MERHABA Emperyalizm Ortadoğu'yu cehenneme çevirdi. Binlerce insan gelişkin teknolojinin olanaklarıyla katledildi. Emperyalizm kendi "barışı"nı kabul ettirmek istiyor. Böylesi bir barışa Ortadoğu halklarının karşı duracağına inanıyoruz. Dünyada ve ülkemizde mücadelenin her alanında, yaşamı savunan, geleceğe yürüyen kadınların, "8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü"nü kutluyoruz. "Sanat, devrimci mücadelede önemli bir bütünleyicidir. Bu perspektifle ele alınmalıdır." Devrimci Edebiyatın Gerekliliği adlı yazıda bu yöndeki görüşlerimizi bulacaksınız. Dal'ın yosun tutmuş hücrelerine adını kazıyan, işkencede direnme geleneğinin başeğmeyen örneği olan, Birtanlar'ı "Yüreğini Kavgaya Sunanlar" adlı yazımızda anlattık. "Ateşin ve Güneşin Çocukları"nı 3. bölümüyle sonladık. Şair, bu destan şiir çatışmasını sürdürüyor. "Sevinçler süzüldü geçmiş havarlardan O büyük günün adına 'n evvroz' denildi.'' diyor şair. Biz de 'Nevvroz Ateşi'nin hiç sönmeyeceğine inanıyoruz. Latife Tekin'in, 11.2.1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Kötü Akılla Kör Şiddet Arasında"
TAVIR
başlıklı yazısına bir devrimci tutsak, dizeleriyle yanıt veriyor. "Bu Oyuna Gelmeyin" adlı tiyatro eserinde, Aydın Cezaevi Direnişi anlatılıyor. Direnişi yaşayanların gönderdikten değerlendirme yazısını yayınlamanın bir görev olduğunu düşünüyoruz. 6. İstanbul Fotoğraf Günleri geçtiğimiz aylar içerisinde yapıldı. Fotoğraf günlerinin işlevini, İFSAK üyesi iki sanatçı ile tartıştık. 5. sayımızda "Çeşitli kurumların, fotoğraf malzemesi üreten firmaların açmış oklukları fotoğraf yarışmalarında konunun 'nü, portre, turistik yerler vs.' olarak belirlenmesi fotoğraf sanatçısını dar kalıplar içine hapsetmekte, burjuvazinin istemlerine göre ürünler ortaya koymasına neden olmaktadır." demiştik. Bu tür kalıpların dışında, yaşamın vazgeçilmezliğini, güzelliğini insan-insan, insan-doğa ve diğer ilişkilerini işleyen; Ortaköy Kültür Merkezi, FOSEM (Fotoğraf Sinema Emekçileri), Kültür ve Sanatta Tavır dergisinin birlikte organize ettiği bir fotoğraf yarışması düzenlemeye karar verdik. "Yaşamı Savunan Fotoğraf" adlı bu yarışmaya, fotoğraf sanatıyla ilgili okurlarımızın katılmasını bekliyoruz. Kültür ve Sanatta Tavır, sanat alanında ciddi bir yer tutmaya aday olduğunu gösterdi. Daha yaygın, tartışılan ve nitelikli bir Tavır, ortak çabalarımızın ürünü olacaktır. Eleştiri, öneri ve ürünlerinizi bekliyoruz.
1
DEVRİMCİ EDEBİYATIN GEREKLİLİĞİ AYŞE SEZGİN
Toplumsal gelişmede altyapı belirleyicidir. Ancak siyaset, felsefe, sanat gibi üstyapı unsurları da ekonomik ve toplumsal yapıyı etkiler. Sanat ve edebiyat tarihsel süreç içerisinde gerçekliği ifade etmesi ve görüntüye yön veren yasayı estetize bir biçimde sunmasıyla toplumun dönüştürülmesinde tartışmasız bir öneme sahiptir. Çağdaş insanın gereği sosyalist toplum her türlü sınıf farkını ve sömürüyü ortadan kaldırmayı amaçlar. Bu dönüşümün sözcülüğünü yapan edebiyat, geçmiş dönemlerin edebiyatından ayırt edilmelidir. Sosyalist sistemin üstyapı unsurlarının nüvesi olacak, bu üstyapının ön şartlarını hazırlamaya yönelecek edebiyat, sınıfları ortadan kaldıracak bir dönüşüm içerisinde nihayet kendisini de yok edecek sınıfın, bu benzersiz niteliğinden dolayı üstün özelliklere sahiptir. Her sanat dalı birçok işlevi yerine getirebilir. Örneğin, roman da resim de estetiğin kurallarıyla tipik olanı anlatmaya yöneldiği halde alıcı açısından farklı işlevlere sahiptirler. Resmi anlamak için kültürel bir birikim gerekirken roman daha ayrıntılı ve boyutlu olarak yerine getirdiği işleviyle birikimin oluşmasını sağlar. Resim mesajını
TAVIR
doğrudan, roman ise toplumsal pratikle yoğurarak verir. Romanın bilgisel anlamda resimden daha işlevsel olduğu söylenebilir. Toplumsal gelişmeyi ve dönüşümü yansıtan sanat yeni toplumun ve kısanın yaratılmasında önemli görevler yüklenir. Elbette sanatçı toplumun nitelik dönüşümünü sağlayacak olan politik örgütlenmeyle uyum içinde olmalıdır. Yeni bir dünya için mücadele eden sanattan yana olan, bu cephede yer alan; gelişeni, kalıcı olanı yaratabilir. "Objektif bakımdan her yazar taraf tutar ve bu işi kendi tarzında, şartlara göre ve mizacına uygun bir şekilde yapar. Umutsuzluk, şüphecilik, horgörü, hayal dünyasına sığınış, tıpkı açık ve seçik iddialar, ya da sistemli polemik kadar sınıfsal bir takım tavırlardır."(1) Halkın yanında, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin yanında yer almayan bir edebiyat, burjuvazinin yanında yer alıyor demektir. Her alanda olduğu gibi, sanatta da gericileşen burjuvazi, kendisi açısından doruk noktası olan ve "akılcı toplum" idealinin gerçekleşmemesine tepki olarak doğan, "nesnel gerçeklikken vazgeçmiştir. Burjuva edebiyatı da çürümüşlüğün, yozluğun
2
içine yuvarlanmıştır. Mutlu azınlığın bunalımlarını, fahişelerin, ajanların serüvenlerini anlatan, düştüğü yozluk bataklığında debelenip duran burjuva edebiyatı gerçek edebiyat değildir. Sanatın evrensel boyutunu kavrayarak toplumun gelişen güçlerinin yanında yer alan ürünler gerçek ve kalıcı edebiyat ürünleridir. Bu ise "sosyalist gerçekçi" yöntemle olanaklıdır. Sosyalist gerçekçi yöntemle nesnel gerçekliğe yaklaşan devrimci edebiyat, günlük yaşamda evrenseli yakalayıp, yaşantıyla çatışma halinde sunmasıyla kişiyi kendine yöneltir. Fiili yaşamı so-gulamaya iter, ve toplumsal olanı yaşamaya çağırır. Edebiyat, doğa-toplum-birey arasındaki çelişki ve uyumu irdeleyerek bu ilişkinin temelini yaşantı içinde açıklamaya çalışır. İnsanın özünü oluşturan toplumsal ilişkiyi her türlü yabancılaşmadan kurtararak sunar. Elbette ki, bunu ayakları havada, gerçeklikle ilişkisi olmayan bir biçimde değil, olandan olması gerekene doğru bir yönde ele alır. Bunun için edebiyat sınıfsaldır, "sınıflar üstü" bir yaklaşımı kabul etmez. Edebiyat yaşamı işlerken, yaşamdaki sınıf mücadelesini görmezden gelemez. 'Sı nı f mücadelesinin üstüne çıkıyorum' yaklaşımı bir demagojidir. Demagojidir; çünkü, bu, sınıf mücadelesinde geleceği temsil edenin, statükoyu zorlayanın karşısında yer almaktır. Yani bu yaklaşım tarihsel gelişme içinde yüzü geriye dönük olan sınıfların safında yer alan sınıfsal bir tavırdır. İnsanın özünü oluşturan toplumsal ilişkinin özgürleşmesi, gelişimin önünün açılmasıyla, insanın özüne ya-
TAVIR
bancı olan değerlerin yadsınmasıyla, gericileşen düzene ait ilişkilerin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Edebiyat, mücadele pratiğinde oluşan değerlerin yaygınlaştırılması, halkla bütünleşmek için ortak bir moralahlâk anlayışının yaratılması açısından ele alındığında da önemli bir araçtır. Ayrıca, gerçekliğin yeniden yaratımı olarak toplumsal ilişkilerde olması gerekeni sunmasıyla da yeni değerlerin oluşturulmasına ve halka benimsetilmesine katkıda bulunur. Ulaştığı noktaya daha ayrıntılı ve boyutlu bir açılım sunabilir, derinlikli bir sorgulama olanağı yaratabilir. Sanat, devrimci mücadelede önemli bir bütünleyicidir. Bu perspektifle de ele alınmalıdır. Ancak devrimci edebiyat, bu işlevi yerine getirebiliyor mu? Devrimci mücadelenin sorunlarına, değerlerine sahip çıkabiliyor mu? Ne yazık ki, bu sorulara olumlu yanıt veremiyoruz. Edebiyat, az sayıdaki örnekleri saymazsak devrimci mücadele içinde yerini alamamıştır. Edebiyatımız, mücadelenin yarattığı değerleri işlemekte ve halka sunmakta yetersizdir. Halkın acılarını, umutlarını, sevinçlerini işlemekten uzaktır. Bu yönde görülen ciddi çabalar henüz edebiyatı belirleyen unsur haline gelememiştir. Tarihi bir birikimden yoksun olan edebiyatımız genellikle Osmanlılar'dan beri taklitçi bir gelişme göstermiş, kendine özgü bir çizgi yaratamamıştır. Tanzimat öncesi Arap, Fars taklitçiliğine, tanzimat sonrası ise batı taklitçiliğine yönelmiştir.(2) Cumhuriyet ile birlikte ülke gerçekliğine bir yönelme oluşmuşsa da, resmi ideolojinin yaklaşımı aşılamamış, Kemalizm'e methiye yazmaktan öteye gidilememiştir. 1950'li yıllardan sonra ise birikim ve gelenekten yoksun, çevresine eleştirel bakmaktan uzak olan ede-
3
biyat, yeni-sömürgeciliğin yarattığı çarpık ilişkilere bağlı olarak emperyalist kültür bombardımanı altında lümpenleşerek değersizleşmiştir. Edebiyat alanında devrimci alternatif yaratılamayınca bu alan burjuva yazarlar ve türevleri olan küçükburjuva "sol" çevrelerin tekelinde kalmıştır. Edebiyatın yarattığı kişiler tipleme ve betimleme eksikliğinin göstergesidir. Tiplemenin çarpıcılığı, edebiyatın yaşamla olan ilişkisinin canlılığına bağlıdır. Örneğin Rus edebiyatı bu konuda gerçek bir üne sahiptir. Öyle ki "Oblomov", "Belikov" tipleri siyasal literatüre girmiştir. Ekim Devrimi önderleri yargı belirtmede, betimlemelerde bu tipleri örnek göstererek siyasal literatüre girmelerine neden olmuştur. Bu bir sonuçtur, ancak bu sonuç subjektif niyetlerle değil edebiyatın yetkinliğiyle açıklanabilir. Ayrıca Lenin, Tolstoy gibi yazarların dünya görüşleri Ekim Devrimi'yle bağdaşmadığı halde Çarlık Rusya'sının çöküşünü, çürümüşlüğünü anlatan eserleriyle işçi sınıfı hareketine önemli katkılar sağladığından söz eder. Edebiyatımızın en önemli eksikliği yanlış bakış açısıdır. "Sol" edebiyat, solculuk yapmayı göze alamayanların, mücadelenin yükünü omuzlayacak nitelikte olamayan, sanatçılık adına mücadeleden kaçanların uğraşı olmuştur. Adeta eksikliklerinin açığa çıkmaması için, acılarını içlerine atan hüzünlü bir aile görünümündedirler. Devrimcilik ve sanatçılığı birbirine alternatif olarak sunan bu mücadele kaçkını kast, gelişmeye kapalı ve geleceği görmekten uzaktır. Kaba, izlenimci yüzeysel bir düzeyi aşamamaktadır. Örneğin, köylü denilince, ahırda hayvanlarıyla yatan, cebinde toprak taşıyan, kaba saba ve sorunlar karşısında çaresiz, kaderine razı bir tip
TAVIR
çizilmektedir. Bu gerçeği yansıtmıyor. Bu anlayış artık cebinde toprak taşıması gerekmediğinin bilincine varan köylü, tüccara karşı kooperatif kuran köylü, gerillaya sempati duyan köylü karşısında yok olmaya mahkumdur. Hayatın karmaşıklığı, gittikçe gelişen iş bölümü, yeni yazın biçimleri gerektirir. Burjuva edebiyatçılar, yeni biçimler yaratma adına toplumsal gerçekliğe karşı çıkarak, dil oyunlarına başvuruyorlar. Toplumsal sorunlardan uzaklaşma adına sanatı biçime indirgiyorlar. Buna karşı çıkan devrimci edebiyatçılar da edebiyatı salt öze indirgeme yanılgısına düşebiliyorlar. Sanatın etkisi anlatılmak istenenin nasıl anlatıIdığıyla da ilgilidir. Gerçek en anlaşılabilir, en çarpıcı, en etkili biçimde anlatılmalıdır. Edebiyat, emekçi halkın kurtuluş mücadelesinin aracı olmalıdır. Emekçi yığınların, beğeni düzeyini oluşturmada, onların düşünsel donanımında etkili bir araç olmalıdır. Hayatın değiştirilebileceği, yeni bir d ü n ya nı n ku r u la b il e ce ği kanıtlanmalı dır. Sanatı kendi tekelinde gören küçük burjuva anlayış, bu çarpıklığa neden olan koşullar ortadan kaldırılarak etkisizleştirilebilir. Devrimci hareket düzenin alternatifi olacak yolu göstermiştir. "Edebiyat, genel proletarya davasının bir parçası olmalıdır."(3) DİPNOT (1): G. V. Plehanov, Edebiyat Biliminin Problemleri (2): Bu dönemde sahip çıkılması gereken ve demokratik öğeleri temelinde geliştirilmesi gereken halk edebiyatı bu savın dışındadır.
