18.
sayı ekim - aralık 2008
3 YTL
www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org
‘Söylentilere göre kayzersoze türkmüş...’ marksizm ve hegel
egemenliğin ötesinde siyaset
toplumsal fabrika
ılısu barajı
FİRİK DEDE thomire xo gureto deste´ xo wenda wayire xo dano.* Dersimin İnsane Kamillerinden olan Firik Bava / Seyfi Firik Dede 106 yaşında 10 Temmuz 2007’de aramızdan ayrıldı. Dewrescemalu / Dervişcemal aşiretinden olan Firik Bava Dersim - Ovacık doğumludur. Ailesi tarafından eğitim görmesi için Erzincan’a gönderilir. Türkçeyi burada öğrenir. Daha sonraki yıllarında deyişlerinde, konuşmalarında bunun etkisi görülmektedir. En büyük acılarından birini 1981 yılında yaşar. Öğretmen Okulunda okuyan küçük oğlu Behzat Dersim’e ailesinin yanına gelir tatilde. Askeri darbenin generalleri işbaşındadır ve bütün köyler, ormanlar abluka altındadır. Bir gün evlerine gelirler ve "yol gösterme" gerekçesiyle oğlunu yanlarına alırlar. … Oğlu korkunç işkenceler sonucunda öldürülür. Firik Bava o günden sonra kimseyle konuşmaz ve kendi iç dünyasına döner, çekilir."Yüzün şems-i kamer gözlerin nurdur /Aynı hilale benzer kaşların" der Divaninin bir şiirine yaptığı deyişte üç telli thomiriyla (damur / cura). Oğlu Ekber de yapmış olduğu röportajlar da kardeşinin öldürülmesinin ailede yarattığı acıyı dile getirmiştir. Yoksul olmalarına rağmen devletten bir kuruş bile yardım istemeyeceklerini ve babasının gözünün önünde bulunmasın diye kardeşinin resimlerini İstanbul’a gönderdiklerini söyler. Ölünceye kadar sakalını kesmeyecektir artik. Sakalına her değdirdiği el gencecik fidanını hatırlatacaktır ona. "Değerlerinizi samancılara, tenekecilere satmayın, sarraflara satın" derdi değerlerinin, inancının Piri. Cem ayinlerinde koyu renkli bir ağaçtan yapılmış thomiri /cura ile bas kösede semahlarını okur, deyişlerini söylerdi. Değerini bilmeyeninin geleceğinin olmayacağını biliyordu çünkü. Yönetmen Buket Aydın Firik Dedeyi konu aldığı film çekimlerinden sonraki röportajında şunları söylüyor: "Bir Hızır Perşembesinde köhne ama içten hazinesine konuk olmuştum. Bir kat yatak, bir kuzine, bir saz ve dört duvar… Ama içten.. Ama sıcak.. Ama huzur dolu… Ve bütün dünya mallarından arınmış arı bir mekândı. Evden ayrılırken aklımda tek bir düşünce vardı. Değerlerini kaybedenler bir daha asla kendileri olamazlar, kendileriyle olamazlar. Asla geçmişlerini bilmez ve bu günü yaşayamaz ve yarına hazır olamazlardı."
Herkesin göç yollarına düşmesine inat O köyündeki tastan, toprak damlı evinden çıkmaz. Bilir toprağından kopuşun kendinden de kopuş olacağını bir anlamda. Köklerini toprağına atar, sarılır ona, bırakmaz bir daha. Munzur’un gözelerinden beslenir kökleri, Düzgün Babadan alır rüzgârını yelkenlerini açtığı insanlık denizine. Yüzünü her sabah doğan güneşe döner ve "Eli" sine yakarır, Xizirinda cem tutar, Düzgün Babanın kartalını gözetler. İki yüzyıl sığdırır hayatına. Yüzyılı asmış olduğu hayatında bilgeliğini, sakin anlatımını, inancını, İnsan-ı Kamilliğini görüyoruz her an. "Gönül bir gemidir sen dümenisin /Yelken açmak ister bu dervişlerin" derken Dersimlilerin ve insanlığın gönlünde gülen gözleriyle yelkenlerini açmıştır. Sabrın, inancın, direngenliğin, itikatin bilgesi Firik Bava; gelecek nesiller seni unutmamak üzere gönüllerinin denizine uğurlayacaklardır. Bundan kuskun olmasın. *tamurunu almis eline sahibine sesleniyor. Metin KAHRAMAN
Özne ve yapı arasında: Marksizm ve Hegel
3
Film sahnelerini aratmayan, her gün başka başka olağan şüphelilerin deşifre olduğu, ajanlarla, istihbarat savaşlarıyla dolu günler yaşıyoruz. Yarın gazetelerde ‘Söylendiğine göre Kayzer Soze Türkmüş’ diye bir başlık atılsa kimse garipsemeyecek sanki… Ancak bu film setinde bin bir komployla sahnelenen bu çirkin kavga bizim kavgamız değil. Bu çirkin kavga, egemen güçlerin iktidar kavgasıdır. Yeni bir egemenlik biçiminin, II. Cumhuriyet’in, AKP’nin Sezarizmi ile kuruluşunun sancılarıdır. Bizim kavgamızsa, egemenlere, mülk sahiplerine karşı mülksüzlerin verdiği kavgadır, isyandır! Ancak ne yazık ki, egemenler arasındaki bu kirletici savaşın, solun kendi içinde bir krize dönüşmesine tanık oluyoruz. Bu süreç içinde Marksistlerin söylem yokluğu ve Marksistlik adına modernist sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştırıyor. Modernist sol, Marksizme yabancılaşıyor. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur. Geleceğimiz tarihimizde saklı… Bugünün egemenlik ilişkilerinin çözümlenebilmesi, sermayenin diyalektiğinin eleştirisinden geçiyor. Egemen güçlerin iktidar kavgalarına karşı emeğin komünalizmindeki içkinliğe ve otonomiye ihtiyaç var. Bu, Marx’ın güncellenmesinin ve emeğin 21. yüzyıldaki politik paradigmasının ufuklarını açıyor. Sözümüzü tüketmek bir yana, tarihimizle ve geleceğimizle yoldaşça muhabbet edebilmenin zamanını ve heyecanını yaşıyoruz. Bize bu coşkuyu veren bütün devrimci tarihimize ve geleceğimize en içten selamlarımızla… Merhaba!
Toplumsal fabrika
10
Devlet aklının yeniden kuruluşu üzerine
15
23
İkinci cumhuriyet ve modernist solun krizi
6 Devlet ve egemenliğin ötesinde siyaset 28 Dile benden ne dilersen: Back up 30 Ücret, rant ve kârın bilişsel kapitalizmdeki yeni eklemlenmesi 39 Ilısu Barajı projesi 44 Derelerin kardeşliği 48 Dünya dönüyor (I)
İletişim için: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com
Otonom Sayı: 18, Ekim - Aralık 2008 Fiyatı: 3 YTL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre Kolay Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93
2
Özne ve yapı arasında: Üretici güçlerin gelişimine tabi evrimci bir sosyalizm anlayışından devrimci bir çıkış arayışı, Marksistleri Hegel’i yeniden okumaya götürmüştür
Özellikle bütün bir yirminci yüzyılı kapsayan Marksist birikim içinde, türlü Marksizm’leri ve Marx yorumlarını özgürleştiren temel sorunlardan birinin, özne ve yapı diyalektiğinin tanımlanması sorunu olduğu söylenebilir. Öyle ki sınıflar mücadelesinin soykütüğüne bakıldığında, kendi pratiğinde bu soruna çarpmamış bir Marksizm’den söz etmek mümkün değildir. Bu çarpmadan özne merkezli bir bütüncülüğe varan Hegelci Marksizmler ile farklı derecelerde de olsa ekonominin belirleyiciliğini vurgulayan yapısalcı Marksizmler arasında bir yarılmanın ortaya çıktığı bilinen bir şeydir. İki savaş arası dönemde yoğunlaşan Marksizm içi tartışmalar, bu yarılmanın ele alınabilmesi için adeta bir laboratuar olarak değerlendirilmeye açıktır. Gerek Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Lenin ile Kautsky ve Bernstein’ın başını çektiği II. Enternasyonal, gerekse devrimden sonra resmi bir ideolojiye dönüşen Sovyet Marksizmi ile Gramsci, Lukacs ve Korsch gibi Batılı Marksistler arasındaki kutuplaşmalar aynı eksende gelişmiştir. Her iki durumda da üretici güçlerin gelişimine tabi evrimci bir sosyalizm anlayışından devrimci bir çıkış arayışı, Marksistleri Hegel’i yeniden okumaya götürmüştür. Lenin’in Nisan Tezleri’ni yazmadan önce Hegel’in Mantık’ı üzerine ayrıntılı olarak çalıştığı bilinir. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ise tarihin hem öznesi hem de nesnesi olan işçi sınıfının kurucu bilincini önemsediği için Hegel’in öznelci yorumunun bir ürünü olarak değerlendirilmiştir. Hegelci idealiz-
min Marksist eleştirisi belleklere tamamlanmış bir olgu olarak kazınmışken, Marksizm’i Hegel üzerinden yeniden devrimcileştirme yönündeki bu girişimler neyi ifade etmektedir? Hakim eğilim Hegel’in Marx üzerinden okunmasıyken, Marksizm’in Hegel üzerinden yeniden okunmasının anlamı nedir? Marx’ın Hegel eleştirisinin bağlamı, idealizm karşısında maddeciliğin kuruluşu sorunlarıyla ilgiliydi. Hegel’in düşüncede ortaya koyduğu ve aşmaya çalıştığı sorunları Marx toplumsal insani pratik çerçevesine taşımıştı. Onu ekonomi politik çalışmalarına yönelten, toplumsal maddi güçlerin analizini kurmak ve geliştirmekti. Oysa yirminci yüzyıla geldiğimizde, Marksizm içinde Hegel’i gündeme getiren bağlam değişti. Hegel’e idealizmin değil maddeciliğin ortaya koyduğu sorunları aşmak üzere geri dönüldü. Marksistlerin üzerine düşündüğü bağlamın değişmesinde, kapitalizmin uzun bir gönenç dönemine girdiği Avrupa’da devrimci hareketin yaşadığı tıkanıklığın ve başarıya ulaştıktan sonra giderek devletleşen Ekim Devrimi’nin payı büyüktü. Özellikle modernizmin altyapısını hızla tamamlayan ileri kapitalist ülkelerde, ekonomik gelişme sınıflar mücadelesinden özerk kendinde bir toplumsal güç olarak görülmeye başlandı. İşçi sınıfı, sınıflar mücadelesi içinde kurulan bir özne değil, üretici güçlerinin gelişimi içinde kurulan bir özne
olarak düşünüldü. Marx’tan sonra devrimci hareketin ideolojik, politik ve örgütsel merkezi haline gelen önce II. Enternasyonal ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin hakim söylemi buydu. Komünizme ister kopuş isterse aşamalı bir evrim üzerinden geçiş, ancak tarihsel toplumsal koşulların yeterince olgunlaşmasıyla mümkündü. İşçi sınıfını içinde bulunduğu toplumsal koşullara tabi bir özne olarak gören bu söyleme direnen Marksistler, işçi sınıfının çatışmacı eylemselliğini kuramsallaştırabilmek adına özerk bir özne teorisine yöneldiler. Bu yönelimden hümanist, varoluşçu Marksizmler doğdu. Özne olarak
Yirminci yüzyıla geldiğimizde, Marksizm içinde Hegel’i gündeme getiren bağlam değişti. Hegel’e idealizmin değil maddeciliğin ortaya koyduğu sorunları aşmak üzere geri dönüldü
Adorno
3
Marksizm ve Hegel Kapitalizmde toplumsal maddi güçler olarak nesnellik ile insanın toplumsal pratiğinin öznelliği arasındaki yabancılaşmanın politikliği görülemedi
Althusser
bilincin tarihsel yetkinleşmesinin yapısını kuran Hegel yeniden hatırlandı. Marksizm’i ekonomi politiğe indirgeyen yapısalcı eğilimlere karşı, politik olanın göreli özerkliği, farklı biçimler alsa da temel olarak bilincin ve öznenin özerkliğiyle desteklenmeye çalışıldı. Marksizm, ekonomi politiğin nihai belirleyiciliğini olumlayan bir yapı söylemi ve kurulan değil kurucu bir figüre gönderme yapan bir özne söylemi arasında bölündü. Yirminci yüzyılın sınıflar mücadelesinin krizi, modernizmin yol açtığı öznellik ve nesnellik ikiliği sorununu özne ve yapı karşıtlaşması biçiminde Marksizm içinde yeniden üretti. Kapitalizmin nesneleştirerek özneleştiren iktidar işleyişi çözümlenemedi. Kapitalizmde toplumsal maddi güçler olarak nesnellik ile insanın toplumsal pratiğinin öznelliği arasındaki yabancılaşmanın politikliği görülemedi. Sorunun çözümünü tarihsel olarak gören yapısalcı eğilim, nesnelliği öznel olarak kavrayamadığı için toplumsal emeğin üretici gücünün politikliğini özgürleştiremedi. Yabancılaşmayı ve nesneleştirilmeyi emeğin politikleşmesinin mutlak koşulu haline getiren özne merkezli yorumlarsa, toplumsal emeğin yabancılaşmış biçimler altında özneleşmesini göremedi. Yapısalcı eğilim, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi önsel kabul ederek emeğin ücretli emek biçimi altında yabancılaşmasını olumladı. Özne merkezli yaklaşımlar ise ücretli emek ve sermaye
arasındaki çelişkiyi merkeze alması nedeniyle sermayenin yabancılaşmış biçimi olan ücretli emeği sınıfsal bir özne olarak olumladı ve eleştirel hale getiremedi. Sonuçta her iki yaklaşım da sermayenin kendini ücretli emek biçiminde olumsuzlayarak olumlayan iktidar işleyişini yeniden üretmenin ötesine geçemedi. Bizce Marksizm ve Hegel arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasının gerçekçi zemini budur. Marx’ın dediği üzere, Hegel’in bakış açısı ekonomi politiğin bakış açısıdır. Kendiyle çelişerek devinim, sermayenin kendini olumlamasının pratiğidir ve kuramsallaştırılması Hegel’e aittir. Bu durum bizi kaçınılmaz olarak Marksizm ve Hegel ilişkisi üzerine yeniden düşünmeye götürmektedir. Marksizm içinde
Marksizm içindeki yapısalcı eğilim özünde, Hegel’in görüngübiliminin nesnelci bir yorumudur
özne ve yapı geriliminin gerçekçi bir biçimde aşılması, üzerine düşündüğümüz zeminin yeniden kurulmasıyla mümkündür.
Hegel’in Gözünden Marksizmler Marx’ın Hegel eleştirisi, bilindiği üzere temel olarak Hegel’in Görüngübilimi’nin bir eleştirisidir. Görüngübilimi, kendi etkinliğinin dolayımıyla kendine yabancılaşarak kendi bilincine varan bilincin tarihidir. Geriye dönük bakıldığında, bütün bir tarih, kendi bilinci olarak Tin’in açılımıdır. Bu yönüyle Hegel’de Tin, tarihin hem öznesi hem nesnesidir. Görüngübiliminin önemi tam da buradadır. Kendinden önceki idealizmlerden farklı olarak, Hegel idealizminde maddi dünyanın tekil karakteri ile bilincin evrensel karakteri birbirine zorunlulukla bağlıdır. Bilincin kendi bilincine vararak kendini gerçekleştirmesinin koşulu, tarihte çeşitli tekil biçimler içinde kendine yabancılaşmasıdır. Tekillik biçimi altında her yabancılaşması, Tin’in kendi bütünlüğüne, evrenselliğine doğru ilerleyişinin bir aşamasıdır. Dolayısıyla bütün tekillikler, başka bir deyişle farklılaşması içinde bütün bir nesnellik, kendine geri dönüş hareketi içindeki Tin’in yabancılaşmış biçimleri, onun görüntüleridir. Buradan bakıldığında, Hegel’de özne ve nesne ilişkisi, öz ve biçim ilişkisidir. Özne ve nesne, bu ilişki dolayısıyla bir birliği ifade eder. Nesne, özneden bağımsız, başka bir töz değil, onun belli bir belirlenim altındaki cisimleşmesidir. Hegel’in Tin’i töz olarak
4
Öznenin özerkliğini eleştirel hale getiren yapı söylemi aslında, yapıyı özerkleştirerek özneleştirmenin ötesine gidememiştir
kavramasının anlamı budur. Bütün tekillikler, aynı tözün bu ya da şu belirleniminin nesnelleşmiş biçimidir. Tözden bağımsız bir nesnellik olmadığı gibi, nesnelleşmesinden bağımsız bir töz de yoktur. Tözün kendine yabancılaşması onun varoluş koşuludur. Bu yüzden Hegel’in görüngübiliminin özgüllüğü, öz ve biçim, özne ve nesne ilişkisinin durağan değil, diyalektik olması itibariyle dinamik olarak kavranmasıdır. Özne ve nesnenin birliği, aynı zamanda bir süreç, diyalektik olarak tanımlanmış bir oluştur. Çünkü Tin töz olarak kavrandığı kadar özne olarak da kavranmıştır.1 Özne olarak kavranışında Tin, kendi etkinliğiyle kendini dolayımlayabilen, etkinleşebilen tözdür. Tin’in eylemselliği; yabancılaşma, kendini başkada olumsuzlama yoluyla kendini gerçekleştirme hareketidir. Tin’in eylemselliği olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Kendinin olumsuzlaması olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumlar. Çünkü her şey kendinde kendi karşıtını içerir. Hegel’de varlığı devindiren dinamik, harekete geçiren güç onun kendi içindeki bu çelişkisidir. Çelişki, varlığın eylemselliğinin içkin ve özsel bir belirlenimidir. Hegel’in deyimiyle: "Çelişkinin özdeşlik kadar özsel ve içkin bir belirlenim olamayacağı yargısı, geleneksel mantığın ve her yerde rastlanan tasarımlama tarzının düştüğü belli başlı bir önyargıdır; ama işin aslında, aşama sırası söz konusu olsaydı ve her iki belirlenimin ayrı ayrı korunup sürdürülmesi gerekseydi, çelişkiyi özdeşlikten daha derin ve özde bir şey olarak göz önüne alma zorunluluğu çıkardı ortaya. Çelişkinin karşısında özdeşlik, yalın dolayımsızın, ölü varlığın belirleniminden başka bir şey değildir; oysa çelişki, her türlü hayatın ve her türlü hareketin kökü-
dür, bir şey olarak, kendi kendine bir çelişkisi olan bir şey olarak hareket edebilir ve gene ancak böylece bir içtepiye ve bir etkinliğe sahiptir."2
Dolayısıyla Hegel’de özne ve nesne karşıtlaşması, eylemselliği ortaya çıkaran çelişki; özne ve nesnenin özdeşliği ise bu karşıtlaşmanın, daha üst bir aşamaya taşınmak üzere, geçici olarak çözümüdür. Özne ve nesnenin nihai özdeşleşmesi, tarih içinde açılarak kendini nesnesi haline getirmiş bilincin, kendi bilincine varmasıyla mümkündür, bu yüzden tarihseldir. Çelişkileriyle devinen Tin, tarihi de devindiren güç olarak tarihin öznesidir. O halde, Alman idealizminden kalan ve bütün bir yirminci yüzyıl boyunca Marksist politik felsefe ve teoriyi meşgul etmeye devam eden özne ve nesne ilişkisi sorununun Hegel’deki çözümü, iki boyutlu olarak düşünülmelidir: Özne ve nesne karşıtlaşmasının diyalektik bir tarihsel "süreç" içinde çözülüşündeki nesnel yan ve bu diyalektik süreci işletip çalıştıran dinamiği, öznenin etkinliğine ve bunun olumsuzlayıcı niteliğine bağlayan öznel yan. Diyalektik bir süreç içinde birleştirildikleri için nesnel yan ve öznel yan arasında mutlak bir ayrım yoktur. Özdeşleşmelerinin sağlanacağı nihai uğraktan geriye doğru bakıldığında, birlikleri baştan verilmiştir. Özne ve nesne arasındaki karşıtlaşma, varlığın çelişkili özünden ileri gelir. Çelişki, kendini olumlamanın zorunlu bir uğrağı olarak konduğu için aslında ortadan kaldırılmak üzere konmuş bir çelişkidir. Son başta verilidir. Bu yüzden Hegel’de çelişki, varlığı yok etmez; tersine devindirerek yeniden üretir. Hegel’in soyut bir kendi bilinci olarak kavradığı Tin’in Marksizm içindeki yapısalcı eğilimler
Dunayevskaya
açısından karşılığı, üretici güçlerdir. Hegel’in ayakları üzerine oturtulmasının yapısalcı yorumdaki biçimi budur. Hegel’in felsefesi, başı üstünde duran maddeciliktir. Tarih, Tin’in kendi bilincinin değil üretici güçlerin gelişiminin bir açılımıdır. Tarihi devindiren etken, soyut bilincin kendi içindeki çelişkiler değil, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Gerekli emeği ortadan kaldıracak toplumsal bir zenginliğe erişesiye kadar toplumsal sermaye birikimi ve bunun ürettiği çelişkiler devam edecektir. Komünizm, toplumsal sermaye birikiminin varacağı son noktadır. Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki nihai olarak bir gönenç toplumu olan komünizmde çözülebilir. Bu uğrağa kadar, ister kapitalist ister sosyalist devlet biçimi altında, emek ücretli emek biçiminde sermaye birikimini devam ettirmek zorundadır. Kapitalizmin ürettiği çelişkiler, üretici
Çelişkileri üzerinden devinen özneyi mutlaklaştıran öznelci yaklaşımlar, Hegel diyalektiğinin çelişki mantığını sınıflar mücadelesinin yasası haline Lukacs
getirdiler
5
Hegel’in diyalektiği, sınıflar mücadelesinin değil sermayenin işleyişinin mantıksal biçimidir
Marcuse
güçlerin tarihsel gelişimine içsel ve yine bu gelişimin ilerleyen çizgisi içinde çözülecek zorunlu çelişkilerdir. İşçinin kendi ürettiği ürüne yabancılaşmasının ortadan kalkmasıyla özne ve nesne özdeşliğinin sağlanması, insanın kendi dışındaki bütün doğal ve toplumsal güçleri egemenliği altına alacağı komünizmde mümkün olacaktır. Bu çerçeveden bakıldığında, Marksizm içindeki yapısalcı eğilim özünde Hegel’in görüngübiliminin nesnelci bir yorumudur. Çelişkilerin çözümü tarihseldir ve varlığın kendini olumlamasına içkindir. Çelişkili devinimiyle tarihi devindiren özne, üretici güçlerin nesnel gelişimidir. Hegel’de özne olarak bilincinin hareketini veren diyalektik şema, aynen korunarak nesnelliğe aktarılmıştır. Yapı ya da nesnellik, özne olarak kavranmıştır. Bu nedenle öznenin özerkliğini eleştirel hale getiren yapı söylemi aslında, yapıyı özerkleştirerek özneleştirmenin ötesine gidememiştir. Yapısalcılık, eleştirdiği özne söylemini farklı bir biçim altında yeniden üretmiştir. Hegel diyalektiğinin içinde kalındığı sürece bu kaçınılmaz görünmektedir. Hegel’in görüngübilimi, özne ve yapı diyalektiğidir. Nihai uğrakta örtüşmek üzere, özne yapının, yapı öznenin dolayımlanmış biçimidir. Dolayısıyla özne ve yapı merkezli yorumlar arasındaki fark, öznenin ne olarak algılandığına bağlı olarak sadece biçimseldir. Marksizm içindeki özne merkezli yaklaşımlara geldiğimizde, tüm çeşitliliğine rağmen bu yaklaşımların son tahlilde bir tür bilinç felsefesine dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşımların yüzlerini Hegel’e döndükleri nokta tam burasıdır. Ancak önemli bir farkla ki bu yaklaşımlarda sözü edilen bilinç, yine Hegel’deki gibi soyut bir bilinç değil, kapitalizm altında emeğini satmak zorunda kalarak yabancılaşan ücretli emeğin bilincidir. Hegel’de bilincin kendine yabancılaşarak kendi bilincine doğru tarihsel ilerleyişi, Marksizm zemininde, kapitalizmde ücretli emeğin bilincinin ve eylemselliğinin yapısının incelenmesini özgürleştirmiştir. Hegel’de bilincin eylemselliği ve özdeviniminin kaynağı çelişkiydi. Varlığın hareket ettirici nedeni, kendi kendine olan
çelişkisiydi. Hegel’e yaslanan Marksistler açısından, tarihsel bir uğrak olarak kapitalizm altında, kendi kendine çelişkisi olan bu varlık, toplumsal koşulların üreticisi ve öznesi olduğu halde, sermaye tarafından nesne haline getirilmiş olan ücretli emekti. Ücretli emek ancak kendi çelişkisinin nesnelleşmiş biçimi olan sermayeyi olumsuzlayarak kendini olumlayabilirdi. Sermaye ücretli emeğin olumsuzlamasıysa, ücretli emeğin kurtuluşu bu olumsuzlamanın olumsuzlanmasındaydı. Dolayısıyla ücretli emeğin sınıfsal bir özne olarak ayrıcalıklı ve özerk bir konuma sahip olmasının nedeni, onun içinde bulunduğu koşullar altındaki nesneleşmesi ve yabancılaşmasıydı. Kapitalizm kendi yarattığı çelişkilerin aşılmasının koşullarını da kendinde barındırıyordu. Bu yönüyle çelişkilerin çözülüşü yapısalcı yorumlarda olduğu gibi nesnel koşulların tarihsel olgunlaşmasına değil, ücretli emeğin sermayeyi olumsuzlayıcı mücadelesine bağlanmıştı. Hegel’in diyalektiğini, öznelci bir yorumla ücretli emeğin diyalektiği olarak okuyan bu yorum, diyalektiği üretici güçlerin gelişimine oturtan nesnelci yorumunun kapalılığının bir yönüyle aşılması anlamına geliyordu. Sınıflar mücadelesinin kavranışı, nesnel toplumsal koşulların boyunduruğundan kurtarılmış görünüyordu. Oysa aynı kapalılık başka bir biçimde yeniden üretildi. Emeğin öznelliği, ücretli emeğin öznelliğine indirgendi.
Yirminci yüzyıl Marksizmi, özne ve yapı gerilimi altında, sermayenin kendini olumlamasının mantığı olarak diyalektiği teorik ve politik olarak yeniden üretti Sartre
Ücretli emeğin sermayenin yıkıcı değil kurucu gücü olduğu görülmedi. Sermayenin yabancılaşmış biçimi olarak ücretli emek, sermayenin nesnesi değil, onu üreten ve yeniden üreten güç olarak öznesidir. Kendini başkada, ücretli emekte olumsuzlayarak olumlayan sermayedir. Sermaye, emeği ücretli emek biçimi altında nesneleştirerek özneleştirir. Sermayenin işleyişinin bakış açısından, yapısalcı eğilim haklıdır; özne kuran değil kurulandır. Ücretli emek, emeğin sermayeleştirilerek özneleşmiş biçimidir. Bu yüzden ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, ücretli emeği özne olarak yeniden üreterek sermayeyi üretir. Hegel’in diyalektiği, sınıflar mücadelesinin değil sermayenin işleyişinin mantıksal biçimidir. Marx’ın "Hegel’in bakış açısı, ekonomi politiğin bakış açısıdır" sözünün derinliği buradadır. Hegel’in Mantık Bilimi, sermayenin işleyişinin mantığıdır. Bunu görmeden, çelişkileri üzerinden devinen özneyi mutlaklaştıran bu öznelci yaklaşımlar, Hegel diyalektiğinin çelişki mantığını sınıflar mücadelesinin yasası haline getirdiler. Emeğin kendini olumlama pratiğini, ücretli emeğin mücadelesine indirgeyerek yapısallaştırdılar. Sonuçta, eleştirdikleri yapısalcı eğilimi radikal bir yerden yeniden ürettiler. Yirminci yüzyıl Marksizmi, özne ve yapı gerilimi altında, sermayenin kendini olumlamasının mantığı olarak diyalektiği teorik ve politik olarak yeniden üretti. Yirmi birinci yüzyıl Marksizmi, emeğin kendini olumlamasının pratiğine içkin yeni bir politik felsefeyi üretecektir. 1 "Benim görüşüme göre -ki ancak açımlanması yoluyla doğruluğu kanıtlanabilir- her şey Hakikatin sadece Töz olarak değil, eşit şekilde Özne olarak anlaşılmasına ve ifade edilmesine dayanmaktadır." (Hegel, Tinin Görüngübilimi, Önsöz) 2 Hegel’in Mantık Bilimi’nden aktaran Lenin, Felsefe Defterleri, Çev. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınlar, 1976, s. 113
Sinem
6
Devlet ve egemenliğin ötesinde siyaset Komünalist siyaset, genel olarak, ortak yaşamın –ortak güçlerin, zamanın ve mekânın– kolektif bir şekilde örgütlenişidir
Söze yalın bir tanımla başlamak istiyoruz. Komünalist siyaset, genel olarak, ortak yaşamın –ortak güçlerin, zamanın ve mekânın– kolektif bir şekilde örgütlenişidir. Böylesi bir tanım, daha baştan, birisi liberalizme, diğer ikisi ise maalesef devrimci geleneğimize kadar sinmiş, üç eğilimle arasına mesafe koyar.
