BEZİRGANBAŞI FANZİN - 4

Page 1

Bezirgânbaşı Yaşasın öç almak için yazıldıkça avcıyı vuran şiir!

Aç kapıyı!

SAYI DöRT


------------------------------------------Bezirgânbaşı fanzin Haziran 2018 Ne aralıkta çıkacağını Allah bilir.

------------------------------------------TUĞBANUR BALIKÇI AYŞEGüL ATMACA HASRET GENÇ ELiF NUR EMRE TUĞÇE YILDIRIM SERCAN ŞAHiN ZENNURE AZET

ŞEYMANUR TİKENCE NAZLI YAMA ESMA DiL DiLARA KARA ZEYNEP SUDE GüNAYDIN SiNAN KARADENİZ

-------------------------------------------2

İmtiyaz Sahibi Fatsa Kız Anadolu İmam-Hatip Lisesi adına Fatma ALTUNTAŞ Okul Müdürü

Yayın Danışmanı Sinan KARADENİZ Yayın İnceleme Kurulu Ahmet BURNAZ Emel BAYKUTTAŞ Seçme Kurulu Dilanur SADAN Şüheda KARAKAY Edanur KARAOĞLUA Zeynep Sude GÜNAYDIN

Kültür ve Edebiyat Kulübü yayınıdır.


Merhaba! Bazen bir cümle bütün bir yaşanmışlığı bir çırpıda dile getir. Kuralları net küçük bir oyun, bütün hayatı özetler. Dünya elde durmaz bir hava gibi her yanımızdadır; ancak onu tutup somutlamak o kadar da kolay değildir. Duyumsarız yaşadıkça. Hissederiz. Oysa onu harflere dökmek hiç de kolay değildir. Çünkü benliğin buzdağının derinliklerini açığa çıkarma cesareti gerektirir. Devekuşunun başını kumun dışarısına çıkarıp karşısındakilere bütün benliğiyle bakıp seslenmesi gerekir. Yazmak eylemi o nedenle herkese özgü değildir. Yazanın dile getirdiklerini ise belki bir ölçüde herkes duyumsar. Oysa onları dile getirmek ve açığa çıkarılan sözlerin arkasında durabilmek, bir gerçeğin üstündeki buğuyu kaldırıp hayata seslenebilmek hiç de herkesin yeltenebileceği bir edim değildir. Böylelikle söz erbaplarının ve sanat adamlarının kıymetini erbaplarına teslim ederek söze başlamak bize yakışan olsa gerek. Bu sayıda yazma cesareti gösteren ve kendini ortaya koyma kıvancını yaşayan Bezirgânbaşı ekibine şükranlarımızı sunarak bu sayıya adım atmayı uygun görmekteyiz. Aç kapıyı! Bezirgânbaşı.

AĞAÇLAR ARASINDAN SIZAN IŞIK Bir bisiklet olmak vardı şimdi Yönünü sonsuz yeşilliğe çevirmek Pedallarını toprakla devirmek Güneşin doğuşuna şahit olmak vardı Ağaçlar arasından sızan ışığı süzmek Çimenler üstündeki çiyi sezmek Meydan ateşinde uykuya dalmak vardı şimdi Köyde ısınan suyundan çay içmek Alevinde pişen aştan yemek Bir bisiklet olmak vardı şimdi Atlayıp hayalleri gerçekleştirmek Doğaya olan özlemi gidermek Ve sevmek için, daha çok sevmek Ayşegül ATMACA

-3-


YANIT BEKLEMEDEN Yalan söylediğimi kim duymuş? Gözlerimin dolduğunu kim görmüş? Halimi bir gün kim sormuş? Kimin umurunda, uykularım bölünmüş Sen bilirsin, haber getirir uçan kuş İnsanoğlu neden âşık olurmuş, Neden ulaşılmaz, çok seviliyormuş, Kimin umurunda çok seven ölüyormuş Seni sevdiğimi kim söylemiş? Gözlerimin sana dolduğunu kim görmüş? İnsanoğlu neden âşık oluyormuş? Âşık olan bir varmış bir yokmuş. Ayşegül ATMACA

