Penguenler adası - Anatole France

Page 1

PENGUENLER ADASI ANATOLE FRANCE Anatole France (1844-1924) 19. yy sonu ve 20. yy baĢları Fransız edebiyatında klasik geleneğin en saygın temsilcisi sayılır. Yapıtlarında zengin bir klasik kültürü açık ve duru bir dille, bilge bir alaycılıkla yansıtabilmiĢ, edebiyatın her türünde yapıtlar vermiĢ, politika, din, tarih, sanat, edebiyat ve felsefe alanlarında Voltaire ve Diderot'nun hümanist aydınlanma geleneğini sürdürmüĢtür. Asıl adı Jacques-Anatole-François Thibault olan Anatole France 1844 yılında Paris'te bir kitapçının oğlu olarak dünyaya geldi. Stanislas Lisesi'nde sağlam bir hümanist eğitim aldıktan sonra kütüphanecilik, yayınevi asistanlığı, arĢivcilik, öğretmenlik gibi değiĢik iĢler yaptı. Bu arada Parnasse okulu Ģairleri arasında yer aldı ve edebiyat çevrelerinde saygın bir yer edindi. 1875 yılında Le Temps gazetesi onu edebiyat eleĢtirmeni olarak iĢe aldı. Bu gazetede çağdaĢ yazarlar üzerine yazdığı eleĢtiriler daha sonra dört ciltlik La Vie Litteraire (Edebiyat Hayatı) adıyla yayımlandı. Daha sonra yayımlanan Sylvestre Bonnard'ın Suçu (1881) adlı romanı, güzel dili ve alaycı deyiĢiyle onu bir anda üne kavuĢturdu. 1877 yılında evlenip beĢ yıl sonra boĢandı ve Paris'in ünlü edebiyat salonlarından birine ev sahipliği yapan Madam de Caillavet ile birlikte yaĢamaya baĢladı. Bu iliĢkiden esinlenerek yazdığı trajik bir aĢk öyküsü olan Kırmızı Zambak (1894) büyük baĢarı kazandı. 1896 yılında Fransız Akademisi'ne seçildi. Bu yıllarda toplumsal sorunlarla giderek daha çok ilgilenmeye baĢladı. Dreyfus Olayı baĢladığında Emile Zola'nın en yakın destekçisiydi. Onun hazırladığı bildiriye ilk imzayı attı. Amerika'daki Sacco-Vanzetti davası nedeniyle yazdığı açık mektup Amerikan gazetelerinde yayımlandı. 1897-1901 yılları arasında yazdığı dört ciltlik Histoire Contemporaine (ÇağdaĢ Tarih) adlı romanında Dreyfus olayını ve Fransız toplumsal politik yaĢamını ele aldı. Voltaire ve Fenélon biçeminde özyaĢam öykülerinden oluĢan Le Livre de Mon Ami (Dostumun Kitabı, 1899); Le Petit Pierre (Küçük Pierre, 1918), Ördek Ayaklı Kraliçe Lokantası (1893), Jerome Coignard'ın DüĢünceleri (1893), Azize Claire ÇeĢmesi (1895) ile toplumsal sorunlara ve Fransız politik tarihine eğildiği Penguenler Adası (1908), Jean D'Arc (1908), Tanrılar SusamıĢlardı (1912) ve Meleklerin Ġsyanı (1914) gibi romanları, öbür önemli yapıtlarıdır. 1921 yılı Nobel Edebiyat Ödülü ona verildiğinde 25 cilt tutan yapıtlarıyla tüm dünyada tanınan bir yazardı. Ömrünün son yıllarında Fransız Komünist Partisi'ne üye oldu. 12 Ekim 1924'de on yıl kadar önce taĢınmıĢ olduğu Tours kentinde öldü. Cenazesi devlet töreniyle gömüldü. PENGUENLER ADASI... Penguenler Adası güncelliğini günümüze kadar koruyabilmiĢ en güzel yapıtıdır. Mizah, tarih, felsefe ve hatta bilimkurgu denebilecek türdeki bu romanda penguenlerin insana dönüĢtükten sonraki yaĢamlarını anlatırken, insanlık tarihi ve özellikle Yakınçağ Fransa tarihindeki önemli olaylara değiĢik ve düĢündürücü yorumlar getirir. Bir gülmece yapıtı olarak çok baĢarılı bulunmakla birlikte, her sayfasında bağnazlık, baskıcı yönetim düzenleri, kapitalizmin insanı yabancılaĢtırması, sömürge savaĢları, emperyalizm, ... vb. konularda ciddi dersler bulunmaktadır. Kitap Anatole France'ın, ömrünün son yıllarında, insanlığın geleceği konusunda kötümser olmaya baĢladığı dönemin izlerini taĢır. Okuyucular romanda Pembekız (Jean D'Arc), Trinco (Napoleon), Aegidius Aucupis (Voltaire), Colomban (Emile Zola), Pyrot (Dreyfus), vb. önemli tarihsel kiĢileri tanımakta güçlük çekmeyeceklerdir. Bekir Karaoğlu ÖNSÖZ YaĢamımda, günlük bir yığın ilginç uğraĢ arasında, tek bir düĢüncem var. Bu düĢünce büyük bir amacı gerçekleĢtirmektir: Penguenlerin tarihini yazıyorum. Bu uğurda, karĢılaĢtığım sayısız güçlüğe aldırmadan aralıksız çalıĢıyorum. Bu budunun toprak altında gömülü anıtlarını bulmak için toprağı kazdım. Ġnsanın ilk kitapları taĢlardı. Ben de Penguenlerin ilk çağlarını öğrenebilmek için taĢları inceledim. Okyanus kıyılarında bozulmamıĢ höyükleri eĢeledim; beklediğim gibi, çakmak taĢından yapılmıĢ baltalar, tunç kılıçlar, Roma paraları ve Fransa Kralı I. Louis-Philippe adına kesilmiĢ bir yirmi para buldum. Eski çağların tarihi için Beargarden Manastırı rahiplerinden Johannes Talpa'nın yazdığı kitap en büyük


yardımcım oldu. Ortaçağ Penguen Tarihi için tek sayılabilecek bu kaynaktan doya doya içtim. XIII. yüzyıldan sonraki tarihleri için biraz daha Ģanslıyız, ama yine de tarih yazmak oldukça güç. Neyin nasıl olduğunu tam anlayamıyoruz; en büyük sorun tarihçinin elindeki belge bolluğu. Bir olay tek tanık tarafından belgelenmiĢse, bunu hiç düĢünmeden kabul ederiz. Kararsızlık, iki veya daha çok tanık olduğunda baĢlar; çünkü bunların aktarımları her zaman birbiriyle çeliĢkilidir. KuĢkusuz, bir tanığı diğerine yeğlemenin güçlü bilimsel nedenleri olabilir. Ama, bu nedenler duygu, tutku, çıkar ve hepsinden de öte, ciddi adamların ortak yönü olan sorumsuz düĢünme hastalığından daha güçlü değildirler. Böylece olayları ya çıkarcı yahut da kaprisli bir deyiĢle aktarıyoruz. Ülkemin ve Avrupa'nın en büyük arkeoloji ve paleografi bilginlerine gidip, Penguenlerin tarihini yazarken karĢılaĢtığım güçlükleri anlattım. Her defasında bir küçümsemeyle karĢılaĢtım. Bana acıyan bakıĢları Ģöyle diyordu: "Sanki biz tarih mi yazıyoruz sanırsın? Bir belge veya anıttan en ufak bir yaĢam veya gerçek kırıntısı çıkarabilmek için mi uğraĢıyoruz? Hayır, metinleri olduğu gibi yayınlıyoruz. Belli ve ölçülebilir olan yalnızca metindir; metnin ruhu olmaz, düĢünceler fanteziden ibarettir. Tarih yazmak için insanın boĢ savları ve iyi bir düĢlem gücü olması gerekir." Bir gün, sayın bir bilim adamıyla konuĢtuktan sonra, her zamankinden daha moralsiz ve üzgün dönerken, birden Ģöyle düĢündüm: "Oysa, tarihçi denen insanlar da var; soyları henüz tükenmedi. Akademide beĢ-altı kadarı korunuyor. Onlar metinleri yayınlamıyor, tarih yazıyorlar. Gidip onlarla konuĢayım; bana bu uğraĢ için insanın boĢ savları olması gerektiğini söylemeyeceklerdir." Bu düĢünce cesaretimi artırdı. Ertesi gün, en yaĢlı ve en tanınmıĢ tarihçinin kapısını çaldım. "Bayım," dedim ona, "sizin gibi deneyimli birinin öğütlerini almaya geldim. Bir tarih yazmak istiyorum, ama sonuca ulaĢamıyorum." Tarihçi omuzlarını silkerek yanıt verdi: "En tanınmıĢ yapıtları kopya etmek varken, tarih yazmak için kendinizi niye bu kadar yoruyorsunuz? Görenek budur. Yeni veya özgün bir düĢünceniz varsa, insanları veya olayları yeni bir bakıĢ açısıyla anlatırsanız, okuyucuyu ĢaĢırtırsınız. Okuyucuysa, ĢaĢırmak istemez; bir tarih kitabında önceden bildiği saçmalıkları görmek ister. Onu eğitmek isterseniz, aĢağılandığını düĢünür ve öfkelenir. Onu aydınlatmaya çalıĢmayın, yoksa inançlarına sövdüğünüzü basbas bağırır. Tarihçiler birbirlerinden aĢırır. Böylece boĢuna yorulmamıĢ ve saygısız görünmekten kaçınmıĢ olurlar. Siz onları örnek alın, özgün olmayın. Özgün bir tarihçi evrensel bir kuĢku, aĢağılama ve iğrençlik anıtıdır." "Siz sanıyor musunuz ki," diye ekledi, "yazdığım tarih kitaplarına yeniklikler koymuĢ olsaydım, Ģimdiki ünüme kavuĢabilirdim? Nedir yenilik? Görgüsüzlükten baĢka Ģey değil." Yerinden kalktı. Ona teĢekkür edip kapıya gidiyordum ki arkamdan seslendi: "Bir Ģey daha: Kitabınızın iyi karĢılanmasını istiyorsanız, toplumun üzerine kurulu olduğu erdemleri her fırsatta yüceltmeyi savsaklamayın: inanç, zenginlik, sadaka, özellikle toplumun ana direği olan, yoksulun yazgısına boyun eğmesinin erdemi. Kitabınızda mülkiyet, soyluluk ve jandarmanın kaynaklarını, bu kurumların layık oldukları saygıyla ele alınacağını söyleyin. Yeri geldiğinde doğaüstü güçleri kabul ettiğinizi belirtin. Bunları yaparsanız, kitabınız baĢarılı olur." Bu yerinde düĢünceleri kafamdan hiç çıkarmadım ve yeri geldiğinde kullandım. Burada, Penguenlerin değiĢim geçirmelerinden önceki yaĢamlarına eğilmeyeceğim. Onların zoolojiden çıkıp tarihe ve tanrıbilime girdikten sonraki dönemleriyle ele alıyorum. Açıkçası, büyük Aziz Mael'in insana dönüĢtürdüğü Penguenlerden söz ediyorum. Bu terimi biraz açıklamak isterim, çünkü bugün bile karıĢıklığa yol açmaktadır. Fransızcada Penguen, Kuzey Kutup bölgelerinde yaĢıyan ve alkidler familyasından bir kuĢtur. Güney Kutup Denizi'nde yaĢayan ve sfenisid familyasından olanınaysa manĢo deriz. Örneğin, M. G. Lecointe adlı bilgin Belgica gemisiyle yaptığı seferi Ģöyle anlatıyor: "Gerlache Boğazı'nda yaĢayan kuĢ türleri arasında en ilginç olanı manĢolardır. Bunlara çoğu kez yanlıĢ olarak güney Penguenleri denir." Doktor J. B. Charcot ise, gerçek Penguenlerin Güney Kutup bölgesinde yaĢayan bu manĢolar olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, 1598 yılında bu bölgeye ilk gelen Hollandalılar, yağlı vücutlarından dolayı bu kuĢlara pinguinos adını vermiĢler. Peki manĢolara Penguen diyeceksek, Penguenlere ne ad vereceğiz? Doktor J. B. Charcot bu soruya yanıt vermiyor ve görünüĢe bakılırsa, bu pek umurunda da değil. Her neyse, manĢolara Penguen deyip dememe konusunda karar vermek, onları ilk kez gözleyen doktorun hakkıdır; yeter ki bizim söz ettiğimiz Kuzey Kutup Penguenleri Penguen olarak kalabilsin. Böylece Güney ve Kuzey Penguenleri, Kuzey Kutbu ve Güney Kutbu Penguenleri, alkidler veya sfenisidler familyasından Penguenler olabilecek. Bu durum perde ayaklıları sınıflandırmak isteyen ornitoloji bilginlerinin hoĢuna gitmeyecektir; birbirine karĢıt kutuplarda yaĢayan ve birçok Ģeyleri, özellikle gagaları,


kanatçıkları ve ayakları birbirinden farklı olan bu iki tür hayvana aynı adı vermenin doğru olmadığı düĢünülebilir. Bana sorarsanız bu karĢılıklığa aldırmam. Benim Penguenlerimle Doktor Charcotnunkiler arasındaki farklar ne olursa olsun, benzerlikler daha çok ve daha derin görünüyor. Her ikisinde de düĢünceli bir yüz anlatımı, dingin bir gülünçlük, alaycı bir babacanlık ve acemi bir saygınlık gözleriz. Her iki tür de barıĢsever, geveze, gösteri canlısı, kamu iĢlerine meraklı ve belki de üstlerini biraz kıskanan yapıdadır. Bizim Penguenlerin kanatçıkları pullarla değil, kısa tüylerle örtülüdür. Ayakları kuzeyli akrabalarına göre biraz daha geride olduğundan, baĢları dik, göğüsleri kabarık ve gövdelerinde gururlu bir salınmayla yürürler. Gagalarındaki görkem de düĢünülürse, Aziz Mael'in nasıl olup da onları yanlıĢlıkla insan sandığı kolayca anlaĢılabilir. Elinizdeki yapıt, eski tarih diyebileceğimiz ve belleklerde kalan olayları olabildiği ölçüde neden-sonuç iliĢkileriyle anlatan türden olacaktır; bu nedenle bilimden çok bir sanat yapıtı sayılabilir. Bu anlatım biçiminin günümüzde olumlu düĢünen kafalara yeterli gelmediği, eskil çağların Cliosunun bugün dedikoducu bir kadından farklı olmadığı ileri sürülmektedir. Gelecekte kendine daha çok güvenen, çağının yaĢam koĢullarıyla ilgilenen ve falanca budunun etkin olduğu tüm alanlarda ortaya koyduklarını bize anlatan daha farklı bir tarih deyiĢi belki de olacaktır. Bu tarih artık sanat değil, bilim olabilir. Fakat bunun olabilmesi için, Ģimdi elimizde pek az olan ve özellikle Penguenler konusunda hiç bulunmayan, bir yığın sayıbilimsel (istatistiki) bilgiye gerek duyulacaktır. Bir gün çağdaĢ uluslar bu tür bir tarihe kavuĢacaktır, ama geçmiĢ insanlık için eski deyiĢte bir tarihle yetinmek zorundayız. Böyle bir yapıtın yararlı olmasıysa özellikle anlatanın iyi niyetine ve gözlem yeteneğine bağlıdır. Alcalı büyük bir yazarın dediği gibi, bir budunun yaĢamı cinayet, yoksulluk ve çılgınlıklar bütünüdür. Penguenlerin tarihi de diğer uluslarinkinden farklı değil; ancak öyle ilginç sayfaları var ki bunları açığa kavuĢturabildiğimi sanıyorum. Penguenler uzun süre savaĢ içinde yaĢadılar. Ġçlerinden biri, DüĢünür Jacquot, özyapılarını küçük bir tabloda Ģöyle özetliyor: "Drakonitlerin son çağında Bilge Gratien Penguistan'da gezmeye çıkmıĢtı. Bir gün temiz havada yalnızca inek çıngıraklarının dalgalandığı yemyeĢil bir koyaktan geçerken, bir çam ağacının gölgesindeki küçük bir köy evine konuk oldu. Evin kadını eĢikte bebeğini emziriyor, küçük bir çocuk köpeğiyle oynuyor, kör ve yaĢlı bir adam da güneĢin altında oturmuĢ dudaklarıyla gün ıĢığını içiyordu. Evin efendisi olan genç ve sağlam bir adam Gratien'e ekmek ve süt ikram etti. DüĢünür Penguen bu sağlıklı yemeği kabul etti. Sonra: - Ey bu sevimli ülkenin insanları, dedi, sizleri kutsuyorum. Burada her Ģey neĢe, uzlaĢma ve barıĢ kokuyor. O böyle konuĢurken çobanın biri kavalıyla bir marĢ çalarak geçti. - Bu canlı hava nedir? diye sordu Gratien. - Bu bizim Foklara karĢı açtığımız savaĢın marĢıdır, dedi köylü. Burada herkes bu marĢı söyler. Bebekler konuĢmadan önce bu marĢı öğrenirler. Hepimiz yurtsever Penguenleriz. - Fokları sevmez misiniz? - Onlardan nefret ederiz. - Niçin nefret ediyorsunuz? - Bir de soruyorsunuz! Foklar Penguenlerin komĢuları değil mi? - Evet. - ĠĢte bu nedenle Penguenler Foklardan nefret ederler. - Bu bir neden mi? - Elbette. KomĢu demek düĢman demektir. ġu benim tarlamı görüyor musunuz? ĠĢte onun yanındaki tarlanın sahibi en nefret ettiğim kiĢidir. Ondan sonraki en büyük düĢmanlarım bu koyağın öbür yakasında yaĢayanlardır. Bu dar koyakta yalnızca onların ve bizim köyümüz vardır: öyleyse düĢmanımızdırlar. Bizim delikanlılar ne zaman onlardan bir öbeğe raslasa, karĢılıklı sövgü ve kavga alıĢveriĢi olur. ġimdi Penguenler Foklara düĢman olmasın da kime olsunlar? Siz yurtseverliğin ne olduğunu biliyor musunuz? Benim göğsümden yalnızca Ģu iki haykırıĢ çıkar: YaĢasın Penguenler! Foklara ölüm!" On üç yüzyıl boyunca Penguenler tüm komĢularıyla kıyasıya savaĢtılar. Sonra bu pek sevdikleri uğraĢtan birkaç yıl içinde bıktılar ve barıĢ için içten bir istek duydular. Generaller bu yeni modayı kolayca benimsediler; tüm ordu, subaylar, astsubaylar ve erler buna uymayı zevkle kabullendiler; ama bürokratlar ve kitaplık fareleri bu iĢe karĢı çıktılar, sakatlar üzüldüler. Aynı DüĢünür Jacquot insanlık tarihinin türlü olaylarını gülünç ve çarpıcı bir deyiĢle anlatan, kıssadan hisseli bir kitap yazdı ve kendi ülkesinin tarihinden de birçok sayfayı kattı. Bazıları ona bu gerçek olmayan


tarihi niçin yazdığını, ülkesinin bundan ne yarar göreceğini sordular. "Büyük yararı olur," dedi düĢünür. "Penguenler kendi eylemlerini, gururlarını okĢayan her Ģeyden yalıtılmıĢ ve abartılmıĢ olarak görebilirlerse, daha iyi düĢünür ve belki de daha bilge olurlar." Bu tarih kitabına sanatçıları ilgilendiren konuları da almak istedim. Ġçinde Ortaçağ Penguen resim sanatı üzerine bir bölüm bulacaksınız; bu bölümün öbür bölümler kadar eksiksiz olmadığı düĢünülebilir. Bunun korkunç nedenini anlatarak bu önsözü bitirmek isterim. Geçen yılın haziran ayında, Penguen sanatının kaynakları ve geliĢmesi üzerine bir görüĢme yapmak üzere, "Evrensel Resim, Yontu ve Mimarlık Yıllığı" adlı yapıtın bilge yazarı, Ģimdi rahmetli olan Fulgence Tapir'i görmeye gittim. ÇalıĢma odasına girdiğimde, üzerinde belgeler yığılı masasında çalıĢan, ufak tefek ve miyop gözlüklerinin arkasında sevimli bakıĢları olan bir adam gördüm. Gözlerinin yetersizliğini örtmek ister gibi, güçlü bir koku alma duyusuna sahip bir burnu vardı. Bu organıyla Fulgence Tapir sanat ve güzellikle iletiĢim kurabiliyordu. Fransa'da sık görüldüğü üzere, müzik eleĢtirmenleri sağır, resim eleĢtirmenleri de kör olurlar. Bu onlara, estetik düĢünceyi kavrayabilmek için gerekli yoğunlaĢmayı sağlar. Gizemli doğayı saran biçimleri ve renkleri ayırt edebilecek kadar keskin gözleri olsaydı, Fulgence Tapir bu belge yığınının üzerinde yükselip tüm çağları ve tüm ülkeleri kavrayabilen o büyük sanat kuramını geliĢtirebilir ve Fransız Akademisi'ne girebilir miydi sanıyorsunuz? ÇalıĢma odasının duvarları, döĢemesi, hatta tavanı bile bağlı paketler, ĢiĢkin karton kutular, içleri sayısız fiĢle dolu teneke kutularla kaplıydı. Bu kadar belge karĢısında içimde korkuyla karıĢık bir hayranlık uyandı. "Hocam," dedim heyecanlı bir sesle, "sizin tükenmek bilmeyen iyilik ve bilginize gereksinmem var. Penguen sanatı konusunda yaptığım araĢtırmada bana yol gösterebilir misiniz?" "Bayım," dedi büyük adam, "sanat üzerine her Ģey, abecesel olarak sınıflandırılmıĢ ve konularına göre ayrılmıĢ fiĢler halinde bende var. Penguenlerle ilgili her Ģeyi sizin kullanımınıza vermek benim için bir görevdir. ġu merdivene çıkın ve en üstte gördüğünüz kutuyu indirin. Gerek duyduğunuz her Ģey orada." Titreyerek dediğini yaptım. Fakat o uğursuz kutuyu açar açmaz, içinden fırlayan mavi fiĢler elimden kaydı ve yağmur gibi yağmaya baĢladı. Hemen sonra, sanki o kutuya destek olmak ister gibi, yanındaki öbür kutular da açıldılar ve pembe, yeĢil, beyaz renkte fiĢler nisan sağanağı veya çağlayanlar gibi dağıldılar. Bir dakika içinde yerler kalın bir kâğıt örtüsüyle kaplanmıĢtı. Bitmek bilmeyen yerlerden kükrer gibi seslerle fırlayan kâğıtlar sel gibi akıyordu. Bu kâğıt yığınında dizlerine kadar gömülü kalan Fulgence Tapir duyarlı burnuyla yıkımı izliyor, olan biteni seyrederken içini çekiyordu: "Ah, ne sanat, ne sanat!" Onu sağanaktan kurtarmak için, elimi uzatıp merdivene çekmek istedim. Fakat çok geçti. Artık umutsuz, yorgun ve acınacak bir anlatımla, kısa kollarını çırparak göğüs hizasına kadar yükselen bu seli durdurmaya çalıĢıyordu. Birden fiĢler bir hortum oluĢturdu ve dev bir burgaç onu içine aldı. Bir an bilim adamının parlak kafasını ve küçük tombul parmaklarını görür gibi oldum; sonra her Ģey kayboldu, durgun ve sessiz bir deniz oluĢtu. Merdivenin üstünde kendim de güvencede olmadığımdan, tavan penceresine tırmanarak canımı kurtarabildim. Quiberon, 1 Eylül 1907 BĠRĠNCĠ KĠTAP KÖKLER I AZĠZ MAEL'ĠN YAġAMI Cambrialı soylu bir ailenin çocuğu olan Mael dokuz yaĢındayken Yvern Manastırı'na eğitime gönderildi. On dört yaĢına geldiğinde aile haklarından vazgeçti ve kendini Tanrı'ya adadı. Günün saatlerini, görenek olduğu üzere, ilahiler söylemek, dilbilgisi çalıĢmak ve hep var olan gerçekleri düĢünmekle geçiriyordu. Bu din adamının erdemleri, tanrısal bir koku gibi, çok geçmeden çevreye yayıldı. Sonunda, Yvern BaĢrahibi Gal öbür dünyaya göç ettiğinde, manastırın yönetimine genç Mael getirildi. Mael orada okul, sayrıevi, konukevi, demir iĢliği ve gemi yapımında yararlı olabilecek türlü iĢlikler kurdu; çömezlerini çevre toprakları ekip biçmeye yönlendirdi. Manastır bahçesini de kendi elleriyle yeĢertiyor, metal iĢliğinde çalıĢıyor, çırakları eğitiyor ve böylece yaĢamı, gökleri yansıtan ve kırları yeĢerten bir ırmak gibi, dingin


akıp gidiyordu. Gün batımında bu Tanrı hizmetçisi, bugün Aziz Mael'in Sandalyesi diye bilinen, denize karĢı bir kayanın üzerinde oturmayı alıĢkanlık edinmiĢti. Kara ejderhalara benzeyen ve yeĢil yosunlarla kaplı kayalar, ayaklarının altında, dalgaların köpüğüne göğüslerini siper etmiĢ gibi dururlar; Mael, güneĢin bulutları kana boyayan kızıl bir ayin ekmeği gibi okyanusa iniĢini seyrederdi. ErmiĢ adam bunda toprağa kızıl rengini veren Ġsa'nın çarmıha geriliĢindeki tansığı görür gibiydi. Uzakta ince bir koyu mavi çizginin belirlediği Gad Adası vardı; Azize Brigide orada Saint Malo tarikatına bağlı bir kadınlar manastırını yönetiyordu. Aziz Mael'in yeteneklerini duyan Brigide ondan, önemli birine armağan olmak üzere, kendi elleriyle yapacağı birkaç Ģey istedi: Mael onun için tunçtan bir el çıngırağı yaptı; bitince çıngırağı kutsayıp denize attı. Çıngırak denizde çala çala gidip Gad Adası kıyılarına eriĢti; dalgaların arasından gelen tunç sesini duyan Azize Brigide çıngırağı saygıyla aldı, kızlarıyla birlikte görkemli bir törenle manıstırın mihrabına yerleĢtirdi. Böylece Aziz Mael erdemden erdeme koĢuyordu. YaĢamının üçte ikisini geçmiĢ, artık din kardeĢleri arasında dünyadaki yolculuğunu bitirmeye hazırlanıyordu ki yaĢadığı bir olay Tanrı Efendimizin baĢka niyetleri olduğunu ve ona daha çalkantılı, ama bir o kadar erdemli bir görev vereceğini duyurdu. II AZĠZ MAEL'ĠN KUTSAL GÖREVĠ Mael bir gün denize uzanmıĢ kayaların koruduğu küçük bir koyun kıyısında düĢüncelerine dalmıĢ giderken, suyun üzerinde bir kayık gibi yüzen taĢtan yapılmıĢ bir yalak gördü. Buna benzer bir tekneyle Colombanlı büyük Aziz Guiree ve yanında Ġskoçya ve Ġrlandalı birçok din adamı Arnorique'i kutsamaya gitmiĢlerdi. Yine daha önceki çağlarda Azize Avoye pempe granitten yapılmıĢ bir tekneyle Auray Irmağı'nda dolaĢmıĢ, daha sonra çocukları güçlü kılmak için onları bu tekneye yatırır olmuĢlardı. Aziz Vouga'nın Hibernia'dan Cornouailles Adası'na geçerken kullandığı taĢ teknenin parçaları halen Penmarch'da sergileniyor, baĢağrısı çeken ziyaretçiler bu taĢ parçalarında baĢlarını dinlendiriyorlardı. Aziz Samson, Mont Saint-Michel Körfezini granit bir yalakla geçmiĢ, bu körfeze sonraları Aziz Samson'un Yalağı denir olmuĢtu. ĠĢte bu nedenle, taĢtan yapılmıĢ bu yalağı gören Aziz Mael, Tanrı'nın kendisini Breton Adaları ve diğer kıyılarda dinden habersiz yaĢayan budunları inanca getirmesi için görevlendirdiğini hemen anladı. BaĢrahiplik asasını pederlerden Aziz Budoc'a verip manastırın yönetimini ona devretti. Sonra bir ekmek, bir kap su ve kutsal Ġncil'i yanına alarak taĢ yalağa bindi ve dingin bir yolculuktan sonra Hoedic Adası'na vardı. Bu ada yılın on iki ayı fırtınalı dalgalarla dövülen, yoksul insanların kayalıklar arasında balık tutarak ve kumlu çakıllı topraklarda güçlükle birkaç sebze yetiĢtirerek yaĢayabildikleri bir yerdi. Adanın kuytu bir yerinde görkemli bir incir ağacı yükseliyor, dalları uzaklara yayılıyordu. Ada yerlileri bu ağaca tapıyorlardı. Aziz Mael onlara Ģöyle dedi: "Sizler güzel olduğu için bu ağaca tapıyorsunuz. Demek ki güzelliğe duyarsız değilsiniz. Ben de size saklı güzelliği açık etmeye geldim." Böylece onlara Ġncil'i öğretti. Eğitimleri bitince bu budunu tuz ve deniz suyuyla kutsadı. O çağlarda Morbihan'da daha çok ada vardı, günümüzde birçoğu denizde yok olup gitti. Aziz Mael bu bölgede altmıĢa yakın adayı inanca getirdi. Sonra granit yalağa binip Auvray Irmağı boyunca ilerledi. Üç saat yol aldıktan sonra bir Roma evinin önünde karaya ayak bastı. Evin bacasından ince bir duman yükseliyordu. Aziz adam, kapıda diĢlerini gösteren ve ayakları gerili bir köpek mozaiğiyle süslü eĢikten içeri girdi. Bu evde onu karĢılayan yaĢlı çift, Marcus Combabus ve Valeria Moerens, topraklarının geliriyle yaĢıyorlardı. Ġç avlu yerden yarı yüksekliğe kadar kırmızıya boyalı sütunlarla çevriliydi. Deniz kabuklarından yapılmıĢ bir çeĢme ve evin efendisinin küçük toprak putlarla donattığı bir mihrap görülüyordu. Bu putlar kâh kanatlı çocuklar, kâh Apollon veya Merkür, bazen da saçlarını yolan çıplak kadınlar biçimindeydi. Fakat Aziz Mael bunların arasında, bebeğini dizinde taĢıyan genç bir anne tablosu olduğunu gördü. Onlara bu tabloyu gösterip Ģöyle dedi: "Bu gördüğünüz Bakire Meryem, yani Ġsa'nın annesidir. O dünyaya gelmeden çok önce Ozan Virgilius dizelerinde onun haberini verdi. Ey Marcus, eski çağlarda biliciler, senin bu mihraba yerleĢtirdiğin türden tablolarda onu resmettiler ve evlerini yıkımda koruması için yalvardılar. ĠĢte bu nedenledir ki doğal yasalara uyanlar, gelecekteki gerçeklere kendilerini hazırlamıĢ olurlar."


Bu konuĢmayı dinleyen Marcus Combabus ve Valeria Moerens Hıristiyanlığı kabul ettiler. Gözleri gibi sevdikleri kahya kadın Caelia Avitella ile birlikte kutsandılar. Aynı gün Aziz Mael evin tüm sütunlarını da kutsadı. Marcus Combabus, Valeria Moerens ve Caelia Avitella erdemlerle dolu bir yaĢam sürdürdüler. Öldüklerinde azizlik aĢamasına eriĢtiler. Sonraki otuz yedi yıl boyunca Aziz Mael iç bölgelerdeki budunları inanca getirmekle uğraĢtı. Yüz on sekiz kilise ve yetmiĢ dört manastır yaptırdı. Bir gün, Vannes kentinde Ġncil'i yorumlarken, yokluğunda Yvern rahiplerinin din yolundan saptıkları haberini aldı. Hemen, civcivlerini toparlayan bir tavuğun telaĢıyla, yitik çocuklarının yanına gitti. O sırada doksan yedi yaĢındaydı; sırtı kamburlaĢmıĢ, ama kolları hâlâ güçlü ve sesi koyak kuytularındaki kar yığınları gibi bereketliydi. Rahip Budoc asayı Aziz Mael'e geri verirken manastırın düĢtüğü talihsiz durumu anlattı. Din kardeĢleri Paskalya Yortusu'nun kutlanacağı gün konusunda anlaĢmazlığa düĢmüĢlerdi. Bir kısmı Roma takvimine, öbürleri Yunan takvimine uyulmasını ileri sürüyor, görüĢ ayrılığı manastırı temelinden sarsıyordu. KarıĢıklığa yol açan bir baĢka neden daha vardı. Gad Adası'ndaki rahibeler, baĢlangıçtaki iffetli yaĢamlarını değiĢtirmiĢ, her gün kayıklarla Yvern kıyılarına geliyorlardı. Din kardeĢleri onları konukevinde ağırlıyor, inançlı ruhları üzüntüye boğan rezaletler yaĢanıyordu. Budoc raporunu Ģu sözlerle bitirdi: "Bu rahibeler geldiğinden beri keĢiĢlerin huzuru ve gönül temizliği kalmadı. "Bunu anlayabiliyorum," dedi Aziz Mael. "Çünkü kadın, ustaca hazırlanmıĢ bir tuzaktır; kokusu alındığında çoktan yakalanmıĢ olunur. Heyhat! Bu yaratıkların tatlı çekiciliği uzaktan çok daha etkili olabiliyor. Kestirebileceklerinden çok daha derin istekler uyandırabiliyorlar. Eski bir ozanın dediği gibi: Yanımdaysan kaçıyorum, yokluğunda seni arıyorum. ĠĢte bu yüzden, oğlum, bedensel isteğin çekiciliği yalnız yaĢayanlar ve rahipler üzerinde çok daha güçlüdür. ġehvet Ģeytanı yaĢamım boyunca türlü yollarla beni baĢtan çıkarmayı denedi; verdiğim en zorlu sınavlar güzel ve hoĢ kokulu kadınlar karĢısında olmadı. Yokluğuyla beni çeken bir kadın görüntüsü beni daha çok zorladı. ġimdi bile, doksan sekiz yaĢıma yaklaĢtığım bu dönemde, hiç olmazsa düĢünceyle Ģeytana uymamak için büyük çaba veriyorum. Geceleri soğuk yatağımda kemiklerim takırdarken, Melikler kitabının üçüncü suresinin ikinci beytini okuyan sesler duyuyorum: Dixerunt ergo ei servi sui: Quoeramus domino... (1) Ve Ģeytanın gösterdiği genç bir kız çocuğu bana sesleniyor: 'Ben senin Abisag'ınım, Sunamite'inim. Ey efendim, beni yatağına al.'" ("Bana inanın," dedi yaĢlı aziz, "Tanrı'nın özel bir yardımı olmadan bir din adamı bedensel ve manevi bekaretini koruyamaz." Hemen manastırda barıĢ sağlamak ve ahlakı düzeltmek üzere iĢe koyulan yaĢlı aziz, önce gökbilim ve kronoloji hesaplarıya takvimi düzeltti, tüm din kardeĢlerine kabul ettirdi. Azize Brigide'in yoldan çıkmıĢ kızlarını manastırdan çıkardı. Ama onları kabaca kovmak yerine, ilahiler eĢliğinde kayıklarına bindirip uğurladı. "Azize Brigide'in kızlarından saygımızı eksik etmeyelim," diyordu Aziz Mael. "Günahkar kadınları aĢağılamayı gösteriĢ sayan sofular gibi olmayalım. Bu kadınların kendilerini değil, günahlarını aĢağılamak gereğir; düĢtükleri durumu değil, yaptıkları eylemi utandırıcı bulmak gerekir; çünkü onlar da Tanrı'nın kullarıdır." Ve Aziz Mael çevresindeki keĢiĢlere son bir uyarıda bulundu: "Dümende kimse yoksa, gemiyi sudaki kayalar yönetir." III AZĠZ MAEL'ĠN KANDIRILIġI Aziz Mael Yvern Manastırı'ndaki düzeni henüz yeni sağlamıĢtı ki ilk inanca getirdiği Hoedic Adası halkının yine paganlığa döndükleri ve kutsal incir ağacının dallarına bu kez kumaĢ parçaları ve çelenkler astıkları haberini aldı. Bu acı haberi getiren gemici yakında bu insanların adada yapılan kiliseyi de yakıp yıkacaklarından korkulduğunu söyledi. YaĢlı aziz hemen vefasız çocuklarını din yoluna döndürmek ve sövgü eylemlerinden alıkoymak üzere yola çıkmaya karar verdi. TaĢ teknesinin bağlı olduğu koya doğru giderken gözleri, otuz yıl kadar önce kurduğu gemi iĢliğinin bulunduğu yana kaydı; çekiç ve testere sesleri geliyordu.


Kötülükten hiç geri durmayan ġeytan o sırada iĢlikten çıkıp Samson adında bir keĢiĢ kılığında Aziz Mael'e yanaĢtı; Ģu sözlerle onu kandırmaya çalıĢtı: "Pederim, Hoedic Adası yerlileri aralıksız günah iĢliyorlar. Geçen her dakika onları Tanrı'dan uzaklaĢtırıyor. Yakında sizin kutsal ellerinizle kurduğunuz kiliseyi de ateĢe verecekler. Yitirecek zaman yok. Acaba diyorum, sizin taĢ teknenize dümen ve yelken taksaydık daha iyi olmaz mıydı? Böylece rüzgârı arkanıza alıp daha hızlı gidersiniz. Kollarınız hâlâ dümeni yönetecek güçtedir. Ayrıca teknenin önüne dalgaları yaran bir savak takarız. Herhalde siz de bunu daha önce düĢünmüĢ olmalısınız." "Yitirecek zaman olmadığı doğru," dedi yaĢlı aziz. "Ama dediğiniz gibi yaparsam, inancı olmayan ve Tanrı'nın gücünden kuĢkulanan insanlara benzemiĢ olmaz mıyım? Bana bu tekneyi yelkensiz ve dümensiz gönderen Efendimizin yeteneklerini küçümsemiĢ sayılmaz mıyım? Bu soruya, dinbilim tartıĢmalarında uzman olan ġeytan baĢka bir soruyla karĢılık verdi: "Pederim, kollarını kavuĢturup gökten yardım gelmesini veya her Ģeyi Tanrı'nın yapmasını beklemek mi, yoksa önlemi elden bırakmayıp insanın üzerine düĢeni yapması mı daha doğrudur?" "Haklısın," dedi yaĢlı Mael, "insanın alabileceği önlemi almaması Tanrı'yı sınamak olurdu." "Öyleyse," diye üsteledi ġeytan, "tekneyi donatmak önlem değil midir?" "BaĢka türlü hedefe varamıyorsak evet." "Ha! ha! Tekneniz demek çok hızlı, öyle mi?" "Tanrı'nın istediği kadar hızlı." "Nereden biliyorsunuz? Bu tekne Rahip Budoc'un katırı gibi yavaĢ. Takunyadan farkı yok. Daha hızlı gitmeniz yasak mıdır?" "Oğlum, konuĢman çok mantıklı ama aĢırı keskin. Bu teknenin bir tansık olduğunu göz önüne alın." "Öyledir, pederim. Suyun üstünde bir mantar gibi yüzebilen taĢ bir yalak tansıktır. Bundan kuĢkum yok. Sözü nereye getirmek istediniz?" "Nasıl söyleyelim?... Böyle tansıklı bir makineyi insan araçlarıyla daha yetkin kılmaya çalıĢmak doğru mudur?" "Pederim, sağ ayağınızı yitirmiĢ olsaydınız ve Tanrı size onu geri verseydi, bu ayak tansıklı olur muydu?" "KuĢkusuz öyle, oğlum." "Ona ayakkabı giydirir miydiniz?" "Evet." "Tansıklı bir ayağa insan yapısı ayakkabı giydirebileceğinizi kabul ediyorsanız, tansıklı bir kayığa da insan donanımı takılabileceğini kabul etmelisiniz. Bu su gibi açık. Ah! Neden en aziz insanlar bile bazen gevĢeklik içinde olabiliyorlar? Brötanya'nın en ünlü azizi olmuĢsunuz, bonsuz övgüye değer daha birçok iyilik yapabilecek durumdasınız. Ama kafanız ağır, elleriniz tembel iĢliyor. HoĢça kalın, aziz peder! Bildiğiniz gibi gidin, ama Hoedic kıyılarına vardığınızda ellerinizle kutsadığınız kilisenin yıkıntılarını seyredersiniz. Dinsizler onu yakacak ve orada görevlendirdiğiniz genç rahibi de sosis gibi kızartacaklardır." Aziz Mael alnında biriken terleri cüppesinin koluyla silerek: "Ne yapacağımı bilemiyorum," dedi. "Ama söyle bana, oğlum Samson, taĢ bir tekneyi donatmak kolay iĢ midir? Böyle bir iĢe giriĢtiğimizde, kazanmak yerine daha çok zaman yitirmiĢ olmaz mıyız?" "Ah! pederim," diye haykırdı ġeytan, "kum saatinin bir ters iniĢinde bunu olmuĢ bilin. Sizin kurduğunuz iĢlikte her türlü gereç var. Tekneyi kendi ellerimle donatacağım. KeĢiĢ olmadan önce, tayfalık, marangozluk ve daha bir sürü iĢ yapmıĢtım. Haydi baĢlayalım!" ġeytan hemen araç gereç dolu hangara girip gerekli araçları aldı. Bir kısmını yaĢlı adama verdi ve birlikte teknenin yanına gittiler. IV AZĠZ MAEL BUZ DENĠZĠNDE ġeytan beline kadar soyunup tekneyi kumsala çekti ve bir saat içinde yelken ve dümeni takıp hazır duruma getirdi. Aziz Mael bindikten sonra, yelkenleri ĢiĢen tekne bir anda gözden yitti. YaĢlı aziz Land's End Burnu'nu dolanmak için güneye gidecekti. Fakat karĢı koyulmaz bir akıntı onu güney batıya sürükledi. Ġrlanda kıyılarını geçtikten sonra aĢağı yöneldi. AkĢam olduğunda hava serinledi. Mael yelkeni sökebilmek için boĢuna uğraĢtı; tekne çılgın gibi açık denizlere sürükleniyordu. AyıĢığında Kuzey'in dolgun vücutlu ve saçları örgülü denizkızları teknenin çevresini beyaz gerdanları ve


pembe kalçalarıyla sarıp zümrüt ıĢıltılı kuyruklarını suda çırparak Ģarkılar söylediler: Nereye koĢuyorsun, güzel Mael Çılgın teknenin içinde? Samanyolu'nun coĢtuğu an Junon'un göğsü gibi ġiĢen yelkenlerinle. Denizkızları kahkahalarıyla bir süre yıldızların altında onu izlediler. Fakat tekne artık Vikinglerin kızıl gemisinden yüz kat daha hızlı ilerliyordu. Uçan martıların ayakları aziz pederin saçlarına takılıyordu. Daha sonra karanlık ve uğultulu bir fırtına koptu, öfkeli bir kasırganın ittiği tekne bir kuĢ gibi havalandı. Üç kez yirmi dört saat süren bir geceden sonra karanlıklar birden açıldı. Aziz Mael ufukta elmas gibi parlayan bir kıyı gördü. YaklaĢtıkça büyüyen, alçak ve durgun bir güneĢ ıĢığının aydınlattığı bu kıyıda beyaz bir kent vardı. Karlar altındaki sessiz sokakları yüz kapılı Tebai gibi sonsuza kadar uzayan bu kentin buzdan sarayı, kırağıdan kemerleri ve dikilitaĢları görünüyordu. Okyanus üzerindeki dev buz parçalarının üstünde yumuĢak bakıĢlı denizciler yüzüyordu. Bu sırada tekneye koĢut yüzen bir buz parçasının üzerinde, yavrusunu kucağında taĢıyan bir beyaz ayı göründü. Mael ayının dudaklarından Virgilius'un Ģu dizelerinin döküldüğünü duydu: Ġncipe, parve puer. (2) Ve yaĢlı adam, üzünç ve endiĢeyle ağlamaya baĢladı. Yanında getirdiği tatlı su kabı donarak parçalanmıĢtı. Susuzluğunu gidermek için buz parçalarını yalıyordu. Yine tuzlu suyla ıslanmıĢ ekmeğini yerken, saç ve sakal telleri cam gibi kırılıyordu. Buz tabakasıyla örtülü cüppesi her deviniminde eklemlerini sızlatıyordu. Dev dalgalar kabarıyor, köpüklü çenelerini açıp yaĢlı adamın üzerine geliyorlardı. Yirmi kez teknenin içi suyla doldu. Ve azizin atlas kumaĢ içinde özenle sakladığı Ġncil bir ara okyanusa düĢüp gözden yitti. Otuzuncu gün okyanus yatıĢtı. O sırada suyu ve göğü titreten bir çatırtıyla üç yüz ayak boyunda bir buzdağı taĢ teknenin üzerine doğru gelmeye baĢladı. Mael'in kurtulmak için sarıldığı dümen kırılıp elinde kaldı. Teknenin hızını kesebilmek için yelkenleri çözmeye uğraĢtı, kopan halatlar avuçlarını yaktı. Mael bu sırada üç Ģeytan çömezinin kancalarla direğe tutunup yelkenleri üflediğini görür gibi oldu. O zaman Mael, ġeytanın oyununa gelmiĢ olduğunu anlayıp istavroz çıkardı. Birden kopan fırtına taĢ tekneyi, yelkeni ve dümeniyle birlikte havaya kaldırıp kurtardı. Tekne sakin sulara geldiğinde Aziz Mael dizleri üstüne kapanıp kendisini Ģeytanın tuzaklarından kurtaran Tanrı'ya Ģükretti. O sırada yine, yüzen buz parçasının üstündeki beyaz ayıyı gördü. Ana ayı bu kez kucağında yavrusuyla birlikte atlasa sarılı bir kitap tutuyordu. TaĢ tekneye yaklaĢan ana ayı Aziz Mael'i Ģu sözlerle selamladı: "Pax tibi, Mael." (3) Ve ona kitabı uzattı. YaĢlı aziz kendi Ġncilini tanıdı ve ĢaĢkınlık dolu bir yüzle Yaratan ve yaratılana dua ve ilahiler okudu. V PENGUENLERĠN VAFTĠZ EDĠLĠġĠ Aziz Mael, akıntı boyunca bir saat kadar gittikten sonra, yüksek dağların çevrelediği dar bir kumsala çıktı. Kıyıyı izleyerek, bazen da kayaları dolanarak, bir gün ve bir gece boyunca yürüdü. Sonunda yuvarlak bir adada olduğunu anladı. Ortada tepesi bulutlarla kaplı bir dağ vardı. Nemli ve temiz havayı neĢeyle ciğerlerine doldurdu. O kadar tatlı bir yağmur yağıyordu ki yaĢlı aziz Tanrı'ya Ģöyle dedi: "Tanrım, burası gözyaĢı adası, piĢmanlık adası olmalı." Kumsalda kimseler yoktu. Yorgun ve aç olarak oturduğu bir kayanın kovuğunda, kara lekeli, iri ve sarı yumurtalar gördü, ama onlara dokunmadı: "KuĢlar Tanrı'nın canlı övgüleridir. Benim yüzümden bu övgülerden birinin bile azalmasını istemem." Ve kaya çatlaklarının arasından yolduğu yosun yapraklarını çiğnedi. Aziz Mael hiçbir insana raslamadan adayı dolanıp bitirmek üzereydi ki yalçın ve kırmızı kayaların çevrelediği, gürültülü çağlayanların aktığı bir koya ulaĢtı. Kutup buzlarının parlaklığı yaĢlı adamın gözlerini kamaĢtırmıĢtı. Ama, ĢiĢen gözkapaklarının arasından


sızan zayıf bir ıĢığı algılayabiliyordu. Bu sayede, kat kat yükselen bu kayalıkların üstünde, tıpkı bir anfideki insanlar gibi dizilmiĢ, canlı varlıklar bulunduğunu hayal meyal sezebildi. Aynı anda, duyduğu dalgaların uğultusundan sağır olmuĢ kulaklarına zayıf sesler ulaĢtı. Bunların doğal yasalara göre yaĢayan insanlar olduğunu ve Tanrı'nın onlara kutsal yasaları öğretmesi için kendisini buraya gönderdiğini sandı. Bu yaratıkları kutsadı. Yabanıl koyun ortasındaki yüksek bir taĢın üzerine çıkarak onlara seslendi: "Ey bu adanın yerlileri! Boyunuz küçük de olsa, balıkçı veya denizci topluluğundan çok, bilge bir topluluğun senatosu gibi görünüyorsunuz. Ciddi ve dingin duruĢunuzla Vatikan'da görüĢme yapan kardinaller meclisine veya Akropol merdivenlerinde tartıĢan Atinalı düĢünürlere benziyorsunuz. KuĢkusuz, onların ne dehasına, de bilimine sahipsiniz; ama Tanrı'nın gözünde belki onlardan daha değerlisiniz. Sizlerin sade ve iyi insanlar olduğunuzu görüyorum. Adanızı dolaĢırken ne bir cinayet, ne bir kıyım, ne de direklere asılı insan kelleleri gördüm. Bir sanatla uğraĢtığınızı görmedim, madenleri tanımıyorsunuz. Fakat yürekleriniz saf ve elleriniz temiz. Gerçekler kafanıza daha kolay girebilir." Oysa, küçük boylu ve ciddi insanlar sandığı bu topluluk, baharda kayalara dizilip güneĢlenen Penguenlerdi. Bazen küçük kanatlarını çırpıp barıĢçı çığlıklar atıyorlardı. Ġnsandan kaçmıyorlardı, çünkü onu tanımıyor ve kötülüğünü bilmiyorlardı. Ayrıca bu din adamında, en ürkek hayvanlara bile güven veren ve özellikle Penguenlerin hoĢuna giden bir yumuĢaklık vardı. Ona beyaz tüylerle çevrili gözlerinde bir merakla ve dostça yaklaĢıyorlardı. Bu ilgiden duygulanan aziz peder onlara Ġncil'i öğretti: "Ey ada yerlileri, kayaların arasından doğan bu gün ıĢığı, ruhlarınızda doğmakta olan manevi ıĢığın benzeridir. Size içinizi ve ruhunuzu aydınlatacak olan ıĢığı getirdim. Dağlarınızdaki karı eriten güneĢ gibi, Ġsa Efendimiz yüreklerinizdeki buzları eritecektir." YaĢlı aziz böyle konuĢtu. Doğada her ses nasıl karĢılık buluyor ve gün ıĢığı Ģarkılarla karĢılanıyorsa, Penguenler de kursaklarından çıkan seslerle yaĢlı adama karĢılık verdiler. Sesleri özellikle güzeldi, çünkü çiftleĢme mevsiminde bulunuyorlardı. Aziz Mael onların puta tapan bir budun olduğundan ve toplu halde Hıristiyanlığa dönme isteklerinden emin olarak, onları vaftiz olmaya çağırdı: "Sanıyorum çok sık suya giriyorsunuz. Bu kayalıklar arasından geçip yanınıza gelirken, bir çoğunuzu suda yıkanırken gördüm. Oysa, beden temizliği ruh temizliğinin aynasıdır." Ve onlara vaftizin kaynağını, yöntemini ve sonuçlarını anlattı: "Vaftiz bir tür benimseyiĢ veya yeniden doğuĢ veya aydınlanma demektir." Bu terimlerin her birini sırayla açıkladı. Önce çağlayanlardan dökülen tatlı suları kutsadıktan sonra, her birinin baĢından aĢağı birkaç damla su döküp gerekli duaları okuyarak hepsini vaftiz etti. Bu vaftiz töreni üç gün üç gece sürdü. VI CENNETTE BĠR TOPLANTI Penguenlerin vaftiz edildiği haberi Cennet'te duyulduğunda, sevinç veya üzüntü yerine, büyük bir ĢaĢkınlıkla karĢılandı. Tanrı bile zor durumda kaldı. Hemen azizler ve dinbilim bilginlerini topladı; onlara bu vaftizin geçerli olup olamayacağını sordu. "Geçersizdir," dedi Aziz Patrick. "Niçin geçersiz olacakmıĢ?" diye karĢı çıktı Aziz Gal. Çünkü Cornouailles Adaları'ndan sorumluydu ve Aziz Mael'i din yolunda o seferber etmiĢti. "Nasıl ki," diye açıkladı Aziz Patrick, "hadım edilmiĢ birinin evliliği geçersiz sayılırsa, kuĢlara yapılan vaftiz de geçersizdir." Fakat Aziz Gal yılmadı: "Bir kuĢun vaftiziyle bir harem ağasının evliliği arasında nasıl bir iliĢki kurarsınız? Ġlgisi yok. Evlilik bir tür koĢullu kutsamadır. Rahip olacağını kestirdiği bir eylemi önceden kutsar; ama eylem gerçekleĢmezse bu kutsama etkisizdir. Bu çok açık. Vaktiyle, dünyadaki yaĢamımda Antrim kentinde Sadoc adında zengin birini tanımıĢtım. Bu adamın evlilik dıĢı yaĢadığı bir kadından dokuz çocuğu vardı. YaĢlandığında, benim zorlamam üzerine kadınla evlenmeye razı oldu ve bu birliği kutsadım. Ne yazık ki Sadoc'un sağlık durumu kocalık görevini yerine getirmesine engeldi. Kısa süre içinde tüm mal varlığını yitirdi ve yoksulluğa dayanamayan karısı bu evliliğin geçersiz kılınması için kiliseye baĢvurdu. Papa bu isteği kabul etti, çünkü


evlilikte karı-koca iliĢkisi gerçekleĢmemiĢti. ĠĢte evlilik böyle bir kutsamadır. Vaftiz ise hiçbir kayıt veya koĢula bakılmaksızın yapılan bir kutsamadır. Bence durum açık: Penguenlerin vaftizi geçerlidir." Aynı konuda görüĢü sorulan Papa Aziz Damase Ģöyle konuĢtu: "Bir vaftizin geçerli olup olmadığını anlamak için, kimin yaptığına ve kime yapıldığına bakmak gerekir. Çünkü vaftizin kutsayıcı özelliği, vaftiz edilenin kiĢisel bir katkısı olmadan, yalnızca yapılıĢ eyleminden kaynaklanmaktadır. Böyle olmasaydı, yeni doğan bebeklere yapılamazdı. Ayrıca, vaftiz olmak için yerine getirilmesi gereken hiçbir özel koĢul yoktur. Yalnızca kilisenin yolunda gitme niyeti olmak, kutsal sözleri yinelemek ve törene katılmak yeterlidir. Aziz Mael'in bu koĢullar altında vaftiz yaptığı görülüyor. O halde, Penguenler vaftiz edilmiĢlerdir." "Vaftizin ne olduğunu sanıyorsunuz siz?" diye atıldı Aziz Guenole. "Vaftiz insanın ruh ve sudan yeniden doğuĢudur, çünkü günahkar olarak girdiği sudan tertemiz çıkar. Vaftiz Ġsa'yla ölümüne birleĢebilmektir. Bu, kuĢlara verilecek bir yetenek değildir. DüĢünelim, aziz pederler. Vaftiz Adem'in ilk günahını temizlemektir; oysa Penguenler ilk günahı iĢlemediler. Vaftiz olan kiĢi erdem ve zarafet bulur, Ġsa'nın sürüsüne katılır. Oysa, Penguenlerin erdem ve zarafet kazanabilecekleri düĢünülemez..." Aziz Damase onun sözünü bitirmesine fırsat vermedi. "Bu yalnızca vaftizin yararsız olduğunu gösterir; etkili olamayacağını kanıtlamaz." "Ama böyle düĢünürsek," diye konuĢtu Aziz Guenole, "suya batırmakla yalnızca Penguenleri değil, tüm öbür kuĢları veya dört ayaklıları, hatta cansız cisimleri, örneğin bir yontuyu veya masayı vaftiz etmek mümkün olurdu. Örneğin, Ģu masa Hıristiyan olurdu! Saçmalık bu!" Aziz Augustin söz istedi. Derin bir sessizlik oldu. "Sizlere, bir örnek üzerinde, yöntemlerin gücünü göstermek istiyorum," dedi Hipponeli piskopos. "Aslında bu Ģeytanca bir iĢtir. Fakat, Ģeytanın öğrettiği yöntemlerin zekadan yoksun hayvanlar, hatta cansız cisimler üzerinde etkisi olduğu biliniyorsa, tanrısal yöntemlerin hayvanlar ve cansız dünya üzerinde etkili olamayacağını kim ileri sürebilir? ĠĢte size bir örnek: Sağlığımda Madaura kentinde bir büyücü kadın vardı. Bu kadın, yatağına çekmek istediği bir adamın saçından alınan birkaç teli bazı otlarla karıĢtırır, kendince bazı dualar okuyarak bir mangalda yakar ve isteğine kavuĢurdu. Bir gün bu yolla bir delikanlının aĢkını kazanmak istediğinde, hizmetçi onu kandırıp delikanlının saçı yerine, bir tavernanın kapısında asılı keçi tulumundan yolduğu birkaç kıl verdi. Gece yarısı bu Ģarap tulumu kentin bir ucundan sıçrayıp büyücü kadının eĢiğine düĢtü. Bu gerçek bir olaydır. Büyüde olduğu gibi, ayinlerde de etkili olan Ģey uygulanan yöntemdir. Tanrısal bir yöntemin Ģeytani olanlardan daha zayıf olduğunu düĢünemeyiz." Bu sözlerden sonra Aziz Augustin alkıĢlarla yerine oturdu. Oldukça yaĢlı ve karaduygulu görünen cennetlik bir kul söz istedi. Kimse onu tanımıyordu. Adı Probus'tu ve azizler defterinde kayıtlı değildi. "Meclisin bağıĢlamasını diliyorum," dedi Probus. "BaĢımda ayla yok, sonsuz mutluluğu sessiz sedasız kazandım. Fakat, Aziz Augustin'in sözlerinden sonra, vaftizin geçerliliği konusunda baĢımdan geçen acı bir deneyimi anlatmak isterim. Hippone Piskoposu bu ayinin yöntemlere uygun olmasının yeterli olduğunu söylerken haklıdır. Ayinin erdemi yöntemde olduğu gibi, günahı da yöntemdedir. Ey azizler ve bilginler, benim acıklı öykümü dinleyin. Ġmparator Gordion zamanında Roma'da rahiptim. Sizler gibi özel bir yeteneğim olmadan, görevimi istekle yapıyordum. Azize Modeste Kilisesi'nde kırk yıl çalıĢtım. Düzenli bir yaĢamım vardı. Her cumartesi günü Capene Kapısı'ndaki tavernanın sahibi Barjas'a uğrar ve o hafta ayinde kullanacağım Ģarabı alırdım. Bu uzun yıllar süresince haftalık ayinimi bir kez bile aksatmadım. Fakat neĢem yoktu, mihrabın önünde diz çöktüğüm anlarda kendime sorardım: 'Niçin neĢesizsin, ey ruhum ve neden içimde bir sıkıntı var?' Kutsal ayine gelen inanmıĢları gördükçe üzülüyordum; çünkü onlara elimle yedirdiğim kutsal ekmek ve Ģarap ağızlarında erimeden, günahkar davranıĢlarına geri dönüyorlardı; sanki kutsal törenin onlar üzerinde hiçbir etkisi veya gücü yok gibiydi. Sonunda dünyadaki görevim bitti ve daldığım uykudan gökyüzünde uyandığımda, kendimi cennetlikler arasında buldum. O zaman meleklerden birinden gerçeği öğrendim: Tavernacı Barjas diye biri sattığı içeceği bir takım kökler ve kabuklarla hazırlıyor ve içinde bir damla bile üzüm suyu bulunmuyormuĢ. Bu nedenle üzüm suyunun Ġsa'nın kanına dönüĢmesi gereken ayinlerimin hiçbiri geçerli olmamıĢ; ben ve topluluğum kırk yıl boyunca bilmeden kutsal törenin yararlarından yoksun kalmıĢız. Bunu öğrendiğimde duyduğum üzüntü ve ĢaĢkınlık hâlâ geçmedi. Cennet bahçelerini dolaĢırken topluluğumdan bir tek Hıristiyan göremiyorum. Çünkü kutsal ekmeğin korumasından yoksun olarak kolayca günaha kapıldılar ve tümü de cehenneme gittiler. Tavernacı Barjas'ın da orada olduğunu bilmekle avunuyorum. Bütün bu olanlarda yalnızca Efendimizin anlayabileceği bir mantık var. Ama benim talihsiz örneğim, ayin yöntemlerinin niyetten daha önemli olduğunu gösteriyor. Sizlere saygıyla soruyorum: Sonsuz Efendimiz buna bir çare bulamaz mı?"


"Hayır," dedi Tanrı, "çünkü çaresi hastalıktan daha da beter. Eğer kurtuluĢ yolunda niyet, yöntemden daha önemli olsaydı, dinlerin sonu gelirdi." "Ama, Efendimiz," diye içini çekti Probus, "inancı yöntemle değerlendirdiğinizde, tanrısal adaletiniz büyük engellerle karĢılaĢıyor." "Bunu senden daha iyi biliyorum," dedi Tanrı. "Bir bakıĢımla, zor olan bugünün sorunları yanısıra, daha da zorlaĢacak olan geleceğin sorunlarını görebiliyorum. Örneğin, GüneĢ Dünya'nın çevresinde iki yüz kırk kez döndükten sonra..." "Ah! Bu ne ulu düzen," diye haykırdı melekler ve azizler. "Bu lafın geliĢi," dedi Tanrı. "BaĢka türlüsünü söyleyen çıkmadıkça eski kozmoloji kavramlarını kullanacağım..." "Dediğim gibi, güneĢ iki yüz kırk kez döndükten sonra Roma'da Latince bilen tek bir papaz kalmayacak. Kiliselerde ilahiler okunurken Aziz Orichel, Roguel ve Totichel'in adları söylenecek; bildiğiniz gibi bunlar melek değil Ģeytandırlar. Bir sürü hırsız, günah çıkarmak isteyecek, ama çaldıklarının bir kısmını kiliseye bağıĢlamaktan kaçındıkları için, gezici papazlara gidecekler; bunlar da Ġtalyanca veya Latince bilmediklerinden köylerinde öğrendikleri dilden ve bir ĢiĢe Ģarap karĢılığında günahları bağıĢlatacaklar. Bunları pek dert etmiyoruz, çünkü yönteme uygun olmadığından bir çoğu geçersiz olacaktır. Ama bilgisiz papazların Latincenin kafasını gözünü yararak yaptıkları vaftizler baĢımızı ağrıtacağa benziyor. Her neyse, biz Penguenlere dönelim." "Tanrısal sözlerinizle zaten dönmüĢ olduk, efendimiz," dedi Aziz Gal. "Din kurallarında yöntemin niyetten daha önemli olduğunu, bir ayin biçimine uygun yapılmıĢsa geçerli olacağını anladık. ġimdi soru Penguenlerin yönteme uygun olarak vaftiz edilip edilmediğidir. Oysa bu sorunun yanıtı tartıĢma götürmeyecek kadar açık." Azizler ve bilginler bu sözleri onayladılar, ama sıkıntıları daha azalmadı. Aziz Corneille söz aldı: "Hıristiyanlık sanı Penguenlere pek uygun düĢmüyor. ġimdi bu kuĢlar ruhlarının kurtuluĢu derdine düĢecekler. Nasıl baĢaracaklar bunu? KuĢların görenekleri kilisenin buyruklarına tam uygun değildir; Penguenlerin göreneklerini değiĢtirmeleri için bir nedenleri de yok. "Göreneklerini değiĢtiremezler," dedi Tanrı; "bu konuda buyruklarım çok açık." "Öte yandan," diye sürdürdü Aziz Corneille, "vaftiz sonucu artık eylemleri iyi veya kötü, sevap veya günah olarak değerlendirilecektir." "Evet," dedi Tanrı, "sorun buradan kaynaklanıyor." "Ancak tek bir çözüm görebiliyorum," dedi Aziz Augustin. "Penguenler cehennemlik olacaklar." "Fakat ruhları yok," diye atıldı Aziz Ġrenee. "KuĢkusuz," dedi Aziz Gal. "Görüyorum ki çömezim Mael din aĢkıyla biraz fazla ivedi davranıp efendimize büyük bir dinbilim sorunu çıkarmıĢ oluyor." "ġaĢkın ihtiyar," diye söylendi Alsace Emini. Fakat Tanrı bakıĢlarıyla Alsace Emini'ni ayıplayıp Ģöyle dedi: "Aziz Mael sizler gibi Ģanslı değil, beni görmüyor. Kötürüm, yarı sağır ve yarı kör bir yaĢlı adam. Ona karĢı fazla haĢinsiniz. Ama ortada bir sorun olduğu kesin." "Çok Ģükür bu geçici bir sorun," dedi Aziz Irenee. "Penguenler vaftiz edildi, ama yumurtaları değil. Yapılan yanlıĢ bir kuĢak sonra bitecektir." "Böyle konuĢmayın, oğlum Irenee," dedi Tanrı. "Hekimler dünya üzerindeki yanlıĢlarını böyle örtebiliyorlar. Ama benim kurallarım hiçbir kuraldıĢılığı kabul etmez. Vaftiz edilen bu Penguenlerin ne olacağını, hiçbir tanrısal yasayı çiğnemeden ve On Emir'in dıĢına çıkmadan kararlaĢtırmalıyız." "Efendimiz," dedi Aziz Gregoire, "onlara ölümsüz ruh verin." "Ne yapacaklar o ruhla," diye içini çekti Aziz Lactance. "Size Ģükretmek için ilahi söylemeye uygun bir sesleri bile yok." "Ayrıca, tanrısal yasalara uymayacaklardır," dedi Aziz Augustin. "Uyma olanakları yok," dedi Tanrı. "Olsun," diye sürdürdü Aziz Augustin. "Böylece sonsuza kadar cehennemde yanarlar ve ĢaĢkın Mael'in bozduğu tanrısal düzen yeniden kurulmuĢ olur." "Bana önerdiğin çözüm gerçekten kurallara uygun, oğlum Augustin," dedi Tanrı. "Ama esirgeyen adıma uygun düĢmüyor. Her ne kadar, değiĢmez olduğum söyleniyorsa da, giderek daha yumuĢak oluyorum. Bu özyapı değiĢimim Eski ve Yeni Ahit kitaplarını okuyanların gözünden kaçmamıĢtır." Bu tartıĢma hiçbir sonuç vermeden uzadı ve aynı görüĢler yinelenmeye baĢlayınca, Ġskenderiyeli Azize Catherine'e danıĢmaya karar verildi. Zor konularda hep böyle yapılırdı. Bu kutsal kadın yeryüzündeki yaĢamında elli dinbilim bilginini mat etmiĢti. Kutsal kitap kadar Platon'un felsefesini de okumuĢtu ve


konuĢma sanatını iyi biliyordu. VII CENNETTE BĠR TOPLANTI (arkası ve sonu) Azize Catherine toplantıya geldi. BaĢında zümrüt ve yakutlarla bezenmiĢ bir taç, üstünde yaldızlı bir giysi vardı. Boynunda ateĢten bir tekerlekle geziyordu; bu tekerleğin parçaları ona dünyada iĢkence edenleri yok etmiĢti. Tanrı onu söz almaya çağırınca azize Ģöyle dedi: "Efendimiz, görüĢümü sorma inceliği gösterdiğiniz bu konuda ben hayvanların veya kuĢların göreneklerini inceleyecek değilim. Burada bulunan melekler, azizler ve bilginlerin dikkatini yalnızca Ģu noktaya çekmek isterim: Ġnsanla hayvan arasındaki ayrım o kadar kesin değildir; her ikisinin özelliklerine yakın olan yaratıkları anımsayın. Örneğin, yarı kadın, yarı yılan olan kimeralar, üç gorgonlar, denizkızları, keçi ayaklı panlar, beline kadar insan ve gerisi at olan kentaurlar. Sizin de bildiğiniz gibi, bunlardan biri aklın ıĢığıyla sonsuz kurtuluĢa kavuĢtu. Gerçekten de Chiron adındaki bu kentaur Achille'in eğitimini sağladı. Bu genç kahraman daha sonra Kral Lycomedes'in kızları arasında iki yıl genç bir bakire gibi yaĢadı. Kızlar onun kendileri gibi olmadığını anlamadan oyunlarını ve yataklarını onunla paylaĢtılar. Onu bu kadar ahlaklı yetiĢtiren Chiron, Ġmparator Trajan'la birlikte, yalnızca doğa yasalarına uyarak cennete giren kiĢidir. Oysa Chiron yarı insandı. Bu örnek yeterince gösteriyor ki insanın yalnızca bazı organlarına, yeter ki soylu organlar olsun, sahip olunarak sonsuz kurtuluĢa kavuĢulabilir. Kentaur Chiron'un vaftiz olmadan elde ettiğini, yarı Penguen yarı insan olsalar, Penguenler nasıl elde edemezler? Bu nedenle, sizden rica ediyorum, efendimiz, YaĢlı Mael'in Penguenlerine bir insan kafası ve küçük bir ruh bağıĢlayın; böylece size layıkıyla Ģükredebilirler." Azize Catherine'in bu sözleri üzerine mecliste olumlu bir uğultu yayıldı. Fakat Aziz Augustin, iri ve pazulu kollarını Tanrı'ya uzatarak haykırdı: "Bunu yapmayın, efendimiz! Aziz Paraclet adına! Ġnsan kafalı kuĢlar daha önce de vardı. Azize Catherine'in söylediklerinde yeni bir Ģey yok!" "DüĢ gücü birleĢtirir ve kıyaslar; yeni bir Ģey yaratmaz," diye ona sertçe karĢılık verdi Azize Catherine. " ... Bu tür kuĢlar daha önce de vardı, diye sürdürdü Aziz Augustin. Bunlara harpi denir ve yaradılıĢın en sevimsiz hayvanlarıdır. Bir gün çölde Aziz Paul'ü yemeğe çağırmıĢtım. Sofrayı yaĢlı bir incir ağacının altına kurdum. Harpiler gelip dallara üĢüĢtüler; cırtlak sesleriyle kulaklarımızı sağır edip yemekklerin içine pislediler. Bunların gürültüsü yüzünden Aziz Paul'ün öğrettiklerini duyamadım ve ekmeğimizi kuĢ pisliğine katık ettik. Harpilerin size layıkıyla Ģükredeceklerine inanılabilir mi, efendimiz? KuĢkusuz, dünya yaĢamımdaki karabasanlarımda birçok melez yaratık gördüm; yılan kadınların, denizkızlarının yanı sıra çok daha sevimsiz olanları vardı. Bedeni tencere, saat veya çandan yapılmıĢ adamlar, hatta birinin gövdesi ev gibiydi ve pencerelerinden içerde çalıĢan baĢka insanlar görülüyordu. Gemi gibi yelkenli balinalar, çeĢmemin üzerine yağan kırmızı böcekler. Kendimi yalıtmıĢ olduğum o hücrede gördüğüm karabasanlar anlatmakla bitmez. Fakat hiçbiri, benim güzel incir ağacımın yapraklarını pisleten harpiler kadar çirkin değildiler." "Harpiler," diye açıkladı tarihçi Lactance, "kuĢ bedenli diĢi canavarlardır. BaĢları ve göğüsleri kadına benzer. Dedikoduculukları, edepsizlikleri, Virgilius'un Eneide adlı yapıtında belirttiği gibi, diĢi doğalarının sonucudur. Havva'nın ilencine onlar da ortak edilmiĢlerdi." "Havva'nın ilencinden söz etmeyelim," dedi Tanrı. "Çünkü ikinci Havva birinciyi aratır oldu." Dünya tarihi üzerine bir kitap yazmıĢ olan Paul Orose adında bir tarihçi ayağa kalktı ve Tanrı'ya yalvardı: "Efendimiz, benim ve Aziz Augustin'in dualarını iĢitin. Bundan böyle Yunanlı masalcıların pek sevdiği kentaurlar veya denizkızları gibi yaratıklar yaratmayın. Bundan bir iyilik gelmez. Bu tür yaratıklar genelde dinsizliğe yönelir ve çift yapıları nedeniyle temiz ahlaklı olamazlar." Tatlı dilli Lactance Ģu sözlerle ona karĢılık verdi: "Bu konuĢan arkadaĢımız herhalde cennette bulunan en iyi tarihçi olmalı, çünkü Herodot, Thukidid, Titus Livius, Velleius Paterculus, Suetone, Manethon, Sicilyalı Diodore, Dion Cassius, Lampride efendimizin görüntüsünü göremiyorlar. Tacitus ise sövenlerin layık olduğu cehennemde azap çekiyor. Fakat Paul Orose yeryüzünü tanıdığı kadar gökleri tanımıyor anlaĢılan. Bilmez ki kuĢ ve insan görüntüsündeki melekler temiz ahlaklıdır." "Konuyu dağıtıyoruz," dedi Tanrı. "Bu kentaurlar, harpiler ve meleklerden niye söz ediyorsunuz Ģimdi. Konumuz Penguenlerdir."


