Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi - Şubat 2012

Page 1


YEDİKITA

AYLIK TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ

ÇAMLICA BASIM YAYIN VE TİC. A.Ş. Adına Sahibi Ahmet TEMİZ S. Yazı İşleri Müdürü Kemal ERKAN Genel Yayın Koordinatörü Ömer Faruk YILMAZ Sanat Yönetmeni Osman TURHAN Yayın Editörü Selman KILINÇ Grafik Tasarım ÇİZGİOFİSİ / Kerem NALIN Tasarım Uygulama Süleyman KÖKLÜ Fotoğraf Editörü Soner DEMİRSOY Dağıtım Koordinatörü Hüseyin GÜNEY Pazarlama ve Tanıtım Mustafa ŞAHİN Hukuk Müşâviri Av. Ali ÇAVUŞOĞLU Web Tasarım Siraceddin EL Yayın Kurulu

Osman DOĞAN - Selman SOYDEMİR İbrahim COŞKUN - Harun TUNCER Abdullah SATUN - Yakup MEHMETÇİK Mustafa İsmail DÖNMEZ - Yusuf DANEGÖZ Kütüphane ve Arşiv

Abdullah AKAR - Zeynel Abidin AYGÜN Kemal ÖNCEL Yönetim Yeri İncili Çavuş Sk. No.27 Sultanahmet-Fatih / İSTANBUL Baskı ve Cilt Fazilet Neşriyat ve Tic. A.Ş.

Bağlar Mh. Mimar Sinan Cd. No 52 Güneşli - Bağcılar / İSTANBUL Dağıtım YAY-SAT Yayın Süresi-Türü Aylık-Yerel Süreli ISSN 1308-5379 Avrupa Bayii ENDER GMBH Melatener Weg 18 50825 KÖLN Tel.+49 221 690 58 90 Fax. +49 221 690 589 29 avrupa@yedikita.com.tr

YEDİKITA Dergisi’nin bütün yayın hakkı, Çamlıca Basım Yayın ve Tic. A.Ş.’ye aittir. Dergiye gönderilen yazılar, yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergimiz yazılar üzerinde gerekli müdahaleyi yapma hakkına sahiptir. Dergide çıkan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Dergide yayımlanan yazı ve reklamların her türlü mesuliyeti yazarlarına ve sahiplerine aittir.

YEDİKITA DERGİSİ Yazı İşleri (0212) 657 88 00 - 151 İrtibat ve Abone

Bağlar Mh. Mimar Sinan Cd. No 52 Güneşli - Bağcılar / İSTANBUL Tel. (0212) 657 77 35 - 36 Faks (0212) 657 82 96 www.yedikita.com.tr - bilgi@yedikita.com.tr

Editörden Tarihe dar bir pencereden bakmak tabiri bazı kesimlerce ezberlenmiş ama derinliği düşünülmeden cömertçe kullanılan bir söz. Dar binalarda, fildişi kulelerde hapsolmuş fikirlerin ufuk genişliğini idrak edememenin bunalımıyla haykırdıkları bu anlayış artık günden güne kıymetini yitiriyor. Evet, son asırda belli maksatlar için icat edilen demokrasi ve hürriyet gözlükleriyle bakanlar dar bir pencereden bakıyorlar. Asırlardır sürüp gelen medeniyetin değerlerini göremeyecek kadar burunları yukarıda olanlar, dünü ve bugünü kendi çıkarlarınca değerlendirip günü kurtarma peşinde koşanlar, inkar ve gaflet çukurunda çakılı kalanlar dar bir pencereden bakıyorlar… Bütün bunlara rağmen ümitsiz olmamalı, geniş düşünmelidir. Millî ve manevî kıymetlerinin çizgisinden sapmadan yürüyerek, ecdadından tevarüs eden kültürünü -yabancılar gibi değil- aynı hislerle öğrenerek, ahiret hayatını bugünün ötesinde görebilerek geniş düşünmeli, heyecanlı ve ümitli olmalıdır... Bu ay, Kanunî Sultan Süleyman Han’ın bir name-i hümayununu kapağa taşıdık ve bu vesikayı ek olarak veriyoruz. Ülkesi istila edilen ve tutuklu bulunan Fransa Kralı Fransuva’ya gönderilen bu mektup, ecdadımızın ihtişamını ve gücünü göstermesi bakımından şüphesiz çok kıymetli. Ancak, bu padişah mektubuna dikkatle bakınca satırlar ve manaların ötesinde saygı ve edebi de görmemek mümkün değil. Zira, normalde ferman ve berat türünden belgelerin en üstünde olan padişah tuğrası bu sefer mektubun ortasında görülüyor. Padişah imzası edeben, Cenab-ı Hakk’ın, Peygamber Efendimiz’in ve Dört Halife’nin isimlerinin altına atılırken onların ismi ve manevi desteği zikrediliyor aynı zamanda. Paha biçilemez bir sanat eseri olan hattın üst kısımdaki tazim ifadeleri ve yazıdaki lafza-i celaller de altın yaldızla bezenmiş… 1526 tarihli mektubun bize taşıdığı değerleri anlatmaya satırlarımız kafi gelmez. Ancak, bir teferruatı da gözden kaçırmamalı. Tarihimize kast eden, su üzerine yazılan, aslına mutabık olmayan yayınlar; Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin yanında cahiliye şiirlerinin anlamını kaybederek kaldırılması misali, bu vesikaları görünce değersiz ve anlamsız kalıyor… Tarihin kuru bir bilgi yığını olarak değil, anlayarak ve hissederek öğrenilmesi temennisiyle… Gelecek sayımızda buluşmak üzere… NOT: www.yedikita.com.tr adresinde, Basın Odası sayfasından, dergimizin aylık tanıtım videosunu indirebilirsiniz. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 3


YEDİKITA

AYLIK TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ

ÇAMLICA BASIM YAYIN VE TİC. A.Ş. Adına Sahibi Ahmet TEMİZ S. Yazı İşleri Müdürü Kemal ERKAN Genel Yayın Koordinatörü Ömer Faruk YILMAZ Sanat Yönetmeni Osman TURHAN Yayın Editörü Selman KILINÇ Grafik Tasarım ÇİZGİOFİSİ / Kerem NALIN Tasarım Uygulama Süleyman KÖKLÜ Fotoğraf Editörü Soner DEMİRSOY Dağıtım Koordinatörü Hüseyin GÜNEY Pazarlama ve Tanıtım Mustafa ŞAHİN Hukuk Müşâviri Av. Ali ÇAVUŞOĞLU Web Tasarım Siraceddin EL Yayın Kurulu

Osman DOĞAN - Selman SOYDEMİR İbrahim COŞKUN - Harun TUNCER Abdullah SATUN - Yakup MEHMETÇİK Mustafa İsmail DÖNMEZ - Yusuf DANEGÖZ Kütüphane ve Arşiv

Abdullah AKAR - Zeynel Abidin AYGÜN Kemal ÖNCEL Yönetim Yeri İncili Çavuş Sk. No.27 Sultanahmet-Fatih / İSTANBUL Baskı ve Cilt Fazilet Neşriyat ve Tic. A.Ş.

Bağlar Mh. Mimar Sinan Cd. No 52 Güneşli - Bağcılar / İSTANBUL Dağıtım YAY-SAT Yayın Süresi-Türü Aylık-Yerel Süreli ISSN 1308-5379 Avrupa Bayii ENDER GMBH Melatener Weg 18 50825 KÖLN Tel.+49 221 690 58 90 Fax. +49 221 690 589 29 avrupa@yedikita.com.tr

YEDİKITA Dergisi’nin bütün yayın hakkı, Çamlıca Basım Yayın ve Tic. A.Ş.’ye aittir. Dergiye gönderilen yazılar, yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergimiz yazılar üzerinde gerekli müdahaleyi yapma hakkına sahiptir. Dergide çıkan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Dergide yayımlanan yazı ve reklamların her türlü mesuliyeti yazarlarına ve sahiplerine aittir.

YEDİKITA DERGİSİ Yazı İşleri (0212) 657 88 00 - 151 İrtibat ve Abone

Bağlar Mh. Mimar Sinan Cd. No 52 Güneşli - Bağcılar / İSTANBUL Tel. (0212) 657 77 35 - 36 Faks (0212) 657 82 96 www.yedikita.com.tr - bilgi@yedikita.com.tr

Editörden Tarihe dar bir pencereden bakmak tabiri bazı kesimlerce ezberlenmiş ama derinliği düşünülmeden cömertçe kullanılan bir söz. Dar binalarda, fildişi kulelerde hapsolmuş fikirlerin ufuk genişliğini idrak edememenin bunalımıyla haykırdıkları bu anlayış artık günden güne kıymetini yitiriyor. Evet, son asırda belli maksatlar için icat edilen demokrasi ve hürriyet gözlükleriyle bakanlar dar bir pencereden bakıyorlar. Asırlardır sürüp gelen medeniyetin değerlerini göremeyecek kadar burunları yukarıda olanlar, dünü ve bugünü kendi çıkarlarınca değerlendirip günü kurtarma peşinde koşanlar, inkar ve gaflet çukurunda çakılı kalanlar dar bir pencereden bakıyorlar… Bütün bunlara rağmen ümitsiz olmamalı, geniş düşünmelidir. Millî ve manevî kıymetlerinin çizgisinden sapmadan yürüyerek, ecdadından tevarüs eden kültürünü -yabancılar gibi değil- aynı hislerle öğrenerek, ahiret hayatını bugünün ötesinde görebilerek geniş düşünmeli, heyecanlı ve ümitli olmalıdır... Bu ay, Kanunî Sultan Süleyman Han’ın bir name-i hümayununu kapağa taşıdık ve bu vesikayı ek olarak veriyoruz. Ülkesi istila edilen ve tutuklu bulunan Fransa Kralı Fransuva’ya gönderilen bu mektup, ecdadımızın ihtişamını ve gücünü göstermesi bakımından şüphesiz çok kıymetli. Ancak, bu padişah mektubuna dikkatle bakınca satırlar ve manaların ötesinde saygı ve edebi de görmemek mümkün değil. Zira, normalde ferman ve berat türünden belgelerin en üstünde olan padişah tuğrası bu sefer mektubun ortasında görülüyor. Padişah imzası edeben, Cenab-ı Hakk’ın, Peygamber Efendimiz’in ve Dört Halife’nin isimlerinin altına atılırken onların ismi ve manevi desteği zikrediliyor aynı zamanda. Paha biçilemez bir sanat eseri olan hattın üst kısımdaki tazim ifadeleri ve yazıdaki lafza-i celaller de altın yaldızla bezenmiş… 1526 tarihli mektubun bize taşıdığı değerleri anlatmaya satırlarımız kafi gelmez. Ancak, bir teferruatı da gözden kaçırmamalı. Tarihimize kast eden, su üzerine yazılan, aslına mutabık olmayan yayınlar; Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin yanında cahiliye şiirlerinin anlamını kaybederek kaldırılması misali, bu vesikaları görünce değersiz ve anlamsız kalıyor… Tarihin kuru bir bilgi yığını olarak değil, anlayarak ve hissederek öğrenilmesi temennisiyle… Gelecek sayımızda buluşmak üzere… NOT: www.yedikita.com.tr adresinde, Basın Odası sayfasından, dergimizin aylık tanıtım videosunu indirebilirsiniz. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 3


İÇİNDEKİLER

4 YEDİKITA ŞUBAT 2012


12 20 28 34 42 56

Ömer Faruk Yılmaz

FRANSA KRALINI ESARETTEN KANUNÎ KURTARMIŞTI

TARİHTE BU AY SİZDEN GELENLER HABERLER

Özcan F. Koçoğlu

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN

İDAM SEHPALARI Kemal Erkan

OSMANLI PADİŞAHLARININ VE AİLELERİNİN GÜNLÜK

YEMEK MASRAFLARI

EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ’NDEN TARİH AMBARI TARİHTEN SAYFALAR GEÇMİŞTEN KARELER VESİKALAR ARASINDA

Melahat Şen Zambak

OSMANLI’DA KADIN Ömer Faruk Salar

ENDÜLÜS’ÜN FETHİ

YÜZYIL ÖNCE YÜZYIL SONRA BERCESTE OSMANLI BASININDAN KİTAP SARRAFI TARİH POSTASI

Selman Soydemir

OSMANLI MEKTEPLERİNDE

HANGİ DERSLER OKUTULURDU?

BULMACA

TARİHİ İTİRAFLAR

6 7 8 18 40 52 54 68 70 71 72 76 78 79 80

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 5


Tarihte Bu Ay

13 Şubat 1878

Meclis-i Mebusan kapatıldı. Sultan Abdülhamid Han padişahlığının ilk günlerinde devlet adamlarının ısrarlı baskıları üzerine Meşrutiyet’i ilan etmiş ve Meclis-i Mebusan’ı açmıştı. Ancak, meşrutî idarenin henüz bu memlekete faydalı olamayacağını söylüyordu. Nitekim milletvekillerinin her birinin kendi milletlerini ve topraklarını savunmaya başlamasıyla Osmanlı Devleti parçalanmanın eşiğine gelmişti. Sultan Abdülhamid Han bu tehlikeli gidişe bir dur demek için 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı süresiz tatil etti.

18 Şubat 1405

Türk-İslam dünyasının büyük hükümdarlarından biri olan Emir Timur vefat etti.

18 Şubat 1451

Fatih Sultan Mehmed Han, babası Sultan İkinci Murad Han 3 Şubat 1451’de vefat edince, 18 Şubat 1451’de yedinci Osmanlı padişahı olarak, ikinci kez tahta çıktı.

12 Şubat 1936

İstanbul’da kar felaketi yaşandı. Şiddetli kar fırtınasında binalar yıkıldı, gemiler battı. Unkapanı Köprüsü parçalandı.

13 Şubat 1975

Kıbrıs Federe Devleti kuruldu, devlet başkanlığına Rauf Denktaş getirildi.

6 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Sizden Gelenler

S)

Geçen sayıda, Neden Öyle Denildi bölümünde Geçek Davut Ağa ile ilgili malumat veriliyor. Bu konuda hazırladığım tez dolayısıyla daha teferruatlı bilgiye ihtiyacım var. Acaba, Davut Ağa Nevşehirli İbrahim Paşa’nın emrine ne zaman girmiş ve ne kadar çalışmıştır, hakkında net bir bilgi verebilir misiniz? Gerçek Davut Ağa’nın Damat İbrahim Paşa’nın hizmetine ne zaman girdiği hakkında kesin bir bilgi elimizde mevcut değil. Fakat onun icatlarından 1718 ila 1720 yılları arasında Tulumbacı Ocağı’nı kurup bu kurumun başında Osmanlı Devleti hizmetine devam ettiğini söyleyebiliriz. Gerçek Davut Ağa ne yazık ki pek çok ansiklopedi maddesinde yer almamış. Onun hakkında bilgiler çok sınırlı. Ondan bahseden yegâne kişi ise Mecelle-i Umûr-ı Belediyye isimli eseriyle yorulmaz tarihçi Osman Nuri Ergin. Özellikle Osmanlı’nın son devrinde yakın ilişkiler içinde olduğumuz Endonezya ve Malezya coğrafyasında ne oldu ki günümüzde ilişkilerimiz bu kadar geriledi? Osmanlı devletinin bölgedeki nüfuzunun daha iyi anlaşılabilmesi için konuyu Endonezya ve Malezya parantezine hapsetmeyerek “Güney Asya Müslümanları” şeklinde daha geniş bir çatı altında değerlendirmek gerekiyor. Yine bir kavram karmaşasına sebep olan “Türk” tabirinin de bölgede Türkiye’deki mevcut milliyetçi algılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içerikle asırlar boyunca Asya halklarını temsilen, Asya halklarının baskın karakteri olarak Avrupa’nın muhatabı ve hasmı olan “Müslüman Türkler”i kasteden bir içerikte kullanıldığını göz ardı etmek de yanlış olur. Bu zeminden hareketle Osmanlı devleti ve ardından

C)

S) C)

Türkiye ile Güney Asya Müslümanları arasındaki ilişkilerin 20. Yüzyıldaki seyrine gelecek olursak; Güney Asya’da özellikle Malay Müslümanlarıyla Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler zamanla azalmış İngilizlerin ve diğer emperyalist ülkelerin Osmanlı’yı kötülemek için yazdırdıkları kitaplara ve propagandalara rağmen Endonezya ve Malezya halkları Osmanlı devletine ve o devletin mirasçısı olarak gördükleri Türkiye’ye ve Türklere karşı duydukları sempatiyi sürdürmüşlerdi. Özellikle yüzyılın ilk çeyreğinde bölgedeki Osmanlı etkisi somut bir şekilde devam etmiş, 1915’de yaşanan Singapur Ayaklanması, Osmanlı devletinin Güneydoğu Asya’daki bilinçlendirme harekâtının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1916 yılında Osmanlı devletini destekleyen çok sayıda Endonezyalı Müslüman’ın Bandung’da toplanacak olan Serakat İslam Kongresinde Osmanlı bayrak ve sancaklarıyla gösteri yürüyüşü yapma kararı almış, söz konusu gösteri Hollanda’nın müdahalesiyle gerçekleştirilememişse de bir grup katılımcı konferans sırasında giydikleri Osmanlı üniformalarıyla Osmanlı devletinin çeşitli cephelerde verdiği mücadeleye desteklerini ve savaşa karşı tepkilerini ortaya koymuştu. Osmanlı Devleti’nin bölgeyle Endonezya ve Malezya özelinde çok fazla misal verilebilir. Ancak, Güney Asya Müslümanları şeklindeki geniş bir çatı altında düşünülmesi gereken ilişkilerinin zamanla gerilediği şeklinde bir sonuç çıkarmak kısmen doğru olsa da Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye’de yaşanan süreçleri de hesaba katmak gerektiği için şerh düşülmeye muhtaçtır. Gerçi Endonezya ve Malezya’da Türk imgesinin gündeme hakim olduğu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgeyle kayda değer bir teması olmamıştı. Ancak bu ilgisizlik sadece Güney Asya Müslümanlarına karşı değil, Tek Parti dönemi ve ardından 2000’li yılların başına kadar defalarca darbelerle sekteye uğratılan tarihi süreçte sahne alan hükümetlerin dış politikayı adeta dondurucuya koyarak Türkiye’yi kendi içine hapsetmiş olmasıyla ilgilidir. ..............................................................................................................

Tashih: Geçen sayımızda yer alan “Ahh Matbaa Vahh Matbaa” isimli makalede, sayfa 49’da, Osmanlı âlimlerini gösteren minyatür hakkında bilgi yazılmamıştır. Şehname-i Selim Han’da bulunan ve 1581 tarihinde Nakkaş Osman tarafından çizilmiş olan minyatür Şemseddin Ahmed Karabaği, Seyyid Lokman ve Nakkaş Osman’ı tasvir etmektedir. Kitap Sarrafı bölümünde de Bir Cihan Devletinin Tasfiyesi kitap kapağında bir grafik hatası olmuştur. Özür dileriz.

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 7


HABERLER SİNAN TUNÇ

5 Ciltlik Abdülhamid Han Ansiklopedisi Yıldız Sarayı’nda Tanıtıldı

Fotoğraf: Soner Demirsoy

Sultan İkinci Abdülhamid Han devrini anlatan 5 Ciltlik “Devr-i Hamid, Sultan II. Abdülhamid” adlı kitap Yıldız Sarayı’nda tanıtıldı. Yıldız Sarayı Tiyatro Salonu’nda Erciyes Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde gerçekleştirilen toplantıya üniversite rektör ve rektör yardımcısı ve Topkapı Sarayı Müzesi müdürü yanında Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın torunları, akademisyenler, tarihçiler ve basın mensupları katıldı. Yetmiş beş akademisyen ve yazar, Sultan İkinci Abdülhamid devrini doksan makalede anlatıyor. “Devr-i Hamid” başlığı etrafında Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın ailesi, şahsiyeti, tahsili, saltanat yılları, devrinin iç ve dış siyasî olayları, maliyesi, sosyal yapısı, teşkilat yapısı, kültür ve sanat sahasındaki gelişmeleri, düşünce yapısı, bilim hayatı ve reform hareketleri gibi konular öne çıkan başlıklar olarak göze çarpıyor. Eser, 2244 sayfa olup resim, fotoğraf ve grafiklerle desteklenerek görüntü bakımından da zenginleştirilmiş.

8 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Mısır’da Tarih ve Kültür Yanıyor! Kuzey Afrika’nın bir ucunda başlayan ve öteki ucunda hâlâ sönmemiş bir ayaklanmalar zinciri damgasını vurdu geçen yıla. Dün kendi tensipleriyle iktidara yerleştirdikleri adamları bugün “zâlim ve anti-demokratik” yaftasıyla halklara havale etti, onların önüne attı demokratik(!) Avrupa. Köpük köpük kabaran isyan binlerce cana mâl oldu; bugün hâlâ kan ve duman kokusu geliyor kara kıtadan. Yanan ve yaralanan sadece insanlar değil, tarih, kültür ve insanlık da yaralandı ve yandı! Meselâ geçen Aralık ayında Mısır’da Tahrir yine dalgalandı. Silahlar yeniden patladı, canlara kıyıldı. Ölen ve öldürenin aynı ırktan, aynı milletten oluşu en az ölümler kadar acıtan bir başka meseleydi yine. Uzun zamandır devam eden bu çatışmalar, “İlmî Araştırma Enstitüsü”ndeki tarihî belgeleri de yok etti. 213 yıl önce kurulan enstitünün isabet alması üzerine çıkan yangında, paha biçilemeyen elyazması eserler ile birlikte çok sayıda tarihî belge ve harita kül oldu gitti.

Önce Okuma Şuuru Sonra Eve Teslim Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın engelli, hasta ve yaşlılar için 2006 yılında 20 ilde büyük umutlarla başlattığı “Eve Teslim Kitap Projesi” ümit edilen ilgiyi görmedi. 5 yıl boyunca, 9 ilden proje için hiç talep gelmezken toplamda sadece 90 kişinin kitap istemesi hayal kırıklığına sebep oldu. Ödünç kitap için telefon, e-posta ya da bir yakının kütüphaneden talepte bulunması yetecekti; ama kimse başvurmadı. Seferber edilen bütün bu imkânlara rağmen kitaplara karşı sergilenen bu alakasızlık hepimize üzüntü verdi. Problemin kaynağı okumak için kitap temininden önce “kitap” ve “okumak” mefhumlarının anlamını, gayesini ve aşkını aşılayabilmek topluma. Bunun içinse gözümüz gibi sakındığımız çocuklarımızla başlamalıyız işe...

