenim, demek ki budur. Bura­ da, bundan fazla hiçbir şey yoktur. Konuyu bütün bakım ve görünüşlerinden, istediğiniz kadar ince­ leyiniz: bu fikrin başka hiçbir kaynağını asla bulamıyacaksınız. İşte, bağlantı fikrini asla çıka­ ramayacağımız tek bir hal ile bu fikrin telkin edilmiş olm asına yarıyan birbirine benzer birçok haller arasındaki biricik fark, bundan ibarettir. Meselâ iki bilârdo topunun çatışmasında olduğu gibi, hareketin itim le geçtiğini ilk defa gören bir insan, şüphesiz ki olayların birinin, ötekisiyle bağlanttlt olduğunu iddia edememiş, belki sadece beraber olduklarını söyliyebilmiş, olsa gerektir. Bu kimse, ancak bu neviden birkaç hal ve misal müşahede ettikten sonradır ki bu olayların bir­ birlerine bağlt olduklarını ileri sürer. Şimdi acaba bu yeni bağlantı fikrinin meydana gelmesi için bu insanın zihninde ne gibi bir deği8


114

İNSAN ZİHNİ

şiklik olm uştur? Hiç, yani bu kimsenin, şimdi bu olayların, hayal gücünde, bağlı olduklarını hissetmesinden ve olayların birinin görünmesi dolayısiyle ötekinin varlığını önceden söyliyebilm esinden başka hiçbir değişiklik olmamıştır. Demek ki biz, objelerden, birinin ötekine bağ­ lantı halinde olduğunu söylediğimiz zaman kasdettiğim iz anlam sadece, bu objelerin düşünce­ mizde bir bağlantı ve birinin varlığına ötekinin belge olm asına yer veren bu çıkarsamayı meydana getirm iş o ld u k larıd ır: ancak şu var ki bu, o l­ dukça acayip olan fakat yeter bir apaçıklık üze­ rine kurulm uş görünen bir sonurgudur. Ve bu apaçıklık da, ne akıl ve zihne karşı hiçbir genel güvensizlik, ne de her yeni ve olağanüstü sonur­ guyla ilgili bulunan herhangi bir septik şüphe yüzünden zayıf düşmez. Şüpheciliğin ruhunu en ziyade okşıyan sonurgular, insan akıl ve zih­ niyle insan yetkisinin güçsüzlüğü ve dar sınır­ larına dair yapılmış keşiflerden çıkarılanlardır. Z aten, zihnin hayret verici bilgisizlik ve güçsüzlüğü hakkında ortaya bundan daha kuv­ vetli bir misal koymak m ümkün mü? Zira şüphe yok ki, bizce, tam olarak tanımamız önem li olan objeler arasında eğer herhangi bir ilgi varsa, o da, m uhakkak ki sebeple netice bağlantısıdır. O lguya ve varlığa ait şeyler hakkındaki bütün usavurm alarım ız, hep ona dayanır. Gerek hafıza­ m ızın gerekse duyularım ızın fiilen hazır ve var olan şahitliğinden uzak bulunan objeler üzerine az çok güvene varışımız, gene yalnız onun yar-


JNSAN ZİHNİ

115

dim iyledir. İlim lerin hepsinin biricik doğrudan doğruya yararlığı, bize, gelecek olaylara sebep­ leriyle hükmetmeyi ve düzenlemeyi öğretmesidir. Demek ki düşüncelerimiz ve araştırm alarım ız, her an, bu bağlantıyı hedef tutm aktadır; bununla beraber, bu bağlantı üzerine edindiğimiz fikirler o kadar eksik ve yetkinlikten uzaktır ki, sebebe dair, sebebin dışında, ve ona yabancı olan bir şeyden çıkarılan bir tanım lam adan başka, doğru hiçbir tanım lam a vermek imkânsızdır. Birbirle­ rine benzer objeler, daim a, benzerleriyle birlikte bulunurlar. Bu noktayı deneylemiş bulunuyoruz. Bu deneye göre, demek ki bir sebebi, kendi ar­ kasından bir başkası gelen bir obje ve öyle bir obje ki birinciye benziyen bütün objelerin arkasından İkincilere benzer objeler gelen: yahut, başka sözlerle: öyle bir obje ki eğer birinci obje olmamış olsaydı, İkincisi; hiçbir zaman, var olm azdi şeklinde tam m lıyabiliriz. Bir sebebin görünmesi, alışılmış bir geçişle, (transition) zih­ ni, hep neticenin fikrine yöneltir. Biz, bunu da deneyle biliyoruz. .Demek ki bu deneye dayanarak sebep üzerine başka bir tanım veya tanımlama meydana getirebilir ve sebebe: ,arkasından başka bir obje gelen ve ortaya çıkması da, düşünceyi, hep bu başka objeye götüren bir ohje diyebiliriz. Lâkin hernekadar bu tanım ların her ikisi de, sebebe yabancı hal ve şartlardan çıkarılmışsa da, biz, ne bu mahzura bir çare bulabilir, ne de sebepte sebeple netice arasında bir bağlantı meydana geti­ ren hal ve şartı tanıtabilecek daha yetkin bir


116

İNSAN ZİHNt

tanım a varabiliriz. Bizim bu bağlantı üzerinde hiçbir fikrim iz olm adığı gibi bu bağlantıya dair bir kavram edinmeye çalıştığımız zaman bile, bilmek istediğimiz şey hususunda seçik bir kav­ ramımız yoktur. Meselâ bir ipin, gerilmek sure­ tiyle çıkardığı özel sesin sebebinin, bu ipin tit­ reşimi olduğunu söyleriz. Fakat acaba bu olum la­ m adan kasdettiğimiz nedir? Maksadımız, ya: bu titreşim in arkasından bu sesin geldiğini; ve buna benzer bütün titreşim lerin arkasından bep aynı seslerin gelmiş olduğunu, yahut d a: bu titreşim in arkasından bu sesin geldiğini ve birinin görünmesi üzerine zihnin, duyulardan önce davranarak, he­ men öteki üzerine bir fikir meydana getirdiğini ileri sürmektedir. Sebeple bağlantıya, bu iki bakım dan biri veya ötekine göre bakabiliriz; fa­ kat bu bakım ların dışında, bu bağlantı üzerinde, başkaca hiçbir fikrim iz yoktur £ l} . [1] Bu açıklama ve tanım lam alara göre, ku dret fikri, tıpkı sebep fik ri gibi, nisb îd ir, ve h er ikisi de, ya b ir neticeye, veya birinci olaya durm adan b a jlı olan b aşk a herhangi b ir olaya racidir. Biz, b ir o b 'en in —bu objenin derece veya n iteliğini belirtm eye yarayan meç­ hul hali incelediğim iz zam an — bu hale objenin kuvveti adını veririz, ve bundan dolayı da; neticenin, kuvvetin ölçüsü olduğu, bütün filozoflarca kabul edilm iş bulun­ m aktadır. F a k a t bu filozofların k u vvet hakkında, — kuv­ vetin kendi öz varlığında olduğu şekilde — biraz olsun fik irle ri olsaydı, bu kuvveti böylece ve olduğu gibi ne­ den ölçm esinlerdi? H a re k e t halindeki b ir cism in kuvve­ tin in , kendi çabukluğu veya çabukluğunun karesi nispe­ tin d e olup olm adıkını bilm ek p ro b le m i,— evet, bu p ro b ­ lem , diyorum ,— bu kuvvetin n eticelerin i, eşit oldukları


İNSAN ZİHNİ

117

Şimdi bu bölüm deki usavurm aları baştan ele alalım .H er fikir, kendinden önceki bir iz, izlenim veya duygunun kopyasıdır; şöyle ki hiçbir izlenim (im pression) bulamadığımız yerde, hiçbir fikrin var olm adığından emin olabiliriz. Cisim lerin veya zihinlerin işlevinin bütün özel hallerinde, ve olm adıkları zam anlarda,— b irb irle riy le kıyas etm ekle değil de, doğrudan doğruya yapılm ış bir ölçü ve k ıy as­ lam a ile çözebilirdi. Ö te yandan da, felsefede olduğu k a d a r, yayılm ış ve h er günkü konuşm alarım ızın her alanında k uvvet, k u d re t, enerji, v.b. kelim elerini sık sık kullanm am ıza gelin ce, bu, herhaugi b ir halde, ne sebeple netice arasındaki bağlantı p rensipine d air bilgim iz olduğunun, ne de, b ir şeyin, b ir diğerine nispetle, asıl ve kaynağından esaslı su re tte izah edebileceğim izin b ir belgesidir. H e r zamanki kullanılışlarınca, bu kelim elerin anlam ları çok gevşek ve bunlar üzerin d ek i fikirler, tam am en sallan tıd a ve k a rı­ şık tır. H içbir hayvan, b ir n isu t veya b ir ceh it duym ak­ sızın, kendi dışındaki cisim leri h arek ete g etirem ediği gibi her hayvan da, h a re k et halinde bulunan bir dış objenin çarpm asından veya çatışm asından b ir duygu veya duyum duyar. S ırf hayvani olan ve a p riori olarak kendi­ lerinden hiçbir çıkarsam ada bulunam adığım ız bu duyum ­ ları, biz, cansız şeylere nakletm eye ve bu cansız şeyler de, her ne zaman hareket kabul eder veya n ak led erlerse, her seferinde bu çeşitten bazı duygulara m alik olduk­ ların ı varsaym aya da eğilim li bulunuruz. Bizim, k en d i­ lerine nakledilm iş hareket fikri atfetm ek sizin kendilerini g ö steren en erjilere gelince, biz, b urada, yalnız, olaylar arasında deneyle bulunan daim î b erab erliğ i m ütalâa ederiz; ve fik irle r arasında da alışılm ış b ir bağlantı h issettiğ im iz için, bu duyguyu objelere naklederiz. Zira d ış cisim lere, bu cisim lerin vesile old u k ları h er iç duyu­ mu ta tb ik etm ek ten daha alışılm ış b ir şey yok tu r.


118

İNSAN ZİHNt

hiçbir izlenim , ve bundan dolayı da, hiçbir kuvvet veya zorunlu bağlantı fikrini telkin edebilecek bir şey yoktur. Fakat birçok birörnek haller ortaya çıktı mı, ve aynı objenin arkasından da hep aynı olay geldi mi, o zaman, sebeple bağlantı kavra­ mını tasarlam aya başlarız. O zaman, yeni bir duygu veya yeni bir işlevin yani objelerin alı­ şılmış koşası arasında, düşüncede veya hayal gü­ cünde alışılmış bir bağlantı duyarız', ve bu duy­ gu da, işte aradığımız fikrin aslı, orijinalidir. Z ira bu fikir, herhangi tek bir haldep değil de, buna benzer birçok hallerden ileri geldiğine göre, h allerin çokluğunun, her özel halden başka olduğu şarttan ileri gelmesi gerekir. Fakat h a­ yal gücünün bu bağlantısı veya her zamanki ge­ çişi, bu hallerin birbirlerinden başka bulunduk­ ları biricik şarttır. Bütün öteki noktalarda ise, b irbirlerinin aynıdırlar, ik i bilardo topunun birbirine çarpmasiyle biribirinderi geçen harekete dair gördüğüm üz ilk hal— önce ele aldığımız ve zaten açık olan bir misali ele almış olmak içio— diyebiliriz ki şimdi bundan böyle karşımıza çı­ kabilecek olan her halin büsbütün benzeridir. Yalnız şu var ki biz, önce olayların birini öte­ kinden çıkarsam ıyorduk; halbuki şimdi, bu kadar uzun bir birörnek deney gidişinden sonra, artık bunu yapma durumundayız. Okuyucum, bu usavurmayı çabucak kavrıyacak mı bilemem. Fakat bu usavurma hususunda sözü daha ziyade uza­ tacak yahut da bunu daha çeşitli bakım lara göre ortaya koyacak olursam, konumuzun büsbütün


İNSAN ZİHNİ

İlâ

karanlık ve karışık olm asından korkuyorum . So­ yut usavurm aların hepsinde öyle bir bakım, öyle bir görüş açısı vardır ki, bunu bir kere elde etmesini bildik mi, artık, bu sayede, konu, dün-, yanın en üstün söz söyleme sanatiyle dile geti­ rilm işten daha âlâ kavranm ış olur. İşte bu bakı­ ma ulaşmaya çalışmamız, ve söz sanatının çiçek­ lerini de, daha güzel yakışacakları alan ve ko­ nulara harcamak üzere saklamamız lâzım dır.


V III.

BÖLÜM

HÜRLÜKLE ZORUNLULUK ÜZERİNE I İlim le felsefenin daha ilk başlangıcından beri, büyük bir hararetle söz ve tartışması edilegelmiş olan problem lerden böyle tartışanlar ara­ sında, hiç olmazsa, kullanılan bütün terim lerin anlamı üzerine uzlaşılmış olmasını, fazla olarak, araştırm alarım ızın da, şu iki bin yıl boyunca, ke­ lim elerden tartışm aların asıl ve gerçek özüne geçilebilmiş olmasını ummak, pekâlâ akla yakın sayılabilirdi. Gerçekten de, usavurmada kullanı­ lan terim ler üzerine sağın tanım lar vermek, ve bu kelim elerin sadece sesini değil de, asıl bu tanım ların kendilerini, gelecek araştırm a ve ince­ lem enin konusu yapmak, ne kadar da kolay gö­ rünebilir! Fakat, biz, problem e eğer daha ya­ kından bakarsak, bunun tam zıddı olan bir so­ nurguya varmak lüzum unu duyarız. Bir tartış­ m anın uzun zaman sallantıda kalarak, hâlâ da kararsız bulunm akta olması gibi sadece tek bir hal ve şarttan, deyim şeklinde herhangi bir karışıklık ve söz ikizliğinin (am biguity) var ol­ duğunu ve tartışmayı yapanların da, tartışm ada kullanılan terim lere başka başka fikirler atfettik­


İNSAN ZİHNİ

121

lerini önceden kabul edebiliriz. Zira zihnin yetilerinin, tabiî olarak, her fertte aynı oldukları — yoksa birlikte usavurmada bulunmak yahut da tartışm ak kadar boş ve verimsiz bir şey olmıyacağı — varsanıldığından, insanlar, eğer kullandıkları terim lere aynı fikirleri bağlasalardı, aynı konu üzerine, bu kadar uzun zaman başka başka görüş ve düşünüşler beslemeleri imkânsız olurdu; hele insanlar, görüşlerini birbirine naklettikleri gibi, tarafların her biri de, karşı koym alarına galebe çalmasını kendisine] sağlıyacak olan kanıtları ele geçirmek için, dörtbir yana başvurmaktan geri kalmaz. Gerçekten insanlar, meselâ dünyaların başlangıcı, zihin sisteminin yahut da ruhlar âlemininin (region of spirits) ekonom isine dair olan meseleler gibi, insan aklının kaplam ını tamamen aşan problem lerin tartışm asına kalkışırlarsa, ve­ rimsiz tartışm alariyle uzun uzadıya uğraşıp gene de hiçbir zaman belirli sonurguya ulaşa­ mazlar. Fakat soru gündelik hayatın ve deneyin herhangi bir konusuna aitse, öyle düşünülebilir ki, karşı koyanları hâlâ birbirlerinden uzak tutan ve barışm alarına engel olan birkaç çiftanlam lı deyim tarzından gayrı, tartışmayı bu kadar zaman sallantıda bırakmaya değen hiçbir şey yoktur. İşte uzun uzadıya tartışılm ış olan hürlük­ le zorunluluk meselesinin durum u da, böyle olm uştur; hattâ bu, o kadar dikkate değer bir derecede böyle bulunm uştur ki bu hususta, oku­ muşu olsun, cahili olsun, bütün insanların bu konu üzerine hep aynı oyu gütmüş olduğunu,


122

İNSAN ZİHNİ

halbuki anlaşılabilir birkaç tanım ın bütün tartış­ mayı hemen dindirip sona erdirmiş olacağını gö­ rürüz. Bu çekişme, her yönden o kadar enine boyuna çekilmiş ve filozofları öyle karanlık bir safsatalar çıkmazına sokm uştur ki aklı başında bir okuyucunun, ele alm asından zaten ne bilgi ne de eğlence bekliyemiyeceği bu meselenin ken­ disine tek lif edilmesine kulak bile asmıyacak de­ recede rahatını sevmesine, hayret edemiyeceğimi kabul ve teslim ederim. Fakat burada teklif edilen kanıtlam anın konu ve örgüsü daha başka bir ye­ nilik arzettiğinden, tartışm anın şu veya bu suretle çözümlenmesini, hiç olmazsa, vadettiği, keza oku­ yucunun rahatını da hiçbir karışık veya karanlık usavurma ile bozmıyacağı için, belki okuyucunun dikkatini yeniden uyandırabilir. Şu halde ortaya koymayı umduğum şey, her­ kesin, hem zorunluluk hem hürlük kuramını (bu terim lere verilebilecek her türlü mâkul anlama göre) aynı zamanda ve birlikte kabul etm tk için sanki hep el birliği edegclmiş olduğu, fazla olarak da, bütün tartışm anın ise, şimdiye kadar, yalnız kelim eler üzerinde yürümüş bulunduğudur. Şimdi ise, zorunluluk doktrinini incelemekle başlıyacağız. Evrensel olarak kabul edilm iştir ki madde, bütün işlevlerinde, zorunlu bir kuvvetle harekete getirilm iş olup her tabiî netice de, kendi sebebinin enerjisiyle o kadar belgin surette belirlenm iştir ki bu gibi tikel hal ve şartlarda, bundan başka hiç­ bir netice, asla meydana gelemezdi. H er hareketin


İNSAN ZİHNİ

123

derece ve yöntemi, kendi tabiatının kanunlariyle öyle bir sağınlıkla belirletilm iş bulunurlar ki canlı bir yaratık, iki cismin çarpışmasından olduğu kadar, bu çarpışmayı fiilen meydana getiren hareketinkinden başka bir derece veya istikametteki bir hareketten doğabilirdi. Demek ki zorunluluk hakkında doğru ve belgin bir fikir edinmek istedik mi, bu fikri cisimlerin işlevine tatbik et­ tiğimiz zaman, fikrin nereden ileri geldiğini incelememiz lâzımdır. Eğer tabiatın bütün m anzaraları, aralarında herhangi bir benzerlik gösteren iki olayın bile var olmasına imkân vermiyecek surette durmadan değişseydi ve her obje, önce görülen hiçbir şeyle hiçbir andırışı veya benzerliği olmaksızin büsbü­ tün yeni olsaydı, bizim, bu durum a göre, bu objeler arasında herhangi bir zorunluluk veya bağlantı fikrine asla ulaşamıyacağımız besbelli gibi görünüyor. Böyle bir varsayıma göre biz, objelerin veya olayların, birinin öteki tarafından meydana geldiğini değil de birinin diğerini takibetmiş olduğunu söyliyebiliriz. N edenle vargı ilgisi, insanlık için, ancak ve ille meçhul olm ak­ tan fazla bir şey olamazdı. Bu andan itibaren de, tabiat işlevleri hakkındaki çıkarsama ve usavurma, sona erer ve bellek ile'd u y u lar, herhangi bir gerçek varlığın bilgisinin zihne girmesini müm­ kün kılan birincik kanallar kalırdı. Demek ki za­ ruretle nedensellik (causality) fikrimiz, tamamen, içinde, bir yandan, birbirlerine benzer objelerin kendi aralarında daima beraber bulunup öte


124

İNSAN ZİHNİ

yandan, zihnin de, alışkanlık dolayısiyle, objenin birinin görünm esinden ötekini çıkarsamaya yö­ neltilm iş olan tabiatın işlevlerindeki gözlemeye elverişli birörneklikten ilerigelm ektedir.. İşte bu iki hal ve şart, maddeye yorduğum uz zorun­ luluğun bütününü yapar. B iribirlerine benzer ob­ jelerin devamlı beraberliği ile bunun neticesi olan bir objeden ötekine çıkarsama bir yana bıra­ kılırsa, bunların dışında, biz herhangi bir zorun­ luluk veya bağlantı üzerinde hiçbir kavrama (n o tio n ) m alik 'değiliz. Şu halde, bu iki hal ve şartın, insanların iradelik aksiyonları ile zihnin işlevlerinde yeri olduğunu, bütün insanlığın, ötedenberi, ve şüphe ve tereddüde düşmeden kabul etmiş olduğu meydana çıkıyorsa, bundan, yine bütün insan­ lığın, zorunluluk doktrinini dahi, Öteden beri kabul etm iş olduğu, fazla olarak da, şimdiye kadar yapılan tartışm aların da, ancak herkesin biribiriyle anlaşamamasından ilerigeldiği sonu­ cunu çıkarmak gerekir. Birinci hal ve şart, yani biribirine benzer olayların devamlı ve düzenli beraberliğine gelince, bu hususta kendimizi, belki aşağıdaki görüşlerle doyurabiliriz. Bütün m illetlerde ve bütün çağ­ larda, insanların aksiyonları arasında büyük birÖrnekliliğin var olduğu ve insan tabiatının da, prensipleri ve işlevleri bakım ından hep aynı kaldığı evrensel olarak tanınm ış bir gerçektir. Aynı güdüler (m otives) daim a aynı aksiyonları meydana g etirirler; aynı olaylar da, aynı sebep­


İNSAN ZlH Nl

125

lerden ilerigelirler. Mevki hırsı, tam ahkârlık, özsaygısı, kibir ve kurum, dostcanlılık, yüksek gönüllülük, kendinden çok umumun faydasını gözetmesini bilen yüksek feragat ruhu (public s p irit): işte türlü derecelere göre biribirine ka­ rışmış ve, cemiyet içinde, dağıtılm ış bulunan bu türlü türlü tutkular, dünyanın başlangıcından beri olduğu gibi hâlâ da, insanlık arasında görülegelen bütün, aksiyon ve girişim lerin kaynağı olagelm iştir, Y unanlılarla R om alıların duygula­ rını, iç eğilim lerini, hattâ yaşayış tarzlarını mı bilmek istiyorsunuz? Fransızlarla lngilizlerin ya­ ratılışları ve aksiyonlarını iyice inceleyiniz: Böy­ lelikle bu sonuncular üzerine yapabileceğiniz göz­ lem lerin çoğunu, birincilere nakletm ek ve yor­ makla pek fazla yanılmış olmazsınız. İnsanlık, her zaman ve her yerde o kadar aynıdır ki tarih, bize, bu alanda ne yeni ne de acayip ve görülm e­ miş hiçbir şeyi haber vermez. Z aten tarihin bellibaşlı” yararlığı, insanları, hal ve gereklerin du­ rum ve şartların bütün çeşitleri içinde göstermek ve, bize, gözlemlerimizi kendilerinden çıkarabilip insan aksiyon ve hareket tarzının her zamanki zem­ bereklerini tanımamıza yarıyan malzemeyi sağla­ mak suretiyle, sadece, insan tabiatının devamlı ve evrensel prensiplerini meydana koymaktır. Sa­ vaşlar, entrikalar, partiler ve devrim leri anlatan bu nakletm eler,— nasıl ki fizik yahut da tabiat felsefesiyle uğraşan bir kimse, bitkiler, maden ve daha başka dış objelerin tabiatı üzerine, bunlara dair edinmiş olduğu deneylerle bilgi ediniyorsa—


126

İNSAN ZİHNİ

bunun gibi, siyasetle veya mânevi felsefeyle uğ­ raşanın da, kendi ilm inin prensiplerini tesbit etme­ sine yarıyan bir o kadar deney toplum udur. Hele A risto ile H ippokrates'in inceledikleri toprak, su ve daha başka öğelerin, şimdiki halde gözledik­ lerim ize olan benzeyişleri, Polybe ile Tacitius’un tasvir ettikleri insanların, bugün dünyayı idare .eden insanlara benzerliklerinden daha fazla değildir. M eselâ bir gezgin, uzak bir diyardan dön­ düğü zaman, bize, o vakte kadar tanıdığım ız insanlardan bambaşka olan, hasislik, ihtiras, veya öcalma hırsından büsbütün sıyrılmış, buna kar­ şılık yalnız dostluk ve sevgi, ruh cöm ertliği ve halkın iyiliğini hep kendininkine üstün tutan bir serdengeçtiliğe sahibolup bu ulu zevklerden başkasını tanımıyan insanlardan söz edecek olursa, biz, bu durum karşısında, işin uydurma tarafını sezer ve bu adam, anlattıklarını sanki ejderha­ larla ketauroslar, mucizeler ve harikalarla şişir­ miş gibi yalanını çıkarıp sahtekârlığını ortaya koymakta içimizde o derece büyük bir güven duyar­ dık. Zaten biz, tarihteki herhangi bir uydurma yapıntının (fiction) içyüzünü ortaya koymakla saygıdan düşürmek istersek, bu alanda, meselâ bir kişiye atfedilen aksiyonların, tabiatın akışına doğ­ rudan doğruya zıt olduklarını ve bu hal ve şart­ lara göre, kendisinin bu gibi bir hareket tarzına yöneltecek insani güdülerin asla var olmadığını ispat etmekten daha kandırıcı bir kanıt kullana­ mayız. Faraza İskender’in büyük kitlelere kendi


İNSAN ZİHNt

127

başına hücum etm ekle gösterdiği tabiatüstü cesareti tasvir ederken Q uinte - Curce’ün doğru sözlülüğünün şüpheli görülmesi ne kadar yerin­ deyse, böylece İskender’in bunlara karşı durm ak­ la meydana koyduğu gene tabiatüstü kuvvet ve etkisini tasvir ettiği zaman da, aynı derecede, şüpheli görülıresi yerindedir. Zira biz, tenlerin işlevlerindeki birörnekliği çabuk ve evrensel olarak tanıdığım ız kadar insanların bu güdü ve aksiyonlarının birörnekliğini de, aynı suretle tanırız. ö te yandan, insan tabiatının prensipleri üzerine bilgi edinip gelecekteki spekülâsyonumuzu olduğu kadar, gelecekteki hareket tarzımızı da düzene koymamıza gelince, işte bu alanda da, ancak uzun bir öm ür ve birtakım çeşitli işler ve topluluklarla edinilen bu deneyin faydası da, gene buradan ilerigelir. İşte bu yolgösterici yardım iyledir ki biz, insanların etkilerinden, ifadelerinden, hattâ jestlerinden hareket ederek eğilim ve güdülerinin bilgisine kadar ulaşır, sonra da, bunların bu güdü ve eğilimleri üzerin­ de edindiğimiz bu bilgiden tekrar etkilerin tefsi­ rine ineriz. Deneylerimizin zinciri uzadıkça, çoğalıp biriken genel gözlemler, bize, insan tabiatının anahtarını verir ve bu tabiatın giriftlik ve dü­ ğüm lenm elerini çözmeyi öğretir. Bu sayede, baha­ nelerle görünüşler artık bizi aldatmaz olur; gene, bu arada, genel demeçlerin de herhangi bir dâvayı örtmeye yarıyan gözboyayıcı renkler olduğu meydana çıkar, ö te taraftan, şeref ve erdeme, lâ­


128

İNSAN ZİHNİ

yık oldukları saygı ve otoriteyi gösterm ekle bera­ ber, çok kere iddia edilen tam çıkarsızlık, faydagütm ezlik ve feragatten de, kütlelerde ve par­ tilerde hiçbir zaman bulunmayıp, şeflerinde nadi­ ren, hattâ şöyle böyle mevki ve seviye sahibi fertlerde ancak bulunduğuna şahit oluruz. Fakat eğer insanların etkilerinde birörneklik olmasa, ve bu çeşitten elde edebileceğimiz her deney dü­ zensiz ve anormal olsaydı, insanlığa dair herhangi genel gözlem ler toplam ak imkânsız olur ve hiç­ bir deney de, — düşünce yoliyle ne derece — iyi hazmedilmiş olursa olsun — herhangi bir amaca hizm et edemezdi. Meselâ genç bir acemiye göre, yaşlı başlı bir çiftçinin mesleğinde gösterdiği etki ve beceriklilik, -— eğer güneşin, yağmurun ve toprağın bitkiler üzerindeki etkileri oldukça birörnek olm asından ve deneyin de, bu etkileri yönelten kuralları bu işinde pişmiş pratikçiye öğretm esinden değilse, nedendir? Fakat insan aksiyonlarının bu birörnekliğinin bütün insanların, aynı hal ve şartlar içinde, — hattâ karakterlerin, peşin hüküm lerin ve görüş­ lerin başka başka oluşlarını hiç hesaba katmak­ s ız ın — hep aynı tarzda hareket etm elerini gerek­ tirecek dereceye vardığını umcıamalıyız. Tabiatın hiçbir parçasında, böyle inceden inceye bir birörnekliğe rasgelinmez. Tersine, türlü insanların hare­ ket tarzının çeşitliliğini gözlemlemek suretiyle, biz, gene oldukça bir örneklilik ve düzen gerek­ tiren daha da çeşitli kurallar çıkarmak durum un­ dayız.