VAVEYLA Gecenin koynuna sığınmış bir yağmur bulutu; içinde biriktirdiği damlaları, ruhu kirlenmiş bedenlerin üstüne bırakırken, akrebin peşinden koşturan yelkovan zamanın sonsuza meyilli bir ip olduğundan bihaberdi. Yağmurun sereserpe darbesini indirdiği camın kavlamış pervazına bıraktığı sessiz iniltileri yalnızca, kalbi zihninde atan bir adam duyuyordu. Sonuna kadar araladığı perdenin arkasından, elinde buğusunun kavisli yüz hatlarına çarptığı şekerli kahvesi ve pikaptan yükselen Zeki Müren ' nin eşşiz sesiyle birlikte zihninde infilak eden düşüncelerin arasından, dışarıdaki insanların koşuşturmalarını izliyordu. Zihni: eskimiş bir anı defteriydi ve bedenini saran tüm hücrelerinde anıların keskin darbelerini hissediyordu. Defterin sayfaları eylül sonuna şiir yazmış bir aşığın yaralı yüreğinden bir parça taşıyordu. Parçalar,

kırık döküktü ve içinde sakladığı tüm umutların üstüne, gece karası bir mürekkep dökülmüştü. Kahve bardağının dışa vuran sıcağı genç adamın uzun ve ince parmaklarının boğumlarını yakarken, sağ koluna taktığı saatine kaydırdı kehribarın altın tozu rengindeki harelerini. Saat ; gidişine on kalaydı. Sırtını koltuğa yaslarken bardağı camın kenarına bıraktı, başını geriye attı ve yutkunurken adem elmasının kavislenmesini hissetti. Ciğerlerine hapsettiği nefeslerinde, diline kepenk çekmiş kelimeler saklıydı ve nefesleri göğüs kafesini zorluyordu. Genç adam kendini düşünce denizinde boğarken, küçük apartman dairesinin kapı zili, evin kül rengi duvarlarında yankılandı. Acele etmedi. Zira uyuşuk hareketlerle bedenini mürdüm rengi berjer koltuktan kaldırarak kapıya doğru adımladı. Kapının altın rengi kulpunu kavrayıp indirdiğinde gıcırtılı bir ses yükseldi. Karşısında otuzlu yaşlarının ortasında genç bir adam elinde siyah bir poşetle dikiliyordu. İçeri buyur etmedi; çünkü gelen adamın buyur beklemeden gireceğini -4biliyordu. Öyle de oldu, önce elindeki poşeti mürdüm berjer koltukların arasında duran sehpanın üzerine bıraktı gelen adam. Ardından karşı karşıya oturdu iki arkadaş, uzun uzun birbirlerinin gözlerine baktılar. Genç adam araladığı dudaklarını düz bir çizgi haline getirip başını iki avcunun arasına hapsetti. Zihni savaş yeri olmuştu ve genç adama düşen rol; köşeye çekilip olanları izleyen müdana bir adam olmaktı. Kapattığı gözlerini açmadan hemen önce " Alaz, "diye mırıldandı. Alaz'ın soluklarını kulaklarını eşeliyordu. " -Getirdin mi bir şeyler?" Alaz, sehpanın üstüne bıraktığı siyah poşetin içindeki rakıları tek tek dizdi ve ayağa kalkıp mutfaktan iki bardak getirdi. Genç adam ise hala oturuyordu ve gözlerine perçinlediği hissizlik karışımı özlem duygusu kehribarına alev aldırmıştı. Alaz'a aldırmadan kalktı yerinden ve eskitme kahve masanın en alt çekmecesini açıp içinden erguvan pembesi bir kağıt çıkardı. Koltuğa oturmadı, parmaklarına sardığı kâğıtla beraber olduğu yere diz çöktü. Uzun uzun kokladı yıpranan kâğıdı. Göğüs kafesini


zorlayan kalbinin kulvarına inat, açtı ve okumaya başladı.