I. Liberalizm’deki Eğilim Bu tanım, her şeyden önce siyasetin hem modern, hem de modern egemenliğin krizinden sonra kendisini revize etme sürecinde olan "postmodern" liberal siyaset kavrayışından ayrılır. Bu ayrılma noktaları şöyle özetlenebilir:
a.) Liberalizmin kökeni, diyalektik bir ikileme uzanır. "Yasalar" ve "haklar" ikilemi tarafından belirlenen bir söylemin, "haklar" kısmını kurmaya çalışır. Fakat bunu yaparken, tarihi boyunca da bu ikilemi ortadan kaldıramadan yeniden üretmeye devam etmiştir. Siyasal iktidar kaynağının tekliği, sürekliliği ve bölünemezliğine dayanan otoriter gelenekle, siyasal iktidarın uyruklarına karşı yükümlülükleri, bu iktidarın totaliterleşme eğilimine karşı belli sınırlar içinde tutulması ve de güçler ayrılığı ilkesini savunan liberal gelenek, sürekli olarak birbirleriyle çatışır olarak görülmüştür. Fakat bu çatışma, bir dıştalamanın ve kopuşun çatışması değil, birbirini beslemenin çatışması olmuştur. Otoriter anlayış-
Modern egemenlik, insan emeği dahil olmak üzere, maddi güçlerin ve kaynakların yönetimine, belli bir teritoryal sınır içinde el koymanın siyasal mantığıdır
la, ona getirilen liberal müdahale arasındaki tarihsel çatışmayı üstbelirleyen, ikisinin de ait olduğu bir paradigma vardır: Egemenlik paradigması. Bu iki gelenek, bu paradigmanın içinde büyüyüp gelişmiş ve birbirlerini hiç de dışlamadan bir arada olabilmiştir. Diğer bir ifadeyle bu iki gelenek, birbirlerinin krizini çözmeyi üstlenmiştir. Bu iki geleneğin aynı kökenden geldiği gerçeği en iyi modern egemenliği ilk kuramlaştıran isim olan Hobbes’ta görülür. Bazılarının onu despotizmin ve totalitarizmin ilk teorisyeni, bazılarının da modern hak nosyonunu ilk geliştiren liberal olarak okumalarının, bu noktayla yakından bir bağlantısı vardır. Oysa Hobbes’ta hem otoriter eğilim hem de liberal eğilim bir arada yaşar. Böyle de olmak zorundadır; çünkü egemenlik paradigması, hem yasaların kılıcının, hem de uyruğun haklarının olduğu varsayımını gerektirir. Modern egemenlik paradigmasının nasıl kurulduğuna ve tarihsel belirlenimine baktığımızda, otoriter kutup ile liberal kutbun bir arada yaşarlığının zorunluluğu daha iyi görülebilir. Modern egemenlik, insan emeği dahil olmak üzere, maddi güçlerin ve kaynakların yönetimine, belli bir teritoryal sınır içinde el koymanın siyasal mantığıdır. Bu el koyma mantığı, kapitalist el koymanın mantığına hem zemin hazırlamış, hem de modern Devlet biçimine bürünüp ona sürekli eşlik ederek bu kapitalist el koymanın devamlılığını güvence altına almıştır. Feodal el koymadan farklı olarak, kapitalist el koymanın işleyişi, emeğin üretim sürecine özgür bir biçimde
7
katıldığı varsayımına dayanır. Emek bu üretime katılımının sonucu olarak hakkı olan ücreti alır. Bu üretim sürecinde herhangi bir hak yeme, yani sömürü gerçekleşmez. Adaletsizlikler, yani hak yemeler, bölüşüm sürecinde ortaya çıkabilir, o da adil ücret düzenlemeleriyle giderilebilir. Bu kapitalist mantığın yaygınlaştırılabilmesi için öncelikle insanların hakları ve eşitlikleri temelinde yeniden tanımlanmaları gerekir. Öte yandan, biçimi ne olursa olsun, özünde karşılığı verilmeyen köle emeğine dayanan bir bağımlılık sisteminde, insanlar arası eşitsizlikler doğal görülür. Bazı insanlar doğaları gereği çalışmak ya da yönetilmek zorundadır. Azınlıkta kalan diğerleri ise, yine doğal olarak sahip oldukları bazı üstünlükler sayesinde hem köle emeğinin ürünlerinden istifade etme hakkına, hem de yönetme ayrıcalığına sahiptir. Hobbes’un değiştirdiği mantık, bu feodal mantık olmuştur. Ona göre doğa, güç ve haklar bakımından herkes eşittir. Bu anlamıyla Hobbes, bir hak filozofudur. Doğa durumunda istisnasız herkesin kendini korumak ve yaşamını devam ettirmek için, gücünü kullanmaya ve isteğinin nesnelerini elde etmeye hakkı vardır. Doğa durumunda herkes mutlak bir biçimde özgürdür. Özgürlük, burada, bir kişinin yapmak istediklerinin önünde bir engel olmayışı olarak tanımlanır. Ücretli emek sistemi olan kapitalizmin, emeğin üretime özgür katılımı rasyonalizasyonunu işletebilmesi için, bu "soyut özgürlük" kavramlaştırmasına ihtiyacı olacaktır. Bununla birlikte, herkesin eşit güce ve doğal hakka sahip olduğu bir doğa durumunda, savaş kaçınılmazdır. Herkes, istediğini elde etmek için bir diğerini tahakkümü altına almaya ya da yok etmeye çalışır. Dolayısıyla başta varsayılan güç ve hak eşitliği uygulanamaz hale gelir. İnsanlar haklarını gerçekleştiremez hale gelir. Böyle bir durumda "yaşam vahşi, kısa, karanlık ve acılarla doludur". Siyasi bedenin kuruluşu bu noktada başlar. İnsanlar bu durumdan çıkabilmek için, kendi aralarında bir sözleşme yaparak, en doğal hakları olan ama doğa durumunda gerçekleştiremedikleri "kendini koruma hakkını", sözleşmeyle bağlı olmayan tek bir güce devrederler. Temsiliyet bu noktada başlar. Devlet, uyrukların kendini koruma hakkını onlar adına üstlenen egemenlik aygıtıdır. Böylece devlet, ilk ve tek meşru şiddet organı olarak belirir. Bir anlamda, askeri ve polisiye güçler, devletin kullandığı ikincil araçlar değil, bizzat devletin kendisidir. Devletin varlık amacı güvenlik rasyonalizasyonudur. Devlet bu şiddet meşruiyetini, uyruklarının yaşam hakkını, onlar adına koruma söyleminden alır. Cezalandırma mekaniz-
Post-modern" liberalizm de yine bu yasa ve haklar ikileminden, egemenlik paradigmasından, aşkınlık alanından çıkamamıştır
maları olan yasalar ise, ilk olarak, bu şiddet tekelini güvence altına almak için oluşturulur. Yasalar bir kez oluşturulduktan sonra, başlangıçtaki haklar, yasaların sessiz kaldığı serbestlik alanları haline gelir. Liberalizmin sorunu, özgürlüğün bir tür serbestlik olarak kadükleştirilmesidir. Uyruk bir kez sözleşmeyle kendini koruma hakkını egemen güce devrettiği için, bir daha bu hakkı geri almaya kalkışamaz. Böyle bir şey yaparsa, olası
Egemenlik tekil güçlerin birleşmesinin üstüne hep bir artı-kod ekler
diğer kalkışmaların önünü kesmek için onun cezalandırılması gerekir. Cezalandırmanın ikinci belirlenimi ise, bir uyruğun yaşam hakkına saldıran diğer uyrukları bastırmak içindir. Böylece hak ve yasa paradoksu ortaya çıkar. İnsanların doğal olarak sahip oldukları hak ve özgürlüğün gerçekleştirilebilmesi için, bunların yasalarca sınırlanması gerekir. Liberal gelenekle, otoriter gelenek arasındaki tartışma, bu sınırlamanın belirlenimiyle, bu sınırlamanın ne kadar olacağıyla ilgilidir. Ama öz olarak hak ve yasa ayrımı, her ikisinde de mevcuttur. Burada Hobbes’un karşısına Roussau ve Locke çıkar ve devlet bir kez oluştuktan sonra, bu devletin uyrukları adına üstlendiği koruma hakkının araçlarını ve tarzını tartışmaya açarlar. Devlete hep içkin olan totaliter eğilime karşı bahsettiğimiz güçler ayrılığı ve devletin yükümlülükleri ilkesiyle, egemenlik konseptini sürdürerek sistemi revize ederler. Bunun koşulu, siyasetin hukuksallaşması ve denge mekanizmasına sıkışmasıdır. Soru şudur: Yasalar ve haklar arasındaki denge nasıl kurulacaktır? Fakat bu yapılırken egemenlik mantığı, yani üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ayrılık işler haldedir. Egemenlik bir iktidar artı kodudur. Onu oluşturan güçleri içine alır, homojenleştirir ve onların temsiliyetini üstlenir. Varsayım şudur: Tekil güçler birleşip kendi kendilerini yönetemezler. Egemenlik tekil güçlerin birleşmesinin üstüne hep bir artı-kod ekler: Temsiliyet
8
b.) "Post-modern" liberalizm de yine bu yasa ve haklar ikileminden, egemenlik paradigmasından, aşkınlık alanından çıkamamıştır. Dolayısıyla yukarıda özetlemeye çalıştığımız noktalar liberalizmin yeni versiyonları için de geçerlidir. Yasalar karşısında haklar savunusu yine devam eder. Fakat yeni olan öğe, kimlik siyasetine kayarak, ister kapitalist olsun, ister komünalist, siyasetin kendisinin, maddi güçlerin örgütlenişiyle birebir bağlantılı olduğunu unutmuş olmasıdır. İçi boş bir tabutla, Marksist "meta-teorinin" cenazesini kaldırır. Oysa yaşamı üreten maddi güçler, asla siyasetin alanından çıkamazlar. Antagonist öğe buradadır. Ama bu gelenek antagonizmadan vazgeçer. II. Anarşizm’deki Eğilim Anarşizm, devrimci gelenek içersinde, kendini egemenlik paradigması ve devlet eleştirisi üzerinden kurmuştur. Bu onun devrimci geleneğe, halen güncel olan en büyük katkısıdır. Bununla birlikte, klasik anarşizm iktidar ilişkilerinin tarihsel ve toplumsal belirlenimlerini göz ardı ederek, bu iktidar ilişkilerinin kaynağını nerdeyse doğallaştıran bir eğilimin anarşizm içinde barınmaya doğmasına yol açar. İktidar ilişkilerini özcü bir perspektifle değerlendirdiği için, "kapitalistlerin efendiliğinden" sonra gerçekleşecek olan tahakkümsüz dünya tasavvuruna da özcü bir bakış sirayet eder. Oysa "kendi komünal ilişkileri gibi, toplumsal ilişkileri de kendi komünal denetimlerine tabi kılınan evrensel olarak gelişmiş bireyler doğanın değil tarihin ürünüdür." (Grundrisse, Cilt 1, s. 92, Sol yay.) Klasik anarşizm, aynı zamanda kurucu güç konseptini ve içkin siyaset anlayışını da elden yitirir. Devrimci siyaseti, devletin ve egemenlik paradigmasının yıkılışına indirgeme eğilimi taşıdığı için, hem kapitalist sömürünün tahlili hem de "emeğin kendini değerli kılma" kav-
Diyalektik bir model olan "kendinde sınıfın", "kendisi için sınıf olmasından" çok, biz bugün "sınıf olmayı reddetme" teriminin daha öne açıcı olduğunu düşünüyoruz
rayışı, onda noksan kalır. Ön tıkayıcı sorun şu şekilde özetlenebilir: Klasik anarşizm tahakküm ve iktidar nosyonlarını özdeşleştirir. Bu yüzden de siyaseti bir yabancılaşma olarak görmekten kaçınamamıştır. Sorun sadece iktidar kavramında değil, bu iktidarın nasıl yapılandığındadır. Anti-otoriterlik söylemi, sadece negatif bir belirlenim taşır. Antiotoriter bir perspektifte yıkıcılık, kuruculuğa evrilemez. (Kapitalist) yaşama karşı (özgür) yaşam diyebilmek için, iktidara karşı bir karşı-iktidar perspektifi geliştirmek gereklidir. Altını tekrar çizelim: Burada kullandığımız iktidar kavramı, tahakküm ve baskı aygıtı değil, kurucu gücün kendi iktidarıdır. Kapitalizmin aşkın iktidarına karşı emeğin içkin gücüdür Kapitalizmde ya da diğer sınıf ilişkilerinde olduğu gibi bir başka güç üzerinde aşkın bir denetim kurmak anlamında değil, kendi üzerine güç uygulamak, kendi gücünü olumlamak anlamında kullanılmaktadır. Burada kullandığımız içkin siyaset kavramı, Spinozacı güç kavramına, kendi kendini düzenleme ve yönetme öz gücüne dayanan bir kavramdır. Spinozacı güç kavramı, tekil güçlerin çoğullaşarak kendilerini siyasal olarak ifade etmelerinden başka bir şey değildir. Böylesi bir güç kavramında, emeğin gücüne aşkın bir egemenlik artı-kodu bulunmaz. Kapitalizmde ve modern devletin oluşumunda olduğu gibi, bir siyasal iktidar, onu oluşturan güçlere aşkın hale geldiğinde tahakküme dönüşür. Kapitalizm bugünkü devamlılığını, varolan toplumsal ilişkileri örgütleme gücünden almaya devam etmektedir. Onun bu yaşam tarzı dayatmasına karşı, emek cephesinin kendi yaşamı örgütleme tarzını geliştirmesi gereklidir. Bunun için sadece
9
Bizi Marksizm açısından asıl ilgilendiren başlık, kapitalizm ve siyaset ilişkisi değil, komünizm ve siyaset ilişkisidir
yıkıcı değil aynı zamanda kurucu bir perspektife ihtiyacımız vardır. Tüm bunlarla birlikte, anarşizm geleneği içinde umut verici yeni arayışlar serpilmektedir. Anarşist geleneğin kendi içinde, özellikle klasik anarşizmin özgürlük ve tahakküm anlayışındaki özcü ve modernist köklere kazı yapan yeni arayışlar mevcuttur. Bunları göz ardı etmek, haksızlık olur. Fakat bunlar arasında, Laclau-Mouffe çizgisine ağırlık verenler, bizce mücadelenin antagonist boyutunu unutmaktadırlar.
III. Marksizm’deki Eğilim Marx’ın ve Engels’in eserlerinde, siyaset ve genel örgütlenme perspektifi üzerine detaylı bir şekilde geliştirilmiş bir kuram bulamayacağımız, Marksist tartışmaların bazı tarafları için bir ön kabul sayılmıştır. Bu durumu da Marx’ın Devlet üzerine çalışmasını tamamlayamamasına bağlarlar. Bu düşünceyi paylaşmayanlar ise, Komünist Manifesto, Fransız Üçlemesi ve Gotha Programının Eleştirisi’ni Marx ve Engels’in siyaset üzerine yazıları olarak öne çıkarırlar. Bunların arasından özellikle Fransız Üçlemesi, siyasetin sınıfsal belirlenimlerden bağımsız bir alan olmadığını ve somut güçler arası bir karşılaşma olduğunu göstermesi bakımından, Marksist siyaset anlayışının temeli olmuştur. Aslında Marx, eleştirel siyaset felsefesini ve burjuva siyasetinin dayanağı olan devlet-sivil toplum ikileminin eleştirisini ise, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde geliştirmiştir. Fakat bu eser, Marx’ın gençlik dönemi eseri olarak görülüp, politik anlamda pek önemsenmeden kalmıştır. Oysa pazar ideolojisinin işleyebilmesi için devlet-sivil toplum ikiliğinin kurulması, Marksist siyaset felsefesi bakımından da bunun deşifrasyonu ve eleştirisi çok önemlidir. Sonuç olarak Devlet ve Dünya Pazarı başlıkları, Marx’ın projesi içinde, Grundrisse’de değinilen ama bir bütün olarak tamamlanmayan ve daha da önemlisi
gün yüzüne çıkarılmayan başlıklar olarak kalmıştır. Bu tamamlanmamışlık, yirminci yüzyılın Marksist tartışmalarını belirleyen önemli bir eksen olmuştur. Tüm bunlarla birlikte bu yazıda bizi Marksizm açısından asıl ilgilendiren başlık, kapitalizm ve siyaset ilişkisi değil, komünizm ve siyaset ilişkisidir. Hem güncel hem tarihsel bakımdan siyasetin sınıf belirlenimi, asla vazgeçemeyeceğimiz Marksist çıkış noktasıdır. Fakat sonrasında, Marksizm içinde, komünizmi, sınıfsal belirlenimin biteceği "aşama" olduğu için, siyasetin donduğu nihai bir durak gibi tasavvur etme eğilimi kendini hissettirmiştir. Oysa ortak güçlerin kolektif bir şekilde örgütlenişi, komünizm "aşamasında" bile siyasal niteliğini asla yitirmeyecektir. Emeğin siyasal eyleminin burjuvaziden farkı, başka bir gücü verimli hale getirerek yönetmek ve sömürmek değil, doğrudan kendi gücünü yöneterek ve düzenleyerek toplumsallaştırabilme kapasitesine sahip oluşudur. Bu da burjuvazinin sınıflaştır-
Yapı ve özne diyalektiğine sıkışmadan, varlık kavrayışımızın, tekillik-çoğulluk-bütün ilişkisine bakışımızın yeniden inşa edilmesi gereklidir
masına karşı, proletaryanın sınıfsızlaştırma hareketinin motorudur. Proletaryanın kendi sınırsal belirlenimini yıkabilecek tek sınıf olması, bu sınıfsızlaştırma hareketine girmesiyle bağlantılıdır. Diyalektik bir model olan "kendinde sınıfın", "kendisi için sınıf olmasından" çok, biz bugün "sınıf olmayı reddetme" teriminin daha öne açıcı olduğunu düşünüyoruz. Bu sınıfsızlaştırma, ancak içkin bir siyaset anlayışıyla, kendi gücümüzün kolektif bir şekilde örgütlenişinin denemelerine girerek, burjuvazinin sınıflaştırma hareketine girmeyi reddederek mümkün olabilir. Kapitalizmi nihai krizine sokan bu olacaktır. Baştaki tanıma geri dönersek, komünalist siyaset, genel olarak, ortak yaşamın –ortak güçlerin, zamanın ve mekânın– kolektif bir şekilde örgütlenişidir. Bu tanımın hem politik, hem de felsefi düzlemde güncellenmeye değer boyutları vardır. Politik düzlemde, egemenlik ve devlet paradigmasından kendini koparan bir örgütlenme perspektifine ihtiyaç vardır. Bu anlamda otonomi, egemenlik perspektifinden çıkabilmenin en gerçekçi seçeneğidir. Felsefi düzlemde ise "kurucu güç" kavrayışı, emek cephesinin maddi ontolojisinin olmazsa olmazıdır. Yapı ve özne diyalektiğine sıkışmadan, varlık kavrayışımızın, tekillik-çoğulluk-bütün ilişkisine bakışımızın yeniden inşa edilmesi gereklidir. "İçkin siyaset", "komünalizm" ve de "çokluk" kavramları bu noktalara yapılan müdahalelerle geliştirilen açılımlardır.
Eylemcan
10
Toplumsal fabrika Grundrisse, içinde bulunduğu kapitalizmin tarihsel-toplumsal koşullarının çok ötesinde bulunan, hatta günümüzü de aşan sermaye kavramının soyutlanmasıdır
"Bu arada bizim için, şu aşamada kesin çizgileriyle henüz tanımlayamayacağımız ek bir perspektif açılıyor: Sermayenin, –özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan ilişkisinden farklı olarak– toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisi."1
Grundrisse’nin satır aralarında saklı kalan Marx’ın bu vurgusunu, Negri dışında genel anlamda Marksistler önemsememiş ve bu soyutlamanın üzerinde pek de düşünmemişlerdir. Düşünüldüğünü söylesek bile, bu düşünmenin politik teoriye ve pratiğe yansımasının yok denilecek kadar az olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu durum, iradi olarak gözden kaçırılan bir sorunsal alan değildir. Marx’ın da vurguladığı gibi, şu aşamada kesin çizgileriyle henüz tanımlayamayacağımız ek bir perspektif olan sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisinin tarihsel ve toplumsal olarak yeterince olgunlaşmadığının bir ifadesidir. Grundrisse anlaşılmadan Marx’ın güncelliği anlaşılamaz. Grundrisse, içinde bulunduğu kapitalizmin tarihsel-toplumsal koşullarının çok ötesinde bulunan, hatta günümüzü de aşan sermaye kavramının soyutlanmasıdır. Türkiye solundaki yaygın kanı; Marx’ın döneminin kapitalizmin rekabetçi dönemine, emperyalizmin ise tekelci dönemine tekabül
ettiği şeklindedir. Bu kanı, Marx’ı unutturmuş ve Marx’ın günümüzde güncellenmesinin önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Günümüz sınıflar mücadelesi Marx’ı çağırmasına karşın, devrimci hareket Marx’ı unutmuş görünmekte, hatırlamak için pek de çaba sarf etmemektedir. Marksist birikimin soykütüğüne bakıldığında, Marksistlerin sınıflar mücadelesi karşısında tıkandığı ve gerilimler yaşadığı dönemlerde, Hegel ve Marx üzerine
Günümüz sınıflar mücadelesinin gerilimleri karşısında, Marksistler, tıkanma ve kriz içindedir. Bu kriz Marksistlerin krizidir
yeniden düşünmeye geri dönüldüğü görülecektir. Günümüz sınıflar mücadelesinin gerilimleri karşısında, Marksistler, tıkanma ve kriz içindedir. Bu kriz Marksistlerin krizidir. Bu krizden çıkış, felsefeye ve Marx’a geri dönerek kapitalizmi yeniden anlamakla sağlanabilir. Bu teorik, entelektüel bir ihtiyaç değil, politik ve devrimci bir ihtiyaçtır. Kapitalizmin, "sermayenin, –özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan ilişkisinden
11
farklı olarak– toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisi" kurularak üretildiği ve yeniden üretildiği bir tarihsel dönemin tam içinden geçiyoruz. Artık "ek bir perspektif", kesin çizgileriyle çözümlenebilir ve tanımlanabilir. Marksistler, sınıflar mücadelesi karşısında, bu tıkanıklığı ve krizi "ek bir perspektif"in kuruluşu üzerinden aşabilir.
Sermaye Toplumsal Bir Kavramdır Sermaye, toplumsal bir ilişki ve bu ilişkiye içkin olarak toplumsal bir güçtür. Bu toplumsal güç tarihsel ve evrenseldir. Toplumsal kavramının diliyle sermaye, bir "ilişki", "süreç", "geçiş", "akış", "döngü", "özne"dir. İlişkisel dilin soyutlanması ölçülemez. Sol, bu soyut dilin üzerinden sermaye kavramını tanımamaktadır. Oysa Marx, toplumsal dilin bu ölçülemez ilişkiselliği altında sermayenin ölçü dilini kullanmıştır. Sermayenin ölçülebilirliğine dayalı somut tanımları, sermayenin soyut ölçülemez tanımlarına içkin kurulur. Mantık, ilişkisel bütünlüğün rasyonelliğidir. Marx’ın uzamı budur. Marx açısından sermayenin ölçülebilirliği, bir başka deyişle sermayenin analitiği nedir? Tam burada, Hegel’in diyalektik mantığına vurgu yapıp geçmemiz gerekiyor. Marx açısından sermaye bir diyalektiktir. Anlaşılır olabilmesi için biraz abartılı bir ifade kullanırsak, Kapital ve Grundrisse felsefi yapıtlardır. Analitik inceleme, ilişkisel bütünlüğe sahip bir varlığın hareket dinamiğinin açığa çıkarılmasıdır. İlişkisel bütünlüğe sahip "sermaye" kavramının hareket dinamiği "çelişki"dir. Çelişki sermaye kavramının dinamizmidir. Çelişki üzerinden bir çatışma varlığın eylemselliği, kendini olumlamanın maddi ilişkiselliğidir. Sermayenin analitiğine girdiğimizde, "olumsuzlama", "başkalaşım", "değersizleşme", "süreksizlik", "sınırlama", "ölçü" gibi kavramlarla dil başkalaşır. Sermayenin analitik dili, birbiriyle sürekli çelişerek devinen bir dildir. Birbiriyle çelişerek devinen bu dil, sermayenin toplumsal tanımının dilini kurar. Sermayenin dinamiğindeki çelişki, sermayenin kurucu gücüdür. Bu kurucu güç, kendi sınırlarıyla ve sınırlamalarıyla devinen ontolojik bir güçtür. Toplumsal fabrika kavramı, çelişkileriyle devinen sermayenin sınıflar mücadelesine içkin toplumsallığının gelmiş olduğu tarihsel boyutu ve sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisini belirtir. İlişkisel bütünlüğü ifade eden sermayenin toplumsal dili, sermayenin analitik diline içkindir ve diyalektik bir bütünlüğü ifade eder. Asıl olan sermaye dolaşımıdır. Sermaye dolaşımı, üretim zamanı ve dolaşım zamanı diyalekti-
Toplumsal kavramının diliyle sermaye, bir "ilişki", "süreç", "geçiş", "akış", "döngü", "özne"dir. İlişkisel dilin soyutlanması ölçülemez. Sol, bu soyut dilin üzerinden sermaye kavramını tanımamaktadır
ğinin analitiğiyle kurulur. Dolaşım zamanının analitiği, gerek Grundrisse’nin gerekse Kapital I, II, III’ün önemli bir bölümünü işgal etmesine karşın, akılda kalan Kapital I üzerinden üretim zamanıdır. Solun Marx’ı ekonomi-politik olarak Kapital I’e indirgemesinin nedeni budur. Bu durum, sermaye kavramının anlaşılması açısından ciddi bir engel teşkil etmiştir. "Üretim zamanı", sermaye üretiminin mekana indirgenmiş biçimi olan fabrika zamanıdır. Sermaye, mekana indirgendiği anda değersizleşir. Sermaye açısından asıl olan "üretim" kavramı, sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretimidir. Sermaye üretimi, sermaye dolaşımıdır. Burada durup kısa bir açıklama yapmak gerekiyor: "Sermaye dolaşımı" kavramıyla "dolaşım zamanı" kavramını birbiriyle karıştırmamak gerekmektedir. Bu parantezi kapattıktan sonra, asıl olan soyutlamamıza geçebiliriz. Üretim zamanı, fabrika üzerinden
sermayenin mekansal analitik dilini, dolaşım zamanı analitiği ise sermayenin toplumsal ilişkisel dilini kurar. Sermaye dolaşımı, sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretiminin ekonomi-politiğini, sermayenin toplumsalilişkisel dilini soyutlar. Bu soyutlama boyutu, sermayenin uzamsal alanını açar.
Dolaşım Zamanı ve Eksik Üretim Krizi Üretim zamanı, iki temel zaman öğesine bölünür: Gerekli-emek zaman ve artı-emek zaman. Artı-emek zaman, gerekli-emek zamanın koşuludur. Üretim zamanı bir emek zamanıdır. Sermaye için üretken emek, sermaye üreten ücretli emektir. Sermaye, var olan değeri koruyan ve bu değere artı-değer katan bir emek sürecini öngörmeden üretim zamanını kurmaz ve çalıştırmaz. Bu bağlamda, sermaye artı-emek zaman yaratan bir gerekli-emek zamana ihtiyaç duyar. Gerekli-
12
İlişkisel bütünlüğe sahip "sermaye" kavramının hareket dinamiği "çelişki"dir. Çelişki sermaye kavramının dinamizmidir. Çelişki üzerinden bir çatışma varlığın eylemselliği, kendini olumlamanın maddi ilişkiselliğidir emek zaman ve artı-emek zaman diyalektiğini çalıştıran üretim zamanı, üretim sürecinde bulunan üretken emeğin ihtiyaçlarından daha fazla ürünü üretir. Sermayeye dayalı üretimin tözü değişim değeri üzerinden üretim olduğundan, sermaye, her zaman metayı üretmiş olan işçiden başka birinin talebini varsayar. Bu bağlamda, değişim değerine dayanan sermaye üretimi toplumsaldır. Bu bağlamda bir kapitalist, üretim zamanında sömürdüğü işçiye, toplumsal ilişkide bir tüketici gözüyle bakar. Üretim zamanı, gerekli-emek zamanın artıemek zamanı, artı-emek zamanın gerekli emek zamanı olumsuzlaması üzerinden devinir. Sermaye, canlı emeği cansız emeğin tahakkümüne alarak verimlileştirir ve gerekli-emek zamanı kısaltıp artı-emek zamanın süresini uzatır. Artı-emek zaman, ürüne dönüştüğü
zaman nesnelleşmiş emek zamana dönüşür. Üründe donmuş emek zamana dönüşmeyen artı-emek zaman artı-değere dönüşemez. Bu bağlamda, gerekli-emek zaman artı-emek zamana dönüşmezse değersizleşir. Gerekliemeğin değerlenmesi artı-emek zamandır. Artı-emek zaman, ürünle birlikte nesnelleşmiş emek zamana dönüşmez ise değersizleşir. Artı-emek zamanın değerlenmesi, ürün üzerinden artı-değere dönüşmesidir. Artı-değer, artı-emek zamanın ürün üzerinden mülkleştirilmesidir. Bu bağlamda artı-değer, gerekliemeğin mülksüzleştirilmesi, artı-emek zamanın mülkleştirilmesidir. Ürün, değişim değeri üzerinden pazara getirildiği anda metaya dönüşür. Ürünün metaya dönüşümü, ürünün değerlenme sürecidir. Ürün, metaya dönüşmediği zaman değersizleşir. Meta, değişim değeri üzerinden paraya dönüşmediği oranda değersizleşir. Kâr, artı-değerin değerlenmiş biçimidir. Para sermaye, üretim zamanına dönerek canlı emekle buluşamadığı sürece değersizdir. Görüldüğü gibi, her değersizleşme bir değerlenme, her değerlenme bir değersizleşme sürecidir. Sermayenin değerlenme döngüsü, değersizleşme süreçlerine içkindir. Gerekli olan bu ara paragraftan sonra konumuza tekrar dönersek, metanın değişim değeri üzerinden paraya dönüşerek sermayeleşmesi şarttır. Bunun için, alım gücüne sahip bir tüketici kitlesi gerekir. Oysa dolaşım zamanında bir tüketici, bir müşteri olan emek,
metayı alacak alım gücüne sahip değildir. Üretim zamanı içinde yer alan gerekli-emek, dolaşım zamanının tüketimine bir sınırdır. Gerek üretim sürecinde yer alan emeğin üretim zamanında ihtiyaçlarından fazla üretim zorunluluğu, gerekse gerekli emeğin dolaşım zamanının tüketimine koyduğu sınır bir üretim fazlalığını ortaya koyar. Üretim tüketimi, tüketim üretimi olumsuzlar. Bu, bir aşırı üretimeksik tüketim krizidir. Buraya kadar anlatılanlar, herkes tarafından bilinen doğrulardır, fakat eksiktir. Bu eksikliğin ıskalanması, doğruların yanlış sonuçlar doğurmasına kapı aralar. Aşırı üretim-eksik tüketim, metanın kullanım değeri ve değişim değeri diyalektiğinin bir ifadesidir. Metanın değişim değeri kullanım değerinin tüketimini
Sermayenin dinamiğindeki çelişki, sermayenin kurucu gücüdür. Bu kurucu güç, kendi sınırlarıyla ve sınırlamalarıyla devinen ontolojik bir güçtür
13
Üretim zamanı, fabrika üzerinden sermayenin mekansal analitik dilini, dolaşım zamanı analitiği ise sermayenin toplumsal ilişkisel dilini kurar sınırlar. Ortada olan tüketim için arza karşı talep yetersizliği değil, alım gücü yetersizliğidir. Klasik iktisatçılar, dolaşım zamanı krizini kullanım değeri üzerinden açıklar. Marx ise, dolaşım zamanı krizini değişim değeri üzerinden kurar. Üretim zamanı ne zaman biter ve dolaşım zamanı ne zaman başlar? Ürün metaya dönüştüğü anda, üretim zamanı biter ve dolaşım zamanı başlar. Ürünün satılmak için pazara getirildiği zaman, dolaşım zamanının başlangıcıdır. "Pazara taşıma üretim sürecine girer. Ürün, ancak pazarda bulunduğu andan başlayarak ancak metadır, ancak dolaşımdadır."2 Bu zaman, sermaye açısından "ölüm taklası"nın atılacağı zamandır. Dolaşım zamanı, sermaye için ölüm taklasıdır. Meta, pazarda müşteriyi değil parayı bekler. Üründeki artı-değer, nesnelleşmiş emek zaman ve fiyat, metada kâra dönüşmeyi bekler. Değişilecek olan şey, ürünlerin kullanım değeri değil değişim değerleridir. Ölüm taklasının başarılması, artı-değerin kâra dönüşmesidir. Değişimde değiştirilen şey, fiyat bağlamında nesnelleşmiş emek zaman, kâr bağlamında ise artı-emek zamandır. Dolaşım zamanında değişim için, "artıdeğer (başlangıçta değer olduğu kendiliğinden anlaşılır) için bir artı-eşdeğer gereklidir."3 "Demek ki, kullanım-değeri olarak ötekinin tüketimiyle sınırlanmış olması gibi, değer olarak da ötekinin ürünüyle sınırlanmıştır. Burada ölçüsü özgül ürüne olan gereksinim niceliğinde, orada ise dolaşımda var olan nesnelleşmiş emeğin niceliğindedir."4 Marx açısından öne çıkarılan şey, "kullanım-değeri üzerinden ‘gereksinim niceliği’ değil, değer açısından nesnelleşmiş emeğin niceliğidir." Dolaşım zamanında, değişim için meta başka bir metayı, nesnelleşmiş emek zaman ise başka bir nesnelleşmiş emek zamanı çağırır. Para, toplumsal emek zamanın bir biçimidir. Fiyat, kâra dönüşmesi için parayı çağırır. Bu bağlamda dolaşım zamanı, üretim zamanının
değişimi için başka bir üretim zamanını zorunlu kılar. Ortada eksik tüketim krizini aşan bir boyut vardır: Sermayeye dayalı toplumsal üretimin ve yeniden üretiminde, aşırı üretim krizi, değişim değerine dayalı eksik üretim krizidir. Artı-emek zaman, gerekli-emek zaman için bir ön koşuldur. Dolaşım zamanı krizi, emeğin toplumsal boyutta, ücretli emek altında sınıflaştırılamaması, sermayenin toplumsal emeği gerekli-emek zaman altında tahakküm altına yeterince alamaması krizidir. Bu bağlamda, dolaşım zamanı analitiği, bize dolaşım zamanı üzerinden sermayenin toplumsal dolaşımının ve tahakkümünün kapısını açar.