JNSAN ZİHNİ

129

İnsanın ahlâk ve âdetleri, türlü çağlarda ve türlü m emleketlerde başka başka m ıdır? Buradan insan zihnini daha çocukluktan beri kalıplıyan ve onu, oturm uş ve yerleşmiş bir karaktere göre şekilliyen görenek ve terbiyenin bu büyük kuv­ vetini öğrenmiş oluyoruz. İki cinsten birinin oluş ve hareket ediş tarzı, acaba, ötekininkilerden çok farklı m ıdır ?Tabiatın bu iki cinse de verip sebat ve düzenle korum uş da olduğu ayrı ayrı karakterleri, biz, acaba buradan mı öğreniriz? Ço­ cukluktan ihtiyarlığa kadar aynı kişinin etkileri, acaba, hayatının türlü derecelerinde, çok başka başka m ıdır? İşe burada, duygu ve eğilim leri­ mizin ağır ağır değişmesiyle insan varlıklarının tü rlü çağlarında hâkim olan tü rlü kurallar üze­ rine nice gözlenim lere yol açar. H attâ her ferde vergi olan karakter bile, etki ve nüfuzu bakı­ m ından birörneklik gösterir; zaten bu, böyle olmasaydı, kişiler üzerindeki bilgimizle bunların hareket tarzları üzerindeki gözlemimiz, bize hiçbir zaman, ne bunların yetki ve oluşlarını öğretm e­ ye ne de kendilerine karşı davranışımızı idareye yarıyamazdı. Teslim ederim ki bilinm iş herhangi güdülerle hiçbir düzenli ilgisi yok gibi görünen ve insan­ ların yöneltilmesi yolunda, şimdiye kadar ortaya konmuş bulunan hareket ölçülerinin hepsine göre istisna olan bazı etkiler bulmak kabildir. Fakat biz, eğer bu kadar düzen dışına çıkan ve olağanüstü etkiler üzerine ne hüküm verilmek gerektiğini bilmek istiyorsak, tabiatın gidişi ile 9


130

İNSAN ZİHNİ

dış objelerin işlevlerinde gözüken düzendışı olaylar hususunda genel olarak benimsenmiş bu­ lunan duygu ve görüşleri gözden geçirebiliriz. Sebeplerin hepsi, herzam anki neticelerine, böyle bir birörneklikle bağlı değildir. Meselâ duygulu ve zeki etkenlerin davranm asını yönelten siyasetçi kadar, yalnız cansız madde elliyen bir zanaatçı da, amacına ulaşmıyabilir. Herşey üzerine görünüşe göre hüküm veren avam, olayların kararsızlığını, sebeplerin, işlevle­ rinde herhangi bir engele çarpmamakla beraber, bu sebeplerin, her zamanki etkilerini meydana ge­ tirm ekten çok kere geri kalm alarındaki kararsızlı­ ğa yorar. Fakat bazı filozoflar, tabiatın hemen bü­ tün parçalarında, bunların ya küçüklükleri yahut da uzaklıkları dolayısiyle gizli kalan bir sürü pren­ sipler ve zem berekler olduğunu gözlemlemek su­ retiyle, olayların birbirlerine zıtlıklarının, sebep­ teki herhangi bir olum sallıktan (contingency) de­ ğil de, zıt sebeplerin gizli işlevlerinden ileri gel­ mesinin, hiç olmazsa, mümkün olduğu kanaatine va­ rıyorlar. H ele aynı filozoflar, daha sıkı bir incele­ me yardımiyle, neticelerin bu zıtlığının hep sebep­ lerin zıtlığını açığa vurduğunu, ve bunların karşı­ lıklı aykırılığından ileri geldiğini sezdiler mi, o zaman bu imkân, sonraki gözlem le kesinliğe kalbolmuş oluyor. Köylü, herhangi bir cep veya duvar saatinin durması olayı karşısında, saatin çoğu kere iyi işlemediğini söylemekten daha iyi bir sebep gösteremez; fakat saatçilikten anlıyan bir adam, ya zemberek yahut da rakkastaki kuv-


JNSAN ZİHNİ

131

vetiu, bütün çarklar üzerine hep aynı etkiyi yap­ tığını, lâkin, genel harekete engel olan belki de tek bir toz zerreciği yüzünden, herzam anki netice­ yi meydana getiremediğini kavrayıverir. Birbirine koşut birkaç hal ve misalin gözlenmesinden, bazı filozoflar da, bütün sebeplerle bütün neticelerin arasındaki bağlantının, aynı derecede zorunlu ol­ duğu, ve bu bağlantının, bazı hallerde görünüş­ teki kararsızlığın da, zıt sebeplerin gizli karşı koymasından ileri geldiği kuralını çıkarırlar. İşte, meselâ, insan teninde, sağlık veya has­ talığın alelade ârazı umduğumuz gibi çıkmadığı, bazı ilâçlar alışılmış kudretleriyle (pow ers) tesir etm edikleri, düzensiz olayların herhangi tinsel bir sebepten ileri geldiği zaman, filozof ve doktor, bu hale şaşmadıkları gibi, çoğu kere de, hayvan ekonomisini yönelten presiplerin zorunluluk ve birörnekliğini redde hiçbir zaman taraflı olmaz­ lar. Bunlar, insan teninin son derece karmaşık bir makine olduğunu, bizim anlayışım ızın büsbütün dışında olan birçok gizli kuvvetlerin burada saklandıklarını, bu yüzden bu tenin, bize kendi işlevleri bakımından, çok kere, ister istemez, ka­ rarsız görünmesi gerektiğini, ve, bundan dolayı da, dışta olagelen bazı düzensiz olayların, tabiat kâ­ nunlarının gerek iç işlevleri gerekse iç idaresi bakım ından en büyük bir düzenle yürürlükte bulunm adıklarının bir belgesi olamıyacaklarını bilirler. İşte filozof da, eğer dedikleri birbirini tutu­ yorsa, aynı usavurmayı, zekâ sahibi etkenlerin


132

İNSAN ZİHNt

aksiyon ve istem lerine tatbik etm elidir. İnsanların en aykırı ve en um ulm adık kararları, çok defa, insanların karakter ve durum larının her tinsel hal ve şartını bilenlerce, çok kere açıklanabi­ lir. Meselâ, her zaman iyi huylu ve güler yüzlü olan birisi, bugün, her nedense, bakıyorsunuz ki ters cevap veriyor: sebebi, ya dişi ağrıyordur veya karnı açtır. Gene bakıyorsunuz ki ahmağın birinin de, bugün, çehresinden, alışılm adık bir canlılık akıyor: nasılsa, herhangi bir yerden, ba­ şına bir devlet kuşu konuverm iştir. Y ahut da, bazen olduğu gibi, bir aksiyon, tikel olarak ne asıl ilgili kişi, ne de başkaları tarafından açıklanamazsa, biz, genel olarak, biliriz ki insanların karakterleri, bir dereceye kadar, düzensiz ve de­ ğişkendirler. İşte bu, bir bakım a göre, insan ta­ biatının davranışında yerleşmiş bir prensip ve kurala bağlanm ayıp devamlı bir heves ve sebat­ sızlıklardan ibaret devamlı bir gidiş tutmuş olan bazı kimselere daha isabetle tatbik edilebilm ekle beraber sürekli olan karakteridir. Şöyle ki rüz­ gârlar, yağm urlar, bulutlar ve buna benzer hava değişiklikleri, sanıldığına göre nasıl sağlam fa­ kat insan kavrayış ve araştırm ası için keşfi zor olan prensipler tarafından yöneltiliyorlarsa, bu­ nun gibi, iç prensip ve güdüler de, bu görünür­ deki düzensizliklere rağmen, birörnek b ir tarzda işleyebilirler. Böylece, yalnız güdülerle iradi etkiler ara­ sındaki bağlantının, tabiatın herhangi bir parça­ sındaki sebeple netice arasındaki bağlantı kadar


İn s a n z ih n i

133

düzenli ve birörnek olduğu değil, aynı zamanda, bu düzenli bağlantının da, insanlar arasında ev­ rensel olarak tanınmış olduğu ve ne felsefe ne de her günkü hayatta, hiçbir zaman, tartışm a konusu olm adığı meydana çıkar. İnidi, biz, geleceğe ait bütün sonurgularınızı geçmiş deneyden çıkardığı­ mıza ve vardığım ız sonuç da, daima birbirlerine bağlı olduklarını gördüğüm üz objelerin, kendi aralarında daima böyle bağlı olacakları merke­ zinde bulunduğuna göre, insan etkilerinde dene­ yini yaptığımız bu birörnekliğin, bunlara dair olan sonurguları çıkardığımız bir kaynak olduğun belgitlemek, lüzumsuz görünebilir. Lâkin işbu kanıtı daha çeşitli açılara göre ortaya koymuş olmak maksadiyle, bu son nokta üzerinde de, kısaca bile olsa, ısrar edeceğiz. Bütün cemiyetlerde, insanların b ik irle rin e bağlılıkları o kadar büyüktür ki ya kendi başına tamam olan veya — etkiyi etkinin maksadına iyice uygun kılmak için lâzım olan— başkasının etkisi biraz olsun göz önünde bulundurulmaksızın ya­ pılan, hemen hiçbir insan etkisi yok gibidir. Tek başına çalışan en fakir bir zanaatçı bile, ça­ lışmasının yemişlerini toplam ak için, hiç değilse, kanunun korumasına güvenir. Bundan başka, m alı­ nı pazara götürüp mâkul bir fiyata vermeyi teklif ettiği zaman da, alıcı bulacağını ve bu sayede kazanacağı para ile, kendi varlığı için gereken şeyleri kendisine sağlıyacak kimseleri bu yolda harekete getireceğini de umar. İnsan­ lar, m ünasebetlerini genişlettikleri ve başkalariy-


134

İNSAN ZİHNt

Ie alışverişlerini çapraşıklaştırdıkları nispette, kendi hayat plânlarının içine gittikçe artan bir iradi aksiyonlar çeşitliliği dâhil ederler ve bu aksiyonların, kendi güdüleri dolayısiyle, insanla­ rın kendi aksiyonlarının çeşitliliğiyle işbirliği yapacağını um arlar. Dış objeler üzerindeki usavurm alarında olduğu gibi, bu sonurguların hep­ sinde de, ölçülerini, geçmiş deneyden alırlar ve gerek insanların gerekse tabiat öğelerinin hepsi­ nin (elem ents), herbiri kendi işleyince, daima gözlerine görünm üş olduğu şekilde var olm akta devam etmeleri lâzım geldiğine kuvvetle inanır­ lar. Bu arada, meselâ bir imalâtçı, işçilerinin emeğine olduğu kadar, kullandığı aletlere de güvenir ve güveni, herhangi bir yönden, boşa çıkarsa aynı derecede hayrete düşer. Sözün kısası, başkalarının aksiyonları üzerindeki bu deneyden çıkma sonurgu ile usavurma, insan hayatında o kadar büyük bir rol oynar ki hiç kimse, uyanık bulunduğu müddetçe, bunu kullanm aktan bir an geri durmaz. Şu halde, bütün insanlığın, bu zo­ runluluk doktrinini, bu doktrin hakkında yukar­ da verilen tanım lam a ve açıklamaya göre kabul etmek için, ötedenberi, daima elbirliği etmiş ol­ duğunu iddia etmekte haklı değil miyiz? Öte yandan filozoflar da, bu noktada, hiçbir zaman, halkınkinden farklı bir görüş beslememişlerdir. Z ira hayatlarının hemen her aksi­ yonunun bu görüşü içerdiğini hesaba katmasak bile, bilginin spekülâsyona ait kısımları arasında, bu görüşün çok lâzim olm adığı yerler pek azdır.


jNSAN ZtHNt

135

Meselâ insanlık hakkında edindiğimiz deneye dayanarak, tarihçinin doğrusözlülüğüne güvenme­ m izin yeri olmasaydı, tarihin hali ne olurdu? Ya­ saların ve hüküm et .şekillerinin cemiyet .üzerinde birörnek bir etki ve nüfuzu olmasaydı, siyaset, nasıl o lur da, bir ilim olabirdi? Bunun gibi, eğer bazı tinsel karakterlerin bazı tinsel duyguları meydana getirm ekte m uhakkak veya belirli bir kudreti ol­ masa, ve bu duyguların da, aksiyonlar üzerinde sürekli işlevleri bulunmasaydı, ahlâkın dayanağı nerede olurdu? Bundan başka, eğer biz, herhan­ gi bir şair veya edebiyatçının yarattığı kişilerin hareket tarzı ve duygularının, filân karakter ve­ ya falan hal ve şartlara göre tabii olup olm a­ dığı üzerine hüküm veremez olsaydık, tenkidim izi bu şair veya edebiyatçıya hangi bahaneyle tatbik edebilirdik? Şu halde zorunluluk doktrinini ve aynı zamanda da, güdülerden iradelik etkilere, karakterden davranışa yapılan bu çıkarsamayı tanıyıp kabul etmeksizin, ister bir ilme ister herhangi bir çeşit etkiye girişmek, hemen hemen imkânsız gibi görünüyor. Gerçekten de eğer biz, mânevi apaçıklıkla tabiî apaçıklığın, tekbir kanıtlam a zincirini mey­ dana getirecek surette, birbirlerine büsbütün bağ­ landıklarını göz önüne getirirsek, bu iki apaçık­ lığın aynı tabiatta olduklarını ve aynı prensip­ lerden ileri geldiklerini teslimde tereddüdetmeyiz. Meselâ ne parası, ne iltim ası olan bir mah­ pus, kaçmanın imkânsızlığını, gardiyanın insaf­ sızlığından olduğu kadar cezaevinin etrafını


1 36

İNSAN ZİHNİ

çeviren duvar ve parm aklıklardan da anlar, ve hürlükle kavuşmak yolunda yaptığı bütün giriş­ m elerinde, gardiyanın yumuşamak bilmiyen tabi­ atı üzerinde etkili olmaya çalışmadansa, taş ve dem ir üzerinde uğraşmayı tercih eder. Aynı mah­ pus giyotine götürülürken de, ölüm ünü, gardi­ yanların ödevseverliklerinden olduğu kadar, satı­ rın veya tekerleğin işlemesinden de, aynı dere­ cede muhakkak olarak, yekten kavrar. Zihni, muayyen bir fikir zincirini takibeder: N öbetçi­ lerin, kaçmasına razı olm am aları, cellâdın faali­ yeti, kafa ile gövdenin birbirinden ayrılması, kanın akması, çırpınm alar ve ölüm. İşte, burada, tabiî sebeplerle istemli aksiyonlardan meydana gelme bir zincir vardır; fakat zihin, halkaların birinden ötekine geçerken bunlar arasında hiçbir fa rk duymaz ve gelecek olaydan emin oluşu, bu olayın, bellek veya duyular için var olan obje­ lere, kendi aralarında, birbirlerine, bizim fizik tik zorunluluk adını verdiğimiz bir şeyle perçinlenmiş bulunan bir sebepler silsilesiyle bulunmuşmuş kadar em indir. Birleşmiş bulunan objeler, ister güdüler, istem ve aksiyonlar, isterse de şekil ve hareket olsun, deneyle bulunan aynı birleşme, zihin üzerinde aynı etkiyi yapar. Eşyanın adını değiştirebiliriz; fakat bunların tabiat ile zihin üzerindeki işlevleri hiçbir zaman değişmez. N am uslu ve hali vakti yerinde diye bildi­ ğim , aynı zamanda da kendisiyle yakından ah­ baplık ettiğim bir kimse, etrafım da adam larım la bulunduğum evime girecek olursa, bu kimsenin,


İNSAN ZİHNİ

137

evimden çıkarken, gümüş hokkam ı çalmak için beni vurmıyacağından emin bulunurum ; şöyleki bundan, yeni yapılmış hem de sağlam tem elli ve yapılı olan evimin yıkılmıyacağından olduğum kadar eminim. — Fakat bu kimse, apansız ve bilin­ medik bir cinnet getirmiş olabilirdi.— Bunun gibi, birden bire bir yerdepremi olup evimi sar­ sarak üzerime de yıkabilir. Pekâlâ, öyleyse, varsayımları değiştirelim. Şunu ileri sürebilirim ki bu kimsenin, meselâ elini ateşe sokup kül oluncaya kadar orada tutamıyacağını kesin ola­ rak biliyorum ve öyle de sanıyorum ki bu olayı, aynı kimse, kendini pencereden attığı ve hiçbir engele rastgelm ediği takdirde, havada, bir an bile kalmıyacağını önceden nasıl haber verebiliyorsam, öylece, aynı güvenle, önceden haber ve­ rebiliyorum. Gizli kalmış bir cinnet şüphesi de, esasen insan tabiatı üzerinde bilinen bütün pren­ siplere bu derece aykırı bulunan ilk olaya en ufak bir olasılık veremez. Farzedelim ki birisi, bir öğle üstü, altın dolu kesesini Charing Cross'un kaldırım ı üzerinde bırakıyor: kesenin, bir saat sonra yerinden tüy gibi uçmuş olması ka­ dar, aynı yerde, el sürülmemiş durumda kalmış olacağına da ihtim al verilebilir. İşte insan usavurm alarının yarıdan fazlası, şu veya bu tinsel durum larda, insanların her zamanki davranışları hakkındaki deneyimizle doğru orantılı olarak, az veya çok yüksek bir kesinlik derecesiyle be­ raber giden ve buna benzer tabiatta olan çıkar­ samaları içine alır.


138

İNSAN ZİHNİ

Bütün yapışlarında ve bütün usavurmalarında, zorunluluk doktrinini, hep ve tereddütsüzce kabul etmiş olduğu halde, bütün insanlığın, aym doktrini, sözle tanım akta bu kadar büyük bir isteksizlik göstermiş, hattâ, fazla olarak, bütün çağlarda, bu doktrinin zıddı olan bir görüş güt­ mek eğilim ini meydana vurmuş olmasının sebe­ binin ne olduğunu kendime sık sık sorduğum ol­ m uştur. Bu hal öyle sanıyorum ki, şöyle açıkla­ nabilir. Eğer biz, cisimlerin işlevleriyle neticele­ rin kendi sebepleri dolayısiyle meydana çıkışla­ rını incelersek, görürüz ki bütün yetilerimiz, bu bağlantının bilinmesinde, hiçbir zaman bizi sa­ dece bazı tinsel objelerin kendi aralarında daima bağlı olduklarını ve zihnin de, alışılmış bir ge­ çişle, birinin görünm esinden ötekinin varlığına inanmaya yöneltilm iş olduğunu gözlemlemekten daha ileriye asla götüremezler. Lâkin insanın bilgisizliği üzerindeki bu sonuç, hernekadar bu konu üzerinde yapılan en sıkı bir incelemenin neticesi ise de, insanlar, herşeye rağmen, tabia­ tın kuvvetlerine gittikçe daha iyi nüfuz ettikle­ rine ve sebeple netice arasında zorunlu bir bağ­ lantı gibi bir şey sezdiklerine inanmak yolunda kuvvetli bir eğilim beslemekten geri kalmazlar, ö t e yandan da, düşüncelerini kendi zihinlerinin işlevlerine çevirdiklerinde güdü ile etki arasında bu çeşitten bir bağlantı duym adıkları için, m ad­ di bir kuvvetten meydana gelen neticelerle dü­ şünceyle zekâdan meydana gelenler arasında bir fark olduğunu varsaymaya yöneltilm iş olurlar.


İNSAN ZİHNİ

139

Fakat biz nedenselliğin hiçbir türlüsünde, ilk objenin devamlt beraberliğiyle bunun neticesi ol­ mak üzere zihin tarafından objenin birinden ötekine gidilm ekle varılan çıkarsamadan başka bir şey bilmediğimize kanaat getirdik mi ve her­ kesin kavlince, iradi aksiyonlar da mevcut ol­ duğunu gördük mü, aynı zorunluluğu bütün se­ bepler için ortaklaşa diye tanımaya daha ko­ laylıkla yöneltilm iş olabiliriz. Yalnız şu var ki bu usavurma zorunluluğunu iradenin ge­ rektirim lerine de yormak dolayısiyle, birçok filozofların sistemlerine karşıgelmekle beraber, biraz daha düşününce, görürüz ki bu filozof­ lar, bu usavurmadan gerçek görüşleriyle değil de, ancak sözle ayrılm aktadırlar. Zorunluluk, bura­ daki anlamına göre, şimdiye kadar hiçbir filozof tarafından asla reddedilmemiş olduğu gibi, öyle sanıyorum ki, edilemez de: Olsa olsa, zihnin, m addenin işlevlerinde, sebeple netice arasında, fazla olarak herhangi bir bağlantı daha idrak edebildiği iddia edilebilir ki bu bağlantı da, zekâ sahibi varlıkların iradi aksiyonlarında yeri olmıyan bir bağlantıdır. İmdi, bunun böyle olup olm adığı ancak incelemeyle meydana çıkabilir ve bu filozoflara düşen de, bu zorunlulğu tanım lam ak veya tasvir etmek, ve onu, bize, m addi sebep­ lerin işlevlerinde göstermek yoliyle, bu iddiala­ rını haklı çıkarm aktır. Gerçekten öyle görünüyor ki bu hürlükle zorunluluk meselesi, ruhun yetileri, zihnin etkisi ve iradenin işlevlerinin incelenmesi yolundan gidi-


140

İNSAN ZİHNİ

linçe, yanlış taraftan ele alınm ıştır. Bu bakım ­ d an, meselâ, ilkönce cisimlerle, ham ve zekâsız m addenin işlevleri gibi daha basit bir meselenin tartışm ası yapılsın ve, bundan, iki objenin daimi beraberliğiyle zihnin, objenin birinden öteki­ ne gitmesiyle vardığı çıkarsamanın dışında ol­ mak üzere, nedensellikle zorunluluk üzerinde herhangi bir fikir edinilmiye çalışılsın. Eğer bu hal ve şartlar, hakikatte, m addede kavradığımız zorunluluğun bütününü meydana getiriyor ve eğer, herkesin sözünce de, aynı zamanda, zihnin iş­ levlerinde de olm akta iseler, o zaman tartışma kapanmış dem ektir: yahut da, hiç olmazsa, bun­ d an böyle, sırf lâftan ibaret olduğu teslim edil­ m elidir. Fakat dış objelerin işlevlerinde, zorun­ lulukla nedensellik üzerine herhangi başkaca bir fikre m alik olduğum uzu cüretlicesine farz ettiği­ miz müddetçe, ve aynı zamanda da, zihnin idrak­ tik. etkilerinde daha fazla bir şey bulamadıkça, bu derece yanlış bir varsayımdan hareket ettikten sonra, bu meselede, belirli bir çıkışa varmamıza im kân yoktur. H atadan kaçınm anın tek metodu, d aha geriye gitmek, ilm in, m addi sebepleri bahis konusu ettiği zaman kapladığı dar alanı incele­ mek, ve bu hususta ne biliyorsak, yukarda sözü geçen devamlı beraberlik ile çıkarsama olduğuna kendim izi kandırm aktan ibarettir. Fakat böyle yaptıktan sonra belki de, insan zihnine bu derece d a r sınırlar belirtmeyi ancak güçlükle başardığımız neticesine v arırız: fakat sonradan, aynı doktrini ira­ denin etkilerine tatbika gelince, bunda hiçbir güç­


; n s a n ZİHNİ

14i

lük bulmıyabiliriz. Zira bu etkilerin, güdüler, hal ve şartlar, ve karakterle düzenli bir beraberlik gösterdiği meydanda olduğu için, ve, bizim de, hep bunlardan ötekilerine çıkarsamalar yaptığı­ mızdan ötürü, hayatımızın her danışma ve davranışı ve etkim izin her girişim ve adım ında, zaten tanı­ mış olduğumuz bu zorunluluğu, sözle de teslime ister istemez mecburuz £ l j . [1] H ürlük d o k trin in in üstün gelm iş olması, başka b ir sebeple, yani aksiyonlarım ızın b ir çoğunda h ü rriy et veya ta ra fsız lık şeklinde duyduğum uz y ah u t da d uyabi­ leceğimiz a ld atıcı b ir duyu veya b ir sözde tecrü b e ile açıklanabilir, is te r m addeye, is te r zihne a it olsun, h e r­ hangi b ir aksiyonun zorunluluğu, doğrusunu söylem ek lâzım gelirse, etkende mevcut olan b ir n ite lik olm ayıp, belki aksiyonu m ütalâa edebilen herhangi düşünen veya zekâ sahibi b ir v arlık tad ır; şöyle ki bu zorunluluk, asıl, bu varlığın düşüncesinin, bu aksiyonun varlığını, kendinden evvelki b irkaç objeden çıkarsam aya tâyin edilm iş bulun­ m aktan ib a re ttir: bunun gibi hü rlü k de, zorunluluğa karşı konulunca, bu g erektirm enin yokluğundan, bundan başka da, b ir objenin fikrinden bu objenin arkasından gelen başka b ir objenin fikrine geçm ek veya geçm em ek yolunda duyduğum uz belirli b ir gevşem e y ahut da tarafsızlık tan başka b ir şey değildir. İm di şunu m üşahede ed eb iliriz ki biz, insanın aksiyonları üzerinde d üşü n ce y ü rü tü rken , bu çeşit b ir gevşeme veya kayıtsızlığı, tarafsızlığ ı, her ne k a d ar n ad ir o larak duyuyorsak da, aynı zamanda, bu aksiyonları, genel olarak, kendi güdüleriyle etkenin is ti­ d atların d an oldukça büyük b ir kesinlikle çıkarm ak d u ru ­ munda bulunuyorsak da, bu aksiyonların k en d ilerin i icra ederken bu soydan b ir şey duyduğum uz sık sık vaki olur: ve, bundan böyle, b irb irlerin e benzeyen bütün objeler, çarçabuk kendi araların d a k a rıştırıld ık la rı için, bu hal­ den, insan hürlüğünün isp a t edici, b elgitlem sel (demons-


142

İNSAN ZİHNİ

Fakat ilim lerin en çekişmelisi olan m etafi­ ziğin, gene en dikenli meselesi bulunan bu hür­ lükle zorunluluk dâvası üzerinde şu uzlaştırıcı projeye devam etmek üzere, bütün insanlığın, elbirliğiyle, hem hürlük hem de zorunluluk dok­ trin in in her ikisini de kabul edegelm iş, ve bu alandaki bütün tartışm anın şimdiye kadar, yalnız sözde kalmış olduğunu belgitlem ek için, fazla söze hacet kalmıyacaktır. tra tiv e ), h a tta sezgisel (in ta itiv e j b ir belgesi olarak k u l­ lan ılm ıştır. Biz, hallerin çoğunda, aksiyonlarım ızın ira ­ dem ize tâb i olduğunu duyar ve iradenin kendisinin ise, hiçbir şeye tâ b i olm adığını h issettiğ im izi hayal ederiz, çünkü, bunun ak si olan id d ia ve olum lam a dolayısiyle, tecrübeye k a lk ıştığ ım ız zaman, iradenin kolayca, her ta ra fa kaydığını, h attâ; k a ra r k ılm am ış bulunduğu ta ra fta bile, kendisinden b ir imaj, y ahut ek o llerin tâb iriy le, b ir iste m se m e — v e lle ity m eydana g etird iğ in i hissederiz. Ve bu im ajın, veya zayıf hareketin, o anda, ta kendisi ola­ cak k a d ar tam am lanabilm iş olacağına kendi kendim izi in an d ırırız. Z ira, bu, in k âr ed ild iğ i ta k d ird e , biz, ikinci bir denem e yapıp a rtık hajen buna k ab iliy etli olduğu­ muzu görürüz. Burada, aksiyonlarım ızın güdüsünün, h ür­ lük g ö sterişi yapm ak gibi acayip b ir arz u olduğunu göz önünde bulundurm ayız. H alb u k i hürlüğü kendi içim izde duyduğum uzu ne k a d a r kuvvetle vehm edersek edelim, öyle görünüyor ki b ir seyircinin, um um iyetle g üdüleri­ m izden ve harek etlerim izd en aksiyonlarım ızı çıkarsayabilm esi m uhakkaktır. H a ttâ bu sey irci, bunu yapmasa bile, eğ er durum um uz ve tam peram anım ızın her halinden, ve yapılışım ızla eğilim im izin en g izli zem bereklerinden iyice haberli olsaydı, genel o larak , buna kabiliyetli ola­ cağı neticesine v arır. Böylece, evvelki d o k trin e göre, zorunluluğun, asıl öz ve esası da, işte budur.


İNSAN ZİHNİ

143

Gerçekten, acaba hürlük tâbirinden, — bu tâbir irade etkilerine tatbik edildiği zam an,— maksat nedir? Şüphe yok ki bundan, meselâ etki­ lerin. güdüler, eğilimler ve gereken hallerle o kadar az bağlantıları var ki bunların ötekilerden belirli bir birörneklik derecesine göre ileri gelm edikleri ve gene aksiyonların, ötekilerin varlığını çıkarsa­ mamıza yarıyacak çıkarsam alar temin etmedikleri anlam ını, herhalde çıkarmamaklığımız gerekir. Zira bunlar, olaya ait olan, besbelli ve teslim edilmiş şeylerdir. Şu halde hürlük tâbirinden ol­ sa olsa, yalnız: iradenin gerektirim lerine göre hareket etm ek veya etm em ek gücünden başka bir şey anlamamamız lâzım dır; yani bu, şu de­ m ektir ki eğer biz, hareketsiz kalmayı tercih ediyorsak, bunu yapabiliriz, veya hareket etmeyi tercih ediyorsak, bunu da yapmaya m uktediriz. İm di, bu varsanılan hürlüğün m ahpus ve zincire vurulmamış herhangi birine ait olduğu evrensel olarak kabul edilm iştir. Demek ki burada tartış­ maya konu olacak bir şey yoktur. H ürlük hakkında ortaya koyacağımız tanım ­ lama ne olursa olsun, bu alanda gerekli olan iki hal ve icabı itina île göz önünde bulun­ durmamız lâzım dır: ilk olarak olaya ait besbelli olan şeylerle uyuşması, ikinci olarak da, kendi kendisiyle uyuşması lâzımdır. İşte bu hal ve gerektirim leri sayıp da tanımlamamızı anlaşıla­ bilir kılarsak bütün insanlığın, bu tanım lam a hakkında tek bir görüş besliyeceğine kaniim.


144

İNSAN ZİHNİ

H içbir şeyin, varlığının b ir sebebi olmaksızın mevcut olm adığı, ve tesadüfün de, yakından in­ celenince, sırf olumsuz (negative) b ir tâbir olup tabiatın herhangi b ir kısm ında mevcudolan ger­ çek hiçbir kuvvette işaret edip göstermediği evrensel olarak kabul edilir. Lâkin bazı sebep­ lerin zorunlu olm adığı iddia, olunur. İşte tanım ­ lam alarım ızın avantajı da, zaten, burada. Bana, b ir sebep, tanım lam anın bir parçası olm ak üzere, neticesiyle zorunlu bir beraberliği dâhil etmeksi­ zin tanım lansın ve tanım lam anın ifade ettiği fik­ rin kaynağı açık ve seçik olarak gösterilsin: bütün tartışm ayı, gönül rızasiyle ve seve seve elden bırakırım . Fakat şayet bu konunun bundan evvelki açıklaması kabul ediliyorsa, böyle bir şeyin yapılabilmesi, m utlaka imkânsızdır. Eğer objeler, kendi aralarında, düzenli bir beraberlik gösterm eselerdi, biz, hiçbir zaman, sebeple netice arasında hiçbir kavram edinem ezdik; ve işte bu düzenli beraberlikte, idrakim izin, hakkında her­ hangi bir anlayışa varabildiğim iz tek bağlantısı olan çıkarsamasını meydana getirir. Şu halde her kim ki sebep hakkında, bu hal ve gerektirim ­ leri ortadan kaldıran bir tanım lam a mey­ dana koymaya çalışırsa, ya anlaşılmaz tâbirler, veya tanımlamaya uğraştığı terim in eşanlamlı (synonym ous) olanlarını kullanm aya mecbur kalır { l} . Yok eğer sözü yukarda edilen tanım ­ lı] İşte, m eselâ, bir teb e p , h e rh a n g i bir şeyin m ey­ dana g etiricisi diye tanım lanacak olursa, m eydana g etirm e’nin, teb ep o /m a’nın eşanlam lısı olduğuna d ik k a t et-


İNSAN ZİHNİ

145

lama kabul edilirse, o zaman, hürlük, zorlamaya değil de zorunluluğa karşı konulunca, mevcut olm adığı, evrensel olarak teslim edilen tesadüfle aynı şey olur.

II Felsefi tartışm alarda, herhangi bir varsayımı, bu varsayımın din ve ahlâk için taşıdığı tehlikeli neticeleri bahane etmek suretiyle, çürütmeye ça­ lışmak kadar harcıâlem olmuş, fakat, aynı za­ m anda da, daha yermeye değer bir usul yoktur. Bir görüş, eninde sonunda, m anasızlıklara vardı mı, m utlaka yanlıştır, lâkin neticesi tehlikelidir diye bu görüşün yanlış olması m uhakkak değil­ dir. Şu halde bu eşit kanıtlar, hakikatin bulun­ masına hiçbir suretle hizmet etm edikleri, ve an­ cak size, sevimsiz bir karşılık verenin rolünü oynatm aya yaradıkları için, tamamen bir tarafa bırakılm alıdırlar. Ben, bu gözlemi, genel ola­ rak ve bundan hiçbir fayda elde etmeyi de ummaksızın ileri sürüyorum. Zira, ben, kendi hesa­ bıma, bu çeşit bir sınava girmeye açıktan açığa mek kolaydır. Bunun gib i, eğer b ir sebep, herhangi b ir şeyin, dola yısiyle v a r olduğa b ir şey diyrf tanım lanırsa, gene aynı itirazla k arşılaşm ak durum una düşülür. Zira o şeyin dolayısiyle ifadesinden k asd ed ilen nedir? E ğer bir sebep hakkında: o şey ki, ondan sonra, daim a (b a şka ) bir şey v a rd ır denm iş olsaydı, bu terim leri anlardık. Z ira, gerçek ten bu alanda b ü tü n bildiğim iz, bundan ib a re ttir. Bu devam lılık, zorunluluğun asıl özünü, m eydana g e tirm ek te olduğu g ib i, üzerinde esasen başka bir fikrim iz de y o k tu r. 10


146

JNSAN ZİHNİ

razı olduğum gibi yukarda açıklandıkları şekilde, — zorunlulukla hürlüğe dair olan— şu iki doktri­ nin, yalnız ahlâka uygun olduklarım değil, aynı zamanda ahlâkın yerleşip gelişmesi için çok lüzum lu bulunduklarını da iddiaya cesaret ediyorum. Z orunluluk, sebep hakkında esasen bellibaşlı bazı kısımlarını meydana getirdiği iki tanım la­ maya uygun olarak iki şekilde tanım lanabilir. Kendisi, ya birbirine benzer objelerin devamlı beraberliğinden, yahut da idrakim iz tarafından bir objeden öteki yapılan bir çıkarsamadan iba­ rettir. Z orunluluk, (zaten, işin doğrusu, esas iti­ bariyle tek olan) bu iki anlam ına göre, okullar­ da, kürsülerde ve her günkü hayatta, zımnen olm akla beraber evrensel olarak insan iradesine ait diye kabul edilmiş bulunm aktadır, şöyle ki hiç kimse, ne insan aksiyonları hakkında çıkarsama­ lar yapabileceğimizi ne de bu çıkarsamaların, birbirlerine benzer aksiyonların, gene birbirlerine benzer güdülerle, eğilim lerle halleri — deneyle sabit bulunan— birleşmesi üzerine kurulu olma­ dığını hiçbir zaman iddiaya kalkışmamıştır. H ak­ kında ayrı bit düşüncede bulunulması mümkün olan tek nokta, belki de, insan aksiyonlarının bu özeliğine zorunluluk adını vermekten geri durm a arzusu olabilir; fakat anlam anlaşıldığı müddetçe, kelimenin zarar vermiyeceğini umarım, yahut da m addenin işlevlerinde daha fazla bir şey bulm anın mümkün olduğu iddia edilebilir. Fakat teslim etmek lâzım dır ki bunun, — tabiî felsefe


İNSAN ZjHNt

14 7

veya m etafizik için neticesi ne olursa olsun— ah­ lâk veya din için hiçbir önem ve kaplam ı olamaz. Gerçi burada cisimlerin aksiyonlarında herhangi başka bir zorunluluk veya bağlantı fikrinin var olm adığını ileri sürm ekle aldanm ış olabiliriz; fakat insan aksiyonlarına, herkesin yaptığından ve herkesin de esasen kabul ve teslim etmesi gerekenden fazla hiçbir şey yormuş olmuyoruz. İrade bakım ından geleneğe uygun ve tam ortodoks olan sistemin hiçbir hal ve gerektirim ini değiştirm iyor, değişikliği, sadece, m addi obje ve sebepler bakım ından yapıyoruz. Şu halde bu dok­ trin kadar, hiç değilse zararsız olan bir şey ola­ maz. Bütün kanunlar, m ükâfatlarla cezalar üzerine kurulm uş olduğundan, bu güdülerin zihin üze­ rinde düzenli ve birörnek bir etkiye sahiboldukları ve her ikisinin de, iyi hareketleri mey­ dana getirip fena hareketlere engel oldukları, bir temel prensip diye varsayılm ıştır. Bu etkiye, biz, istediğim iz adı verebiliriz; fakat etkinin kendisi, genel olarak, aksiyona bağlı olduğu için, onu bir sebep saymak ve burada meydana koymaya çalış­ tığım ız zorunluluğun bir hal ve misali gibi gör­ mek lâzımdır. Kin veya öc alm anın kendine vergi olan tek konusu, şuur ve düşünce sahibi olan bir kişi veya v arlık tır; şöyle ki bazı hakaretler, zarar verici aksiyonlar veya canice aksiyonlar bu tu t­ kuyu körüklediği zaman, bu, ancak bu kişiyle olan ilgileri veya bağlantıları dolayisiyledir.