" Cennetin gökyüzü turkuaz mavisiymiş Mars gezegenim, annem söylemişti. Sana mürhem olduğumda unutmamak için yazmıştım bir kenara. Çünkü gittiğimde kimse söylemeyecekti, biliyorsun unutuyorum ben. Neyse, sana dün gece gördüğüm bir rüyayı anlatmak istiyorum, unutmadan. Hercai'lerin etrafı sarmaş dolaş ettiği bir bahçedeydik. Hüzünlüydü nedense kehribarın en güzel tonu olan gözlerin. Saatlerce oturduk seninle sonra birden gök şevkle gürledi ve nisan yağmuru ikimizi de ıslatmaya başladı. Uzattın bana sonsuza mühürleyeceğim elini 'Hadi ,' dedin heyecanla .'Koşalım.' Koştuk Mars gezegenim dakikaların saatleri katlettiği her anda koştuk. Birden deniz kenarında bir kumsalda buluverdik kendimizi. Orda bana bir şiir okudun; oysaki sen şiir okumazdın hiç. Meğerse beni kandırıyormuşsun; bilakis kulaklarımın duyduğu en mucizevi şeydi senin dudaklarından şiir dinlemek. Sen, şiirin son dizelerini sarf ederken benim aklımda sadece ilk mısra yankılanıyordu. 'Seni seviyorum, ama nasıl, avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp parmaklarımı kanatarak kırasıya çıldırasıya...' Sona gelmiştik Mars gezegenim. Aslında bu bizim sonumuz değildi, yalnızca Tanrı'nın bize bahşettiği vadenin sonuydu. Şimdi ben fezada uzanıyorum, sen ise elinde bir bardak rakı kabı dibindesin. Ah benim Mars gezegenim ; Cennetin gökyüzü turkuaz mavisiymiş." Vaveyla kopan fırtınalardan savrulan kalbi kırık adamın göz pınarlarına çöken yaş silsilesine aldırış etmeden sakin hareketlerle kâğıdı aldığı yere geri bıraktı. Sağ elinin tersiyle gözlerini silerek ayağa kalktı. " Nerde kalmıştık ortağım?" diye sordu kimsesiz bir sesle. Alaz, acı bir tebessümü dudaklarına mıhlayıp, bardaklara rakı doldurdu. Genç adam arkadaşının karşısına oturarak, bardağı kavradı ve dudaklarına bastırarak yakıcı tadın boğazını istila etmesine izin verdi. Diline hücum eden harfleri bir araya getirerek damağını şaklattı.

"Biliyor musun, saati hep sağ koluna takardı." sonra sağ kolunu havaya kaldırıp siyah kayışlı saatini gösterdi. "En son baktığımda Gidişine on kalaydı, şimdiyse gidişine aylar devrildi." Alaz ince kıvrımlı dudaklarını araladı; lakin diyecek bir şey bulamadı ve susmayı diline mühürledi. Dakikalar ; saniyeleri kovaladı. Saliseler intihar kokulu uçurumun kıyısından aşağı yuvarlandı ve yeşil gözlü bir kadın genç adamın zihnini talan etti. İçti, dur durak bilmeden fezada uzanan bir kadın için. "Kirpiklerini saydım bir gece yarısı ," sesinde ölü bir bebeğin annesine duyduğu özlem vardı." Sonra gitti Alaz, bir köşede mevta şarkılarım çalarken gitti." Et yığını kalbinin içindeki sızı kaburgalarında koca bir oyuk açtı, susmadı zihnindeki çığlıklar. Ruhunu emanet ettiği kadının yazdığı yazıları devirdi bir rakı şişesinde ve ufkun karanlığına emanet kıldı saydığı -5kirpiklerini. " Gökyüzünün ," dedi. "Gökyüzünün rengi de turkuaz mavisiymiş." Yağmur hızlandı, gök gürledi. Tıpkı Bilun'un rüyasında olduğu gibi. Tanrı bir fısıltı bıraktı yağmur damlalarının arasına ve hiç umulmadık bir zaman diliminde genç adam perdesi sıyırılmış camdan geceye göz dikmişken kuyruklu bir yıldız semaya kaydı. "Mars gezegeni de ağlar, Ay Parçası." ZENNURE AZET


YABANCI Bak ne güzel okunuyor ezanlar Ne güzel uçuşuyor martılar Bak ne güzel deniz, kum, güneş, rüzgâr Bu şehir bir başka güzel Bir yanı öfke, diğer yanı özlem dolu bir yürek gibi sokaklar Ama bir farklılık var Bu eksiklik değil, anlatamıyorum Kuşa özgürlük güzel balığa deniz Balığa yem kâfi, aslana orman yetersiz

KiTABESiZ öLü Issız bir gecenin soluğunda 21. yy karanlığında Eski bir şarkı çalıyor Namesi koyu plaklarda ölü bir kasvetle yankılanıyor anbean Sokaklar sisli ve yağmurlu Nerede olsam çıkıyor, çıkıyor karşıma Çizgi çizgi yüzleri ve penceresi buğulu

Bir farklı şu bina, Önünden geçen otobüs, sokak tabelaları Güzel şarkılar var sokaklarda Ama yabancı…

Sebebi budur bin bir çeşit palavra Kopsa da yürekte derince yaygara Ruhun en dip köşesinde Yahut kömür karası bahçede

Gülümsüyor olmama şaşıran insanlar Sokağın köşesinden koşan çocuklar Sıcak simit satan amca Her şey güzel fakat yabancı Ayağımın altında uzayıp giden şu yol Bilgisizliğim, korkularım Ağlayışlarım ve yorgunluğum Yüzüme vurulan onlarca hatadan her biri Sanki bana inat Yolundan sapan işlerim Her şeylerim, hiçlerim Bana bir kahve içmeye gelmiş gibi Yabancı

Oturdum da hüzünlendim o yerde Yalın ayak gezdiğim tepelerde Kâinata aldanmışım Mezar taşım nerede?