Yeni Bir Dijital Kütüphane: Farabi IRCICA’nın Farabi projesi kitap, dergi ve resim gibi kütüphane materyallerinin çevrimiçi erişilmesini sağlayan bir dijital kütüphane sistemi. Bu sistem sayesinde dünyanın herhangi bir yerindeki kullanıcılar internet aracılığıyla istedikleri kitaplara ulaşabiliyor, okuyup inceleyebiliyor, dilerse kitabı sesli olarak dinleyebiliyor hatta başka bir dile çevrilmesini sağlayabiliyor. Kütüphaneciliğin temel ilkeleri göz önüne alınarak geliştirildiği belirtilen bu yazılım sayesinde herhangi bir kütüphane materyalinin tarama aşamasından internet ortamında arz-ı endamı ve tercüme edilmesine kadar bütün süreçler otomatik olarak işleniyor, kitapların düzenli şekilde tasniflenmesi, yedeklenmesi ve erişilmesi “Farabi yazılımı” sayesinde rahatlıkla gerçekleştirilebiliyormuş. Bu dijital kütüphaneye www.e-library.ircica.org adresinden ulaşabilirsiniz/ ŞUBAT 2012 YEDİKITA 9


HABERLER Kırklareli’nde Bir Konferans Memleketimiz sınırlarında yer alan üniversite sayısı hem kamu hem de özel teşebbüslerle her geçen gün artıyor. Niceliğin artışı niteliği de beraber getirir diye umuyoruz. Tabii bunu başarmak içinse akademik camianın iyi yetişmesi, dolayısıyla “talip” olan öğrencileri iyi yetiştirmesi en önde gelen şart. Konu öğrencilerin donanımlı olması olunca, yurtdışı eğitimlerinin, araştırmalarının teşvik edilmesi ve böylece ilim çevrelerinin bilinmesi gerekiyor öncelikle. Ayrıca ikili münasebetlerin canlandırılması elzem dense yeridir. Bu konuda Kırklareli Üniversitesi’nin geçen Aralık ayında düzenlediği “Küreselleşme Çağında Güney Afrika ve Türkiye, İlişkilerin Kurulması, İşbirliğinin Geliştirilmesi” başlıklı konferans iyi bir örnek ve takdire şayan bir teşebbüs. Söz konusu üniversitenin, Afrika Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi tarafından düzenlenen konferansa Güney Afrika’nın Bostwana Üniversitesi’nden de katılımcı gelmiş. Konuşmacı olarak konferansa katılan Prof. Dr. Muhammed HARON iki ülke arasındaki tarihî münasebet, sosyal ve kültürel bağlar hakkında bir konuşma yapmış. Üniversitece Çamlıca Basım Yayın tarafından neşredilen “Sultan’a 101 Mektup” isimli çalışma ve çalışmadan alınan Ümit Burnu Güney Afrika Müslüman Cemaati Lideri Muhammed Ahmed tarafından Sultan Abdülaziz Han’a hitaben kaleme alınmış bir mektup hususiyle çerçeveletilerek Yrd. Doç. Dr. Raşit Gündoğdu tarafından Prof. Haron’a hediye edilmiş.

Mohaç’ta Savaş Müzesi Açıldı

Osmanlı tarihinin en muhteşem zaferlerinden birine ev sahipliği yapan Mohaç Ovası’na yeni bir savaş müzesi inşa edilmiş. Müzenin kurulduğu alan Macaristan’ın Tuna Nehri kıyısındaki Mohaç şehrine yaklaşık 5 kilometre mesafede bulunuyormuş. Bölgede yapılan arkeolojik kazılarda, 1526 yılındaki savaştan kalma Osmanlı ve Macar askerlerine ait toplu mezarlar bulunmuş ve müze bu mezarların yakınına kurulmuş. Kazılar sırasında bulunan zırh, miğfer ve silahların yanı sıra, Osmanlı ve Macar askerlerin kıyafetlerine ait deri ve metal parçaları, yemek ve tıraş kapları gibi pek çok tarihî nesne müzede sergilenmekte imiş. Müze ayrıca, gençler ve çocuklar için uygulamalı müzecilik yaklaşımıyla hazırlanmış kıyafet ve silah salonları, dijital canlandırma ve sohbet mekânlarına da ev sahipliği yapmaktaymış. Sadece 1 buçuk saat süren ve Osmanlı ordusunun mutlak galibiyetiyle sonuçlanan Mohaç Meydan Muharebesi’nin ardından Macaristan’ın büyük bir bölümü Osmanlı hâkimiyetine girdi. Bu zafer aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman Han’a Avrupa’da “Muhteşem” sıfatının verilmesine vesile olmuştu.

10 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Mehmet Âkif Ersoy Sergisi Yapıldı hatıraları, dârulfünun muallimliği zamanına ait imtihan kâğıtları ve ölümünden sonra yapılan anma toplantılarıyla ilgili dokümanları ilk kez bir arada görüldü. Serginin en dikkat çeken yanı, ilk kez bu kadar orijinal belgeyi bir araya getirmiş olmasıydı. 2011 yılı aynı zamanda İstiklâl Marşı’nın 90. yılı. Bu vesileyle sergide özel bir bölüm açıldı ve İstiklâl Marşı ile ilgili çeşitli dökümanlar sergilendi.

Hasan b. El-Sânî Koleksiyonu

İstiklâl şairi M. Âkif Ersoy’un ölümü üzerinden geçen 75 yılın ardından bir “Mehmet Âkif Ersoy Sergisi” yapıldı. Sergi, 1-13 Aralık 2011 tarihleri arasında Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde ve 17-31 Aralık 2011 tarihlerinde ise Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’ndeydi. Düzenlenen bu sergi sayesinde; Mehmet Âkif’in aile fotoğrafları, imzalı Safahat’ları, dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplar, ilk meclis dönemi belgeleri, İstiklâl marşı

Evliya Çelebi’nin Yeni Bir Haritası Bulundu 2011 yılı bu coğrafyanın en renkli ve en bilgiç seyyahının yılı ilan edilmişti. Doğumunun 400. yılı münasebetiyle çeşitli etkinlikler ve yayınlarla yâd ve ruhu şad edilen Evliya’ya ait bir de harita bulundu. Büyük eseri Seyahatname’sinin yeniden gündeme geldiği geçen yıl içerisinde Evliya Çelebi’ye ait bir de harita ortaya çıktı. Vatikan kütüphanesinde bulunan ve seyyahımızın Mısır’ı ziyareti sırasında çizdiği düşünülen 6 metrelik Nil Haritası ünlü gezginin Seyahatname’den sonra ikinci büyük eseri olarak kabul ediliyordu.

İşte bu haritadan başka Evliya’nın Hicaz yolunda çizdiği bir haritanın daha var olduğu düşünülüyordu. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un riyasetinde bir araştırma ekibi, meşhur seyyahımızın kayıp olduğunu bildikleri bu haritasının peşine düştüler. Uzun çalışmalar neticesinde izine erişilen ve Kültür Bakanlığı başta olmak üzere ilgili bakanlıkların da devreye girmesiyle elde edilen haritanın başından geçenler hayli meraklı. Evvela 1686-91 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi S. William Trumbull’un kütüphanesinde bulunuyormuş. 1988’de yeniden ortaya çıkan ve Londra’da müzayedeye çıkartılan haritayı Katarlı bir koleksiyoner satın almış. Prof. Dr. Zekeriya Kurşun da ilk defa 1998’de görmüş haritayı. Ele henüz geçen bu harita, geçen Aralık ayında yapılan basın toplantısıyla tanıtıldı. Harita Doğu Anadolu’dan başlıyor, Dicle-Fırat boylarını seyrederek Basra Körfezi’ne, oradan da Hint Okyanusu’na dek uzanıyor. Araştırma ekibinin ifadesine göre bu harita, Vatikan’daki Nil Haritası’ndan daha önce çizilmiş. 8 parça olan haritanın boyu 3.43 metre, eni ise 4.35 metre. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 11


12 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Tiziano Vecellio (Titian)


FRANSA KRALINI ESARETTEN KANUNÎ SULTAN KURTARMIŞTI İspanya Kralı Şarlken’in ordularıyla çarpışan Fransa Kralı I. Fransuva’nın (François) ordusu Kuzey İtalya’da bulunan Pavia’da yenilmiş, kendisi de Şarlken’e esir düşmüştü. Esir Fransa kralının annesi, Kanunî Sultan Süleyman Han’a bir mektup gönderip oğlunun kurtarılması için yalvarmıştı... ............................................................ ÖMER FARUK YILMAZ ............................................................ ŞUBAT 2012 YEDİKITA 13


İ

spanya Kralı Şarlken (Charles Quint-V. Carlos-V. Karl), 1519’da Alman imparatoru seçilince, Avrupa’daki en büyük imparatorluğun sahibi olmuştu. Alman imparatoru olarak (1519-1556), İspanya kralı olarak (1516-1556), Hollanda-Belçika kralı olarak (1516-1556) yılları arasında hüküm süren Şarlken’in imparatorluk sınırlarına İspanya ve ona bağlı sömürgeleri ile Avusturya-Almanya topraklarının hepsi dâhildi. Avrupa’nın Osmanlı Devleti karşısında en çok yenilgiye uğrayan ve en çok Osmanlı’ya bağlanmak zorunda kalan, en şöhretli ve en kudretli Hıristiyan hükümdarı Şarlken’dir. Şarlken’in “İmparator” sıfatı Osmanlı idaresi tarafından asla tanınmadı ve kabul edilmedi. Bu sebeple sadece İspanya Krallığı’nın verdiği krallık ünvanı tanınmıştır. Şarlken, Osmanlı Devleti’ne karşı çok büyük bir düşmanlık içindeydi. Fransa Krallığı ile de arasında bir dostluk yoktu. Şarlken’in yayılma ihtirasları, Fransa ile arasında bir savaş çıkmasına sebep oldu. 24 Şubat 1525’te İspanya Kralı Şarlken’in ordularıyla çarpışan Fransa Kralı I. Fransuva (François)’nın ordusu Kuzey İtalya’da bulunan Pavia’da yenilmiş, kendisi de Şarlken’e esir düşmüştü. Şarlken, Fransuva’ya hakaret ediyor ve aşağılayıcı davranışlarda bulunuyordu. Bu durum karşısında esir Fransa kralı, annesi Luiz dö Savua vasıtasıyla Osmanlı Sultanı Kanunî’ye mektup gönderip kurtarılması için yalvarmıştı.

14 YEDİKITA ŞUBAT 2012


şeklinde bahsetmektedir. Osmanlı Devleti yüzyıllarca bütün insanlığın sığınağı olmuştur. Bu mektuplar da Osmanlı Devleti’nin ve sultanının o zamanki gücü ve nüfuzunu ortaya koymaktadır.

Fransa Kralı I. Fransuva sadece kurtarılmasını değil aynı zamanda devletinin Şarlken’e karşı daha emin olması için Şarlken’e harp ilan etmesi konusunda Kanunî Sultan Süleyman’a yalvarıyor ve bu büyük tehlikeyi ortadan kaldırmasını rica ediyordu. Mohaç Meydan Muharebesi’nin mühim sebeplerinden biri de hiç şüphesiz Avrupa’yı kana bulayan Şarlken’i durdurmak için Fransızların bu ricalarıydı. İtalya’daki hükümetlerin çoğu korku içinde, açıkça Osmanlılara yanaşmıyor; fakat Osmanlıların galip gelmesini temenni ediyorlardı.

Jean Clouet

FRANSA KRALI FRANSUVA KANUNÎ’DEN YARDIM İSTİYOR

FRANSA KRALININ VE ANNESİNİN MEKTUPLARI

Fransa Kralı 1. Fransuva Fransa Kralı Fransuva’yı esir alan İspanya Kralı Şarlken

Tiziano Vecellio (Titian)

Esir Fransa Kralı I. Fransuva namına annesi tarafından İstanbul’a gönderilen Kont Jean Frangipani adındaki elçi, Osmanlı hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’ın huzuruna kabul edildi. Elçi, İspanya Kralı Şarlken’e mağlup olup İspanya’da hapsedilen Fransa Kralı Fransuva’nın kurtarılması için Kanunî’ye yalvaran mektuplarını getirmişti. İbn-i Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eserinde bu hadiseden: “Fransa kralı, Sultan Süleyman’ın saâdet sarayının eşiğine bağlılığını bildirip, kuvvet ve kudretin sığınağına tâbi olduğunu açıklaması üzerine, onu İspanya kralının elinden kurtarmak üzere verilen sözün yerine getirilmesi”

Fransa Kralı Fransuva’nın annesi Luiz dö Savua’nın Kanunî Sultan Süleyman Han’a mektubu: “Almanya ve İspanya Kralı Şarlken, oğlum Fransuva’yı Pavia muharebesinde esir edip hapsetti. Şimdiye kadar oğlumun kurtulmasını onun insaniyetine bırakmıştım. Halbuki, beklediğimiz insaniyeti göstermediği gibi oğluma birtakım hakaretler dahi etmektedir. Şimdi ise âlemin tasdik ettiği azamet ve şanınız ile oğlumu düşmanımızın kahredici pençesinden kurtarmak lütfunu buyurmanızı zât-ı şâhânenizden bilhassa niyaz ederim.” Fransa Kralı Fransuva’nın Kanunî Sultan Süleyman Han’a mektubu: “Dünyanın ma’mûr köşelerinden birçok ülke ve şehirlerin hâkim ve padişahı ve bütün mazlumların dâdgâhı olan sultân-ı muazzam ve hâkân-ı mufahham hazretlerine arzım budur ki, Avusturya Kralı Ferdinand üzerine hücum ettiğinizde biz dahi himmet ve inayetinizle hapisten kurtulup Almanya Kralı Şarlken’in üzerine hücum edip öcümüzü alırız. Siz ki, şehinşâh-ı celîlü’şşansınız, onun hakkından gelmek için bize yardım buyrulduğu takdirde bundan böyle size ebediyen minnettarlık duyacağıma emin olabilirsiniz.” ŞUBAT 2012 YEDİKITA 15


VE KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN’IN CEVABI... Kanunî Sultan Süleyman’ın Fransa kralının ve annesinin mektuplarına Ocak 1526’da verdiği cevabı şöyledir: Cenab-ı Hakk’ın -kudreti ve kelimesi yüce olsun- inayeti, nübüvvet göğünün güneşi, fütüvvet burcunun yıldızı, enbiyâ ve asfiyânın önderi olan Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin ihsanı bol mucizeleri, dört arkadaşı Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn mukaddes ruhlarının yoldaşlığı ile (Tuğra) Süleyman Şah bin Selim Şah Han el-muzaffer dâimâ

FR 2982,Ancien Fonds Bethune 8507

Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar burhanı, yeryüzündeki hükümdarlara taç bahşeden, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriyye Vilayeti’nin, Diyarbekir’in, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arab diyarının, Yemen’in ve dahi nice memleketlerin ki babalarım ve dedelerimin -Allah burhanlarını nurlandırsın- kahredici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan ve zafer yazan kılıcım ile feth eylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Şah Han’ım, sen ki Françe vilayetinin kralı Françesko’sun. Padişahların sığınağı olan dergâhıma yarar adamın Frangipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketinizi düşman istila edip şu an hapiste olduğunuzu bildirip kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim bütün âlemin mercii olan tahtımın basamağına arz olunup tafsilatıyla malumum oldu. İmdi padişahlar yenilmek ve hapsolunmak şaşılacak şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup mahzun olmayasınız. Öyle olsa bizim babalarımız ve dedelerimiz -Allah kabirlerini nurlandırsın- daima düşmanı defetmek ve memleketler fethetmek için seferden uzak olmayıp biz dahi onların yolundan gidip her zamanda memleketler ve zorlu ve sağlam kaleler fethedip gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hayırlar müyesser eyleyip iradesi ne ise vücuda gele. Baki ahval ve haberler ne ise mezkûr adamınızdan sorulup malumunuz ola. Şöyle bileler. Rebiulahir başları, 932 (Ocak 1526) Yüce saltanat merkezi büyük İstanbul şehrinde yazılmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman Han’ın Fransa Kralı Fransuva’ya yolladığı mektubu

16 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Kaynaklar: Kânûnî Sultan Süleyman’ın Fermanı, Fransa Devlet Arşivi, FR 2982 (Ancién Fonds Bethune 8507); İbn-i Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, X. Defter, Haz. Şefaettin Severcan, TTK, Ankara 1996, s. 218-222; Hayrullah Efendi, Tarih-i Osmanî, İstanbul 1273-1292, c. X, s. 229; Kapitülasyonlar (Tarihi, Menşei, Asılları), Mütercimleri: Macar İskender-Ali Reşad, İstanbul 1330, s. 59; Osmanlı Tarihi, II, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2007, s. 460-463.


Nâme-i Hümâyûn Nedir?

Osmanlı padişahları tarafından İslâm ve Hıristiyan hükümdarlarla Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Mekke şerifine, Kırım hanına, Erdel kralına, Eflâk ve Boğdan voyvodalarına, Gürcü ve Dağıstan hanlarına gönderilen mektuplara verilen addır. Kâğıtlarının eni ve boyu tezyinatlı olan nâme-i hümayunlar kese adı verilen zarftan başka kozak denilen ucu püsküllü yassı veya yuvarlak kutuya konulurdu. Devletlere gönderilen ve divanî hat ile yazılan nâmelerin yazılarının güzel olmasına çok dikkat edilirdi. Eğer bu nâmeler şark devletlerinden birisine gönderilecek ise devletler arasında adeta yazı ve tezhip rekabeti hâsıl olurdu. Hususiyle Osmanlı yazısının en mütekâmil bir devri olan Üçüncü Ahmed Han zamanında bu hususa itina edilmişti. Kanunî’nin Fransuva’ya gönderdiği bu nâme-i hümâyûnda, tuğranın üst tarafında yer alan, Allah’ın (c.c.) ve Peygamber Efendimizle Hulefa-yı Raşidîn’in isimlerinin zikredildiği “davet” rüknü, bütün nâmelerde olduğu gibi edeben ve hürmete bilhassa yukarıya yazılmıştır. Bu kısım altın yaldızlı sülüs hatla tahrir edilmiştir. Sonra padişahın tezhipli, lacivert renkle çekilmiş tuğrası yer almaktadır. Mektubun geri kalan kısmı divanî hatla yazılmış olup, orta kısımda dedesi ve babasıyla birlikte padişahın adı yine lacivert renkle yazılmıştır. Alt tarafta Cenab-ı Hakk’ın isminin “Hak Sübhânehû ve Te‘âlâ” kelimeleriyle zikredildiği kısım altın yaldızla kaleme alınmıştır. ıı ŞUBAT 2012 YEDİKITA 17


Evliya Çelebi Seyahatnamesinden

OSMAN DOĞAN

Damdan Dama Atlarken Donan Kedi

Çizim: Yüksel Akman

Evliya Çelebi’nin Erzurum’da damdan dama atlarken donan kedi hikayesi meşhurdur. Ancak bu hikâyedeki kediyi sanki Evliya Çelebi bizzat görmüş gibi anlatılır ve Çelebi’nin ne kadar abarttığı eleştirilir. Ancak gerçek sanıldığı gibi değil…

18 YEDİKITA ŞUBAT 2012


E

vliya Çelebi, 1648’de Defterzâde Mehmed Paşa’nın Erzurum beylerbeyliğine tayin edilmesi üzerine müezzin ve musâhib sıfatıyla onun maiyeti arasına girerek Erzurum’a gider, aynı zamanda orada gümrük kâtipliği de yapar. Erzurum’da bulunduğu müddetçe bu şehrin her tarafını gezer. Erzurum’un isminden tarihine, tarihî eserlerinden tabiat güzelliklerine, sosyal ve kültürel yapısından meşhurlarına kadar teferruatlı olarak bahseder. Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatname’sinde Erzurum ile ilgili bazı ilginç hikâyeler de verilir. Erzurum’da kışın damdan dama atlarken donan bir kedinin hikâyesini Evliya Çelebi’den dinleyelim. “Gerçi kışın sertliğinden dolayı bağı ve bahçesi yoktur, amma paşa sarayında gül bahçesi, Hacı Murad bağı gülistanı, Kefenignesioğlu güllüğü, Bedros Bağı güllüğü ve daha nice gül bağları vardır. Ama bu zikrolunan bağların katmerli gülleri meşhurdur. Yer yer kış elması ve ahlat armudu vardır. Ama başka meyve asla olmaz. Lâkin mesire yerlerinde ve gül bağlarında kavak ağacı ile salkım söğüt ağaçları çok boldur. Kışı çok sert geçtiğinden iki ayda ekerler, biçerler, harman edip döğerler ve alelacele ambarlara korlar. “Bu sene Temmuz ayında bir gürültü, şimşek, tipi, bora ve yağmur yağınca çayırdaki bütün atlar boşanıp Erzurum sahrasında olan Umudum köyüne, Kane ve Gez köyüne kadar dağılıp serseri gezdiler. “Erzurum kışı çok şiddetli olur. Hatta insanların dilinde meşhur bir darb-ı mesel vardır. Bir dervişe; ‘Kanden (nereden) gelirsin?’, derler, ‘Kar rahmetinden gelirim’, der. ‘O ne diyardır?’ derler; ‘Sovukdan ‘ere zulüm’ olan Erzurum’dur,’ der. ‘Orada yaz olduğuna rast geldin mi?’ derler. Derviş de; ‘Vallahi 11 ay 29 gün sakin oldum, bütün halkı yaz gelir derler, amma görmedim,’ der. “Hatta bir kere bir kedi bir damdan bir dama atlarken aralıkta donup kalır. Sekiz aydan sonra bahar gelince kedinin donu çözülüp mırnav deyip yere düşer. Bu da, lâtife şeklinde anlatılan bir darb-ı meseldir. “Amma hakikaten de, bir adam eli ıslak iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donup elinden demiri ve demirden eli ayırmak mümkün değildir. Elini demirden bin âh u vâh ile kurtarsa bile eli ayasının bir kısım derisi âhıyla demirde kalır. “Azak diyarında ve Kıpçak çöllerinde erbaîn ve zemherir geçirdik, böyle keskin kış görmedik. Ancak halkı gayet sağlam vücutludur. “Böyle kış iken bağ ve bahçesi olmayıp bütün meyvesi iki konak yerden; İspir, Tortum ve Erzincan’dan gelir. Al yanaklı şeftalisi, zerdalisi, kayısısı ve üzümünün okkası bir akçedir. Birer araba kavunu ve karpuzu on akçeyedir. “Kısacası, yiyecek cihetinden benzersiz bir şehirdir. Lâkin odunu yoktur. Cümle dağları çıplaktır. Ama, hikmet-i Hudâ odunu dahi ucuzdur. İki konak yerdeki bulunan dağlardan gelir. Gürân dedikleri gemi direkleri olup boyu kırk arşındır. Kırk akçeye verirler. Onu yakıp kışın soğuğundan korunurlar. Develer ile pelit ve meşe odunları dahi iki konak yerde dağlardan gelir. Bir deve yükü odunu otuz akçeye verirler... Halkın koyunları ve sığırları çok olduğundan fukaralar sığır tezeği yakarlar. Fukaranın bütün ocakları evlerinin ortasındadır. Dört taraflarında hayvanları durur, evleri hamam gibi olur. Tandırlarında herîseler ve ekmekleri pişmededir.” ıı Kaynak: Evliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, (Haz. Zekeriya Kurşun - Seyid Ali Kahraman - Yücel Dağlı) C. 2, İstanbul 1999 s. 109 ŞUBAT 2012 YEDİKITA 19


20 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Divan-ı Harb-i Örfi’nin kararları neticesinde Köprübaşı’nda alelacele idam edilenler


Tarihin tekerrürü olarak görülebilecek unutulmaz hadiselerden birisi de İttihat ve Terakki’nin Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indirip idareye hâkim olmak için tertiplediği 31 Mart Vakası’dır. Uzun süre üstü kapatılmak istenen 31 Mart 1325’teki (13 Nisan 1909) sözde “irtica hareketi” sonrası çok sayıda mazlum insanın darağaçlarına çekilmesi hadisesi, yayınlanan vesikalar ve hatıratlarla günden güne daha da açığa çıkmaktadır... ................................................ ÖZCAN F. KOÇOĞLU ................................................