İ 4S

İNSAN ZİHNİ

A ksiyonlar, kendi tabiatları icabı, gelip geçici ve ölücüdürler; fazla olarak da, kendilerini yapmış olan şahsın karakter ve eğilim lerinde bulunan herhangi bir sebepten ileri gelm edikleri zaman da, bu aksiyonlar, eğer iyi iseler, bu kişinin yü­ zünü ağartam ıyacakları gibi, kötü iseler de, u tan ­ m asını gerektirem ezler. A ksiyonların kendileri yermeye değer olabilir; hattâ ahlâk ve dinin bütün kurallarına zıt ve aykırı bulunabilirler, fakat kişi, bunlardan hiç sorum lu değildir, bun­ dan başka, bu aksiyonlar, bu kişide sijrekli ve devamlı olan hiçbir şeyden ileri gelmemiş ve arkalarında da, bu neviden bir şey bırakmamış olduklarından, bu kişinin, bu aksiyonlar dolayısiyle, bir ceza veya bir öc alma konusu olması im kânsızdır. Demek ki zorunluluğu, ve, dolayısiyle de, sebepleri inkâr eden prensipe göre, bir insan, en feci cinayeti işledikten sonra, doğduğu anda olduğu kadar sâf ve lekesizdir ve karak­ terinin de, aksiyonlariyle — bunlar ondan ileri* gelm ediğine, ve aksiyonların kötülüğü de, karak­ terin bozukluk ve fesadına hiçbir zaman belge sayılamıyacağına göre — hiçbir ilişiği yoktur. İnsana, bilmiyerek ve kazara yaptığı aksiyon­ lardan dolayı, bu aksiyonların neticeleri ne olur­ sa olsun, kabahat bulunmaz. Bu, eğer bu aksi­ yonların prensiplerinin ancak geçici olm aların­ dan ve yalnız aksiyonlarda son bulduklarından değilse, ya nedendir? İyice düşünüp taşındıktan sonra, yapılan aksiyonlara nispetle çarçabuk ve önceden tasarlanm aksızın yapılanlar için, insan,


] NSAN ZİHNİ

149

daha az kabahatli bulunur. B ir sebep veya zi­ hinde devamlı bir prensip olm akla beraber ace­ leci bir tam peram anın, yalnız fasılalarla çalıştığı ve karakterin bütününü fesada uğratm adığı için değilse, ya hangi sebeptendir? Bunun gibi, pişm anlık da, eğer hayatın've hareket tarzının düzelmesiyle beraber (giderse, h er suçu silmiş sayılır. Şimdi eğer aksiyonların, zihinde bazı kötü prensiplerin belgeleri olmaları nispetinde insanı suçlu kıldığını ve bu prensip­ lerin bozulm aları yüzünden, iyi belgeleri olmak­ tan çıktıklarında, aynı zamanda, kötü olm aktan da çıktıklarını iddia etmezsek, bunu başka türlü açıklamak kabil olur mu? Fakat zorunluluk dokt­ rini olmasa, bunlar, hiçbir zaman iyi belgeler olamaz ve dolayısiyle de, kötü de olam azlardı. Yukarda sözü edilmiş olup herkesin de üzerinde uyuşmuş bulunduğu bu tanımlamaya göre hürlüğün de, ahlâk için elzem olduğunu ve içinde bulunm adığı herhangi . bir insan ak­ siyonunun her türlü manevi ve ahlâki meziyet­ lerden mahrum bulunduğu gibi ne övülmeye, ne de nefrete lâyık olamıyacağını, — aynı kanıt­ larla — belgitlem ek aynı derecede k o lay d ır Z ira aksiyonlar, ancak karakterle iç - tutku ve duygulanım ların işaretleri oldukları nispette ma­ nevi duygumuzun konuları oldukları için, bu prensipten ileri gelm edikleri, fakat tamamen bir dış baskıdan ileri geldikleri zaman, ne övme ne yermeye meydan verm eleri imkânsızdır.


150

tNSAN ZİHNt

Bu zorunlulukla hürriyet kuramı hakkında her türlü itirazı önlediğim i veya yendiğimi id­ dia etmiyorum. N asıl ki burada sözü edilmiş olan bazı usavurm alardan çıkarılmış daha başka itirazları da önceden tasarlıyabiliyorum . Meselâ denebilir ki eğer iradelik aksiyonlar, m addenin işlevlerinin tâbi oldukları aynı zorunluluk ka­ nunlarına tabiyseler, şu halde herşeyin asıl sebe­ binden başlıyarak her insan varlığının her tinsel istemine kadar giden ve evvelden düzenlenip belirm iş olan bir takım zorunlu sebeplerin de­ vamlı bir zinciri var dem ektir. K âinatın hiçbir tarafında olum sallık (contingency) yok, ilgisizlik (indifference) yok, hürriyet yok! Biz, bir taraf­ tan duygularken bir taraftan da duygulanırız. Bütün istem lerim izin en son sebep olucusu, bu koca makineyi ilk olarak harekete getirmiş olan ve bütün varlıkları, sonradan her arkadan gelen olayın, kaçınılmaz bir zorunluluk dolayısiyle kendisinden çıkacak olduğu tinsel duruma koyan dünya Yaratıcısıdır. Bu yüzden insan aksiyonları da, bu derece iyi bir sebepten ileri gelmek ba­ kım ından ya en cüzi bir mânevi şerefsizliği içeremezler yahut da içerseler de, mademki Y aratıcı­ mız bunların en son sebep ve etkeni olarak ta­ nınm ıştır, Yaratıcıyı da aynı suçluluk içerisine alm alıdırlar. Z ira, meselâ kullandığı kordon ister uzun ister kısa olsun, tıpkı maden ocağına ateş veren adam ın, bütün neticelerden sorum lu olması gibi, zorunlu sebeplerden meydana gelen devamlı zincir hernereye tesbit edilmiş olursa


İNSAN ZİHNt

151

olsun, bu zinciri yapmış olan, sinirli veya sinirsiz varlık da, bunun gibi, başka herşeyin de sebep olucusu olup bunlara düşen övmeyi de yermeyi de yüklenmek zorundadır. Biz, herhangi bir insan aksiyonunun sonuçlarını incelediğimiz zaman, ahlâk hakkındaki açık ve değişmez fikir­ lerimiz, bu kuralı çürütülmez sebeplere göre sağlarlar: böylece bu sebepler, hele, sonsuz de­ recede egemen ve kudretli bir V arlığın istem ve kasıtlarına ait oldu mu, büsbütün kuvvetli olm aları lâzımdır. Gerçi insan kadar sonlu bir yaratığın lehinde olm ak üzere, bilgisizliği veya âcizliği ileri sürülebilir, fakat bütün bu kusurla­ rın Yaratıcımızda yeri yoktur. Gerçekten de, insanların, cüretliliği göze alarak suçlu diye va­ sıflandırdığım ız bütün aksiyonlarını önceden gör­ müş,emir ve kasdetmiş olan, odur. Şu halde şu ne­ ticeyi çıkarmalıyız ki ya bu aksiyonlar, kötü aksi­ yonlar değildir, yahut da bunların hesabını, insanın değil de, T anrılığın vermesi gerektir. Fakat bu önerm elerin her ikisi de, saçma ve dine aykırı olduğundan, bunların çıkarılmış oldukları dokt­ rin, — bu doktrinin kendisi dahi bütün bu itiraz­ lara açık bulunduğu için — hiçbir yönden doğru olamaz. Saçma bir netice, eğer zorunlu ise, baş­ langıçtaki doktrinin de saçma olduğunu ispat eder; bunun gibi, aradaki bağlantı da zorunlu ve kaçınılmaz bir bağlantı ise, kötü aksiyonlar da, başlangıçtaki sebebi kötü kılarlar. Bu itiraz, ayrı ayrı inceliyeceğimiz iki par­ çadan ibarettir: ilk olarak, şu var ki eğer, zo­


152

fNSAN ZİHNİ

runlu bir zincir yoliyle, insan aksiyonlarını T anrılığa kadar çıkartm ak mümkünse, bunların çıktıkları ve tamamen iyi ve övmeye lâyık olan­ dan gayrı hiçbir şey ele alamıyacak olan V arlığın sonsuz m ükem m elliğinden dolayı hiçbir zamaâ kötü olam azlar; yahut da, ikinci olarak, eğer bu aksiyonlar kötü ise, T anrılığa yorduğumuz m ü­ kem m ellik sanını kaldırm am ız ve T anrılığın, bü­ tün yaratıklarındaki suçluluğun ve mânevi şeref­ sizliğin en son sebebolucusu olduğunu kabul etmemiz lâzımdır. Birinci itiraza verilecek cevap, kolay ve kan­ dırıcı gibi görünüyor. Birçok filozoflar var ki tabiatın bütün olaylarını sıkıca inceledikten sonra, tek bir sistem olarak göz önüne alınınca bütünün varlığının her devresinde, mükemmel bir hayıristerlikle düzenlenm iş olduğu ve mümkün olan en büyük saadetin de, hiçbir fenalık veya gerçek, yahut da kara sefalet karışım ı olmaksızın, eninde sonunda yaratılm ış olan bütün varlıklara nasibolacağı neticesine varırlar. Bu filozofların de­ diklerine göre, her fiziki ıstırap ve fenalık, bu hayırister sistemin bir parçasını meydana getirir, hattâ daha büyük bir fenalığa meydan vermeksi­ zin, yahut da bundan meydana gelebilecek daha büyük bir iyiliğe engel olmaksızın, egemen bir etken olarak incelenen Tanrılığın asıl kendisi tarafından bile ortadan kaldırılamaz. İşte bu kuram dan bazı filozoflar ve asil eski Stoiacılar tilm izlerine, çektikleri acıların, hakikatte ev­ ren için bir takım hayırlar meydana getirdiği­


İNSAN ZİHNİ

153

ni ve tabiatın bütün sistemine, herşeyi kavrıyabilecek genişlemiş bir görüşle bakılınca, her ola­ yın, sevinç ve neşe konusu oluverdiğini Öğrete­ rek bütün acı ve kahırlardan birer teselli kay­ nağı çıkarıyorlardı. Lâkin bu çeşit bir usavurma, hem ulu hem de aklı çelici olm akla beraber pratikte âcizliğini ve verimsizliğini çarçabuk gös­ teriyordu. Meselâ şiddetli m afsal ağrıları çeken bir adama, kalkıp da tenindeki zarar verici hum orları (m alignant hum ours) meydana getirip münasip kanallardan tandonlarâ ve sinirlere gö­ türm üş şimdi de, burada bu kadar kıvrandırıcı sancılara sebebolmuş olan bazı genel ya­ saların eğilm ezliğinden söz ederseniz, muhakkak ki adamcağızı sakinleştirecek yerde öfkelendirir­ siniz. Bu genişlemiş, şahsen rahat ve huzur için­ de bulunan bir spekülâsyon m eraklısının hayal gücünü bir an için okşıyabilir;, fakat insan, tu t­ kunun veya acının heyecanlarına kapılm am ış bu­ lunduğu bir sırada bile, bu görüşler, zihinde ne devamlı olarak kalabilirler, ne de bu kadar kuv­ vetli karşıkoyanlar önünde dayanma gösterebilir­ ler. D uygulanım lar, kendi objelerini daha dar ve tabiî bir incelemeye tâbi tutarlar, hattâ, insan zihninin âcizliğine göre daha uygun düşen bir idare sayesinde, yalnız etrafım ızdaki realiteleri gözetlerler ve ancak şahsi sisteme göre iyi veya kötü görünen olaylarla harekete gelirler. D urum , maddi acı için olduğu gibi, mânevi acı için de aynıdır. Şu halde amaca elverişli ol­ m aktan çok uzak bulunan bu görüşlerin, birinci


154

İNSAN ZİHNİ

hal için esasen böyle etkisiz olduktan sonra, ikinci hal için daha etkili olacağını sanmak, ak­ la yakın alamaz. Zaten insan zihni, tabiatı icabı, o suretle yapılm ıştır ki bazı karakterler, bazı eği­ lim ve aksiyonların karşısında, derhal övme veya yerme hissini duyar, şu kadarki hattâ yapısı ve bünyesi için bunlardan daha lüzum lu heyecanlar yoktur. Takdirim izi çeken karakterler, insan cem iyetinin, herşeyden evvel, sulh ve sükûnuna yardım edenler olduğu gibi takbihimizi çeken­ ler de, herkesin fearar ve düzensizliğine yönel­ ten lerd ir: işte bundan, ahlâki ve mânevi duygu­ ların, ister vasıtalı ister vasıtasız olmak üzere, bu birbirlerine zıt ilgilerin bir aksetmesinden ibaret olduğunu, akla yakın olarak, varsayabi­ liriz. Bazı felsefi düşünüşlerin başka türlü bir görüş veya tasavvur gütmesi, yani herşeyin bü­ tüne göre iyi olduğunu ve cemiyetleri rahatsız eden keyfiyetlerin ise, esas itibariyle, rahatlık ve saadetini daha doğrudan doğruya sağlıyanlar kadar iyi etkili, hattâ tabiatın ilk niyetine aynı derecede uygun olduklarını ileri sürm elerinin ne değeri olabilir? Gerçekten bu kadar m aksat­ tan uzak ve belirsiz olan spekülâsyonların, obje­ lerin tabiî ve vasıtasız gözlem inden meydana gelen duygulara üstün gelebilm eleri kabil mi hiç? ö n e m li bir m iktar parası çalınan bir ada­ mın, bu kayıptan dolayı duyduğu acının bu yük­ sek görüşlerle azalmasına imkân var mı? Şu halde bu insanın suça karşı duyduğu mânevi, ahlâki nefretin, bu görüşlerle bağdaşamaz olduk-


İNSAN ZİHNİ

155

la n niçin varsayılacakmış? Y ahut da erdem le düş­ künlük arasındaki bir gerçek ayırdetm enin ka­ bul edilmesi, meselâ şahsi güzellikle çirkinlik arasındaki gerçek ayrılışın tanınıp kabul edilmesi gibi, felsefenin bütün spekülâsyoncu sistemleriyle niçin bağdaşamaz olsun? Bu ayırdetm elerin her ikisi de, insan zihninin tabiî duyguları üzerine kurulm uş bulunuyor, şu kadar ki bu duygular, hiçbir felsefi kuram veya spekülâsyon tarafından — bu kuram veya spekülâsyon ne olursa olsun — ne baskı altına alınabilir, ne de değiştirilebilir. ikin ci itiraz, bu derece kolay ve memnun edici bir cevap kabul etm em ektedir; meselâ na­ sıl olup da T anrılığın, aynı zamanda ahlâki günah ve şerefsizliğin sebebolucusu olmaksızın insanların bütün aksiyonlarının vasıtalı sebebi olabileceğini açıkça açıklamak m üm kün değildir. Bu gibi haller, kendi tabiî haline kalm ış ve yar­ dım dan m ahrum olmuş alelâde akıl ve zihnin yanaşmaya bile elverişli olm adığı sırlardır, şöy­ le ki bu akıl ve zihnin benimsemiş olduğu sistem ne olursa olsun, bu gibi konularda attığı her adım da, kendisini, ister istemez içinden çıkıl­ maz zorluklara, hattâ çelişmelere saplanmış bu­ luyor. İnsan aksiyonlarının tarafsızlık (indiffe­ rence) ve olum salıllığını (contingency) önbili (prescience) ile bağdaştırm ak, yahut da m utlak k arar ve buyrultular (absolute decrees) kura­ m ını m üdafaa etmek, lâkin aynı zamanda da T an rılığı, günahın sebebolucusu olmak şikâye­ tinden temizlemek şimdiye kadarj görüldüğü üze­


156

İn s a n

z ih n i

re, felsefenin bütün gücünü yenip aşagelmiş olan bir olaydır. İşte, bu ulu sırlara ermeye çalışırken felsefe bu yüzden olsun cüretliliğinin keşke far­ kına vers? da böylece bu karanlıklar ve tereddüt­ lerle dolu bir alanı terk ederek gerekli bir tevazu ile kendi öz ve gerçek ülkesine yani her günkü ha­ yatın incelenmesine dönse: burada ise böyle uç­ suz bucaksız bir şüphe, kararsızlık ve çelişmeler okyanosuna atılm aksızın kendi araştırm alaını na­ sılsa harcıyabileceği bir sürü zorluklar bulacaktır.


IX .

BÖLÜM

HAYVANLARIN AKLI ÜZERİNE O lguya ait şeyler hakkında usavurmalarımızın hepsi bir nevi andırm a (analogy) üzerine kuruludur ki bu bizi herhangi bir sebepten bu sebebe benzer sebeplerden meydana geldiklerini m üşahede ettiğim iz olayların aynını beklemeye yöneltir. Sebepler birbirlerine tamamen benzedik­ leri zaman, andırm a mükemmel olup bundan elde edilen çıkarsama da m uhakkak ve kandırıcı sayılır: meselâ bir dem ir parçasına bakınca o ana kadar gözleme konu olmuş olan bütün başka hallerde olduğu gibi bu parçanın da ağırlıkla kendi kısım ları arasında bir (birbirine yapışıp tutm a) (cohesion)gösterdiklerinden hiç kimse şüp­ he etmez. Fakat objeler bu derece tam bir ben­ zeşim (sim ilitude) gösterm edikleri vakit andırm a daha az mükemmel olur, çıkarsama da bu benze­ şim ve benzeyiş oranında, hattâ [henüz olduk­ ça kuvvetli bulunm akla beraber daha az kandı­ rıcı olur, işte tek bir hayvan ürerinde yapılan bu anatom ik gözlem lerin kaplam ı hep bu nevi usavurmaya göre bütün hayvanları içine alacak gibi genişletilir; bu bakım dan faraza kan dola­ şımının bir kurbağa veya bir balık gibi tek b ir yartıkta var olduğu açıkça ispat edilince bu


158

İNSAN ZİHNİ

keyfiyet aynı prensipin bütün yaratıklarda var olması lehinde kuvvetli b ir önbelge sanısı (presum ption) meydana getirir. İşte andırm aya dayanan bu gözlem ler de böylece daha ilersine, şimdi ele almış bulunduğum uz gözleme kap­ lanabilir; ve insandaki zihnin işlevlerini veya tutkuların kaynak ve bağlantılarını izah etti­ ğimiz herhangi bir kuram -eğer aynı kuram ın bütün diğer hayvanlarda da aynı olayları izaha elverişliyse büsbütün etki ve otorite kazanır. İşte bundan önceki konum uzda bütün deneysel usavurm alarını açıklamaya uğraştığım ız varsayım (hypothesis) hakkında denemesini yapmaya çalı­ şacağımız budur: Bu suretle bu yeni görüşün, bundan önceki bütün gözlem lerim izi kuvvetlen­ dirmeye yarıyacağını umarız. tik olarak hayvanların, tıpkı insanlar gibi deneyden birçok şeyler öğrendikleri ve aynı olay­ ların, hep aynı sebeplerden ileri gelecekleri çıkar­ samasına vardıkları besbelli gibi görünüyor. Bu prensipe göre hayvanlar dış objelerin en duyulûr özeliklerini tan ırlar ve doğuşlarından başlıyarak ta ateşin, suyun, toprağın, taşın tabiatı, arzın yükselme ve alçalm aları v. s. bundan başka da bunların işlevlerinden meydana • çıkan netice­ leri üzerinde bilgilerini yavaş yavaş biriktiregeliyorlar. Bu hususta gençlerin bilgisizlikle ve deneysizlikleriyle, uzun b ir gözlem yardım iyle kendilerine zararlı olan şeylerden kaçınıp, tersine benliklerinde zevk veya, rahatlık tem in eden şey­ leri kullanmayı öğrenm iş olan yaşlıların kurnaz­


NSAN ZİHNİ

159

lığı ve çokbilmişliği arasındaki fark derhal göze çarpar. Meselâ sahaya alışmış olan bir at, atlıyabileceği yüksekliği tamamı tam am ına öiçebilir, ve kuvvet ve gücü dışında olanı başarmaya asla kalkışmaz. İhtiyar bir tazı da, avtn en yorucu kısmını kendinden gencine bırakır ve kendisi tav­ şanı yakalıyabilmek için, en elverişli olan köşe bucak ve dönemeçlerde pusuya yatar; ve bu alandaki tahm inleri ise, eski gözlem ve öngörü­ lerinden başka bir şeye dayanmaz. Hayvanlara ceza ve m ükâfatların uygun şe­ kilde verilmesi ile bunfarın birtakım aksiyonlar, hattâ bazen de, kendi tabiî eğilim ve içgüdülerine en zıt ve aykırı olan hareketler yapmayı öğre­ nebilm elerine bakılırsa, terbiye ve disiplinin hay­ vanlar üzerindeki neticeleri bu iddiamızın yerindeliğini büsbütün meydana çıkarır. M eselâ bir köpeğe kamçımızı kaldırıp onu tehdidettiğim izde, hayvanın acıdan korkması, evvelce geçirdiği tecrübeden dolayı değil m idir? Bunun gibi hay­ vanın kendisine taktığım ız /ada cevap vermesi, hattâ bu ad kadar keyfî bir sedadan, başka hay­ vanlara değil de, kendisine bitabettiğimizİ, fazla olarak, böyle bir to n ve edayla söylediğimizi belirli bir tarzda telâffuz ettiğim iz zaman, mak­ sadımızın kendisini çağırmak olduğunu kavra­ ması, gene bu deneyinden ötürü değil m idir? H er ne hal ise, biz hayvanın, duyularına vasıtasızca çarpanın ötesinde olm ak üzere, her­ hangi bir olay çıkarsadığını ve bu çıkarsamanın — sözü edilen varlık, karşısındaki hazır ve mevcut


160

İNSAN ZİHNİ

objenin, evvelce, buna benzer objelerden daima meydana geldiğini görm üş olduğu aynı neticeleri beklediğine g ö re — tamam en geçmiş deneye da­ yandığını görebiliriz. ikin ci olarak, hayvanın bu çıkarsamasının, birbirlerine benzer olayların, birbirlerine benzer objelerden ileri gelmesi ve tabiatın gidiş ve akışının, kendi işlevlerinde daima düzenli olması neticesine varmasını gerektirecek herhangi bir kanıtlam a veya usavurma yürüyüşü dolayisyle ol­ ması imkânsızdır. Çünkü şayet bu çeşit herhangi kanıtlam alar varsa, bunların keşif ve gözlenebilmelerı için ancak felsefe kafasına ve dehasına sa­ hip bir sezişin en büyük özenme ve dikkati buna yettiğinden, bu kanıtlar, hayvanlarınki kadar noksan anlayışlarca sezilemiyecek şekilde saklı olsalar gerektir. Şu halde hayvanlar, bu çıkarsa­ m alarda, usavurma yoliyle hareket etmezler; esa­ sen çocuklar da, alelâde aksiyonları ve sonuçları bakım ından, insanların çoğunluğu, hattâ hayatın aksiyona dokunan bütün alanlarında, esas bakı­ m ından avamdan farksız ve avamın güttüğü ku­ ralların aynını güden filozofların bizzat kendi­ leri de böyle yaparlar. Demek oluyor ki tabiat, bu alanda, herhalde, kullanışa daha elverişli ve tatbiki daha genel herhangi başka bir prensip sağlamış olsa gerektir. Esasen neticeleri sebepler­ den çıkarsamak gibi hayat için son derece önemli ve şüm ullü işlevin, kanıtlam a ve usavurmanın şüpheli, tereddüt dolu ve güvenilmez yürüyü­ şüne emanet edilemiyeceği meydandadır. Bu du-


İNSAN ZİHNİ

161

rum, insanlar hakkında şüpheli görülse bile, hayvanlar hakkında en ufak bir tereddüde yer bırakm ıyor gibidir; böylece bu iki halden biri hakkında varit olan netice, bir kere elde edildi mi, andırm anın bütün kurallarına göre bu neti­ cenin hiçbir istisna ve sınırlam a kabul etm eksi­ zin evrensel olarak, kabul edilmesi gerektiğine dair kuvvetli bir önbelge sanısı (presum p­ tio n ) karşısında kalıyoruz. H ayvanları, duyularına çarpan h er objeden, bu objenin her zamanki koşasını çıkarsamaya yönelten ve bu objelerden biri görününce, hayal güçlerini, objelerden ötekini inan adını verdiğimiz tarzda kavramaya götüren, ancak ve yalnız alışkanlıktır. İşte bilgi ve göz­ lememizin konusu olan duyar varlıkların, ister üst ister alt sınıflarının hepsinde olsun, bu işler üzerinde verilecek başka hiçbir açıklama yok­ tu r [ O ; ____________ [1] M adem ki olay veya seb ep lere a it bütün usa­ vurm alar, sırf alışk an lık tan (cnstom ) ileri g elm ek ted ir, gu kaide acaba nasıl oluyor da, insanların usavurm a hu­ su su n d a h ay v an lan , ve herhangi b ir kim senin b aşk a b ir kim seyi bu k a d a r geçtiği sorulabilir. A yni alışk an lığ ın hepsi üzerin d ek i etk isi aynı değil m id ir? B urada insan anlayışları arasın d ak i büyük farkı, kısaca, açıklam aya çalışacağız; bundan sonra ise, insan­ larla hayvanlar arasındaki farkın seb eb i, kolayca anla­ şılm ış o lacak tır. 1. — Biz, b ir m üddet yaşayıp da böylece ta b ia tın b irö rn ek liğ in e a lıştık mı, genel b ir alışk an lık (habit) k azanır ve, bu sayede, daim a b ilinm işi bilinm em işe n ak ­ lederek İkinciyi birinciye benzer su re tte id ra k ed eriz. Böylece bu genel ve alışılm ış prensip sayesinde te k b ir tecrübeyi bile, b ir usavurm anln tem eli sayar, ve, tecrü b e itin a ile ve b ü tü n yabancı hal ve şa rtla rd a n bağım sız

11


162

İNSAN ZİHNİ

Fakat, hayvanlar, ilgilerinin büyük bir kıs­ mını, gözlemden elde ettikleri halde, büyük bir kısm ını da, daha başlangıçtan beri tabiatın elin­ den elde etmiş bulunurlar. Şöyle ki bu sonuncu bilgiler, hayvanların, hattâ en uzun pratik ve deneylere rağmen, ya az yahut da hiç ilerleme elde etm edikleri — alelâde durum ve fırsatlarda gösterdikleri kabiliyet derecesini fazlasiyle aşar. İşte biz, bunlara içgüdüler adını verir, ve bun­ lara, insan İdrakinin topyekûn bütün araştırm ala­ rının açıklanmaya elverişli olmıyacağı çok ola­ ğanüstü bir şey diye hayran olmaya eğilimi bu­ lunuruz. Fakat hayvanlarla beraberce malik bu­ lunduğum uz ve hayatın da bütün gidiş ve akışı­ nın tâbi bulunduğu şu deneysel (experimenolarak yapıldığı zaman da, buna benzer b ir olayı, ol­ d ukça büyük b ir k esin lik derecesiyle bekleriz. D emek ki peylerin sonuçlarını gözlem ek, önem i b'iyük olan b ir hal sayılm ıyor ; bu suretle, b ir insan, dikkat, bellek ve göz­ lem bakım ların d an , d iğ er b ir insanı fersah fersah geçe­ bileceğine göre, bu hal, b unların usavurm alarında çok büyük b ir fa rk m eydana g e tirir. 2.— H erh an g i b ir neticeyi m eydana getirm ek husu­ sunda, o rtad a çapraşık b ir seb ep ler toplum u varsa, insanın birinin zihni, ö tek in in k in d en çok daha g e n i; olabilece­ ğinden, bu objeler sistem inin bütününü çok daha iyi k av rly ab ilır ve, böylelikle de, bunun neticelerini doğru olarak çık arab ilir. 3. — B ir insan, b ir sonuçlar zincirini uzatm akta, b ir başka insandan çok deha k ab iliy etli olabilir. 4. — B ir fik ir k arışık lığ ın a düşm eden ve fik irleri b irb irle rin e k a rıştırm ad an , uzun m üddet düşünebilen, az insan vardır ve bu k a b iliy etsizliğ in tü rlü dereceleri v ardır. 5.—V argının bağlı bulunduğu hal ve gerektirm enin,


İNSAN ZİHNİ

163

tal) usa vurmanın, bizde, gıyabımızda etki yapan ve kendi bellibaşlı ileri bakım ından da, entelİektüel yetilerimizin öz objeleri olan fikir bağ­ lantılarının veya kıyaslam alarının hiçbiri tarafın­ dan yöneltilm emekte bulunan bir nevi içgüdü yahut da m ihaniki kuvvetten başka birşey olm a­ dığını göz önünde bulundurunca, bu hayranlığı­ mız, belki de, yok olur veya azalır. İçgüdü, her ne kadar insanda ve hayvanda başka başka ise de, insana ateşten kaçınmasını öğreten b ir içgüdü olduğu gibi, kuşa da, kuluçkaya yatmasını ve yavrularına gösterdiği bakım ın düzen ve yöneti­ m ini bu derece sağınlıkla öğreten de, gene bir içgüdüdür. çok kere, bazı yabancı ve d lşınlı (extrinsic)- olan başka bal ve g erek tirm elere k arışm ış olduğu sık sık vak idir. Bundan dolayı birin ci bal ve icabın ayrılm ası, çok defa, büyük b ir d ik k at, sağınlık ve incelik ister. 6. — Bazı genel k u ralların , tinsel b ir m üşahedeye göre m eydana g etirilm esi, çok nazik b ir işlem dir; şöyle ki gerek acele, gerekse, eşyayı bütün yüzlerince görm eğe engel olan b ir zihniyet d arlığ ı yüzünden, bu alanda yanlışlar yapm ak k adar harcı âlem b ir şey yoktur. 7.— A ndırm alara g ö re usavurm a yürüttüğüm üz za­ man, andırm alar k u rm ak ta en çok deneyi veya melekesi olan, en iyi usavurm a yürütür. 8.— Peşin hüküm lerden, terb iy ed en , tu tk u d a n , p a rti ve fırk a zihniyetinden vs.. ileri gelen eğilim ler, b ir in ­ sanda daha çok, d iğ erin d e daha az e tk i yapar. 9. — İnsan şah itliğ in e b ir kere güven d ik ten sonra, k itap lar ve konuşm alar, insanın düşünce ve deney a la ­ nını, kim inde, daha çok, kim inde daha az g en işletir. İş te bütün bunlardan başka, insanların anlayışları arasında fark y aratan daha birçok hal ve ş a rtla r b u l­ mak kolaydır.


X.