Esma DİL

Zeynep Sude GÜNAYDIN

-6-


YALNIZ KAYIK

KABIMDA UMUT Karda ayak izleri kalırdı serçelerin Bembeyazlara sevinirdik çocuksu Ürkek umutsuzluk yoktur oralarda Sokaklar uzun ve genzi yakan tütün kokusu Umut büyürdü, çünkü umut Kabımda çoğaldıkça; Göğsümün daraltısı sinerdi yalnızlığa Bir türkü tutardım Konardı dallarıma neşe Ve rüzgâr eserdi aniden Savurur tüm neşeyi güneşe İşte o vakit elimde kalan Bedbaht olmuş bir ummutttur İklim değişti lakin Kuru dalda vakitsiz rüzgârda aynı hain Şimdi gel ve bana, Kaybolan umudu unuttur Zeynep Sude GÜNAYDIN

Masmavi bir denizin ortasına salınmış bir kayığım sanki. Gözbebeklerim bir liman arar sığınmak için. Lakin uzaklardan bir deniz fenerinin bile belirtisi yok. Bir rüyadayım sanki, bu gerçeklerin hayali içerisinde. Dağ değil ki bu gönlüm sıralar halinde dayansın elemlere. Korkudan değil bu ürperti, acının kendisi bilakis. Umut doğarsa ufuklardan bir parıltı da bize düşer mi? Yahut bir mağara yalnızlığından bir arşıâlâ yanıtı gelir mi? Ah ki ne ah! Kimdedir derdim? Gidip otursam dizinin dibine; anlatsam derdimi, dilensem kanayan yaramın çaresini… Kanun böyledir, bizden önce yazılmış her şey. Kalem kırılmışsa çare yok. Böyle gelmiş böyle gider. Sıyrılır bir ümit. Kaplar bir fırtına bu şehri. Kar olur yağar içimdeki dehlize. TENNURE _______________________________ -7-

DERiN HAVUZ Eliyorum kelimeleri derin bir havuzda Yelkenler açıyorum okyanuslara Tek tek hiç usanmadan, sonunu düşünmeden Yeni manalara kucak açmayı Onları çocuk gibi kucaklamayı Butları, yıldızları güneşi Bana el uzatacakmış gibi düşünüyorum Maviye uzanan bir rüya düşünüyorum Mutluluğa açılan bir yol Aynaların sessizliğini düşünüyorum Bana gerçeği yansıtan Elif Nur EMRE


iletişim kurduğun herkese ayrı ayrı değer vermek... Savaşmak değil kıyasıya. Sevmek; hatta eğer samimi isen kızmak, kavga etmek. Hani bir insanın hatasını fark edersin. Onu gidip şikâyet etmezsin de yanına gidip ona ‘’bu yaptığın yanlış’’ deyip onu doğruya götürürsün. İşte başarı bu… Başarı, vicdanının rahatlığı.

NEREYE KAYBOLDUK? Günden güne kayboluyoruz. Bazen adını beklemek koyuyoruz. Bazen susuyoruz bazen göz yumuyoruz ve görmüyoruz. Kayboluyoruz, kaybettiğimizi fark etmiyoruz. Neleri kaçırdığımızı bir bilsek… Yaşadığımız bilgi çağında –gereksiz bilgi- çağında en çok öğrenmekten korkuyoruz. Çünkü öğrendiklerimizi yaşamaya gücümüz yokmuş gibi. Hâlbuki güç içimizde… Biz doğan güneşiz, görmüyoruz. Biz fırtınalı kıştan sonra gelen baharız ve rengârenk bir nefes bizi bekliyor bilmiyoruz. Biz gücümüze sırtımızı dönmüşüz. Yüzümüzü elaleme çevirmişiz. Kalbimiz başka söyler biz tersine gider olmuşuz. Yazımın neresi giriş? Neresi gelişme? Sonucu nasıl getireceğim bilmiyorum. Ben aslında yazmayı da bilmiyorum. Bu da affınıza sığınarak, cahil cesaretimin bana verdiği yetkiyle yazılmış olsun. Aksın gitsin bakalım kelimeler nereye varacak sözüm. Nereye kaybolduk mu demiştim? Hayallerimiz ile hırslarımız arasında boğulduk. İlkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede hep yarış halindeydik. Hep en iyisi olmaya çalıştık. Belki başardık belki yarışta sonuncuyduk. Ama hiçbir zaman kendimiz olmaya çalışmadık. Bana göre başarı aldığım notlar değil. Bana göre başarı mezun olduğum diploma puanım değil. Bana göre başarı ; gün içerisinde gökyüzüne bakıp ne güzelsin be Tanrım, ne güzel yaratmışsın ! demek; düşen çocuğu kaldırmak, bir akşamüstü kızıl güneşe doğru yürümek, kendine ve