4
ADNAN YÜCEL
ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARI III Ninowa bir kanlı zulüm kalesidir artık İki nehir arasında Tûm nehirlerin korkulu belasıdır Ve tanrılaşmış bir kral soyunun Asur tabletlerindeki zulüm yasasıdır Ey Firdevsi-koca şair Bu destan bir halkın yalansız kavgasıdır Zifiri karanlıklar kuşanmış bir öfke Tanrılaşmış bir kralın tanrısal çocuğu Yürüyor yeryüzüne tepeden bakarak Bulutlardan selamsız geçip Yıldızlardan ışıksız ve yarınsız kayarak Babil yeşilliklerine kan püskürüp Medya'nın ateşlerine köpük salarak Yürüyor adım adım Her adımda gözyaşı ve ölüm saçarak Korkunun çevresinde kullar ve elçiler Gözlerinde isyan korkusu ve yenilgiler Yankılanır sesi Ninowa duvarlarından Babil'de kimin elindedir dizginler Dağlar kimin için ses verir Kimin için akar köpüklü nehirler Ne Marduk ne Mazdadır evrenin tanrısı Yalnızca Asur için ezildi kutsal çiçekler Böyle bilmeli tüm kullar ve köleler
Elleri başında-yaralar şehra şerhadır Gözlerinde tutuşan vadiler Zulüm kuraklığında sahra sahradır Ah Medya beynimin çaresiz yarası Tanrısallığımı sarsan onur karası İsyanı yurtlarımda bayraklaştıran Korku nöbetlerimin iyileşmez sarası Küd diye-Med diye-Med diye geldiler Bütünleşip bir anda Medya'ya dönüştüler Sonra İskit ite Elam ile-Babil ile Urartu ile-Mısır ile-Pers ile Tanrısal tahtıma gözlerini diktiler Asur sözlerine kahkahalar savurup Zerdüşt diye bir haine gönül verdiler Demir kılıçlarımı tenlerinde Sivri kargılarımı gözlerinde istediler Duyun ey elçiler-askerler-köleler Başımın yarası beyinden gelirmiş Beyin yarası genç beyinler istermiş Öyleyse Medya'dan başlansın önce Medyalı genç kızlar ve delikanlılar Beyinlerini sunmak için sizi beklermiş İki nehrin arası Baştan sona bir beyin yasıdır artık Ne türkü söylenir aylı gecelerde Ne zılgıt atılıp halay çekilir Sökülen dişlerden Dövülen döşlerden Her gün yalnızca havarlar yükselir Acılar tutar dağ başlarını Pınarlar kurur Nehirler susar Gözyaşından seller seslenir Her seste bir tohum öfke Her seste bir kıvılcım isyan beslenir
İsyan büyür dağlara dağlara Medya'da bülbül inmez bağlara Sunulmasın tabak içre beyinler Ne hastalara ne sağlara Oy havar havar havar İskit ve Babil demekte ne var Yolu Medya'dan geçenin Ölümden korkacak nesi var Dağlarda sesler katılır düzdeki havara Varın haber salın o kömür gözlü yara Bir ateş gerekir yeniden-bir ateş Zulmün karanlığını yakıp yükselen Özgürlüğün sesini çiçekleyen bir ateş Çekilen havarlar artık dinmelidir Derdin çaresi yalnızca bizdedir Korkuyu yenmenin tek yolu Yine korkunun içinde yatan sizdedir Ölüm düşmanın ellerindeyse Yaşamak bizim ellerimizdedir Bir balyoz her nar renkli demire Kıvılcımlar kanşır damlayan tere Boğazda düğümlenen bir oğul acısı Fırlayıp yürekten düşer yere Örs nereye savrulur o acıyla Körük nereye Bir baş için bin baş isterler Yaşlı bir baş uğruna Her gün iki genci kurban ederler O baş ki sağ oldukça Daha nice oğul-nice kız keserler
TAVIR
7
O yaşlı başa bir balyoz gerek O balyozu tutmak için yürek gerek Dağlarda tek tek yanan ateşlere Harlanan demir ateşini katmak gerek İçimde dinmeyen oğullar acısı Gel otur yanıma Demirin-örsün ve ateşin bacısı İsyan ateşlerini körüklemek gerek Bu belde şahinler beldesidir İki nehir arasında bir nehir Ki adına Medya denir En korkulu destanlarında bile Yalnızca ışık ve yiğitlik dillenir Bu nasıl bir bulut ki üstümüzde Altı nehrin ışıklı suları Aynı bulutun yüzüyle sislenir Zulüm yağar gökten-yalnızca zulüm Gün düşmez nehirlerin yüzüne Ölüm çöker yalnızca-ölüm Daha ışımadan kararır cümle sular Anasından düşmeden ölür dölüm Medyalı bir demirciyim ben Yanardağları söndürür ateş külüm Ağ gülüm Mor gülüm Gonca gülüm Bir oğulun ateşten gözleri uğruna Varsın dağlarda mezarsız kalsın ölüm Demirci Kawa derlerdi adına Medyalı yiğitler başıydı dağlarda Tek tek yanan ateşleri Birleştirip Ninowa'ya kaydırmakta Zalim Dehak'sa oturmuş yatağında Başındaki yaralara Tabaktan gencecik beyinler çalmakta
TAVIR
8
Bütün çileler tek bir göz içindir Demiri dövmek tavında gerektir Tam da karlar erirken yürüdüler İncecik derelerce süzülüp nehirleştiler Kabarıp taştılar Köpürüp derinleştiler Ninowa surlarında denizlere girdiler O gün dağlardan ateşlerle inen Medler Ninowa artık yoktur dediler Sevinç gözyaşlarını koyup taşlara Yudum yudum şarap diye içtiler Demirci Kawa tanrısal Dehak tahtında Elinde balyoz İner kalkar beyin sürülen yaralı başa Medya'dan yükselen havarlar adına Babil'de çekilen ahlar adına Bir daha-bir daha İskit gözünden süzülen yaşlar adına Elam kilerinden çalınan aşlar adına Beyinleri çıkarılan gencecik başlar adına Bir daha bir daha Bir ateş yükseldi gökyüzüne Ninowa'dan Zulmün karanlıklarını yırtan bir ateş Yükselen yalımlarla dillendi özgürlük Ceylanlar indi yeniden nehir kıyılarına Turaç sesleri yükseldi sazlıklardan Ateşin, çevresinde halaylar kuruldu Sevinçler süzüldü geçmiş havarlardan O büyük günün adına "newroz" denildi
TAVIR
9
YÜREĞİNİ KAVGAYA SUNANLARA... DOĞAN GÜLER
Senin alnındaki yaralar halkın yaralarıdır seni kırbaçlayan el halkı da kırbaçladı(1)
Anlatmak... Anlatabilmek seni. Bir destansın halkın dilinde, bir hançer yüreğine saplı. Hiroşimalarda yaşam yaşam açan bir açelyasın, ölüme inat. Bilinen güzel sözcükler yetmez seni anlatmaya. Türkülere sığmazsın. Sevdasın, kavgasın, direniş ateşisin karanlıklarda. En güzel şiirlerin, en coşkulu dizelerisin. Nasırlı ellerin sıcaklığında, toprak kokan alınların terinde, avuçlarda sıkılı taşlarda senin adın yazılıdır. Çocukların gülüşlerinde, dost merhabalarda, paylaşılan sıcacık somunda sen varsın. Göğeren sarı başaklarla gelirsin bazen, bazen de
TAVIR
gök kuşaklı yağmurlarla. Harman yerlerinde, sevinç günlerinde çekilen halaylarda sarsar yeri ayağın. Yağmur sonrası, diri bir toprak kokusudur soluğun. Dağlı türkülerde bir ezgisin, silahın yüreğine kuşalı. Üniversitede başı bulutlara değen bir anıt; gözleriyle doğacak güneşi selamlayan. Söz yetmez sana, şiir yetmez, türkü yetmez, kitap yetmez sana, ağıt yetmez... Sen ki DAL'ın yosun tutmuş hücrelerine alev alev kazıdın adını, sen ki çağıl çağıl çağladın kurak topraklara, sen ki ölüm ölüm kucakladın onurunu; seni yok etmeye hiçbir güç yetmez.
Boynuna vurulan zincir halkı boğmak istiyor beynini sarsan elektrik halkı da örseledi
10
Ankara'yı
bilirsin;
Kızılay'ın
Kimbilir ne kadar vahşice sana
göbeğinde bir nehir gibi akar gider in-
vurdular dağladılar
sanlar. Hele akşam vakti iş çıkışına denk geldin mi kargaşanın içinde yitip gidersin.
direnen bakışların
Bir de akşam yağmurları vardır, memur
nasıl zalimce katledildi
ıslatan. Tepelerin ardına gizlenen bulutlar,
Demek aynı kavgaya baş koyduğum
memurların, paydos saatini
Demek aynı sevdaya gönül verdiğim
beklerler
sanki. Kapı zillerine basıp kaçan bir çocuk muzipliğinde, otobüs bekleyen, bir an önce evine gitmek isteyenlerin üzerine bırakır bütün yükünü. Benzer
akşamlardan
yaşanıyordu
yine.
Yağan
biri yağmura
aldırmadan "Türk, öğün, çalış, güven" yazan
"yamru,
önünden
yumru
geçiyorum.
kara
taşın"
İnsanlar
....
Yüzlerce, binlerce, onbinlerce... Akın akın bir yerlere yetişmenin telaşındalar. Gün boyu
nedenini
kavrayamadığım
bir
bilemediğim, sıkıntı
taşıdım
içimde. Gireceğim apartmanın tüm ışıkları sönük.
Sıkıntım
daha
da
artıyor.
Merdiven kenarındaki korunağa tutunup ağır ağır yukarı çıkıyorum. Tanıdık bir yüz açıyor kapıyı. İçeri girdiğimde karşılaştığım sessizlik yüzlerce soru dolduruyor kafama. Karanlığın içinden gözlerdeki yaşları seçebiliyorum. Bir ses "Birtan işkencede öldürüldü" diyor. Çığ gibi büyüyerek yankılanıyor sözleri; Birtan öldürüldü, öldürüldü, öldürüldü.... Kaslarım geriliyor, dişlerim
kenetleniyor,
yumruklarım....
Demek sözlerinde bilinç, eyleminde halkımın mutlu yarını Demek aşımı, giysimi paylaştığım, birlikte halaya durduğum yoldaşım hain pusularda katledildi. Bilsen, ne kadar seviyorlar seni köyünde, ilçende, şehrinde. Köyüne gitmek için taksiye bindiğimizde şoför merakını yenemeyip, kış vakti neden oraya gitmek istediğimizi sordu. Adını söyledim: "Birtan" dedim. O yaşlı adam, arabayı durdurdu. Başını direksiyona dayayıp ağlamaya başladı. "Katlettiler" dedi. "Canımızı, umudumuzu katlettiler." İlçede de benzeri bir tepkiyle karşılaşmıştım; sigara almak için bir bakkala girdiğimde, dostça, buralara niye geldiğimi sormuşlardı. Senden sözettiğimizde tezgahtarın gözleri doldu. Sadece onun değil müşterilerin de. Derin bir iç geçirip, söz birliği etmişçesine "böyle bir insanı nasıl katlederler" dediler. Kerpiç evlerin arasındaki "Almancı"lara ait tek katlı beton yapılarıyla, ev önlerinde dolaşan köpekleriyle, arada bir duyulan
çoban
yumruklarım sıkılı.
TAVIR
12
koyun ve inek sesleriyle sakin, şirin bir köy büyüdüğün yer. Sakin dememe aldırma; senin sakinliğini andırıyor; üretken, yaşam dolu. Ailenle tanıştım. Seni anlattılar bana; çalışkanlığını, dürüstlüğünü, yardımseverliğini, halkın için nasıl mücadele ettiğini. Bütün bu özellikleri biraraya getirip oluşturduğun devrimci kişiliğini anlattılar. "Tam bir devrimciydi" diyor ağabeyin. "Her zaman bir devrimci olarak yaşadı, şimdi de halkının yüreğinde yaşıyor." Annen kendi ellerinle kapladığın, özenle sıraladığın kitaplarını gösterdi bana. Yatağının dayalı olduğu duvarda Mehmet'in fotoğrafı asılıydı. Mehmet'i anlatmışsın annene; safların en önünde nasıl kurşunlara bedenini siper ettiğini anlatmışsın. Kavgamızı, sevdamızı, sömürüsüz bir düzen uğruna daha nice başların toprağa düşebileceğini... Mehmet'in fotoğrafının yanında seni gördüm; askıdaydın: "Konuş" diyorlardı "Konuş". Sloganlarla inliyordu DAL'ın köhnemiş hücreleri... Askıdaydın. Elektrik veriyorlardı. Vücudun müthiş bir acıyla sarsılıyordu.
suskunluğunda coşkunun ve inancın şahinleri uçuşuyor ve bir çiğdem kadar hırslı yüreğim şevkatle seyrediyorum dünyayı. "(2)
Güneşi karşılamak için çıktığımız yolda yanı başımızdasın her zaman. Yürüyüşlerde, açlık grevlerinde, grev alanlarında, üniversitelerde, gecekondularda hep bizimlesin; yaşamın tam ortasındasın. Bize teslim ettiğin bayrak, hiç yere düşmeyecek ve o gün geldiğinde birlikte söyleyeceğiz zafer türküsünü güneşe karşı. Unutmayacağız, yacağız.
Unutturma-
DİPNOT: 1) Nihat Behram, Cenk Çeşitlemesi 2) Nihat Behram, Cenk Çeşitlemesi
"Soruyorlar susuyorsun soruyorlar
Uyarlama, Doğan Güler
susuyorsun uzun uzun hayatını düşünüyorsun grevleri, çocukları yoksulluğu ve uykusuz sabahları derken, geriliyor alnın dalga dalga
TAVIR
13
ÖYKÜ
SIRA BİZE DE GELECEK
HAZAL TUNÇ
Sesinin mahkeme gürültüsünü bastırmasının tek yolu, bas bas bağırmaktı: — Cafer ağbi, bildiğin gibi değil!.. Valla bilsen, ne tip insanlar olup çıktılar. Çoğu bakkallık-çakkallık yapıyor. Kimisi faizciliğe başladı. Köylünün başına bela oldu kimisi. İnanır mısın, hepsi eski solcu ya, kimi nasıl soyacağını, kimi nasıl al datacağını iyi biliyorlar. Dur bak sana bir şey anlatayım: Hani Hüseyin vardı ya, hatırladın mı? — Haaa, evet evet hatırladım!.. — Adam tam bir dolandırıcı olup çıktı. Pek sesini çıkarmayanlar vardı ya, orta da olanlar, işte onlardan on milyon almış. Tabii borç diye. Daha sonra parayı ödememiş. Adamlar sürekli sormuşlar, "paramızı ne zaman vereceksin?" diye. En sonunda baklayı ağzından çıkarıyor bizim Hüseyin; "parayı örgüt adına aldım, unutun artık o parayı" diyor. Adamlar önce itiraz ediyorlar, sonra "karakola şikayet edeceğiz" diyorlar. Hüseyin tehtidin altında kalır mı?.. Bir kaç çapulcuyla köyde terör estiriyor. Adamlar korkuyor. Hüseyin'in yanında şu bizim Hasan var, Hüseyin'in sağ kolu... — Hasan mı? Hani kooperatife başkan yaptığımız Hasan mı? — Evet abi, ta kendisi. — Vay adi herif!.. Şunlara bak, köpeksiz köy bulmuşlar çomaksız geziyorlar!.. Sessizliği bitişik odadan gelen sızlanma, ilenme sesleri bozuyordu. Yatakta bir iki döndü, istemeye istemeye doğruldu. "Yine ne oldu bu çocuğa?" dedi kendi kendine. Bu düşüncesinden vazgeçmesi uzun sürmedi: "Çocuk burada değil ki... Bu ninemin se si!..." Üzerine bir hırka attı ve telaşla yan odaya seğirtti. Fadime nine elleriyle yüzünü kapatmış, yatağında için için ağlıyordu. "Yine niye ağlıyorsun gecenin bu vaktinde?" diye çıkıştı Döndü. Fadime nine cevap vermedi. Son zamanlarda ağlamalarını üzüntülerini belli etmemeye çalışıyordu. Daha önceleri belli etmişti de ne olmuştu? Kimisi kızmış, kimisi alaya almış, kimisi de
TAVIR
14