BÖLÜM

MUCİZELER ÜZERİNE I D r. T illotson'un yazılarında, gerçek baztr bulunm aya (real presence) karşı öyle bir kanıt vardır ki, bu, ciddî bir çürütmeye bu derece az lâyık olan bir doktrine karşı tasarlanacağı akla gelebilen kanıtların en özlüsü, en incesi ve en kuvvetlisidir. Bu bilgin ruhani başkan, gerek eski ve yeni 'A hitlerin (S cripture) gerekse gele­ neğin otoritesinin, kurtarıcı Peygamberimizin İlâhî misyonunu belgitlemeye yarıyan mucizele­ rini gözleriyle gören havarilerin yalnız şahitliği­ ne dayandığı, herkesçe kabul edilm iştir, der. D e­ mek ki H ıristiyan dininin doğruluğu hakkındaki garantim iz, duyularım ızın garantisinden daha zayıftır; zira bu garanti, dinim izin ilk taraftar­ larında bile, İkinciden daha üstün olmadığı gibi, hele kendilerinden tilm izlerine geçerken büsbütün azalöuş olacağı, fazla olarak hiç kimsenin de, meselâ kendi duyularının vasıtasız objesinin şa­ hitliğine karşı duyduğu güven kadar bu önayak olucularla tilm izlerin şahitliğine itim at duyamıyacağı da besbellidir. Fakat nispeten daha zayıf olan bir garanti, daha kuvvetlisini hiçbir zaman


İNSAN ZİHNİ

115

yok edemez; bundan dolayı da, gerçek hazır bu­ lunm a doktrini, eski ve yeni A hitlerde ne kadar açıkça ifşa edilmiş olursa olsun, bu doktrini, kabul etmemiz, doğru usavurma kurallarına büs­ bütün zıt ve aykırı olur. K endilerine sadece dış şahitlikler göziyle bakıldığı ve herkesin gönlüne «Kutsal R uhun» (H oly S pirit) ilham ve etkisi işlemedikçe, ne Eski ve Yeni A hitler, ne de gelenek, duyularm kine eşit bir apaçıklık ve garanti taşım adık­ ları için, A hitlerle geleneğin üzerine kurulm uş varsanılan bu doktrin, duyularla çelişme halin­ dedir. Şu halde bu neviden kati ve kesin b ir kanıt kadar yerinde bir şey olamaz, zira bu kanıt, en dikkafalı sofularla en küstah yanlış inan sahip­ lerini, hiç olmazsa, susturmasını ve bizi, bunla­ rın aşırı uygunsuzluklarından kurtarm asını bil­ melidir. İşte ben, şimdi, bu çeşit bir kanıt mey­ dana koymuş olduğum u ümidediyorum, öyle bir kanıt ki, şayet doğruysa, hakîm ve bilgili insanların elinde, yanlış inana dayanan her türlü kuruntuya karşı devamlı bir fren ödevini göre­ bilir ve böylelikle, dünya durdukça faydalı ola­ bilir. Zira, öyle tahm in ediyorum ki mucize ve harika hikâyeleri de, gene dünya durdukça kut­ sal olan ve olm ıyan her çeşit tarihte yer bulm ak­ ta devam edegeleceklerdir. Olguya ait şeyler üzerinde hüküm yürüttüğü­ müz zaman tek yol göstericimiz, deney olm akla


166

İNSAN ZİHNİ

beraber bu yol göstericinin hiç şaşmaz olmadığı, h attâ, bazı hallerde, bizi hataya saptıracağı da kabul edilm elidir. Meselâ bizim iklimimizde yaşıyan bir kişi aralık ayına nispetle haziran ayında havanın daha iyi olacağını umarsa, hem deneye uygun hem de doğru bir tarzda muhakeme yürütm üş o lur; fakat aynı kişinin, beklediği olay hususunda um gusunun tersine çıkması da, pek­ âlâ m üm kündür. Fakat böyle bir durum karşı­ sında, bu kişinin deneyden şikâyete hakkı ola­ m az; zira bazı olayların, canlı ve işlek bir gözlem sayesinde öğrenebileceğimiz bu kararsızlığını bize, genel olarak olayların bu çatışması yoliyle, önceden haber veren, gene deneydir. Gerçekten bütün vargılar, varsam lan sebeplerinden . hep aynı kesinlikte meydana gelmezler. Bazı olayla­ rın her m emlekette ve her şartta, kendilerini kendi aralarında hep birbirlerine bağlı olarak göster­ melerine karşılık, başka olaylar da vardır ki bunlar, daha değişken bulunm uş ve bekleyişimizi, bazen boşa çıkarm ışlardır; şöyle ki olguya ait şeyler üzerindeki usavurmalarım ızda güvenin tasarlanabilen bütün derecelerinden tutun da, mâ­ nevi garantinin en aşağı çeşidine kadar hepsi vardır. Demek ki uslu akıllı bir insan, inanını bu alanda m alik olduğu apaçıklığa ve garantiye (evidence) göre ayar eder. Şaşmaz bir deney üzerine kurulm uş bulunan sonuçlar karşısında bulundu mu olguyu tam bir güvenle bekler ve geçmiş deneyine bu olgunun ilerde var olacağı­


] NSAN ZİHNİ

167

na dair tam bir belge diye bakar. Başka haller­ de ise, daha büyük bir ağırbaşlılıkla davranır; birbirlerinin tersi çıkmış olan deneyleri tartar, hangi şıkkın en büyük deney toplam ına dayan­ dığını kendi kendine sorar: ve bu şıkkı tercihe, şüphe ve tereddütle, eğilim duyar. N ihayet, ka­ rarını verdiği zaman bile, bu hususta edinmiş bulunduğu apaçıklık ve garanti (evidence), olasıcılık (probability) diye adlandırdığım ızı aşmaz. Demek oluyor ki her olasıcılık, şık­ ların birinin ötekine üstün gelir gibi olduğu ve üstünlüğüne uygun bir apaçıklık ve garanti derecesi sağlar göründüğü bir deneyler ve göz­ lemler zıtlığını içerir. A ralarında tek bir çelişik (contradictory) olay bulunan yüz kadar birörnek olayın varlığı akla yakın olarak, oldukça kuvvetli bir güvenme derecesi sağladığı halde, bir yandan aşağı yukarı yüz, bir yandan da, elli kadar misal veya deney, herhangi bir olayın beklenmesini şüpheli kılar. Bütün hal ve m isallerde birbirle­ rine zıt olan deneyleri, birbirlerine zıt olduk­ ları zaman, tartıp kıyaslamalı ve üstün garanti­ nin sağın kuvvietini öğrenmek için, küçük sayı büyükten çıkarılm alıdır. Bu prensipleri tinsel bir örneğe tatbik etmek için insanların şahitliğiyle gözle gören şahit ve seyircilerin deyim lerinden çıkarılan usavurma tar­ zından daha ortaya yayılmış, hattâ insan hayatı için daha faydalı ve zorunlu hiçbir usavurmanın var olm adığını göz önünde tutabiliriz. Ancak bu çeşit usavurmanın, sebeple netice bağlantısı


168

İNSAN ZİHNİ

üzerine kurulu olduğu, belki inkâr edilecektir. Bir kelim e üzerine tartışm a yapacak değilim. Fakat bu çeşitten herhangi bir kanıta olan güvenimizin, insan şahitliğiyle olguların, 'şahitlerin ifadelerine göre gösterdikleri alışılmış uygunluğun doğruluğu üzerindeki gözlemimizle başka hiçbir prensipten ileri gelm ediğini belirtm ek yeter. Kendi arala­ rında görülebilir hiçbir bağlantıları olmıyan ob­ jelerin var olm adığı ve bunların birinden ötekine gitm ekle elde edebileceğimiz bütün çıkarsama­ ların, sadece, bu objelerin devamlı ve düzenli beraberlikleri üzerindeki deneyimize dayandık­ ları, genel bir kural olduğundan, besbellidir ki insan şahitliği lehindeki bu kural hususunda istisna yapmamamız gerektir; zira bu kuralın herhangi bir olayla bağlantısı, kendi varlığında, başka herhangi bir bağlantı kadar az zorunlu görünüyor. Eğer bellek bir dereceye kadar kuv­ vetli ve güvenilir olmasa, insanlar da, genel ola­ rak, içlerinde hakikata karşı eğilim ve dürüstlük prensipi beslemeyip, yalanları yüzlerine vurulunca, utanm a ve arlanm a duym asalardı, ve eğer bun­ ların, insan tabiatına yapışık nitelikler olduğunu deney ile bulmasaydık, insan şahitliğine hiçbir zaman zerre kadar güvenmezdik. Nasıl ki sayık­ lama halinde olan bir insanın, veya sahteliği ve ahlâksızlığiyle tanınm ış olan bir adamın, üzeri­ m izdeki etki ve otoritesi sıfırdır. Bundan başka insanların şahitlik ve deyim­ lerinden ortaya çıkan apaçıklık ve garanti, geç­ miş deneye dayandığı gibi, deneyle birlikte de­


İNSAN ZtH Nt

169

ğişir, ve filân çeşit anlatm a ve deyimle falan çeşit obje arasındaki beraberliğin devamlı veya değişken olmasına göre, bu garanti bazen bir belge ve bazen de bir olastlık sayılır. Bu çeşit yazıların hepsinde dikkate alınm ası gereken birçok hal ve gerektirm eler vard ır: fazla olarak bu yargılar üzerinde ortaya çıkabilecek bütün tartışm aları çözmemize yarıyan son ölçü de, daim a deney ve gözlemden çıkar. Ancak bu de­ ney, herhangi bir yönden tamamen birörnek ol­ mazsa, hem yargılarım ızda kaçınılmaz bir çatışma hem de başka herhangi bir inan ve apaçıklık (evidence) da olduğu kadar kanıtları aynı surette zıtlığı ve karşılıklı yok etmesiyle elele gider. Başkalarının hikâyeleri hususunda çok kere tereddüdederiz. H erhangi bir şüphe ve tereddüde yer bırakan birbirine zıt halleri tarta r ve kıyas­ larız; herhangi bir tarafta bir üstünlük sezersek de, bunu kabul eyler, ancak bunu, karşı koyan tarafın kuvvetine uygun bir güven azalmasiyle yaparız. Şimdiki örneğe göre, inanm a sebeplerinin bu zıtlığı (contrariety of evidence) başka başka olan, m eselâ: birbirlerini yok eden şahitliklerin tezadı, şahitlerin karakter veya sayısı, ifade ver­ me tarzları, veya bütün bu durum ların birleşmesi gibi, türlü sebeplerden ileri gelebilir. H erhangi bir olay karşısında şahitlerin birbirlerini yok et­ tiklerini, sayıca az olduklarını, veya karakterle­ rinin güvene değer olm adığını, iddialarının her­ hangi bir çıkarlarına uygun geldiğini, ve sonun­


170

İNSAN ZİHNİ

da, ifadelerini ya tereddütle veya fazla şiddetli ısrarlarla verdiklerini görürsek kendiliğinden şüpheye düşeriz, tşte bunun gibi insan şahitliğine dayanan herhangi b ir kam dın kuvvetini azaltabi­ lecek veya yok edebilecek daha bir sürü özellik­ ler vardır. Meselâ farzedinız ki şahitliğin meydana koy­ maya çalıştığı olgu, harika ve mucize nev’indendir, Bu halde, şahitlikten meydana gelen apaçık­ lık ve garanti, olgunun az veya çok alışılmış olu­ şuna göre az veya çok çok bir azalmayı içerir. Şahitlere ve tarihçilere gösterdiğim iz saygının sebebi, bu şahitlikle realite arasında a priori olarak sezdiğimiz bir bağlantıdan değil, fakat bu şahitlikle realite arasında bir uygunluk gör­ meye alışmış bulunduğum uzdandır. Lâkin üzerin­ de şahitlik edilen olgu, gözlemimize nadiren çarpmış olan bir olguysa, ortaya birbirlerine zıt iki deneyin çatışması çıkar ki, bu deneylerden biri, kendi kuvvetine göre ötekini yok eder; üstün gelen deney de, zihin üzerinde, ancak kuv­ vetinin geri kalaniyle etki yapabilir. Şahitlerin deneyleri lehinde bize oldukça güven veren aynı deney prensipi, aynı zamanda, bize, bu misalde, bu şahitlerin ortaya koymaya çalıştıkları olguya karşı da başka bir güven v e rir: bu ise, ister is­ temez bir karşı ağırlık ve inanla otoritenin karşılıklı yok edilmesini meydana getiren bir çelişmedir. Vaktiyle Roma’da ata sözü haline gelmiş olan bir deyimç g ö re: «Bu hikâyeyi bana Cato’nun


İNSAN ZİHNİ

171

kendisi söylemiş olsaydı bile, inanamazdım» sözü, bu vatansever filozofun sağlığında dahi tekrar­ lanırdı { l} . Demek ki bir olgunun inanılm azlı­ ğının, bu kadar büyük bir otoriteyi bile zayıfla­ tabileceği kabul ediliyordu. Bunun gibi, kendisine don veya kırağı ola­ yının netice ve etkileri, ilk defa, anlatılırken işit­ tiklerine inanmıyan H intli prens, doğru muhakeme yürütüyordu. Fazla olarak kendisince bilinmiyen ve, aynı zamanda, haklarında devamlı ve hirörnek bir deney edinmiş olageldiği olgulara bu kadar az benziyen birtakım tabiî şartlardan meydana gelme olgulara inanm ak için, bu prensin tabiatiyle çok kuvvetli şahitlere ihtiyacı vardı: Zira bu yeni olgular, prensin deneyine zıt olm a­ m alarına rağmen, onun bu deneyine uygun da değillerdi {2}. [1] P lu ta rk h o s : in V ita C atonis. [2] H içb ir H intlinin, suyun soğuk iklim lerde d o n ­ m adığını deneyle bilemiyeceği aç ık tır ; zira bu, ta b ia tı, H intli için tam am en meçhul olan b ir durum a sokm ak olur: bundan ise ne netice çıkacağını a p rio ri olarak söylem ek, H in tli için im kânsızdır. Bu yeni b ir deney yapm aktır ki, bunun d a neticesi, daim a şüphelidir. Bazen andırm a (analogy) yoliyle ne netice çıkaracağını ta h ­ minle bulm ak, mümkün o lab ilirse de, bu, ne de olsa, tshm inden fazla b ir şey d eğ ild ir. Fazla olarak şunu da itira f etm ek lâzım dır ki, meselâ şu don veya kırağı o la­ yında olduğu üzere, olgu, andırm anın k urallarının tam tersine olarak meydana geliyor ve öyle b ir su re tte b eli­ riyor ki aklı başında b ir H in tli, bu olguyu beklem ez. Soğuğun su üzerindeki etkisi, soğuğun derecesine göre tedrici d e ğ ild ir: nitekim donm a noktasına varınca, su, b ir anda, tam b ir sıvılık durum undan tam b ir k atılık


172

İNSAN Z lH N l

Fakat şahitlerin iddiasının tersine olan ola­ sılığı çoğaltm ak üzere, bu şahitlerin ileri sürdük­ leri olgunun olağanüstü olacak yerde, gerçekten mucizelik olduğunu farz edelim ; bundan başka, bu şahitliğin de, ayrı ve kendi başına ele alınınca tam bir belge değerinde bulunduğunu farz ede­ lim : bu takdirde, ortada, belgeye karşı belge var dem ektir ki bunların üstün gelecek olanı, belge­ lerin en kuvvetlisidir. B ununla beraber bu üstüngeliş gene, karşı belgenin kuvvetine göre, kendi kuvvetinin azalmasiyle olur. Bir mucize, tabiat kanunlarının bir bozulma­ sıdır; ve bu kanunları meydana koymuş olan, ancak sağlam ve değişmez bir deney olduğu için bir mucizeye zıt olan belge, olgunun kendi ta­ biatı icabı olarak, tasarlanabilen herhangi bir de­ ney kanıtı kadar tam dır. Bütün insanların ölmesi lâzım geldiği, kurşunun, kendiliğinden havada asılı kalamıyacağı, ateşin odunu yaktığı ve su ile söndürüldüğü, olasıdan da fazla bir şey olması durum una geçer. D emek k i böyle bir olguya olağanüstü denebilir; şu k a d ar ki sıcak ik lim lerde yaşıyan insanları bu olguya inandırm ak için, oldukça kuvvetli şahitliklere ihtiyaç v ard ır. Bununla b e ra b e r bu olgu, ne m u cizevi, ne de, bütün hal ve g erek tirm elerin aynı bulunduğu m i­ sallerde, ta b ia tın sey rin in g ö sterd iğ i b irö rn ek deneye z ıttır. S u m atra halkı, k endi m em leketlerinde suyu daim a seyyal ve ak ar o la ra k görm üş olduklarından, nehirlerini donm uş olarak görecek olsalar, bunu herhalde, mucize sayarlar: fak at kış esnasında, M oskova'da hiçbir zaman su görm em iş oldukları için, böyle b ir şey görecek olsa­ lar, bunun neticesi hakkında, akla yakın o larak b ir şey ileri sürem ezler.


İNSAN ZİHNİ

173

nedendir: bu olayların, tabiat kanunlarına uygun görünm elerinden, ve aynı olayların meydana gel­ mesine engel olmak için, ancak b it mucizenin, yani, başka deyimle, bu tabiat kanunlarının bo­ zulmasından vaki olması gerektiğinden dolayı değilse, ya nedendir? T abiatın alelade, ber za­ manki gidişi boyunca meydana gelen hiçbir şey, hiç de mucize sayılmaz. Meselâ görünüşte sıhhatte olan bir adam ın ansızın ölmesi, bir mucize de­ ğ ild ir; zirai bu çeşit bir ölüm , başka türlüsünden daha um ulm adık olm akla beraber, sık sık olur. Fakat ölmüş bir insanın yeniden canlanması mu­ cizedir. Çünkü bu, hiçbir çağda ve hiçbir memle­ kette görülm em iştir. Demek ki her türlü mucizelik olguya zıt olan birörnek bir tecrübe m utlaka var­ d ır; yoksa bu olgu, bu ada lâyık olmazdı, ö te yandan, birörnek bir deney, bir belge tabiatına vardığından, olgunun kendi özü olarak, her mu­ cizenin varlığına karşı tam ve doğrudan doğruya bir belge vard ır: ve buna üstün olan zıt bir belge olmadıkça da, ne böyle bir belge yok edi­ lebilir ne de mucize, inanılır durum a getirilm iş o lur £ l} . [1] Bazen b ir olgunun, kendi varlığınca, ta b ia t kanunlarına aykırı görünm em esi m üm kündür; halbuki bu olgu, gerçek olsaydı, ba^ı hal ve g e re k tirm e le r dolayııiyle, b ir mucize sayılabilirdi, zira filen bu kanunlara aykırıdır. Bunun gibi, eğer b ir kim se, İlâhî b ir oto ritey e sığınarak b ir hastaya iyi olm ayı, sıh h atli b ir insana dü­ şüp ölmeyi, b u lu tlara yağm ur yağm ayı, rü zg ârlara esmeyi, b ir kçlim eyle, ta b iî olayların çoğuna em retseydı, ve bu olgular, bu emrin arkasından, d erh al vaki olsalardı,


174

İNSAN ZİHNİ

Bundan çıkan açık netice, (ve bu, dikkate almamıza değer bir ku rald ır) hiçbir şahitliğin, bir mucizeyi tesbite yeter olmadığı, m eğer ki bu şahitlik, bu husustaki yanlışlık ve sahteliği mey­ dana çıkarmaya çalıştığı olgunun kendisinden daha mucizeli olsun. Bu takdirde bile, kanıtların bir­ birlerini karşılıklı yok ettikleri, ve nihayet, ka­ n ıtların en kuvvetlisinin, zayıf olanın ortadan kaldırılm asından sofıra, bize ancak geri kalan kuvvetin derecesiyle orantılı bir güven verdiği m erkezindedir. Biri gelip de bana bir ölünün dirildiğini gördüğünü söylerse, ben, derhal içim­ den bu kimsenin beni mi yoksa kendini mi aldattığının ve yoksa bana naklettiği olgubunlar, yerinde olarak, m ucize sayılabilirlerdi; zira onlar, bu hâlleriyle, ta b ia t kanunlarına gerçek ten z ıttırlar. Çünkü eğ er olguyla em rin tesad ü fen b ir arad a vaki ol­ d u k ların a d a ir herhangi b ir şüphe kalırsa, o rtad a ne m ucize, ne de ta b ia t k an unlarının bozulm ası v ard ır. E ğer bu şüphe yok edilirse, hem mucize, hem de bu ta b ia t kanunlarının bozulm asının v ar olduğu m eydanda­ dır; zira b ir insanın sesinin veya em rinin böyle b ir etkisi olm ası k a d a r ta b ia ta aykırı bir^şey olamaz. Bir mucize belginlikle şöyle tanım lanabilir: y a T a n rılığ ın tinsel bir istem i veya herhangi g ö rü n m iyen bir etkenin ortaya g irm esiyle bir tabiat k a n u n u n u n bozulm ası. Bir mucize, insanlarca g ö rü n ü r veya görünm ez olabilir. Bu, onun ne ta b ia tın ı ne de özünü değiştirem ez. Meselâ b ir evin veya bir vapurun havaya kalkm ası, görünür b ir mucize­ dir. Bunun gibi, b ir tüyün d e— meselâ rü z g â rın ,b u yolda lâzım olan kuvvetinden eksik olan m ikdar ne k a d a r az olursa olsun— havaya kalkm ası, bizim için, o k a d ar göze ç arp ar olm am akla b erab er, aynı derecede gerçek bir m ucizedir


İNSAN ZİHNİ

175

nun gerçekten vaki olup olm adığının mı daha olası olabileceğini düşünürüm. H er iki mucizeyi de kıyas eder, tartar ve takdir ettiğim üstünlüğe göre, kararım ı verip daima mucizelerin en büyü­ ğünü reddederim . Bu kimsenin inan veya görüşüme hükmedebilmesi, ancak ve yalnız şahitliğinin yan­ lışlığının, bana anlattığı olgudan daha mucizeli olduğu zaman mümkün olabilir. II Bundan evvelki usavurmada bir mucizenin dayandığı şahitliğin tam bir belge değerine va­ rabileceğini ve böyle bir şahitliğin yalan olm a­ sının da gerçek bir olağanüstülük meydana getirceğini farz etm iştik; fakat bu bağışlamada fazla cömert davranm ış olduğumuzu, zaten bu derece tam bir apaçıklık ve garantiye dayandığı belli olmuş hiçbir mucizelik olgunun hiçbir zaman var olmamış olduğunu göstermek kolaydır. Zira ilk olarak şuau söyliyebiliriz ki bütün tarih boyunca bir yandan sayı bakım ından yeter derecede çok, öte yandan da hem kendilerinnin herhangi bir kuruntuya kapılm adıklarını bize sağlıyacak derecede sağlam bir sağduyu, terbiye ve bilgi hem de başkalarını aldatm ak kastını güt­ mek yolunda hiçbir şüphe altında kalmıyacak ka­ dar söz götürm ez bir dürüstlük; aynı zamanda ya­ lan ve sahtelikleri meydana çıktığı takdirde bun­ dan ziyadesiyle zarar görecek kadar insanlar yanın­ da saygı ve şeref sahibi olan, fazla olarak da sözü edilen olguları iddianın sahteliğinin meydana


116

İNSAN ZİHNt

çıkmasını m uhakkak ve kaçınılmaz kılacak kadar m eşhur bir yerde ve genel ve açık bir surette ile ri' süren kimseler tarafından söylenmiş ve doğrulanm ış hiçbir mucize yoktur. Zira bütün bu hal ve şartlar insanların şahitliği üzerinde bize tam bir güven verebilmek için lâzımdır. İkinci olarak insan tabiatında öyle bir prensip gözliyebiliriz ki bu prensip çok yakından incelenince insan şahitliğine dayanarak herhan­ gi bir harika veya mucize lehine edinmiş ola­ bileceğimiz güveni son derece azaltır. Usavurmalarım ızda çok defa kullandığım ız kural, deneme­ diğimiz objelerin denediklerimize benzedikleri, bizce alelâde ve alışılmış olan şeyin, her zaman en olası bir şey bulunduğu ve ortada kanıtların zıtlığı oldu mu arkasına geçmiş gözlem gnıpunun en kalabalığını toplıyan kaaıdı tercih etme­ miz lâzım geldiği kuralıdır. Fakat bu kurala tâbi olurken her inanılmıyacak ve alışılmışa sığmıyan olguyu hernekadar derhal alelâde bir de­ rekeye indiriveriyorsak da daha ileri gittikçe zihin, hep aynı kurala tâbi olm akta devam etmez; nasıl ki son derece saçma ve mucize kabilinden b ir şey iddia edildi mi, insan, böyle bir olguyu, bu olgunun bütün otoritesini bozması lâzım gelen asıl hal ve şarttan doUyı bilhassa ve çarçabuk kabul eder. M ucizeler dolayısiyle du­ yulan şaşma ye hayran kalma heyecanı, tatlı bir duygu olduğundan insanda bu duyguyu meydana getiren olgulara inanm a yolunda ol­ dukça belirgin bir eğilim uyandırır. H attâ bu


in s a n z ih n i

177

o dereceyi bulur ki bu zevkten hemen faydalanm ıyanlar ve kendilerine haber verilen mucizeli havadislere inanmak fırsatını bulam ıyanlar bile, bu m em nunluğu ikinci elden veya tepki kabilin­ den olsun benimsemekten hoşlanırlar ve hiç ol­ mazsa başkalarının hayranlığını ayaklandırm aktan istek ve gurur duyarlar. Nitekim gezginlerin olağanüstü olaylarla do­ lu hikâyelerini, deniz ve kara ejderleri hakkındaki tasgirlerini, heyecanlı maceralar, acayip insanlarla bunların acayip, görülmemiş gelenek ve âdetlerini nakleden m asallarını herkes nasıl da can kulağiyle dinler! Fakat bu olağanüstülük sevdasına bir de dindarlık hissi karıştı mı, sağduyu elden gitti dem ektir; böylece bu şartlar içinde bulu­ nunca insan şahitliği elbette ki nüfuz ve yetki­ sini kaybeder. M ütaasıp bir kimse mizacı bakı­ m ından heyecanlı ve hararetliyse gerçekle ilgisi olmıyanı da gördüğünü kurabilir; hattâ deyimi­ nin yanlış olduğunu bildiği halde bile kutsal saydığı bir dâva uğrunda ve iyi niyetle id­ diasında durabilir veya kendi kuruntusuna ken­ di kapılm adığı zaman da bu defa gurur ve öz­ saygısı, şahsi ilgi ve çıkan, böyle kuvvetli bir sürüklem enin etkisiyle başka şartlar altın ­ daki herhangi uıı ım aııuı i lerinde etki yapabi­ leceğinden çok daha büyük bir kuvvetle ve herşeyden baskın çıkar. Bu kimsenin, bu şahitliği inceliyecek kadar anlayış ve usavurm alân olmıyabilir ve çok kere olmaz da; esasen anlayış ve usavurma namfna kendilerinde ne varsa bundan 12


178

İNSAN ZİHNİ

böyle kutsal ve esrarlı konular için prensip adı­ na vazgeçmiş bulunm aktadırlar. Vazgeçmemiş olsalar da bir yandan tutku, öte yandan da kızışmış bir hayal gücü usavurm alarının işlevle­ rinin düzenini bozuverir. Böylece bunların kolay inanırlığı karşılarındaki kimsenin cesurluğunu, onun cesurluğu da bunların- kolay inanırlığını karşılıklı olarak artırır. Güzel söz söyleme sanatı, erişebileceği en yüksek noktaya bir kere çıktı mı artık akıl veya düşünceye pek az yer bıraktıktan başka tamamen fantezi ve hayal gücüne veya duygu ve duygula­ nım lara hitabettiğinden dinleyicileri büyüler ve anlayışlarına hâkim olur. Çok şükür ki bu sanat en yüksek noktaya pek seyrek ulaşır, fakat ne de olsa, bir Cicero veya bir D em osthenes’in Romalı veya A tinalı bir dinleyici kalabalığı üzerinde ancak güç halle yapabileceği etkiyi her Capucin rahibi, her gezici veya oturucu vaiz, böyle âdi ve kaba tutkuları körüklem ekle, insanların ço­ ğunluğu üzerinde, hem de fazlasiyle, yapabilir. Bütün çağlarda, ya yok edici bir şahitlikle sahtelikleri meydana çıkmış veya sırf saçmalık­ ları yüzünden kendi kendilerini ele vermiş olan bir sürü sahte mucize, yalancı peygamberlik ve falcılıklar ve yalancı tabiatüstü olgular misal­ leri, insanların, olağanüstüye ve mucizelik ola­ na karşı duyduğu kuvvetli eğilimi yeteri kadar kanıtladığı gibi bu çeşitten bütün hikâye ve m asallara karşı da, yerinde olarak, şüphe uyandırm alıdır. Demek ki en alelâde ve en inanılır


I

İNSAN ZİHNİ

179

o lgular karşısında bile bizim tabiî düşünü; tar­ zımız, budur. Meselâ yazlıkta ve köylerde evlen­ melere ait havadisler kadar çabuk ve kolayca yayılan haber yoktur. O kadar ki birbirinin den­ gi olan iki genç, birbirleriyle iki üç kere gö­ rüştü mü, bütün konu komşu elbirliğiyle, onla­ rın çöpçatanı kesilirler. Bu kadar ilgi uyandırın bir havadisi vermek, yaymak ve herkesten önce başkalarına yetiştirm ek zevki, haberi her yana ulaştırıp dağıtır. Bu o kadaı bilinen bir şeydir ki kendini bilir hiçbir insan, bu dedikoduların kuvvetli bir belge ve şahitlikle doğrulandığını görmedikçe, bunlara kulak asmaz. Bunun gibi, dinin bütün mucizelerini aynı aşırı hararet ve iddiacılıkla varsayıp yaymak yolunda insanların çoğunu sürükliyen etkenler, acaba aynı tutkular, hattâ bunlarla birlikte, bunlardan da kuvvetli daha başka tutkular değil m idir? Üçüncü olarak, bütün mucize nev’inden ve tabiatüstü olan hikâyelerin aleyhine bir işaret de, bu hikâyelerin asıl bilgisiz ve iptidai m illet­ lerde bol bol var oluşlarıdır. Şu var ki eğer me­ deni bir kavim bu hikâyelerden bazılarına güleryüz göstermişse, bu kavmin bunları bilgisiz ve iptidai atalardan almış olduğu görülür ki bu ataların da, bu hikâyeleri kabul edilm iş fikir ve görüşlerle daima elele giden bozulamaz yaptırım (sanction) ve otorite ile devretmiş oldukları m uhakkaktır. Bu suretle biz, bütün m illetlerin ilk tarihlerini okumaya başladığımız zan>.an, ken­ dimizi tabiatın bütün yapısının yerinden oynamış


186

İNSAN ZİHNÎ

ve bozulmuş, her unsurundan kendi işlem lerini şim dikinden farklı b ir surette yaptığı, bambaşka bir âleme götürülm üş sanmaktan geri kalmayız. Bu âlemde savaşlar, devrim ler, veba, kıtlık ve ölüm , hiçbir zaman, deneyini görmüş bulundu­ ğumuz tabiî sebeplerin neticesi değildir. Arada, tabiî birkaç olay kalmışsa bile, harikalar, fal­ cılık ve kâhinlikler ve gökten inme cezalar, çok geçmeden, bunları da hiçe indirirler. Fakat aydınlanmış çağlara yaklaşıltıkça, olağanüstü şeyler, her sahifede, bir parça daha azaldığı için, biz de, yavaş yavaş, bu gibi şeylerde esrarlı ve­ ya tabiatüstü denebilecek bir yön olmadığını, tersine, belki herşeyin, insanların olağanüstü olan eğiliminden ileri geldiğini ve bu eğilimin, zaman zaman, sağduyu ve tahsille geme vurulabilmesine rağmen, insanın tıynetinden hiçbir zaman tamamiyle sökülüp atılam ıyacağını öğre­ niriz. Muhakemesi sağlam bir okuyucunun bu ha­ rika m eraklısı tarihçiler karşısında: «Ne garip­ tir k i böyle olağanüstü olgular zamanımızda artık olmuyor» diyeceği gelir. Fakat öyle sanı­ yorum ki insanların, her devirde yalan söyleme­ sinde, şaşılacak bir şey yoktur. Siz de, herhalde, bu za’fın, birçok m isallerine raslamışsınızdır. H attâ, gene mucizelerden dem vurdukları için, ortaya atılan fakat hakîm ve aklı başında kim­ seler tarafından yüz bulamamak dolayısiyle, ni­ hayet avamın bile gözünden düşen bir sürü masal ve deyimleri de işitmiş olsanız gerektir.