‘’O onu giymiş bu bunu yemiş, Tuğçeler gezmeye gitmiş, Ali annesiyle arkadaş gibiymiş’’… SA-NA-NE ! Kendimizi kıyaslamaya bayılıyoruz. Annelerimizde der bazen ‘’bak Ayşe’nin oğlu nasıl güzel ders çalışıyor? Ama annen bilmez senin ne düşündüğünü ne istediğini. Anlatmak için parçalama kendini. Ayşe’nin oğlunu ancak kendi vicdanınla hesaplaşarak yenebilirsin. Unutma insanları mutlu edemezsin. Sen hep parmakla gösterilen olmak isteme. Sen neyin hayalini kuruyorsan ve nasıl bir yaşam istiyorsan onun için savaş. Yarışın daima kendinle olsun. İsteklerin ve hayalini kurduğun şey için her zaman planlı ol. Seni ona götürecek yollarda yürü; arkadaşlarınla -8popüler olacağın ya da kendini kanıtlaman gerekli ortamlarda değil. Çünkü yarın sabah uyandığında onlar olmayabilir. Tüm bu kalabalık senin etrafından çekildiğinde seni ayakta tutacak bir şeyler olsun yaşamında. Bunu yaptığında; yani kulaklarını tıkadığında ve hayallerinin peşinde emin adımlarla yürüdükçe yarışı kendi vicdanınla yaptığında ve biraz gökyüzüne baktığında yakalamış olacaksın ki bu başardın demek. Tabi söylemeden geçmeyelim. Hayal kurarken ve hayattan bir şeyler isterken önce kendinizi tartın. Ben kimim ? Ne isterim? Ne yapabilirim ve ne yapma istiyorum? Hazır mıyım? Bunları cevapladığında evet hazırsın. Çantanı hazırla, üstünü sıkı giyin yola çıkıyorsun. Vardığında umarım çok mutlu olursun. Hiçbir zaman kendin olmaktan vazgeçme. Başkalarını mutlu etmek ya da daha fazla sevilmek, kabul görmek için yolunu değiştirme. Mert ol. Korkma! Bu senin hayatın ve bu yolu sen seçtin. Elbette başaracaksın ama meşakkatli bir yol olacak. Yorulacaksın, yalnız kalacaksın belki umduğun gibi gitmeyecek hiçbir şey. Ama pes etmek yok.


Çünkü sen bu dünyaya gelerek bir kere baş koydun var olmaya. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. İnternet paketi bitsin. Serçe parmağını kapıya çarpsın. Sen varsan biz varız. Sen varsan hayallerimiz var ve çalışmaya değer. Sen varsan biz bütün bu kötülükleri yeneriz. Sen varsan biz yıkılmayız. Kendin ol. Kendini kimseyle kıyaslama. Anneni hiç üzme; o ne söylerse söylesin koşulsuz şartsız senin başaracağını bilen ve sana güvenen tek insan o. Gücünü ondan alacaksın. Tıpkı sana yürümeyi öğrettiği gibi. HASRET GENÇ

KUMSALA TERK EDiLMiŞ BiR TEKNE Dinle beni çocuk Terk edilmiş bir evin yalnızlığıyla Ancak o zaman anlarsın beni Ocakbaşında evlatlarına, yemek pişiren anne yüreğiyle Kuru ekmekler etrafında bekleyen gözlerdeki parıltıyla dinle; Belki koyardın kendini benim yerime Yemek değil umuttur asıl mesele Beş parasız bir adam gözüyle İnsanlar yemek sırasına girmişken Onları uzaktan izlemek zorunda kalmışlığınla Evsiz, aşsız, çorapsız bir insan gözüyle dinle Hisset! Başında bir çatı yokken yağan yağmurun acısını Ayağı çıplak o soğuk kaldırımlarda yürümenin sızısını