"aman nine, sen de büyütüyorsun" diye umursamamıştı. Şimdi Döndü'ye söylese bir şey mi olacak; "sen iyice bunadın, her şeyi karıştırıyorsun, yat yerine" diye çıkışaca k. Adı gibi emin bundan... Kendini yatağa atan Fadime nineye Döndü, "aman allahım, ne yapacağım bu kadınla!.." diye söylendi içinden. Bırakıp gitse, "ne halin varsa gör" dese bir türlü, bırakmasa, ilgilense bir başka türlü bela... İkircilikli kalmıştı. "Sana su vereyim en iyisi" deyip odadan çıktı. Fadime ninenin durumu bütün aile efradını üzüyordu. Yıllarını geçirdiği, "benim her şeyim" dediği toprağını bir çırpıda bırakmış, İstanbul'da oturmaya karar vermişti. Ali ve Döndü ilk zamanlar sevindiler. Yıllardır ninelerinin, gelip yanlarında kalması için çok dil dökmüşlerdi, çünkü. Nuh deyip peygamber demiyordu Fadime nine. Ona göre, insanların doğup büyüdükleri, ekmeğini katığını çıkardığı topraklan "bir hiç uğruna" bırakıp gitmeleri kadar saçma bir şey olamazdı. Hele ki, öldürülen oğlunun anılarının yaşadığı bu toprakları bırakıp gitmesi düşünülemezdi. O zamanlar öyle düşünüyordu Fadime nine... Artık yanlarında kalmak istediğini, köyde kalmasının bir nedeni olmadığını söylediği gün, Döndü oldukça şaşırmış ve sevinmiş, nedenini sormayı unutmuştu. Bir çırpıda ninenin eşyaları toplanmış, denk haline getirilmiş ve otobüs biletleri alınmıştı. Nine için, ayrılık zor olmamıştı. Hatta Döndü'de, köyden nefret ettiği izlenimi uyandırmıştı bu ayrılık... Tuzla Şenevler'deki Ali'nin kondusuna yerleşmişti Fadime nine. İlk zamanlar ağzını bıçak açmıyordu. Sadece, köşesinde oturuyor, hoşgeldine gelenlerle yasak savma türünden konuşuyor, nerdeyse yemekten yemeğe torunlarıyla birarada oluyordu. Ali ile Döndü, ninelerinin bu halini doğal karşılamışlar, büyük şehire alışamamanın verdiği "haller" olarak düşünmüşlerdi. "Biraz alışsın, sonra açılır" deyip üzerine varmamışlardı. Günler geçtikçe bu durum değişmemişti. Sonunda, sabır taşları çatlayan Döndü ile Ali, nineleriyle ciddi ciddi konuşmuşlar; niye bu halde olduğunu, köyü bırakmasının nedenini bir bir sormuşlardı. Nine yüzlerine garip garip bakmış, bir şey demeden yan odaya geçip, yatağa girmişti. Döndü, "bizi adam yerine koymuyor" diye Ali'ye çıkışmıştı. Ali karısını yatıştırmaya çalışarak, bir kere daha konuşacağını, bundan da bir şey çıkmazsa, köye götüreceğini söylemişti. Fadime nine, yari odadaki konuşmaları duyunca içi erimişti. Torunlarına eziyet verdiğinin farkına varmıştı, Çekip gitse miydi köyüne?.. "En iyisi onlara derdimi anlatayım." diye düşündü. Ninelerinin kapıyı açtığını görünce, biraz önceki konuşmalarından utanmış, yüzü kıpkırmızı olmuştu Döndü'nün. "Acaba, bizi duydu mu?" diye geçirdi
TAVIR
15
içinden. Ali kendini çabuk toparlamış, "gel nine, geç otur" deyivermişti. Nineleri her zamanki köşesine geçip oturmuş, sessizce onları seyre dalmıştı. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Onlar ninelerinin suratına, nineleri de onların suratına bakıyordu. İlk adımı atmaktan korkar bir haldeydiler. Sonunda nine, "Kimin atına binerlerse onun türküsünü söylüyor, it herifler" diye söylendi. Döndü ile Ali bir şey anlamamışlardı. Birbirlerinin yüzüne baktılar. "Acaba nineleri kendilerine mi söylemişti?" Sormaya cesaret edemediler. Çekine çekine yüzüne baktılar. Nine bir müddet sonra, tane tane, onlara değil de, bir başkasına anlatıyormuş gibi konuşmaya başladı: "Oğul, bir bilsen bizim oraları, bir görsen bizim köylüleri, inanmazsın oğul, her şey değişti, herkes birbirine kanştı... Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Hem de ne ayak; kokuyor pis pis, ortalığa saçılıyor, yayılıyor, azıcık temiz kalmış ayakları da kokutuyor. Yapmayın etmeyin dedim kaç kez; nefsinize hakim olun, şu zalimlere aman dilemeyin, kapılarına gitmeyin, eskisi gibi bir arada olun, köyümüzün adını lekelemeyin dedim, ama dinleyen kim oğul?.. Herkes Ali kıran baş kesen oldu.... O sizlerden korkan, sinenler de aslan kesildi başımıza. Arkaları mihrapta, ya, ondan cesaret aldılar deyuslar!.. Ali anlamıştı ninesinin derdini. Ne diyeceğini bilememişti. Ne diyebilirdi ki? "Tamam nine, haklısın, ama üzülme, her şey düzelecek, insanlar eskisi gibi olacak, hatta daha iyi olacak" diyemezdi. Kendisi de emin değildi bundan. Sadece, "seni ayıplayan yok" diyebilmişti. O günden sonra ninenin o suskun dili açılmış, torunlarına her fırsatta bir şeyler anlatır olmuştu. Anlattıklarının çoğu, yaşlı bir kadın için anlaşılmazdı; Ali ile Döndü'ye öyle geliyordu. Nine kimi zaman "ben de hayalet tüccarı olacam, herkese hayal satıp, kazıklayacağım", kimi zaman da, "oğul bana bankadan para al, yiyip içip eğleneceğim" diyordu. Ninesinin bu konuşmaları karşısında Ali'nin şaşkınlığı gün geçtikçe artıyordu. Karısına, "sen mi öğretiyorsun bunları" diye çıkışmayı düşünüyor, her seferinde vazgeçiyordu. Sonunda bulmuştu, komşuları Ayfer dayının ortaokula giden oğullan Ahmet, kendileri işteyken nineye gazeteleri okuyordu. Yine de, Ali ve Döndü için ninenin bu hali garip ve anlaşılmazdı. "Yaşlı bir kadın, niye böyle abuk subuk konuşur ki?" diyorlardı. Sonunda ninenin iyice bunadığına karar verip, bu halini de kabullenir oldular. İleri geri konuşmasına artık aldırmıyorlardı. Daha sonraları ninede ağlama ve zaman zaman durgunlaşma başgösterdi. Böyle zamanlarda bakışları, ya boşluğa takılıp kalıyor, ya da "Yalçın"ım Yalçın'ım" diye sızlanıyordu. Bir türlü, kimin için sızlandığını, bu "Yalçın'ın kim olduğunu çıkaramamışlardı. Daha sonra Ali, "Yalçın"ın kim olduğunu, nerede bu-
TAVIR
16
lunduğunu öğrenmiş fakat, bunu ne karısına ne de nineye söyleyebilmişti. Sır olarak sonsuza dek saklayacaktı; hem de ninesinin bu haline çok üzülmesine karşın... Döndü, su ile döndüğünde, ninesi, tekrar doğrulmuştu. Torununun verdiği suyu kana kana içti ve hiç bir şey demeden yorganı üzerine çekip uyumaya kalkıştı. Döndü, ninenin bu davranışına sinirlendi; kendisine yapılmış bir hakaret belledi. "Sen ne demek istiyorsun?.. Başıma bela mısın?" deyip dürterek, ninenin kafasını çevirdi. Nine torununun bu tavrına şaşırmıştı. Doğruladı, durgun ve ezik bir şekilde kafasını eğdi... Döndü bu çocukça haline üzüldü, ne yapacağını bilemedi. Ayağa kalkıp, oda içinde kendi kendine söylenmeye başladı: "Niye bizi üzüyorsun anlamıyorum? Seni sevdiğimizi bilmiyor musun? Biz senin çocukların değil miyiz? Derdine, sıkıntına çare olamıyor muyuz?" Bir ara ninenin sesini duyar gibi oldu. Ona baktı, gerçekten de ağzını kıpırtadıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Yanına oturdu. Nine hâlâ mırıldanıyordu: "Çare olamazsınız, çare olamazsınız." "Anlatamazsan çare olamayız ki!" dedi Döndü. Nine, derin derin torununa bakarak, "Ali evde mi?" diye sordu. "Evde değil, hem evde olsa ne olacak, olmasa ne olacak, senin için önemli mi ki?" Nine derin bir soluk aldı ve ağır ağır konuşmaya başladı: "Döndü kızım, Yalçın'ımı öldürdüler, kesin öldü Yalçın'ım. Artık iyice emin oldum. Rüyamda nasıl vurulduğunu, nasıl düştüğünü gördüm" "Şu hep sayıkladığın Yalçın mı" diye sordu Döndü. Nine kafasıyla da onaylayıp, konuşmasına devam etti: "Evet kızım, O Yalçın'ın.. Hani Düzoba yaylasına giderken Keçibükü var ya, işte orada pusuya düşüyor bizimkiler. Kaçmaya başlıyorlar. Ağaçsız bir yeri geçmeleri gerekiyor, başka çareleri yok. Orayı geçerken çoğu telef oluyor. Yalçın da aralarında. Çalıdan atlıyor, ceylan gibi sekiyor, ufacık bir taşın ardına atıyor kendini, tüfeğiyle ateş ediyor, yine koşuyor, kurşunlar da sürekli yanına vızır vızır düşüyor. Ormana ulaşacakken sol bacağını tutup yere düşüyor. Tam burada uyandım. Lanet okudum, o ağaçsız yere. Ağaç olsaydı kurtulacaklardı..." Döndü ninesinin lafını kesmek zorunda hissetti kendisini; "İyi de nineciğim, Yalçın'ın öldüğünü görmemişsin ki, sadece bacağını tutmuş..." Nine torununun kendisini anlamadığına karar verip, bir şey söyleyip söylememe arasında bocaladıktan sonra; "öyle deme kızım. Sen hatırlamazsın, o zamanlar Keçibükü'nde dört kişiyi öldürdüler. Bir tanesine İstanbullu dediler. İşte o zaman içim cız etmişti. 'Bu bizim Yalçın' demiştim. Ama Recep,' o değil ana, başka birisi o' dediydi. Pek inanasım gelmemişti, 'Ne yapayım, Recep doğrusunu bilir' deyip içime attım. Aha işte şimdi eminim, rüyamda bile gördüm
TAVIR
17
artık" diye bir çırpıda konuştu. Konuşmaları nerdeyse bütün gece sürmüştü. Döndü, ninesinin her şeyden işkillendiğini, rüyaların doğru olmadığını, kendisini rahat tutması gerektiğini ve daha bir süruü şeyi anlattı durdu. Fadime nine torununun konuşmalarını kesmeden dinliyor, fakat dediğinden dönmüyordu: "Hayır hayır, Yalçın'ımı öldürdüler" Döndü konuyu "ölüm" olayından uzaklaştırmak, daha iyi şeyleri düşündürmek için son bir çabaya girişti. Ninesine, "Yalçın"ın nasıl bir insan olduğunu, huyunu suyunu, fiziksel görünüşünü bir bir sordu. Ninenin yüzünde tatlı bir tebessüm belirmişti. Torununa, "Yalçın"ı anlatmaya başladı. Onunla nasıl tanıştığım, neler konuştuklarını, birarada olduktan süredeki yaşantılarını, o anları yaşıyormuş gibi anlatıyordu. Ebegümeci topluyordum. Derenin ordan bizim yokuşa sapmış iki adam gördüm. Biraz daha yaklaştıklarında birisini tandım. Hani şu Haydar var ya, işte o... Yanındakini tanıyamadım. Besbelli ki bizim oraların yabancısıydı. Üzerinde şehirlilerin urbalarından vardı. Ayağında da kundura... İşimi bıraktım, onları seyre daldım. Yokuşun yarısına gelmeden şehirli çocuk geride kalmaya başladı. Biraz sonra da, bir taşın üzerine oturdu. Gariban, şehir yollarına alışmış ya, ayakları çekmiyordu bizim yolları... Neyse, oflaya puflaya yanıma ulaştılar. Haydar'a sarılıp öptüm. Yanındakine "bu kim?" diye sordum. Haydar, adının "Yalçın" olduğunu, benim yanımda bir süre kalması için getirdiğini söyledi. "Kalabilir miymiş?" Öyle dedi. Ben de, "a oğul, sen kimi getirdin de ben olmaz dedim. Başımın üstünde yeri var" Haydar bu, onun getirdiği çocukları geri çevirmeyeceğimi bile bile, her zaman sorar. Topladığım ebegümecileri alıp, eve götürdüm onları. Hayata oturtup, şöyle köpüklü, buz gibi ayran yapıp verdim. Kana kana içtiler. Haydar bir de yemek istedi. Tavuğu keseyim dedim. Haydar "olmaz" dedi. Ne olsa yerlermiş, özel bir şey hazırlamak gerekmezmiş... Zaten hep böyle yapar Haydar. Hazırda varolanla yetindiler. Biraz konuştuktan sonra, Haydar gideceğini söyledi. Her zamanki gibi; gelir, biraz oturur, ya birilerini bırakır, ya da köydeki gençlerle konuşup giderdi. Neysem, Haydar gittikten sonra, şehirli çocuğu uzun uzun inceledim. Uzun boyluydu, sanki selvi gibi ipinceydi. Hele bir saçları vardı ki, kapkara, kıvır kıvırdı. Hep gülüyor, sağına soluna merakla bakıyordu. Anasından koparılmış toklular gibiydi... Hatta Haydar'a kızdığımı hatırlıyorum: "Niye böyle garipleri getiriyor ki" diye... Merakla, nereli olduğunu, anasının babasının ne iş yaptığını, evli mi bekâr mı olduğunu bir bir sordum. Hep beni kandırmaya çalıştı. "Bursalıyım" dedi ama, Doğulular gibi konuşuyordu. Üstüne varmadım. Herhalde saklaması gerekiyor-
TAVIR
18
du. Üzülmüştüm. Bu gencecik çocuklar, bu yaşlarda büyük işler için soyunmuşlardı. Halbuki, kız peşinde koşacak yaştalar değil mi? Bir gün sonra tarlaya gittik. Mısırı çapalamam lazımdı. "Hadi sen de gel. Yanıma yoldaş olursun" deyip, aldım yanıma. Hani bizim çınar var ya, işte onun yanına götürüp, "sen burada otur. Serin serin uyu" dedim. Hemen karşıma dikildi: "Olmaz ana, ben de çapalayacağım" dedi. Ne dedimse vazgeçiremedim. Yazık, ne anlardı ki çapa işinden!.. "Valla benden demesi, sonra karışmam ha!" deyip, eline çapayı tutuşturdum. İkimizde girdik tarlaya. O hızlı başladı. "Etme oğlum, hızlı giden çabuk yorulur. Bu iş böyle olmaz" dedimse de dinletemedim. İnat mı inattı. "Ne halin varsa gör" deyip karışmadım. Ama, tedbiri de elden bırakmıyorum; gözucuyla seyrediyorum. Hava biraz sonra sıcaklaştı. Güneş yakıyor her yanı. Boncuk boncuk terle meye başladı. Arada bir durup, kundurasındaki taşları çıkarıyor. "A avanak, o kunduralarla tarlaya girilir mi" dedim kendi kendime. Söylediğimi anlamış gibi, gülerek suratıma baktı ve hınçla çapalamaya başladı. Sık sık da çınarın oraya gidip, bol bol su içiyordu. Ama inanır mısın, ağzından hiç bir şikayet duymadım. Herhalde utanıyordu. Öğle olduğunda iyice bitkin düşmüştü. Baktım, bu iş böyle olmayacak, ben de çapalamaktan vazgeçtim. "Hadi toparlan, eve gidiyoruz" dedim. Şaşırdı, "daha bitirmedik ki" dedi. Ben de mahsustan kızdım: "Oğlum, biz buralarda öğle sıcağına kadar çalışırız. Ondan sonra eve gideriz" dedim. İnandı bana; "İyi öyleyse" dedi. Eve geldiğimizde, avuçlarının patladığını gördüm. Acıdan kıvranıyor, ama, bir şey demiyordu. Güldüm haline.... İyi bir yemek hazırladım, güzelce kamını doyur dum. Hamama da soktum zorla; "Pis mi gezeceksin" dedim. Hamamdan sonra kendine gelir gibi oldu. Ona, "yarın daha büyük bir tarlaya gideceğiz ha" diye korkuttum. Saf saf suratıma baktı, "gideriz ana" dedi. Kanmıştı, gülmeye başladım tekrar. "A deli oğlan, sen kendini ne sanıyorsun. Altı üstü benim gibi bir insansın. Bu halinle mi çalışacaksın, baksana eline" Eline baktı, arkasından da o da gülmeye başladı. Birbirimize ısınmaya başlamıştık. Hani duvara astığım Erkan'ın resmi var ya, onu görünce şaşırmıştı. Resme iyice baktı. Sonra bana, "ana, bu kimin resmi?" diye sordu. Ben de ona, "senden önce gelen çocuk" dedim. Onu tanıyor gibiydi. Sordum, "tanımıyorum" dedi. Ama bakışları farklıydı. Ayrıca Erkan hakkında sürekli sorular soruyordu. Tanımasa sorar mı?.. Ona bir bir anlattım:
TAVIR
19
"Erkan burada epey kaldı. Onunla iyi anlaştık. O beni sevdi, ben de onu... Senin gibi, o da acemiydi, ilk zamanlar. Sonra iyice alıştı. Her bir yere birlikte gider olduk. Bir gün Haydar geldi, Erkan'ı götüreceğini söyledi. Ben de, "ne yapayım işleri var" deyip sesimi çıkamadım. Erkan gittikten bir müddet sonra ölüm haberi ulaştı bana. Pusuda kurşunlamışlar. Ne kadar ağlamıştım. Ama giden gelmiyor ki... Giderken bana bıraktığı bu resmi büyütüp astım. Hep ona bakıp üzülüyorum" dedim Yalçın'a. O da çok duygulanmıştı. "İnsanın tanımadığı bir yerde, tanımadığı ama, hikayesini duyduğu bir yoldaşının resmini görmesi çok güzel" demişti. En çok da neye şaşırmıştı biliyor musun; evdeki kitaplara.... "Bunları sen mi okuyorsun" demişti. Ben de, "delimisin oğul, ben nasıl okuyayım" dedim. Oğlumun kitapları olduğunu söyledim. O kitaplarda neler olduğunu da merak ettiğimi söyledim ayrıca. "Sana ben okurum" dedi. Öyle sevindim öyle sevindim ki, sarılıp öptüm onu... "Ana" diye bir kitabı her gün okuduk onunla. Hem okuyoruz, hem de anlamadığım yerleri bir bir anlatıyordu bana. Ne kadar da çok sevmiştim o anayı... Daha sonra başka kitaplar da okumaya başladık. Ne güzeldi o günler... Yalçın benim her şeyim olmuştu. Ali ile ben, her vaktimizi onunla geçiriyorduk. O anlatıyor, ağzım açık dinliyordum. Her işte de bana yardım ediyordu. Ama ona en çok şeyde kızıyordum; sabahleyin kalktığında yatağını toplayıp kaldırıyordu. Ona, "bu kadın işi, karışma, bu evde bu işleri hep kadınlar yapar" diyordum. Ama dinlemiyor, kalkar kalkmaz toparlıyordu. Herhalde, o da öyle yetişmişti... Ondan hiç ayrılmayacağımı sanıyordum. Haydar'ın "bir süre kalsın" deyişini unutmuştum. Ama o kara gün geldi. Haydar kapıda göründü. Yalçın'ı yanına alıp, evin ordaki ağaçların altına oturdular. Saatlerce konuştular. Sonra gelip, "anacığım, Yalçın'ı götüreceğim" demez mi... Kafamdan kızgın yağlar döküldü sanmıştım. Bağırıp çağırmaya başladım: "Erkan'ı da böyle götürdün. Ne oldu? Öldü çocuk!.. Sen bunları nereye götürüyorsun ha, nereye? Savaşa mı?.. Hayır bırakmayacağım Yalçın'ı. O benim yanımda güvenlikli. Ona burda kimse dokunamaz!..." diye bas bas bağırıyordum. Haydar'la Yalçın korkmuşlardı halimden. "Aman ana, yapma etme" dediler. İnadım inattı bir kere, Yalçın'ı Haydar'a vermeyecektim, öldürtmeyecektim çocuğu... "Tamam söz veriyorum, koruyacağım onu. Yanımdan hiç ayırmayacağım. Bir şey olmayacak" diyordu Haydar. Yalçın da yalvarıyordu: "anacığım, ben kendimi korurum. Korkma, bana bir şey olmaz. Gitmek zorundayız, ne olur izin ver!..." diyordu. Sonunda, ayda bir yanıma geleceğine söz verdirttim Haydar'a. "Tamam