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN

İDAM SEHPALARI

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 21


S

on zamanlarda idamlar ve sürgünler konusunda hayli tartışmalar yaşanmaktadır. Yakın tarihimizin çok kanlı hadiselerinden biri olarak da İttihat ve Terakki’nin Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indirip idareye hâkim olmak için yaptığı faaliyetler içinde çeşitli cinayetler, idamlar ve sürgünler hatıra gelmektedir. İttihat ve Terakki’nin icraatları içinde 31 Mart 1325’teki (13 Nisan 1909) sözde “irtica hareketi” sonrası çok sayıda mazlum insanın darağaçlarına çekilmesi meselesi başta gelmektedir. Tamamen bir tertip olan bu hâdisenin aslında Osmanlı halkı, medrese talebeleri, askerleri ve bilhassa padişah ile hiç alakası olmadığı yayınlanan vesikalar ve hatıratlarla ispatlanmıştır. Herkese bir yafta yakıştırmakta mâhir olanlar o gün de masum insanlara yakıştıracak bir yafta bulmuşlardı.İktidarı ele geçirip, kendileri için tehlikeli gördüklerini bir şekilde tasfiye geleneği ne yazık ki İttihatçılar ile başlamıştır.

31 Mart İsyan Değil Bir Tertiptir

yapmıştı. Bunların iyi niyetle Osmanlı ordusuna girmedikleri, İstanbul’da kargaşa ve gürültü çıkarmak davasını güttükleri halkın ağzında söylenir olmuştu. Yalnız askerler değil, halk da tedirgin ve kuşku içindeydi. Güya Meşrûtiyet rejimini korumak maksadıyla getirtilmiş olan Avcı Taburları, İttihatçıların işlediği bir cinayeti bahane ederek isyan ettiler. Sultanahmed Meydanı’nda toplanıp “Şeriat isteriz!” diyerek bağrışmaya başladılar. Silahlar patlıyor, etrafa saldırılıyordu. Her türlü kargaşalık alabildiğine yayılmıştı. Avcı Taburları subaylarının hâdise günü er elbisesiyle sokaklarda dolaşarak askerler ve halkı tahrik ve isyana teşvik etmeleri, hâdisenin genişlemesinde büyük rol oynamıştı. Bunlar bilahare, önceden tertiplendiği gibi Selânik’ten hareket eden orduya katılmak üzere Çatalca ve Hadımköy taraflarına kaçtılar. Böylece Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesinin zemini oluşturulmuş ve nihayet hâdise Sultan İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar gitmiştir.

İttihat ve Terakki, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek ve kendi idaresini tesis etmek için yerli ve yabancı işbirlikçilerle beraber bu sözde isyan hareketini organize etti. Daha önce Selanik’ten İstanbul’a getirttikleri Avcı Taburları bu işin baş aktörleri idiler. Avcı Taburları içinde Hıristiyan neferler de vardı. Hem de çavuş, başçavuş gibi mevkilerde idiler. Bilhassa Bulgar, 1- İzmit Ermeni gönüllülerinin 31 Mart’ta trenden inişi Sırpların mevcudiyeti, İstanbul’da 2- Hareket Ordusunun İstanbul’a girişi (sol altta) insanlar arasında çok fena tesir 3- İdam edilmek istenenler esir alınırken (sağ altta)

22 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Ve Darağaçları Kuruluyor 31 Mart Hâdisesi sonrasında idareyi ele alan İttihatçılar kurdukları mahkemeler ve alelacele yaptıkları yargılamalarla yüzlerce kişiyi idam ettiler, yüzlercesini de çeşitli cezalara çarptırdılar. Bu hâdiselerde kaç kişinin açılan ateşler neticesinde öldüğü ve kaç kişinin idam edildiği tam olarak bilinmiyor. Çünkü tutanaklar tam olarak tertip edilmemiş, her şey tabiri caizse gümrükten mal kaçırır gibi yapılmış ve birçok hâdisenin üzeri örtülmüştür. Bazı kaynaklara göre binlerce kişi, bazılarına göre yüzlerce kişi idam edilmiştir.


ŞUBAT 2012 YEDİKITA 23

İttihat ve Terakki’nin üç liderinden 31 Mart Vakası sonrası Enver Bey (Paşa) Topçu Kışlası önünde (MAX. C.III. S.998)


Medrese Talebelerine Karşı Harekete Geçiliyor İttihatçılar, irtica iddia ve iftirasıyla birçok medrese talebesini de takibata uğratmış, yakalananlar Dîvân-ı Harb’e verilmiş ve cezalandırılmıştır. 31 Mart Hâdisesi üzerine oluşturulan Dîvân-ı Harb-i Örfî (sıkıyönetim) mahkemesince pek çok kişinin idam edildiği şüphesizdir. Asıl mühim olan tarafı, idam edilenler arasında isyanla uzaktan yakından alakası olmayan medrese talebelerinin de bulunmasıdır. Hâdise sırasında İttihatçı ordu mensupları câmi ve medreselere sığınan talebelerin ve hatta halkın üzerlerine ateş açtılar. Fâtih Câmii’ne sığınanların üzerine yağdırılan mermilerin izleri bugün hâlâ durmaktadır. İttihat ve Terakki ordusu, başında medrese sarığı gördüğü herkesi ya tutukladı, ya öldürdü, ya da mahkeme sonrası idam ettirdi. Bu keşmekeş sırasında başında sarık olan medreseli bir talebe, kendisini gören bir kadının “Başından sarığı çıkar, başından sarığı çıkar!” diye bağırması üzerine nasıl kurtulduğunu daha sonra talebelerine anlatmıştır. Maalesef o günlerde canını kurtarmak için kaçışan insanların üzerine isyancı diyerek ateş açılmış, alelacele yargılamalar ve infazlar yapılmıştır. Halk bu muazzam yıldırma, korkutma ve idam sehpalarının karşısında günlerce evlerinden çıkamamış, artık gelebilecek felaketi beklemeye başlamıştır. Bunlara dair arşivlerde yüzlerce vesika vardır. Çok ilginç olan tarafı ise bazı resmî arşivlerin 31 Mart vesikaları araştırmacıya açık değildir. Bu kısa yazımızda maksadımız çok sayıdaki bu vesikaları yayınlamak değil, o zaman mahalle aralarında, sokaklarda, köprü başlarında ve meydanlarda kurulan darağaçlarının fotoğraflarını yayınlamaktır. 31 Mart’la alakalı bu vesikaları zaman ve zemin müsait oldukça yayınlamaya devam edeceğiz. Şurası muhakkaktır ki, İttihatçılar, Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra onun devrini, daha doğrusu altı yüz yıllık nizam ve intizamı, bütün devlet adamlarını, bilhassa mülkî, adlî ve askerî teşkilâtta yer alan kadroları tasfiye etmişlerdir. İttihatçılar oluşturdukları idare ve kadrolarla, devletin sonunu getiren vahim gelişmelerin ağır siyâsî mesuliyetini de üstlenmişlerdir.

Medrese Talebelerine Verilen Cezalarla Alakalı Bazı Vesika Özetleri Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde 31 Mart Hâdisesi, sürgünler ve idamlarla alakalı yüzlerce vesikadan sadece bazılarının özetlerini aşağıya veriyoruz: 1- 31 Mart’ta Dersaadet’te çıkan hâdise-i irticaiyede bulunmaları sebebiyle Divan-ı Harb-i Örfî tarafından idamlarına karar verilen şahısların Dersaadet’te asılarak idam edildiklerinin vilayetlere ve elviye-i

24 YEDİKITA ŞUBAT 2012


1- İstanbul Sokaklarında telef edilen atlardan 2- Taşkışla’da yaralananların hastaneye nakli 3- Öldürülen vatandaşlar

MAX. C.III. S. 996

31 Mart’ta Hareket Ordusu ve Rumeli Gönüllüleri

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 25


gayr-ı mülhakaya tebliğ ve ilanı. 2- Fatih’deki Abdülhalim Medresesi talebesi Denizlili Hafız Ali Efendi’nin şüpheli hallerine binaen memleketine gönderilmesi. 3- Askerî harekete karşı kışkırtıcı mektup yolladığı gerekçesiyle Fatih civarındaki Haydarpaşa Medresesi talebelerinden Hasan Sabri Efendi’nin sürgüne gönderildiği. 4- İrtica hareketine katılmakla suçlanan Şehîd Mehmed Paşa Medresesi talebesi Osman Efendi b. Hamid’in kalebend cezasını çekmek üzere Rodos’a gönderilmesi. 5- 31 Mart Vakası sırasında Hareket Ordusu’nca bazı medrese talebelerinin memleketlerine gönderilmeleri. 6- Divan-ı Harb-i Örfî’ce mahkûm edilerek Konya’ya sürülen şahıslarla ilgili emrin kaydedilerek aslının Hareket Ordusu’na iadesi. ıı

Divan-ı Harb-i Örfî’nin kararları neticesinde Köprübaşı’nda alelacele idam edilen mazlumlar

Kaynaklar: BOA, ZB, 495/82; 414/71; 414/80; 360/25; 496/7; 442/67; 414/91; DH.MKT, 2825/67; Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, IX. cilt, İstanbul 1948; Hasan Sa’dî, İttihat ve Terakki’nin İflası, İstanbul 1328; Vedat Örfi, Hâtırât-ı Sultan Abdülhamîd Han-ı Sânî, İstanbul 1338-1340; Ahmed Refik, Abdülhamîd-i Sânî ve Devr-i Saltanatı, III, s. 1183-1185; Mehmed Selahaddin, Bildiklerim, s. 29-30; Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi, Hatırat-ı Siyasiye , s. 16; Halis Özçelik, “31 Mart Vak’asını Biz Çıkardık”, (Haz: İlhan Tarsus), Tercüman, 1955. Tefrika No: 1-13; Panorama 1909; Malumat Mecmuası; Servet-i Fünun Mecmuası.

26 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Vesika 1: Divan-ı Harb tarafından alelacele idama mahkum edilenler hakkındaki kararın tatbiki ve vilayetlere de bildirilmesi hakkında bir vesika Vesika 2: İdama mahkum olanların isimlerinin yazıldığı listelerden biri (sağda)


MAX. C.III. S. 1000

Bombardımandan sonra Taksim Topçu Kışlası

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 27


Surname-i Vehbi

28 YEDİKITA ŞUBAT 2012


OSMANLI PADİŞAH VE AİLELERİNİN

GÜNLÜK YEMEK MASRAFLARI ...............................................................................................................

Saray giderleri, bütün zenginlik ve ihtişama rağmen, her türlü israfın önüne geçilerek, en basit maddelere kadar inen bir muhasebe ve ayniyat sistemine tâbi tutulmuştu. Sarayın yemek masrafları da aynı şekilde satır satır kayda girerdi... ................................................ KEMAL ERKAN ................................................

smanlı Devleti her sahada olduğu gibi, bütün gelir ve giderlerin kaydı hususunda gösterdiği azami hassasiyetle de bilinen bir devlettir. En küçük bir gelir ve en küçük bir harcamanın kaydı mutlaka tutulur ve bu hususta asla bir ihmal ve suistimâle mahal verilmezdi. Böyle bir suistimalin cezası da ağır olurdu. Bilhassa en eski tarihlerden devletin yıkılışına kadar sarayın gelir ve giderlerinin bazen, en küçük meblağlara kadar defter ve vesikalara işlenmiş olduğunu arşivde mevcut kayıtlardan görmek mümkündür. Osmanlı Devleti büyük bir idare gücüne ve sistemine sahipti. Milyonlarca kilometrekare toprağı içine alan devleti idare etmek, yüz binlik orduları İstanbul’dan Viyana’ya veya Bağdat’a kadar götürmek için askerlik gücünün ve disiplininin çok üstünde bir mâlî düzene ihtiyaç vardı. Bugüne kadar bu muazzam düzen hakkında çok ciddî çalışmalar yapılmamış, o büyük orduları yol ve savaş boyunca besleyen, aylarca evvel yapılmış hazırlıklarla her konakta ordunun erinden, atına kadar bütün mevcudunun ihtiyaçlarını karşılayan ordu defterdarlarının değil çalışma sistemleri, isimleri bile meçhul kalmıştır. Bunun yanında hiç durmadan devam eden sistematik

O

bir hayat içinde saray giderleri, bütün zenginlik ve ihtişama rağmen, her türlü israfın önüne geçilerek, en basit maddelere kadar inen bir muhasebe ve ayniyat sistemine tâbi tutulmuştu. Padişahın sorgucuna takılan milyonluk mücevherlerden, yemeğine katılan bir tutam maydanoza kadar her şeyin bir hesabı ve kaydı vardı. En eski devirlerden itibaren, bu kayıtların tamamı bugüne intikal etmiştir. Günümüzde devlet idare merkezlerinde, saraylarında veya benzeri çevrelerinde dahi, büyük teknolojik imkânlara rağmen iki adet ekmeğin hesabını tutmak ve bulmak, hem de 250 değil, beş on sene sonra bile belki de mümkün değildir. Osmanlı sarayında ise en küçük maddelere kadar her şey önceden tespit edilmiş, defterlere işlenmiş ve bu düzen içinde temini sağlanmıştır. Bu defter kayıtlarından anlaşılan bir önemli husus da içki meselesidir. Osmanlı sarayının ve bilhassa padişahların yemek masraflarının tutulduğu ve hiçbir şeyin atlanmadan kaydedildiği bu defterler ve vesikalarda içkiye rastlanmamıştır. Nasıl olsa burası saraydır, sınırsız yemek ve içmek normaldir denilmemiş, padişahın o gün yiyeceği belirlenmiş ve o miktar ne kadar ise ona göre hazırlık yapılmıştır. Ne bir gram fazla ne de bir gram eksik. Bu miktarlar da tayinat defterlerine kaydedilmiş, ne miktar ŞUBAT 2012 YEDİKITA 29


D’ohson, YK

S 66

Saray mutfağında vazifeli bir hizmetçi

30 YEDİKITA ŞUBAT 2012

verilecekse ona göre kayıt yapılmıştır. Bugün her fırsatta zevk ü safa ve israf devri olarak anlatılan Osmanlı devrinde sarayın yemek masraflarına çok büyük dikkat gösterilmiştir. Osmanlı saray mutfağı olan Matbah-ı Âmire’de eskiden sayıları 4-5000’i bulan, bütün saray mensuplarının yemekleri pişirilirdi. Mutfaklarda padişahın, vâlide sultanın, kızlarağası ve hasekilerin, cariyelerin ve diğer hizmetlilerin yemeklerinin pişirildiği yerler ayrı ayrı idi. Çünkü kendilerine verilen yemekler de farklı ve bir o kadar da kontrollü idi. Topkapı Sarayı’nda hükümdarların şahsına mahsus yemeklerin piştiği yer Kuşhâne Matbahı’dır. Padişahın ve ailesinin yemekleri son derece sıkı bir kontrol altında pişirilir, sahanlara konulur ve bu sahanlar tablalara dizilerek bir kurdela ile sarılır, kilercibaşı tarafından mühürlenir ve o mühür yemek padişahın önüne varıncaya kadar açılmazdı. Tablakârlar, bu tablaları başlarında taşıyarak bir kilercibaşının refakatinde hareme götürürlerdi. Kilerci, el pençe durarak, sağa sola bakmadan önde yürür ve aynı şekilde dönerdi. Harem kapısında kendilerini harem ağaları karşılarlardı. Padişahın huzurunda tablaların mühürleri açılırdı. Yemekler yine ilk olarak kilercibaşı tarafından tadılır ve kontrol edilirdi. Saray mutfağında pişecek veya hazırlanacak gıda maddeleri ve ihtiyaçlarına ait kayıtlar, günlük, aylık ve yıllık olarak verilen maddeleri içine alıyordu. Osmanlı padişahları biri kuşluk vakti, biri de akşam güneş batımına yakın iki öğün yemek yerdi. Padişahlar için bütün hazırlıklar bu iki saate göre yapılırdı. Şimdi padişahın şahsı ve harem-i hümâyûn mensupları için verilen tayinata yani yiyecekleri miktar kadar hazırlanan gıdalara bir örnek olarak Sultan Dördüncü Mehmed (1648-1687) devrine ait bir defterde bulunan ve padişahın şahsı için yemek yapılmak üzere verilen erzak ve yiyecek maddelerinin kayıtlarını görelim. Bu kayıtlar Osmanlı sarayında her türlü kaydın nasıl titizlikle tutulduğunu göstermesi bakımından da çok mühimdir. Defterin başında şöyle denilmektedir: “Defter oldur ki hâliyâ şevketlü ve mehâbetlü pâdişâh-ı âlempenâh hazretleriyle göçlerde olan ve Âsitâne-i Saâdet’te saray-ı cedîd-i âmirede olan harem-i hümâyûn ve Enderûn-ı hümâyûn için verilen tayinat ve matbah-ı âmirede her gün tabh olan sofraların harçlarıdır ve helvahâne-i mamureye her gün ve senelik verilen harçlardır ki zikrolunur.” ıı


Padişah ve ailesi için her gün verilen ekmek ve diğer un mamulleri

..............................................................

Has ekmek Beç ekmeği Yeni çörek Yağlı halka Halka simit Pide ekmeği Mirâhur ekmeği İmam ekmeği Yuvarlak ekmek Beç poğaçası Nohut ekmeği Şekerli ekmek

12 Çift 7 Çift 3 Adet 5 Adet 95 Adet 4 Adet 2 Adet 1 Adet 2 Adet 2 Adet 22 Adet 2 Adet

Padişah ve ailesi için verilen öğlelik mamuller

..............................................................

Has ekmek Çörek Yağlı halka Halka simit

3,5 Çift 1 Adet 2 Adet 15 Adet

Sahurluk harem-i hümayuna verilen maddeler

..............................................................

Has ekmek Yağlı halka Poğaça Şekerli ekmek Ufak halka Has ekmek

1 Çift 2 Adet 1 Adet 1 Adet 5 Adet 10 Çift (sepetçi eliyle verilir)

Padişah ve ailesi için aylık olarak verilen maddeler

..............................................................

Has un

13,5 Kile

Padişah ve ailesi için kahvecibaşıya aylık teslim edilen maddeler

..............................................................

Şeker Kahve

30 Okka 75 Okka

İkinci Mahmud Han’ın yemek kaşığı

Padişah ve ailesi her gün çiğ olarak harem-i hümâyûna verilen harçlar

.........................................................

Et 30 Okka Tavuk 20 Adet Güvercin 16 Adet Soğan 15 Okka Yumurta 80 Adet Nohut 3 Okka Buğday 3 Okka Mercimek 3 Okka Badem 1 Okka Nişasta 1,5 Okka Tereyağı 1 Okka Tarhana 3 Okka Bulgur 3 Okka Şehriye 3 Okka Taze Peynir 1 Okka Süt 8 Okka Kaymak 1 Okka Böğrülce 2 Okka Sirke 7 Okka Ispanak 10 Okka Kabak 10 okka Lahana Turşusu 5 Adet Maydanoz 100 adet Kereviz 100 Adet Marul 1000 Adet Taze Salatalık 80 Adet Taze Nane 20 Adet Tarhun 20 Adet Taze Soğan 3 Okka Turak Otu 100 Adet Asma Yaprağı 5 Okka Bal (Gümüş veya bakır tas ile verilir) 4 Okka Bamya ve kavata Müluhiye (Mühliye) Sepet Üsküdar Kaymağı 2 Tabak Sarımsak 2 Okka Patlıcan (Kifayet miktarı verilir, fazla veya noksan olabilir) 60 Adet (Sebzevat kısmı mevsimi ile talep olunduğu minval üzere verilir) ŞUBAT 2012 YEDİKITA 31


Sultan Dördüncü Mehmed Han’ın ve ailesinin yemek masraflarını gösteren defterden sayfalar

32 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Günlük gümüş tas ile 4 tas ve torba ile 5 tas yoğurt verilir. Padişahın şahsı için çeşitli zeytin ve kış günlerinde taze sucuk kilercibaşı ağa tarafından istenince verilir.

Padişahın çayı için her gün verilen

..............................................................

Çay Anason Has tarçın Karanfil Zaferan Misk

20 Dirhem 10 Dirhem 5 Dirhem 5 Dirhem 1 Dirhem 6,5 Çekirdek

Padişah ve ailesi için her hafta verilen maddeler

..............................................................

Şeker Şeker Pirinç Sade Yağ Zeytinyağı Tarçın Karanfil Zencefil Biber Siyah erik Limon suyu Kayısı Fındık içi

6 Kile 8 Okka 7 Kile 49,5 Okka 5 Okka 1 Okka 350 Dirhem 1 Okka 1,5 Okka 3 Okka 15 Okka 3 Okka 3 Okka

Padişah ve ailesi için her gün iç kilere verilen meyveler

..............................................................

Armut Elma Limon Fındık Kaşkaval peyniri Kestane Ayva Şeftali

3 Okka 3 Okka 30 Adet 3 Okka 3 Okka 3 Okka 2 Okka 2 Okka

Not: 1 Okka-1.282 kilogramdır. 1 Dirhem 0.003207 kg. = 3.207 gramdır. 1 Kile (İstanbul) 0.037 m3 = 37 litredir. Kaynaklar: BOA, KK.d., 7254; KK.d., 7259; KK.d., 7268. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 33


34 YEDİKITA ŞUBAT 2012


OSMANLI’DA KADIN

Osmanlı kadını çocuk bakımı ve terbiyesinde, çok fertli ailenin en etkin kişisidir. Şemseddin Sami, kadının toplum içindeki ehemmiyetini şöyle dile getirir: “Kadın, cemiyet-i beşeriyenin esası, ahlâk-ı umumiyenin rüknü, aile denilen ve insanı canavarlıktan çıkarıp medenileştiren bir mukaddes bağın ukdesi, insaniyetin bir bahçesidir.”

.............................................. MELAHAT ŞEN ZAMBAK ..............................................

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 35


K

lasik dönem Osmanlı cemiyetinde aile, içtimâî hayatın temelidir. Hatta devlet ricali, her türlü idare fonksiyonunu konaklarından yürütmekteydi. Bu yüzden ayrı devlet binaları yoktu. Genellikle bir avluda ailenin üç kuşağa mensup fertlerinin yaşadığı haneler, aynı zamanda ekonomik bir bağ ve gücün de alt yapısını oluşturmaktaydı. Buna aynı mahallede oturan yakın akraba ve kardeşlerin ailelerinden meydana gelen daha geniş bir topluluğun da dâhil olduğunu düşünürsek, aile yapısının büyüklüğü ve bağların kuvvetiyle ilgili bir fikir sahibi olabiliriz. Böylece ekonomik gücün yanında birbirinin zincirleme kefili olan yakın insanlardan müteşekkil sosyal bir topluluk meydana gelmekteydi.