KüSKüN ÇOCUKLARA ANT Ve elbette bir çocuğun kalbi küser en çok Ve gider ağlar bir köşede Böylece bulaşır dünyaya kara, beyaza hükmederek Tanınmaz artık beyaz Çocuğun gözyaşı akar Kirlenir dünya Ve karalar üstün geldiğinde beyazlara Son olacak Kayıp mı edeceğiz aklığı Yenik mi düşeceğiz Görmeyecek miyiz o bahsi geçen güneşli günleri? Kalbi küstürülen çocuğa ant olsun ki Son beyazlığa kadar savaşacağım Boyun eğmeyerek. Dilara KARA

Bahar cıvıltılarına eşlik edemeyen yolcuların gölgesinde eğleşmediği; kurumuş, ölüme terk edilmiş, koca ağacın yalnızlığıyla dinle Şimdi beni gör! Kumsala terk edilmiş bir tekne kadar yalnız Bir bez yapılmış, sevilen bir hırka kadar yıpranmışım Bekliyorum: Yıllar önce denize attığım şişenin yıkılmış kıyıma vuracağı günü Kurak topraklardan yeniden yeşereceğim zamanı Bizi hayat denen yalana inandıracak kadar güzeldir işte umut Şeymanur TiKENCE

-9-


BU iLAHi AŞKTIR Duydum tez elden aldım o haberi Yere göğe sığmaz bu ilahi aşktır Dünya muamması asırlardan beri Çözeni bulunmaz bu ilahi aşktır Varlığıyla bizi yakıp ta kavuran Diyâr-ı gurbete esip de savuran Aşkın badesini Mevla’dan içiren Deryanın incisi bu ilahi aşktır Cahil olan bilmez cevher-i sevdayı Arifse amelle atandır nidayı Hain nefsi yıkıp nur-u Hüda’yı Bulduran var ise bu ilahi aşktır Tahtı kuruludur aşığın gönlünde Bülbülün dilinde ve seher yelinde Adını haykıracak mahşer gününde Bir şahid var ise bu ilahi aşktır Pervâni’m güneşi eriten közünü Söndürme ebedi aç gafil gözünü Hak eden var ise eğer hoş sözünü Canına can katan bu ilahi aşktır SERCAN ŞAHİN ________________________________ KiMLER DüŞTü GöZLERİMDEN Kimler vurdu yüreğimden Derdimi sızlatanlar var Kimler düştü gözlerimden Bir bakışta silesim var Şimdi yaktım resimleri Geriye külleri kaldı Unutmuşum o günleri Anıları rüzgâr aldı Kalemim düştü elimden Her dizede ağlatan yâr Kimler düştü gözlerimden Bu şehirden gidesim var NAZLI YAMA

HAAAAH BU GADA VARDI ! Sobayı yakmak için erkenden kalktım. İki parça kasa tahtası kalmış işe bak. Hay anasını... Dışarı çıkmak iyi fikir. Atılmış lastik parçaları, market önlerinde karton filan bulma olasılığı var. Yaz kış beni yalnız bırakmayan kabanım merhaba! Sevgili yılmaz ayakkabım sana da. Benden bıkmışsınızdır belki, belki eskidiğinizi düşünüyorsunuz ya; öyle düşünmüyorum ben. Ayrılmak - 10 istemiyorum en çok sizlerden. Kapı aralığından ilk adımla henüz uyanmamış sokağı aşmaya başladım. Ücra bir sokak…Kendi halinde sobalı evlerden oluşuyor. Birkaç ev doğal gaz dilekçesi vermiş sanırım. Gözlerim her türden yakılacak nesne arıyor. Arka cepte katlanmış gübre çuvalı taşıdığımı söylemeyi unuttum mu? Bir kasa atığı bulsam hemen çıkaracağım. Çöp bidonlarının çevresinde olmalı değil mi? Bir plastik meyve kasası, deterjan ya da eskimiş ayakkabı filan… Tabii bizim mahalleden uzakta daha orta düzey insanların yaşadığı sokaklarda ancak rastlanır daha büyük çöp artıklarına. Uzaklaştım. İki sokak aşağıda bir köşede kümelenmiş tekstil işçilerinin servisi beklediklerini gördüm. - Hayrola Ayhan dedi biri. Baktım komşunun şakacı oğlu Salih’ti. - Hayır olur inşallah dedim. - Aaasma burunlu yavrum! dedi. Sırıttı. Güldüm. Burnumun asma burun filan olduğu yoktu. İnsanlara sevgisini bu ifade kalıbıyla gösteriyordu. “Aaaaasma burunlu yavrum!” Ha bir de kısık