TAVIR
20
ana, her ay elimle yanına getirip teslim edeceğim" dedi. Ne yapayım kızım, kocaman delikanlı, zorla tutamazdım ya... Hem de onların bir amac ı var... İçim yana yana bıraktım Yalçın'ı... Gidiş o gidiş, bir daha görmedim. Öldü artık dedim. Haydar"ı da mapusa tıkmışlardı ki sorayım... Döndü anlatılanlardan etkilenmişti. Hiç soluk almadan dinliyor; bu bilmediği, tanımadığı, takat o an da yanlarında, yanıbaşlarındaymış gibi his settiği Yalç ın'ı gözlerinin önünde canlandır maya çalıştı. Konuşmalarının daha ileriki safhalarında, gözünde canlanan "Yalç ın"ın, ete kemiğe bürünmeye başladığı farketti. Yanılıyor muydu? "Hayır hayır!" dedi. "Ninemin anlattığına benzer bir kiş iy i görmüş olmalıyım". Düşüncesi giderek ninenin anlatımlarından kaydı ve "Yalçın'ı veya ona benzeyen kişiyi nerede, ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Hafızası onu yanıltmazdı. Böyle bir kişiyi bir yerde gör müştü, hatta konuşmuştu bile. Bundan emindi. "Ama nerede?" diy e sızlandı. Son zamanlarda gittiği yerleri bir bir gözünün önüne getirdi; derneklerden "Hayat Pahalılığını Protesto Mitingi"ne kaydırdı düşüncesini. Orada bulamadı. Daha derinlemesine düşünmeye başladı. "Yoksa TAYAD'da mı gördüm". Orada tanıştığı, gözüne çarpan tüm kişileri canlandırdı. "Orada da değil" dedi. Bir müddet sonra gözlerinde bir ışıma belirdi. "Evet evet, mahkemede görmüştüm... Hay allah nasıl da düşünmedim, Ali ile çok önceden tanışıyorlarmış gibi samimiydiler". Bunlar ı yüksek sesle söylemişti. Nine, konuş mas ını kesmiş, torununa bakıyordu. Döndü, ninesinin şaşkın bakışlarını yakaladı. "Nineciğim buldum onu!.. Dur bir dakika, sana bir şey göstereceğim" deyip, odadan koşarcasına çıktı. Nine ne olup bittiğini anlamamıştı. "Şaşkın kız" dedi kendi kendine... Yine aynı telaşla geldi Döndü. Elinde bir resim vardı. "Bak nine, mahkemedeki bizim çocuklar. Şuna bak şuna, ön sırada ellerini kavuşturmuş oturana bak.... Yalç ın'a nasıl da benziy or. Yalnız onun adı Cafer..." Nine resmi eline aldı, dikkatlice baktı, yüzü giderek seğirmeye başladı. Heyecan ve şaşkınlık aynı anda asılmıştı yüzüne. Kafasını kaldır ıp torununa baktı. Torununun sevinçli, aydınlık yüzü karşısında umutları iyic e alevlendi. Tekrar resme baktı; "Yalç ın bu allahım, Yalç ın bu!... Yaşıyor yaşıyor!..." Torununa sarıldı, yanaklarından doyasıya öptü... Fadime nine mahkemeye geldiğinde Cafer tanıyamadı onu. "Ali'nin yanındaki de kim?" diye düşündü. Aklından Fadime ninenin olacağı bir an için geçti, ama, ihtimal veremedi: "Benim burda olduğumu bilmiyor ki" dedi kendi kendine... Mahkeme arasında, Fadime nine, Cafer'i çığlık ç ığlığa çağırmıştı. Cafer o anda tanıdı onu. Koşarak gitti. İki eski dost, ana ile oğul y ılların hasretini doya doya çıkarmaya giriştiler. Bir biri anlatıyor bir diğeri... Ama Fadime nine Cafer'e lafı bırakmıyor, hep kendisi konuşsun, anlatsın anlatsın istiy ordu. Bu duygulu,
TAVIR
21
coşkulu sahneyi Cafer'in yoldaşları ve diğer dinleyicileri farkedememişti. Ancak, Fadime ninenin coşkulu sesi, diğer sesleri bastırmış, tek bir ses, Fadime ninenin sesi salonu doldurmuştu. Şimdi tüm gözler onlara yönelmiş, ana oğulun hasret dolu konuşmalarına dikkat kesilmişlerdi. Fadime nine, ilgi odağı olduğunun farkında değildi. O, kimi zaman öfke mimikleriyle, kimi zaman sevinç gösterileriyle anlatıyor anlatıyor anlatıyordu... Hasretini, özlemini doya doya anlattıktan sonra, köydeki duruma gelmişti konuşmanın seyri. "Hacı Osman'a güvenmeyin demiştim ben o zamanlar. Aha işte dediğim çıktı. Manyak herif, hiç bir işe yaramıyor. O zamanlar da aldığı abdes ürküttüğü kurbağaya değmiyordu, şimdi de öyle... Ama onu görsen, çalımından yanına varılmıyor... Hüseyin de öyle, tam bir ağzı açık ayran delisi... köylü bıktı ondan vallahi!.. Ama korkuyorlar. "Ulan, bu deliden ne korkuyorsunuz, ağzının üstüne bir vur-sanız fukara sümüğü gibi duvara yapışır" diyorum. Yok oğlum yok, onu yapacak adam yok... Bir iki kere ben dedim ona, 'Hüseyin ayağını denk al, senin için iyi olmaz." Dinlemedi ki. Çömlek ağzını yaya yaya, 'sen ne karışıyorsun kocagarı' deyip gitti, Ağzıma geleni söyledim ama, dövemedim ki eşeği... Bizim orda bir söz vardır oğul: 'Dilenciye acur vermişler, eğri diye beğenmemiş' İşte o hesap, köydekiler de böyle... Sizlerin kıymetini unuttu gitti çoğu... Şimdi, şurası eğriydi, burası doğruydu deyip dururlar. Hep dedim onlara, 'eğriyse eğri, onlar eğriliğin farkında değiller miydi? Düzeltmek için uğraşmadılar mı?' diye. Böyle söyleyince kimsenin ağzında çıt yok. Ama arkanızdan konuşmaya gelince, oooo, atıp tutuyorlar..." Cafer artık dayanamamıştı: "Valla ana, anlattıklarının çoğuna şaşırdım. Gerçi Ali anlatıyordu, ama, sen daha yakından tanıdığın için iyi biliyorsun. Ama ben yine de diyorum ki; onları bu hale getiren korku. Etraflarında bizleri görmeyince zavallılar çaresiz kaldılar, ipin kopuğun ardına düştüler. Tabii ki, bilerek yapanlar için söylemiyorum bunları. Ummadığından çok var, bana inan.... Yeter ki, korkularını atabilsinler, insanlıklarını bilsinler, haklarını almayı öğrensinler... Şunu hiçbir zaman unutmasınlar, bizim oralardan ayrılmamız geçici. Şimdi daha iyi bir şekilde, daha da öğrenmiş olarak geleceğiz. İşte o zaman iyiyi kötüyü arayacağız. Bundan emin ol..." Fadime nine, Cafer'e dikkatlice baktı ve gülümseyerek:. "Ben o, gürleyip de yağmayanlar, kendilerini bir şey sananlara hep söylüyorum zaten: 'Kendine dikkat et, Derviş Dervişin arkasından gelir' diye. Öyle değil mi oğul?..."
TAVIR
22
KÖTÜ AKIL YA DA YOKSULUN KÖR ŞİDDETİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Bugün onbir şubat Emperyalist ordular Ortadoğu'da ölüm kusuyorlar Gazetenin kör köşesinde bir sığıntı konuşuyor Umutsuz karanlıklar içinde Tekinsiz f ısıltılarıyla Akılsız bir şiddet diyor hazret Akılsız bir şiddet ile haksız bir akıt arasında birini tercih et olur efendim nasıl isterseniz
TAVIR
23
Boyun eğdirilmiş toplulukların bu masalcı ablası Gece derslerinden alıp demiri Buzdan kılıçlarını kaybetmişbir cengâver olarak İtiraflarını diziyor parmak uçlarında kırmızı şapkalı kız rolüne soyunarak yaşınız efendim yaşınız pek müsait değil de Gibi yapmaktan ibaret imiş herşey İşte bütün hikayat bu Bütün hikayat ikiyüzlülük ve görüntü Çocuğunun başını okşayan eli Dünyaya getirdiği bütün sözleri öylesine sahte ve öylesine hileli Buyurmuş ki Aldatıldık reklam şirketlerinin marifetiyle imal edilmişbarışçıl bir Gorbaçov yüzüne Gorbaçov Yirminci yüzyılın bu en büyük işbirlikçisi Emperyalist barışın önünde secdeye gelip Yıkarken Avrupa'da sosyalizmi kan ağlıyordu içimiz bizim Kendilerini bütün düğünlerde güvey bütün cenazelerde ölü görenler Sarhoş gibiydiler çığlık çığlığa ve çapsız silahlarıyla kestiler yolumuzu Yürüdü kervan, susturmadık kavga borumuzu, fakat öfkelendik biraz o kadar
TAVIR
24
Şimdi yine kör Şimdi yine sarhoş bulutlar gibi aklı Aptal kutusunun CNN markalı Saddam resmine bakıp dedi ki: Güleryüzlü Gorbaçov'un ardına gizlenmiş idi Saddam görmedik hayır efendim siz herşeyi görürsünüz Bu toprağın kanıydı petrol Bu toprağın kanı Birleşik Devletlerin ve bilcümle dünya büyüklerinin kasalarına aktı Silah karşıIığı Biz unutmadık unutmayacağız Halepçe bomba-i kimya ve zehir yüklüydü yeryüzü Beşbin kez boğulduk boğdular bizi Kundak bebelerinin gözlerinde gördük ölümü Kına saçlı ninelere aman vermedi rüzgâr Şimdi Saddam hummasına kapılanlar o zaman Kör sağır ve dilsizdiler Ve katlimizi görmezden geldiler Ne katilimizi ne de katlimize sessiz kalanları unutmadık unutmayacağız
TAVIR
25
Lakin Şimdi şu an bağrımıza saplanan bıçağı tuğrasından tanıyoruz Ve hiç kimsenin gözlerimize perde indirmesine izin vermeyeceğiz O bıçağın çeliği bizim Domuzlar Körfezi'nde denendi üzerimizde Paramparça ve yenilmiş yüzleriyle döndüler ülkelerine Vietnam'da Laos'ta gömdük pasifiğe ahtapot kollarını onun "Yankee go home" tabutlarda bir idam yaftasıydı sanki Hayır "Kahrolsun emperyalizm" toy gençliğimizin havai sloganı değildi olmadı hiç O yanan etimizin dünyayı saran protesto çığlığı Hasretimizdi Çocuk ellerin emperyalist üniformalarda laneti olarak sonsuza dek kalacak olan Yazıyor bir küçük burjuvanın kararmış dünyasında çınlar gibi: Bugün aynı şeydir Amerika ile dünyanın kendisi Büyük ve iddialı söz ancak yine yanlış yine yanlış Birleşik Devletler ve onun şirketleri patronları, ordular Bugün varsa eğer ben varım diyedir Benim olmadığım yerde onlar Hiç bir şey
TAVIR
26
evet hiç bir şeydir İşte bütün talihsiz likleri burdadır ya Ben onlarsız olurum fakat onlar bensiz asla Ol nedenledir ki Nas ıl olursa olsun Yeni bir dünya kurulacaksa yarın Ve mutlaka orada kendine bir yer bulacak benim de sesim Haksız akıl demiş kardeşimiz olabilir ne diy elim ve bir de akılsız şiddet var imiş bunu üstüme alıy orum yoksulun şiddeti akılsız olurmuş zâr o yüzden Hem bizde bir az delilik var zaten Cepte üniv ersite diploması Çağdaş bir hayali ihracat Ve çoook akıllı bir çek-senet dümeni Şişli'de bir apart ıman ve lüks hayat Şen tut bir kenara at Sonra gel hapis lerde çürü olacak iş değil bizimkisi Yoksuls an sürünmeyi bileceksin akıl icabı Serde delilik var öğrenemedik sürünmeyi Öğretmeye kalkanı çok oldu ya Mankafalık bizde olsa gerek Ne bileyim Rosinante'nin sağrıları vurmaya başlayınca bir kez Kabarıyor deli damar ımız TAVIR
27
İşkence darağacı ve zindan Tanklar ı, topları bütün namussuzların ne fayda Gayrı yeter demişiz o vakit Bir yiğitlik türküsüdür de canım Söylenir dağlarda ovalarda devrimci şiddetimiz Milyonlar ın milyarlar ın nabz ı var türkümüzde Bu toprağın aklı en alim merceklerin fabrikada makinalar ın aklı var " Das Kapital" demişiz koca bir anıt Yazmış ız, söylemişiz yıkmış ız, yıkılmış ız - ne mühim Devletler devirmişiz atlarımız ın ayaklar ı altında y ıkılmış kaleleri Devletler kur muşuz İşte biz böyle bir aklın çocuğu olmuşuz İstemez bütün tantanas ı, gösterişi, şaşaasıyla çürüyen akıl istemez eksik olsun İşte biz böyle yani biraz deliyiz. Bir Dev rimci Tutsak.
TAVIR
28
"BU OYUNA GELMEYİN"DE NE ANLATILIYOR? DENİZ GÖNENÇ Aydın olma karmaşa ve çelişki yumağı içinden yaşanan çağın devin-dirici eylemine kaynaklık eden dinamitleri kavrama ustalığıdır. Aydınlar, çağa tanıklık ederler; bu tanıklık toplumun dinamik güçlerine yansır; toplumsal değişimi özendirir, eyleme dönüştürür. Aydınlar da bu mücadele içinde yer alır.
Ülkemiz yoğun bir baskı ve depolitizasyon döneminden geçti. Bu dönemin özellikleri sanat çevrelerinde de ifadesini buldu. Yılgınlığın ve terkedişin etkili olduğu bu sis dağılıyor. Ancak Eylülcü aydınların halkın saflarında yer alan "iyi niyetli" sanatçılar üzerindeki etkisi henüz geçiştirilememiştir. Ahmet Abakay ve Gülfem Emir "Bu Oyuna Gelmeyin" adlı tiyatro eseriyle devrimci tutsakların açlık grevinin 35. gününde Eski şehir Cezaevi'nden Aydın Cezaevi'ne sürgüne gönderilişlerini ve Aydın Cezaevi'nde karşılaştıkları baskıyı anlatmaya çalışan iyi niyetli" yazarlardır. Ancak yazarlar eserin her sayfasında nesnel gerçeklikten biraz daha uzaklaşıp, geleceğe yönelik olumlu duygular yara-
TAVIR
tan, mesaj taşıyan bir işlev görmeyi başaramıyor. Yazarlar, devrimci tutsaklann eylemini olumluyor, devletin saldırganlığını, ikiyüzlülüğünü teşhir etmek istiyor. Oyun devrimci tutsaklarla cezaevi yetkilileri arasında sürdürülen görüşmelerde arabulucu misyonunu üstlenmiş milletvekillerinin kaypaklığını, direnişi satmak için sarf ettikleri çabayı, basının duyarsızlığını vb. kendine has bir kurguyla sergilemeye çalışmaktadır. Bu olumlu özellikler eserde iyi niyetli bir çabanın bulunduğunun kanıtıdır. Fakat eserin olumlu bir karaktere sahip olduğu sonucunu doğurmaz. Giriş bölümünde "...yaşanan olayları, gerçeği belgelemeye büyük çaba harcadık" denilerek eserin belgesel bir çalışma olduğu ilan ediliyor. Ancak devrimci tutsakların tanıklığına başvurulmuyor. "Bir daha olmasın" başlıklı giriş bölümünde sadece milletvekillerinin tanık olarak gösterilmesi bu gerçeği ortaya koyuyor. Oysa olayla ilgili bütün belgelerden, kaynak ve tanıklardan yararlanma belgesel tiyatroda uyulması gereken ve olmazsa
29
olmaz bir koşuldur.
mümkün değildir.
Belgesel bir sanat ürününde veya belgesel tiyatroda (fiction) düşsel kurguya pek yer verilmez. Sanatçı gerçeğe bağlı kalarak çarpıcı, aydınlatıcı, bilinçlendirici olay ve olgularla gerçekler arasındaki mantıksal bağı yaratıcı tarzda kurarak belgesel eserler yaratabilir. Belgelere dayanmadan, araştırıp incelemeden yaratıcı yorum ve sanatsal kurgu gerçekleşemez. Karşılıklı konuşmalar, tiplemeler gerçekçi olamaz.