Aileye İlk Adım Âşıkpaşazade’nin “Bu âlemde maksud olan birkaç şeydir: Oğul evlendirmek, kız çıkarmak ve dünyadan ahrete iman ile gitmek” sözleri, ebeveynlerin evlatlarına iyi bir evlilik yaptırmasının, ailevî mesuliyetlerin en mühimlerinden olduğunun güzel bir ifadesidir. Elbette burada İslâmiyet’in anne-baba-çocuk hakları ve nikâhla ilgili hükümleri, evliliğe ilk adımda mühim rol oynar. Bu, eş seçimi ve kız istemeyle başlayıp, nişan, düğün merasimi, geçimin temini, çocuğun dünyaya gelmesi, yetiştirilmesi ve mürüvvetini görmekle hayat boyu devam eden bir yoldur. Bu büyük hayat yolu birçok âdetin yanında, esas itibarıyla dinî hükümlerin etrafında şekillenmiştir.

Osmanlı’da Erkekler Çok Eşli miydi? Osmanlı ailesi bir İslam ailesi örneği olarak, dörde kadar evlilik dinen serbest olmasına rağmen, genellikle tek eşli bir mahiyet taşır. Gerek arşiv kaynakları, gerek seyahatnameler aynı anda birden fazla eşle yapılan evliliklerin çok olmadığını göstermektedir. Klasik dönem için özellikle tereke defterleri üzerinde yapılan araştırmalara göre birden fazla evlilik oranları % 5-12 arasındadır. Köylerde çok eşlilik oranı % 0,3’e kadar düşmektedir. Bu oranlardan anlaşılmaktadır ki dört

36 YEDİKITA ŞUBAT 2012

evlilik istisnai durumlarda, üç evlilik ise çok az görülmekteydi. Yine yapılan araştırmalar göstermiştir ki zannedilenin aksine birden fazla evlilik yapan kişilerin maddî durumu diğerlerine göre yüksek olanlar değildir. Mal varlığı, birden fazla evliliğin temel sebebi değildir. Asıl sebep ya hiç çocuğu olmaması veya kız çocuğunun olmasına rağmen erkek çocuğu özlemidir. Hiç çocuğu olmayan ailelerin iki veya üç eşli olması durumu daha fazla görülmüştür.

Osmanlı’da Evliliğin Resmî Şartları Nasıl Yerine Getirilirdi? 1- Evlenecek gelin ve damat adayı, evlenmelerine mâni bir halin olmadığına dair mahalle ihtiyar heyetinden bir ilmühaber kâğıdı alırlar. 2- Bu ilmühaber kâğıdıyla kadıya müracaat ederler. Kadı ve iki şahidin huzurunda geline verilecek mehr-i muaccel ve mehr-i müeccel tespit edilir. Genellikle yapılan akit ve tespit edilen meblağ şer’î mahkeme sicillerine kaydedilir. 3- Kadı tarafından evlenecek gelin ve damat adayları ile tespit edilen mehirleri, “izinnâme-i bikr” (bekârlar için izin kâğıdı) veya “izinnâme-i seyyip” (dullar için izin kâğıdı) adı verilen kâğıtlara yazılır. İzinnameler, tarafların evlenmelerine izin verildiğini gösterir. Mahalle veya köy imamlarına hitaben yazılmakta olan bu kâğıdın özenle saklanması, ileride bilhassa mehir konusunda çıkabilecek anlaşmazlıkların giderilmesi bakımından önemlidir. 4- İzinname kâğıdı ile mahalle imamına giden çiftler, burada yapılan dinî merasimle, nikâh işlerini tamamlamış olurlar.

Osmanlı Kadını Günümüz popüler kültürü Osmanlı kadınına ne yazık ki spekülatif ve önyargılı bilgilerle yaklaşmaktadır. Bu durum, bilgi edinmeden fikir ve kanaat sahibi olma eğiliminin bir yansımasıdır. Diğer taraftan, değil Osmanlı evinin haremini, selamlığını bile görme imkânı bulamayan Batılı seyyahların hiçbir mesnedi olmayan hayallerini seyahatnamelerine yansıtmalarının da tesiri büyüktür.


Ev İdaresi İlmi

İbrahim Paşa Sarayı’na dert anlatmaya gelen kadınlar

Osmanlı’da ailenin nasıl idare edilmesi gerektiği, aile fertleri arasındaki görev ve sorumlulukları anlatan ahlâk bilgisine “İlmü tedbîri’l-menzil” yani “Ev İdaresi İlmi” denmiştir. Bu konuda kitaplar da yazılmıştır. Kınalızâde Ali Çelebi Ahlak-ı Alâi adlı eserinde Ev İdaresi İlmi’nden şöyle bahsetmektedir: “İlmü tedbîri’l-menzil, öyle bir ilimdir ki onunla hane halkı arasındaki düzen ve tertip ile uygun şekilde geçinmenin yolları bilinir. Aile, evde (menzil) karı koca, çoluk çocuk bir arada yaşarlar. İşte bu topluluk birtakım usul ve kurallar, kanunlar çerçevesinde yaşamalıdır ki dünyada huzur ve refah, ahrette de saâdet içinde olsun. Bunun için bu ilim herkese gerekli ve faydalıdır.”

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 37


Bugünün, Osmanlı ailesi ve kadını hakkında en büyük önyargısı olarak şunları söyleyebiliriz: Osmanlı kadını aşırı derecede baskı altındaydı. Kadınlar, önce ailesinin, sonra eşinin malı, mülkiyet hakkı bulunmayan, mirastan mahrum bırakılmış, kanunlar karşısında savunma hakkı olmayan, eşya gibi satılan kimselerdi. Bütün bu önyargılar ve benzeri yanlış bilgiler tamamen hayal ürünü ve uydurma senaryolardan ibarettir. En baştan başlayalım. Bir defa Osmanlı kadını sıbyan mektebi eğitimiyle ilkokul derecesinde eğitim görmüş ev hanımı idi ve bu en alt seviye Osmanlı hanımının genel özelliğidir. Çocuk bakımı ve terbiyesinde, çok fertli Osmanlı ailesinin en tesirli kişisi kadındır. Şemseddin Sâmi, kadının cemiyet içindeki ehemmiyetini şöyle dile getirir: “Kadın, cemiyet-i beşeriyenin esası, ahlâk-ı umumiyenin rüknü, aile denilen ve insanı canavarlıktan çıkarıp medenileştiren bir mukaddes bağın ukdesi, insaniyetin bir bahçesidir.” Batıda kadın yaşlanıp çocuk sahibi oldukça kıymeti azalırken, Osmanlı kadınının aile içinde ve cemiyetteki mevkii, çocuklarının sayısı ve yaşı arttıkça yükselmekteydi. Maddî manada eşine bağımlı olan hanım, evin idaresinden mesul ve evde en az eşi kadar söz sahibidir. Kendi mülkiyeti ve bu mülkü tasarruf hakkı bulunmaktadır. Bunun en mühim delillerinden biri

38 YEDİKITA ŞUBAT 2012

tereke defterlerinde kadınların mallarına ait kayıtların bulunmasıdır. Bu kayıtlar, kadınların mirastan mahrum olmadıklarını da göstermektedir. Mülkiyetle ilgili başka bir delilse kadınlar tarafından yaptırılan vakıflardır. Başta hastane, câmi, mektep, çeşme gibi vakıf eserleri inşa ettirmenin yanı sıra, bağının bahçesinin gelirlerini hibe etmek suretiyle hayır işleyenleri örnek olarak gösterebiliriz. Ayrıca bu vakıfların kuruluş gayeleri arasında yetim ve fakirleri, yolda kalmışları, hatta hayvanları koruma ve barındırma düşüncesinin de yer aldığı göz önünde tutulursa, Müslüman kadınların ne derece şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde karıştırılan meselelerden biri de başlık parası ve mehirdir. Bu konuda maalesef İslâmiyet’e de dil uzatılmaktadır. İslamî kâideler üzerine evlilik akdi esnasında kadına mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel adıyla bir meblağ veriliyordu. Bu para bir bakıma kadının ekonomik güvencesiydi ve yukarıda da belirttiğimiz üzere tasarrufu tamamen kendisine aitti. Bunun en önemli deliliyse Şer’iyye Sicilleri’ndeki mehirle ilgili uygulamalardır. “Başlık” ise Osmanlıİslam toplumuna mahsus bir uygulama olmayıp dünyanın çeşitli yerlerinde görülen bir vakıadır. Osmanlı idaresi başlık veya buna benzer paraların alınmaması yönünde gayret göstermiştir. Arşiv belgelerinde, başlık, ağırlık, nişan namıyla damat


adayından para alınmasını yasaklayan ilan ve bildiriler, mahkeme kararları yer almaktadır. 18. yüzyılda eşinin vazifesi dolayısıyla İstanbul’da bulunmuş Lady Montagu, evlerin haremlerine girip Osmanlı kadınını yakından tanıyabilmiş biridir. Bu açıdan verdiği bilgiler dikkate şayandır. Bir mektubunda Osmanlı kadınından imrenerek bahsetmektedir: “Kadınların Türkiye’deki kadar bir serbestlik ve imtiyaza sahip, bütün kınamalardan beri olduğu başka bir ülke gördüğümü sanmıyorum… Türklerin biz kadınlara yönelik davranışları bütün milletlere örnek olmalıdır. Sanıyorum onlar, kendi hayat tarzları içerisinde yaşayan, dünyanın en mutlu kadınları.” Elbette bu serbestlik birtakım sınır ve ölçüler dâhilindeydi. Nitekim dinî esasların ve geleneklerin icabı kadının iffet ve namusu çok değerlidir. Bundan birinci derecede koca sorumludur. Avusturya Sefiri Busbecq, Seyahatname’sinde bunu şu şekilde dile getirmiştir: “Karılarının iffeti, Türkler için o kadar önemlidir ki hiçbir başka millette ona bu derece önem verildiğini göremezsiniz.” Bir diğer önemli konuysa kadınların kânûnî haklarıdır. Şer’iyye Sicilleri’ne baktığımızda Osmanlı kadınlarının, kendi iradeleri ile mahkemeye başvurduklarını, bizzat mahkemede bulunup veya vekil aracılığıyla dava açtıklarını, aleyhlerine açılan davalara karşı kendilerini savunduklarını görmekteyiz. Yanlış inanışların ve önyargıların haksızlığına maruz kalmış olsa da; disiplinli, otorite sahibi, edebe-adaba riayet eden hanımlar için “Osmanlı hanımı” veya “eski toprak” tabirlerinin kullanılması, aslında Osmanlı kadınının günümüze kadar süren mükemmel imajının da bir ifadesidir. ıı

Kaynaklar: Ayşe Özdemir Kızılkan, Bir Şer’iyye Sicilinin Işığında İstanbul Kadınlarının Hak Arayışları, Uluslararası-Disiplinlerarası Kadın Çalışmaları Kongresi, 05-07 Mart 2009, Kongre Bildirileri III, Sakarya 2009; Abdurrahman Kurt, “Osmanlı’da Kadının Sosyo-Ekonomik Konumu”, Yeni Türkiye Osmanlı Özel Sayısı, yıl: 6, sayı: 32, Mart-Nisan 2000; Şemseddin Sami, Kadınlar, İstanbul 1331; Mary Mortley Montagu, Türkiye Mektupları, Hazırlayan: Ayşe Kurutluoğlu, İstanbul ts.; Ogier Ghiselin De Busbecg, Türkiye’yi Böyle Gördüm, Hazırlayan: Aysel Kurutluoğlu, İstanbul ts.; Ahmet Tabakoğlu, “Osmanlı Toplumunda Aile”, Sosyokültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi I, Ankara 1992; Ömer Demirel, Adnan Gürbüz, Muhiddin Taş, “Osmanlılarda Ailenin Demografik Yapısı”, Sosyokültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi I, Ankara 1992; Aşıkpaşazade Tarihi, Hazırlayan: Nihal Atsız, İstanbul 1970; İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul 2002; Kınalızâde Ali Efendi, Ahlak-ı Alai, İstanbul 1844.

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 39


Tarih Ambarı

SELMAN KILINÇ

Bâb-ı Âli’de Güreş

Bir kuvvet müsabakası olan güreş Osmanlılar arasında da büyük rağbet görmüştür. Bir ara resmî daireler içinde bile güreş yaptırılmıştır. Sadrazamlar arasında, daire mensuplarını Bâb-ı Âli’nin önündeki, eskiden “Kum Meydanı” denen yerde güreştirenler olmuştur. Kendileri güreşleri pencereden seyreder ve güreşenlere bahşiş dağıtırlarmış.

SÖZLERİN ASILLARI

Sonradan atılan hangi aşığın duruşu, ilk atılanla aynı durumda olursa, ilk atanın Boy ölçüşmek, biriyle kozlarını aşıklarını alırdı. paylaşmak gibi manalarda kullanılan bu İlk aşığa uygun olmazsa kendi aşıklarını deyimin aslı bir çocuk oyununa dayanır. ona verirlerdi. Aşık, koyunların ayaklarından çıkarılan “Aşık atmak” deyimi de bu oyundan bir kemik parçasıdır. Eskiden bununla mülhemdir. çocuklar çeşitli oyunlar oynarlardı. Günümüzde “Herkesle aşık atılmaz.”, Yere aşık kemiği atan ilk çocuğun “Falan kimseyle aşık atılmaz”, “Benimle aşığının duruşu belirlenir. Sonra sıra aşık mı atıyorsun?” gibi farklı şekillerde ile diğer çocuklar da aşıklarını atarlar. tabirler kullanılmaktadır.

Aşık Atmak

40 YEDİKITA ŞUBAT 2012


İlmin Gereği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bir gün talebeleriyle giderken hokkabazın biri halka hokkabazlık numaraları gösteriyormuş. İmam-ı Âzam Hazretleri talebelerine dönmüş ve demiş ki: “Evlatlarım, bu kimse süflî biridir. Süflî mesleğini süflî dünyaya âlet ediyor. Benim size öğrettiğim ilim ise ulvîdir. Siz bu ulvî ilmi dünyaya âlet edecek olursanız, bu hokkabazdan daha süflî olursunuz.”

Siyaset Hortlağı

Cezayir Ulu Cami, 1899

Milli Mücadele’den sonra İttihat ve Terakki’nin yönetime ortak olma çabalarına dair “Siyaset Hortlağı” üst başlığıyla yayınlanan bir karikatür: “İttihat” edelim!.. “Terakkî” edelim!.. (Musavviri: Râmiz, Akbaba, 7 Ramazan 1341 [23 Nisan 1923], n.40, s.3)

Bir Kurt-Kuzu Masalı: Cezayir Katliamı

13 Haziran 1830’da Fransızlarca tatbik edilen Cezayir işgali ve katliamında esas plan 1825’te başlamıştı. Fransa, borçlarını ödemeyecek, Cezayir de borçlar dolayısıyla buğday satışını kesecek ve bunu bahane eden Fransa ülkeyi işgal edecekti. Ancak beklediği olmamış, Cezayir buğday satışını kesmemişti. Osmanlı Devleti’nin nasıl bir oyun ve mâlî sıkıntının içinde olduğunu bilen Fransa tahriklere devam etmiş, en sonunda Cezayir Valisi Dayı Hüseyin Paşa’nın konsolosa sert çıkmasını bahane ederek milyonlarca Müslüman’ın katledilmesi, binlercesinin esir edilmesiyle sonuçlanacak işgali gerçekleştirmişti. Fransızların yönetimi ele alması, zengin maden yataklarını ülkesine taşımaya başlaması ve binlerce Fransız yerleşimcinin işgaline rağmen halkın sesi dindirilememişti. Batının iki yüzlü demokrasisi burada da kendi lehlerine işletildiği gibi yine temcit pilavı gibi tekrar edilen “medenileştirme” sözleri kamuoyunca sus payı yapılmıştı… Cezayir’in türlü planlarla işgali, aslında kurt-kuzu masalının fiilî bir numunesidir.

BİLİYOR MUYDUNUZ?

30 Ağustos 1521’de Kanunî Sultan Süleyman Han tarafından fethedilen Belgrad’ın Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan en büyük kapısı olduğunu ve bu sebeple bu bölgeye “Dârü’l-Cihâd” denildiğini...

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 41


AVRUPA’NIN İSLAMİYET’LE TANIŞMASI

ENDÜLÜS’ÜN FETHİ

42 YEDİKITA ŞUBAT 2012


ŞUBAT 2012 YEDİKITA 43


Tarık bin Ziyad İspanya’da ordusuna şöyle sesleniyordu: “Ey insanlar! Kaçılacak yer neresi? Arkanızda deniz, önünüzde düşman. Sizin için vallahi sabır ve doğruluktan başka çare yok. Bilesiniz ki, siz bu adada, oburlar sofrasındaki yetimlerden daha zayıfsınız. Düşmanınız sizi ordusu ve silahlarıyla karşıladı; erzakı da bol. Sizin ise kılıçlarınızdan başka ağırlığınız; düşmanınızın elinden alacağınızdan başka yiyeceğiniz yok... ...................................................... ÖMER FARUK SALAR ......................................................

A

kdeniz’in batısında, Okyanus’a açılan bir kapı olarak Afrika ve Avrupa kıtalarının arasında yer alan Endülüs’ün şimdiki adıyla İspanya’nın İslam

mücahitlerince fethi, başlı başına ciltler dolusu eserler yazmaya yetecek kadar malzemeye sahip bir tarihi hadisedir. İspanya’nın fethiyle başlayan Endülüs rüyası bir medeniyet inkişafı olarak Katolik Avrupa’nın ilim ve kültür alanında İslam’la ilk tanışması olmuştur. Haçlı seferlerinden önceki yıllara rastlayan bu fetih hareketi ile beraber Müslümanlar, medeniyet alanında sahip oldukları tecrübeleri Hıristiyan İspanyollara aktarmışlar ve dolayısıyla Rönesans’ın ilk hamlesi teşekkül etmiştir. Bu gerçek bugün pek çok batılı bilim adamı tarafından da kabul edilmektedir. İspanya’nın fethi bir devrin başlangıcıdır. Müslüman fatihlerin gazalarıyla başlayan bu devre, Endülüs’te yine Müslümanların kendi aralarındaki içtimaî ve siyasî birliğin bozulmasına kadar devam eder. Bu devreden sonra başlayan ve İspanyolların Re-Conquista (Yeniden Fetih) dedikleri dönemde birleşen Hıristiyan İspanya kralları, Endülüs

44 YEDİKITA ŞUBAT 2012


topraklarını Müslümanların elinden almışlardır. Bu yazıda biz Hıristiyan İspanya’nın Müslüman Endülüs olmasının hikâyesini anlatacağız.

Fetih Öncesinde İspanya Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce İspanya denince, coğrafî bakımdan Pirenelere kadar İber (İberic/ İberia) yarımadasının tamamı anlaşılmaktaydı. Neredeyse bütün Akdeniz ülkeleri gibi İspanya da yüzyıllar boyunca birçok kavmin ve farklı kültürlerin yaşadığı bir ülkeydi. İspanya, Roma hâkimiyetinden sonra sırasıyla Sueviler, Vandallar, Alanlar ve Vizigotların hâkimiyeti altına girmiştir. M.S. 468’de Toledo’yu başşehir yapan Vizigotlar nerdeyse bütün İspanya topraklarını egemenlikleri altına aldılar. Devletlerin maddî ve manevî sahalarda varlıklılarını sürdürebilmeleri, belirli kaidelere ve bazı sorumlulukları yerine getirmelerine bağlıdır. Siyasî ve içtimaî hayattaki düzen, adalet, can ve mal güvenliği, inanç hürriyeti gibi hassas noktalar siyasî ve sosyal tarihin seyrini değiştiren hususiyetlerdir. Vizigot İspanyasında ise bu hususiyetlerin varlığından bahsetmek mümkün değildi. Roma döneminden

kalma toplumun sınıflara ayrılması geleneğinin devam etmesi, ülke genelinde Hıristiyan-Katolik inancının dışında bulunan diğer inançlara hayat hakkı tanınmaması, ekonomik istikrarsızlık ve gelir dağılımı adaletsizliği, İspanya ülkesini giderek bir kargaşa haline doğru sürüklemekteydi. Son olarak ise Vizigot Kralı Witiza’nın ölümüyle yerine geçen oğlu Achila’nın 710 yılında General Rodrigo tarafından tahttan indirilmesiyle İspanya tam bir siyasî kriz içerisine girmiştir. Sosyal alandaki kriz, dini hayat üzerindeki baskı ve nihayet siyasî alanda yaşanan bölünme neticesinde İspanya, yeni kaderine doğru adım adım yaklaşmaktaydı. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 45


Tanca Kıyılarında Emir Bekleyen Mücahitler M.S. 710 yılı sonlarına doğru İslam orduları, birkaç şehir ve kale haricinde Kuzey Afrika’nın tamamını fethetmişti. Bu fetihlerde Ukbe b. Nâfî’nin fedakârlıkları unutulmamalıdır. Doğuda Türkistan’dan batıda Atlas Okyanusu’na uzanan İslam hâkimiyetinin bu noktadan sonra nereye devam edeceği, bütün dünyanın merak ettiği bir meseleydi. İslam Devleti’nin Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr fetih hareketinin nereye olacağı noktasında belirleyici rolü üstlenmişti. Fakat bu azametli ve yıldırılamaz İslam Fatihi’nin aklında ne vardı? İslam fetihleri sıcak ve kurak iklime sahip güneye mi, yoksa içinde bulunduğu şartlarla yeni gelişmelere çok müsait bir vaziyette olan kuzeye, yani İspanya’ya doğru mu devam edecekti? Musa b. Nusayr ve kurmayları Halife Velid b. Abdülmelik’in de müsaadesiyle fetih yönünü tayin ve ilan ettiler: Hedef İspanya idi…

Mücahitlerin Davası İslam Devleti’nin sınırlarının genişlemesine paralel olarak giderek daha sistemli hale gelen İslâmî fetih hareketleri Emevîler devrinde programlı bir devlet politikası haline getirilmiştir. Fetih hareketlerinin sistemli bir politika olarak benimsenmesinin ardında dinî sebepler önde gelmektedir. İ‘lâ-yı Kelimetullah, İslam ordularının asıl gayesi idi. Yine bu gaye için savaş meydanlarında çarpışan Emevî valilerinden Züheyr b. Kays’ın şu sözünü hatırlatmak yerinde olacaktır: “Ben buraya Allah

46 YEDİKITA ŞUBAT 2012

yolunda cihad (İslam’ı duyurmak) için geldim; dünya malının beni cezbetmesinden ve sonra helakime sebep olmasından korkarım.” Züheyr b. Kays’ın bu sözleri İslam fetihlerinin ana gayesini gözler önüne sermektedir. Ayrıca İspanya’nın fethedilmesi stratejik alandaki öneminden de kaynaklanmaktadır. Okyanus ile Akdeniz’in ortasında yer alan İber yarımadasının kontrolü, Kuzey Afrika’daki İslam hâkimiyeti için çok önemliydi. İspanya sahip olduğu iklimle de cazip bir genişleme alanı olarak öne çıkmaktaydı. Vizigot Krallığı’nın yaşadığı sancılı dönem ve diğer şartlar beraber düşünüldüğünde, Müslümanların yeni fetih alanı olarak İspanya’yı seçmeleri beklenen bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Fetih Başlıyor İspanya’nın fethi için gerekli bütün şartlar olgunlaştıktan sonra Müslümanlar, uygulama safhasına geçtiler. İslam mücahitleri yeni bir seferin vermiş olduğu heyecanla, yaydan fırlatılmayı bekleyen bir ok gibi, Şam’dan Halife’den gelecek olan emirleri beklemekteydiler. İslam’ın nuru ile şereflenen Kuzey Afrika’dan sonra sıra yıllardır Vizigotların zulmü altında inleyen İspanya’ya gelmişti. Nihayet Halife Velid b. Abdülmelik, Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr’a şu tavsiye mektubunu göndererek fethin ilk hamlesine izin veriyordu: “Önce ülkenin durumunu öğrenmen için keşif birlikleri gönder ki, böylece Müslümanları insanlara ürküntü veren bir denizde tehlikeye sürüklemiş olmayasın.” 710 yılının Temmuz ayında Musa b. Nusayr, Tarif b. Malik kumandasında dört yüz kişilik bir süvari birliğini


Nihayet Halife Velid b. Abdülmelik’ten Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr’a: “Önce ülkenin durumunu öğrenmen için keşif birlikleri gönder, Müslümanları insanlara ürküntü veren bir denizde tehlikeye sürükleme.” İspanya’nın güney kıyılarına gönderdi. Bu ufak müfrezenin geri dönüşüyle fetih için ilk ciddî harekât başlamak üzereydi.