Ġskenderiyeli aziz bakirenin mat ettiği elli dinbilim bilgininden en yaĢlı olanı söz aldı: "Benim değersiz görüĢüme göre, efendimiz, gökleri ayağa kaldıran bu skandala son vermek için, bizi alteden Azize Catherine'in dediği gibi yapmanız, yaĢlı Mael'in Penguenlerine yarı insan görünümü ve bu yarıya yetecek kadar da ruh vermeniz doğru olur." Bu sözler üzerine mecliste herkes aynı anda konuĢmaya baĢladı; her köĢede, Penguenlere verilecek ruhun boyutları konusunda akademik tartıĢmalar baĢlatıldı. Sonunda Tanrı sesini yükseltti: "Azizler ve bilginler, burasını yeryüzündeki Vatikan sinodları ve meclislerine benzetmeyin. Militan dinciliğin Ģiddetini sevgi dinine taĢımayın. Bu dediğim yeryüzünde benim adıma toplanan tüm konseylerde, Avrupa, Asya ve Afrika'da hep yapıldı; rahipler birbirlerinin sakalını ve gözlerini oydu. Fakat vardıkları sonuçlarda bir yanlıĢ yoktu, çünkü hep onların yanındaydım." Düzen sağlandıktan sonra yaĢlı Hermas ayağa kalktı ve Ģöyle dedi: "Annem Saphire'in cennetlikler sürüsü içinde doğmasını sağladığınız için size Ģükrediyorum, Efendimiz. Yine oğlunuz Ġsa'yı bu gözlerle görebildiğim için Ģükrediyorum. Bu mecliste konuĢuyorum, çünkü siz gerçeğin değersiz kullarınızın ağzından çıkmasını istediniz, ve Ģunu diyorum: "Penguenleri insana dönüĢtürün. Sizin adaletinize ve sevecenliğinize uygun olan tek çözüm budur." Herkes yeniden söz istemeye, almadan konuĢmaya baĢladı. Kimse öbürünü dinlemiyor, kollarını ve kafalarını sallayarak konuĢmaya çalıĢıyordu. Tanrı sağ elini kaldırıp onları susturdu. "Bu kadar tartıĢma yeter. Sevimli yaĢlı Hermas'ın sözleri benim tanrısal gönlüme de uygun düĢüyor. Bu kuĢlar insana dönüĢecekler. Bunun birçok sakıncası olacağını görebiliyorum. Bu insanların büyük bir bölümü, Penguen durumundayken yapamayacakları kötülüklere neden olacaklar. Fakat, geleceği görebildiğim halde, onların tikel istencine karıĢmamayı uygun bulurum. Ġnsanın özgürlüğüne dokunmamak için bildiğimi unuturum, gözlerimdeki delik perdeyi daha kalınlaĢtırırım ve önceden bildiğim Ģeyler beni ĢaĢırtır." Ve hemen melek Rafael'i çağırdı: "Git Aziz Mael'i bul. Ona, yaptığı yanlıĢı anlat; ona yetki veriyorum, benim adıma konuĢsun ve Penguenleri insana dönüĢtürsün." VIII PENGUENLERĠN DEĞĠġĠMĠ Melek Rafael Penguenler Adası'na indiğinde yaĢlı azizi bir kaya kovuğunda, yeni çömezleriyle uyur buldu. Elini omzuna koyup onu uyandırdı ve yumuĢak bir sesle: "Mael, sakın korkma!" dedi. Gözleri tanrısal ıĢıkla kamaĢan yaĢlı aziz Tanrı'nın meleğini tanıdı ve yere kapandı. Melek Ģöyle dedi: "Ey Mael, yanlıĢ yapmıĢsın: Ademin çocuklarını vaftiz edeyim derken kuĢları vaftiz etmiĢsin. Bundan dolayı Penguenler Hıristiyan oldular." Bu sözlere yaĢlı adamın ağzı açık kaldı. Melek sürdürdü: "Ayağa kalk, Mael, Tanrı'nın adını kuĢan ve bu kuĢlara Ģöyle de: 'Ġnsana dönüĢün!'" Ağlayarak dualar okuyan Aziz Mael Tanrı'nın adını kuĢandı ve kuĢlara seslendi: "Ġnsana dönüĢün!" Bir anda Penguenler insan görüntüsüne büründüler. Alınları geniĢledi, kafaları yuvarlaklaĢtı. Kısık gözleri açılıp dünyaya daha iri bakmaya baĢladı; soluk deliklerinin ortasında etli bir burun oluĢtu. Gagaları ağıza dönüĢtü ve bu ağızdan söz çıktı. Boyunları kısa ve kalın oldu; kanatçıkları kollara, perde ayakları bacaklara dönüĢtü. Ve en sonunda, göğüslerine ürkek bir ruh yerleĢti. Fakat yine de ilk doğalarından izler kalmıĢtı. Yine yan yan bakıyor ve kısa kalçaları üzerinde salınarak yürüyorlardı; bedenleri ince bir tüy tabakasıyla örtülü kalmıĢtı. Ve Mael bu Penguenleri Ġbrahim'in kervanına kattığı için Tanrı'ya Ģükretti. Fakat, yakında bu adadan ayrılacağını düĢününce içinde bir üzüntü kaldı; o giderse, rehberden yoksun Penguenlerin inancı, susuz kalan genç bir fidan gibi ölürdü. Aklına, Penguenler Adası'nı Armorique kıyılarına taĢımak geldi. "Efendimin neyi niçin istediği sorulamaz, diye düĢündü. Ama, Tanrı adayı taĢımak istiyorsa, kim buna engel olabilir?" Bunun üzerine aziz adam cüppesinin pamuğuyla kırk ayak uzunluğunda ince bir ip dokudu. Ġpin bir


ucunu kıyıdaki bir kayanın sivri ucuna bağladı, öbür ucunu eline alıp taĢ teknesine bindi. Tekne deniz üstünde yol almaya ve Penguenler Adası'nı peĢinden sürüklemeye baĢladı. Dokuz günlük bir yolculuktan sonra adayla birlikte Brötanya kıyılarına vardı. ĠKĠNCĠ KĠTAP ESKĠ ÇAĞ I ĠLK GĠYSĠLER Aziz Mael bir gün okyanus kıyısında kızgın bir kayanın üstüne oturmuĢ bekliyordu. Kayanın güneĢten ısınmıĢ olduğunu sanıp Tanrı'ya Ģükretti. Oysa o kayaya az önce ġeytan oturmuĢtu. YaĢlı aziz, denizden gelecek olan Yvern keĢiĢlerini bekliyordu. Onların getireceği hayvan kürkleri ve dokumalarla Alca Adası'ndaki Penguenleri giydireceklerdi. Az sonra gelen gemiden, sırtında bir sandıkla Magis adında bir din adamı indi. Bu keĢiĢ çok dindar olarak tanınıyordu. Magis yaĢlı azizin yanına gelince sandığı yere bıraktı, alnındaki teri silerek Ģöyle dedi: "Pederim, demek Penguenleri giydirmeye karar verdiniz." "Ne yazık ki bu gerekli, oğlum," dedi Mael. "Penguenler, daha önceden bilmiyorlardı, ama Ġbrahim'in sürüsüne katıldıklarından beri çıplak olduklarının farkına vardılar. Onları giydirme zamanı geldi, çünkü değiĢim sırasında üstlerinde kalan tüy tabakaları da artık dökülmeye baĢladı." Magis kumsalda balık tutan, midye toplayan, Ģarkı söyleyen veya uyuyan Penguenlere bir göz gezdirdi: "Haklısınız, çıplaklar. Fakat, pederim, onları böyle çıplak bırakmak daha doğru olmaz mıydı? Niçin giydireceksiniz? Giysilerle dolaĢmaya baĢladıklarında, ahlak yasalarına uymaları gerekecek ve bundan dolayı büyüklenecek, ikiyüzlü ve acımasız olacaklardır." "Sizce, oğlum, insanların uymakta olduğu ahlak yasalarının kötü etkileri mi oluyor?" "Ahlak yasaları temelde bir hayvan olan insanı hayvandan farklı yaĢamaya zorlar. Bu durum belki onları kısıtlıyor, ama öte yandan gururlarını da okĢuyor; ve doğallıkla kibirli, korkak ve zevk düĢkünü olduklarından, sahip oldukları güvence ve gelecekte umdukları rahatlık için bu kısıtlamaya katlanıyorlar. Her türlü ahlakın kökeni budur... Fakat konuyu dağıtmayalım. ArkadaĢlarımla birlikte, gemideki kürk ve dokumaları bu adaya indireceğiz. Fakat, henüz vakit varken bir kez daha düĢünün, pederim! Penguenleri giydirmek ciddi sonuçlar doğuracaktır. Halen erkek bir Penguen diĢi bir Pengueni arzuladığında ne istediğini biliyor; tutkuları, peĢinde koĢtuğu diĢinin sahip olduklarıyla sınırlı. ġu anda kumsalda iki üç çift Penguen gün ortasında seviĢmekteler. Ne kadar yalın olduğunu görün! Kimse onlara aldırmıyor, onlar da öbürlerinin bakıĢlarına aldırmıyorlar. Fakat diĢi Penguenler giydirildiğinde, erkek Penguen kendisini neyin çektiğini tam olarak bilemeyecek. DüĢ gücü onun isteklerini sınırsız kılacak; ve en önemlisi, pederim, aĢkı ve onun getirdiği acıları öğrenecek. Öte yandan, diĢi Penguenler de gözlerini süzüp dudaklarını yayacak ve giysileri altında değerli bir hazine taĢıdıkları izlenimini verecekler. Bunun yol açacağı kötülük, Penguenler yoksul ve bilgisiz kalacak olsalardı, pek önemli olmazdı. Fakat, bin yıl kadar geçmesini bekleseydiniz Alcalı kızlara ne korkunç bir silah verdiğinizi görürdünüz. Ġzin verirseniz, bunun bir gösterisini yapayım. ġu sandıkta birkaç parça giysi var. Kumsalda erkek Penguenlerin ilgilenmediği diĢilerden birini rasgele seçelim ve giydirelim. ĠĢte bu yana doğru bir genç kız geliyor; öbürlerinden ne çok güzel, ne de çok çirkin. Kimsenin onunla ilgilendiği yok. Kumsalda baĢıboĢ geziyor, bir eliyle burnunu karıĢtırırken, öbür eliyle sırtını kaĢıyor. Dikkat ederseniz, kızın omuzları dar, göğüsleri sarkık, beli kalın ve bacakları kısa. Diz kapakları her adım atıĢında gıcırdıyor, kalın ve damarlı ayaklarının dört parmağı kayalara çengel gibi sarılıyor. YürüyüĢe çıktığı anlaĢılıyor; tüm kaslarını bu iĢe yoğunlaĢtırmıĢ. Onu böyle uzaktan gözlediğimizde, bir yürüme makinesi gibi algılayabiliyoruz; ama asla bir seviĢme makinesi gibi değil. Oysa her iki iĢlevi ve daha nicesini yerine getirebilecek bir yaratık. ġimdi iyi bakın, aziz peder, onu ne hale getireceğim." Bu sözlerden sonra KeĢiĢ Magis, bir çırpıda diĢi Penguenin yanına gitti, onu yakalayıp koltuğunun altına aldı ve saçlarını yerlerde sürüyerek Aziz Mael'in yanına getirdi. DiĢi Penguen ağlayarak canını yakmamaları için yalvaradursun, Magis sandığı açtı ve çıkardığı bir çift ayakkabıyı giymesini buyurdu. "Ayakkabı bağcıklarını sıktığımızda ayakları daha küçük görünecektir," diye açıkladı Magis, "ayrıca, iki


santim yükselecek olan topuğu bacaklarını daha uzun gösterecektir." DiĢi Penguen ayakkabıları bağlarken; bir yandan da sandığın içindekilere bakıyordu. Sandığın içindeki mücevher ve takıları görünce, yaĢil gözleri ıĢıldadı. KeĢiĢ Magis Penguenin saçlarını ensesinde topladı ve çiçeklerden bir taç iliĢtirdi. Kollarına altın bilezikler taktı. Sonra onu ayağa kaldırıp bel ve göğüs hizasını kumaĢlarla sarıp örttü. Böylece göğüsleri ve kalçaları daha dikkati çeker olmuĢtu. Ağzından çıkardığı iğnelerle kumaĢları iyice sıkılaĢtırdı. "Daha da sıkabilirsiniz," dedi diĢi Penguen. KeĢiĢ Penguenin gövdesindeki yumuĢak yerleri sıkıca ve özenle kapadıktan sonra, tüm vücudunu pembe bir Ģalla örttü. "Eteğim sarkmıyor, değil mi?" diye sordu Penguen; bir yandan da belini kıvırıp omzunun üstünden bakmaya çabalıyordu. Magis ona isterse etek boyunu kısaltabileceğini söyledi. Ama genç Penguen kararlı bir anlatımla, buna gerek olmadığını, kendisinin halledeceğini bildirdi. Nitekim, sol eliyle eteğini arka tarafından tutup, yalnızca baldırlarının görünmesine dikkat ederek, bir çırpıda dizleri hizasında düğüm yaptı. Sonra, kalçalarını sallayarak küçük adımlarla uzaklaĢtı. ġimdi baĢını dik tutarak yürüyordu; bir su kıyısında göz ucuyla kendini bir yoklamayı da savsaklamadı. Oradan geçmekte olan bir erkek Penguen ĢaĢkınlıkla bir an durakladı; sonra yolunu değiĢtirip diĢiyi izlemeye baĢladı. Deniz kıyısından geçerlerken, balık avından dönmekte olan bir öbek erkek de diĢiye yaklaĢıp incelediler ve hemen izlemeye koyuldular. Böylece, ilerleyen diĢi Penguenin yolunun geçtiği patikalardan, ırmak kıyılarından, kaya kovuklarından çıkan yeni Penguenler bu kervana katılmaya baĢladılar. YaĢlı veya genç, zayıf veya iri yapılı erkeklerin, derileri buruĢmuĢ bastonlu yaĢlıların oluĢturduğu bu kortejden solukların uğultusuyla birlikte ağır bir koku da yayılıyordu. Ama diĢi Penguen çevresinde olan bitenle ilgilenmiyor, yürümesini sürdürüyordu. Magis güldü: "Pederim, iĢte bakın: Tüm erkekler bir çembere odaklanmıĢ gidiyorlar, merkezindeyse örtülü bir kadın var. Çemberin salt geometrik özellikleri bilginleri araĢtırmaya yönlendirebilir; ama çembere fiziksel özellikler de eklerseniz bambaĢka düĢüncelere salar adamı. Penguenlerin bu kadına ilgi duyabilmeleri için, onun vücudunu gözleriyle görmelerini engelleyip düĢ güçlerini çalıĢtırmanız yeterli oldu. Neredeyse ben bile bu diĢiye karĢı dayanılmaz bir istek duymaya baĢladım. Belki eteklik, örttüğü kalçaya daha sentetik ve genel bir özellik verip onu daha da mı soyutlaĢtırıyor, bilemem; ama Ģimdi ona sarılmıĢ olsaydım insanlığın tüm Ģehvetini avuçlarımda duyumsayabilirdim sanıyorum. Örtünme kadınlara nasıl da dayanılmaz bir çekicilik veriyor. Doğrusu duygularımı daha fazla denetim altında tutamayacağım." Magis, bunu dedikten sonra, üzerindeki cüppeyi fırlatıp ilerleyen konvoyun arkasından koĢmaya baĢladı. Önüne çıkan Penguenleri iteleyip ayakları altında ezerek kendine yol açtı ve Alcalı kıza ulaĢtı. Pembe giysili kızı yakaladı ve yüzlerce iĢtahlı gözün önünde kucağına alıp bir mağaranın içinde gözden yitti. Penguenler bir anda sanki güneĢin karardığını sandılar. O zaman Aziz Mael Ģeytanın KeĢiĢ Magis kılığına girerek onu aldattığını ve Alcalı kızların örtünmesini sağladığını anladı. Tüm vücudu ve ruhu derin bir üzüntüyle sarsıldı. Güçlükle adım atarak kulübesine yürürken, sokaklarda altı-yedi yaĢlarındaki küçük Penguenlerin yosun yapraklarından etekler yapıp giyerek dolaĢtıklarını gördü. Bu küçükler de kumsalda dolaĢırken, erkeklerin gelip gelmediğini görebilmek için arkalarına bakıyorlardı. Aziz Mael Alcalı kıza giydirilen ilk örtünün Penguenlerin ahlakına yarar yerine zarar getirdiğini görmekten büyük üzüntü duydu. Yine de tansık adasının yerlilerini giydirme çabasından vazgeçmedi. Onları kıyıda toplayıp Yvern keĢiĢlerinin getirdiği giysileri dağıttı. Erkek Penguenlere kısa ceket ve pantolon, diĢilere ayak bileklerine kadar uzanan etekler verdi. Ama bu giysiler ilk defakinden farklı bir etki yarattılar. Hem zevksiz ve kaba dikilmiĢ oldukları, hem de tüm kadınlar giydikleri için, artık dikkati çekmiyorlardı. Kadınlar mutfakta yemek piĢirdikleri veya tarlada çalıĢtıklarından, zamanla üstleri yağlı ve çamurlu, kir pas içinde gezer oldular. Erkekler onları daha çok iĢe sürmeye baĢladığı için de pek yük hayvanından farkları kalmadı. Kadınlar artık gönül iĢlerinden ve fırtınalı duygulardan anlamaz oldular. Ahlakları saftı. Aile içi iliĢki onlar için günah değildi. Örneğin bir delikanlı sarhoĢ kafayla kendi annesinin ya da babasının yatağına girse de, ertesi gün bunu aklına bile getirmiyordu. II TARLALARIN ÇĠTLENMESĠ VE ÖZEL MÜLKĠYETĠN DOĞUġU Buzulları arasında ve kayalıklarında bir kuĢ topluluğu yaĢayan adanın, o eski kıraç görüntüsü artık değiĢmiĢti. Tepesindeki karların erimesiyle giderek alçalmıĢ olan dağın tepesinden bakıldığında, sonsuz


bir sisle örtülü Armorique kıyıları ve kum adacıklarının doğaüstü bir görüntü verdiği okyanus görünüyordu. Kıyılar artık incir yaprağını andıran daha geniĢ düzlüklerden oluĢmuĢtu. Kısa süre içinde bir bitki örtüsü geliĢti; tadı ekĢi olan ve hayvanların sevdiği bir ot türünün yanısıra, söğüt, incir ve meĢe ağaçları boy gösterdi. Bu dönemle ilgili bilgileri Saygıdeğer Bèdeve öbür güvenilir yazarlardan alıyoruz. Kuzeyde kıyı derin bir haliç oluĢturmuĢtu ve burası daha sonraları dünyanın en büyük limanı olacaktı. Doğuda köpüklü deniz dalgalarının yaladığı kayalıkların gerisinde kıraç ve kokulu bir toprak yayılmıĢtı. Burası Gölgeler Kıyısı diye biliniyor ve ada yerlileri, yılanların ve ölü ruhların dolaĢtığına inandıkları bu bölgeye adım atmıyorlardı. Güneyde, Dalgıç Körfezi denen ve suları ılık olan kıyının hemen dibinde asma bahçeleri ve ormanlar baĢlıyordu. Bu bereketli kıyıda Aziz Mael ahĢap bir kilise kurdu. Sonunda, Batıda Clange ve Surelle adında iki ırmak, sırasıyla Dalles ve Dombes vadilerini suluyorlardı. Mutlu Mael, bir güz sabahı, iĢte bu Clange vadisinde, yanında Bulloch adında bir Yvern keĢiĢiyle birlikte gezintiye çıkmıĢtı. KarĢıdaki yoldan bir öbek Penguenin ellerinde tırmık ve taĢlarla geçtiğini gördüler. Bu arada bağırıĢ ve haykırıĢlar vadide yankılanıp dingin gökyüzüne yükseliyordu. Aziz adam Bulloch'a döndü: "Oğlum, üzüntüyle görüyorum ki, insana dönüĢtüklerinden beri, bu adanın yerlileri daha sağgörüsüz oldular. KuĢ oldukları dönemde yalnızca çiftleĢme mevsiminde dalaĢırlardı. ġimdi her gün kavga ediyorlar, yaz kıĢ demeden bela arıyorlar. Ah, buzlar üstünde bir öbek Penguenin, sanki uygar bir devletin parlamentosunda gibi, o soylu görüntüsünü öyle özlüyorum ki! Bak, oğlum Bullock, Surelle Vadisi tarafında da bir düzine erkek Penguen birbirlerinin kafasını gözünü yarmakla uğraĢıyor. Oysa, bu enerjiyle toprağı kazmaları daha iyi olurdu. DiĢiler erkeklerden daha acımasız, tırnaklarıyla düĢmanlarının gözünü oyuyorlar. Heyhat! Oğlum Bulloch, sence niye kavga ediyorlar acaba?" Bulloch Ģöyle yanıt verdi: "DayanıĢma ruhu ve geleceği öngördükleri için, aziz pederim. Çünkü insanın doğasında geleceği düĢünmek ve toplu davranmak vardır. Özyapısı böyledir; mal ve mülk edinmeden geleceği düĢünmek istemez. Ey efendim, bu gördüğünüz Penguenler toprakları bölüĢüyorlar." "Bu bölüĢmeyi daha sakince yapamazlar mı? diye sordu yaĢlı adam. Bu kavga sırasında birbirlerine gözdağı veriyor ve sövgüler savuruyorlar. Ne dediklerini tam duyamıyorum. Ama, ses tonlarına bakılırsa, çok kızgın olmalılar." "Birbirlerini hırsız ve gaspçı olarak suçluyorlar," dedi Bulloch. Aziz Mael derin bir iç çekip gözlemeyi sürdürdü: "Bak, bak, oğlum, yere düĢen rakibinin burnunu diĢleriyle koparmaya çalıĢan adamı görüyor musun? Ya ötedeki? Bir kadının kafasını taĢla ezmeye çalıĢan Ģu adama bak!" "Görüyorum, efendim," dedi Bulloch. "Onlar bir hukuk yaratmakla uğraĢıyorlar; özel mülkiyetin temelini atıyorlar; uygarlığın ilkelerini, toplumun temellerini ve yargı kurallarını belirliyorlar." "Nasıl?" diye sordu yaĢlı Mael. "Tarlalarını çitle çevirerek. Her türlü devlet düzeninin kaynağı budur. Ey üstadım, sizin Penguenleriniz en kutsal bir iĢlevi baĢarıyorlar. Onların bu yaptıkları, yüzyıllar sonra hukukçular tarafından onaylanacak ve yargıçlar tarafından uygulamaya konulacaktır." KeĢiĢ Bulloch bunları söylerken, beyaz derili, kızıl saçlı ve iri gövdeli bir Penguen vadinin yamacından aĢağı doğru iniyordu. Omuzunda iri bir ağaç kütüğü vardı. Bahçesinde marullarını sulamakta olan kısa boylu bir Penguene yaklaĢtı ve sesini yükselterek Ģöyle dedi: "Bu tarla benim!" Bu sözlerin ardından, elindeki kütüğü küçük Penguenin kafasına indirdi ve onu, kendi elleriyle ektiği tarlanın ortasında, cansız yere serdi. Bu görünüm karĢısında Aziz Mael bir an sendeledi ve gözünden yaĢ geldi. Sonra, korku ve dehĢetle boğuklaĢmıĢ sesiyle, gökyüzüne Ģu duayı gönderdi: "Ey Tanrım, sen ki Habil'i kucağına aldın ve Kabil'e ilendin, tarlasında ölen bu masum Pengueni cennetine al, katile de yumruğunun gücünü göster. Ey Tanrım, senin adaletine bu cinayet ve gasptan daha ağır bir aĢağılama olabilir mi?" "Aman dikkatli olun, aziz pederim," dedi Bulloch yumuĢak bir sesle, "cinayet ve gasp dediğiniz Ģeylere savaĢ ve fetih denir, insanlık tarihinin ve büyük imparatorlukların en Ģanlı sayfaları bunlarla doludur. Özellikle, iri Pengueni suçlayarak onun mülkünün kaynağına ve hukukuna saldırıda bulunuyorsunuz. Bunu size kolayca kanıtlayabilirim: Toprağı ekmek bir Ģeydir, ona sahip olmak baĢka bir Ģey. Bu ikisi birbiriyle karıĢtırılmamalıdır. Mülk konusunda, ilk iĢgalcinin hukuku belirsiz ve temelsizdir. Oysa, fetih hakkı sağlam temellere dayanır. Tek saygıdeğer hukuk budur, çünkü kendini saydırmasını bilir. Mülkiyetin tek ve Ģanlı


kaynağı güçtür. ĠĢte bu yüzden mülk sahibi olana soylu denir. Çiftçiyi öldürüp tarlasını alan bu kızıl saçlı yiğit, bu toprak üzerinde ilk soylu hanedanı kurmuĢ bulunuyor. Onu kutlamak isterim." Böyle diyerek Bulloch, kanlı topuzuna yaslanmıĢ olarak duran iri Penguene yaklaĢtı ve yerlere kadar eğilerek onu Ģöyle selamladı: "Efendi Greatauk, soylu prens, gücü yasal ve arkası bereketli olacak soylu bir hanedanın kurucusu olarak size saygılar sunarım. Tarlanıza gömülecek olan bu Penguenin kafatası, sizin bu topraklar üzerindeki hakkınızın sonsuza kadar niĢanı olacaktır. Çocuklarınız ve onların çocuklarına ne mutlu! Onlar Skull Dükü Greatauk'un mirasçıları olarak Alca Adası'na egemen olacaklardır." Sonra, Aziz Mael'e dönüp bağırdı: "Pederim, Greatauk'u kutsayın. Çünkü, tüm güç Tanrı'dan gelir." Mael gözlerini gökyüzüne kaldırmıĢ, sessiz ve kımıltısız duruyordu. KeĢiĢ Bulloch'un kuramı karĢısında acı bir kuĢku duyuyordu. Oysa, yüksek uygarlıklar çağında geçerli olacak olan bu kuramdı. Bir bakıma Bulloch, Penguenistan'da ilk uygarlık hukukunun yaratıcısı olarak görülebilir. III PENGUENLER MECLĠSĠNĠN ĠLK TOPLANTISI "Oğlum Bulloch," dedi yaĢlı Mael, "Penguenlerin nüfus sayımını yapıp her birini deftere yazmamız gerekiyor." "En acil iĢimiz de budur," dedi Bulloch; "bu olmadan iyi bir devlet düzeni kurulamaz." Aziz Mael on iki rahibin de yardımıyla kısa sürede nüfus sayımını gerçekleĢtirdi. Sonra, yaĢlı adam Ģöyle dedi: "ġimdi herkesin kaydı bulunduğuna göre, kamu giderlerini ve kilise gereksinimlerini karĢılayabilmek için, adil bir vergi toplamamız gerekiyor. Herkes gücü oranında verebilmeli. Öyleyse, oğlum, hemen Alcalı büyükleri toplantıya çağırın, onlarla birlikte vergi iĢini konuĢalım." Toplantıya çağrılan otuz küsur büyük Penguen incir ağacının altında toplandılar. Bu, Penguenistan'ın ilk meclisi oldu. Bunların dörtte üçü Surelle ve Clange vadilerindeki büyük toprak ağalarıydı. Greatauk, ülkenin en soylusu olduğundan, en yüksek taĢın üzerine oturdu. Aziz Mael rahiplerinin yanında yer aldı ve Ģu sözlerle baĢladı: "Oğullarım, Tanrı bildiği biçimde insanlara zenginlik verir ve bildiği biçimde geri alır. Ben sizi buraya, kamu giderlerini ve kilisenin gereksinimlerini karĢılayacak biçimde, halk üzerine bir vergi koyulması için topladım. Bana göre bu vergi her kiĢinin zenginliği oranında olmalıdır. Örneğin, yüz öküzü olan on öküz versin, on öküzü olan da birini versin." YaĢlı adam sözünü bitirince, Clange Vadisi'nde çiftçilik yapan ve ülkenin en zenginlerinden biri olan Morio ayağa kalkıp söz aldı: "Ey Mael, ey aziz pederim, herkesin kamu giderlerine ve kilise gereksinimlerine katkıda bulunması gerektiğine inanıyorum. Ben kendi hesabıma, Penguen kardeĢlerimin yararı için, tüm servetimi hatta sırtımdaki gömleği vermeye hazırım. Benim gibi öbür tüm büyükler de servetlerini feda edeceklerdir, onların ülkeye ve dinlerine bağlılıklarından kuĢku duymayın. Yalnızca kamu yararını düĢünelim ve ne gerekiyorsa yapalım. Ancak, aziz babamız, kamu yararı malı çok olandan daha çok alınmasını gerektirmez. Böyle yapılırsa, zengin daha az zengin, yoksul daha yoksul olur. Yoksullar zenginlerin varlığıyla yaĢarlar; bu nedenle mülk kutsaldır. Ona dokunmakla büyük bir yanlıĢ yapmıĢ olursunuz. Zenginlerden alsanız ne olacak, sayıları zaten azdır. Ama tüm kaynakları kurutur ve ülkeyi yoksulluğa itersiniz. Oysa servetine bakmadan her vatandaĢtan az bir miktar toplarsanız, kamu giderlerini rahatça karĢılayabilirsiniz. Böylece, insanların servetini soruĢturmaya kalkmazsınız, çünkü yurttaĢlar bu tür bir çabayı ağır aĢağılama olarak görürler. Herkesten az ve eĢit miktarda alırsanız, yoksullar de hoĢnut olur, çünkü zenginlerin servetinden yararlanmayı sürdürürler. Hem sonra, zenginliği nasıl ölçeceksiniz? Dün iki yüz öküzüm vardı, bugün yüz oldu, yarın belki altmıĢ olacak. KomĢularımdan Clunic'in iki öküzü var, ama cılız; oysa komĢum Nicclu'nun iki öküzü de besili. ġimdi, Clunic ile Nicclu'dan hangisi daha zengin? Servetin belirtileri aldatıcıdır. Oysa, gerçek olan Ģu ki, herkes yiyip içiyor. Ġnsanlara, yiyip içtikleri oranında vergi koyun. Bu daha akıllıca ve adil olur." Morio konuĢmasını bitirince meclisten bir alkıĢ koptu. "Bu konuĢmanın tunç tabletlere kazınmasını öneriyorum," diye haykırdı keĢiĢ Bulloch. "Geleceği aydınlatan bir konuĢmaydı; belki on beĢ yüzyıl boyunca kimse bundan daha iyi konuĢmayacaktır." Büyüklerin alkıĢları sürüyordu ki Greatauk, elini kılıcının kabzasına koyarak, kısa bir konuĢma yaptı:


"Soylu olduğum için, ben katkıda bulunmayacağım; çünkü vergi vermeyi aĢağılayıcı buluyorum. Yalnızca alçaklar öder." Bu görüĢ üzerine büyükler sessizce dağıldılar. Böylece, Roma'da olduğu gibi, her beĢ yılda bir nüfus sayımı yapılır oldu. Bu sayede nüfusun hızla arttığı gözlendi. Çocuk ölümlerinin yüksek olmasına, kıtlık ve vebanın düzenli aralıklarla gelip köyleri boĢaltmasına karĢın, daha kalabalık yeni bir Penguen kuĢağı yoksulluklarıyla kamu varlığına katkıda bulunmayı sürdürüyordu. IV KRAKEN ĠLE PEMBEKIZ'IN DÜĞÜNÜ O çağda Alca Adası'nda bileği güçlü ve zekası parlak bir erkek Penguen yaĢıyordu. Adı Kraken olan bu adam Gölgeler Kıyısı denen ıssız bölgede yaĢadığı için ada yerlileri, yılanlar ve vaftizsiz ölen Penguenlerin ruhlarıyla karĢılaĢmaktan korktukları bu tekinsiz bölgeye adım atmıyorlardı. Bir gören yoktu ama, söylenceye göre, Aziz Mael'in duasıyla insana dönüĢen Penguenlerden bazılarının vaftiz edilmediği için fırtınalı havalarda ruhlarının geri gelip burada inlediklerine inanılıyordu. Kraken bu ıssız bölgede, kıyıdaki kayalıklar arasında ve ulaĢılması zor bir mağarada yaĢıyordu. Bu mağaraya ormanda çalılıklarla örtülü ve yüz ayak uzunluğunda bir yeraltı tüneliyle ulaĢılabiliyordu. Bir akĢam ıssız arazide yürümekte olan Kraken çok güzel bir diĢi Penguenle karĢılaĢtı. Bu kız keĢiĢ Magis'in ilk giydirdiği diĢi Penguendi. Bu bakireye, pembe giysileriyle herkesin gözlerini kamaĢtırdığı ilk günün anısına Pembekız adı verilmiĢti. Kraken'i görünce kız bir çığlık attı ve kaçmaya davrandı. Fakat delikanlı onu arkasından uçuĢan eteğinden tutarak Ģöyle dedi: "Bakire, bana adını, aileni ve nereli olduğunu söyle." Pembekız ona korkuyla bakıyordu: "Efendim," dedi, "bu gördüğüm siz misiniz, yoksa ilençli ruhunuz mudur?" Kızın böyle sormasının nedeni, Gölgeler Kıyısında yaĢamaya gittikten sonra Kraken'den hiç haber alınmamıĢ olmasıydı. Alca yerlileri onu ölmüĢ ve gecenin Ģeytanları arasına karıĢmıĢ biliyorlardı. "Korkmayı bırak Alcalı kız," dedi Kraken. "KonuĢtuğun kiĢi baĢıboĢ bir ruh değil, güçlü bir erkektir. Yakında daha büyük servete kavuĢacağım." Genç Pembekız sordu: "Peki, bu serveti nasıl elde etmeyi düĢünüyorsun, ey Kraken, basit Penguenoğlu." "Aklımla," dedi Kraken. "Biliyorum," dedi Pembekız, "aramızda yaĢadığın günlerde avcılıkta ve balık tutmada senin üstüne yoktu. Kimse senin gibi, balığı ağa düĢüremez ve uçan kuĢa ok atamazdı." "Bunlar bayağı ve sıkıntılı iĢlerdi, ey kız. Ben artık fazla yorulmadan zengin olmanın yolunu buldum. Ama sen bana kim olduğunu söyle." "Benim adım Pembekız." "AkĢamın bu saatinde evinden uzakta ne arıyorsun?" "Kraken, bu Tanrı'nın isteğiyle oldu." "Ne diyorsun, Pembekız?" "Diyorum ki, Kraken, Tanrı beni senin yoluna çıkardı, nedenini ben de bilmiyorum." Kraken düĢünceli bir sessizlikle uzun süre kıza baktı. Sonra, yumuĢak bir sesle Ģöyle dedi: "Pembekız, benim evime gel. Penguenler arasındaki en yiğit ve en akıllı adamın evine çağırıyorum seni. Bana katılırsan, seni kendime eĢ yaparım." Genç kız bakıĢlarını eğerek mırıldandı: "Sizinle geliyorum, efendim." Böylece güzel Pembekız yiğit Kraken'in eĢi oldu. Bu birliktelik davullar ve fener alaylarıyla kutsanmadı, çünkü Kraken Penguen halkı arasında görünmeyi sevmiyordu. Derin mağarasında büyük planlar kuruyordu. V ALCA EJDERHASI Alca adası yerlileri barıĢ içinde geçimlerini sürdürüyorlardı. Güney kıyısında yaĢayanlar kayıklarıyla balık


ve midye avına çıkıyorlardı. Dombes Vadisi'nde yaĢayanlar yulaf, çavdar ve buğday ekiyorlardı. Dalles Vadisi'ndeki zengin Penguenler evcil hayvan besliyorlar, Dalgıç Körfezi yerlileriyse meyve bahçelerine bakıyorlardı. Alca Limanı tüccarları Armorique ile tuzlu balık ticareti yapıyorlardı. Bu sırada Brötanya'dan adaya getirilen altın alıĢveriĢte kolaylık sağlıyordu. Böylece, Penguen halkı emeğinin ürününü toplayarak barıĢ içinde yaĢarken, köyden köye uğursuz bir söylenti yayılmaya baĢladı. Bir süre önce bakire Pembekız ortadan kaybolmuĢtu. Önce pek telaĢ edilmemiĢti, çünkü daha önce de aĢka gelmiĢ birçok erkek tarafından kaçırılmıĢtı. Büyükler onun bu durumunu, Penguenistan'ın en güzel kızı olduğu için, doğal karĢılıyorlardı. Bu kaçırmalar sırasında bazen Pembekız'ın erkeklerden daha hızlı koĢtuğu da oluyordu, çünkü kimse yazgısından kaçamaz. Bu kez, genç kız uzun süre ortada görünmeyince onu bir ejderhanın kaçırmıĢ olabileceğinden korkulmaya baĢlandı. Kısa süre sonra bu ejderhanın Dalles Vadisi'ndeki kadınların çeĢme baĢında uydurdukları bir masal olmadığı fark edildi. Çünkü, bir gece Anis köyünde altı tavuk, bir koyun ve Elo adında küçük bir yetim Ejderha tarafından yok edildi. Hayvanlar ve çocuktan geride hiçbir Ģey kalmamıĢtı. Hemen büyükler köy alanında toplandılar ve bu feci durum karĢısında ne yapılması gerektiğini tartıĢmaya baĢladılar. Uğursuz gecede ejderhayı gördüğünü söyleyen tüm Penguenleri toplayıp onlara sordular: "Gördüğünüz yaratığın biçimi ve davranıĢları nasıldı?" Her bir köylü sırasıyla yanıt verdi: "Aslana benzer pençeleri, kartala benzer kanatları ve yılan gibi kuyruğu vardı." "Tüm vücudu sarı pullarla kaplıydı." "Sırtında dikenler vardı." "BakıĢları ateĢ saçıyordu. Ağzından alevler kusuyordu." "Dayanılmaz kötü kokan bir soluğu vardı." "BaĢı ejderha, pençeleri aslan ve kuyruğu balık gibiydi." Aklı baĢında, sağduyulu olarak bilinen ve ejderhanın üç tavuğunu götürdüğü Anisli bir köylü kadın Ģöyle konuĢtu: "Ġnsana benziyordu. Öyle ki kendi adamıma benzettim ve ona 'Herif, yatağa gel' diye bağırdım." Ötekilerse: "Bulut gibi iriydi." "Bir dağı andırıyordu," diye sürdürdüler. Bir çocuk Ģöyle dedi: "Ejderhayı samanlıkta baĢlığını çıkarıp kızkardeĢim Minnie'yi öperken gördüm." Büyükler yine sordular: "Ejderhanın boyu ne kadardı?" Yanıtlar yine geldi: "Öküz kadar iriydi." "Bröton gemileri kadar büyük." "Ġnsan boyunda." "ġu anda altında oturduğunuz incir ağacı boyunda." "Ġri bir köpek kadar." Rengi sorulduğunda köylüler Ģöyle yanıt verdiler: "Kırmızı." "YeĢil." "Mavi." "Sarı." "BaĢı yeĢil, kanatlarının uçları gümüĢ rengi, ortası kavuniçi, kuyruğu pembe ve kahverengi çizgili, karnında siyah noktalar vardı." "Ejderha rengindeydi." Bu tanıkları dinleyen büyükler ne yapacaklarına karar veremediler. Bir bölümü ejderhayı izleyip ansızın üzerine çullanmayı ve oklarla iĢini bitirmeyi önerdiler. Ötekilerse, bu kadar güçlü bir canavara güçlü karĢılık vermenin boĢuna olacağını, onu armağanlarla yatıĢtırmayı öğütlüyorlardı. Akıllı geçinen biri Ģöyle dedi: "Ona bir haraç ödeyelim. Meyve, Ģarap, kuzu ve genç bir bakire vererek öfkesini yumuĢatalım." Ötekiler ejderhanın su içebileceği çeĢmeleri zehirlemeyi, yaĢadığı mağarayı dumana boğmayı önerdiler. Fakat bu önerilerin hiçbiri kabul görmedi. Saatlerce tartıĢtıktan sonra, büyükler bir karar alamadan dağıldılar.


VI ALCA EJDERHASI (arkası) Romalıların yapay tanrıları Mars'a adadıkları ay boyunca ejderha Dalles ve Dombes köylerini talan etti; elli koyun, on iki domuz ve üç oğlan çocuk kaldırdı. Tüm aileler yastaydı ve adadan çığlıklar yükseliyordu. Bu yıkımdan kurtulmak isteyen talihsiz köylerin büyükleri toplanıp Aziz Mael'den yardım istemeye karar verdiler. Adı açılıĢ anlamına gelen mart ayının beĢinci günü köyün büyükleri adanın orta kıyısındaki kiliseye geldiler. Bahçeye alındıklarında bağırıĢ ve hıçkırıkları o kadar ĢiddetlenmiĢti ki o sırada gökbilim çalıĢan ve eski yazıları yorumlayan Aziz Mael onların bu gürültüsü üzerine bastonunu alıp dıĢarı çıktı. Onu gören büyükler yerlere kapanıp yeĢil dallar uzattılar. Bazıları da ıtırlı bitkilerden tütsü yaktılar. Aziz adam yaĢlı incir ağacının altına oturup Ģöyle dedi: "Ey oğullarım, niçin ağlıyor ve sızlanıyorsunuz? Bu yardım isteyen dalları neden bana uzatıyorsunuz ve göklere kokulu tütsüleri yükseltiyorsunuz? BaĢınızdan bir yıkımı uzaklaĢtırmamı mı bekliyorsunuz? Sizin için canımı vermeye hazırım. Yalnızca babanızdan ne istediğinizi söyleyin, yeter." Bu soru üzerine en yaĢlı büyük yanıt verdi: "Alcalıların babası, ey Mael, ben hepimiz adına konuĢacağım. Korkunç bir ejderha tarlalarımızı ve ağıllarımızı kurutuyor, çocuklarımızı kaçırıyor. Bugüne kadar Elo ve öteki yedi çocuğu kaçırdı; Penguenistan'ın en güzeli Pembekız'ı yuttu. Zehirli soluğunun ulaĢmadığı ve yasa boğmadığı köy kalmadı. Bu korkunç beladan kurtulmak için, ey akıllı Mael, sana danıĢmaya geldik. Penguen soyunun tükenmemesi için bize yardım et." "Ey Alca büyüklerinin baĢı," dedi Mael, "sözlerin bana büyük üzüntü verdi. Bu adanın korkunç bir ejderhanın pençesinde olduğunu düĢünmek beni titretiyor. Bu tür canavar olayları tarihte çok görülmüĢtür. Genellikle kayalık ve sazlık bölgelerde yaĢayan pagan budunlarda ortaya çıkarlar. Belki içinizden bazıları, vaftiz edilip Ġbrahim'in sürüsüne katıldıkları halde, eski Romalılar gibi putlara tapıyordur veya kutsal saydıkları ağaçlara hâlâ bez parçaları veya çiçek demetleri bağlıyorlardır. Belki bazı Penguenler hâlâ sihirli bir kayanın çevresinde dans ediyor veya perilerin yaĢadığı pınarlardan su içiyor olabilirler. Eğer böyleyse, tanrının bu ejderhayı aranızdaki bu günahkarları cezalandırmak için göndermiĢ olacağına inanabilirim. ĠĢte bu nedenle, çare olarak size aranızda Ģeytana tapanları bulup ayıklamanızı öneririm. Dua etmeniz ve oruç tutmanızın da etkili olacağını sanıyorum." YaĢlı Aziz Mael böyle konuĢtu. Ve köy büyükleri onun ayaklarını öperek yeni bir umutla köylerine döndüler. VII ALCA EJDERHASI (arkası) YaĢlı azizin öğüdünü tutan köylüler aralarında yeĢermeye baĢlayan boĢinançları kurutmaya giriĢtiler. Artık genç kızların perili ağaçlar çevresinde dans etmesi, genç annelerin bebeklerini güçlü kılmak için kırlardaki sihirli kayalara sürtmeleri yasaktı. Dombes Vadisi'nde, bir elekte salladığı fasulyelere bakarak geleceği okuduğunu ileri süren bir yaĢlı kör bir kuyuya atıldı. Buna karĢın, ejderha her gece kümesleri ve ahırları yağmalıyordu. Korku içindeki köylüler evlerinden çıkamıyorlardı. Gebe bir kadın pencereden dıĢarı baktığında, ayıĢığındaki yol üzerinde ejderhayı görünce korkusundan erken doğum yaptı. Bu zor zamanlarda Aziz Mael sürekli ejderha olayları ve bunların önlenmesi konusunda düĢünüyordu. Altı aylık düĢünce ve yakarılar sonunda aradığını bulmuĢ gibiydi. Bir akĢam, Samuel adındaki genç keĢiĢle birlikte deniz kıyısında dolaĢırken, düĢüncelerini ona Ģöyle aktardı: "Ejderhaların tarihçesini ve göreneklerini uzun uzun inceledim; bunu boĢ bir merak için değil, içinde bulunduğumuz durumda izlenmesi gereken yolu bulmak için yaptım. ĠĢte, oğlum Samuel, tarihin yararı budur. Ejderhaların en göze çarpan özellikleri çok ayık olmalarıdır. Asla uyumazlar. Bu nedenle, hazineleri korumakta kullanılmıĢlardır. Örneğin, Jason'un almaya gittiği Colchis'teki altın yapağıyı bir ejderha koruyordu. Hesperides'in bahçesindeki altın elmaları da bir ejderha bekliyordu. Hercule onu öldürünce Junon tarafından gökte bir yıldıza dönüĢtürüldü. Bu, birçok kitapta yazılıdır; eğer doğruysa, ejderhalar büyüyle yaratılıyor demektir, çünkü dinsizlerin tanrıları gerçekte birer Ģeytandırlar. Kaba ve bilgisiz


adamların Castalie çeĢmesinden su içmelerini engelleyen de bir ejderhaydı. Sonra, Perseus'un öldürdüğü Andromeda ejderhasını anımsayalım. Neyse, doğru ve yanlıĢların birbirine karıĢtığı dinsizlerin mitolojisini bir yana bırakalım. Ejderhalara Mikail gibi meleklerin; George, Philippe, Büyük Jacques, Patrice, Marthe ve Marguerite gibi azizlerin öykülerinde de raslıyoruz. Daha inanılır olan bu tür yazıları inceleyerek gerçeği ve izlenecek yolu bulabiliriz. Silena ejderhasının öyküsü bu bakımdan önemli bir örnektir. Belki bilmiyorsundur, oğlum, Silena kenti kıyısındaki bir gölde yaman bir ejderha yaĢıyordu. Bazen kentin surlarına yaklaĢır ve soluğuyla yakında bulunanları zehirlerdi. Bu canavara yem olmamak için, Silena halkı her sabah içlerinden birini ona verirlerdi. Kurbanı kurayla belirliyorlardı. Yüz kadar kurbandan sonra, kurada kralın kızı çıktı. O sıralarda gezici yargıçlık yapan Aziz George, Silena kenti yakınından geçerken kralın kızının bu ejderhaya kurban götürülmekte olduğunu öğrenir. Hemen atına atlayıp mızrağını kuĢanır ve ejderhanın önüne çıkar. Tam kızı yiyeceği sırada ejderhayı bir vuruĢta yere devirir. O anda genç kız belindeki kemeri ejderhanın boynuna dolar ve bundan sonra hayvan sadık bir köpek gibi kızın arkasından gelir. Bu bize bakirelerin ejderhalar üzerindeki gücünü gösteriyor. Azize Marthe öyküsü daha da kesin bir kanıt verir. Bu öyküyü biliyor musunuz, oğlum Samuel?" "Evet, pederim," dedi Samuel. YaĢlı aziz sözlerini sürdürdü: "Arles ve Avignon kentleri çevresinde, Rhone ırmağı kıyılarındaki bir ormanda yarısı dört ayaklı ve yarısı balık görünümünde bir ejderha yaĢardı. Bir öküzden daha iriydi, boynuz gibi sivri diĢleri ve omuzlarında geniĢ kanatları vardı. Gemileri batırır, yolcuları yerdi. Halkın isteği üzerine Azize Marthe bu ejderhanın arkasından gitti ve onu bir adamı yerken buldu. Kemerini ejderhanın boynuna dolayıp onu kuzu gibi kente getirdi. Bu iki örnek, Alca Adası'nı kasıp kavuran bu ejderhayı yenmek için de bir bakirenin gücüne baĢvurabileceğimizi düĢündürüyor. Öyleyse, oğlum Samuel, yanına iki arkadaĢını al; hemen hazırlanın ve bu adanın tüm köylerini dolaĢın, adayı tehdit eden bu ejderhadan ancak bir bakirenin yardımıyla kurtulabileceklerini duyurun. Onlara ilahiler ve mezamirler oku, sonra Ģöyle de: 'Ey Penguen oğulları, aranızda tertemiz bir bakire varsa ayağa kalksın ve Tanrı'nın hacını kuĢanıp ejderhanın üzerine gitsin!'" YaĢlı aziz böyle dedi ve genç Samuel dediğini yapacağına söz verdi. Ertesi sabah iki arkadaĢıyla biniĢ takımlarını hazırladılar, Alca halkına ejderhanın öfkesinden onları ancak bir bakirenin kurtarabileceğini bildirmek üzere yola çıktılar. VIII ALCA EJDERHASI (arkası) Pembekız kocasına aĢıktı, ama tek sevdiği o değildi. Soluk gökyüzünde Venüs'ün ıĢığının parladığı saatte Kraken köylere korku salmak üzere yola çıktığında, genç kadın da Marcel adında genç ve güçlü bir çobanı görmeye gidiyordu . Güzel Pembekız çobanın parfüm kokulu yatağını zevkle paylaĢıyordu. Fakat, ondan gerçek kimliğini saklamıĢ, adının Brigide ve Dalgıç Körfezi'nde bir bahçıvanın kızı olduğunu söylemiĢti. Çobanın kollarından zorla ayrılan kadın sisli çayırlar arasında Gölgeler Kıyısı'na dönerken, yolda evine geç kalmıĢ bir köylüye raslarsa, hemen geniĢ pelerinini kanat gibi açıp haykırıyordu: "Ey yolcu, bakıĢlarını indir, yoksa Tanrının bir meleğini gördüğün için kargıĢlanırsın!" Korku içinde titreyen köylü hemen alnını toprağa değdiriyordu. Adada artık, geceleri yollarda meleklerin gezdiği ve onları görenlerin hemen öldüğü söylentisi dolaĢıyordu. Kraken henüz Pembekız ile Marcel'in iliĢkisini bilmiyordu, çünkü o bir yiğitti ve yiğitler eĢlerinin gizlerini asla araĢtırmazlar. Fakat, bu bilgisizliğine karĢın Kraken bu iliĢkiden bir yarar sağlıyordu. Her gece eĢini daha mutlu, daha gülümser bir güzellikte buluyor ve yatağını saran kır çiçeklerinin kokusunu doya doya tadıyordu. Genç kadının Kraken'e olan sevgisi asla üzüntü verici veya rahatsız edici değildi, çünkü bu sevgi yalnızca onun üzerinde yoğunlaĢmamıĢtı. Üstelik Pembekız'ın bu zararsız kaçamakları bir ara yiğit Kraken'i büyük bir beladan kurtarmakla kalmadı, onun servetini ve Ģanını daha da artırdı. Gece dönüĢleri sırasında Pembekız bir akĢam, sığırlarını güden Belmontlu bir sığırtmacı görüp aĢık oldu ve çoban Marcel'i unuttu. Bu adam kamburdu, kulaklarının arkasından omuz baĢları görünüyor, gövdesi çarpık bacakları üzerinde sallanıyor ve çalı gibi saçlarının arasından bakan ĢaĢı gözlerinde yabanıl bir bakıĢ okunuyordu. Gırtlağından boğuk bir sesle


konuĢuyor ve çatlak kahkahalar atıyordu. Her yanı sığır kokan bu adam Pembekız'ın gözüne yakıĢıklı görünüyordu. Bir sabah vakti, köydeki bir ağılda kambur sığırtmacın kollarında uyumakta olan Pembekız birden kopan bir gürültüyle uyandı. Borular ötüyor, bağrıĢma ve koĢuĢmalar iĢitiliyordu. Ağıl penceresinden bakınca pazar yerinde toplanmakta olan köylüleri gördü. Genç bir rahip ortalarında bir taĢın üzerine çıkıp Ģu sözleri söyledi: "Ey Belmont yerlileri, saygıdeğer babamız Aziz Mael benim ağzımdan sizlere Ģunu bildiriyor: Ejderhaya ne silah, ne de kol gücü yetebilir. Onu ancak bir bakire altedecektir. Eğer aranızda tertemiz bir bakire varsa ayağa kalksın ve canavarın üzerine gitsin. Onunla karĢılaĢtığında kemerini boynuna dolarsa canavar artık bir kuzu gibi olacaktır." Genç rahip bu sözlerden sonra yine baĢlığını giyip Aziz Mael'in buyruğunu baĢka köylere iletmek üzere uzaklaĢtı. O gidedursun, Pembekız bir eli dizinde, öbürü çenesinde, duyduğu sözleri düĢünüyordu. Kraken'e karĢı bir bakirenin gücünden çok silahlı güçten korkardı, ama yine de Aziz Mael'in buyruğu onu rahatsız ediyordu. Aklına yol gösteren sağlam içgüdüsü, artık Kraken'in ejderha olmayı güvenle sürdüremeyeceğini söylüyordu. Kadın sığırtmaca döndü: "Sevgilim, ejderha hakkında ne düĢünüyorsun?" Kambur baĢını salladı: "Eski çağlarda ejderhaların dünyayı kasıp kavurduğu olmuĢtur; içlerinde dağ gibi büyük olanları bile vardı. Fakat artık gelmiyorlar. Bana kalırsa bu bölgede ejderha sanılan Ģey, güzel Pembekız'ı ve öteki çocukları gemileriyle kaçırmıĢ olan korsanlar veya bezirganlar olabilir. Eğer bu haydutlar sığırlarımdan birini çalmaya kalkarlarsa, gücümle veya aklımla kendimi korumasını bilirim." Sığırtmacın bu sözleri Pembekız'ın kuruntularına daha da artırdı ve kocasına duyduğu sevginin ateĢini canlandırdı. IX ALCA EJDERHASI (arkası) Günler geçti, fakat ejderhayla savaĢmak isteyen hiçbir bakire çıkmadı. Bir gün, küçük ahĢap manastırın bahçesindeki incir ağacının gölgesinde, yanında Regimental adında çok dindar bir keĢiĢle oturmakta olan yaĢlı Mael, nasıl olup da tüm Alca Adası'nda canavarı altedecek bir bakire bulunmadığını endiĢe ve üzüntüyle aklından geçiriyordu. YaĢlı adam içini çekince Regimental da iç çekti. O sırada bahçeden geçen genç Samuel'i gören Mael onu yanına çağırdı: "Oğlum, çocuklarımıza, sürülerimize ve tarlalarımıza saldıran bu ejderhadan kurtulmanın yolları üzerine yeniden düĢündüm. Bu konuda, Aziz Riok ve Aziz Pol de Leon'un ejderha öyküleri çok öğreticidir. Aziz Riok'un ejderhası altı kulaç boyundaydı, kafası horoz ve kertenkele, gövdesi öküz ve yılan karıĢımıydı. Kral Bristocus zamanında Elorn ırmağı kıyılarını talan ederdi. Aziz Riok daha iki yaĢındayken, ejderhanın boynuna ip bağlayıp denize götürdü ve kendini suda boğması için kandırdı. AltmıĢ ayak uzunluğunda olan Aziz Pol'un ejderhası da en az onun kadar korkunçtu. Aziz Pol de Leon onu peleriniyle sarıp evcilleĢtirdi, temiz ve bakir genç bir derebeyinin hizmetine verdi. Bu örnekler gösteriyor ki Tanrı'nın gözünde bir bakire kızla bakir bir delikanlı aynı değerdedir. Tanrısal gökyüzü aralarında bir fark gözetmez. Öyleyse, oğlum, dediklerime katılıyorsanız, benimle Gölgeler Kıyısı'na gelin. Ejderhanın mağarasına varınca onu çağıralım, ben pelerinimi onun boynuna dolarım, siz de onu denizde boğulmak üzere götürürsünüz." YaĢlı adamın bu sözleri üzerine Samuel yanıt vermeden bakıĢlarını indirdi. "Biraz kararsız görünüyorsunuz, oğlum" dedi Mael. Peder Regimental'ın, sorulmadıkça konuĢma alıĢkanlığı yoktu, ama bu kez söz aldı: "Kim kararsız olmaz ki! Aziz Riok ejderhayı yendiğinde iki yaĢındaydı, dokuz on yaĢına geldiğinde aynı güce sahip olacağını kim söyleyebilir? Ayrıca, aziz pederim, adaya bela olan bu ejderhanın küçük Elo ve öbür beĢ çocuğu çoktan yemiĢ olabileceğini de düĢünün. Bence, on dokuz yaĢındaki keĢiĢ Samuel on iki on üç yaĢlarındaki bu çocuklardan daha temiz olabileceğini düĢünmemekle doğru yapıyor." "Heyhat," diye içini çekti Regimental, "bu dünyada her Ģey, doğadaki hayvanlar ve bitkiler bize her gün cinsel gücün çekiciliğinden örnekler verirken, kim bakir ve iffetli kalabildiğini ileri sürebilir? Hayvanlar


doğalarının gerektirdiği ölçülerde çiftleĢiyorlar, fakat dört ayaklılar, kuĢlar, balıklar ve sürüngenlerin cinsel görenekleri ağaçların yanında yavan kalır. En basit bir kır çiçeği bile, dinsizlerin mitolojilerinde düĢledikleri türlü ahlaksızlıkları geride bırakabilir. Hele leylak ve güllerin yaptıkları zina ve edepsizlikleri bilseniz, bu masum görünüĢlü çiçekleri mihraplarınızdan uzak tutardınız." "Böyle konuĢmayın, Regimental kardeĢ," dedi yaĢlı Mael. "Doğa yasalarına uymak zorunda olan hayvan ve bitkiler masumdurlar. Onların kurtarılacak bir ruhları yoktur, oysa insan..." "Haklısınız," dedi peder Regimental, "hele insan baĢlıbaĢına bir olay. Fakat genç Samuel'i ejderhaya göndermeyin, canavar onu hemen yer. BeĢ yaĢından beri Samuel artık masumluğuyla canavarları ĢaĢırtacak durumda değil. Kuyrukluyıldız yılında bir gün ġeytan, onu baĢtan çıkarmak için, yoluna bir sütçü kızı çıkardı. Kız bir su yatağını geçmek için eteğini sıyırmıĢtı. Samuel zorlandı, ama çok Ģükür baĢtan çıkmadı. Vazgeçmeyen ġeytan o gece düĢünde Samuel'e bu kızın hayalini gönderdi. Canlısının yapamadığını görüntüsü yaptı ve Samuel kendini bıraktı. Uyandığında çok ağladı, ama piĢmanlık ona masumluğunu geri vermezdi." Bu sözleri dinleyen Samuel, gizinin nasıl öğrenildiğini anlayamadı, oysa ġeytan, çoktandır peder Regimental kılığında, Alcalı keĢiĢlerin yüreklerini bulandırmaktaydı. YaĢlı Mael ise sıkıntı içinde inleyerek düĢünüyordu: "Kim bizi ejderhanın pençelerinden kurtarabilir? Soluğundan ve bakıĢından kim koruyabilir?" Bu arada Alca yerlileri biraz yüreklenmiĢlerdi. Dombes Vadisi çiftçileri ve Bouviers sığırtmaçları, eğer canavarla karĢılaĢırlarsa, bir bakireden daha çok zorluk çıkaracaklarını söylüyor ve "Hele ejderha bir gelsin!" diyerek pazularını gösteriyorlardı. Birçok kadın ve erkek onu görmüĢtü. Biçimi ve yüzü konusunda pek anlaĢamıyorlardı, ama hepsi de onun göründüğü kadar iri olmadığı, ancak bir adam boyunda olduğu konusunda birleĢiyorlardı. Savunma planları yapılıyordu: Gün batımında, köylerin giriĢlerine bekçiler konuyor, yaba ve tırmıklarla donatılmıĢ adamlar ağılları ve kümesleri bekliyordu. Hatta bir keresinde Anis köyünde yürekli birkaç çiftçi onu Morio'nun bahçe duvarından atlarken yakaladılar. Yaba ve tırmıklarla üzerine saldırdılar. Ġçlerinden en yiğiti onu tırmığıyla yaraladı, ancak ayağı kayıp düĢünce peĢini bıraktı. Ötekiler, canavarın bıraktığı tavuk ve tavĢanları toplamak için geride kalmasalardı, belki de onu yakalarlardı. Bu çiftçiler köyün büyüklerine, canavarın boy ve biçim olarak insana benzediğini, ancak kafa ve kuyruğunun çok farklı ve korkunç olduğunu anlattılar. X ALCA EJDERHASI (arkası) Bir gün Kraken mağarasına her zamankinden erken döndü. Üstüne iki öküz boynuzu ve yaban domuzu diĢleri geçirilmiĢ ve deniz danası derisinden yapılmıĢ olan baĢlığını çıkardı. Yırtıcı kuĢ pençelerini taktığı eldivenlerini masanın üzerine attı. Yılan gibi uzun yeĢil bir kuyruk bağladığı kemerini de çıkardı. Sonra, hizmetçi çocuk Elo'ya çıkarması için çizmelerini uzattı. Çocuk iĢini çabuk göremeyince arkasına bir tekme atıp kovdu. Yün örnekte olan Pembekız'a bakmadan, ocakta piĢmekte olan koyun budunun önüne çömeldi ve diĢlerini gıcırdattı: "Adi Penguenler! Ejderhalık yapmak ne kadar zor sanatmıĢ!" "Efendim ne buyuruyor?" diye sordu güzel Pembekız. "Artık kimse benden korkmuyor," diye sürdürdü Kraken. "Eskiden daha ben yaklaĢırken kaçarlardı. Torbama tavuk ve tavĢanları doldurur, inek ve öküzleri önüme katıp geçerdim. ġimdi bu uğursuzlar gece uyumuyor, bekçilik yapıyorlar. Bu gece Anis köyünde beni tırmık ve sopalarla kovaladılar, tavuk ve tavĢanları bıraktım, kuyruğumu toplayıp kaçmak zorunda kaldım. Sorarım size, kuyruğu elinde kaçmak bir ejderhaya yakıĢacak iĢ midir? Üstümdeki pençeler, tırnaklar ve kabuklara karĢın bana saldırdılar, içlerinden biri elindeki tırmığı kıçımın sol yanına batırdı." Bunu söylerken acımakta olan yeri eliyle ovuĢturuyordu. Bir süre daha söylenip durdu: "Aptal bu Penguenler, yahu! Bu gerizekalıların yüzüne alev üflemekten bıktım Pembekız, beni iĢitiyor musun?" Böyle söylendikten sonra, korkutucu baĢlığı eline alıp uzun süre sessizce oyalandı. Sonra, kararlı bir sesle Ģöyle dedi: "Bu baĢlığı kendi ellerimle deniz danası derisinden yaptım, ona balık kafası biçimi verdim. Daha