"1. ve 2. Mahkum" tipleri kesin olarak devrimci direnişçilerin gerçekliğine uymamaktadır. Yazarlar birinci derecedeki kaynaklardan yani olayı nefes nefese yaşayan ve her adımını büyük fedakarlıklarla işleyen devrimci tutsakların tanıklığına baş vurmadıkları için kafalarında yer etmiş olan yargılara ve tiplere başvuruyorlar. Ortaya öylesine karikatür insanlar çıkıyor ki, okuyucu devrimci karakterinin ipuçlarını dahi yakalayamıyor. Kimi zaman alık, kolay aldatılabilen, düşüncesiz ama alabildiğine slogancı, keskin; kimi zaman yılgın, teslimiyetçi, "haddini bilen" ve bu halleriyle değil devrimci tutsakları temsil etmek, onurlu birer insan gibi bile davranamayacak karakterde olan bir tip çıkıyor ortaya. Ne için mücadele ettiğini, ne için direndiğini bilmeyen, ilkel, tutarsız, kof bir keskinliğe sahip, sıkıyı gördüğü zaman uzlaşmacı, yılgın ve aciz "devrimci" karakterini, gerçek yaşamda devrimcileri tanıyanlar açısından tartışmak bile gereksiz. Ama ne yazık ki, yazarlar bu gerçeklere yabancıdırlar. Öyle ki, sıradan bir okuyucu ve izleyici bile "bu kadar sefil insanlar mı 51 gün aç kaldılar" diyebilir.
Belgesel sanatın temel ilkesi, gerçek olayların doğrudan yeniden üretimidir. Bu durum, belgesel sanatın estetik kapsamını daraltmaz ama, sanatsal tasarım diğer sanatlarda olduğu kadar öne çıkmaz. Belgesel sanatta da, sanatsal tasarımlar, imajlar olmalıdır. Aksi halde doğalcılığa ve dogmatizme düşülür. Söz konusu eserde "EskişehirAydın Direnişi"ni yaşayan devrimci tutsakların tanıklığından yararlanılmamış olması, ikinci-üçüncü elden alınan bilgi, kaynak ve dolaylı tanıkların görüşleri temel alınarak eserin yazılması, yazarların hatalara düşmesine neden olmuştur. Herşeyden önce olay doğru ve sağlam bir zemine oturtulmamış, açık ve net olarak kavranabilmesi için gerekli titizlik gösterilmemiştir. Olayların başlangıcı, gelişimi ve ortaya çıkardığı sonuçlar, nesnel durumu yansıtmaktan uzak, kendi iç bütünlüğünden yoksun, anlaşılmaz bir biçimde verilmiştir. Bunu kavramak
TAVIR
Özellikle "1. Mahkum" ve "2. Mahkum'un bulunduğu bölümlerde geçen olaylar ve diyaloglar tamamen asılsızdır, nesnel gerçekliğimizle uyuşmayan düşsel bir kurgudur. Bu nedenle tek tek örnekleri ele alarak eleştirmek gereksiz. Yazarlar kendi düşsel kurgularında özellikle "2. Mahkun'u örnek kişi olara k sunuyorlar. "2. Mahkum" tipinde
30
olumlanarak çizilen karakter, "olgun", tavizkâr, karşılarındaki büyük gücün(!) önünde boyun eğmesini bilen ve buna zemin hazırlayan, teslimiyetçi vb. bir niteliğe sahiptir. Böylece teslimiyetçilik; "olgunlu k-a kıllılı ksağduyuluk" maskesiyle meşrulaşır. Bunun dışındakiler ise yadsınıyor. Çünkü direnişçi tip; alık, ilkel, sekter ve nasıl davranacağını ve ne konuşacağını bilmiyor. Ne yazık ki yazarların eleştirmeyi amaçladıkları basının arabesk karakteri ister istemez eserin kendisinde yeniden üretilmiş oluyor. Boyalı basın direnişlere arabesk yaklaşımlar gösterir. Peki bu eserle yazarların tavrı da arabeskin bir başka türü değil mi? Toplumun geniş kesimlerinde yer eden bilinç çarpıklığı, tutucu karakteriyle en basit bir hak arama mücadelesinde bile oto-denetim mekanizması halini alır. İşte, kaderciliğin düzen açısından sadık bir bekçi olmasının anlamı buradadır. Yazarlar, bu nesnel gerçekliği "arabesk basın"ı eleştirerek aştı kları kanısındadırlar. Ama kafalarında yarattıkları ve eserlerine yansıyan "direnişçilik" mantığı ve "direnişçi" kimliği öylesine boyun eğmecidir ki, ortaya koydukları ürünün kendisi, yazarlarımızın da arabesk kültürün etkisi altında kalem oynattıklarını göstermektedir. Evet! Görünüşte direniş
TAVIR
savunuluyor ama bir yere kadar... "Olgun", bir devrimci olunmalı, hudut aşılmamalıdır. Verilen öğüt aynen budur. Zira devlete kafa tutmak akıl kârı değildir, ona boyun eğmek gerekir (!) Cezaevi direnişleri, yaratılan destanlar, bugün birinci derecede taraklan; yani olayları yaşayan devrimcilerin eliyle yazılıyor, bilinmeyen pek çok gerçek kamu oyuna mal ediliyor. Yaratılan direniş gelenekleri ve devrimci değerleri korumak için nelerin feda edildiği akıl almaz özelliklerle yüklü olan mücadele gerçeği, içinde, direnişçilerin gözlerini bile kırpmadan nasıl öne atılabildikleri çok iyi biliniyor artık... "Bu Oyuna Gelmeyin"in inandırıcı olabilmesi, bu nedenle çok ama çok zordur. Bir açık mektupla yazarlara yanlışlarını düzeltmeleri için daha önce yaşanan gerçekler hakkında gerekli ve yeterli bilgi sunulmuştur. Bu vesileyle yazarlara, gerekli duyarlılık ve sorumluluğu göstererek bu hata, eksiklik ve yanlışlıklarını düzeltmeleri için bir kez daha çağrıda bulunuyoruz. Öte yandan "Bu Oyuna Gelmeyin" eğer bu haliyle birgün sahnelenirse, bunun geniş yığınlara yanlış mesajlar vermesi bir yana, tutucu toplumsal bilincin pekiştirilmesine de ister istemez katkıda bulunacağını belirtiyoruz.
31
6. İSTANBUL FOTOĞRAF GÜNLERİ
FOSEM, fotoğraf sanatçıları Faruk Akbaş ve Sevil Üzrek'le,İFSAKFOTOĞRAF GÜNLERİ'yle ilgili bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşi, Fotoğraf Günleri'nin kısa bir değerlendirmesi. İFSAK'ın Fotoğraf Günleri'ne yüklediği işlev ve Fotoğraf Günleri'nin gerçek anlamda yüklenmesi gereken işlev üzerineydi. FOSEM: Söyleşimize fotoğraf günlerinin kısa bir değerlendirmesiyle başlayalım. İFSAK'ın fotoğraf günlerine yüklediği işlev nedir? Size göre fotoğraf günlerine yüklenmesi gereken işlev nedir? Karşılaştırmasını yapar mısınız? AKBAŞ: Fotoğraf günlerinin ortaya çıkışındaki mantık bu işi başlatan eski İFSAK başkanı İbrahim Akyürek arkadaşımızın yazısında belirttiği gibi; sağda solda, tek tük sergiler yerine, sinema günlerinden de esinlenerek fotoğraf etkinliklerinin bir disiplin altında, bir bütün halinde sunulduğunda kamuoyunun ilgisi daha çok olabilir düşüncesiydi. Ararmis Kalay, ilgili yazısında dia gösterisini üç bin kişi izledi diyor. Bunlar Türkiye için, İstanbul için geçmişe göre iyi sayılar bence. Olaya böyle bakınca, fotoğraf günleri bu alanda amacına erişiyor
TAVIR
gibi. Tabii hedefin bu kadar az sayıda olmaması gerek. Benim izlediğim kadarıyla, özellikle üniversite öğrencilerinin yoğun ilgisini çekti fotoğraf günleri. Bu çok sevindirici tabii. ÛZREK: Yalnız bu gösterilerin nitelikli olduğu anlamına gelmiyor. AKBAŞ: Yok. Gösterinin nitelikli olup olmamasını değil, fotoğraf günlerini konuşuyorsun. Fotoğrafa bir ilginin olması daha önemli şu anda. Çünkü hiç bir şeye ilgisi yok insanların. Hiç bir şeye ilgisi olmayan insanların birazcık fotoğrafa ilgi gösterdiğini görmek sevindirici bence. İzzet Keri-bar'ın sergisine açılıştan kapanışa kadar yoğun bir ilgi varmış. Sami Güner'in sergisi dolmuş taşmış. Hemen hemen tüm sergilere yoğun bir ilgi var. Tüm dia gösterileri üçer kez tekrarlanmış. Yine de 8 milyonluk bir metropolde çok dar bir yerde ve dar bir gruba gösterilerin yapıldığını düşünürsek sonuç iyi değil. Ama geçmişe göre değerlendirdiğimizde sevindirici bir ilgiyle karşılaşıyoruz. FOSEM: İlginin bağlıyorsunuz?
artışını
neye
AKBAŞ: Birincisi, toplumun bana göre fotoğraf sanatına diğer sanatlar-
32
dan daha fazla bir yakınlığı var. Bu olabilir. Yaşadığımız çağa uygun, çağdaş bir sanat dalı fotoğraf. İnsanlar fotoğrafa çabuk angaje oluyorlar. Bir de fotoğraf tüketiliyor. Resim tüketilmiyor ama fotoğraf tüketiliyor. Galeride de olsa oraya izleyici geliyor. Örneğin resim sanatını halkın hiç öyle gidip izlediğini sanmıyorum. Heykel de öyle. Belki karikatür biraz daha halkla bütünleşmiş ama bence fotoğraf daha şanslı. Yani o şanstan kaynaklanıyor bu sayılardaki artışlar. Onun için. Fotoğraf günleri az sayıda olmasına karşın sergilerin, gösterilerin gördüğü ilgi bence iyi, olumlu. Ama bu daha çok olmalı diyorum. FOSEM: Yeni katılan insanlar fotoğraf sanatından neler bekliyorlar? Örneğin geçen hafta bir bayan arkadaşla görüştük. Fotoğraf çekmeyi, fotoğraf makinası elinde, önüne gelen herşeyi deklanşöre basıp çekmek olarak algılıyor. Bir fotoğraf çekmiş. Yoksul bir adam, bir bankta arkasını dönmüş yatıyor. "Bu fotoğraf sana ne anlatıyor" diye sorduğumuzda, oradaki toplumsal çelişkiyi yakalayamadığı için "bu adamın dünyayı umarsamaz bir tavrı var. Dünyaya arkasını dönmüş yatıyor. Bunun için çektim" dedi. Buna ne diyorsunuz? AKBAŞ: Fotoğrafı değerlendirirken bence toplumsal yapıdan kopmamak gerek. Türkiye 12 Eylüi'ü yaşadı.12 Eylül'den herşey nasibini aldığı gibi, bizim fotoğrafla ilgilenen genç kuşak da nasibini aldı. Bir de Tavır'daki fotoğraf yazısında sizin de belirttiğiniz gibi fotoğrafla ilgilenenler genelde elit insanlar. Fotoğrafla ilgilenenlerin ekonomik gücü iyi olacak, ya da tam tersi-
TAVIR
ne birileri örgütleyecek, finanse edecek. Erdal Atabek bir söyleşisinde "şimdiki gençlik heryere koşturuyor, hep bir şeyler yapmak istiyor, boş zamanı varsa İngilizce ya da bilgisayar kurslarına gidiyor. Birşeyler üretiyor. Resim yapıyor belki fotoğraf çekiyor" diyordu. Ama bu üretimleri, bu uğraşları hep kendine yönelik, bireye yönelik. Bütün bunlar 12 Eylül felsefesinin ektiğini alması. Türkiye'deki fotoğrafın periyoduna ya da bugüne kadarki geçmişine baktığımız zaman en güçlü kullanım o dönemdeki sokak sergileri, fotoğrafları belki kartpostal fotoğraflarıdır. Belki de o zaman işlevine en uygun şekilde kullanılmış. Şimdiki kullanımında böyle toplumsal içerik kaygısı yok ya da çok az. Ara Güler hafta sonu masturbasyonu diyor. Haklı bir saptama. Yine bir karikatürden alıntı yapacağım. "İki sinemacı Tarlabaşı'nda bir caddeye giriyorlar. Çamaşırları görüyorlar, çocuklar sokakta, cumbalı evler. 'Harika' diyor biri. 'Sefalete bak, tam sinemalık, çok güzel' Fellini de şunu söylüyor "gizem var orda'. Burda da bizim fotoğrafçılar belki kendinden alt sınıfın sorunlarını yansıtmayı bir şey sanıyor. Kimse zengin sokağa gidip fotoğraf çekmiyor. Eskiye gidiyor, eskiye, geçmişe özlem belki. Çok bilinçli çekildiğini zannetmiyorum o fotoğrafların. Fotoğraf makinasına sahip insan gecekonduyu bilmiyor, köyü bilmiyor, Anadolu'yu bilmiyor. Oraya gittiğinde, değişmeden önce çekeyim kaygısı, egzotizm ve kendisine değişik gelmesinden etkileniyor. Bugünkü fotoğrafların bu kadar yoğun olması bu. Ama aynı zamanda Anadolu'nun fotoğrafı da yok. Hakkari'nin fotoğrafı var mı? Yok. Ama ede-
33
biyatı, sineması var. FOSEM: Fotoğraf günlerine dönelim. İFSAK'ın fotoğraf günlerine yüklediği işlev üzerinde konuşalım. Nasıl değerlendiriyorsunuz? AKBAŞ: Biz değerlendirmeyi nicelik yanından yaptık. İstersen nitelik yönünden konuşalım. ÛZREK: Zaten İFSAK'ın işlevi fotoğrafın yaygınlaştırılması, sevdirilmesi. Aslında bana göre fotoğraf günleri oImayabilir. Bir ay boyunca aman nerden sergi bulcağız ne yapacğız, kimlerin gösterisi olacak kaygısını taşımaktansa fotoğraf günleri bir yıla yayılabilir. Bize göre insanlar akın akın geldiler fotoğraf günlerine. Buna rağmen çok nitelikli değildi. AKBAŞ: Birşey eklemek istiyorum. Mayıs ayında bir sergi, Haziranda bir sergi olduğunda, toplumun ilgisi de öylesine oluyor. Ama fotoğraf günlerinde bir koşturma, bir heyecan var. Gidiyorsun, geziyorsun, sıcağı sıcağına tartışıyorsun. ÜZREK: Tabii "günler" olmasının yararı var. Birşey yapılacaksa tam yapılmalı gibi bir iddiam yok. Ancak o günlerle ilgili o kadar reklam yapılıyor, kitapçıklar basılıyor, duyurular yapılıyor, yine de onun karşılığını alabileceğin anlamda tatmin olamıyorsun. Mesela fotoğrafa uzaktan ilgisi olan bir sürü insan geliyor. Fotoğraf günlerinde yer alan gösteri onlar için bir ölçü oluyor. Ama üç-beş yıllık fotoğrafla uğraşan biri olarak, daha niteliksiz, daha mesajsız buluyorsun. Yeni gelen insanlar "demek ki fotoğraf bu" diyebiliyorlar. Bu tür tehlikeler var.
niyor. Oysa benim yeni fotoğraflarım vardı. Onların sergilenmesini isterdim" gibi tartışmalar var. Hangi fotoğrafların sergileneceğini yönetim kendisi mi belirtiyor? AKBAŞ: Olaya yanlış bakılıyor. Yönetim şöyle yapar, böyle yapar. Önemli olan fotoğraf günlerinin değerlendirmesidir. Teknik sorunlar biraz daha farklı. Şöyle düşünün: Ara Güler'in sergisi ayrı, başka bir arkadaşın sergisi başka bir olay. Bunlan fotoğraf sergisi olarak sunmak başka, başlıklar altında sunmak başka. Eski ustalardan diye bir başlık atmıştık bir ara. Şimdi gene attık. Eski ustalardan Sami Güner. Başlığı böyle koyunca izleyici ona göre geliyor. Sinema günlerinde Irak filminin işi var mı? Yok. Ama Irak filmleri diye özel bir bölüm açarsak ilginç olur. Ama insan ona sinema filmi izleyeceğim diye değil de Irak filmi izleyeceğim diye gider. Bu ayrımı yapmak lazım. Fotoğraf günlerinde İstanbul Tıp Fakültesi fotoğraf kolunun çalışmalarını ben görmek isterim. Ama onu belki de fotoğraf gözüyle değil de çalışma gözüyle görmek isterim. Türkiye'de fotoğraf çalışmalarının, fotoğraf ürünlerinin en güzel yeri fotoğraf günleridir, şenliklerdir. Bunun da tekniğini çözmek lazım. Bir başlık altında olur mesela. Örneğin yeni başlayanlar dersin... FOSEM: Fotoğraf günlerinde şimdiye kadar daha çok ustaların fotoğrafları yer aldı. Neden? AKBAŞ: Bu bence yanlış. Ustalar diye bir bölüm açarsın ama sırf en iyilerini göstereceğiz diye yola çıkınca sorunlar başlar bence.