Sermaye Dolaşımı "Sermayenin tüm üretim süreci hem asıl dolaşım sürecini, hem de asıl üretim sürecini kapsar. Bunlar, onun hareketinin iki büyük kısmını oluşturur, bu hareket bu iki sürecin bütünü olarak kendini gösterir. Burada bir
Dolaşım zamanı krizi, emeğin toplumsal boyutta, ücretli emek altında sınıflaştırılamaması, sermayenin toplumsal emeği gerekli-emek zaman altında tahakküm altına yeterince alamaması krizidir
yandan emek-zamanı vardır, öte yandan dolaşım zamanı. Hareketin bütünü, emek-zaman ile dolaşım zamanının, üretim ile dolaşımın birliği halinde kendini gösterir."5 Sermaye dolaşımının üretim ve dolaşım zamanının birliği olduğunu netleştirdikten sonra, ikinci bir netleştirmeye ihtiyaç vardır: "Dolaşımın kendisi üretimin bir öğesidir, çünkü sermaye ancak dolaşım yoluyla sermaye olur; üretim, ancak dolaşımın kendisi üretim sürecinin bütünü olarak ele alındığı ölçüde, dolaşımın bir öğesidir."6 Sermaye üretimini üretim zamanı ile, sermaye dolaşımını da dolaşım zamanı ile karıştırmamak gerekir. Üretim zamanı ve dolaşım zamanı, sermaye dolaşımının veya sermaye üretiminin birer öğesidir. "Dolaşım Zamanı ve Eksik Üretim Krizi" başlığı altında, dolaşım zamanını değerin değişim ilişkisi üzerinden düşünmüştük. Şimdi ise, dolaşım zamanını üretim zamanı ilişkisi üzerinden düşünerek sermaye dolaşımına geçeceğiz. Bilindiği gibi üretim zamanı, gerekli ve artı-emek zaman üzerine kuruludur. Sermaye açısından temel sorun, gerekli-emek zamanı küçültüp artı-emek zamanı büyütmektir. Üretim zamanı içerisinde emeğin verimliği yükseltilerek artı-emek zaman artırılır. Mutlak artı-değere karşı nispi artı-değerin anlamı budur. Fakat üretim zamanından bağımsız olarak artı-emek zamanı belirleyen başka bir faktör karşımıza çıkar: Dolaşım zamanı. "Dolaşım zamanı, kendi niteliği gereği, değerlenmeye engeldir (gerekli emek zamanı da kuşkusuz bir engeldir; ama bu olmadan değer ve sermaye ortadan kaybolacağına göre, aynı zamanda oluşturulan bir öğedir); artı-emek-zamanından bir indirim, ya da artı-emek-zamanına oranla gerekli-emek-zamanında bir artıştır. Nasıl
14
Kâr, dolaşım zamanının belirlediği artı-zamana bağlı artı-değerdir
canlı emek değer yaratıcısı ise, sermayenin dolaşımı da değer gerçekleştiricidir. Dolaşım zamanı, yalnızca bu değeri gerçekleştirmenin bir engelidir ve bu ölçüde de değer yaratmanın engelidir; genel olarak, üretimden kaynaklanan bir engel değil, sermaye üretimine özgü bir engeldir."7 Bu bağlamda, üretim zamanı dolaşım zamanını belirlemez; fakat dolaşım zamanı üretim zamanını belirler. Bu belirleme, değer yaratma bağlamında bir engel değil, değer gerçekleştirmenin engeli dolayısıyla değer yaratmanın engelidir. Dolaşım zamanı uzadıkça üretim zamanında artı-emek zaman düşer, gerekli-emek zaman yükselir. Bu bağlamda, artı-değer miktarının kâra dönüşmesini üretim zamanı değil dolaşım zamanı belirler. Kar, dolaşım zamanının belirlediği artı-zamana bağlı artı-değerdir.Bu bağlamda sermaye, artıemek zamanı artırabilmek için gerekli-emek zamanı azaltmayı zorunluluk olarak görüyorsa, artı-değer miktarını artı-emek zaman miktarıyla aynılaştırmak için dolaşım zamanının sıfırlanmasını gerekli görür. Sermaye dolaşım döngüsünü ne kadar hızlı tutarsa, o kadar sermayedir. Sermaye, gerek üretim zamanında gerekse dolaşım zamanında fazla beklememelidir. Üretim zamanında kalma süresini kısaltmak için, sabit sermayenin üretken gücünü artırarak bunu üretim zamanında başarabilir. Dolaşım zamanında kalma süresini kısaltmak
için ise, toplumsal ilişkinin tüm boyutlarını sabit sermayeye ve bu bağlamda sermayenin toplumsal üretici gücüne dönüştürerek gerçekleştirir. Kapı, dolaşım çemberinin yatay ve dikey olarak genişlemesine ve derinleşmesine açılır. "Mutlak artı-değerin sermaye yoluyla –daha çok nesneleşmiş emek– yaratılması, dolaşım çemberinin genişlemesine ve sürekli genişlemesine bağlıdır. Bir noktada yaratılan artı-değer, başka bir noktada, karşılığında değişildiği artı-değerin yaratılmasını gerektirir… Bu yüzden sermayeye dayalı üretimin bir koşulu, çember ister doğrudan genişlesin, ister üretim noktaları olarak aynı çemberde daha çok nokta yaratılsın, sürekli genişleyen bir dolaşım çemberinin üretilmesidir. Dolaşım önce verilmiş büyüklük olarak bulunduğu halde, burada hareketli ve üretim yoluyla kendi kendini genişleten durumdadır. Ardından, kendisi üretimin bir öğesi olarak ortaya çıkar. Bundan dolayı sermaye nasıl bir yandan sürekli daha çok artı-emek yaratma eğilimi gösteriyorsa, tamamlayıcı eğilim de daha çok nokta yaratma yolundadır; yani burada mutlak artı-değer ya da artı-emek açısından bakıldığında, tamamlayıcı olarak daha çok artı-emeği kendine katmak ister; aslında bu, sermayeye dayalı üretimi ya da ona uygun düşen üretim tarzını yayma eğilimidir. Dünya pazarı yaratma eğilimi sermaye kavramının içinde verili olarak doğrudan vardır… Öte yandan, göreli artı değer üretimi, yani üretken güçlerin çoğalmasına ve gelişmesine dayalı artı değer üretimi tüketimin üretimini gerektirir; daha önce üretici çember için olduğu gibi, dolaşım içinde tüketim çemberinin genişlemesini gerektirir. Birincisi var olan tüketimin nicel genişlemesi; ikincisi var olan gereksinimlerin daha geniş bir çerçeveye yayılmasıyla yeni gereksinmelerin yaratılması; üçüncüsü, yeni gereksinmelerin üretilmesi, yeni kullanım-değerlerinin keşfi ve yaratılması. Başka bir deyişle, bu, kazanılmış artı-emeğin yalnızca nicel bir fazlalık olarak kalmaması
Toplumsal fabrika, toplumsal ilişkilerin üretiminin ve yeniden üretiminin biyo-politik üretimidir. Sermaye, biyo-politik üretimdir
aynı zamanda emeğin nitel farklarının çevresini (ve dolayısıyla artı-emeği) sürekli büyütmek, böylece daha çok çeşitlendirmek ve kendi içinde farklılaştırmaktır."8 Sermayenin toplumsal boyuttaki bu yayılımı ve yoğunlaşması ile, biçimsel tahakkümden sermayenin gerçek tahakkümüne, gerçek tahakkümden sermayenin toplumsal üretimin yeniden üretiminin ağsal network’üne geçilir. Sermaye, üretken güçlerin gelişmesini, gereksinmelerin genişlemesini, üretimin çok yanlı olmasını, doğal ve zihinsel güçlerin üretiminin çeşitliliğini ve işletilmesini sağlayarak, bu güçleri toplumsal artı-değerin üretilmesi için üretici güce dönüştürür. Bu boyutla birlikte maddi üretimin genel temeli, genel değişimin kendisi haline, dünya pazarı haline ve böylece bu pazarı meydana getiren etkinliklerin, ilişkilerin, gereksinmelerin bütünü haline gelir. "Sermaye, en yüksek gelişmesine, toplumsal üretim sürecinin genel koşulları, toplumsal gelirden yapılan kesintiden, devletin vergilerinden değil… sermaye olarak sermayeden ödendiği zaman ulaşır."9 İçinde bulunduğumuz zaman bu zamandır. Keynesçilikten neo-liberalizme, emperyalizmden imparatorluğa geçiş bunun ifadesidir. Toplumsal fabrika, toplumsal ilişkilerin üretiminin ve yeniden üretiminin biyo-politik üretimidir. Sermaye, biyo-politik üretimdir. 1 2 3 4 5 6 7 8 9
Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 26 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 116 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 306 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 307-8 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 102 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 15 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 34 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 308-9 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 25
Cengiz İNAN
15
Devlet aklının yeniden kuruluşu üzerine "Belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdırlar."1 Erdemin, başka bir deyişle gücün, varlığın özü olduğu soyutlamasını Spinoza’ya borçluyuz. İnsan kendi doğasının işleyişi uyarınca kendini korumaya çalıştığı oranda güç sahibidir. Ortak olanın gücü buradan gelir. Akıl-beden, özel-kamusal, sivil toplum-devlet, zorunluluközgürlük ikiliğine dayalı Batı metafiziği geleneğinde bu güç iktidarla sınırlanmıştır. Varlığın gücünü güçsüzlükte eşitleyerek aşkın olana devretmesi aynı zamanda köleliği üretir. Aşkın olan iktidar, keder, ölüm, korku ve şiddet yoluyla oluştan varlık olma savaşına girişir. İçkin olan güç ise neşe ve hayattır; Nietzsche’nin deyişiyle "öfkeyle değil, gülmeyle öldürür." Varlığı özneden hareketle ele alan Batı metafiziğinde dostluk-düşmanlık karşıtlığı ya da müzakeresi (diyalektiği) devletin ruhu olan yasalarla sabittir. Siyaset felsefesinde politik olan, eşitlik ve özdeşlik üzerinde, daha doğrusu, çoğu zaman dostluk olarak tercüme edilen philia üzerinde temellenir. Politik bağ, eşitleri ve neredeyse kardeş olanları birbirine bağlar.2 Aristotoles açısından dostluk siyasi bir ittifakın soyutlamasıdır. Dostluk, devletin yurttaşlarının iyi kavramını paylaşmasını
Antagonizma, demokrasifaşizm, ilericilikgericilik kavram ve mücadelelerini aşan bir yerden, ancak antikapitalist eksende bir mücadeleyle mümkündür gerekli kılar. Aynı bakış açısına sahip bireyler olarak toplumsal uzlaşmayı sağlamış iyi insanlar hem kendileri hem de birbirileriyle uyum içindedirler. Kamusal alanda iyi insan, diğer yurttaşlarla ortak bir bağlılığı ve sitenin iyiliği amacını paylaşan kişi olarak tanımlanır. Ancak çıkarları, sitedeki iyi insanların çıkarlarıyla çatışanlar (kadınlar, işçiler ve köleler) yurttaşlığa iye değildir. Aristo, soyluların ve yüksek devlet memurlarının ellerindeki imkânlardan daha fazlasını elde etmek istediklerinde kendi sınıflarının ayaklanma yöntemi olarak komploya başvurduklarını; bununla birlikte yurttaş olmayan kölelerin (emekçiler, kadınlar ve çocuklar) ise eşitsizlik karşısında isyan pratiğiyle hareket ettiklerini belirtir. Aristo, mülkiyetin güvencesi, devletin birliği için, komploların ve iç kavgaların önüne geçecek dostluk kavramını ileri sürerken ortak iyiyi devletin bekası altında akıl dolayımıyla güvenceye alır.3 İyilik, dostluk, yurttaşlık, cumhuriyet kavramlarını demistifiye eden Machiavelli ise, düşmanlıkların yaşanmadığı bir cumhuriyetin ve siyasetin mümkün olmayacağından hareketle, gizli komplo gruplarının yer almadığı, ortak gönenci temel alan bir cumhuriyet modelinin yönetim aklını analiz eder.4 Ona göre güçlü bir cumhuriyetin olması için çatışmaların bir grubun ötekini saf dışı etmeye çalıştığı iç
savaşlara dönüşmemesi gerekir. Machiavelli, öncüllerinden farklı olarak siyaset aklının yeniden kuruluşunu, hiçbir sözleşme kuramına başvurmadan, ahlak ve hukuktan ziyade güç ile tanımlar: "Doğanın dünyadaki nesnelerin hareketsiz kalmasına izin vermemesi ve bunların mükemmeliyete erişip daha fazla yükselemeyince inişe geçmek zorunda kalmaları gibi ülkeler de, pek çok kez, yaptıkları değişiklikler nedeniyle düzenden düzensizliğe ve sonra yeniden düzensizlikten düzene geçmişlerdir."5 Machiavelli, devlet biçimlerinden daha ziyade devleti muhafaza eden veya edebilecek yasaları ifşa etmekle, yönetim aklının işleyişini gözler önüne serer. Ona göre egemenler katında politik güç komplo ile kazanılır ve karşı komplo ile korunur. Prense öğütler aslında bütün aşkın göndermelerin altını oyar ve siyaseti tekrardan antago-
Demokrasi ve komünizm, araç-amaç ikiliğinin ötesinde emeğin otonom gücüyle yaşam bulur
16
Devlet gelenekleri ve siyaset aklının oluşturulmasında egemenlere kalan miraslardan biri rakip unsurları çatıştırma, diğeri ise gerektiğinde işbirliğine gittiklerini kurban olarak sunmaktır
nist güçlerin çatışma alanıyla ilişkilendirir. Machiavelli, sanıldığının aksine yönetenlerin zaten bildiklerinin vakanüvisliğini yapmamıştır. O, tam da geleceğe yazarak tam bir liberalizm eleştirisi ortaya koyar. Aynı minvalde yürüyen Spinoza ise, devlet meselelerinde yönetenlerin savaş zamanlarında düşmana yaptıkları gibi yurttaşları tuzağa düşürdüklerine dikkat çeker. Gizlilik, komplo ve sükûneti, yönetenlerin olmazsa olmazı olarak gösteren Spinoza, barışı da basitçe savaşın olmayışından daha ziyade korku salınmış uyrukların dirlik ve düzeni olarak tanımlar."6 Michel Foucault da, Clausewitz’in ünlü deyişini tersine çevirerek "siyaset, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir" önermesinde bulunduğunda, siyasetin aşkınlaştırılıp, savaşın devletleştirildiği aşkın modellerin diyalektik işleyişini ele alır.7 Diyalektik işleyişi temel alan liberal felsefe ve modern siyasal pratik, bizzat siyasetin temelini oluşturan antagonizma tanımını hasıraltı eder ve onu çelişkilerin sönümlendiği diyalektik uğraklara (hukuk, siyasal demokrasi, parlamento, toplumsal sözleşme) hapseder. Bugün araç-amaç ikiliğine veya talep siyasetine sıkıştırılan demokrasi, cumhuriyet, özgürlük vb. kavramlar gelişigüzel kullanıldığında teorik sığlığın da ötesinde siyasetin temelini oluşturan antagonizmanın ekseni ıskalanmaktadır. Siyasal olan ve siyaset yapmanın kaidesi, temsili, aşkın, nötr olarak addedilen alanlara (sivil toplum, parlamento, devlet) sıkıştırılarak sınıfsal çelişkiler iki rakip takımın mücadelesine ve karşılıklı diyalektik muhale-
fete indirgeniyor. "At izinin it izine" fena halde karıştırıldığı bir süreçte, Marx’ın tarihin tek haklı savaşı olarak değerlendirdiği emek ve sermaye savaşını, sermayenin, devletlerin ve temsiliyetlerin oyun alanından çekip çıkarmak, siyasal olanı yeniden toplumsal mücadeleye içkin kılmak, sınıf antagonizmasını ve çatışmayı özgürleştirmek durumundayız. Sermayenin karşısında ve ötesinde bir güç olarak emeğin kendi krizi ise onun özgürlüğü, çatışmayı özgürleştirmesidir. Antagonizma; demokrasi-faşizm, ilericilik-gericilik kavram ve mücadelelerini aşan bir yerden ancak anti-kapitalist eksende bir mücadeleyle mümkündür. Demokrasi ve komünizm araç-amaç ikiliğinin ötesinde emeğin otonom gücüyle yaşam bulur.
"Kardeşkanıyla abdest alanların" yazılı, yazısız yasa ve mirasları, yönetenlerin ve devlet aklının bilinçaltında varlığını korumaktadır
İmparatorlukların Mirasçısı: Osmanlı ve Jön Türkler Yönetenlerin yazılı yazısız yasalarını hayata geçirmeleri, bu mirası aktarmaları iktidar tarihi açısından elzemdir. Söz konusu mirasın ağırlığı bazen güçsüzleştirir öznesini, bazen de öznenin kendini var etme yoludur bu. Tarih kitaplarından Shakespeare’in temel yapıtlarına kadar sirayet etmiş Bizans-Roma oyunlarının öyküsü bir şekilde kulaklarımıza çalınmıştır. Osmanlı yöneticilerinin Bizans’a öykünmelerini ve Roma mirasçısı olduklarını hatırladığımızda, bilgi kirliliğinin yaşandığı son güncel gelişmeleri anlamak açısından işimiz daha da kolaylaşır. Nazım’ın deyişiyle "kardeşkanıyla abdest alanların" yazılı, yazısız yasa ve mirasları, yönetenlerin ve devlet aklının bilinçaltında varlığını korumaktadır. Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olduğu
17
bir ülkede yaşadığımız için konumuz tasfiyeler ve karşı-tasfiyeler olduğunda, Osmanlı saray geleneğinden İttihat Terakki’ye, Topal Osman’lardan Veli Küçük’lere uzanan karşılıklı tasfiye süreçlerinin hiç bitmediğini ve bitmeyeceğini görürüz. Nitekim egemenlerin yönetim tarihinin ve siyaset aklının komplolar ve karşı komplolardan meydana geldiği devrimciler açısından aşikâr olmalıdır. Peki 1908 devrimden tam yüzyıl sonra, Türkiye’de bugün devlet erkânında yaşanan dönüşümler, emek cephesi açısından ne anlam ifade eder? 1908 devrimiyle karşılaştırıldığında devlet erkânında yaşanan gelişme ve dönüşümlerin dinamikleri nelerdir? Bu dinamiklerin "dışarısı" veya "içerisi"nin öğeleriyle ilişkisi hangi boyuttadır? 1908 ve daha öncesinde Tanzimat Fermanı ve onun hazırlayıcısı II. Mahmut ile yaşanan değişim sürecinin dinamikleri hep yabancı devletlerin dayatmasıyla okuna geldi. Bu çözümlemelerin gerçeklik payı olmakla birlikte İmparatorluğun kendi dinamiklerinin önemi yadsınamaz. I. Bunalım dönemine tekabül eden 1908 dünyasının koşullarıyla karşılaştırıldığında bugün yaşamakta olduğumuz dönüşümün ayırt edici dinamiklerini değerlendirmek de mümkündür. I. Bunalım döneminde egemenler katında sermaye, ulus-devletler altında feodal, monarşik egemenlikleri dönüşüme uğratarak, siyasal alanı parlamento, güçler ayrılığı ve anayasa altında yeniden tanımlıyordu. Balkanlardan Ortadoğu’ya ulus fikriyle çatırdayan Osmanlı’nın önünde tek seçenek
Sezarizmin bizi ilgilendiren yönü egemenlik biçiminde bir geçişe işaret etmesidir
vardı: Ya değişime direnerek yok olmayı göze alacaklardı ya da devleti ayakta tutacak yeni dinamiklerin siyasetini örgütleyeceklerdi. 1908, bu içkin kuruluşun sancılarını taşıyordu. Fakat 1908 devrimine gelene kadar, Osmanlı hanedanlık yapısından modern kapitalist devletin kuruluşuna uzanan süreci, biraz ansiklopedik bilgilerle de olsa hatırlamak, bugünü anlamak ve karşılaştırmalar yapmak açısından ön açıcı olacaktır: Osmanlı devlet geleneğinin yazılı yazısız ceberut kanunlarına karşı cepheden ilk savaşı II. Mahmut ile başlatmak mümkündür. Bunu aynı zamanda Osmanlı yönetiminin modern anlamda ilk devletleşme ve burjuvalaşma çabaları arasında sayabiliriz. II. Mahmut’un kardeş katlinin önüne geçmesi, savaşlarda ganimet toplayarak ulema sınıfıyla birlikte devleti fiilen yöneten Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etmesi, ayanları yeniden denetim altına alması, devletin yeniden merkezileşmesinde önemli adımlardı. Kuşkusuz tüm bunların fikir mimarı ve taşıyıcısı III.
Selim’dir. III. Selim’in Nizam-ı Cedit’i kurup yeniçeri ocağını tasfiye etme isteği boğularak öldürüldüğü hazin bir sonla biterken, II. Mahmut ve ardıllarına son derece cesaret verici bir miras bırakıyordu. Bu anlamda 1908’in köklerini Fransız, Rus veya Japon burjuva devrimlerinin dinamiklerinden daha çok kendi tarihimizde bulmak mümkündür. II. Mahmut kendi tarihimizin ilk aydınlanmacı despotu; bizim tarihimizin Cromwell’idir. Burjuva devrimlerinin katalizörü haline gelen sultan Mahmut 1908’in yol açıcısıydı.
"Düşmanımın düşmanı dostumdur" anlayışıyla hareket edildiğinde Ergenekon veya AKP gibi ikilemlere saplanılması kaçınılmazdır
18
Dolayısıyla devlet erkânında yaşanan kumpas ve tasfiyelerin beraberinde egemenlik biçiminde değişiklikleri hazırladığını söyleyebiliriz. Devlet gelenekleri ve siyaset aklının oluşturulmasında egemenlere kalan miraslardan en önemli iki tanesi şöyledir: Birincisi, rakip unsurları çatıştırma ve (II. Mahmut örneğinde ayan ve yeniçerilerin çatıştırılması) kendi otoritesini sağlamlaştırmadır. İkincisi, otoriteyi ikame ettirmek adına gerektiğinde işbirliğine gittiklerini kurban olarak (Rusçuk ayanı Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümü) sunmaktır. Bu iki "görünmez" yasanın hala güncelliğini koruduğunu söylemek mümkündür. Eğer her tasfiye devletin yeniden yapılanmasına işaret ediyorsa o zaman bu, aynı zamanda emek ve sermaye arasındaki antagonizmanın çok daha dolayımsız olması anlamına gelir. Hükümetin toprak sahiplerinden kapitalistlere geçtiği 1830 devriminin akabinde antagonizmanın dolaysız bir hal aldığını belirten Marx, bu "ileri adım"ı devlet gücünün saf baskıcı niteliğinin daha çıplak niteliğini gitgide daha baskıcı bir şekilde ortaya koyması olarak yorumluyordu.8 Bu noktada, Gramsci’nin bir egemenlik biçiminden başka bir egemenlik biçimine geçiş şeklinde tarihsel bir evrenin belirtisi olarak başvurduğu Sezarizm kavramsallaştırması, günceli çözümlememiz açısından anlamlıdır. Sezarizmin bizi ilgilendiren yönü egemenlik biçiminde bir geçişe işaret etmesidir. Gramsci, çatışan kuvvetlerin mücadelelerinin
yansıtıldığı bir uğraktayız
basının polis güçlerine dönüştüğü polis örgütlenmeleri ve uzantılarına dayanmasıdır. AKP hükümette kalmasını, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi ve sonrasıyla bu üç temel belirleyici öğeyi arkasına almasına borçludur. Sonuçta "Allah’ın suyunu" bile satma pervasızlığını gösteren bu iktidarın varlığı sermayeleşmemiş tek bir toplumsal hücreye yaşam hakkının tanınmamasına bağlıdır.
devam etmesi halinde birbirlerini yok edecekleri bir denge noktasından bahsederek, bir uzlaşmacının çıkmasıyla dengenin korunduğunu belirtir.9 Ancak Gramsci, Sezarizmi salt bir denge unsuru olarak yorumlamanın yanlışlığına dikkat çekerek, Bonapartizm ile birlikte anılan Sezarizm çözümlemesini, II. Dünya savaşı arifesinde, I. Bunalım evresinden II. Bunalıma geçişin temel özellikleri ışığında yeniden değerlendirir. Bu bakımdan çağdaş Sezarizm kavramsallaştırması öncelikle, askeri, temsili bir figürün ötesinde devletin sınıflardan görece bağımsızlığının sona erdiği gerçeğinden hareketle değerlendirilmelidir. İkinci olarak çağdaş Sezarizm, parlamenter sistem içersinde muhafazakâr, liberal, milliyetçi, sosyal demokrat öğelerin rızasıyla oluşabilir. Üçüncü ayırt edici özelliği askeri güçlerden daha ziyade siyasal parti, sendika ve hatta
1908 Mirası: Abdülhamid/İttihat ve Terakki Tarihe Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak geçen II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağını tasfiyesini son bir yılda yaşananlarla kıyaslamak istersek, gelişmelerin Vaka-i Hayriye’nin çok gerisinde kaldığını söyleyebiliriz. Ergenekon operasyonuyla birlikte yaşanan gelişmeleri "ordunun" bütünlüklü ve radikal bir tasfiyesi olarak nitelendiremeyiz. Kuşkusuz bu durumdan kendine vazife çıkaran "demokrasi şampiyonları", süreci hayırlı olarak nitelendirmektedir10. Ancak Ergenekon’u ciddiye almak devleti ciddiye almamaktır. Devletin kendisi, egemenler katında yaşanan komplo ve karşı komplolar her zaman derindir. Bir başka deyişle bir şiddet makinesi olarak devlet ve hukuk kurumları da dâhil olmak üzere devletin varlık nedeni "derin" ve "gizli"dir. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" anlayışıyla hareket edildiğinde Ergenekon veya AKP gibi ikilemlere saplanılması kaçınılmazdır ve her iki gücün ardında yaşanan itkileri önemsizleştirme veya yok saymayı beraberinde getirmektedir. Sonuçta, Ergenekon operasyonları
Adına ne dersek diyelim bu örgütlenmelerin sistemin işleyişi açısından bir "üretim hatası" olarak
II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı tasfiyesini son bir yılda yaşananlarla kıyaslamak istersek, gelişmelerin Vaka-i Hayriye’nin çok gerisinde kaldığını söyleyebiliriz
19
Ergenekon operasyonları, ulus-devletin emperyal dönüşüm projesinin bir parçası olarak yeniden yapılanması sürecidir
bir tasfiye olmakla birlikte asıl olarak emperyal dönüşüm projesinin bir parçasıdır. IV. Bunalım döneminin temel özellikleri uyarınca ulus-devletlerin işleyiş şeklinin, poliarşik itkilerle yeniden yapılanması sürecidir. Bir simge olarak AKP ve II. Cumhuriyet çizgisi, postmodern biçimde, II. Abdülhamid siyasetinin takipçisidir. Modernist reformların taşıyıcısı sultanlardan biri olan Abdülhamid siyasetini öne çıkarmamızdaki sebep ise, kendi dönemiyle birlikte devlet geleneğimizde siyasal aklın ciddi çatışmalarla değişime tabi tutulmaya başlamış olması ve bu yönde ilk adımların atılmasıdır. Bu durumda Ergenekon operasyonu adı altında tutuklanan paşaların Enver Paşa ve İttihatçı ruhunun sadık bekçileri olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. İttihatçı gelenek açısından, yok olmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden diriltmenin ve devletin selametinin belirleyici olduğunu hatırlarsak, Ergenekoncuların hangi itkilerle hareket ettiğini ve yıkılmakta olan I. Cumhuriyetin varisliğine soyunmalarında şaşılacak bir yan olmadığını rahatlıkla görebiliriz. II. Abdülhamid siyasetinin temel özellikleri ve bugünle bağlantıları şöyle sıralanabilir: 1) Abdülhamid Yavuz Sultan Selim’den sonra yeniden ve farklı bir boyutta İslam’ı bir devlet politikasına dönüştürmeye çalışarak toplumsal seferberlik ilan etmeye çalışmıştı. Bu uğraşında "iman ve halife aşkının önüne geçmesinden" yakındığı milliyetçiliği kendisi açısından tehlike olarak görüyordu. Jön Türklerin köklerini bu yüzden dışarıda gösterdi.
2) Abdülhamid, Kürt seçkinleriyle ve diğer devletlerle işbirliği ve denge politikalarının mimarıydı. II. Abdülhamid devletin yeniden yapılanmasında özellikle eğitim (Aşiret Mektepleri yoluyla Kürtler ve Araplar Osmanlı’ya yeniden kazandırılmaya çalışılmıştı) ve askeri alanlarda çok önemli reformların altına imza atarken aynı zamanda Tanzimat rüzgârıyla ülkede esen özgürlük seslerinden de her daim tedirgin olmuştu. Meşrutiyet ilanlarının ne kadar sancılı geçtiği hatırlandığında Abdülhamid’in statükoculuğu ve doğu politikasındaki tedirginliği ortadadır. AKP, Kürt siyasetinde izlediği yol ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki emperyal dönüşüm açısından "bir adım ileri iki adım geri" gitmesiyle tarihin ironisini tekerrür ettirmektedir.
Vaka-i Hayriye ile karşılaştırıldığında daha kansız, pasif bir geçiş süreci söz konusudur. Ordu bu aşamada Osmanlı devlet geleneklerinin görünmez yasaları uyarınca hareket etmektedir
Bu iki özelliğin ortak paydası Ortadoğu politikasında görülmektedir. AKP’nin bugün Barzani-Talabani çizgisini bir yönüyle İran’a karşı tampon olarak desteklemesi, vaktiyle Abdülhamid’in Nakşi Şeyhi Ubeydullah’ı İran’a yönelik Kürt ayaklanmasında desteklemesiyle örtüşmektedir. AKP, Türkiye’deki Kürt siyaseti açısından Abdülhamid’in merkeze çekme ve gönül kazanma siyasetini harfiyen uygulamaktadır. Bugün II. Cumhuriyetin siyaset aklı "aşırı milliyetçiliği", "dış unsurların tetiklemesi" masalıyla yorumlarken yeniden ve farklı bir milliyetçilik yolu açmaktadır. Fransız Devrimi’ni eksen alan I. Cumhuriyet’te, ancak Türklüğün kabulü temelinde yurttaşlık mümkündü. II. Cumhuriyet sermayeleşmemiş bütün toplumsallıkların düşman kabul edilmesi anlamında, Amerikan tarzı postmodern milliyetçiliği temel almaktadır. Farklı etnisitelerin aynı potada eridiği ve çok ırklı emek piyasası içersinde emek-gücüne dönüştürülerek, sermayeleşmiş toplumsal üretim ilişkilerinde yeniden üretilen, ırksız ırkçılık olarak da anılan bu yeni milliyetçilik anlayışına göre "evrensel piyasa işleyişini" aksatan her türlü unsur milli çıkarlar açısından tehlike olarak okunur. Kapitalist dünya ekonomisinin amentüsü olan WASP (beyaz, anglo-sakson, Protestan) günümüzde biyo-iktidarlaşarak özneler üzerinden yeniden üretilmektedir. Sözgelimi ücretli emeğin sınıfsal çıkarı gereği kendisine karşı bir tehdit olarak algıladığı göçmenler toplumsal fabrikada milliyetçiliği yeniden üreterek "iş talebiyle" ulus tanımı üzerinden ulus-devleti de yeniden üretirler.
20
Ulus devlet orduları IV. Bunalım dönemiyle birlikte emperyal müdahalelerde polis güçlerine dönüşmüştür
Aklın devletleştirilmesi uyarınca hareket eden I. Cumhuriyet’in uzantıları "siyasal İslam ve Kürtleri" kurucu öğe olarak kabul etmedi. Cemaat ve diğer etnik kimlikler karşısında vatandaş olarak Türklük savunulmalıydı. Emeğin sermayenin boyunduruğu altına alınmasında başat söylem vatandaşlık temelli milliyetçilikti. II. Cumhuriyet ise devletin akılcılaştırılmasını kendine temel alıyor. Devletin akılcılaştırılmasından kastımız sermaye önündeki tüm engellerin düzlenmesi, yasalarla yeniden yapılanması ve ücretli emeğin tüm toplumsal katmanlara dayatılmasıdır. Dolayısıyla bütün etnik ve dini dolayımlar ortadan kaldırılarak emeğin sermayeye doğrudan boyunduruğu demokrasi söylemiyle güvenceye alınmaktadır. Marx, burjuvazinin, kitleler muhafazakâr kaldıkları sürece onların aptallığından, devrimcileşir devrimcileşmez öngörülerinden korkmaya mahkûm olduğunu belirtir.11 II. Cumhuriyet çizgisi bu dönemde tam da Marx’ı doğrulayan adımlar atarak "demokrasi" mitingleriyle "bilinç yükseltmiş", I. Cumhuriyet çizgisinin "karşı-komplosu"nu boşa çıkarmıştır. 3) Abdülhamid içerde polis teşkilatını alabildiğine palazlandıran ve onu sistematik bir şekilde yeniden yapılandıran düzenlemelere gidiyordu. II. Cumhuriyet’in doğum sancıları içersinde polis ve askeriyenin modernizasyonu aracılığıyla ordu ve polisin bölge ve küresel askeri operasyonlar dahilinde yeniden yapılandığına tanık oluyoruz. Erdoğan’ın "askerlik yan gelip yatma yeri değildir" söz-
leri poliarşik yönetimin gereklerinin dikkate alındığının göstergesidir. Tıpkı zamanında Kapıkulu ve Yeniçeri Ocağı’nda askerlik yapmadığı veya savaşa gitmediği halde maaş alanların yeni ordu denemeleriyle tasfiye edilmesi gibi, bu süreçte yaşanan gerilimler de ordunun "hareket kabiliyetini" artırmaya yöneliktir. Vaka-i Hayriye ile karşılaştırıldığında daha kansız, pasif bir geçiş süreci söz konusudur. Ordu bu aşamada Osmanlı devlet geleneklerinin görünmez yasaları uyarınca hareket etmektedir. Kendisini kurtarmak için taraftarlar "ipe verilmektedir." Ancak tüm bunlar bize özgü iç gerilimler olmanın ötesinde günümüzdeki ulusal orduların işleyişinden ve geçirdiği değişimlerden ayrı değerlendirilemez. Ulus devlet orduları IV. Bunalım dönemiyle birlikte emperyal müdahalelerde polis güçlerine dönüşmüştür.
AKP, Türkiye’deki Kürt siyaseti açısından Abdülhamid’in merkeze çekme ve gönül kazanma siyasetini harfiyen uygulamaktadır
1994 yılında başlatılan NATO’nun Akdeniz Ülkeleriyle Diyalog projesi, bölgedeki Arap ordularının (Kuveyt, Mısır, Ürdün) polis güçlerine dönüştürülmesinin ilk adımını oluşturuyordu. 2004 NATO İstanbul Ortaklık Girişimi ve sonrasındaki Brüksel toplantılarında Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletlerinin ordularına biçilen görev ve misyonlar gereği birlikte hareket etme, aksi takdirde "Haydut devlet" tanımlamasına dahil edilme kaçınılmaz kılınıyordu.12 Bu doğrultuda bugüne kadar Türkiye, Irak politikasında, imparatorluğun monarşisi ABD ile aristokrasi arasındaki gerilimlerden faydalanarak kendince bir ulusal politika izliyordu. Ancak gelinen noktada Irak konusunda imparatorluğun saikleri üzerinde mutabakatla birlikte Türkiye, hesaplarını da yeniden değerlendirmeye itildi. Aslında bu süreç AKP hükümetiyle girişilen Irak operasyonlarından çok daha önce kısmen başlatılmıştı. Türkiye bu süreçte Kuzey Irak politikasında şu değişikliklere yöneldi: Ecevit 1995 yılında Bölgesel Güvenlik Planı adlı on iki maddeden oluşan ve Irak’ın bütünlüğüne kavuşmasını, uluslararası yaptırımların kaldırılmasını, "Provide Comfort" Operasyonu sona erdirilerek bunun yerini Türk ve Amerikan birliklerinin almasını öngören bir plan açıklamıştı. Ecevit bu planında PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi amacıyla ABD’den erken uyarı sistemleri kurulmasını istiyor ve Irak ile ABD ve İsrail arasında barış sağlanması gerektiğini vurguluyordu.