İNSAN ZİHNİ

181

Bu bakımdan, böyle dallanıp budaklanarak bu başdöndürücü yüksekliğe kadar çıkmış olan bu ün salmış yalanların da, bu suretle başladıkla­ rından fakat daha elverişli bir zemine ekilmiş oldukları için neticede, hikâye ettikleri mucize­ lere, hemen eşit olacak kadar büyüyüp gelişmiş bulunduklarından emin olunuz. Meselâ şimdi unutulm uş olm akla beraber, sahteliklerinin alanı olm ak üzere, Paflagonya’yı seçmekte vaktiyle çok tanınm ış olan yalancı pey­ gam ber Iskenderin bu hareketi, çok isabetli bir siyaset olm uştu; zira Lucien’in bize anlattığına göre, buranın insanları, son derece cahil ve ah­ mak ve en kaba saba uydurmaları, yutmaya da hazırmış. Kendileri uzakta oturan ve aynı zaman­ da, bu hususun, tahkika değer bir şey olduğuna inanm ak za’fını gösteren kimseler için, bundan daha mükemmel bilgi edinmek fırsatı olamaz. H ikâyeler bu kimselerin kulaklarına gelinceye kadar bire bin katılmış bir sürü tafsilâta boğul­ muş o lurlar. Zira densizlik, yalanı yaymakta işgüzar ve becerikli davranırken, uslu, akıllı ve bilgi sahibi insanlar da, genel olarak, an latılan ­ ların saçmalığiyle alay etmekle kalırlar. Fakat yalanın açıktan açığa meydana çıkarılıp çürütülmesine yarayacak tinsel noktaları öğrenmek kül­ fetine katlanm azlar. Ve zaten yukarda adı geçen sahtekârın da, cahil Paflagonyalılardan sonra, o tarihte Roma’da bulunan Yunan filozoflariyle bilgi ve seçkinlik bakım ından en ileri gelen kimselere varıncıya kadar kendine taraftar top-


182

İNSAN ZİHNİ

Uyabilmesi, hattâ hakim im parator Marcus-AureIius’un dikkatini çekip im paratorun seferlerinden birinin başarısını kendisine em anet ettirecek ka­ dar güvenini kazanabilmesi, hep bu yalancı fal­ cılık ve peygam berlikleri sayesinde olmuştur. Herhangi bir hile veya yalanı cahil bir kavm in içinde yaymakta öyle büyük faydalar vardır ki bu yalan, kavm in çoğunluğu üzerinde etki yapamıyacak kadar fazla kaba saba olsa bile — ki bu, seyrek olm akla beraber bazan vaki olu r — yalanın, ilk alanı olarak kendisine, me­ selâ ilim ve sanatları sayesinde ün almış olan bir site verilm iş olsaydı, buna nispetle, tersine en ücra diyarlarda tutunm a ve başarma ihti­ m alleri çok daha fazla bulunurdu. Bu barbar­ ların en cahil ve en barbarlan, masalı ta uzak­ lara kadar naklederler. Buna karşılık hileyi mey­ dana çıkarıp sıfıra indirm ek için hiçbirinin elin­ de ne geniş ilgi ve tanışıklıklar, ne de yeteri kadar saygı ve nüfuz vardır. Böylece insanların olağa­ nüstüye olan merak ve eğilimi, burada, iyiden iyiye çalışma fırsatı bulmuş olur. Faraza asıl meydana çıktığı yerde, elbirliğiyle yerin dibine batırılan bir masalın, birkaç m illik uzaklıkta ille doğru sayıldığı olur. Ancak İskender, ika­ m etgâhını şayet A tina’da kurm uş olsaydı, Atina gibi meşhur bir ilim am barının filozofları, bu işin içyüzü üzerindeki inanlarını, derhal, bütün Roma ülkesine yayarlardı ki, böylelikle, büyük bir otoriteye dayanan, fazla olarak da, m antık ve güzel söz sanatının olanca kudretine yaslan­


İNSAN ZİHNİ

183

mış bulunan bu inan da, insanların gözünü iyice açmış olurdu. Gerçi Lucien, tesadüfen, Paflagonya’dan geçerken, bu hayırlı hizmeti görmek fırsatını bulmamış değildir. Lâkin her İskender’­ in sahteliklerini böyle sezip de meydana çıkar­ maya hazır bir Lucien’in bulunm ası — dilemeye değer bir şey olm akla beraber — daima müm­ kün olmaz. Mucizelerin otoritesini azaltan dördüncü bir sebep olarak şunu ilâve edebilirim ki bu mucize­ lerin hiçbiri — hattâ uydurma oldukları açıkça meydana konmamış olanlar için bile — lehte bir şahitlik yoktur ki bir sürü aksi iddialarla yok edilmiş olm asın: şu suretle ki, bu sayede, bir yandan, mucize, şahitliğin itibarını yok eder­ ken öte yandan, şahitlik de, kendi kendini çürütmüş olur. Bu noktayı büsbütün açıklamış olm ak için, din bahsinde dinden başka olan her şeyin, ille din zıddı olduğunu, ve meselâ, eski Roma, Türkiye, Siam ve Çin'in dinlerinin hepsinin de, herhangi sağlam bir temel üzerine kurulm uş olm alarının imkânsız bulunduğunu göz önünde tutalım . Demek ki bu dinlerin her­ hangi birinde meydana geldiği farz edilen her mucizenin — ve bu dinlerin hepsinde, bol bol mucize vardır — amacı, yorulduğu özel sistemi doğrudan doğruya tespit etmekse, dolayısiyle meydana getirdiği netice de, kendinden gayrı olan her sistemi yıkm aktır ki bu yolda, aynı kuvveti sarf ettiği de m uhakkaktır. Mucize, rakip bir sistemi yok ederken, bu sistemin dayandığı


184

İNSAN ZİHNİ

mucizelerin itibarını da birlikte yok eder; şu kadar ki ayrı ayrı dinlerin mucizelerinin topuna, birbirlerine zıt o lgular diye bakmak gerektiği gibi bu mucizelere inanm ak yolundaki sebeple­ rin de, — bu sebepler ister kuvvetli ister zayıf olsun — birbirlerine zıt bulunduklarını,gözönüu de tutm ak lâzımdır. Bu düşünüş tarzına göre biz, meselâ, M uhammed’in veya M uham­ m et’ten sonra gelenlerin herhangi bir mucizesi­ ne inandığım ız zaman, inanım ızın kefili, bir avuç barbar A rabın şahitliğidir; öte yandan, kendi dinlerine ait herhangi bir mucizeyi anla­ tan Tite-Live, Tacitius, Plutarkhos’un, hasılı Yu­ nanlı, Çinli ve Rom en katolik olan bütün mü­ ellif ve şahitlerin otoritesini itibara almamız lâzım dır: şu halde, diyorum ki, bunların şahit­ liğini, •— sanki M üslüm anlığa ait olan şu muci­ zeyi zikretm işlerm iş gibi ve hikâye ettikleri— bu mucize lehinde gösterdikleri kesinliğin ayniyle ele almamız lâzım dır. Şimdi bu kanıt, belki de, lüzu­ m undan fazla ince elenmiş ve kılı kırka yarmış görünebilir; fakat, hakikatta, bir yargıcın yürüttü­ ğü aşağıdaki usavurma tarzından farksızdır: ger­ çekten yargıç, bir kimseye cinayet suçu yükliyen iki kişinin şahitliğini, aynı kimsenin, cinayetin işlendiği anda, cinayet yerinden iki yüz fersah uzaklıkta bulunduğunu iddia eden diğer iki kim senin şahitliğiyle yok edildiğini farz ve ka­ bul eder. Kutsal olmıyan, dine yabancı olan (profane) bütün tarihin içinde en kuvvetli tanıklıklarla


İNSAN ZİHNİ

185

beslenmiş bulunan mucizelerden biri, Tacitius'un Vespasien’e atfettiği m ucizedir: K endilerini birer mucize ile iyi edecek olan İm parator Vespasien’e başvurmalarını bildiren Serapis adındaki T an­ rının emri üzerine, İm parator Vespasien, İsken­ deriyeli bir körü, tükürüğiyle, bir topalı da, sadece ayağını topala dokundurm akla iyileştirmiş. Bu hikâyeyi, bu değerli tarihçinin eserinde bul­ mak kabildir; hikâyede, verilen her tafsilât, şa­ h itliğin değerini artırıyor gibidir; şu kadar ki eğer herhangi bir insan, çoktan beri gözden düş­ müş bulunan bu putperestçe yanlış inanın de­ ğerini, bugün, yükseltmeye kalksa, hikâyenin her hal ve şartı, kanıtlam a ve güzel söyleme sana­ tının olanca kudretiyle ve uzun uzadıya, genişletilebilir. Bu arada ileri sürülebilecek noktalar, meselâ şunlar olabilir: Bütün hayatında dostları ve kurtizanlariyle çok içli dışlı bir şekilde görüştüğü halde, İsken­ der’le D em etrius’un takındıkları acayip tanrılık edasını asla benimsememiş olan büyük bir im pa­ ratorun vekarı, ciddiliği, yaşı ve dürüstlüğü. Sözü edilen tarihçinin hem doğru sözlülük ve öz temizliliğiyje tanınm ış çağdaş bir yazar ol­ ması, hem de bütün İlk Çağın belki de en bü­ yük ve en derin görüşlü dâhisi bulunm ası; fazla olarak da, A llahsızlık ve dinsizlik gibi tam aksi bir itham a çarpacak kadar yanlış inan ve körü-, körüne güdülen boş bir inandan kurtulm uş ol­ ması. Bundan başka aynı tarihçinin, bu mucize­ nin naklinde, güvendiği kimselerin özünün tah-


186

İNSAN ZİHNİ

m in edilebileceği üzere, hem usavurm aların sağ­ lam lığı ve ahlâklarının dürüstlüğiyle nam almış kişiler olm aları; zira bu kişiler, olayı gözleriyle gören şahitler olduktan başka, bir de, şahitlik­ lerini, meselâ, Flavienne ailesinin artık hüküm ­ darlığı kaybedip de herhangi bir yalanı mükâfatlandıramıyacağı bir durum da bulunduğu bir sı­ rada ortaya koymuş bulunuyorlardı. V trumque, qui interjuerunt, nunc quoque memorant postquam nullum mendacio pretium {1 J. Şimdi eğer bu olaylara, — bize anlatıldıkları şekilde — bir de yaygın olma karakterini katacak olursak, kaba ye göz çıkaracak derecede ekini belli eden böyle bir sahtekârlık lehine bundan daha kuv­ vetli bir garanti tasavvur edilemiyeceği meydana çıkmış olur. İncelenmeye değer başka bir hikâye de, kar­ dinal de R etz’nin naklettiği hikâyedir. Bu siya­ set entrikacısı, düşm anlarının takiplerinden kur­ tulm ak maksadiyle, Ispanya’ya kaçtığı zaman, o tarihte, A ragon’un başkenti olan Saragosa’dan geçerken, burada, kendisine şehrin kilisesinde yedi sene kapıcılık etmiş olan ve şehirde otu­ rup da- kiliseye devam eden, herkesçe tanınan bir adam göstermişler. B<ı adamın, yedi seneden beri bir bacağının sakat olduğu bütün çevresinde bilm iyorm uş; lâkin sakat organı kutsal zeytinyağiyle oğmak suretiyle, adam, yeniden iki bacağına sahibolabilm iş. Esasen K ardinal de, [1] «Bugün a rtık yalanın d eğ eri kalm adığı halde, iki kifi hâlâ aynı iddiayı güdüyor.»


İNSAN ZlHNl

187

bize, adamı iki bacaklı olarak gördüğünü temin eder. Bu mucizeyi kilisenin bütün «chanoines» rahipleri tasdik ettikten başka bütün şehir halkı da görm eğe çağrıldı; bu vesile ile K ardinal da, halkın dinsever telâş ve heyecanından mucizeye tamam en inandığını görebildi. Bu sözde mucizeyi anlatan kimse, mucizenin iddia edildiği zamanda yaşadığı gibi şahsen de, dine inanı olmıyan, açık fikirli bir kimse, aynı zamanda da yük­ sek deha sahibi biriydi. Mucize ise çok garip bir tarzda olup benzer veya taklit kabul etmiyecek m ahiyetteydi; şahitlere gelince, onlar da, hem sayıca pek çok, hem de hepsi, varlığı­ nı ileri sürdükleri olayı âdeta gözleriyle gör­ müş kim selerdi, ö t e yandan, hem bu şahitli­ ğin kuvvetini ziyadesiyle artırabilecek, hem de, sırasında, hayretimizi çoğaltabilecek olan bir nokta da, şu ki, bu hikâyeyi anlatan K ardinalin kendisi, bu olaya hiç inanmamış gibi görünm ek­ tedir: bu bakımdan K ardinal, bu kutsal hileye katılmış olm aktan sanık tutulamaz. K ardinalin yerinde olarak güttüğü bir kanaate göre, bir ol­ guyu meydana getirmiş olan bütün hile ve kan­ dırm a hal ve şartlarını tekrar ortaya koymak suretiyle sahteliğini ortaya dökm enin ve şahitli­ ği böylelikle çürütm enin lüzumu yoktur. Zira K ardinal, insan, olgunun meydana gelmesi hâ­ linden zaman ve yer bakım ından biraz olsun uzakta bulundu mu, işin hilesini ortaya çıkar­ mak zaten, umumiyetle, imkânsızken, hele insan­ lığın büyük bir kısmının taassup, cehalet, hile


188

İNSAN ZİHNİ

ve sahteliğiyle yüz yüze gelince, bunun, son de­ rece, çetin bir şey olduğunu biliyordu. Şu halde, sağlam m uhakemeli bir kimse olmak bakımından, bu çeşit bir şahitliğin kendi sahteliğinin dam­ gasını, kendi yüzünde' taşıdığı, ve herhangi bir insanın ifadesine ve doğrulam asına dayanan bir mucizenin, bir kanıtlam a konusu olm aktan ziyade bir olay konusu olduğu sonucuna varıyordu. Şüphe yok ki Fransa'da, sahte kutsallığiyle etrafını uzun m üddet aldatan m ahut Jansenist rahip Paris’in mezarı başında, son zamanlarda, olduğu söylenen mucizelerden daha fazlası hiç kimseye atfolunm am ıştır. H astaların iyileşmesi, sa­ ğırların kulaklarının re körlerin gözlerinin açıl­ ması, işte bu kutsal m ezarın her zamanki etki ve neticeleri diye, durm adan ileri sürülüp dille­ re destan olageliyordu. Fakat işin en olağanüs­ tü tarafı şu ki, bu mucizelerin çoğu, aydın bir çağda, hattâ halen dünyanın en ileri gelen ve en göz önünde bulunan bir alan ve yerinde, der­ hal ve yerinde olmak üzere, dürüstlükleri söz gö­ türm ez derecede tanınm ış olan yargıçlar karşısın­ da, mevki ve itibar sahibi şahitler tarafından da doğrulanm ak suretiyle tahkik edilm işlerdir. H attâ dahası var: bu hususta bir demeç yayımlanıp her yana da dağıtıldı; şu kadar ki yargıçlığa daya­ nan bir ilim heyeti halinde bulunan ve mucize terane ve dedikodularının koyu düşmanı ve aleyhtarları olan Cizvit’ler (Jesuites) bile, bu mucizeleri tamamiyle çürütmeye ve foyalarını açıkça meydana vurmaya asla kabiliyetli olama­


İNSAN ZİHNİ

(ft

dılar. Gerçekten bir olguyu teyid için birleş­ miş hal ve şartların bu bolluğunu başka ne­ rede bulabiliriz? Ve bu şahitliklerin çokluğu­ na karşı ifade ettikleri olayların mucizelik tabi­ atının m utlak im kânsızlığından başka da ne gibi bir çürütme ileri sürmek durum undayız ? H albu­ ki bütün aklıbaşında insanların gpzünde, başlı başına kâfi bir çürütme yerine geçebilecek şey, asıl budur. Meselâ Phillipes veya Pbarsale savaşının anlatılışında olduğu gibi insan şahitliğinin, bazı hal Te şartlarda en tam bir kuvvete ve otoriteye sahiboluşundan, bu gibi bütün şahitliklerin, bü­ tün hal ve m isallerde, aynı kuvvet ve otoriteye sahiboldukları neticesine varmak doğru m udur? Caesar ve Pompeî partilerinin herbirinin, bu savaşlarda kazanılan zaferi kendine mal etmiş olduğunu, ve her partinin tarihçilerinin de, bu zaferin şan ve şerefini, aynı derecede kendi ta­ rafına çekmiş bulunduğunu farz ediniz; arada bu kadar uzaklık varken insanlık, bunların hangisi­ nin haklı olduğuna nasıl hükmedebilecekti ? İşte H erodotos veya Plutarkhos’un anlattıklariyle M ariana, Bede veya başka herhangi bir rahip tarihçinin hikâye ettiği mucizeler arasındaki zıt­ lık, bunun gibi, aynı derecede kuvvetlidir. Bilge olanlar, herhangi bir hikâyenin, bu­ nu anlatan kimsenin, ister m emleketini, ister sü­ lâlesini isterse de kendisini yükseltmeye yaramak veya, başka herhangi bir şekilde, bu kimsenin tabiî ilgi ve eğilim lerine uygun gelmek suretiy­


190

İNSAN ZİHNİ

le, bu kimsenin tutkusuna hizm et ettiğini gö­ rünce, bu hikâyeye ancak pek akademik bir inanm a göziyle bakarlar, ö y le ya, insan için, meselâ bir misyoncu, bir peygamber, bir gökler elçisi suretinde görünm ekten daha sürükleyici bir heves olabilir mi? Bu sebeple, bu derece gözkamaştırıcı bir rol ve varlığı temsile ulaşa­ bilmek gayretiyle, bir sürü tehlike ve zorluklara göğüs germeyi göze almıyacak kimse olabilir mi? Hele bir kişi, bir yandan kibirliliği, öte yandan da kızışmış hayal gücünün sayesinde, ken­ dini de inandırmaya başlamış ve kuruntuya kepdisi de kapılm ış bulunurken, bu kadar yüksek ve değerli bir dâva yolunda böyle kutsal hilele­ re başvurmakta kim tereddüdedebilir ki? Burada, en küçük bir kıvılcım bile, tutuşa­ rak, en yakıcı bir-alev hâlini alabilir, zira mal­ zemeler de, daima, buna göre hazırlanırlar. A vtd u m genus auricularum £ l} , hayretten ağzı bir karış açık ayak takım ı kalabalığı, yanlış ina­ na hoş gelen ve hayranlığı gerektiren her şeyi candan karşılayıp ona dört elle sarılır. Bu çeşitten olmak üzere, h attâ bütün çağ­ larda, nice hikâyeler, henüz başlangıçtayken, sahtelikleri meydana çıkarılarak, gözden düşürülü v erm işlerdir! Daha da niceleri olm uştur ki ancak bir m üddet şöhrete erdikten sonra, tekrar bilinm ezler âlemine dönmüş ve unutulm aya gö­ m ülm üşlerdir! Şu halde bu çeşit hikâyeler etra[1] L ucretius. «İnsanlık, kulağa karşı isteklidir.»

hog gelen hergeye


İNSAN ZlHNl

191

fa yayılınca, meselenin hal çaresi besbelli: şöy­ le ki olayı öztemizliğiyle hileciliğin bilinen ve tabiî prensiplerine göre açıkladık mı, doğru de­ ney ve gözleme uygun olarak hüküm vermiş bulunuruz. Gerçekten de bu derece tabiî bir çö­ zümlemeyi benimsemeyip de, tabiatın en iyi be­ lirtilm iş olan kanunlarının mucize yoliyle bo­ zulduklarını mı kabul edeceğiz? îster özjl ister genel tabiatta olsun, herhangi bir hikâyenin sahteliğini, olgunun meydana geldiği söylenen yerde meydana çıkarmanın güçlüğünü anlatm ağa bile hacet yok; hele olgu yeri biraz olsun uzakta bulunuyorsa, güçlük büsbütün mey­ dandadır. K aldı ki bir mahkeme salonu bile, bütün otoritesine, bütün emek ve görüş kabili­ yetine rağmen, çok kere, hattâ en taze olay­ larda bile, gerçekle yalanı ayırdetm ekten âciz kalır. Hele dâvayı halletm ek hususunda her za­ manki çekişme, tartışm a, kulaktan kulağa fısıldaşılan dedikodu usullerine güvenilir, fazla ola­ rak da, arada birbirlerine karşı koyan insanların çatışan tutkuları, karşılık olarak işe karışmış bu­ lunursa, dâva, hiçbir zaman çözümlenemez. Yeni dinlerin başlangıcında, bilge ve bil­ gin kimseler, çok defa, bu olayı, dikkat veya itibara alınmaya değmiyecek kadar önemsiz sa­ yarlar. H albuki, sonradan, aldanm ış kütlelerin gözünü açmak maksadiyle, ortadaki sahteliği meydana çıkarmak istediler mi, iş işten çoktan geçmiş olup soruyu açıklıyabilecek olan deyim


192

İNSAN ZİHNİ

de ve şahitlikler de telâfi kabul etmez surette, yok olmuş bulunur. Şu halde, ortadaki sahteliğin maskesini yü­ zünden sıyırabilecek çare olarak, asıl bu sahte­ liği anlatanların şahitliklerinden çıkarılm aları gereken çarelerden başkası kalm ıyor; halbuki bu çareler de, aydın ve dürüst m uhakemeli kimse­ ler için daima yetmekle beraber, çok defa ava­ mın anlayışı tarafından sezilmiyecek derece fazla incedir. Sözün kısası şu cihet belirm iş oluyor ki, herhangi çeşitten bir mucize lehine olmak üze­ re, herhangi bir zaman, olasılık bakımından, hususiyle de, belge değerine yükselmiş bir şahit­ lik yoktur; hattâ bu şahitliğin belge değerine yükseldiği farz ve kabul edilecek olsa da, bu şahitliğin, ortaya koymaya çalıştığı olgunun kendi tabiatından gelme başka bir belge ile yok edi­ leceği meydandadır. Şu halde insan şahitliğine o to rite veren, yalnız ve ancak deneydir; ve bu böyle olduğu gibi, bizi tabiat kanunlarından emin kılan da, gene aynı deneydir. Demek ki bu iki çeşit deney biribirini yok ettiği zaman, bize düşen şey, birini ötekinden çıkarmak, ka­ lın tı olarak meydana gelen güvenle de, ister bu ister şu tarafa ait görüşü tutm aktan ibarettir. Lâkin, evvelce açıklanan prensipe göre, bu biribirinden çıkarmak hali, bütün yaygın dinler bakım ından, tam bir yoklamaya varır: şu halde kural olarak şunu ortaya koyabiliriz ki hiçbir insan şahitliği, bir mucizeyi kanıtlam ak ve. onu,


in ş a n z ih n i

193

bu din sistem lerinin herhangi birinin meşru te­ m eli kılm ak için yeter kuvvete sahip bulunamaz. Ancak bir mucizenin, bir din sisteminin temeli olabilecek surette asla belgitlenemiyeceğini söylediğim zaman, ileri sürülen kayıt ve sınırlam aların dikkate alınmasını dilerim . Zira teslim ederim ki, başka yünden, — hem de tarihin bütün zabıt ve kayıtlarında bu çeşit bir mucize­ ye rasgelmek belki de imkânsız olm akla bera­ ber — belge değerine insan şahitliğiyle varacak çeşitten mucizelerin, yani tabiatın her zamanki gidişinin bozulm alarının var olması mümkün olabilir. Meselâ türlü dillerde kalem oynatan yazarların hepsinin 1 ocak 1 6 0 0 tarihinden başlıyarak, bütün arz üzerinde, sekiz gün m üd­ detle, tam bir karanlığın hüküm sürmüş oldu­ ğunu elbirliğiyle kabul etmiş bulundukları gibi, bu olağanüstü gelenek olm uş,' naklin de halk arasında hâlâ cani; ve kuvvetli kalmış olduğunu, hattâ yabancı ülkelerden gelen bütün gezginle­ rin de, aynı nakli, bize, hiç değiştirm eden veya çelişmesiz olarak tekrarladıklarını farz ediniz: bu durum karşısında, besbellidir ki şimdiki filozof­ larımıza düşecek ödev, olgudan şüphe edecek yerde, bilâlrîs olguyu m uhakkak sayıp kendisini meydana getirm iş olm aları m uhtem el olan sebep­ leri araştırm ak olsa gerektir. T abiatın çökme, bozulma ve çözülmesinin m uhtem el olması, o kadar çok andırm alarla (analogies) ortaya kon­ m uştur ki bu felâkete yöneltilir görünen her olay, insanların şahitliğinin — eğer bu şahitlik 13


196

NSAN ZİHNİ

hangi olguya a it-b ir şey üzerindeki şahitlikten ziyade, asıl dinî mucizelerle ilgili şahitliklerde sık sık vaki olduğundan, bu hal, bu ikinci şahit­ liğin otoritesini fazlasiyle azaltm alı ve bize, bu nevi şahitliğe, — bu şahitlik ne kadar aklı çelicı bir bahaneye bürünürse hürünsün — hiçbir dikkat ve itib ar yormamak gibi genel bir karar verdirm elidir. Lord Bacon da, aynı usavurma prensiple­ rini benimsemişe benzer ve: «Biz, bütün hilkat garibelerinin, ve mucize nev’inden bütün doğuş ve meydana gelişlerin, hasılı, tabiatta mevcut yeni, nadir ve olağanüstü her şeyin bir kolleksiyonunu veya özel tarihini yapmalıyız. Fakat bu iş, gerçekten uzaklaşma tehlikesinden dolayı, en ciddî ve titiz bir incelemeye tâbi tutularak ya­ pılm alıdır. Bundan başka, her şeyden evvel, me­ selâ Tite-Live’in harikalariyle bunun gibi, ister büyü ve simya üzerinde yazanlarda, ister bu çeşitten başka yazarlarda — ki bunların hepsi de, doymak bilmez bir uydurm a ve masal oburlu­ ğuna tutulm uşa benzerler — rasgelinebilecek olup azçok dine bağlı bulunan her anlatm a ve deyim şüpheli sayılmalıdır» der. Burada ortaya konmuş olan bu usavurma m etodundan, bu m etodun, meselâ Hıristiyan di­ nini, insan idrakinin prensipleriyle müdafaaya kalkışmış olan tehlikeli dostlarını veya kıyafet değiştirm iş olan düşm anlarını bozguna uğratmaya yarıyabileceğini düşündükçe, büsbütün memnu­ num. Çok kutsal olan dinimiz, akıl ve m antık


JNSAN ZİHNİ

197

üzerine değil de, iman ( fa itb ) üzerine kurulu* d u r; şu kadar ki kendisini, tabiatı icabı, hiçbir yönden dayanıklı bulunm adığı bir sınava tabi tutm ak, bu dini tehlikeye koymanın en emin yolu­ dur. Bu keyfiyeti daha fazla açıklamak için, Eski ve Yeni A hitlerin naklettikleri mucizeleri inceliyelim : ve fazla geniş bir alanda kaybolmamak için, yalnız T evrat’ta bulunanları ele alalım ; bunları da, bu sözde H ıristiyanların prensiplerine göre, bizzat T anrının söz veya şahidği olarak değil de, sırf insan olan bir yazar ve tarihçinin eseri olarak gözden geçirelim. Böylece, incele­ meye konu olan kitabın, bize, barbar ve cahil b ir kavim tarafından sunulmuş, bu kavm in büsbütün barbar olduğu bir çağda yazılmış ve büyük b ir -ihtimale göre de, naklettiği olgular­ dan çok sonra kaleme alınmış olup, fazla olarak, kendisini teyideden hiçbir şahitliğe dayanm adıktan başka, zaten her m illetin kendi kaynağı hakkında ortaya koyduğu efsanevi m en­ kıbelere benziyen bir kitap olduğu meydana çıkar. Bu kitabı okurken, harika ve mucizelerle dolu olduğunu görürüz. N itekim o, bize, dünya­ nın ve insan tabiatının, bugünkünden bambaşka olan durum unu, bu durum dan, biz, insanların, sözde düşüşümüzü, insan çağının, aşağı yukarı, bin yıla vardığını, dünyanın bir tufanla m ahvol­ duğunu, sonra, bir kavmin, T anrı gözdesi olarak, rasgele seçilmesini, — ki bu kavim de, yazarın ancak kendi yurttaşlarından ib arettir — nihayet, aynı kavmin, tasavvur edilebilen en hayret verici


198

İNSAN Z tH N t

harikalarla esirlikten kurtuluşunu hikâye eder. Şimdi sizlerden ricam, elinizi vicdanınıza koyarak ve herşeyi etraflıca düşündükten sonra, bu çeşit bir şahitliğe dayanan böyle bir kitabın sahteliği­ nin, naklettiği bütün mucizelerden daha olağan­ üstü ve daha mucizevi olup olm adığını söylemen iz d ir: bu ise, kitabın, yukarda ortaya konan ola­ sılık ölçülerine göre anlaşılm ası için zorunludur. Mucizeler üzerinde ileri sürdüğümüz bu nokta, hiçbir değişikliğe tabi tutulm aksızın, peygamberlik ve kâhinliklere de uygulanabilir, gerçekten de, kâhinliklerin hepsi, hakiki muci­ zeler olup ancak ve yalnız bu son ve değerle her­ hangi bir tanrısal açınsam anın (revelation) belge­ leri olarak kabul edilebilirler. Eğer gelecek olay­ ları önceden haber vermek, insan tabiatının ikti­ darını aşmasaydı, herhangi bir kâhinliği, tanrısal bir misyon veya T anrıdan gelme bir otoritenin lehinde olan bir kanıt diye kullanm ak, mânâsız olurdu. Hasılı, biz, H ıristiyan dininin mucize­ lerle elele gidişinin, yalnız başlangıçta olmuş ol­ mayıp, bugün bile, mucizesiz olarak, aklı başında hiçbir insanın inanını elde edemiyeceği sonucuna varabiliriz. .Yalnız akıl ve m antık, bizi, bu dinin doğruluğuna inandırm aya yetmez; bu bakımdan her kim ki iman yoliyle bu dini kabule eğilimli bulunur, bu kimse, kendi varlığında, sürekli bir mucizenin şuurunu duyar; şöyle ki bu mucize, hem bu kim senin idrakinin bütün prensiplerini altüst eder, hem de aynı kimseyi, alışkanlıkla deneye en zıt ve aykırı olan ne varsa, ona inanmaya yöneltir.