korkutucu olması için öküz boynuzları ve yaban domuzu diĢleri taktım. Gece yarısı bunu baĢıma geçirdiğimde, bu adada hiç kimse karĢımda duramazdı. Ben yaklaĢırken kadın, çocuk, genç veya yaĢlı demeden herkes korku içinde kaçardı. Penguen soyuna korku saldım. Bu saygısız halk nasıl oluyor da baĢlangıçtaki korkusunu bir yana atıp bu korkunç surata bakmaya cesaret edebiliyor?" BaĢlığını yere fırlatıp attı: "Yok ol, kalleĢ kafa! Armor'un tüm Ģeytanları adına, bir daha seni kafama takmayacağıma ant içerim!" Bu andı içtikten sonra baĢlığı, eldivenleri, çizmeleri ve yeĢil kuyruğu tekmelemeye baĢladı. "Kraken," dedi güzel Pembekız, "Ģan ve servetinizi kurtarmanız için eĢinizin kurnazlığıyla size yardım etmesine izin verir misin? Bir kadının yardımını küçümsemeyin. Buna gereksinmeniz var sanıyorum, çünkü tüm erkekler aptaldır." "Kadın," dedi Kraken, "niyetin nedir?" Güzel Pembekız ona keĢiĢlerin köyleri dolaĢıp ejderhadan kurtulmanın yolunu nasıl öğrettiklerini anlattı. Buna göre, bir bakire canavarın boynuna kemerini dolarsa onu bir köpek gibi uysal yapabilecekti. "Peki," diye sordu Kraken, "keĢiĢlerin böyle söylediğini sen nerede biliyorsun?" "Hayatım, Ģey..., böyle saçma sorularla önemli bir konuyu kesmeyin," dedi Pembekız. "KeĢiĢler 'Alca'da temiz bir bakire varsa ortaya çıksın!' diye ilan ediyorlar. DüĢündüm de, Kraken, ben bu çağrıya yanıt vereceğim. Aziz Mael'e gidip Ģöyle diyeceğim: 'Ejderhayı yenmek için Tanrının gönderdiği bakire benim.'" Bu sözler üzerine Kraken kızdı: "Sen nasıl temiz bir bakire olursun? Ayrıca, neden beni altetmek istiyorsun? Aklını mı kaçırdın, Pembekız? ġunu bil ki sana yenilmem!" "Kızmadan önce, anlamayı deneyemez misiniz?" diye içini çekti Pembekız. Sonra, kocasını, aĢağı gören bir sabırla planını anlattı. Yiğit onu sessizce dinledi, sonunda Ģöyle dedi: "Pembekız, eĢsiz bir planın var. Eğer bu gerekleĢirse büyük çıkarımız olacak. Peki ama, sen nasıl Tanrının gönderdiği bakire olacaksın?" "Bunu dert etme," dedi Pembekız. "Haydi, artık yatalım." Ertesi sabah, hayvan yağı kokan mağarada Kraken kamıĢlardan bir iskelet hazırladı, korkutucu bir görüntü vermek için üzerini değiĢik hayvan derileriyle kapladı. Pembekız bu iskeletin bir ucuna Kraken'in baĢlığını, öbür ucuna da yeĢil kuyruğunu taktı. Bitirdikleri zaman, Elo ve öteki beĢ çocuğa bu iskeletin içine girmelerini söylediler. Çocuklar içerden bu ejderhayı yürütecek, kafasının içinde barut tozu yakıp dıĢarıya alev ve duman üfleyeceklerdi. XI ALCA EJDERHASI (arkası) Pembekız üstüne kaba kumaĢtan bir giysi geçirip beline bir urgan doladı ve manastıra gidip Aziz Mael'le görüĢmek istediğini bildirdi. Kadınların manastıra girmesi yasak olduğundan, yaĢlı aziz dıĢarı geldi. Bir eli asasında, öteki eli en genç çömezlerinden biri olan keĢiĢ Samuel'in omzundaydı. Mael sordu: "Kadın, kimsin?" "Ben bakire Pembekız'ım." Bu yanıt üzerine Mael titreyen kollarını göğe kaldırıp Ģükretti. "Doğru mu söylersin, kadın? Pembekız'ı ejderhanın yediği söylenirdi, ama karĢımda Pembekız'ı görüyor ve sesini iĢitiyorum. Ey kızım, belki de canavarın karnında yaratıcıya duanı eksik etmedin, o da seni sağ esen bıraktı, değil mi? Bu bana akla uygun geliyor." "Yanılmıyorsunuz, pederim," dedi Pembekız, "aynen öyle oldu. Hayvanın karnından çıkınca Gölgeler Kıyısı'nda bir manastıra sığındım. Orada yalnız baĢıma oruç tutup dua ederek yaĢıyordum. Sonra, göklerden bir haberci bana ejderhayı bir bakirenin yenebileceğini, bu bakirenin de ben olduğumu bildirdi." "Sana esin geldiğini nasıl kanıtlayabilirsin?" diye sordu Mael. "Kanıtı benim iĢte," dedi Pembekız. "Vücutlarına mühür koyanların gücünü bilmiyor değilim," dedi Penguenlerin havarisi. "Fakat, gerçekten söylediğin gibi misin?" "Bunu, etkisini görünce anlarsınız" diye karĢılık verdi Pembekız. KeĢiĢ Regimental yaklaĢıp söze karıĢtı: "En iyi kanıt budur," dedi. "Sultan Süleyman Ģöyle demiĢti: 'Üç Ģeyin izini bilmek, zor, dördüncüyü bilmek


olanaksızdır. Bunlar, yılanın taĢ üzerindeki, kuĢun havadaki, geminin denizdeki ve erkeğin kadındaki izidir.' Bu konuda uzman olduklarını söyleyen ebe kadınlara katılmıyorum. Pederim, bana inanıyorsanız, dindar Pembekız için onlara baĢvurmazsınız. Hem onlar görüĢlerini bildirseler de, fazla bir bilgi edinmiĢ olmayacaksınız. Bakirliği kanıtlamak onu korumaktan çok daha zordur. Plinus bize tarih kitabında bu tür iĢaretlerin belirleyici olmaktan uzak ve asılsız olduğunu söylüyor. (4) Vücudunda kırk türlü Ģehvetin izini taĢıyan bir kadın meleklerin gözünde temiz olabildiği gibi, ebelerin yaprak yaprak inceleyip temiz dedikleri baĢka biri bu görünüĢünü tıbbın inceliklerine borçlu olabilir. ġu gördüğünüz kızın bakire olduğuna inanmasam, elimi ateĢe sokardım." KeĢiĢ böyle rahat konuĢabiliyordu çünkü ġeytandı. Bunu bilmeyen yaĢlı Mael Pembekız'a sordu: "Kızım, sizi yiyecek kadar vahĢi olan bu hayvanı nasıl altedebileceksiniz?" Bakire yanıt verdi: "Yarın, ey Mael, gün doğarken halkını Gölgeler Kıyısı'na uzanan düzlükteki kayaların önüne toplayacaksın. Yalnız dikkat et, kimse kayalıklara yaklaĢmasın, yoksa canavarın ateĢten soluğuyla yanarlar. Ejderha kayalıklardan çıktığında boynuna kemerimi bağlarım ve onu uysal bir köpek gibi getiririm." "Yanında yiğit bir adam da bulunsa ve sen bağladıktan sonra onu öldürse daha iyi olmaz mı?" diye sordu Mael. "Doğru söyledin, ey aziz: Ejderhayı Kraken'e götürürüm, o da çelik kılıcıyla onun boğazını keser. ġunu bilin ki öldüğünü sandığınız soylu Kraken yaĢıyor ve ejderhayı öldürmek için Penguenlerin arasına dönecektir. Canavarın yediği çocuklar da onun karnından çıkacaklar." "Ey bakire," diye haykırdı Mael, "bu söylediklerin insan gücünü aĢıyor, sanki bir tansık." "Tam üstüne bastın," diye yanıt verdi Pembekız. "Ey Mael, bana gelen tanrısal esinde, onları kurtardığı için Penguen halkının Kraken'e her yıl üç yüz tavuk, on iki koyun, iki sığır, üç domuz, 1800 teneke buğday ve mevsim sebzeleri vermeleri buyuruldu. Ayrıca, canavarın karnından çıkacak çocukların da yaĢamı boyunca Kraken'in hizmetine verilmesi öngörüldü. Eğer Penguen halkı bu buyrukları yerine getirmezse, çok geçmeden adaya daha tehlikeli yeni bir ejderha gelecektir. Benden söylemesi." XII ALCA EJDERHASI (arkası ve sonu) Penguen halkı yaĢlı Mael'in çağrısıyla Gölgeler Kıyısı'nda toplandı. Gece boyunca kayalıkların önünde, aziz adamın çektiği çizginin berisinde canavarın soluğundan korunmuĢ olarak beklediler. Gecenin örtüsü toprağın üzerinden henüz kalkmamıĢtı ki, boğuk bir haykırıĢla birlikte kayaların arasından ejderhanın pek seçilemeyen görüntüsü belirdi. Bir yılan gibi kıvrılarak ilerleyen gövdesi onbeĢ ayak boyundaydı. Onu gören kalabalık büyük korkuyla geri kaçtı. Sonra, bütün bakıĢlar Pembekız'ın üzerine çevrildi. Genç kadın beyaz giysileriyle Ģafakta pembe bir görüntü alan süpürge otlarının üzerinde ilerledi. Çevik fakat kibar adımlarla yaratığın üstüne yürüyünce hayvan alevler içindeki ağzını açıp acıyla böğürdü. Penguenlerin arasından dayanılmaz bir korku ve acıma çığlığı yükseldi. Fakat bakire kız belindeki kenevir kuĢağı çıkarıp ejderhanın boynuna geçirdi ve seyircilerin alkıĢları arasında, uslu bir köpek gibi yedeğine alıp yürüdü. Düzlükte epey yol almıĢtı ki Kraken parlak kılıcıyla ortaya çıktı. Onun öldüğünü sanan halk ĢaĢkınlık ve sevinç çığlıkları attı. Kahramanımız hayvanın üzerine atılıp devirdi ve kılıcıyla karnını deĢti. Hayvanın karnından gömlekli, saçları bukleli ve elele tutuĢmuĢ çocuklar çıktı. Bunlar, ejderhanın yediği Küçük Elo ve öteki çocuklardı. Çocuklar hemen bakire Pembekız'ın ayaklarına kapandılar, kadın onları kucaklarken kulaklarına Ģöyle fısıldıyordu: "ġimdi köylerinize vardığınızda Ģöyle deyin: 'Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı çocuklarız, onun karnından sırtımızda gömlekle çıktık.' Köylüler size ne dilerseniz fazlasıyla vereceklerdir. Ama, baĢka türlü konuĢursanız, size güler ve kıçınıza tekme atarlar. Haydi bakalım!" Ejderhanın karnının yarıldığını gören birçok Penguen, kimi öfke ve öç alma isteğiyle, kimi de ejderhanın kafatasının içinde olduğu söylenen drakonit adındaki sihirli taĢı alabilmek amacıyla ileri fırladılar. Anneler de dirilen çocuklarına sarılmak için koĢuyorlardı. Fakat Aziz Mael onları durdurdu, çünkü henüz ölmemiĢ bir ejderhaya yaklaĢabilecek kadar masum değillerdi. Az sonra küçük Elo ve öbür beĢ çocuk halkın yanına gelip Ģöyle dediler:


"Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı çocuklarız, onun karnından sırtımızda gömlekle çıktık." Bu sözleri duyan herkes onları kucaklarken Ģöyle diyorlardı: "Kutsal çocuklar, size her dilediğinizi fazlasıyla vereceğiz." CoĢku içindeki halk ilahiler söyleyerek dağıldı. Tanrı'nın halkı böyle bir afetten kurtardığı bu günün anısına köylerde her yıl törenler düzenlenir oldu; bu törenlerde zincirli bir ejderha maketi gezdirilirdi. Kendisine söz verilen haracı alan Kraken zamanla Penguenlerin en zengin ve güçlüsü oldu. Zaferinin iĢareti olarak ve halka ufak da olsa bir korku vermek için baĢında bir ejderha baĢlığıyla yaĢadı. Halka Ģöyle diyordu: "Canavar öldü, Ģimdi ejderha benim." Pembekız yıllarca cömert kollarını sığırtmaç ve çobanların boynundan eksik etmedi. Güzelliği geçip gittikten sonra, kendini Tanrı'ya adadı. Tüm halkın saygısını kazanmıĢtı, öldükten sonra azizelik katına eriĢti ve Penguenistan'ın koruyucu azizesi oldu. Kraken geriye bir erkek çocuk bıraktı, babası gibi baĢında ejderha baĢlığıyla dolaĢtığı için ona Draco lakabı verildi. Draco Penguenistan'da ilk krallık hanedanını kurdu. ÜÇÜNCÜ KĠTAP ORTAÇAĞ VE RÖNESANS I DĠNDAR BRIAN VE KRALĠÇE GLAMORGANE Kraken'in oğlu Draco'nun soyundan gelen Alca krallarının kafalarında taĢıdıkları ejderha baĢlığı halkta korku, saygı ve sevgi uyandırmaya yetiyordu. Bu krallar sürekli olarak ya derebeyleri, ya prensler yahut da kendi kullarıyla savaĢ içindeydiler. Bu kralların en eskilerinin yalnızca adları kaldı. Bu adları nasıl söyleyeceğimizi bile bilemiyoruz. Tarihte bilinen en eski Draconide kralı, avcılıkta ve savaĢta kurnazlığı ve cesaretiyle tanınan Dindar Brian'dır. Ġnançlı bir hıristiyan olan Brian yazını sever, manastır yaĢamı süren insanları korurdu. Dumandan kirlenmiĢ tavan kiriĢlerinde kafatasları asılı sarayında verdiği Ģölenlerde, Alca ve öbür adalardan gelen arp çalgıcılarına kendisi de sesiyle eĢlik eder, yiğitlerin destanlarını okurdu. Adil ve bağıĢlayıcıydı ama ün sarhoĢuydu, kendinden daha iyi Ģarkı söyleyen birçok kiĢiyi ölüme göndermiĢti. Yvern Manastırı keĢiĢleri Brötanya'da egemen olan paganlar tarafından kovulunca, Brian keĢiĢleri kendi ülkesine çağırdı ve sarayının yakınlarında onlara ahĢap bir manastır yaptırdı. Her sabah, eĢi Kraliçe Glamorgane ile manastıra gider, dinsel törene katılır ve ilahiler okurdu. Bu keĢiĢler arasında bilgisi ve erdemleriyle öne çıkan Oddoul adında genç biri vardı. Onu kıskanan ġeytan birçok kez baĢtan çıkarmayı denedi. DeğiĢik biçimlere dönüĢerek kâh bir savaĢ atı, kâh genç bir kız veya bir kadeh Ģarap oldu. Bir keresinde ona boynuz içinde kumar zarlarının Ģakırtısını dinletip Ģöyle dedi: "Benimle, saçının bir teline karĢı bu dünyanın zenginlikleri için oynar mısın?" Fakat din adamı istavroz çıkarıp her defasında düĢmanı savdı. Onu baĢtan çıkaramayacağını anlayan ġeytan son bir kurnazlık denedi. Bir yaz gecesi, yatağında uyumakta olan kraliçenin düĢüne girdi ve her gün manastırda karĢılaĢtığı genç keĢiĢin hayalini ona gösterdi. Bu hayale büyü yaptığı için aĢk, bağımlayan bir zehir gibi, Glamorgane'ın damarlarında dolaĢmaya baĢladı. Genç Oddoul ile gönlünü eğlendirmeyi kafasına koydu. Onu yanına çekebilmek için türlü bahaneler buluyordu. Birkaç kez genç keĢiĢten çocuklarına okuma ve müzik dersleri vermesini istedi. "Onları size emanet ediyorum. Derslerinizi ben de izleyip bilgimi artıracağım. Oğulların yanısıra anneyi de eğiteceksiniz." Fakat genç keĢiĢ her defasında bir özür buluyordu, kâh yeterince bilgili olmadığını, kâh din adamı olarak kadınlarla bir arada bulunmasının doğru olmayacağını söyledi. Geri çevrildikçe Glamorgane'ın isteği daha da artıyordu. Bir gün yatak keyfi yaparken bu istek dayanılmaz bir boyuta gelince Oddoul'u yatak odasına çağırttı. Genç rahip geldi, ama kapının eĢiğinde durup bakıĢlarını hiç kaldırmadı. Onun kendisine bakmayıĢı kadında sabırsızlık ve acı uyandırdı: "Bak," dedi, "artık gücüm kalmadı, gözlerime bir perde indi. Vücudum hem yanıyor, hem de buz gibi."


Genç keĢiĢ susuyor ve hiç kımıldamıyordu, kadın yine yalvardı: "Yanıma gel, ne olur!" Ve istekle yanan kollarını uzattı, onu kucaklayıp kendine çekmek istedi. Oddoul onun utanmazlığını yüzüne haykırıp oradan kaçtı. O zaman öfkeyle ve kendi düĢtüğü bu utancı baĢkalarına anlatır korkusuyla, Oddoul'u yok etmeye karar verdi. Tüm sarayda yankılanan bir çığlık atıp sanki tehlikedeymiĢ gibi yardım istedi. KoĢuĢan hizmetliler kaçmakta olan genç bir keĢiĢle çarĢafını vücuduna örtmeye çalıĢan kraliçeyi gördüler ve çığlığı bastılar. Gürültü üzerine Kral Brian yatak odasına geldi. Kraliçe dağınık saçları, yaĢlı gözleri ve öfkeyle tırnaklarını batırmıĢ olduğu göğsünü göstererek anlattı: "Efendim ve kocam, iĢte uğradığım saldırının izlerini görün. Pis emellere kapılan Oddoul bana yaklaĢtı ve tecavüz etmek istedi." Bu yakınmayı duyan kral, kan görüntüsünün de etkisiyle öfkeye boğuldu, korumanlarına genç keĢiĢi yakalamalarını, onu sarayın kapısında ve kraliçenin gözleri önünde diri diri yakmalarını buyurdu. Bu olayı duyan Yvern Kilisesi BaĢpapazı kralın yanına çıktı ve: "Kral Brian" dedi, "bu ibret verici olay size hıristiyan bir kadınla dinsiz bir kadın arasındaki farkı göstermiĢ olmalı. Romalı Lucretia dinsiz prenseslerin en iffetlisiydi; oysa kadınsı bir delikanlının isteklerine karĢı koyamadı ve yaĢadığı ayıba yenilip gitti. (5) Oysa Glamorgane Ģeytanca bir gücün etkisiyle kudurmuĢ olan bir adamın zorbaca isteklerine kahramanca karĢı koymuĢtur." Bu arada, sarayın tutukevine kapatılmıĢ olan Oddoul diri diri yakılacağı günü bekliyordu. Fakat Tanrı masum birinin harcanmasına razı olmadı. Ona, kraliçenin hizmetçilerinden Gudrune adında bir kızın görüntüsünde bir melek gönderdi. Bu meleğin yardımıyla genç adamı tutukevinden çıkarıp, meleğin görüntüsüne büründüğü hizmetçinin odasına getirdi. Melek genç Oddoul'a Ģöyle dedi: "Seni seviyorum, çünkü sen cüretlisin." Hizmetçi Gudrune'la konuĢtuğunu sanan genç Oddoul bakıĢlarını indirip yanıt verdi: "Ben Tanrı'nın yardımıyla kraliçenin isteklerine karĢı koydum ve eziyetleri göğüsledim." Melek sordu: "Nasıl? Yani, kraliçenin seni suçladığı Ģeyi yapmadın mı?" "Hayır," dedi Oddoul elini göğsüne koyarak, "ant içerim ki hayır!" "Demek ona saldırmadın?" "Hayır, yapmadım. Böyle bir Ģeyi düĢünmek bile bana dehĢet verir." "Öyleyse, burada ne arıyorsun, ahmak adam!" diye bağırdı melek. Ve arkasından Oddoul'u kapı dıĢarı etti. Sokağa çıktığında da kafasından aĢağı bir kova bulaĢık suyunu boca etti. Genç keĢiĢ kaçarken, bir yandan da Ģöyle söyleniyordu: "Ey Tanrım, senin niyet ve düĢüncelerin bazen ne kadar anlaĢılmaz olabiliyor?" II BÜYÜK DRACO AZĠZE PEMBEKIZ'IN KUTSAL EMANETLERĠ Dindar Brian'ın doğrudan gelen soyu 900 yıllarında Kısa-Burun Collic ile tükendi. Yerine, kuzenlerinden biri olan Görkemli Bosco geçti ve tahtını güvenceye almak için tüm akrabalarını öldürttü. Onun soyundan üç büyük kral yetiĢti. Bunlardan birincisi Büyük Draco savaĢ adamı olarak ün yaptı. Herkesten fazla yenilgi almakla ünlüdür. Büyük komutanlar yenilgilerinin düzenli oluĢundan belli olurlar. Daha yirmi yaĢındayken yüz bin kadar köy, bucak, kasaba, kent ve üniversite yaktı. Yakma eylemini düĢman topraklarında olduğu gibi, ayırt etmeden kendi ülkesinde de sürdürdü. Bu davranıĢı açıklamak için Ģöyle derdi: "Yangınsız bir savaĢ hardalsız bir sosise benzer, tadı olmaz." Adaleti katıydı. Rehin aldığı köylüler fidye ödeyemedikleri zaman onları bir ağaca asar, kazara köylünün karısı gelip bağıĢlaması için yalvarırsa, kadını da saçlarından atının kuyruğuna bağlayıp süründürürdü. Bir asker gibi sade yaĢadı. Onun zamanında hanedanın ünü azalmadığı gibi, yenilgilerde bile Penguenistan'ın onurunu yukarda tuttu. Büyük Draco zamanında Azize Pembekız'ın kutsal emanetleri Alca adasına getirildi. Azizenin cenazesi Gölgeler Kıyısı'nda çiçek kokulu bir mağaraya gömülmüĢtü. Mezarını ilk ziyaret eden


hacılar komĢu köylerdeki genç erkek ve kızlar oldu. Genellikle, çiftler halinde akĢamları gelirlerdi, sanki dindar duyguları karanlıkta ve gözden ırakta depreĢiyordu. Gençler azizeye duydukları istek dolu bağlılığı pek ortalığa yaymaz, bu kutsal yerde edindikleri izlenimleri uluorta konuĢmayı sevmezlerdi; yalnızca kendi aralarında fısıltılarla Azize Pembekız'ın mağarasında nasıl bir aĢk ve huĢu yaĢadıklarını konuĢurlardı. Kimi orada dünyayı unuttuğunu, kimi de mağaradan dingin ve yatıĢmıĢ olarak çıktığını söyler, özellikle genç kızlar içlerine nasıl bir zevk dolduğunu anlatırlardı. ĠĢte, Alcalı bakirenin sonsuzluğa kavuĢtuktan sonra dağıttığı harikalar böyleydi; bu nimetler doğan güneĢin sıcak dalgaları gibiydi. Mağaranın gizemi hoĢ bir koku gibi, kısa sürede çevreye yayıldı; iyi insanlar için Ģifa ve örnek oldu; kötüler yalan ve karaçalmayla insanları azizenin mezarından çıkan kaynaktan uzaklaĢtırmak istediler ama baĢaramadılar. Kilise bu Ģifanın yalnızca çevredeki gençlerle sınırlı kalmaması için önlem aldı. Mağara çevresine yerleĢen din adamları burada bir manastır ve kıyıda bir otel kurdular. Böylece hacıların akını baĢladı. Sanki gökyüzünde kalıĢı uzadıkça Azize Pembekız, mezarını ziyarete gelenlere daha büyük Ģifalar dağıtır oldu; kısır kadınları döllendiriyor, genç karılarından kuĢkulanan yaĢlı kocalara yatıĢtırıcı düĢler gönderiyor; kıtlık, veba ve Kapadokya ejderhalarını ülkeden uzak tutuyordu. Ancak, Kral Collic ve ardılları döneminde ülkedeki karıĢıklıklar sırasında Azize Pembekız'ın mezarı yıkıldı, manastır yakıldı ve din adamları dağıldı; inançlı hacıların ayak izlerinin oluĢturduğu toprak yolda hasırotu, süpürge otu ve deve dikenleri bitti. Bir yüzyıl boyunca Ģifalı mezarın ziyaretçileri yılanlar, sansarlar ve yarasalar oldu. Sonra bir gün Azize'nin görüntüsü, yakın köylerin birinden Momordic adında bir köylünün önüne çıktı: "Ben Azize Pembekızım," dedi; "tapınağımı yeniden kurmak için seni seçtim. Bu yöredeki tüm insanlara haber ver, benim adıma ve mezarıma saygı göstermez veya adak göndermezlerse, Penguenistan'a yeni bir ejderha saldırtırım." En bilgili din adamları bu görünüĢü araĢtırıp, ġeytanın iĢi değil gerçek olduğunu saptadılar. Daha sonraki çağlarda, Fransa'da Azize Foy ve Azize Catherine de aynı biçimde ortaya çıkmıĢ ve benzer Ģeyleri söylemiĢti. Manastır restore edildi ve hacılar yeniden sökün ettiler. Azize Pembekız giderek daha büyük tansıklar yaratıyordu. Düztabanlık, inme ve karın ĢiĢmesi gibi en kötü hastalıkları iyi ediyordu. Mezarın bakıcıları olan keĢiĢler giderek kıskanılan bir gönence kavuĢmuĢlardı ki, bu kez Azize Kral Draco'ya göründü. Ona krallığının gökyüzündeki koruyucu meleği olduğunu bildirdi ve kutsal cesedinin kalıntılarını Alca Katedrali'ne taĢıtmasını buyurdu. Böylece bakirenin pek kokulu kalıntıları büyük bir ayinle baĢkent kilisesine götürüldü, altın ve sedef kaplı bir sandığın içinde sergilendi. Kilise görevlileri Azize Pembekız'ın aracılığıyla gerçekleĢtirilen tansıkların defterini düzenli olarak tuttular. Hıristiyan dinini her zaman savunmak ve yüceltmekten geri kalmamıĢ olan Büyük Draco dindar bir kral olarak öldüğünde kiliseye büyük bir servet bıraktı. III KRALĠÇE CRUCHA Büyük Draco'nun ölümü büyük yıkımların baĢlangıcı oldu. Bazılarına göre bunun nedeni ardından gelen kralların zayıf oluĢuydu. Gerçekten de, sonraki krallar bu yiğit atalarına layık olamadılar. Oğlu Chum topaldı, Penguenistan topraklarını geniĢletmesini bilemedi. Onun oğlu, Bolo, dokuz yaĢında tahta çıkmaya hazırlanırken saray korumanları tarafından öldürüldü. KardeĢi Gun onun yerine geçtiğinde yedi yaĢındaydı ve yönetimi annesi Crucha ele aldı. Kraliçe Crucha güzel, akıllı ve bilgili bir kadındı; fakat duygularına söz geçirmeyi bilmiyordu. Saygıdeğer Talpa anılarında bu ünlü kadından Ģu Ģöyle söz ediyordu: "Kraliçe Crucha, yüzünün güzelliği ve endamının uzunluğuyla ne Babilli Semiramis, en Amazon Kraliçesi Penthesilee ve ne de Herodias'ın kızı Salome'den aĢağı kalır değildi. Fakat vücudunda, insanların değiĢken görüĢlerine göre, güzel veya çirkin denilebilecek özellikleri vardı. Alnının iki yanında boynuzları vardı ve bunları gür saçları altında saklardı; bir gözü mavi, öbürü siyahtı; Makedonyalı Ġskender gibi boynu sola doğru çarpıktı. Sağ elinde altı parmak ve göbeğinin altında küçük bir ben vardı. YürüyüĢü görkemli ve alımlıydı. Harcamalarına dikkat ederdi, ama isteklerini aklıyla denetleyemezdi. Birgün, saray ahırlarında çalıĢan yakıĢıklı, genç bir seyis görünce bir anda aĢık oldu ve orduların komutanlığını bu delikanlıya verdi. Bu büyük kraliçenin baĢka bir güzel yanı da kilise ve manastırlara,


özellikle Tanrı'nın izniyle on dört yıldır görev yaptığım Beargarden Kilisesi'ne yaptığı bağıĢların bolluğuydu. Ruhunu bağıĢlatmak için o kadar sık ayin yaptırırdı ki krallıktaki tüm kiliselerde yanan mumlar gökyüzünün bereketini Ģevketli Crucha'nın üzerine yağdırırdı." Bu satırlara ve yaptığım öteki alıntılara bakıldığında, Saygıdeğer Talpa'nın Gesta Pinguinorum adlı yapıtının yazınsal ve tarihsel değeri kolayca anlaĢılabilir. Ne yazık ki bu anılar, Zayıf Gun'un ardılı Sade Draco'nun saltanatının üçüncü yılında kesiliyor. Yapıtımın bu bölümüne geldiğimde, böyle latif ve güvenilir bir kaynağın yokluğuna yazıklanıyorum. Bundan sonra gelen iki yüzyıl boyunca Penguenler kanlı bir anarĢiye sürüklendiler. Tüm sanatları yok oldu. Genel bilgisizliğin ortasında, kiliselerine kapanan din adamları kendilerini öğrenime verdiler ve büyük bir çabayla Kutsal Yazıtları kopya etmeyi sürdürdüler. ParĢömen kâğıdı az bulunduğu için, elyazma eski kitapları kazıyıp kutsal sözleri bunların üzerine yazıyorlardı. Böylece, Penguen topraklarında Ġncillerin bir gül ağacının filizleri gibi bollaĢtığı görüldü. Aziz Benoit tarikatından Penguen Ermold adında bir keĢiĢ dört bin elyazması kitabı tek baĢına silerek Aziz Jean incilini dört bin kez yazmayı baĢardı. Bu sayede eski çağların Ģiir ve konuĢma baĢyapıtlarının büyük çoğunluğu yok oldu. Tarihçilerin düĢündeĢ olduğu bir kanıya göre, Ortaçağ'da yazın ve kültürün sığınağı Penguen manastırlarıydı. Penguenler ile Foklar arasındaki Yüzyıl SavaĢları yine bu çağın sonlarına raslar. Bu savaĢların gerçek nedenlerini bilmek zordur; kaynak eksik olduğu için değil, tersine çok olduğu için. Fok tarihçilerin savları her bakımdan Penguen tarihçilerinkiyle çeliĢiyor. Üstelik, Penguen tarihçilerin kendi aralarında da çeliĢkiler var, tıpkı fok tarihçileri arasında olduğu gibi. Birbiriyle uyuĢan iki tarihçi buldum, ama biri ötekinden kopya etmiĢ. Ama bir Ģey kesin: toplu kıyımlar, yakıp yıkmalar, ırza geçmeler ve yağmalar hiç aralıksız sürdürülmüĢ. Karayazılı kral IX. Bosco zamanında bir ara krallığın sonu gelmiĢ gibiydi. Altı yüz büyük gemiden oluĢan bir Fok filosunun Alca önlerinde göründüğü haber alınınca, baĢpiskopos bir geçit ayini yapılmasını buyurdu. Rahipler kurulu, seçilmiĢ yargıçlar, parlamento üyeleri ve üniversite öğretim üyeleri kiliseye gelip Azize Pembekız'ın sandığını aldılar, halkı da peĢlerine katıp ilahiler söyleyerek kent içinde dolaĢtırdılar. Ancak, Penguenistan'ın koruyucu meleğini yardıma çağırmak boĢunaydı; Foklar kenti hem karadan, hem de denizden kuĢattılar ve sonra ani bir saldırıyla ele geçirdiler. Üç gün üç gece boyunca, alıĢkanlığın verdiği bir aldırmazlıkla öldürdüler, yağmaladılar, ırza geçtiler ve her yeri ateĢe verdiler. Bu uzun karanlık çağ boyunca Penguenistan'da din duygusunun hiç bozulmadan kaldığını hayranlıkla izliyoruz. Sufilerin ayartamadığı ruhlarda gerçeğin görkemi gözleri kamaĢtırıyordu. Ġnançların topluca geliĢmesi böyle açıklanabilir. Ayrıca, kilise inançlıların bu mutlu birliğini sürdürmek için pratik bir yol bulmuĢtu: Farklı düĢünen bir Penguen olursa hemen ateĢte yakılıyordu. IV TARĠH: JOHANNES TALPA Kral Gun zamanında, Beargarden Manastırı'na on bir yaĢında girmiĢ ve bir daha ömrü boyunca oradan dıĢarı adım atmamıĢ olan rahip Johannes Talpa on iki ciltlik ve Latince yazılmıĢ De Gestis Pinguinorum adlı ünlü yapıtını yayınladı. Beargarden Manastırı'nın duvarları yalçın bir dağın tepesinde kurulmuĢtu. Çevrede baĢı bulutlarla kaplı tepelerden baĢka bir Ģey görülmezdi. Johannes Talpa De Gestis Pinguinorum kitabını yazmaya baĢladığında çoktan yaĢlanmıĢtı. Ġyi yürekli rahip bu konuda bizi kitabında uyarıyor: "BaĢımda çoktan beri sarı saç kalmadı, kafatasım bayan Penguenlerin özenle kullanır olduğu tümsek aynalara benzemeye baĢladı. Zaten kısa olan boyum artık kambur olup daha da ufaldı. Beyaz sakalım yalnızca göğsümü sıcak tutmaya yarıyor." Talpa hoĢ ve saf bir deyiĢle yaĢamından bazı kesitler ve özyapısından ipuçları veriyor. "Soylu bir ailenin daha doğuĢtan din yoluna adanmıĢ bir çocuğu olarak doğdum, bana dilbilgisi ve müzik öğretildi. Adı Amicus olan, fakat gerçekte Inimicus (6) olması gereken disiplinli bir hocadan okumayı öğrendim. Harfleri doğru okuyamadığım zaman elindeki sopayı öyle Ģiddetle kullanırdı ki, abeceyi kızıl harflerle kaba etlerime yazmıĢtır diyebilirim." Sonra, Talpa Ģehvete olan doğal eğiliminden söz ediyor. ĠĢte bazı çarpıcı satırlar: "Gençliğimde uyanan istekler o kadar Ģiddetliydi ki ormanın içindeki serin havada bile kazanda boğuluyor gibi olurdum. Kadınlardan kaçıyordum, ama boĢuna! Çünkü en basit bir çıngırak veya ĢiĢenin biçimi bana hemen onları anımsatıyordu."


O anılarını yazarken, ülkede hem iç, hem de dıĢ savaĢ yaĢanıyordu. Manastırı Foklara karĢı korumak üzere gelen Crucha'nın askerleri o bölgeye iyice yerleĢtiler, düĢmanı gözlemek için duvarlarda delikler açtılar, sapan mermisi yapmak için çatıdaki kurĢunları erittiler. Geceleri manastır avlusunda ateĢ yakıp, çam dallarından yonttukları ĢiĢlerde koca sığırları çevirme yapıyorlardı. Sonra da, ateĢin çevresinde yağ ve reçine kokan ağır bir havada oturup fıçılar dolusu Ģarabı deviriyorlardı. ġarkıları, sövgüleri, bağırtıları arasında sabah çanlarının sesi duyulmaz oluyordu. Sonunda, Foklar yalçın uçurumları aĢıp manastırı kuĢattılar. Bunlar kuzeyden gelen bakır zırhlı, bakır silahlı savaĢçılardı. Kayalık yamaçlara yüz elli kulaç uzunluğunda merdivenler dayıyorlar, bazı geceler fırtınada, bu merdivenler üzerlerindeki insan ve bakır yükünü çekemeyip kayınca, Foklar salkım gibi uçuruma yuvarlanıp kayboluyorlardı. Karanlığın içinden dalga dalga yükselen çığlıklar arasında saldırı yeniden baĢlıyordu. Penguenler duvarın üzerinden boĢalttıkları kızgın ziftle saldırganları çıra gibi yakıyorlardı. Foklar altmıĢ kez saldırıp altmıĢ kez geri püskürtüldüler. Manastır kuĢatması onuncu ayına girmiĢti ki, kutsal Epifanya günü vadide buldukları bir çoban onlara gizli bir patikanın yerini gösterdi. Bu patikadan dağa tırmanıp manastırın mahzenlerine ulaĢtılar, dehliz ve mutfaklardan geçip tapınağa, kitaplığa, çile odalarına, çamaĢırhane, yemekhane ve yatakhanelere girdiler. Yapıları ateĢe verdiler, yağmaladılar, yaĢına ve cinsiyetine bakmadan gördükleri tüm Penguenleri kılıçtan geçirdiler. Neye uğradıklarını ĢaĢıran Penguenler silahlarına davrandılar; onlar karanlıkta ĢaĢkınlıkla birbirlerine saldırırken, Foklar aralarında talan kavgası yapıyorlardı; kutsal vazolar, buhurdanlıklar, Ģamdanlar, yaldızlı kaftanlar, sandıklar, altın haçlar ve mücevherler balta darbeleri arasında paylaĢılıyordu. Havada genizleri yakan bir yanmıĢ et kokusu vardı; ölenlerin çığlıkları alevler ve çöken çatılar arasından yükselirken, yüzlerce keĢiĢ, çil yavrusu gibi kaçıĢıyor ve uçurumdan aĢağı vadiye uçuyorlardı. Oysa bu sırada, Johannes Talpa kitabını yazıyordu. Crucha'nın askerleri hemen kaçmıĢ, üstelik Fokları yanan yapıların içinde tutmak için manastırın tüm çıkıĢlarını kayalarla örtmüĢlerdi. Ayrıca, çam ağaçlarının gövdelerini koçbaĢı gibi kullanıp manastır duvarlarını içerdekilerin üzerine yıkmak için yükleniyorlardı. AteĢ içindeki kalaslar büyük bir gürültüyle çöküyor, altı yüz askerin birlikte yüklendiği koçbaĢı darbeleri altında duvarlar devriliyordu. Sonunda, zengin ve berkitilmiĢ manastırdan Johannes Talpa'nın odasının dıĢında ayakta bir Ģey kalmadı. YaĢlı tarihçi hâlâ yazmayı sürdürüyordu. Bu kadar yüksek bir görev bilincinin, çağının olaylarını aktarmaya çalıĢan bir tarihçi için aĢırı olduğu düĢünülebilir. Ġnsan ne kadar dalgın ve aldırmaz olursa olsun, çevresinde olup bitenlerin etkilerini duyumsar. Ben Johannes Talpa'nın ulusal kitaplıktaki özgün elyazmasını inceledim. El yazısı aĢırı derecede okunaksız, satırlar düz bir çizgi izleyecekleri yerde her yöne kaçıyor, birbirlerine çarpıp karıĢıyorlar. Harfler o kadar kötü yazılmıĢ ki onları yalnızca birbirinden değil, kâğıt üzerindeki mürekkep lekelerinden bile ayırt edebilmek olanaksız. Bu paha biçilmez sayfalar yazıldıkları anın dehĢetini böyle yansıtıyorlar. Onları okuyabilmek çok zor. Buna karĢın, Beargardenli yaĢlı rahibin deyiĢi hiçbir duygu izi taĢımıyor. De Gestis Pinguinorum'un deyiĢi yalın, ciddi ve bazen kuruluğa varacak kadar ayrıntılı. Yazar pek ender düĢüncesini belirtmiĢ olmakla birlikte, bunlar çoğu kez doğru. V SANAT: ĠLKEL PENGUEN RESĠMLERĠ Penguen eleĢtirmenlere göre, Penguen sanatı daha baĢlangıcında güçlü ve hoĢ bir özgünlük taĢımakta, ilk yapıtların zarafeti ve zeka özellikleri baĢka hiçbir ekolde bulunmamaktadır. Öte yandan, Fok eleĢtirmenlerse Penguen ressamların hep Fok ustalar tarafından eğitilip geliĢtirildiklerini ileri sürerler. Bu konuda karar vermek zordur, çünkü Penguen ulusu kendi ilkel ressamlarının yapıtlarını incelemeye fırsat bulamadan çok önce, hepsini yok etmiĢtir. Bu kayba ne kadar üzülsek yeridir. Ben kendi hesabıma, eski Penguen tarihine ve ilkellere hayran biri olarak, çok hayıflanıyorum. Bu yapıtlar pek hoĢturlar. Hepsi de birbirine benzer demek istemiyorum, bu doğru olmaz; fakat tüm ekollerde görülen ortak yönleri, oturtmuĢ oldukları ve hiç vazgeçemedikleri bazı teknikleri vardır. Penguen ilkel ressamları hakkında bir düĢünceye varabilmek için Ġtalyan, Felemenk, Alman ilkellerine, veya hepsinden daha üstün olan Fransız ilkellerine bakmak yeterlidir. (Sayın Mösyö Gruyer'in dediği gibi, bunlardaki mantık daha sağlamdır, çünkü mantık Fransızların özelliğidir.) Örneğin, 1904'de Marsan Galerisi'nde açılan Fransız ilkeller sergisinde IV. Henri ve Balois Hanedanı'nın sonlarından kalma çok sayıda küçük resim bulunuyordu.


Çok geziye çıktım ve Eyck kardeĢler, Memling, Rogier van der Weyden, d'Ambrogio, Lorenzetti ve eski Umbria'lı ustaların tablolarını gördüm. Ama, aradığımı ne Bruges'de, ne de Köln, Siena veya Perugia'da bulabildim. Sonunda bundan on yıl kadar önce ziyaret ettiğim küçük Arezzo kasabasında aradığımı buldum ve naif resme olan merakım bilince eriĢti. O yokluk ve yalınlık yıllarında, gün boyu kapalı tutulan belediye müzelerinin kapıları turistler için her saatte açılabiliyordu. Bir akĢam, yarım liret karĢılığında yaĢlı bir kadının tuttuğu Ģamdan ıĢığında dökülen Arezzo müzesini geziyordum ve orada, Margaritone'un Aziz Francis tablosunu görünce gözlerimden yaĢlar döküldü. Çok duygulandım; o günden beri Arezzolu Margaritone benim için en değerli ilkel ressam oldu. Diğer ilkel Penguenlerin resimlerini hep bu ustanın yapıtlarıyla kıyaslayarak değerlendiririm. Öyleyse, burada biraz durup Margaritone'un resmindeki genel özelliklere biraz dikkat ve ayrıntılı olarak eğilirsem, hoĢgörüyle karĢılanmalıdır. Ondan günümüze beĢ veya altı tablo kaldı. BaĢyapıtı sayılan ve Londra National Gallery'de bulunan resminde, bir taht üzerinde oturan Meryem ve kucağında bebek Ġsa görülüyor. Bu resme bakıldığında ilk göze çarpan oransızlıktır. Gövdenin boyundan ayaklara kadar uzunluğu kafa uzunluğunun yaklaĢık iki katıdır; bu nedenle renkleri tüm saflığıyla kullanıyordu. Böylece, renk uyumundan çok, bir renk canlılığı ortaya çıkıyor. Meryem ve çocuğunun yanaklarının kızarıklığını vermek için, yaĢlı ustanın her yüze kondurduğu iki kırmızı daire o kadar mükemmel ki sanki pergelle çizilmiĢler. 18. yüzyıl eleĢtirmenlerinden Rahip Lauzi bu yapıtlara küçümsemeyle bakıyor: "Bunlar kaba ve değersiz çiziktirmeler. O zavallı çağlarda ne çizim, ne de resim biliyorlardı." O ve öbür pudralı bilginlerin ortak görüĢü buydu. Ama, büyük Margaritone ve çağdaĢları kısa süre sonra bu acımasız aĢağı görmenin acısını çıkardılar. 19. yüzyılda Ġngiltere'nin dindar kasabalarında ve kır evlerinde kuzu gibi kıvırcık saçlı bir sürü küçük Samuel ve St. Jean doğdu; bunlar 1840 ile 1850 arasında gözlüklü bilginler olarak yetiĢtiler ve sonra ilkel resmi gerçek yerine oturttular. Rafaello öncesi dönemin saygın kuramcısı Sir James Tuckett hiç kimseden çekinmeden, National Gallery'deki o tabloyu Hıristiyan sanatının baĢyapıtları arasına koyuveriyor: "Meryem'in baĢını," diyor Sir James, "tüm bedenin üçte biri büyüklükte çizerek yaĢlı usta bakanların dikkatini insan bedeninin en yüce kısımlarına, özellikle ruhu yansıtan organ olarak bilinen gözlere yoğunlaĢtırmak istiyor. Bu resimde renklerle çizgiler, ülküsel ve gizemli bir izlenim bırakmak için, adeta elbirliği ediyorlar. Yanakların kızarıklığı tenin doğal rengini vermek değil, daha çok Meryem ve çocuğun yüzünde cennetin güllerini yansıtmak içindir." Böyle bir eleĢtiri incelediği yapıtın güzelliğini de yansıtıyor; hele Edinburglu dinsel sanat uzmanı Mac Silly bu ilkel tablonun insanda bıraktığı izlenimi daha duyarlı ve daha derin anlatmaktadır: "Margaritone'un madonnası sanatın öze ulaĢma amacını baĢarıyor; tabloyu görenlere saflık ve masumluk duyguları esinliyor, onları küçük çocuklara dönüĢtürüyor. Bu o kadar gerçek ki, altmıĢlı yaĢıma geldiğim halde, onu üç saat aralıksız seyrettiğimde birden kucakta bir bebek gibi oldum. Bir arabayla Trafalgar Alanı'ndan geçerken, gözlük kılıfımı bir çıngırak gibi sallıyor ve gülücükler dağıtıyordum. Sonra, kaldığım pansiyondaki hizmetçi yemeğimi getirdiğinde, bir yaĢındaki çocukların muzipliğiyle, kaĢıklar dolusu çorbayı kulağımdan içeri döktüm." "Bir sanat yapıtının yetkinliği," diye ekliyor Mac Silly, "iĢte bu tür etkileriyle anlaĢılabilir." Vasari'nin aktardığına göre, Margaritone yetmiĢ yaĢında "yeni bir sanat anlayıĢının doğduğuna ve yeni sanatçılara payeler verildiğini gördüğüne piĢman" olarak öldü. Çevirdiğim bu alıntı, Sir James Tuckett'in kitabındaki en keyifli sayfalara esin vermiĢ gibidir. Nitekim, Sanat Değerlendirme Elkitabı adındaki bu yapıtı tüm Rafael öncesi dönem meraklıları ezbere bilirler. Kitabın bu güzel bölümlerinden bir alıntıyı buraya aktarıyorum. Filistin peygamberlerinden bu yana, bundan daha güzel satırlar yazılmadığı genel kabul görmektedir. MARGARITONE'UN DÜġLEMĠ Margaritone, omuzlarında çalıĢmasının ve yılların yüküyle, kente yeni gelmiĢ genç bir ressamın iĢliğini görmeye gitmiĢti. Orada henüz boyası kurumamıĢ bir Meryem tablosu gördü; resim katı ve ciddi olmasına karĢın, oranlardaki belli bir gerçeklik ve Ģeytanca bir ıĢık-gölge oyunu sayesinde, üç boyutlu ve soluk alıyor gibiydi. Bu resme bakmakta olan Arezzo'nun saf ve ulu iĢçisi, birden resim sanatının geleceğini dehĢet içinde gördü. Elini alnına götürerek mırıldandı: "Bu tablo bana ne büyük utançlar muĢtuluyor! Bunda, ruhları resmeden ve göklere ulaĢma isteği esinleyen Hıristiyan sanatının feci sonunu görüyorum. Gelecekteki ressamlar, bunun gibi bir duvar veya


pano üzerine bedenimize biçim veren maddeyi resmetmekle kalmayacaklar; onu kutsayıp göklere çıkaracaklar. Bunlar figürlerini etten kemikten yapılmıĢ gerçek insanlar gibi tehlikeli bir biçimde giydirecekler. Azize Magdelena'nın göğüsleri belli olacak, Azize Martha'nın göbeği, Azize Barbara'nın bacakları ve Azize Agnes'in kalçaları sezilecek. Aziz Sebastian'ın yüzü yakıĢıklı resmedilecek, Aziz George'un zırhının altında kaslı bedeni ve erkeklik organı belli olacak. Tüm havariler, rahipler, dinbilimciler ve hatta Tanrı sıradan insan, yani sizin bizim gibi gösterilecek; melekler gizemli, karıĢık anlamlı ve iç gıcıklayan bir güzelliğe sahip olacaklar. Bu görüntülerin hangisi sizde göklere özlem uyandırabilir? Hiçbiri; ama onlara bakarken bu dünya yaratıklarının zevkine varmayı öğreneceksiniz. Bu ressamlar saygısız arayıĢlarını nereye kadar mı sürdürecekler? Hiçbir yerde durmayacaklar; erkek ve kadınları Roma fresklerindeki pagan tanrılar gibi çıplak göstermeye kadar gidecekler. Eskiden dinsel sanat vardı; Ģimdi bir de dinsiz sanat olacak, ama hangisinin daha günahkar olduğu belli olmayacak. "Öte dur, Ģeytan!" diye bağırdı yaĢlı usta. Çünkü, bir bilici düĢlemindeymiĢ gibi, velileri ve azizleri üzgün sporculara dönüĢtürmüĢ bir dünya görüyordu; çiçekler arasında , ince tül giysiler içindeki perilerin eĢliğinde keman çalan Apollolar, mersin ağaçlarının gölgesinde sere serpe uzanan Venüsler ve gün ıĢığı yağmurlarına vücutlarını açan Danaeler görüyordu. Bir tapınağın sütunlarının altında, kentsoylular, sarıĢın kibar kadınlar, müzisyenler, uĢaklar, zenciler, köpek ve papağanlar arasında Hazreti Ġsa görülüyordu. Bir yumak gibi birbirine dolanmıĢ kol ve bacaklar, açılmıĢ melek kanatları, rüzgârda uçan etekler, Ģamatalı Ġsa doğum günleri, zengin ve besili azizler, tumturaklı çarmıha gerilmeler... Artık gözlerinin önünden her Ģey geçiyordu: Catherine, Barbara ve Agnes adlı azizeler gerdanı açık sırma kadifeli giysileri ve inci kolyeleriyle kentsoylularla yarıĢıyordu; onları, güller saçan Auroreler, ırmak kıyılarında çıplak yakalanmıĢ Dianalar ve Nemfalar izliyordu. Ve büyük Margaritone düĢünde Rönesans ve Bologna okullarının geliĢini haber alarak dehĢet içinde son nefesini verdi. VI EDEBĠYAT: MARBODE Elimizde 15. yüzyıl Penguen yazınının değerli bir yapıtı bulunuyor. Bu kitap, Saint-Benoit tarikatından olan ve ozan Virgilius'a hayran olduğunu söyleyen rahip Marbode'un cehenneme yaptığı bir yolculuğu anlatıyor. Ġyi bir Latinceyle yazılmıĢ olan kitap Bay Clos des Lunes tarafından gün ıĢığına çıkarıldı. Burada ilk kez Fransızca çevirisini veriyoruz. YurttaĢlarıma, ortaçağ Latince yazınında çok raslanan bir yazın türünün yeni bir örneğini sunarak bir hizmet yaptığıma inanıyorum. Buna yakın türden yapıtlar arasında, Dante Alighieri'nin "Tanrısal Komedya"sının yanısıra, Aziz Brendan'ın Yolculuğu, Elbéric'in DüĢlemi, ve Aziz Patrice'in Araf Gezisi sayılabilir. Bu izlek üzerine yazılmıĢ yapıtlar arasında Marbode'un yapıtı daha yeni, ama tuhaf yönleriyle öbürlerinden hiç de geri kalmıyor. MARBODE'UN CEHENNEME ĠNĠġĠ Ġsa'nın diriliĢinin bin dört yüz elli üçüncü yılında, haç düĢmanlarının Helena ve Constantin'in sevgili kentini ele geçirmesinden birkaç gün önce, bana yani ben yoksul KardeĢ Morbode'a, hiç kimsenin görüp iĢitmediği Ģeyleri görüp iĢitme olanağı verildi. Bu gördüklerimin sadık bir öyküsünü kaleme aldım; insan ömrü kısadır ve benimle birlikte yok olmalarını istemiyorum. Sözünü ettiğim yılın mayıs ayında, ikindi duası saatlerinde, Corrigan Manastırı'nın yaban gülleriyle çevrili havuzunun yanında taĢ bir sıraya oturmuĢ, hep yaptığım gibi, çok sevdiğim ozan Virgilius'un toprak, kırsal yaĢam ve çobanlar üzerine yazdığı güzel dizeleri okuyordum. AkĢam kızıl cüppesinin eteklerini manastırın kemerlerine asıyordu ve ben, dudaklarımda titrek bir sesle Fenikeli Didon'un cehennemin yaban mersinleri altında henüz taze yarasıyla süründüğünü mırıldanıyordum. O sırada, Hilaire KardeĢ ve arkasında kapıcı Jacinthe KardeĢ yanımdan geçtiler. Esin perilerinin doğuĢundan önceki barbar çağlarda büyümüĢ olan Hilaire KardeĢ, eski çağın bilge sözlerinden anlamazdı ama Mantovalı'nın dizeleri beyninde bir an için bir zeka parıltısı uyandırdı. "Marbode KardeĢ," dedi bana, "böyle göğsünüzü ĢiĢirip gözlerinizi baygınlaĢtırıp mırıldandığınız dizeler, sabah akĢam elinizden düĢürmediğiniz Ģu Eneide adlı kitapta mı yazıyor?" Ona Virgilus'un dizelerinde Anchise'in oğlunun Didon'u ağaçlar arasında böyle bir ay gibi nasıl gördüğünü anlattım.


"Marbode KardeĢ," dedi Hilaire, "Virgilius'un her konuda bilge ve derin sözler ettiğinden eminim. Fakat, bence Syracuse flütü ile bestelediği Ģarkılar çok daha güzel; o kadar derin bir felsefe sunuyorlar ki insanın gözleri kamaĢıyor." "Ama dikkatli olun sayın pederim," diye söze karıĢtı Jacinthe KardeĢ. "Virgilius Ģeytanların yardımıyla tansıklar yaratan bir büyücüydü. Bir keresinde Napoli'de bir dağı delmiĢ, tüm hasta atları iyileĢtiren tunçtan bir at yapmıĢtı. Ölü ruhlarla konuĢurdu; Ġtalya'nın bir kentinde onun ölüleri göstermekte kullandığı ayna hâlâ sergilenir. Oysa, bir kadın bu büyücüyü kandırdı. Napolili bir nedime Virgilus'u, pencereden erzak çıkartmakta kullandığı bir sepete binerek yanına gelmeye çağırdı; sonra da onu bütün gece sepetin içinde dıĢarda bıraktı." Hilaire KardeĢ bu sözleri duymamıĢ gibi sözünü sürdürdü: "Virgilius bir peygamberdir; hem de öyle güçlüdür ki kutsal değnekli Sibylleler, Kral Priamos'un kızı veya gelecek tansıkları söyleyen Atinalı Platon bile onunla yarıĢamaz. Örneğin, Syracuse Ģarkılarının dördüncüsünde Ġsa Efendimizin doğuĢunu, sanki göklerde yazılmıĢ bir dille haber veriyor. Öğrenciliğim sırasında, jam redit et virgo (7) dizesini ilk kez okuduğumda sonsuz bir hazza kapıldığımı anımsıyorum; ama aynı zamanda derin bir acı duydum, çünkü insan dudaklarından çıkabilen en güzel Ģarkının yazarı olan ve geleceği görebilen bu adamın Tanrı'nın iyiliğinden sonsuza dek yoksun olarak cehennem karanlığında dinsizler arasında bulunduğunu düĢündüm. Bu acı düĢünce, ders çalıĢırken, dua ederken veya günlük iĢlerimi yaparken beni hiç bırakmadı. Virgilus'un Tanrı'yı görebilmekten yoksun olduğunu ve belki de cehennemliklerle aynı yazgısı paylaĢtığını düĢündükçe neĢem, rahatım kaçıyordu; öyle ki bazı günler ellerimi göğe kaldırıp yakarıyordum: 'Bana açık eyle, Tanrım, meleklerin gökyüzünde söylediği güzellikteki Ģarkıları yeryüzünde söyleyen adamın sonu ne oldu?' Bu huzursuzluğum birkaç yıl sürdü, ta ki eski bir kitapta büyük havari Aziz Paul'ün Napoli'ye gittiğinde ozanlar prensinin mezarına uğrayıp onu kutsadığını okudum. O zaman, Ġmparator Trajan gibi Virgilus'un da cennete kabul edildiğine inanır oldum. Buna siz inanmayabilirsiniz, fakat bunu düĢünmek beni mutlu ediyor." Bunu dedikten sonra, yaĢlı Hilaire bana iyi geceler dileyip Jacinthe KardeĢle birlikte yanımdan uzaklaĢtı. Yeniden sevgili ozanımın dizelerine döndüm. Elimde kitap, Eros'un kuytu ormanlarda kovalayıp gönül ağrısı çektirdiği insanları düĢünürken yavaĢ yavaĢ yıldızların yansımaları önümdeki yaban güllerinin arasındaki çeĢmenin sularına karıĢtı. Birden, ıĢıklar, kokular ve göklerin sessizliği yok oldu. Bulut ve yağmurla yüklü dev bir kasırga gürültüyle karĢıma çıktı, beni kucaklayıp bir saman çöpü gibi havaya kaldırdı; birkaç gün ve geceye bedel bir gecede kırların, kentlerin, ırmakların ve dağların üzerinde dolaĢtırdı. Sonra, fırtına dindiğinde kendimi doğduğum yerden çok uzaklarda, selviler arasında bir vadide oturur buldum. O zaman, hırçın güzellikte bir kadın yanıma yaklaĢtı. Sol elini omzuma koyup sağ eliyle önümdeki sık yapraklı bir meĢe ağacını gösterdi: "Bak!" dedi bana. O anda kutsal Averne Ormanı'nı koruyan Sibylle'i tanıdım ve parmağının gösterdiği ağacın dalları arasında, güzel Proserpine'in (8) çok sevdiği altın dalı gördüm. Ayağa kalkıp haykırdım: "Demek böyle, ey bilici bakire, ne istediğimi bildin. Bana, kimsenin sahip olmadıkça ölüler vadisine giremeyeceği büyülü dalı gösterdin. ġu gerçek ki yıllardır Virgilus'un ruhuyla konuĢabilme isteğiyle yanıyordum." Bunu dedikten sonra ağacın gövdesinden kutsal dalı kopardım ve beni sonunda Styx ırmağına götürecek olan dumanlı yardan aĢağı atladım. Proserpine'e adanmıĢ altın dalı gören Charon beni gıcırdayan kayığına bindirdi; ölüler kıyısına vardığımda beni üç kafalı Cerbere köpeğinin havlayıĢları karĢıladı. Ona bir taĢ atıyormuĢ gibi yapınca uğursuz yaratık yuvasına kaçtı. Bir yanımdaki sazların arasından tatlı gün ıĢığında, gözlerini açmakla kapamaları bir olan bebeklerin sesi geliyordu, öte yanda karanlık bir mağaranın dibinde Minos ölümlüleri sorguya çekiyordu. AĢka kurban gidenlerin sızlandığı mersin ağacı ormanına daldım; orada Phedre, Procris, üzgün Eriphyle, Evadne, Pasiphae, Laodamie ve Cenis'i, Fenikeli Didon'u görebiliyordum; sonra, savaĢta ölen yiğitlere ayrılmıĢ olan barutlu tarlalara girdim. Oradan iki yol ayrılıyordu: Soldaki dinsizlerin dinlendiği Tatar Çölü'ne, sağdaki Elysee bahçesiyle Tanrıça Dis'in köĢküne gidiyordu. Altın dalı tanrıçanın kapısına astıktan sonra, kırmızı ıĢıkta yüzen sevimli bir düzlüğe geldim. Orada, düĢünür ve ozanlar ciddi birer yüzle aralarında konuĢuyorlardı. Çimenlerde esin perileri korolar oluĢturmuĢtu. YaĢlı Homeros elinde kaba bir sazla Ģarkı söylüyordu. Gözleri kapalıydı, ama dudakları tanrısal ıĢıklarla kımıldıyordu. Orada Solon, Democritos ve Pythagore gençlerin oyunlarını seyrediyorlardı. YaĢlı bir defne ağacının dalları arasından Hesiode, Orphee, düĢünceli Euripides ve


erkeksi Sappho'yu gördüm. Geçip gittim, ötede serin bir dere kıyısında oturan ozan Horace, Varius, Gallus ve Lycoris'i görüp tanıdım. Biraz gerilerinde, koyu bir pırnal ağacının gövdesine yaslanmıĢ, düĢünceli gözlerle ormana bakan Virgilius duruyordu. Uzun ince boylu, hâlâ güneĢ yanığı teni ve sağlığında olduğu gibi dehasını saklayan kaba bir görünüĢü vardı. Onu derin bir saygıyla selamladım, ama uzun süre dilim tutuldu. Sonra, gırtlağımdan ses çıkabilecek duruma geldiğimde: "Ey sen, esin perilerinin sevgilisi, Latin adının gururu Virgilius," diye haykırdım, "ben güzelliği seninle duydum; seninle tanrıların masasına ve tanrıçaların yatak odalarına konuk oldum. Değersiz bir hayranının övgülerini iĢit" "Ayağa kalk, yabancı," dedi tanrısal ozan. "Bu sonsuz akĢamda, gövdenin çayırda bıraktığı gölgeden, senin canlı biri olduğunu anlıyorum. Bu yerlere zamanından önce gelen ilk ölümlü sen değilsin. Gerçi, ölümlülerle iliĢkiler pek zor kuruluyor. ama, beni övmeyi bırak, övgülerden hoĢlanmıyorum; ünün kaba gürültüsü hep kulaklarımı tırmalamıĢtır. Bu yüzden, boĢtagezerler ve meraklılarca pek tanındığım Roma'dan kaçıp çok sevdiğim Parthenope'un yalnızlığında çalıĢtım. Ayrıca, övgülerinin tadına varabilmem için, senin çağındaki insanların dizelerimi anladığından emin olmak isterdim. Söyle, kimsin?" "Benim adım Marbode, Alca ülkesindenim. Corrigan Manastırı'nda yetiĢtim. Gece ve gündüz senin Ģiirlerini okurum. Cehenneme seni görmek için indim: senin sonunun ne olduğunu merak eder dururdum. Dünya üzerinde, dinbilimciler bu konuda düĢündeĢ değiller. Bir bölümü, puta tapılan bir çağda yaĢadığın için, büyük olasılıkla ateĢte yanmakta olduğunu ileri sürüyor. Daha düĢünceli bir bölümü, ölüler hakkında söylenen her Ģeyin belirsiz ve çoğunlukla yalan olduğunu bildikleri için, görüĢ belirtmiyor; en akıllı diyemiyeceğim baĢa bir bölümüyse, Sicilyalı esin perilerini hoĢnut ettiğin ve göklerden yeni bir doğumu haber verdiğin için, tıpkı Ġmparator Trajan gibi, Hıristiyanların sonsuz mutluluk cennetine kabul edildiğini düĢünüyor. "Gördüğün gibi, bu doğru değil," dedi ozan gülümseyerek. "Gerçekten, ey Virgilius, seni yiğitler ve bilgeler arasında, kendi betimlediğin Elysee kırlarında buldum. Demek ki, dünyada söylenenlerin tersine, gökyüzünden kimse gelip seni yanına almadı, öyle mi?" Virgilius bir süre suskun kaldıktan sonra Ģöyle dedi: "Bak, senden hiçbir Ģey saklamıyacağım. O beni çağırdı; haberci olarak sade bir adam gelip O'nun beni beklediğini, kendi yöntemlerini pek bilmemekle birlikte, bilicilik içeren dizeler yazdığım için, bu yeni mezhebin yoldaĢları arasında bana yer ayırdığını bildirdi. Ama, ben çağrıyı kabul etmedim; yerimi değiĢtirmeye hiç isteğim yoktu. Yunanlıların Elysee çayırlarına olan düĢkünlüğü veya Proserpine'e annesini unutturan o zevkleri küçümsediğimden değil. Ben Eneide'de söylediklerime kendim bile fazla inanmadım. Yalnızca, düĢünürler ve fizikçilerden öğrendiklerimle geleceği biraz kestirebildim. Cehennemde yaĢam oldukça sıkıntılı; sanki orada değilmiĢsin gibi, ne zevk, ne de acı duyabiliyorsun. Ayrıca, buradaki akĢam ölümlülerin sana biçtikleri biçimde sürüyor. Ama, yine de burada kalmayı yeğliyorum." "Fakat, ey Virgilius, hangi nedenle bu çağrıyı geri çevirdin?" "Çok neden gösterdim. Tanrının habercisine, bana gösterilen onura layık olmadığımı, dizelerime benim amaçlamadığım yorumlar getirildiğini söyledim. Gerçekten, dördüncü Ģarkımda atalarımın dinine ihanet etmedim. Ancak bilgisiz yahudiler, Sibylle bilicilerinin öngördüğü altın bir çağın geri geleceğini söyleyen Ģarkımı, barbar bir tanrıdan yana yorumladılar. Bu nedenle, yanlıĢlıkla bana ayrılan ve hakkım olmayan bir yeri kabul edemeyeceğimi söyledim. Sonra, değiĢik huy ve zevklerimin göklerin yeni görenekleriyle uyuĢmayacağını ima ettim. Bu haberci adama Ģöyle dedim: 'Ben geçimsiz biri değilim; sağlığımda yumuĢak ve rahat bir özyapım vardı. AlıĢkanlıklarım sade diye benim cimri olduğumdan kuĢkulandılar, ama sahip olduklarımı kendime saklamadım; kitaplığım herkese açıktı ve Euripides'in Ģu sözü bana hep yol gösterdi: 'Dostlar arasında her Ģey ortaktır.' Övgüler bana yöneltildiğinde ne kadar rahatsız oluyorsam, Varius veya Macer'e gittiğimde o kadar mutlu oluyordum. Ama, ben aslında kaba ve yabanıl biriyim, hayvanlar arasında daha rahat ediyordum; onları incelemeye çok emek verdim. Onlara o kadar özen gösteriyordum ki, pek haksız olmasa da, iyi bir baytar sayılıyordum. Bana söylendiğine göre, sizin mezhebinizde insanlara ölümsüz bir ruh verilmiĢ ama hayvanlar bundan yoksun bırakılmıĢ; eğer böyleyse aklınızdan kuĢku duyarım. Koyun sürülerini ve onların çobanlarını daha çok severim. Ama sizler bunu hoĢ karĢılamıyorsunuz. Tüm davranıĢlarımı Ģu özdeyiĢe göre ayarlardım: Hiçbir Ģey fazla değil. Zayıf sağlığımın yanısıra, felsefem de bana her Ģeyde ölçülü olmayı öğretiyor. Obur değilim; bir marul, birkaç zeytin tanesi ve bir damla Falerne Ģarabı tüm yemeğim olurdu. Yabancı kadınların yatağını paylaĢırken de ölçülüydüm; tavernada zil çalıp oynayan Suriyeli kızı seyretmek için geç saatlere kadar kalmazdım. Ama, isteklerimi denetim altında tuttuysam bundan