sesle nefesini içe çekerek: “Haaaaah bu gada vardı.” deyip iki elini iki yana açıp sırıtıyordu. Ses telleri bozuk köylüsünün kaçırdığı balıklar için kullandığı ifade kalıbıymış meğer. Bir de tokalaşırken insanın elini aşırı derecede sıkardı. Tabii sırıtarak. Dünya umurunda değil sanırdınız. İşi gücü gülüp hal hatır sorup bu kalıpları yinelemekti sanırdınız. İki oğlu vardı Salih’in ikisi de ona benzeyen alaycı tiplerdi diyebilirim. Şunu da belirtmeliyim ki pantolon paçası yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Terzilerden parça iş alıp odasında tıkır mıkır makine başında uğraşırdı. Oradan uzaklaştım. Neyse ki çuval cepteydi. Salih’in tabiriyle “Haaaaah bu gada vardı.” Çenesi düşük bir çöpçü var bizim mahalleye bakan. Yine kendi kendine söylenerek sokakların çöplerini süpürüyordu. Soğuğa aldırışsız sanırdınız. Arada çay ocağına uğrardı. Çaya para vermek yerine servise yardım ederdi arada. Tavırları o kadar doğaldı ki, siz yabancısı değilmişsiniz de ev halkından biriymişsiniz gibi... Çok kişi tanır severdi. Laf atarlar, kızdırmaya çalışırlardı. Selam verdim. İşinden başını kaldırmadan aldı selamı. Zaten verdiğim selamı geri çevirmeyen tek çöpçülerdir nedense. Başladı anlatmaya. Mahir bir çene ne de olsa. Söylediğini yaşayarak tez elden anlatıyor, arada anlattığını hayal eder gibi gözlerini yukarı kayıyordu. “On dört gün oldu anacunu… Şirket faizde işletiyomuş. Faiz geliriyle zıkımlanıp göbek şişiriyolar. Sade tıkınsalar iyi. Bi de haram paranın bokunu salıyolar ortalığa. Sonra da çavuşları sal peşimize. Bi güzel söösün sıvazlasın yukardan aşaaa. Bu mu insanlık anacunu. Bu mu adamlık…” Diye söylenerek uzaklaştı. Kavşaktaki market açılmamıştı henüz. Çöp kamyonları çöpleri kaldırmamış. Bir kız geçti yanımdan o da sanayi işçisi. Çocukluğumun geçtiği mahalleden… Bana baktı ve tebessüm etti. Ben de karşılık verdim. Hiç konuşmayız onunla. Sanırım yeni evlenmiş. Eşi de konuşma engellisi sanırım kendi gibi. Hep iletişim kurmak istemişimdir başka yollu. İşaret dilini öğrenmiş olsaydım diye de yakınırım bu yüzden. Bir de beni severmiş çocukluk yıllarında. Şimdi ne düşünür beni görünce kim bilir.

Kasaları parçalayıp çuvalı doldurdum bile. Pek ağır da olmuyor meyve kasaları. Sobanın sıcaklığını düşünerek eve yollandım. Tam evimize dönen kavşakta gurbetçi büyük amcamız oturur. Oradan geçerken de Smith’in pulları gelir aklıma. Çünkü her yıl pul gönderirdi babama. Sadece pul mu? Dünyanın dört bucağından gelmiş damgalı, güzel dileklerle dolu kartpostallar. Bir yaz, amcamlarla Türkiye’ye gelmişler. Babamın ilgisi, sıcakkanlılığı karşısında dost olmuşlar çabucak. Ayrıca, babamın da ona, kuzenleriyle hediyelikler gönderdiğini ve ona kucağında geyikli bir Hacı Bektaş resmi çizdiğini anımsarım. O Alman’ın hayata bıraktığı ize hep hayran kalmış ve biraz da kutsamışımdır. Bir gıcırtının ardından rutubetli evime girdim. Buraya verdiğim kira varla yok arası. Zaten ev demeye bin şahit gerek. İzin günümde soba başında keyiflenmek en büyük zevkim. Başında ustabaşı yok. İş güden yok. Yetişme çabasından sıyrıldığım sadece kendimle baş başa kaldığım anlar... Düşünürüm de insanoğlu kendine iyilik yapmak isterken en çok kendine - 11 kötülük yapıyor. Sürekli yeni milatlar icat ediyor. Yetiştirilmesi gereken onlarca iş, bir gün içine tıkıştırılıyor. Servis saatleri, evraklar, okullulara ödevler, parça işler, işbaşı, iş sonu yetişilecek onlarca yük. Sonra ülke büyükleri, büyümeye odaklı yeni hedefler… Yeni milatlara erişmek için sonsuz anları yitiriyoruz. Hayat böylece ıskalanıyor. Bu mu ulan yaşamak diyorum. Kaçan balık için “Haaaaah bu gada vardı.” diyen Kesik Mustafa’nın demesi gibi, kaçırdığımız o kadar çok balık var ki! Kısık bir sesle, “Haaaaah bu gada vardı.” demek istiyorum şimdi ben de her gördüğüme ve gülmek. Özellikle de bu gün. İzin günümde. Salih gibi. “Asma burunlu yavrum!” demek. Çünkü çok soğuk yüzlü insanlar. Gülmeyi yersiz buluyorlar. Kaçan balığı da görmüyorlar. Oysa , “Haaaaah bu gada vardı.” SiNAN KARADENİZ