21
Ecevit bu planla birkaç hedef gözetmekteydi: Birincisi, Bağdat’la anlaşarak PKK sorunundan kurtulmak; ikincisi, Irak içinde Güvenlik Şeridi kurmak; üçüncüsü, Bağdat ve Tel Aviv arasında barış yapılmasına aracı olarak ABD’nin memnuniyetini kazanmak; dördüncüsü, bu plandan İran ve Suriye’yi dışlayarak iki ülkenin kuşatılması hedefine ulaşmak.13 ABD’nin ikinci kez Irak’a müdahalesiyle birlikte bu hedeflerin bir kısmı büyük ölçüde değişime uğradı veya tamamen imkânsızlaştı. İngiltere Dışişleri Bakanı Michael Wright "milliyetçi hareketlerin desteklenmesinin komünizme karşı bir araç olabileceğine inandığını... Ortadoğu’daki milliyetçiliği dost bir güç halinde yönlendirmenin zorunlu olduğunu" dile getirirken Arap ve Türk milliyetçiliğini
Türkiye, imparatorluğun Irak politikasını kabul etmekle fevri hareket etmediğini her adımda kanıtlamış, kara harekâtını sınırlı tutarak aslında sınırlarını bildiğini göstermiştir
kast ediyordu.14 Tüm bu dengeler artık değişmiştir. Bölge özelinde İran’da, Musul bölgesinde olduğu gibi "yeni" milliyetçilikler hortlatılmaktadır. Türkiye egemenlik sınırları içersinde düşündüğü Musul bağlamında, emperyal düşlerini gerilerde bırakmak durumundadır. I. Dünya Savaşı’ndan bu yana emperyalist güçlerce devlet eliyle geliştirilen bölgesel milliyetçilikler ve ordu örgütlenmeleri hizaya çekilmektedir. Ecevit ve o zamanki devlet aklının Saddamsız bir Irak ve Kürtlerin devletleşmesine tepkisi bu temeldeydi: 1995 yılında "Irak ile olan sınırlarımız petrol hattıdır, Türkiye’nin sınırları petrolün bittiği yerde başlar. Bu sınırlar jeologlar tarafından çizilmiştir, bunlar Misak-ı Milli’nin sınırları değildir. Musul Lozan Anlaşmasıyla Irak’a bırakılmamıştır, hala Türkiye’nin sayılmaktadır" şeklinde demeçler veren Süleyman Demirel’in bugün artık ortalıkta görünmemesini emperyal aklı iyi okumasına ve bu merkezlere sadakatine bağlayabiliriz. Kürt yoğunluklu bölge artık küresel düzeyde emperyal güçlerin iç savaş alanıdır. Keza Türkiye, imparatorluğun Irak politikasını kabul etmekle fevri hareket etmediğini her adımda kanıtlamış, kara harekâtını sınırlı tutarak aslında sınırlarını bildiğini göstermiştir. Kara harekâtından birkaç gün sonra Talabani’nin, Irak’ın terörle mücadelesine verdiği destekten dolayı TSK’ya teşekkür edip, Türk şirketlerini Irak’a yatırım yapmaya davet etmesi ve yatırım için yirmi beş milyar dolarlık bütçe ayırdıklarını açıklaması son derece manidardır.15 Türkçülükle kurulamayan Ortadoğu bağlantıları bu aşamada ılımlı İslam modeliyle kurulmaktadır. II. Abdülhamid siyaseti yürürlüktedir. 4) Abdülhamid, bugünkü Cumhuriyetin ilk modernleşme adımlarından bazılarını atıyordu. AKP ve II. Cumhuriyet ise postmodernleşmenin bütün gereklerini yerine getirmektedir. II. Abdülhamid’in kurduğu ilk modern anlamda mekteplerden mezun subaylarla daha sonra çatışması tarihsel bir ironiydi. Yeni anayasa, parlamento, I. Cumhuriyetin de temellerini atan modernist kurucu güçlerin temel motifi oldu. Bütün bunlar ulus-devletin kendi içersinde verdiği iç savaşın sonuçlarıydı. II. Cumhuriyet’te anayasa, parlamento tam bir istisna haline tabidir. İstisna hali savaş hukuku gibi özel bir hukuk değildir; egemenlik ilişkilerinin yegâne belirleyicisi olarak istisna hali toplumsal-siyasal ilişkilerin nihai şeklini veren postmodern bir durum, yeni bir yönetim tekniğidir.16 Bu anlamda II. Cumhuriyet sürecinde yeni anayasa tartışmaları, seçim ve partiler kanunu düzenlemeleri,
Dünya savaşından bu yana emperyalist güçlerce devlet eliyle geliştirilen bölgesel milliyetçilikler ve ordu örgütlenmeleri hizaya çekilmektedir Polis Vazife ve Salahiyet kanunları küresel iç savaşın ürünüdür. Söz konusu süreç, devletler arasındaki bir dünya savaşından ziyade yeni egemenlik düzenlemelerinin kabulü temelinde çokluğa karşı açılmış bir savaştır. Kemal Derviş "demokrasi oyunu kurallarına göre oynanmalıdır"17 derken söz konusu postmodern siyaset kurallarının gereğini hatırlatmaktadır. 1970’lerde NATO’nun "görünmez orduları" olarak kurulan Gladio yapılanmalarının en belirgin özelliği, tıpkı İtalya’da yaşandığı gibi "tansiyon yükseltme" stratejisine dayanmalarıydı. Adına ne dersek diyelim bu örgütlenmelerin sistemin işleyişi açısından bir "üretim hatası" olarak yansıtıldığı bir uğraktayız. Bu süreçte siyasetin postmodernleşmesine, bir anlamda depolitizasyona tanık olduğumuz herkesin malumudur. Yürütmenin hem yasama hem de yargıya egemen olduğu koşullarda kuvvetler ayrılığı masalı kendi altını çoktan oymuştur.
Devrimci Hareket Tüm bu keşmekeşin ortasında, sokaktaki insanın artık hiçbir şeye güven duymaya-
22
Zorunluluk alanından özgürlük alanına, siyasal pratiğin yeniden hayat bulacağı yaratıcılıkların ancak sermayenin karşısında ve ötesinde bir hayatı kurmasıyla mümkün olduğundan hareket etmeliyiz cağı, tam bir kimliksizleştirme siyaseti adım adım örülürken, devrimci hareketin net olması kaçınılmazdır. Devrimci hareketin krizine yanıt ise, öncü bir gücün iradi müdahalelerinin ötesinde, modernist siyaset biçimlerinden felsefi, örgütsel bir kopuşu gerektirmektedir. Öncü ve iradi gücün kendisi harekete içkin bir şekilde yeniden kurulmayı beklemektedir. Günü kurtaran siyasal ajitasyonların ve ezberlerimizin ötesinde doğrularla yürürken kendi tarihimizin yanlışlarına saldıran yıkıcı bir güç… Arınma psikolojisiyle hareket eden öz-eleştirilerden ziyade eleştirinin devrimci olduğunu bilen özgürlük sorumluluğuyla devinecek, örgüt şovenizmden arınmış bir güç… Öncelikle, zorunluluk alanından özgürlük alanına, siyasal pratiğin yeniden hayat bulacağı yaratıcılıkların, ancak sermayenin karşısında ve ötesinde bir hayatı kurmasıy-
la mümkün olduğundan hareket etmeliyiz. Antagonizmanın çok daha çıplak olduğu bir uğrakta bu toprakların (faşizm, demokrasi, cumhuriyet vb.) kavramsal tarihini de hesaba katarak ve aynı zamanda bunlarla hesaplaşarak yürümek durumundayız. Siyaset, emeğin mücadelesine içkin olduğu ölçüde diyalektik olumsuzlamadan, farkın olumsuzlamasına yeni toplumsallıkların, sermayenin dışında ve ötesinde otonom hayatları mümkün kılması ve dolayısıyla antagonizmayı güncelleştirmesiyle mümkündür. Politik olan, sınıflar mücadelesine içkin olandır. Toplumsal antagonizma, devletin ele geçirilip sönümlenmesiyle son bulmayacaktır. Sınıfa karşı sınıfsızlaşma, toplumsal antagonizmayı ve politik olanı zorunluluk alanından özgürlük alanına sıçratır. Diyalektiğin dünyası ikili çalışır ve tözü tek bir sınıftır: Sermaye ve onun yabancılaşmış biçimi olarak ücretli emek. Dolayısıyla Nietzscheci anlamda tek bir sınıf vardır: Köle. Sermayenin krizleri depresyondur. Depresyonda tanım gereği, iki dünya (normal ve depresif) arasında sürekli gidip gelmelerden kaynaklı çelişkilerin devinimi esastır. İki dünya da tanınır, ama normallerin dünyasının (sermaye ya da köle ahlakının dünyası) içersinde kalınır. Emeğin dünyası şizofreniktir. Diğer dünyanın kurallarını, yasalarını tanımaz. Rasyonalitenin penceresinden baktığınızda tanıdığını varsaydığınız anlarda bile kaçışlar, direnişler vardır. Velhasıl iki dünya arasındaki antagonizma mutlaktır. Nazım’ın deyişiyle "biz artık düşman bile değiliz"dir:
Sana gelince, sen o günleri – kendi oğluyla yatan, kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun! Satıyorsun: günde on kâat bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek, ve üç yüz papellik rahat için... En güzel günlerimin üç mel’un adamı var: Biri sensin, biri o, biri ötekisi... Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi... Sana gelince... Ne ben Sezarım ne de sen Brütüssün Ne ben sana kızarım ne de zatın zahmet edip bana küssün… Artık seninle biz, düşman bile değiliz.
1 Walter Benjamin, Pasajlar, Çev.: Ahmet Cemal, YKY, s. 41. 2 Antik Yunan’da yalnızca soylu erkeklerin dostluğunu kapsayan bu bağ, Ortaçağ dünyasında tanrının oğullarının dostluğuna ve Fransız devrimiyle birlikte ulusların kardeşliğine (fraternité) içerde ve dışarıda ulus-devlet merkezli dost ve düşman tanımlarına denk gelir. Günümüzde ise herhangi bir devletin vatandaş olmayan göçmenler bu tanımın dışarısında bırakılır. Bir devlet biçimi olarak demokrasi bu bağlamdaki eşit olanların yönetimidir. 3 Aristotoles, Politika, Çev.: Mete Tuncay, Remzi Kitabevi, s. 36, 48 4 Niccoló Machiavelli, Floransa’da Komplolar ve Karşı Komplolar Tarihi, Çev. Berna Hasan, Özne Yay. s. 323 5 A.g.e, s. 217 6 Spinoza, Tractatus Politicus, Çev.: Murat Erşen, Dost Yay., s. 42 7 Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerek, Çev.: Şehsuvar Aktaş, YKY, s. 32; 70 8 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev.: Ahmet Fethi, Hil Yayınları, s. 133 9 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, s. 283 10 Bu bağlamda ordunun siyasallaşması eleştirisini dillendirenlerin siyaset tarihinden bihaber oldukları söylenebilir. Böyle bir süreçten demokrasinin çıkmasını beklemek ise saf dilliği aşan sınıfsal bir duruştur. 11 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev.: Ahmet Fethi, Hil Yayınları, s. 102 12 Kaddafi diktatörlüğü olarak anılan Libya’nın birden demokratik reformlara girişmesiyle "haydut devlet" kategorisinden çıkarılmasını, bölgede uygulamaya konan ulus-devletlerin kapitalist dünya ekonomisiyle tam ve uyum içinde çalışmasına örnek olarak gösterebiliriz. Kısa adı MEFTA olan Ortadoğu Serbest Ticaret Bölge projesi gereğince, iç reformlar ve demokratikleşme yolunda yasaların yeniden düzenlenmesi ve neo-liberal ekonomi politikaları esas alınmaktadır. Söz konusu ikili anlaşmaların diğer devletlerle olan boyutları için bakınız: http://www.ustr.gov/Trade_Agreements/Regional/MEFTA/ US_Middle_East_Free_Trade_Efforts.html 13 İzzetullah İzzeti, İran ve Bölge Jeopolitiği, Küre Yayınları, s. 59, 60, İstanbul, 2005 14 George McGhee, ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Çev.: Belkıs Çorakçı, Bilgi Yayınevi, s. 121 15 09/03/2008 tarihli Radikal Gazetesi 16 Giorgi Agamben, İstisna Hali, Çev.: K. Atakay, Otonom Yayıncılık, s. 11 17 14/10/2002 tarihli Milliyet Gazetesi
Akın
23
İkinci cumhuriyet ve modernist solun krizi İkinci cumhuriyet, burjuvazinin sınıf olarak transformasyonuna bağlı yeni bir egemenliğin kuruluşudur
Egemen güçler arasında verilen iktidar kavgalarının biçimi ile yöneten ve yönetilenler arasında verilen sınıf savaşımının biçimi arasındaki fark, ezilenler açısından onur vericidir. Mülk sahibi egemen sınıfların kendi aralarında verdikleri güç savaşını sürdürme biçimleri komplo, mülksüzlerin mülk sahiplerine karşı verdiği mücadele biçimi ise isyandır. Komplolarla sürdürülen iğrenç bir kavganın içinden geçiyoruz. Kirli ve mide bulandırıcı komplolar savaşına her gün tanık oluyoruz. Hollywood filmlerini aratmayacak ajanları ve istihbarat savaşlarını izliyoruz. Siyasal bir değerin toplumsal bir değere dönüşmesi, değeri elde edecek olan mücadelenin içerik ve biçimine bağlıdır. Bu kirletici savaş, bizim savaşımız ve bizim tarzımız değildir. Bu biçimde sürdürülen bir politik savaştan, ne "laiklik" ne de "demokrasi" bir toplumsal değer olarak çıkabilir. Peki, komplolarla sürdürülen bu egemenler arası güç savaşını, mülklüler ile mülksüzler arası savaşa dönüştürebilir miyiz? Komploya karşı isyan, bu sürece ağırlığını koyabilir mi? Bu süreçte, toplumsal değere dönüşerek kalıcılaşan politik bir değer oluşabilir mi?
"Güç" kavramı üzerine biraz düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünmeyi iki temel alan üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, siyasi bir ağırlığın oluşması için toplumsal desteğin varlığı şarttır; bu toplumsal destek politik bir gücün göstergesidir. Bu bağlamda baktığımızda, Marksistlerin bu "güç"e sahip olduğu söylenemez. Bugün için Marksistler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir. İkincisi ise, toplumsal bir desteği oluşturma bağlamında politik bir ağırlık olma konumudur. Bu konum, etkili bir politik söylemi gerektirir. Etkili bir politik söylem, ancak toplumsal destek yaratarak güce dönüşebilir. Marksistler, toplumsal destek oluşturabilme konumundadır. Birinci durum karşısında yapılacak bir şey yok; bu bağlamda konu dışı tutulması gerekiyor. İkincisi ise çok düşündürücüdür. Toplumsal desteğiniz olmamasına karşın toplumsal desteği oluşturabilecek bir politik söyleminiz yok ise, bu düşündürücü, vahim bir durumdur. Marksistler bunun üzerine düşünebilmelidirler. Söylem kavramını, bir cümlelik de olsa, başka bir boyut ile ilişkilendirmek gerekiyor. Söylem politik özneleşmedir. Eylemi kuran söylemdir. Özne eylemiyle kurulur. Söylem özneyi kuran eylemselliktir. Hareket, kendi kimliğine ters bir söylemin eylemi altına girdiğinde kendine yabancılaşır. Marksistler, bu süreçte söylemin yokluğu ve yabancılaştıran bir söylemin eylemselliğinde özneleşme tehlikesi altındadırlar. Bu süreç içinde Marksistlerin söylemi yoktur ve Marksistlik adına modernist sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştırmaktadır. Modernist sol, Marksizme yabancılaşmıştır.
Bugün için Marksistler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir
Marksistlerin Söylemi Yok! Marksist solun toplumsal güce sahip olamamasının en önemli nedeni, söylemsel dilini yitirmiş olması, yeni bir dil oluşturmada ise tıkanmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri geleneksel politik kültürdür. Ülkemizde, politik bir ağırlık olma anlayışı niceliksel güçle orantılıdır. Kim kitlesel olarak kalabalık ise güç ondadır. Pratik politikacılık, bizi her zaman bir yerlere toslatmıştır. Pratiğimizin aklı her zaman konjonktüreldir. Politiklik, söylemin toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırılmasıdır. Ülkemizin tarihinde, solun toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırdığı politik bir söylem yoktur. Direndik, dövüştük, bedel ödedik! Fakat toplumsal, politik bir değer üretemedik. Kendi tikel tarihlerimizi ürettik; fakat toplumsal olarak solun kazandırdığı politik bir tarih üretemedik. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur. Söylem, toplumsal güce dönüştüğü oranda kurucudur ve güçtür. Politik kuruculuk gücü toplar, örgütler ve yönetir. İçinden geçtiğimiz
24
politik süreci kuran, örgütleyen ve yöneten söylem iki ana kategoride toplanabilir. Birincisi, laik–anti-laik söylemidir. İkincisi, darbeye karşı burjuva demokrasisi, bir başka deyişle siyasal demokrasi, yani liberal demokrasi, yani devletin demokratikleştirilmesidir. Her iki durumu soyutlayıp tekleştirdiğimizde, liberal bağlamda karşımıza çıkan, devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Bu bağlamda, gerek "laik–anti-laik" gerekse "darbeye karşı demokrasi" söyleminin her ikisinde de "sol" değerler bulunmaktadır. Ve bu sol değerler, karşı kamplarda konumlanmışlardır. Solu ayrıştıran ve saflaştıran durum buradan kaynaklanmaktadır. Peki, bu değerler Marksist solun değerleri midir? İşte burada durup samimi ve dürüst olarak düşünmemiz gerekir. Bu değerler Marksist değerler değil, burjuva özlü "sol" değerlerdir. Siyasal tarihimiz boyunca varlıkları pek hissedilmeyen liberalleri bugün konuşturan nesnel durum budur. Liberal solun Marksist sola yönelttiği eleştirileri iyi okumak gerekir. Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır. Bu ittifak çağrısının AKP’nin desteklenmesi olarak okunması yanlış bir okumadır. Tam tersine, Marksistler ile yapılacak bu ittifak üzerinden liberaller, AKP’den kopmayı istemektedirler. Burjuva özlü sol değerler altındaki bu ittifak çağrısı, Marksist solu bölmektedir. Marksistler, bu durum karşısında politik taktik bağlamında teorik açıdan donanımlıdırlar; fakat politik pratik açısından böylesi bir postmodern durumla ilk defa karşılaşmaktadırlar. Geleneksel düşünme biçimini bozan bir durum karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Taktik ve strateji gereği, "reform ve devrim", "asgari program ve azami program", "amaç ve araç" ikilikleri üzerinden, sorun teorik olarak çözülebilir. Fakat sorunu kilitleyen başka bir boyut vardır: Modernist sol, burjuva özlü sorunlar karşısında ittifak çağrısı yapacak önderliğin merkezinin her zaman kendileri olduğunu düşünmüşlerdir. Liberallerin ittifak çağrısı beklenmedik bir durumdur.
Modernist sol, Marksizme yabancılaşmıştır Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır
Modernist solu kilitleyen ve bölen başka bir boyut, solu kuran anti-emperyalizm ve antifaşizm söylemleridir. Bu iki söylem, politik olarak bölünmüştür. Anti-emperyalizmi öne çıkaranlar, laik–anti-laik söyleminin altında saf tutmuşlar ve "ulusalcı" olarak konumlanmışlardır. AKP karşısında, gericiliğe karşı aydınlanma, emperyalizm ile işbirliği karşısında anti-emperyalist siyasal bağımsızlık söylemi altında konumlanmışlardır. Antifaşizmi öne çıkaranlar, darbeye ve faşist devlet biçimine karşı siyasal demokrasi, devletin demokratikleştirilmesi söyleminin altında konumlanmışlardır. Solu kuran her iki değer, politik olarak farklı saflardadır. Modernist solu bölen ikinci nesnel durum budur. Bu siyasal diziliş, ittifakı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu ittifak Marksistliğe toz konduracağı için, politik tutarsızlığa ve cesaretsizliğe neden olmaktadır. Modernist sol açısından, düne kadar söylediklerini gerçekleştirmek için, bu süreç mükemmel bir fırsattır. Düne kadar faşizme karşı demokrasi mücadelesini stratejik bir hat olarak kuranlar için, bu süreç fırsattan çok panik havası yaratmıştır. Oysa, gerçekçi bir liberal sosyal demokrat hareket yaratmanın tam zamanıdır. Herkes politik kimliğinde netleşmelidir. Söylediklerimiz, anti-emperyalist cephe için de geçerlidir. "Ulus devlet"e tutunan, Baasçı, Peronist, Bonapartist bir siyasal oluşumda netleşmelidirler. Bu dizilişlerin söylemi içinden, Marksizm adına üçüncü bir yol çıkmaz. Marksizm adına hareket eden modernist solun kendi özgücüyle pratik sergilemesini sağlamak üçüncü yol değildir. Burjuvazinin iç savaşında ortaya çıkan çatlaktan yararlanma adına Ergenekon’a karşı siyasal demokrasiyi radikal olarak savunmak üçüncü yol değildir. Mantık bildik bir mantıktır: AKP önderliğinde, bu iş sonuna kadar götürülmez. Bu süreci sonuna kadar götürecek olan Marksistlerdir. Bu mantıkla Marksizm adına üçüncü yol olunmaz; olsa olsa, darbeye karşı demokrasi safının sol radikal kanadı olunur. Bu kötü bir şey değildir; fakat gerçek budur.
Bu süreç, sol adına anlamlı ve gerçekçi bir politik süreçtir; politik kimliklerin iç içe geçtiği, kimin Marksist, kimin liberal, sosyal demokrat ya da Baasçı olduğu beli olmayan kaotik bir süreçtir. Türkiye siyasal tarihi, bu politik kimlikleri netleştirememiştir. Bu süreç, politik kimliklerin gerçekçi bir yerden kurulacağı tarihselliğin başlangıcıdır. Bu bağlamda anlamlıdır. Tartışmaların toplumsallaşması bile bir canlılıktır. Solun geleceği açısından sonuç öngörülebilir: Anti-emperyalizm adına siyasal bağımsızlık söyleminin varacağı yer, ulus devletin koruyuculuğu bağlamında sosyal şovenizmdir. Anti-faşizm adına demokrasi mücadelesinin varacağı yer ise liberal demokrasidir.
Sermayenin Sınıfsal Transformasyonu Laik ve anti-laik, darbe ve demokrasi çatışması sahtedir ve politik krizin içkin nedenlerini açığa çıkarmaktan öte, krizin nedeni olan kapitalizmin yapısal dönüşümünü gizlemektedir. Bu kriz, içerisi ve dışarısı ikilemlerinin belirleniminden öte, sermayenin tarihsel olarak geldiği boyutta yapısal dönüşümün küresel çapta toplumsallaşmasının getirdiği krizdir. Sermayenin transformasyonunun toplumsal kuruluşunun
Anti-emperyalizm adına siyasal bağımsızlık söyleminin varacağı yer, ulus devletin koruyuculuğu bağlamında sosyal şovenizmdir
25
İkinci cumhuriyet Sezarizm ile kurulmaktadır. AKP Sezarizmdir
politik sonuçlarıdır. Ezberlerimiz, bu transformasyonu anlamamıza engeldir. Bildiklerimizle gerçek okunamamaktadır. Sermaye, sürekli bir devinim içinde sınıf üretme ilişkisidir. Sınıflar mücadelesi, bu sınıf üretme ilişkisine içkindir. Ezber olan, sınıflar mücadelesinin kurulmuş sınıflar arası mücadele olarak anlaşılmasıdır. Bu bakış açısı, ontolojik olarak sınıfların biçimini dondurur; sınıflar mücadelesi, sabitlenmiş sınıf biçimlerinin mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığımız kriz bu mantıkla okunamaz. Sınıf kavramı, değişimi ve dönüşümü içinde kavranmalıdır. Sermayenin tarihsel olarak gelmiş bulunduğu boyuta bağlı olarak küresel toplumsallaşması, aynı zamanda burjuvazinin sınıf olarak transformasyonunu içermektedir. Kriz, burjuvazinin sınıf olarak transformasyonunun krizidir. Sınıf, ekonomi-politiğe içkin politik bir kuruluştur. Burjuvazinin ekonomipolitiğe içkin politik transformasyonu egemenlik krizidir. Bu, bizi egemenlik ve devlet teorisine götürür. Bu bağlamda modernist solun krizi devlet teorisi krizidir. Marksist teori, ajitasyona dönüştüğü zaman durup düşünmek gerek. Bu kriz, burjuva güçleri arasında bir iç savaş değildir. Eğer bu bir iç savaş ise, burjuva tarafların tanımı ajitasyondan uzak yapılmalıdır. Bu taraflar kimdir! Ulusal burjuvazi ile emperyalizmle işbirlikçi burjuvazi mi? Ticaret burjuvazisi, finans burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir iç savaş mı? Anadolu kaplanlarıyla TÜSİAD arasında mı? Nedir? Buradan, ajitasyondan başka bir şey çıkmaz. Gerçek olan, burjuvazinin çatışmaya içkin transformasyonudur. Bu, sermayenin bir egemenlik ve devlet krizidir. Bizim kullandığımız "ikinci cumhuriyet" kavramı, Mehmet Altan’ın anladığı "birinci cumhuriyet"in demokratikleştirilmesi bağlamında değildir. Bizim anladığımız ikinci cumhuriyet, burjuvazinin sınıf olarak transformasyonuna bağlı yeni bir egemenliğin kuruluşudur. Bu çatışmalı egemenlik kuruluşunun geldiği boyutta, ikinci cumhuriyet AKP üzerinden inisiyatifi ele geçirmiştir. AKP’nin iktidarı şimdi başlamıştır. AKP’nin geleceği türbana değil, bu kuruluşu gerçekleştirmesine bağlıdır. Birinci cumhuriyet, Bonapartizm
ile kuruldu. İkinci cumhuriyet ise, Sezarizm ile kurulmaktadır. AKP Sezarizmdir. Artı-değer, artı-emek zamanın belirlenmesine bağlıdır. Sermaye, tarihsel olarak artı-emek zamanın, üretim zamanının krizlerine bağlı olarak belirlenmesi dönemini aşmıştır. Üretim zamanı içerisinde, cansız emeğin canlı emek üzerinde tam tahakkümü gerçekleşmiştir. Cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümünde, emek verimli kılınarak artı-emek zaman artırılmıştır. Artı-emek zamanın üretim zamanının krizleriyle belirlendiği dönemde, sermayenin çözümlenmesi özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisinin çözümlenmesidir. Politik alan çözümlemesi, bu temele göre yapılır. Bu dönemde, genel toplumsal üretim koşullarının üretimi sermayeleşmemiştir. Devlet, vergiden ve gelirden genel toplumsal üretim koşullarını üstlenir. Keynesçilik, bu durumun en gelişmiş biçimidir. Günümüzde artı-emek zamanın belirlenmesi, dolaşım zamanının krizine bağlıdır. Dolaşım zamanının krizi, genel toplumsal üretim koşullarının sermayeleşmesiyle aşılır. Kamusal alanın ticarileşmesi ve özelleştirilmesi bunun bir ifadesidir. Keynesçilikten neo-liberalizme geçiş bunu ifade eder. Bu bağlamda, sermaye, özel sermayenin, özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisi üzerinden değil, genel toplumsal üretim koşullarıyla özgül ilişkisi üzerinden çözümlenebilir. Artık, artı-emek zaman, üretim zamanının belirlediği toplumsal gerekli-emek zaman üzerinden değil, dolaşım zamanının belirlediği toplumsal gerekli-emek zaman üzerinden belirlenmektedir. Sorun emeğin üretim zamanındaki verimliliği değil, sermayenin toplumsal üretiminin, sermayenin toplumsal dolaşımının verimliliğidir. Üretim zamanındaki emeğin verimliliği, toplumsal emeğin verimliliğine, toplumsal ilişki üretiminin genel koşullarının
Sınıf siyaseti, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın politikliğidir
Küresel sermayenin organik bir parçası olmadan artı-değer üretimi mümkün değildir
sermayeleşerek üretken güce dönüşmesine bağlıdır. Bu bağlamda "burjuvazi" kavramı, üretim zamanının krizlerine bağlı sermayenin kişileşmiş biçimi olan kapitalist olmayı aşmış, toplumsal ilişki, toplumsal hayat biçimine dönüşmüştür. Sermayenin gelmiş olduğu bu boyutta, devlet görece bağımsızlığını yitirmiştir. Sermaye, devleti ele geçirmiş ve devletleşmiştir. Artık sermaye politik bir kavramdır. Toplumsal emek, sermayenin küresel tahakkümü altına girmiştir. Sermaye, toplumsal ilişki üretimidir ve biyo-politik üretimdir. Sermayenin içerisi dışarısı yoktur; küresel sermayenin organik bir parçası olmadan artıdeğer üretimi mümkün değildir. Birinci cumhuriyet, üretim zamanının krizine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünüdür. İkinci cumhuriyet ise, dolaşım zamanının krizine bağlı olan sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretimine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünü olacaktır. Birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyet sürecine girmiştir. Artık politik antagonizma, hayata karşı hayattır. Sınıf siyaseti, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın politikliğidir. Bizim durduğumuz yer, hemen şimdi anti-kapitalizm, toplumsal demokrasi ve komünalizmdir. Üçüncü yolun söylemi ancak buradan çıkar.
Cengiz İNAN
Gurbet İşçisinin Mektubu Bizimle yırtılır bütün geceler Şafaklar bizimle başlar kavgaya Yanar ellerimiz kömür kömür Tüter gözlerimiz duman duman Kentler bizimle başlar uyanmaya Çağların bu köhne karanlığı Işımak üzere iken sabahın ağzında Bizler satın alınırız daha Hergün aynı işçi pazarlarında Hergün aynı sokak ortalarında Bohçandaki yazgıları Bağrındaki acıları Bırakıp da birgün Gelmek istersen yanıma Sakın ha Türküsüz çıkmayasın yollara Karanlıklar içinde Şafakla gel günle gel Kan ve barut içinde Dirençle gel kinle gel Gel gülüm geeel gel İşsiz geçen hergün yoksul Akşamı bir kondu kahvesinde Çaylar sıla sıla tütende Radyoda bir uzunhava Bir memleket sesi Sorma gitsin gülüm Yüreğim şimdi bir yangın yeri
Adnan Yücel “Soframda Kaval Sesi” kitabından “Gurbet İşçisinin Mektubu” şiirinden bir bölüm, s. 67
Leyleğin Atılmış Yavruları... "Öldüren iş kolu" kot taşlama atölyelerinde kısa bir süre çalıştıktan sonra iki kardeşiyle birlikte tedavisi imkânsız silikozis hastalığına yakalanan Abdülhalim Demir, kamuoyuna hitaben "Leyleğin atılmış yavruları" başlıklı bir mektup yazdı. "KAMUOYUNA" Leyleğin Atılmış Yavruları Leyleklerin yuvada besleyebileceğinden çok yavrusu olunca, yetiştirebileceği kadar yavruyu yuvada bırakıp, fazla olanları yuvadan atar. Bizler Bingöl’ün Karlıova ilçesi Taşlıçay köyünde doğduk. 1990’lı yıllara kadar hayvancılıkla olan geçimimiz iyi safhadaydı. Köyümüzün toplam 32 bin küçükbaş hayvanı vardı. Herkesin hayatı güllük gülistanlık iken köyümüze koruculuk getirildi. Köyümüz için pek de hayırlı olmayan günler de böylece başlamış oldu. Köyden 86 insan korucu seçildi. 2 bin 100 nüfuslu bir köyde 86 kişinin, bu kişilerin ailelerini de 10 kişiden sayarsak, yalnızca 860 kişinin istihdamı sağlandı. Herkes yaylaya çıkamadığı için hayvanlarını satmak zorunda kaldı. Geri kalanların göç etmekten, gençlerin gurbete çıkıp çalışmaktan başka çareleri kalmadı. Gurbete gelenlerden biri de bendim. Maddi imkânsızlıklar yüzünden okulu bırakıp İstanbul’a geldim. Çocuk yaşta olduğum için iş bulmakta zorlandım epey. Önceleri bulduğum iş yerlerinde, yatma yeri vermedikleri için çalışamadım. Sonra İstanbul’a daha önce gelmiş arkadaşlarımızın çalıştığı kumlama atölyelerinde çalışmaya başladım. Cazip Olan Yatacak Yerin De Olmasıydı Bu atölyelerde yatma yeri veriyorlardı. Normal diğer iş yerlerinde çalışan kişilerle maaşlarımız aynıydı. Bize cazip gelişi sadece yatacak yer verdiklerindendi. Kumlama, Türkiye’ye yeni geldiği için fazla gelişmemişti. Karanlık bir odada deniz kumuyla kot beyazlatılıyordu. Kum fazla harcanmasın diye de odalara ufak fan takılıyordu. Bu işlerde çalışanlar ya bizim gibi yatma yeri sıkıntısı çekenler ya da yabancı uyruklu işçilerdi. 1999 yılında rodeo (kumlama) çok aşırı parladı. Neredeyse piyasaya sürülen bütün kotlara beyazlatma yapılıyordu. Bir anda aldığımız maaşlar piyasanın iki üç katına çıktı. Herkes köydeki veya çevredeki eşine dostuna bu işi tavsiye etti. Burada başka işlerde çalışan arkadaşlar dâhil işlerini bırakıp kumlama işine girdiler. Kelepir Bir Bodrum Bir de İşçi Gerekliydi İstanbul’da iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar kumlama atölyesi varken bu sayı yüzlere kadar çıktı. Hiç kumlama nedir bilmeyen sermayedarlar bir kumlama ustasına 3 kuruş fazla verip himayesinde rodeo kurdular. Rodeo açmak için bir kompresör, bir hava tankı, birkaç püskürtme tabancasından başka sermaye gerekmiyordu. Unutmadan, kelepir bir bodrum bir de çalışacak işçi gerekliydi. Bizler İstanbul’a gelip 1 sene 10 ay çalışıp, köyümüze 15 gün dinlenmeye giderdik. Sigorta Nedir Duymuştuk Ama... Sigorta nedir duymuştuk ama ne için gerekli olduğunu anlatmamışlardı. Bizim gözümüzde sigorta 20 yıl aynı iş yerinde çalışanı emekli etmekti. Oysa sigorta hayatı garanti etmekmiş. Hadi bizler bilmiyorduk, peki devlet neredeydi; çalışan işyerleri
vergiye tabiydi. Elektrik faturası ödüyorlardı, vergi ödüyorlardı. Peki merak etmiyorlar mıydı, bu iş yerinde ne üretiliyor, kimler çalışıyor. Sonuç itibariyle; senin belli iş yasaların ve bunun denetimi için kurumların var. Sen buraya elektrik, su verip vergi alıyorsan, merak edip denetleyeceksin; şartlara uygun, koyduğun yasaya uygunsa çalışma ruhsatı vereceksin. Ve şu an hepimiz hastayız, hem de tedavisi olmayan bir hastalık. Sadece köyümüzde resmi olan hasta sayısı 187. Doktora gitmeyenlerle beraber 300 kişi hasta ve çaresiz ölümü bekliyoruz. Türkiye’nin birçok bölgesinde bu işten hastalanmış işçiler var. Bizim hikayemiz böyleydi; onlarınki kim bilir nasıl? Atılmış Yavrular Biz miyiz? Şimdiye kadar üç arkadaşımızı kaybettik ve yatağa mahkûm dört arkadaşımız var; yaşamları oksijen tüpüne bağlı. Aslında hepimiz perişanız çünkü çalışamıyoruz, yürümekte bile zorluk çekiyoruz. Geçimi bize bağlı ailelerimiz var, onlara bakamıyoruz. Bu bize hastalıktan da çok koyuyor. Bizi bu hallere düşüren iş sahipleri kadar devlet de suçludur. Bize sahip çıkmalıdır; bizi iyileştiremezse bile en azından bundan sonraki yaşamımızı garanti altına almalıdır. Şimdi merak ediyorum yazımı okuyup bize sahip çıkacaklar mı? Yoksa bu leylek hikayesine gerçekten inanacağım… Acaba atılmış yavrular biz miyiz? Abdulhalim Demir
28
Dile benden ne dilersen: Back up Back up, yardım ve dayanışma ilişkilerini sermaye altında garanti altına alarak "biz sizin arkanızdayız" diyor ve bizi bize pazarlıyor
5 yıl önce faaliyete geçen, Boyner grubuna ait bir proje olan Back up projesinin vaatleri saymakla bitmiyor. Düğünden kaçan gelini bile bulup ailesine teslim etmekle övünen Cem Boyner1 "dile benden ne dilersen" ve "kimi arayacağınızı bilemediğinizde bizi arayın" sloganları ile kapitalizmin yarattığı tek kişilik hücrelerine kıstırılmış insanların umutlarını ‘back up’ adı altında markalaştırarak, dayanışma ve yardım ilişkilerini paketleyip bir kart halinde önümüzü koyuyor.2 ‘Back up’ çocuğunuzun veli toplantısına katılmaktan, hafta sonunuzu nasıl geçireceğinize, arabanız bozulduğunda ya da eviniz yandığında size ödünç araba ve ev vermeye kadar belli sabit bir ücret ve üyelik ile bir yığın şey vaat ediyor. Kısacası yardım ve dayanışma ilişkilerini sermaye altında garanti altına alarak "biz sizin arkanızdayız" diyor ve bizi bize pazarlıyor. 3 ‘Back up’ı aradığınızda öncelikle "hizmet kalitesinin kontrolü için yapacağınız bütün görüşmeler kayıt altına alınacaktır" uyarısıyla karşılaşıyorsunuz. Hizmet ve danışmanlık şirketlerinin bütün çağrı merkezlerini aradığımızda aynı uyarı ile karşılaşırız. Bu bir anlamda iletişim kurarak ve iletişimsel çözüm üreten emek üzerinden iş oluşturarak değer yaratan bütün şirketlerin kendine has emeği denetleme biçimidir. (Çağrı merkezlerinde çalışan kişilerden ortalama 2 dakika içinde sorunu çözmesi beklenir ve bu performansı ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmediğine göre çalışan değerlendirilir.) Bu sizin güvenliğinizden çok sermayenin kendi güvenliğine yöneliktir.