İlk İslam Ordusu İspanya’da Musa b. Nusayr askerî keşif vazifesini başarıyla tamamlayan Tarif b. Malik’ten sonra güvendiği genç kumandanlar arasından, Tanca valisi, Berberî asıllı, zekî, mert ve cesur olarak herkesin takdirini toplamış olan Târık b. Ziyâd’ı kuzeye giden, fetih hareketiyle görevlendirilmiş ordunun başına kumandan olarak tayin etti. Bu yedi bin kişilik İslam ordusu, genç kumandan Târık b. Ziyâd’ın emrinde, Tanca kıyılarından İspanya’nın güney kıyılarına çıkıyordu. İspanya yeni kaderiyle artık baş başaydı.

Askerî Yürüyüş Başlıyor Târık b. Ziyâd emrindeki kuvvetlerle Calpe’den -bugünkü Cebel-i Tarık- batıya doğru hareket ederek Ceziretü’l-Hadrâ’ya kadar olan sahil şeridini kontrol altına aldı. Bu sırada kuzey doğuda Bask bölgesinde bir isyanla uğraşan Vizigot Kralı Rodrigo, İslam ordusunun gücünü ve niyetini iyi idrak edemediğinden olsa gerek, küçük savunma birlikleri göndererek Müslümanları İspanya’dan atabileceğini zannetti. Hâlbuki Müslümanların niyeti, yeni ayak bastıkları bu memleketi İslam’ın nuruyla şereflendirmekti. Durumun ciddiyetini yenilgi haberleriyle anlayan Kral Rodrigo, kendisine bağlı şövalye kuvvetleriyle güneye doğru yola çıktı. Kral Rodrigo, İslam ordusunun iki katı olan ordusuyla Şezûne’ye ulaştı. Vizigot ordusunun Şezûne’ye ulaşmasıyla ŞUBAT 2012 YEDİKITA 47


El-Hamra Sarayı, Granada

artık iki büyük ordu, İspanya egemenliği için karşı karşıya gelmiş oluyordu. Daha önceden Musa b. Nusayr’a haber gönderen Târık b. Ziyâd, 5 bin kişilik bir yardımcı kuvvet istemişti. Bu takviye kuvvetlerin İslam ordusuyla birleşmesiyle beraber Müslümanların sayısı 12 bine ulaşmış oluyordu.

Târık b. Ziyâd’ın Rüyası Büyük fetihler, manevî selâhiyetdârlarının izni ve duasıyla mümkündür. Bunun farkında olan büyük İslam kumandanları her zaman ordularının maneviyatlarını yüksek tutmaya dikkat etmişlerdir. İspanya’nın fethine memur olan ordunun kumandanı Târık b. Ziyâd da bu hususiyete dikkat eden askerlerdendir. İslam ordusunun İspanya’ya geçişi sırasında Târık b. Ziyâd’ın görmüş olduğu rüya, mücahitlerin maneviyatlarını ve fetihlerin arka planında, Müslümanların neler hissettiklerini bize çok güzel bir şekilde anlatmaktadır: “Târık b. Ziyâd İspanya’ya geçerken bir ara gemide uyku sırasında rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Dört Halife’nin denizde su üzerinde yürüyerek İspanya’ya doğru gittiklerini görür. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir ara Târık’ın yanına gelir ve kendisine fetih müjdesini

48 YEDİKITA ŞUBAT 2012

verir; ayrıca Müslümanlara iyi davranmasını ve gayr-i Müslimlerle yapacağı anlaşmalara sadık kalmasını tavsiye eder. Daha sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanında Muhacir ve Ensar olduğu halde İspanya’ya doğru yoluna devam eder.”

İspanya’nın Kaderini Tayin Eden Savaş Genç kumandan Târık b. Ziyâd, Lekke vadisinde, İslam askerlerine şu tarihî konuşmasını yaptı: “Ey insanlar! Kaçılacak yer neresi? Arkanızda deniz, önünüzde düşman. Sizin için vallahi sabır ve doğruluktan başka çare yok. Bilesiniz ki, siz bu adada, oburlar sofrasındaki yetimlerden daha zayıfsınız. Düşmanınız sizi ordusu ve silahlarıyla karşıladı; erzağı da bol. Sizin ise kılıçlarınızdan başka ağırlığınız; düşmanınızın elinden alacağınızdan başka yiyeceğiniz yok… Ben sizi, kendi nefsimin selamette olduğu bir meseleye karşı ikaz etmedim. Keza, içinde satılan en ucuz metâ insan canı olan bir planı, kendim bunun dışında kalarak gerçekleştirmeye de teşvik etmedim. Bilakis işte önce kendim başlıyorum. Bilesiniz ki, daha zor olana azıcık sabrederseniz, daha lezzetli olan refahtan uzun süre istifade edersiniz…


“...Ben sizi, kendi nefsimin selamette olduğu bir meseleye karşı ikaz etmedim... Bilakis işte önce kendim başlıyorum. Bilesiniz ki, daha zor olana azıcık sabrederseniz, daha lezzetli olan refahtan uzun süre istifade edersiniz...” ŞUBAT 2012 YEDİKITA 49


“Biliniz ki, sizi çağırdığım şeye ilk uyan benim!” Târık b. Ziyâd’ın bu duygu yüklü hutbesinden sonra galeyana gelen İslam ordusu, Ramazan-ı Şerif’in sonlarına doğru, sekiz gün süren çarpışmalardan sonra parlak bir zafer kazandı. İslam ordusundan sayıca çok üstün olmasına rağmen Hıristiyan Vizigot ordusu mağlup edildi. Vizigot Kralı Rodrigo haksız yere ele geçirdiği ve zulümle elinde tuttuğu İspanya tahtından, Akdeniz’in en güzel ülkelerinden biri olan İspanya’dan ve nihayet canından oldu. Oruçlu nefislerin tattığı Ramazan-ı Şerif bayramına yeni bir bayram daha ekleniyordu: Fetih bayramı… İspanya’nın kaderini belirleyen Vâdî Lekke Savaşı’ndan sonra Târık b. Ziyâd sırasıyla Kurtuba, İlbire ve başşehir Tuleytula’yı da fethetti. İspanya’nın fethinin tamamlanabilmesi için Musa b. Nusayr 712 yılında 18 bin kişilik bir orduyla İspanya’ya geçti. Târık b. Ziyâd’ın ilerlemiş olduğu hattın dışında farklı bir güzergâh takip ederek sırasıyla Karmûna, İşbiliye ve Maride şehirlerini fethetti. İki büyük kumandan Vizigot başkenti Toledo’da (Tuleytula) buluştu. Tarık, kumandanı Musa b. Nusayr’ı şehrin dışında karşıladı. Saygı ifadesi olarak ileride atından indi ve yanına giderek elinden öptü. Her ikisi de fetih bayramının kendilerine vermiş olduğu heyecandan dolayı çok mutluydular.

50 YEDİKITA ŞUBAT 2012

İspanya’dan Endülüs’e İslam mücahitleri aşk ve şevkle, din-i mübin-i İslam için, İspanya’nın, kuzeyindeki birkaç şehir haricinde tamamını fethettiler. Bununla beraber Vizigot döneminden kalma Gırnata (Granada), Kurtuba (Cordoba), İşbiliye (Sevilla), Tuleytula (Toledo), Belensiye (Valencia), Berşelûne (Barcelona), Sarakusta (Zaragoza) ve Benblûne (Pamplona) şehirleri İslam medeniyeti ile tanıştı. Bu toprakları öncelikle vatan olarak benimseyip yerleşen Müslüman fatihler, yeni bir medeniyet inşa etmeye başladılar. Öyle ki Kurtuba şehri Endülüs devrinde Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü önemli ilim merkezi haline geldi. Bu dönemde günümüz Avrupa bilim ve sanatının bazı temelleri yine Endülüs’te atıldı. Şehirlerin imarı ve şehirleşme kültürü Endülüs medeniyetinde en çok gelişme gösteren hususiyetlerden biri olmuş, devrin en büyük ve ihtişamlı eserleri yine bu topraklarda inşa edilmiştir. El-Hamra Sarayı bunlardan sadece bir tanesidir. Eğitim ve öğretim alanında yapılan çalışmalar neticesinde Endülüs şehirleri ilim yuvası haline gelmiştir. Endülüs her alanda İslam kültür ve medeniyetinin batıdaki bir parçasıdır. İslam âleminin yüzyıllarca iftihar ve övünç kaynağı olarak gördüğü bu medeniyet dairesinin etkileri


bugün hâlâ devam etmektedir. Bize düşense tarihe ibret tablosu olarak geçmiş olan Endülüs’ü hakkıyla öğrenmek ve ibret almaktır. Çünkü Endülüs bugün acı hadiselerle yaşamaya devam eden İslam âlemine pek çok konuda ders vermektedir… ıı Kaynaklar: Lévi-Provençal, Codera, Julilan Ribera, Asîn Palacios, Garcîa Gômez, Juan Vernet gibi isimler bahsettiğimiz bu bilim adamlarından sadece birkaç tanesidir. Bu konuda bkz. Endülüs Müslümanları İlim ve Kültür Tarihi, Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 160, Ankara, 1997; Endülüs Müslümanları (Siyasi Tarih), Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 1, Ankara, 2010; Es-Sûfî, Tarihu’l-Arab fi’lEndelus, Câmiatu Karyanus 1980, I, 31; el-Himyerî, er-Ravd (nşr. E. LeviProvençal), Kahire (t. y.), s. 8, Ahbar, 16; Endülüs Müslümanları (Siyasi Tarih), Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 17, Ankara, 2010; İbnu’l-Kutiyye, Tarihu Iftihâhi’l-Endelus (nşr. İ. el-Ebyarî), Kahire, 1982, s.34, İbnu’l Kerdebûs, 132; Hutbe metni için bkz. Es-Sûfî, I, 102-105; Salim, 77; A. Heykel, el-Edebu’l-Endelusî, Kahire, 1980, s. 67; Endülüs Müslümanları (Siyasi Tarih), Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 20, Ankara, 2010.

785 yılında Endülüs Emevilerinden I. Abdurrahman tarafından yaptırılan Kurtuba Büyük Camii’nin bir gravürü. Cami mermer ve granitten yapılmış 800’den fazla sütün üzerine bina edilmiştir. El-Hamra Sarayı’nda bir bahçe

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 51


Tarihten Sayfalar SONER DEMİRSOY

Kolaj: Kerem Nalın / Seyyid Lokman, Şemâilnâme, TSMK, Hazine 1562

Diyâr-ı Zülkadr A’râb u A’câm

52 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Olup Sultân Selîm’in hükmüne râm


YAVUZ SULTAN SELİM’İN

Hünernâme, detay

KESKİN KILICI

Yavuz Sultan Selim Han devlet işlerinde kat’i programla hareket ederdi. Herhangi bir devlet işini kesin olarak meydana koymadan evvel vezirlerin ve sair alâkadarların mütâlaalarından istifade eder ve günlerce düşünür, vermiş olduğu karardan da asla geri dönmezdi. Zekası, azim ve irade kudreti, uzak görüşlülüğü sayesinde her türlü tehlikeyi bertaraf etmeyi bilmişti. Sert mizaçına rağmen çok yumuşak kalpliydi. Kendisine muhalif söylenen açık sözleri dinler ve hatası varsa kabul ederdi. Meclislerinde edib ve şairler hazır bulunur, ilmî ve edebî sohbetler yapılırdı. Gösterişten hoşlanmayan Yavuz, her türlü israf ve debdebeye karşıydı. Sadeliği sever, “mücevveze” denilen başlık yerine kendi adıyla anılan “selîmî” kavuk giyerdi. Niçin böyle giyindiği sorulduğunda “vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padişahlarına saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim padişahımız, vücudun dışına değil, içindeki cevhere bakar.” diye çok veciz bir cevap vermişti. Devlet adamları da saygıda kusur etmemek için padişahı taklit ederlerdi. Bir zaman geldi ki sadrazam dâhil bütün devlet erkânı, hiçbir gösterişi ve süsü olmayan kılıklara büründüler. Elbiseleri eskidikçe eskidi. Padişah yenilemeyince onlar da yenilemediler. Derken bir gün Venedik Elçisi Antonio Justiniani’nin İstanbul’a geleceği ve huzura çıkacağı duyuldu. Sadrazam ve devlet erkânı bu halden çok sıkıldılar. Çünkü hem hünkârın, hem de kendilerinin kıyafetleri pek sadeydi. Bir yabancı devlet elçisinin onları bu halde görmesini istemezlerdi. Devlet adamlarının kendi aralarında ittifak ettikleri bu durumu padişaha kim söyleyecekti? O sırada sadrazam bulunan Hersekzade Ahmed Paşa, bir gün bütün cesaretini toplayıp bin dereden su getirerek durumu padişaha izah etti. Ancak padişah, beklenenin aksine: “Doğru,” dedi. “Cümle yeni libaslar giymek münasiptir.” Padişahın bu müsaadesine pek sevinen vezirler ve devlet ricali, hemen ipekli ve sırmalı muhteşem elbiseler diktirdiler. Vezirler, elbiselerini yenilemelerine izin veren padişahın da el-

bisesini yenileyeceği zannına kapıldılar... Elçinin geleceği gün, Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı’nda divan toplandı. Sonra hep beraber arz odasına, padişahın yanına vardılar. Huzura girince dona kaldılar. Çünkü hünkâr, yine o sade elbiseleri içindeydi. Kendi muhteşem kılıklarından utanıp ve korkudan alt dudakları çatlayıp aksakalları gelincik çiçeğine dönüp şaşıra durdular.

Kılıcımızın Ağzı Kestikçe... Yavuz ise arz odasındaki tahtına oturmuş, meşhur keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden gün ışığı vurdukça kılıcın parıltısından gözler kamaşıyordu. Onlar daha kendilerini toplamaya vakit bulamadan elçinin geldiği haber verildi. Bir müddet sonra huzura kabul olunan elçi, namesini takdim etti. Hünkâr, bir süre elçiyle konuştuktan sonra gitmesine izin verdi. Bulunduğu meclisin heybetinden serseme dönen elçi dışarıya çıkınca padişah, Hersekzade Ahmed Paşa’ya: “Paşa, var elçiye sor bakalım bizi nasıl bulmuş?” dedi. Hersekzade yer öperek çıktı. Herkes bekliyor, yalnız arz odasındaki, içeride konuşulanların dışarıdan duyulmasına engel olmak için kullanılan çeşmenin şırıltısı duyuluyordu. Sadrazam geri dönünce padişah: “Sordun mu paşa?” diye seslendi. Ahmed Paşa’nın cevabı şöyle oldu: “Sordum saadetli hünkârım, ‘padişahın kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki, kendilerini göremedim bile!’ dedi.” Padişah gülümsedi, sonra ayağa kalkıp basamaktaki kılıcı göstererek: “İşte, kılıcımızın ağzı kestikçe düşmanın gözü bizi görmez... Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parıldamazsa, bizi hem görür ve hem de bize tepeden bakar!” dedi. ıı Kaynaklar: İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 2, TTK, Ankara 1983, s. 302; Feridun Emecen, “Selim I”, DİA, C. 36, İstanbul 2009, s. 407-414; Midhat Sertoğlu, “Kılıcımızın Ağzı Kestikçe Düşmanın Gözü Bizi Görmez”, Yıllar Boyu Tarih Dergisi, Ocak, S. 1, İstanbul 1979, s. 74-75 ŞUBAT 2012 YEDİKITA 53


Geçmişten Kareler MEHMET ÇAKIRCALI

PADİŞAHIN HALKIN ARASINA ÇIKTIĞI GÜN

CUMA SELAMLIĞI

İ

slâm devletlerinde hükümdarlık alametlerinin başında sayıldığı için hutbe padişah adına okunur, para onun adına kestirilirdi. Hükümdarın halk üzerinde hakları olduğu gibi halkın da hükümdar üzerinde hakları vardı. Hükümdarlar Cuma namazlarını bulunduğu yerdeki camilerden birinde halkla birlikte kılardı. Hükümdarın camiye gidişi ve geri dönüşü Osmanlı Devleti’nde “Cuma selamlığı” veya “selamlık resmi” adı verilen bir merasimle yapılıyordu. Bu merasimin dinî, içtimaî (sosyal) ve daha pek çok sahada padişah - halk münasebeti cihetinden faydaları vardı. Padişahlar on altı ila on sekizinci asırlarda daha çok Ayasofya, Bayezid, Süleymaniye, Sultanahmed, Eyüp Sultan gibi selâtin camilerinde cuma namazlarını kılarlardı. Boğaziçi’ne Rumeli yakasında Nusretiye, Dolmabahçe, Ortaköy (Mecidiye); Anadolu tarafında ise Ayazma ve Selimiye gibi camilerin yapılmasıyla beraber selamlıklar da bu camilerde yapılmaya başlandı. Sultan İkinci Abdülhamid Han da çeşitli camilerde Cuma namazları kılmıştı. Fakat Yıldız Hamidiye Camii yapıldıktan sonra selamlık resmi daha ziyade burada icra edilmişti. Cuma selamlıklarında asıl maksat halkın şikâyetlerini bizzat padişaha ulaştırabilmesiydi. Hükümdar Cuma namazına giderken veya namazdan çıkışta halk karşılıklı iki sıra halinde dizilir, “padişahım çok yaşa” veya “padişahım muzaffer ol” gibi temennada bulunurlarken şikâyeti olanlar arzuhallerini padişaha uzatırlardı. Dilekçeleri toplama işini Kapıcılar Kethüdası veya Solak adı verilen görevliler yapardı. Padişah saraya döndükten sonra arzuhaller tek tek okunur, gereği sadrazam tarafından yapılırdı.

54 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Fotoğrafta Sultan İkinci Abdülhamid Han, gayet bakımlı ve gösterişli iki atın çektiği meşhur saltanat arabalarından birisiyle Koltuk Kapısı’ndan Yıldız Sarayı’na girerken görülüyor… Yolun iki tarafına sıralanan beyaz üniformalı askerler ellerinde kılıçlarıyla hazır ol vaziyetinde bekliyor… 66 yaşında ve saltanatının ise 32. yılında olan padişah, yaşından beklenmeyen bir canlılıkla arabasında dik oturmuş, sağ eliyle askerleri ve halkı selamlıyor… Kendine has

kıyafetiyle atların önünde yürüyen vazifeli arabaya yol açıyor… Faytonun arkasında sol tarafta Mızıka-i Hümayun Hamidiye Marşı çalıyor… Yine sol tarafta askerlerin arkasında Müslüman ahali sıralanmış, pür-dikkat padişahı takip ediyorlar… Onların hemen arkasında duvar dibinde kendileri için tahsis edilen setin üstünde bulunan yabancı misafirler merak ve dikkatle saltanat arabasını seyrediyorlar… ıı

İkinci Abdülhamid Han Cuma Selamlığı’ndan Saraya Dönerken (1908)

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 55


Bursa Mekteb-i İdâdî-i Mülkîsi (Bursa Lisesi) Mükafat merasimi

Osmanlı Mekteplerinde Hangi Dersler Okutulurdu?

56 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Osmanlı devrinde, ilkokuldan liseye, devlet okullarından hususi mekteplere, bunların askeri ve mülki olanlarından erkek ve kızlara mahsus bulunanlarına kadar pek çok mektep olduğu biliniyor. Peki, okuma-yazma öğrenmenin bile yıllarca sürdüğü rivayet edilen bir zamanda bu kadar okulun ne işi vardı? Günümüz okullarında okutulan Türkçe, matematik, kimya, biyoloji, coğrafya gibi dersler iddia edildiği gibi Osmanlılar nezdinde varlığı bilinmeyen meçhul ilimler miydi? ...................................................................... SELMAN SOYDEMİR ......................................................................