şeyin arkasında yatan bir gerçeğin olduğuna inanıyor ve buna göre yaşanması gerektiğini söylüyordu. Adam kendi içindeki bu kararsızlığa bir türlü anlam veremiyor, ne yapıp ne yapmayacağını kestiremiyordu. Hızlı hızlı yürümeye devam etti. Yetişmesi gereken bir randevusu vardı ve o bunlarla uğraşmak istemiyordu. Zamanla yarışır bir halde ulaşmıştı iste en sonunda miniklerinin yanına. İçi sevinçle dolarak kuruldu meşe ağacının altındaki banka. İşte simdi başlıyordu huzur seansı. ŞİZOFREN VE MiNiKLERi Bir günü daha hastane stresiyle geçmişti. İnsanlar kendisi için şizofren, deli demeye, gün bitip yeniden dogmaya devam ediyordu Artık daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyordu. Aklına seans geldiğinde ise aceleyle kolundaki saate baktı.Akrep çoktan 4"ü geçmişti bile. Endişe ve korkuyla birlikte masasının üstündeki yem poşetini alarak çıktı odadan. Tabii ki bu aceleyle bir iki süs eşyasını da devirdi. Merdivenleri koşar adımla indi. Az kalsın düşüyordu. Her yıl ayni saatte aksatmadan gittiği miniklerinin yanına gidiyordu elbet. Sanki ilk defa buluşacakmış edasıyla montunu ve eldivenlerini kapıp dışarıya fırladı. Bu kara kışta o minikleri değil kendisi olsa o bile donardı. Doğru ya kendisi bir cerrahtı, hiçbir şeyden korkmazdı. Bunu aksini söyleyen yüreği en ufak bir şeye bile tahammül edemeyeceğini iddia ediyordu. Ya bu soğukta dışarıda ekmeğini çıkarmaya çalışan belediye hizmetlileri ne yapsaydı? Böyle mantığıyla yüreği her an çekişip durmaktaydı. Biri diğerine olaylara çok duygusal yaklaştığını, böyle giderse hiçbir işte başarılı olamayacağını söylüyor, diğeri ise hayatta var olan her

Önce biraz gözlerini kapattı adam. Sonra bir iki nota mırıldandı yüreğinin ta içinden. Saniyeler geçtikçe hissediyordu benliğindeki kötü adamların itiraflarını, feryatlarını. O adamlar aslında kendisini oluşturuyordu fakat o bunlardan kurtulmak istiyordu. Oturduğu bankın yanına doğru uçuşan minik serçeler sonunda gelmeye başlamıştı. Adam tebessüm etti bu haline. - 12 Ne kadar yaslanırsa yaslansın su miniklerle geçirdiği vakti hiçbir servete değişmezdi. Yeterki onlar kendisiyle olsun, içindeki kötü adamları barındırmasın, silip atsındı. Yavaşça çoğalıyordu minikler. Birer ikişer omzuna ellerine gelmeye başladılar. Derken bir anda dolup taşmıştı çevresi. Adam miniklerini açlıktan kurtarıyor, onlar da adamı, içindeki kötülerden temizliyordu. Bir nevi psikolog hasta ilişkisiydi onlarınki. Sanki zaman durmuştu onlar için öylesine huzurluydu ki... İşte yine her zamanki gibi oluyordu; o ve minikleri, insanlar ve düşünceleri... Gelip gecen insanlar onun hakkında milyon tane dedikodu yapıyordu. Aslında umurunda da değildi. O bir gün ölecekti ve arkasında minikleri... Tuğbanur BALIKÇI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.