hoĢlandığım ve istençli olduğum içindi; zevkten korkmak ve Ģehvetten kaçmak bence doğaya yapılacak en büyük saygısızlıktır. Bana denildiğine göre, sizin mezhebinizdeki bazı din adamları yaĢamları boyunca oruç tutuyor, kadınlardan kaçıyor ve gereksiz bir takım eziyetler çekiyorlarmıĢ. Bu tutucu adamlarla ıssız bir yolda karĢılaĢmaktan korkarım. Bir ozandan belli bir fiziksel ve ahlaksal öğretiye sıkı sıkıya bağlı kalmasını istemeyin; zaten ben Romalıyım ve Romalılar, Yunanlılar gibi derin ahlak muhasebesi yapmazlar; bir felsefeyi benimsiyorlarsa bundan pratik bir yarar sağladıkları içindir. Benim çevremde saygın bir adı olan Siron bana Epicure dizgesini öğretti, beni boĢ tasalardan ve dinin bilgisiz insanlara benimsettiği katılıklardan kurtardı. Zenon'dan kaçınılmaz acılara katlanabilmeyi öğrendim; Pythagore'un insan ve hayvan ruhları konusundaki düĢüncelerini benimsedim, çünkü her ikisi de tanrısal bir özden geliyor; bu da kendimize utanmadan veya büyüklenmeden bakabilmemizi sağlar. Ġskenderiyelilerden Dünya'nın önce sıvı olduğunu, sonra Neree yeraltındaki nemli kuyulara çekildikçe katılaĢtığını öğrendim; daha sonra öbür varlıkların sırayla oluĢtuğunu, bulutlardan dökülen yağmurların sessiz ormanları beslediğini, adı konmamıĢ dağlarda tek tük hayvanların ortaya çıktığını öğrendim. Aristarque'ın ve Samos'un öğrencisi olan ben, sizin Suriye çöllerindeki devecilere göre olan yaratılıĢ inancınıza alıĢamam. Hem zaten, dostlarım, atalarım, ustalarım ve kendi tanrılarım arasında olmayacaksam, sizin sonsuz cennetinizde ne yaparım? Ben Rhea'nın Ģanlı oğlunu, Eneadeların anası tatlı gülüĢlü Venüs'ü, Pan'ı, genç Dryadeları, Sylvainleri ve Egle'nin kırmızı dutla yüzünü boyadığı yaĢlı Silene'i görebilmek isterim.' "ĠĢte, o haberciye Jupiter'in ardılına bu gerekçeleri iletmesini söyledim." "Peki, ey ulu gölge, o zamandan beri baĢka haber gelmedi mi?" "Hiç haber almadım." "Senin yokluğunda, Virgilius, üç ozanla yetiniyorlar: Commodien, Prudence ve Fortunat; her üçü de dilbilgisi ve Ģiir sanatının bilinmediği karanlık günlerde doğdular. Fakat, söyle bana, ey Mantovalı, çağrısını geri çevirdiğin Tanrı'dan baĢka haber almadın mı?" "Hayır, hiç anımsamıyorum." "Az önce söz ettiğin, bu yerlere inen ilk ölümlü kimdi peki?" "Haa, anımsadım. Belki birbuçuk yüzyıl kadar önce (gölgelerin gün ve yılları sayabilmesi zordur), düĢlemlerim tuhaf bir yabancı tarafından bölündü. Styx ırmağı kıyısındaki mor ağaçların altında yürürken karĢıma buradakilere benzemeyen, daha koyu bir gölge dikildi: Onun canlı olduğunu anlamıĢtım. Uzun boylu, zayıf, kanca burunlu, sivri çeneli ve avurtları çökük bir adamdı; kara gözlerinde kıvılcımlar vardı; kırmızı takkesini kemikli Ģakaklarına kadar çekmiĢti. Ġçinde kemiklerin ucu belli olan dar ve uzun giysisi topuklarına kadar iniyordu. Beni saygıyla selamladı, ama görünüĢünde yabanıl bir büyüklenme vardı. Benimle, kutsal Julius Cesar'ın ordularında bolca bulunan Galyalı Fransızların dilinden farklı ve daha anlaĢılmaz bir dille konuĢtu. Anlayabildiğim kadarıyla, Fesules yakınlarında, Arnus kıyısında, Sylla'nın kurmuĢ olduğu bir kolonide doğmuĢ ve servete kavuĢmuĢ. Zamanında kentin tüm onur sanlarını almıĢ ama meclis, Ģövalyeler ve halk arasında kanlı anlaĢmazlıklar çıkınca yeniden istekle kavgaya katılmıĢ. Sonra yenilmiĢ ve uzun bir sürgüne gönderilmiĢ. Onun anlattığı Ġtalya, benim gençliğimdekinden çok daha geçimsiz ve kavgacı olmuĢ, yeni bir Augustus'u bekler olmuĢlar. Onun dertlerini dinlerken, vaktiyle benim çektiğim sıkıntıları düĢünüp ona acıdım. Hırslı ruhu ve kafasındaki geniĢ düĢlemlerle yerinde duramıyordu, ama ne yazık ki kabalığı ve bilgisizliğiyle barbarlığın bir temsilcisi gibiydi. ġiir, bilim veya Yunanca bilmiyordu, dünya ve doğa üzerine eskilerin söylediklerinden habersizdi. Önemli bir Ģey söylermiĢ gibi söylediği kıssadan hisseler, benim zamanımda Roma'da hamama ücretsiz giren çocukları bile güldürürdü. Bilgisiz insan canavarlara kolayca inanır. Örneğin, Etrüskler'in cehennemi bir hastanın karabasanlarında görülen türden korkunç yaratıklarla doludur. Çocukluktaki korkuların büyüdükten sonra bile sürüyor olması, bilgisizlik ve yoksulluğun nereye vardığını pek açık gösteriyor; ama bilgisiz halktan daha yukarda olması gereken okumuĢ bir adamın aynı safsataları paylaĢması bana üzüntü veriyor. Bu Etrüsklü adam bana, halk dili dediği yeni bir lehçeyle yazdığı Ģiirleri okudu, hiçbir Ģey anlamadım. Uyak diye her üç dört satırda bir aynı sözcüğü kullanması bana hiç keyif vermedi. Bu yapaylık bana sevimli gelmedi; ama yenilikleri eleĢtirmek biz ölülerin iĢi değil.Aslında, talihsiz bir çağda doğan bu Syllalı Ġtalyanın berbat Ģiirler yazmakta bizim Ravius veya Maevius'la yarıĢıyor olmasına karĢı değilim; ama ona kızmamı gerektiren kiĢisel bir hesabım var. Olacak Ģey değil! Bu adam yeryüzüne geri döndüğünde benim hakkımda yalanlar söylemiĢ; yazdığı yabanıl dizelerde benim kendisine yol gösterdiğimi, benim Roma tanrılarının sahte ve yalancı olduklarını, gerçek tanrının Jupiter'in Ģimdiki ardılı olduğunu söylediğimi ileri sürmüĢ. Ey dost, ülkene geri döndüğünde bu iğrenç uydurmaları yalanladığımı söyle; halkına de ki Enee'nin güzelliğini okuyan Ģair asla yahudilerin tanrısına buhurdanlık sallamadı. Bana söylendiğine göre, bu Ģairin etkisi artık azalıyormuĢ ve yakında tümüyle gözden düĢecekmiĢ. Böyle


bir haber bana neĢe verirdi; ama bu yerlerde neĢe, korku veya istek olmuyor ki." Virgilius bunları söyledikten sonra, bir veda iĢaretiyle uzaklaĢtı. ÇiriĢ otlarını eğmeden geçen gölgesine baktım ve benden uzaklaĢtıkça daha saydamlaĢtığını gözledim; sonunda, her zaman yeĢil kalan defne ağaçlarının yanında görünmez oldu. O zaman, bana söylediği Ģu sözlerin anlamına vardım: "Buradaki yaĢam ölümlülerin sana biçtikleri biçimde sürüyor." Kafam düĢüncelerle dolu, soluk çayırları geçip kapıya doğru yürümeye baĢladım. Bu yazdıklarımın tümüyle doğru olduğunu belirtirim. (9) VII AYDA BELĠRTĠLER Penguenistan'da bilgisizlik ve barbarlık egemenken, Aziz Francis tarikatından olup asıl adı Gilles Loisellier olan fakat Aegidius Aucupis adıyla bilinen bir rahip yazın ve bilim alanında büyük bir çaba gösteriyordu. Gecelerini, Sayı ve Ġmge'nin uyumlu iki güzel kızı dediği matematik ve müzikle geçiriyordu. Tıp ve astrolojiden anlıyordu. Onun büyü yaptığından kuĢkulanılıyordu, çünkü bazen cisimleri değiĢtirip gizli Ģeyleri bulabildiği olmuĢtu. YaĢadığı manastırdaki öbür rahipler onun hücresinde Yunanca kitaplar bulmuĢlar, dilinden anlamadıkları için büyü kitabı olduğunu sanarak bu bilgiç kardeĢlerini büyücü diye suçlamıĢlardı. Aegidius Aucupis kurtuluĢu kaçmakta buldu ve Ġrlanda adasına geçti, orada otuz yılını araĢtırmayla geçirdi. Manastırları dolaĢıp arĢivlerde bulunan eski Yunan ve Latin elyazmalarını arıyor, birer kopyalarını çıkarıyordu. Bir yandan fizik ve simya öğreniyordu. Böylece, evrensel bir bilgeliğe ulaĢtı ve özellikle hayvanlar, bitkiler ve madenler konusunda keĢifler yaptı. Bir gün onun, lut çalıp Ģarkı söyleyen güzel bir kadınla eve kapandığını gördüler, sonra bunun kendi yaptığı bir makine olduğu anlaĢıldı. Bazen Ġrlanda denizini aĢıp Galya ülkesindeki manastırları da ziyaret ettiği oluyordu. Bu geçiĢlerinden birinde, geceyarısı güvertede dururken denizde iki mersin balığının birbiriyle konuĢtuğunu duydu. ĠĢitme duyusu keskindi ve balıkların dilinden anlıyordu. Bir mersin balığı ötekine Ģöyle diyordu: "Uzun süredir ay yüzeyinde görünen ve sırtında odun taĢıyan adamın denize düĢtüğü söyleniyor." Öbür mersin balığı yanıtladı: "Artık, ayın gümüĢ yüzeyinde, öpüĢen iki aĢık görünecekmiĢ." Birkaç yıl sonra, Aegidius Aucupis doğduğu ülkeye geri döndüğünde eskil yazının ve bilimin yine gözde olduğunu gördü. Ülkesinin görenekleri yumuĢuyordu; insanlar artık ormanlarda, ırmak kıyılarında ve dağ yamaçlarında güzel kızları rahatsız etmiyorlar, evlerinin bahçelerini esin perilerinin yontularıyla süslerken aĢk tanrıçasına eski onurunu geri veriyorlardı. Doğayla barıĢmıĢlardı; safsata korkularını atıyor, artık gökyüzünde öfke ve ilenç belirtileri görme korkusu olmadan gözlerini yukarı çevirebiliyorlardı. Bu görünüm karĢısında Aegidius Aucupis, yıllar önce Erin Denizi'nde konuĢan iki mersin balığının geleceği gördüklerini anımsadı. DÖRDÜNCÜ KĠTAP YENĠÇAĞ TRINCO I BAY VE BAYAN ROUQUIN Penguenlerin Erasmus'u sayılan Aegidius Aucupis yanılmamıĢtı, onun çağı özgür düĢünce çağı oldu. Fakat, bu büyük adam hümanistlerin çabalarını halk göreneklerinin yumuĢaması olarak algılıyor, Penguenlerde uyanan düĢüncenin etkilerini öngöremiyordu. Bu uyanıĢ dinde düzeltimi getirdi, Katolikler düzeltimcileri kestiler, düzeltimciler de Katolikleri: Özgür düĢüncenin ilk belirtileri böyle oldu. Penguenistan'da savaĢı Katolikler kazandı. Fakat, onlar istemese de özgür düĢünce insanların beynine girmiĢti; artık inançları da akılcı süzgeçten geçiriyor ve dinden tüm boĢinançların ayıklanmasını istiyorlardı. Böylece, zamanla kilise duvarlarının dibine kadar girmiĢ olan kunduracı, dikiĢçi ve onarımcı dükkânları temizlendi. Okunacak dua ve ilahiler kısa sürede basit ve sıkıcı öykülere dönüĢtü. Bu temizlikten aziz ve


azizeler çok zarar gördüler. Özellikle, Princeteau adında çok bilgili bir rahip resmi listeden çıkarılması gereken o kadar çok aziz adı buldu ki ona aziz avcısı adını taktılar. Ona göre, doğum sancısı çeken kadınların karnına Azize Marguerite'in duasını yapıĢtırmak yarar sağlamazdı. Penguenistan'ın koruyucu patronu olan azize de bu temizlikten payını aldı. Princeteau Alca'nın Eskil Yapıtları adlı kitabında bakın ne diyor: "Azize Pembekız'ın tarihi ve hatta yaĢadığı bile kuĢkuludur. Dombes Manastırı'ndan yaĢlı bir tarihçiye göre o çağlarda Pembekız adında bir kadının bedenine o mağarada Ģeytan girmiĢ, daha sonra köyün genç kız ve oğlanları orada oyun amacıyla Ģeytanla Pembekız'ın taklidini yaparlarmıĢ. Daha sonra bu kadın ülkeyi haraca kesen bir ejderhanın dostu olmuĢ. Bu pek olası görünmüyor, ama Pembekız'ın günümüzde anlatılan yaĢamı da bundan daha inanılır değil. Rahibin aktardığı bu olaylar azizenin yaĢamından üç yüz yıl kadar önce geçmiĢtir, yazarın bu çeliĢkileri görmemesi tuhaftır." KuĢku Penguenlerin doğaüstü kökenlerine bile el attı. Tarihçi Ovidius Capito iĢi, onların bir dönüĢüm geçirdiklerine yadsımaya kadar götürdü. O, Penguenistan Yıllıkları adlı kitabına Ģu sözlerle baĢlıyor: "Bu baĢlangıç çağı derin bir karanlığa gömülü; bunların basit söylenceler ve halk inanıĢlarından öte gitmediğini söylemek abartılı olmaz. Penguenler Aziz Mael'in vaftiz ettiği kuĢlardan türediklerini ve Tanrı'nın bu aziz hatırına onları dönüĢtürdüğünü ileri sürüyorlar. Yine, önceleri buz okyanusu kıyısında olan adaları zamanla bu kıtaya doğru sürüklenip onun bir parçası olmuĢ. Bu söylence bence Penguenlerin eskiden göçmen kuĢlar olmasından kaynaklanıyor." Bir sonraki yüzyıl düĢünürlerin çağı oldu ve kuĢkuculuk daha da keskinleĢti: bunu kanıtlamak için Ahlak Denemeleri adlı kitabın Ģu ünlü sayfalarına bir göz atmak yeter: "Nereden geldikleri belli olmayan, kıtanın dört ayrı yönündeki dört beĢ yabancı budun tarafından sürekli saldırıya uğrayıp iĢgal edilen, defalarca baĢkalarıyla karıĢan Penguenler ırklarının saflığıyla övünüyorlar. Haklılar, çünkü siyah, beyaz, sarı, kırmızı derili, yuvarlak kafalı tüm ırkların yüzyıllar süren karıĢımı o kadar tam oldu ki yeterince türdeĢ ve ortak bir ırk ortaya çıktı. Dünyanın en güzel ırkı oldukları düĢüncesi onlara soylu bir gurur, yılmayan bir cesaret ve diğer insan ırklarına karĢı nefret aĢılıyor. Her budunun tarihi yoksulluk, toplu kıyım ve çılgınlıklar dizisidir. Bu, öbür ırklar kadar Penguenler için de doğrudur, ama bir ayrılık var: Bunların tarihi baĢtan sona kadar ilginç." Penguenlerin iki yüzyıl süren klasik çağı çok bilindiği için üzerinde durmayacağım, fakat Princeteau gibi akılcı dinbilimcilerin bir sonraki yüzyılda yerlerini dinsizlere nasıl bıraktığı konusu gözden kaçabilir. Birinciler akıllarını dinde kendilerince temel olmayan Ģeyleri ayıklamakta kullandılar, yalnızca katı bir inanç için gerekli olanı bıraktılar. Bunlardan akıl ve bilimi kullanmayı öğrenen ikincilerse inançlardan geriye kalanı yok ettiler, yani akılcı dinbilim doğa felsefesini doğurdu. ĠĢte bu nedenle (ki burada eski çağların Penguenlerini bırakıp günümüzdeki durumdan bir örnek veriyorum) Papa IX. Pius çok yerinde bir karar vererek, metinlerin yorum ve çözümlemelerini gökten verilen gerçeğe aykırı, doğru dinbilim kuramına karĢı ve inanca zararlı görerek yasaklamıĢtır. Onun karĢısında bilimin haklarını savunmaya kalkıĢan din adamları varsa, bunlar kötü niyetli kiĢilerdir ve bunların dediklerine inanan Hıristiyanlar da aymazdırlar. DüĢünürler çağının sonlarında, eski Penguen yönetim düzeni kökten yıkıldı, kral idam edildi, soyluların ayrıcalıkları kaldırıldı ve korkunç bir savaĢın orta yerinde, cumhuriyet ilan edildi. O zamanki Penguenistan Meclisi kiliselerin elinde bulunan tüm değerli metallerin eritilmesine karar verdi. Yurtseverler kralların mezarlarına saldırdılar. Anlatıldığına göre tabutunun kapağı açıldığında Büyük Draco'nun abanoz gibi kapkara yüzü o kadar görkemli duruyordu ki saldırganlar korku içinde kaçtılar. BaĢka bazı tanıklara göre bu saygısız adamlar ölünün ağzına bir pipo yerleĢtirip Ģarap ikram ettiler. Çiçek ayının on yedinci günü, beĢ yüzyıldan beri Aziz Mael Kilisesi'nde halkın ziyaretine açık tutulan Azize Pembekız'ın emanet sandığı il yapısına götürüldü ve toplumca seçilmiĢ uzmanların incelemesine bırakıldı; mihrap biçiminde ve yaldızlı bakırdan yapılmıĢ olan sandığın üzerindeki kakma mücevherler sahte çıktı. Rahipler olacakları önceden kestirdikleri için yakut, zümrüt ve kaya kristallerini önceden çıkarıp yerlerine cam parçaları takmıĢlardı. Sandığın içinde bolca toz ve eski çamaĢırlar vardı, bu emanetler Greve Alanı'nda büyük bir ateĢte yakılırken halk çevresinde dans ediyor ve kahramanlık türküleri söylüyordu. Ġl yapısının yanındaki dükkânlarında, Bay ve Bayan Rouquin bu kudurmuĢ kalabalığı seyrediyorlardı. Adam kedi köpek kırkıcısıydı; meyhanelerde sabahlardı. Karısı hasırcılık ve çöpçatanlık yapardı. Kadının gülmece duygusu güçlüydü. "Görüyor musun," dedi kocasına, "günaha giriyorlar. Buna piĢman olacaklar."


"Sen anlamıyorsun kadın," dedi kocası, "bunlar artık düĢünür oldular, insan düĢünür olunca ölene kadar olur." "Sana söylüyorum iĢte, er veya geç bugün yaptıklarına piĢman olacaklar. Kendilerine yeterince yardım etmedi diye azizeleri yerden yere vuruyorlar. Bunu yapmak bir iĢlerine yarasa bari, eskisinden daha sefil olacaklar ve yeterince süründükten sonra yine dine dönecekler. Bir gün gelecek, hem de sanıldığından çok yakında, Penguenistan iyi yürekli azizesini baĢ köĢeye oturtacak. Bak Rouquin, düĢünüyorum da o gün geldiğinde elimizin altında bir avuç kül, birkaç bez parçası bulunsa iyi olur. Bunların Azize Pembekız'ın emanetleri olduğunu ve canımız pahasına ateĢten kurtarabildiğimizi söyleriz. Bundan hem saygınlık, hem de kâr sağlarız. Belki de rahipler bizi yaĢlılığımızda ödüllendirmek için, kilisede mum satmak veya sandalye kiralamak gibi bir iĢ verirler." O gün, Bayan Rouquin kemirilmiĢ birkaç kemik ve ocaktan biraz kül alıp dolabın üstündeki eski bir reçel kavanozuna koydu. II TRINCO Egemen ulus kilisenin ve soyluların topraklarına elkoymuĢ, yüksek fiyatla kentsoylulara ve köylülere satmıĢtı. Kentsoylu ve köylüler devrimin toprak elde etmek için iyi, ama onu koruyabilmek için kötü bir düzen olduğunu düĢündüler. Cumhuriyetin yasama organı mülkiyetin korunması için sert yasalar çıkardı ve toprağın bölüĢümünü önerecek olanlara bile ölüm cezası koydu. Ama bu cumhuriyetin iĢine yaramadı. Toprak sahibi olan köylüler cumhuriyetin temelde kötü yaptığını düĢünmeye, özel mülkiyete daha saygılı ve yeni kurumları daha kalıcı olan bir yönetim düzenini özlemeye baĢladılar. Onların çok beklemesine gerek kalmadı. Cumhuriyet, Aggripina gibi, kendi katilini bağrında taĢıyordu. Cumhuriyet büyük savaĢları yürütebilmek için düzenli bir ordu kurmuĢtu; bu ordu onu hem kurtaracak, hem de yok edecekti. Yasamacılar generalleri ağır cezalarla caydırabileceklerini umuyorlardı; eskiden baĢarısız askerin kellesi uçurulurdu, ama düzeni kurtarmayı görev sayan askerlere ne yapılabilirdi? Zafer sarhoĢluğu içindeki Penguenler söylencedekinden çok daha yaman bir ejderhaya kendi elleriyle teslim oldular; bu diktatör, kurbağalar arasındaki bir leylek gibi, on dört yıl boyunca onları tüketmekle bitiremedi. Yeni ejderhanın saltanatından yarım yüzyıl sonra, bilgisini artırmak üzere dünyayı gezen Djambi adında Malezyalı genç bir mihrace Penguenistan'a uğradı. Onun bu ziyaret sırasında aldığı notlardan iĢte ilginç bir bölüm: GENÇ DJAMBĠ'NĠN PENGUENĠSTAN YOLCULUĞU Deniz üstünde doksan gün yol aldıktan sonra Penguenistan'ın geniĢ ve ıssız limanına ulaĢtım. EkilmemiĢ topraklardan geçip yıkıntılar içindeki baĢkente vardım. Surlarla çevrili, her yanı cephanelik ve kıĢlalarla dolu bir savaĢ alanı gibiydi. Sokaklarda bakımsız ve sakat adamlar eski üniformalarını ve madalyalarını gururla taĢıyorlardı. Kentin giriĢ kapısında, bıyıkları gökyüzünü korkutan bir asker beni sertçe durdurdu: "Nereye gidiyorsunuz?" "Bayım," dedim, "bu adayı merak edip gezmeye geldim." "Burası ada değil," diye yanıtladı asker. "Nasıl? Penguenler Adası ada değil mi?" "Hayır bayım, burası yarımada. Eskiden ada derlerdi, ancak yüzyıl önce bir yasayla yarımada adı verildi. Dünyadaki tek yarımada budur. Pasaportunuz var mı?" "ĠĢte burada." "Gidip onu DıĢiĢleri Bakanlığı'nda vize ettirin." Bana yol gösteren topal rehber geniĢ bir alana geldiğimizde bir yontunun önünde durdu. "Bu gördüğünüz," dedi, "yarımadamızda doğmuĢ olan, evrenin en büyük dehası Trinco. Sağınızdaki dikilitaĢ Trinco'nun doğumu anısına dikildi. Solunuzdaki sütunun tepesinde Trinco'nun taç baĢlı yontusu var. ġuradaki de Trinco ve ailesi onuruna yapılan zafer anıtı. "Bu kadar olağanüstü ne yaptı, Trinco?" diye sordum. "SavaĢ."


"Olabilir, ama Trinco tüm dünyanın ve tüm zamanların en büyük savaĢçısıdır. Onun kadar büyük fatih gelmedi. Limanımıza yaklaĢırken sol yanınızda külah biçiminde, fazla büyük değil ama Ģarabı ünlü olan Amphelopore Adası'nı, sağınızda ise daha büyük, bakır madeniyle zengin ve keskin diĢler gibi göğe yükselen dağlarıyla Köpek Çenesi dediğimiz adayı görmüĢ olmalısınız. Trinco'dan önce bu iki ada bizimdi, imparatorluğumuz orada sınır buluyordu. Trinco Penguenlerin egemenliğini Turkuaz Takımadalarıyla YeĢil Kıta'ya kadar geniĢletti, tarihsel düĢmanımız Foklara boyun eğdirdi, bayrağımızı kutup buzullarına ve Afrika'nın yakıcı çöllerine dikti. Fethettiği her ülkeden ordusuna asker katardı, öyle ki orduları geçit yaptığında bizim piyadeler, topçular ve süvarilerin arkasından mavi zırhları içinde istakoza benzeyen sarı derili savaĢçılar, baĢlarında papağan tüylü sorguçları, dövmeli bedenleri ve sırtlarında zehirli oklarıyla kızılderililer, devekuĢlarına binmiĢ pigmeler, yaĢlı ve kıllı göğsünde madalya taıyan bir erkek maymunun arkasında bir ağaç dalını tutarak yürüyen goriller. Tüm bu ordular, ateĢli bir yurt sevgisiyle Trinco'nun sancağının altında zaferden zafere koĢtular. Otuz yıl süre içinde Trinco dünyanın yarısını fethetti." "Ne!" diye haykırdım, "siz dünyanın yarısına mı sahipsiniz?" "Trinco bize onları kazandırdı ve kaybettirdi. Yenilgide de aynı büyüklüğü gösterip tüm aldıklarını geri verdi. Hatta, daha önce sahip olduğumuz Amphelophore ve Köpek Çenesi adalarını da yitirdik. Penguenistan'ı daha yoksul ve daha az nüfuslu bıraktı. Yarımadanın genç insanları savaĢlarda yok oldular. Trinco tahttan indiğinde ülkemizde yalnızca kambur ve topallar kalmıĢtı, biz onların çocuklarıyız. Olsun, o bize Ģan ve onur verdi ya!" "Ama, bunu pek pahalıya ödemiĢsiniz!" "ġan ve onur asla ucuza gitmez," dedi rehberim. III PROFESÖR OBNUBILE'ĠN YOLCULUĞU Ardarda gelen birçok akıl almaz değiĢiklik, bir yandan zamanın törpüsü, öbür yandan da tarihçilerin berbat anlatımı sayesinde unutulduktan sonra, Penguenler halkın kendisini yönettiği bir hükümet kurdular. Önce bir kurultay oluĢturup devlet baĢkanını seçme yetkisini bu kurula verdiler. Basit halk arasından seçilen bu baĢkan baĢında ejderhanın tacını taĢımıyor, halk üzerinde kesin bir yetke oluĢturmuyordu. O da halkın yasalarına uyuyordu. Ona kral bilmem kaçıncı sanı verilmiyordu, adları Paturle, Janvion, Truffaldin, Coqenpot veya Bredouille gibi sokakta raslanan bir ad olabiliyordu. Bu baĢkanlar savaĢ da yapmıyorlardı, zaten hazır üniformaları da yoktu. Yeni devlete "kamu malı" anlamına gelen cumhuriyet (republik) adı verildi. Buna yandaĢ olanlara cumhuriyetçiler deniyordu, ama arada bir mızıkçılar veya düzenbazlar dendiği oluyorsa da bu nitelemeler hoĢ karĢılanmıyordu. Penguen demokrasisi tam olarak halkın yönetimi değildi, mali bir oligarĢinin egemenliğindeydi. Bunlar gazetelerde kamuoyu oluĢturuyor; milletvekillerini, bakanları ve baĢbakanı avuçlarında tutuyorlardı. Bu oligarĢi kamu harcamalarını yönlendiriyor, ülkenin dıĢ politikasını belirliyordu. O çağda tüm krallık ve imparatorluklar büyük deniz filolarına sahiptiler, onlar gibi yapmak zorunda kalan Penguenistan, silahlanmanın mali yükü altında eziliyordu. Herkes bu durumdan yakınıyordu veya öyle görünüyordu; fakat zenginler, tüccarlar ve bankerler bu yurt görevine severek katlanıyorlardı; çünkü mallarını korumak ve yeni pazarlar, sömürgeler bulabilmek konusunda askerlere ve denizcilere güveniyorlardı. Büyük sanayi patronları yurt sevgisi ve biraz da artırmalarda iĢ alabilme aĢkıyla silah ve savaĢ gemisi yapımına hız vermiĢlerdi. Orta sınıf ve aydın kesimden insanlara gelince, birinciler bu durumun hiç değiĢmeyeceğini düĢünerek yakınmasız katlanıyor, ikincilerse sonun gelmesini sabırsızlıkla bekliyor ve tüm büyük güçlerin aynı anda silahsızlanmasını sağlamaya çalıĢıyorlardı. Ünlü Profesör Obnubile bu ikincilerdendi. "SavaĢ denen barbarlık," diyordu, "uygarlığın geliĢmesiyle yok olacaktır. Büyük demokrasiler barıĢçıdırlar ve bunların etkisi kesinlikle öbür devletlere de yayılacaktır." AltmıĢ yıldır dünyadan elini eteğini çekmiĢ ve laboratuvarında yalnız yaĢamakta olan Profesör Obnubile ulusların düĢüncelerini kendi kulağıyla iĢitmeye karar verdi. Ġncelemesine dünyanın en büyük demokrasisi ile baĢladı ve Yeni Atlantis'e gitmek üzere bir gemiyle yola çıktı. Gemi onbeĢ günlük bir yolculuktan sonra gece vakti, binlerce deniz aracının demirlemiĢ olduğu Titanport limanına yanaĢtı. Suların üzerine uzatılmıĢ çelik bir köprünün ıĢıkları altından geçerken Profesör Obnubile Satürn'ün denizlerinden geçtiğini ve yaĢlı gezegenin altın kuĢağını görmekte olduğunu sandı. Bu dev köprü dünya servetinin dörtte birinden fazlasını taĢıyordu. Karaya inen bilgin Penguen kırk sekiz katlı ve


robotların hizmet ettiği bir otelde ağırlandı, sonra kendisini Yeni Atlantis'in baĢkenti Gigantopolis'e götürecek olan büyük trene bindi. Trende lokantalar, oyun salonları, cimnastik odaları, para ve mal ticareti konusunda telgrafların okunabildiği bir postane, bir tapınak ve profesörün bilmediği Yeni Atlantis dilinde bir gazetenin basıldığı basımevi bulunuyordu. Tren büyük ırmak kıyılarından geçerken fabrika-kentlerin bacalarından çıkan dumanın gökyüzünü kararttığını gördü: Gündüz kapkara, gece ıĢıl ıĢıl ve sürekli uğuldayan kentler. "ĠĢte," diye düĢündü profesör, "sanayi ve ticaretle uğraĢtığı için savaĢ yapmaya gereksinimi olmayan bir halk. Yeni Atlantislilerin barıĢa dayalı bir politika izlediklerinden Ģimdiden eminim. Çünkü tüm ekonomistler de bilirler ki yurtta barıĢ dünyada barıĢ ilkesi ticaret ve endüstrinin geliĢmesi için temeldir." Gigantopolis'i gezerken bu düĢüncesinin doğru olduğu kanısına vardı. Caddelerde yürüyen insanlar o kadar aceleciydiler ki yollarına çıkan ne varsa çarpıp deviriyorlardı. Birkaç kez yere yuvarlanan Obnubile nasıl yürümesi gerektiğini sonunda öğrendi: Bir saat sonra kendisi de bir Atlantalıyı devirdi. Büyük bir alana geldiğinde yetmiĢ metre boyunda sütunları olan ve klasik mimaride yapılmıĢ büyük bir saray gördü. BaĢını kaldırıp bu yapıyı incelerken sade giyimli bir adam yanaĢtı ve Penguen diliyle konuĢtu: "Giysilerinizden Penguenistanlı olduğunu anlıyorum. Ben dilinizi bilirim, yeminli tercümanlık yapıyorum. Bu bina Parlamento'dur. ġu sırada milletvekilleri görüĢüyorlar. Oturumu izlemek ister misiniz?" Dinleyici localarına alınan profesör hezaren koltuklarda oturan ve ayaklarını önlerindeki sıraların üzerine uzatmıĢ olan milletvekilleri gördü. Meclis baĢkanı ayağa kalktı ve genel umursamazlık içinde pek de iĢitilmeyen bir sesle konuĢtu. Tercümanın çevirdiği sözler Ģöyleydi: "Mongolya pazarının açılma savaĢı devletin baĢarısıyla sonuçlanmıĢtır; harcamaların maliye komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..." "KarĢı görüĢ var mı?" "Önerge kabul edilmiĢtir." "Üçüncü Zelanda pazarının açılma savaĢı devletin baĢarısıyla sonuçlanmıĢtır, harcamaların maliye komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..." "KarĢı görüĢ var mı?" "Önerge kabul edilmiĢtir." "YanlıĢ mı duyuyorum?" diye sordu Profesör Obnubile. "Siz, bir endüstri devleti, savaĢlar yapıyorsunuz?" "Elbette," dedi tercüman, "bunlar endüstri savaĢlarıdır. Ticaret ve endüstrisi olmayan devletler savaĢ yapmak zorunda değildirler; ama zengin bir ulus fetih politikası uygulamak zorundadır. Açtığımız savaĢların sayısı üretim artıĢımızla birlikte gider. Bir sanayi kolumuz ürettiğini satamaz olduğunda yeni bir savaĢla ona yeni pazarlar bulmak gerekir. Örneğin, bu yıl bir kömür savaĢı, bir bakır savaĢı, bir pamuk savaĢı oldu. Üçüncü Zelanda'ya Ģemsiye ve pantolon askısı satabilmek için halkının üçte ikisini öldürmek zorunda kaldık." O sırada meclisin ortalarında oturan ĢiĢman bir milletvekili kürsüye geldi. "Zümrütistan Cumhuriyeti'ne savaĢ açılması için önerge vermek istiyorum," dedi. "Bunlar utanmadan tüm dünya pazarlarında bizim sosis ve jambomlarımızla rekabet ederek et endüstrimizle alay ediyorlar." "Kim bu milletvekili?" diye sordu profesör. "O bir domuz tüccarıdır." "KarĢı görüĢ var mı?" diye sordu baĢkan. "Önergeyi oylatıyorum." Zümrütistan'a savaĢ açılması el kaldırılarak büyük bir çoğunlukla kabul edildi. "Nasıl?" diye haykırdı Obnubile, "bu kadar acele ve umursamazlıkla bir savaĢa karar verdiniz?.." "Oh! Bu pek önemsiz bir savaĢ, yalnızca sekiz milyon dolara mal olacak." "Ama insanlar..." "Ġnsanlar da bu sekiz milyon doların içinde." O zaman Profesör Obnubile baĢını elleri arasında alıp acıyla düĢündü: "Madem ki uygarlık ve zenginlik de barbarlık ve yoksulluk kadar savaĢlara yol açıyor, madem ki insanların çılgınlık ve kötülüğünün çaresi yok, yapılacak tek bir Ģey kalıyor. Bilge kiĢi bu gezegeni havaya uçuracak kadar dinamit bulmalı. Patlayıp parçaları uzaya yayıldığında evrende ufak da olsa bir iyileĢme olurdu, varlığı zaten kuĢkulu olan evrensel vicdan biraz olsun rahat ederdi." BEġĠNCĠ KĠTAP YAKIN ÇAĞ


CHATILLON I PEDER AGARIC VE CORNEMUSE Her yönetim düzeni mutsuzlar yaratır. Cumhuriyet, yani "kamu malı" yönetim düzeninde de böyle oldu: Eski ayrıcalıklarını yitiren soylular giderek Draco hanedanının son üyesi olan Prens Crucho'ya hayranlık ve umutla bakmaya baĢladılar. Bu genç prenste sürgünde olmanın verdiği üzünçlü bir çekicilik vardı. Öbür mutsuzların baĢında, köklü ekonomik nedenlerle artık para kazanamayan küçük esnaf geliyordu; bunlar önce destekledikleri cumhuriyeti zamanla tüm dertlerinin sorumlusu olarak görmeye ve ondan her gün biraz daha uzaklaĢmaya baĢlamıĢlardı. Hıristiyanlar kadar Yahudi bankerler de, küstahlık ve açgözlülükleriyle, soyup aĢağıladıkları ülkenin baĢına bela olmuĢlardı; her hükümet döneminde önlerinde bir engel olmadan iĢlerini yürütebileceklerinden emin olduklarından, hükümetlerin kalması veya değiĢmesini önemsemiyorlardı. Ancak, onların da gönlünde krallık yönetimi yatıyordu, böylece henüz genç ve çelimsiz olan sosyalist rakiplerinden daha iyi korunabileceklerdi. Giderek, yaĢam biçimlerine öykündükleri soyluların politik ve dinsel düĢüncelerini de benimsemeye baĢladılar. Özellikle, havai ve gösteriĢ seven banker hanımları prensi seviyor ve onun sarayına konuk olabilmeyi düĢlüyorlardı. Fakat, cumhuriyetin de taraftarları ve savunucuları vardı. Cumhuriyet kendi memurlarının bağlılığına güvenemiyorsa da, iĢçiler vardı: Gerçi onların zor yaĢam koĢullarını değiĢtirememiĢti, ama ne zaman cumhuriyet tehlikeye girse taĢ ocaklarından, kulübelerinden ve zindanlarından kapkara ve bakımsız yüzleriyle çıkıp alanlarda yürüyorlardı. Onun için canlarını verirlerdi, çünkü cumhuriyet onlara bir umut vermiĢti. Theodore Formose'nin baĢkanlığı döneminde, Alca kentinin sakin bir varoĢunda, yaĢamını çocukları eğiterek ve nikah kıyarak sürdüren Agaric adında bir rahip vardı. Kendi okulunda, eskinin soylu fakat tüm zenginliklerini yitirmiĢ ailelerin çocuklarına din, eskrim, ata binme dersleri veriyordu. Sonra, çocuklar evlenecek yaĢa geldiklerinde bu genç adamları, bankerlerin bol çeyizli ama hâlâ küçümsenen kızlarıyla evlendiriyordu. Uzun boylu, zayıf ve esmer olan Agaric, elinde tesbihi ve yüzünde düĢünceli bir anlatımla sürekli okulun koridorlarında ve bahçelerinde dolaĢırdı. Öğrencilerine yalnızca eski din bilgilerini ve biçimsel din kurallarını öğretmek, sonra da onları zengin kızlarla evlendirmekle kalmazdı. Onun çok daha büyük politik niyetleri vardı ve dev bir planın gerçekleĢmesi için yaĢıyordu. Tüm düĢüncesi ve yaĢam amacı cumhuriyeti devirmekti. Bunu kiĢisel çıkarı için istiyor değildi. Demokratik bir düzeni, kendini bedeni ve ruhuyla adadığı tanrısal toplum düzenine aykırı görüyordu. Diğer rahip kardeĢler de onun gibi düĢünüyorlardı. Cumhuriyet din adamları ve onların topluluklarıyla sürekli çatıĢma içindeydi. KuĢkusuz, yeni düzeni devirme düĢüncesi zor ve tehlikeli bir uğraĢtı. Ama Agaric hiç olmazsa yaman bir darbe giriĢimi baĢlatabilirdi. Din adamlarının yüksek sınıflarla içli dıĢlı olduğu o dönemde, Alcalı soylular üzerinde bu rahibin derin bir etkisi vardı. YetiĢtirdiği gençler, halk yönetimine karĢı yürümek için ondan bir iĢaret bekliyorlardı. Eskinin soylu aile çocukları sanat veya ticaretle uğraĢmıyorlardı. Cumhuriyete hizmet ediyor, ama onu sevmiyorlardı; ejderha baĢlığını özlüyorlardı. Ve Yahudi gelinler, soylu Hıristiyan sayılabilecekleri umuduyla, kocalarının bu özlemlerini paylaĢıyorlardı. Bir temmuz günü, varoĢtan kırlara açılan tozlu bir yolda yürürken, yosun tutmuĢ bir köy kuyudan yardım sesleri geldiğini iĢitti. Yakındaki bir kunduracıdan öğrendiğine göre hırpani kılıklı bir adam "YaĢasın cumhuriyet!" diye bağırınca, oradan geçmekte olan süvari subayları adamı yakalayıp kuyuya atmıĢlardı. Agaric basit olayların derin anlamları olduğuna inanırdı. Bu adamın kuyuya atılmasını, tüm soylu ve asker sınıflarının artık kıvamına erdiğini ve harekete geçme zamanının geldiğini gösteren bir belirti olarak gördü. Ertesi gün, Conil Ormanı içinde yaĢayan Peder Cornemuse'ü görmeye gitti. Bu büyük din adamını laboratuvarında, imbikten altın renkli bir sıvıyı damıtırken buldu. Peder Cornemuse kısa boylu, ĢiĢman, kırmızı yanaklı ve baĢında saç kalmamıĢ yaĢlı bir adamdı. Göz kapakları kobaylarınki gibi kırmızıydı. Konuğunu saygıyla buyur etti; ona kendi ürettiği ve satıĢından iyi para kazandığı Azize Pembekız ġurubu'ndan sundu. Agaric Ģurubu eliyle geri çevirdi. Sonra, büyük ayakları üzerinde dikilip buruĢuk Ģapkasını göbeğinin üstünde sıkı sıkı tutarak sessizce bekledi. "Otursanıza" dedi Cornemuse.


Agaric topal bir tabureye iliĢti ama sessizliğini bozmadı. O konuĢmayınca, Conil Ormanı'nın din adamı üsteledi: "Ya genç öğrencileriniz ne yapıyorlar? Çocuklar iyi okuyorlar mı?" - Çok hoĢnutum," dedi Agaric. "ĠĢin püf noktası temel ilkeleri öğretmekte. DüĢünmeye baĢlamadan önce iyi düĢünmeyi öğrenmek gerekir. Sonra çok geç olur... Çevremde avunacak çok Ģey buluyorum. Doğrusu, zor zamanlar yaĢıyoruz. "Ne yazık ki öyle!" diye içini çekti Cornemuse. "Kötü günler geçiriyoruz." "Sınama günleri bunlar..." "Ancak, Cornemuse, kamuoyu sandığımız kadar yozlaĢmıĢ değil." "Olabilir." "Halk kendisini sefil eden ve hiçbir Ģey yapmayan bu hükümetten bıkmıĢ. Her gün yeni skandallar patlıyor. Cumhuriyet utanç içinde boğuluyor. Sonu geldi." "Tanrı sizi iĢitsin!" "Cornemuse, Prens Crucho hakkında ne düĢünüyorsunuz?" "Sevimli bir genç, ulu bir hanedana layık bir oğul. Onun bu genç yaĢta sürgün acısı çekmesine üzülüyorum. Sürgündekiler için baharda çiçekler açmaz, güzün meyveler olmaz. Prens Crucho doğru yolda; din adamlarına saygılı, tapınımını yerine getiriyor; ayrıca benim Ģurubumun da iyi bir tüketicisi." "Cornemuse, yoksul veya zengin birçok yuvada onun dönüĢü özleniyor. Bana inan, o geri gelecek." "Cüppemi onun yoluna sermeden ölmeyeyim!" diye iç çekti Cornemuse. Onun bu duygularını öğrenen Agaric, kendi algıladığı biçimde halkın özlemlerini anlattı. Soylular ve askerlerin halk yönetiminden bıktığını, ordunun yeni aĢağılamalara artık katlanmak istemediğini, memurların ihanete hazır, mutsuz halkın ayaklanıp kilise düĢmanlarını Alca kuyularına atmaya hazır olduğunu anlattı. Sonuç olarak büyük bir darbe vurmanın zamanı geldiğini söyledi: "Penguen halkını," diye haykırdı, "bu acımasızlardan ve kendi nefsinden kurtarıp ejderha tacını yerine geri koyabiliriz! Eski ulu devleti, inancın onurunu ve kilisenin bereketini geri getirebiliriz. Ġstersek bunu baĢarabiliriz. Yeterli servetimiz ve gizli yerlerde etkimiz var; gazetelerimizdeki ateĢli yazılarla kent ve köylerdeki din adamlarına iletiler verebiliyor, onların inançlarını ayağa kaldıracak ateĢi canlı tutabiliyoruz. Onlar ateĢle topluluklarını harlandıracaklar. Ordunun en büyük önderleri ve halkın önemli temsilcileriyle gizli bağlantım; ayrıca, Ģemsiye tüccarları, Ģarapçılar, mağaza tezgahtarları, gazete çığırtkanları, fahiĢeler ve polisler arasında da bana bilmeden hizmet edenler var. Gerektiğinden fazla adamımız var. Daha ne bekliyoruz? Harekete geçelim!" "Ne yapmayı düĢünüyorsunuz?" diye sordu Cornemuse. "Büyük bir kalkıĢmayla cumhuriyeti devirmek ve Draconit tahtına Crucho'yu geçirmek istiyorum." Cornemuse dilini uzun süre dudakları üzerinde gezdirip tatlı bir sesle Ģöyle dedi: "Elbette Draconitleri yeniden baĢa geçirmek istenebilecek bir Ģeydir, ben de bütün yüreğimle isterim bunu. Cumhuriyete gelince, onun hakkında ne düĢündüğümü biliyorsunuz... Fakat, onu kendi yazgısıyla baĢbaĢa bırakıp özünde var olan kötü hastalıktan ölmesini beklemek daha doğru olmaz mı? Sizin önerdiğiniz Ģey, sevgili Agaric, soylu ve yiğit bir yol. Bu büyük ve talihsiz ülkeyi kurtarıp ilk günlerindeki görkemine kavuĢturmak güzel olurdu. Ama, bir düĢünün: Bizler Penguen olmaktan önce Hıristiyanız. Politik giriĢimlerle dinimizin adını lekelemeye karĢı çok dikkatli olmalıyız." Agariç hıĢımla yanıt verdi: "Hiç korkmayın. Komplonun tüm ipleri elimizde olacak, fakat bizler gölgede kalacağız. Bizi görmeyecekler." "Süt içindeki sinekler gibi," diye mırıldandı Conil Ormanı'nın adamı. Sonra kırmızı gözkapaklarını meslektaĢının üzerine dikip Ģöyle dedi: "Dikkat edin, sevgili dostum. Cumhuriyet sandığınızdan daha güçlü olabilir. Sakın onu bu saatte uyuduğu gevĢeklik uykusundan uyandırmakla gücünü artırmıĢ olmayalım? O çok kurnazdır, saldırırsak kendini savunur. Yaptığı kötü yasalar Ģimdilik bize iliĢmiyor; ama korktuğu zaman bizi ezecek yasalar koyar. Tüylerimizi bırakabileceğimiz bir savaĢa sorumsuzca kalkıĢmayalım. Zaman uygun diyorsunuz, öyle mi? Buna inanmıyorum, nedenini size söyleyeyim. Var olan yönetim düzenini aslında pek kimse tanımıyor. O kendisini halkın malı diye tanıtıyor. halk buna inandığı için demokrat ve cumhuriyetçi olmayı sürdürüyor. Ama sabredin! Aynı halk bir gün cumhuriyetin gerçekten kamu malı olmasını isteyecektir. Bu tür halkın malı olma savlarını ne kadar saçma ve kutsal düzene aykırı bulduğumu söylememe gerek yok. Ama halk kendisinin olanı isteyecek ve alacaktır; bu da var olan yönetim düzeninin sonu olacaktır. Bu anın gelmesi pek yakındır. ĠĢte bizler, yüce amaçlarımız için, o zaman harekete geçmeliyiz! Bekleyin! Ne


acelemiz var? Varlığımız tehlikede değil, yaĢamımız katlanılmayacak kadar zorlaĢmadı. Cumhuriyet bize saygı göstermiyor, sözümüzü dinlemiyor; rahiplere hak ettikleri payeleri vermiyor. Ama yaĢamamıza izin veriyor. Ne kadar yaĢarsak o kadar güçleniyoruz. Cumhuriyet bize düĢman, ama kadınlar bizi sayıyorlar. Tövbekar baĢkan Formose ayinlerimize katılmıyor, ama karısı ve kızları her pazar dizlerime kapanıyor. ġiĢelerimden düzinelerce alıyorlar. Soylular arasında bile böyle iyi müĢterim yok. ġunu açıkça itiraf edelim: Dünya üzerinde kilise ve rahiplere bu kadar yararlı baĢka bir ülke yoktur. BaĢka hangi ülkede bu kadar bol sayıda ve bu kadar yüksek fiyata Ģifalı merhemimizi, kuvvet macunumuzu, tespihlerimizi, atkılarımızı, okunmuĢ sularımızı ve Azize Pembekız ġuruplarımızı satabiliriz. Hangi ülke halkı elimizle yaptığımız bir haç iĢaretine, ağzımızdan çıkan birkaç duaya yüz ekü para öder? Bana gelince, bu sevimli, sadık ve uysal Penguenistan'da bir balya kekik otundan çıkardığım bu Ģuruptan kazandığımın binde birini, Avrupa ve Amerika'nın en kalabalık ülkelerinde kırk yıl boyunca vaaz verip ciğerlerimi paralasam bile kazanamam. Ġçten olalım, bir polis komiseri beni gelip götürse ve Gece Adaları'na sürgüne giden bir gemiye bindirse Penguenistan daha mı mutlu olurdu?" Böyle konuĢtuktan sonra, Cornemuse ayağa kalktı ve konuğunu büyükçe bir çiftlik yapısına götürdü. Orada, mavi önlükler giymiĢ yüzlerce yetim çocuk ĢiĢeleri paketliyor, kasaları çakıyor ve etiketleri yapıĢtırıyorlardı. Çekiçlerin gürültüsü ve raylarda ilerleyen ĢiĢelerin çınlaması kulakları sağır ediyordu. "Gönderimleri buradan yapıyorum, dedi Cornemuse. Devletin orman içinden kapıma kadar gelen bir demiryolu yapmasını sağladım. Gördüğünüz gibi, cumhuriyet tüm inançları yıkamamıĢ." Agaric bilge damıtıcıyı inandırmak için son bir çaba gösterdi. BaĢarının kesin, çabuk ve parlak olacağını göstermeye uğraĢtı. "Buna katkıda bulunmak istemez misiniz?" diye ekledi. "Kralınızı sürgünden kurtarmak istemez misiniz?" "Ġnançlı kiĢilere sürgün tatlı gelir," dedi Conil Ormanı'nın adamı. Bana inanıyorsanız, sevgili dostum Agaric, Ģimdilik tasarınızdan vazgeçersiniz. Bana gelince, pek düĢ kurmuyorum. Beni nelerin beklediğini biliyorum. Aranıza katılmasam bile, siz yitirdiğinizde bedelini ödeyenler arasında ben de olacağım." Peder Agaric dostundan izin isteyip ayrıldı ve sevinçle okuluna döndü. "Cornemuse," diye düĢündü, "komployu önleyemeyeceğini anlarsa, baĢarılı olmasını ister ve gerekli parayı verir." Agaric yanılmıyordu. Gerçekten de rahiplerin dayanıĢması böyleydi, içlerinden birinin eylemlerine tümü katılırdı. Huylarının en iyi ve en kötü yanı da buydu. II PRENS CRUCHO Agaric vakit yitirmeden, eskiden yakın görüĢtüğü Prens Crucho'ya gitmeye karar verdi. ġafakla birlikte bir sığır tüccarı kılığında okulun yan kapısından çıktı ve limandan Aziz Mael gemisine bindi. Ertesi gün Foklar Ülkesi'nde karaya çıktı. Prens Crucho sürgünün acı ekmeğini bu konuksever ülkedeki Chatterlings Ģatosunda yiyordu. Agaric onu asfalt yolda bir otomobilde iki güzel kızla saatte yüz otuz kilometre hız yaparken buldu. Onu gören din adamı kırmızı Ģemsiyesini sallayınca prens arabasını durdurdu. "Siz misiniz, Agaric? Binin bakalım! Zaten üç kiĢiyiz, ama biraz sıkıĢabiliriz. Bu bayanlardan biri sizin kucağınıza otursun." Dindar Agaric arabaya bindi. "Haberler nasıl, sayın pederim?" diye sordu genç prens. "Haberler büyük," dedi Agaric. "KonuĢabilir miyim?" "KonuĢun. Bu bayanlardan hiçbir Ģeyimi saklamıyorum." "Majesteleri, Penguenistan sizi istiyor. Onun çağrısını duymazdan gelemezsiniz. Agaric kamuoyunun son durumunu özetledi ve büyük bir komplonun planını açıkladı. "Benim bir iĢaretimle," dedi, "tüm yandaĢlarınız ayaklanacaklar. Eli öpülesi rahipleriniz cüppelerini sıvayıp ellerine haçlarını alacak ve silahlı kalabalığı Formose'un sarayına yürütecekler. DüĢmanlarımızın ruhuna korku ve dehĢet salacağız. Tüm bu uğraĢılarımız karĢılığında sizden tek isteğimiz var: Bunları boĢa çıkarmayın. Gelip size hazırladığımız tahta çıkın." Prens Ģöyle dedi: "Alca'ya yeĢil bir at üstünde gireecğim." Agaric bu erkekçe yanıtı beğendi. Gerçi, alıĢık olmadığı biçimde kucağında bir bayan vardı ama, genç prense krallık görevlerine sadık olmayı öğütledi. "Majesteleri," diye ağlayarak haykırdı. "Bir gün sizi sürgünden kurtarıp halkınıza kavuĢturan, atalarınızın


tahtına Draco'nun tacıyla oturtanların din adamları olduğunu anımsarsınız. Kral Crucho, Ģanınız ve onurunuz atanız Büyük Draco kadar olsun!" Duygulanan genç prens koruyucusunu kucaklamak istedi; ancak bu sıkıĢık arabada iki güzel kızın arasından ona ulaĢmak kolay olmadı. "Sayın pederim," dedi, "bu kucaklaĢmaya tüm Penguenlerin tanık olmasını isterdim." "Gerçekten bu yaman bir görüntü olurdu." Bir yandan kasaba ve köy sokaklarından hızla geçen araba, tavuk, kaz, hindi, ördek, ispenç tavuğu, kedi, köpek, domuz, çocuk, ırgat ve köylü, ne çıkarsa iĢtahlı tekerlerinin altında ezip geçiyordu. Bu arada Agaric aklında büyük planlarını sıralıyordu. Kızların arasından zor iĢitilen sesiyle Ģöyle dedi: "Para gerekiyor, hem de çok para." "O sizin iĢiniz," dedi prens. Sonunda Ģatonun demir kapısı büyük otomobilin önünde açıldı. AkĢam yemeği görkemli oldu. Kadehler Draco tacının Ģerefine kalktı. Herkesin bildiği gibi, ağzı kapalı bir kadeh egemenlik iĢaretidir. Nitekim, Prens Crucho ve eĢi Prenses Gudrune ayin kabına benzeyen kadehlerden içtiler. Prens Penguenistan'ın beyaz ve kırmızı Ģaraplarından bol bol tattı. Crucho gerçek prenslere layık bir eğitim görmüĢtü: Otomobil kullanmaktaki becerisi yanında, kendi tarihini de bilmiyor değildi. ġanlı ailesinin antikalarını ve resimlerini tanımakta usta olduğu söyleniyordu. Bu kültürünün bir kanıtını tatlı sırasında verdi. Ünlü kadınların ortak özelliklerinin konuĢulduğu bir sırada Ģöyle dedi: "Adını almıĢ olduğum Kraliçe Crucho'nun göbeğinin altında bir ben olduğu doğrudur." Agaric o akĢam prensin üç yaĢlı danıĢmanıyla ciddi bir görüĢme yaptı. Para için, damadını kral görmek isteyen kayınpedere, soylular arasına girmeye istekli bazı Yahudi bayanlara ve Foklar Ülkesi'nin naip prensine baĢvurmaya karar verildi. Bu sonuncusu, halkının tarihsel düĢmanı olan Penguenleri zayıflatmak için Crucho'nun tahta geçmesinin yararlı olacağını düĢünüyordu. Üç yaĢlı danıĢman aralarında sarayın baĢ görevlerini paylaĢtılar; mabeyinci, baĢ yargıç ve haznedarlık görevlerinden geri kalanları prensin çıkarına uygun olarak baĢkalarına dağıtma görevini din adamına bıraktılar. "Özveriyi ödüllendirmek gerekir," dediler danıĢmanlar. "Ġhaneti de," dedi Agaric. "Çok doğru," dedi darbeler uzmanı olan danıĢman Marki Septplaies. Sonra dans edildi. Balodan sonra Prenses Gudrune yeĢil giysisinin eteklerini yırtıp kokartlar yaptı; bunlardan birini kendi eliyle rahibin göğsüne iliĢtirirken din adamının gözlerinden mutluluk ve minnet yaĢları akıyordu. Hemen o sabah, prensin baĢseyisi M. de Plume yeĢil bir at bulmak için harekete geçti. III GĠZLĠ GÖRÜġME Penguenlerin baĢkentine dönen Peder Agaric düĢüncelerini, Draco yanlısı görüĢlerini bildiği Prens des Boscenos'a açtı. Prens de Boscenos'un soylular arasında iyi bir adı vardı. Boscenoslu Torticol ailesinin soyağacı Dindar Brian'a kadar uzanıyordu ve krallık tarihinde yüksek görevlerde bulunmuĢlardı. 1179'da Penguenistan'ın büyük amirali olan Philip Torticol cesur, sadık, Ģevketli ama kinci olduğundan, aĢığı olduğu Kraliçe Crucho'nun kendisini bir ahır seyisiyle aldattığından kuĢkulanarak La Crique limanını ve tüm Penguen deniz filosunu düĢmana teslim etmiĢti. Boscenoslara o ünlü altın banyo küvetini bu büyük kraliçe armağan etmiĢti. Bu ailenin parolası 16. yüzyıldan kalmadır; nasıl olduğunu anlatayım. Bir Ģölen gecesi, kralın bahçesinde havai fiĢek gösterisini izleyen nedimelerin kalabalığı arasına karıĢan Dük Jean des Boscenos, Skull DüĢesi'ne yanaĢtı ve elini kadının eteğinin altına soktu. Soylu kadın sesini çıkarmadı; ama oradan geçmekte olan kral onları bu durumda görünce Ģöyle demekle yetindi: "Ha Ģöyle, keyfiniz yerinde olsun." ĠĢte, bu beĢ sözcük Boscenosların parolası oldu. Prens des Boscenos ataları gibi yozlaĢmıĢ değildi; Draconitlerin kanına tükenmez bir bağlılık besliyor, Prens Crucho'nun ve kendi yitik servetlerinin geri gelmesini iple çekiyordu. Bu nedenle, rahip Agaric'in komplosunu hevesle benimsedi. Hemen din adamının tasarılarına katıldı ve onu, yakın çevresinde tanıdığı en ateĢli krallık yanlıları olan Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont Olive ve Bay Bigourd ile iliĢkiye geçirdi. Tüm bu kiĢiler bir gece, Alca'nın iki fersah batısında Dük Ampoule'un kır evinde toplanıp yol ve


yordam görüĢtüler. Bay de la Troumelle yasal eylemden yanaydı: "Yasal sınırlar içinde kalmalıyız," dedi özetle. "Bizler düzen adamlarıyız. Umutlarımızın gerçekleĢmesi için yorulmadan propaganda yapmalıyız. Ülkenin kafa yapısını değiĢtirmek gerekir. Davamız haklı olduğu için kazanacaktır." Prens des Boscenos karĢı düĢüncedeydi. Ona göre haklı davaların haksızlar kadar, hatta daha da çok, güç kullanmaya gereksinimi vardı. "Ġçinde bulunduğumuz durumda," diye açkıladı sakin bir sesle, "üç eylem yolu gözüküyor: Kasap çıraklarını yanımıza çekmek, bakanları ihanete zorlamak ve BaĢkan Formose'u kaçırmak." "Formose'u kaçırmak yanlıĢ olur," diye Bay de la Trumelle karĢı çıktı. "BaĢkan bizimle birlikte." Bir Draco yanlısının baĢkanı kaçırmayı önermesi ve baĢka bir Dracocunun onun dost olduğunu ileri sürmesi cumhurbaĢkanının davranıĢ ve düĢüncelerini yeterince açıklıyordu. Formose, hayran olduğu ve tavırlarına öykündüğü kralcılara sempatiyle bakıyordu. Ancak, Draco tacından söz edildiğinde gülümsüyorsa, bu, onu kendi baĢına takmayı düĢündüğü içindi. Kesin bir yetke ona çekici geliyordu; bu yetkeyi kullanmaktan çok, öyle görünebilmek hoĢuna giderdi. Ünlü bir Penguen tarihçinin dediği gibi, "o bir kazdı". Prens des Boscenos elde silah parlamentoyu ve Formose'un sarayını basma düĢüncesini üsteledi. Kont Clena daha da doluydu: "Önce cumhuriyetçileri ve tüm yardakçılarını kılıçtan geçirelim, boğazlayalım ve barsaklarını dökelim. Gerisini sonra düĢünürüz." Bay de la Trumelle ılımlıydı. Ilımlılar Ģiddete hep ılımla karĢı çıkarlar. Kont Clena'nın düĢüncesinin soylu ve yiğit bir duygudan kaynaklandığını kabul ediyordu; ancak, utangaç bir sesle bunun ilkelere aykırı ve bazı tehlikeleri olduğunu belirtti. Sonunda, tartıĢmaya açık olduğunu söyledi. "Halka bir çağrı yapalım," diye önerdi. "Onlara kim olduğumuzu bildirelim. Merak etmeyin, ben bayrağımı cebimde taĢıyacak değilim." Bay Bigourd söz aldı: "Baylar, Penguenler yeni düzenden yakınıyorlar, çünkü onun nimetlerinden yararlanıyorlar; durumundan hep yakınmak insanın doğasında vardır. Fakat, aynı zamanda düzen değiĢtirmekten de korkarlar, yenilik onları ürkütür. Bu halk Draco'nun değerini bilmedi; Ģimdi arada bir onu özlediklerini söylüyorlarsa onlara inanmayın: Kısa süre içinde, düĢünmeden konuĢtuklarını anlayacaklardır. Bizim hakkımızdaki düĢünceleri konusunda kendimizi aldatmayalım. Bizi sevmiyorlar. Soylulardan nefret ediyorlar; ya bize gıpta ettikleri yahut da eĢitlik duygusunu sevdikleri için. Bu iki duygu halkta bir araya geldiğinde tehlikeli olur. Kamuoyu bize karĢı değil, çünkü bizi umursamıyor. Ama, ne istediğimizi öğrendiği an, arkamızı bırakır. Demokratik yönetim düzenini yıkıp yerine ejderha baĢını getirmek istediğimizi belli edersek, yandaĢımız kim kalır? Kasap çırakları ve Alca esnafı. Hem bu esnafa da sonuna kadar güvenebilir miyiz? Onlar Ģimdi mutsuz, ama yüreklerinin içi cumhuriyetçidir. Crucho'yu yeniden görmektense, o berbat mallarını mutsuz bir yüzle satabilmeyi yeğlerler. Açığa çıkarsak, onları ürkütürüz. Bizi sevimli bulmaları ve arkamızdan gelmeleri için, bizim cumhuriyeti devirmek değil, tersine onu sağlamlaĢtırmak, temizlemek, güzelleĢtirmek, süslemek, kısacası daha yüce ve sevimli kılmak istediğimize inanmaları gerekir. ĠĢte bu nedenle kendi baĢımıza hareket etmemeliyiz. Var olan düzenden yana olmadığımızı biliyorlar. Cumhuriyet dostu birine, hatta bu düzenin savunucusu birine baĢvuralım. Bunlardan ortalıkta çok var. En popüler ve en cumhuriyetçi olanını seçelim; onu iltifat ve verilmiĢ sözlerle, özellikle sözlerle, kazanalım. VerilmiĢ sözler daha ucuz ama daha etkilidirler; umut verirken daha çok Ģey verilmiĢ olur. Onun kafası fazla çalıĢan biri olması gerekmez. Hatta, zeki olmamasını yeğlerim. Çünkü, budalalar hilecilikte eĢsiz bir incelik gösterirler. Bana inanın baylar, kamu malını kamudan birine yıktırın. Ama, enerjik olurken önlemi elden bırakmayın! Bana gereksinme duyarsanız, her zaman buyruğunuzdayım." Bu söylev dinleyenler üzerinde derin bir etki oluĢturmakla kalmadı. Din adamı Agaric özellikle yararlandı. Ama herkes gelecek sanları ve onurları düĢlüyordu. Hemen, orada bulunanların tümünün üyesi olduğu, gizli bir hükümet taslağı hazırlandı. Takımın en büyük para kaynaklarından Dük Ampoule maliye bakanı seçildi ve propaganda giderlerini tek elde toplamakla görevlendirildi. Toplantı sona ermek üzereydi ki karanlığın içinden gür bir köylü sesi, eski bir halk Ģarkısını söylemeye baĢladı: Boscenos ĢiĢko bir domuzdur; Ondan sucuk yapacağız,


Ve sosis ve jambon Yoksulların noel gecesinde. Bu, Alca'da iki yüz yıldır bilinen bir Ģarkıydı. Prens des Boscenos bu Ģarkıdan nefret ederdi. Hemen verandaya çıktı; Ģarkı söyleyen adam kilisenin çatısına arduaz taĢı döĢeyen bir iĢçiydi. Ondan, kibarca baĢka bir Ģarkı söylemesini istedi. "Canım ne isterse onu söylerim," dedi adam. "Bakın, dostum, bana iyilik edin..." "Size iyilik etmeyi canım istemiyor." Prens des Boscenos genelde sakin biriydi, ama inatçı ve boğa gibi güçlüydü. "Alçak, in aĢağı! yoksa ben oraya geleceğim" diye gürledi. Çatıya ata biner gibi oturmuĢ olan iĢçi kımıldamayınca, prens hemen kulenin merdivenlerinden çatıya kadar çıktı ve Ģarkıcının üzerine atıldı. Onu bir yumrukta merdivenlerden aĢağıya yuvarladı. O sırada, tavan arasında çalıĢmakta olan yedi-sekiz kadar marangoz, arkadaĢlarının çığlığı üzerine dıĢarı fırladılar. Çatıda prensi görünce, aĢağı inmesini beklemeden yanına vardılar. O gece prens, yüz otuz yedi basamaklı merdiveni baĢı üzerinde inmek zorunda kaldı. IV VĠKONTES OLĠVE Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna sahiptiler. Foklar da öyle. Öbür tüm Avrupa ülkelerinde de durum böyleydi. Biraz düĢünülürse bu pek ĢaĢırtıcı gelmemelidir. Çünkü dünyanın tüm orduları en güçlüdürler. Eğer ikinci güçlü bir ordu var olsaydı, çoktan yenilip yok olmuĢ olurdu. Bu yüzden tüm ülkelerin orduları en güçlüdürler. Bu gerçeği bilen Albay Marchand, Rus-Japon savaĢı sırasında, Yalu ırmağı geçilmeden önce gazetecilerin bir sorusu üzerine, hem Rus ve hem de Japon ordularının en güçlü olduğunu söylemiĢti. Bir ordunun en büyük hezimete uğramıĢ olması onu birinci konumundan aĢağı indirmez. Çünkü, her ülke zaferlerini generallerinin zekasına ve askerlerinin cesaretine bağlar da, yenilgilerin hep Ģanssızlıktan kaynaklandığını söyler. Bunun tersine, donanma gücü gemi sayısına bağlıdır. Bir birinci, ikinci, üçüncü donanma hep vardır. Bu nedenle, deniz savaĢlarının sonuçları önceden bilinir. Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna ve ikinci güçlü donanmasına sahiptiler. Bu donanmanın komutanı ünlü Amiral Chatillon idi. Amiral soylu bir aileden gelmiyordu; halk çocuğuydu ve halk kendi saflarından çıkan birinin bu yüksek oruna gelmesinden hoĢnut olup onu seviyordu. Chatillon yakıĢıklıydı; mutluydu; hiçbir Ģey düĢünmüyordu: Hiçbir tasa onun bakıĢlarındaki erinci karartmıyordu. Aziz Peder Agaric, Bay Bigourd'un gerekçelerine katılarak, cumhuriyeti ancak onun savunucularından birinin eliyle yıkabileceklerine inadı ve dikkatini Amiral Chatillon'da yoğunlaĢtırmaya baĢladı. Dostu peder Cornemuse'e gidip yüklü bir borç istedi. YaĢlı damıtıcı içini çekerek parayı verdi. Agaric bu parayla altı yüz kasap çırağı tuttu ve onlara, caddelerden her geçiĢinde amiralin atının arkasından koĢup "YaĢasın Amiral!" diye bağırmalarını söyledi. Artık Chatillon ne zaman dıĢarı bir adım atsa alkıĢlanıyordu. Vikontes Olive ondan gizli bir randevu istedi. Amiral onu komutanlığında gemi demirleri, çıpalar ve elbombalarıyla süslü bir salonda karĢıladı. Kadının üstünde gri mavi sade bir giysi, güzel sarıĢın baĢında güllerle süslü bir Ģapka vardı. Yüzündeki tülün altında gözleri yakut gibi parlıyordu. Soylular arasında, geçimini Yahudi bankerlerden sağlayan bu kadın kadar güzeli yoktu. Uzun boylu ve güzel vücutluydu. "Amiral," dedi tatlı bir sesle, "size olan duygularımı artık saklayamıyorum. Doğaldır ki... kahraman bir subayımız..." "Çok naziksiniz, madam, Bu ziyaretinizi neye borçlu olduğumu bana söyler misiniz?" "Uzun zamandır sizi görmek, sizinle konuĢmak istiyordum. Bu yüzden, size bir ileti getirme görevini üzerime aldım." "Lütfen, oturun." "Burası ne kadar huzur verici!" "Evet, sakin bir yerdir." "KuĢların ötüĢü duyuluyor." "Lütfen oturun, sayın madam."