Zi-dâniş bih ender-cihân hîç nîst (Dünyada ilimden iyi hiçbir şey yoktur)

B

iz ilkokulda iken öğretmenlerimiz, geçmişten ve özellikle Osmanlı’dan bahsettiklerinde, hemen daima sözü eski yazıya getirir ve öğrenilmesinin son derece zor olduğundan dem vururlardı. Öyle zor bir yazıymış ki, öyle kargacık burgacık harflermiş ki, öğrenilmesi dörtbeş yıl sürermiş… Şunu da anlatırlardı bize: Okuma yazma bilenler öyle azmış ki… Parmakla gösterilirmiş böyleleri… Hoş onların da bildikleri pek bir şey yokmuş. Bir Kur’ân okurlarmış çat-pat (okurmuş ama ne olduğunu da anlamazlarmış) bir de biraz dini bilgiler; ilmihal, siyer falan bilirlermiş, hepsi o kadar. Öyle matematik, fizik, kimya, edebiyat, coğrafya, tarih gibi ilimlerin varlığı bile bilinmezmiş o zamanlar. Yabancı dillerden kimsenin haberi yokmuş! Ne zamanki biz yeni Türk(!) harflerini, Latin alfabesini kabul etmişiz, işte o zaman bütün bilimlerin(!) aydınlığı parlayıvermiş ve bütün bir millet olarak karanlık ve örümcek ağlarıyla örtülü bir cehaletten kurtulmuşuz. Bizim gibi tarihle, edebiyatla, eski kültürle her daim hemhal olanlar bir tarafa o çeşmeden bir avuç su içmişler, haznedeki bütün suyu yutmuş gibi hemen anlarlar bunun böyle olmadığını. Gelin görün ki foyası zamanla kendiliğinden meydana çıkan bu yalan ve palavralar, bütün ilkokullarda anlatılmaya devam eder durur. Mesela yazıyı öğrenmenin uzun yıllar aldığı safsatasını

ele alalım. Öyle olsaydı bugün Arap alfabesini kullanan (Arap ülkeleri, Pakistan, İran vs.) ülkelerdeki okullarda da sadece okumaya geçmek için yıllarca uğraşmak gerekmez miydi? Hâlbuki böyle bir durum söz konusu bile değildir. Mısır, Tunus, İran gibi ülkelerdeki okuma-yazma oranları Türkiye ile hemen hemen aynıdır. Öte yandan dünyaca meşhur Kahire ve Tahran kitap fuarları, bu ülkelerde insanların, Türk halkından daha fazla kitap okuduğunu da ispat etmektedir. Okuma meselesinin böyle olduğunu biz değil rakamlar ispat ediyor. Biz bunu geçelim ve sözü esas mevzumuz olan tedrisata yani eğitim-öğretim faaliyetlerine, derslere getirelim. Acaba gerçekten de Osmanlılarda fizik, kimya, matematik, edebiyat, tarih, coğrafya gibi dersler yok muydu? Okuma bilenler sadece Kur’ân okumayı mı bilirlerdi? Bu durumda Türkçe 1928 yılından sonra mı dilimiz haline gelmişti? Öyleyse Fuzuliler, Bakiler, Nef’iler uzayda mı yaşamışlardı?... Meseleyi fazla sulandırmadan mevzuya nakl-i kelam edelim efendim.

Medreseden Mektebe… Osmanlı devrinde ilim denince hemen sadece dini ilimlerin var olduğu sanılır. Hâlbuki Osmanlı medreselerinde yıllar boyu tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fenler atbaşı gitmiştir. Zamanla müsbet ilimlerin medreselerde daha az okutulduğu görülüyorsa da bunların Osmanlı ülkesini tamamen terk ettikleri düşünülmemelidir. 18. asrın sonlarında açılan ŞUBAT 2012 YEDİKITA 57


Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi

İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, nr.: 90491/5

Selanik Hamidiye Sanayi Mektebi (Sanat Okulu) (üstte) - Halkalı Ziraat ve Veteriner Mektebi Kimya Dershanesi ve Talebeleri, 1894 (altta)

58 YEDİKITA ŞUBAT 2012


mühendishaneler ve bilahare yaygınlaşan mektepler sayesinde pozitif ilimler Osmanlı âlimlerinin gündeminde bulunmaya devam etmiştir. Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata devam etmiş olmakla birlikte bu makalede münhasıran 19. asırla birlikte açılmaya başlanan modern mekteplerde okutulan dersler incelenmeye çalışılacaktır. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve öğretimin esası, din ve ahlaktı. Buralarda Kur’ân-ı Kerîm, ilmihal bilgileri ve kitabet yani yazı dersi öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye başlamıştı. Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan mesela devlet dairelerine devam suretiyle yetişenler de mevcuttu. Tanzimat sonrasında modern tarzda mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri zamanla iptidai mekteplere (ilkmektep, ilkokul) dönüştü. İptidailerle birlikte peyderpey rüşdiyeler (ortaokul), idadi-sultaniler (lise), darulmuallimînler (öğretmen okulu), ziraat ve sanayi mektepleri; yüksek okul olarak tıbbiye, mülkiye, hukuk mektebi, darülfünun (üniversite) vs. birçok mektepler açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı.

Osmanlı devrinde ilim denince hemen sadece dini ilimlerin var olduğu sanılır. Hâlbuki Osmanlı medreselerinde yıllar boyu tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fenler atbaşı gitmiştir

Diyarbakır Mekteb-i İdâdî-i Mülkîsi (Lisesi) talebeleri

Osmanlı Mekteplerinde Dersler Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz gibi Osmanlı devrinde, ilkokuldan liseye, devlet okullarından hususi mekteplere, bunların askeri ve mülki olanlarından erkek ve kızlara mahsus bulunanlarına kadar farklı pek çok mektep olup bunların da birçok sınıfları bulunduğundan tabii olarak okunan dersler de farklılık göstermektedir. Bu onlarca mektebin her birinin bütün sınıflarında okutulan dersleri göstermek elbette bu makalenin sınırlarını fazlasıyla aşar. Bu sebeple iptidai-rüşdi-idadi (II. Meşrutiyet’ten sonra idadiye sultani denildi) yani ilkokulortaokul-lise (ilk ikisi bugün ilköğretim olmuştur) üçlüsünün ders programlarına göz atacak, buralarda okutulan dersleri incelemeye çalışacağız.

İptidailer (İlkokullar) 1892 yılında çıkarılan bir talimatta, iptidai mekteplerde şu derslerin okunduğunu görüyoruz: Elifbâ (Alfabe), Kur’ân-ı Azîmüşşân, Tecvid, İlmihâl, Ahlak, Sarf-ı Osmani (Türkçe Gramer), İmla (Türkçe Yazma), Kıraat (Türkçe Okuma), Mülahhas Tarih-i Osmani (Kısa Milli Tarih), Mülahhas Coğrafya-yı Osmani (Kısa Milli Coğrafya), Hesap (Matematik), Hüsn-i Hat (Güzel Yazı). Farklı bir iptidai programında bu derslere Malumat-ı Nâfia dersinin de ilave edildiğini görüyoruz ki bu ders, iptidai mekteplerde farklı şekillerde daima okutulan, Eşya Dersi, ŞUBAT 2012 YEDİKITA 59


gördükleri dersleri de inceledik, yukarıdaki listelerle tek tek mukayese ettik ve günümüz şartlarının icaplarından olup son yıllarda müfredata ilave edilmiş birkaç tâli ders dışında (Bilişim Teknolojileri, Teknoloji ve Tasarım, Görsel Sanatlar vb.) herhangi bir noksanı olmadığı hükmüne vardık. Hatta Rüşdiyeler (Ortaokullar) bugün hiç okutulmayan bazı dersler o vakitler okutulmakta Eski ortaokulların Osmanlı devrindeki tam karşılığı olan imiş! rüşdiyelerde okutulan dersler, 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Yukarıdaki dersleri inceleyen her insaf sahibi, bu Nizamnamesi’nde şöyle belirtilmiştir: hakikati kabul edecektir. Bununla beraber itiraz edenler de Mebâdi-i Ulûm-ı Diniye (Dini İlimlere Giriş), Lisan-ı olabilir. Bu müfredat programlarının sadece göstermelik Osmani Kavaidi (Türkçe Gramer), İmla ve İnşa (Türkçe programlar olduğunu, dostlar alışverişte görsün kabilinden Yazma ve Kompozisyon), Tertib-i Cedid Üzere Kavaid-i tertip edilmiş nesneler idüğünü savunan, hakikatte isimleri Arabiye ve Farisiye (Yeni Usul Arapça ve Farsça Gramer), geçen bu derslerin okutulmadığını iddia edenler de Tersim-i Hutut (Çizgi Çizme, Resim), İlm-i Hesap bulunabilir. (Matematik), Mebadi-i Hendese (Geometriye Giriş), Defter İşte böyle iddialarda bulunanlara, söz konusu Tutmak Usulü, Tarih-i Umumi (Genel Tarih), Tarih-i Osmani mekteplerde okutulmak üzere bastırılan binlerce ders (Milli Tarih), Coğrafya, Jimnastik, Fransızca. kitabını delil göstereceğiz. Kız rüşdiyelerinde yukarıdaki bazı derslerin yerine Müntehabât-ı Edebiyat (Seçme Edebi Metinler), Tedbir-i Osmanlı Mekteplerinde Ders Kitapları Menzil (Ev Ekonomisi), Nakış’a Yardımcı Olacak Derecede Maksadımız bir devri göklere çıkarmak değil; yanlış Resim, Ameliyat-ı Hıyâtiye (Biçki-Dikiş Dersi), Musiki gibi bilgilerle dolu zihinleri aydınlatmaktır. Daima yerin dibine dersler programa dâhil edilmişti. sokulmak için gayret sarf edilen, tarihimizin karanlık Bazı programlarda Malumat-ı Nâfia/Eşya Dersi’nin de ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen ilave edildiğini görüyoruz ki bu ortaokullar için Fen Bilgisi Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. dersi anlamına geliyordu. Ayrıca Hıfzısıhhat ve Hüsn-i Hat Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki gibi dersler de görülmektedir. Bazı zamanlarda ise dini yolunda inanılmaz gayretler sarf etmişlerdi. İçlerinden derslerle Arapça ve Farsça’ya daha ziyade ağırlık verildiği nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı. Pozitif müşahede edilmektedir. bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılâbı İdadiler (Liseler) ile Osmanlı devrinin basılmış-basılmamış muazzam 1899 yılı Maarif Salnamesi’nde yer alan müfredat külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi çekilmiştir. programında İdadilerde okutulan dersler şunlardır: Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin Maa-Tecvid Kur’ân ve Ulum-ı Diniye (Tecvidli Kur’ân tuzu biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin Okuma ve Dini İlimler), Türkçe, Edebiyat ve Ahlak, temel sebebini burada aramak icap eder. Kitabet-i Resmiye (Resmi Yazışma Usulü), Arapça, Farsça, Osmanlı mekteplerinde okutulan ders kitaplarını şimdi Fransızca, Kavanin (Kanunlar, Vatandaşlık ve Milli buyurun ders ders inceleyelim. Güvenlik), Hesap (Matematik), Usul-i Defterî (Defter Tutma Usulü, Muhasebe), Cebir, Hendese (Geometri), Müsellesat Türkçe (Trigonometri), Kozmografya, Makine, Hikmet-i Tabiiye Osmanlı mekteplerinde en çok ehemmiyet verilen ve Kimya (Fizik ve Kimya), Mevalid (Hayvanlar, Bitkiler derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı ders ve Madenler İlmi, Biyoloji), Coğrafya, Tarih, İlm-i Servet halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde (Ekonomi), Malumat-ı Nafia ve Hıfzısıhhat (Faydalı Kıraat, İmla, Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı Bilgiler (daha ziyade Fen Bilgisi) ve Sağlık Bilgisi), Hüsn-i dersleri görülmektedir ki bunların tamamı hakikatte Türkçe Hat, Resim, ayrıca azınlıklar için kendi lisanları (Rumca, dersinin konularıdır. Ermenice, Bulgarca). O devirde Türkçe dersine ilkmektep birinci sınıfta Farklı tarihli bir müfredat programında Mantık ve “Elifba” ile başlanır, müteakiben “Kıraat” kitabıyla devam Felsefe, Mekanik, Gına (Müzik), Terbiye-i Bedeniye (Beden edilirdi. (Bu elifba Türkçeyi öğreten elifbadır. Zaten talebe Eğitimi) gibi derslere de rastlıyoruz. Kız idadilerinin önce Kur’ân Elifbasıyla Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenir, sonra bu programlarında ise onlara mahsus olarak İktisad-ı Beytî (Ev derse başlardı.) Elifba ile birlikte bir taraftan da yazı dersi Ekonomisi), Terbiye-i Etfal (Çocuk Terbiyesi), Dikiş-Biçkibaşlardı. Yazı dersinde rik’a hattı öğretilmekle birlikte sülüs Nakış, Tabâhat (Yemek Pişirme) gibi dersler görülmektedir. de gösterilirdi. İkinci sınıftan itibaren ise sarf-nahiv yani Yukarıda verdiğimiz bu üç ayrı mektebin programlarını gramer dersi başlar, bununla beraber kıraat, imla, yazı, inşa nasıl değerlendirmeliyiz? Acaba zikredilen derslerin vs. hafiften zora doğru sınıflar ilerledikçe işlenmeye devam günümüzde yürürlükte olan müfredat programlarından ne edilirdi. Daha üst sınıflarda edebiyat da işin içine girerdi. farkı var? Bugün ilkokuldan liseye günümüz öğrencilerinin “Renkli ve Resimli Elifba-yı Tefeyyüz” isimli eser, Tabiat Tetkiki gibi isimlerle de anılan günümüzün Hayat Bilgisi dersidir. Bazı iptidai mekteplerde “Malumat-ı Ziraiye” (Ziraat Bilgisi), Vazife-i Etfal (Çocuğun Görevleri) gibi derslere de rastlanmaktadır.

60 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Eserler: Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi

bütün iptidai mekteplerde okutulmak üzere hazırlanmış bir elifba kitabıydı. İstanbul’da 1329 (1913) yılında Kasbar Matbaası’nda basılan eser, H. Hüsnü tarafından kaleme alınmıştı. “Çocuk” ismiyle İptidai Mektepler İdaresi müdürü Hâmid Bey tarafından neşredilen kıraat (okuma) kitabı, bir elifba kitabından sonra okutulmak üzere ilkokulların birinci senesi programına dâhil edilmişti. Toplam kırk sayfadan oluşan bu kitaptaki okuma parçalarından bazıları şöyledir: İbadet; Okumak, yazmak, hesap yapmak; Şehir, kasaba, köy; Peder ve valide; İtaatsizliğin cezası; Doğru sözlü olmak; Mektep, hoca; Sene ve taksimatı; İlkbahar; Yaz; Sonbahar; Kış; Coğrafya malumatı; Nasihatler; Halinden Memnun Çocuk… Osmanlı’nın son devrinde Türkçe ve diğer bazı dersler üzerine birçok kitaplar yazmış olan Ahmed Cevad’ın Osmanlı Lisanı (Sarf ve Nahiv, Kıraat, Ezber, İmla, Yazı) isimli kitabı sultanilerin ilk sınıflarıyla iptidai mekteplerin altıncı senelerine göre hazırlanmıştı. Eser Maarif Nezareti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı) son programına göre yazılmış ve nezaret tarafından açılan müsabakada birinciliği kazanmıştı. İstanbul’da Kütüphane-i İslam ve Askeri tarafından 1332 (1916) yılında neşredilen eser Orhaniye Matbaası’nda basılmıştı. Osmanlı mekteplerinin en çok okutulan gramer kitaplarından biri olan “Türk Dilinin Sarf ve Nahvi” de o yıllarda basılmış bir eserdi. Köprülüzade Mehmed Fuad ve Süleyman Saib imzasını taşıyan kitap, iptidai mekteplerin ikinci senesine göre hazırlanmıştı. 1333 (1917) yılında Tefeyyüz Kütüphanesi tarafından neşredilip Şirket-i Mürettibiye Matbaası’nda basılan eserin giriş kısmında Türkçe hakkında şöyle deniliyor: “Türk Dili, yalnız devletimizin idaresi altındaki memleketlerde değil, resmi sınırlarımızın dışındaki milyonlarca Türk kardeşlerimiz arasında da konuşulur. Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Kırım ve Kazan’da, Türkistan’da, Çin ve Sibirya’da yetmiş milyon millettaşımız hep Türkçe söylerler...” Maarif Nezareti Mektubî Kalemi Müdürü ve Mülkiye Mektebi Kitâbet-i Resmiye (Resmi Yazışma) Muallimi Menemenlizade Tahir’in “Osmanlı Edebiyatı” isimli eseri Maarif Nezareti’nde müteşekkil program komisyonu tarafından idadi mektepleriyle Mülkiye Mektebi’nin idadi sınıflarında okutulmak üzere kabul edilmişti. 1314 (1897) yılında İstanbul’da Kasbar Matbaası’nda basılan eser, Osmanlı edebiyatının belagat yönünü inceliyordu.

Renkli ve resimli Elifbâ-yı Tefeyyüz isimli eserin kapağı ve bir sayfası (üstte)

Menemenlizade Tahir’in Osmanlı Edebiyatı isimli eseri (solda)

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 61


Eserler: Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi

M. Vasıf’ın Mükemmel İlm-i Hesab adlı eserinden

Mustafa Nuri’nin İbtidaî Hendese adlı geometri ders kitabı

Matematik Daha ziyade hesap ve cebir gibi isimlerle Osmanlı mekteplerinde okutulan matematiğe umumi olarak riyaziye de denirdi. Matematik, o günden bugüne ilkokuldan liseye bütün sınıflarda okutulan en mühim derslerden biri olagelmiştir. Anadolu Yavrusunun Kitabı serisinin dördüncü kitabı olarak çıkan “Hesap Dersleri” Mehmed Asım ve Ahmed Cevad taraflarından kaleme alınıp İstanbul’da 1333 (1917) yılında neşredilmiş. İptidai mekteplerin birinci sınıflarında okutulmak üzere hazırlanan eser, Devlet Matbaası’nda yani Matbaa-i Amire’de basılmış. Maarif Nezareti’nce kabul edilen çalışma, ilkokul birinci sınıf talebesinin anlayış seviyesine göre hazırlanmış gerçekten güzel bir kitap. “Muhtasar Kavaid-i İlm-i Hesab” isimli eser Maarif Nezareti tarafından rüşdiye mekteplerinde (ortaokul) okutulmak üzere kabul edilmiş. Daruşşafaka tarafından İstanbul’da Mahmud Bey Matbaası’nda 1325 (1909) yılında bastırılan eserin belirli bir müellifi yok, muhtemelen bir heyet tarafından hazırlanmış. Kitap matematikten ayrı olarak geometriye dair bölümler de ihtiva ediyor. “Mekteplere Mahsus Mükemmel İlm-i Hesap” İngilizceden Türkçeye tercüme edilerek 1328 (1912) yılında Kütüphane-i İslam ve Askeri tarafından neşredilmiş. İngiliz matematikçilerinden S. L. Loney’in kaleme aldığı çalışmayı, Bahriye Harp Sınıfı Birinci Sınıf Yüzbaşılarından Şevketnüma Gambotu Süvarisi M. Vasıf dilimize kazandırmış. 5000 civarında örnek ve problemi ihtiva eden eser, rüşdiyeden darülfünuna (üniversite) kadar bütün okullara elverişli şekilde hazırlanmış olup toplam 660 sayfa.

62 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Mütercim mukaddimede şöyle diyor: “İnkâr olunamaz ki bir memleketin en ziyade muhtaç olduğu bir eser, aranılan konuların tamamını içine alan bir hesap kitabıdır. Mevcut hesap kitaplarının noksan bulunduğu iddiasında olmamakla beraber bütün hesap kaide ve işlemlerini içine alan bir kitap vücuda getirmek öteden beri en büyük emelimdi. İngiltere’nin bütün hesap kitaplarını inceledim. Nihayet pek yeni olarak meşhur İngiliz matematikçilerinden Loney’in yazmış olduğu “Mekteplere Mahsus İlm-i Hesap” isimli eseri seçtim. Kitap esasen talebe için yazılmıştır fakat hemen hiçbir konu eksik değildir. Yani iptidaiden en üst seviyeye kadar bütün mektep talebelerinin ihtiyacını karşılayacak seviyededir.” Sultan İkinci Abdülhamid Han devri Mabeyn-i Hümayun mütercimlerinden Mehmed İzzet tarafından yazılan “Cebir Muallimi” isimli eser, kendisinin liselerde okutulmak üzere daha evvel yazdığı “İlm-i Cebir” adlı kitabın öğretmen kitabı olmak üzere hazırlanmış. İlk kitaptaki bütün misal ve problemlerin çözümlerinin gösterildiği, cebir ilminin güç anlaşılan meselelerinin izah edildiği çalışma İstanbul’da 1319 (1902) yılında basılmış. Cebir Muallimi’nin giriş kısmında “Matematik İlimlerinin Tarifi, Mahiyeti ve Taksimatı” başlığı altında matematik hakkında, tarihçe de dâhil olmak üzere oldukça güzel bilgiler verilmekte.

Geometri (Hendese)

İncelediğimiz ders programlarında bu dersin Osmanlı devrinde ortaokullardan itibaren okunmaya başladığını görmüştük. Tetkiklerimiz sırasında ilkokul üçüncü sınıfta okutulmak üzere hazırlanmış bir hendese kitabına rastladık ki hendesenin, daha ilk mektep sıralarında iken okutulmaya başlandığı anlaşılmış oldu. Söz konusu kitap “İptidai Hendese” adını taşımakta olup “İptidai mekteplerin üçüncü senesine mahsus” ibaresiyle 1333 (1917) yılında İstanbul’da Necm-i İstikbal Matbaası’nda


Salih Şevket’in Fizik Dersleri adlı kitabından bir sayfa (solda) Yeni Hikmet-i Tabiiye adlı ders kitabının giriş sayfası (sağda)