Telefonun ucundaki bayana ne tür hizmetleri olduğunu sorduğunuzda hayatınıza dair keyfi isteklerde dâhil olmak üzere her türlü konuda çözüm üreteceği cevabıyla karşılaşıyorsunuz. (Arkadaşınızın doğum günü için hediye seçip adrese teslim etmekten, siz tatildeyken evinize hırsız girmişse özel güvenlik görevlileri ile hırsızları korkutup kaçırmaya kadar.) Asıl korkutucu olansa bu hizmetlerin bizim hayal gücümüzle sınırlı olması. Hizmetler üç başlık altında toplanıyor: Eğlence, keyfi ve acil hizmetler. Bu üç başlığında ucu açık tutuluyor ve her türlü hizmetin (sizin aciliyet, hizmet ve eğlence anlayışınızla orantılı olarak) bir ücreti var. Örnek olarak, bir yerde unuttuğunuz bir dokümana acil olarak ihtiyacınız varsa, bunun,
sizin bulunduğunuz adrese teslim edilmesinin bedeli 28 YTL. Ya da hamileyseniz ve aşeriyorsanız gecenin bir yarısı evinizi paylaştığınız kişiye ya da arkadaşlarınıza mızmızlanmak yerine bir telefon açıp bunu ‘back up’tan yatağınıza kadar getirmelerini istemenin bedeli 40 YTL. Bu liste uzayıp gidiyor ve herhangi bir sınırı yok. Şu an birçok insan bütün dileklerinin sadece bir telefonla gerçekleşebileceği ihtimalinin cazibesine kapılmış durumda. Ama madalyonun diğer tarafında olanların farkında değiller ve farkında olsalar bile iş işten çoktan geçmiş oluyor. Çünkü ‘back up’tan üyeliğin iptali için yaklaşık 5 takla atmak gerekiyor ve ‘back up’, insanları bezdirerek tutsak edip kendisine teslim ettiriyor. ‘Back up’ın Türkçe karşılığına baktığımızda da aslında hangi ilişkisellikleri kendi içinde somutlaştırarak söylem haline getirdiğini görebiliriz. ‘Yedeklemek’... Bu, yedek ilişkiler kurmak ve bu ilişkileri para karşılığında güvence altına almaktır.
CRM (Müşteri İlişkileri Yönetimi) ve Back Up CRM son yıllarda, özellikle bütün şirketlerin bir ürünü ya da bir hizmeti piyasaya sunmadan önce, insanları müşteri haline getirmek, kontrol etmek ve yönlendirmek için kullandığı bir yöntemdir. Artık bütün şirketler bütçelerinin büyük bir kısmını, tersten bir yerden, önce insanlarla iletişim kurmaya, piyasayı ürüne hazırlamaya ve insanları müşteri haline getirmenin zeminin yaratmaya ayırıyorlar. Sermaye kaynakları, yatırımlarının büyük kısmını ürün geliştirmekten daha çok müşteri geliştirmeye ve yönetmeye ayırmış durumda. CRM’nin asıl hedefi ise ‘sat ve arkana bakma’ mantığının
Sermaye, CRM ve buna benzer departmanlar ile kendi denetim ve kontrol ilişkilerini yaratmış durumdadır
29
CRM, insanlar üzerinde kurulan bir iktidar biçimidir, bu iktidarın sürekli sabitlenerek üretilmesinin yaratıcılıkları ve yöntemlerinin kuruculuğu üzerinden hareket edilir
terk edilerek insanların müşteri olarak elde tutulmasının sürekliliğinin sağlanması, sürekli takip edilmesi, onlarla sürekli ilişki halinde bulunulması ve yönetilmelerinin devamlılığının sağlanmasıdır. Bu, insanlar üzerinde kurulan bir iktidar biçimidir, bu iktidarın sürekli sabitlenerek üretilmesinin yaratıcılıkları ve yöntemlerinin kuruculuğu üzerinden hareket edilir. Sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklar tarafından karşılanması yalanının yerini, sınırsız yatırımların sınırsız ihtiyaç ve talepler yaratması gerçeği almıştır. Sermaye, CRM ve buna benzer departmanlar ile kendi denetim ve kontrol ilişkilerini yaratmış durumdadır. CRM’de ilişki, iletişim ve insan ön plandadır. İnsanların sorunları dinlenir, yönlendirilir ve ‘ çözüm üretilir’. ‘Çözüm üretmek’ ise sözde sorunların tespiti ile bir şekilde ihtiyaç haline getirilmesiyle ihtiyacın yaratılmasıdır. Bu ihtiyaç yaratıldıktan ve garanti altına alınarak piyasası ve müşterisi oluşturulduktan sonra çağrı merkezleri vasıtası ile kampanyalar vs. sürekli bilgilendirilerek sadakat testi yapılır. Teknik gelişme ise sermayenin insanlarla kurduğu ilişkinin çeşitliliğini, insanlara ulaşılmasının kolaylığını ve bu sürenin gittikçe daha da hızlı olmasının olanaklarını sağlar. Sermaye CRM’nin araçları olan çağrı merkezleri ile size sadece bir telefonla ya da bilgisayarınızdaki tuş kadar yakın olmuştur ve her an her yerde size ulaşabilir durumdadır. ‘Back up’ ve bunun gibi projeler piyasaya sunulmadan önce CRM evresinden geçer. Back up yöneticileri yaptıkları CRM çalışmasını şöyle tanımlamaktadır: "‘Back-Up’ yaklaşık bir yıldır CANIAS CRM ile müşterilerin isteklerini, sorunlarını, beklentilerini, aldıkları hizmet ve ürünleri, bunları aldıkları dönemleri, nereden aldıklarını, bu alımları tekrarladıkları dönemleri izleyebilecek şekilde kullanmakta. Bireysel ürün ve hizmetler sunan firmalar için, müşterilerle ilgili elde edilen tüm bu veriler, ilerisi için firmanın izleyeceği yolun
belirlemesinde gün geçtikçe çok daha önemli bir araç olmaktadır… Boyner Gurubu için her müşterisi değerlidir ve müşterileriyle uzun dönemli bir ilişkiyi kurabilmek ve sürdürebilmek için çalışmaktadır. Back-Up, birebir müşteri ile ilişkiye geçerek onu tanımamıza ve anlamamıza yardımcı olacak bilgileri IAS’nin CRM uygulamasını kullanarak depolamakta ve bunlar üzerinde çok çeşitli analizler yapmaktadır. CRM, bir firmanın satış ve büyüme stratejilerinin biçimlendirilmesinde yararlanılabilecek taktik amaçlı bir uygulamadır diye algılıyoruz…’’ Bu aşamada CRM vasıtasıyla (ki buna ANALİTİK CRM aşaması denilir) insanlara ulaşılarak ve insanların bütün kişisel bilgileri kayıt altına alınarak depolanır, işlenir ve analiz edilir. Bu aşamada kimin kim olduğu, ne kadar kazandığı, nasıl bir yaşam tarzına sahip olduğu ve neler isteyebileceği tespit edilir. Sermayenin kendini örgütleme, önünü görme ve buna uygun koşulları yaratmada en önemli aracı raporlamadır ve bu aşamada hem sizin hayatınız gelir durumunuza indirilip raporlanır hem de buna uygun tahminler yürütülür. Örnek olarak, eğer çok yüksek maaşlı bir işe sahip değilseniz, gecenin bir yarısı şampanyanız bitti diye ayağınıza çağıracağınız bir ‘back up’ paketi size sunulmaz. Sermayenin elinde, ihtiyacı olan herkesin kişisel bilgileri mevcuttur. Hayatlarınız rakamlara ve rakamsal tahminlere indirgenerek buna uygun stratejiler yaratılır. İşbirlikçi CRM aşmasında da sürekli karşılıklı iletişim kurularak ürün pazarlanmaya ve bu ürüne ihtiyacınız olduğuna ikna edilmeye çalışılır. Bu süreçte müşteri sürekli takip altına alınarak, eğer ürün kullanımından vazgeçilmişse bunun nedenleri üzerine sürekli gidilerek müşteri rahat bırakılmaz. CRM sermayenin ve şirketlerin sizi sürekli kontrol altında tutarak denetim altına almasının ilişkisel bir yöntemidir. Back up ise aslında bu yöntemin tamamen somut bir hizmet haline gelmiş bir biçimidir. Yaşamların sürekli izlenerek, her
türlü yaşamsal ihtiyacınızın metalaştırılarak, bir satın alma ihtiyacının yaratılmasıdır. Şirketler CRM teknolojisini kullanarak size ulaşmanın yollarını ve koşullarını yaratarak sürekli ‘oradadır’. Back up, söylemi ile artık bunu, bir pazar ve piyasa haline dönüştürmüş durumdadır. Cem Boyner’in şu sözleri aslında durumu özetler gibi: "Back-Up ürettiği çözümlerle bir şehir efsanesi haline geldi. Hani önceden ‘Eskiden cep telefonları olmadan nasıl yaşıyorduk’ diyorduk ya, şimdi de ‘Back-Up olmadan nasıl yaşıyorduk’ diye soruyor Back-Up kullananlar… Biz kendimizi anlatmak için ‘kimi arayacağınızı bilemediğinizde bizi arayın’ dedik." Sermaye sizinle arkadaş ve dost olmayı vaat ediyor. Her sorununuzu paylaşacağınız bir yol arkadaşı olmayı ve para karşılığında çözüm üretmeyi vaat ediyor. Sermaye yaşamlarımızın ve yalnızlıklarımızın peşindedir ve bizi rahat bırakmaya asla niyeti yoktur. Sermaye insan, hayal ve hayat üretir…4 Bizim insan olarak sorumluluğumuz ise, kendi değerlerimizi, kendi karşılıksız dayanışma ilişkilerimizi, kendi dostlarımızı, kendi hayatlarımızı ve kendi hayallerimizi yaratmaktır. 1 "Mesela son olarak yaklaşık 3-4 hafta önce bir anne bizi arayarak kızının düğünden kaçtığını, onu geri getirip getiremeyeceğimizi sordu. Biz de Adana’dan kaçan kızı Trabzon’da bulup annesinin yanına götürdük. Tüm bunlar 48 saat sürdü. Ama duyduk ki, kız daha sonra kendi isteğiyle evlenmiş" dedi.(Cem Boyner, Sabah Gazetesi, 16.02.2008) 2 "Tek tek hizmet veren var, ama bizimki hiç sınır koymayan, hayatın 360 derecesini de kapsayan bir paket." (Cem Boyner, Sabah Gazetesi, 16.02.2008) 3 Back-Up’ın Genel Müdürü Pınar Massena, yeni kart sisteminin, üyelerinin yaşamını kolaylaştıran, onları güvende hissettiren, onlar için her şeyi düşünen, isteklerine anında çözümler üreten bir hizmet paketi olduğuna dikkat çekerek, ‘Back-Up zaman alan, desteğe ihtiyaç duyulan ya da kimi arayacağınızı bilemediğiniz, acil olan ve olmayan her durumda yardım ve organizasyon hizmetleri sunan, tek bir telefon numarası ile 7 gün 24 saat ulaşabileceğiniz hizmetler bütünü’ dedi.(Akşam Gazetesi, 09.12.2003) 4 Bkz. Toplumsal Fabrika, Otonom, 18. Sayı
Neso
30
Ücret, rant ve kârın bilişsel kapitalizmdeki yeni eklemlenmesi Giriş Kapitalizmin mevcut dönüşümü; rant biçimlerinin yeniden ve güçlü biçimde ortaya çıkarak yaygınlaşması ve buna koşut olarak, ücret, rant ve kâr arasındaki ilişkinin tümden değişmesi ile nitelenmektedir. Bu evrim, bugüne kadar kuramsal ve politik açıdan farklı şekillerde yorumlanmıştır. Marksist kuramda yer alan ve Ricardo’nun ekonomi politiğinden gelen yaygın bir görüşe göre, rant, kapitalizm öncesinin mirasıdır ve sermaye birikiminin ilerici hareketine engel oluşturur; bu nedenle gerçek, saf ve etkin kapitalizm, rantın olmadığı bir kapitalizm olacaktır. Benzer bir bakış, Fordist düzenleme biçimlerinin yaşadığı krize ve AB’yi 1980’lerden itibaren niteleyen zayıf büyümeye açıklama getirmek için, toprak rantının merkezi rolünün yerine bütünüyle finansal rantın merkezi rolünü koyar. Bu bakışa göre mevcut krizin
Değer-emek zaman yasası kriz içinde oldukça ve emeğin elbirliği sermayenin yönetimsel işlevlerinden gitgide otonom hale geldikçe, rant ile kâr arasındaki mutlak sınırlar çözülmeye başlar
Kapitalist rant, sermayenin zaman ve uzamdaki yeniden üretiminin başlangıç noktası ve temel niteliği olan bir mülksüzleştirme sürecinin sonucudur
anlamı, finansal kapitalizmin rant eğilimi ile, üretim ve istihdamın artmasını ayrıcalıklı kılan, birikim mantığının "iyi" ve üretken kapitalist savunusu arasındaki çatışmada yatar. Fransa ve İtalya’daki Labour Left içerisinde yer alan çeşitli iktisatçıların yaptığı çözümlemelerde ileri sürüldüğü gibi, bu yorum, finans iktidarına karşı ücretli emek ile üretken sermaye arasında bir tür neo-Ricardocu uzlaşmanın önerilmesine kadar gider. Böylesi bir uzlaşma, iddiaya göre, Fordizmin yönetimsel kapitalizm hegemonyasına ve bu sayede tam istihdama yaklaşan bir büyümenin zorunlu koşullarına yeniden istikrar getirecektir. Tüm bunlar, emeğin örgütlenmesi ve ücret ilişkilerinin düzenlenmesinin Fordist biçimleri ile bir devamlılık içerisindedir. Bizim görüşümüze göre, bu okuma iki nedenle yanlıştır: • Rantın kapitalizmdeki rolü konusunda yanılmaktadır; çünkü rantı, sermaye hareketlerinin dışında ve kâr kategorisine karşıt olarak görmektedir. • Rantın geri dönüşü ve ters etkileri üzerine söyledikleri, Fordizmin krizinden sonra işbölümü biçimlerinin ve sermaye-emek ilişkisinin şekillendirilmesine müdahale eden temel dönüşümlere dair yapılan hiçbir çözümleme ile bağlantılı değildir. Göreceğimiz gibi, bu dönüşümler, neo-Ricardoculuğu ve Ricardocu Marksizmi destekleyen sanayici mantığından
vazgeçilmesine neden olarak, üretken kapitalizmin bizatihi kendisinin giderek daha fazla dillendirilen rant eğilimine yol açmıştır. Bu bakımdan bizim çözümlememiz, iki ana önermede özetlenebilecek olan radikal olarak farklı bir varsayımı desteklemektedir: 1) Kapitalist rant, tarihsel olarak çitleme süreçlerinde ilk ortaya çıkışından bu yana, ortak olanın öteki yüzü olmuştur. Kapitalist rant, sermayenin zaman ve uzamdaki yeniden üretiminin başlangıç noktası ve temel niteliği olan bir mülksüzleştirme sürecinin sonucudur. 2) Bizim bakışımıza göre, rant, çağdaş kapitalizmin yalnızca başlangıç noktasını değil, oluşunu da temsil eder. Neden oluş? Çünkü değer-emek zaman yasası kriz içinde oldukça ve emeğin elbirliği sermayenin yönetimsel işlevlerinden gitgide otonom hale geldikçe, rant ile kâr arasındaki mutlak sınırlar çözülmeye başlar. Başka bir deyişle, gerçek tabiyetin yaşadığı kriz sonucunda, kâr ve rant kendilerini yalnızca, üretimin ve değer üretiminin örgütlenmesi içerisindeki herhangi bir pozitif işlevden çoğunlukla ayrılan bir bölüşüm ilişkisi olarak belli etme eğilimine girer. Bu durum, üretken sermayenin hegemonyası altındaki sanayi kapitalizminin birleşik döngüsünün bir kriz dönemine girmesini de beraberinde getir-
31
Ücret, üretken emek ve sömürü kavramlarını, emeğin toplumsal elbirliğinin artık fabrika içerisine hapsedilmeyerek toplumun bütününe yayıldığı bir çerçevede yeniden düşünmek zorunlu hale gelmektedir
miştir ve biz de, bugün, merkantilist ve finansal mantığın, sanayi öncesi kapitalizmini ve emeğin sermaye altındaki biçimsel tabiyetini anımsatan geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu makale, varsayımımız açıklamak üzere iki bölüme ayrılmıştır: Birinci bölümde; ücret, rant ve kâr kategorilerinin tanımlarını gözden geçirerek, rantı kârdan ayıran çizgilerin kuramsal ve tarihsel açıdan esnek ve değişken olduğunu iddia edeceğiz. Bu noktayı açıklamak üzere, Marx’ın, genel zekâ kuramına ilişkin yeni anlayışlar sağlayan oluş halindeki sermaye rantı kuramını tasarladığı Kapital’inin III. cildinde bulunan önermelere dayanıyoruz. İkinci bölümde, emek-sermaye ilişkisinde yaşanan ve sanayi kapitalizminden bilişsel kapitalizme geçiş sırasında, eşzamanlı olarak rant gücünde bir artışa ve rant ile
Modern toprak rantının oluşumu, çitleme süreçleri ile, toprak ve emek gücünün kurmaca metalara dönüşmesinin "ilk ve olmazsa olmaz şartı" olan, ortak olana ilk kez el konulması ile çakışır
kâr arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına yol açan dönüşümleri açıklamak üzere, sentez yollu bir çerçeve sunacağız.
I. Ücret, Rant ve Kâr: Kimi Tanımlar Marx’a göre; ücret, rant ve kâr, kapitalist ilişkiler ile ortaya çıkan üç ana gelir bölüşümü kategorisidir ve kapitalist ilişkiler gibi tarihseldir. Bu bakış açısıyla, ücret, kâr ve rantın bilişsel kapitalizm içerisinde eklemlenmesindeki mevcut dönüşümleri anlayabilmek için, bu son kategoriye biraz derinlikli odaklanarak birtakım kavramsal aletler üreteceğiz. Mantıksal bir bakış açısıyla, ücretten başlayalım. Neden? Bunun tek nedeni, kapitalizmde, üretken emeğin (örneğin, kâr ve rant üretiminin kökeninde yatan artı-değeri üreten emeğin) karşılığının ücret olmasıdır. Fabrika konusunda Marx’ın işaret etmiş olduğu gibi, bu artı-değer, her bir ücretli işçinin bireysel artı-emeğinin basit toplamı olarak değil, emeğin toplumsal elbirliği ile yaratılan bu artının haksız temellükü olarak da tasarlanır. Bu, gidilecek çözümlemede önemli bir noktadır; çünkü ücret, üretken emek ve sömürü kavramlarını, bu elbirliğinin artık fabrika içerisine hapsedilmeyerek toplumun bütününe yayıldığı bir çerçevede yeniden düşünmek zorunlu hale gelmekte ve elbirliği, bizatihi kendisini, sermayeden daha da otonom halde örgütlemektedir. Ücretlerin ardından, rant ve kârı, bu artı-emek ürününün temellük edildiği gelir biçimleri olarak gözden geçireceğiz. Kuram düzeyinde, rant nosyonu çok karmaşıktır. Rantın üretim ilişkilerinin yeniden üretimindeki ve diğer taraf olan bölüşüm ilişkilerindeki rolünü açıklamak üzere, birbirleriyle yakından ilişkili üç yön ile başlayan bir
tanım önermek istiyoruz. Üretim ilişkileri açısından, birinci yön, kapitalist rantın doğuşu ve özünü, toplumsal üretim ve yeniden üretim koşullarına el koyma sürecinin sonucu olduğunu göstermek için kullanılır. Modern toprak rantının oluşumu, çitleme süreçleri ile, toprak ve emek gücünün kurmaca metalara dönüşmesinin "ilk ve olmazsa olmaz şartı" olan, ortak olana ilk kez el konulması ile çakışır. Bu önermeden kuramsal bir ders çıkarabiliriz: Rantın kapitalizm tarihindeki rolünün değişen önemi, K. Polanyi izlenerek, ekonomide toplumsallıktan koparma, yeniden toplumsallaştırma ve ardından yeniden toplumsallıktan koparma aşamalarının tarihsel açıdan birbirini izlemesi olarak tanımlanabilecek bir durumla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle, ilksel birikim dönemindeki toprak rantına benzer biçimde, rantın kapitalizm tarihi boyunca aldığı farklı biçimler, daima toplumsal üretim koşullarının özelleştirilmesine ve ortak olanın kurmaca metalara dönüşmesine yol açma eğilimine girer. Burada, hem ilk toprak çitlemelerini hem de bilgi ve yaşama dayalı yeni çitlemeleri basit bir mantık altında tabi kılan ortak
32
Marx, işleyen sermayenin hareketli karakteri ile sermaye mülkiyetinin hareketsizliğini birbirinden ayırır
bir özellik tespit ediyoruz. Bu analojiyi, merkantilist dönemde kamu borcunun ilksel kapitalist birikimin ilk aşamasındaki rolünün yanı sıra, mevcut tarihsel konjonktürde paranın özelleştirilmesi ve kamu borcunun, finansal rantın gelişimi ve refah devleti kurumlarının istikrarsızlaştırılmasında oynadığı büyük role uygulamak mümkündür. Rantın ikinci yönü şudur: Temellükün dayandığı kaynaklar, genellikle rant ile artma eğilimine girmez; bunun tam tersi geçerlidir. Başka bir deyişle, Napoleoni’nin yaptığı tanımlamadan aktarmak gerekirse, rant, "belli mallara sahip bir kimsenin, bu malların az miktarlarda bulunabilmesi ya da azalmasının sonucu olarak sağladığı gelirdir (…)" (Napoleoni 1956). O halde rant, doğal ya da, daha sık olarak, yapay kaynak kıtlığı ile, örneğin, tekellerde olduğu gibi, kimi kaynakların seyrekleştirilmesi mantığı ile bağlantılıdır. Bu nedenle rantın varlığı, bugün Fikri Mülkiyet Haklarının güçlendirilmesine yönelik politikalar ile görüldüğü üzere, üretim maliyeti ve kurumsal yapıların sonuçlarıyla haklı gösterilen kıtlık yaratılması ve yüksek fiyat uygulamasının önünü açan tekelci mülkiyet biçimleri ve iktidar durumlarına dayalıdır. Son olarak, rantın üçüncü yönünde, kapitalist rant, toprak rantından farklı olarak, salt bir bölüşüm ilişkisi olarak görülebilir; çünkü artık "üretim sürecinde hiçbir işleve, ya da en azından hiçbir normal işleve" sahip değildir (Marx, Kapital, III. Cilt, XXV. Bölüm). Başka bir deyişle, rant kendisini, üretim ile ilgili bir dışsallık durumundan değer sağlama hakkı veren maddi ya da maddi olmayan kimi kaynaklara sahip olma hakkı ya da kredisi olarak sunar. Artık bu temelde, pek de düşünüldüğü gibi belirgin olmayan kâra ve kârı ranttan ayıran ölçütlere dönebiliriz. Bu amaçla, toprak sahibinin sahip olduğu toprağın kullanımı
aracılığıyla aldığı karşılığı içeren toprak rantı örneğine dönmek faydalı olur. Bu bağlamda, klasiklerden miras kalan bir görüşe göre, rant, üretime katılan herkese karşılığı verildikten sonra geriye kalan şey olarak değerlendirilebilir. Bu kavrayışta, her şey belirgin biçimde "üretime katılmak"tan ve "kimin üretime katıldığı"ndan ne anlaşıldığına bağlıdır, bu nedenle, klasik ve hâlâ geçerli olan kâr tanımını kabul edersek, sermayenin aldığı karşılık kârdır ve kâr, üretime yatırılan sermaye miktarıyla orantılı olan bir gelir elde edilmesini gerektirir. Smith’in işaret etmiş olduğu gibi, kârın bu sıfatıyla, girişimci ya da şirket idarecisi tarafından yürütülen üretimin eşgüdümü ve gözetimi işlevlerinin ödüllendirilmesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu verili olarak alındığında, topraktan alınan karşılık gibi, sermayenin aldığı karşılık da rant olarak değerlendirilebilir; çünkü sermaye sahibi, kendisini, üre-
Rantın varlığı, üretim maliyeti ve kurumsal yapıların sonuçlarıyla haklı gösterilen kıtlık yaratılması ve yüksek fiyat uygulamasının önünü açan tekelci mülkiyet biçimleri ve iktidar durumlarına dayalıdır
tim araçlarını bizzat kendisi çalıştırmaksızın yalnızca sağlamak ile kolaylıkla sınırlandırabilir. Bu nedenle, başlangıcından itibaren ekonomi kuramının içerisinden, rant ile kâr arasındaki farkı keskin biçimde ayırt etmeye çalışan devasa kuramsal kavgalar ile geçilmiştir. Bu tartışma üzerinde çok fazla zaman kaybetmeden söylemek gerekirse, bu ayrım lehindeki en ciddi iddialar aşağıdakiler gibi görünmektedir: • İlk iddia, üretim sürecine ilişkin olarak, emeğin yönetilmesi ve örgütlenmesinin zorunlu koşulu anlamındaki sermayenin içsel karakteri ile ilgilidir. Bu içsellik, kapitalist ve girişimci figürler arasındaki uyumda olduğu kadar, üretken sermayede cisimleşen ve üretim ve yeniliklerin yönetilmesi ile üretken kapasitenin artmasında merkezi rol oynayan bir yönetim mantığında yatar. Her iki durumda da, sermayenin içselliği, kavramsal emek (sermayenin ve memurlarının özniteliği) ile sıradan bir şekilde uygulanan emek (emeğin özniteliği) arasında kesin bir karşıtlığı önvarsayar. • İkinci iddiaya göre, kâr, ranttan farklı olarak, aslında üretime yeniden yatırılır ve üretici güçlerin gelişiminde ve kıtlığa karşı verilen mücadelede pozitif bir rol oynar. Göreceğimiz gibi, rant ile kâr arasındaki ayrım ve karşıtlığın işletilmesi için gereken bu iki koşulun gerçekleşmesi, kapitalizmdeki bir dönemin, yani sanayi kapitalizminin geçici bir sonucundan başka bir şey değildir. Daha açık ifade etmek gerekirse, bunlar yalnızca, emeğin sermaye altındaki gerçek tabiyeti ve kitlesel üretim mantığının ortaya çıktığı, Fordist büyümenin altın çağı sırasında bütünüyle gerçekleşmiştir. Bu ayrımlar, bilişsel kapita-
33
lizmde giderek bulanıklaşır. Çözümlememizin bu noktasını ayrıntılandırmadan önce, bu makalenin ikinci bölümünde, Marx’tan geçerek, Kapital’in üçüncü cildinde rant kuramının çerçevesini çizdiği yerlerde kısa bir kuramsal gezinti yapmak yararlı olacaktır.
Zor yoluyla değişim değerinin önemini sürdürmeye ve kârı güvence altına almaya çalışan sermaye, arzın azalmasına dayalı olan gelir mekanizmalarının gelişmesine yol açar
I.1 Kapital’den Genel Zekâya: Marx’ın Rant Kuramı Marx, birçok yazısında, rant ile kâr arasındaki farkın ayırt edilmesinde, yukarıdaki iki ölçütü iki ana nedenle paylaşıyor görünür: • Klasik iktisatçılarda olduğu gibi, Marx, genel sermaye çözümlemesinde (I. ve II. ciltler), sanayi kapitalistinin kendi sermayesine sahip olduğu ve kendi girişimini yönettiğini varsayıyor görünür ki, Kapital’in yazıldığı dönemdeki durum da aslında buydu. Bu nedenle sanayi kapitalisti, üretim ilişkilerine doğrudan dahil olduğu ve üretici güçlerin gelişimine (sermaye kıtlığının azaltılmasına) yönelik yatırımlar yaptığı ölçüde, rantiye (para-kapitalist) figürüne karşıt görünürdü. • İkinci ve daha önemli neden ise, Marx’ın düşüncesinin, kendi deyimiyle tümüyle despot üretim işlevleri ile üretimin kapitalist örgütlenmesinin nesnel işlevlerinin birleşiyor göründüğü bir gerçek tabiyet eğilimi çerçevesinde işlemesidir. Bu birleşme, bilimin sabit sermayede cisimleşmesi ve kavramsal emeğin uygulayıcı emekten ayrılmasının, sermayenin tam da üretici güçlerin maddiliğinde yer alan nesnel bir temelde yönetilmesinin nereye kadar sağlanabildiğine bağlıdır. Bu nedenle Marx, "kapitalist ile ücretli işçi, üretimin yegâne iki unsuru" iken, "antik çağ ve
orta çağ dünyasında üretimin asli unsuru olan toprak sahibinin, sanayi dünyasında yararsız bir fazlalık" olduğunu iddia eder (Marx, Artı Değer Teorileri, II. Cilt). Marx, Kapital’in III. cildinde, girişime ait faiz ve kârların taşıyıcısı (Unternehmergewinn) olarak sermaye çözümlemesini geliştirirken, rant kategorisinin tanımını yalnızca toprak rantı ile sınırlayan, kâr ile rant arasındaki karşıtlığın koşullarını sorgular. Bu akıl yürütmeyi daha da ileriye götürerek, sonunda kâr ile sermaye mülkiyetinin rant haline gelmesini ele alır. Bunu yapmak için, sermayenin iki belirlenimi, yani mülkiyet ile işlev (işleyen sermaye) arasında kavramsal bir ayrım ortaya koyar ve bu ayrımı, sermaye mülkiyetinden sağlanan kazanç olarak faiz ile üretimi yöneten girişimcinin aktif kârı arasındaki ayrıma yeniden bağlar. Bu önerme üzerinden, birbiri tamamlayan iki tez geliştirmek üzere devam eder. Birinci tez, kredi şirketleri ve anonim şirketlerin gelişme eğiliminin, sermaye mülkiyeti ile sermayenin yönetilmesinin birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasına nasıl yol açtığı ile ilgilidir. Marx’a göre, feodalizmden kapitalizme geçişte, sermaye mülkiyeti, toprak rantına benzer bir yolu, üretim alanının giderek dışına çıkan bir yolu izliyordu ve, toprak mülkiyeti gibi, sermaye mülkiyeti de emeğin örgütlenmesinde artık herhangi bir işlev göstermeden artı-değer sağlıyordu. Böylece, "yalnızca görev yapan yönetici kalarak, kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar" (Marx, Kapital, III. Cilt, XXIII. Bölüm). Bu nedenle Marx,
Topraktan alınan karşılık gibi, sermayenin aldığı karşılık da rant olarak değerlendirilebilir; çünkü sermaye sahibi, kendisini, üretim araçlarını bizzat kendisi çalıştırmaksızın yalnızca sağlamak ile kolaylıkla sınırlandırabilir
34
mülkiyetin yönetimden ayrılmasının sonucu olarak yönetici figüründe giderek daha fazla cisimleşen ve liderlik işlevleri ile emek sömürüsünün, üretimde kavramsal ve örgütsel görevleri yerine getiren ücretli işçinin sahte görüntüsüne büründüğü, işleyen sermayenin hareketli karakteri ile sermaye mülkiyetinin hareketsizliğini birbirinden ayırır. Marx burada, Keynes’in 1930’lardaki krize yönelik yaptığı çözümlemeyi, girişimci figürünün spekülatör figürüne karşıt olduğu ve rant kavramını açıkça sermaye mülkiyetine genişleten genel teoriyi birçok yönden öngörmüştür. Bu temelde, Keynes, rantiyenin ötenazisini ve kıt oluşu nedeniyle sermayede gömülü olan değeri sömürürken kapitalistin elinde bulundurduğu ilave ezici gücün aşamalı olarak ortadan kalkacağını önceden tahmin etmiştir. Aslında Keynes’in iddiasına göre, "Bugün faiz, toprak rantının yaptığından daha fazla gerçek bir fedakârlık yapmamaktadır" (TG, Notes finales, 24. Bölüm, s. 369). Bununla birlikte Marx, Kapital’in III. cildinde, Keynes’ten daha ileriye giderek sermayenin rantiyeci ve asalak karakterinin üretken sermayenin bizatihi kendisi ile ilişkili hale geldiği bir durum ortaya koyar. Aslında ikinci varsayım, sermaye mülkiyetinin üretimden dışsal konumunun, işçilerin bilgiyi yeniden temellük etmesi süreci ile bağlantılı bir gerçek tabiyet krizi ile el ele gittiği, sermaye-emek ilişkisinin evrimi ile ilgilidir. Bu çerçevede, Marx’ın bize söylediği, yöneticinin yaptığı üretimin, sermayenin memurlarının eşgüdüm içindeki işlevlerinin de, sermayeden otonom bir şekilde kendisini örgütleyebilen üretken bir elbirliği ile karşılaştığında, fazlalık haline geldiği ve böylece tümüyle despot göründüğüdür. Bu konuda, Marx –genel zekâ teorisini geliştirmesinde oldukça büyük etkisi olan– Hodgskin’den bir parça alıntılar: "Bu ülkedeki gündelik makine işçileri arasında eğitimin yaygınlaşması, neredeyse tüm usta ve işçilerin emek ve beceri
Değerin asıl kaynağı, artık sabit sermaye ve rutin uygulama işinden ziyade, canlı emek sayesinde harekete geçirilen bilgilerde yatmaktadır
değerini, kendilerine mahsus bilgiye sahip olan insan sayısını artırarak, günden güne azaltmaktadır" (Hodgskin, Labour Defended Against the Claims of Capital, Londra, 1825, s. 30) ve böylece, sermayenin yerine getirdiği yönetimsel ve entelektüel işlevleri giderek daha gereksiz kılmaktadır. Konu dışı sözümüzü sonuçlandırmak üzere, III. ciltte kabaca ele alınan bu sermaye-rant kuramının, iki ana nedenle, genel zekâya dair bir tez bağlamında güçlendiğini ve kuramsal ve tarihsel bir geçerlilik kazandığını öne süreceğiz: • Yaygın bir entelektüelliğin doğuşuyla karşılaşan, sermayenin üretken olmamasına dair Hodgskinci tez, sermayenin tüm işlevlerinin (mülkiyet ve işletme) bir özniteliği haline gelir. Bu çerçevede, Marx, "girişimin kârı ile yönetimin ücretlerinin karıştırılmasının son bahanesinin dahi ortadan kalktığını" ve ikincisinin "yadsınamaz biçimde kuramda görüldüğü gibi, salt artı-değer, karşılığı hiçbir şekilde ödenmeyen bir değer olarak, (rant gibi) gerçekleşen ödenmemiş emek olarak pratikte de açığa çıktığını" öne sürer. • Bilginin itici rolüne dayalı bir ekonomide, emek zamanı üzerine kurulu olan değer
Smith’in teknik işbölümünün fabrikadaki merkezi rolüne dayanan sanayi modelinin aksine, "ulusların zenginliği"nin kaynağı, artık üretken elbirliğinde ve şirket alanları dışında yatmaktadır
yasası kriz içindedir. Bu krizin etkilerinden biri, üretim için dolaysız olarak gerekli emek zamanı artık çok azaldığından, üretimin parasal değeri ve bununla ilgili kârların şiddetli bir biçimde düşmesi riskinin bulunmasıdır. Sonuç olarak, zor yoluyla değişim değerinin önemini korumaya ve kârı güvence altına almaya çalışan sermaye, arzın azalmasına dayalı olan gelir mekanizmalarının gelişmesine yol açar. Özetle, olağanüstü bir öngörü gücüne sahip olan Kapital’in III. cildindeki çözümlemenin geliştirilmesi, Grundrisse ile birlikte, üretimin nesnel koşulları olduğu kadar öznel koşulları yönünden de, sermayenin rantlaşmasının nasıl kaçınılmaz olduğunu görmemize yardımcı olur. Marx yine de böyle bir ilişkilendirme yapmaz; çünkü onun varsayımı, yeri zaman içinde uzun vadede belirlenmiş potansiyel bir oluş ve bir eğilimdi, ve de haklıydı. Marx’ın ölümünden sonra ve 19. yüzyıl sonlarındaki büyük bunalım ile 1930’lardaki kriz arasında geçen tarihsel dönemi niteleyen, finansal rantın yayılması ve yarattığı çalkantıya rağmen; sanayi kapitalizminin gelişim çerçevesi, hâlâ büyük ölçüde gerçek tabiyetin derinleştirilmesi ile niteleniyordu.