Kadın ıĢığa karĢı bir sandalyeye oturdu: "Amiral, size çok önemli bir görevle geliyorum..." "Lütfen, sözlerinizi açıklayın." "Amiral, hiç Prens Crucho'yu gördünüz mü?" "Asla." Kadın içini çekti. "Ne yazık! Oysa o sizi görmekten çok mutlu olurdu. Sizi beğeniyor ve saygı duyuyor. ÇalıĢma masasının üstünde, annesinin resminin yanında sizin resminiz duruyor. Ah, birbirinizle tanıĢmamanız ne kadar yazık! O çok iyi bir prens ve kendisi için çalıĢanları unutmayan bir nisan! Ne büyük bir kral olurdu. Ama, olacak: Bundan kuĢku duymayın. O, sanıldığından çok daha erken geri gelecek. Bana verilen görev, size iletmemi istedikleri de iĢte bu ko..." Amiral ayağa kalktı: "Bir sözcük daha etmeyin, sayın madam. Ben cumhuriyetin saygısına ve güvenine sahibim. Ona ihanet etmem. Hem, neden ihanet edebilirim ki? Ġkbal ve onurlarla ağırlanıyorum." "Ama ikbal ve onurlarınız, saygıdeğer amiralim, gerçek değerinizin çok altında. Eğer sizi layıkıyla ödüllendirselerdi, Ģimdi baĢkomutan olur, hem kara ve hem de deniz ordularına komuta ederdiniz." "Her hükümet biraz iyilikbilmezdir." "Evet, ama cumhuriyetçiler sizi kıskanıyorlar. Bu adamlar tüm üstün insanlardan çekinirler. Hele, askerlere katlanamazlar. Ordu ve donanmayla ilgili her Ģey onlara iğrenç gelir. Sizden korkuyorlar." "Olabilir." "Ama bu alçaklar ülkeye yazık ediyorlar. Penguenistan'ı kurtarmak istemez misiniz?" "Bu nasıl olacak ki?" "Hükümeti tüm bu düzencilerden temizleyerek." "Ne diyorsunuz, sayın madam?" "Kesinlikle olacak olanı sizin yapmanızı istiyorlar. Siz olmazsanız baĢka biri bunu yapacak. Örneğin, baĢkomutan tüm bakanları, milletvekillerini ve senatörleri denize döküp Prens Crucho'yu çağırmaya hazır." "Ah! Alçak adam!" diye bağırdı amiral. "Onun size yapacağını siz ona yapın. Prens hizmetinizi ödüllendirecektir. Size mareĢal kılıcı ve yüklü bir gelir armağan edecek. Ben bu arada, size onun dostluğunun bir armağanını vermekle görevlendirildim." Kadın bunu söyleyerek göğsünden yeĢil bir kokart çıkardı. "Nedir bu?" diye sordu amiral. "Crucho size armasını gönderiyor." "Lütfen, onu geri götürür müsünüz?" "Gidip baĢkomutana sunsunlar diye mi? Hayır, asla! Amiralim, bırakın onu kendi ellerimle Ģanlı göğsünüze iliĢtireyim." Amiral genç kadını yavaĢça uzaklaĢtırmak istedi. Ama, son birkaç dakikadır onu çok çekici bulmaya baĢlamıĢtı. Hele, iki güzel çıplak kol ve ellerinin pembe ayaları yüzüne dokunmaya baĢlayınca bu heyecanı daha da arttı. Fazla direnmedi. Kokart takıldıktan sonra, kadın Chatillon'u yerlere kadar eğilerek "baĢkomutanım" diye selamladı. Deniz adamı Ģöyle dedi: "Her asker gibi, ben de hırsları olan biriydim, bunu saklamıyorum. Belki hâlâ öyleyim; ama Ģimdi sizi gördükten sonra, bir tek dileğim var: Sizinle yüreklerimizi birleĢtirmek." Kadın gözkapaklarının altında parlayan yakut bakıĢlarıyla onu süzdü: "Bu da olabilir tabii... Ah, ne yapıyorsunuz, amiralim? "Yüreğinize giden yolu arıyorum." Sonra, amiralin yanından çıkan Vikontes doğruca peder Agaric'e gidip rapor verdi. "Oraya yine dönmeniz gerekecek, sayın madam" dedi ciddi rahip. V PRENS DES BOSCENOS Draco hesabına çalıĢan gazeteler sabah akĢam Chatillon'a övgüler sıralıyor, cumhuriyetin öbür görevlilerine kınama ve aĢağılayıcı sözler yağdırıyorlardı. Alca caddelerinde Chatillon'un portresi dolaĢtırılıyordu. Köprü baĢlarında Chatillon büstleri satılıyordu. Chatillon her akĢam, beyaz atının üstünde, sosyetenin gezinti yaptığı Kraliçe Parkı'nda bir gezinti


yapıyordu. Onun geçtiği yollara Dracocular bir yığın yoksul Pengueni toplayıp, "Bize Chatillon gerek!" diye bağırıyorlardı. Satıcı kadınlar "Ne kadar yakıĢıklı," diye mırıldanıyorlar, çılgın bir halk topluluğu "yaĢa!" haykırıĢları arasında, zengin kadınlar otomobillerini yavaĢlatıp ona öpücükler gönderiyorlardı. Bir gün tütüncü dükkânına girdiğinde, orada mektup atmakta olan iki Penguen Chatillon'u tanıyıp gırtlaklarını yırtarcasına "YaĢasın Amiral! Cumhuriyetçiler aĢağı!" diye haykırmaya baĢladılar. Oradan geçenler dükkânın önünde toplandılar. Chatillon, Ģapka sallayıp alkıĢlayan coĢkulu yurttaĢların önünde sakince durup purosunu yaktı. Kalabalık giderek artıyordu; sonunda o amirallik karargahına giderken, neredeyse tüm kent halkı onun peĢinden yürüdü. Amiralin uzun yıllar birlikte çalıĢtığı ve görevini çok iyi yapan bir silah arkadaĢı vardı. Altamiral Volcanmoule adındaki bu asker altın gibi mert, kılıcı gibi sadık ve açık sözlü biriydi. Crucho yanlılarına ve cumhuriyetin bakanlarına rasladığı zaman, ne mal olduklarını her iki yana da söylemekten geri kalmazdı. Ama, Bay Bigourd onun bir yandan öbürüne laf götürdüğünü söylüyordu. Gerçekten de bu asker birkaç kez açık sözlülüğüyle skandallar yaratmıĢ, ama her defasında entrikalara yabancı bir askerin deneyimsizliği sayılarak hoĢ görülmüĢtü. Her sabah Chatillon'a uğrar, silah arkadaĢı olarak onunla senli benli konuĢurdu. "Eee, iĢte ünlü oldun, babalık," diyordu ona. "Suratın pipoların, Ģarap ĢiĢelerinin üstünde görünmeye baĢladı, Alcalı tüm sarhoĢlar adını biliyorlar... Chatillon, Penguenlerin kahramanı! Chatillon, Penguenlerin Ģanlı tarihinin savunucusu! Yahu, kim inanırdı buna?" Ve kasıklarını tutup gülüyordu. Sonra, sesinin tonunu değiĢtirip: "ġaka bir yana, sen bu baĢına gelenlere biraz ĢaĢırmıyor musun?" "Hayır!" diyordu Chatillon. Bu arada Chatillon, Vikontes Olive ile buluĢabilmek için, Johannes Talpa Sokağı'nda 18 numaralı apartmanın giriĢ katında ve bahçe tarafında bir daire kiralamıĢtı. Her gün buluĢuyorlardı. Amiral onu çılgınlar gibi seviyordu. Tüm askerlik yaĢamı boyunca, karada ve denizde, kırmızı, kara veya beyaz derili, bazıları da güzel olan çok kadın tanımıĢtı; ama bunu tanımadan önce bir kadının ne olabileceğini bilmiyordu. Vikontes Olive ona "sevgili dostum" dediği zaman baĢı göklere yükseliyor, bazen da saçlarına birkaç yıldız takıldığı oluyordu. Kadın her zaman biraz geç geliyor, çantasını komodinin üzerine bırakıp Ģöyle diyordu: "Ah yoruldum, Ģöyle kucağınıza biraz iliĢeyim." Ve peder Agaric'ten duyduğu ipe sapa gelmez konulardan söz ediyordu. Adamla konuĢurken, onu öpücükler ve iç çekiĢleriyle mest ediyor, sonra bazen bir memurunu görevden uzaklaĢtırmasını, baĢka birini iĢe almasını veya filoyu oraya buraya göndermesini rica ediyordu. Sonunda Ģöyle diyordu: "Ah, ne kadar gençsiniz, sevgili dostum!" Ve adam onun her isteğini yapıyordu; çünkü bu sade adam baĢkomutanlık kılıcını taĢımak ve yüklü bir gelire kavuĢmak istiyordu, çünkü Penguenistan'ı kurtarabileceğini düĢlediği bu ikili oyun hoĢuna gidiyordu, çünkü aĢıktı. Bu enfes kadın ona, Crucho'nun karaya çıkması planlanan La Crique limanını tüm askerlerden boĢalttırdı. Böylece, prensin bir engelle karĢılaĢmadan Penguenistan'a girmesi sağlanmıĢ oluyordu. Peder Agaric halkın kıpırdanıĢını canlı tutmak için mitingler düzenliyordu. Draco yanlıları Alca'nın otuz iki mahallesinde, özellikle yoksul kesimlerde her gün iki üç miting yapıyorlardı. Nüfusun büyük bölümünü oluĢturan küçük insanları ellerinde tutmak istiyorlardı. Özellikle, 4 Mayısta eski buğday pazarında büyük bir toplantı yapıldı. Evlerinin eĢiğinde oturan kadınlar ve çamurda oynayan çocuklar da izlediler. Cumhuriyetçilere göre iki bin, Dracoculara göreyse altı bin kiĢi katılmıĢtı. Podyumda yer alanlar arasında Prens ve Prenses des Boscenos, Kont Clena, Bay de la Tourelle, Bay Bigourd ve birkaç zengin Yahudi bayan yer alıyordu. Ulusal ordunun baĢkomutanı da gelmiĢti. Büyük alkıĢ topladı. KonuĢmacılar dikkatle seçilmiĢti. Önce halktan biri, sarı sendikanın genel sekreteri olan Bay Rauchin oturum baĢkanı seçildi. Kont Clena ile kasap çırağı Michaud arasında kürsüdeki yerini aldı. Böylece, birçok ateĢli söylev arasında, Penguenistan'ın özgür istenciyle seçtiği yönetim düzeni çamur ve lağım diye nitelendirildi. BaĢkan Formose'a dokunmadılar. Crucho ve rahiplerin adı hiç geçmedi. Toplantının yansız olduğu ilan edilmiĢti; çağdaĢ devletin ve cumhuriyetin savunucusu, el emekçisi bir adam kürsüye çıktığında baĢkan Rauchin Ģöyle dedi: "Sayın yurttaĢlar, toplantımızda her görüĢün olacağını söylemiĢtik. Bizim sözümüz sözdür; karĢımızdakiler gibi yalancı değil, namuslu insanlarız. ġimdi, karĢı görüĢte birine söz veriyorum, ama ne söyleyeceğini Tanrı bilir! Sayın konuklar, lütfen duyacağınız sözlerden alınmayın, nefret ve tepkilerinizi


sona bırakın." "Baylar..." diye baĢladı konuĢmacı. Daha sözünü bitirmeden yuh sesleri altında kürsüden aĢağı yuvarlandı ve öfkeli kalabalığın ayakları altına alındı; tanınmaz duruma gelen artıkları salondan dıĢarı atıldı. Dinleyicilerin uğultusu dinmemiĢti ki Kont Clena kürsüye çıktı. Yuh sesleri alkıĢlara dönüĢtü ve sessizlik sağlandıktan sonra, konuĢmacı Ģöyle dedi: "ArkadaĢlar, Ģimdi damarlarınızda kan dolaĢıp dolaĢmadığınızı göreceksiniz. Görevimiz cumhuriyetçileri kılıçtan geçirmek, boğazlamak ve barsaklarını dökmektir." Bu söylev öyle bir alkıĢ kopardı ki eski buğday hangarının pis duvarları ve kurt yeniği kiriĢlerinden yükselen toz bulutları içerdekilerin üzerine yayıldı. Sonunda, hükümeti yere çalan ve Chatillon'u öven bir bildiri kabul edildi. Dinleyiciler "Bize Chatillon gerek" Ģarkısını söyleyerek oradan ayrılmaya baĢladılar. Eski buğday hali yapısının tek bir çıkıĢ kapısı vardı; el arabaları ve kömür çuvalları dizilmiĢ, çamurlu bir avludan çıkılabiliyordu. Aysız gecede soğuk bir yağmur çiseliyordu. Çok sayıda polis kapıda önlem almıĢ, Draco yanlılarını küçük topluluklar halinde dıĢarı salıyorlardı. O gün polis Ģefleri çılgın kalabalığın hızını kesmek için böyle bir yol seçmiĢlerdi. Avluda bekleĢen Dracocular yerlerinde sayarken "Bize Chatillon gerek!" diye marĢ söylemeyi sürdürüyorlardı. Kısa süre içinde, nedenini bilmedikleri bu duraklamadan sabırsızlanıp öndekileri itmeye baĢladılar. Bu zorlama avlu boyunca ilerleyerek en öndekileri polislerin kucağına atıyordu. Polislerin Draco yanlılarına bir düĢmanlığı yoktu, hatta içten içe Chatillon'u severlerdi; ama, zorlamadan hoĢlanmazlar, Ģiddete aynı biçimde yanıt verirlerdi. Güçlüler güçlerini kullanma eğiliminde olurlar. ĠĢte bu yüzden, polisler önlerine çıkan Dracocuları copluyorlardı. Böylece, kalabalık ileri geri dalgalanmaya baĢladı. Çığlık ve sövgüler marĢlara karıĢır oldu. "Katiller! Katiller!" "Bize Chatillon gerek!" "Katiller! Katiller!" Karanlık avluda aklı baĢında birkaç kiĢi "itmeyin," diye uyarıyordu. Bunlar arasında, çelimsiz kalabalığın üstünde, uzun boyu, geniĢ omuzları ve iri göğsüyle, Prens des Boscenos'un dingin, kararlı ve sağlam yüzü görünüyordu. HoĢgörüyle ve sessizce sırasını bekliyordu. Sonra, polislerin organize ettiği düzenli çıkıĢ ilerledikçe, saflar seyrekleĢti, dirsek darbeleri azaldı ve soluk almak kolaylaĢtı. "Görüyorsunuz, dedi bu iyi yürekli dev, sonunda biz de çıkacağız. Sabır ve nezaket..." Cebinden tabakasını çıkarıp ağzına bir puro aldı ve kibritini çaktı. Birden, alevin ıĢığında karısı Prenses Anne'ı Kont Clena ile sarmaĢ dolaĢ bir durumda gördü. Bunu görmesiyle üzerlerine atılması bir oldu. Asasıyla hem onlara, hem de yakınlarında bulunan baĢka insanlara vurmaya baĢladı. Elinden asası alındı ama iĢe yaramadı; rakibinden ayırma olanağı yoktu. Baygın prenses elden ele uzatılarak, kalabalığın merak ve duygulu bakıĢları arasında arabasına ulaĢırken, iki adam kıyasıya dövüĢüyorlardı. Kavgada Prens des Boscenos'un Ģapkası, gözlüğü, boyunbağı, özel ve siyasi mektupları, dolu cüzdanı yok oldu; ayrıca peder Cornemuse'den almıĢ olduğu Ģifalı madalyonları da yitirdi. Ama, rakibinin karnına öyle bir tekme indirdi ki darbenin Ģiddetiyle kont demir parmaklıkları aĢıp kömür dükkânının camlı penceresinden içeri baĢı önde girdi. Kavga gürültüsüne koĢan polisler prensin üzerine yürüyünce çetin bir direnmeyle karĢılaĢtılar. Prens önce üçünü yere uzattı; sonra yedi polisten birinin kafasını, birinin dudağını yardı, bir baĢkasının kulağını koparttı, öbürlerinin burnunu, kaval kemiğini ve kaburgalarını kırıp kaçmaya zorladı. Ama sonunda yenildi, yüzü kan içinde ve giysileri parçalanmıĢ olarak karakola götürüldü. Gece boyu hücresinde yerinde duramayıp boğa gibi bağırmayı sürdürdü. Göstericiler sabaha kadar öbekler halinde "Bize Chatillon gerek" diye marĢlar söyleyip kent sokaklarında yürüdüler, cumhuriyetçi bakanların oturdukları evlerin camlarını taĢladılar. VI AMĠRALIN DÜġÜġÜ O gece Draco hareketinin doruk noktası oldu. Artık krallıkçılar zaferden kuĢku duymuyorlardı. Ġçlerinden birçoğu Crucho'ya kutlama telgrafları gönderdiler. Bayanlar ona atkı ve terlik örmeye baĢladılar. Seyis Bay de Plume yeĢil atı bulmuĢtu. Peder Agaric bu iyimserliği paylaĢıyordu. Ama yine de prense yandaĢ toplamayı sürdürüyordu.


"Daha derin katmanlara ulaĢmak gerekir," diyordu. Bu amaçla üç sendikacı iĢçiyle iliĢki kurdu. O çağda sanatkarlar, Draco zamanında olduğu gibi lonca yöntemiyle çalıĢmıyorlardı. Özgürdüler ama yarınki kazanç umutları belirsizdi. Uzun yıllar birbirlerinden kopuk, yardımsız ve desteksiz yaĢadıktan sonra, sendikalar oluĢturdular. Üyelerin ödenti verme alıĢkanlığı olmadığı için bu sendikaların kasaları boĢtu. Üye sayısı otuz bin olan sendikalar vardı; ama bin, beĢ yüz veya iki yüz üyeli sendikalar da vardı. Hatta bazıları iki, üç veya daha az üyeliydi. Fakat, üye çizelgeleri açıklanmadığından, büyük sendikalarla küçükleri ayırt etme olanağı yoktu. Karanlık ve dolambaçlı pazarlıklardan sonra, peder Agaric bir gece La Galette Kabaresi'nin bir salonunda Dagobert, Tronc ve Balafille yoldaĢlarla buluĢturuldu. Her üçü de sendika baĢkanıydı; birinin on dört üyesi, ötekinin yirmi dört, sonuncunun da bir üyesi vardı. Agaric bu görüĢmede olağanüstü ustalık gösterdi. "Baylar," dedi, "birçok bakımdan, aynı politik ve toplumsal görüĢleri paylaĢtığımız söylenemez; ama üzerinde anlaĢabileceğimiz çok nokta olabilir. Ortak bir düĢmanımız var. Hükümet sizi sömürüyor ve sizlerle alay ediyor. Onu devirmek için bize yardım edin; biz gerekli olanağı size vereceğiz; üstelik, sonunda minnettarlığımızı da göstereceğiz. "AnlaĢıldı. Parayı uçlan bakalım" dedi Dagobert. Rahip, Conil ormanda gözü yaĢlı peder Cornemuse'den aldığı keseyi masanın üzerine bıraktı. "Çak bakalım" diye üç arkadaĢ tokalaĢtılar. Bu kutsal antlaĢma böyle mühürlendi. Rahip, derin katmanları da hareketine ortak etmekten mutlu ayrıldıktan sonra, Dagobert, Tronc ve Balafille, sokakta bir iĢaret bekleyen kız arkadaĢları Amelie, Reine ve Mathilde'i ıslık çalıp yanlarına çağırdılar. Sonra, altı kiĢi el ele tutuĢup kesenin çevresinde dans ederek eski bir halk Ģarkısından uyarlayıp söylediler: Bende çok para var; Sana vermeyeceğim, Chatillon! Huu! huu! Canım takke! Sonra, bir ĢiĢe Ģarap ısmarladılar. O gece, altı ortak bu Ģarkıyı söyleyip tüm meyhaneleri dolaĢtılar. Bu Ģarkı benimsendi, çünkü sivil polis ajanları raporlarında bu Ģarkıyı söyleyen iĢçi sayısının her geçen gün arttığını belirtiyorlardı: Bende çok para var; Sana vermeyeceğim, Chatillon! Huu! huu! Canım takke! Draco kıĢkırtması taĢra kentlerine yayılmamıĢtı. Peder Agaric bunun nedenini merak ediyor, ama bir türlü bulamıyordu. Sonunda, Peder Cornemuse onu aydınlattı: "Elimde kanıt var; Dracocuların maliyecisi Dük Ampoule, propaganda için topladığı paralarla Fok Ülkesinde yurtluklar satın alıyormuĢ." Parti para sıkıntısı çekiyordu. Prens des Boscenos kavgada cüzdanını yitirince sıkıntıya düĢmüĢ ve ağırına giden bir zorluk içinde geçinmeye çalıĢıyordu. Vikontes Olive onlara pahalı gelmeye baĢlamıĢtı. Cornemuse bu bayanın ödeneğini azaltmayı önerdi. "Bize çok yararlı oluyor," diye karĢı çıktı Agaric. "KuĢkusuz," diye yanıtladı Cornemuse. "Ama, bizim cebimizi boĢaltırsa zarar da verebilir." Derin bir ikilik Dracocuları bölüyordu. GörüĢmelerinde hep bu konuda tartıĢma çıkıyordu. Bir bölümü rahip Agaric ve Bay Bigourd'un politikasına uygun olarak, sonuna kadar cumhuriyeti güçlendirme görüntüsü vermeyi sürdürmek istiyorlardı. Diğerleriyse, uzun bir bekleyiĢten yorulmuĢ, Draco tacının ortaya çıkarılmasını ve bu iĢaret altında savaĢım verilmesini istiyorlardı. Bu sonuncular durumun netleĢtiğini, daha fazla rol yapılmasına gerek kalmadığını ileri sürüyorlardı. Nitekim, halk da çalkantıların hangi yöne kaydığını giderek görmeye baĢlamıĢ, Amiral yanlılarının cumhuriyeti yıkma niyetlerini anlamıĢtı. Prensin La Crique limanında karaya çıkacağı ve yeĢil bir ata bineceği söylentileri yayılmaya baĢlamıĢtı. Bu söylentiler bağnaz rahipleri mest, yoksul soyluları mutlu ve zengin Yahudi bayanları tatmin ediyor, küçük esnafın içine umut veriyordu. Fakat bunların pek azı, umdukları nimetleri toplumsal bir yıkım veya


kamu düzenini yıkma pahasına elde etmeye razıydı. Hele bu iĢe paralarını, rahatlarını, özgürlüklerini veya eğlencelerinden bir saatlerini ayırmaya razı olanların sayısı çok daha azdı. Buna karĢılık iĢçiler, her zaman olduğu gibi, bir iĢ günlerini cumhuriyete feda edebiliyorlardı; nitekim, varoĢlarda uğultulu bir direniĢ filizlenmeye baĢlamıĢtı. "Halk bizimle birlikte" diyordu peder Agaric. Oysa, fabrika çıkıĢlarında kadın, erkek ve çocuklar hep bir ağızdan Ģöyle bağırıyorlardı: Chatillon alaĢağı! Huu! huu! Canım takke! Hükümete gelince, tüm hükümetlerin ortak özelliklerini, yani kararsızlık, zayıflık, gevĢeklik ve ilgisizliği sergiliyor; yine hiçbirinin yapamadığı gibi, belirsizliğe ve Ģiddete tepki göstermiyordu. Üç tümceyle söylersek, hiçbir Ģey bilmiyor, istemiyor ve yapamıyordu. BaĢkanlık Sarayı'nda Formose, kibirli yapısına uygun, kör, sağır, dilsiz ve görünmez bir biçimde oturuyordu. Kont Olive son bir yardım kampanyası açmayı ve Alca kenti kaynıyorken büyük bir olay yaratmayı önerdi. Kendi kendini seçmiĢ olan bir yürütme komitesi Parlamento üyelerini kaçırmaya karar verdi; bunun için yöntemleri görüĢmeye baĢladı. Sonunda, 28 Temmuz günü harekete geçmeye karar verildi. O gün, kentin üzerine parlak bir güneĢ doğmuĢtu. Parlamento Sarayı'nın önünden ev kadınları pazar torbalarıyla geçiyor; iĢportacılar elma, armut, Ģeftali ve üzüm diye bağırıyor; fayton beygirleri dinginlik içinde baĢlarına geçirilmiĢ torbalardan yulaflarını yiyorlardı. Kimse bir olay beklemiyordu; darbe gizli tutulduğundan değil, ama duyanlar pek inanmıyordu. Kimsenin inanmıyor olması kimsenin istemediği biçiminde yorumlanabilirdi. Saat ikiye doğru, her zaman olduğu gibi, milletvekilleri Parlamento kapısından birer ikiĢer girmeye baĢladılar. Saat üçte, hırpani kılıklı bir öbek adam kapıda birikmeye baĢladı. Üç buçukta, yan sokaklardan çıkan kara giysili bir insan seli Devrim Alanı'na boĢaldı. Bu geniĢ alan kısa sürede buruĢuk Ģapkaların oluĢturduğu bir okyanus gibi dalgalanmaya, köprüyü aĢıp gelen meraklıların da katılmasıyla, uğultularıyla yasama duvarına çarpmaya baĢladı. BağırıĢlar, homurdanmalar ve marĢlar dingin gökyüzüne yükseliyordu. "Bize Chatillon gerek! Milletvekilleri aĢağı! Cumhuriyetçilere ölüm!" Prens des Boscenos tarafından yönetilen Dracocuların kutsal korosu kendi kutsal Ģarkılarını söylemeye baĢladı: YaĢasın Crucho, Yiğit ve akıllı, BeĢikten beri Cesaret dolu! Ama, duvarın arkasından bir ses, bir yanıt gelmiyordu. Bu sessizlik ve korumanların ortada görünmeyiĢi kalabalığı hem yüreklendiriyor, hem de korkutuyordu. Birden, gür bir ses haykırdı: "Ġleri!" Ve sivri uçlu demir parmaklıklarla korunan duvarın üstünde Prens des Boscenos'un dev cüssesi görüldü. Onun arkasından yandaĢları saldırınca kalabalık da onları izledi. Bir bölümü duvarda delik açmak için vuruyor, bir bölümü de parmaklıkları sökmek için sallıyordu. Bu koruma duvarı yer yer açıldı. Kısa sürede bazı saldırganlar duvarın üstünden aĢtılar. Prens de Boscenos büyük bir yeĢil bayrağı sallıyordu. Birden kalabalık dalgalandı ve uzun bir dehĢet çığlığı yükseldi. Sarayın tüm kapılarından aynı anda çıkan polis korumanları ve cumhuriyet jandarmaları duvarın öbür yanında konuĢlanmıĢlardı. Bir dakika kadar bekledikten sonra silah Ģakırtıları iĢitildi ve polis korumanları süngü takıp kalabalığın üzerine yürüdüler. Ve çok geçmeden, baston ve Ģapkaların yerlerde süründüğü boĢ alanda korkunç bir sessizlik egemen oldu. Ġki kez daha Draco yanlıları toparlanıp saldırıya geçtiler, ikisinde de geri püskürtüldüler. Fakat, düĢman sarayının duvarının üstünde elde bayrağıyla dikilen Prens des Boscenos bir bölük korumanı tek baĢına oyalıyor, yaklaĢanı deviriyordu. Sonunda, ayaklarından çekilip aĢağı düĢerken sivri uçlu demirlere saplandı, Draco bayrağını bırakmadan bir süre asılı kaldı. O günün ertesinde, bakanlar ve milletvekilleri enerjik önlemler almaya karar verdiler. Ama boĢuna, bu kez BaĢkan Formose ayak diriyor, sorumluluk almak istemiyordu. Hükümet üyeleri, devletin temellerini yıkmak, vb. suçları iĢlemiĢ olan Chatillon'u tüm görevlerinden alıp yüce divanda yargılamak üzere görüĢme açtılar. Bu haber üzerine, daha düne kadar onu yüreklendiren eski silah arkadaĢları, sevinçlerini saklamadılar.


Ancak, Alca'nın orta sınıfı Chatillon'u hâlâ seviyordu ve hâlâ kent caddelerinde "Bize Chatillon gerek!" marĢının söylendiği oluyordu. Bakanlar zor durumda kalmıĢlardı. Chatillon'u Yüce Divan'da yargılamak istiyorlardı. Ama, bunu nasıl yapacaklarını bilemiyorlar, insanları yönetmekle görevli olanlara özgü bilgisizlik içinde bocalıyorlardı. Chatillon'u suçlamak için ağır bir suç maddesi bulamıyorlardı. Savcılığa kanıt olarak kendi casuslarının gülünç yalanlarını veriyorlardı. Chatillon'un komploya karıĢtığı, Prens Crucho ile iliĢkide olduğu yalnızca otuz bin Draco yanlısının paylaĢtığı bir giz gibiydi. Bakan ve milletvekillerinin kuĢkuları ve emin oldukları Ģeyler vardı, ama kanıtları yoktu. BaĢsavcı adalet bakanına Ģöyle diyordu: "Genelde siyasal davaları açmak için elimde az bir kanıt olsa yeterdi; ama bu davada hiçbir Ģey yok, bununla bir Ģey yapamam." ĠĢler yürümüyordu. Cumhuriyet düĢmanları kârlı çıkacaktı. 18 Eylül sabahı Chatillon'un kaçtığı haberi Alca'da yayıldı. ġaĢkınlık ve heyecan iyice arttı. Haber kuĢkuluydu, anlaĢılır gibi değildi. ĠĢte gerçekte olup bitenin kısa öyküsü: Bir gün raslantı sonucu, ĠçiĢleri Bakanı Barbotan'ın çalıĢma odasında bulunan yiğit Altamiral Volcanmoule her zamanki açıksözlülüğüyle Ģöyle dedi: "Sayın Barbotan, bakan arkadaĢlarınız bana biraz uyuĢuk gibi geliyor; denizlerde hiç komuta etmedikleri kesin. Bu aptal Chatillon onları hortlak gibi korkutuyor galiba." Bakan baĢıyla hayır iĢareti yaparken, elindeki mektup açma bıçağını kâğıtların üzerinden havaya doğru salladı. "Gülmeyin," dedi Volcanmoule. "Sizler Chatillon ile nasıl baĢedileceğini bilemiyorsunuz. Onu Yüce Divan'a göndermeye cesaret edemiyorsunuz, çünkü yeterince kanıt topladığınızdan emin değilsiniz. Ayrıca, savunmasını Bay bigourd yapacaktır ve o usta bir avukattır... Haklısınız Sayın Barbotan, haklısınız. Bu dava tehlikeli olur..." "Ah! dostum," dedi bakan, "ne kadar rahat olduğumuzu bilseniz... Valilerimden her gün iyi haberler alıyorum. Penguenlerin sağduyusu bir askerin çevirdiği dolapların üstesinden gelecektir. DüĢünebiliyor musunuz, büyük, zeki, çalıĢkan, liberal kurumlara bağlı bir halkın..." Volcanmoule içini çekerek onun sözünü kesti: "Ah! vaktim olsaydı, sizi açmazdan kurtarırdım. Chatillon'u bir ceviz gibi paketler, bir fiskede Foklar Ülkesi'ne postalardım." Bakan kulaklarını açtı. "Bu zor bir iĢ değli, diye sürdürdü denizci. Bir manevrayla sizi bu ahmaktan kurtarırdım... Ama, Ģu sıralar baĢka iĢlerim var.. Kumar masasında yüklü bir borç bıraktım. Büyük miktarda para bulmam gerek. Bilirsiniz, namus borcu her Ģeyden önce gelir!..." Bakan ve altamiral bir süre sessizce bakıĢtılar. Sonra, Barbotan yetkesini kuĢanıp Ģöyle dedi: "Altamiral Volcanmoule, bizi bu düzenci askerden kurtarın. Penguenistan'a büyük bir hizmet yapmıĢ olacaksınız ve içiĢleri bakanlığı size kumar borcunuzu ödeme olanağı verecektir." Aynı akĢam, Volcanmoule Chatillon'un yanına gitti; ona uzun uzun, gizemli bir acımayla baktı. "Neden böyle tuhaf tuhaf bakıyorsun?" diye sordu amiral kuĢkuyla. O zaman, Volcanmoule üzüntülü bir sesle Ģöyle dedi: "Ah, eski silah arkadaĢım, her Ģey açığa çıktı. Hükümet yarım saat önce her Ģeyi öğrendi." Bu sözler Chatillon'u yıkıp bitirmeye yetti. Volcanmoule sürdürdü: "Her an tutuklanabilirsin. Senin yerinde olsam kaçardım." Ve cebinden saatini çıkarıp baktı: "Yitirecek bir dakikan bile yok. "Ama hiç olmazsa Vikontes Olive'i son bir kez görebilirim, değil mi?" "Bu çılgınlık olur," dedi Volcanmoule ve ona bir pasaportla bir güneĢ gözlüğü uzatıp iyi Ģanslar diledi. "Evet, Ģansa gereksinmem olacak," dedi Chatillon. "Gülegüle, kardeĢim!" "HoĢça kal ve teĢekkürler! YaĢamımı kurtardın..." "Sen de olsan aynı Ģeyi yapardın." Bir çeyrek saat sonra, yiğit amiral Alca'dan ayrıldı. O gece, La Crique limanından eski bir kotraya binerek Foklar Ülkesi'ne yelken açtı. Fakat, sekiz mil açıkta, Kara Adalar Kraliçesi'nin bayrağı altında ve ıĢıksız seyreden bir korsan gemisi tarafından yakalandı. Bu kraliçe uzun zamandır Chatillon'u karĢılıksız bir aĢkla seviyordu. VII


SONUÇ Nunc est bihendum (1). Korktuğu Ģeyden kurtulan ve büyük bir belayı atlamıĢ olmaktan keyifli olan hükümet Penguenistan'ın yeniden canlanıĢ ve cumhuriyetin kurtuluĢ yıldönümünü kutlamak üzere büyük bir tören düzenlemeye karar verdi. BaĢkan Formose, bakanlar, Parlamento ve Senato üyeleri bu törende yer aldılar. Penguen ordusunun baĢkomutanı da tören üniformasıyla oradaydı. Büyük alkıĢ aldı. Yoksulluğun kara bayrağıyla devrimin kırmızı bayrağının arkasında iĢçi temsilcileri, yüzlerinde haklarının bilincinde olduklarını gösteren ciddi bir anlatımla yürüdüler. BaĢkan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, yüksek yargı üyeleri ve subaylar, kendi adlarına ve halk adına, ya özgür yaĢayacaklarına ya da öleceklerine bir kez daha ant içtiler. Bu ikilemde kararlıydılar. Ancak, özgür yaĢamayı yeğlerdi. Oyunlar oynandı, söylevler verildi, danslar edildi. Devlet temsilcileri çekildikten sonra, yurttaĢ kalabalığı da yavaĢ ve dingin bir biçimde dağılırken Ģöyle Ģarkı söylüyorlardı: "YaĢasın cumhuriyet! YaĢasın özgürlük! Hu! hu! Canım takke!" Gazeteler bu mutlu günde yalnızca bir tek üzücü haber geçtiler. Tören kıtası Kraliçe Parkı'nın önünden geçerken Prens des Boscenos orada bir sıraya oturmuĢ purosunu içmekteydi. Prens bakanların arabasına yaklaĢtı ve gürleyen bir sesle "Cumhuriyetçilere ölüm!" diye bağırdı. Polisler onu hemen yaka paça götürmek isteyince yine yaman bir direniĢle karĢılaĢtılar. Ġçlerinden büyük bölümünü ayaklarının dibine serdi; ama sonunda yenilip kafası gözü yarıldı, karısının bile tanıyamayacağı bir duruma getirildi ve Ģen sokaklarda sürüklene sürüklene, karanlık bir zindana götürüldü. Yargıçlar Chatillon davasını tuhaf bir biçimde ele aldılar. Amiralin makamında bulunan mektuplar Peder Agaric'in komplonun içinde olduğunu kanıtlıyordu. Kamuoyu hemen papazlara karĢı tavır aldı; Parlamento da kiliselerin haklarını, ayrıcalıklarını, dokunulmazlıklarını, vergi bağıĢıklıklarını, Ģube açma izinlerini kısıtlayan, azaltan, ortadan kaldıran, kısacası onlara dünyayı dar eden bir düzine yasa çıkardı. Peder Agaric kendisini özellikle hedefleyen bu yasaların ağır sonuçlarına ve neden olduğu amiralin düĢüĢüne büyük bir sabır ve metanetle katlandı. Kötü talihine boyun eğmektense, bunu geçici bir sınama olarak görüyor, ilkinden daha cesur yeni politik dolaplar çevirmeyi tasarlamaktan geri kalmıyordu. Bu tasarılarını yeterince olgunlaĢtırdıktan sonra, bir sabah yeniden Conil Ormanı'nın yolunu tuttu. Ağaçlarda bir karatavuk ötüyor, taĢlı yoldan hamarat bir kirpi geçiyordu. Agaric kendi kendine konuĢarak uzun adımlarla yürüyordu. Uzun yıllar orada Azize Pembekız'ın altın Ģurubunu damıtmıĢ olan, dindar ve çalıĢkan imbikçinin laboratuvarına geldiğinde kapıları kapalı ve her yeri terkedilmiĢ buldu. Yapıları dolanırken arka tarafta peder Cornemuse'ü cüppesini toplamıĢ, bir merdivenle duvara tırmanırken gördü. "Siz misiniz, can dostum?" dedi. "Orada ne yapıyorsunuz?" Conil Ormanı'nın adamı Agaric'e acı dolu bir bakıĢ ve zayıf bir sesle yanıt verdi: "Gördüğünüz gibi," dedi, "evime gidiyorum." Gözkapaklarında eskisi gibi yakut pırıltıları yoktu; gözleri bulutluydu, feri kaçmıĢtı. Yüzündeki mutlu doymuĢluk anlatımı da kalmamıĢtı. Parlak kafası bakıĢları büyülemiyordu; terli ve yer yer kızarıklarla örtülüydü. "Anlamadım," dedi Agaric. "Oysa anlaması o kadar kolay ki. Burada sizin komplonuzun sonuçlarını görmektesiniz. Üzerime gelen bir düzine yasanın yarısını savuĢturabildim. Ama öbür yarısı beni yok etti. Bu kinci adamlar laboratuvarımı ve dükkânımı kapattılar, ĢiĢelerime ve imbiklerime el koydular, kapımı mühürlediler. ġimdi evime pencereden girebiliyorum. Eğer ilkel araçlarla arada bir gizlice birkaç damla damıtabilirsem kendimi mutlu duyumsuyorum." "Size yapılan eziyeti anlıyorum," dedi Agaric. "Hepimiz aynı durumdayız." Conil rahibi elini alnına götürdü: "Size söylemiĢtim, Agaric kardeĢ; yaptıklarınızın bize ödetileceğini söylemiĢtim." "Bu yenilgi geçicidir," dedi Agaric. "ġanssızlıklar yüzünden böyle oldu. Chatillon budalanın biriydi; kendi beceriksizliğinde boğuldu. Beni dinle, Cornemuse kardeĢ. Yitirecek bir anımız bile yok. Penguen halkını ayıltmak, onu bu kıyıcılardan kurtarmak ve kilisenin onuru, Katolik inancın sürmesi için eski düzeni, Draco'nun tacını geri getirmek gerekiyor. Dinsiz demokrasiyi kimin eliyle yıkabileceğimizi artık biliyorum. Bu kez sivil Gomoru'yu seçtim. Penguenler ona bayılıyorlar. ġimdiden bir tabak pirinç uğruna partisine ihanet etti. ĠĢte bize gereken adam o!" Bu söylev daha baĢlarken Conil Ormanı'nın adamı pencereden girmiĢ ve merdiveni yukarı çekmiĢti. Burnunu pencereyle çerçeve arasından uzatıp Ģöyle dedi:


"Görüyorum ki topumuzu bu güzelim, huzurlu ve tatlı Penguenistan'dan sürdürmeden rahat etmeyeceksiniz. Ġyi akĢamlar, Tanrı sizi korusun!" Agaric duvarın önünde dikilip aziz kardeĢinin biraz daha dinlemesi için yalvardı: "Çıkarınızı bir düĢünün, Cornemuse! Penguenistan bizimdir. Onu fethetmek için ne gerekir ki? Bir parça çaba... Az bir para yardımı..." Ama, Conil Ormanı'nın din adamı daha fazla dinlemeden penceresini örttü. ALTINCI KĠTAP YAKIN ÇAĞ SEKSEN BĠN BALYA SAMAN OLAYI Zeus Baba, Akhai oğullarını bu karanlıktan kurtar, Bize ıĢık ver ki gözlerimiz görebilsin, Eğer bizi öfkenle yok etmek istiyorsan da, Hiç olmazsa bu, aydınlıkta olsun! (Homeros, Ġlyada, XVII. Ģarkıdan) I SKULL DÜKÜ GENERAL GREATAUK Amiralin kaçıĢından kısa bir süre sonra, serveti olmadığı için soyluların arasına karıĢamadığına üzülen Pyrot adında bir Yahudi, ülkesine hizmet etmeye karar verip Penguenistan ordusuna katıldı. Zamanın savaĢ bakanı olan Skull Dükü Greatauk bu subayı hiç sevmiyordu: çalıĢkanlığı, kanca burnu, gururu, hamaratlığı, etli dudakları ve örnek alınacak davranıĢları generalin sinirine dokunuyordu. Ne zaman bir suçun sorumlusu aranacak olsa Greatauk Ģöyle diyordu: "Bunu Pyrot yapmıĢtır." Bir sabah Genelkurmay BaĢkanı General Panter Greatauk'a çok ciddi bir olayı bildirdi. Süvariler için satın alınmıĢ olan seksen bin balya saman kaybolmuĢtu; izini bulamıyorlardı. Greatauk hemen haykırdı: "Onları Pyrot çalmıĢtır!" Uzun bir süre düĢünceli durdu, sonra ekledi: "DüĢünüyorum da, bu seksen bin saman balyasını Pyrot'nun çaldığından kuĢkum kalmıyor. Nedeni açık: Samanları çalıp, ezeli düĢmanımız Foklara yüksek fiyatla satmıĢtır. Bu düpedüz bir vatan hainliğidir! "Bu kesin," dedi Panter, "geriye bunu kanıtlamak kalıyor." Aynı gün, bir süvari kıĢlasının önünden geçmekte olan Prens des Boscenos, avluyu süpürmekte olan süvari erlerinin Ģarkı söylediğini iĢitti: Boscenos ĢiĢko bir domuzdur; Ondan sucuk yapacağız, Ve sosis ve jambon Yoksulların Noel gecesinde. Prens, hem halk türküsü ve hem de devrimci bir marĢ olup çalkantılı günlerde ortaya çıkan bu Ģarkıyı, askerin söylemesini disipline aykırı buldu. Orada hemen, askerin moral çöküntüde olduğu yargısına varan prens, eski dostu Greatauk'u acı bir gülümsemeyle düĢündü: Zavallı Greatauk, yurt düĢmanı bir hükümetin kaprislerine boyun eğip bu yüce orduyu ne duruma getirmiĢti. Hemen, bu konuya el atmaya karar verdi. "Bu tabansız Greatauk," diye söylendi, "uzun süre savaĢ bakanı olarak kalamaz." Prens de Boscenos çağdaĢ demokrasinin, özgür düĢüncenin ve Penguenlerin kendi seçtiği yönetim düzeninin en barıĢmaz düĢmanıydı. Yahudilere karĢı derin bir kin besliyor, gece gündüz demeden, gizli gizli Draconitleri geri getirmek için uğraĢıyordu. Onun krallıkçı ruhu, her geçen gün bozulan parasal durumuyla birlikte daha da ateĢleniyordu; çünkü, Büyük Draco veliahtının Alca'ya girdiği gün para sıkıntısının da biteceğine inanıyordu.


Evine döndüğünde, kasasından bir deste eski mektup çıkardı; efendisine ihanet eden bir uĢaktan aldığı bu mektuplardan, eski dostu Skull Dükü General Greatauk'un vaktiyle artırmalarda numara çevirdiği ve Maloury adında bir sanayiciden az bir rüĢvet aldığı anlaĢılıyordu. Oysa, rüĢvet ufak olduğu ölçüde onu kabul eden bakanın ayıbı daha büyük sayılırdı. Prens bu mektupları büyük zevkle okudu, yine kasaya kilitleyip Savunma Bakanlığına koĢtu. Kararlı bir yapısı vardı. Bakanın kimseyi kabul etmediği yanıtını alınca hademeleri bir yana savurdu, sivil ve askeri görevlileri ayakları altına aldı, kapıları kırıp Greatauk'un ĢaĢkın bakıĢları arasında odaya girdi. "Az konuĢalım, öz konuĢalım" dedi bakana. "Sen yaĢlı bir alçaksın. Ama bu bir Ģey sayılmaz. Sana cumhuriyetçilerin akıl hocası General Monchin'in kulağını kopartmanı söylemiĢtim; yapmadın. Dracocular için çalıĢan ve kiĢisel olarak borçlu olduğum General des Clapiers'e etkin bir görev vermeni istemiĢtim; yapmadın. Kumarda hileyle elli louis altınımı çalan, tutuklandığımda Amiral Chatillon'un tayfası gibi bana kelepçe taktıran ve Alca limanı koruman birliğine komuta eden General Tandem'i görevden almanı istemiĢtim; bunu da yapmak istemedim. Kepek ve yulaf artırmasını bana vermeni istedim, yine yapmadın. Foklar Ülkesi'ne gizli görevle gönderilmek için baĢvurdum; geri çevirdin. Bütün bu isteklerime olumsuz yanıt vermekle kalmadın; hükümetteki arkadaĢlarına benim tehlikeli biri olduğumu, hafiyelerce izlenmem gerektiğini ispiyonladın. Alçak ihtiyar! Senden artık hiçbir Ģey istemiyorum, sana yalnızca Ģunu söylemek için geldim: S.tir ol git, suratını fazla gördük! Senin yerine bizden birini seçmesi için cumhuriyeti zorlayacağız. Bilirsin, ben sözünün eri bir adamım. Eğer, yirmi dört saat içinde istifanı vermezsen, Maloury dosyasını gazetelerde yayınlatacağım." Fakat, Greatauk istifini bozmadan yanıt verdi: "Sakin ol, ahmak. ġu anda bir Yahudiyi kürek cehennemine göndermek üzereyim. Seksen bin balya saman çalma suçundan Pyrot'yu askeri mahkemeye veriyorum." Prens des Boscenos'un öfkesi bir anda yelken gibi söndü. Gülümseyerek sordu: "Sahi mi?.." "Yakında görürsün." "Kutlarım, Greatauk. Ancak, seninle baĢetmek zor olduğundan, bu haberi hemen gazetelere duyuracağım. Bu akĢam Alca'nın tüm gazetelerinde Pyrot'nun tutuklandığı okunacak..." Oradan ayrılırken Ģöyle mırıldanıyordu: "Ah bu Pyrot! Sonunun kötü olacağını biliyordum." Az sonra, General Panter Greatauk'un makamına çıktı. "Sayın bakanım, seksen bin balya saman olayını inceledim. Pyrot'ya karĢı hiçbir kanıt yok." "Bulunsun, efendim," dedi Greatauk, "adalet bunu istiyor. Derhal Pyrot'u tutuklayın." II PYROT Pyrot'nun suçu tüm Penguenistan'da nefretle karĢılandı; ama öte yandan, böyle ihanet ve siyaset kokan ağır bir suçun zararsız bir Yahudi tarafından iĢlenmiĢ olması onları biraz rahatlatıyordu. Bu duyguyu anlamak için, kamuoyunun büyük ve küçük Yahudiler konusundaki tutumunu bilmek gerekir. Bu öyküde daha önce birkaç kez belirttiğimiz gibi, tüm insanlığın nefret ettiği ama tüm ülkelerde güçlü olan finans kapital Hıristiyan ve Yahudi bankerlerden oluĢuyordu. Tüm nefret bu sınıfın bir parçası olan zengin Yahudiler üzerinde toplanıyordu. Bunların zenginliği sınırsız olup Penguenistan servetinin beĢte birini ellerinde tuttukları söyleniyordu. Bu yaman sınıfın dıĢında, yaĢam koĢulları yoksul olan çok sayıda küçük Yahudi de vardı; bunlar büyüklere duyulan nefretten paylarını alıyorlar, ama onlardan çekinilmiyordu. Tüm devlet düzenlerinde özel mülkiyet kutsal bir Ģeydir; demokrasilerde ise tek kutsal Ģey odur. Penguen devleti demokratikti; cumhuriyet bakanlarından daha geniĢ ve etkin bir güce sahip olan üç dört finans Ģirketi bu bakanları gizlice, para gücüyle veya gözdağı vererek, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor, eğer namuslu kalmakta inat ederlerse basında çamur atarak iĢ yaĢamlarını söndürüyorlardı. Para çantaları gizlice el değiĢtiriyordu ama, raslantı sonucu açığa çıkanların miktarı halkta nefret uyandırmaya yetiyordu. Fakat, irili ufaklı Penguen orta sınıfının tümü, servet saygısıyla doğup büyümüĢ olduğundan, büyük servet olmadan küçüğün olmayacağının bilincindeydi. Bu yüzden Hıristiyan ve Yahudi milyarderlere kutsal bir saygı duyuyorlar, bu büyük Yahudilerin saçının teline dokunmaktan ürküyorlardı. Ama küçükleri söz konusu olduğunda, gözünün yaĢına bakmıyorlar, bunlardan birini yerde gördüklerinde üzerine basıp çiğniyorlardı. ĠĢte bu nedenle, tüm ulus hainin küçük bir Yahudi olmasından rahatlamıĢtı. Onun kiĢiliğinde, düzeni sarsmadan, tüm Ġsrail soyundan öç alınabilecekti.


Pyrot'nun seksen bin balya samanı çaldığından kimse bir an bile kuĢku duymadı. Duymadı, çünkü bu karanlık olayda bir neden yoktu. Ġnsanlar nedensiz kolayca inanırlar, oysa kuĢkulanmak için bir neden gerekir. KuĢku duymadılar, çünkü her yerde yineleniyordu ve bir Ģeyin sürekli yinelenmesi halka göre doğru olduğunu gösterir. KuĢku duymadılar, çünkü buna inanmak istiyorlardı ve halk inanmak istediği Ģeyi doğru bulur. Ve en önemlisi, kuĢku duyma yetisi insanlar arasında az bulunur; kafasını kullanmayı bilen kiĢilerde biraz filizlenir ama eğitim olmadan geliĢmez. KuĢku tuhaf bir Ģeydir; zarif, felsefi, ahlak dıĢı, öze inen, korkunç; kurnazlık dolu, insanlara ve mallarına zarar verebilen, polis devletinin ve imparatorluk servetinin karĢısında, insanlığa uğursuzluk getirebilen, tanrıların yıkıcısı, kısaca yerlerde ve göklerde istenmeyen bir Ģeydir. Penguen halkı kuĢkuyu bilmiyordu; Pyrot'nun suçlu olduğuna inandı ve bu inanç kısa sürede onun en önemli yurtseverlik ve milliyetçilik göstergesi oldu. Pyrot gizli oturumda yargılandı ve suçlu bulundu. General Panter hemen gidip savaĢ bakanına mahkeme sonucunu bildirdi. "Bereket versin ki," dedi, "yargıçlar onun suçluluğuna inandılar, çünkü dosyada bir kanıt yoktu." "Kanıtlar," diye mırıldandı Greatauk, "kanıtlar neyi kanıtlar ki? Kesin ve çürütülmez tek bir kanıt vardır: suçlunun itirafları. Pyrot itiraf etti, değil mi? "Hayır, generalim." "Ġtiraf edecek; etmesi gerekir. Panter, bu iĢi çözümle; ona kendi yararı için itiraf etmesini söyle. Ġtiraf ederse kazançlı çıkacağına, ceza indirimi uygulanacağına sözver; suçunu kabul ederse aklanacağını söyle; ona madalya veririz. Onun yurtseverlik duygularına seslen. Yurt, bayrak, düzen için, emir-komuta zincirine saygı için, savaĢ bakanlığının özel buyruğuyla, bir asker olarak... canım, itiraf etsin iĢte. Sahi, Panter? Hâlâ itiraf etmedi diyorsun, ama suskunluk kabul etme anlamına gelmez mi? Susuyorsa itiraf etmiĢ demektir. "Fakat, generalim, susmuyor ki; bir kokarca gibi, suçsuz olduğunu haykırıp duruyor." "Bak Panter, bir suçlunun itirafı bazen yalanlamasının Ģiddetinden anlaĢılır. Bağırıp yadsımak suçu kabul etmektir. Pyrot itiraf etmiĢ demektir; Ģimdi suçu kabul ettiğini söyleyen tanıklar bulmalıyız; adalet bunu gerektiriyor." Penguenistan'ın doğusunda La Crique adında bir liman vardı; üç koydan oluĢan bu liman eskiden gemilerle dolup taĢarken, o yıllarda bırakılmıĢ, kumlar ve yosunlarla örtülmüĢ, pis kokuların yayıldığı ve durgun sularında hastalıkların kol gezdiği bir yer olmuĢtu. Orada, deniz kıyısında kare biçiminde yükselen bir kule vardı. Eski Venedik'teki Campanile'yi andıran bu kulenin kayalık tarafındaki duvarının üzerinden tahta bir kalas uzatılmıĢ, ucuna da zincirle bağlı çelik bir kafes asılmıĢtı. Draconitler zamanında Alca Engizisyon Mahkemesi yargıçları dinsizleri bu kafese kapatırlardı. Pyrot, üç yüz yıldır boĢ olan bu kafese kapatıldı. Kaleye yerleĢtirilen altmıĢ bekçi de, onu gece gündüz gözetlemek ve itiraflarını not edip savaĢ bakanına iletmek üzere görevlendirildi; çünkü önlemli ve titiz olan Greatauk itirafları istiyordu. Ahmak olarak bilinen bu bakan, gerçekte bilge ve ileri görüĢlü biriydi. Fakat Pyrot, güneĢte kavruldu, sivrisineklere yem oldu, yağmur, dolu ve karda ıslandı, soğuktan dondu, fırtınada beĢik gibi sallandı, kafesin üzerine tüneyen kargaların uğursuz sesleriyle karabasanlar geçirdi; ama gömleğinden kopardığı bez parçalarının üzerine kanına batırdığı bir çöple suçsuz olduğunu yazmayı sürdürdü. Bu bez parçaları ya denize düĢüyor ya da bekçilerin eline geçiyordu. Bunlardan birkaçı halkın da eline geçti. Ama, Pyrot'nun protestoları kimseyi etkilemiyordu, çünkü itirafları gazetelerde yayınlanmıĢtı.

III KONT MAUBEC DE LA DENTDULYNX Küçük Yahudilerin her zaman örnek olabilecek bir yaĢam biçimleri yoktu, Hıristiyan uygarlığının kötü huylarını onlar da kapmıĢtı; eski çağlardan kalan yalnızca aile bağlarının güçlü oluĢu ve dayanıĢma ruhlarıydı. Pyrot'nun kardeĢleri, üvey kardeĢleri, amcaları, dayıları, kuzenleri ve yeğenleri yedi yüz kiĢiyi buluyordu; bunlar önce yedikleri darbenin acısıyla evlerine kapanıp üstlerine kül döktüler ve kırk gün oruç tuttular. Sonra, birer duĢ alıp suçsuzluğundan hiç kuĢkulanmadıkları Pyrot'nun hakkını sonuna kadar,


yorulmak bilmeden ve her türlü tehlikeye karĢın aramaya karar verdiler. Hem neden kuĢkulanacaklardı ki? Hıristiyan Penguenler onun suçluluğundan nasıl kuĢkulanmıyorsa, onlar da aynı gerekçelerle Pyrot'nun suçsuz olduğuna inanıyorlardı. Pyrot soyadlı yedi yüz adam önlemi elden bırakmadan iĢe koyulup derin araĢtırmalara giriĢtiler. Onlar her yerdeydi; onlar hiçbir yerdeydi; Ulysse'in kılavuzu gibi, yerin altından gidebiliyorlardı. SavaĢ Bakanlığının bürolarına girdiler, baĢka kimlikler altında davanın yargıç, yazman ve tanıklarına yaklaĢtılar. ĠĢte, o zaman Greatauk'un akıllılığı anlaĢıldı: Tanıklar bir Ģey bilmiyordu, yargıç ve yazmanlar bir Ģey duymamıĢtı. Pyrot'nun kafesine kadar ulaĢan emin kiĢiler dalgaların gürültüsü ve kargaların çığlıkları arasında onun ifadesini aldılar. Ama boĢuna: Tutuklu da hiçbir Ģey bilmiyordu. Yedi yüz Pyrot savcılığın kanıtlarını çürütemiyorlardı, çünkü kanıtların ne olduğunu bilmiyorlardı. Ortada olmayan kanıt çürütülemiyordu. Kısacası, Pyrot'nun mahkum ediliĢi bir boĢluğun üzerine kurulmuĢtu. ĠĢte bu nedenle, akıllı Greatauk bir gün General Panter'e Ģöyle diyordu: "Bu dava bir baĢyapıttır, çünkü boĢlukta ayakları üzerinde duruyor." Yedi yüz Pyrot bu karanlık olayı aydınlatabilmekten umutlarını kesmek üzereydiler ki bir gün, çaldıkları bir mektuptan, seksen bin balya samanın hiçbir zaman var olmadığını öğrendiler. Ülkenin en namuslu iĢadamlarından biri olan Kont Maubec onları devlete satmıĢ, parasını almıĢ, fakat malı teslim etmemiĢti. Eski Penguen toprak soylularından olan Maubec de La Dentdulynx ailesinin elinde eskiden dört dükalık, altmıĢ kontluk, bin ikiyüz markilik, baronluk, vikontluk varken bugün avuç içi kadar bile toprakları kalmamıĢtı, tapusu elinde olsa da bir tutam ot yolması yasaktı. Çevre çiftçilerden veya tüccarlardan saman alıp devlete vermesi de olanaksızdı, çünkü herkes Maubec'ten altmıĢ santim para alabilmenin taĢın suyunu çıkarmaktan daha zor olduğunu bilirdi. Kont Maubec de la Debtdulynx'in parasal kaynaklarını dikkatle araĢtıran yedi yüz Pyrot bu adamın baĢlıca gelirinin güzel bayanların çalıĢtığı bir randevuevi olduğunu öğrendiler. Sonra, kamuoyuna suçsuz bir adamın mahkum edildiği seksen bin balya samanın gerçek hırsızının o olduğunu açıkladılar. Maubec Draco yanlısı soylu bir ailenin çocuğuydu. DoğuĢtan soyluluğa demokrasiler kadar değer veren baĢka bir düzen yoktur. Maubec Penguen ordusunda görev yapmıĢtı ve Penguenler ordularını taparcasına severlerdi. Maubec savaĢta madalya almıĢtı ve bu, Penguenlerin gözünde onur iĢaretiydi; bir madalya eĢlerinin yataklarından daha çekiciydi. Tüm Penguenistan Maubec'ten yana tavır koydu, iftiracı yedi yüz Pyrot'nun Ģiddetle cezalandırılmasını istedi. Maubec Ģövalye ruhlu bir adamdı; yedi yüz Pyrot'yu düelloya davet etti; kılıç, tabanca veya tüfek seçme hakkını onlara bıraktı. Ünlü bir mektubunda onlara Ģöyle sesleniyordu: "Pis Yahudiler, sizler Ġsa'yı çarmıha gerdiniz, Ģimdi de benim postumu istiyorsunuz; ama size söylüyorum, ben onun gibi tabansız olmayacağım ve sizin bin dört yüz kulağınızı keseceğim. Tekmemi poponuzda bilin." O zamanki hükümet baĢkanı Robin Mielleux adında bir köylüydü; zengin ve güçlülere iyi, yoksullara katı davranan, yüreksiz ve çıkarından baĢka Ģey tanımayan bir politikacıydı. Bir bildiri yayınlayıp Maubec'in namusuna ve suçsuzluğuna kefil olduğunu ilan etti ve yedi yüz Pyrot için suç duyurusunda bulundu; mahkemeler kısa sürede bunları karalayıcı olarak yargılayıp ağır para cezaları ve suçsuz kurbanlarının üsteleyerek istedikleri büyük ödencelere mahkum ettiler. Bu gidiĢle Pyrot kargaların tünediği kafesinde ölünceye kadar kalacak gibiydi. Fakat, ortaya konan kanıtların yetersiz ve çeliĢkili olduğunu gören bazı Penguenler bu Yahudinin suçlu olduğunu bilmek ve kanıtlamak isteğindeydiler. Genelkurmay subayları yoğun bir çalıĢma içinde olup bazen önlemi elden bıraktıkları oluyordu. Greatauk saygın sessizliğini korurken, General Panter geveze söylevler veriyor, her sabah gazetelerde mahkumun suçluluğunu kanıtlıyordu. Oysa, bir Ģey söylememek daha doğru olurdu; açık olan bir Ģey kanıtlanamaz. Bu kanıtlamalar kafaları karıĢtırıyor, ama inançları değiĢtirmiyordu. Halka ne kadar kanıtlanırsa daha fazlasını istiyordu. Bu kanıt bolluğu pek zararlı olmayabilirdi ama, her ülkede olduğu gibi, Penguenistan'da da özgür düĢünmeye, zor bir sorunu açık görüĢlülükle ele almaya ve felsefi kuĢkuya açık insanlar vardı. Sayıları çok azdı; açıkta konuĢmaya taraf değillerdi; zaten halk onları dinlemek istemiyordu. Yine de karĢılarındaki herkes sağır değildi. Alca'nın büyük Yahudi milyarderleri, Pyrot'dan söz edildiğinde "Bu adamı tanımıyoruz" diyorlardı; fakat içten içe onu kurtarabilmeyi düĢlüyorlardı. Servetlerinin onları bağladığı önlemi elden bırakmıyorlar, ama daha az çekingen baĢkalarının ortaya çıkmasını diliyorlardı. Bu dilekleri gerçekleĢecekti. IV COLOMBAN


Yedi yüz Pyrot'nun bozgunundan birkaç hafta sonra bir sabah kısa boylu, miyop, asık suratlı, saçı sakalı birbirine karıĢmıĢ bir adam evinden elinde bir kutu yapıĢkan, taĢınabilir bir merdiven ve bir paket afiĢle çıktı, sokakları dolaĢıp gördüğü her duvara bunları yapıĢtırdı. Bu afiĢlerde iri harflerle "Pyrot masum, Maubec suçludur" diye yazıyordu. Bu adamın iĢi afiĢ yapıĢtırmak değildi; adı Colomban olan ve Penguen sosyolojisi üzerine yüz altmıĢ cilt kitabı bulunan bu adam, Alca'nın en çalıĢkan ve en saygın yazarıydı. uzun süre bu dava konusunda düĢünmüĢ, Pyrot'nun suçsuzluğundan emin olduktan sonra, Ģimdi bu düĢüncesini en etkili bulduğu bir biçimde yayınlıyordu. Issız sokaklarda birkaç afiĢ astı, fakat kalabalık mahallelere geldiğinde, ne zaman merdivenine çıkmak istese çevresinde bir meraklı kalabalığı toplanıyor, afiĢi okuduktan sonra da ĢaĢkınlık ve öfkeyle dilsizleĢip ona düĢmanca bakıyorlardı. O bu bakıĢları cesaret ve miyopluğun verdiği rahatlıkla karĢılayabiliyordu. Onun ardından kapıcı ve tezgahtarlar afiĢleri yırtıyorlar ama o, peĢine okula gitmeye acelesi olmayan çocukları, sepetlerini taĢıyan dükkân çıraklarını takmıĢ, afiĢlerini asmayı inatla sürdürüyordu. Sessiz protestolar giderek homurdanma ve bağrıĢmalara dönüĢtü. Ama Colomban bunları görmeye veya iĢitmeye değer bulmuyordu. Azize Pembekız Sokağı'nda afiĢlerini asarken, öfkeli bir kalabalık Ģiddet iĢaretleri vermeye baĢladı. Ona "hain, hırsız, alçak, kahpe!" diye bağırıyorlardı. Bir ev kadını penceresini açıp baĢından aĢağı bir kova bulaĢık suyu boĢalttı; alkıĢlar arasında bir arabacı kırbacıyla Ģapkasını baĢından uçurdu; bir kasap çırağı merdivenini çekip onu, yapıĢkan kutusu ve afiĢleriyle birlikte çamurun içine yuvarladı. Bu görüntüler Penguenlere ne kadar büyük bir ülke olduklarını anımsatıp gurur verdi. Colomban çamurlar içinden üstü baĢı pislik içinde, ama dingin ve kararlı bir yüzle doğruldu. "Kaba adamlar", diye omuzlarını silkti. Sonra, düĢen gözlüğünü yerde elleri üstünde aramaya koyuldu. O arada, ceketinin sırtının boydan boya sökülmüĢ, pantalonunun yırtılmıĢ olduğu anlaĢıldı. Halkın tepkisi daha da arttı. Sokağın öbür yanında Azize Pembekız Bakkalı vardı. Yurtseverler bakkalın sergisinden ellerine ne geçerse Colomban'ın üzerine atmaya baĢladılar; portakal, limon, reçel kavanozları, çikolata tabletleri, Ģurup ĢiĢeleri, sardalya kutuları, ciğer ezmeleri, salamlar, tavuklar, yağ ĢiĢeleri ve fasulye torbaları üzerine yağdı. Bu yiyecek yağmuru altında kafası gözü yarılan adam, üstü baĢı yırtık ve çamur içinde, gözleri görmez bir biçimde kaçmaya baĢladı; peĢinden dükkân çırakları, yeni yürümeye baĢlayan çocuklar, iĢsizler, iĢgüç sahibi adamlar onu kovalarken "Haine ölüm! Onu denize atın!" diye bağırıyorlardı. Bu adi insan seli kalabalık caddeler boyunca dolaĢtıktan sonra Aziz Mael Sokağı'na geldi. Polis görevini yapıyordu: yan sokaklardan çıkan üniformalı polisler, sol elleri kılıçlarının kabzasında, kovalayan kalabalığın önünde koĢuyorlardı. Ġri elleriyle Colomban'ı ensesinden tutmak üzereydiler ki ayağı kayan adam, açık bırakılmıĢ bir mazgal deliğinden düĢüp ellerinden kurtuldu. Geceyi o karanlık delikte, pis sular ve ĢiĢman sıçanlar arasında geçirdi. Görevini düĢündükçe yüreği geniĢliyor, cesareti ve azmi artıyordu. Ve, sabahın ilk ıĢıkları delikten sızmaya baĢladığında ayağa kalkıp söylendi: "Bu zorlu bir kavga olacak." Yılmayan Colomban kaleme aldığı bir kitapçıkta, Pyrot'nun seksen bin balya samanı çalamayacağını, çünkü Maubec'in parasını aldığı halde samanları savaĢ bakanlığına teslim etmemiĢ olduğunu açık bir dille anlattı; sonra bu kitapçığı Alca sokaklarında dağıttırmaya baĢladı. Halk bunu okumak istemiyor, alıp yırtıyordu. Esnaf kaldırımda gördükleri satıcılara yumruklarını gösteriyor, elleri süpürgeli ev kadınları onları sokağın baĢına kadar kovalıyorlardı. O gün halkın öfkesi akĢama kadar yatıĢmadı. Gece serseri kılıklı adamlar "Colomban'a ölüm!" diye sokaklarda tur attılar. Yurtseverler dağıtıcılarda gördükleri kitapları zorla alıp alanlarda yakıyor, sonra da bu ateĢin çevresinde, eteklerini beline dolamıĢ kızlarla birlikte dans ediyorlardı. En ateĢlileri Colomban'ın evine kadar gidip, adamın kırk yıl boyunca derin bir barıĢ ve erinç içinde çalıĢtığı evin camlarını taĢladılar. Mecliste de tepkiler oldu; milletvekilleri önergeler verip Colomban'ın ulusal ordunun onuru ve Penguenistan'ın güvenliğine karĢı giriĢimleri konusunda hükümetin hangi önlemleri aldığını sordular. BaĢbakan Robin Mielleux Colomban'ın küstah biri olduğunu bildirdi ve, milletvekillerinin alkıĢları arasında, bu adamın mahkemelerde hesap vereceğini ilan etti. Kürsüye çıkan savaĢ bakanının yüzü çok değiĢmiĢti. Eskiden kutsal bir kaz gibi kendinden emin olan Greatauk Ģimdi ürkek, suratı asık, boynu eğri bir görünüm almıĢ, ülke düĢmanlarının arasındaki akbabalara benzemiĢti. Meclisin ulu sessizliği ortasında yalnızca Ģunları söyledi: " Pyrot'nun hain olduğuna ant içerim."