FOSEM: İFSAK'ta "neden arşivdeki fotoğraflar çıkarılıp sergileTAVIR
34
ÜZREK: Aslında senin dediğim anlamda başlıklar doğru. Burda gösteriler ve sergiler diye ayrılıyor. Ama ustalar, yeni yetişenler gibi bir sınıflama yapılırsa, belki insanlar kafalarındaki yere oturtabilirler fotoğrafı. AKBAŞ: Yeni başlayanlar demesi sevimsiz gelebilir. Genç kuşak falan demeli. Turizm fotoğrafçısı, tanıtım fotoğrafçısı nasıl deniyorsa veya jurnalist fotoğraf deniyorsa bu da öyle. ÜZREK: Ara Güler'in sergisi bana göre iyi sergilerden biriydi. Derleme sergi. Henri Cartier, Bresson'un fotoğrafları vardı. Ben daha iyi fotoğraflar bekliyordum. Kataloglarda gördüğüm kadarıyla daha iyi fotoğrafları vardı. AKBAŞ: Bir de bizim kendi fotoğraf anlayışımız var. Kendi fotoğraf anlayışımız acaba doğru mu? Ya da bizim fotoğrafımız, fotoğrafa bakış açımız, anlayışımız dünya fotoğrafının neresinde. İFSAK'ta yeni bir arkadaş bana fotoğrafını uzatırken "şuna bakıp eleştirir misin? Gerçi kolu kesilmiş ama..." diyor. Şimdi bu kişi fotoğrafın kötü olduğunu kabul etmiş. Kolu kesik fotoğrafın kötü olduğunu, İFSAK'taki kısır döngüden anlıyor. Kolu kesik, bilmem nesi kesik fotoğraf baştan bitmiş sanılıyor. Belki de öyle değil. Bizim fotoğraf dünyamız İFSAK-FIAP yarışmaları ve eski ustaların örnekleri. O zaman yetersiz. Yetersiz demek bile önemli bir adımdır. Bu ikinci adımı getirir. Onun için yabancı sergilerin Türkiye'ye gelmesi, tartışma açması çok önemli. Ama öte yandan Salgado'nun f o t o ğ ra f l a rı bizim hoşlandığımız, yaptığımız türde fotoğraflar. Onun fotoğraflarından etkilenmemek olanaksız. Fotoğraf
günlerinde çok üstün nitelikli fotoğraflar da vardı, problemli fotoğraflar da vardı. Ama alçakgönüllülükle bakmak gerek. Bunlar amatör kadrolarla, belirli bir finansmanla kotarılıyor. Ben de iki-üç kez fotoğraf günlerinin düzenleyicisi olarak organize kurulu içerisindeydim. Zor bir iş. Ne bulunursa, hangi ilişkilerle ne sağlanırsa oradan getirtiliyor. Mesela çok şey var da illa şunu seçelim denildiğini zannetmiyorum. Belki deniyordur ama böylesi bir önyargıdan kurtarmak gerekir sorunu. . FOSEM: Fotoğraf günlerinin daha çok fotoğraf çekenlere yönelik olduğunu söyleyebilir miyiz? AKBAŞ: Tamamı değilse de çoğu öyle. ÜZREK: Sevenler, ilgi duyanlar da var. Salt çekenler değil. FOSEM: Peki size göre olması ge reken bu mu? AKBAŞ: Elbette değil. Ama bu birden bire olmaz ki. Geçen seneye göre, bu sene bir artış var. Şimdi İFSAK kalkıp da fotoğrafı olması gereken yere götüremez. Gücü yetmez buna. Ya devlet olacak ya da biri kalkıp bu işi finanse edecek. Yoksa olmaz. Yalnız Fransız Kültür Merkezi salonunu veriyor. En fazla bir salonluk kişi gelebiliyor. Hem zaten herkes Fransız Kültür Merkezi'ne giremiyor. Korkuyor, cesaret edemiyor, çekiniyor. Örneğin bir semt pazarında sergi açarsan ki FOSEM'in yazısında da belirtilmiş, fotoğraf olması gereken izleyicisine, halka bu şekilde ulaşmasının yolunu açabilsin. ÜZREK: Fotoğrafı galerinden çıkarmalı.
35 TAVIR
AKBAŞ: Arles diye tarihi bir yer var. Gitmedim. Bir ay boyunca fotoğraf sergisi açılıyor tarihi surların içersinde, dia gösterisi yapılıyor. Bir ay boyunca tüm kentte fotoğraf şenliği. Festival böyle olmalı. Şimdi Türkiye gibi bir yerde böye bir şeyin olması mümkün mü? FOSEM: Peki olmamasının nedeni ne? AKBAŞ: Başta devletin bakışı. FOSEM: İFSAK etkinliklerini devlete bağlı olarak, izin alarak yapmıyor. Mutlaka resmi anlamda prosedürleri, engelleri vardır. Ama bunun dışında etkinliklerini kendi insiyatifinde de gerçekleştirebiliyor. Fotoğraf günleri de bu çerçevede yapılmıyor mu? Yoksa fotoğraf günlerini biri ya da bir kurum mu finanse ediyor? Dolayısıyla fotoğraf günlerini, kurallarını, çerçevesini bu kişi ya da kurumlar mı çiziyor? AKBAŞ: İFSAK'ın gücü bunu kotarabiliyor. FOSEM: İFSAK'ın fotoğraf sanatını sokaklara taşımak, halka ulaştırmak, gibi bir niyeti var da ekonomik sorunlar mı bunu engelliyor? Yoksa demin söylediğimiz gibi fotoğrafın ulaşıp ulaşmamasını bazı şirketler mi belirtiyor? AKBAŞ: Öyle bir şey zannetmiyorum. Tabii ki İFSAK'lılar fotoğrafın daha çok izleyiciye gitmesini ister. Yani sınırlı, elit bir topluluğa göstereyim anlayışının olduğunu sanmıyorum. Kim istemez fotoğraflarının daha çok insana ulaşmasını? FOSEM: Bizce o tartışılır. Gidip Sami Güner'e "hocam senin
TAVIR
fotoğraflarınla Armutlu gecekondu bölgesinde sergi açalım" desek acaba ne yanıt verir? ÜZREK: Tabii ona hayır derler. FOSEM: Bunu tartışmak lazım. AKBAŞ: Ama siz şimdi öyle bir noktaya geldiniz ki Taksim nerde Küçük Armutlu nerde. ÜZREK: Fotoğraf etkinliklerini bir yerlere götürmeden önce onun niteliğini gözden geçirmek lazım. Fotoğraf günlerinin etkinlikleri içerisinde gecekondu bölgesine verilecek bir mesaj var mı? Öncelikle bu önemli. İFSAK fotoğraf gönlerinde sadece fotoğrafı sevdirme mesajı var. Amaç bu olduğu sürece sokaklara yaymanın bir anlamı yok. Galerilerde kalsın o zaman. FOSEM: İFSAK fotoğraf günlerine nasıl bakıyor? Ya da hangi fotoğrafları kime yönelik sergiliyor? AKBAŞ: İ şte bunu tartışmaya gücü yetmez İFSAK'ın. İFSAK yılda on tane fotoğraf sergisi açıp, on tane de dia gösterisi yapsa, kotarsa "başardım" diyor. İFSAK'ın aşması gereken çok zorluklar var. FOSEM: Sizce yeni fotoğrafçıların sergilerinin açılmaması, sürekli ustaların sergilerinin ön plana çıkarılması, yeni insanların niteliğinin ortaya çıkmasına bir engel değil mi? ÜZREK: Şimdi somut olan nokta, fotoğraf günlerinin asıl amacının fotoğrafın yaygınlaştırılması, sevdirilmesi. Amaç bu olduğu zaman fazla bir şey yapamazsın. Fotoğrafın tekniğine takılıp kalabiliyorsun. O fotoğraf günlerinin amacı bizim istediğimiz biçimde değiştiği takdirde ancak sokaklarda sergi açabiliriz. Belki de tam
36
pabilmenin yollarını bulmak gerekiyor öyleyse. AKBAŞ: Sergi açarken ne kadar ayrıntılar var bilirsiniz. Fotoğrafların yanyana getirilmesi, camların temizlenmesi, silinmesi, bir yere götürülmesi, mekâna göre asılı duruma getirilmesi, oradan taşınması, güvenceye alınması, ortalıkta sürekli birinin bulunması yani bir sürü ayrıntılar giriyor. Sergi sayısı arttıkça bu ayrıntılar da artıyor. Eldeki olanaklar, teknik olanaklar yetmiyor. Durum böyle olunca kısıtlı olanaklarla ne yapılması gerekir. Bunu düşünmek gerekiyor. Burada insanların beklentilerini, eldeki olanakları bırakıp kendi düşüncelerini ortaya çıkarmıyorsun. Bana göre ustasız olmaz bu iş. Mutlaka eski ustalar olacak. Yine de bu işi dar tutmamak lazım. Yük getirmeyecek sergileri, gösterileri, fotoğraf etkinliklerini gündemin içerisine almak gerekir. Örneğin Kadıköy'deki bir fotoğraf sergisinin çıkaracağın katalogda yer alması İFSAK'ın buna kapalı olması olumsuz. Bu kapalılığı ortaya çıkan sonuçlara dayanarak söylüyorum. FOSEM: Espiriyle karışık "adam galeri istiyor, para istiyor, yer istiyor. Biz hamallığını yapıyoruz, o yüzden sınırlıyoruz" denildi. Fotoğrafın bu şekilde sınırlandırılmasına ne diyorsunuz? AKBAŞ: Onların beklentileri kendilerine göre kaliteli sergiler, gösteriler yapıp, İFSAK şunları gerçekleştirdi dedirtmek olabilir. FOSEM: "Adam broşüre çıkmak için bize geliyor" dediler. ÜZREK: Beş yüz kişinin öyleleri de çıkabilir.
TAVIR
içinde
FOSEM: sözkonusu.
Ama
bir
genelleme
ÜZREK: Onu genellememek lazım. A KBA Ş: Buradan da şunu kazanıyorsun. Ara Güler'in sergisi otursa TRT ve basın ilgi duyuyor. Basın Ara Güler'in sergisinden söz açma gereğini duyuyor. Söz açarken de fotoğraf günlerinden bahsediyor. Böylece ismi hiç duyulmamış arkadaşların da sergisinden söz ediyor. Şimdi böylesi bir avantajları da var. Ama sen sergi aç, gösteri yap adamın umrunda değil. O sansasyonun peşinde. Biraz tanınır olanın peşinde. Ama herşeye karşın fotoğraf günleri Türkiye'nin derli toplu en büyük fotoğraf etkinliği. Ayrıca bu amatör çabaya katkıda bulunanları kutlamak gerek. Sonuç olarak fotoğrafı, fotoğraf sanatını kitleleri yüreğinden yakalayan bir araca dönüştürmek en temel uğraşlarımızdan biri olmalı. Ülkemizde fotoğraf sanatçıları bu güce sahip olmalıdır. Yeter ki bu gücü hiç tereddütsüz bir duyarlılıkla kitlelerin etine, kemiğine işleyecek bir uslupda kullanabilelim. Fotoğrafın kapalı salonlarda elitist bir mantıkla sergilenmediği bir hafta sonu masturbasyonu olmaktan çıkarıldığı, sokaklarda, varoşlara taşındığı, yaygınlaştırıldığı, kitlelerde belli bir beğeni düzeyi (bilinci) yarattığı ve asıl önemlisi, onların sorunlarıyla doğrudan kaynaşan kimi zaman onları yakasından yakalayıp silkeleyen, kendine getiren, sorgulayan, bir araca dönüştürüldüğü fotoğraf günlerinin özlem ve çabasıyla söyleşimizi burada noktalıyoruz.
37
EYLÜL ANALARI OHS OYUNCULARI ORTAKÖY HALK SAHNESİ YAZAN: Devrimci Tutsaklar -OHS MÜZİK Grup Yorum
"Tarihler yazar bizi Biz tarih yazanlarız"
DİA: FOSEM DEKOR VE KOSTÜM: OHS IŞIK: OHS Bir oyun yazıldı. En ağır baskılarla bile susturalamayan. İnsanlık onurunu, siyasi kimliğini savunanlar yazdı, bu tarihi. Zincirlerin karasına, yıllarca süren görüş yasağı, mektup yasağı, avukat yasağı, basın-yayın yasağı, en sıradan insani hak yasağına rağmen mavi kefenleri giymeyen, direniş hattının karanfilleri yaşayarak kurguladılar bu oyunu. Bu oyunu direnen oğullarının sesine nefes olan analar babalar yazdı. Bu oyunu taşlarla sopalarla evlerini koruyanlar, gözaltında, işkencelerde katledilenler yazdı. Bu oyunu repliği gelecek güzel günlerin harcına karanlar, hayat denen o karmaşık sahnede emekçilerin zorlu tiradını seslendirenler yazdı. Evet oyunumuzun ismi Eylül Ana-ları. 19 Mayıs 1984. Bir avuç ana üzerinde "Yeni Ölümler İstemiyoruz'' yazan çelenkleri Taksim Meydanı'na bırakarak hiç bir gücün engelleyemeyeceği direniş tohumlarını attı. Eylül zindanlarında boy veren direniş dalgası dışarda anaların babaların haykırışlarıyla beslendi, güçlendi. Artık tek bir ses, tek bir yürek haline gelen
TAVIR
analar babalar TAYAD'ı kurdu. "Kuraktı toprak gökyüzü karanlık Bizler suskun birer ana babaydık Eylül zindanlarındaki çağrıyla Yıktık korku kalelerini yıktık" O analar ki "dayan oğlum, dayanalım birlikte. Yaşayalım ve görelim birlikte" diyen. ANA: "Oğlum mektubunda beni sürekli teskin etmeye çalışıyorsun. Anacığım merak etme bunlar kimseyi idam etmez diyorsun. İdam etseler bile ağlarım, yanarım ama önlerinde eğilmem. Sen merak etme oğlum. Yüzünü kara çıkarmam. Ama o senin düşlediğin, düşlediğimiz güzel günlere kavuşacağız. Sana diyeceğim tek şey var. Dayan oğul birlikte dayanalım. Seni seven annen." Yemediler, içmediler, paylaşmak istediler acıyı ve direnişi, o analar ki yatan oğullarının acılarını yüreklerinde duyarak. ANA: "Nasıl kaşık tutar ellerim, ekmek taş olur boğazımda. Zehir olur içtiğim su. Acısı yüreğimi deler. Nasıl yer içerim ben oturamam sofraya."
38
verdiler bedenlerini. ANA: "Oğlumun başına birşey gelsin işte şuraya yazıyorum; yakarım kendimi" diyor, O analar ki Nikaragualı Sandinist ana Idıana'nın evrenselleşmiş "bir ana yalnızca çocuğunu dünyaya getiren ve ona bakan biri değildir. Bir ana bütün çocukların, bütün insanların acısını sanki hepsini de karnında taşımışçasına yüreğinde duyan insandır" sözlerinin bilincini ve coşkusunu taşıyan. ANA: Bakın beni iyi dinleyin. Ben artık eski Kudret hanım değilim. Geç de olsa birşeyler yapmam gerektiğini öğrendim. Şimdi binlerce oğlum kızım var benim. Evet Eylül Anaları direnen anaları anlatıyor. Eylül Anaları verdiği mücadele karşısında çaresiz kalan siyasi iktidarın tam da İnsan Hakları
TAVIR
Haftası'nda kapattığı TAYAD'ı, TAYAD'lı anaları anlatıyor. Eylül Anaları Sovyet halklarının dirençli anası Vlassova Ana'yı, Filistin'in sesi İnatçı dost Leyla Halit'i, Vietnam'lı kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın önder savaşçısı Niguyen Tni Ana'yı. Perşembe'nin yiğit delilerini, duygularımızın ortak sesi Arjantin'li anaları anlatıyor. Eylül Anaları sahneleniyor. Çünkü mücadele eden insanların anaların duyguları, inançları tüm yüreklere aktarılmalıydı: ANA: Diyorum ki en iyisi kendimi, kendi yaşantımı anlatayım sizlere. Çünkü ben yaşadım, ben gördüm. Ve yine umarım ki öğrenmek istediklerinizi benim hikâyemde bulursunuz. Evet evet en iyisi sizlere kendi hikâyemi anlatmak. Oyunumuz tüm analara.