X I. BÖLÜM

BELİRLİ BİR TANRI TAKDİRİ (PROVIDENCE) VE BİR GELECEK DURUM ÜZERİNE Geçenlerde, septik paradokslardan hoşlanan bir dostumla, aramızda bir konuşma geçmişti; şöy­ le ki bu dostum un hiçbir veçhile taraftar olamıyacağım birçok prensip ileri sürmüş olmasına rağmen bu prensipler, ne de olsa,- meraka değer görünm ek­ tedir, fazla olarak da bu denemede güdülegelen usavurma zinciriyle oldukça bağlantı gösterdiğin­ den, bunları, okuyucunun takdirine bırakmak ga­ yesiyle, burada, elimden geldiği kadar doğru olarak ezberimden nakledeceğim. Konuşmamızın başlangıcında, her nim etten fazla tam bir hürlük' istiyen, ve esasen görüşlerle kanıtlam anın ancak serbestçe çarpışmasından ge­ lişip çiçek veren felsefenin, ilk olarak, bir hür­ lük ve müsamaha çağı ve ülkesinde doğmasından, fazla olarak, en aşırı prensiplerinde bile, hiçbir amentü, hiçbir taviz ve hiçbir ceza yaptırım iyle (sanction) asla kösteklenmemek gibi olağanüstü bir talihe kavuşmasından dolayı duyduğum hay­ ranlığı ifade ettim. Zira Protagoras’ın sürülmesi ve Sokrates’in ölüm ü bir yana bırakılırsa — ki bu son olgu, kısmen olsun, başka sebeplerden ileri gelm iştir — eski tarihte, m eseli şimdiki çağa


200

İNSAN ZİHNİ

fazlasiyle zarar verini; olan bu dar görüşlü, mu­ taassıp kıskançlığa hemen hemen hiç raslanmaz. Gerçekten Epikuros, çok ilerlem iş bir yaşa kadar A tina'da barış ve sükûn içinde yaşadığı gibi bazı Epikurosçular da, rahipliğe kabul edilerek dinin en kutsal kurallarına göre, âyin yaptırmaya yet­ kili sayılırlar, fazla olarak da, Roma im paratorları­ nın en bilgesi, kam unun cesaretlendirmesini,, her felsefe mezhebinin tedvin edicilerine aylık ve yıllık ödenek bağlamak suretiyle gösterirdi. Felsefenin şimdi daha gürbüz ve pişkin bir hale geldiği farz edilebildiği bir zamanda bile, mevsim ve havaların sertliğine, ve varlığını sarsıp üzen iftira ve eziyetin zehirli rüzgârlarına ne kadar zorlukla dayandığı bir kere düşünülecek olursa, henüz körpelik ve gençlik devresindeyken, böyle yumuşak bir muameleye ne kadar muhtaç bulunmuş olduğu kolayca anlaşılır. Dostum şöyle cevap verdi: — Sizin, dedi, felsefenin olağanüstü bir talihi ve yüzünün gülmesi saydığınız şey, ancak eşyanın tabiî gidişinden meydana gelip her çağda ve her m illette zaten, kaçınılmaz olan bir keyfiyettir. Felsefe için pek uğursuz diye üzüldüğünüz inatçı taassuba gelince, o, hakikatta, felsefenin çocuğudur; öyle bir çocuk ki, ev­ velâ yanlış inanla elbirliği ve andlaşma yaptık­ tan sonra hem annesinin yolundan ve çıkarından ayrıldı hem de onun can düşm anı ve en sırnaşık eziyet edicisi kesildi. D inin, bugün böyle hararetli tartışm alara vesile olan spekülâsyonluk dogma-


İNSAN ZİHNİ

201

la n , dünyanın eski çağlannda, yani insanlık tamamiyle cahil bulunup da din hakkında ancak kendi zayıf zekâ ve anlayışına uygun bir fikir tasarladığı ve kendi kutsal doktrinlerini de, asıl, kanıtlam a veya tartışm a konusundan ziyade ge­ leneksel inan konuları olabilecek nakil ve hikâ­ yelerden meydana getirdiği zam anlarda, ne idrak ne de kabul olunabilirlerdi. Bu sebeple, filozof­ ların yeni prensip ve paradokslarından meydana çıkan ilk kargaşalık düzeldikten sonra, bu hoca ve üstatlar, antik çağlarda, kurulm uş yanlış inanla artık daima tam bir ahenk içinde yaşamış, ve onunla insanlığı hakça bölüşm üşler gibi gö­ rünüyor, şöyle ki felsefe bütün okum uşları ve bilgeleri, yanlış inanda, avam dan ve cahiller­ den olan herkesi kendi payına alm ıştır. — Demek ki, dedim , görünüşe göre siz, siyaseti tamamen söz dışı bırakıyor ve uslu akıllı bir bilgenin, meselâ Epikuros’unkiler gibi olan bazı felsefe doktrinlerine, yerinde olarak, im re­ nip bunları kıskanmıyacağını farz ve kabul eyli­ yorsunuz, o d oktrinler ki, her türlü ilâhı varlığı, ve dolayısiyle, her T an rı takdirini (Providence) ve her gelecek durum u inkâr ettiklerinden, ah­ lâkın bağlarını, geniş ölçüde, gevşetir gibi gö­ rünm ekte olup, bu sebepten ötürü de, medeni cemiyetin barış ve dirliği için zararlı sayılabi­ lirler. O şöyle cevap verdi: — Biliyorum ki, dedi, hakikatta, hiçbir çağda, bu zorbalıklar ve basınçlar, ne soğuk kanlı usa-


İn s a n

202

z İh n î

vurm adan ne de felsefenin zararlı sonuçlarının deneyinden değil de, aksine tamamiyle tutku ve peşin sanıdan doğm uştur. Fakat daha ileriye gi­ dip de meselâ Epikuros, şayet halk huzurunda, o devrin sycophants yani casus ve jurnalcıları tarafından suçlandırılsaydı, dâvasını kolayca mü­ dafaa edip felsefesinin prensiplerinin de, kendisi­ ni, kam unun kin ve nefretine «çık bırakmak için olanca kuvvet ve gayretlerini harcıyan karşı ko­ yanlarının prensipleri kadar hayırlı ve faydalı olduklarını ispat edebilirdi diye bir iddiada bu­ lunsam, acaba ne derdiniz? — Dileğim şu ki, dedim, güzel şöyleme hü­ nerinizi, sahiden, böyle olağanüstü bir konu üzerinde deneyiniz ve Epikuros’un ağzından öyle bir söylev hazırlayınız kİ bu söylev, A tina’nın — eğer bu eski ve terbiye görm üş sitenin içinde ayak takımı 'olduğunu kabul ediyorsanız — ayak takım ını değil de, tersine dinleyici kütlesinin en felsefi kısmını, yani Epikuros’un kanıtlarını anlıyacak seviyede farz ettiğim iz kısmını memnun edebilecek bir söylev -olsun! D ostum : — Şartlar bunlardan ibaret olunca, bu, pek zor olmaz, dedi; şu halde ben, bir müddet için,, kendimi Epikuros, sizi de A tina halkı farz edece­ ğim , sonra da, size, testinin içinde beyaz bak­ lalarla dolduracak ve karşı koyanlarım ın kötü niyet ve şeytanlıklarına yarıyacak tek bir bakla bırakmıyacak surette bir söylevde bulunacağım.


İNSAN ZİHNİ

203

Pekâlâ, öyleyse, lütfen bu varsayımlara göre hareket ediniz. — Ey A tinalılar, buraya, okulum da öğret­ tiğimi meclisinizde m üdafaa ve temize çıkarmak üzere gelmiş bulunuyor, halbuki sakin ve tutkusuz araştırıcılarla birlikte usavurma yürütecek yerde, kendimi, hiddetli karşı koyanların ithamiyle karşılaşmış görüyorum. Aslında ve hakka uygun olarak ancak kamu çıkarlariyle devlet işlerini ilgilendiren sofuları ele almış olması gereken tartışm alarınız, spekülâsyoncu felsefenin araştırm alarına dönmüş bulunuyor, öyle ki bu parlak fakat belki de verimsiz olan araştırm alar, daha alışılmış lâkin daha faydalı olan meşguli­ yetlerinizin yerini almış bulunuyor. Ancak ben, elimden geldiği kadar bu suiistimali önlemeye azmetmiş bulunuyorum. Burada, dünyaların kay­ nağı ve idaresi üzerinde tartışacak değiliz. Sade­ ce, bu gibi soruların kamu çıkarını ne dereceye kadar ilgilendirdiğini araştıracağız. Ve eğer ben, bu problem lerin, cemiyetin güvenliğiyle hüküm etin güveni üzerinde tamamen etkisiz olduklarına sizi inandırabilirsem , umarım ki bizi hemen tekrar okullarım ıza geri gönderir ve orada, bütün felsefenin en ulvi, fakat, aynı zamanda, en ziya­ de spekülâtif olan dâvasını gereğince ve doya doya inceliyebilmemiz için gereken fırsatı verir­ siniz. N e cetlerinizin geleneğiyle, ne de rahipleri­ nizin doktriniyle — ki ben, kendi hesabıma bu inançlara pek taraftarım — tatm in olm ıyan din


204

İNSAN ZtH Nt

felsefecileri, dini, m üm kün olduğu kadar, akıl ve usavurm anın prensipleri üzerine yerleştirmeye çalışırken kendilerini cüretli bir meraka kaptır­ mış oluyorlar; böylece inceden inceye yapılmış faal bir araştırm adan tabiatiyle doğan şüpheleri yatıştıracak yerde, tersine kışkırtmış ve harekete getirmiş oluyorlar. Evrenin düzenini, güzelliğini ve bilgecesine düzenlenişini en göz alıcı renklerle tasvir edip sonra da, bu derece parlak bir zekâ belirtisinin, sadece atom ların rasgele bir birleş­ m esinden m eydana gelmiş olup olamıyacağını, yahut da en büyük dahinin bile gereği kadar hayran olamıyacağı bir şeyin tesadüften doğmuş bulunup bulunamıyacağını soruyorlar. Ben, bu ka­ m dın doğruluğunu İncelemiyeceğim. H attâ bu kam ­ dın, karşı koyanlarım ızın ve düşmanlarımızın arzu edebilecekleri kadar sağlam olduğunu kabul ede­ ceğim. M eselenin tamamiyle spekülâtİf olduğunu, ve, felesfi araştırm alarım da, bir T anrı takdiri ile bir gelecek durum un varlığını inkâr ettiğim zaman, bundan böyle cemiyetin temellerini yık­ mak şöyle dursun, tersine, karşı koyanlarımın, — eğer tutarlı bir şekilde muhakeme yürütü­ yorlarsa — kendi kanıtlarına göre, pekâlâ sağ­ lam ve doyurucu olduklarını tasdik etmeleri gereken prensipler ileri sürdüğümü, gene aynı usavurma gereğince, ispat edebilmekliğim, yeter. Şimdi, itham cılarım olan sizleri Tanrısal varlığın (ki bunu asla şüpheli saymadım) lehin­ de olan tek veya belli başlı kam dın, tabiatın düzeninden çıktığını, zira bu tabiatta, öyle zekâ


İNSAN ZİHNİ

205

ve maksat izleri görünür ki, sebebini ister tesa­ düfe, isterse de m addenin kör ve yol göstericisiz kuvvetine atfetmeyi saçma bulduğunuzu kabul etmiş bulunuyorsunuz. Bu kanıtın da, neticeler­ den sebeplere vardırılm ış bir kanıt olduğunu teslim ediyorsunuz. Eserin düzeninden, etkende maksat ve öngörü (prevision) bulunm uş oldu­ ğunu çıkarıyorsunuz. Eğer bu noktayı ispat ede­ miyorsanız, neticenizin boşa çıktığını itiraf edi­ yor ve bu neticeyi, tabiat olaylarının elverişli olamıyacağı kadar geniş bir kavrama alanı üze­ rine kurmaya kalkışmıyorsunuz. İkrarlarınız, bunlar. Şimdi bunların âkibetlerini göz önüne almanızı rica ediyorum. Biz, herhangi belirli bir sebepten bir neti­ ceyi çıkardığımız zaman, birini ötekiyle uygun kılm ak zorundayız; öyle ki bizim, bu nedene, bu sonucu meydana getirm ek için tam olarak kâfi gelen sanlardan başka sanları yormamız hiç bir zaman yerinde görülm em elidir. Meselâ tera­ zinin gözlerinden birine konup da öteki göze oranla yukarıya kalkan on onçalık (ounces) bir cismin, karşı ağırlığın on onçadan fazla olduğunu ispat eder, fakat bu karşı ağırlığın yüz onçayı aşması için asla bir sebep meydana getirmez. Eğer herhangi bir netice hakkında tâyin edilmiş olan sebep, bu neticeyi meydana getirmeye yetmezse, ya bu sebebi reddetmemiz, yahut da bu sebebe, neticeyle tam bir nispet mey­ dana getirm esine yarıyacak bazı nitelikler kat­ mamız gerekir. Fakat eğer bu sebebe, daha başka


206

İNSAN

z ih n i

ve fazla nitelikler de yorarsak veya bu sebebin, daha başka neticeler de meydana getirmeye el­ verişli olduğunu iddia edersek, yaptığımız, ancak kendim izi farz ve tahm inin başı boşluğuna kapıp koyuvermek ve, hiçbir mâna ve yeri olmıyan bir­ takım nitelik ve enerjilerin varlığını, rasgele, var saymaktan başka bir şey değildir. T âyin edilen sebep, ister şuursuz ve ham­ maddeye, isterse de akla yakın ve zekâ sahibi bir varlığa ait olsun, aynı kural burada da geçer. Eğer sebep, yalnız neticeyle biliniyorsa hiçbir zaman bu. sebebe, ancak neticeyi meydana getir­ mek için lüzumu aşan nitelikler yormamalıyız; fazla olarak da, doğru usavurm anın kurallarının hiçbirine göre, tekrar sebepten hareket ederek bu sebebin bizce bilinm esine yarıyan neticeleri aşan daha başka neticeler çıkarsayamayız. Hiç kimse yoktur ki Zeuxis’in tablolarından yalnız birini görm ekle, kendisinin, aynı zamanda, hey­ keltıraş veya mimar olduğunu ve taşla mermer karşısında, renklerde gösterdiği ustalık ve sanat­ tan daha azını göstermiyeceğini önceden kestirebilsin. Gözümüzün önündeki belirli eserde mey­ dana konmuş olan ustalık, zevk ve ehliyet: işte etkenin, sanatçı veya işçinin eğilim li olup olm a­ dığını güvenle çıkarsayabileceğimiz tek izler, b u n lardır. Sebep neticeye uygun olm alıdır; şu kadar ki eğer biz, sebebi, kesinlik ve sağınlıkla nispetlendirirsek, bu sebepte, hiçbir zaman, neti­ ceden başka bir şeye delâlet eden, yahut da başka hiçbir amaç veya hiçbir esere işaret eden bir


; NSAN ZİHNİ

207

çıkarsama bulamayız. Zira bu gibi nitelikler, m uhakkak ki, incelemekte bulunduğum uz neticeyi meydana getirm ek hususunda gerekeni biraz olsun aşarlar. Demek ki evrenin varlığının veya düzeninin sebebolucularının tanrılar olduğu kabııl edil­ mekle bunların, eserlerinde görülen şu belirli kudret, zekâ ve iyicillik derecesine sahiboldukları sonucu belirmiş olur; fakat bu kanıt­ lama ve usavurmanın noksanlarını gidermek için, aşırılığa ve dalkavukluğa başvurulmadıkça, bun­ dan fazlası asla belgitlenemez. Şu veya bu sıfat­ ların izleri fiilen ne dereceye kadar belirmiş bulunuyorsa, bu sıfatların var oldukları neticesi­ ne, biz, o derecede ulaşabiliriz. Daha başka sıfatların varsayılması, ancak varsayımdan ibaret­ tir; hele yerden çok ötede ve zamanın da çok uzak devrelerinde, bu sıfatların daha mükemmel bir ifadesinin ve bu hayalî erk ve erdem ler için de, daha elverişli bir idare tarzının var olmuş olduğunu veya olacağını muhakkak saymak var­ sayımı, büsbütün ve hepsinden ziyade varsayımdan başka bir şey değildir. Gerçekten de, netice sayı­ lan bir evrenden, bunun sebebi sayılan, meselâ, Jüpiter’e çıkmamız, sonra da, sanki bu ortadaki neticeler, kendi başlarına, bu Tanrıya verdiğimiz bu şanlı sıfatlara iyice lâyık değillerm iş gibi, bu sebepten herhangi yeni bir netice çıkarmak üze­ re, tekrar aşağı doğru inmemiz, hiçbir zaman yerinde görülm em elidir. Sebebin bilinmesi, sırf ve ancak neticeden çıktığından, sebeple netice,


208

İNSAN ZtHNl

birbirlerine hep tamamı tamamına denk ve ayarlı bulunm alıdır; bundan başka da, bunlardan hiç­ biri, hiçbir zaman, ne fazla herhangi bir şeye ne de herhangi bir çıkarsama ve yeni sonuca temel olabilir. T abiatta bazı olaylar görüyorsunuz. Bir se­ bep veya sebep olucu arıyorsunuz. Ve bunu bul­ dum sanıyorsunuz. Sonradan da, sırf dimağınızın yemişi olan bu şeye o kadar gönül veriyorsunuz ki artık bunun, eşyanın şimdiki durum ve görü­ nüşünden — ki bu, hayli kötülük ve kargaşalık doludur — çok daha yüksek ve mükemmel bir şey meydana getirmemesinin imkânsız olduğuna hükmediveriyorsunuz. Ancak bu son derece yük­ sek zekâ ve iyicilliğin iyice hayalî olduğunu, hüküm ve mantıkça hiçbir temele dayanmadığını, bundan başka da, bu varlığa, eserlerinde hakika­ ten meydana koyup geliştirdiği niteliklerden başka n itelikler yorm ak yolunda hiçbir sebep ve hik­ mete m alik olm adığınızı unutursunuz. D ilerim ki tanrılarınız, ey filozoflar, tabiatın haldeki gö­ rünüşlerine uygun olsunlar! Ve gene dilerim ki tanrılıklarınızı, kendilerine seve seve ve özene bezene yorduğunuz bu sıfatlara uydurmak için, bu görünüşlerin tabiatını, rasgele varsayımlarla değiştirm eyi caiz görm iyesİniz! Sizin otoritenize dayanan rahip ve şairler, ey A tinalılar, şimdiki düşkünlük ve sefalet du­ rum undan evvel gelmiş olan bir altın veya gü­ müş çağından söz açtıkları zaman, ben, kendilerini dikkat ve saygıyla dinlerim . Fakat otoriteye yer


İNSAN ZİHNt

209

vermeyip ancak akıl ve usavurmayı işlemek iddi­ asında bulunan filozoflar, aynı sözleri söyledi mi, itiraf ederim ki onlara karşı ne aynı boyun eğ­ meyi, ne de dinsever saygıyı gösteremem. Sorarım size: bu filozofların, tanrıların, ortada görülen­ den fazla olarak, herhangi bir sonuç güttüğünü veya güdeceğini böyle ulu orta ve cüretlicesine iddia etmeleri için, acaba bu filozofları gökler âlemine kim götürmüş, ve kader kitabını onlara kim açmıştır? Eğer bu filozoflar, bana, akıl ve usavurmanın basam aklarından veya yavaş yavaş yükselişinden, ve neticelerdçn sebeplere doğru çıkarsamalara vara vara yürüdüklerini söylerlerse gene iddia ederim ki usavurmanın yürüyüş ve yükselişine hayalgücünün kanadları ve ham lele­ riyle yardım etm işlerdir; yoksa şimdiki âlemden daha mükemmel bir eserin, ancak T an rılar kadar mükemmel olan varlıklara yaraşacağını peşin hüküm le varsaymak, öte yandan da, bu T an­ rısal varlıklara, şimdiki dünyada bulunabilen mükemmellik veya sanılardan başkalarını yormak için ellerinde sebep olm adığını unutm ak suretiyle böylece çıkarsama yollarını değiştirem ez ve neti­ celerden de sebeplere varamazlardı. İşte tabiatın kötü görünüşlerini açıklamak ve T anrıların şerefini kurtarm ak için harcanan boş emek ve gayret de, bundan dolayı gerekiyor; halbuki dünyada bol bol mevcut olan bu kötü­ lük ve keşmekeşin gerçekliğini tanım aklığım ı? gerekirdi. M addenin inatçı ve yolagetirilm ez ni­ telikleri, veya genel kanunların gözetilmesi, ya* 14


Î

10

İNSAN ZİHNİ

hut da bu çeşitten herhangi bir sebep: işte, bize denildiğine göre, Jü p iter’in erk ve iyicilliğine gemvurınuş ve kendisini, gerek bütün in­ sanlığı, gerekse her duyar yaratığı bu derece ku­ surlu ve kara bahtlı olarak yaratm aya zorlamış olan tek sebep, budur. Demek ki bu sıfatlar, en geniş kavram larınca evvelden kabul edilmiş sa­ yılm aktadırlar. Ve bu varsayım içinde, bu eşit tahm inlerin kendilerini belki de kötüllik olayla­ rının uygun görünen birtakım çözümlemeleri di­ ye kabul ettirebilirler. Fakat size tekrar sorarım, bu sıfatları niçin kabul edilmiş saymalı, yahut da sebebe; fiilen neticede gözükenlerden daha baş­ ka olan nitelikler yormak neden? Tabiatın gidi­ şini, bildiğim ize göre, baştan başa hayalî olabi­ lecek olan ve bu gidiş içerisinde de izleri bulunamıyan birtakım varsayımlara göre ispat ede­ ceksiniz diye neden dim ağınızı yorup duruyor­ sunuz? Demek ki dinsel varsayım, ancak kâinatın görünür olaylarının ifadesi ‘için özel bir metoıt sayılmak gerektir; fakat hiçbir sağlam usavurma bundan ne tek bir olgu çıkarsamayı ve olayları yanlış göstermeyi ne de bunlara tek bir noktada olsun ilâveler yapmayı asla yerinde göremez. Eğer eşyanın görünüşlerinin şu veya bu sebepleri ispat ettikleri sanırında iseniz, bu sebeplerin var­ lığına dair bir çıkarsamaya varmanız mümkün­ dür. Ancak bu derece çapraşık ve ulu konularda herkese tahm in ve kanıtlam a hürlüğü bırakmak gerektir. Lâkin burada durm anız lâzyn. Şayet


İNSAN ZİHNİ

211

geri döner ve, kendinizce çıkarsamış olduğunuz sebeplere dayanarak, bunlardan, tabiatın gidişi içinde, bazı belirli sanıları daha etraflıca mey­ dana koydurmaya yarıyacak herhangi başka bir olgunun ya var olmuş yahut da olacağı netice­ sini çıkarırsanız, size haber vermeliyim ki, siz, şimdiki konumuza bağlı olan usavurma m etodun­ dan ayrılmış, ve sebebin sanılarına neticede gö­ zükenden fazla olmak üzere herhalde bir şey katmış bulunuyorsunuz; yoksa, eğer ortada daya­ nılmaz bir sağduyu veya yakışık alma duygusu noksanı olmazsa, neticeyi, sebebe daha lâyık kıl­ mak için neticeye asla herhangi bir şey katamazsınız. Şimdi acaba okulum da okuttuğum , daha doğrusu bahçelerimde incelediğim kuramın uefret verici tarafı nerede? Y ahut da bütün 'bu soruda, iyi ahlâkın güvenini yahut da cemiyetin sükûn ve düzenini biraz olsun tehdidedecek ne bulur­ sunuz? Deyişinize göre, ben, bir T anrı takdiriyle dünyanın olaylarının gidişini yönelten, meselâ giriştikleri bütün girişm elerde fesatçıyı utanma ve hayal kırıklığiyle cezalandırıp erdem li adamı da şeref ve başarıyla m ükâfatlandıran en yüksek idarecinin varlığını inkâr ediyormuşum. Evet, ama olayların herkesin araştırm a ve inceleme­ sine açık bulunan gidişinin kendisini, herhalde inkâr etmiyorum. Kabul ediyorum ki insanlığın geçmiş deneyine göre, dostluk, insan öm rünün en bellibaşlı sevinç ve zevki, ağır başlılık ve


212

İNSAN ZİHNt

tatlılık da, sükûnet ve saadetin tek kaynağıdır. Erdem yolunda giden bir hayatla düjkünlük ve fenalık dolu bir hayat arasında asla tereddüt etmem, hattâ, aklı başında bir insan için, bütün avantajların, birincisi lehinde olduğunu da anla­ mış bulunuyorum. Zaten siz de, bütün varsayım­ larınız ve bütün usavurmalarınızla, beraber daha fazla ne söyliyebilirsiniz ki? Gerçi bana, eşyanın bu düzen ve durum unun zekâ ve m aksattan ileri geldiğini söylüyorsunuz. Fakat nereden ileri ge* lirse gelsin, saadet veya felâketlerim izin tabi bu­ lunduğu su durum ve düzenin kendisi, ve dolayısiyle de, bizim davranışım ızla hayatta davranm a­ mızın tarzı, daima aynı kalır. Sizin için olduğu gibi, benim için de davranışım ı, geçmiş olaylardan edindiğini deneye göre ayarlamak hep kabildir. Ve eğer, siz, evrende bir T anrı takdiri ile lâzım ve dağıtıcı bir adalet bir kere kabul edilince, olayların alelâde gidişinden başka, bir de, iyili­ ğin de kötülüğün de daha özel birer m ükâfatını beklem ekliğim gerektiğini iddia ederseniz, biraz evvel meydana koymaya çalıştığım aynı yanlışlığı burada da bulmuş oluyorum. Şu noktayı tasar­ lamada ısr?r ediyorsunuz ki uğrunda bu derece hararetle çabaladığınız şu tanrısal varlığı şayet biz de kabul edecek olursak, siz de, bundan, korku­ suzca, neticeler çıkarabileceğinizi ve, deneyle gö­ rüldüğü üzere, tabiatın düzenine, T anrılarınıza ver­ diğiniz sıfatlardan çıkarsamalar yapmak yoliyle bir şeyıer katabileceğinizi hayal etm ekte devam ve- ısrar ediyorsunuz. Bu konuya ait bütün usa-


İNSAN ZİHNİ

213

vurm alarınızın ancak neticelerden sebeplere doğ­ ru elde edilmiş olabileceğini ve, bundan başka da, — mademki sizin için, sebep üzerinde bütün bilip bileceğiniz, evvelce, neticeden çıkarsamış olduğunuz değil de, ancak neticede bütün olarak keşfettiğinizden ibarettir — sebeplerden netice­ lere doğru gidilerek çıkarılmış olan her kanı* din da, ister istemez kaba bir saçmalama ve söz karıştırm a olmak lâzım geldiğini hiç de hatırlıyabilire benzemiyorsunuz. Lâkin bir filozof, acaba seyredişlerimizin tek konusu olmak üzere eşyanın görünürdeki m an­ zarasını dikkate alacak yerde, bu hayatı başka bir şeye götüren sadece bir geçit, çok daha ko­ caman ve bambaşka bir binaya açılan bir büyük kapı, piyesin ancak önsözü ödevini gören ve ona, sırf daha büyük bir çekicilik ve incelik vermeye yarıyan bir açılış saymak suretiyle tabi­ atın bütün gidişini altüst eden bu mânâsız uka­ lâlara ne gözle bakm alıdır? Bu çeşit usavurucuların, tanrılar hakkındaki fikirlerini ne­ reden edindiklerini sanıyorsunuz? Tabiî kendi öz tasarı ve hayal güçlerinden! Z ira eğer bu kim seler, fikirlerini fiilen ortadaki olaylardan çıkarsalardı, bu fikrin, hiçbir zaman bu olayların ötesine aşmadığı, ancak bu olaylara tıpatıp uygun geldiği görülürdü. T anrılığın, şimdiye kadar can­ lanm ış olarak hiçbir » m a n görmemiş olduğu­ muz sıfatları olmuş olması, tatbik edilm iş olduk­ larını keşfedemediğimiz bazı aksiyon prensiple­ rine yöneltilmiş bulunm asının mümkün olması.


Ill

in s a n z i h n i

pekâlâ kabul edilebilir. Fakat ne de olsa bu sırf imkân ve yalnız varsayımdan başka bîr şey de­ ğ ildir. Şöyle ki bu sıfatların yahut da aksiyon prensiplerinin kendilerini gösterip memnun et­ miş olduklarım bildiğim iz nispettekinden fazla olmak üzere bu imkân veya varsayımdan her­ hangi bir şey çıkarsamak yolunda elimizde hiç­ bir zaman bît sebep yoktur. Dünyada dağtltct bir adaletin belirtileri var mtdtr? Eğer bu soruya olum lu cevap veriyorsa­ nız, o halde, mademki dünyada adalet var, şu halde yerini bulm uyor neticesini çıkarıyorum. Tığer cevabınız olumsuzsa o zaman, adaleti bi­ zim anladığım ız m ânada tanrılara yormamızda hiçbir sebep ve mâna olm adığı neticesine varı­ yorum. Yok eğer T anrıların adaletinin, olanca kaplam iyle değil de, fiilen ancak kısmen geçer olduğunu söylemekle olum lu ile olumsuz arası ortalam a bir durum tutarsanız, cevabım, sadece ve fiilen meydana vurma durum undan başka adalete herhangi özel ve belirli bir durum yor­ mak için elimizde hiçbir sebep bulunm adığı ala­ nında olacaktır. İşte, ey A tinalılar, dâvayı, karşı koyanla­ rım la aram da geçip kısa sürmüş olan bir tartış­ maya vardırıyorum . T abiatın gidişi, benim oldu­ ğu kadar onların da seyrine açıktır. Fazla ola­ rak hepimizin davranışını çizen büyük ölçü, de­ ney yoliyle görünüp yaşanan olaylar zinciridir. N e savaş m eydanında, ne de Senatoda bundan başka hiçbir şeyden yardım umulamiyacağı gibi


İNSAN ZİHNİ

215

ne okul, ne de iş ve tetebbu hayatında bundan başka şeyden dem vurulduğu hiçbir zaman işitilmemelidir. Hudutlanm ış olan idrakimiz, taşkın ve coşkun hayal gücümüze göre dapdaracık olan bu sınırları aşmaya boş yere uğraşır. T abiatın gidişinden kanıtlam a yürütmek ve bu gidişten evrenin içine, düzeni evvelâ koymuş, sonra da, hâlâ elde tutm akta bulunmuş olan zeki ve tin ­ sel bir sebebi çıkarsamakla,- hem şüpheli hem de lüzumsuz bir prensip kabul etmiş oluyoruz. Bu prensip, şüphelidir, zira konu, insan deneyi­ nin kavrayış gücünü tamamiyle aşm aktadır. Lü­ zumsuzdur, çünkü — sebep hakkındaki bilgimiz, tamamiyle tabiatın gidişinden meydana geldiği için— biz, doğru usavurmanın kurallarına göre, hem yeni bir çıkarsama ile bu sebepten hiçbir zaman ne tekrar hareket edebilir, ne de, deneyle görüldüğü üzere, tabiatın alelâde gidişine bir şeyler katmak suretiyle, herhangi yeni bir dav­ ranış ve aksiyon prensipleri ortaya koyabiliriz. Sözlerinin bitmiş olduğunu far zederek ben de: — Görüyorum ki, dedim, eski zaman dem agoglarının hilesine başvurmayı ihmal etm i­ yor ve, sözlerinizde, bana halkın rolünü vermeyi münasip gördüğünüzden, benim daima özel bir bağlılık gösterdiğim i bildiğiniz prensiplere ta­ raflı çıkmak 'suretiyle gönlüm ü alıp gözüme girmesini biliyorsunuz. Ancak deneyi, gerek bu, gerekse bütün diğer olgulara dair hükmümüzün tek ölçüsü olarak almanızı kabul etmekle


216

İNSAN ZİHNt

beraber, (gerçekten de bunu böyle yapmanız ge­ rektiğini sanıyorum ) Epikuros'un ağzından ileri sürdüğünüz usavurmayı, başvurduğunuz, gene aynı deneye göre çürütm enin mümkün olduğun­ dan şüphe etmiyorum, ö y le ya, meselâ etrafım ­ da bir yığın tuğla, harç, taş ve türlü türlü dül­ gerlik alet ve avadanlığı bulunan ve yarı bitmiş bir durum da olan bir bina görseydiniz, bu duru­ mun dan, bu binanın bir maksat ve sanat yapımı (artifice) olduğunu çıkarsanmaz mıydınız? V e; sonra da, böylece çıkarsanmış olan sebepten, neti­ ceye yeni eklentiler çtkarsamak üzere, tekrar ha­ reketle binanın yakında bitirilm iş olacağı ve sa­ natın burada meydana getirebileceği bütün son­ radan olma mükemmelleşmelere m alik buluna­ cağı neticesine varmaz mıydınız? Bunun gibi şa­ yet deniz kenarında da bir insanın ayak izini görürseniz, buradan bir insanın geçmiş olduğunu, ikinci ayağın izlerinin kum ların yuvarlanması veya suların basması yüzünden azçok silinmiş olm alarına rağmen, bu ikinci ayağın izlerini de bırakm ış olduğu neticesini çıkarırsınız. Şu halde aynı usavurma m etodunu tabiatın düzeni üzerin­ de de tatbik ve kabulden niçin geri duruyorsu­ nuz? Dünyayı ve şim diki hayatı, varlıklarından üstün bir zekâ çıkarsayabileceğiniz eksik, ku­ surlu bir bina göziyle seyrediniz; bana göre, hiçbir şeyi tamamlamamış ve kusurlu bırakmıyacak olan bu üstün zekâdan dem vurarak bundan za­ m anın Veya yerin herhangi uzak noktasında tam tatbikini ve yapılmasını bulacak olan bir proje


İNSAN ZİHNİ

217

yahut da daha mükemmel bir plân çıkarsamanıza ne engel var? Gerçekten de bu usvurma m etot­ ları tamamiyle birbirlerinin aynı değiller mi? , Şu halde hangi bahane ile birini kabul edip öte­ kini reddedebilirsiniz? Cevap olarak dostum : — K onular arasındaki sonsuz fark, sonuç­ larındaki bu fark için de yeter bir esastır, dedi. İnsana ait sanat ve icat eserlerinde; neticeden sebebe gitmek, sonra, tekrar sebepten hareket ederek neticeye dair yeni çıkarsam alar meydana getirmek ve bu neticenin karşı karşıya kalmış olması muhtemel olan yahut da bundan böyle kalabileceği değişiklikleri incelemek yerindedir. Fakat acaba bu usavurma m etodunun temeli, aslı, neden ibarettir? H erhalde şu: insan, de­ neyle tanıdığımız, niyet ve m aksatları bizce alı­ şılmış olan ve proje ile eğilim leri ise, tabiatın bu gibi bir yaratığın yöneltilmesi için koymuş olduğu kanunlara uygun olarak, oldukça bir bağlantı ve tutarlık gösteren bir varlıktır. D e­ mek ki biz, herhangi bir eserin, insanın işlem ve becerikliliğinden ileri geldiği görüşünde bu­ lunduğumuz zaman, öteki yandan zaten hayvanın tabiatiyle alışkanlığımız olduğu için bundan ne umabileceğimiz üzerinde binbir çeşit çıkarsamada bulunabiliriz ve bu çıkarsamaların hepsinin de, deney ve gözlemde yeri vardır. Fakat insanı, yalnız ve ancak incelediğimiz eser veya verime göre tanısaydık, bu tarzda kanıtlam ada bulunm a­ mız imkânsız olurdu; zira, kendisine yorduğu­


218

İNSAN ZİHNİ

muz niteliklerin hepsi üzerindeki bilgimiz, bu takdirde, bu eser veya verim den meydana geldi* ğinden, bu niteliklerin daha fazla bir şeye işaret etmesi veya herhangi bir yeni çıkarsama için esas ve temel hizmeti görmesi imkânsız olurdu. B ir ayağın kum içindeki izi, bu iz tek başına dikkate alındıkta, yalnız, bu’ ize uygun gelmiş olan herhangi bir şeklin mevcut olmuş ve izin bu şekilden meydana gelmiş olduğunu ispat eder; fakat bir insan ayağının izi, aynı zamanda, ve başka yönden edinmiş bulunduğum uz bir deneye göre, herhalde başka bir ayağın da mevcut bu­ lunmuş ve bu ayağın da, ister zaman isterse başka ârızalarla silinmiş olmasına rağmen, kendi izim bırakmış olmasını da ispat eder. Burada netice­ den sebebe çıkıyor, sonra, sebepten tekrar ine­ rek, neticede olan bazı değişiklikler çıkarsıyoruz; lâkin bu, aynı bask usavurma zincirinin devamı değildir. Bu hal ve misale, bu nevi hayvanın alışılmış şekil ve org-ınlarına dair daha bir sürü deney ve gözlem in girdiğini biliyoruz; yoksa bu kanıtlam a m etodu, aldatıcı ve saçmalamaya saplanmış telâkki edilmek gerektir. H albuki tabiatın eserlerinden çıkardığımız usavurm alar alanında, durum aynı değildir. T an­ rılık, bizim için ancak eserleriyle bellidir ve kâ­ in at içerisinde hiçbir nevi ve hiçbir çeşide girm e­ diği gibi deneyle tanınan nitelik veya sıfatları, bize, andırm a, yoliyle, kendisinde, herhangi bir sıfat veya nitelik çıkarsamamıza elverişli bulunmıyan tek ve eşsiz bir varlıktır.