Greatauk'un bu andı tüm Penguenistan'a yayıldı ve kamu vicdanını rahatlattı. V PEDER AGARIC VE CORNEMUSE Colomban halkın tepkisini ĢaĢkınlık ve sabırla karĢılıyordu; ne zaman evinden çıksa taĢlanıyor, bu yüzden hiç çıkmıyordu. Odasında yüce bir inatla kafesteki suçsuz adam için yeni kitapçıklar hazırlıyordu. Bulduğu az sayıda okur, en fazla on-on iki kiĢi, onun bakıĢ açısında etkilenip Pyrot'nun suçluluğundan kuĢku duymaya baĢladılar. Bunu yakınlarına açtılar, zihinlerinde uyanan ıĢığı çevrelerine yaymaya baĢladılar. Bunlardan biri BaĢkan Robin Mielleux'nün arkadaĢıydı ve kuĢkularını ona anlatınca, baĢbakan bir daha onunla görüĢmeyi kesti. Bir baĢkası bir açık mektup yayınlayıp savaĢ bakanından açıklama istedi. Bir üçüncüsü de zehir gibi bir kitapçık yayınladı; Kerdanic adında bu adam en çekinilen tartıĢmacılardan biriydi. Halk ĢaĢırmaya baĢladı. Hainin bu savunucularının büyük Yahudi parasıyla tutulmuĢ olduğu söyleniyordu. Onlara Pyrotcu adı verildi ve yurtseverler onların kökünü kazımaya ant içtiler. Tüm ülkede en fazla bin veya bin iki yüz Pyrotcu vardı; ama her yerde ortaya çıkıyorlardı; parklarda, meclislerde, sosyete salonlarında, aile masasında, hatta karı-kocanın yatağındaydılar. Nüfusun bir yarısı öbür yarısından kuĢkulanıyordu. Bu bölünme Alca'nin ateĢini artırdı. Oysa, kendi okulunda genç soyluları eğitmeyi sürdüren Peder Agaric geliĢmeleri gergin bir bekleyiĢle izliyordu. Penguen kilisesinin baĢına gelen yıkım onu yıkabilmiĢ değildi; hâlâ Prens Crucho'ya bağlı olup Penguenistan tahtına Draco veliahtını geçirme umudunu koruyordu. Bu ülkede ne tür bir geliĢme olursa olsun, bunun oluĢturacağı kamuoyu ve kargaĢa, bir din adamının derin bilgeliği sayesinde yönlendirilir, yolundan çevrilebilir ve cumhuriyeti yıkmaya, inanmıĢlara büyük ödüller sözü veren Prens Crucho'yu geri getirmeye kullanılabilirdi. Bir gün geniĢ kara Ģapkasını giyip Conil Ormanı'na, Azize Pembekız ġurubu üreticisi Peder Cornemuse'ü görmeye gitti. Amiral Chatillon olayınıda yediği darbeyle yıkılmıĢ olan yaĢlı rahip belini yeni yeni doğrultabiliyordu. Yine, ormanın içinden bir tren sesi geliyor, hangarların altında mavi önlükleriyle çalıĢan öksüzler ĢiĢeleri paketliyor ve akasları çakıyorlardı. Agaric arkadaĢını fırının karĢısında ve boynuzlu imbikler arasında buldu. YaĢlı adamın göz kapakları eski yakut ıĢıltısına kavuĢmuĢ, kafası parlamaya baĢlamıĢtı. Agaric önce onun laboratuvar ve iĢliklerinde yeniden baĢlayan çalıĢmalarını kutladı. "ĠĢler canlanıyor," diye yanıtladı Conil Ormanı'nın adamı, "bunun için Tanrı'ya Ģükrediyorum. Ah! Agaric kardeĢ, neredeyse iflas etmiĢtim. Buranın ne duruma düĢtüğünü siz de gördünüz. Daha fazla söylemeyeyim." Agaric gözlerini çevirdi. Cornemuse sözlerini sürdürdü: "Azize Pembekız ġurubu yeniden sevilmeye baĢlandı. Ama durumum hâlâ riskli ve belirsiz. Beni yıkan yasalar hâlâ yürürlükte, yalnızca askıya alındılar..." Ve Peder Cornemuse yakut gözkapaklarını gökyüzüne çevirdi. Agaric elini onun omzuna koydu: "ġu güzelim Penguenistan'ın düĢtüğü acınacak duruma bakın, Cornemuse! Her yerde dikbaĢlılık, bağımsızlık, özgürlük! Kibirliler, mağrurlar ve isyancılar baĢlarını kaldırıyorlar. Tanrısal yasalara uymadıkları yetmiyormuĢ gibi, ölümlülerin yasalarına da karĢı geliyorlar, oysa iyi bir yurttaĢ olmak için önce iyi bir Hıristiyan olmak gerekir. Colomban Ģeytana öykünüyor. Bir sürü suç tohumu da arkasından gidiyor; öfkeleriyle her türlü dizgini kırmak, boyundurukları atmak, en kutsal bağları çözmek ve en sağlam engellerden kurtulmak istiyorlar. Ġstediklerini alabilmek için yurtlarına el kaldırıyorlar. Ama kendi kazdıkları kuyuya düĢecekler ve halkın nefreti, düĢmanlığı, öfkesi altında ezilecekler. ĠĢte dinsizliğin, özgür düĢüncenin ve sözde kendi akıllarıyla karar vermenin onları süreklediği uçurum bu." "KuĢkusuz, kuĢkusuz," dedi Peder Cornemuse baĢını sallayarak, "fakat Ģurup damıtırken günlük olaylardan uzak kaldım. Tek bildiğim Pyrot adında birinden çok söz edildiği. Bir bölümü onun suçlu, öbür bölümü de suçsuz olduğunu söylüyor, ama ben bu insanların kendilerini ilgilendirmeyen bir konuyla neden bu kadar uğraĢtıklarını anlamıyorum." Dindar Agaric hıĢımla sordu: "Pyrot'nun suçlu olduğuna inanmıyor musunuz?" "Bundan kuĢkum yok, sevgili Agaric," dedi Cornemuse; "tanrısal olanlara aykırı olmadıkları sürece ülke yasalarına sagyı duymamız gerekir. Hüküm giydiğine göre Pyrot suçludur. Bu karardan yana veya ona karĢı bir Ģey söylersem, haĢa kendimi yargıçların yerine koymuĢ olurum. Ayrıca, Pyrot mahkum edildikten sonra, bunun bir yararı da yok. Suçluyken mahkum edilmemiĢse, mahkum edildiği için suçludur, ikisi de


aynı kapıya çıkar. Yasalara saygılı her yurttaĢ gibi, onun suçluluğuna inanıyorum ve yargı organı bana buyurduğu sürece inanacağım, çünkü birinin suçsuz olduğunu söylemek özel kiĢilerin değil yargıcın hakkıdır. Ġnsanların koyduğu adalet, özündeki yetersizlikten kaynaklanan yanlıĢlarıyla birlikte saygıdeğerdir. Bu yanlıĢlar düzeltilemez Ģeyler değillerdir; yargıçlar bu dünyada düzeltmezlerse Tanrı öbür dünyada düzeltir. Öte yandan, bu General Greatauk'a güvenim var; pek öyle görünmese de, kendisine saldıranlardan çok daha akıllı bir adam." "Sevgili Cornemuse," dedi Peder Agaric, "Pyrot olayını, Tanrı'nın izni ve gerekli parayla, istediğimiz yöne çevirebilirsek çok yararlı sonuçlar elde edebiliriz. Penguenlere dinsiz cumhuriyetin kötülüğünü apaçık göstermekle kalmaz, onlarda Draco tahtını ve kilisenin Ģanını geri getirme isteğini de uyandırabiliriz. Ama bunun için halk cüppelileri ön safta görmelidir. Ordu ve onur düĢmanlarının üzerine yürürsek halk peĢimizden gelir." "Herkes gelirse fazla olur," diye mırıldandı Conil Ormanı rahibi. "Ama görüyorum ki Penguenlerin canı kavga etmek istiyor. Onların bu kavgalarına karıĢırsak, bizim sırtımızdan barıĢır ve faturayı bize ödetebilirler. ĠĢte bu yüzden, sevgili Agaric, bana inanın ve kiliseyi bu maceraya karıĢtırmayın." "Benim enerjimi bilirsiniz; önlemli olduğumu da. Kilisenin adını lekelemem... Can dostum Cornemuse, sizden yalnızca kampanyayı baĢlatabilmek için gerekli kaynağı istiyorum." Peder Cornemuse uzun süre, kötü biteceğinden emin olduğu bu giriĢiminm giderlerini karĢılamayı geri çevirdi. Agaric kâh rica, kâh baskıyla onun üzerine gitti Sonunda rica ve gözdağlarına dayanamayan Cornemuse baĢı önde, ayaklarını sürüyerek yoksul hücresine çıktı. Kireçle boyanmıĢ bu sade odada, kutsanmıĢ bir çalı yığınının altında kasası vardı. Ġçini çekerek kasayı açtı, aldığı bir deste parayı titrek bir elle Agaric'e uzattı. Agaric paraları cüppesinin ceplerine yerleĢtirirken Ģöyle diyordu: "Hiç kuĢkunuz olmasın, bu Pyrot olayını, Penguenistan'da kilisenin adını yüceltmek için, bize Tanrı gönderdi." "KeĢke haklı olsanız!" diye içini çekti Conil Ormanı'nın adamı. Sonra, laboratuvarında yalnız kaldığında uzun uzun, hüzünlü gözlerle ocağını ve imbiklerini seyretti. VI YEDĠ YÜZ PYROT Yedi yüz Pyrot giderek halkta daha çok nefret uyandırıyordu. Alca sokaklarında her gün onlardan iki üçünü pataklıyorlardı. Biri halkın ortasında dövüldü, öbürü çaya atıldı, bir üçüncüsü zifte bulanıp tavuk tüyü içinde yuvarlandıktan sonra, kahkahalar arasında caddelere salındı, bir süvari subayı dördüncüsünün burnunu kesti. Artık, her zaman gittikleri yerlere, tenise, at yarıĢlarına kolay kolay gidemiyorlardı, Borsa'ya saklanarak girebiliyorlardı. Onları bu sinmiĢ durumda tutmak ve daha da bunaltmak gerektiğini düĢünen Prens des Boscenos bu amaçla Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont Olive ve Bay Bigourd ile kafa kafaya verdi, birlikte Büyük Anti-Pyrot Ocağı'nı kurdular. Kent ve kasabalardan yüzlerce, binlerce yurttaĢ, bölük bölük asker bu derneğe katıldılar. Bir gün, genelkurmay baĢkanının makamına giden savaĢ bakanı, General Panter'in eskiden nerdeyse boĢ olan çalıĢma odasının Ģimdi her yanında üç dört katlı klasörler, çelik kasalar, her renk ve boyda dosyalar yığılı olduğunu gördü, tüm bu belge yığını birkaç gün içinde mantar gibi bitmiĢti. "Nedir bu?" diye sordu bakan ĢaĢkınlıkla. "Pyrot'ya karĢı kanıtlar," diye mutlu bir yüzle yanıtladı General Panter. "Onu mahkum ettiğimizde elimizde bir Ģey yoktu, artık eksiğimizi giderdik." Kapı açıktı. Greatauk koridorda uzun bir kuyruk oluĢturan hamalların, her an yeni belge paketleri getirip bıraktıklarını gördü, dosyaların ağırlığı altında gıcırdayan asansörün sesini iĢitti. "Ya bu gelenler?" diye sordu. "Bunlar Pyrot'ya karĢı yeni bulduğumuz kanıtlar," dedi Panter. "Penguenistan'ın tüm kentlerine ve ordu birliklerine, tüm Avrupa saraylarına haber gönderip istedim, ayrıca Amerika'dan, Avustralya'dan ve Afrika'daki Ģubelerden gemiler dolusu dosya bekliyorum." Ve Panter görevini yapmıĢ bir kahraman gibi huzurlu ve ıĢıldayan yüzünü bakana çevirdi. Fakat, Greatauk'un yüzü asılmıĢtı, bu dosya yığınına endiĢe ve umutsuzlukla bakıyordu. "Pekâlâ," dedi, "iyi etmiĢsin! Ama, Pyrot davasının o güzel sadeliğini bozmandan korkarım. Ne kadar basitti, onun değeri kaya kristali gibi saydam oluĢundaydı. Mercekle bile bir çöp, leke veya kusur arasanız bulamazdınız. Benim ellerimden çıktığında su gibi duruydu. Ben size bir inci verdim, siz onu bir dağa dönüĢtürdünüz. Daha iyi iĢ yapayım derken her Ģeyi bozabilirsiniz. Kanıtlar! Elbette kanıt olması iyidir,


ama hiç olmaması daha iyidir. Size daha önce söylemiĢtim, Panter: Çürütülemez en iyi kanıt suçlunun (veya masumun, fark etmez) itiraflarıdır. Benim hazırladığım Pyrot davası eleĢtiriye olanak vermiyordu, saldırabilecekleri bir açığı yoktu. Darbeler ona iĢlemezdi, çünkü göze görünmüyordu. ġimdi tartıĢmaya açık bir duruma getiriyorsunuz. Panter, size dosyalarınızı dikkatli kullanmanızı öneririm. Özellikle, gazetecilerle az iliĢki kurmalısınız. Ġyi konuĢuyorsunuz, ama çok konuĢuyorsunuz. Söyleyin bana, Panter, bu belgelerin arasında sahte olanı var mı?" Panter gülümsedi: "Eh, gerektiği kadar var." "Çok iyi! ĠĢte buna sevindim. En iyileri bunlar. Kanıt olarak sahte belgelerden daha iyisi olamaz, bunlar ısmarlama yapıldıkları için davaya en uygun olurlar, bu nedenle doğru ve adildirler. Ayrıca, insanı her Ģeyin ideal olduğu bir düĢlem dünyasına götürür, kusurlu gerçek dünyadan uzaklaĢtırırlar... Ama, Panter yine de hiç kanıtımız olmamasını yeğlerdim." Anti-Pyrot Ocağı'nın ilk iĢi hükümeti bu yedi yüz Pyrot'yu ve iĢbirlikçilerini yurda ihanet suçundan yüksek mahkemeye çıkarmaya çağırmak oldu. Ocağın sözcüsü olarak Prens des Boscenos Meclis kürsüsüne çıktı ve hükümetten bu konuda kararlılık ve teyakkuz beklediklerini söyledi. Sonra, tüm bakanların elini sıktı, General Greatauk'un yanından geçerken onun kulağına fısıldadı: "Doğru yürü, alçak, yoksa Maloury dosyasını açıklarım." Birkaç gün sonra, hükümetin verdiği bir önergeyi oybirliğiyle onaylayan Meclis Anti-Pyrot Ocağı'nı kamuya yararlı dernek olarak tanıdı. Ocak hemen Fok Ülkesinde Chitterlings Ģatosunda sürgün yaĢayan Crucho'ya bir kurul gönderdi ve üyelerinin prense bağlılıklarını iletti. Fakat, Pyrotcuların sayısı giderek artıyordu; Ģimdi on bin kadar olmuĢlardı. Kentin bulvarlarında toplaĢtıkları kendi kahveleri vardı; onların karĢısında yurtseverlerin daha geniĢ ve zengin kahveleri bulunuyordu. Her akĢam, bir kahvenin terasından öbürüne bardak, fincan, küllük, sürahi, sandalye ve masalar uçuĢuyor, aynalar aĢağı indiriliyordu. Karanlık sayıların eĢitsizliğini örtüyor, çağrılan polisler hangi yanda olduğuna bakmadan tüm kavgacıları demir çivili botları altında eziyorlardı. Bu Ģanlı gecelerin birinde, Prens des Boscenos yanında birkaç yurtseverle birlikte kahveden çıkarken, Bay de la Trumelle ona birini, gözlüklü, sakallı, Ģapkasız ve kaldırımda zorlukla yürüyen bir adamı gösterdi: "Hey bakın! iĢte Colomban!" Prens des Boscenos güçlü ama hoĢgörülü, sevecen biriydi. Fakat, Colomban'ın adını duyunca kan beynine sıçradı. Anında gözlüklü adamın üzerine atılıp bir yumrukta onu yere serdi. O anda, Bay de la Trumelle bir yanlıĢlık yaptığını, Colomban sandığı kiĢinin Anti-Pyrot Ocağı genel sekreteri, eski dava vekili, yurtsever Bay Bazile olduğunu gördü. Prens des Boscenos eskinin bükülmez adamlarındandı, ama yanılgısını kabul etmeyi bilirdi. "Bay Bazile," dedi adamı selamlayarak, "sizin yüzünüzü biraz incittim, ama bunu neden yaptığımı bilirseniz beni anlar, onaylar ve kutlarsınız. Sizi Colomban sandım." Bay Bazile kanayan burnunu mendiliyle siler ve yırtılan ceketini düzeltirken kuru bir sesle Ģöyle dedi: "Hayır, efendim, sizi anlamam, onaylamam ve kutlamam, çünkü davranıĢınız çok gereksiz, hatta aĢırıydı. Bu akĢam üç kez beni Colomban sanıp ona layık bir davranıĢı uygun gördüler. Yurtseverler onun kaburgalarını ve sırtını benim üzerimde kırdılar. Artık yeterince dayak yediğimi düĢünüyordum." Sözlerini bitirmemiĢti ki geçmekte olan bir grup Pyrotcu onları gördü; onlar da aynı yanlıĢlığı yaptılar: Yurtseverlerin Colomban'ı dövdüklerini sanan topluluk Prens des Boscenos ve arkadaĢlarına baston ve kırbaçlarla saldırdılar; onları kısa sürede yere serip karĢı çıkmasına aldırmaksızın dava vekili Bazile'i omuzlarına aldılar, "YaĢasın Colomban! YaĢasın Pyrot!" sloganlarıyla bulvarlarda yürüyüĢe geçtiler. Sonra, polisler harekete geçip onları coplarıyla kovaladı, karakola sürükleyip götürdü ve orada dava vekili Bazile'in bir kez daha Colomban olarak çivili botlar altında pestili çıkarıldı. VII BIDAULT-COQUILLE VE MANIFLORE - SOSYALĠSTLER Alca'da bir öfke ve nefret fırtınası yapıtken, gökbilimcilerin en yoksul ve en mutlusu olan Eugene Bidault-Coquille, Draco zamanından kalma bir itfaiye tulumbası üzerinde eski bir teleskopla gökyüzünü inceliyor, kayan yıldızları yarı bozuk fotoğraf filmleri üzerine kaydediyordu. Dehasıyla araçlarının


yanlıĢlarını düzeltiyor, bilim aĢkıyla filmlerin görüntülerini yorumluyordu. Yorulmaz bir çabayla göktaĢlarını, meteorları, asteroitleri, uzay tozlarını, dünya atmosferini, kısacası uzayda bulunan her Ģeyi gözlüyordu; bütün bu uykusuz gecelerinin ödülü olarak da halkın umursamazlığını, devletin iyilik bilmezliğini ve bilim kurumlarının düĢmanlığını kazanıyordu. Uzayın derinliklerindeki kazaları görmekten, yeryüzündeki olayları bilmiyordu; hiç gazete okumazdı ve yolda giderken, kafası kasım ayının asteroitleriyle dolu olduğu için, birkaç kez kör kuyulara düĢmüĢ, bir otomobil tekerleri altında kalmıĢtı. Boyu da bilgisi kadar uzundu; kendine ve baĢkalarına saygısını soğuk bir kibarlıkla ve ince siyah bir redingot, silindir Ģapka giyerek belli ediyor, bu da ona çok zayıf ve buharlaĢmıĢ bir görünüm veriyordu. Yemeklerini, kendisinden daha az bilgili müĢterilerin çoktan bıraktığı bir lokantada yerdi; oraya gittiğinde yalnızca onun masası hazır tutulurdu. ĠĢte bir akĢam bu lokantada, Colomban'ın Pyrot yanlısı kitapçığı gözüne çarptı; bir yandan fındıklarını kırarken onu okuyordu ve birdenbire, ĢaĢkınlık, dehĢet ve acıma duygularıyla büyülenip meteorları, yıldız yağmurlarını unuttu; gözleri kargaların tünediği çelik kafeste sallanan suçsuz adamdan baĢkasını görmez oldu. Bu görüntü onu bırakmıyordu. Sekiz gündür kafasında suçsuz tutukluyla yaĢarken, bir gün lokantadan çıktığında bir yurttaĢ kalabalığının miting yapılan bir kahveye girdiklerini gördü. O da girdi; bu, yansız bir toplantıydı; insanlar bağırıyor, sövüyor, dumanlı salonda birbirlerinin kafasını kırıyordu. Pyrot yanlıları ve karĢıtları sırayla alkıĢlanıyor veya yuhalanıyordu. KuĢkulu ve karıĢık bir canlılık dinleyicileri coĢturuyordu. Bidault-Coquille, utangaç ve yalnız insanlara özgü o cesaretle, sahneye fırladı ve üç çeyrek saat konuĢtu. Çok hızlı ve düzensizdi, ama coĢkuyla ve gizemli bir matematikçinin inancıyla konuĢuyordu. AlkıĢladılar. Kürsüden inerken uzun boylu, yaĢı makyajından belli olmayan ve büyük Ģapkasında tavus tüyleri taĢıyan bir kadın onun üzerine atıldı, duygulu ve ateĢli bir sarılmayla öptü, ona Ģöyle dedi: "Ne kadar yakıĢıklısınız!" O, her zamanki saflığıyla, bunda gerçek payı olabileceğini düĢündü. Kadın yaĢamını Pyrot'nun savunmasına ve Colomban'ın düĢüncelerine adadığını söyledi. Adam onu güzel ve alımlı buldu. Maniflore adındaki bu yoksul kadın eski bir fahiĢeydi; artık iĢe yaramayıp unutulduktan sonra, birden iyi bir yurttaĢ olmuĢtu. Kadın bir daha onun peĢini bırakmadı. Birlikte miting alanlarında, kahvelerde, otel odalarında, gazetelerin yazı iĢleri bürolarında unutulmaz saatler yaĢadılar. Adam idealist olduğundan, kadında güzellikde, kibarlık da kalmadığını gösteren birçok ipucuna karĢın, onu hâlâ güzel buluyordu. Eski güzelliğinden yalnızca hoĢa gitmeyi ve iltifat etmeyi bilmesi kalmıĢtı. Fakat, itiraf etmek gerekir ki, tansıklarla dolu bu Pyrot davası Maniflore'da da uygar bir değiĢime yol açmıĢ, kadın adalet ve gerçeğin simgesi oluvermiĢti. Ne Pyrot'ya karĢı olanlar, ne Greatauk'un savunucuları, ne de ordunun dostları arasında Bidault-Coquille ve Maniflore'a karĢı hoĢgörülü veya alaycı bir tutum vardı. Öfkeli tanrılar bu adamlara o değerli gülümseme yetisini bile çok görmüĢlerdi. Ciddi yüzlerle eski fahiĢeyi ve gökbilimciyi casusluk, ihanet ve devlete karĢı komplo kurmakla suçluyorlardı. Bidault-Coquille ve Maniflore bu karaçalma ve aĢağılamalar karĢısında daha da büyüyorlardı. Penguenler uzun bir süredir ikiye bölünmüĢlerdi ve ĢaĢılacak bir Ģey, sosyalistlerin daha bir partisi bile yoktu. Onların kesiminde dağınık, kopuk ve kafası karıĢık el emekçileri bulunuyordu. Pyrot davası bu kesimin önder kadroları için tuhaf bir sorun yarattı: kimse bankerlerden veya ordudan yana görünmek istemiyordu. Küçük ve büyük Yahudileri değiĢmez düĢmanları gibi görüyorlardı. Bu temel ilkeleri ve kiĢisel çıkarlarını bu dava yüzünden değiĢtirmek istemezlerdi. Fakat, tüm Penguenistan'ın karıĢtığı bu olayda kavgadan uzak kalabilmek giderek zorlaĢıyordu. Bu önderlerin baĢlıcaları ġeytan Kuyruklu Aziz Mael Sokağı'ndaki federasyon merkezinde buluĢtular; içinde bulundukları durumu ve gelecekte izleyecekleri yolu görüĢeceklerdi. Sözü önce yoldaĢ Phoenix aldı: "Ġğrenç ve alçakça bir adalet suçu iĢlendi. Üstleri tarafından baskı yapılan askeri yargıçlar suçsuz bir adamı korkunç bir cezaya çarptırdılar. Kurbanın bizden biri olmadığını söylemeyin; varsın geçmiĢte ve gelecekte bize hep düĢman olan bir sınıfın adamı olsun. Bizler sosyal adaletçiyiz; hiçbir haksızlık bize yabancı olamaz. Eğer Colomban gibi bir kentsoyluyu, Kerdanic gibi bir köktenciyi veya ılımlı bazı cumhuriyetçileri zorbaların kılıcı önünde yalnız bırakırsak yuh olsun bize. Eğer kurban bizden değilse, onun cellatları kardeĢlerimizin cellatlarıdır; Greatauk bu askere vurmadan önce grevci arkadaĢlarımızı kurĢuna dizdirmiĢti. YoldaĢlar, zorlu bir savaĢım, düĢünce ve ahlak gücüyle Pyrot'yu acılarından kurtarabilirsiniz ve bu soylu iĢi yaparken üzerinizdeki özgürlükçü ve devrimci görevden sapmıĢ olmayacaksınız, çünkü Pyrot


ezilmiĢliğin ve tüm sosyal eĢitsizliklerin simgesi oldu; bu eĢitsizliklerden birini devirirsek öbürlerini kökünden sarsarız." Phoenix sözlerini bitirdikten sonra yoldaĢ Sapor konuĢtu: "Size asıl görevinizi bırakıp sizi hiç ilgilendirmeyen bir iĢe karıĢmanızı öneriyorlar. Hangi yanda olursanız olun, doğal ve değiĢmez düĢmanlarınızla aynı safta olacağınız bir kavgaya niçin giresiniz? Bankerler size askerlerden daha mı yakın? Kimin kasasını kurtaracaksınız? Sosyal savaĢımınızda hep karĢınızda bulacağınız yedi yüz Pyrot'nun yardımına koĢmak hangi ahmak ve sorumsuz kiĢilerin iĢidir? Sizden düĢmanlarınızın saflarını ve kendi suçlarıyla bozdukları düzenlerini sağlamanızı istiyorlar. Ġyiliğin bu derecesine baĢka bir ad vermek gerekir. YoldaĢlar, rezilliğin topluma ölümcül olduğu bir aĢama vardır; Penguen kentsoylu sınıfı kendi rezilliğinin altında boğulmaktadır ve sizden onu kurtarmanız, soluk almasını sağlamanız isteniyor. Bu, sizinle alay etmektir. Bırakalım boğulsun ve son çırpınıĢlarını gülerek seyredelim. Tek tasamız, onun kirlettiği bu topraklarda yeni bir toplumun temelini atarken bu kirliliği nasıl temizleyeceğimiz olmalıdır." Sapor söylevini bitirdikten sonra yoldaĢ Lapersonne söz aldı: "Phoenix bizi suçsuz dediği Pyrot'nun yardımına çağırıyor. Bence bu yeterli değil. Pyrot suçsuz olabilir, ama o tam bir askerdi ve baĢlıca görevi halkın üzerine ateĢ etmek olan her asker gibi görevini tam yaptı. Bu gerekçe, halkın tüm tehlikeleri göze alarak onu savunması için yeterli değil. Bana Pyrot'nun suçlu olduğunu ve ordunun samanını çaldığını kanıtlayın, o zaman yürüyeyim." Sonra yoldaĢ Larrivée söz aldı: "ArkadaĢım Phoenix ile aynı görüĢte değilim; arkadaĢım Sapor'la da aynı görüĢte değilim; haklı deniliyor diye bir davaya partimizin katılması gerektiğini düĢünmüyorum. Burada sözcük oyunları ve tehlikeli bir iĢ var gibime geliyor. Çünkü, sosyal adalet devrimci adalet değildir. Bunlar her zaman karĢıda olurlar: birine hizmet etmek öbürüne karĢı savaĢmaktır. Bana gelince, ben seçimimi yaptım: sosyal adalete karĢı devrimci adaletin yanındayım. Ama bu davada çekimser kalmayı kınıyorum. Diyorum ki Ģans bize böyle bir olay armağan etmiĢse, ondan yararlanmamak budalalık olur. Nasıl mı? Bize militarizme iyi bir darbe vurma fırsatı verilmiĢtir. Kollarımızı kavuĢturup seyredelim mi? Sizi uyarıyorum, yoldaĢlar: Ben hint fakiri değilim ve asla böylelerinin yanında olmam. Burada hint fakirleri varsa, onların yanında olmamı beklemesinler. Bir Ģey yapmadan göbeğini seyretmek sonuç vermeyen bir politikadır, ben bunu asla yapmam. Bizim gibi bir parti her gün kendini sınamalıdır; yaĢamını sürekli eylemle kanıtlamalıdır. Pyrot davasına katılacağız ama devrimci tavırla katılacağız, Ģiddet eylemi uygulayacağız... Sizler Ģiddetin modası geçmiĢ, at arabaları, kollu baskı makinesi ve telli telgraf gibi rafa kaldırılması gereken bir yöntem olduğunu mu sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Dün olduğu gibi bugün de Ģiddet olmadan bir Ģey alınmaz; en etkili araç budur; yalnızca kullanmasını bilmek gerekir. Biz nasıl davranmalıyız? Size bunu söyleyeyim: egemen sınıfların birini öbürünün üstüne salmalıyız; yani, orduyu bankerlerle, hükümeti yargıyla, soylu ve dindarları Yahudilerle kapıĢtırmalı, birbirlerini yok etmelerini sağlamalıyız. Hastayı bitkin düĢüren ateĢ gibi, hükümeti zayıflatan bu karıĢıklığı sürdürmeliyiz. Pyrot olayı, eğer kullanmasını bilirseniz, silahsızlanma, genel grev ve devrim gibi, sosyalist partinin büyümesine ve iĢçi sınıfının geliĢmesine en az on yıl kazandıracaktır." Sonuç olarak, bu konuĢan parti önderleri birbirlerinden çok farklı düĢünüyorlardı; böyle durumlarda olduğu gibi, her biri daha önce defalarca söylediklerini daha düzensiz ve ölçüsüz bir biçimde yinelediler. Uzun süre tartıĢıldı ve kimse düĢüncesini değiĢtirmedi. Fakat, bütün bu görüĢler son incelemede iki öbeğe ayrılıyorlardı: Sapor ve Lapersonne'un çekimser kalma düĢüncesiyle Phoenix ve Larrivée'nin kavgaya katılma düĢüncesi. Ama her iki öbeğin ortak yanları asker Ģeflerinin adaletinden nefret etmeleri ve Pyrot'nun suçsuzluğuna derin bir inanç duymalarıydı. Öyleyse kamuoyu, tüm sosyalist önderlerin tehlikeli Pyrotcular olduğuna inanmakta haklıydı. Bunların adına konuĢtukları ve konuĢmak ne kadar temsil edebiliyorsa, temsil ettikleri büyük halk yığınları, yani düĢüncesini söyleyemediği için anlaması pek zor olan iĢçi sınıfı, Pyrot davasıyla pek ilgilenmiyordu. Onlar için bu dava fazla entelektüel, klasik bir tadı olan, yüksek kentsoylu ve büyük sermaye kokan bir olaydı ve hoĢlarına gitmiyordu. VIII COLOMBAN'IN YARGILANMASI


Colomban davası baĢladığında Pyrotcuların sayısı otuz bini geçmiyordu; ama her yerde, rahipler ve askerler arasında bile bulunuyorlardı. Onlara en çok zarar veren büyük Yahudilerin desteğiydi. Buna karĢılık, sayılarının az oluĢu nedeniyle sempati topluyorlardı ve içlerindeki aptal sayısı rakiplerinden daha azdı. Daha kolay toplanıp daha çabuk karar alabiliyor, uyumlu davranabiliyorlardı; her biri elinden gelenin en iyisini yapma gereğini duyuyor ve daha çok göze batıyorlardı. Her Ģey onların daha da büyüyeceğini, rakiplerininse, baĢlangıçta tüm halkı yanlarına aldıkları için, artık yalnızca azalabileceklerini gösteriyordu. Colomban halka açık mahkemeye çıktığında, yargıçlarının pek meraklı olmadığını hemen gördü. Ağzını açtığı anda yargıç ona, devlet yararı bakımından susmasını söylüyordu. Aynı gerekçeyle, ondan yana olan tanıkların söyledikleri de duyulamadı. Genelkurmay BaĢkanı General Panter üniforması ve tüm madalyalarıyla ifade vermeye geldi. Söyledikleri Ģunlardı: "Alçak Colomban Pyrot'ya karĢı kanıtlarımız olmadığını ileri sürüyor. Yalan söylüyor: Kanıtlarımız vardır; benim arĢivlerimde yedi yüz otuz iki metrekare alan üzerinde, her biri beĢ yüz kilo olmak üzere, tam üç yüz altmıĢ altı bin kilo kanıt var." Bu yüksek rütbeli subay daha sonra zarif ve kolay anlaĢılır bir dille kanıtlar hakkında bilgi verdi: "Her renk ve tonda kanıtlarımız vardır; her birinin biçimi değiĢiktir: su kabı, Ģapka, para, üzüm, güvercin yuvası, kartal vb. En küçüğü bir milimetre kare boyunda, en büyüğü ise yetmiĢ metre uzunluğunda ve doksan santimetre geniĢliğindedir." Bu açıklama üzerine dinleyiciler dehĢetle titrediler. Greatauk sırası gelince tanıklık etti. Daha sade giyinmiĢ ve bu nedenle daha etkileyici bir havada, ellerini arkasında kavuĢturmuĢ olarak konuĢtu: "Ülkemizi yıkımın eĢiğine getiren bu davranıĢının sorumluluğunu Colomban'a bırakıyorum. Pyrot olayı devlet sırrıdır ve öyle kalmalıdır. Eğer açıklanırsa, en büyük dertler, savaĢ, yağma, doğal afetler, yangın, toplu kıyım, bulaĢıcı hastalıklar anında Penguenistan üzerine saldıracaklardır. Bir sözcük daha edersem kendimi yurduma ihanet etmiĢ sayarım." Aralarında Bay Bigourd'un da bulunduğu, politika deneyimi olan birkaç kiĢi savaĢ bakanının bu söylediğinin genelkurmay baĢkanınkinden çok daha akıllıca ve ustaca olduğunu düĢündüler. Alboy Boisjoli'nin söyledikleri büyük etki yaptı: "SavaĢ Bakanlığı yapısında bir gece, komĢu bir ülkenin askeri ateĢesinin bana söylediğine göre, ülkesindeki bir süvari alayını gezerken çok yumuĢak ve tatlı yeĢil renkte, lezzetli bir saman görüp 'Bunu nereden buldunuz?' diye sormuĢ. Ona yanıt vermemiĢler, ama nereden geldiğinden kuĢkusu yokmuĢ. Bu, Pyrot'nun çaldığı samanmıĢ. Çünkü bu yeĢil renk, yumuĢaklık ve koku ülkemiz samanlarının bir özelliğidir. KomĢumuzun samanı kül rengi ve kırılgandır; yabayla atılırken hıĢırdar ve toz yapar. Bunun ne anlama geldiğine siz karar verin." Teğmen Hastaing, yuh sesleri arasında verdiği ifadesinde, Pyrot'nun suçlu olduğuna inanmadığını söyledi. Hemen jandarma tarafından tutuklanıp, gözdağlarından da, vaatlerden de uzak kalacağı, yılan ve böceklerle dolu izbe bir hücreye kapatıldı. MübaĢir seslendi: "Kont Pierre Maubec de la Dentdulynx." Salonda bir sessizlik oldu ve kürsüye doğru yaklaĢan, giysileri yamalı ama görkemli bir soylu adam görüldü; bıyıkları göğe bakıyor ve bakıĢları ateĢ saçıyordu. Colomban'a yaklaĢıp ona küçümseyen bir gururla baktı, sonra: "Benim ifadem," dedi, "iĢte Ģöyle: sizin ağzınıza s...ayım!" Bu sözler üzerine tüm salon alkıĢlarla inledi, yürekleri kaldıran ve ruhları yücelten bir huĢu içinde coĢtu. BaĢka tek sözcük etmeden Kont Maubec çekildi. O dıĢarı çıktığında, tüm dostları peĢinden geldiler. Prenses des Boscenos onun ayaklarına kapanmıĢ, bacaklarını kucaklıyordu; ama kont, mendil ve çiçek yağmuru altında ağırbaĢlı bir yüzle yürüyordu. Boynuna sarılmıĢ olan Vikontes Olive'i ayırmak mümkün olmadı ve bu mağrur kahraman onu göğsünde hafif bir eĢarp gibi taĢıyarak götürdü. Onun yüzünden ara verilen oturum yeniden baĢladığında, yargıç bilirkiĢileri çağırdı. Ünlü yazı uzmanı Vermillard incelemelerinin sonuçlarını anlattı: "Pyrot'nun evinde bulunan belgeleri, özellikle harcamalar defterini ve kuru temizleyici faturalarını, dikkatle inceledim; zararsız görünümleri altında, çok gizli bir Ģifreyle yazılmıĢ olmalarına karĢın, onları çözebildim. Hainin yaptıkları her satırda görülmektedir. Bu Ģifrede 'Üç bardak bira için Adele'e yirmi frank' sözleri 'komĢu bir ülkeye yirmi bin balya saman sattım' anlamına gelmektedir. Bu belgeyi incelediğimde bu subayın sattığı samanın türünü de belirledim: Nitekim, gömlek, yelek, külot, mendil, yaka, aperitif, tütün, puro sözcükleri yonca, bukağı, kabayonca, aptesbozan otu, yulaf, karamuk ve çayırotu anlamındadırlar.


Bunlarsa, Kont Maubec'in orduya sattığı samanın koku ve lezzetini oluĢturan bileĢenlerdir. ĠĢte, Pyrot kimsenin anlamayacağını sandığı bir dilde suçunu böyle kaydediyordu. Bu kadar sorumsuzluğun böyle bir kurnazlıkla birleĢmiĢ olması ĢaĢırtıcıdır." Colomban, hafifletici nedenler olmaksızın, suçlu olundu ve en yüksek cezaya çarptırıldı. Jüri üyeleri hemen bir yargıtay dilekçesi imzaladılar. Adalet Sarayı'nın önündeki alanda, bin iki yüz yıllık büyük bir tarihi görmüĢ olan ırmağın kıyısında, elli bin kiĢi mahkeme sonucunu bekliyordu. Orada, Anti-Pyrot Ocağı'nın ileri gelenleri arasında Prens des Boscenos, Kont Clena, Vikont Olive, Bay de la Trumelle bulunuyordu; Peder Agaric Aziz Mael Okulu'nun öğretmen ve öğrencilerini toplayıp getirmiĢti; rahip Douillard ile BaĢkomutan General Caraguel kucaklaĢıyor, oluĢturdukları yüce birliğe katılmak üzere, Pont-Vieux Köprüsü'nden geçip gelen pazarcı ve çamaĢırcı kadınlar, ellerinde tokaçları, çamaĢır suyu dolu kazanlarıyla akın ediyorlardı. Tunç kapıların önünde ve merdivenlerdeyse, Alca'da Pyrotcu olarak bilinen kim varsa toplanmıĢtı: Profesörler, gazeteciler, tutucu veya devrimci iĢçiler arasında, buruĢuk giysileri ve sert bakıĢlarıyla Phoenix, Larrivée, Lapersonne, Dagobert ve Varambille yoldaĢlar görülüyordu. Uğursuz kara redingotu ve silindir Ģapkasıyla Bidault-Coquille, Colomban ve Teğmen Hastaing için matematiksel duygularını haykırıyordu. Merdivenlerin en üst basamağında kahraman fahiĢe Maniflore, hırçın bir gülümseyiĢle parlıyor, Leena gibi bir zafer anıtı veya Epicharis gibi tarihin övgüsünü kazanabilmek için yarıĢıyordu. Limonata satıcısı, iĢportacı, izmarit toplayıcısı ve anti-Pyrotcu kılığına bürünmüĢ olan yedi yüz Pyrot Adalet Sarayı'nın çevresinde dolanıyordu. Colomban göründüğünde öyle bir gürültü koptu ki havanın ve suyun çıkardığı sesle kuĢlar dallardan düĢtü, balıklar sudan fırlayıp karın üstü çimenlere uçtular. Her yerden haykırıĢlar geliyordu: "Colomban suya! Onu ırmağa atalım!" Bazı çığlıklar da geliyordu: "Adalet ve gerçek!" Hatta Ģöyle bir ses iĢitildi: "Ordu alaĢağı!" Bu ses korkunç bir arbedenin iĢareti oldu. Binlerce kavgacı merdivenlerde birbirine girdi; kalanları da bu kalabalığa katılıp boğazına sarılacak birini buluyordu. Kadınlar da ateĢli, saç baĢ dağınık, diĢi ve tırnaklarıyla erkeklere saldırırken yüzlerinde o zamana kadar fark edilmeyen ve ancak yatak odalarının loĢ ıĢığında görülebilen bir mutluluk okunuyordu. Bunlar Colomban'ı yakasından tutmuĢ, ısırmak, boğmak ve parçalamak üzereydiler ki Ģahane Maniflore, saf ve soylu bir görüntü veren kırmızı tüniğiyle karĢılarına dikildi. Colomban kurtulmuĢ gibiydi; yandaĢları Adalet Alanı'nın ortasından ona bir yol açmıĢ ve Pont-Vieux köĢesinde bir arabaya bindirmiĢlerdi. At hemen dört nala hareket etmek üzereydi; ama Prens des Boscenos, Kont Clena ve Bay de la Trumelle arabacıyı tutup alaĢağı ettiler, hayvanları geri geri gitmeye zorlayıp köprünün parmaklıklarına dayadılar, son bir itelemeyle alkıĢlar arasında ırmağa yuvarladılar. Sular sesli bir gürültüyle fıĢkırdı; az sonra ırmağın parlak yüzeyinde ufak bir kıpırdanmadan baĢka bir Ģey kalmadı. Hemen aynı sıralarda, Dagobert ve Varambille'in adamları, kılık değiĢtirmiĢ yedi yüz Pyrot ile birlik olup Prens de Boscenos'u bir çamaĢırcı dubasına baĢı önde yuvarlayıp kötü hırpaladılar. Sessiz gece Adalet Alanı'na indiğinde yerlerdeki kalıntıları dingin bir barıĢla örttü. Ancak, üç kilometre ötede, köprünün altında, ıslanmıĢ bir adam topal bir atın yanına büzülmüĢtü. Colomban halkın bilgisizliği ve anlayıĢsızlığı konusunda derin derin düĢünüyordu. "Bu kavga düĢündüğümden daha zorlu olacak. Yeni engeller seziyorum." Talihsiz hayvana yaklaĢıp Ģöyle dedi: "Sen onlara ne kötülük yapmıĢtın, can dostum? Benim yüzümden baĢına neler geldi." Zavallı hayvanın boyuna sarılıp alnından öptü. Sonra, dizginlerinden çekip kaldırdı, topallayan hayvanı yedeğine aldı ve kentin sokaklarından geçirip evine getirdi. Orada derin bir uyku ikisine de insanların kötülüğünü unutturdu. IX PEDER DOUILLARD Penguenistan'ın yaĢadığı bu karanlık günlerde, Tanrı'dan ülkeyi parçalayan bu karıĢıklıklara son vermesi ve insanların Tanrı'ya ve inancın vekillerine karĢı iĢledikleri günahları bağıĢlaması amacıyla din önderleri,


piskoposlar, rahipler ve keĢiĢler Alca Katedrali'nde büyük bir ayin yapılmasına karar verdiler. Tören 15 Temmuz günü yapıldı. BaĢkomutan Caraguel ve kurmay kurulu ön saflarda bulunuyordu. Ayine çok sayıda ve seçkin bir kalabalık katılmıĢtı; Bay Bigourd'un dediğine göre, hem seçkin hem kalabalıktı. Ġlk sıralarda Prens Crucho'nun mabeyincisi Bay de la Berthoseille dikkati çekiyordu. Aziz Francis tarikatından peder Douillard'ın çıkacağı minberin yakınında, kendilerinden geçmiĢ bir görüntüyle bastonlarına dayanmıĢ olan Anti-Pyrot Ocağı'nın ileri gelenleri, Vikont Olive, Bay de la Trumelle, Kont Clena, Dük Ampoule ve Prens des Boscenos bulunuyordu. Peder Agaric, Aziz Mael Okulu öğretmenleri ve öğrencileriyle birlikte mihrabın önünde yer almıĢtı. Sağ koridor, Ġsa çarmıhta baĢını sağa eğdiği için daha değerli olan sağ yan, subaylara ve üniformalı askerlere ayrılmıĢtı. Kontes Clena, Vikontes Olive ve Prenses des Boscenos'un da aralarında olduğu soylu bayanlar balkonda yer almıĢlardı. Bu büyük kilisede ve dıĢ avluda her renk cüppeli yirmi bin din adamıyla otuz bin inanmıĢ buluyordu. BağıĢlama ve yarlıgama töreni bittikten sonra, aziz peder Douillard mimbere çıktı. Vaaz görevi önce peder Agaric'e verilmiĢti, ama tüm yeteneklerine karĢın onun dinbilim ve diplomasi deneyimi az görülmüĢ, onun yerine, son altı aydır kıĢlalarda dolaĢıp Tanrı ve düzen düĢmanlarına karĢı vaazlar veren, konuĢma yeteneği iyi olan peder Douillard seçilmiĢti. Aziz peder Douillard Deposuit potentes de sede (2) ayetini esas alıp, her tür dünyasal gücün Tanrı'yı ilke kabul etmesi gerektiğini, göklerin ona çizdiği ve görevli kıldığı tanrısal yoldan saparsa uçuruma gideceğini anlattı. Bu kutsal kuralları Penguenistan yönetimine uygulandığında, hükümetin düĢleyemeyeceği kadar korkunç, yıkımlarla dolu bir tablo çıkardı. "Bu sefalet ve utançların baĢlıca mimarını sizler iyi tanıyorsunuz, kardeĢlerim. Bu canavarın adı bile yazgısını gösteriyor, nitekim Yunancada pyros sözcüğü ateĢ demektir; tanrısal sağduyu bu sözcükle bize, bir Yahudinin kendisine bağrını açan bu ülkeyi ateĢe vereceğini anlatmak istiyordu." Onlara, kilise düĢmanlarının eziyet ettiği yurdun bağrındaki kanlarla "Ey acı! Ey yazgı! Ġsa'yı çarmıha gerenler benim bağrımı deliyor!" diye inlediğini gösterdi. Bu sözler kalabalığı büyük bir dalgalanmayla titretti. Usta konuĢmacı, kibirli Colomban'ı günahkar bedeninin düĢtüğü o ırmağın tüm sularının bile arındıramayacağını söyleyerek, dinleyenleri daha da coĢturdu. Sonunda, Penguenistan'daki tüm sorunları, yıkımları ve karıĢıklıkları bir yumak yapıp cumhuriyete ve onun baĢbakanına sitem olarak gönderdi: "Bu baĢbakan, Saül'ün Gabaon'da Filistinlilere yaptığı gibi, yedi yüz Pyrot ve yandaĢlarının kökünü kazımayarak bir korkak olduğunu göstermiĢtir; Tanrı'nın ona verdiği yetkiyi kullanmaya layık olmadığını göstermiĢ, artık tüm halkın gözünden düĢmüĢtür. Tanrı kendisini küçümseyenlere hoĢgörüyle bakar. Deposuit potentes de sede. Tanrı korkak hükümdarları indirir ve yerlerine, ona secde edecek güçlüleri koyar. Sizi uyarıyorum, beyler; sizi uyarıyorum, askerler: Sizi uyarıyorum Penguen ordusunun baĢkomutanı: Vakit geldi! Tanrı'nın buyruklarına uymazsanız, onun adına kafirleri tepelemezseniz, Penguenistan'ın baĢına dinci ve güçlü bir hükümet getirmezseniz, Tanrı kargıĢladıklarını yok eder, ama yine de kendi budununu kurtarır. Size karĢın, basit bir asker veya bir sanatkar gönderip kurtarır. Vakit geçmek üzere. Acele edin!" Bu ateĢli konuĢmayla coĢan altmıĢ bin kiĢi titreyerek yerlerinden fırladılar, "Silaha! Silaha! Pyrotculara ölüm! YaĢasın Crucho!" haykırıĢları arasında rahipler, kadınlar, askerler, soylular, kentsoylular, uĢaklar gerçeklerin kürsüsünden yükselen bu kollar tarafından kutsanmak üzere ayağa kalktılar; "Penguenistan'ı kurtaralım!" ilahisini söyleyerek katedralden dıĢarı akmaya baĢladılar. Irmak kıyısından Parlamento'ya doğru yürüyüĢe geçtiler. BoĢalan kilisede yalnız kalan bilge Cornemuse kollarını gökyüzüne kaldırıp küskün bir sesle Ģöyle yalvardı: "Agnosco fortunam ecclesiae pinguicanae! (3) Tüm bu olanların bizi nereye sürüklediğini görebiliyorum." Kutsal kalabalığın yasama binasına yaptığı saldırı geri püskürtüldü. Alca korumanları ve polislerin karĢı saldırısı önünde saldırganlar dağınık bir biçimde kaçıĢırken, varoĢlardan gelen yoldaĢlar, baĢlarındaki Phoenix, Dagobert, Lapersonne ve Varambille'in komutasında bu kalabalığın üzerine çullanınca, hezimet tamamlandı. Bay de la Trumelle ve Dük Ampoule karakola götürüldüler. Prens des Boscenos, uzun süre yiğitçe direndikten sonra, kaldırıma düĢüp kafasını yardı. Zafer sarhoĢluğundaki yoldaĢlar, aralarına karıĢmıĢ gezgin satıcılarla birlikte, "Crucho'ya ölüm! YaĢasın sosyalizm!" sloganlarıyla, bütün gece bulvarlarda yürüyüĢ yaptılar. Onların ardından Pyrotcular gazete kulübelerini ve ilan panolarını devirerek geçtiler. Soğukkanlı bir aklın alkıĢ tutamayacağı ve sokakların düzenini sağlamayı dert edinmiĢ kiĢilerin üzüleceği bir görüntüydü bu; ama gönül adamlarını daha da üzen bir Ģey vardı: Her iki yandan eĢit uzaklıkta


kalmaya çalıĢan, darbelerden korunmak için hamamböcekleri gibi sinen korkak adamlar; bunlar duygularının soylu ve ruhlarının yüce olduğunu göstermek için, gözlüklerindeki yaĢları silip hafifçe öksürerek Ģöyle diyorlardı: "Ey Penguenler, kardeĢ kanı dökmeyi bırakın; ana yurdunuzun bağrını deĢmekten vazgeçin!" Sanki bir toplumda kavga ve atıĢma olmadan yaĢanırmıĢ gibi, sanki sivil karıĢıklıklar ulusal yaĢam ve toplumun ilerlemesi için gerekli değilmiĢ gibi, haklıyla haksız arasında uzlaĢma öneren bu korkaklar, haklının hakkına tecavüz ederken, haksıza da cesaret vermekten baĢka bir Ģey yapmıyorlardı. Bu korkaklardan biri olan zengin ve güçlü Machimel kaynaĢan alanlarda dikiliyor, gözyaĢları yerde ayaklarının ucunda zehirli gölcükler oluĢturuyor ve iç çekiĢleri balıkçıların kayıklarını sarsıyordu. Bu çalkantılı gecelerde, eski tulumbanın ucunda, bulutsuz gökyüzünde kayan yıldızların fotoğrafını çeken gökbilimci Bidault-Coquille içten içe mutluydu. Adalet için savaĢıyordu; yüce bir aĢkla seviyor ve seviliyordu. AĢağılama ve karaçalmalar ona dokunmuyordu. Gazete kulübelerinde karikatürleri Colomban'ın, Kerdanic'in ve Teğmen Hastaing'inkilerle birlikte yer alıyordu; Anti-Pyrotcu gazeteler onun büyük Yahudi bankerlerden elli bin frank aldığını yazıyorlardı. Askere yakın gazeteler onun bilimsel uğraĢ yaĢamını araĢtırıyor, devlet üniversitelerindeki bilginler onun yıldızlar konusunda bir Ģey bilmediğini, en sağlam bulgularının yanlıĢ olduğunu, en akıllı ve verimli varsayımlarının değersiz olduğunu bildiriyorlardı. Ama o, nefret ve kıskançlığın darbeleri altında mutlu oluyordu. Yıldızların küçük noktalarla deldiği uçsuz bucaksız gökyüzüne bakarken, uyuyan kentin ne kadar ağır uykular, acı uykusuzluklar, boĢ hülyalar, her zaman yoz zevkler ve sonsuz yoksulluklarla yüklü olduğuna bakmadan Ģöyle düĢündü: "Haklı ve haksız, bu büyük kentte savaĢ veriyor." Böylece çok yönlü ve bayağı bir gerçeğin yerine sade ve güzel bir Ģiir koyuyor, Pyrot olayını haklılar ve haksızlar arasında bir kavga olarak görüyordu; haklının zaferini beklerken, karanlığın çocuklarını yenen ıĢık çocuklarından biri olabilme düĢüncesiyle ellerini oğuĢturuyordu. X YÜKSEK YARGIÇ CHAUSSEPIED O güne kadar korkudan gözleri kör olan cumhuriyetçiler, Peder Douillard ve Prens Crucho'nun sokağa döktüğü yığınlar karĢısında ayıldılar ve sonunda Pyrot davasının gerçek yüzünü gördüler. Ama, iki yıldır halk yığınlarının haykırıĢları önünde sinen milletvekilleri doğru yolu da seçmediler; bir alçaklığı bir baĢkasıyla değiĢtirip BaĢbakan Robin Mielleux'a karĢı döndüler, hoĢgörüleriyle cesaret verdikleri, perde arkasından elebaĢılarını kutladıkları karıĢıklıklardan onu sorumlu tuttular; onu zayıf davranıp cumhuriyeti tehlikeye atmakla suçladılar. Ġçlerinden bazıları da, kiĢisel çıkarlarının belki de Pyrot yanlısı olmaktan geçtiğini düĢünmeye baĢladı; bu düĢünceyle kafeste baĢkasının yerine acı çeken suçsuz adam için gözyaĢı dökmeye baĢladılar. Üstünün yerine göz dikmiĢ olan Bakan Guillaumette, iktidar milletvekillerinden birine Ģöyle diyordu: "Gözlerime uyku girmiyor!" Bu yiğit milletvekilleri kabineyi devirdiler ve cumhurbaĢkanı, Robin Mielleux'nün yerine Trinité adında, sakallı ve doğuĢtan cumhuriyetçi bir milletvekilini atadı; bu yeni baĢbakan da, Penguenlerin çoğu gibi, Pyrot olayını anlamıyordu, ama bu davada biraz fazla rahip cüppesi görüldüğünü düĢünüyordu. General Greatauk, savaĢ bakanlığındaki görevinden ayrılmadan önce, Genelkurmay BaĢkanı Panter'e son öğütlerini veriyordu: "Gidiyorum, ama siz kalıyorsunuz," dedi elini sıkarak. "Pyrot davası benim kızımdır, onu size emanet ediyorum; o sizin sevgi ve özeninize layıktır; güzeldir. Ama unutmayın, güzellik loĢ yerleri sever, utangaç yüzü tül arkasında olmayı seçer. Onun utangaçlığına saygılı olun. Daha Ģimdiden, görmemesi gereken gözler ona iliĢmeye baĢladı... Panter, kanıtlar istediniz ve buldunuz. Ama, çok fazla kanıtınız var. Gereksiz karıĢmalar ve tehlikeli meraklar olacağını görüyorum. Sizin yerinizde olsam, o dosyaları yok ederdim. Bana inanın, en iyi kanıt hiç olmayanıdır. O tartıĢılmaz." Heyhat! General Panter bu öğütlerin değerini anlamadı. Gelecek Greatauk'un öngörüsünü doğru çıkardı. Trinité baĢbakanlığa adımını atar atmaz Pyrot dosyasını istetti. Kendi savaĢ bakanı Peniche, ulusal savunmanın yüksek çıkarları adına dosyayı vermeyi kabul etmedi; BaĢbakana, General Panter'in koruması altındaki bu dosyanın dünyanın en büyük arĢivi olduğunu fısıldadı. Trinité elinden geldiğince duruĢma tutanaklarını inceledi, derinliğine varamadı ama iĢlem yanlıĢlıkları buldu. Bunun üzerine, yetkilerini kullandı ve duruĢmanın yeniden ele alınmasını buyruğunu verdi. SavaĢ bakanı Peniche bunun orduyu aĢağılama ve ülkeye ihanet olacağını söyleyip bakanlık mührünü yüzüne fırlattı. Yerine atanan bir


ikincisi, bir üçüncüsü, ve ardından gelen yetmiĢ tanesi aynı örnek davranıĢı gösterdiler. Trinité kafasına isabet eden mühürlerin acısıyla kıvranıyordu. Sonunda, yetmiĢ birinci savaĢ bakanı van Julep makamında kaldı; soylu meslektaĢlarından farklı düĢündüğü için değil, onlar tarafından casus olarak görevlendirildiği için kaldı; görevi baĢbakanına ihanet etmek, onu utandırmak ve dosyanın gözden geçirilme iĢini, Greatauk'un, rahiplerin ve Crucho yanlılarının zaferine dönüĢtürmekti. General van Julep yüksek bir askeri ahlaka sahip olup Greatauk'un zeki görüĢlerine ve ustaca planlarına aklı ermezdi. O da, General Panter gibi, Pyrot'ya karĢı kanıtlar olması gerektiğini, ne kadar çok olursa o kadar iyi olacağını düĢünüyordu. Bu düĢüncelerini Genelkurmay BaĢkanına açtı: "Panter," dedi, "öyle bir noktaya geliyoruz ki daha bol kanıt gerekebilir." "Anladım, generalim," dedi Panter; "dosyalarımı tamamlayacağım." Altı ay sonra Pyrot'ya karĢı kanıtlar savaĢ bakanlığının iki katını doldurmuĢtu. Bir gün, dosyaların ağırlığına dayanamayan döĢemeler çöktü; devrilen kanıtlar altında iki Ģube Ģefi, on dört büro memuru ve yer katında çizmeleri boyayan altmıĢ er ezildi. Bakanlık yapısının duvarlarına destek konması zorunlu oldu. Yoldan geçenler eskiden yüce olan bu yapıya abanarak çirkinleĢtiren dev kiriĢlere, yola kadar taĢıp trafiği zorlaĢtıran sevimsiz payandalara ĢaĢkın ĢaĢkın bakıyorlardı. Pyrot'u mahkum eden yargıçlar gerçek yargıç değil, subaylardı. Clomban'ı mahkum edenlerse gerçek, fakat küçük rütbeli yargıçlardı; kiliseleri süpüren çömezlerin giydiği türden Ģayak cüppeleriyle acınacak durumdaydılar. Bunların üstünde, kırmızı cüppelerinin yakaları kakım kürküyle süslü yüksek mahkeme yargıçları bulunuyordu. Bunlar, yasaları ve içtihatları iyi bilen, bu nedenle de gücüne korkuyla karıĢık bir saygı duyulan bir kurul oluĢturuyorlardı. Adına kırma mahkemesi (4) denir ve tüm ülkedeki mahkemelerin tepesinde çekiç gibi dururdu. Bu kurulun üyelerinden biri olan Chaussepied adında bir yargıç Alca'nın varoĢlarında küçük bir evde alçakgönüllü ve dingin bir yaĢam sürüyordu. Yüreği temiz, yüreği namuslu ve zihni açıktı. Dosyalarını inceleyip bitirdikten sonra keman çalar ve bahçesinde ektiği sümbüllere su verirdi. Pazar akĢamları komĢusu Helbivoire kızkardeĢlerin evinde yemek yerdi. Ama son birkaç aydır düĢünceli ve üzgün görünüyordu; hele gazeteleri açtığında neĢesi daha da kaçıyor, pembe yüzünde acı kırıĢıklıklar oluĢuyordu. Bunların nedeni Pyrot idi. Yargıç Chaussepied bir subayın düĢmana seksen bin balya saman satmak kadar alçakça bir eylemi nasıl yapabildiğini anlayamıyor, hele onu savunmaya kalkacak kiĢilerin ortaya çıkabileceğine hiç inanamıyordu. Kendi yurdunda bir Pyrot, bir Hastaing, bir Colomban, bir Phoenix'in çıkabildiğini düĢünmek ona sümbüllerini sularken, kemanını çalarken veya Helbivoire kızkardeĢlerde yemek yerken hep acı veriyordu. Pyrot davası adalet bakanınca yüksek mahkemenin önüne getirildiğinde, ön rapor hazırlama ve varsa usül hatalarını bulma görevi Chaussepied'e verildi. Her ne kadar dürüst ve titiz olsa da, Ģimdiye kadar önüne gelen tüm dosyalara yansız ve önyargısız bakmıĢsa da, bu dosyada somut ve tartıĢılmaz kanıtlar bulma beklentisi içindeydi. Uzun uğraĢlardan ve General van Julep'in sayısız olumsuz yanıtından sonra dosyayı getirtebildi. Dosya, sınıflandırılmıĢ ve paraf edilmiĢ on dört milyon altı yüz yirmi bin üç yüz on iki sayfadan oluĢuyordu. Yargıç bunları okurken sırasıyla ĢaĢırdı, hayran kaldı ve sonunda aklı baĢından gitti. Dosyada mağaza ilanları, gazete kesikleri, moda dergileri, bakkal kesekâğıtları, eski ticari yazıĢmalar, öğrencilerin okul defterleri, ambalaj kâğıtları, parkeleri silmek için zımpara kâğıtları, iskambil desteleri, altı bin adet DüĢ Yorumları kitabı bulunuyordu; ama Pyrot'dan söz eden bir tek belge yoktu.

XI SONUÇ Dava bozuldu ve Pyrot kafesinden indirildi. Anti-Pyrotcular yenildiklerini kabul etmediler. Asker yargıçlar Pyrot'yu yeniden yargıladılar. Bu ikinci davada da Greatauk örnek bir davranıĢ sergiledi; duruĢmadan yine mahkumiyet kararı çıkarmayı baĢardı. Bu amaçla, mahkemeye sunulan kanıtların bir iĢe yaramayacağını, iyi kanıtların devlet sırrı olarak saklandığını söyledi. Uzmanlara göre bu kadar ustalık hiç görülmemiĢti. Salondan çıktığında, meraklıların bakıĢları arasında mahkeme koridorlarından geçerken, kırmızı giysili ve yüzü kara peçeli bir kadın, elinde bir mutfak bıçağıyla onun üzerine atıldı: "Geber, alçak herif!" Bu kadın Maniflore'du. Çevredekiler ne olup bittiğini anlayamadan, General Greatauk onu bileğinden yakaladı; gözle görülür bir nezaketle bileğini sıktı ve bıçağı yere düĢürdü.