39
MİZAH ÜZERİNE AKİF ÖZKAL
Mizah, insan yaratıcılığı, ve zekasının günlük yaşam içerisinde vazgeçilmez yansılarından ve aynı zamanda çok daha geniş alanı ifade eden sanatın dallarından biridir. Bu özelliği ile de elbette sanatın işlev ve özelliklerini içermelidir. Mizahı da toplumsal yaşamın ve toplumun ileriye yönelik hareketinin seyri içersinde değerlendirmeliyiz. Bu yazımızın amacı da konuyu genel hatlarıyla ve doğru perspektif ışığında netliğe kavuşturmaya çalışmaktır. Bilindiği gibi mizah, özellikleri itibariyle daha yaygın ve popüler olması, onu daha etkili, ciddiyetle ele alınması gereken bir alan haline getirmektedir. Baskı ve terörün tek egemenlik tarzı olduğu dikkatörlük dönemlerinde, hele ki halkın tepkilerini örgütlü bir biçimde dile getirme olanaklarının ortadan kaldırıldığı koşullarda, mizah insanların eleştirme yöntemlerinden biri olarak kendisini göstermektedir. Fıkra, yergi ve mecaz biçiminde dile gelen anlatımlar vb. Bu tür dönemlerde insanların tepkilerini ortaya çıkaran birer araç olurlar. Bu anlamda diktatörler mizaha düşman olmuşlardır. Mizah, toplumumuzda geleneksel ve tarihsel temelleri bulunan bir sanat dalıdır. Bu yanıyla günümüzde de yaygın ve etkindir. Son yıllarda mizah deyince aklımıza karikatürün geldiğini
TAVIR
söylersek herhalde abartmış olmayız. Gerçekten de günümüzde mizahla, karikatür, (mizahın alanı kuşkusuz çok daha geniş olmakla birlikte) neredeyse eş değer anlam kazanmış durumdadır. Bugün yayıncılıkta (gazeteler, haber dergileri vd. ) karikatürün artık vazgeçilmez bir yeri ve ağırlığı olması, bir çok mizah dergisinin arka arkaya yayınlanması vb. bu durumun göstergesi olarak görülmelidir. Ancak mizah dergilerine şöyle bir göz atıldığında, hemen tümünün de aynı düzeyi yansıttığı, bazı farklılıkları saymazsak genellikle kendini tekrarladığı görülecektir. Mizah dergileri kuşku yok ki genel anlamda "muhalefet" tarafında bulunmaktadır. Ancak bu düzeyin yeterli olduğu ve toplumsal muhalefeti baz alacak olursak en azından bu olguya paralel bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir mi? Burada amacımız tek tek mizah dergilerini irdelemek ve eleştirmek değil. Bu başka bir yazının konusu olabilir, tabii. Konuya genel bir açıdan baktığımızda karşımıza çıkan gerçek; mevcut düzeyin ancak reformist bir anlayışa denk düştüğüdür. Hayat pahalılığı, zamlar, yoksulluk derinleşen çok boyutlu kriz, (vb) sadece mevcut siyasi iktidardan mı kaynaklanmak tadır, yoksa sorunun kaynağı toplum sal düzenin kendisinde midir? Öğrenci gençliğe yönelik saldırı ve uygulama lar, YÖK olmasa ortadan kalkacak mıdır, yoksa ......sorun daha temelde mi
40 40
yatmaktadır? İşkence, insan haklarının en temel olanlarının bile hiçe sayılması gerçeği sadece mevcut iktidarın mı uygulamasıdır, yoksa sorun sömürücü düzenin aczinin kaçınılmaz çaresizliğinden mi kaynaklanmaktadır? Bu ve benzer sorulara verilecek yanıtlar sahip olunan mantığı ortaya çıkarmaya yetecektir. Ve bugün varolan düzey, ne yazık ki, sadece eleştiri düzeyindedir ve mevcut sorunların, çarpıklıkların, çelişkilerin kaynaklarına ve bunun yanısıra çözüm noktalarına işaret etmekten uzaktır. Oysa sorun reformcu bir mantıkla eleştiri değil, sömürücü toplumun iç yüzünü ortaya seren ve toplumsal mücadelenin haklı ve meşru zeminini savunan bir
anlayışla hareket edebilmektir.
•Sosyalistler, savaşsız, sömürüsüz bir dünyanın kavgacısı olmak sıfatıyla yarını bugünden kurmak durumundadır. Bu, mevcut düzene her alanda alternatif oluşturabilmek, en azından bunun temellerini bugünden atmak demektir. Genel anlamda sanat, konumuz açısından da mizah, bu temel perspektifin ışığında ele alınıp genel mücadelenin çok yönlülüğü içerisindeki yerine oturtulabilinmelidir. Mizah, herkesin şu veya bu şekilde katılım gösterebileceği bir özellik taşımasında dolayı, eğer ciddiyetle ele alınırsa etkin bir araç durumuna gelmemesi için hiç bir neden olamaz. Bu alanda varolan boşluk da sorunu bu biçimde ele almayı daha da gerekli kılıyor.
TAVIR
41
ATEŞİN OYKUSU DİST DİYARBAKIR SANAT TİYATROSU Yazan,Yöneten :Cuma BOYNUKARA Müzik :Geleneksel,İsmetASLAN Dekorve Kostüm : DİST Işık :BayramCAN Yıl 1987. Diyarbakır'da yerleşik bir tiyatro kuruluyor. Amaç turneye gelecek tiyatroları beklemek yerine, yerinde tiyatro yapmak ve "tarihsel gerçeğe kültürel katkıda bulunmak." Zorlukları mı...? Olmaz mı? Salonsuzluk, ekonomik çıkmazlar vs. nedenlere politik baskılar eklenir. Buna rağmen DİST'i n 1987'den bu yana Orhan KEMAL'den Ferhan ŞENSOY'a, Ömer POLAT'tan Tuncer CÜCENOGLU'na uzanan bir repertuarı var: Bekçi Murtaza'dan Şahları'da Vururlar'a, Aladağlı Mıho'ya uzanan bir repertuar. Bugünlerde ise DİST CUMA BOYNUKARA'nın yazıp yönettiği "ATEŞİN ÖYKÜSÜ" adlı oyunun son hazırlıklarını yapıyor. Hem de tiyatronun kırka yakın "genç kadro" adını verdikleri meslekten yetişmeyen amatörlerle. Genç kadronun özelliği, hemen hemen hepsinin kendi yaşamlarını oynuyor olmaları. Sorularımızı yanıtlayan da yine onlar. "ATEŞİN ÖYKÜSÜ" nasıl bir oyun diye soruyoruz? "Tarihsel gerçeğe bir bütün olarak bakıyoruz. Bir yandan DAHAK mitolojisi, öte yandan mezhep çatışmasıyla yoğrulan tarihe bugünle ilişkili alegorik bir bakış var oyunda. Bu alegori (Benzetme, ilişki kurma) dediğimiz gibi günümüze tekabül ediyor. Yani bugün TAVIR
gerçekleşenin dünden büyük bir farkı bulunmuyor. Oyundan örnek vermek gerekirse, imparator Dahak'ı oynayan oyuncunun, oyunda geçen sonraki tarihsel dönemler içinde Kasr-ı Şirin antlaşmasına imza atan, bunu Lozan'da yineleyen, ayrıca Cafercik ve büyük kara adamı oynaması tarihteki zorun günümüze kadar giderek büyüdüğünü yalnızca yöntemlerinin değiştiğini anlatıyor. Veya, yine aynı şekilde aşçıyı canlandıran oyuncunun kahini oynadığı ve şeytanca düşünceleri Dahakla öğütlediği ve yakın tarihteki Şeyh Idris-i Bitlisinin yaptığı mezhep anlaşmazlığıyla örtüştüğü. Zorun biçim değiştirdiğini işaret etmeye çalışıyor. Bu bağlamda aslında Dahak mitolojisi bizim için bir vesile oluşturarak, bununla birlikte mezhep çatışmasının da bir yapay durum olarak yaratıldığının ve bunun da hem tarihte hem de oyunda sorunun bir "gerçek" nedeni olamayacağının yine bir geçici bir sorun olarak hayatta olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Oyun ulusal bir tiyatro olarak nitelenmemen, kaldı ki ulusal bağımsızlık olmadan ulusal tiyatro mümkün değildir. Ancak yaptığımız gelişen ulusal muhalefete bir katkı olarak nitelendirilebilir."
42
"Daha önce söylediğimiz gibi oyunumuz tarihsel gerçeğe —bütünlüklebakarak, kültürel-sanatsal bir katkı amacını taşıyor. Bu kadar da değil, bunu giderek evrensele mal etmek ve teatral gelişimi de unutmamak." oluyor. . "Ateşin Öyküsü"nün ilginç bir yanı var. O'da Diyarbakır yerine ilk önce İstanbul'da oynanacak olması. Nedenini "Genç kadro"dan öğreniyoruz: "Bunun belli başlı bir kaç tane nedeni var. Biliyorsunuz yöremize özgü bazı yasalar var. Olağanüstü Hal Bölge Yasası, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Diyarbakırlı olmanın özel yasaları!..." Hemen Aladağlı Mıho oyununun turnelerini hatırlatıyoruz: "Bu özel yasaların işleyişi oyunun turnelerinde kendini gösterdi. Sakıncalı görüldük. Siirt turnesinde 300 kişilik salonda 83 biletli izleyici, geri kalanı görevli memurlardı. Elazığ, Siverek, Gaziantep, Ergani ve Diyarbakır'da da aynı şeyler oldu. Bunun yanında izin alamayıp oynayamadığımız yerler de var. Böyle olunca da bu yasaların bize özel ve yine bize önyargısız olmadığını söyleyebilir misiniz? İşte bu nedenlerden dolayı oyunun bu yörede oynanmasının ne denli zor olduğu anlaşılabilir. Bununla birlikte yörede yaratılmaya çalışılan sanatın güdümlü ve resmi ideolojiye dayandırılmak istenmesi bizi bu tür bir alternatife yöneltiyor. Ayrıca İstanbul'da oynanmasının bir esprisi de bizzat bu yasaları çıkaranların bölgesine, o yörenin insanına taşımak bir tür espiridir." "DlST"in gelecekte neler yapacağını, yeni oyunlarının olup olmadığını öğreniyoruz:
TAVIR
"Sırada Hamidiye Alayları ile benzemesinden ötürü koruculuk olayını ele alan "MUHTARO LO MUHTARO" adlı bir oyun var. İhbarcılığın kurumlaştırıldığı bugünlerde, bu kurumun iflasının zorunluluğunu sergileyen bir oyun. Görüyorsunuz ki bir yanda yerelle (koruculuk olayı) uğraşırken, bunun evrensel (ihbarcılığın kurumlaşması ve iflası) mal edebiliyoruz. Bu arada şunu da söyleyelim Muhtaro ile yine turne şenliğini yaşayacağız." Bugünlerde aniden ortaya çıkan KÜRTÇE serbestisi (!) ve Kürtçe oyun oynama konusunda düşüncelerini soruyoruz. "İfade ettiğiniz şekilde Kürtçe serbestisi (!) aniden ortaya çıkan bir olay değil. Aksine bu konuya 6 yıl önce tahlil getirilmiş olup beklenen bir olaydı. Kürtçe oyun oynanması bize göre yerinde bir olay değil. Tersine yanlışlıklar içerir. Çünkü Kürtçe oyun oynamanın dile yapacağı (daha doğrusu yapamıyacağı) katkısı düşündürüyor. Katkıdan çok zararı olacağı kuşku götürmez bir gerçek. Zaten asimile olmuş bir dilin eylemi ancak 6-7 kuşağın özgür bir dil eğitimiyle mümkündür. "DlST"i ve oyuncularını 40 kişinin prova yaptığı (!) o küçük odada provalarına dönmüş bir durumda bırakıyoruz. Sesler üçüncü kattan sokağa taşıyor. "Her şeye rağmen devam dercesine". DlST'in 10-24 Mart 1991 tarihleri arasında Ortaköy Kültür Merkezi'nde oynayacağı "Ateşin Öyküsü" adlı oyun valilikçe yasaklandı. OKM'd e kültür ve sanata ilişkin hiçbir etkinliğe izin vermeme tavrı, bu yasaklamayla devam ediyor.
43
TAVIR
44
TAYAD TÜRKÜSÜ Söz-Müzik: Grup Yorum
Kuraktı toprak gökyüzü karanlık Bizler suskun birer ana babaydık Eylül zindanlarındaki çağrıyla Uyandık korkulu düşten uyandık
Direniş boy attıkça zindanlarda Dayandık zulüm kapısına dayandık Ses verdik evlatların haykırışına Yıktık korku kalelerini yıktık
Tutsaklık zinciri kırılıncaya dek Omuz omuzayız yürek yüreğe Onurumuz karanfillerimizle Yürüyoruz meydanları inleterek.
TAVIR
45
OYUN METNİ
SAHNE: I MADENCİ OHS OYUNCULARI
(Başlarında baret, ayaklarında çizme, omuzlarında kazma olan işçiler sahnenin sağından ve solundan peşpeşe girerken repliklerini okuyarak, seyircilere karşı V şeklinde bir fotoğraf oluştururlar.) 1. İŞÇİ
— Her sabah kırağı düşmeden daha Çankaya sırtlarına
2. İŞÇİ
— Ve İstanbul'da çok uluslu şirketlerin çatısına
3. İŞÇİ
— Yorgun bedenimizle çıkıp yoksul evimizden
4. İŞÇİ
— Tüketip bir günlük yevmiyelerimizi tarhana çorbalarına
5.iŞÇi
— Kazanmak için 19 bin lirayı
6.İŞÇİ
— Girerdik maden ocaklarına
TOPLU
— Girer gibi ölümün koynuna
(işçiler hep birlikte kazma sallamaya başlarlar. 1. işçi hem çalışır, hem de anlatımını sürdürür.) 1 .İŞÇİ
— Biriktirip öfkemizi gün be gün ekmeğimizden daha fazla çalanlara Bileyip hıncımızı umutlara duvar örüp, grizuda makinaları kurtaranlara
2. İŞÇİ
— (Kazmasını bırakıp öne derler) Grev dedik bin ağız
3.4. İŞÇİ
--- (Kazmalarını bırakıp öne ilerlerler) Grev dedik on bin ağız
5.6.1 .İŞÇİ
— (Kazmalarını bırakıp öne ilerlerler) Grev dedik 48 bin ağız
(Sahneye kadınlar girer) KADINLAR — Grev dedik 4 çarpı 48 bin ağız, bir o kadar da boş mide
TAVIR
46
TOPLU
— GREV DEDİK!...
(Yolculuk için battaniye ve azıklar hazırlanır) 1 .İŞÇİ
— Milyonlar kulak verdi sesimize. Çankaya sağır kesildi Uzaktan işitemiyorlarsa, varıp yanlarında isteyelim haklarımızı dedik "Ölmek var dönmek yok canlarım" dedi başkan "Gemileri yaktık dönüş yok"
2.İŞÇİ
— Hür dünyanın sahipleri silah tekelleri. CIA ve Pentagon İnsan hakları, barış, özgürlük maskesi altında Hazırlanırken Ortadoğu halklarını katletmeye
TOPLU
— "Savaş değil, ekmek istiyoruz" dedik.
(Oyuncular sahnede sıra halinde yürümeye başlarlar. 1. Kadın sözünü bitirmeye başladığında oyuncular yavaşça yere oturmaya başlarlar.) 1 .KADIN
— Yağmur, çamur, gece gündüz, kar, kırağı demeden Yürüdük çoluk çocuk, kadın, erkek, yaşlı, genç Sarıp yüreğimize destek verenlerin sıcağını Soğuğu ateş, yılgınlığı inanç eyledik
(Yere oturanlar bir ekmeği aralarında paylaşırlar. Bu esnada, sahne kenarında ayakta duran 3. işçi anlatımını sürdürür) 3.İŞÇİ
— Mengen yeşilin harmanlandığı şirin bir kasabadır Konaklayınca yorgun bedenlerimizle Mengen'de Dayanışmanın güzelliğini yaşadık, bizcileyin yoksul evler-. de.