Fizik Fen bilimlerinin babası olarak tavsif edebileceğimiz fizik, Osmanlı liselerinde Hikmet-i Tabiiye ismiyle okutulmuştur. Meşhur matematikçi ve fizikçilerimizden Salih Zeki tarafından iki cilt halinde hazırlanıp 1312 (1895) yılında İstanbul’da Karabet Matbaası’nda basılan “Muhtasar Hikmet-i Tabiiye” isimli eser, idadi mekteplerinde okutulmak üzere kabul edilmiş. Elimizde bulunan birinci cildi 426 sayfa olup 170 küsur şekille zenginleştirilmiş. Bu ilk ciltte Mekanik ve Hararet (Sıcaklık) konuları işleniyor. Tıp Fakültesi Hikmet-i Tabiiye ve Hayatiye (Fizik ve Biyoloji) Laboratuar Şefi M. Şevki imzasıyla 1329 (1913) yılında İstanbul’da Şems Matbaası’nda basılıp İkbal Kütüphanesi tarafından neşredilen “Yeni Hikmet-i Tabiiye” (Yeni Fizik) adlı kitap da fiziğin önemli ders kitaplarındanmış. Maarif Nezareti’nce bütün liselerde basılmış. Müellif Darulmuallimin-i Aliye (Yüksek Öğretmen okutulmak üzere kabul edilip en son programa göre Okulu) Fen kısmı mezunlarından Mustafa Nuri. Eserin hazırlanmış olan kitap, Salih Zeki’nin eseri gibi iki cilt halinde 1330-1331 (1914-1915) seneleri program komisyonlarınca yayınlanmış. incelenerek birinci derecede kabule mazhar olduğu kapağında Kitabın mukaddimesinde müellif şöyle demektedir: belirtilmiş. “Günümüz medeniyetinin en büyük rehberi, genç beyinlerin Kitabın ilk sayfalarında program hakkında şöyle en sadık terbiyecisi olan hikmet-i tabiiyenin memleketimizde deniyor: “Hendese dersinde birtakım geometrik terimlerin lâyıkıyla yayılması, bu ilmin liselerimizde usûl-i tecrübiyyeye kuru kuruya tarifleriyle vakit kaybedilmeyerek el işleri (deney usulüne) kesinlikle riayet etmek şartıyla öğretilmesine dersinde mukavvadan, kâğıttan ve saireden bazı basit bağlıdır. Bunun için de evvela mükemmel laboratuarlara, geometrik şekiller yaptırıldıkça veya bahçede hendesî ikinci olarak muktedir ve tecrübeli öğretmenlere ve üçüncü şekiller, tarhlar inşa ettirildikçe, bu şekillerin incelikleri olarak ihtiyaca uygun kitaplara sahip olmak gerekir. İki hakkında öğrencilerin dikkati çekilerek gözlem ve dikkat evvelki şart devlete aittir. Fakat üçüncüsü ihtisas sahiplerine kabiliyetlerinin artırılmasına çalışılacak, bu arada müselles düşen mesleki bir vazifedir. (üçgen), murabba (dörtgen), müstatil (dikdörtgen), “İşte ben de burasını dikkate alarak “Yeni Hikmet-i daire, küre, zaviye (açı), hatt-ı müstakim (doğru çizgi), Tabiiye”yi idadi mektepleri talebesinin anlayış seviyesine ve hatt-ı münhani (eğri çizgi), hatt-ı münkesir (kırık çizgi) Maarif Nezareti’nin bu konuda kabul ettiği programa göre gibi terimler öğretilerek bunların arasındaki farklar hazırlayıp yazdım.” belirtilecektir.” Fizik dersiyle ilgili bahsedeceğimiz son eser Salih Şevket Rüşdiye mekteplerinde okutulmak üzere kısmen tercüme tarafından kaleme alınan “Fizik Dersleri”. Yukarıda ismi kısmen telif suretiyle kaleme alınan “Amelî Hendese ve geçen diğer iki kitap gibi bu da iki cilt olarak çıkmış. 1340 Resm-i Hattî” (Uygulamalı Geometri ve Çizim) isimli eser (1921) yılında İstanbul’da Cihan Biraderler Matbaası’nda Kaymakam Hasan Fuad imzasını taşıyor. İstanbul’da, 1312 basılan kitap, kız ve erkek sultanilerin sekizinci senelerinde (1895) yılında Karabet Matbaası’nda, Maarif Nezareti’nin ve idadilerde okutulmak üzere kabul edilmiş. İncelediğimiz ruhsatıyla ikinci kez basılan eserin müellifi, Harbiye ve nüsha bir kız lisesi talebesinin, Leman Nusret’in kitabıymış. Mülkiye’den Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kadar birçok yerde Leman Hanım, kitabın kendisine ait olduğunu, başına ismini ders veren biriymiş. yazarak belirtmiş. Bir diğer kitap Üsküdar Mekteb-i İdadisi müdürü Kimya Mehmed Abdi’nin yazdığı “Talim-i Hendese”. Eser idadi Bugün olduğu gibi Osmanlı devrinde de sadece liselerde mekteplerinin dördüncü sınıflarında okutturulmak üzere okutulan Kimya, fen bilimlerinin üç sacayağından biriydi. Maarif Nezareti tarafından kabul edilmiş. İstanbul’da, Kasbar Tıp Fakültesi Kimya Muallimi Hadi Faik tarafından Matbaası’nda 1314 (1897) yılında basılan eser 133 sayfa. hazırlanan “Kimya Dersleri” isimli eser İstanbul’da 1331 ŞUBAT 2012 YEDİKITA 63


M. Sâtı’ın Fizik ve Kimya’ya dair eserinden sayfalar

Tıp Fakültesi Kimya Muallimi Hadi Faik Beyefendi’nin tashihinden geçmiştir.” Robert Kolej’de ve İstanbul Sanayi Mektebi’nde öğretmenlik yapan Mühendis-Kimyager Fuad Necati Bey’in eseri olan “Umumi Kimya Ders Kitabı” isimli kitap, İstanbul’da 1922 yılında basılmıştı. Eser, sultaniler ve sair orta mektepler için hazırlanmıştı. Berlin Üniversitesi Kimya Fakültesi’nden mezun olan Nakiyüddin ise Osmanlı’nın son devri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında, liselerin en meşhur kimya kitaplarından birini kaleme almış, eser yıllarca okutulmuştu. Eserin adı “Kimya” idi.

(1915) yılında Maarif Nezareti tarafından bastırılmıştı. Kitap, mekâtib-i sultaniyenin yani liselerin onuncu senesine mahsustu. Darulmuallimin (Öğretmen Okulu) müdürü M. Sâtı tarafından kaleme alınan “Mebadi-i Ulum-ı Tabiiyeden Hikmet ve Kimya” (Tabii İlimlere Giriş: Fizik ve Kimya) isimli eser de o devirde hem fizik hem de kimya derslerinde okutulan kitaplardan biriydi. Eser İstanbul’da ilk defa 1327 (1911) yılında basılmış, bir sene içinde üç baskısı yapılmıştı. Burdurlu M. Hayati’nin yazdığı Kimya-yı Gayr-ı Uzvi (İnorganik Kimya) isimli eserin 1331 (1915) yılında ikinci baskısı çıkmıştı. Eser idadi ve sultani mektepleriyle öğretmen okullarına mahsus olarak hazırlanmıştı. Kanaat Kütüphanesi tarafından neşredilen eser, kapağında yer alan şu ifadelerle tanıtılmaktadır: “Madde ve cisim ile kimyevi fiiller hakkında genel bir fikir verecek gerekli ve yeterli bilgiyi, kimyanın umumi kanun ve kaidelerini, madenimsi ve madenlerden ibaret olan basit cisimler ile önemli ve kullanılan bileşimlerini ve araştırma usullerini, talebe için faydalı daha birçok malumat ile genel usuller ve cetvelleri içeren bir eser olup

64 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Eserler: Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi

Bir Biyoloji kitabında iskelet çizimi ve teferruatı

Umumi Kimya adlı ders kitabından bir sayfa

Biyoloji kitaplarından sayfalar

Biyoloji Bilindiği gibi biyoloji, bitki ve hayvanların köken, yapı, üreme, gelişme vs. özelliklerini inceler. İdadilerde okutulan derslerden olan biyolojinin, Osmanlı devrinde tek bir ders adı altında değil de daha çok konularına göre farklı dersler olarak işlendiğini görüyoruz. Bu konular bitkiler, hayvanlar ve madenlerdir. Bu üçüne Mevâlîd-i Selâse denirdi. Bunlar İlm-i Hayvanat, İlm-i Nebatat ve İlm-i Maâdin/İlm-i Tabakatü’l-Arz olarak isimlendiriliyordu. Aslına bakılırsa madenler ve jeoloji ilmi, biyolojinin değil fizik ve kısmen de coğrafya ilminin sahasına girmektedir. Fakat Osmanlı devrinde bu üç konu birlikte değerlendirildiğinden biz de bunu bozmadık. Mekteb-i Mülkiye İdadisi, Daruşşafaka ve Darulmuallimîn’de İlm-i Hayvanat ve Nebatat öğretmeni olan Hüseyin Remzi, pek çok kitaplar telif etmiş velut yazarlardan biri olup dersini okuttuğu bu iki ilme dair de birer kitap yazmıştı. Muharririn, Muhtasar İlm-i Hayvanat (Kısa Hayvanlar İlmi) isimli çalışması idadi mekteplerinde


okutulmak üzere Maarif Nezareti tarafından kabul edilmiş ve İstanbul’da Mahmud Bey Matbaası’nda 1321 (1904) yılında basılmıştı. Eser “muhtasar” ismiyle çıkmakla birlikte 340 sayfa idi. Yazarın “İlm-i Nebatat” (Bitkiler İlmi) isimli kitabı da yine liselerde okutulmak üzere Maarif’çe kabul olunmuştu. 1320 (1903) yılında Mahmud Bey Matbaası’nda basılan eser, Tıbbiye Mektebi’nin tedkîk-i müellefât komisyonu tarafından incelenmiş ve münderecatı terakkiyât-ı hâzıraya mutabık bulunup liselerde okutulması uygun görülmüştü. Halil Edhem tarafından tercüme edilen “Muhtasar İlm-i Tabakatü’l-Arz” (Kısa Jeoloji) isimli eser, liselerde okutulmak üzere Maarif’in kabul ettiği kitaplardan biriydi. İstanbul’da 1321 (1904) senesinde basılan eserin bütün hakları Daruşşafaka’ya aitti ve içinde 59 şekil bulunuyordu. Yukarıda bahsettiğimiz bu üç kitap bir arada ciltlenmiş olup sırtına da ciltleme esnasında “Mevâlîd-i Selâse” yazdırılmıştır. Bu da bu üç konunun birlikte mütalaa edildiğinin güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır.

bulunmuştu. Meşhur yazarlarımızdan Ahmed Rasim’in kaleme aldığı “Resimli Küçük Tarih-i Osmani”, bütün iptidai mekteplerde okutulmak üzere Maarif Nezareti tarafından kabul edilmişti. Tefeyyüz Kütüphanesi neşriyatından çıkan eser İstanbul’da 1329 (1913) yılında basılmıştı. “Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarih-i Osmani” isimli eser Ahmed Reşid tarafından iki cilt olarak kaleme alınmış tafsilatlı bir Osmanlı Tarihi idi. Bütün idadi mekteplerinde okutulmak üzere hazırlanan kitap, İstanbul’da 1328 (1912) yılında basılmıştı. Ali Reşad’ın “Tarih-i Umumi” isimli eseri İlkçağ ve Ortaçağ tarihlerini içine alan bir dünya tarihi idi. Sultani mekteplerinin dördüncü sınıfları için kabul edilen eser, 1331 (1915) yılında Kanaat Kütüphanesi yayınlarından çıkmıştı.

Ahmed Reşid’in liselerde ders kitabı olarak okutulan Tarih ders kitabından sayfalar

Muhtasar Coğrafya Risalesi’nde yer alan dünya haritasıyla liselserde okutulan bir coğrafya ders kitabı

Coğrafya

Tarih Ümmü’l-ulûm yani ilimlerin anası olarak tarif edilen tarihin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Osmanlılar da tarih ilmine her zaman itibar ederek mühim bir yer vermişlerdir. Hadiseleri yazmak üzere resmi tarihçiler yani vakanüvisler tayin etmeleri bunun başlıca bir işaretidir. Tarihin birçok alt dalı olmakla birlikte Osmanlı mekteplerinde tarih, daha ziyade İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi (Milli Tarih) ve Umumi Tarih (Dünya Tarihi) olarak üç farklı kısımda öğretiliyordu. Ali Seydi tarafından kaleme alınan “Tarih-i İslam” isimli kitap iptidailere mahsustu. İstanbul’da İkdam Matbaası’nda 1326 (1910) yılında basılan eser Hazret-i Adem’den başlayarak Osmanlıların ortaya çıkışına kadar İslam tarihini anlatıyordu. Müellif eserin başına, tarihi nasıl öğreteceklerine dair muallimlere bir hatırlatmada

Tarih gibi coğrafya da Osmanlılarda geçmişi çok eskilere dayanan, Piri Reisler, Katib Çelebilerle şanı yüceltilmiş bir ilimdi. Mekteplerde de coğrafyaya çok ehemmiyet veriliyordu. Osmanlı mekteplerinin gelişmesi yönünde büyük hizmetleri geçen meşhur eğitimcilerimizden Selim Sabit’in yazdığı “Muhtasar Coğrafya Risalesi”, sıbyan mekteplerine mahsustu. 1293 (1876) yılında üçüncü defa basılan eser 53 sayfa olup, sonuna iki de küçük dünya haritası eklenmişti. Darülfünun Coğrafya Müderrisi Faik Sabri Bey tarafından yazılan “Çocuklar İçin Coğrafya Hikâyeleri” isimli eser, iptidai mekteplerin ikinci sınıflarına mahsustu. 1337 (1921) yılında İstanbul’da basılan kitap, Maarif Nezareti tarafından açılan müsabakada birinciliği kazanmıştı. Eser, adından da anlaşılacağı gibi coğrafyayı çocuklara hikâyelerle öğreterek sevdirmeyi amaçlıyordu. Mekteb-i Mülkiye’den mezun olup Darülfünun ve Ticaret Mektebi’nde İktisadi Coğrafya muallimi olan Safvet tarafından kaleme alınan “Resimli ve Haritalı Coğrafya-yı Osmani”, tedrisat-ı tâliyenin yani

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 65


Eserler: Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi

Dini Dersler, Arapça, Farsça, Fransızca ve kız mekteplerine mahsus eserlerden örnek sayfalar

66 YEDİKITA ŞUBAT 2012


ortaöğretimin (liselerin) ilk senelerine mahsus olup aynı zamanda taşra idadi mektepleriyle rüşdiyelerin ikinci sınıfları için de kabul edilmişti. 1328 (1912) yılında ikinci baskısı yapılan kitap, Kütüphane-i Askeri tarafından neşredilmişti. Coğrafya dersi için küre, atlas ve haritalar da kullanılıyordu. Özellikle mektepler için çok sayıda atlas basılmıştı. Tüccarzade İbrahim Hilmi’nin rüşdiye mektepleri öğrencileri için hazırladığı “Rüşdiye Cep Atlası” isimli eseri buna örnek gösterebiliriz.

Diğer Dersler

Yukarıda bugün okullarda öne çıkan bazı dersleri tek tek incelemeye çalıştık. Aşağıda diğer bazı derslerden de bahsedeceğiz. Makalemiz hacmini fazlasıyla doldurduğundan bu derslerden kısaca bahsetmek durumundayız. Bu derslerin bir kısmının bugün okullarda okutulmayan dersler olduğunu ifade edelim. Din derslerine Osmanlı mekteplerinde fazlasıyla ehemmiyet verilirdi. İlkmekteplerde derslerin ağırlığını dinî dersler (Kur’ân-ı Kerîm, Tecvid, İlmihal) teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslâm âlimi olarak yetişmek arzusundaysa zaten iptidaiden veya rüşdiyeden sonra medreseye geçerdi. Yukarıda okulların ders programlarını verdiğimiz kısımda görülebileceği gibi orta ve lisede de dini derslere ehemmiyet verilmeye devam ediliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan düzenlemelerde din derslerinin saatinin arttırıldığı da görülmektedir. Dini dersler için birçok kitap olmakla birlikte bilhassa rüşdiyelerin üçüncü sınıflarında Dürr-i Yekta, dördüncü sınıflarında Nimet-i İslam okutulduğu bilinmektedir. Arapça ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisi suretiyle de icra ediliyordu. Mesela Mehmed Zihni Efendi’nin Arapça’nın öğretilmesi konusunda yazdığı el-Müşezzeb, el-Muktazab gibi kitaplar bazı mekteplerde okutuluyordu. Farsça öğretiminde ise öncelikle Farsça kavaidi öğreten kitaplar işleniyor, sonra Nasihatü’l-Hukemâ, Pend-i Attar ve Gülistan gibi kitapların okutulmasıyla derslere devam ediliyordu. Muallim Feyzi’nin yazdığı “Zebân-ı Farisi” o devirde Farsça öğretiminde kullanılan meşhur kitaplardan biriydi. Yabancı dil olarak o devirde bütün dünyada diplomasi dili olması itibariyle daha ziyade Fransızca öğretiliyordu. Bedraka-i Lisan-ı Fransevi isimli kitapla Berliç Usulü Fransızca öğreten kitaplar meşhurdu. Bahriye Mektebi gibi bazı okullarda ise İngilizce öğretilmekteydi. Mantık ve felsefe, aynı tarih ve coğrafya gibi eski

ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Psikolojiye ruhiyat, sosyolojiye ictimaiyat deniliyordu. Bu iki ilme de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmeye başlanmıştı. Makalemizin çeşitli yerlerinde kız mekteplerine mahsus derslerden söz etmiştik. Burada tekrar etmek yerine “Kızlara Mahsus İdare-i Beytiye” isimli kitaptan bahsetmek istiyoruz. Eser, bir ev ekonomisi kitabı ve kız talebelere mahsus. A. Rıza tarafından kaleme alınan eser İnas (Kız) Mektepleri’nin altıncı senelerinde okutulmak üzere Maarif’çe seçilip kabul edilmiş. Eser, İstanbul’da 1315 (1898) yılında Karabet Matbaası’nda basılmış.

Sonuç Yerine

Ders kitapları elbette bu tanıttıklarımızdan ibaret değil. Bir ders kitabının bugün olduğu gibi farklı sınıf ve okullara göre tertip edilmiş farklı versiyonları o gün de vardı. Ayrıca yeni baskıları yapıldıkça kitaba ilaveler de yapılabiliyordu. Osmanlı devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özege’nin beş ciltlik kataloğuna veya Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini tavsiye ederiz. Peki, biz bu yazıyı yazarken nereden mi istifade ettik? Bu tanıttığımız kitaplar, Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunmakta olup bunlardan mektep kitabı vasfı olanları tek tek tesbit edip elemeye tabi tuttuk, tamamını bizzat görüp inceleyerek size aktarmaya çalıştık. Osmanlı devrinde okutulan fen ve teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir. Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek büyük gelebilir. Mesela en basitinden Türkçe dersi… Bugünkü gibi katliama uğramış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı. Yazımızı bir mükâfat belgesinde yer alan şu güzel beyitle noktalayalım: ıı İlmin ulüvv-i kadrini ber-vech-i bihterîn İsbât eder şehâdet-i “hel yestevi’llezîn” Kaynaklar (Metinde Gösterilen yahut Gösterilmeyen Mektep Kitapları Hariç): Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Ankara 2007; Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Ankara 1999; Selman Soydemir, “Osmanlı Mekteplerinde Mükâfatlar”, Yedikıta Dergisi, sayı 10, İstanbul Haziran 2009, s. 52-55; a. mlf, “Osmanlı Mekteplerinde Karneler”, Yedikıta Dergisi, sayı 22, İstanbul Haziran 2010, s. 32-39; İsmail Kara - Ali Birinci, Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri, İstanbul 2005; Osman Doğan, Sultan İkinci Abdülhamîd Han Devri Osmanlı Mektepleri Fotoğraf ve Planlar, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2007; Faruk Kasım Bilgeoğlu, “Çocuklar İçin Coğrafya Hikâyeleri”, Yedikıta Dergisi, sayı 9, İstanbul Mayıs 2009.

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 67


Vesikalar Arasında SABİT TUNÇ

Kanunî Sultan Süleyman Han’ın bir minyatürü

“Vakıf Paralarını Zimmetinde Bulunduranlar Hemen İade Etsinler!..”

68 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Osmanlı tarihinin en muhteşem çağına damgasını vuran Kanuni Sultan Süleyman 46 yıl padişahlık yaparak en uzun süre Osmanlı tahtında kalan sultan olmuştur. Saltanatı devrinde himayesi altında bulunan milletleri en âdil bir şekilde idare etmiş, kıl ucu kadar dahi olsa kanunların sınırından çıkmamaya çalışmış ve üç kıtada huzuru sağlamak için at üstünden inmemiştir. İdaresi altında bulunan beylerbeyi, sancakbeyi ve kadı gibi memurları yakinen takip eden Sultan Süleyman, taşradan gelen şikâyetleri de takip ediyor ve bunları çözüme kavuşturmak için gayret sarf ediyordu. İşte bu şikâyetlerden biri de Siroz’dan gelmiştir. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Han, şikâyete konu olan ve bir kişinin üzerinde iken onun ölümüyle varislerine intikal eden vakıf paralarıyla alakalı olarak Siroz kadısına bir ferman göndermiştir. Ecdadımız Osmanlı, vakıf gelirlerinin muhafazası, yerli yerinde harcanması konusunda azami derecede dikkat göstermiştir. Buna karşılık ise vakıf para ve mallarını haksız yere üzerinde bulunduranlar hakkında da ağır hükümler vermiştir. Şikâyete konu olan hadisede, daha önceleri vakıf mütevellisinin kaymakamlığı yani vekilliği görevinde bulunan Taşcı Sinan’ın üzerinde iken, vefatıyla evlatlarına geçen vakıf paralarının acilen geri alınması, muhakeme edilip özür ve bahane kabul edilmeksizin gereğinin acilen yapılması konusunda azami dikkat edilmesi tembih edilmektedir. “Tuğra: Süleyman Şah bin Selim Şah Han el-muzaffer dâimâ “Kadıların ve hâkimlerin övüncü, bütün halkın önde gelenlerinin en seçkini, fazilet ve sözün madeni olan Mevlana Siroz Kadısı’na -fazileti ziyadeleşsin- emrimdir.


Yüce fermanım sana ulaştığında şunu bil ki şimdiki halde elinde benim fermanım olan Seyyid Mehmed adlı kişi “Siroz’da bulunan Rukiyye Hatun Vakfı’nın ve Taci Hatun Vakfı’nın da mütevellisiyim. Bahsedilen vakıfların malından olmak üzere eskiden kaymakamım olan Taşçı Sinan adlı kişide 21.600 akçe vakıf parası bulunmaktaydı. Kendisi vefat edip, paralar üzerinde kalıp varisleri muhallefatına (geride bıraktıklarına) el koydular. Bu paranın şeriat hükmünce vakıf için iade edilmesini isterim.” diye, bana arz ederek bildirdi. Böyle olunca buyurdum ki: Fermanımla birlikte sana geldiği zaman, hasımlarıyla bir araya getir ve daha evvel davası görülmemişse şeriat hükmünce denetleyip bak. Konu doğru ise, muhallefat içinde bulunan vakıf parasını eksiksiz olarak alacak şekilde mahkemesini gör. Bu konuda özür, bahane ve gevşeklik ettirmeden, hakkını almadan bırakma. Ayrıca “Benim hüccet-i şeriye ile tasarruf ettiğim bir mülk değirmenimi, Kasap Mehmed adlı kişi haksız yere eline geçirerek bana zulmetti. Şeriat hükümlerine göre mahkemesi yapılarak bana iâde edilmesini isterim.” dedi. Bu konunun da mahkemesini gör. Şeriatın gereği ne ise onu uygulayıp gerekli hükmü vererek hakkı yerine getir. Hiç kimseye şeriata aykırı harekette bulundurma. Doğruluk üzere bulunup yalan dolandan kaçınıp bu konuda söz hakkı olmayanları bu davaya karıştırma. İnat edenlere cezalarını ver. Bana arzetmeni gerektirecek bir şey varsa arz et. Bunu böylece bil ve alâmet-i şerîfime güven.

görülmesini talep iderüm dedi. Anı dahi göresiz. Muktezâyı şer‘-i kavîm her ne ise icrâ idüp lâzım ve müteveccih olanı hükm idüp yerine koyasız. Kimesneye şer‘-i şerîfe muhâlif iş itdürmeyesiz. Hak üzre olup tezvîrden hazer idüp kaziyyede medhali olmayanı dahl itdürmeyesiz. Temerrüd ideni sekidesiz. Arza muhtâc olanı arz idesiz. Şöyle bilesiz alâmet-i şerîfe i’timâd idesiz. Tahrîren fî-evâhiri Cemâziye’l-ûlâ sene selâse ve hamsîn ve tis’a-mie Be-makâm-ı Kostantiniyye (Ali Emîrî Tasnifi Birinci Süleyman 4) ıı

Temmuz 1546, İstanbul’da yazıldı

Mefharu’l-kuzât ve’l-hukkâm zübdetü vülâti’l-enâm ma‘denü’l-fazl ve’l-kelâm mevlânâ Siroz kâdîsı zîde fazluhû tevkî‘-i refî‘-i hümâyûn vâsıl olıcak ma‘lûm ola ki: Şimdiki hâlde işbu dârende-i fermân-ı hümâyûn Seyyid Mehmed nâm kimesne dergâh-ı mu‘allâma arz-ı hâl idüp kazâ-i mezbûrda vâkı‘ olan merhûme Rukiyye Hatun Vakfı’nın mütevellîsiyim ve bundan gayrı Tâci Hatun Vakfı’nın dahi mütevellîsiyim. Zikr olunan vakıfların malından sâbıkâ kâimmakâmım olan Taşcı Sinân nâm kimesnede yirmi bir bin altı yüz akçe olup, fevt olup üzerinde kalup vârisleri muhallefâtını kabz eylediler. Şer‘le vakf içün taleb iderüm diyü bildirdi. Eyle olsa buyurdum ki: Hükm-i hümâyûnumla vardukda husemâyı berâber idüp bir def‘a şer‘le fasl olunmamış ise ber-mûceb-i şer‘-i kavîm teftîş idüp göresiz. Fi’l-vâkı‘ kaziyye arz olunduğu gibi ise ba‘de’s-sübût şer‘le hükm idüp muhallefâtından vakf içün bî-kusûr alıviresiz. Özr ü bahâne ve ta‘allül itdürmeyüp alıvermeyince olmayasız. Ve benüm hüccet-i şer‘iyye ile mutasarrıf olduğum mülk değirmenimi Kassâb Mehmed nâm kimsene bi-gayrı hakk zabt idüp ta‘addî eyledi, şer‘le ŞUBAT 2012 YEDİKITA 69


yüzyıl önce, yüzyıl sonra

Şam Kapısı, Kudüs

70 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Bu sayfayı www.yedikita.com.tr’den indirebilirsiniz

Berceste Kâbil-i feyz olana ehl-i hüner buhl etmez (Beliğ, Yenişehirli Mehmed Emin) İlim ve irfan sahipleri anlayışı, kavrayışı yerinde olan ve feyz almaya kabiliyeti bulunanlara cimrilik etmez, bütün ilimlerini verirler. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 71


Osmanlı Basınından SALİH ZOROĞLU Maarifperver padişahımızın sayesinde Balıkesir’de bu defa yeni açılan kız mektebi öğrencilerinin bir kısmı (Malumat, numara: 390, 29 Rebiulevvel 1321 [25 Haziran 1903])

72 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Sen Vergiden Muafsın!