İNSAN ZİHNİ

219

Kâinat, bize, hikm et ve iyilik gösterdiği için, hikm et ve iyilik çıkarsıyorûz. Bu mükem­ m elliklerin belli bir derecesini de gösterdiğin­ den, biz de, bu m ükem m elliklerin belli bir dere­ cesini, ve incelediğimiz neticeye tamamiyle uygun olan bir derece çıkarsam . Lâkin doğru usavurma kurallarının hiçbirisi bize, daha başka sıfatlar veya aynı sıfatların daha başka derecelerini çıkarsamaya yahut da varsaymaya hiçbir zaman izin ve yetki vermez. İm di, bunun gibi, oldukça bir varsayım hürlüğü olmakszın, bizim için doğrudan doğruya gözlemimizin komısu olandan gayrisi ve ötesin­ de,. ne sebebe dayanarak kanıtlam ada bulun­ mak, ne de neticede herhangi bir değişiklik çıkarsamak kabil değildir. Bu varlık tarafından meydana getirilen daha büyük bir iyilik, ister istemez iyiliğin daha da yüksek b ir derecesini belgitliyeceği gibi, m ükâfat ve cezalandırm aların daha tarafsız b ir dağıtım ı da, ister istemez, ada­ let ve haklılığın daha üstün bir saygı görm esin­ den ileri gelir. T abiatın eserleri üzerine varsa­ yılan herhangi b ir ekleme tabiatın sebebolucusunun sıfatlarına da bir şeyler katar ve bu yüzden de, dayanacak hiçbir sebep ve hiçbir kanıta tam ola­ rak sahip olm adığı için daima ancak tahmin ve yalnız varsayım olarak kabul edilebilir { l} . 11] H erhangi b ir sebep ancak ve yalnız kendi özel neticelerine g ö re b ilindiği zaman, bu seb ep ten yeni n e ti­ celer — bunlar ne özde olurlarsa olsunlar— çıkarsam anın is te r istem ez im kânsız olduğunu, zira bu yeni neticeleri birincilerle birlik te elde etm ek için gereken nitelik lerin yalnız sebebin bizce bilindiği farz edilen neticeyi m eydana


229

İNSAN Z tH N t

Bu alandaki yanılm am ızın ve, aynı zaman* d», kendimizi kapıp koyuverdiğim iz gemsiz hür­ lüğün en büyük kaynağı şu ki biz, kendimizi, zımnen U lu V arlığın yerine koyuyoı, hem akla yakın hem de faydalı diye kabul edilen duru­ m unda bulunduğum uz takdirde, tutm uş olacağı­ mız yol ve hareket tarzını onun da mutlaka h er fırsatta tutacağı neticesine varıyoruz. Lâkin tabiatın her zamanki gidişinin, bizi, hemen her* şeyin, bizim kilerden bambaşka olan prensip ve kurallara göre düzenlenm iş olduğuna inandıra­ bileceğini bir yana bıraksak bile, — evet, bunun dışında olmak üzere bile — insanların kasıt ve getiren niteliklerden is te r başka, is te r üstün ve isterse daha geniş işlevde olm aları gerektiğini, öyle sanıyorum ki b îr kural olarak o rtay a atm ak m üm kündür. Şu halde bu niteliklerin varlığını, varsaym ak için elim i/'4- hiçbir zam an b ir sebep bulunam az. H a ttâ yeni neti»': 'erin , ilk n eticelerle evvelce b ilinen aynı enerjinin ancak b ir deva­ mından ileri geld ik lerin i söylesek bile, bu ortadaki zo r­ luğu g id erm iy ecek tir. Z ira bunun böyle olduğu kabul edilse bile (ki bu da çok n ad ir olarak farzedilebilir) aynı enerjinin yalnız devamı, yalnız kendini gösterm esi bile (çünkü bunun m utlak o larak aynı olm ası im kânsız­ dır) evet, zaman ve yerin başka b ir parçasında buna ben zer b ir enerjinin bıı k e n tin i g ö sterişi çok rasgele b ir varsayım olduktan başk<-, sebep üzerindeki bütün bilgim izin de aslen kendilerinden meydana geldiği bütün n eticelerde izini bırakm am ış olm ası imkânsız olan b ir şeydir Şu halde çıkarsanm ı; olan sebep (olmssı g erek ­ tiğ i gibi) bilinen n eticeyle tam am ı tam am ına uygun ol­ sun: buna göre, bu sebebin, kendilerinden yeni veya başka olan neticeler çıkar*anabil»n niteliklere sahibolması im kânsızdır


NSAN ZİHNİ

221

niyetlerinden, insanlardan bambaşka ve bu de­ rece üstün bulunan b i ' varlığın kasıt ve niyet­ lerine varmak, her halde, andırm anın bütün kurallarına aykırı görünse gerektir. İnsan tabia­ tında kasıt ve eğilimlerin denemeyle tanınıp bi­ linen oldukça bir tutarlığı vardır; şöyle ki her­ hangi bir olgu alanında birinin bir kasıt ve niye­ tini keşfedince, bizim için, geçildiğimiz deneye göre bu kimse hakkında başka bir kasıt ve niyet çıkarsamak ve bu kimsenin ister geçmiş ister gele­ cek davranışı hakkında uzun bir sonuçlar zinciri çıkarmak çok defa akla yakın ve yerinde olabi­ lir. Fakat bu usavurma m etodu kâinatta mevcut her varlıkla olan benzerliği, güneşin bir muma olan benzerliğinden çok daha az bulunan ve bi­ ze, kendisini ancak zayıf birkaç iz veya taslakla belli eden — ki hiçbir şey, bunların ötesinde kendisine herhangi bir sıfat vdya mükemmellik yormak iznini vermemektedir — bu kadar uzak ve bu derece anlaşılmaz bir varlık üzerinde asla yeri olamaz. K aldı ki üstün bir mükemmellik olduğunu sandığımız şey, gerçekte, bir kusur olabilir. Y ahut da sahiden hem de en yüksek derecede bir mükemmellik olsa bile, bu, ulu var­ lığın eserlerinde büsbütün ve fiilen kendini gös­ termişken, bunu bu varlığa yormak halinin ken­ disi, sağlam bir usavurma ve doğru bir felsefe­ den ziyade pohpohlam aya ve nabza göre şerbet vermeye yakındır. Demek ki dünyanın bütün felsefesi öte yandan da, bir çeşit felsefeden başka bir şey olmıyan olanca dini, bizi, ne de­


222

İNSAN ZİHNİ

neyin alışılmış ve alelâde gidişinin ötesine gö­ türmeye ne de düşüncelerin her günkü hayat üzerine sağladıkları davranm a (behaviour) ve aksiyon ölçüleri vermeye hiçbir zaman kabiliyetli olam ıyacaklardır. Şu halde dinsel varsayımdan esasen pratik ve gözlem yoliyle bilinenden öteye gidilerek herhangi yeni bir olgu asla çıkarsanamıyacağı gibi hiçbir olay da, önceden görülüp önceden haber verilemez. Bunun gibi gene p ratik ve gözlemle bilinenden ötesinde, ne beklenilen bir m ükâfat, ne de kendisinden korkulan bir ceza vâki olmaz. Şu kadar ki be­ nim Epikuros üzerindeki övmem daima sağlam ve m em nun edici görüneceğinden başka öte yan­ dan, cemiyetin siyasal ilgi ve çıkarlarının meta­ fizik ve dine ait felsefi çekişmelerle hiçbir bağ­ lantısı yoktur. — Fakat, dedim, bana dikkatimizden kaçmış görünen bir nokta daha var gibi geliyor; bunun için, öncüllerinizi kabul etsem bile, vargınızı ret ve inkâr etmek zorundayım. Siz, dinsel d oktrin ve usavurm aların sadece hayat üzerinde etki ve baskıları olmamak lâztm geldiği için bu gibi etki ve baskıların olamtyacağı neticesine va­ rıyor ve, böylelikle, insanların hiç de sizin tarzı­ nızda usavurma yürütm eyip tersine tabiatın her zamanki ve alelâde gidişinde, görüneni aşmak suretiyle, Tanrısal bir varlığa olan inanların­ dan birçok sonuçlar çıkardıklarını ve T anrı­ ların, düşkünlüğe cezalar ve erdeme m ükâfat­ lar vereceğini varsaydıklarını biraz olsun dik


İNSAN ZİHNİ

223

kate almıyorsunuz. Şu kadar ki onların yürüt­ tükleri bu usavurmanın doğru veya yanlış olm asının bile önemi kalmaz oluyor. Zira bu­ nun, bu insanların hayat ve davranm aları üze­ rindeki etkisi daima aynı olagelm ekten geri ka­ lamaz; ve insanları bu gibi peşinsanılardan uyan­ dırıp vazgeçirmeye kalkışanların — bildiğim e göı;e doğru yargıda bulunan kimseler olabildikleri halde, — iyi yurttaş ve iyi siyaset adam ı ol­ duklarım kabul edemiyeceğim. Çünkü bunlar, in ­ sanları tutkularına azçok vurulm uş bir köstekten kurtarm ış ve insanlar için cemiyetin kanunlarının bozulmasını bir bakıma daha kolay ve daha gü­ venli kılmış oluyorlar. Eninde sonunda, b«n,hürlük hakkındaki genel vargınıza — sizin bu hürlüğü kurmaya çalıştığı­ nız Öncüllerden başka olan öncüllere göre hareket etmekle beraber — belki de rıza gösterebilirim . Kanaatim ce devlet her felsefe prensipine güler yüz gösterm elidir; şöyle ki kendi siyasi çıkar ve ilgileri bakım ından bu gibi bir hoş görüden zarar görm üş olan herhangi bir hüküm et örneği yoktur. Filozoflarda coşkunluk diye bir şey yok­ tu r; esasen doktrinleri de halk için pek öyle çekici değildir: fazla olarak da, bunların usavur­ ma ve görüşlerine hiçbir gem vurulam az ki sonu insanların çoğunluğunu ilgilendiren ve üzerlerin­ de derinden derine etki yapan noktalar üzerinde eziyet ve ezmeye yol açmakla, hem ilim ler hem de, h attâ devlet için, ister istemez, tehlikeli ol­ masın.


gg 4

İNSAN ZİHNİ

Fakat, diye devam ettim , en bellibaşlı kam ­ dım izi ele alınca, aklıma öyle bir zorluk geliyor ki bunu, size, ancak arz edecek ve bizi fazla kıtı kırka yardırtacak tabiatta usavurmalara saptırır korkusiyle, üzerinde fazla ısrar etmiyeceğim. Fik­ rimi tek sözle söylemi; olmak için, şunu diyeyim ki ben, meselâ sizin ta başlangıçtan beri farzedegeldiginiz üzere, bir sebebin yalnız neticesiyle ta­ nınabileceğinden veya gözleminize konu olmuş olan başka hiçbir sebep veya obje ile hiçbir ay­ nılığı veya benzerliği olmıyacak kadaı kendine göre ve acayip tabiatta olacağından ziyadesiyle şüphedeyim, tki nevi objeyi daima beraber gör­ düğüm üz haldedir ki birini ötekinden çıkarsayabiliriz; şu kadar ki eğer tamamiyle tek başına olup bilinen hiçbir nev'e dâhil edilemiyecek bir netice ile karşılaşacak olsak, bunun sebebi hakkında, özü ne olursa olsun, herhangi bir tahm in veya çı­ karsam ada bulumamıza h içb ir imkân göremiyo­ rum. Eğer deney, gözlem ve andırm a, gerçekten, bizim bu çeşit çıkarsam alarda, akla yakın olarak, ardından gidebileceğimiz tek yolgöstericilerse, netice ile sebebin her ikisi de, bizim tanıdı­ ğımız ve birçok hal ve misallerde, birbirleriyle beraber gittiklerini gördüğüm üz başka netice ve başka sebeplerle aynılık ve benzerlik gös­ term eleri gerektir, işte uu prensipin vargıla­ rını çıkarm akta devam etmeyi, sizin kendi fikir ve düşüncenize bırakıyorum. Sadece, şumı belirt­ mekle kalacağım ki Epikuros’un karşı koyanları, daim a tek. başına ve eşsiz bir netice olan evre-


İNSAN ZİHNİ

22»

nin, kendisi de, evrenden daha az eşsiz ve ayrı olmıyan bir sebep bulunan bir tanrılığın bel­ gesi olduğunu varsaydıklarından, bu varsayımda sizin usavurmalarınız, hiç değilse, dikkatimize lâyık gibi görünüyor. Ancak, sebepten tekrar neticeye dönebilmemizde ve sonra, sebep 'hakkın* daki fikrim ize göre usavurmada bulunm akla, neti­ cede herhangi bir değişikliğin veya herhangi bir ilâvenin olduğunu çıkarsayabilmemizin hayli zorolduğunu teslim ederim.

15


X II. BÖLÜM AKADEMtK VEYA ŞÜPHECİ FELSEFE ÜZERİNE I Gerek 1jir tanrılığın varlığını ispat, gerekse U um nzlartn yalanlarını giderip yük etmek için ortaya konan felsefi usavurma çokluğuna, bu konuda olduğu kadar başka hiçbir konuda rasgelinm ez; bununla beraber, en din sever olan filozoflar bile, herhangi bir insanın spekülatif bir tanrısız olacak kadar basireti bağlanmış bir' durum a gelebilip gelemiyeceğini kestirmek için hâlâ tartışıp dururlar. Şu halde acaba bu çeliş­ m eleri nasıl uzlaştırabiliriz? Yeryüzünü ejderler ve devlerden temizlemek maksadiyle dolaşan gezici şövalyelerin) bu yaratılış garibelerinin var­ lığı üzerinde en küçük bir şüpheye bile düştük­ leri asla olağan değildir. Süpheci’ye gelince,- o, — esasen hiç kimsenin, dünyada, bu kadar mânâsız bir yaratığa rasgelmemiş ve böyle, ister aksiyon, ister spekülâsyona ait herhangi bir konu hakkında ne görüş, ne de prensipi olan bir insanla konuşmamış olması m uhakkak bulunm akla beraber — bütün Kilise adam lariyle bütün ağ ır başlı filozofların öfke­ sini harekete getiren başka bir din düşm anıdır.


İNSAN ZİHNİ

227

İşte bu hal, inşam , çok tabiî olarak, şu soruya götürüyor: Şüpheciden kasdedilen uıâna nedir? Ve bu ilk felsefi şüphe ve kararsızlık prensip­ lerini nerelere kadar vardırmak kabildir? B ir nevi şüphecilik vardır ki bu, her türlü inceleme ve her türlü felsefeden evvel gelip Descastes ve daha başkalarınca da, yanılmaya ve acele yargıya karşı, belli başlı bir koruyucu ol­ mak üzere, övülüp tavsiye edilir. Bu şüphecilik, yalnız evvelki görüşlerim izin ve prensiplerim izin topu üzerinde değil de, denildiğine göre, ya yanlış yahut da aldatıcı olması m utlak surette imkânsız bulunan herhangi asıl olan bir prensip­ ten çıkarılmış bir usavurma zincirlenmesi vasıtasiyle, kendimizi, doğrulukları üzerinde sağlama­ mız gereken yetilerim izin kendileri üzerinde de evrensel bir şüpheyi gerektirir. Fakat, bir yan­ dan, doğrudan doğruya açık ve kandırıcı olan prensipler üzerinde, böyle imtiyaz sahibi bulunan bu gibi bir asıl olan prensip var olm adığı gibi, öte yandan da, şayet olsaydı bile, bundan bir adım öteye gidem ezdik; meğer ki bunu, esasen güvenmememiz gereken yetilerin gene kendilerini kullanm akla yapmış olalım. Demek ki Descartes’çı şüphe, — şayet bir insan varlığının buna erişmesi herhangi bir zaman kabilse — ki bunun kabil olm adığı m eydandadır — tamamiyle şifasız bir hal bulunur; şu kadar ki artık hiçbir usa­ vurma, bizi, herhangi bir konu üzerinde olursa olsun, bir güven ve kanaat durum una hiçbir za­ man götüremez olur.


228

İn s a n z ih n i

Bununla beraber şunu itiraf etmeli ki bu □evi şüphecilik, daha itid alli bir halde olunca, çok akla yakın bir anlam da anlaşılabilip, hem usavurmalarım ızda yakışık alan bir tarafsızlığı devam ettirm ek, hem de zihnim izi, ister terbiye­ nin, ister ulu orta bir görüşün etkisiyle kapılmış bulunabileceğimiz peşin sanılardan temizlemek yoliyle, felsefenin inceliyebilmesi için zorunlu bir hazırlanm a meydana getirir. Seçik ve doğru­ dan doğruya belli prensiplerle işe başlamak, ih­ tiyatlı ve güvenilir adım larla ilerlemek, vargıla­ rım ızı sık sık gözden geçirip bunların bütün so­ nuçlarını emekle incelemek: işte bunlar,. — bu yol ve gidişle, sistem lerim izden ancak ağır re sınırlı bir ilerlem eden fazlasını elde edemesek bile — dolayısiyle bakikata ulaşmayı ve çözümleme çare­ lerim izde herhangi bir zaman münasip bir ka­ rarlam a ve kesinlik elde etmeyi umabileceğimiz biricik usullerdir. Başka bir çeşit şüphecilik daha vardır ki bu, insanlar, ister kendi zihin yetilerinin tamamiyle aldatıcı olan tabiatını, ister bunların genel ola­ rak kullanıldıkları bütün şu garip spekülâsyon konularında, herhangi belirli çözüm çaresine varmak yolundaki kabiliyetsizliklerini keşfetmiş sayıldıklarında, meydana çıkan ve ilim ve araştır­ manın arkasından gelen septisizm 'dit. Böylece, işte belki bir çeşit filozoflar tarafından, duyu­ larım ızın kendilerine varıncıya kadar tartışma konusu haline getirilm iyen bir şey yoktur; hattâ hergünkü hayata ait kuralların bile çok defa,


İNSAN ZİHNÎ

229

m etafiziklik theolojinin en derin prensipleri veya en önemli vargıları derecesinde ve aynı şüpheye tâbi tutuldukları olur. Ancak bu aykırı inançlara (eğer bunlara böyle demek yerindeyse) filozofta ve bu inançların çürütülmesine de birkaç filozofta rasgelindiği için; bu inançlar; kendiliğinden, merakımızı harekete getirir ve, bizi, araştırm ala­ rımızın, üzerine kurulu bulunabilecekleri kanıtlar üzerine götürmeye yöneltirler. Suya daldırılm ış bir küreğin kırık görün­ mesi, bulundukları çeşitli uzaklıklara göre obje­ lerin türlü görünüşleri, gözlerin bir teki üzerine yapılan zorlam alardan ilerigelm e çifte im ajlar ve buna benzer daha birçok gösteriler gibi or­ ganlarım ızın bir sürü hal ve vesilelerde meydana koydukları kusurlu ve aldatıcı karakterden çıka­ rılan ve duyuların şahitliğine ve apaçıklığına karşı, septikler tarafından öteden beri kullanılagelen uSavurmaların en eskimişleri üzerinde ısrar etmeme lüzum yoktur. Gerçekten de bu septik usa­ vurm alar, sırf, yalnız duyulara körü körüne bo­ yun eğmemek, tersine bu duyuları, kendi alanla­ rının sınırları içerisinde, doğru ile yanlışın uygun kriter yomları kılmak üzere, duyuların şahitliğini akıl ve usavurma, çevrenin tabiatından edinilm iş görüşler, objenin uzaklığı ve organın durum iyle düzeltmek lâzım geldiğinin belgitlemeye yeterler. Oysaki duyulara karşı; bu kadar kolay bir çözüm­ leme götürm iyen başka ve çok daha esaslı ka­ nıtlar vardır. İnsanların, bir içgüdü veya tabiî bir peşinsanı dolayısiyle, kendi duyularına inanmaya eği­


230

JNSAN ZlHNt

lim li bulunm aları, ve, ortada henüz hiçbir usa­ vurm a yokken, hattâ âdeta akıl ve usavurmanın kullanılm asından bile önce, kendi zihnimize tâbi bulunm ayıp belki hem biz, hem de her duyar yaratık yok veya yokolmuşken dahi var olacak olan bir dış evreni varsayışımız, besbelli gibi görünüyor. H attâ hayvanlar bile aynı duygu ve güdüye göre hareket edip düşünce, amaç ve aksiyonlarının hepsinde dış objelere olan bir inanlarını alıkoyarlar. Bundan başka, insanların, tabiatın bu kör ve kuvvetli içgüdüsüne tâbi oldukları zaman, duyularının gösterdikleri im ajların, daima, dış objelerin kendileri olduğuna, ve bu im ajların bu objelerin tasarlanm alarından başka bir şey olm a­ dıklarına d air hiçbir şüphe beslemedikleri de, aynı derece belli bir hal gibi görünüyor. Meselâ işte beyaz olduğunu gördüğüm üz ve katı old u ­ ğunu hissettiğim iz bu m asanın, zihnimizden ba­ ğımsız olarak var ve kendisini kavrıyan zihni­ m izin dışında bir şey olduğu sanılır. Bizim varlı­ ğımız ona varlık vermediği gibi, var olmamamız da onu yok etmez. Böylece masa, kendisini kavrıyan veya seyreden zeki varlıkların durum undan bağımsız olarak kendi birörnek ve tam varlı­ ğını sürüp gider. Lâkin insanların hepsinin benimsemiş bulun­ duğu bu evrensel ve iptidai görüş, zihinde, bir imaj veya kavrayıştan başka hiçbir şeyin asla var olamıyacağını ve duyuların ise, bu im ajların, zihinle obje arasında doğrudan doğruya hiçbir


İNSAN ZtHNİ

231

alışveriş meydana getirmeye kabiliyetli olmaksızın nakledilm elerine yarıyan kanallardan başka bir şey olm adığını, bize öğreten en önemsiz bir fel­ sefe tarafından çok geçmeden hırpalanıp ortadan kaldırılır. Karşımızda gördüğüm üz masa, biz kendisinden uzaklaştık mı küçülür gibi o lu r; lâkin bizden bağımsız olarak var olan gerçek masanın kendisi, hiçbir değişikliğe uğram az; demek ki bizim zihnimizde var olan, masanın im ajından başka bir şey değildi. İşte akıl ve idrakin açık gerek­ tirm eleri b unlardır; şöyle ki usavurma yürüten herhangi bir insan, meselâ, şu ev ve şu ağaç de­ diği zaman, göz önüne getirdiğim iz varlıkların, sadece zihindeki bazı kavrayışlarla birörnek ve bağımsız kalan başka varlıkların geçici kopya ve­ ya tasarıları olduklarından hiç şüphe edemez. Demek ki, buraya kadar, biz, usavurma dolayısiyle ya tabiatın ilk ve iptidai içgüdülerine karşı gelmek, yahut da bunlardan uzaklaşıp du­ yularımızın şahitliği alanında yeni bir sistem kabul etmek zorunda bulunuyoruz. Ancak şu var ki felsefe, bu yeni sistemin haklı olduğunu or­ taya koymak ve septiklerin inceleme ve itirazla­ rını önlemeye gelince, ziyadesiyle zor bir durum ­ da kalmış bulunuyor. Bir yandan artık tabiatın şaşmaz ve karşı konulm az içgüdüsünden demvuramıyor, zira bu içgüdünün, artık yanılabilir, hattâ yanlış olduğunu meydana çıkarmış bulunan bambaşka bir sisteme götürdüğü, öte yandan da, bu sözde felsefi sistemi, açık ve kandırıcı bir kanıtlam a zinciri veya sadece kanıtlam a benzeri


232

İNSAN ZlHNt

bir şeyle haklı gösterm ek, her türlü insan gü­ cünü aşan bir kudrete bağlıdır. Şimdi acaba zihnin kavrayışlarının, bunlara — eğer mümkünse — benzemekle beraber gene de bambaşka olan dış objelerden ister istemez meydana getirildiklerini ve bu kavrayışların ne zihnin (m ind) kendi enerjisinden, ne görünmez ve bilinmez bir ruhun (sp irit) telkininden, ne de bizce büsbütün bilinm ez başka herhangi bir sebepten ileri gelmiyecekleri nasıl belgitlenebilir? Gerçekten de, meselâ, rüyalarda, delilik ve daha başka hastalıklarda olduğu gibi kavrayışların çoğunun dıştan olan hiçbir şeyden ileri gelm e­ diği kabul edilm iştir. Zaten bir cismin, tutup ta kendi tabiatından çok başka, hattâ zıt tabiatta olduğu sanılan bir töze (substance) nakledecek surette zihin ve ruh üzerinde işlemesi kadar açıklanması imkânsız bir şey olamaz. Şu halde duyuların, kavrayışların, bu duyu­ lara benziyen dış objelerden meydana gelip gel­ m ediklerini bilmek, olguya ait bir sorudur: bu soru nasıl çözülm elidir? Aynı özdeki bütün öte­ ki sorular gibi şüphesiz deneyle! Fakat burada, deney iyice dilsiz kalıyor ve böyle kalm aktan fazla bir şey de zaten yapamamak durum undadır. Z ihin için kavrayışların başka kendisinde hazır ve var bir şey hiçbir zaman yoktur ve böylece, zihnin, bu kavrayışların objelerle bağlantısından herhangi bir deney elde etmesi mümkün değil­ dir. Demek ki bu gibi bir bağlantının varsayılmasının, usavurmada hiçbir esas ve temeli yoktur.


İNSAN ZÎHNt

233

H al böyle iken, şimdi duyularım ızın doğru­ luğunu belgitlem ek için ulu varlığın doğruluğu­ na başvurmak, herhalde hiç de umulmadık bir dolambaç yapmak olur. Eğer onun doğruluğu­ nun bu soruyla herhangi bir ilgisi olmuş olsaydı, onun aldatm ası hiçbir zaman mümkün ölmadığına göre, duyularım ızın tamamiyle şaşmaz ve yanılmaz olm aları gerekirdi. K aldı ki dış âlem bir kere söze konu edildikten sonra, gerek bu varlığın, gerekse sıfatlarından herhangi birinin varlığını belgitlemeye elverişli kanıtlar bulm akta yaya kalırdık. Dem ek ki bu, derin ve felsefi çeşide bağlı septiklerin, insanın bilgi ve araştırm a konuları­ nın hepsinde evrensel kavram da bir şüphe sok­ mağa çalıştıklarında, daima başaracakları bir ko­ nudur. Gerçekten t>u septikler şöyle diyebilirler: «Siz, tabiatın içgüdü ve eğilim lerine, duyuları­ mızın doğruluğuna inan getirm iş olarak mı uyu­ yorsunuz? Fakat bu içgüdüler, sizi, kavrayış ve­ ya duyusal imajın, dış objenin kendisi olduğuna inanm aya götürüyor. Yok e ğ e r' bu prensipi red­ dedip de, meselâ, kavrayışların, ancak herhangi bir dış şeyin tasarlam alarından ibaret oldukları şeklinde daha akla yakın bir görüşe taraflı o lu r­ sanız, o zaman, böylelikle, en belli ve tabiî eği­ lim ve duygularınızdan ayrılmış olursunuz; fa­ kat kavrayışların dış objelerle ilişikli bulunduk­ larını belgitlem ek için deneyden alınma ve kan­ dırıcı olan bir kanıtı hiçbir zaman bulamıyad akıl ve idrakinizi gene de doyurmuş olmazsınız.»


234

İNSAN

z ih n i

Aynı tabiatta olup eo derin ve özlü felse­ feden çıkarılm ış başka bir septik konu daha vardır ki, şayet herhangi ciddî bir amaca hizmet etm ekte bu derece az yararlı kanıt ve usavurm aları bulmak için bu derece derine varmak lüzum lu olsaydı, bu konu, dikkatimize lâyık olurdu. M odern araştırıcılar tarafından objelerin, meselâ katı, yumuşak, sıcak, soğuk, beyaz, siyah v.s. gibi bütün duyusal nitelikleri, tamamiyle ikinci derecede olup objelerin kendilerinde var olm adıkları, tersine belki zihnin, hiçbir archetype veya dış örneğini temsil etmiyen kavrayışları olduk­ ları evrensel olarak kabul edilm iştir. Şimdi eğer bu, ikinci derece nitelikler (secondary qualities) üzerinde kabul ediliyorsa, uzam ve katılık gibi söztle ilk olan (prim ary qualities) nitelikler için de kabul edilmek lâzım dır; esasen bu so­ nuncuların, bu isme birincilerden daha fazla li­ yakatleri olamaz da. Uzam fikri, tamamiyle gör­ me ve dokunm a duyulariyle kazanılm ıştır; şöyle ki eğer duyularla kavranan niteliklerin hepsi, objede dej>il de,- zihindeyse, aynı vargı, tama­ miyle duyusal fikirler veya ikinci niteliklerin fi­ kirlerine bağlı olan uzam fikrîne de tatbik edil­ mek gerektir. İşte bu ilk niteliklerin fikirleri­ nin soyutlama (abstraction) ile elde edildildikleri yolundaki teyitten başka bizi bu vargıdan kurtaracak hiçbir şey yoktur: bu ise, inceden inceye yoklanınca anlaşılmaz, ye hattâ saçma bulacağımız bir görüştür. N e dokunulabilir ne de görülebilir olan bir uzam, ille ve m utlaka kavranamaz;- bunun


;NSAN ZİHNİ

235

gibi ne sert, ne yumuşak, ne siyah ne de beyaz olan dokunulabilir veya görülebilir bir uzam da, aynı tarzda, insan idrakinin kavram ını aşar. Meselâ göz önüne ne ikizkenar, ne de çeşitkenar olan, ve yanlarının ise hiçbir belirli uzunluk veya oranı bulunm ıyan bir üçgen getirmeye çalışılsın: çok geçmeden soyutlama ve genel fi­ kirler üzerindeki bütün skolâstik kavram ların saçmalığı, m utlaka meydana çıkıverir £ l j . İşte duyuların belli şahitliği veya dışsal var­ lık üzerindeki görüşe karşı ortadaki ilk felsefi itiraz, böyle bir görüşün — eğer tabiî içgüdü üzerine kurulmuşsa — akıl ve usavurmayla, ve akılla muhakeme üzerine dayanırsa da; — hem de tarafsız bir araştırıcıyı kandırabilecek rasyo­ nel, akla yakın bir şahitlik ve garantiyi de içermeksizin — bu defa da, tabiî içgüdüyle çeliş­ meye düşmesi halinden ibarettir. İkinci karşı koyma, büsbütün ilefiye var[1] Bu k anıt, d o k to r B erkeley’den a lın m ıştır; g er­ çekten de, bu çok u sta yazarın yazılarının çoğu, Bayie de istisna edilm em ek şartiyle, eski veya m odern filozof­ larda bulunabilen en mükemmel şüphecilik d e rsleri özün­ dedir. F akat B erkeley, eserinin adında (ve belki de büyük bir hakikat ve isab etle) kitabını,. T an rısızlarla «libres penseursV lere (free-th in k ers) karşı olduğu k ad ar şüphe­ cilere karşı da m eydana getirm iş olduğunu ilân eder. Lâkin B erkeley'in bütün k anıtlarının, başka b ir amaca çevrilm iş olm akla b e ra b e r, gerçekte yalnız ve iyiden iyiye şüpheci olması hali, şununla bellidir ki bu k a n ıtla r hem cevap k a b a l etm ez hem de ka n d ırm a zla r. Bunların tek etkisi, şüpheciliğin b ire r sonucu olan geçici hayret, k ararsızlık ve şaşkınlığı m eydana g e tirm e k ten ib a re ttir.