35
II. Sanayi Kapitalizminden Bilişsel Kapitalizme Artık, sanayi kapitalizminden bilişsel kapitalizme tarihsel geçişte ücret, rant ve kâr arasındaki ilişkide yaşanan değişimlerin çözümlenmesine dönelim. II.1 Rantın Fordizm Altında Marjinalleşmesi Rant, 1929 krizi sonrasında ve savaş sonrası dönem boyunca, –artı-değer yaratılmasına doğrudan dahil olan– sanayi kapitalizmi hegemonik duruma gelirken, aşamalı olarak marjinalleştirilmiştir. Fordist büyümenin altın çağındaki bu marjinalleşme sürecini üç ana unsur açıklar: – Finans piyasasını, toprak rantının aşamalı olarak vergilendirilmesini ve para arzının yönetimini düzenlemek üzere ayarlanan bütün bir kurumsal dispositifler dizisi yerini almıştır. Mülkiyet gücünün bu şekilde sınırlandırılması, enflasyonist bir süreci ve çok düşük reel faiz oranlarını desteklemiştir. – Kitlesel üretime dahil olan önde gelen firmalarda, emeğin örgütlenmesinde Taylorist ve Fordist ilkelerin geliştirilmesi, kavramsal emeği uygulayıcı emekten ayırma eğiliminin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmıştır. Böylece, Galbraith’in söylediği anlamda yönetimsel kapitalizmin hegemonyası kurulabilmiştir. Burada, meşruluğunu, üretimin örgütlenmesi içerisindeki yeniliklerin (beyaz yakalıların bulunduğu işyerleri ve araştırmageliştirme laboratuarları etrafında) planlanması ve geliştirilmesindeki rolüne dayandıran
teknik bir yapının sahip olduğu gücün altını önemle çiziyoruz. Bunun sonucunda, hissedarların menfaatlerine ve diğer "üretken olmayan" kapitalist değer üretim biçimlerine ikincil bir rol yükleyen yönetimsel bir mantık ortaya çıkmıştır. – Sabit sermayenin merkezinde bulunan bu birikim mantığına uygun olarak, Fikri Mülkiyet Haklarının rolü oldukça sınırlanmıştır. Bu çerçevede, rantın yeniden paylaşımı, her ne kadar giderek toplumsallaşsa da asıl itici gücünü büyük Fordist girişimlerde bulan, ücretler ile kâr, ya da daha kesin bir ifadeyle, şirket kârı ile ücret dinamikleri arasındaki çatışmaya dayalı olmuştur. Rant, kâr mantığına neredeyse karşı koyan bir mantık izlenerek, özellikle toprak rantına uygulanan verginin kentleşme ile bağlantılı olarak artışı ile ilgili ikincil bir rol oynamıştır. Bunun kanıtı olarak, Agnelli’nin, patronaj ile sendikalar arasında, Sıcak Sonbahar’daki ücret artışı taleplerinin yarattığı enflasyonun sorumlusu olarak gördüğü kent rantına karşı neoRicardocu bir ittifak oluşturulması yönünde, 1970’lerin başında yaptığı öneriyi anımsayabiliriz.
II.2 Bilişsel Kapitalizmde Rantın Geri Dönüşü Bu düzenleme, Fordizmin toplumsal krizi ve bilişsel kapitalizmin gelişimi boyunca sarsılmıştır. Günümüzü niteleyen, rant ile kâr arasındaki ayrımın bulanıklaşması ve rant biçimlerinin yaygınlaşmasıdır. Yeni kapitalizmde, kâr, J. M. Chevalier (1977) izlenerek,
Büyük girişimler aslında kendi finansal mimarileriyle ilgilenirler ve sonunda, üretimin dolaysız örgütlenmesi dışında her şeyle meşgul oldukları görülür
36
Günümüzü niteleyen, rant ile kâr arasındaki ayrımın bulanıklaşması ve rant biçimlerinin yaygınlaşmasıdır
"sermayenin üretken olmayan değer üretimi" olarak tanımlanabilecek bir durumla ilintili iki dinamiğe giderek daha fazla dayanır. • İlk dinamik, üretime dışsal bir konumdan yaratılan değerden pay alma haklarına karşılık gelen, farklı mülkiyet (hissedarların patent mülkiyeti) ve kredi biçimlerinin merkezi rolü ile ilgilidir. • İkinci dinamik ise, üretim süreci üzerindeki dolaysız komutanın yerini piyasalar üzerindeki komutanın alması eğilimidir ve bu durum, hem tekellerin kurulması üzerinden hem de sermayenin, eve iş verme (putting-out) sisteminin mantığını anımsatan bir mantığı takip ederek, kendisini emek ve piyasalar arasındaki bir aracı olarak dayatarak, girişimin sınırları dışında yaratılan değerin temellük edilmesini sağlayabilme becerisi üzerinden gerçekleşir. Daha da önemlisi, sermayenin üretim konusunda dışsallaştırılması, hem emeğin şirketler içerisinde örgütlenmesi hem de dışarısıyla ilişkileri ile ilgilidir.
Toplumsal gelirlerin yayılımı, bilgi ekonomisinin gelişimi açısından, kendisini dolaysız üretim gücü olarak sunan zamanın özgürleşmesine karşılık gelmiştir
Tezimizde ana hatlarıyla belirtilen eğilimin sonucu olarak iki trend ortaya çıkar. Öncelikle, değerin asıl kaynağı, artık sabit sermayede ve rutin uygulama işinden ziyade, canlı emek sayesinde harekete geçirilen bilgilerde yatmaktadır. Emeğin örgütlenmesi giderek daha otonom bir hale geldiğinden, beyaz yakalıların bulunduğu işyerleri ya ortadan kalkmakta ya da geçmiş zamanların dönüşen bir simgesi haline gelmektedir. Bu çerçevede, emek üzerindeki denetim, artık Taylorist doğrudan görevlendirme rolünü üstlenmez; bunun yerini, çoğunlukla verme zorunluluğuna, öznelliğin tarif edilmesine ve ücret ilişkisinin güvencesizleştirilmesi ile bağlantılı salt ve basit bir zora dayalı, dolaylı mekanizmalar almıştır. İkinci olarak, bilişsel bir işbölümüne doğru bir yönelim ile birlikte, iş alanındaki rekabet gücü, dışsal koşullara ve bilgi kaynakları ile eğitim sistemi ve kamuoyu araştırmalarının kalitesi bakımından mekandan kaynaklı
farklı üretkenlikler ile bağlantılı olan ranta el koyulabilmesine giderek daha fazla dayanmaktadır. Başka bir deyişle, Smith’in teknik işbölümünün fabrikadaki merkezi rolüne dayanan sanayi modelinin aksine, "ulusların zenginliği"nin kaynağı, artık üretken elbirliğinde ve şirket alanları dışında yatmaktadır. Bu analizden iki sonuç çıkarılabilir. Öncelikle, üretken emek ve ücret kavramlarının, işin şirket içerisinde yürütüldüğü çalışma saatlerini aşan, karmaşık zamansallığı ve etkinliği bütünleştirecek şekilde yeniden ele alınması gereklidir. İkinci olarak, Paulré’nin gözlemlediği gibi, büyük girişimler aslında kendi finansal mimarileriyle ilgilenirler ve sonunda, üretimin dolaysız örgütlenmesi dışında her şeyle meşgul oldukları görülür. Veblen’in kahince sözlerini yeniden ifade etmek gerekirse, "büyük şirketler, sanayinin yaratıldığı yer olmak yerine, birer iş yeri haline gelmiştir", ve bu bakımdan, şirket kârları giderek daha fazla ranta benzemektedir. Düşüncelerimizin bu aşamasında ve farklı rant biçimlerinin daha ayrıntılı bir çözümlemesini yapmadan önce, aşağıdaki soruyla karşılaşıyoruz: Bölüşüm alanının yanı sıra, bilişsel kapitalizmde ortak olana el konulmasında ve sermaye-emek ilişkisinin düzenlenmesinde rantın yeni rolü nedir? Bu soruya yanıt vermek için, can alıcı politik ve kuramsal bir noktanın ortaya konması gereklidir: Bilginin can alıcı rolü ve yayılımı üzerine kurulu bir ekonominin gelişmesinin kökeninde yatan kolektif yaratım ve özgürleşme dinamikleri ile bilişsel kapitalizm mantığı arasında, gerçek bir antagonizma olmasa da, bir çelişki vardır.
37
Bizim açımızdan, kapitalizmdeki mevcut dönüşümlerin çıkış noktası ve esas karakteri, ne finansallaştırma ne de bilişim teknolojisinde yaşanan devrimdir; aksine, Fordist ilişkinin yaşadığı krizin özünde iki durum yatmaktadır: – Her şeyden önce, kitlesel eğitimin gelişmesi ve ortalama eğitim düzeylerinin yükselmesi sayesinde yaratılmış, yaygın bir entelektüelliğin kuruluşu. Emek gücünün bu yeni entelektüel niteliği, şirketlerin yönetimsel olarak örgütlenmesi içerisinde sabit sermayede cisimleşen bilgi ile ilgili olarak emeğin dahil olduğu ve harekete geçirdiği, canlı bilginin yeni ve hakim niteliğinin olumlanmasına neden olmuştur. – İkinci olarak, Fordist model ile bağdaşmayan toplumsal gelir ve refah hizmetlerinin yayılmasına yol açmış toplumsal çatışmalar. Bu dinamik, emek gücünün yeniden üretimi maliyetinin artması verili olmak üzere, genelde Fordizmin krizindeki basit bir unsur olarak yorumlanmıştır; ancak aşağıdaki nedenlerle, aslında bilgiye dayalı bir ekonominin gelişmesi için gerekli can alıcı iki koşul sağladığını sonsal olarak görebiliriz: • Yaygın düşüncenin aksine, bilgiye dayalı ekonominin toplumsal koşulları ve önde gelen gerçek yönleri, özel Araştırma-Geliştirme laboratuarlarında bulunmaz; aksine refah devletinin kurumlarında ve kolektif üretiminde (sağlık, eğitim, kamuoyu ve üniversite araştırması vb.) var olur. • Toplumsal gelirlerin (emekli aylığı, işsizlik yardımı vb.) yayılımı, ücret ilişkisinin yarattığı baskıyı hafifleterek farklı emek ve etkinlik biçimleri arasında hareketliliğe ve seçim yapmaya olanak sağlamıştır. Başka bir deyişle, toplumsal gelirlerin yayılımı, bilgi ekonomisinin gelişimi açısından, kendisini dolaysız üretim gücü olarak sunan (ve sermayeden ayrılan) zamanın özgürleşmesine karşılık gelmiştir. Son olarak, bilginin yayılan ve itici rolü üzerine kurulu bir ekonominin gelişme koşulları, canlı emeğin gücünde yatar. Bu koşullar, tarihsel ve mantıksal bir bakış açısından, bilişsel kapitalizm öncesinde mevcuttur ve bilişsel kapitalizmin gelişine karşıdır. Bilişsel kapitalizm, denetimi yeniden ele alma ve yaygın entelektüelliğin ve bilginin merkezi konumuna dayalı bir ekonominin gelişimi içerisinde yer alan özgürleşme potansiyelini boğma yönünde sermayenin çaba gösterdiği bir yeniden yapılandırma sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeniden yapılandırma, toplumsal ve kurumsal koşullarla ilgili ve bilgi ekonomisinin etkin bir şekilde yönetilmesine olanak sağlayacak (çelişkili
Bilgiye dayalı ekonominin toplumsal koşulları ve önde gelen gerçek yönleri, özel Araştırma-Geliştirme laboratuarlarında bulunmaz; aksine refah devletinin kurumlarında ve kolektif üretiminde var olur
karakterlerine rağmen) dört ana hedefi olan bir mantığa göre geliştirilen, ekonominin toplumsallığından koparılmasına dönük yeni bir sürece ve yeni bir ilksel sermaye birikimi evresine dayalıdır. Bu dört hedef şunlardır: Bir: Değeri temellük etme biçimlerinin, bilişsel ve entelektüel boyutun hakim konuma geldiği bir duruma uyarlanması. Bu nedenle, finansallaştırma, yalnızca yöneticiler ile hissedarlar arasındaki güç ilişkilerinde yaşanan bir değişimin değil, aynı zamanda büyük sanayi gruplarının değer üretim mantığında yaşanan içsel bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkar. Tüm bunlar, emeğin elbirliğinin otonomlaşmasına yönelik hareket, sermayenin soyut, fazlasıyla esnek ve hareketli bir para-sermaye biçiminde otonomlaşmasına
yönelik koşut bir harekete karşılık geliyormuşçasına gerçekleşir. İki: Fikri Mülkiyet Haklarının güçlendirilmesi aracılığıyla ortak bilgi ve yaşam ürünlerinin aşamalı olarak sömürgeleştirilmesi üzerinden piyasa alanının genişletilmesi. Aslında, çok sayıda yoğun bilgi ürünü üretmenin marjinal maliyeti pratik olarak olmadığından, bu ürünlerin istenmese de neredeyse bedavaya verilmesi gereklidir. Burada, değer yasasının yaşadığı krizin asıl belirtilerinden birini görüyoruz. Bu çerçevede, kaynaklar ve rant bakımından kıtlığın yapay olarak oluşturulmasına olanak tanıyan bir mülkiyet hakları sisteminin üretimi, sermayenin asıl dispositifi haline gelerek, bilgi dolaşımı ve üretimi sürecini engelleyici bir unsura dönüşen bir mantıktan etkilenir. Bu durum, tam da ekonomik liberalizmin fikir babalarının mülkiyeti kıtlıkla mücadelede bir araç olarak haklı göstermek üzere koyduğu ilkeler ile çelişir. Marx’ın, aslında bolluğa, kullanım değerine ve dolayısıyla (bir armağan olarak) özgürlüğe dayalı olan zenginlik karşısında değişim değerinin hakimiyetini zor yoluyla sağlamayı amaçlayan bir strateji olarak niteleyeceği şey de budur. Üç: Refah kurumlarının istikrarsızlaştırılması ve ücret ilişkisinin güvencesizliğinin vurgulanması; çünkü ücretli emeğe yönelik ekonomik baskının pekiştirilmesi, üretim alanında giderek otonomlaşan bir emek gücünün denetim altına alınarak çalıştırılmasının zorunlu koşulu haline gelir. Gerçek tabiyet krizinin belirtilerinden birisi budur ve diğer durumlarda olduğu gibi bu durumda da, ekonominin toplumsallığından koparılması süreci, rantın gelişimi ile bir arada yürümüştür. Bunun için, kamu borçlarının özelleştirilmesinin, düşük ya da negatif faiz oranı politikasından pozitif faiz oranı politikasına ani geçiş ile birlikte, rantın borçlulardan alacaklılara, toplumsal gelirden kamu borcundan menfaat sağlayanlara muazzam bir şekilde devrini nasıl kolaylaştırdığından bahsetmek yeterlidir. Bu durum, aynı zamanda refah harcamalarının yükünü asgariye indirmek ve bu krize yapısal bir kaynak yetersizliği ile bağlantılı nesnel bir
38
Emek piyasasının bu yapay bölünmesi ile ücret dağılımındaki eşitsizlikler, emek gücünün bölgesel olarak ve büyük şehirlerde parçalanmasına dönük güçlü bir mekanizma kurar
ekonomik ve finansal kriz görüntüsü vermek amacıyla çok büyük bir baskının uygulanmasını da olanaklı kılmıştır. Dört: Yaygın entelektüelliğin üretim figürü ile genel zekâ sahibi kolektif işçi figürünün birliğinin bozulması ve emek gücünün iki bileşeni arasında yapay bir bölünmeye gidilmesi. Bu düalist modelde, birinci kesim, patent almaya yönelik iş ve araştırma faaliyetlerine finansal hizmet sunmak gibi, bilgi ekonomisine ilişkin daha kârlı faaliyetlerde uzmanlaşmış, seçkin bir entelektüel emek tabakasını içerir. Bu emek gücü kesiminin yetenekleri tanınır ve gelirleri, finans sermayesinden alınan kâr payları ve özel emeklilik fon ve sigorta sistemi ile güvence altına alınan korumalar ile bağlantılı faydalardan giderek daha fazla yararlanır. İkinci kesim, nitelikleri tanınmamış bir iş gücünü kapsar. Bu kategorideki işçiler, kendilerini bir "gerileme" durumuna, örneğin, mesleki faaliyetlerinde etkin bir şekilde kullandıkları bilgi ve yeteneklere ilişkin ücret ve istihdam koşullarının değer-
sizleşmesine tabi bulurlar. Bu kesimin anlamı, yalnızca geleneksel ve standartlaşmış yeni kesimlerin neo-Taylorist işlevlerinin değil, her şeyden önce, yeni bilişsel boyutuyla emeğin daha da güvencesiz biçimde istihdam edilmesinin güvence altına alınmasındadır. Son olarak, emek piyasasının bu yapay bölünmesi ile ücret dağılımındaki eşitsizlikler, böylece barınma ihtiyacından sağlanan ranta dair can alıcı soruyla yakından ilişkili olan, emek gücünün bölgesel olarak ve büyük şehirlerde parçalanmasına dönük güçlü bir mekanizma kurar.
Sonuç Ücret, rant ve kârın yeni eklemlenmesine dair yapılan bu çözümlemeden üç ders çıkarılabilir. 1) Bilişsel kapitalizmde, rant ile kâr arasındaki sınırlar parçalanır ve bu, Marx tarafından Kapital’in III. cildi ile genel zekâ kuramında saptanan eğilimlerin gerçekleşmesine büyük ölçüde karşılık gelir.
Bilginin yayılan ve itici rolü üzerine kurulu bir ekonominin gelişme koşulları, canlı emeğin gücünde yatar
2) Bu çerçevede, rantın rolü, emek tarafından yaratılan zenginliğin toplanmasının bir biçimi olmakla kalmayıp, ortak olanın toplumsallığından koparılması ve emek gücünün politik, uzamsal ve sosyo-ekonomik olarak bölünmesine dönük bir mekanizma kurmasıdır. 3) Rantın yeniden ve güçlü biçimde ortaya çıkması, üretken emeğin bilişsel kapitalizmdeki gelişimi ve sermaye tarafından el konulan artı-değerin yaratılmasına dahil olan toplumsal zamanı bir bütün olarak kapsaması gereken ücretlerin gelişimi ile bir arada gider. Güvenceli bir toplumsal gelir önerisi, iki bakımdan anlamlıdır: Bir yandan, bunun finansman biçimleri, sermayenin rant biçiminde yeniden temellük edilmesi mantığına karşılık gelirken, öte yandan, bilgiye dayalı bir ekonominin gelişimi açısından bakıldığında, bu durum, kendisini hem toplumun bilgiye kolektif yatırımı hem de bireyler için temel bir gelir, doğrudan üretimden kaynaklanan gerçek bir toplumsal gelir olarak sunar.
Carlo Vercellone Çev.: Uzun Kaynakça Jean-Marie Chevalier, L’économie industrielle en question, Calmann-Levy, 1977. Thomas Hodgskin, Labour Defended Against the Claims of Capital, etc., London, 1825. John Maynard Keynes, Théorie générale de l’emploi, de l’intérêt et de la monnaie, Payot, 1968. Karl Marx, Le Capital Livre I, II, III et IV, in CEuvres, Economie, La Pléiade, 1968. (Kapital, c. 1, 2, 3, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları) Karl Marx, Théories sur la Plus-value, Editions Sociales, 1976. (Artı Değer Teorileri, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1998) Karl Marx, Grundrisse, Tome 2, Éditions Sociales, 1980. (Grundrisse I ve II, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1999-2003) Claudio Napoleoni, Dizionario di economia politica Edizioni di Comunità, 1956. Carlo Vercellone (ed), Capitalismo cognitivo, Manifestolibri, 2006.
39
Ilısu Barajı projesi Hasankeyf bir kere suyun altında kaldıktan sonra bir daha kurtarılması olanaksızdır
Türkiye’nin en önemli ve etkili çevresel sorunlarından biri olmasına rağmen kamu gündeminde çok az yer tutan Ilısu Barajı projesi Güneydoğu bölgesinde, Dicle nehri üzerine yapılması planlanan bir hidroelektrik projesidir. 313 km2lik alana, 1280 m. uzunluğa ve 135 m. yüksekliğe sahip olacak olan baraj dünyanın en büyük sulama ve elektrik üretimi projelerinden biri olan GAP’ın bir parçasıdır. Ekonomik, kültürel, sosyal, etnik ve ekolojik açılardan devasa yıkımlara neden olacak ve 9 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf’i tamamen ortadan kaldıracak olan proje, ilk olarak 1950’li yıllarda tartışılmaya başlandı ve 1982’de plan kabul edildi. 1990’lı yıların sonlarında ilk şirketler konsorsiyumunun ortaya çıkışının ardından baraj inşaatından etkilenen bölge halkının, onların oluşturduğu örgütlerin mücadeleleri sayesinde, süreç içinde kayda değer pek çok kazanım elde edilmesine rağmen AKP hükümeti proje üzerinde ısrarcı davranmaktadır. Maaliyeti 2 Milyar Euro olan barajı DSİ’nin ihaleye vermesiyle mali sorumluluğu Avusturya (Kontrollbank AG-ÖKB), Almanya (Euler Hermes) ve İsviçre (İsviçre Export-Risk
İnsanların tarihleriyle, kültürel ve kutsal mekânlarıyla olan bağları değersizleştirilmektedir
Garantisi–SERV) üstlendi. Projeyi gerçekleştirecek olan firmaların isimleri ise şöyle; Andritz AG (Avusturya)-Konsoryum Başkanlığı, Züblin AG (Avustuya-Almanya); Alstom Ltd., Stucky, Maggia, Colenco (İsviçre); Nurol A.Ş., Cengiz A.Ş., Çelikler A.Ş. ve Temelsu A.Ş. (Türkiye). Proje ile ilgili ulaşılabilinen tek belge, yapımı yüklenecek şirketlerin ülkelerindeki Dışsatım Kredi Ajanslarının isteği üzerine yurt dışındaki 4 kuruluştan oluşan Ilısu Çevre Grubu tarafından 2001 yılında hazırlanan ve 2005’te yenilenen ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) Raporu ve ekleridir. Daha önce hazırlanmış olan Ön Fizibilite Raporu, Mühendislik Jeoloji Raporu, Fizibilite Raporu ve Son Tasarım ile ilgili belgeler kamuoyuna açılmamıştır. Türk yetkililer tarafından toplanan verilere dayandırılan ÇED Raporu, projenin etkilerine ilişkin bağımsız bir değerlendirme değildir. Yaşamı tehdit edecek etkiler hakkında pek az saha çalışması yapılmıştır ve raporda bunların büyük bir kısmına yer verilmemiş olması ÇED Raporu’nun proje ve hükümet politikaları için hazırlanmış bir promosyon broşürü olduğunu gösterir. Bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda hiçbir hükümet veya kredi kuruluşu, ÇED Raporu güncellemesine dayanarak Ilısu Barajı’na akla uygun bir gerekçeyle kredi sağlama kararı veremez. 1990’larda Ilısu ÇED’e muhtemel bir ekip lideri olarak katılan bir etki değerlendirme uzmanı, projeden çekilme nedenini şöyle açıklamıştı:
40
"Ilısu Barajı’nın ÇED’ine 1997’nin Nisan ve Mayıs aylarında muhtemel bir ekip lideri olarak katıldım ve tüm sürecin gülünç karakteri ortaya çıktığında ayrıldım. O dönemde uluslararası ÇED için çevre ekibini oluşturmakla sorumlu olan İsviçreli-Alman bir mühendis bazı şeyleri açıklığa kavuşturdu. Güvenilir bir alan çalışması ve istişare için gerekli kaynaklara izin verilmeyecekti ve ÇED’in projeye önemli bir etkisi olmayacak, proje etki değerlendirme raporu olsa da olmasa da yürütülecekti."1
Bölgenin yarı kurak olmasından ve son yıllarda hızla ormansızlaştırılmasından dolayı Ilısu baraj gölüne yüksek miktarda sediment (tortu, kum, kil vs.) akıp depolanacaktır. Bu da barajın ömrünü kısaltacak en önemli etkendir. Ayrıca 300 km2lik baraj gölünün önemli bir bölümünde Midyat kireçtaşları yer almaktadır. Bu taşın altında yer alan Gercüş Formasyonu’nda da eriyebilir jips ve anhidritler var. Yani baraj gölü su tutmaya başladığında Midyat kireçtaşı içinden doğuya, Şırnak yönünde havza dışına su kaçma olasılığının yüksek olduğu görülüyor. Üstelik bu kireçtaşı kıvrımları karst gelişimini ve yeraltı suyu hareketini kolaylaştırıcı etkiye sahip olan faylarla kesiliyor. Su tutulmaya başladığında karstik boşluklardan havza dışına bu şekilde su kaçarsa kireçtaşının geçirimsizleştirilmesi için büyük yeraltı barajlarının kurulması gerekebilir. Ömrü yalnızca 50 yıllık olan ve yeteri kadar su tutamadığında daha pahalıya mal olacak olan bu baraj yüzünden, 12 bin yıllık kültür yok edilecek, 78 bin köylü yerinden edi-
ÇED Raporu, proje ve hükümet politikaları için hazırlanmış bir promosyon broşürüdür
lecek, çevre kirliliği aşırı derecede artacak, binlerce canlı telef olacak, Hasankeyf gibi antik bir kent, binlerce yıllık tarihi değerler, muhteşem bir doğa ve yaklaşık 6 bin mağara sular altına gömülecek. Ayrıca bu durum muazzam bir kültürel yıkımla sonuçlanacaktır.
Hasankeyf ve Kültürel Miras Ilısu Barajı’nın planlandığı bölge ilk yerleşim yerlerinden olan Yukarı Mezapotamya’dır. İnsanlık tarihi açısından çok önemli olan bölgede ilk insandan Neandertal’e ve tam anlamıyla modern ilk insana uzanan köklerimiz hakkında bilgiler yer almaktadır. ÇED Raporu’na göre Ilısu barajı gölü Hasankeyf dâhil toplam 289 arkeolojik sit alanını etkileyecek. Bunun yanı sıra Ilısu bölgesinin ancak yaklaşık %40’ında yüzey araştırması yapılmış. Eğer bu tamamlanabilirse bu sayının en az ikiye katlanması beklenmektedir. Bu bölgenin sular altında kalmasıyla hiç bilmediğimiz zen-
ginlikler de gün ışığına çıkarılmadan tamamen yok edilecek ve insanlık kültürü büyük katliama uğrayacaktır. Uruk, Urartu, Medes, Asur, Roma ve Bizans İmparatorlukları dâhil pek çok imparatorluğun sınırı olan bölgenin İran ve Güney Mezapotamya ile ticaret bağlantıları vardır. Burada birçok dev höyüğün, anıtsal mimarinin, gömü kentlerin, kalelerin, mezarlıkların ve Birecik Barajı’nın inşası için alelacele kazılırken uluslararası dikkatleri üzerinde toplayan Zeugma’daki gibi yer mozaiklerine sahip olan, muhtemel zengin yerleşim alanlarının varlığı söz konusudur. Tarımın ilk ortaya çıktığı, insanların ilk kez kasaba ve kentlerde yaşamaya başladığı, imparatorlukların kurulduğu, çeşitli dinlerin yeşerdiği ve Ortaçağ hanedanlarının ve modern imparatorlukların yer aldığı bölge ve en az 20 doğu ve batı kültürünün iz bıraktığı, 9 bin yıldır sürekli yerleşim yeri olan Hasankeyf bu projeyle sular altına gömülecektir. Hasankeyf’in yok olmayacağı, tarihi değerlerin taşınarak bir Hasankeyf müzesi oluşturulacağı iddia ediliyor, fakat bölgedeki yapıtların büyük çoğunluğu yapılış özelliklerinden dolayı (harç ve dolgu gibi) taşınamaz durumdadır. Bunun yanı sıra Hasankeyf doğasıyla bir bütündür ve buradan bir parçasının koparılmaması gerekmektedir. Taşınamaz değerler arasında yaklaşık 6 bin doğal mağara vardır ve bu mağaralar bölgenin tarihine baktığımızda Paleolitik döneme ait harikulade resimler ve gravürler içerebilir. Coğrafyanın tamamı çok önemli bir kültürel ve doğal mirastır ve onu yaşatan ve besleyen toplulukların binlerce yıllık çalışmasının bir ürünüdür. Burası kurtarma kazıları veya etnografik çalışmalarla korunamaz.
41
Ayrıca Hasankeyf’in üzerinde bulunduğu jeolojik birim gözenekli bir kayadan oluşmaktadır. Bu yapı kolay kazılabilir ve kazı yüzeyi kısa sürede biraz sertleşir, atmosferik ortamda kolayca ayrışmaz. Hasankeyf’teki anıtsal yapılar da bu kayadan çıkarılan taşlarla yapıldığı için aynı özellikleri taşıyorlar. Kaya su altında kaldığında ve suyun debisi değiştikçe, bu kayayı oluşturan karbonat kırıntıları ve çimentosu kolayca suda çözünür ve bu doğal yarlar da tarihsel ve anıtsal yapılar da zaman içinde ufalanır. Baraj ömrünü tamamladıktan sonra su ve çamurların altından yalnızca toz yığını çıkacaktır. Hasankeyf bir kere suyun altında kaldıktan sonra bir daha kurtarılması olanaksızdır.