Sonra, yerden aldığı bıçağı Maniflore'a uzattı: "Madam," dedi eğilerek, "bir mutfak aygıtınızı düĢürmüĢsünüz." Fakat kadının karakola götürülmesine engel olamadı; daha sonra, onun hemen serbest bırakılmasını sağladı; sonraki günlerde kadın hakkında dava açılmasını önlemek için tüm etkisini kullandı. Pyrot'nun ikinci kez mahkum edilmesi Greatauk'un son zaferi oldu. Eskiden askerleri çok seven ve onların adaletine saygı duyan Yargıç Chaussepied Ģimdi askeri yargıçlara düĢman olmuĢ, önüne gelen askeri davaları ceviz kırar gibi kırıyordu. Pyrot davasını ikinci kez bozdu; gerekirse beĢ yüz kez bozmaya hazırdı. Korkak davranıp ikinci kez aldatıldıklarını ve alay edildiklerini gören cumhuriyetçiler bu kez papaz ve rahiplere döndüler; Mecliste kiliseye karĢı üst üste yasalar çıkarıp, onları evlerinden çıkardılar, mal ve mülklerine el koydular. Peder Cornemuse'ün korktuğu yine baĢına geldi. Bu iyi yürekli rahip Conil Ormanı'ndan kovuldu. Maliye memurları tüm imbiklerine el koydular, alacaklılar Azize Pembekız ġurubu ĢiĢelerini aralarında paylaĢtılar. Rahip bu iĢten yıllık üç milyon beĢ yüz bin frank gelirini yitirdi. Peder Agaric, okulunu laik ellere bırakıp sürgün yolunu tuttu. Besleyen devletten koparılan Penguenistan kilisesi, kökünden koparılmıĢ bir çiçek gibi soldu. Suçsuz adamın savunucuları kendi aralarında kavgaya tutuĢtular ve birbirlerine her türlü karaçalma ve aĢağılamayı yağdırdılar. Usta konuĢmacı Kerdanic Phoenix'in boğazına sarıldı. Büyük Yahudiler ve yedi yüz Pyrot, eskiden yardımlarını dilendikleri sosyalist yoldaĢlardan yüz çevirdiler. Onlara: "Biz sizi tanımıyoruz," diyorlardı. "Sosyal adaletinizle kafamızı ĢiĢirmeyin. Sosyal adalet zenginleri savunmak demektir." Milletvekili seçilen ve yeni iktidarın baĢı olan yoldaĢ Larrivée, hem Parlamento'nun, hem de halkın onayıyla baĢbakan oldu. Pyrot'yu mahkum eden askeri mahkemelerin ateĢli bir savunmaya baĢladı. Eski sosyalist arkadaĢları, el emekçileri ve devlet memurları için biraz adalet ve özgürlük isteyecek olsalar, güzel konuĢma sanatını kullanarak onlara Ģöyle diyordu: "Özgürlük taĢkınlık demek değildir. Düzenle kargaĢa arasında ben seçimimi yaptım: Devrim güçsüzlük demektir; kalkınmanın en büyük düĢmanı Ģiddettir. ġiddetle hiçbir Ģey elde edemezsiniz. Baylar, benim gibi düzeltim yanlıları her Ģeyden önce, hastayı bitkin düĢüren ateĢ gibi, hükümeti zayıflatan bu karıĢıklığa bir son vermelidirler. Namuslu insanların rahat etmesini sağlamalıyız." Bu söylev alkıĢlarla karĢılandı. Cumhuriyet hükümeti yine büyük finans Ģirketlerinin denetimine girdi, ordu yine sermayeyi savunmayı, donanma da büyük fabrikalara artırmayla iĢ vermeyi; yoksullar da, vergi vermeyi geri çeviren zenginlerin yerine de vermeyi sürdürdüler. Bu arada, eski yangın tulumbasının üstünde, gecenin yıldızlarını seyreden Bidault-Coquille uyuyan kente üzüntüyle bakıyordu. Maniflore onu bırakmıĢtı; adanacak yeni davalar ve özveriler arayan kadın genç bir Bulgar'ın peĢinden, adalet ve öç aramak için Sofya'ya gitmiĢti. Gökbilimci onu özlemiyordu; dava bittikten sonra, kadının güzelliği ve zekasının düĢündüğünden daha az olduğunu görmüĢtü. Ama, düĢünceleri çok baĢka alanlarda da değiĢmiĢti. En acısı, kendisini artık pek o kadar yüce biri olarak görmüyor olmasıydı. "Kendini yüce sanıyordun," diye düĢündü, "oysa saf ve iyi niyetli olmaktan baĢka bir hünerin yoktu. Ne için büyükleniyordun, Bidault-Coquille? Pyrot'un suçsuz, Greatauk'un alçak biri olduğunu ilk görenlerden biri olduğun için mi? Oysa, yedi yüz Pyrot'ya karĢı Greatauk'u savunanların dörtte üçü bunun böyle olduğunu senden iyi biliyorlardı. Sorun bu değildi. Neyinle övünüyordun? DüĢünceni açıkça söylemiĢ olmanla mı? Bu uygar cesarettir ve askeri cesaret gibi, düĢüncesizliğin bir sonucudur. Sen düĢüncesizlik ettin. Zararı yok, ama bunun için övünmen gerekmez. DüĢüncesizliğin ufak boyuttaydı; seni ufak tehlikelere atıyordu; kelleni ortaya koymuyordun. Penguenler eskiden baĢlarını ortaya koyarak devrimler yaptıkları gururlarını yitirdiler; bu, inançların ve özyapıların geliĢmesinin bir sonucudur. Ufak bir noktada halkın yanıldığını söylemek, sana yüce bir ruh verebilir mi? Korkarım ki, Bidault-Coquille, ulusların zihinsel ve ahlaki geliĢme koĢullarını anlamadığın için, bir bilim adamına yakıĢmayacak biçimde davrandın. Sen, sosyal eĢitsizliklerin bir tespih gibi dizili olduğunu ve bunlardan biri koparıldığında hepsinin düĢeceğini sanıyordun. Bu çok saf bir görüĢtür. Bir eylemle ülkende ve tüm evrende adaleti sağlayabileceğini sandın. Cesur ve namuslu bir adamsın, fakat deneysel felsefeyi pek bilmiyorsun. Ama, kendi içine bak, sen de kurnazlık ve Ģeytanlığı elden bırakmadın. Bu davada sen de ahlaki bir kazanç peĢindeydin. Kendi kendine "ĠĢte, artık adil ve cesur oldum, artık halkın önünde ve tarih kitaplarında baĢım dik yer alabileceğim" demiyor muydun? ġimdi düĢlerin yıkıldı, haksızlıkları yok etmenin o kadar kolay olmadığını ve her gün yeniden baĢlamak gerektiğini gördün. Yeniden yıldızlarına dön. Ama dikkat et, Bidault-Coquille, bu kez alçakgönüllü ol!" YEDĠNCĠ KĠTAP


YAKIN ÇAĞ MADAM CÉRÈS Dayanılabilecek Ģeyler ancak aĢırı olanlardır. Kont Robert de Montesquieu I MADAM CLARENCE'IN SALONU Cumhuriyetin yüksek bürokratlarından birinin dul eĢi olan Madam Clarence evinde çağrılar vermekten hoĢlanıyordu: Her perĢembe günü orta sınıftan ve söyleĢiden hoĢlanan dostlarını evinde buluĢtururdu. Oraya gelen her yaĢtan bayanlar çok acı çekmiĢler ve para sıkıntısı içinde yaĢıyorlardı. Ġçlerinde iskambil falcısı görünümünde bir düĢes ve düĢes görünümünde bir falcı kadın vardı. Eski tanıĢıklıklarını koruyabilecek kadar güzel olan Madam Clarence yeni dostlar kazanabilecek kadar güzel değildi. Güzel bir kızı vardı, ama çeyiz parası olmayan bu kız konukları ürkütüyordu; çünkü Penguenler çeyiz parası olmayan kızlardan Ģeytan görmüĢ gibi korkarlar. Evelyne Clarence nedenini bildiği bu çekingenliği fark ediyor, ama aldırıĢ etmeden çay servisini sürdürüyordu. Zaten, ortalıkta fazla görünmez, bayanlarla veya genç erkeklerle az konuĢurdu; onun kısa ve ağzı kapalı varlığı konukların söyleĢilerini bölmüyordu, çünkü ya genç bir kızın bunları anlamayacağını yahut da yirmi beĢ yaĢında olduğu için her Ģeyi iĢitebileceğini düĢünüyorlardı. Bir perĢembe günü, Madam Clarence'ın salonunda aĢktan söz açılmıĢtı; kadınlar bundan gururla, incelikle ve gizemle söz ediyorlardı; erkeklerse bilmiĢ ve kaba tavırlarla konuĢuyorlardı. Herkes konuĢmaya kendi görüĢünü dinlemek için katılıyordu. Ortaya çok espri yapıldı ve süslü laflar edildi. Hele, Profesör Haddock söyleve baĢlayınca herkesin kafası ĢiĢti. "AĢk konusundaki düĢüncelerimiz," diyordu profesör, "diğer konulardakinden pek farklı değildir; tümü de kaynağını unuttuğumuz eski alıĢkanlıklara dayanır. Ahlak konusunda, varlık nedeni çoktan unutulmuĢ kurallar, en yararsız davranıĢlar, en rahatsız edici kısıtlamalar, karanlık eski çağların ne kadar derinliğinden geliyorsa o kadar tartıĢmasız, incelemesiz ve saygıyla sürdürülür. Cinsler arasındaki iliĢkilere yönelik tüm ahlak kuralları Ģu ilkeye dayanır: Bir erkekle iliĢkiye giren kadın, tıpkı atı veya silahları gibi, artık onun malıdır. Bu yaĢam biçimi artık bittiği halde çağdıĢı alıĢkanlıklar sürer, örneğin kadın evlilik gibi bir sözleĢmeyle erkeğe verilir. Ancak, erkeğin giderek mülkiyet hakkının zayıflamasıyla sözleĢmede birtakım kısıtlamalar getirilmiĢtir. Bir kızın evlendiği erkeğe bekaretini götürme kuralı da, kızların ergen olduktan hemen sonra evden kovulduğu eski çağlardan kalmadır. Bugün yirmi beĢ veya otuz yaĢında evlenen bir kızdan bu kurala uymasını beklemek gülünç olur. Bunun kocasına sunduğu bir armağan olduğunu söyleyebilirsiniz; oysa günümüzde erkeklerin evli kadınların da peĢinden koĢtuğu, dul kadınlarla da pekâlâ evlenebildiği görülmektedir. Bugün dahi kızların dinsel ahlakında, tüm bekaretlerin Tanrı'ya ait olduğu, ancak onun bıraktıklarını insanların alabileceği gibi eski bir inanıĢ vardır. Dilimizdeki bazı gizemli değiĢmecelerde görülen bu inanıĢ artık tüm uygar ülkelerde bırakılmıĢtır; ama hem dindar ailelerde, hem de özgür düĢünceli olduğunu söyleyen, ama hiç düĢünme alıĢkanlığı olmayan, ailelerde de kızların eğitiminde bu inanıĢ sürmektedir. Akıllı demek bilgili demektir. Bugün bir kızın hiçbir Ģeyden haberi yoksa ona akıllı denir. Bu bilgisizliğin sürmesi istenir. Oysa, bu yöndeki tüm çabalara karĢın, en akıllıları bile her Ģeyi öğrenir, çünkü onlara kendi doğalarını, bedenlerini, istek ve duygularını saklama olanağı yoktur. Ama bildikleri yanlıĢlarla doludur. ĠĢte dikkatli bir eğitimin sonuçları bunlardır..." Alca Defterdarı Joseph Boutourlé onun sözünü kesti: "Ama bayım, gerçekten masum kızlar da var ve en kötüsü de bu. Ben böyle üç kız tanıdım; bu kızlar evlendiler ve üçünün de evliliği çok kötü oldu. Birincisi, kocası gerdek gecesi yanına yanaĢıp sarılmak istediğinde korkuyla yataktan fırlayıp cama koĢtu, "Ġmdat! Beyefendi aklını yitirdi!" diye bağırarak yardım istedi. Ġkincisi gerdek gecesinin sabahı, gecelikle aynalı dolabın tepesine büzülmüĢ olarak bulundu, aĢağı inmek istemiyordu. Üçüncüsü sesini çıkarmadan katlandı, ama birkaç hafta sonra annesinin kulağına Ģöyle fısıldıyordu: "Kocamla benim aramda aklınızın alamayacağı, size bile söyleyemeyeceğim Ģeyler oluyor." Bu kadın ruhunu kurtarabilmek için günah çıkarttığı rahibe durumu açtı ve bunların doğal


olduğunu ancak o zaman öğrenebildi. "Dikkat ediyorum," dedi Profesör Haddock, "Avrupa'da ve özellikle Penguenistan'da spor ve otomobil merakı yayılmadan önce, insanların tek uğraĢı cinsellikti. DüĢünüldüğünden daha az önemi olan bir konu bu." "Nasıl?" diye atıldı Madam Crémeur. "Bir kadının kendini tüm bedeniyle teslim etmesi önemsiz midir diyorsunuz?" "Hayır, madam, önemi olabilir. Ama verdiği Ģeyin güzel bir çiçek mi, yoksa dikenli bir çalı mı olduğuna bakmak gerekir. Hem de "kendini teslim etme" deyimi biraz abartılı değil mi? Kadın aĢkta kendini teslim etmez, ödünç verir. Örneğin, güzel Madam Pensée..." "O annem olur," dedi genç bir adam. "Kendisine sonsuz saygım var, bayım," dedi Profesör Haddock; "merak etmeyin, onun hakkında saygısız bir söz edecek değilim. Ama izin verirseniz, erkeklerin anneleri konusundaki düĢüncelerinin de tutarsız olduğunu söylemeliyim: Annelerinin bir erkeği sevdikleri için anne olabildiklerini, hâlâ da sevebileceklerini düĢünmezler. Oysa, bundan daha doğal bir Ģey olamaz. Ama kız çocukları daha gerçekçidir; annelerinin yeniden sevebilme yeteneklerini kabul ederler, hatta kendilerine rakip görürler." Münasebetsiz profesör daha uzun süre konuĢtu, kırdığı potlar ve söylediği budalaca görüĢler, beceriksiz ve görgüsüz tavırlarıyla birleĢince, artık kimse onu dinlemez oldu. Bu sırada, sade döĢenmiĢ odasında, hüzünlü bir bekleme odasını andıran, tüm genç kızlarınki gibi bir odada Evelyne Clarence kulüp ilanlarına ve hayır dernekleri broĢürlerine bakıyor, toplumu tanıyabileceği çıkar bir yol arıyordu. Annesinin entelektüel ve yoksul arkadaĢ çevresinden hiç kopmayacağını, bu nedenle kızının gözde olabileceği bir ortamı asla yaratmayacağını biliyordu. Sakin, inatçı, hayal kurmayan, evliliği yalnızca topluma katılma ve serbestçe gezebilme pasaportu olarak gören, karĢılaĢacağı tehlikeleri de hesaba katan gerçekçi bir arayıĢla kendi iĢini kendi görmeye karar vermiĢti. HoĢa gidecek çok yeteneği vardı. Ama zayıf yanı soylu olan her Ģeye gözleri kamaĢarak bakıyor olmasıydı. Annesiyle yalnız kaldığında ona Ģöyle dedi: "Anne, yarın Peder Douillard'ın çile odasına gideceğiz." II AZĠZE PEMBEKIZ VAKFI Aziz Mael Kilisesi'ndeki Rahip Douillard'ın çile odası her çarĢamba akĢam saat dokuzda Alca sosyetesi seçkinlerinin buluĢma yeri olmuĢtu. Prens ve Prenses des Boscenos, Vikont ve Vikontes Olive, Bayan Bigourd, Bay ve Bayan de la Trumelle hiçbir akĢamı kaçırmıyorlardı; orada soyluların krem tabakası ve güzel Yahudi baronesler göz kamaĢtırıyordu, hem Alca'nın Yahudi baronesleri artık Hıristiyan olmuĢlardı. Bu vakfın amacı, tüm dinsel vakıflar gibi, zengin insanlara ruhlarını kurtarmak için huĢu içinde düĢünebilecekleri bir ortam yaratmaktı; aynı zamanda, zengin ve tanınmıĢ aile üyelerinin, Penguenleri seven Azize Pembekız'ın hayır duasını almalarını sağlıyordu. Peder Douillard, havarilere yakıĢan bir çabayla yüce bir amaca hizmet ediyordu: Azize Pembekız'ın adını yeniden Penguenistan'da yüceltmek ve Alca'nın en yüksek tepesine onun adına dev bir kilise yaptırmak. Çabaları büyük ilgiyle karĢılanmıĢ, daha Ģimdiden yüz binden fazla çömez ve yirmi milyon frank bağıĢ toplamıĢtı. Azize Pembekız'ın emanetleri artık Aziz Mael Kilisesi'nin mihrabında, yeni yaptırılan mücevherlerle süslü altın bir sandıkta sergileniyordu. ĠĢte rahip Plantain'in yazdığı Alca'nın koruyucusu azizenin tansıkları adlı kitapta yazılanlar: "Eski sandık terör döneminde eritilmiĢ, azizenin kutsal artıkları Greve Alanı'nda yakılan bir ateĢe atılmıĢtı; ancak, Rouquin adında dindar bir kadın gece yarısı yaĢamını tehlikeye atarak ateĢler arasından azizenin yanmıĢ kemiklerinden birkaçını ve biraz külünü toplayabilmiĢti; bunları bir reçel kavanozunda sakladı ve inançlar özgür bırakıldığında Aziz Mael Kilisesi rahibine teslim etti. Ömrünün son yıllarını dine adayan Bayan Rouquin ölünceye kadar kilisede mum satıp sandalye kiraladı." Gerçekten de, dinin gerilediği çağlarda Rahip Princetau ve öbür dinbilimci eleĢtirmenlerin etkisiyle iyice gözden düĢmüĢ olan Azize Pembekız tarikatı, Peder Douillard zamanında artık doğruluyor, eskisinden daha gür olarak yeĢeriyordu. ġimdi dinbilimciler söylencenin bir satırına bile dokunmuyorlar, Rahip Simplicissumus'un aktardığı biçimde, Ģeytan kılığına giren bir ejderhanın onu mağaraya kapattığını, ama aziz bakirenin onu yenip çıktığını gerçek olarak kabul ediyorlardı. Artık yer ve tarih çeliĢkilerine yanıt verme gereği bile duymuyorlardı; çünkü bu yolun nereye varacağını biliyorlardı. Kilise, ıĢık ve çiçeklerle parlıyordu. Bir opera sanatçısı Azize Pembekız'ın ünlü ilahisini söylüyordu:


Cennetin bakiresi, Gel, gel, kahverengi gecede, Ve üzerimize ay gibi IĢığını gönder. Matmazel Clarence annesinin yanında ve Kont Clena'nın önünde yer aldı, uzun süre sandalyesinde baĢı öne eğik olarak oturdu; nitekim, dua duruĢu genç kızlara çok yakıĢır ve beden hatlarını ortaya çıkarır. Aziz Peder Douillard minbere çıktı. Güçlü bir konuĢmacıydı, duygulandırmayı ve ĢaĢırtmayı biliyordu. Ama kadınlar, ahlaki günahlar konusunda kullandığı sözcükleri ve çok katı oluĢunu pek beğenmiyorlardı. Yine de onu çok seviyorlardı. Rahip konuĢmasında Azize Pembekız'ın yedinci sınavından söz etti. Bu iffet sınavında da Pembekız ejderhanın tüm çabalarını boĢa çıkarmıĢtı. KonuĢmacı buradan giderek, azizenin bize esinlediği erdemlerle bizlerin de her gün karĢımıza çıkan kuĢku, dinsizlik, unutkanlık gibi ejderhaları yenebileceğimizi, onun yolunda gitmenin toplumsal diriliĢ demek olduğunu gösterdi. Sonunda, çömezlerine ateĢli bir çağrı yapıp tanrısal gücün bir parçası, Azize Pembekız'ın yapıtlarının destekçisi ve besleyicisi olmalarını ve onun yücelip daha çok tansıklar yaratabilmesi için gerekli tüm olanakları sağlamalarını istedi. Tören bittiğinde Rahip Douillard özel sorusu olanlar veya bağıĢ yapacaklar için emanet odasında hazır bekliyordu. Matmazel Clarence rahiple konuĢmak istiyordu; Vikont Clena'nın da isteği aynıydı. Çok kalabalık olduğundan uzun bir kuyruk oluĢmuĢtu. HoĢ bir raslantıyla, Vikont Clena Matmazel Clarence'ın arkasındaydı ve biraz abanıyordu. Evelyne, spor çevrelerinde babası kadar tanınmıĢ olan bu Ģık genci fark etmiĢti. Clena da genç kızı görmüĢ, güzel bulduğu için arkasından gitmiĢti. Genç adam kız ve annesiyle önceden tanıĢtırıldığı bahanesiyle onları selamladı ve biraz konuĢtu. Ertesi hafta Vikont Clena Madam Clarence'ın evine geldi. Bu kadının biraz çöpçatanlık ettiğini sanıyor, bundan rahatsızlık duymuyordu. Orada Evelyne'i yine gördüğünde yanılmamıĢ olduğunu anladı; kız çok güzeldi. Vikont Clena Avrupa'nın en güzel otomobiline sahipti. Üç ay boyunca anne kız Clarence'ları arabasıyla dağ, bayır, orman, vadi demeden gezdirip durdu; onlarla birlikte müzeleri ve Ģatoları gezdi. Evelyne'e ne söylemek gerekiyorsa, hatta daha da fazlasını söyledi. Kız da onu sevdiğini saklamadı, onu her zaman seveceğini, baĢka birini sevemeyeceğini söyledi. Genç adamın yanında sessiz ve yüreği çarparak yürüyordu. Ama bu yüce sevgisinin ardından, iffetinin tehlikede olduğu durumlarda, aĢılmaz bir duvar çekmesini de biliyordu. Üç ay süreyle genç adam, onu arabaya bindirdi, indirdi, yine indirip bindirdi ve araba bozulduğunda kuytu ormanlarda gezdirdi. Kısa süre içinde onu otomobilinin direksiyonu kadar iyi tanıyordu, ama hepsi o kadar. Sürpriz taktikleri, serüvenler, ormanda veya gece kulüpleri önünde ani duruĢlar hiçbir iĢe yaramadı. Üç ay önce baĢladığı yerdeydi. Adam bunun aptalca olduğunu düĢünüp öfkeleniyor, sonra arabasına atlayıp bir hendeğe yuvarlanma veya ağaca çarpma tehlikesine aldırmadan saatte yüz yirmi hız yapıyordu. Bir gün almaya geldiğinde, onu her zamankinden daha güzel ve daha kıĢkırtıcı buldu. Bir göl kıyısına geldiklerinde, sazları eğen fırtına gibi, genç kızın üzerine atıldı. Kız hoĢ bir zayıflıkla eğildi, büküldü, bir saz gibi yirmi kez kökünden sökülecek, kırılacak ve rüzgârda uçacak gibi oldu, ama yirmi kez doğrulup direndi ve her defasında sanki hafif bir rüzgârda kalmıĢ gibi diri ve gülümseyerek kalktı. Geri döndüklerinde zavallı adam kudurmak üzereydi, aklının üçte ikisini yitirip yolunu ĢaĢırdı ve Madam Clarence'ın yatak odasına daldı; aynanın önünde Ģapkasını denemekte olan yaĢlı kadını kapıp yatağın üzerine attı, kadın ne olduğunu anlayamadan ona sahip oldu. Aynı gün araĢtırmalarını sürdüren Evelyne, Vikont Clena'nın uçan kuĢa borcu olduğunu, yaĢlı bir fahiĢenin parasını yiyerek geçindiğini ve bir otomobil fabrikasının reklam için ödünç verdiği arabayı kullandığını öğrendi. Ġki genç anlaĢarak ayrıldılar ve Evelyne annesinin çağrılarında çay servisi yapmayı sürdürdü. III HIPPOLYTE CÉRÈS Madam Clarence'ın salonunda aĢktan söz ediliyor ve güzel Ģeyler anlatılıyordu. "AĢk özveridir," diye içini çekti Madam Cremeur.


"Size katılıyorum" dedi Defterdar Boutourle. Fakat, Profesör Haddock o usandırıcı münasebetsizliğiyle Ģöyle dedi: "Bana öyle geliyor ki Penguenler Aziz Mael'in yardımıyla memeli hayvana dönüĢtüklerinden beri fazla gururlanıyorlar. Oysa bu, gururlanacak bir Ģey değil: Ġnekler ve domuzlar da aynı biçimde yavrularını canlı doğuruyorlar, hatta portakal ve limon ağaçları da öyle, çünkü bu bitkilerin çekirdeği tohum zarında döllenmektedir." "Penguenlerin gururu bu kadar gerilere gitmez," dedi Bay Boutourlé; Aziz Mael'in onları giydirdiği günden baĢlar; üstelik bunun önemi uzun süre, çağdaĢ kent yaĢamında güzel giysiler ve moda baĢlayıncaya kadar anlaĢılamadı. Nitekim, Alca'nın iki fersah dıĢına çıkın, köylü kadınların gururla gezip gezmediğini görürsünüz." O gün Bay Hippolyte Cérès de çağrıya geldi; Alca milletvekili ve Parlamento'nun en genç üyelerinden biriydi. Babasının meyhaneci olduğu söyleniyordu, ama kendisi avukattı; iyi konuĢan, iri yapılı, gösteriĢli ve akıllı geçinen biriydi. "Bay Cérès," dedi ev sahibesi, "siz Alca'nın en güzel bölgesini temsil ediyorsunuz." "Ve giderek daha da güzelleĢiyor, sayın madam." "Fakat, artık rahatça gezemiyoruz," diye söze karıĢtı Bay Boutourlé. "Neden?" diye sordu Bay Cérès. "Bu otomobiller yüzünden." "Onları kötülemeyin," dedi milletvekili; "onlar büyük ulusal sanayimizin ürünleridir." "Biliyorum, bayım. Bugünkü Penguenler bana eski Mısırlıları anımsatıyor. Tarihçi Taine'in Ġskenderiyeli Clement'dan aĢırıp aktardığına göre Mısırlılar kendilerini yiyen timsahlara taparlarmıĢ; Penguenler de onları ezen otomobillere bayılıyorlar. KuĢkusuz, gelecek bu demir hayvanların çağı olacak, at arabalarına geri dönülmeyecek. Ve atların tarih boyu süren köleliği bitecek. Sanayicilerin kazanç hırsıyla, bir Jagernat (5) arabası gibi önümüze koydukları, aylak ve züppe takımının Ģimdilik hava atmak için kullandığı bu araçlar, yakında halkın hizmetinde uysal ve çalıĢkan birer hizmetli olacaklar. Fakat, Ģimdiki gibi öldürücü iĢlevlerini bırakıp yararlı olabilmeleri için, onlara uygun yollar, tekerlerinin bozamadığı, insanların ciğerine toz doldurmayan Ģoseler yapılması gerekir. Bu yeni yolları daha yavaĢ giden at arabalarına ve binicilere yasak tutmak, köprüler ve duraklar yapmak, kısacası geleceğin düzenli ve uyumlu yollarını tasarlamak gerekir. Ġyi bir yurttaĢın dileği budur." Madam Clarence sözü yine Mösyö Cérès'in temsil ettiği bölgenin güzelleĢtirilmesine getirdi; genç milletvekili yıkımlar, tüneller, inĢaatlar ve her türlü geliĢmeden yanaydı. "Günümüzde inĢaatlar mükemmel yapılıyor," dedi, "her yerde gözalıcı caddeler açılıyor. Bu kemerli köprülerimiz ve kubbeli apartmanlarımızdan daha güzellerini gördünüz mü?" YaĢlı bir sanatçı olan Bay Daniset söze karıĢtı: "Ama tepesinde kavuna benzeyen bir çan bulunan Ģu yeni sarayı unuttunuz. ÇağdaĢ bir kentin bu kadar çirkinleĢtirilebilmesine hayran kaldım. Alca AmerikanlaĢıyor; her köĢede özgür, özgün, ölçülü, alçakgönüllü, geleneksel veya insancıl kalabilmiĢ ne varsa yok ediliyor; bazen üstünden ağaç dalları uzanan eski bir duvar, soluk alabileceğimiz bir doğa köĢesi, babalarımızın anılarıyla dolu yerler kazılıp çirkin, korkunç, ölçüsüz, gülünç kubbeli, yeni sanat denen biçemde yapılar uğursuz siluetleriyle komĢu çatıların arasından yükseliyorlar. Yapıların cephelerine koydukları bombeli çıkıntılara yeni sanatın örgeleri diyorlarmıĢ; ben baĢka ülkelerde yeni sanat örnekleri çok gördüm, onlar fantezi ve sevimliydiler, ama bu kadar sevimsiz değillerdi. Ancak bizim ülkemizde bu kadar çirkin bir mimari görme ayrıcalığına sahibiz, aman ne ayrıcalık!" "Ama, hiç düĢündünüz mü," diye sertçe sordu Mösyö Cérès, "bu olumsuz eleĢtirmenler baĢkentimizi akın akın gezmeye gelen ve milyarlarca frank döviz bırakan turistleri kaçırmıyorlar mı?" "Ġçiniz rahat olsun," dedi Mösyö Daniset; "yabancılar bizim yapılarımızı değil, fahiĢelerimizi, modaevlerimizi ve kabarelerimizi görmeye geliyorlar." "Bizim kötü bir alıĢkanlığımız var," diye içini çekti milletvekili Cérès, "kendi kendimizin dedikodusunu yapmak." Madam Clarence iyi bir ev sahibesi olarak yeniden aĢk konusuna döndü; konuklardan Mösyö Jumel'e Leon Blum'un yeni çıkan kitabı konusunda görüĢlerini sordu. Ama Profesör Haddock daha önce davranıp sözü kaptı: "Romanın özü Ģu: AkıldıĢı bir gelenek yüzünden aile kızları zevkle bir aĢk yaĢayamazken, serüven heveslisi kadınlar bunu aĢırı ve zevksiz olarak yapıyorlar. Bu, gerçekten üzücü bir durum, ama Bay Leon Blum fazla üzülmesin; bu illet küçük kentsoylu toplumumuzda dediği kadar yaygınsa, baĢka çevrelerde onu avutacak çok farklı görünümlerle karĢılaĢabilir. Alt katmanlar, kasaba ve köylerdeki genç kızlar


rahatça aĢk yapmaktan geri durmuyorlar." "Ama bu ahlaksızlıktır!" dedi Madam Cremeur. Ve masum genç kızların zarafet ve iffetini görgülü bir dille övdü. Ama, Profesör Haddock dinleyenleri utandıran sözlerle konuĢmayı sürdürdü: "Namuslu aile kızları gözetim altında korunmaktalar; dürüst erkekler bu durumdan rahatsız oluyorlar, çünkü böyle bir genç kızı baĢtan çıkarmıĢ olmak büyük sorumluluktur ve övünülecek bir Ģey değildir. Ayrıca, bu konuda fazla bir Ģey bilmiyoruz, saklı olan Ģeyi nasıl bilebiliriz? ĠĢte bir toplumun varoluĢu için gerekli koĢul budur. Eğer erkekler, olgun kadınlar yerine genç kızların peĢinden koĢsalardı, çok daha baĢarılı olurlardı, iki nedenden dolayı: Çünkü kızların düĢlem güçleri daha geniĢtir ve merakları vardır. Kocaları tarafından zaten hırpalanmıĢ olan evli kadınlar aynı Ģeyi baĢka biriyle yeniden baĢlamaya pek istekli değildirler. Ben kendi giriĢimlerimde bu güçlüğü çok yaĢadığımı söyleyebilirim." Profesör Haddock bu garip sözlerini bitirirken Matmasel Evelyne Clarence salona girdi ve yüzündeki umursamaz, ama ona bir doğulu güzelliği veren anlatımla, çay servisini yaptı. "Ben, dedi Hippolyte Cérès, onu süzerek, bu genç kızların yanındayım." Genç kız içinden, "Bu adam budalanın biri" diye düĢündü. O zamana kadar politika dünyasından dıĢarı adım atmamıĢ olan Hippolyte Cérès Madam Clarence'ın salonunu beğendi; ev sahibesini soylu, kızını tuhaf ama güzel buldu. Böylece eve sürekli gelenlere katıldı, anne ve kızını pohpohlamaktan geri durmadı. Bu ilgiden hoĢlanan anne onu beğeniyordu; Evelyne ise ona yüz vermiyor, tepeden bakıyordu; genç adam onun bu küçümser tavırlarını soylu ve kibar buluyor, sevgisi daha da artıyordu. Bu mutlu adam onların hoĢuna gidecek Ģeyler arıyor ve bazen buluyordu. Meclisteki önemli oturumlara çağrılıklar, operadaki temsillere loca biletleri getiriyordu. Matmazel Clarence'ı gözde kılacak birçok yere götürdü; bir keresinde bakanlardan birinin verdiği ve sosyetenin çok beğendiği bir kır partisine götürdüğünde genç kız orada büyük ilgi topladı. Bu partide Evelyne özellikle Roger Lambilly adında genç bir diplomatın ilgisini çekti. Bu adam onu hızlı sosyeteden biri sanıp garsoniyerinde randevu verdi. Genç kız onu yakıĢıklı buluyor ve zengin olduğunu sanıyordu; bunin için gitti. Orada, az daha bu cesaretinin kurbanı oluyordu; büyük bir istenç gücüyle ve biraz da Ģiddet kullanarak düĢüĢünü önledi. Genç kızın yaĢamındaki en büyük delilik bu oldu. Artık bakanların ve baĢbakanın çevresine girmiĢ olan Evelyne bu ortama öyle soylu ve kibar bir hava katıyordu ki kısa sürede demokratik ve din karĢıtı yüksek bürokrat kesimin sevgisini kazandı. Hippolyte Cérès onun bu baĢarısını ve kendisini onurlandırdığını görünce, genç kızı daha çok sevdi ve ona çılgınca aĢık oldu. O andan baĢlayarak, genç kızda ona karĢı bir ilgi uyandı, adamın bu sevgisinin sürüp sürmeyeceğini merak ediyordu. Onu kaba, kötü eğitilmiĢ, incelikten yoksun, fakat canlı, iĢini bilen ve fazla sıkıcı olmayan biri olarak görüyordu. Hâlâ küçümsüyor, ama ilgileniyordu. Bir gün adamın bu duygularını sınamak istedi. Seçim zamanıydı ve genç adam ikinci kez seçilme peĢindeydi. Rakibi baĢlangıçta zararsız, konuĢmasını bilmeyen biriydi, ama zengindi ve oylarını her geçen gün artırdığı söyleniyordu. Hippolyte Cérès üzerindeki gevĢekliği atıp uyandı. Onun en büyük silahı, halka açık toplantılardı, bu tartıĢma toplantılarında rakibini ciğer gücüyle mat edebiliyordu. Seçim kurulu karĢıt görüĢlü adayların katıldığı bu tartıĢmaları salı akĢamları ve pazar öğle sonraları saat üçte düzenlemiĢti. Bir pazar öğle vakti Madam Clarence'ın evine gittiğinde Evelyne'i salonda yalnız buldu. Yirmi dakika kadar onunla söyleĢtikten sonra, saatini çıkarıp baktı, üçe çeyrek kaldığını gördü. Genç kız sevimli, ürkek, sözler veren tavırlarını sürdürüyordu. Cérès duygulanmıĢtı, ama ayağa kalktı. Evelyne, "Lütfen, biraz daha kalın!" diye tatlı, ama üsteleyen bir sesle rica edince yine koltuğa çöktü. Genç kadın zarif, güçsüz bir havayla ona ilgisini artırdı. Adam kızarıp bozardı, yeniden ayağa kalktı. O zaman, adamı tutabilmek için Evelyne baygın gözlerini ona dikti, göğsü inip kalkarak hiç konuĢmadı. Adam çılgına dönüp onun ayaklarına kapandı; sonra yeniden saatini çıkarıp ayağa fırladı ve Ģöyle söylendi: "Hay anasını! dörde beĢ var! gitmem gerek." Hemen merdivenlerden aĢağı seyirtti. O günden sonra genç kadın onu daha ciddiye aldı. IV BĠR POLĠTĠKACININ EVLĠLĠĞĠ


Genç kadın onu sevmiyordu, ama adamın kendisini sevmesini istiyordu. Ona hep resmi davranıyordu; yalnızca içinden gelmediği için değil, aĢk konularındaki kadınlara özgü sezgilerinden, geleneklerden, onun üzerindeki gücünü deneme ve sınırını ölçme isteğinden aynı zamanda. Önlemli olmasının bir nedeni de, onun kaba biri olduğunu bilmesi, yakınlık gördüğünde içtenliği artırıp yılıĢacağını, kadın bunu sürdürmediğinde de kabalaĢacağını görebilmesiydi. Adam iĢi nedeniyle dine karĢı ve özgür düĢünce yanlısı olduğundan, kadın onun önünde dindar tavırlar takınıyor, elinde kırmızı maroken kaplı din kitaplarıyla geziyor, onun gözleri önüne Azize Pembekız Vakfı'na yapılmıĢ bağıĢ makbuzlarını koyuyordu. Evelyne bunları muziplik, aksilik olsun diye veya ona takılmak için yapmıyordu; bu biçimde kendi özyapısını vurguluyor ve büyüyordu; milletvekilinin cesaretini artırmak için, Brunhild'in Sigurd'a alevlere sarılarak yaptığı gibi (6) kendini dinle sarıyordu. Bu cüretli davranıĢları iĢe yaradı. Adam onu artık daha çekici buluyor, dindarlığın kadınlara bir incelik verdiğini söylüyordu. Büyük bir çoğunlukla yeniden seçilen Cérès bu defaki Meclisin daha ilerici, daha sol ve daha çok düzeltim isteyen bir havada olduğunu gördü. Bunun da aslında değiĢim korkusundan ve hiçbir Ģey yapmama isteğinden kaynaklandığını hemen fark etti; bunun üzerine bu istekler doğrultusunda bir politika izlemeye karar verdi. Dönem baĢladığında, kürsüden uzun bir söylev verdi; iyi hazırlanmıĢ ve ustaca düzenlenmiĢ bu konuĢmasında, her düzeltimin uzun bir olgunlaĢtırılma süresi geçirmesi gerektiğini söyledi. AteĢli bir konuĢmaydı bu, ılım öneren kiĢinin hararetli konuĢması gerektiği ilkesine uygundu. Tüm Meclis onu ayakta alkıĢladı. BaĢbakanlık locasında anne kız Clarencelar onu izliyorlardı; Evelyne alkıĢların uğultusuyla elinde olmadan titredi. Aynı locada bulunan Madam Pensée bu erkek sesinin titreĢimleriyle kendinden geçiyordu. Kürsüden inen Hippolyte Cérès gömlek değiĢtirmeye gitmeyip, alkıĢlar hâlâ sürerken Clarence ailesini localarında selamlamaya gitti. Evelyne onu baĢarılı ve yakıĢıklı buldu; adam, mendiliyle boynunu silerken, hayranlarının kutlamalarını saygılı ve alçakgönüllü bir yüzle kabul ediyordu. Genç kız göz ucuyla baktığında, yan taraftaki Madam Pensée'nin yiğit milletvekilinin ter kokusunu sarhoĢ gibi kokladığını, göz kapakları ağırlaĢmıĢ ve baĢını geriye atmıĢ, bayılacak bir durumda olduğunu gördü. Bunun üzerine hemen Bay Cérès'e sevgiyle gülümsedi. Alca milletvekilinin konuĢması büyük yankı uyandırdı. Politik çevrelerde çok doğru bulundu. Büyük bir ılımlı gazete "Sonunda dürüst bir ses iĢitmiĢ bulunuyoruz" diyor, meclis kulislerinde "Bu doğru bir program" diye konuĢuluyordu. Herkes onun çok yetenekli olduğunda birleĢiyordu. Hippolyte Cérès Ģimdi köktenci, sosyalist ve din karĢıtı partinin doğal önderi gibi ortaya çıkmıĢtı; Mecliste en kalabalık olan bu parti onu Meclis grubu baĢkanlığına seçti. Ġlk yapılacak kabine değiĢikliğinde bakan olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Evelyne Clarence, uzun bir duraksamadan sonra, Bay Hippolyte Cérès ile evlenmeyi kabul etti. Onun beğenisine göre, büyük adam biraz kabaydı; ayrıca politikanın büyük servet getirdiği o noktaya gelmekten hâlâ uzak görünüyordu. Ama genç kız yirmi yedi yaĢına gelmiĢti ve bu yaĢta fazla titiz veya seçici olmamak gerektiğini bilecek kadar yaĢamıĢtı. Hippolyte Cérès ünlü olmuĢtu. Hippolyte Cérès mutluydu. Artık çok değiĢmiĢti; giysilerinin Ģıklığı, davranıĢlarının kibarlığı giderek artıyordu; onun beyaz eldivenler taktığını gören Evelyne bu adamın belki de eski halini yeğleyebileceğini düĢündü. Madam Clarence bu evliliği olumlu karĢıladı; hem kızının geleceğini ve hem de perĢembe günleri salonuna gönderilen çiçekleri güvencede görüyordu. Ama evlilik töreni bazı zorluklar çıkardı. Evelyne dindardı ve kilisede dini nikah istiyordu. Hippolyte Cérès hoĢgörülü, ama özgür düĢünceliydi ve yalnızca medeni nikahı kabul ediyordu. Bu konu üzerinde tartıĢma çıktı, kırıcı sözler edildi. Son tartıĢma genç kızın odasında, çağrılıklar yazılırken oldu. Evelyne kiliseden gelinlikle çıkmazsa kendini evlenmiĢ sayamayacağını söyledi. NiĢanı bozmak, annesiyle yurt dıĢına gitmek veya bir manastıra kapanmaktan söz etti. Sonra yalvardı, inledi. Bu bakire odasında her Ģey, beyaz yatağın baĢucundaki ĢimĢir dalı ve kutsama kabı, küçük etajerdeki din kitapları, Ģömine üzerindeki Azize Pembekız'ın mavi beyazlı yontucuğu, her Ģey onunla birlikte inliyordu. Hippolyte duygulanıp yumuĢamaya baĢlamıĢtı. Yüzünde gözyaĢlarıyla ıĢıldayan gözleri, bileklerine dolanmıĢ lacivert taĢından tespihiyle acıdan daha da güzelleĢen genç kız birden yere kapanıp Hippolyte'in ayaklarına sarıldı, dizlerini öperek yalvardı. Pes etmek üzere olan adam mırıldanıyordu: "Dini nikah, kilise nikahı... Hadi seçmenlerime bunu kabul ettirebilirim, ama Meclis grubu o kadar kolay yutmaz ki... HoĢ, bir denerim... hoĢgörü, toplumsal zorunluluklar... Onlar da kızlarını din derslerine göndermiyorlar mı?.. Bakanlığa gelince, vay anasını! Bana öyle geliyor ki sevgilim, onu okunmuĢ suda


boğmak üzeresiniz." Bu sözler üzerine, genç kadın ayağa kalktı; ciddi, özverili, yazgısına razı ve yenilmiĢ bir sesle: "Sevgilim, artık üstelemiyorum" dedi. "Öyleyse, dini nikah yok, değil mi? Bu daha iyi, çok daha iyi olur!" "Yok, öyle değil! Nasıl yapacağımı bana bırakın. Hem sizi, hem de beni mutlu edecek bir çözüm bulacağım." Genç kadın Peder Douillard ile görüĢüp durumu anlattı. Rahip onun beklediğinden çok daha anlayıĢlıydı. "Kocanız zeki bir adam, düzen ve akıldan yana; sonunda o da bize gelecektir. Onun ruhunu kurtarmıĢ olacaksınız, çünkü Tanrı ona Hıristiyan bir gelini boĢuna göndermedi. Dinimiz evlilikleri kutsamak için her zaman gösteriĢli ve parlak törenlerde istemez. Hele Ģimdi baskı altında olduğu bu dönemde, onun bayramları karanlık mahzenlere yakıĢır oldu. Matmazel, resmi nikah bittikten sonra, kocanızla birlikte sivil giysilerinizle buraya, benim özel tapınağıma gelin. BaĢ piskopostan gerekli izin ve mühürleri alıp hazırlayacağım." Hippolyte bu çözümü biraz tehlikeli buluyordu, ama içten bir sevinçle kabul etti: "Ceket giyip giderim" dedi. Yine de smokin ve beyaz eldivenleriyle gitti, orada da bolca yerlere kadar eğildi. V VISIRE KABĠNESĠ Saygın ve gösteriĢsiz Cérès ailesi yeni bir apartmanın oldukça güzel bir dairesine yerleĢti. Cérès karısını babacan ve dingin bir sevgiyle kucaklıyor, ancak bütçe komisyonundaki iĢleri nedeniyle haftada en az üç gün eve geç geliyordu; üzerinde çalıĢtığı posta yönetimi bütçesi raporunun bir baĢyapıt olmasını istiyordu. Evelyne onu yine kaba buluyordu, fakat hoĢlanmıyor değildi. Durumun kötü yanı, fazla paraları olmayıĢıydı; gelirleri çok azdı. Öyle inanıldığı gibi, cumhuriyetin hizmetlileri onun buyruğunda çalıĢırken zengin olmazlar. Armağanlar dağıtan bir kral olmadığından beri, herkes elinden geldiği ve baĢkalarından artakaldığı miktarlarda götürdüğü için, fazla bir Ģey kalmazdı. Demokrasi önderlerinin alçakgönüllü yaĢamları buradan kaynaklanır. Ancak büyük devlet artırmaları zamanında zenginleĢirler ve o zaman olanakları daha az olan uğraĢdaĢlarının kıskançlığıyla karĢılaĢırlar. Hippolyte Cérès yakın bir gelecekte büyük artırmalar açılacağını öngörüyordu; ve bunun geliĢini sağlayacak kiĢiler arasındaydı; bu arada karısıyla birlikte namuslu bir yoksulluğa katlanıyordu. Evelyne'in bu yokluktan fazla etkilendiği söylenemez; Rahip Douillard ve Azize Pembekız tarikatı ile iliĢkilerini sürdürüyor ve orada iĢine yarayabilecek önemli kiĢiler buluyordu. Bu kiĢileri seçmesini biliyor ve ancak güvenebileceği kiĢilerle iliĢki kuruyordu. Vikont Clena ile otomobil gezilerinden bu yana deneyim kazanmıĢ, özellikle evli bir kadının fiyatına eriĢmiĢti. Milletvekili önceleri karısının, ufak sansasyon gazetelerinin alay ettiği bu dinsel etkinliklerinden kuĢkulandı; ancak kendi çevresindeki demokrasi önderlerinin de soylular ve kilise çevreleriyle seve seve yakınlaĢtıklarını görünce, içi rahat etti. Ülke, yine fazla ileri gidildiğinin anlaĢıldığı bir dönemde bulunuyordu (bu dönemler çok sık geliyordu). Hippolyte Cérès bunu ılımla kabulleniyordu. Onun izlediği politika hırçın değil, hoĢgörülü bir politikaydı. Bunun temellerini düzeltim hazırlığı üzerine yaptığı o büyük konuĢmada atmıĢtı. Hükümet fazla ileri gitmiĢti; sermaye için tehlikeli olabilecek bazı tasarılara giriĢmiĢti; bankerler ona karĢı, dolayısıyla tüm gazeteler ona karĢıydı. Tehlikenin büyüdüğünü gören kabine tasarılarını, izlencesini ve görüĢlerini tümden terk etti, ama çok geçti; yeni bir hükümet hazırdı, Paul Visire'in bir soru önergesi hemen güvensizlik önergesine dönüĢtü ve Hippolyte Cérès'in güzel bir konuĢmasıyla hükümet düĢürüldü. CumhurbaĢkanı yeni kabineyi kurma görevini aynı Paul Visire'e verdi; çok genç olduğu halde iki kez bakanlık yapmıĢ olan bu milletvekili kabarelerin ve tiyatro kulislerinin vazgeçilmez konuğu, sanatsever, sosyetede tanınan, esprili, zeki ve dinamik bir adamdı. Paul Visire bunun "durup soluk alma ve kamuoyuna güvence verme" hükümeti olacağını söyledi ve Hippolyte Cérès'i bu hükümete posta telgraf bakanı olarak aldı. Yeni bakanlar çoğunluk grubundaki tüm partilerden ve her tür birbirine karĢıt görüĢlü milletvekillerinden oluĢuyordu; ama tümü de ılımlı ve kararlı tutuculardı. Giden hükümetin dıĢiĢleri bakanı yerini korudu; Crombile adındaki bu kara kuru, büyüklük karmaĢası geçiren adam günde on dört saat çalıĢıyor, kendi diplomatlarından bile saklanıyor, kimseyi kuĢkulandırmadığı halde o herkesten kuĢkulanıyordu. Kamu inĢaatları bakanlığına sosyalist Lapersonne getirildi. Bu ülkede en eski, en değiĢmez ve diyebilirim


ki en acımasız geleneklerden biri buydu; sosyalizme karĢı savaĢım veren bakanlıklara bir sosyalisti getirmek; böylece, servet ve mülkiyet düĢmanları kendilerinden birinin yaptıklarından utansınlar ve yarın kendilerini kimin cezalandıracağını kendi aralarında arasınlar diye düĢünülürdü. Ancak insan ruhunun derinliklerini bilmeyenler, sosyalistler arasından bunu yapacak birinin çıkmayacağını düĢünürler. YoldaĢ Lapersonne, Visire Kabinesine kendi isteğiyle, hiçbir baskı altında kalmadan girdi; kendi arkadaĢları arasında bile onu onaylayanlar oldu, çünkü iktidar Penguenler arasında saygınlık getiren bir makamdı. General Debonnaire savaĢ bakanlığına getirildi; ordunun en zeki subaylarından biri olarak tanınıyordu; fakat bir kadın tarafından yönetiliyordu; soylu bayan Barones de Bildermann hâlâ dolap çevirecek yaĢta ve güzellikte olup, komĢu ve düĢman bir ülkenin çıkarlarına hizmet ediyordu. Yeni deniz bakanı, saygıdeğer Amiral Vivier des Murenes yetkinbir denizci olarak biliniyordu; bu bakanın dindar oluĢu, laik cumhuriyet hükümetleri dinin deniz kuvvetlerinde gerekli olduğuna karar verdiğinden beri, tepki toplamıyordu. Dinsel rehberi Peder Douillard'ın önerilerine uyan Amiral Vivier des Murens, tüm gemilerin Azize Pembekız adına kutsanmasını buyurdu, Alca bakiresi adına Hıristiyan bestecilere yaptırdığı ilahilerin, deniz bandolarında milli marĢ yerine okunmasına karar verdi. BaĢbakan Visire dinin politikaya karıĢmasına karĢı, ama inançlara saygılı olduğunu bildirdi; o ılımlı bir düzeltimciydi. Paul Visire ve çalıĢma arkadaĢları düzeltim istiyorlar, ama düzeltimleri tehlikeye atmamak için hiç düzeltim önermiyorlardı; çünkü gerçek politikacılar bir düzeltimin önerildiği anda suya düĢeceğini bilirlerdi. Bu hükümet iyi karĢılandı, namuslu yurttaĢlara güven verdi ve borsayı yükseltti. Hükümet dört zırhlı gemi ısmarladı, sosyalistlere karĢı davalar açtı ve gelir vergisi koyma önergelerine karĢı çıkacağını kesin bir dille açıkladı. Maliye Bakanı Terrasson'un seçimi özellikle büyük basın tarafından alkıĢlandı. Eskiden borsa spekülasyonlarıyla ünlü olan Terasson rantiyecilere umut veriyor, iĢlerin açılacağını gösteriyordu. Ulusların tekelcilik, hisse senedi oyunları ve dolandırıcı spekülasyon denen üç memesi sütle dolacağa benziyordu. ġimdiden uzak ülkelerde sömürge kapma giriĢimlerinden söz ediliyor, en atak gazete yazarları Nigristan ülkesine askeri müdahaleyle manda tasarısı ortaya atıyorlardı. Henüz kendini göstermemiĢ olmasına karĢın, Hippolyte Cérès değerli bir bakan olarak görülüyordu; iĢadamları onu beğeniyorlardı. Her yandan, bakanlık sorumluluğu içinde, aĢırı uçlar ve tehlikeli adamlarla iliĢkilerini kestiği için onu kutluyorlardı. Bakan eĢleri arasında bir tek Madam Cérès zarafetiyle parlıyordu. Crombile müzmin bekardı; Paul Visire, kuzeyli bir büyük sanayicinin kızıyla zengin bir evlilik yapmıĢtı; karısı iyi yetiĢmiĢ, görgülü bir kadındı, ancak sağlığı bozuk olduğundan, uzak bir ilde annesinin yanında bakım görüyordu. Öbür bakan eĢleri gözlere bayram olsun diye yaratılmamıĢlardı; örneğin, gazetelerin sosyete sayfalarında Madam Labillete'in cumhurbaĢkanlığı balosuna baĢında cennet kuĢlarıyla geldiği yazılmıĢtı. Amiralin eĢi iyi bir aileden, boyuna değil enine geniĢ, yüzü boğa, sesi iĢportacı gibi bir hanım olup kendi bakkal alıĢveriĢini kendisi yapıyordu. General Debonnaire'in eĢi uzun boylu, sıska, yüzü sivilceli, genç subaylara bir türlü doymak bilmeyen, çirkinlikte yitirdiği saygınlığı türlü türlü skandalla yakalamaya çalıĢan biriydi. Madam Cérès hükümetin zarafet ve kibarlık elçisiydi. Genç, güzel ve ayıbı olmayan bu kadın zarif giysileriyle seçkin sosyeteyi ve içten gülüĢüyle halk yığınlarını hükümete kazandırıyordu. Salonunda verdiği çağrılar Yahudi banker eĢlerinin akınına uğradı. Genç kadın cumhuriyetin en güzel bahçe partilerini veriyordu; gazeteler bu çağrılarda giyilen tuvaletlerin ayrıntılarını yazıyor, zaten büyük modaevleri kadından giysilerinin ücretini almıyorlardı. Kilise ayinlerine gidiyor, böylece hem Azize Pembekız tarikatını halkın düĢmanlığından koruyor, hem de soylu ailelerin yüreklerinde yeni umutlar yeĢertiyordu. Altın sarısı saçları, keten grisi göz kapakları, ince kıvrak beliyle gerçek bir güzeldi; namusunda hiçbir leke yoktu, suçüstü yakalanmadığı sürece de olmayacaktı, çünkü bu iliĢkilerde usta, önlemli ve kendinden emin davranıyordu. Gelire vergi konulması için verilen önergenin görüĢülmesi hükümetin zaferiyle sonuçlandı, Parlamento tatile girmeden önce, önerge alkıĢlar arasında geri çevrildi. Madam Cérès ülkeyi ziyaret eden üç kral onuruna parlak bir Ģölen verdi. VI GÖZDENĠN KANEPESĠ BaĢbakan tatil sırasında Bay ve Bayan Cérès'i sezon için kiraladığı ve yalnız yaĢadığı dağ Ģatosuna çağırdı. Bayan Visire'in sağlığı gerçekten de kocasına katılmasına izin vermiyordu; uzak bir ilde annesiyle


kalıyordu. Bu Ģato eskiden son Alca krallarından birinin gözde metresinin mülkü olmuĢtu; salon eski mobilyalarıyla korunmuĢ olup gözdenin kanepesi hâlâ duruyordu. Çevre güzelliği harikaydı; Ģatoya egemen tepenin eteklerinde mavi Aiselle ırmağı akıyordu. Hippolyte Cérès oltayla balık tutmayı seviyordu; bu tekdüze uğraĢ sırasında en iyi siyasi taktikleri ve en güzel konuĢmaları hazırlayabildiğini söylüyordu. Aiselle ırmağında alabalık kaynıyordu, baĢbakanın onun buyruğuna verdiği bir sandalda sabahtan akĢama kadar balık tutuyordu. O arada Evelyne ve Paul Visire Ģatonun bahçesinde yürüyüĢe çıkıyorlardı. Evelyne, onun kadınlar üzerindeki çekiciliğini biliyor, ama kendisine henüz kur yapmadığını görüyordu; art niyetsiz, bir salon adamı olarak yüzeysel ve havalı söyleĢilerle yetiniyordu. Adam zevk sahibiydi ve onun güzel olduğunu biliyordu; baĢkentteyken Meclis ve opera kulisleri tüm zamanını alıyordu; ama bu küçük Ģatoda Evelyne'in keten grisi göz kapakları ve ince beli paha biçilmez değerdeydi. Bir gün Hippolyte Cérès ırmakta balık tutmakla uğraĢırken, adam onu gözdenin kanepesinde yanıbaĢına oturttu. Perdelerin aralığından güneĢin altın ıĢıkları aĢk perisinin okları gibi Evelyne'in yüzüne düĢüyordu. Beyaz muslin giysisinin altında kadının kıvrak vücut hatları belli oluyor, gençlik ve zarifliğini vurguluyordu. Kadının nemli teni kesilmiĢ ot gibi kokuyordu. Paul Visire bu durumda kendinden bekleneni yaptı, kadın da sosyetenin aĢk ve raslantı oyununa karĢı çıkmadı. Kadın bu kaçamaktan pek bir Ģey çıkmayacağını düĢünüyordu; ama yanılmıĢtı. Adam ona bir öykü anlattı: "Eski bir Alman baladında, bir kent alanının güneĢ tarafındaki duvarı önünde, bir salkım ağacının yanında bir posta kutusu vardı; bu güzel posta kutusu kantaron çiçeği gibi mavi ve güleçti. Bu posta kutusuna her gün büyük takunyalı küçük esnaf, zengin tüccar, kentsoylu, tahsildar ve jandarmalar gelir, iĢ mektubu, fatura, ihbarname, vergi makbuzu ve asker celp kâğıtlarını atarlardı; o her zaman güleç ve sessizdi. Çiftlik iĢçileri, gündelikçiler, hizmetçiler, dadılar, muhasebeciler, ofis memurları, kucağında çocuğuyla ev kadınları da neĢeli veya üzgün, bu posta kutusuna gelirlerdi; doğum veya ölüm haberlerini, evlilik çağrılıklarıni, niĢanlı mektuplarını, eĢ mektuplarını, anaların oğullarına, oğulların analarına yazdığı mektupları bu kutuya atarlardı; o yine güleç ve sessizdi. Hava karardığında, delikanlılar ve genç kızlar gizlice ona ulaĢır, kimi gözyaĢıyla ıslanıp mürekkebi akmıĢ, kimi nereye öpücük kondurduğunu belirten, ama tümü de uzun olan mektuplarını kutuya bırakırlardı; o her zamanki gibi güleç ve sessizdi. Zengin tüccarlar, emin olmak için, Ģafakla birlikte erkenden ona gelirler, içinde para veya banka çekleri bulunan, kalın ve dört beĢ kez mühürlenmiĢ zarflarını kendi elleriyle kutuya bırakırlardı; o yine güleç ve sessizdi. Bir gün, posta kutusunun hiç görmediği ve tanımadığı Gaspar adında bir genç geldi, kutuya bir mektup bıraktı; içinde ne olduğu bilinmiyordu, ama zarf Ģapka gibi katlanmıĢtı. O anda güzel posta kutusu deliye döndü. Artık yerinde duramıyordu; sokaklarda, kırlarda ve ormanlarda, üstü baĢı sarmaĢık ve güllerle kaplı olarak dolaĢıyordu; orman bekçisi bir gün onu buğday tarlasında Gaspar'ın kollarında ve onu dudaklarından öperken gördü." Paul Visire yeniden salon adamı havasına büründü; Evelyne gözdenin kanepesinde, tatlı bir ĢaĢkınlıkla uzanmıĢtı. Dinbilimin ahlak dalında uzman olan rahip Douillard, kilisenin gerileme döneminde geliĢen ilkeler gereği olarak inanıyordu ki bir kadın para için kendini veriyorsa büyük bir günah iĢlemiĢ olur, ama bunu karĢılıksız yapıyorsa günahı çok daha büyük olurdu; çünkü, birinci durumda yaĢamını sürdürme zorunluluğu hoĢgörülebilir ve belki de Tanrı'nın sürüsünden ayrılmazdı. Tanrı kendini öldürmeyi hoĢgörmez, kullarının kendilerini yok etmelerini istemezdi; yaĢamak için kendini veren kadın bu iĢten belki de zevk almadığı için günahı az olurdu. Fakat, karĢılıksız veren kadın bundan zevk alır, böylece suçuna katık ettiği Ģehvet günahını daha da attırırdı. Madam Cérès örneği bu ahlak gerçeklerinin derin anlamını doğruluyordu. Kadın, o zamana kadar bilmediği, varlığından kuĢkulanmadığı duyguları olduğunu gördü; kısa bir an süren bu buluĢ ruhunu ve yaĢamını derinden değiĢtirecekti. Önce, kendi vücudunu tanımıĢ olmaktan büyülenmiĢ gibiydi. Eski felsefenin kendini tanı ilkesi insan ruhuna uygulandığında bir iĢe yaramaz, çünkü insan kendi ruhunu tanımaktan zevk duymaz; ama her türlü zevkin kaynağı olan bedensel varlığa uyguladığımızda, bize yeni zevkleri öğretir. Kadın, kendini tanıma fırsatı veren yol göstericisine büyük minnet duydu ve bu derinliklerin anahtarının da yalnızca onu keĢfeden adamda olduğuna karar verdi. Bu bir yanılgı mıydı, altın anahtarı bilen baĢkalarını bulamaz mıydı? Buna karar vermek zor; olup bitenleri daha sonra öğrenen (ki birazdan göreceğimiz gibi, öğrenilmekte gecikmedi) profesör Haddock bunu deneysel bir araĢtırma makalesi olarak


bilimsel bir dergide yayınladı; bu makalede profesör, Madam C...'nin Bay V...'nin bir eĢini daha ulabilme olasılığının 975.008'de 3,05 olduğu sonucuna vardı. Yani, hiç bulamazdı. Kadın bunu içgüdüsüyle bildiği için, adama çılgınlar gibi bağlandı. Bu olayı, düĢünen ve felsefeye eğilimli kiĢilerin ilgilenebileceği tüm yönleriyle anlattım. Gözdenin kanepesi tarih sayfalarına layık bir yerdir; orada büyük bir ulusun yazgısı çizildi; ben ne diyorum, o kanepede olanların yankıları komĢu ülkelere ve tüm insanlığa yayıldı. Bu tür olaylar her zaman büyük sonuçlara gebe olduğu halde, tarih yazmaya soyunan yüzeysel insanların gözünden kaçarlar. Bu nedenle, olayların gizli zembereği bizden saklanır; imparatorlukların yıkılıĢı, hanedanların değiĢmesi bizi ĢaĢırtır, altlarında yatan ve her Ģeyi baĢlatan o gizli noktayı bilemediğimiz için bize anlamsız gelirler. Bu büyük tarihin yazarı kendi eksiklerini ve yetersizliklerini herkesten daha iyi bilir, ama devlet iĢlerinin önemine layık bir ölçüyü ve ciddiliği her zaman korumuĢtur. VII ĠLK YANKILAR Evelyne Paul Visire'e hiç böyle bir Ģey yaĢamadığını söylediğinde adam ona inanmadı. Kadınları tanıyor ve onların erkeklerin hoĢuna gitmek için böyle sözler etmeye alıĢık olduklarını biliyordu. Bu nedenle, geçmiĢ deneyimleriyle gerçeği göremedi. Pek inanmadı, ama gururlandı; kadına bir sevgi, hatta daha fazlasını duyar oldu. Bu hava önceleri onun zihinsel yeteneklerine yaradı; seçim bölgesinde yaptığı parlak ve zarif bir konuĢma onun baĢyapıtı sayıldı. Meclisin açılıĢı sakin oldu; tek tük hesaplaĢmalar, henüz çekingen bazı tutkular baĢlarını çıkarmak istediler. Fakat, baĢbakanın bir gülümseyiĢi tüm gölgeleri dağıtmaya yetiyordu. Kadınla günde iki kez görüĢüyor, arada da mektuplaĢıyorlardı. Adam gizli iliĢkilerde deneyimli ve usta olduğundan saklamayı biliyordu. Evelyne çılgın bir umursamazlık gösteriyordu; onunla çağrılarda, tiyatroda, Mecliste ve elçiliklerde birlikte görünmekten çekinmiyordu; aĢkını yüzünde, bakıĢlarının bulanıklığında, gülümseyen dudaklarında, yüreğinin çarpıĢında, yürüyüĢünde ve dirilen tüm çılgın kiĢiliğinde taĢıyordu. Kısa sürede tüm ülke iliĢkilerini öğrendi; yabancı devletler bile bilgilendirildi, yalnızca cumhurbaĢkanı ve Evelyne'in kocası daha bilmiyorlardı. CumhurbaĢkanı yanlıĢlıkla önüne konulan bir polis raporundan öğrendi. Hippolyte Cérès fazla duyarlı veya önünü gören biri değildi, ama evliliklerinde bir Ģeylerin değiĢtiğini fark ediyordu; eskiden kocasının iĢleriyle ilgilenen, sevecenlik ve arkadaĢlık gösteren kadın Ģimdi uzak ve ilgisizdi. Eskiden de çok sık evden dıĢarda olduğu, Azize Pembekız Vakfı'na uzun ziyaretler yaptığı oluyordu; ama Ģimdi her sabah erkenden evden çıkıp bütün günü dıĢarda geçiriyor, akĢam da yemeğe uyurgezer gibi oturuyordu. Kocası bu durumu ancak gülünç buluyordu; belki de hiç öğrenemeyecekti; kadınlar konusunda derin bir bilgisizlik, kendi değerine ve Ģansına sonsuz bir güven, gerçeği sonsuza kadar ondan uzak tutabilirdi, ta ki aĢıklar bilmesi için neredeyse onu zorlayana kadar. Paul Visire Evelyne'in evine gidip de onu yalnız bulduğunda, hem kucaklaĢıyor, hem de "Burada olmaz! Burada olmaz!" diye fısıldaĢıyorlardı; birbirlerine karĢı sürdürdükleri bu çekingenlik değiĢmez kural gibiydi. Ama bir gün, Paul Visire meslektaĢı Cérès'e randevu verip onun evine geldiğinde, kendisini Evelyne karĢıladı: Posta bakanı bir komisyon toplantısından gelememiĢti. Ġki aĢık "Burada olmaz! Burada olmaz!" diyerek kucaklaĢtılar. Onlar böyle öpüĢüp sarılıĢırken Hippolyte Cérès içeri girdi. Paul Visire kendini çabuk topladı; Madam Cérès'e gözündeki dikeni çıkaramayacağını söyledi. Bu yolla kocayı inandırabileceğini sanmıyordu, ama görünüĢü ve kapıdan çıkıĢını kurtarabilirdi. Hippolyte Cérès yıkıldı. Evelyne'in davranıĢı ona anlaĢılmaz geliyordu; karısına nedenini sordu. "Niçin? Niçin?" diye yineleyip duruyordu, "niçin?" Kadın her Ģeyi yadsıdı; onu inandırmak için değil, çünkü kocası onları görmüĢtü; ama hem uzun açıklamalardan kaçınıyordu, hem de canı böyle istiyordu. Hippolyte Cérès kıskançlığın tüm acısını yaĢıyordu; kendi kendine "Ben güçlü bir adamım; dıĢardan geleceklere karĢı zırhlıydım; ama yaram içerde, yaram yüreğimde," diyordu. Sonra, hâlâ yüzünde zevk izleri olan, günahıyla daha da güzelleĢmiĢ karısına dönüp Ģöyle dedi: "Onunla yapmayacaktın." Haklıydı; Evelyne hükümetten biriyle iliĢki kurmamalıydı. Adam o kadar acı çekiyordu ki bir ara tabancasını aldı, "O herifi öldüreceğim!" diye bağırdı. Fakat, bir posta-telgraf bakanının baĢbakanı öldüremeyeceğini düĢünerek tabancasını komodine geri koydu. Haftalar onun acılarını yatıĢtıramadan geçiyordu. Her sabah yarasını güçlü adamın zırhıyla örtüp kendini


verdiği iĢinde erinç arıyordu. Her pazar yontu, çeĢme, artezyen kuyusu, sayrıevi, dispanser, demiryolu, kanal, hal yapısı, atık su, zafer anıtı, pazar yeri, kesimevi açılıĢları yapıyor ve ateĢli söylevler veriyordu. Yorgunluk bilmeyen bir enerjiyle dosyalara saldırıyordu; sekiz gün içinde posta pullarının rengini on dört kez değiĢtirtmiĢti. Fakat, arada bir gelen kıskançlık ve öfke nöbetleri onu çılgına çeviriyor, bazen tüm gün aklını yitirdiği oluyordu. Özel bir Ģirkette çalıĢıyor olsaydı, onun bu durumu çabuk anlaĢılırdı; fakat devlet bürokrasisinde delilik ve çılgınlığı görebilmek zordur. O sıralarda, devlet memurları da sendika ve federasyonlar oluĢturma çabası içindeydiler; Parlamento ve kamuoyu bu hummalı giriĢimlerden ürkmeye baĢlamıĢtı; özellikle posta görevlileri sendikal etkinliklerde baĢı çekiyorlardı. Hippolyte Cérès memurlarına dolaĢtırdığı bir yazıyla bu tür giriĢimlerin yasal olduğunu bildirdi ve izin verdi. Ertesi gün, ikinci bir yazıyla, devlet memurlarının her türlü sendikal eyleminin yasadıĢı olduğu gerekçesiyle yasakladı. Yüz seksen posta dağıtıcısının iĢine son verdi, sonra yeniden iĢe aldı, kınama cezası verdi, sonra ödüllendirdi. Bakanlar Kurulu toplantılarında en ufak bir konuda öfkeyle patlıyordu; baĢbakanın varlığı olmasa belki de görgü sınırlarının dıĢına çıkacaktı; rakibinin boğazına sarılma olanağı bulamayınca, rahatlamak için SavaĢ Bakanı General Debonnaire'i aĢağılıyordu; ama, general sağır olduğu için bunları iĢitmiyor, bir yandan da Barones Bildermann'a Ģiirler karalamayı sürdürüyordu. Hippolyte Cérès baĢbakanın yaptığı önerilerin tümüne ayırt etmeksizin karĢı çıkıyordu. Kısacası delirmiĢti. Tek bir yeteneği bu çılgınlığın dıĢında kalabilmiĢti; hâlâ Parlamento sezgilerini koruyordu; çoğunluk arama, hizipleri kollama ve oyalama taktiklerini iyi yapıyordu. VIII YENĠ YANKILAR Meclis dönemi huzur içinde sona ermek üzereydi ve çoğunluk grubu milletvekili sıralarından çatlak ses gelmiyordu. Arada bir, Hıristiyan ve Yahudi bankerlerin yurtsever isteklerine aracılık eden ılımlı büyük gazetelerde, Nigristan'a uygarlık götürecek bir askeri hareket veya çelik tekelcilerinin ülke kıyılarını korumak amacıyla yeni zırhlı gemiler sipariĢ edilmesi istekleri yer alıyordu. SavaĢ dedikoduları dolaĢıyordu; bu tür dedikodular alize rüzgârları gibi her yıl düzenli olarak eserdi; aklı baĢında insanlar bunlara kulak asmaz, hükümetler de kendiliğinden dinmelerini beklerdi; ancak dedikodular iyice artarsa, ülkenin hareketlenme olasılığına karĢı hükümet ciddiye alırdı. Bankerler yalnızca sömürge savaĢları istiyorlardı; halk her tür savaĢa karĢıydı; ama hükümetin de kabadayı ve güçlü görünmesini istiyorlardı; Avrupa'da en ufak bir karıĢıklık olsa, halkın tepkisi hemen Meclise yansıyordu. Paul Visire rahattı; ona göre, Avrupa'da endiĢe edilecek bir durum yoktu. Yalnızca manyak dıĢiĢleri bakanının sessizliğine bir anlam veremiyordu; bu ufak tefek adam bakanlar kuruluna kendininkinden daha kalın bir dosyayla geliyor, hiç konuĢmuyor, sorulara yanıt vermiyor, çok çalıĢmanın verdiği uykusuzluğu ancak orada giderebildiği için, toplantı süresince uyukluyordu. Bu arada Hippolyte Cérès güçlü adam kiĢiliğine yeniden kavuĢmuĢtu; meslektaĢı Lapersonne'la birlikte bayan tiyatro oyuncularıyla alemler yapıyordu; bu ikisi gece yarıları en gözde gece kulüplerinde güzel kadınlarla birlikte görülüyorlardı; silindir Ģapkaları ve uzun boylarıyla kısa sürede bulvarların sürekli gezginleri arasında sayılmaya baĢlandılar. Eğleniyorlar ama acı çekiyorlardı. Lappersonne da zırhının altında bir yara taĢıyordu; bir markinin elinden alıp evlendiği manken karısı bir sürücüyle kaçmıĢtı. Onu hâlâ seviyor ve yitirmiĢ olmanın acısını dindiremiyordu; bazen, gülerek istakoz yiyen kızların ortasında, iki bakan acıyla göz göze geliyor ve birdenbire ağlamaya baĢlıyorlardı. Hippolyte Cérès yüreğinden vurulmuĢtu ama yıkılmayı kabul edemiyordu. Öç almaya karar verdi. Sağlığı iyi olmadığı için uzak bir ilde annesiyle kalmakta olan Bayan Visire, bir gün imzasız bir mektup aldı; mektubun yazdığına göre, kendisiyle beĢ parasız evlenen Bay Paul Visire, aldığı çeyiz parasını evli bir kadın olan Madam E... C.... (kim olduğunu siz düĢünün!) ile yiyor, bu kadına otuz bin frank değerinde otomobiller, seksen bin frank değerince inci kolyeler alıyor, her geçen gün iflasa, onursuzluğa ve yıkıma doğru gidiyordu. Madam Visire, bunları okuyunca sinir bunalımları geçirdi ve mektubu babasına uzattı. "Ah, kocan olacak o alçağın kulaklarını keseceğim," dedi Bay Blampignon; "bu soytarı, eğer yola getirilmezse, seni ortada bırakır. Ġsterse baĢbakan olsun, ondan çekinmem." Bay Blampignon trenden iner inmez doğruca baĢbakanlığa gitti ve hemen görüĢmeye alındı. BaĢbakanın odasına hıĢımla girdi: "Size söyleyeceklerim var, bayım!" Ve imzasız mektubu uzattı. Paul Visire onu gülümseyerek karĢıladı.