Prusya Kralı Büyük Frederik’i, mabeyncilerinden birisi, verginin herkesin akıl ve iz‘anına göre farklı derecelerde alınması hususunda ihtar etmiş. Bu durumda herkesin, rüşt ve doğruluğunu isbat edip ahmaklıktan uzak olduğunu göstermek üzere fazla vergi vermeye mecbur olacağını söylemiş. Frederik, bu ihtarından memnun olduğunu ve kendisini bütün vergilerden affettiğini ifade edip adamı ahmaklar zümresine dâhil edivermiş. (Ruzname-i Ceride-i Havadis, numara 505, 18 Cemaziyelevvel 1279 [11 Kasım 1862])

120 Yaşında Bir İhtiyar

Soma kazasına bağlı Tırhala köyü imamı Kasım Şükrü Efendi 120 yaşında bulunuyor. Bu zat 1191 (1777/1778) tarihinde Tırhala köyünde doğmuş, medreseye devam ile hatm-i şerif indirip Silistre Muharebesi zamanında gönüllü olarak askere gitmiş ve birçok muharebelerde bulunarak gazilik namını kazanıp köyüne dönmüştür. Şükrü Efendi’nin bütün (zihnî, bedenî) kuvvetleri yerinde ve vücudu zindedir. Cennet-mekân firdevs-âşiyân Sultan Mahmud-ı Adli (İkinci Mahmud) hazretleri zamanından beri meydana gelen vakaları noksansız olarak nakil ve hikâye eder. Köye bir saat mesafede bulunan kiraz bahçesine yayan olarak 70 yaşında bulunan küçük oğluyla beraber gidip gelirler. Çocuk ve torunları, kız-erkek 45 kişiye ulaşır. Nasıl bahtiyarlık değil mi? Allah cümleyi böylece uzun ömürlü eylesin.

(İlave-i Malumat, numara 21, 2 Teşrin-i Sani 1311 [14 Kasım 1895]) ŞUBAT 2012 YEDİKITA 73


Osmanlı Basınından Ömer Muharrem Sabunu İzmir, Bursa ve Torino güzel sanatlar sergilerinden nefislik ve halisliğine dair birinci derecede madalyalar kazanmaya muvaffak olmuş dâhilî mamulâtımızdandır

Ömer Muharrem Sabunu

Elektrik Arabası Hayal Değil Hayvan çekmeden petrol, buhar, gaz ve elektrik gibi bir vasıta ile şehir içinde hareket etmek üzere bir araba icadına pek çok zamandan beri gayret sarf olunmuş ve bu yolda birçok icatlar meydana konulmuş ise de hiçbiri, ihtimal istenilen mükemmeliyete sahip değil ki yaygınlaşmıyor. Şimdiye kadar icat edilen makineli arabalardan birkaç numune göstermiş ve bu hususta iki makale derç etmiştik. Elektrik kuvvetinin küçük bir araba içinde pek az tutulabileceği söylenerek bu kuvvetin yardımıyla araba yürütmekten ümit kesilmesi söyleniyorsa da şehir içindeki arabaların kat edeceği mesafe yüz kilometre olmayıp küçük seferlerden ibaret bulunacaktır. Ayrıca üç dört saat dolaşan araba yine hareket noktasına geleceğinden, elektrik bataryalarını değiştirmek için vakit bulunabilir. Elektrikle işlemek üzere İtalya parlamentosu azasından Joseph Carlo bu yakınlarda bir araba yaptırmıştır. Arabanın şekli son sayfadaki resmimizde görülmektedir. Elektrik bataryası arabanın ön tarafındaki sandık içine yerleştirilmiş olup burada meydana gelen hareket ettirici kuvvet, doğrudan doğruya bir dişli zincir vasıtasıyla arka tekerlekleri hareket ettirmektedir. Bir manivela vasıtasıyla arabanın hareketleri düzenlenmekte yani istenilen sürat verilmekte yahut sürati azaltılıp istenilen noktada durdurulmaktadır. İşte bu arabadan da anlaşıldığına göre şehirlerde elektrik kuvveti ile araba işletmek bir hayal olmayıp tatbik dairesine girmektedir. Joseph Carlo’nun yaptırdığı araba da bu tatbikatın en güzel numunelerinden sayılır. Şehirlerde elektrik merkezleri tesis olunmak ve elektrik pilleri bir derece daha ıslah edilebilmek gibi ilerlemeler meydana gelince bu meseleye de hallolunmuş nazarıyla bakılabilir. Her ne kadar Mösyö Carlo’nun arabasında yolcuların istirahatını temin edecek düzen ve zarafet görülmüyorsa da bunlar fen dairesinden çok arabacılık sanatına aittir. Mesele münasip bir hareket ettirici kuvvet bulmaktadır. Bu kuvvet bulunduktan sonra arabaları istenildiği şekilde yapmak, gayet mükemmel ve muntazam imal etmek işten sayılamaz. (Servet-i Fünûn, numara: 160, 24 Mart 1310 [5 Nisan 1894])

74 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Elleri katiyen çatlatmaz, çamaşırları parçalamaz, topraksız, hilesiz bir sabundur Anadolu’nun muhterem ahalisinin büyük bir kısmı “Ömer Muharrem Sabunu” kullanmaktadır. İstanbul’un muhterem ahalisine de Müslüman mamulâtından olan “Ömer Muharrem Sabunu” kullanmalarını tavsiye ederiz. Şubeleri: İzmir’de Belediye civarında Ömer Muharrem Ticarethanesi İzmir Şubesi Milas’ta Ömer Muharrrem Ticarethanesi Milas Şubesi Antalya’da İskele Yokuşu başında Ömer Muharrem ve Şeriki Merkezi: İstanbul’da Asmaaltı’nda 93 numarada Ömer Muharrem Ticarethanesi’dir. (Milli Nevsal, 1922)


Garip Bir Mezar

Gök ile yer arasında asılı olan bu mezar İngiltere’de bulunmaktadır. Esasen bir kule şeklindedir. Tam ortasında mermer bir tabutun iki ucu görülüyor. Rivayete göre bu mezarın sahibi “cesedim yerin üstünde bulundukça vârislerim emlâkime sahip olsunlar” diye vasiyet ettiğinden vârisler, bu şartı daimi bir şekilde yerine getirmenin çaresini -ancak resimde görüldüğü gibi mezar yaptırmaklabulmuşlar. (Şehbal, numara: 4, 15 Nisan 1325 [28 Nisan 1909])

Amerika ve Almanya’da Sigara Yasağı

Birleşik Amerika’nın New York şehrinde tütün kullanımının yasaklanması için birçok şirketler kurulmuş ve hele çocukları korumak hususunda bir hayli tedbirlere başvurulmuştu. Bu defa sekizon yaşında bulunan çocukların evlerinden dışarıda her nerede tütün içmekte oldukları görülürse cezaya çarptırılacakları, velilerin malumu olmak üzere resmen ilan edilmiştir. *** Almanya hükümeti tarafından kışlalar ile tren ve tramvaylar içinde tütün içilmesi kesinlikle yasaklanarak keyfiyet gereken duraklara resmen tebliğ edilmiştir. (İkdam, numara 142, 23 Cemaziyelahir 1312 [21 Aralık 1894])

Hırsız kumpanyası şürekâsı —Bekle, mebuslar yeni polis teşkilâtını reddetsin de işe öyle başlayalım dedim, dinlemedin. Bekleseydin şimdi böyle kapana tutulmazdık. (Cem, numara 25, 23 Nisan 1327 [6 Mayıs 1911]) ŞUBAT 2012 YEDİKITA 75


Kitap Sarrafı EDİTÖR: OSMAN ÖZEN

Devlet ve Memleket Görüşlerim I-II

A. Atilla Çetin Çamlıca Basım Yayın 19,5x23 ................................................................................................................................................ İki kitaptan oluşan ve Prof. Dr. Atilla Çetin tarafından hazırlanan “Devlet ve Memleket Görüşlerim” adlı bu çalışma bizzat kaleme aldığı hatıratı olmayan Sultan Abdülhamid Han’ın dikte ettiği bir nevi “hatırlatma” ve görüşlerden oluşuyor. Çalışma oldukça orijinal ve bir o kadar da hayatî bir nitelik taşıyor, zira sarayın içinde ve dışında etrafında bulunan birtakım kimseler ve yine aile efradından kimilerinin yazıp yayınladıkları kitaplar, diyebiliriz ki Ulu Hakan’ı yalnızca kısmen tanıtabilmekte, onu siyasî ve millî görüşleriyle bire bir aksettirmek imkânından muhakkak ki mahrum bulunmakta. Sultan Abdülhamid Han neden bu derece önemli, onun görüşleri niçin bu kadar kıymetli peki? Önemli, zira saltanat ve hilafeti hedef alan hemen bütün siyasî hesaplar bu dönemde yoğunlaşıyor. Emperyalizmin ve liberalizmin bayraktarı(!) İngiltere 19. asrın son çeyreğinde politikasını Osmanlı’yı bir biçimde ayakta tutmak değil, alaşağı etmek üzerine bina etmiş. Önemli, çünkü bütün yakıştırmalara rağmen hem milletini hem de devletini kollamış ve gözetmiş bir “ulu hakan” o. İşte sultanın uzun yıllar siyasetten maliyeye, maariften sanayiye pek çok sahada verdiği bu zorlu mücadele muhtelif şahıs ve makamlara hitaben kaleme aldırdığı “muhtıralar” diye anılan belgelerde gözler önüne seriliyor. Sultanın saydığımız konularda ve yine dönemin mühim simaları hakkında bazı görüşleri de var bu kitapta. Çamlıca Basım Yayın, Atilla Bey’in 30 küsur sene evvel neşrettiği aynı başlıklı çalışmayı da titiz bir kontrolden geçirmek suretiyle yayına hazırlamış. Bahsi geçen muhtıralar satır satır yeniden okunmuş ve hatalar düzeltilmeye çalışılmış. Gereken yerlerde dipnotlar eklenip sadeleştirilmesi yapılan ikinci cildin aksine orijinal dili korunmuş. Kitabın takdim kısmında yazıldığına göre, çalışmanın bu şekilde yayınlanmasından maksat, okura tarih literatüründe bir nebze de olsa mesafe kazandırmak, o günün dilinin aslında bugünkü dili besleyebilecek “deyim ve terim”lerle dolu olduğunu göstermekten ibaret imiş.

Selef-i Sâlihîn’in Yüce Ahlakı

İmam Şârânî Bedir, 564 Sayfa

Bu Atlı Geçide Gider

M. Necati Sepetçioğlu İrfan, 336 Sayfa

76 YEDİKITA ŞUBAT 2012


Rus ve İngilizlere Karşı Bir Osmanlı Zabiti (1917-1918)

Hazırlayanlar: Raif İvecan, Ahmet Efiloğlu Timaş - 2011 220 Sayfa ......................................................................................................................................................... Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbi’nde savaştığı cephelerden biri de Irak’tır. Eserde, Osmanlı Devleti’nin Irak Cephesi’ndeki mücadelesi anlatılmaktadır. 6 Haziran 1917 ile 1 Mayıs 1918 tarihleri arasında geçen zamanı aktaran bu muharebe günlüğü Serezli Mehmed Ragıb Efendi’ye ait. Mehmed Ragıb Efendi sadece nasıl ve nerede savaşıldığını değil, ordunun içinde bulunduğu çaresizliği, askerlerin açlık ve sefaletle imtihanını, kendisine göre komutanların verdiği isabetsiz kararları ve stratejik bilgileri, özlem ve hasretlerini, yani savaşın en insani yönlerini bütün samimiyetiyle günlüğüne yansıtmıştır. Kahramanımız cephede çok zor şartlar altında, yaşadığı her şeyi günü gününe defterine aktarmış adeta elindeki deftere içini dökmüştür. Defter, böyle şahsi muhtevası yanında Osmanlı askerinin durumu, savaşılan yerlerin coğrafi ve etnik özellikleri hakkında da çok önemli bilgiler vermektedir. Günlüğün büyük bir kısmı İran sınırında Ruslarla yapılan çarpışmalara, diğer bölümü ise yazarın 1 Mayıs 1918’de İngilizlere karşı verilen mücadelede esir düşmesine kadarki yaşananlara ayrılmıştır. On bölümden oluşan eserin belki de en güzel yanı “resmî” değil şahsî oluşu ve bize savaşı tarihçi gözüyle değil, bütün sıkıntı ve ızdırabı “fiilen” yaşayan bir savaşçının gözüyle aktarmasıdır.

Antalya’da Türk Dönemi Kitabeleri Hazırlayanlar: Leyla Yılmaz, Kemal Tuzcu Türkistan ve Azerbaycan Araştırma Merkezi 273 Sayfa ...........................................................................................................

Tasmalı Çekirge İsmail Berduk Olgaçay İz Yayıncılık, 584 Sayfa

Osmanlı Doğu Vilayetleri Ali Emiri Efendi Babıali Kültür Yayıncılığı 246 Sayfa

Günümüz Antalya’sında turizmin yoğunluğundan Selçuklu ve Osmanlı eserleri ikinci planda kalmış, daha eski devirlere ait eserler ön plana çıkarılmıştır. Fakat bu sahil şehri ta 1207’de Selçuklular tarafından fethinden beri Müslüman idaresindedir ve içinde bu devre ait nice tarihî eser mevcuttur. Bunlardan en önemlileri de şüphesiz, şehre Müslüman-Türk damgasını vuran kitabelerdir. Bu çalışma, Antalya’nın Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ışık tutacak nitelikte olup önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Eser, eski yayınlardaki bilgilerle beraber Türk hâkimiyetinin bütün devrelerini de içine almıştır. Bu noktada, daha önceki yayınların sadece belli bir dönemi incelediğini belirtmek yerinde olur. Bu eserin bir diğer özelliği de daha önceki yayınlarda yapılan yanlış okumaların ve hataların burada düzeltilmiş, hiç okunamayan kitabelerin okunmuş olmasıdır. Eser, fotoğraflar ve kitabelerin günümüz harflerine aktarılması (transkripsiyon) ile desteklenmiştir. İki bölümden oluşan eserin birinci bölümünde sur kitabeleri ve bu kitabeler ışığında 13. asır Antalya şehri, Antalya fetihnamesi, sur kitabelerinin orijinal yerleri ele alınmıştır. İkinci bölümde ise “Yapı Kitabeleri” üst başlığı altında surdışı yapılarda bulunan Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine ait kitabelere yer verilmiştir. ŞUBAT 2012 YEDİKITA 77


Tarih Postası EDİTÖR: KEMAL ÖNCEL Soru: Televizyonda birkaç defa izlediğimiz Ömer Muhtar kimdir? Mensubu olduğu iddia edilen Senusilik nedir? Sultan İkinci Abdülhamid’le aynı dönemde yaşadığı için onunla tanışmış mıdır? Mehmet Yılmaz/Ankara

ıı

Ömer Muhtar 1862’de Libya’da Bingazi’nin Defne bölgesi Batnan kasabasında doğdu. Küçük yaşta babası ölünce, Şeyh Ahmed el-Giryânî’nin himayesinde tahsile başladı. Mısır sınırına yakın Tobruk iline bağlı Canzur Medresesi’nde Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrendi. Sonra Cağbûb’da İslâmî İlimler Enstitüsü’ne kaydolarak tahsilini tamamladı. Alçak gönüllü, cesur, vakar sahibi ve ilim ehli bir kimse olarak çevresinde tanındı. Uşi Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin Libya üzerindeki hâkimiyeti resmen sona erdi. İtalyan yönetiminin Trablusgarp’taki milliyetçi kuvvetler ve Berka’daki Senusilerle yaptığı uzlaşma görüşmeleri sonuçsuz kaldı. İtalyan işgal ve zulmüne son vermek için direnen Libyalılar Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin idâresinde birleştiler. Bu direniş kuvvetlerine Ömer Muhtar da katıldı. Birçok örnek davranışlar ortaya koyarak mücahitleri teşvik etti ve cesaret verdi. Ömer Muhtar’ın şöhretini duyan İtalyanlar ona büyük makam ve maddî imkânlar vaat ederek mücadeleden vazgeçirmeye çalıştılar. Fakat o; “Bizim burada yalnızca Allâhü Teâlâ’nın düşmanlarına karşı koymaktan başka bir ihtiyacımız yoktur.” cevabını verdi ve mücadeleyi kahramanca sürdürdü. Ömer Muhtar 1922’de İtalya’da iktidara gelen Faşistlerin Libya’yı sömürgeleştirme politikasına karşı 1923’te Berka’da yeni bir direniş hareketi başlattı. Cebelü’l-Ahdar’da yaşayan aşiretlerden topladığı gerilla güçleriyle başarılı baskınlar yaparak İtalyan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Mısır ve Sudan’dan gelen yardımların kesilmesine karşın, Bedevi köylülerin yardımıyla direnişini 1931’e değin sürdürdü. 11 Eylül 1931’de bir çarpışmada yaralanarak İtalyanlara esir düştü. Fizan kasabı lakabıyla şöhret bulan General Rodolfo Graziani’nin başkanlığında bir savaş mahkemesince ölüme mahkûm edildi ve Saluk’ta idam edildi. Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslüman gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19. yy.’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolü kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanlarını daima diri ve taze tutmuştur. Abdülhamid Han ve Ömer Muhtar’ın karşılaşmış olabileceğine dair kaynaklarda herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Sultan Abdülhamid 1909 yılında tahttan indirilmiş, 1918 yılında ise vefat etmiştir. Ömer

78 YEDİKITA ŞUBAT 2012

Muhtar’ın tanınması ve Libya’daki direniş hareketinin başına geçmesi ise 1920’den sonradır. Dolayısıyla padişahın onu “Çöl Aslanı Ömer Muhtar” vasfıyla tanımış olması tarihen mümkün görünmemektedir.

Soru: Osmanlı padişahlarının hiçbirinin hacca gitmedikleri doğru mudur? Doğruysa niçin gitmemişlerdir? Serhat Tugan/Afyonkarahisar

ıı Osmanlı padişahlarının hacca gidip gitmediği hususunda bugüne kadar çok çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Padişahların bir tanesi hariç diğerlerinin hacca gittikleri hakkında elimizde bilgi mevcut değildir. Bu bilginin olmaması padişahların hacca gitmelerinin mümkün olmadığını göstermez. Çünkü padişahların tebdil-i kıyafet ederek çok uzak yerlere gittiklerini, memleketlerini teftiş ettiklerini, halkın ahvali hakkında bilgi aldıklarını tarih kaynakları kaydetmektedirler. Mümkündür ki, bu şekilde de hacca gitmiş olabilirler. Çünkü maiyeti ve giyimi dışında padişah oldukları anlaşılabilecek başka bir emare mevcut değildir. Fotoğraf yok, tanınma yok. Geriye o zamanın ulaşım zorlukları ve hac yolculuğunun aylar sürmesi hesap edildiğinde tahttan ve devlet idaresinden uzak kalmanın riskleri kalmaktadır. Bu sebeple devlet idaresini boş bırakmak söz konusu olduğunda bu kadar ay hacca gidip gelme imkânı zorlaşmaktadır. Bir diğer husus ise, padişahın yokluğunun duyulması halinde payitahtta ve memlekette meydana gelebilecek karışıklıkların ciddi bir tehdit unsuru olmasıdır. Diğer taraftan o tarihlerde savaşsız yıl geçmiyor gibiydi. İçte ve dışta karışıklıklar söz konusu idi. Bu şartları en iyi şekilde sağlayıp devletini ve tahtını emin bir şekilde bırakıp hacca gitmek çok büyük bir risk idi. Zaten padişahların birinci vazifeleri, yani üzerlerine farz olan devlet ve millet umurunu (işlerini) düzene koymaktı. Ortada devlet olmazsa, bir padişahın hacı olması ne kadar menfaatli olabilirdi. Kendisi için elbette muazzam bir menfaat, ancak kendisine teslim edilen, emanet olan bunca millet-i İslamiye’nin ve tebaa-i Osmaniye’nin huzur ve emniyetini sağlamak en önde gelen bir vazife idi. Umumun kârı için hususun zararını tercih etmek durumunda kalınmıştır. Bunun yanında hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının kendi yerlerine vekil hacı gönderdiklerine dair çok sayıda vesika da mevcuttur. İlerleyen sayılarımızda bu hususta bazı makaleler yayınlayacağız.


Bulmaca SİRACEDDİN EL

ŞUBAT 2012 YEDİKITA 79


Tarihi İtiraflar

M. HİLMİ ANDIRIN

“Osmanlıları seviyorum... Onlar, cennetten bir köşe olan bu eşsiz memlekete yakışan, eşsiz insanlar. Yaradılışlarında semavî bir azamet, gönül alışlarında ise meleklerde bulunmayan bir mahviyet var. Bu büyük ruhlu milletin arasında vatanımı unutmaktan korkuyorum. Vatan, aziz ve pek aziz. Lâkin Osmanlı da aziz ve çok aziz!..” Conte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa)

80 YEDİKITA ŞUBAT 2012



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.