Barajın Doğal Yaşama Etkisi 1975-2000 yılları arasında, 5 baraj projesi sonucu bölgenin önemli iki nehir sisteminden biri olan Fırat’ın Türkiye sınırları içersindeki bölümü tamamen baraj göllerine dönüşmüştür. Yöredeki doğal hayatın nasıl etkileneceği o dönemde yeterince sorgulanmamış, GAP’ın ekonomik ve mühendislikle ilgili boyutları çevresel boyutunu perdelemiştir. Dicle ve Fırat nehirleri jeolojik tarihleri açısından aynı su sisteminin öğeleridir. Bu nedenle Fırat’ta kaybedilen ya da ciddi şekilde sınırlandırılan yaşam şekillerinin bazıları halen Dicle’de temsil edilmektedir. Bu yüzden Dicle vadisi bölgenin ekolojik dengesi, bitki ve hayvanları açısından birinci dereceden önemlidir. Önerilen proje, 170 km. uzunluğundaki nehir boyunca uzanan doğal nehir kıyısı ekosistemi ve bu ekosisteme birleşik diğer yaşam ortamlarının kalıcı kaybına neden olacaktır. Bunun sonucunda nadir, hassas, göçmen ve tehlike
Hassas, göçmen ve tehlike altındaki türler yaşamlarına devam edemeyeceklerdir
altındaki türler yaşamlarına devam edemeyeceklerdir. Tavşancıl, Gökkuzgun, Kızıl akbaba, Küçük ebabil, Küçük akbaba, Çizgili sırtlan, Küçük kerkenez, Alaca yalıçapkını, Bataklık kırlangıcı, Fırat kaplumbağası, Büyük kızkuşu, yarasa türleri ve balık türlerinin popülasyonları projeden önemli ölçüde etkilenecektir. Hatta bazıları yuvalama alanlarının su altında kalması ve inşaat sonrası su rejiminde olacak değişme nedeniyle tamamen yok olacaktır. Baraj gölüyle su altında kalan alanlar barajı işletme düzeyine göre 100-313 km2 arasında değişebilecek. Böyle durumlarda durgun su birikintileri ve nemli alanlarda su ile bulaşan hastalıklara neden olacak canlıların türemesi ve yayılması çok kolaylaşıyor. Son yıllarda bütün Türkiye’de bu hastalıkların ortalama %80’i GAP alanında ortaya çıkıyor. Bunun
yanı sıra baraj gölünün su kalitesinde önemli miktarda düşüş beklenmektedir. Bu durumun şiddetini arttıracak olan ötrefikasyon (biyolojik ve kimyasal maddeler sonucu atık sularda oksijenin azalmasıyla baraj gölündeki canlıların yok olması) ile nem oranın ciddi şekilde artması sonucu baraj gölü çevresinde (özellikle Batman, Bismil, Hasankeyf şehirleri açısından) yaşayacak halk için son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkması beklenmekte. Biyolojik ve kimyasal atıklarla kaplanmış büyük alanlar çok sayıda tehlikeli hastalık taşıyabilecek böcek ve (sivri-) sinek türemesine neden olacaktır. Bu durum enfeksiyöz hastalıkların bir kaç yılda yaygınlaşmasını birlikte getirmektedir. Bu nedenlerle Hepatit A, Salmonella, Para-Tifo, Amipli Dizanteri gibi etkenler Fırat nehri etrafındaki bölgede olduğu gibi çok sayıda hastalığa neden olabilecektir.
Barajın Tarım Alanına Etkisi 136 km. uzunluğu, 500-2000 m. arasında değişecek olan genişliği ile son derece uzun ve dar olan baraj gölü, diğer barajlarla kıyaslanamayacak kadar yaygın bir coğrafyayı etkileyecektir. Baraj gölünün altında kalacak 1. ve 2. derecede tarım alanlarının oranı %20’dir. Bu da 6,000 hektar tarım alanının
Tarım toprakları yoksullaşacak ve bu alanlar tuzlanma tehdidi altında olacaktır
42
Halkların yaşamı ve kültürleri insanlık için çok değerlidir, fakat pazar için en ufak bir değeri yoktur
yok olacağının ve ciddi bir üretim kaybının meydana geleceğinin bir göstergesidir. Dicle’ye Cizre Barajı’nın yapılmasıyla da bu barajın sulayabileceğinden daha çok tarım alanı baraj gölünün altında kalacaktır. Ayrıca, Dicle’nin aşağı ovalara taşıdığı, tarımsal toprağı besleyen malzeme barajlarda çökeleceği için orta ve uzun dönemde tarım toprakları yoksullaşacak ve bu alanlar tuzlanma tehdidi altında olacaktır. Nitekim tarımsal toprakların eskisi kadar beslenememesi nedeniyle Harran Ovası’nda 13 yıllık sulama süresinde tarım alanlarının %8’i aşırı, 1/3’i de orta ve şiddetli derecede tuzlanmıştır. Aynı durumun Ilısu-Cizre baraj ikilisinin aşağı kesimindeki toprakların da başına gelmesi söz konusudur. Ilısu Barajı yalnızca Türkiye sınırları içerisindeki bu bölgeyi etkilemekle kalmayıp, Irak ve Suriye’deki toplulukların su kaynaklarını da azaltacaktır. Irak Su Kaynakları Bakanlığı’ndan bir yetkili, Ilısu Barajı tamamladığında Dicle’deki toplam su miktarının %47 oranında azalacağını, Musul kentinin de yaz aylarında ihtiyaç duyduğu suyun
Göçler ve sosyal kayıplarla beraber yerli halk iyice yoksullaşacaktır
%50’sinden mahrum edileceğini açıkça vurgulamıştır. Nehir suyunun %80’ini tutacak olan baraj, Irak’ta bulunan yaklaşık 3 milyon dönümlük ekilebilir tarım arazisini susuz bırakacaktır. Irak’ın payına düşen su miktarının azalması yalnızca tarım alanını değil; içme suyu, bataklık alanları ve çevreyi de olumsuz etkileyecektir.
Sosyal Boyut ve Göç Ilısu Barajı, Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin ve Şırnak illerinde toplam 199 köyü ve Hasankeyf ilçesini etkileyecek. Bu 199 köyün 49’u ise 90’lı yıllarda uygulanan zorunlu göç politikasından dolayı halen insansız durumda (90’lı yıllarda bu bölgede toplam 80 kadar köy boşaltıldı). Barajdan etkilenecek insanların sayısından 78 bin olarak bahsediliyorken YYEP (Yeniden Yerleşim Eylem Planı) 55 bin rakamını önümüze koydu. Buna askeri güçler tarafından zorla göç ettirilen ve değişik şehirlerde yaşayan 23 bin kadar insan dâhil değil. Oysa bu insanlar halen terk etmek zorunda kaldıkları ev ve özellikle toprakların sahipleridir. Etkilenecek insanların %23’ü yeni yerleşim yerlerine gidebileceğini söylerken, %77’si büyük şehirlere göç edecek ve buradaki sorunları daha da ağırlaştıracaktır. İnsanların şehirlerde ve yeni yerleşim yerlerinde nasıl geçineceklerinin belli olmaması önemli diğer sorunlardan biridir. Göçler ve sosyal kayıplarla beraber yerli halk iyice yoksullaşacaktır. Yeniden yerleşimin öngörüldüğü yerlerde insanların yeni konutlara ödemeleri gerekecek olan miktarın, eski evleri için alacakları miktarın bir kaç katı olması yüzünden devlet eliyle göç ettirilen insanlar borçlanmak zorunda kalacak. 70’li yıllarda uygulanan toprak reformunun devlet tarafından bu bölgede bilinçli şekilde yapılma-
ması, toprak dağılımında çok ciddi sorunlara yol açmıştır. Göç-Der Diyarbakır’ın Bismil’in Ilısu projesinden etkileneceği 33 köyünde yaptığı alan çalışmasına göre yerli halkın %56’sı işlettikleri toprakların sahipleri değil. Yani insanların çoğu büyük toprak sahipleri için çalışmakta. Bu insanlara tahsis edilecek arazi sıkıntısının olduğu söyleniyorken arazinin neredeyse tamamı 25 toprak ağasına verilmiştir. Topraksız insanlar barajın yapılmasıyla geçim kaynaklarını kaybedecek ve yasalara göre hiçbir tazminat alamayacaklar. İnsan haklarının çok sınırlı olduğu bu bölgede yaşayan halk; savaş, işkenceler, göçe zorlanmalar ve baskılardan dolayı askeri şahıslara ve devlete güvenmedikleri için yasal yollara başvurmayacaktır. Kentlere göç edecek insanları çok sayıda sosyal, ekonomik ve psikolojik sorunlar bekleyecek. 90’lı yıllarda zorla yerlerinden göç ettirilip Diyarbakır ve Batman gibi bölge kentlerine gelen yüz binlerce insanın sorunları daha çözülememişken gelecek yeni bir göç dalgası, kentleri daha da zor bir durumda bırakacaktır. Köylerde üretici konumunda olanlar, şehirlere göç ettiklerinde tüketici konumuna düşecekler. Genellikle çiftçi olan yerli insanlar mesleki durumlarından dolayı kentlerde iş bulamayacak ya da en ağır işlerde çok düşük bir ücret karşılığında çalışmak zorunda kalacaklardır. Kentlerde işsizlik oranının şu an %50’lere vardığını düşünürsek bu insanları sosyal bir facianın beklediği çok açıktır. Hem arazilerinde hem de hanelerinde ve köylerinde, savaş ve yoksullukla birlikte şiddeti iyice artan ağır iş yükü altında olan bölgedeki kadınlar bir de göç sorunuyla yüz yüzeler. Kente gelişin en büyük faturasını ödeyecek olanlar yine Kürt kadınlar olacak. Kırsal alanlarda kadınlar da üretimin içinde yer alırken bu durum şehirlerde ortadan kalkacak. Kent yaşamını tanımayan kadınlar; dil, okur-yazarlık, okul eğitimi gibi sorunları da göz önünde bulundurursak sosyal yaşama neredeyse hiç katılamayabilirler. Bölgedeki savaş yüzünden karşılaştıkları ekstra zorluklarla yoksulluğun kadın yüzü yalnızca daha iyi yaşam koşulları istiyor. Fakat bunun yerine aşiret sistemi içersinde hiyerarşik açıdan en
43
altta bulunan ve en ağır yükleri üzerlerinde taşıyan kadınlar, feodal düzenin içersinden çıkartılıp ücretli emeğin tahakkümü altına girmek zorunda bırakılıyorlar. Aynı zamanda bu insanların tarihleriyle, yaşamalarını sağlayacak bilgiyle ve kültürel ve kutsal mekânlarıyla bağlarını kopartarak, bu bağlar değersizleştirilmektedir. Bu, barajın yol açacağı en büyük kültürel yıkımdır. Bu halkların yaşamı ve kültürleri insanlık için çok değerlidir, fakat pazar için en ufak bir değeri yoktur. Göç eden topluluklar arasında, savaş nedeniyle yerinden edildikten sonra köylerine dönmüş olan bazı aileler ve Batman barajı nedeniyle Ilısu bölgesine taşınmış ve şimdi ikinci kez göç etmek zorunda kalan köylüler olabilir. Bu durum üzerine ise bu bölgedeki toplulukların göçe ve zorla yerinden edilmeye zaten alışkın oldukları ve kendilerini pek de kötü hissetmeyecekleri ima edilmektedir. Sağlıklı bir yeniden yerleşimin, mevcut yasalar, pratik, yaklaşım ve mantıkla pek gerçekleşemeyeceği çok net ortadadır. Gerçekleştirildiğinde sadece 420 kişiye iş imkanı sağlayacak olan baraj, on binlerce kişinin evini ve toprağını terk etmesinin yanı sıra, 53 köy 14 mezra, 112 km. enerji hattı, 120 km. köy yolu, 148 km. devlet yolu ve 5,575 m. demiryolunun yenilenmesiyle sonuçlanacaktır. Üstelik yeniden yerleşimin mal oluşu, baraj ve HES mal oluşundan fazladır.
Meselenin Siyasi Boyutu GAP ve çok-uluslu şirketlere göre geçimlik tarımın yok edilmesi ve suyun, toprağın ve tüm bölge kaynaklarının özelleştirilmesi daha fazla kâr için gereklidir. Bunların ticarileşmesi için ilk olarak bu bölgedeki yerel direnişi ortadan kaldırmak gerekmektedir. Halkı topraklarından çıkararak ve Türkiye’nin Güneydoğusunda kültürel ve toplumsal yıkıma neden olarak, bölgedeki yerli harekete ciddi zararlar verilmek istenmektedir.
Kurtarma projelerinin, sadece göz boyamaya yönelik ve projenin devamını kolaylaştırıcı girişimler olduğunu söyleyebiliriz
‘‘…DSİ bürokratları kurula, su tutulmaya başlanmasının ardından oluşacak ve 10 bin hektar olacağı hesaplanan Ilısu Baraj gölünün PKK’nın önemli geçiş güzergâhlarından bazılarını kapatacağını anlattı. DSİ, PKK’nın zaman zaman kullandığı yaklaşık bin mağaranın da sular altında kalacağını belirtti. Böylece PKK’nın bölgedeki hareket kabiliyeti ve barınma imkânının kısıtlanmış olacağı ifade edildi...’’ 22 Şubat 2007’de toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda DSİ’nin konuşmasıyla ilgili Radikal gazetesinde 23 Şubat 2007’de yayınlanan bu haber yazısında da görüldüğü üzere DSİ, barajın tek gerekçesinin enerji olmadığını açıkça dile getirmiştir. Bir taşla birden fazla kuş vurulmak istenmektedir. Yerli hareket, dayatılanın aksine, fiziksel olduğu kadar kültürel beslenmenin de hayatta kalmanın ve direnmenin temeli olduğunu görmüştür. Bu yüzden tarihlerinin, geleneksel bilgilerinin, boşaltılmış köylerinin, mezarlık-
larının, kutsal mekânlarının ve Hasankeyf’in yok olmasını engellemek için on yıllardır çaba harcamaktadırlar. Antik kentteki tarihi eserlerin taşınabilmesi için kazı çalışmaları şu sıralar aralıksız sürdürülmektedir. Halkların kendilerine dayatılanları reddedişlerinin ve isyanlarının tarihini değersizleştirmek, çarpıtmak, inkâr etmek ve görünmez kılmak suretiyle baskı ve kaynak hırsızlığını meşrulaştırmak için tarih ve arkeolojinin bir araç olarak kullanılmış olduğu ve nasıl kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Ilısu için yapılacak herhangi bir etnografik tetkik ve kurtarma çalışmaları tarihin bu çarpıtmasına katkı sunacaktır. Ilısu Barajı Projesinin sosyal, ekolojik, kültürel, etnik ve kalıtsal miras açısından böyle yıkımlara yol açacağı yeterince açıkken kurtarma projelerinin sadece göz boyamaya yönelik ve projenin devamını kolaylaştırıcı girişimler olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak yetkililerin kültürel çeşitliliğe yönelik politikası yeterince açıktır. İnkâr, baskı ve asimilasyon. Şu anki planlamaya göre 2015 yılında barajın inşaatı tamamlanacak. Ilısu projesi ile yaşam alanları sular altında kalacağı için ve iklim değişiklikleri yüzünden bir sürü canlı türü yok olacak, çevre kirliliği artacak, tarım arazilerinin yok olması ciddi miktarlarda ürün kaybına neden olacak, yaklaşık 80,000 insanın göç ettirilmesiyle bir nevi tehcir uygulanacak, binlerce mağara, eşsiz güzellikteki doğa, 1. dereceden arkeolojik sit alanı olan Hasankeyf ve 12 bin yıllık kültürel miras yalnızca 50 yıllık ömrü olan bir baraj yüzünden sular altına gömülecek. Ne bu bölgedeki doğa, ne binlerce yıllık tarihi miras, ne de kültürel değerler böyle bir maddiyatla ölçülemez. Eğer Ilısu planları ve diğer HES girişimleri durdurulamazsa, Türkiye’nin dev bir şantiye haline gelişini ve yaşam alanlarının nasıl yok edildiğini izlemek zorunda kalacağız. 1 James Ramsay, İmtiyazlı Çevreci (M. Ronayne’ye 22 Şubat 2006 ve 1 Haziran 2006’da iletilen e-posta)
Arzu
44
Yenilenebilir Enerji Kaynakları Üzerine "Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kentlerinde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler; bir kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz." Kızılderililer beyaz adamı iyi tanımışlar. Onun ihtirasını, yağmacılığını, bencilliğini görmüşler. Ne yazık ki doğru, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesleri, bir kelebeğin kanat çırpışlarını duyamıyoruz yaşadığımız şehirlerde. Ama beyaz adamın ihtirası son bulmuş değil. Gözü her zaman başka topraklarda, ağaçlarda, ırmaklarda. Bugün enerji kaynağı olarak kullanmak amacıyla Karadeniz’de birbirinden güzel, birbirinden yeşil, birbirinden mavi vadilerde hidroelektrik santraller (HES) kurmayı planlıyor. Derelerin şırıltısında huzur bulmuş toprakları kurutarak anasını, kardeşini öldürüyor. Ve bunu "çevrecinin daniskasıyız" diyerek yapıyor. Nasıl, neden? Günbegün artan enerji ihtiyacı, küresel ısınma sorunu ve çözüm olan alternatif-yenilenebilir enerji kaynaklarının doğa katliamı yaparak kullanılmaya çalışılması... Gelin hepsine sırasıyla bakalım.
Küresel İklim Değişikliği İnsanlık, enerji ihtiyacını doğayla barışık yöntemlerle elde etme yolundan sapalı çok oldu. Daha fazlası, daha fazlası derken artan enerji ihtiyacı en kolay ve ucuza elde edilebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırdı. Bu kaynaklar, klasik enerji kaynakları olarak adlandırılıyorlar ve temelde, yakılmasıyla daha fazla enerji açığa çıkaran kömür, petrol
Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in derelerine bakarken yalnızca parayı değil, kendi hayatlarını, geçmişlerini ve geleceklerini gören herkese çağrıda bulunuyor
ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılması anlamına geliyorlar. Bu yakıtların yakılmasıyla insanlığın ihtiyaç duyduğu enerji şimdiye dek fazlasıyla elde edildi, hatta halen tüm dünyada, insanlığa yüzlerce yıl yetecek kadar rezerv de var. Gelgelelim bu yakıtların yakılmasıyla yalnızca enerji değil, 6 tane sera gazı da açığa çıkıyor. Genel olarak en bilinenleri ve en zararlı olanları ise karbondioksit ve metan. Sera gazlarının en belirgin özellikleri bünyelerinde ısı tutabilmeleri. Gün boyunca güneşten atmosfere ısı ve ışık geliyor. Bunların bir kısmı atmosferde kalmayıp uzaya geri dönüyor ki böylece doğal bir denge oluşuyor. Sera gazlarının atmosferde yoğunlaşmasıyla güneşten gelen ısı ve ışının daha büyük bir kısmı atmosferde hapsoluyor. Bu da artık herkesin bildiği bir şeye neden oluyor: Küresel iklim değişiklikleri ve küresel ısınma. Araştırmalara göre son bir milyar yılda atmosferdeki ısı artışı 1,5 °C iken, Sanayi Devrimi’nden bu yana da, yani yaklaşık son 250 yıllık süre içinde de atmosferde görülen ısı artışı 1,5 °C olmuştur. Bu durum, kapitalist gelişim süreci içinde sermaye birikiminin oluşmasının en önemli uğraklarından birinin, kendi dönemi içinde fark edilememiş sonuçlarını da gözler önüne serer. Küresel iklim değişiklikleri ile artan doğal
felaketler her yıl ciddi can kayıplarına, pek çok yerleşim yerinin yok olmasına ve doğal çevrenin, ekolojik sistemin bozulmasına neden oluyor. Okyanuslarda, denizlerde ve karada yaşayan canlı türleri değişiyor, pek çok canlı yaşam koşulları değiştiği için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bir ayna misali güneş ışınlarının bir kısmını uzaya geri yansıtan buzul kütlelerinin hızla erimesi, gitgide daha az güneş ışınının uzaya yansıtılması ve dünyanın daha da fazla ısınması anlamına geldiği gibi, dünya üzerinde su seviyesini de hızla arttırıyor. Sera gazlarının atmosfere salınımı bu hızla gittiği takdirde, 2020 yılında su seviyesinin bir metre civarında artacağı söyleniyor ki böylesi bir felakete insanın inanası gelmiyor.
Yeni Piyasalar, Rantlar Son yüzyıl içinde atmosferdeki sıcaklığın oldukça artması ve halen artmaya devam etmesi, dünya çapında küresel ısınma konusuna ve doğayla barışık tarım politikalarından tutun da enerji politikalarına dek pek çok şeyin tartışılmaya başlanmasına neden oldu. Ne yazık ki artan sanayileşme ve şirketlerin, devletlerin amansız kâr hırsı sebebiyle bu durum çok öncesinden görülebildiği halde ancak etkileri yaşanmaya başladıktan sonra
45
Okyanuslarda, denizlerde ve karada yaşayan canlı türleri değişiyor, pek çok canlı yaşam koşulları değiştiği için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor gündem olabildi. Bu konuda gerçekçi çözümler bulmak, ikiyüzlü yaklaşımları bir kenara bırakarak mümkün olacaktır. Artan vicdan seslerini bastırmak için dostlar alışverişte görsün misali bir şeyler yaparak hiçbir yere varılamaz. Yeni açılan "küresel ısınma karşıtlığı-çevre duyarlılığı" piyasasından rant kapma yarışı başlamış bulunuyor. Örneğin, küresel ısınma konusuna dikkat çekmek için yapılan çeşitli televizyon programlarıyla karşılaşıyoruz. Kapitalizm öyle işliyor ki kendisine karşıt olanı da yaratıyor. Ama bu karşıt ele avuca sığabilir bir düzeyde tutuluyor. İnsanların belli duyarlılıkları bir miktar harekete geçirilip daha sonra massediliyor, topluca vicdan rahatlatma seanslarına girilip çıkılıyor sanki. Bazı sahneleri gördüğümde gerçekten içim acıyor. Doğayı sevelim koruyalım diye diye tatil beldelerindeki otellerin reklamı yapılıyor, susam yağı özlü rimellerin, organik makyaj malzemelerinin faydalarından bahsediliyor. Sadece Türkiye’de pek çok tarım arazisi, yerleşim yeri, tarihi alan barajlar yüzünden sular altında kalacakken, HES’ler yüzünden birbirinden güzel vadiler geri dönüşü olmayacak şekilde harap edilecekken, onlarca yıllık çam ormanları göz göre göre yakılıp arazileri şirketlere peşkeş çekilirken, gerçekçi tartışmalara ve samimi duyarlılıklara ihtiyaç varken organik rimel reklamlarını gördüğümde kızgınlığım arttıkça artıyor. Herkes yalnızca bu piyasadan kendine düşen payı kapmaya çalışıyor.
Ancak rantçılar yalnızca bunlar değil. Yıllarca doğaya verilebilecek en büyük zararları vermiş, her şeyin farkında olmalarına rağmen fabrikalarında fosil yakıtları kullanmaya devam etmiş ve etmekte olan; yağmur ormanlarını yakmış, yıkmış; Güllük’te canım koyu doldurmuş; orman yangınlarından arta kalan arazileri yeniden yeşillendirmek yerine oteller, taş ocakları açmak için kullanmış; Bergama’da, Kaz Dağlarında siyanürle altın aramaya kalkışmış; güzelim vadilerin suyunu kurutmuş; insanları yerlerinden yurtlarından etmiş; dünyayı talan etmiş çokuluslu şirketler de ikiyüzlü reklam kampanyalarıyla bu piyasaya giriyorlar. Sanki bunları yapan kendileri değilmiş gibi kanlı elleriyle hazırladıkları "Çevreye Saygılıyız" tadında reklamlar sunarak bir yandan kendi paylarını kapmaya çalışırken bir yandan da türlü pisliklerinin üstünü örtüyorlar. Ve sanki bunlar hiç bilinmiyormuş gibi o kanlı ellerle el sıkışıp ödüller veren zihniyetlerle ya da o kanlı ellerle el sıkışıp sponsorluk anlaşması yapan sivil toplum - çevre kuruluşları/kampanyalarıyla (hepsini kastetmiyorum elbette) karşılaşıyoruz. Bu ikiyüzlü yaklaşımlara kredi verilmeye devam edildikçe, çözümlerin bulunabileceği konusunda gerçekten kaygılıyım. Ancak her şeye rağmen, alternatif enerji kaynakları üzerine eğilmek ve bunların yaygınlaşması için çalışmalar yapmak şarttır. Ama bu, toprağımızı, suyumuzu, havamızı kirleten, mahveden tüm bu ilişkilere sırtımızı çevirerek mümkündür.
Alternatif Enerji Kaynakları Pek çok araştırmada dile getirilen bir gerçek var. Tüm dünyada fosil yakıtların kullanımına dayalı enerji üretimini bugün tümüyle bıraksak bile atmosferdeki aşırı artmış karbondioksit miktarının normal seviyesine dönmesi için en az 50 yıl geçmesi gerekiyor. Bu durum, alternatif yani yenilenebilir enerji kaynaklarına bir an evvel geçilmesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Yenilenebilir enerji, "doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı" olarak tanımlanıyor. Fosil yakıtlar, yakılınca biten ve yenilenmeyen enerji kaynakları. Oysa güneş, rüzgâr, hidrolik (su), hidrojen ve jeotermal gibi doğal kaynaklar yenilenebilir olmalarının yanı sıra temiz enerji kaynakları olarak karşımıza çıkıyor. Kısaca, başlıca yenilenebilir enerji kaynaklarına bir bakalım.
Artan sanayileşme ve şirketlerin, devletlerin amansız kâr hırsı sebebiyle bu durum ancak etkileri yaşanmaya başladıktan sonra gündem olabildi
46
Yeni açılan "küresel ısınma" karşıtlığı piyasasından rant kapma yarışı başlamış bulunuyor Güneş enerjisi, çevreye hiçbir zararı olmaması, sürekli ve yenilenebilir olması sebebiyle aslında oldukça elverişli bir enerji kaynağı. Ancak, Türkiye için sorun olmasa da güneşten fazla yararlanamayan bölgeler için uygun değil. Asıl sorun ise elde edilen enerjinin depolanamaması ya da ısıtma hariç diğer enerji biçimlerine dönüştürülmesi için başka sistemlerin de kurulmasını gerektirmesi. Çeşitli kaynaklara göre Türkiye’nin bir yılda aldığı güneş enerjisi, kömür rezervlerinin 32, petrol rezervlerininse 2200 katı. Bu durumda kullanılabilir olması için enerji dönüşümünü sağlayan çeşitli sistemler gerektirse de güneş enerjisinden faydalanmak hiç de mantıksız bir yöntem gibi durmuyor. Hidrojen enerjisi, gelecek vaat ettiği söylenmekle birlikte şu anda pek kullanılmıyor. Nedeni, hidrojenin doğada tek başına bulunmaması ve elde edilmesi için su veya doğalgazdan ayrıştırılması gerekmesi. Bu süreçte ise çok fazla elektrik enerjisi harcandığı söyleniyor. Taşıma ve saklanma güçlükleri ve riskleri de devreye girince bu enerji kaynağı şimdilik yaygın kullanılabilir olmaktan uzak görünüyor. Jeotermal enerji,
yerkabuğunun ısısı ile yeryüzüne çıkmış sıcak su kaynaklarından (kaplıcalar vs.) elde ediliyor. Bu enerjiden dünyanın her yerinde eşit bir dağılım olmadığından yeterince yararlanılamıyor. Ancak Türkiye, jeotermal kaynaklar bakımından dünyada 7. sırada ve genellikle ısıtma amaçlı olmak üzere bu kaynaklardan zaten yararlanıldığını ancak bu kaynakların tüm enerji ihtiyacını karşılayacak düzeyde olmadığını söyleyebiliriz. Bunların yanı sıra okyanus akıntılarından, dalgalarından, gelgitlerden, çöplerden ve benzeri pek çok şeyden de enerji üretmek mümkün. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında, temiz ve bol olması, tüm dünya genelinde de faydalanılabilir olması sebebiyle en fazla dikkat çeken enerji kaynağı ise rüzgâr. Rüzgâr enerjisi, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının sahip olduğu tüm olumlu yanlara sahip olmanın yanı sıra rüzgâr tesislerinin kurulumunun ve bakımının kolay olması, güvenilir olması ve enerji üretim maliyetinin düşük olması gibi özelliklere de sahiptir. Sakıncaları arasında ise gürültülü olması (son dönem üretilen rüzgâr türbinlerinde büyük oranda azaltılmıştır), rüzgârın değeri sabit olmadığından enerji üretim değerinin sabit olmaması ve yatırım masraflarının yüksek olması sayılabilir. Oysa bir rüzgâr türbini imal etmek ve çalıştırmak için gerekli olan enerjiyi geri kazanmak için sadece iki ya da üç ay yeterli olacaktır. Türkiye Rüzgâr Atlası çalışmalarına göre, teknik rüzgâr potansiyeli ve santral kurmaya uygun alan sayısı açısından Türkiye tüm dünyada birinci sırada yer alıyor. Tüm bu etkenler göz önünde bulundurulduğunda rüzgâr santralleri, hem Türkiye’de hem de dünyanın her yerinde kullanılabilecek elverişli bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.
Son olarak da, bir diğer yenilenebilir enerji kaynağı olan suyun kullanılmasından bahsetmek istiyorum. Temelde, suyun akış gücünden yararlanmak üzere akarsular, ırmaklar, dereler üzerinde kurulan hidroelektrik santraller (HES) aracılığıyla enerji üretimi gerçekleştiriliyor. Hidroelektrik enerjisi maliyeti düşük olan bir enerji çeşidi ve yakıtlar karşısında ekonomik olarak zayıf değil. Bu sebeple Türkiye’de ve tüm dünyada yaygın olarak kullanılan bir yöntem. Ancak büyük ölçekli HES’lerin sürdürülebilirliği tartışmalı. Onca yatırım yapılan santrallerden en fazla 50 ila 70 yıl yararlanılabiliyor. Bunun yanı sıra, HES’lerin yakın doğal ortam ve çevrede yaşayanlar üzerindeki etkileri ve oluşan baraj göllerinin doğal ve kültürel kaynakları yok etmesi açılarından HES’lerin olumsuz yanları bulunuyor. Aşağıda, Karadeniz’de yapılması planlanan 500’ün üzerinde hidroelektrik santral ve bu çalışmaları durdurmak için kurulan Derelerin Kardeşliği Platformu’na dair bir şeyler belirtmeden önce son bir ara not eklemek istiyo-
Yenilenebilir enerji, "doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı" olarak tanımlanıyor
47
rum. Atmosfere karbondioksit yaymadığı için savunulan bir diğer enerji kaynağı, nükleer enerjidir. Taşıdığı riskler ve dünyamıza karbondioksit yayarak değil de başka yollarla verdiği onca zarardan sonra bu kaynağın savunulacak bir yanını göremiyorum. Nükleer enerji kullanımının olumsuz yanları oldukça fazladır ve uzun uzadıya değerlendirilmedir. Bu sebeple nükleer enerjiye tümüyle karşı olduğumu belirterek bu konuyu daha fazla açmadan geçiyorum.
Derelerin Kardeşliği Karadeniz’in dereleri üzerinde HES’lerin kurulmasına dair tartışmalar, Dünya’nın 200 ekolojik vadisinden biri olan Fırtına Vadisi’nde yaşanan süreçle başlamıştı. Neyse ki iki yıl önce Fırtına vadisi üzerinde HES kurulması kararı iptal edilmişti. Yalnız bu kararın iptali, diğer dereleri ve vadileri kurtarmadı. Bugün Abu Çağlayan Deresi, Arılı Deresi, Hemşin Deresi, Senoz Deresi, Çataldere, Fırtına Deresi, Papart Deresi ve İkizdere üzerinde ve/veya yan kollarında yapılması planlanan 500’ün üzerinde HES projesi var. Bazılarının yapım çalışmaları başlamış durumda. Bölgedeki her bir derenin korunması için yöre halkı tarafından kurulmuş olan tüm platformlar, "Derelerin Kardeşliği Platformu" adıyla birleşti ve HES’lerle mücadele ediyor. Platform ve çevreciler ile şirketler ve neoliberal politikalar bayrağını açmış son hızla ilerleyen devlet arasında uzun bir süredir tartışmalar sürüyor. "Ben çevrecinin daniskasıyım" diyen Başbakan gibi, Çevre ve Orman Bakanı da "Yılda 8 milyar dolarlık sudan elde edebileceğimiz enerji boşa akıyor. HES’ler çevreci santraller. Suyu içmiyorlar sadece akışından faydalanıyorlar. Canlı hayatın devamı için de can suyu bırakılıyor. Vatandaş niye tepkili anlayamıyorum, altında başka maksatlar var. Birilerinin gazına geliyorlar." diye açıklama yaptı. "Çevreci" bakanın dediklerinin bir kısmı doğru. Evet, yukarıda da bahsettiğim gibi HES’ler çevreci santraller. Ancak 50 ila 70 yıl gibi bir süre sonra işlevsizleşecek bu santrallerin kurulacakları yerlerin ciddi havza çalışmaları ve çevre raporları hazırlandıktan sonra belirlenmesi gerekiyor. Oysa Fırtına gibi İkizdere de endemik bitki ve canlı çeşidi açısından dünyanın 200 ekolojik vadisinden biri. Üstelik Karadeniz’de bir havza planlaması olmadığı için bilirkişi tek bir havzayı incelediğinde kurulacak santralin çevreye zararı yok gibi görünüyor. Ancak bir santralin bıraktığı suyu diğeri alıyor. Derenin suyu kanallardan geçirildiği için de derenin yatağında hiç su kalmıyor. Örneğin 77
Bu bölgeler ÇED raporları kapsamı dışında tutularak elektrik nakil hatlarının bölgeye vereceği zararlar da görmezden geliniyor
kilometrelik İkizdere üzerinde yapılacak 16 HES yüzünden derenin 55 kilometrelik bölümü tümüyle kanallardan geçecek. "Çevreci" bakanın bahsettiği can suyunun miktarı ise iki mahkeme kararı sonucu iki kez değişti! Yöre halkı halen derelere verilecek can suyunun derenin yarısına gelmeden bitecek kadar az olduğunu söylüyor. Ayrıca, bu bölgeler ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporları kapsamı dışında tutularak elektrik nakil hatlarının bölgeye vereceği zararlar da görmezden geliniyor. Bazı vadilerde başlayan çalışmalardan dolayı şimdiden yüzlerce ağaç kesilmiş durumda. Sadece İkizdere’de yapılacak çalışmalar sonucu 600.000 metreküp hafriyat çıkarılıp ormanın içinden yeni yolların ve elektrik nakil hatlarının yapılması için yüzlerce ağaç kesilecek. "Çevreci" bakanın "birilerinin gazına geliyorlar" dediği yöre halkı, "Binlerce yıldır çevrelerine ve bize hayat vererek akan bu dereleri yok etmeyin" diyerek isyan ediyor. Ulusal elektrik sistemine yüzde 4 ila 18 arası bir katkı yapacağı sanılan HES’ler için, "Dünya’da sayılı vadilerimizi bu küçük yüzdeler için niye yok etmek istiyorsunuz" diye soruyor. Bu yıl Haziran ve Ağustos aylarında mitingler düzenleyen Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in derelerine bakarken yalnızca parayı değil, kendi hayatlarını, geçmişlerini ve geleceklerini gören herkese de bu sorumlulukla birlikte mücadele etmek için çağrıda bulunuyorlar. "Çevrecinin daniskasıyım" diyenlerin, doğaya telafisi mümkün olmayan zararlar verecek HES yapımı için çalışması çevrecilik değildir, altında başka maksatlar vardır. Bu çevrecilik değil piyasa ve bu piyasadan rant kapma savaşıdır. Küresel ısınma sorununa çözüm olabilecek yenilenebilir tek enerji kaynağı su değildir. Eğer kaş yaparken göz çıkarılacaksa, enerji kaynağı olarak sudan değil Türkiye için çok daha elverişli olan rüzgârdan ya da güneşten yararlanılmalıdır. Umalım ki Kızılderililerin beyaz adam için söyledikleri şu sözler hiç gerçekleşmez.