"HoĢ geldiniz, sayın kayınpederim. Ben de size yazacaktım... Evet, Legion d'honneur niĢanına aday gösterildiniz, bunu size kendim müjdelemek istiyordum. Öneriyi bu sabah yaptım." Bay Blampignon yerlere kadar eğilip damadına teĢekkür etti ve ihbar mektubunu ateĢe atıp yok etti. TaĢradaki evine döndüğünde kızına çıkıĢtı: "Kocanı gördüm; iyi bir adam. Ama suç sende! Onu elinde tutmasını bilmiyorsun." O sıralarda Hippolyte Cérès dedikodu gazetelerinin birinden (bakanlar devlet iĢlerini hep gazetelerden öğrenirler), baĢbakanın her akĢam Folies Dramatiques Tiyatrosu oyuncularından Matmazel Lysiane ile yemek yediğini ve onunla pek sıkı fıkı olduğunu öğrendi. ġimdi, karısı akĢamları eve geç geldiğinde Hippolyte gizli bir keyif duyuyordu. Kadın yine her akĢam yemeğe geç dönüyor, çağrılara gitmek için giyinirken yüzünde almıĢ olduğu zevkin dinginliği ve mutlu yorgunluğu okunuyordu. Kocası gizlice ona da ihbar mektupları göndermeye baĢladı. Kadın bu mektupları sofrada onun önünde okuyor, hiç bir yorum yapmadan gülümsüyordu. Adam havadan dedikodularla dolu mektupların pek etkili olmadığını düĢünerek, ona ihanetin somut kanıtlarını ve doğru olup olmadığını kendi baĢına denetleyebileceği bulguları vermeye karar verdi. Bakanlıkta ulusal savunmaya yararlı olabilecek gizli bilgileri araĢtırmakta ve komĢu bir devletin posta yönetimine kadar sızdırdığı ajanları izlemekte kullandığı çok güvenilir adamları vardı. Bay Cérès adamlarına tüm iĢlerini bırakıp baĢbakanın Matmazel Lysiane ile ne zaman ve nerelerde buluĢtuğunu araĢtırmalarını buyurdu. Bu ajanlar görevlerini titizlikle yaptılar ve bakana, baĢbakanın bir kadınla sık sık buluĢtuğunu ama bu kadının Matmazel Lysiane olmadığını bildirdiler. Hippolyte Cérès onlara gerisini sormadı. Haklıydı; Paul Visire ile Lysiane'ın aĢk dedikodusu baĢbakanın kendisinin hazırladığı bir dolaptı; Evelyne daha rahat, daha karanlık ve daha gizli hareket edebilmek için bu dolabı sevinerek onaylamıĢtı. Ama aĢıklar yalnızca posta ajanları tarafından izleniyor değillerdi; polis Ģefinin ve baĢbakanın kendi ajanları onları güvenlikleri için izliyorlardı; ayrıca kralcı, emperyalist ve kilise yanlısı ajanlar, sekiz on ayrı Ģantaj örgütü, birkaç amatör polis, kalabalık bir gazeteci ve fotoğrafçı topluluğu da onları izliyor, serseri aĢıkların sığındıkları her yerde, büyük oteller, küçük oteller, garsoniyerler, Ģatolar, müzeler ve saraylarda peĢlerinde oluyorlardı; bunun için sokakta, çevre evlerde, ağaç tepelerinde, duvar üstlerinde, merdivenlerde, çatılarda, komĢu dairelerde ve Ģöminelerde konuĢlanıyorlardı. BaĢbakan ve sevgilisi yatak odalarının duvarlarında, kapılarında matkapla açılmıĢ delikler görmekten rahatsız oluyorlardı. Bu çabalar sonucu, Madam Cérès'in iç çamaĢırlarıyla ve çizmelerini giyerken bir fotoğrafını elde edebilmiĢlerdi. Bu güçlükler karĢısında Paul Visire bazen sinirlenip öfkeleniyor, her zamanki neĢeli tavırlarını kaybediyordu. Bakanlar kuruluna suratı asık geliyor ve o da, savaĢ alanında yiğit ama yönetimde gevĢek ve disiplinsiz olan SavaĢ Bakanı General Debonanaire'e sataĢıyor, bazen hızını alamayıp, gemileri giderek daha sık batan Amiral Viviers des Murenes'e de bulaĢıyordu. Lapersonne bunları dinlerken gözlerine inanamıyor, diĢlerini gıcırdatıp söyleniyordu: "Hippolyte Cérès'in karısını aldığı yetmiyormuĢ gibi, Ģimdi onun huylarını da kapmıĢ." Bu sataĢmalar, hem dedikodu yoluyla, hem de yaĢlı iki bakanın, böyle giderse bakanlık mührünü baĢbakanın suratına atacaklarını söyleyerek sızlanmaları üzerine yayıldı; ama iki bakan sevimli baĢbakana zarar verecek bir davranıĢta bulunmadılar ve bütün bu huysuzluklar Parlamento'da olumlu bir etki yaptı; herkes baĢbakanın bu davranıĢlarla ordu ve donanmaya özel ilgi gösterdiği sonucuna varıyordu. Ġktidar ortaklarının ve meclis ileri gelenlerinin kutlamaları sırasında baĢbakan kararlı ve kısa konuĢtu: "Benim yönetim biçemim böyledir!" Ve üstüne, yedi sekiz sosyalisti tutuklattırdı. Dönem sona erdiğinde, çok yorgun olan Paul Visire kaplıcalara gitti. Hippolyte Cérès izne çıkmayı geri çevirip telefoncu kızlar sendikasının baĢlattığı boykot eylemini izlemek için, bakanlıkta kaldı. Kızlara görülmemiĢ bir sertlikle davrandı, çünkü artık kadın düĢmanı olmuĢtu. Pazar günü, meslektaĢı Lapersonne ile kırlara gidip, baĢından hiç çıkarmadığı silindir Ģapkasıyla balık tutuyordu. Ġki adam balıkları unutup kadınların anlaĢılmazlığından sızlanıyor ve acılarını paylaĢıyorlardı. Hippolyte hâlâ Evelyne'i seviyor ve acı çekiyordu. Ancak, yüreğine bir umut gelmiĢti. Karısı bir süre dostundan ayrı kaldığına göre, onu yeniden kazanabilirdi; bunun için tüm ustalığını kullandı; içten, sevecen ve duyarlı oldu; yüreğinin ona söylediği tüm incelikleri kullanıyordu. Vefasız karısına hoĢ ve dokunaklı sözler ediyor, hatta onu insafa getirmek için, çok acı çektiğini itiraf ediyordu. Pantolonunun kemerini çekip gösteriyordu: "Bakın, ne kadar zayıfladım." Bir kadının hoĢuna gidebilecek her Ģeyden, kır gezilerinden, Ģapkalardan ve mücevherlerden söz ediyordu.


Bazen onu insafa getirebildiğine inanıyordu. Kadın ona eskisi gibi aldırmaz bir mutlulukla bakmıyordu; oysa Paul'den ayrı kalmanın üzüntüsünü yaĢıyordu; ama kocası onu kazanmak için giriĢimde bulunduğunda kendini geri çekiyor, somurtkan ve üzgün bir yüzle içine kapanıyor, günahını altın bir kemer gibi kuĢanıyordu. Adam bıkmıyor, özür diliyor ve yalvarıyordu. Bir gün yaĢlı gözlerle Lapersonne'a gitti: "Onunla bir de sen konuĢ!" Lapersonne özür dileyerek geri çevirdi; arabuluculuğun iĢe yaramayacağını biliyordu. Ama, arkadaĢına baĢka bir öneride bulundu: "Sen de onu kıskandır; baĢka birini sevdiğini görürse sana geri döner." Bu yolu deneyen Hippolyte gazetelerde, her gün opera yıldızı Matmazel Guinaud ile buluĢtuğu dedikodusunu yayınlattı. Eve ya geç geliyor ya da hiç uğramıyordu. Evelyne'in yanında içinde kaynayan mutluluğu saklayamıyormuĢ gibi davranıyor, yemek sırasında cebinden çıkardığı parfüm kokulu bir mektubu zevkle okumuĢ gibi yapıyor, dudaklarıyla düĢlemindeki bir görüntüyü öpüyordu. Ama bunların hiçbiri iĢe yaramadı. Evelyne bu oyunun farkında bile değildi. Çevresindeki her Ģeyden uzaktı, yalnızca kocasından para istediği zaman ayılıyordu; eğer kocası vermezse, ona nefretle ve sanki suçunun kaynağı oymuĢ gibi bakıyordu. ĠliĢkisi baĢladığından beri giyimine daha çok para harcıyordu ve tek para kaynağı kocasıydı; bir tek para konusunda ona bağlıydı. Sonunda adamın sabrı bitti, öfkeden kudurup tabancasıyla gözdağı verdi. Bir gün onun önünde annesi Madam Clarence'a Ģöyle dedi: "Sizi kutluyorum, bayan; kızınızı bir orospu gibi yetiĢtirmiĢsiniz." "Anne beni eve götür," diye haykırdı Evelyne. "BoĢanmak istiyorum!" Adam onu her zamankinden daha çok sever oldu. Öfkesiyle kudurmak üzere olan Hippolyte karısının gizli mektuplarını yakalamayı düĢündü; tüm posta örgütünü göreve çağırdı; bu yüzden ülkede posta hizmeti aksadı; insanlar özel mektuplarını, Borsa müĢteri isteklerini alamaz oldu; aĢk randevularını kaçırdıkları, iĢleri bozulup iflas ettikleri için insanlar intihar etti. Basının bağımsız kanadı halkın yakınmalarını dile getirdi. Hükümete yakın gazeteler, bu keyfi önlemleri haklı gösterebilmek için, kamuya zararlı ve krallık yanlısı bir komploya karĢı önlem alındığını üstü kapalı yazdılar. Daha dalkavuk bazı gazeteler elli bin tüfek yakalandığını ve Prens Crucho'nun karaya çıktığını duyurdular. Ülkede heyecan artıyordu; cumhuriyetçi organlar Meclis'in ivedi toplanmasını istiyorlardı. Paul Visire tatilini yarıda kesip Paris'e döndü, kabinesini topladı ve haber ajansları kanalıyla bir açıklama gönderdi: Cumhuriyete karĢı bir komplonun gerçekten var olduğunu, ancak hükümetin görev baĢında ve duruma egemen olup soruĢturma açıldığını bildirdi. BaĢbakan hemen otuz sosyalistin tutuklanmasını buyurdu; ülke onu bir kurtarıcı gibi alkıĢlarken o, kendisini izleyen altı yüz ajanı atlatıp Evelyne'i Kuzey Garı yakınında küçük bir otele götürdü ve bütün geceyi onunla geçirdi. Onlar otelden ayrıldıktan sonra, sabahleyin çarĢafları değiĢtiren hizmetçi kız, yatağın baĢucundaki duvarda saç tokasıyla çizilmiĢ yedi çarpı iĢareti gördü. Tüm uğraĢmasına karĢılık Hippolyte Cérès'in elde ettiği tek bilgi bu oldu. IX SON YANKILAR Kıskançlık demokrat insanları despotlardan koruyan bir erdemdir. Milletvekilleri giderek baĢbakanın elindeki altın anahtarı kıskanmaya baĢladılar. BaĢbakanın güzel Madam Cérès ile iliĢkisi bir yıldır tüm dünyada biliniyordu; haberlerin ancak dünya güneĢ çevresinde bir kez döndükten sonra ulaĢtığı taĢra illeri bile baĢbakanın yasal olmayan iliĢkisini öğrenmiĢti. TaĢra ahlak konusunda tutucudur; kadınlar orada daha erdemli olurlar. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenir: Eğitim, yaĢamın sadeliği ve önlerindeki örnekler. Profesör Haddock ise tek bir nedeni olduğunu söylüyordu: Ayakkabı topuklarının alçak oluĢu. Revue anthropologique dergisinde yayınlanan bilimsel makalesinde Ģöyle diyordu: "Kadının uygar bir erkek üzerindeki etkisi, ayakları yatayla yirmi beĢ dereceden fazla açı yapmaya baĢladığında erotik bir anlam taĢımaya baĢlar. Açı otuz beĢ dereceye çıktığı anda erotik etki en büyük olur. Gerçekten de, ayakların yere basıĢ açısı vücudun değiĢik organlarının, özellikle kalçalar, bel ve bunları destekleyen kasların aldığı konumları belirler. Her uygar erkek, genlerindeki fesatlığın etkisiyle, kadın çekiciliğini ayakların yere göre duruĢuna bağlı görür. ĠĢte bu nedenle, alçak topuklu taĢra kadınları pek revaçta olmazlar ve iffetlerini daha kolay koruyabilirler." Profesörün bu tezi genelde kabul görmedi. KarĢı çıkanlar, Amerikan ve Ġngiliz etkisiyle baĢkentte de düz topuklu giyen bayanların arttığını, ama profesörün sözünü


ettiği etkinin gözlenmediğini ileri sürdüler. Aslında, baĢkent ve taĢra kadınları arasında olduğu söylenen ahlak farkları belki de tümüyle uydurmadır; gözlenen farklı davranıĢlar da, büyük kentlerin gönül serüvenlerine daha uygun bir ortam oluĢundan kaynaklanıyor olabilir. Her neyse, taĢra kentlerinde de baĢbakanın skandal denebilecek yaĢamına karĢı bir kamuoyu oluĢmaya baĢlamıĢtı. ġimdilik tehlike hem var, hem de yoktu. Mecliste çoğunluk sağlam duruyordu, ama grup önderleri daha asık suratlı ve daha beğenmez olmuĢlardı. Belki de Hippolyte Cérès nefretini asla çıkarlarının üstüne çıkarmayacaktı. Fakat, kiĢisel servetini tehlikeye atmadan Paul Visire'e zarar verebileceğini düĢünmeye baĢlamıĢ, hükümet baĢkanına gizli gizli yeni zorluklar ve tehlikeler yaratmayı sürdürüyordu. Bu konularda rakibinden daha az yetenekliydi, ama aradaki farkı Mecliste kulis oyunlarındaki ustalığıyla kapatıyordu. En deneyimli politikacılar, iktidarın Meclisteki önemli oylamalarda yenilgiye uğramasını, onun çekimser oy kullanmasına bağlıyorlardı. Komisyonlarda, baĢbakanın asla kabul etmeyeceğini bildiği ve batmaya mahkum kredi isteklerini hemen onaylıyordu. Bir gün, onun bu düĢüncesizliği baĢbakanla ilgili kurumun bütçe raportörü arasında büyük ve Ģiddetli bir kavgaya neden oldu. O zaman Cérès ürktü; hükümetin zamansız devrilmesine yol açmak yanlıĢ olurdu. Karanlık öç duygusuyla daha dolambaçlı yollar aradı. Paul Visire'in kendisiyle aynı adı taĢıyan Celine Visire adında yoksul ama fettan bir kuzini vardı. Cérès bu kıza aracılık ederek onun sosyetede kötü Ģöhretli erkek ve kadınlarla tanıĢıp iliĢkiler kurmasını sağladı, tavernalarda Ģarkıcılık etmesinin önünü açtı. Kadın kısa süre içinde, Eldorado türü kabarelerde, yuh sesleri altında açık saçık pandomimalar oynamaya baĢladı. Bir yaz gecesi, Champs-Elysees'deki açık hava sahnesinde, gürültücü bir kalabalığın önünde, erotik bir dans gösterisi yaptı. Müziğin sesi ve seyircilerin haykırıĢları, o sırada baĢbakanın yabancı konuklara çağrı verdiği baĢbakanlık sarayından iĢitiliyordu. Visire adının karıĢtığı bu rezaletler gazete sütunlarını, kent duvarlarını, kahvehane masalarını dolduruyor, bulvarlarda dev afiĢlerle ilan ediliyordu. Kimse akrabasının yaptıklarından dolayı baĢbakanı sorumlu tutmuyordu; ama içten içe, sülalesinde böylelerinin olması rahatsız ediyor, devlet adamı kiĢiliğini sarsıyordu. O sırada bir tehlike yaĢandı. Bir gün, Mecliste olağan bir soru önergesi üzerine, Eğitim ve Dinler Bakanı Labillette, rahatsız olan karaciğeri ve dinsel çevrelerin bitmeyen dolapları yüzünden sinirlendi, kürsüden Azize Pembekız tarikatını kapatma tehdidinde bulundu ve ulusal azize hakkında aĢağılayıcı sözler söyledi. Ġktidar milletvekilleri gönülsüzce bakanlarını savunmak istedilerse de, sağ partiler tek vücut halinde ayaklandılar: Bakan ülkeye yılda otuz milyon gelir getiren bir tarikata iliĢmekten çekinmiyordu; sağın en ılımlı adamlarından Bay Bigourd tartıĢmayı bir güvensizlik önergesine dönüĢtürdü ve kabineyi tehlikenin eĢiğine getirdi. Ancak, baĢbakanın yokluğunda iktidar görevlerinin bilincinde olan Lapersonne, dinler bakanının kırdığı potu düzeltmesini bildi. Kürsüye çıkarak hükümetin, ülkeye bu kadar hizmet eden ve bazen bilimin çözüm olmadığı dertlere çare olan azizeye saygılı olduğunu yineledi. Paul Visire, Evelyne'in kollarının arasından çıkıp Meclise geldiğinde, hükümet kurtulmuĢtu. Ancak, baĢbakan egemen sınıflara birtakım ödünler vermek zorunda kaldı; Meclise altı zırhlı savaĢ gemisi yapılması için önerge verdi, kira ve rant gelirlerinden vergi alınmayacağını yineledi ve on sekiz sosyalisti tutuklattı. Fakat, baĢbakan kısa süre sonra çok daha büyük yıkımlarla karĢılaĢacaktı. KomĢu ülkenin Ģansölyesi, ülkesinin dıĢ iliĢkileri üzerine yaptığı bir konuĢmada, derin ve akıllı görüĢleri arasında, büyük bir devletin dıĢ politikasını aĢktan esinlenerek yürüttüğünü, alaycı bir dille ima etti. Krallık yönetimindeki bir ülkede gülümsemeyle karĢılanacak olan bu sözler, ürkek bir cumhuriyette tepkiler yarattı. Gerçekten de, yaralanan ulusal gurur kızgınlığını baĢbakana yöneltti. Milletvekilleri ufak bir olayı bahane ederek bu rahatsızlığı açığa vurdular: Bir taĢra kaymakamının eĢi Moulin-Rouge kabaresinde dansözlük yapmaya kalkınca, Meclis baĢbakan için güvensizlik önergesi verdi; hükümet birkaç oy farkıyla kurtuldu. Genel kanı Paul Visire'in hiç bu kadar zayıf, silik ve gevĢek olmadığı yönündeydi. BaĢbakan, konumunu koruyabilmek için puan toplayıcı birkaç büyük iĢ yapması gerektiğini düĢündü; bunun için, bankerler ve sanayi patronlarının çoktandır istediği Nigristan seferine karar verdi. Bu operasyon, devlete sekiz milyar borç veren bankerlere, kendilerine büyük orman alanları açılan kapitalist Ģirketlere, rütbe ve madalya kazanan çok sayıda kara ve deniz subayına yarayacaktı. BaĢlamak için bir bahane yetti: suçluları kovalamak isteyen altı zırhlı, on dört kruvazör ve on sekiz nakliye gemisi Su Aygırı Irmağı deltasından gitmek istediler; altı yüz yerli kayığı karaya asker çıkarılmasını önlemek için direndi. Amiral Vivier des Murenes'in top atıĢları yeri göğü inletti; siyahlar ok atarak karĢı koydular, yiğitlik gösterdiler ama yenilmekten kurtulamadılar. Bankerlerin buyruğundaki gazetelerin ısındırılmasıyla halk da coĢtu. Yalnızca birkaç sosyalist bu barbar, anlamsız ve tehlikeli operasyona karĢı çıktıysa da, bu, tutuklanmalarından baĢka bir iĢe yaramadı. Bir anda zengin kapitalistlerin ve yoksul kitlelerin sevgilisi haline gelen baĢbakanın konumu artık


sarsılmaz gibiyken yalnızca bir kiĢi, kin ve nefretin aydınlattığı Hippolyte Cérès tehlikeyi görüyordu. Rakibine sinsice gülerken içinden mırıldanıyordu: "ġimdi hapı yuttun, serseri!" Ülke zafer ve çıkar sarhoĢluğuyla dans ederken komĢu imparatorluk, Nigristan iĢgalini protesto ediyor ve buna karĢı ortak bir Avrupa gücü oluĢturmaya çalıĢıyordu. Bu protestolar giderek sıklaĢtı. ĠĢleri yoğun olan gazeteler bu ürkütücü geliĢmeyi okuyucularından gizliyorlardı; fakat Hippolyte Cérès tehlikenin büyüdüğünü görebiliyor, gerektiğinde bakanlık koltuğunu bile tehlikeye atacak biçimde, rakibinin yok olması için gizlice çalıĢıyordu. Kendi adamlarına yazdırıp baĢbakanın ağzından çıkmıĢ gibi gazete sütunlarına sızdırdığı haberlerde hükümetin ne kadar savaĢ yanlısı olduğunu vurguluyordu. Bu yazılar, dıĢ ülkelerde ciddi bir yankı yapmakla kalmıyor, askerlerini seven fakat savaĢı sevmeyen Penguenistan halkını da ürkütüyordu. Mecliste, hükümetin dıĢ politikası konusunda bir güvenoyu önergesi üzerine Paul Visire rahatlatıcı bir konuĢma yaptı, büyük ulusa layık bir barıĢ sağlama sözü verdi. DıĢiĢleri Bakanı Crombile diplomatik dille yazılmıĢ ve bu yüzden hiç anlaĢılmayan bir bildiri okudu. Sonunda hükümet büyük çoğunlukla yerinde kaldı. Fakat savaĢ uğultuları kesilmiyordu; yeni ve tehlikeli bir güvensizlik önergesini göze alamayan baĢbakan Nigristan'da seksenbin hektar orman arazisini milletvekillerine paylaĢtırdı ve on dört sosyalist tutuklattı. Hippolyte Cérès kulislerde ciddi bir yüzle dolaĢıyor, kendi grubundaki milletvekillerine, kendisinin hükümeti barıĢ yanlısı bir politika izlemesi için zorladığını ama henüz sonuç alamadığını yayıyordu. Ürkütücü dedikodular halk arasında her gün daha çok yayılıyor, huzursuzluk ve endiĢeyi artırıyordu. Paul Visire bile korkmaya baĢlamıĢtı. Onu endiĢelendiren dıĢiĢleri bakanının sessizliği ve ortada görünmeyiĢiydi. Crombile artık bakanlar kuruluna da gelmiyordu; sabah beĢte bakanlıktaki odasına kapanıyor, on sekiz saat çalıĢıyor, sonunda hademeler onu ve kâğıtlarını yerden topluyor, bakanı evine gönderiyor, kâğıtları da komĢu ülkenin askeri ateĢelerine satıyorlardı. SavaĢ bakanı Debonnaire savaĢın eli kulağında olduğuna inanıyor ve buna hazırlanıyordu. SavaĢtan korkmak bir yana, olması için dua ediyor ve umutlarından Barones Bildermann'a söz ediyordu. Kadın bunu komĢu ülkeye bildirdiği için, onlar da hızlı bir biçimde bir seferberliğe giriĢmiĢlerdi. Yıkımı baĢlatan kiĢi farkında olmadan maliye bakanı oldu. Bakan o sıralar borsada düĢüĢe oynuyordu, borsada panik yaratmak için savaĢın her an baĢlayacağı dedikodusunu yaydı. Bu dalavereden haberi olmayan komĢu imparator, topraklarının saldırıya uğramasını daha fazla beklemeden, ordularını ivedi sınıra sürdü. DehĢete düĢen Meclis büyük bir çoğunlukla (yedi oya karĢı yüz on dört oy ve yirmi sekiz çekimser) Visire hükümetini düĢürdü. Ama, çok geç kalınmıĢtı; bu düĢüĢle aynı gün içinde, komĢu ülke elçisini geri çağırıyor ve Madam Cérès'in ülkesinin sınırına sekiz milyon asker sürüyordu. SavaĢ evrensel bir boyut kazandı ve tüm dünya bir kan gölüne dönüĢtü.

X PENGUEN UYGARLIĞININ DORUĞU Anlattığımız olaylardan yarım yüzyıl sonra Madam Cérès yetmiĢ dokuz yaĢında, uzun süredir dul ve saygın bir hanımefendi olarak öldü. Cenaze töreni sade oldu ve kilise çocukları ilahiler söyleyerek onu uğurladılar. Ölmeden önce, tüm mallarını Azize Pembekız Vakfı'na bırakmıĢtı. Bu bağıĢı kabul ederken, rahip Monnoyer Ģöyle diyordu: "Heyhat! Çektiğimiz bunca para sıkıntısı içinde yalnızca bu cömert kadının yardımımıza koĢması ne büyük acı. Zenginler ve yoksullar, okumuĢlar ve bilgisizler bizden yüz çeviriyorlar. Yolunu yitirmiĢ kuzuları doğru yola çekebilmek için gözdağları, sözvermeler, tatlı sözler veya zorlamalar, hiçbir Ģey iĢe yaramıyor. Penguenistan'da din görevlileri yalnızlık içinde inliyorlar; köy papazlarımız yaĢamlarını sürdürebilmek için en pis iĢleri üstleniyor, takunyalarını sürüyüp lapa yemekten baĢka iĢ yapmıyorlar. Yıkıntıya dönmüĢ kiliselerimizde göklerin yağmuru inanmıĢların üzerine yağıyor ve ayin sırasında kubbelerden taĢlar dökülüyor. Katedralin çan kulesi yan yatmıĢ, her an devrilebilir. Penguenler Azize Pembekız'ı unuttular, türbesini bıraktılar. Altın ve mücevher süsleri sökülmüĢ olan kutsal sandığının üzerinde Ģimdi örümcekler sessizce ağlarını örüyorlar." Bu yakınmaları dinleyen doksan sekiz yaĢındaki Pierre Mille henüz güçlü zekasını ve moral gücünü


yitirmemiĢti; Azize Pembekız'ın bu utanç verici unutulmuĢluktan bir gün çıkıp çıkamayacağını rahibe sordu. "Bunu umduğumu söylemeye dilim varmıyor," dedi rahip Monnoyer. "Çok yazık!" dedi Pierre Mille. "Pembekız çok çekici biriymiĢ ve söylencesinde ne ilginç yönler var. Örneğin, geçen gün raslantı sonucu onun yeni bir tansığını ortaya çıkardım; Jean Violle tansığını hiç duymuĢ muydunuz, Peder Monnoyer? "Sizden duymak isterim, Bay Mille." "Öyleyse, 14. yüzyıldan kalma bir elyazmasında bulduğum öyküyü anlatayım: Pont-au-Change'da kuyumculuk yapan Nicolas Gaubert'in karısı Cecile, namuslu ve dürüst, uzun yaĢamının ortalarına yaklaĢtığında, Greve Alanı'ndaki Paon köĢkünde oturan Kontes de Maubec'in genç uĢağı Joan Violle'ye aĢık olur. Çocuk henüz on sekiz yaĢındaydı; kısa boyluydu ve sevimli bir yüzü vardı. Duygularını bastıramayan Cecile aĢkına teslim olmaya karar verdi. Delikanlıyı evine çağırıp ona türlü iltifatlar etti, Ģekerler verdi ve sonunda birlikte oldu. Ama bir gün, iki sevgili kuyumcunun yatağında birlikteyken, Nicolas Usta eve her zamankinden erken döndü. Kapıyı kilitli bulup kulak verdiğinde karısının içerden 'Hayatım! Bir tanem! Benim küçük farem!' diye inlettiğini iĢitti. Karısının bir adamla eve kapandığından kuĢkulanan adam kapıyı yumruklayarak bağırmaya baĢladı: 'Ahlaksız kaltak, kapıyı aç da senin burnunu ve kulaklarını keseyim!' Bu sesi duyan kadın panik içinde çaresiz kalınca Azize Pembekız'a dua edip adak adadı; eğer kendisini ve odada çıplak bekleyen küçük uĢağı bu rezaletten kurtarırsa ona mum dikmeye söz verdi. Azize bu dileği kabul etti. Hemen Jean Violle'yi kıza dönüĢtürdü. Onu böyle gören Cecile rahatladı ve kocasına bağırdı: 'Ah! Fesat, kıskanç adam! Açmamızı istiyorsan kibarca iste.' Böyle söylenerek dolaba koĢtu ve eski giysilerinden entari, bluz ve bir Ģapka kapıp dönüĢüme uğramıĢ çocuğa aceleyle giydirdi. Sonra, yüksek sesle ona "Catherine, hayatım, Catherine, küçük farem, git dayına kapıyı aç; merak etme, aptal görünür ama kötü değildir, sana iliĢmez.' Kız olan Jean Violle dediği gibi yaptı. Odaya giren Nicolas Usta hiç tanımadığı bir genç kızla yataktaki karısını gördü. Karısı ona 'Koca budala,' dedi, 'gördüğüne ĢaĢırma. Karnım ağrıdığı için biraz uzanayım demiĢtim, o sırada on beĢ yıldır dargın olduğum kız kardeĢim Jeanne'ın kızı beni görmeye geldi. Hadi uzatma da yeğenimizi öp! Öpmeye değer hani.' Kuyumcu Violle'yi parlak yanaklarından öpünce hemen orada onunla yalnız kalıp doya doya öpebilmekten baĢka bir Ģey düĢünmez oldu. Onu Ģarap ve kek ikram etmek bahanesiyle alt kattaki salona götürdü, orada sarılıp okĢamaya baĢladı. Azize Pembekız namuslu karısını uyarmasaydı iĢi daha da ileri götürecekti. Kadın aĢağı indiğinde yeğenini kocasının kucağında buldu, adama bağırıp çağırdı ve tokat attı, yeğenden özür dilemesi için üsteledi. Ertesi gün Violle yine kız olmuĢtu." Bu söylenceyi dinleyen Peder Monnoyer Pierre Mille'e teĢekkür etti; sonra masasına geçip o günkü at yarıĢlarında kazanacak atların kuponlarını doldurmaya baĢladı, çünkü dinsel görevleri yanısıra at yarıĢı bayiliği de yapıyordu. Ama, Penguenistan halkı ülkenin zenginliğiyle övünüyordu. YaĢam için gerekli Ģeyleri üretenler bu Ģeylerden yoksundular, üretmeyenler deyse bolluk vardı. Bir Enstitü üyesinin dediği gibi "Bunlar kaçınılmaz ekonomik gerçeklerdir." Büyük Penguen ulusunun artık ne geleneği, ne entellektüel kültürü ve ne de sanatı vardı. Uygarlığın geliĢme belirtileri yalnızca öldürücü sanayi, utanmaz spekülasyon ve çirkin lüks düĢkünlüğü olmuĢtu. BaĢkent de, öbür tüm büyük kentler gibi, karmakarıĢık bir finans merkezine dönüĢmüĢtü: Uçsuz bucaksız ve tekdüze bir çirkinlik egemendi. Ülke çok büyük bir erinci yaĢıyordu. Penguenistan doruğa ulaĢmıĢtı. SEKĠZĠNCĠ KĠTAP GELECEK ÇAĞ BĠTMEYEN ÖYKÜ Yoksulluk Yunanistan'ın hep bildiği bir Ģeydi, fakat erdemi bilgelik ve sağlam yasalarla öğrendi. (Herodote, Tarihler, VII, cu) Demek onların melekler olduğunu anlayamadınız. (Liber terribilis.) Bqsft tfusf tpvtusbjuf b mbvvupsjup eft spjt fu eft fnqfsfvst bqsft bxpjs qspdmbnf uspjt gpjt tb mjcfsuf mb


gsbodf tftu tpvnjft b eft dpnqbhojft gjobodjfsft rvj ejtqptbou eft sjdifttft ev qbzt fu qbs mf npzfo evof qsfttf bdifuff ejsjhfbou mpqjojno qvcmjrvf fyfsdfou vof qvjttbodf b mbrvfmmf obuufjhojsfou kbnbjt mpvjt rvbusaf pv obqpmfno. VO UFNPJO XFSJEJRVF. Öyle bir kimya biliminin eĢiğindeyiz ki Ģimdiye kadar eĢi görülmedik yoğunlukta bir enerjiyi depolamıĢ olan maddelerin hal değiĢimlerini inceleyebileceğiz. Sir William Ramsay. 1. Yapılar artık hep daha yüksek yapılıyordu; otuz kırk katlı yapılar içlerinde ofisler, mağazalar, banka Ģubeleri, Ģirket merkezleri barındırıyordu; toprağın içine doğru, hep daha derine, mahzenler ve tüneller kazılıyordu. Dev kentte, gece gündüz hiç sönmeyen projektörlerin ıĢığının altında onbeĢ milyon kiĢi çalıĢıyordu. Kenti çevreleyen fabrikaların dumanlarından kente hiç gün ıĢığı sızmıyordu; demir köprülerin arasından görülebilen ve sürekli isli bir yağmur yağan kapkara gökyüzünde bazen kırmızı bir çember biçiminde ıĢıksız bir güneĢin izi seçiliyordu. Bu, dünyanın en büyük sanayi kenti ve en zenginiydi. Yönetimi çok iyi gibi görünüyordu; artık eski krallık veya demokratik toplum yapısından hiçbir iz kalmamıĢ, her Ģey kartellerin çıkarları doğrultusunda düzenlenmiĢti. Bu ortam içinde antropologların milyarder dediği bir insan türü çıktı. Bunlar hem enerjik hem narin, en karmaĢık zihinsel dolapları çevirebilen, ofislerinde saatlerce çalıĢabilen, ama yaĢları ilerledikçe kalıtımlarındaki kusurları daha da açığa çıkan insanlardı. Tüm gerçek soylular, cumhuriyetçi Roma'nın yasa koyucuları, eski Ġngiltere'nin lordları gibi, bu güçlü adamlar da katı bir ahlak anlayıĢını benimsemiĢlerdi: Holdinglerin yönetim kurulu toplantılarında traĢlı yüzler, çökük avurtlar, çatık kaĢlar ve gergin alınlar görünüyordu. Vücutları daha zayıf, yüzleri daha sarı, dudakları daha kuru ve bakıĢları yaĢlı Ġspanyol keĢiĢlerinden daha kıvımcımlı olan bu milyarderler banka ve sanayi iĢlerini tükenmez bir enerjiyle yürütüyorlardı. Birçoğu, her türlü eğlence ve dinlenceyi kendine yasaklamıĢ, sefil yaĢamlarını havasız, gün ıĢığı girmeyen, yalnızca elektrikli aygıtlarla döĢenmiĢ odalarda geçiriyor, bir omletle karınlarını doyuruyor ve kamp yataklarında uyuyorlardı. Metal bir düğmeye basmaktan baĢka iĢi olmayan bu sofular yüzünü bile görmeyecekleri servetleri topluyorlar, karĢılayamayacakları istekleri gerçekleĢtirebilecek gücü biriktiriyorlardı. Bu zenginlik mezhebinin Ģehitleri de vardı. Bu milyarderlerden biri olan ünlü Samuel Box servetinden ufak bir parça vermektense ölmeyi yeğledi. ĠĢ kazası geçiren iĢçilerinden birine küçük bir güvence akçesi bile vermeyi geri çevirince, iĢçi hakkını mahkemede aramak istedi, fakat karmaĢık yargı mevzuatı içinde kaybolup daha da sefil duruma düĢtü; umutsuz kaldığı bir gün tüm kurnazlık ve cesaretini topladı, patronun baĢına tabancasını dayadı; eğer yardım etmezse onun beynini dağıtacağını bildirdi: Samuel Box hiçbir Ģey vermedi ve ilkeleri uğruna öldü. Örnek yukardan gelirse izleyeni daha çok olur. Az sermaye sahibi olanlar (ki bunların sayısı daha çoktu) milyarderler katında sayılabilmek için onların görenek ve düĢüncelerini benimsemiĢ gibi davranıyorlardı. Servetin büyütülmesine veya korunmasına zarar verebilecek her türlü düĢünce onursuzluk sayılıyordu; uyuĢukluk, tembellik, çıkar düĢünmeden araĢtırma isteği, sanat sevgisi, özellikle de savurganlık tehlikeli birer zayıflık gibi görülüyor ve ayıplanıyordu. Halk çoğunlukla Ģehvet düĢkünlüğünü beğenmiyordu, ama ani bir Ģiddetle doyurulan iĢtahı bağıĢlanabilir görüyordu: Nitekim, olumlu toplumsal enerjinin bir yüzü olarak algılanan Ģiddet düzene zararlı görülmüyordu. Devlet çatısı iki büyük kamusal erdem üzerine kurulmuĢtu: Zengini saymak ve yoksulu aĢağı görmek. Yoksulların acısı karĢısında duyarlı insanların ikiyüzlülükten baĢka yapabilecekleri bir Ģey yoktu; bu ikiyüzlülük de düzenin ve kurumların sürmesine yaradığı için, olumlu karĢılanıyordu. Bu yüzden, zenginler arasında topluma duyarlılık yaygındı veya öyle görünüyordu; bazıları bunu izlemese de herkes bu yönde öğüt veriyordu. Zenginler yaĢadıkları zorluklara gurur veya görev bilinçleriyle katlanıyorlardı. Bazıları da gizli ve dolambaçlı yollardan bu durumlardan kurtulabiliyorlardı. Bunlardan biri, demir karteli sahibi Edouard Martin, bazı günler yırtık giysiler içinde bir köĢe baĢında dilencilik yapıyor, gelen geçenden azar iĢitiyordu. Bir gün köprü baĢında avuç açmıĢken, gerçek bir dilenciyle kapıĢtı, kavga sırasında adamı boğdu. Milyarderler tüm zekalarını iĢlerinde kullandıkları için, eğlence konusunda fazla seçici değillerdi. Eskiden çok ilgi gören tiyatro artık pandomima ve gülünç danslara dönüĢmüĢtü. Ġçinde kadınların olduğu oyunlar kendiliğinden yok olmuĢtu, çünkü güzel kadın ve zarif giysilere olan düĢkünlük bitmiĢti; artık soytarıların


düĢüĢleri, Zenci müziği, sahnede boynunda pırlanta kolyelerle geçit yapan figüranlar veya omuzlarda taĢınan altın külçeler daha çok ilgi görüyordu. Zenginlerin kadınları da aynı saygın yaĢamı paylaĢıyorlardı. Tüm uygarlıklara özgü bir gelenek onları halkın gözünde yüceltiyordu; servetleri ne kadar büyük ve dokunulmazsa, o kadar tutumlu ve gösteriĢsiz olmaları bekleniyordu. Eski gizli aĢk öyküleri çağı bitmiĢti; eskinin sosyete çapkınları yerlerini kaslı masaj hocalarına veya hizmetçilere bırakmıĢtı. Ama, skandallar çok az oluyordu; ülke dıĢına yapılan geziler her Ģeyi örtüyor, kartel prensesleri halktan saygı görmeyi sürdürüyorlardı. Zenginler küçük bir azınlıktı, ama her kesimden sadık iĢbirlikçileri vardı. Bunlar iki sınıftı: Ticaret ve banka memurlarıyla fabrika iĢçileri. Birinciler çok çalıĢıyor ve yüksek aylık alıyorlardı. Ġçlerinden bazıları kendi iĢini kuracak duruma bile gelebiliyordu; kamu zenginliğinin sürekli artıĢı ve özel servetin hareketliliği, daha zeki ve giriĢken insanların zengin olma umutlarını besliyordu. KuĢkusuz memur, mühendis veya muhasebeci kesiminde hoĢnut olmayanlar, hatta kızgınlar bile vardı; ama bu zengine saygılı düzen onların beynine kendi demir disiplinini kazımıĢtı. AnarĢistler bile bu disipline uyuyorlardı. Fabrikalarda ve kent varoĢlarında çalıĢan iĢçilere gelince, onların fiziksel ve ruhsal çöküntüsü çok daha büyüktü; antropolojinin yoksul tanımına denk düĢüyorlardı. Yaptıkları iĢlere göre bazı vücut kasları geliĢmiĢ olduğundan, gerçek sağlıkları konusunda yanlıĢ bir kanıya varılabilirdi; oysa hastalıklı ve güçsüzdüler. Boyları çarpık, baĢları ufak ve ciğerleri dar olup daha birçok fizyolojik özellikleri onları zengin sınıflardan ayırıyordu. Bu yozlaĢmanın daha da hızlanacağı kesindi, çünkü devlet içlerinde biraz güçlü olanları hemen asker yapıyordu; askerlerin sağlığı da kıĢla çevresinde kümelenmiĢ genelev kadınlarına fazla dayanamıyordu. ĠĢçilerin kafa sağlığı da giderek bozuluyordu. DüĢünsel yeteneklerindeki bu azalma yalnızca yaĢam koĢullarının bir sonucu değildi; patronların sistemli bir seçim yapmasından kaynaklanıyordu. ĠĢverenler, yasal haklarını bilecek kadar akıllı olan iĢçilerden çekiniyor, türlü yollarla bunları eliyor ve yerlerine, zaten makinelerin basit iĢlemlere indirgediği iĢleri yapacak kadar akıllı ama haklarını istemeyecek kadar bilgisiz ve kafasız iĢçiler buluyorlardı. Bu yüzden iĢçiler koĢullarını değiĢtirebilecek hiçbir giriĢimde bulunamıyorlardı. Yaptıkları grevlerle ancak ücretlerini koruyabilmeyi beceriyorlardı. Bu olanak da giderek ellerinden alınmaya baĢlamıĢtı. Kapitalist düzenin özelliği olan üretimdeki dalgalanmalar nedeniyle birçok sanayi kolunda öyle bir iĢsizlik yaĢanıyordu ki grev ilan edildiğinde hemen iĢsizler göreve alınıyordu. Kısacası bu sefil üreticiler hiçbir Ģeyin Ģenlendirmediği ve umut vermediği derin bir yozluğu yaĢıyorlardı. Sosyal devlet için bu, düzenle uyumlu ve gerekli bir yaĢam biçimiydi. Kısacası bu toplumsal düzen tarihte görülmedik kadar sağlam ve oturmuĢ bir düzendi; daha doğrusu insanlık tarihinde, çünkü arılar ve karıncaların düzeniyle kıyas bile edilemezdi. Ġnsan doğasındaki en güçlü iki Ģeye, kibir ve açgözlülüğe dayanan böyle bir düzenin yıkılabileceğini hiç kimse düĢünemezdi. Oysa, ileri görüĢlü bazı gözlemciler kuĢku duyulabilecek birçok sorun görebiliyorlardı. En az görünen ama en önemli sorunlar ekonomideydi; uzun ve acımasız iĢsizliklere yol açan, dolayısıyla sanayicilerin iĢçi gücünü zayıflatmak için kullandıkları aĢırı üretim vardı. Daha önemli bir tehlike belki de tüm halkın fizyolojik durumundan kaynaklanıyordu. Sağlık uzmanları "Halkın sağlığı neyse o; ama zenginlerin sağlıksızlığı anlaĢılır gibi değil." diyorlardı. Oysa, bunun nedenlerini anlamak zor değildi. Kentte, yaĢam için gerekli oksijen yetersizdi; yapay bir hava solunuyordu; besin kartelleri en riskli kimyasal maddeleri kullanarak yapay Ģarap, et, süt, meyve ve sebze üretiyorlardı. Bu ürünlere dayalı yemek alıĢkanlıkları mide ve beyinlerde ciddi rahatsızlıklara yol açıyordu. Milyarderlerin on sekiz yaĢında saçları dökülüyor, bazılarında ciddi bellek kaybı görülüyordu. Hasta, kuruntulu ve zengin milyarderler sayesinde, hamam çırağıyken birden terapi uzmanı veya Ģifa peygamberi diye ortaya çıkan bazı uyanıklar kısa sürede zengin oluyorlardı. Zenginler arasında hasta sayısı gün geçtikçe artıyordu; zeka ve duyarlığın hangi aĢırılıklara varabileceğini gösteren, bazıları feci ve anlaĢılmaz koĢullarda gerçekleĢen intiharlar artıyordu. Tüm halkı etkileyen bir baĢka uğursuzluk daha vardı. Artık düzenli aralıklarla yinelenen, istatistiksel hesapları yapılan ve günlük yaĢamın bir parçası olan bir yıkımdı bu. Her gün makineler patlıyor, evler havaya uçuyor, yük dolu trenler caddelere devrilip yüzlerce insanı eziyor, iki üç kat toprağın derinliğindeki iĢlikleri çökertip orada çalıĢan iĢçileri yok ediyordu. 2. Kentin güney batısında, hâlâ eski adıyla Fort-Saint-Michel olarak bilinen tepenin eteğinde, yaĢlı ağaçların yapraklarıyla örtülü bir alan vardı. Tepenin kuzey yamacında kent peyzajcısı mühendisler yapay bir çağlayan, burgaçlı akıntıların dolaĢtığı bir mağara, göl ve adacıklar kurmuĢlardı. Bu yamaçtan bakıldığında tüm kent sokakları, caddeleri, türlü türlü çatıları, kubbeleri, antenleri ve uzağın etkisiyle


sessizleĢmiĢ bir dünyanın insanları görülebiliyordu. Bu yazlık alanı baĢkentin en sağlıklı köĢesiydi; dumanların gökyüzünü karartmadığı bu alana çocuklar oynamaya getiriliyordu. Yazları, çevredeki büro veya laboratuvar görevlileri, öğle paydosunda bu sessiz alanda kafa dinleyebiliyorlardı. Bir haziran günü öğle vakti, Caroline Meslier adında bir telgrafçı kız gelip kuzey yamacındaki bir banka oturdu. Gözlerini biraz yeĢillikle dinlendirebilmek için sırtını kente dönmüĢtü. Esmer, gür kaĢlı, sağlıklı ve dingin olan Caroline yirmi beĢle yirmi sekiz yaĢları arasında görünüyordu. Biraz sonra, elektrik kartelinde görevli bir teknisyen olan Georges Clair onun yanına oturdu. SarıĢın, ince yapılı, atletik ve kadın inceliğinde bir adamdı; kızla aynı yaĢlardaydı ama daha genç görünüyordu. Her gün bu saatlerde bu bankta buluĢan iki genç yakınlaĢıyor ve birbirleriyle konuĢmaktan mutlu oluyorlardı. Fakat, konuĢtukları aĢk gibi özel Ģeyler değildi. Caroline geçmiĢte bu konularda acı deneyimleri olmasına karĢın, yüreğini açabilirdi ama Georges her zaman ciddi ve uzak duruyordu; konuĢmalarını hep entellektüel düzeyi yüksek genel konularla sınırlıyor, her konuda en geniĢ düĢünce özgürlüğünü sergiliyordu. Genç adam toplum düzeni ve çalıĢma koĢullarından konuĢmaktan hoĢlanıyordu: "Zenginlik," diyordu, "mutlu yaĢama araçlarından yalnızca biridir; ama onu varlığın tek nedeni durumuna getirdiler." Ve içinde yaĢadıkları durum onlara iğrenç geliyordu. Çoğunlukla, her ikisinin de sevdiği bilimsel konulara takılıyorlardı. O gün, fizik bilimindeki yeni geliĢmelerden söz açtılar. Georges Clair Ģöyle diyordu: "Radyumun helyuma dönüĢtüğü anlaĢıldıktan sonra, basit maddelerin değiĢtirilmez olduğu düĢüncesi bırakıldı; artık basit oranlar veya maddenin korunumu gibi eski yasalar rafa kaldırıldı. "Ama," dedi genç kız, "fizik yasaları hâlâ geçerli." Kadın içgüdüsü onu tutunacak bir Ģeyler olması gerektiği düĢüncesine itiyordu. Genç adam sürdürdü: "Artık, bilimin elinde yeterince radyum elde edilebilecek yöntemler var; eskiden basit dediğimiz cisimlerin aslında bileĢik maddeler olduğu ve bunların parçalanmasıyla büyük miktarda enerji açığa çıktığı anlaĢıldı." Bir yandan konuĢuyor, öbür yandan da kuĢlara ekmek kırıntıları atıyorlardı; çevrelerinde çocuklar oynuyordu. Sonra baĢka bir konuya geçtiler: "ġu gördüğün tepe," dedi Clair, "dördüncü jeolojik çağda yaban atlarının yaĢadığı bir yerdi. Geçen yıl, su boruları döĢemek için yapılan kazılarda yaban eĢeği kemikleri bulundu." Genç kız o eski çağda insanların yaĢayıp yaĢamadığını sordu. "Ġnsan atları evcilleĢtirmeden önce onları avlıyordu," dedi genç adam. "Ġnsan önce avcı, sonra çoban, çiftçi ve sanatkar oldu... Ve tüm bu evrim aklın alamayacağı kadar geniĢ bir zaman aralığında gerçekleĢti." Adam saatine baktı. Caroline "büroya dönme zamanı mı geldi?" diye sordu. Georges Clair "hayır" diye yanıtladı; saat daha yarımdı. Bankın önünde küçük bir kız çocuğu kumdan yontular yapıyordu. Yedi sekiz yaĢlarında bir oğlan çocuğu zıplayarak önlerinden geçti; annesi komĢu bankta dikiĢ dikerken çocuk yalnız baĢına atçılık oynuyor ve ancak çocukların düĢlem gücüyle baĢarabileceği biçimde, hem kaçan hem de kovalayan atları oynuyordu. Kendini paralarcasına bağırıyordu: "Deeh! Deeh! Yakalayın; benim atım çok yaman; onu kimse yakalayamaz!" Caroline Ģunu sordu: "Eski çağlarda insanların daha mutlu olduğunu düĢünüyor musunuz?" ArkadaĢı Ģöyle yanıtladı: "Ġlk çağlarda daha az acı çekiyorlardı. Tıpkı Ģu çocuk gibiydiler: Oyunlar oynuyorlardı; sanatçılık oynuyorlar, erdemlilik, fesatçılık, kahramanlık ve dindarlık yapıyorlardı; onları eğlendiren düĢlerdi bunlar. Çok gürültü yapıyorlardı. Ama Ģimdi..." Burada sözünü kesip yine saatine baktı. KoĢmakta olan çocuk kumdaki kızın kovasına çarpınca çakıl taĢlarının üstüne düĢtü. Bir an kımıltısız uzanıp kaldı, sonra dirseklerinin üzerinde doğruldu, alnı kasıldı, ağzını yayıp ağlamaya baĢladı. Annesi yanına koĢtu, ama daha önce Caroline onu yerden kaldırmıĢ, mendiliyle gözlerini ve ağzını siliyordu. Çocuk ağlamayı sürdürdü; Georges onu kollarına aldı: "Hadi! Ağlama, küçüğüm! Sana bir masal anlatayım: Vaktiyle, ağlarını denize atan bir balıkçı bakırdan, ağzı tıpalı küçük bir kap çekmiĢ. Bıçağıyla tıpasını açtığında, göklere kadar yükselen bir duman çıkmıĢ ve bu duman yoğunlaĢıp bir dev olmuĢ; dev öyle güçlü hapĢırmıĢ ki tüm evren yokolmuĢ..."


Georges Clair sustu, acı bir kahkaha atıp çocuğu annesine verdi. Sonra yine saatini çıkarıp baktı ve bankın üzerine çömelip bakıĢlarını uzaktaki kente çevirdi. Küçük maketlere benzeyen evler, göz alabildiğine, ufka kadar uzanıyorlardı. Caroline de aynı yöne baktı. "Hava ne kadar güzel!" dedi genç kız. GüneĢ parlıyor, ufuktaki dumanları altına dönüĢtürüyor. Uygarlığın en acı yanı, güneĢ ıĢığından yoksun kalmıĢ olmak." Genç adam yanıt vermedi; bakıĢları kentin bir noktasında odaklanmıĢtı. Sessiz birkaç saniye sonra, ırmağın ötesinde ve kentin en seçkin mahallelerinden birinde trajik bir bulut yükseldi. Kısa bir an sonra da kulakları sağır eden bir patlama onlara ulaĢırken, duman bulutu dev bir ağaç gibi göklere yükseliyordu. Sonra, insan haykırıĢlarından oluĢan bir uğultu çevreye yayıldı. "Ne oldu? Ne patladı?" ġaĢkınlık büyüktü; çünkü, her ne kadar patlamalar olağan hale geldiyse de, bu güçte olanına ilk kez raslanıyordu ve herkes bu değiĢimin farkındaydı. Yıkımın olduğu yöre belirlenmeye çalıĢılıyordu; herkes tahminde bulunuyor, falanca sokak, filanca yapı, kulüp, tiyatro veya mağazanın adı geçiyordu. Georges Clair saatini cebine koyarken "Çelik kartelinin yapısı havaya uçtu," dedi. Caroline gözlerine dolan ĢaĢkınlıkla ona baktı. Sonra kulağına fısıldadı: "Siz biliyor muydunuz? Bunu bekliyor muydunuz?... Yoksa siz..." Genç adam çok sakin yanıtladı: "Bu kent yok olmalı." Genç kız düĢte gibi onu tamamladı: "Ben de öyle düĢünüyorum." Ve ikisi de sakin bir yürüyüĢle iĢlerine döndüler. 3. O günden sonra anarĢist eylemler bir hafta boyunca aralıksız sürdü. Çok sayıda kurban vardı; bunlar çoğunlukla yoksul kesimden insanlardı. Bu cinayetler tüm halkı öfkelendiriyordu. Ama özellikle, kartellerin yaĢamasına izin verdiği küçük esnaf, yani otelci, lokantacı ve bakkallar arasında nefret daha büyüktü. Kalabalık semtlerde ev kadınlarının dinamitçilere en ağır cezalar verilmesini isteyen haykırıĢları duyuluyordu. Piyasa birden durdu ve bundan ilk zarar gören küçük esnaf oldu; bunlar anarĢistleri yakalarlarsa cezalarını kendi elleriyle vereceklerini söylüyorlardı. Fabrika iĢçileri ya ilgisizdiler ya da Ģiddet kullanılmasına karĢıydılar; iĢlerin yavaĢlamasını yakın bir lokavt ve iĢsizliğin öncüsü gibi görüyorlardı; bu konuda, patronlarla savaĢımda en güçlü silah olarak grevi gören sendikalarla karĢı karĢıya geldiler; tüm iĢ kolları, afiĢçiler dıĢında, iĢ bırakmak istemiyorlardı. Polis çok sayıda insan tutukladı. Ülkenin her yanında çağrılan askeri birlikler kartel yapılarını, milyarderlerin köĢklerini, kamu yapılarını, bankaları ve büyük mağazaları korumakla görevlendirdiler. OnbeĢ gün kadar bir süre patlama olmadan geçti. Bundan, az sayıda oldukları varsayılan dinamitçilerin tümünün öldüğü veya kaçtığı sonucuna varıldı. Huzur önce yoksullarda geri geldi. En yoksul semtlerde iki üç yüz bin asker buralardaki ticareti canlandırınca "YaĢasın asker!" diye tempo tutuldu. Korkuyu daha geç yaĢamıĢ olan zengin kesimin rahatlaması da daha geç oldu. Borsada yükseliĢe oynayanlar bir iyimserlik havası yaratıp düĢüĢ çabalarını önlediler; piyasa yeniden canlandı. Çok satıĢlı gazeteler bu devinimi desteklediler; yurtsever bir kalem gücüyle, sarsılmaz sermayenin birkaç çapulcunun verdiği gözdağına boyun eğmediğini ve tüm engellere karĢın kamu zenginliğini artırmayı sürdürdüğünü yazdılar. Patlamalar görmezden gelinip her Ģey unutulmaya çalıĢıldı. Pazar günleri at yarıĢlarında, inci ve elmaslarıyla ağırlaĢmıĢ sosyete hanımları tribünlerde yeniden boy gösterdiler. Kapitalistlerin olaylardan etkilenmediğini görmek sevinç yarattı. Milyarderler yine alkıĢlandılar. Ertesi gün Güney Garı, petrol karteli yapısı ve yeni yapılmıĢ olan Morcellet katedrali havaya uçtu; otuz ev yandı; rıhtımlarda baĢlayan bir yangın söndürüldü. Ġtfaiye iĢçileri büyük özveri ve yiğitlik gösterdiler. Uzayan çelik merdivenlerini ustaca kullanıyorlar, otuzuncu katta alevler içinde kalmıĢ zavallılara ulaĢabiliyorlardı. Askerler düzeni sağlamakta baĢarılı olunca iki tayın bedeli aldılar. Fakat, bu yeni sabotajların paniğe yol açmasını önleyemediler. Paralarını alıp gitmek isteyen milyonlarca insan bankaların önünde kuyruk oldu; bankalar iki üç gün ödeme yapıp sonra kepenkleri indirince ayaklanmalar oldu. Kaçanlar bagajlarıyla tren istasyonlarını dolduruyor, zorlayarak trenlere biniyorlardı. Yiyecek stoklayıp mağaralara sığınmak isteyen bazıları da marketlere akın edince askerler süngü takıp dükkânların önüne siper oldular. Kamu yöneticileri çok çaba gösterdiler. Yeni tutuklamalar oldu, suçlular


için gıyabi tutuklama kararları çıkarıldı. Daha sonraki üç hafta boyunca bir yıkım yaĢanmadı. Opera yapısında, hükümet konağında ve Borsa'da patlamamıĢ bombalar bulunduğu söylentisi yayıldı. Sonra da, bunların sorumsuz kiĢiler veya deliler tarafından bırakılmıĢ konserve kutuları olduğu anlaĢıldı. Yakalanan bir adam savcı karĢısında bombalama olaylarının baĢ suçlusu olduğunu ve tüm yardakçılarının öldüğünü söyledi. Gazetelerde yayınlanan bu itiraflar halkın rahatlamasını sağladı. Fakat, ancak soruĢturmanın sonuna doğru bu adamın eĢi görülmemiĢ bir yalancı olduğu anlaĢıldı. Mahkemelerce görevlendirilen bilirkiĢiler kullanılan patlayıcı türünü saptayabilecek hiçbir parça bulamadılar. Varsayımlara göre, yeni patlayıcı radyumdan açığa çıkan bir gazdı; fitil olarak boĢlukta yayılan elektrik dalgaları kullanılıyordu; ama en uzman kimyacılar bile kesin bir Ģey söyleyemiyorlardı. Sonunda bir gün, Meyer Oteli önünden geçmekte olan iki polis memuru kaldırım kıyısında yumurta biçiminde, tenekeden yapılmıĢ, bir ucunda fitil olan bir cisim buldular. Büyük bir özenle yerinden alıp Belediye laboratuvarına götürdüler... Uzmanlar bunu incelemek üzere çevresinde toplandıkları sırada yumurta patladı, yapının kubbesi laboratuvarın üzerine çöktü. Aralarında Topçu Generali Collin ve ünlü Profesör Tigre de bulunan tüm uzmanlar öldüler. Kapitalist toplum bu yeni yıkımla yok olmaya karĢı direndi. Büyük bankalar yine giĢelerini açtılar, kredilerin yarısını altın, yarısını da devlet kâğıdıyla ödeyeceklerini bildirdiler. Hisse senedi ve mal borsaları, iĢlemler durma noktasında olduğu halde, seansları açık tutmaya karar verdiler. Bu arada, ilk tutuklamaların sorgusu bitmiĢti. Bunlar hakkındaki iddianame, baĢka koĢullarda yetersiz görülebilirdi, ama yargıçların çalıĢkanlığı ve kamuoyunun öfkesi aradaki farkı kapatıyordu. DuruĢmanın baĢlamasından bir gün önce Adalet Sarayı havaya uçtu; büyük çoğunluğu yargıç ve avukat olan sekiz yüz kiĢi öldü. Öfkelenen halk cezaevlerini bastı, tutukluları linç etti. Düzeni sağlamak için gönderilen birlikler taĢ ve tabanca kurĢunlarıyla karĢılandılar; birçok subay atlarından yuvarlanıp ayaklar altına alındılar. Askerler ateĢ açtı; çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Kamu güçleri sonunda duruma egemen oldu. Ertesi gün Merkez Bankası havaya uçtu. O günden sonra, iĢitilmedik Ģeyler oldu. Daha önce grev yapmak istemeyen fabrika iĢçileri kundakçılık yapan iĢsizlere katıldılar, devrimci marĢlar söyleyerek kentte dolaĢtılar, limanda buldukları petrol varillerini alevlerin üzerine eklediler. Patlamaların ardı kesilmiyordu. Bir sabah dev Posta Sarayı'nın bulunduğu yerde üç kilometre boyunda ve mantar biçiminde dev bir duman bulutu yükseldi; yapı yok olmuĢtu. Kentin yarısı alevler içindeyken, öbür yarısı olağan yaĢamını sürdürüyordu. Sabahları sütçü arabaları teneke sesleriyle caddelerden geçiyorlardı. Issız bir sokakta yaĢlı bir sarhoĢ bir duvarın önüne oturmuĢ, ĢiĢesini bacaklarının arasına almıĢ, peynir ekmek yiyordu. Tüm kartel baĢkanları görevleri baĢındaydılar. Bunlardan bazıları kahramanca bir sadelikle iĢlerini yürütüyorlardı. ġehit bir milyarderin oğlu olan Raphael Box Ģeker kartelinin genel kurulunda tüm ortaklarla birlikte havaya uçtu. Cenaze töreni görkemli oldu; kortej yol boyunca moloz yığınları arasından geçmek zorunda kaldı. Zenginlerin olağan iĢbirlikçileri uĢak, memur, komisyoncu ve menacerlerin zenginlere olan sarsılmaz güvenleri sürüyordu. Havaya uçan bankanın memurları yıkıntılar arasından topladıkları para, mücevher ve senetleri tüm kentte dolaĢıp sahiplerine teslim etmeye çalıĢtılar, bu uğurda bir kısmı alevler arasında ölüp gitti. Fakat, artık gerçeği görme zamanı gelmiĢti: görünmez bir güç kentin efendisi olmuĢtu. Patlama sesleri artık olağan duruma gelmiĢti. Sokak lambaları çalıĢmaz olduğundan, geceleri tüm kent karanlığa gömülüyor, akıl almaz Ģiddette suçlar iĢleniyordu. Yalnızca, daha az hasar görmüĢ olan yoksul semtler direniyorlardı. Oralarda gönüllü milisler düzeni sağlıyor; yağmacılar hemen kurĢuna diziliyor, her köĢe baĢında kan gölü içinde, elleri arkadan bağlı, dizleri üzerine çökmüĢ, gözleri mendille örtülü ve karnında suçu yazılmıĢ cesetler görülüyordu. Yıkıntı kaldırmak ve ölüleri gömmek giderek zorlaĢıyordu. Kısa sürede ceset kokuları dayanılmaz duruma geldi. Yayılan bulaĢıcı hastalıklar sayısız ölü ve sakat bıraktı. Geride kalanların iĢini de açlık görüyordu. Ġlk patlamadan yüz kırk bir gün sonra, sahra ve kuĢatma birliklerinin kente girdiği günün akĢamı, artık ateĢten bir çemberle sarılmıĢ kentin yoksul bir mahallesinde, ayakta kalabilmiĢ evlerden birinin çatısında, Caroline ve Georges el ele tutuĢmuĢ, kenti seyrediyorlardı. Caddelerden Ģen Ģarkılar yükseliyor, aklını yitirmiĢ insanlar dans ediyorlardı. "Yarın herĢey bitecek," dedi genç adam. "Böylesi daha iyi." Saçları dağınık ve yüzünde alevlerin izi yansıyan genç kız çevrelerini saran alev çemberini acı bir gülümsemeyle seyrediyordu:


"Evet, böylesi daha iyi," dedi o da. Ve sonra, yok edicinin kollarına atılıp onu çılgınca öptü. 4. Federasyonun diğer kentleri de bu karıĢıklık ve terörden etkilendiler. Sonra, düzen sağlandı. Devlet kurumlarında düzeltimler yapıldı; törelerde bazı değiĢiklikler oldu; ama tüm ülke baĢkentin yok oluĢuna alıĢamadı ve eski dirliğini bulamadı. Ticaret ve sanayi durdu; uygarlık, eskiden özellikle geldiği bu ülkeyi bıraktı. Ülke kısır ve hastalıklı bir ülkeydi artık, onca yıl milyonlarca insanı doyuran topraklar çöl olmuĢtu. Fort Saint-Michel tepesinde yaban atları göründü. Günler çeĢmelerin suyu gibi aktı, yüzyıllar sarkıtların ucundaki sular gibi damladı. Avcılar unutulmuĢ kentin tepelerinde ayı izi sürmeye geldiler; çobanlar koyunlarını, çiftçiler sabanlarını oraya sürdüler; bahçıvanlar armut ağaçlarının gölgesinde marul bahçeleri açtılar. Bu gelenler zengin değillerdi; sanat bilmiyorlardı; kulübelerinin duvarını bir asma kütüğü veya bir gül çalısı süslüyordu; güneĢ yanığı tenlerini keçi derileri örtüyor, kadınlar kendi ördükleri yünleri giyiyorlardı. Keçi çobanları kilden insan ve hayvan figürleri yapıyorlar, sevgililerinin peĢinden ormana giden kızlar veya çamlar altında su Ģırıltılarıyla otlayan keçiler üzerine Ģarkılar söylüyorlardı. Evin efendisi ürünlerini yiyen böceklere kızıyor, tavuklarını götüren tilkileri yakalamak için tuzaklar tasarlıyordu. Sonra, konuklarına Ģarap doldururken Ģöyle diyordu: "Ġçin! Ağustosböcekleri bağlarıma zarar vermediler; onlar geldiğinde asmalar kurumuĢtu." Sonra çağlar geçti, köyler geliĢti, buğday dolu tarlalar barbar istilacılar tarafından yakılıp yıkıldı. Ülke birçok kez sahip değiĢtirdi. Efendiler tepelerde Ģatolar kurdular; ürün türleri arttı; değirmenler, demir iĢlikleri, tabakhaneler, dokuma iĢlikleri çoğaldı; orman ve bataklık içlerinden yollar açıldı, ırmak gemilerle doldu. Köyler önce kasabalara dönüĢtü, sonra birleĢtiler ve çevresi yüksek surlar ve derin hendeklerle korunan bir kent doğdu. Daha sonra, büyük bir devletin baĢkenti olduğunda, artık içine sığamadığı ve iĢe yaramayan surlar parklara dönüĢtürüldü. Ülke zenginleĢti ve ölçüsüz bir kalkınma baĢladı. Yapılar artık hep daha yüksek yapılıyordu; otuz kırk katlı yapıların içleri ofisler, mağazalar, banka Ģubeleri, Ģirket merkezleriyle doluyordu; toprağın içine doğru hep daha derine mahzenler ve tüneller kazılıyor; dev kentte, gece gündüz hiç sönmeyen ıĢıldakların ıĢığı altında on beĢ milyon kiĢi çalıĢıyordu.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.