236

İn s a n z ih n i

makta ve bu görüşü, — hiç değilse bütün duyu­ sal niteliklerin, objede değil de, zihinde oluşu şayet bir akıl ve usavurma prensipi ise — akıl ve usavurmaya zıt gibi gösterm ektedir. Maddeyi, gerek birinci gerekse ikinci olan, aynı zamanda da, anlaşılabilir bulunan bütün ni­ teliklerinden soyunuz: M addeyi, âdeta yok etmiş ve onda, kavrayışlarım ızın sebebi olmak değe­ riyle, bilinmiyen, açıklanam ıyan «bir şey» den fazlasını bırakmamış olursunuz. Bu ise, öyle ku­ surlu ve eksik bir kavram dır ki, hiçbir septik, bu kavram ı redde değer saymaz. II Septiklerin, akıl ve kavrayışı, kanıtla ve kı­ yasa dayanan usavurma ile çürütmeye uğraşma­ ları, belki de, akıl kârı olm aktan çok uzak gö­ rünebilir; lâkin septiklerin bütün araştırm a ve bütün tartışm alarının en bellibaşlı amacı, gene de budur. Bundan dolayı septikler, olgu ve var­ lığa ait şeylere ait usavurmalarımıza karşı oldu­ ğu kadar bütün soyut usavurmalarımıza karşı da itirazlar bulmaya çalışırlar. Bütün soyut usavurm alara karşı en esaslı karşı koyma, zaman ve yer fikirlerinden çıkarıl­ m ıştır: bu fikirler ise, her günkü hayatta ve ihmalci, dikkatsiz bir göze göre, çok açık ve iyice anlaşılır oldukları halde, derin ilim lerin incelenmesinden geçtikleri zaman — esasen de bu ilim lerin, başlıca konusunu meydana getirir­ ler — m anasızlık ve çelişmelerle dolu görünen


İNSAN ZİHNİ

237

prensipler gösterirler. İnsanlığın âsi akıl ve man­ tığını yenip boyunduruk altına almak amaciyle icadedilmiş hiçbir ruhani dogma, uzamın sonsuzcasına bölünebirli/liği doktrini kadar, insanlı­ ğın sağduyusunu incitmem iştir, o doktrin ki neticeleri, bütün hendeseciler ve m etafizikçiler tarafından âdeta bir nevi ferahlık ve m uzaffer bir eda ile, tantanalı bir şekilde ortaya konm ak­ tadır. H erhangi bitmiş bir nitelikten sonsuz de­ recede daha az olan ve kendinden gene sonsuz derecede daha az olan nicelikler içine alan ger­ çek bir nitelik: ve sonu gelmeden hep böyle (ad in fin itu m ) : işte bu, o derece cüretli ve ola­ ğanüstü bir kuruluş ki herhangi sözde-belgitleme için taşınamıyacak kadar ağırdır; zira insan akıl ve m antığının en açık ve en tabiî pren­ siplerine aykırı gelm ektedir £ 1}. Lâkin bu hali büsbütün olağanüstü kılan şey, görünüşte saçma ol^n bu görüşlerin, en açık ve en tabiî bir usa[1] M atem atik noktalar üzerinde yürütülebilecek tartışm alar, ne olursa olsun, fiziksel n o k talar, yani ister göz is te r hayal gücü ile ne bölü n eb ilir ne de azaltıla­ bilir olan uzam parçaları olduğunu teslim etm eniz lâzım ­ dır. Demek ki fantezi veya duyular için v ar olan bu im ajlar, mutlak Surette bölünem ez olup dolayısiyle < e, riyaziyecilerde h er gerçek uzam p arçasından sonsuz d e­ recede daha küçük oldukları kabul edilm elidirler; halbuki akıl ve usavurm a için, bu im ajların sonsuz b ir sayısının, sonsuz b ir uzam meydana getirdiği önerm esinden daha muhakkak, görünen b ir şey yok tu r. H ele sonsuz derecede küçük olup gene sonsuz derecede bölünebilir farz edilen bu uzam parçalarının sonsuz bir sayısı için hal, haydi haydi böyledirl


238

İNSAN ZİHNİ

vurma zincirlemesiyle desteklenmiş oldukları ve, bizim için de, sonuçları kabul etmeden öncülleri teslim etm enin kabil olm adığıdır. İşte meselâ dairelerle üçgenlerin özeliklerine dair olan bütün vargılardan daha k a n d ın a ve daha doyuru­ cu b it şey olam az; ancak bu vargılar bir kere kabul edildi mi, bir daire ile teğeti arasındaki dokunm a açısının, her doğru çizgili açıdan son­ suz derecede daha az olduğunu, dairenin çapı in in fin itu m artırıldıkça, bu dokunma açısının, in infintttim büsbütün küçüldüğünü, ve daha başka eğrilerle bunların teğetleri arasındaki dokunm a açısının, herhangi bir daire ile teğe­ ti arasında var olandan sonsuz derecede da­ ha az olabileceğini, ve böylece in infinitum na­ sıl inkâr edebiliriz? Bu prensiplerin belgitlemesi, bir üçgenin üç açısının iki doğruya eşit ol­ duğunu meydana koyan belgitlem e kadar — bu sonuncu görüşün, tabiî ve kolay, birincinin ise çelişme ve saçmalığa gebe olmasına rağmen — hatasıza benziyor. Burada akıl ve usavurma, bir çeşit hayrete ve duraklam aya uğram ı; gibidir ki bu hal de, — zaten hiçbir septikin telkinlerine ha­ cet kalmaksızın bile — akıl ve usavurmaya, hem kendisine hem de üzerinde yürüdüğü alana kar­ şı güvensizlik verir. Akıl ve usavurma, bazı yer­ lerin bol ışıkla aydınlandığını görür, lâkin bu ışık, en derin bir zifiri karanlığa bitişiktir. Akıl da, bu aydınlıkla bu karanlık arasında öyle gö­ zü kararm ış ve şaşırmış bir durum da kalır ki, artık tek bir konu veya obje üzerinde bile — bu


İNSAN ZİHNİ

J3 9

konu veya obje ne olursa olsun — kesinlik ve güvenle hüküm veremez olur. Soyut ilim lerin bu gözüpek kararlarının saç­ malığı, zamana nispetle, uzama nispetle oldu­ ğundan, mümkünse, büsbütün elle tu tu lu r bir hal alıyor gibidir. N asıl ki zamanın gerçek bö­ lüm lerinin biribiri ardı sıra geçen ve biribiri ardı sıra tükenen birtakım sonsuz sayıları, o derece besbelli bir çelişme gibi görünüyor ki insan, kendi aklınca, hiç kimse bunu kabule razı olamaz m eğer ki bu kimsenin usavurması, ilim ler tarafından iyileştirilmiş olacak yerde kö­ tüleştirilm iş olsufl, diye düşünüyor. Bununla beraber akıl ve kavrayış bu görü­ nürdeki saçm alıklar ve çelişmeler yüzünden sü­ rüklenmiş bulunduğu septisizme karşı bile, gene de halecan ve tereddüt içinde kalm aktan kurtu­ lam ıyor. H erhangi açık ve seçik bir fikrin, ister kendisiyle isterse başka herhangi açık ve seçik bir fikirle çelişik noktalar içine alabilmesi m utlak surette anlaşılmaz bir hal olduktan başka mey­ dana getirilebilecek herhangi bir önerme kadar saçma ve mânastz olabilir; şu kadar ki hiçbir şey, geom etri, yani nicelik ilm inin aykırı ve pa­ radoksa kaçan vargı ve sonuçlarının bazılarından doğan bu septisizmi^ asıl kendisinden daha sep­ tik yahut da daha ziyade şüphe ve tereddütle dolu olamaz £ l} . [1] Bana öyle geliyor ki, doğrusunu söylem ek lâzım gelirse, so y u t veya genel fik irler diye b ir şey olm a­ dığı, te rsin e belki b u tu n genel fikirlerin, b akikatta,


340

İNSAN ZİHNİ

Manevi apaçıklık veya olguya ait şeyler üze­ rindeki usavurmalara karşı ileri sürülen septik itirazlar, ya balkağzt veya felsefidir. Halkağzı itirazlar, insan kavrayışının tabii za’fından, baş­ ka başka çağlarda ve başka başka m illetlerde edinilip benimsenmiş biribirine zıt görüşlerden usavurmamızın hastalıkla sıhhatte, gençlikle ih­ tiyarlıkta, iyi günle kara günde, gösterdiği de­ ğişikliklerden, her kişinin ayrı ayrı, kendi duy­ gu ve görüşlerindeki devamlı uyarsızlıktan ve bu çeşitten daha bir sürü konulardan çıkarılmış bulunm aktadır. Bu alanda daha ziyade ısrar etgenel bir terim e bağlı bulunan tik el fikirler oldukları, bu genel terim in ise, sırasında, zihinde hazır bulunan fikre, bazı noktalard an benziyen başka tikel fikirler çağırdığı kabul edilecek o lu rsa, bu saçm alarla çelişm e­ lerden kaçınm ak imkânsız değildir. Meselâ, «at» dendiği zaman, zihnimizde derhal belirli b ir şekli ve büyüklüğü olan siyah veya k ır b ir hayvan fikri kurarız; fak at bu «at» ismini, daha başka şekil, büyüklük ve ren k te olan hayvanlara da verm ek â d e t olduğu için, bu fik irler, ha­ yal gücünde fiilen v ar olm am akla b erab er kolayca h a tır­ lanabilirler; ve usavurmamızla vargım ız d a , bu fikirler fiilen hazırm ış gibi harek et eder. E ğ er bu, kabul ediiirse, (ki bu, akla yakın görünüyor) m atem atikçilerin, üzerinde usavurm a yürüttü k leri bütün nicelik fikirlerinin, duyu­ larla hayal £ücü tarafın d an ima edilen ve, bu seheple de sonsuzca bölünebilir olm ıyan bazı tik e l fikirlerden başka bir şey olm adıkları neticesi çıkar, işte bu görüşü daha ileriye götürm eksizin, şim dilik bu k a d ar belirtm iş olmak, y e te r. Şüphesiz ki bütün ilim severler içib, v argıları yü­ zünden, cahillerin alay ve küçümsemesine hedef olmamak önem lidir, ve bu da, bu zorlukların en çabuk çözümlen­ me çaresi gibi görünüyor.


İNSAN ZİHNİ

241

meye hacet yok. Bu itirazlar, zayıftır; zira hiz, her günkü hayatta, olgu ve varlık hakkında, her an usavurma yürüttüğüm üz, hattâ bu çeşit kam ­ dı, arasız olarak kullanmaksızın hiç de ya.şıyamaz olacağımızdan, buradan çıkarılan her halkağzı itiraz, bu apaçıklığı yok etmeye, ister iste­ mez, yetersizdir. Pyrrhotıculuğun veya septisiz­ min aşırı prensiplerinin en büyük yıkıcısı, aksi­ yon, iş, hergünkü hayatın uğraşm alarıdır. Bu prensiplerin, kendilerini çürütmek i.nkânsız de­ ğilse bile, gerçekten güç olan, okullarda, çi­ çeklenip galebe çalmalarının mümkün olmasıdır. Fakat bu okulların çevresinden dışarı çıkar çık­ maz, ve, tutkularım ızla duygularımızı harekete ge­ tiren gerçek objelerin varlığı dolayısiyle, tabiatı­ mızın en kudretli prensip ve kaynaklarına karşı tutuldukları zaman, duman gibi dağılır ve en koyu septiği bile, diğer geçicilerinkinden farksız bir durum da bırakırlar. Demek ki septik, kendi alanında kalıp daha derin araştırm alardan doğan felsefi itirazları geliştirse, daha iyi hareket etmiş olur. Duyuların veya belleğin şahitliğini aşan herhangi olguya ait bir şeye inanmak yolunda, sahip olduğumuz her sebebin, tamamiyle sebeple netice bağlantısın­ dan ileri geldiğini; bizim, bu bağlantı üzerinde biribirine sık sık bağlı bulunmuş olan iki obje­ nin fikrinden başka bir fikre sahibolmadığımızı; kendi deneyimize göre, biribirlerine sık sık bağlı bulunmuş ölan birtakım objelerin, daha başka hal ve durum larda da, gene aynı tarzda 16


242

İNSAN ZİHNİ

bağlı bulunacakları yolunda, bizi kandıracak başka kanıda sahip bulunm adığım ızı; ve fazla olarak, bizi bu çıkarsamaya götüren şeyin, alışkan­ lıktan, yani tabiatım ızın belki aşıl kendisine karşıkonması şüphesiz güç olan, fakat başka içgü­ düler gibi, kendisi de aldatıcı ve yanıltıcı ola­ bilecek olan belirli bir içgüdüsünden başka bir şey olm adığını, haklı olarak iddia etm ekle, sep­ tiğin burada üstün gelmesine, bol bol mey­ d in var gibi görünüyor. Septik bu noktalar üzerinde ısrar etmekle, kuvvetini veya daha doğrusu, hem kendisinin hem de bizim 2ayıflık ve çaresizliğimizi meydana koymuş oluyor, ve, hiç olmazsa o an için, her güven ve, inanı yık­ mışa benziyor. Şimdi eğer bundan cemiyet için herhangi sürekli bir iyilik veya kâr elde edilebi­ leceği um ulabilseydi, bu kanıtladı uzun uzadıya ortaya serip genişletm ek pekâlâ mümkün olurdu. Z ira aşırı septisizme karşı ileri .sürülebilen en bellibaşlı ve en şaşırtıcı itiraz da, işte bura­ d adır: bu septisizm, böyle olanca kuvvet ve dinç­ liğiyle kaldıkça, bundan, sürekli hiçbir sonuç elde edilemez. Böyİece, meselâ, bu çeşit bir septike: amacının ne olduğunu, ve bütün bu merakverici araştırmalarındaki hedefin neden ibaret bulundu­ ğunu sorduk mu, septik hemen şaşırıp kalır ve ne cevap vereceğini, bir türlü kestiremez. Herbiri. ayrı bir astronom i sistemi güden bir Copernic’çi veya Ptoleıne’ci, 'karşısındakiler de saplan­ ma ve sürekli bir kanaat uyandırmayı umabilece­ ği gibi bir Stoiacı veya hir Epikurosçu da, sürekli


İNSAN ZİHNİ t

243

olm am aları mümkün olmakla beraber, insanın davranış tarzı üzerinde etkisi olan bazı prensip­ ler gütmekte bulunurlar. Fakat bir Pyrrhoncu’ya gelince, o, ne felsefesinin zihin üzerinde herhan­ gi değişmez bir etkisi olmasını, ne de, eğer bir etkisi olsa bile, bu etkinin cemiyet için hayırlı olacağını umamaz. Tersine septik, — eğer her­ hangi bir şey teslim etmesi varitse — şunu tes­ lime mecburdur ki kendi prensipleri m utlaka ve evrensel olarak yürüflü olacak olsaydı, her türlü insan hayatı ister istemez yok olur, her usavurtna, her aksiyon derhal durur, ve insanlar, tabi' atın zorlam aları yerine getirilm iye getirilm iye sefil ve zavallı öm ürlerine son verinciye kadar, derin bir uyüşukluk uykusunda kalırlardı. Şükür ki bu derece uğursuz bir olayın meydana gel­ mesinden pek de öyle korkulm am alıdır. Tabiat, daima prensiplerden daha kuvvetlidir. Bu sebeple bir Pyrrhoncu derin usavurmaları yardımiyle, ister kendini isterse de başkasını geçici bir hayret ve şaşkınlığa istediği kadar düşürsün: hayatın ilk rasgelinen en gelişigüzel olayı, septikin bü­ tün şüphe ve tereddütlerini dağıtır, ortadan kal­ dırır, ve asıl kendisini de her türlü aksiyon ve spekülâsyon alanında, ya bütün diğer doktrinle­ rin filozoflariyle veya hiçbir zaman hiçbir fel­ sefi araştırm a İle uğraşmamış olanlarla tam a­ miyle aynı durum da bırakır. Şu suretle ki sep­ tik, rüyasından uyandığında, sebebolmuş olduğu alaya katılıp bütün itirazlarının sırf oyundan ibaret olup bunların amacının, insanlığın şu aca-


244

İNSAN ZİHNİ

yip halini gösterm ekten fazla bir şey olm adığını, herkesten evvel itiraf eder; o insanlık ki, en ince araştırm a yardımiyle bile, hareket etmek, usavurmada bulunmak ve inanmak gibi işlevle­ rin özü ve esası üzerinde ne kendini memnun etmeye ne de bu işlevlere karşı ileri sürülebile­ cek itirazları gidermeye kabiliyetli olamadığı halde, gene de hareket etmek, usavurma yürüt­ mek ve inanm ak zorundadır. III Gerçi daha kendi halinde bir .septisizm, yani bir akadem ik felsefe de vardır ki septisizmin bu çeşidinin belirsiz şüpheleri, sağduyu ve düşünce yardımiyle, bir dereceye kadar, düzelmiş olunca, bu septisizm, aynı zamanda, hem sürekli ve faydalı hem de, kısmen olsun, pyrrhonculuğun veya aşırı septisizmin vargısı olabilir. İnsanlığın en büyük kısmı, tabiî olarak, görüş ve düşünüşlerinde p ozitif ve dogm atik olmaya eğilim lidir; şu ka­ dar ki eşyayı ancak tek\bir yüzden görmekle kal­ dıkça, ve bu görünüş önüâde karşılık ağırlık ödevini görecek hiçbir kanıt fikrine sahibolmadıkça, ancak eğilim duyduğu prensiplere telâşla sarılır ve bu prensiplere aykırı duygular besliyenlere karşı asla yumuşak davranmaz. Tereddüdetm ek veya şıklar arasında tercih ve yargıya var­ mak üzere sallantıda kalmak, insanın zihnini ka­ rıştırıp tutkusunu da baskı altına soktuğu gibi aksiyonunu d a h i'd u rd u ru r. Şu halde insan, ken­ disini rahatsız eden böyle bir durum dan kurtul­


İNSAN ZİHNİ

245

makta sabırsızlık gösterir, hattâ iddialarının şidde­ tiyle inanının ısrar ve devamı ne kadar fazla olur­ sa, bu sıkıntılı durum dan, o nispette uzağa kaça­ bileceğini sanır. Fakat eğer bu dogm atik düşünücü ve usavurucular insan kavrayışının, en mükemmel haliyle ve kararlarında en emekli ve ince görüşlü olduğu zamanlarda -bile, tutulm uş bulunduğu ku­ burlarının farkına varsalardı, bu yoldaki düşünüş ve görüşler, kendilerine daha büyük bir alçak gönüllülük ve ihtiyat ilham eder ve, gerek nefslerine karşı duydukları yersiz ve delice ken­ dini beğenmişliği, gerekse karşı koyanlar için bes­ ledikleri düşm anlık ve zıtlığı azaltırdı. Cahiller, inceleme ve düşünm enin sağladığı bütün üstün­ lükler arasında bile, kararlarında çok defa uya­ nık ve güvensiz olan bilginlerin ruh durum u ve alışkanlıkları üzerinde kafa yorarlarken, buna karşılık bilginler arasında da, tabiat ve mizaçları icabı, kurum a ve inada eğilim li olanlar varsa, bunlar da, pyrrhonculuktan biraz olsun paylarını alm akla, kendini beğenmişliklerinden kurtulabi­ lirler; zira bu pyrrhonculuktan elde edecekleri yeni görüş açısı, kendilerine, hemcinslerine göre elde etmiş bulundukları birkaç avantaj ve üstün­ lüğün, insan tabiatının mayasındaki evrensel ka­ rarsızlık ve tereddütle kıyas edilince pek cüzi bir şeyden ibaret olduğunu gösterir. Zaten incele­ me ve kararın bütün çeşitlerinde belirli bir şüp­ he, ince görüş ve itidal derecesi vardır ki işte bu, iyi ve doğru usavurma yürütenlerle daima bera­ ber gitm elidir.


246

İNSAN ZlHNt

K endi halinde olan septisizmin, hem insan­ lığa faydalı olabilecek hem de, tabiî olarak Pyrrhoncu şiiphe ve kuruntulardan meydana ge­ lebilecek olan başka bir çeşidi daha vardır ki bu da, araştım alarım ızın, insan kavrayışının dar kabı için en elverişli gelen konulara hasredilmesini em reder. İnsan hayal gücü, tabiî surette ulu, uzakta ve olağanüscü olan herşeye düşkün bundan başka da, alışkanlığın fazla aşina kıldığı objelerden kaçınm ak üzere, zam anın ve yerin en uzak bölgelerine korkusuzca ve alabildiğine ko­ şar. D oğru bir usavurma ise, bunun tam ter­ sine olan bir usul güder; ve fazla uzağı veya yükseği hedef tutan her türlü araştırm adan kaçı­ narak ve en ulu ko n u lan da, ya şair ve sözcü­ lerin süslemesine, yahut da din adam larının ve siyasetçilerin sanat ve ustalığına terk ederek, an­ cak her günkü hayat ve pratiğin alanına giren konu ve soruları ele almakla yetinir. Şimdi bize, bu derece hayırlı bir karar verdirmek için, bizim, Pyrrhoncu şüphenin kudretine, bundan başka da, tabiî içgüdünün üstün kuvvetinden başka, bizi hiçbir şeyin bu şüpheden kurtarm ası­ nın im kânsızlığına büsbütün ve geri dönülmez surette inanmış olm am ızdan daha faydalı bir şey olamaz. Felsefeye karşı içlerinde eğilim du­ yanlar, araştırm alarına gene devam derler; zira bu çeşit bir uğraşmaya doğrudan doğruya bağlı olan zevkten başka, asıl felsefi kararların da her günkü hayatın m etotlaştırılm ış ve düzeltilm iş gö­ rüşlerinden başka bir şey olm adıklarını göz önün­


İNSAN ZİHNİ

247

de tutarlar. Fakat bu kimseler, kullandıkları yeti­ lerin kusurluluğunu, dar kavram ını ve bozuk iş­ levlerini gözden kaçırmadıkça, gündelik hayatın ötesine çıkmaya asla heveslenmezler. Gerçekten, biz, böyle bin bir deneye rağmen, taşın düşeceğine veya ateşin yanacağına inanmak hususunda mem­ nun edici bir sebep gösteremedikten sonra artık dünyaların kaynağına ve tabiatın durum una dair, ebediyetten ebediyete edinebileceğimiz herhangi bir usavurma ve düşünceyle kendimizi memnun etmeye imkân kalır mı? Araştırm alarım ızın böyle dar bir çevrele* meye tabi tutulması, gerçekten, her bakıma göre, o derece akla yakın ve yerindedir ki bu çevrele­ meyi bize benimsetmek için, insan zihninin tabii güçlerinin en küçük bir incelemesini yapmak, ve bu kudretleri, konulan ve objeleriyle kıyaslamak, yeter. O zaman, ilme ve araştırmaya yakışan ko­ nuların hangileri olduğunu takdir etmiş oluruz. Bana öyle geliyor ki soyut ilmin, yani belgitiem enin tek objeleri, nicelik ve sayıdır, ve bil­ ginin bütün çeşitlerinin en mükemmeli olan bu çeşidi, bu sınırların dışına çıkarmak için yapılan girişim lerin hepsi, sırf saçmadan ve kuruntudan ibarettir. Nicelikle sayının yapıcı kısımları, birbir­ lerine tamamiyle benzedikleri için, aradaki bağlan­ tılar da, karışık ve çapraşık bir hale geliyorlar; şu kadar ki bu bağlantıların takındıkları çeşitli görünüşler aitında, bunların eşitliğini veya eşitsiz­ liğini türlü yol ve vasıtalarla keşfetmek dadar merak verici, aynı zamanda da, faydalı bir şey


248

IN !AN ZİHNİ

olamaz. Fakat bütün öteki fikirler, birbirlerin­ den iyice seçik ve başka olduklarından, biz, hattâ en sıkı bir incelemenin yardımiyle bile, bu çeşitliliği gözlemekten ve meydanda- bir düşürtme yoliyle filân şeyin falan şey olm adığı hükmünü vermekten fazla bir şeye asla kabiliyetli olamayız. Y ahut da şayet bu usavurtnalarda herhangi bir zorluk varsa, bu zorluk, tamamiyle, kelim elerin anlam ının gerektirilm em iş olm asından ileri geli­ yordur ki bu da, daha doğru tanım lam alarla dü­ zelir. Meselâ terim ler ne kadar sağın olarak tahım laqm ış olursa olsun, eğer ortada bir usavur­ ma ve araştırm a zinciri olmazsa, «hipotenüsün karesinin, öteki iki kenarın karelerinin toplam ına eşit» olup olm adığı bilinemez. Fakat: «m ülkün, bulunm adığı yerde, haksızlık da bulunmaz» öner­ mesine kanaat getirmemiz için, yalnız terim leri tanım lam ak ve haksızlığın da, mülkün bozulması olduğunu açıklamak yeter. H akikatta bu öner­ me, daha kusurlu bir tanım lam adan başka bir şey değildir. Nicelikle ve sayı ilim lerinden başka, bil­ ginin her dalında bulunabilecek olan bütün şu sözde-tasımsal (syllogistical) usavurmalar için de, durum aynıdır; ve bu nicelikle sayı ilim leri, öyle sanıyorum ki, bilginin ve belgitlem enin kendile­ rine mahsus tek objeleridir denebilir. __ İnsanların bütün başka araştırm aları, yalnız olgu ve varlığa ait şeyleri dikkate alırlar ki bu şeylerin ise, belgitlemeye gelir olm adıkları mey dandadır. Varolan her- şey, varolmtyahilir d Olguya ait hiçbir 'inkâr, çelişmeyi içeremez. H er­


İNSAN ZİHNİ

249

hangi bir varlığın var olmaması, istisnasız olarak, var olması kadar açık ve seçik o la n 'b ir fikirdir. Bu varlığın var olmadığını iddia eden'önerm e, yanlış «olduğu zaman bile, aynı varlığın var ol­ duğunu iddia edenden daha az kavranabilir ve daha az anlaşılabilir değildir. Halbuki asıl ilim ­ ler için, hal başkadır. Gerçek olmıyan her öner­ me, burada, karışık ve anlaşılmaz bir tabiattadır. 6 4 'ü n ün, 1 0 ’un, yarısı olduğu önermesi, hem yanlış hem de, hiçbir zaman, seçikçe kavrariılamıyacak olan bir önerm edir. Coesar'ın veya Ceb­ rail’in yahut da herhangi bir varlığın, hiçbir zaman var olmamış olduğu, yanlış bir önerme o lab ilir; fakat bu önerme, hiç değilse, pekâlâ kavranabilir olup hiçbir çelişmeyi de içerme­ mektedir. H erhangi bir varlığın var oluşu, demek ki, ancak bu varlığın sebebinden yahut da neticesin­ den çıkarılan kanıtlarla belgitienebilir: bu ka­ nıtlarsa, tamamiyle deneye dayanır. A •priori ola­ rak usavurma yürütürsek, herhangi bir şey her­ hangi bir şeyi meydana getirmeye kabiliyetli gö­ rünebilir. Bir taşın düşmesi de, bildiğimize* gö­ re, güneşi söndürebileceği gibi bir adamın iste­ ği de, gezegenleri m ahreklerinde durdurabilir. Bize tabiatı, ve sebeple neticenin sınırlarını öğ­ reten, aynı zamanda, objelerin birinin varlığını e-tekininkinden çıkarsamaya kabiliyetli kılan yalru zv e ancak deneydir £ l} . işte insanların bil[1] Eski felsefenin: E x nihilo n ih il f i t (H içten, hiçbir şey meydana gelm çz.) gibi maddenin yaratılm ası^


250

in s a n z ih n i

gisinin en büyük kısmını yapan, fazla olarak da, insanın her aksiyon ve her davranışının kaynağı olan mânevi usavurmanın temeli, budur. M ânevi usavurm alar, hem tikel hem genel olgulara dair olur. Hayattaki bütün- danışma ve görüşm elerle, bunun gibi, tarih, kronoloji, coğ­ rafya ve astronomiye ait bütün araştırm alar, bi­ rincilerle ilgilidir. Genel olguları ele alan ilim ler ise, siyaset, tabiî felsefe, fizik, kimya, vs... vs... gibi, içlerin­ de, bütün bir çeşit objeye ait nitelik, sebep ve neticelerin incelendiği ilim lerdir. Tanrısal şeyler ilmi veya theologi, bir tan­ rılığın varlığını ve ruhların ölm ezliğini belgit­ lemek dolayısiyle, öyle bir takım usavurmalardan meydana gelir ki bunların bir kısm;, tikel olgulara, bir kısmı ise, genel olgulara dokunur. Lâkin bu ilim, deneye dayanmak nispet ve bakı­ m ından, akıl ve usavurmada bir temele sahiptir. Fakat en iyi ve en sağlam temeli, iman ve tan­ rısal açınsamadır (revelation). A hlâkla estetik, akıl ve idrakten ziyade asıl zevk ve 'duygunun m alıdırlar. Güzellik de, ister mânevi ister tabiî olsun algılanm aktan ziyade hissedilir bir n iteliktir: Yahut da biz, güzellik üzerinde usavurma yürütür ve ölçüsünü ortaya m reddeden bu dinsiz kufall, bu felsefeye göre bir k u­ ral olmaktan çıkar. Ulu Varlığın iradesi, yalnız maddeyi yaratmakla kal n a z ; belki, aynı zamanda da, a priori olarak bildiğimize göre, h e th v ıg i b ir varlığıb iradesi de, yahut da en başıboş bir hayalgâcünUn uydurabileceği başka herhangi bir sebep de, maddeyi yaratabilir.


İNSAN ZİHNt

koymaya çalışırsak, o zaman, yeni b it olguya, yani insanlığın genel zevklerini, veya usavurma ile araştırm anın konusu olabilecek bu çeşit bir olguyu ele almış oluruz. Şu halde, eğer prensiplerimize sadıksak, kü­ tüphanelerim izi gözden geçirdiğimizde, neleri feda etmemiz gerekmez! Elimize, meselâ, theoloji veya skolâstik metafiziğe ait bir eser alır­ sak, kendimize şunu soralım : «Bu eserde acaba nicelik veya sayıya dair soyut usavurmalar var mı?» — Hayır. «Olguya ve varlığa ait şeyler üzerinde deneysel usavurmala var mı?» — H a y ır.— O halde, eseri ateşe atınız: zira, içinde, safsata, kuruntu ve boş ha­ yalden başka bir şey bulunamaz.

SO N


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.