"Son ırmak kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, Son balık yendiğinde, Beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak!.."
Pisi
48
Dünya dönüyor (I) kağıdı çıkarıp meşin yuvarlağımızın üstüne saralım. Gözlem: Daha önce limon gibi yuvarlağa benzer bir şekil alan kağıdımız, şu anda kağıt bir mendili andırmaktadır. O halde şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Küremsi bir şeklin boyutu büyüdükçe, algılanabilir yuvarlaklık azalmaktadır. Dünyamız da görece bayağı büyük bir cisim olduğundan, etrafımızı düz olarak algılayabilmekteyiz. Dünyanın büyüklüğünü gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Çapı yaklaşık 13,500 km olan bir toptur ki bu dört kez Kars-Edirne gidiş dönüş yoluna tekabül ediyor.
Her anı bir olay, her olayı da bir bilgi olarak tanımlarsak, yaşadıklarımızın hesabını tutmaya çalışmanın akla yatkın hiçbir yanı yok
Galileo Galilei
Doğanın bir parçası olduğundan beri insanlar ve doğa arasında, kabaca Newton’ un diliyle açıklayacak olursak, bir ilişki var: Etki-tepki. Biz insanlar, bu ilişkiden çok fazla bilgi edindik, ediniyoruz ve edineceğiz. Öğrendiklerimizle beraber halen hayatımızda birçok şeyi değiştirmekteyiz. Her anı bir olay, her olayı da bir bilgi olarak tanımlarsak, yaşadıklarımızın hesabını tutmaya çalışmanın akla yatkın hiçbir yanı yok. Ancak doğayı anlamaya koyulduğumuz bu yolda da öyle anlara şahit olduk ki, bu anlar bildiğimiz tüm toplumsal ilişkiler üzerinde büyük etkiler yarattılar. Bu yüzden bu anları göz ardı edemeyiz. İnsanlığın, doğayı anlama yolunda bugünlerinin önünü açan böyle bir ana, bir olaya geçen ay gözlerimle tanıklık ettim: Dünya dönüyor! Bu yazıda bu konuyu aktarmaya çalışacağım. Ancak, ilk kez Copernicus tarafından ispatlanan "Dünya’nın dönüşüne" geçmeden önce biraz Dünya’nın şeklinden ve Copernicus’tan bahsedelim.
Top mu Tepsi mi? Bir dönem, Dünya’nın şekli üzerine iki karşıt görüş mevcuttu: Dünya düz bir tepsi mi yoksa topa benzer bir yapı mı? Bu önemli tartışmanın toplumsal arka planına giremeyeceğim. Dilerim ki bir gün onları da yazabilirim, kısmet. Dünya’nın şekliyle ilgili çoğumuzun bildiği o ilkokul gözlemine geçelim. Hiçbir engel olmaksızın açık bir havada ufka doğru özgürce baktığımızı düşünelim. Hayallere kısıtlama mı gelecek? İsteyenler yüzlerini hafif bir rüzgârın okşadığını da düşünebilirler. Deneye dönelim. İddia şu: Eğer Dünya düz ise, uzak-
tan gelen bir vapuru bir bütün olarak görmemiz gerekir. Fakat vapuru gözlemlediğimizde, önce dumanını, sonra bacasını, sonra da gövdesini görürüz. Sonuç: Dünya düz değildir. Peki Dünya’nın şekli nedir? Aynı gözlemi başka bir cisim üzerinde yapalım. Bu sefer deney aygıtlarımız, çoğumuzun müptelası olduğu bir futbol topu ile gemi yerine kullanacağımız ucu pamuklu bir kibrit olsun. Pamuklu kibriti topun sibobuna saplayıp pamuklu kısmı yakalım ve topu döndürelim. Yanan kibrit uzaklaşırken en son dumanını ve yakınlaşırken de ilk olarak dumanını gözlemleriz. Bulduğumuz sonuçların aynı olması, Dünya’nın yuvarlağa benzer bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Tabii şu soru hala aklımı kurcalıyor: Dünya düz görünüyor mu? Mesela, uzaktan gelen bir arkadaşımızın önce yüzünü, sonra bedenini, sonra da bacaklarını görmeyiz, onu bir bütün olarak görürüz. Bunun nedeni nedir? Eğer yer küremsi bir şey ise bu nasıl olur? Yanıtını bulmaya çalışalım. Elimizde kağıda sarılı bir limonumuz ve bir futbol topumuz olsun. Limonun üstündeki
Küremsi bir şeklin boyutu büyüdükçe, algılanabilir yuvarlaklık azalmaktadır Ptolemy (Batlamyus)
Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus) 1473-1543 Aristoteles’e göre Dünya, evrenin merkezinde sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmekteydi. Aristoteles evreni de, Hıristiyanlık anlayışına göre sorgulanamayacak bir tabuydu. Ancak MÖ. 3. asırda, sonraları tabu olacak bu inanışa kuşkuyla bakabilen birisi vardı: Samoslu Aristarkhos. Ona göre Dünya kendi ekseni etrafında dönüyordu ve Güneş de evrenin merkezindeydi.1 Samoslu Aristarkhos dan 17 asır sonra Copernicus dünyaya gözlerini açtığında insanlık, Dünya’nın evrenin merkezinde sabit olduğuna inanıyordu. Zaman ve mekânın Avrupa’da Rönesans’ı göstermesine karşın doğanın bu sıralanışını sorgulamak hiç de kolay değildi. Böyle bir devirde Torun’da (Polonya) doğan Copernicus’un düşünce yapısına, Einstein ve daha nice dâhide de olduğu gibi, amcası büyük etkide bulundu. Bir kilise papazı olan amcası, Copernicus’un
49
Copernicus dünyaya gözlerini açtığında insanlık, Dünya’nın evrenin merkezinde sabit olduğuna inanıyordu
Copernicus deney yaparken…
çocukluğunda dini, gençliğinde de bilimsel bir öğrenim görmesinde büyük rol oynadı. Memleketinde üniversite okuyan Copernicus, tıp, astronomi, hukuk ve matematik öğrenmek üzere çeşitli İtalyan üniversitelerine de gitti. Uzun bir süre İtalya’da öğrencilik yaptı ve sonra matematik profesörü olarak çalıştı. Copernicus çalışmalarına başladığında, ortaçağ skolastik düşüncesini sorgulamak gibi bir niyeti yoktu. Tek amacı Ptolemy’nin teorisini matematiksel olarak anlaşılır bir hale koymaktı. Ptolemy teorisine göre, gökyüzü yıldızların "çakılı" olduğu dönen bir küreydi; Dünya bu kürenin merkezinde sabit bir konuma sahipti, çevresinde ise ay, güneş ve gezegenleri taşıyan iç içe bir dizi kristal küre vardı. " Tanrısal bir düzen" diye imgelenen bu sistem, ayrıca insana, evrenin merkezinde olma onur ve gururunu da sağlamaktaydı.2 Gözlemlerinde bu sistemin birçok tutarsızlığını gören Copernicus, yaptığı çalışmalar sonucunda kendince doğru bulgular elde etti. Lakin bunları yayınlanması kilise tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Kendisi de bir dönem papazlık yapmış olan Copernicus, inandıklarından hiçbir zaman vazgeçecek birisi değildi. Düşündüklerinin savsata olduğu yönündeki bağnazlığa karşı gözlemleriyle birlikte cevap için her zaman hazırdı. Ona göre iki temel şey vardı: Gezegenler ve yıldızlar Dünya’nın değil Güneş’in etrafında dönmekteydiler ve Dünya da, kendinin ve Güneş’in etrafında dönmekteydi. Yaşlandıkça kiliseye duyduğu korku azalan Copernicus, Papa’ya şu mektubu yazarak bütün hayat mücadelesini özetliyordu: "Aziz Peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca çevremin düşüncelerine aldırmayan, kendi fikirlerimi savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden, başladığım hususlardan vazgeçmeye niyetlendiğim olmuştur. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı tenkit edenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma
kabul edeceğim..." Bu satırları yazdıktan sonra bir iki yıl içerisinde vefat eden Copernicus’un çalışmaları, Galilei ve Kepler’in doğayı anlama çabalarına yardımcı olmuştu. Yazdıklarını özgürce yayınlayabilmek için birçok zorluk çekerek Copernicus’la aynı kaderi paylaşan Galilei, bir seferinde Copernicus’un doğa üzerine çalışmalarını yayımlama konusundaki sabrı ve inadı üzerine şunları yazmıştır: "Geleneksel teorileri çürütecek birçok kanıt topladım. Ancak, bazı kimselerin gözünde ölümsüz bir ün kazanmış olan, ama birçok kişi için de alay ve aşağılama konusu olan üstadımız Copernicus’un yazgısını paylaşmaktan korktuğum için bunları günışığına çıkaramıyorum…"3
Dünya, Kilisede de Dönüyor! Copernicus, gözlemleriyle tabuları yıkmaya, doğanın basit sırlarını anlamaya çalıştı. Bu gözlemlerinin (çalışmalarının) en önemlilerinden biri de bizzat kendisinin yapmış olduğu basit sarkaçtır. Bu sarkaç yardımıyla Dünya’nın kendi etrafında döndüğünü gözlemledi. Bugün, haftanın belli günlerinde Krakov’daki bir kilisede bu deney yapılıyor. Bir anlamda kilise, bir zamanlar yasakladığı Copernicus’un teorisine "zorunlu bir şekilde"
Krakov Üniversitesi
değer veriyor. Yaşasın mücadele! İsterseniz bir arkadaşımla birlikte büyük bir coşkuyla tanıklık ettiğim bu deneye geçelim. Duvar ya da başka bir yerde sabit duran bir çivi veya çengelin ucuna bağlanmış bir ip ve ipin ucuna bağlanmış bir ağırlıktan oluşan düzeneğe basit sarkaç diyoruz. Bu deneyde, basit bir sarkacın yapmış olduğu hareketi (salınımı) inceleyeceğiz. Salınma süresini (periyodu), yani sarkacın bir uçtan başka bir uca gidip gelme süresini belirleyeceğiz. Bu periyodun zamanla değişmediğini, fakat salınım yolunda bir takım değişikler olduğunu saptamaya ve buradan da bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağız. Öncelikle ben gördüklerimi şöyle bir anlatayım. Bir arkadaşımla birlikte deneyin yapılacağı kiliseye gittik. Deneyin başlamasına daha on dakika vardı. Hemen kalem kağıt çıkarıp periyodu hesaplamaya başladık. Hesabımız yüzde elli oranında yanlış çıktı. Bunun nedenine birazdan geleceğim. Sonra deneyi yapacak olan amca geldi. Deney hakkında bir iki dakika İngilizce konuştuktan sonra başladı Lehçe’ye. Bir daha da bize bir şeyler anlatmadı. Şaşırdık, çünkü bizim memlekette, misafire hürmetten olsa gerek, konu hep misafirlere anlatılır. Neyse, deneye dönersek… Deneyci amca kilisenin tavanına tutturulmuş olan basit sarkacın ağırlığını kendine doğru çekti, sonra sarkacı serbest bıraktı ve basit sarkaç hareket geçti. Sarkacın topuzuna bağlanmış lazer yardımıyla da sarkacın salınımı rahatça gözlenebiliyordu. Copernicus, hareketin yolunu izlemek için sarkacın topuzuna mürekkep koymuştu. Zemine döşenen kağıt üzerine dökülen mürekkep izi sayesinde sarkacın yörüngesi hakkında veri alabiliyordu. Periyodun formülünü okurken sıkılabilecekler olabilir. Periyot, bir olayın tekrar etme süresi olarak düşünülüp, bu ve bir sonraki parag-
50
Copernicus’un doğduğu ev…
"Tanrısal bir düzen" diye imgelenen bu sistem, ayrıca insana, evrenin merkezinde olma onur ve gururunu da sağlamaktaydı rafın okunmadan geçilmesi yazının anlaşılabilirliği açısında bir sorun yaratmamaktadır. Şimdi periyodu hesaplayalım. Bir basit sarkacın periyodu, ipin uzunluğuna ve yerçekimi ivmesine bağlıdır. İpin ucuna ister bir elma isterse de bir gülle bağlansın, periyot değişmez. Bu size ilginç gelebilir. Kütlenin periyoda etki etmeyişini ve periyodun matematiksel çıkarımını bir sonraki yazıya bırakalım T=2π√L/g T: Periyot L: İpin uzunluğu g: Yerçekimi ivmesi Formülüyle periyodu hesaplayabiliriz. İki önceki paragrafta belirttiğim bizim yapmış olduğumuz hataya gelecek olursak... Biz, ipin uzunluluğunu göz kararıyla 15 m. almıştık. Periyodu saatle ölçtüğümüzde aldığımız veriyi görünce çok şaşırdık. Bizim hesapta yüzde elli hata payı vardı. Yer çekimi ivmesinin yaklaşık 10m/sn2 ve π sayısının da 3 gibi bir şey olması kesin olduğuna göre hatayı bulmuştuk. Biz ipin uzunluğunu hatalı hesaplamıştık. Bu sefer periyodu bildiğimize göre ipin uzunluğunu hesaplamak çok kolaydı. Yaklaşık olarak değeri bulduk ve deneyci amcaya ipin uzunluğunu sorduk. İp 47 m. idi. Periyot ise yaklaşık
14 saniye idi. Aslında göz kararı hesaplarımız iyidir ama bu sefer fena çuvallamıştık. Periyodu hesapladıktan sonra hareketin yörüngesini inceleyelim. Zemine döşenen çizgili bir defteri andıran kağıdın üzerinde lazerin çizmiş olduğu yörüngeye bakalım. İlk olarak bir-iki dakika boyunca lazer, kağıt üzerine bırakıldığı gibi sanki tek bir hat üzerinde salınımına devam etti. Aradan dört-beş dakika geçtikten sonra, lazerin ilk hattının açık bir şekilde değiştiğini gördük. İlk zamanlar tek bir çizgi üstünde salınan lazerimiz artık sekizler çizmeye başlamıştı. Lazerin kağıt üzerinde bıraktığı uç noktalarını (ki bu noktaları bundan sonra yön değiştirme noktaları olarak da tanımlayacağız) birbirlerine eklemlediğimizde ise git gide çemberimsi bir şekil oluşmaktaydı. Laboratuarlarda salınım hareketi üzerine birkaç kez deney yapmış olanların bunları okurken tüylerinin diken diken oluşunu hissetmekteyim. Neyse, yörüngedeki değişimin neler ifade ettiğine dikkat çekelim. Eğer Dünya dönmeseydi ve biz, bu basit sarkacı aynı doğrultuda bırakmış olsaydık, lazer izinin düz bir çizgi olan ilk yörüngesinin hiç değişmediğini görecektik. Çünkü Dünya’nın ve cismin hareket doğrultusu sabit olacaktı. Bu durumda bizim lazerimiz, Copernicus’ unsa mürekkebi, basit sarkacın salınımını bize yansıtmaktaydı. Dikkat ettiysek, bizim deneyimizde lazer düz bir çizgiden öte sekizler yapmayı uygun gördü. Ayrıca salınımın yön değiştirme noktalarının da değiştiğini ve bunların birbirlerine eklemlenmeleriyle oluşan şeklinde bir çembere benzediğini saptamıştık. Bu noktada verilerimize bazı sorular yöneltip bu sorulara cevaplar bulmaya çalışalım. İlk olarak, kağıttaki bu yön değişikliğinin nedeni ne olabilirdi? Bir cismin hareket yönünü ancak ve ancak bir kuvvetin değiştirebileceğini Newton 17. asırda açıklamıştı. Ortalıkta tanrısal bir şeyler yoksa yön değişmemişti. Tanrısal mucize gerçekleşene kadar, bir fani olan Newton’la idare ederek ikinci soruya geçelim (çok şükür Newton hala pek çok işimizi görmekte). O halde hareket eden başka bir şey mi vardı? Biraz tekrar olacak ama
Bir cismin hareket yönünü ancak ve ancak bir kuvvetin değiştirebileceğini Newton 17. asırda açıklamıştı
olaylarımızı gözden geçirirsek; basit sarkacın hareketinin kağıttaki yansıması düz bir çizgiydi, sarkaca cismin ağırlığı dışında etki eden bir kuvvet yoktu, cismin yörüngesi sekize benzer hatlar çizmekteydi ve yön değiştirme noktalarının birbirlerine eklemlenmeleri çemberimsi bir şey yaratmaktaydı. Bu bilgiler ışığında ikinci sorunun cevabı: Evet, Dünya hareket etmekteydi. Evet, Dünya’nın hareket ettiğini gözlemlerimizden çıkardık. Geriye, Dünya’nın nasıl hareket ettiğini belirlemek kaldı. Sarkacın yalnızca yön değiştirme noktalarındaki konumlarını işaretleyelim. Eğer Dünya hareketsiz (sabit) dursaydı, lazer, yalnızca iki nokta oluşturabilecekti. Oysa bizim lazerimiz, yön değiştirme noktalarında çemberimsi bir şekil çizmişti. Buradan gözlemsel ve biraz da sezgisel olarak Dünya’nın dönme hareketine sahip olduğunu çıkardık. Copernicus, dönemin teknolojik yetersizliklerinden ötürü bu meselenin boyutlarını matematiksel olarak tam anlamıyla yakalayamasa da, kendisinden yirmi yıl sonra doğan Galileo Galilei ve Galilei’nin akranı, çağdaşı, Johannas Kepler’e çalışmaları için önemli sorularla dolu büyük bir miras bıraktı. Galilei ve Kepler bu mirasa, yaptıkları gözlemlerle büyük katkı sundular. Özellikle doğanın işleyişini matematik (Galilei’nin deyimiyle "doğanın konuştuğu dil") bakımından göstermeye çalıştılar. Ben de matematiksel gösterim konusunu bir dahaki yazıya bırakıyorum. 1 William Bixby, Galileo ve Newton’un Evreni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Çev. Nermin Arık, s. 39 2 Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, s. 73 3 William Bixby, Galileo ve Newton’un Evreni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Çev. Nermin Arık, s. 39
Lazuri Copernicus
51
Che’nin katili, Mucize Operasyon ve Kübalı doktorlar1 Efsanevi gerilla savaşçısı Ernesto Che Guevara’yı, 9 Ekim 1967 tarihinde La Higuera’daki (Bolivya) küçük bir okulda infaz ettiği için kötü bir ün kazanmış emekli onbaşı Mario Terán, derin bir gizlilik içinde Santa Cruz’da yaşadı. Eski bir asker olmasından dolayı kendisine bağlanan cüzi emekli maaşı ile yoksulluğa batmış Terán, imkânsızlık yüzünden tedavi ettiremediği kataraktı sebebiyle görme yetisini kaybetmişti.2 2004 yılında Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, Mucize Operasyon adıyla tüm kıta genelinde geniş bir insani yardım kampanyası başlattı. Venezüella tarafından da desteklenen bu kampanya ile katarakt ve diğer göz rahatsızlıklarından muzdarip yoksul Latin Amerikalılar -ücretsiz- ameliyat ediliyordu. 30 ay içersinde, ABD vatandaşları da dâhil olmak üzere 28 ülkeden yaklaşık 600.000 insan Kübalı doktorların fedakârlıkları sayesinde görme yetilerini yeniden kazandılar. Açıklanan hedef ise, 2016 yılına kadar 6 milyon insanı ameliyat etmek.3 2005 Aralığı’nda Evo Morales’in Bolivya Başkanı olarak seçilmesi ve kıtadaki yoksul insanların durumunu iyileştirmek için sosyal politikalar kurmaktaki istekliliği, Bolivyalıların, Küba tarafından başlatılan insani yardım programına erişimlerini sağladı. Yaklaşık 110.000 Bolivyalı, tek bir kuruş ödemeden görme yetisini geri kazandı.4 Bu insanların arasında, ciddi rahatsızlığından Kübalı doktorlar sayesinde kurtulan Mario Terán da bulunuyordu. El Deber of Santa Cruz gazetesinde çalışan Bolivyalı muhabir Pablo Ortiz bu hikâyeyi anlatıyor: "Terán’ın katarakt sorunu vardı ve Mucize Operasyon çerçevesinde hiçbir ücret ödemeden Kübalı doktorlar tarafından tedavi edildi." Ve birkaç ayrıntı veriyor: "Terán hiçbir şekilde tanınmıyor. Hiç kimse onun kim olduğunu bilmiyor. Aç biilaç bir halde Mucize Operasyon’un yapıldığı hastanede ortaya çıktığında kimse onu hatırlamıyor ve böylece ameliyat ediliyor. Hikâyeyi, halka minnettarlığını ifade etmek için gazeteye gelen öz oğlu anlattı. (…) Tüm bunlar, geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşti (2006)."5 Kimi zaman tarih, bazı sürprizleri saklı tutar. Nitekim Che’nin katili, "cesur gerilla"nın en sadık ve yakın yoldaşı Fidel Castro’nun gön-
Che’nin öldürülmesinin kırkıncı yılının arifesinde ve yirminci yüzyılın en büyük devrimcilerinden birinin imajını lekelemek için tasarlanmış iğrenç medya kampanyasına rağmen Che örneği, "büyük, çok büyük, devasa" olarak karşımızda duruyor derdiği doktorlar tarafından tedavi edildi. Terán yeniden görebilmesini, öldürdüğü adamın enternasyonalist ideallerini takip eden sağlık elçilerine borçlu. Che’yi yakalama operasyonuna katılan eski CIA ajanı Félix Rodriguez’e göre Terán, isyancı lideri infaz etmeye gönüllü oldu. Öncesinde, tüm diğer tutsakları soğukkanlı bir şekilde öldürdü.6 Fakat Che’yle yüz yüze gelince cesareti kayboldu. "Sınıfa girdiğimde Che bir sırada oturuyordu. Beni gördüğünde,‘Beni öldürmeye geldin’ dedi. Utandım ve cevap vermeden başımı öne eğdim. Daha sonra bana, ‘Diğerleri ne söylediler’ diye sordu. Hiçbir şey söylemediler diye yanıtladım ve o da ‘Onlar cesur insanlardı!’ diyerek yorumladı. Ateş etmeye cesaret edemedim. Tam o anda Che bana büyük göründü, çok büyük, devasa. Gözleri keskin bir şekilde parlıyordu. Beni mahvedeceğini hissettim ve sabit bir şekilde bana baktığında sersemledim. Che’nin, hızlı davrandığı takdirde silahımı alabileceğini düşündüm. Bana, ‘Sakin ol ve dikkatlice nişan al. Bir adam öldüreceksin’ dedi. Kapıya doğru bir adım geri geldim, gözlerimi kapattım ve ilk ateşi açtım. (…) Soğukkanlılığımı yeniden kazanmıştım ve onu kolundan, omzundan, kalbinden vuran diğer ateşleri açtım. Çoktan ölmüştü."7 Che’nin öldürülmesinin kırkıncı yılının arifesinde ve yirminci yüzyılın en büyük devrimcilerinden birinin imajını lekelemek için tasarlanmış
iğrenç medya kampanyasına rağmen Che örneği, "büyük, çok büyük, devasa" olarak karşımızda duruyor ve isimsiz kahramanlıkları ile her yerde, daha az acımasız, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmaya devam eden on binlerce Kübalı doktorun özverileri sayesinde "keskin" bir şekilde parlamaya devam ediyor. 1 Çev. Notu: Yazının İspanyolca ve İngilizcesi için bkz. http://progreso-weekly.com 2 Héctor Arturo, "Che bir başka savaş kazanıyor" (Che wins another battle), Granma, 29 Eylül 2007 3 Mucize Operasyon, "Ana sayfa", 28 Eylül 2007. http:// www.operacionmilagro.org.ar. İnsani programdan yararlanan ABD vatandaşları şunu okuyabilirler: Prensa Latina, "ABD’li göz hastalıkları uzmanı, Mucize Operasyon’un değerini kabul ediyor." (U.S. ophthalmologist acknowledges value of Operation Miracle), 19 Ocak 2007 4 Mucize Operasyon, "Bolivya. Karanlıktan aydınlığa: Mucize Operasyon 108.403’ten fazla hastanın görme yetisini iade etti."(Bolivia. From darkness to light: Operation Miracle restored the eyesight of more than 108,403 patients), 28 Eylül 2007. http://www.operacionmilagro.org.ar 5 Juan Pablo Meneses, "Ayrıcalıklı bir dünya: Pablo Ortiz’le röportaj" (A world exclusive: An interview with Pablo Ortiz), Crónicas Argentinas, 11 Kasım 2006 6 Claudia Márquez, "Gölgelerdeki savaşçı. Félix Rodriguez’le röportaj" (The warrior in the shadows. An interview with Félix Rodriguez), El Veraz, 19 Ağustos 2005 7 Mario Terán, "Alıntılar" (Extracts), http://fotolog.terra. com.ar/desdelaterraza:26 8 Salim Lamrani, ABD ve Küba ilişkilerinde uzmanlaşmış Fransız profesör, gazeteci ve yazardır. Washington contre Cuba (Pantin: Le Temps des Cerises, 2005), Cuba face à l’Empire (Genève: Timeli, 2006) ve Fidel Castro, Cuba et les États-Unis (Pantin: Le Temps des Cerises, 2006) adlı kitapları yayımlamıştır.
Salim Lamrani8 İngilizceden Çev.: Nihan
! i n e y
Kapital’i Politik Olarak Okumak Harry Cleaver
Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik - 254 sayfa
Bu kitapta, kapitalizmin sadece sömürüyle değil, aynı zamanda bütün bir hayatı sonu gelmez bir şekilde işe tabi kılma yönünde bir eğilimle tanımlanması gerektiğini öne süren bir analiz bulacaksınız. Marx’ın emek değer teorisi sadece sömürüyü, başkaları için harcamaya zorlandığımız fazladan emeği açıklamak için tasarlanmış bir teori değildir. Emek değer teorisi, aynı zamanda, hayatın kapitalist örgütlenmesinin temel mekanizmasına ve dolayısıyla kapitalizm içindeki sınıf çatışmasının temel bağına ve de kapitalizmin ötesine geçebilmek için aşılması gereken temel toplumsal örgütlenme tarzına dikkatimizi çeken bir teoridir. Kapitalizm çalışmak için yaşamayı içerir, öte yandan bizler sadece yaşamak için çalışmak adına mücadele ederiz. Emek değer teorisi, emeğin değerinin soyut olarak ya da genel olarak insanlar için bir teorisi değildir, emeğin sermaye için değerinin, sermayenin toplumu örgütlemesinin aracının, temel toplumsal kontrol aracının teorisidir.
! yeni
“Futbolistas”: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan Thimmel
Dünyanın Yerlileri Dizisi - Almancadan çeviren: Serra Bucak - 371 sayfa
Bu kitabı yazma fikri ortaya çıktığında, bu kadar büyük bir yankısı olacağını düşünememiştik. Birdenbire etrafı bu kitabın ateşi sardı adeta. Haber bir dalga gibi yayıldı ve çok sayıda solcu, kadın ve erkek, değişik yazı biçimleri, değişik konular ve futbola duyulan sempatiyle, “Futbolistas”ta, yaşamda ikincil olmakla beraber bir o kadar da önemli olan yan unsurları bir arada topladılar. Avrupa ve Latin Amerika’dan eylemciler, gazeteciler, sendikacılar, müzisyenler, avukatlar, sinemacılar, tarihçiler, sosyal bilimciler ve kalkınma projelerinde aktif olarak yer alan kişiler, klasik futbolun neredeyse uzmanları olarak karşımıza çıktılar. Basın, futbolun sisteme dayalı yüzünü kitlelere sunup, savunmaya devam edip, FIFA da herkesi Coca Cola içme konusunda ikna etmeye devam ederken, “Futbolistas” futbolun başka bir yüzünü ortaya koyacaktır. Maradona’nın bir zamanlar dediği gibi: “Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki.”
Foucault, Marksizm ve Tarih Mark Poster
Politika Dizisi - İngilizceden çeviren: Feride Güder - 171 sayfa
Foucault, Marksizm ve Tarih, Foucault’nun toplumsal teori ve tarih çalışmalarını Batı Marksizmi geleneğinin içinden çıkan, ancak bu geleneğe eleştirel bir alternatif sunan yeni bir açılım olarak ele alan bir incelemedir. Batı Marksizmi, I. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren klasik Marksizmin içine düştüğü tıkanıklığa bir yanıt arayışı olarak ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, Foucault’nun özellikle Hapishanenin Doğuşu ve Cinselliğin Tarihi kitaplarında somutlaşan eleştirel toplumsal teorisi, Mayıs 1968’le birlikte çok yönlü bir şekilde açığa çıkan yeni toplumsal oluşum karşısında Batı Marksizminin açmazlarına bir yanıt üretebilmenin arayışı olarak ele alınır. Foucault, Marksizm ve Tarih, Foucault’nun tarih çalışmalarını eleştirel teoriye yaptığı katkılar üzerinden bir güncelleştirme denemesidir
Nietzsche Gilles Deleuze Felsefe Dizisi - Fransızcadan çeviren: İlke Karadağ - 102 sayfa
Deleuze’ün Nietzsche’si, Nietzsche’nin felsefesine bir giriş niyetiyle yazılmış olmasına rağmen, yanlış Nietzsche okumalarının sis bulutlarını dağıtıp, Deleuzecü özgünlüğün ve yaratıcılığın tadını da sunmaktan geri kalmayan yalın, duru ve anlaşılır bir metindir. “Güç istenci, üstinsan, tanrının ölümü” gibi belli başlı Nietzscheci kavramlar sanki daha bir berraklık kazanır bu sayfalarda. İlk olarak 1965’te yayımlanan ve muhtemelen gömlek cebine koyulup rahatlıkla sokağa çıkarılabilsin diye kısa tutulan bu kitap, Nietzsche’nin ezgisini Deleuze’ün yorumundan dinlemek isteyen herkes içindir.
Nietzschelerin Şöleni Jacques Derrida Felsefe Dizisi - İngilizceden çevirenler: Ali Utku, Mukadder Erkan - 236 sayfa
Nietzschelerin Şöleni, Derrida’nın Nietzsche okumalarından ve R. Beardsworth’la bir söyleşisinden oluşan özgün bir derleme kitaptır. Derrida, adeta katışıksız bir okurdur bu derlemede; bize felsefeyi bir okuma/yeniden-okuma etkinliği olarak, yazıyı bir yeniden-yazma etkinliği olarak görmeye zorlayan bir okur. Bunu da, hem okumanın hem de yazmanın sınırlarını zorlayarak yapar. Derrida, Nietzsche’den kendi yapıbozumcu öncüllerinden biri olarak söz eder. Nietzsche, Derridacı metinde, Derrida’nın Batı metafiziğinin merkezine yerleştirdiği bütün mevcudiyetin nostaljik özlemine bir alternatif olarak ortaya çıkar. Ali Utku ve Mukadder Erkan’ın uzun soluklu ve Derrida’nın Nietzsche okuması seyrinde bize eşlik eden sunuşuyla birlikte bir araya getirilen bu metinler, gerçek bir okuma, bir yeniden-okuma şölenidir. “… Muhtemelen ismini –isimlerini– ve biyografilerini tehlikeye atarken tek başınaydı ve bu yüzden bunun yol açtığı risklerin çoğunu göze alıyordu: “Kendisi” için, “onlar” için, kendi yaşamları, kendi isimleri ve onların geleceği için ve özellikle imzalanmak üzere bıraktığı şeyin politik geleceği için. Bu metinler okunurken, bütün bunları hesaba katmaktan nasıl uzak durulur? Bu metinler, ancak bunlar hesaba katılarak okunur…” Jacques Derrida
Balığımız, yaban hayatımız, ormanlarımız, kuşlarımız, yaylalarımız, göçlerimiz, derelerimiz ile bir bütün olan kültürümüzü, geleneklerimizi ve alışkanlıklarımızı değişime uğratacak olmasından Geleneksel mimari ile inşa edilmiş ve modern statik hesaplara dayalı olmayan evlerimizin temellerinin sarsılmasını, zarar görmesini ya da yıkılmasını istemediğimizden Doğduğumuz günden beri alışık olduğumuz deremizin sesinin kesilerek, onlarca yıl türbin mili sesini ve daha duymadığımız diğer yabancı sesleri duymak istemediğimizden Yer altı sularımızın, pınarlarımızın kaybolduğu bir köy istemediğimizden Hayat kaynağı derelerimizin suyunun kesilmesine, dere yataklarının hafriyat artığı, dolgu malzemesi ile dolmasına, sızlak dere yatağının zamanla bataklık hale gelmesine tanık olmak istemediğimizden Bizlerce korunan binlerce ağacımızın, ormanımızın gözlerimiz önünde kesilmesine ya da heyelanlar altında kalmasına, bunun bize vereceği acıya dayanamayacağımızdan Yaşam alanlarımızın yüksek gerilim hatları ile bir ağ gibi sarılmasını, yüksek elektromanyetik etki altında kalmayı istemediğimizden ve projeler tamamlandığında köy olarak ruhen eksileceğimizi değerlendirdiğimizden Köyümüzü terk etmek istemediğimizden HES Projelerinin iptal edilmesini umut ediyoruz...
Derelerin Kardeşliği Platformu
Dur!
Yeşil alan hideroelektirk santral yapmak yasaktır