(Kalkarlar, sahnenin önüne doğru iterlerken kolkola girmeye başlarlar) 2.KADIN
— "Yolcu yolunda gerek" deyip yürüyünce E-5'e Gördük egemenin yüzünü jandarması ve polisiyle
(Bir direniş yaşanır. Kenetlenmiş oyuncular sanki önlerinde bir barikat varmış gibi duraksarlar. Yavaş yavaş direniş gevşer, kollar aşağı sarkar, başlar öne düşer. 4. işçi anlatımını sürdürürken, kazmalar yerde sürüklenerek taşınır. Konuşmanın sonlarına doğru kazmalar omuza alınır, bir öfke belirtisi olarak kendinden emin
TAVIR
47
bir şekilde yürünmeye başlanır.) 4.İ Ş Ç İ
— Meğer biz gemileri karada yakmışız Meğer biz ölmüşüz geri dönmek gerekirmiş Taşıyarak iki şehidimize verdiğimiz sözü yerine getirememenin utancını Döndük geri, geldiğimiz yolları bir kez daha adımlayarak Her adımda bir öfke, her adımda yenilginin öğrettikleri
(Kadınlar sahneder ayrılır. İşçiler yürümeyi sürdürürler) 5.İ Ş Ç İ
— Ayaklarımızdaki çamur kurumadan daha Öğrendik ki grevler ertelenmiş, umutlarımız ertelenmiş Bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen savaş yüzünden Girdik madene suskunluğumuzda öfke bileyerek
(tekrar çalışmaya başlarlar) Duyduk ki emeğimizin karşılğını vermeyenler Ortadoğu'daki emekçileri öldürmenin hesabını yaparlar Duyduk ki bu kazma bu kürek ile siper kazalım isterler Hür dünyanın sahipleri için (6 işçinin konuşmaya başlamasıyla birlikte, kazmalar sıkıca kavranır, sahnenin önüne doğru ilerlenir) 6.İ Ş Ç İ
— Bu kazma bu kürek işleyecek
Karın tokluğuna bizi çalıştıranların Sırtımıza kiralık katil elbisesi biçenlerin TOPLU
— Mezarını daha derin kazmak için ---IŞIK— SAHNE : II GECEKONDU (Gecekondu yaşayanlarının kıyafetleri içindeki oyuncular (3 kadın, 3 erkek)
TAVIR
48
sahnenin sağından ve solundan bir kadın, bir erkek olmak üzere ikişer, ikişer girerken repliklerini okurlar. Madenci sahnesinde olduğu gibi V şeklinde bir fotoğraf oluştururlar) 1 .ADAM — Her sabah kırağı düşmeden daha Çankaya sırtlarına 1 .KADIN — Ve İstanbul'da çok uluslu şirketlerin çatısına 2.ADAM — Yoksul bedenimizle çıkıp yoksul gecekondumuzdan 2.KADIN — Otobüse bilet, vapura jeton, acıkana simit satmaya giderdik 3.ADAM — Kızlarımız, oğullarımız tüketirken makine başında gençliklerini 3.KADIN — Boynumuz büküktü, yüreğimiz ezik 1 .ADAM — Bir sabah kırağı düşmeden daha Çankaya sırtlarına Ve İstanbul'da çok uluslu şirketlerin çatısına TOPLU — Kuşatıldı mahallemiz polis ve jandarmalarca (Daşarıdan polis ve jandarmalar girer. Anlatıcıları joplamaya, gecekondudekorlarını dağıtmaya başlarlar. Bağırmalar, çığlıklar ve silah sesleri duyulur. Bu bölümde flaşör kullanılması anlatımı güçlendirecektir. Saldırı sonrası polis ve jandarmalar dışarı çıkarlar. Yıkıntıların arasındaki gecekondu insanları yaralanmışlardır. Başlarından geçen olayı, yeniden yaşıyormuşcasına anlatırlar) 1 .ADAM — Evden çıktığında hava henüz aydınlanmamıştı. Otuz adım ya gittim ya gitmedim, karanlığın içinden bazı gölgeler belirdi. "Dur polis" sesini duyunca irkildim. Uykunun mahmurluğunu henüz üzerimden atamadığımdan ne yapacağımı şaşırdım. O şaşkınlıkla kaçmaya başladım. Arkamdan dört el silah sesi geldi. Kendimi çalıların arasına attım. 1.KADIN — Beyim gece vardiyasında olduğundan evde yoktu. Hava ayazdı. Bebeler üşümesin diye sobayı tutuşturayım dedim. Odun almak için dışarı çıktığımda polisleri gördüm. Korkudan çığlık atmaya başladım. Polisin biri "kes sesini kadın, milleti uyandıracaksın" diye bağırdı. Susmadım. 5-6 tane tencere kafalı polis beni joplamaya başladı. Susturmayacaklarını anlayınca çamurun içine yatırıp, eşarpla boğazımı sıktılar. 2.KADIN — Büyük bir gürültüyle uyandık. Polisler doluştu içeri. Kapıyı kırmışlardı. Apar, topar fırladım yataktan. Bir tanesi silahını başıma dayayıp "Burda anarşistler, teröristler varmış, bize
TAVIR
49
göster" dedi. Oğlumu gösterdim. "İşte" dedim. (Kucağındaki bebeği gösterir) "Geçen sefer babasını katlettiniz, şimdi oğlumu, yetiştiriyorum" (2. Adam, anlatıma başladığında yaralı insanlar ağır ağır ayağa kalkıp, kolkola girerler) 2.ADAM
— Hür dünyanın sahipleri, silah tekelleri, CIA ve Pentagon İnsan hakları, barış, özgürlük maskesi altında Hazırlanırken Ortadoğu halklarını katletmeye
3.KADIN
— Çoluk, çocuk, kadın, erkek, yaşlı, genç demeden Jopladılar, kollarımız bacaklarımız kırılıncaya dek İte kaka doldurdular polis arabalarına
2. K A DIN
— Savaşacaksınız diyorlar şimdi de
1 .ADAM
— Savaşacaksınız, Ortadoğu petrollerini kurtarmak için
TOPLU
— Evet savaşacağız Savaşacağız, bizi kan uykularda basıp, canımızı çıkarıncaya dek dövenlere karşı Savaşacağız, villalarda yaşayıp konduları bize çok görenlere karşı —IŞIK— SAHNE K............
(Sahnenin ayrı yerlerinde kaval çalan, uyuyan, tarlada çalışan insanlar vardır. 2. ADAM anlatımını bitirdiğinde sahneye askerler girer. Süngülerle uyuyan, kaval çalan, çalışrnanlara saldırırlar. Saldırı sahnesinde flaşör kullanılması anlatımı güçlendirecektir. 2. ADAM sözünü bitirene kadar saldırı sürer.) 1.ADAM
Sarptır, kayalıktır bu diyarlar Yol geçmez, kervan geçmez Yıl boyu çalıştığımız karın doyurmaya yetmez
TAVIR
50
2.ADAM
Tarlada toprağı ekerken Mezrada hayvanları otlatırken Kerpiç evlerimizde uyurken geldiler
Geldiler ve öldürdüler (Askerler çıkmıştır, ölüler ayağa kalkıp, sahneye yeni giren oyuncularla birlikte sahnenin önüne ile rler.)
1.KADIN
Düğünlerimizi bastılar, Halaylarımıza, türkülerimize kurşun sıktılar Sevgilerimizi sunarken bile yarimize, utanırdık çıplaklığımızdan Çırılçıplak soydular köy meydanlarında Dövdüler yerde sürüdüler, dışkı yedirdiler Suç sayarak anadilimizi konuşmayı Mapuslara koydular. Kır çiçekleri evladlarımız şehit düşünce dağlarda
3.ADAM
Terörist dediler, televizyonda gösterdiler Yine de söndüremediler bağrımızdaki özgürlük ateşini Baktılar gün geçtikçe artıyor savaşanların sayısı Yeni bir yol aradılar Hür dünyanın sahipleri; silah tekelleri, CIA ve
2.KADIN
Pentagon İnsan hakları, barış, özgürlük maskesi altında Hazırlanırken Ortadoğu halklarını katletmeye Buldu faşizm, daha azgınca saldırmanın yolunu.
TOPLU
"Savaşa girmeyeceğiz" dediler. Hergün artan sayıda askerleriyle geldiler.
1.ADAM 3.KADIN 2.ADAM
Tanktan, tüfekleri, uçaklarıyla geldiler Bir doktor uğramazken şehrimize
TAVIR
51
3.KADIN
Tankları, tüfekleri, uçaklarıyla geldiler
2.ADAM
Bir doktor uğramazken şehrimize
1.KADIN
Binlerce doktoru, hemşiresi, hastabakıcısıyla geldiler
3.ADAM
Siper kazdılar, silahlarını yağladılar
2.KADIN
Seyyar hastaneler kurdular
1.ADAM
Üsleri savaşa hazır hale getirdiler .
TOPLU
Yine de savaşa girmeyeceğiz dediler
(Ağıt başlar. Sahnedeki oyuncuların bazıları vedalaştıktan sonra, yolculuk için hazırladıkları yüklerini sırtlarına alır. Sahnenin diğer bölümüne doğru, bir göç izlenimi verecek şekilde yürürler. Uygun bir yere geldiklerinde yüklerini bırakıp konaklarlar. Geriden kalanlar evlerinin pencerelerini, kapılarını naylonla kaplar gibi, duvarları boyar gibi yaparlar.) 2.ADAM
(Göç edenlerden biri) Kimya yaman bombadır. Halepçede kardeşlerimizi böcekler gibi öldürdüler. Yurdumuzdan, toprağımızdan kopmak kolay değil. Bundan başka çaremiz kalmadı. İki ateş arasındayız. Toprağımızı satıp, karımızın bileklerindekini bozdurduk. Paramız yettiğince uzaklaştık askerin zulmünden, kimyanın zehrinden. Şimdi bir odada 12 kişi yaşıyoruz. İş yok. Para yok. Halimiz, perişan.
3.KADIN
(Göç edenlerden biri) Köyde bıraktığımız evlerimiz soyulmuş. Çapulcular herşeyi götürmüş. Askerler tarlalarımızı talan etmiş. Elimiz, kolumuz bağlıdır.
3.A DAM
(Kalanlardan biri) Göç edecek paramız yok. Gaz maskemiz, sığınağımız yok. Naylon gerdik kapıya, pencereye. Sirkeyle, çamaşır suyuyla yıkadık duvarları. Bir de tavuk bağladık pencerenin önüne. Gazeteler yazdı bizi; zekice buluş dediler çaresizliğimize.
1.KADIN
(Kalanlardan biri) Mağaralara gizleniriz, eşkiyasınız derler. Sığınak kazarız, yataklık ediyorsunuz derler. Bomba düşer tepemize yanlışlık derler.
(Göç edenler ve kalanlar ayağa kalkıp sahnenin önüne ilerlerler.)
TAVIR
52
HABERLER- YORUMLAR
HASAN HÜSEYİN ANILDI 1927 yılında "kelepçemin karasında bir ak güvercin" gibi "acıyı bal eyleyerek" bir şiir yangını gelir dünyaya. "Gürün'de doğdum mutlu günlerin dışında ekmek kavgasının içinde doğdum" "Tutsak sabahlar yaşar" ozan. "masmavi özlemlere kanar"(1) "Ben bir yoksul işçi oğlu adım Hasan Hüseyin bozkırda bir karınca cırcır eden çekirge taş başında serçe adı Hasan Hüseyin çok bulurdu anacağın Hasan'ı Hüseyin derdi İster Hasan deyin siz de İster Hüseyin dilden dile bir türkü" Birgün Varlık Özmenek Hasan Hüseyin'e sorar: "—Gazetecilik mi şairlik mi?" Gürleyen bir sesle yanıtlar Hasan Hüseyin: "—Bunca yıllık gazeteciliğimi şiirin bir dizesine satarım. O dizeyi arıyorum beni" (2) Yıllarca arar o dizeyi Hasan Hüseyin. Belki kendince bulamamıştır o dizeyi, ama birbirinden güzel dizelerle karşımıza çıkıp, "o aranan dizenin" tadını ulaştırır her şiirinde. Nehirler boyunca git ve gör nehirlerin nasıl yol aldıklarını! Sen de bir nehirsin ey yolcu! senin de varmak istediğin bir yer var. Gerçekten varmak istiyorsan oraya, nehirlere iyi bak! Engeller nasıl aşılır, öğren nehirlerden! Yarı yolda yok olup gitmek değildir amaç, nehirler gibi akıp, nehirler gibi ulaşmaktır oraya! Varmaktır oraya, ey yolcu! Derim ki sana:
TAVIR
İyi oku yolunu, avucunun içi gibi bil! İyi belle yolunun engellerini! Dizlerini, ciğerlerini, yüreğini sıkı tut, iyi dengele! Ovada koşar gibi vurma kendini dik yokuşlara! Uçuruma atlar gibi bindirme kayalara! "Daha koş, daha koş!" diye alkış tutanlara kanıp da, kesilip kalma yarı yolda! Dipdiri varmalısın oraya! Varıp birşeyler yapmalısın! Hız koşusu değildir bu, ey yolcu, engelli koşudur bu! Engelleri aşa aşa, gücünü koruya koruya varmalısın oraya! Çünkü oraya varmaktır amacın, koşmak değill"(5) Hiçbir zaman yıllarca önce yazdığı şiirleri sürükleyip gezmemiştir ozan. Hergün yeni bir şiirle çıkmıştır sokağa. "Şiiri ben, oluşum süreci içinde severim; yâni işçiliğini severim şiirin. Ozanlık bence şiirle boğuşmaktır; yıllar önce yazılmış bir kaç parça şiiri sürükleyip gezmek değil ! Ozanlığı şiir severlikle iyice karıştıranlar, şiirle boğuşacakları, her gün yeni bir şiirle çıkacakları yerde sokağa, eski şiirlerinin hafızlığı ile yetinip avunmayı iş sayıyorlar! Şu makina, şu elektronik çağında, bir ozanın kendi şiirlerini ezberden okumak için zorlanması, gömüt başında imamlık gibi gelir bana"(3) Anlaşılmazlığı büyük bir erdem sayanlara ne de güzel yanıt vermiştir ozan. "Yıllardır yazar, çizer, söylerim: Bilineni bilinmeze, görüneni görünmeze, duyulanı duyulmaza, kısacası, somutu soyuta itmek değildir şiirin işi. Tam tersi: bilinmezi bilinir, görünmezi görünür, duyulmazı duyulur, duyumsanmazı duyumsanır, algılanmazı algılanabilir yapmaktır!.. "(4) Ve 84 yılının 26 Şubat'ı nda bir "filizkıran fırtınası"na yenik düşen ozan. Dilden dile bir türkü kalır geride; adı Hasan Hüseyin. Hasan Hüseyin'in yayınlanmış yapıtları:
53
ŞİİR: Kavel, Temmuz Bildirisi, Kızılırmak, Kızılkuğu-Şiirin Uyanışı, Ağlasun Ayşafağı, Oğlak, Acıyı Bal Eyledik Kelepçemin Kafasında Bir Ak Güvercin, Koçero Vatan Şiiri, Haziranda Ölmek Zor, Filizkıran Fırtınası, Acılara Tutunmak, Işıklarla Oynamayın, Kandan Kına Yakılmaz. ÖYKÜ: Öhhööööö!, Made İn Turkey, Bıyıklar Konuşuyor. GEZİ: Bağdat Basra Yollarında. ÇALIŞMA: Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak, Eleştiriye Beş Kala ÇOCUK KİTAPLARI: Eşeğin Gözyaşları, Aşıcı Baba. Ormanın öcü, Ressamın Bıldırcınları 22 Şubat tarihinde, Lütfi Kırdar Spor Salonu'nda SIDAD (Sivas Dayanışma Derneği) ve TYS (Türkiye Yazarlar Sendi-kası)nın ortaklaşa düzenledikleri gecede Hasan Hüseyin anıldı.
Gece FOSEM ve SİDAD'ın birlikte hazırladıkları dia gösterisiyle açıldı. Hasan Hüseyin'in ve ülkemiz emekçilerinin dialarının yer aldığı gösteride fon müzik olarak, Grup YORUM'un Hasan Hüseyin'in şiirlerinden bestelediği yeni parçaları kullanıldı. Grup Merhaba, Nesimi Çimen, Grup Kızılırmak, Banu ve Yavuz Top'un da katıldığı gecede Hasan Hüseyin'i n şiirleri okundu, semah gösterileri yapıldı. Geceyi yaklaşık 6000 kişi İzledi. DİPNOT: (1) Kandan Kına Yakılmaz Hasan HÜSEYİN Bilim ve Sanat, Aralık 1983 (2) Haziranda Ölmek Zor - Hasan HÜSEYİN (3) Acılara Tutunmak - Hasan HÜSEYİN (4) Acıyı Bal Eyledik - Hasan HÜSEYİN
ANKARA KONSERİMİZ YASAKLANDI Ülkemizde, insan hakları adına utanç verici olaylar yaşanıyor. TAYAD kapatıldı. Hak arama mücadelesi bastırmak kazanılan demokratik mevzileri dağıtmak istiyorlar. Devrimciler sokaklarda sorgusuz-sualsiz infaz ediliyor, işkenceler, işkencehanelerde ölüm gündelik iş haline geldi. Bunlar yeni duyduğumuz kavramlar değil tabii ki. Savaşı bahane ederek halka savaş açan iktidarın acizliğinden başka birşeyi göstermiyor yaşananlar. Ankara da bunlardan nasibini fazlasıyla aldı, alıyor. Ankara'da da mücadelenin geliştiğini görenler, herşeye fütursuzca saldırıyorlar. Dernekler basıldı, kapatıldı, kanunsuz gözaltılar, insanlar üzerinde kurulmak istenen komplolar, Ankaralıların yaşamının bir parçası haline geldi. Son
TAVIR
1 ay içerisinde, 4'ü Ankara'da olmak üzere 9 kişi Emniyet ve Karakol binalarından ölü olarak çıkarıldı. Baskılar, kültür-sanat alanına yansıdı. "Kültür ve Sanatta TAVIR" dergisi basılarak içinde Grup Ekin elemanlarının da bulunduğu 20'ye yakın insan gözaltına alındı ve Metin Turan tutuklandı. Bunun ardından, Anka-ra'daki bazı sanatsal etkinlikler de keyfi olarak yasaklandı. 2 ve 3 Mart günleri Ankara'da Gölbaşı Sineması'nda vermek istediğimiz konserlerin valilik tarafından yasaklanması, keyfi bir engellemedir. Grup Yorum o kadar tehlikeli(!) bir grup olarak görülüyor ki, hem konserleri engelleniyor, hem de Grup elemanlarının imzalarına dahi tahammül edilemiyor.
54
Grup Ekin'e destek anlamında, konserden bir gün önce yapmak istediğimiz imza günü de polisin ASM'ye baskısı sonucu engellendi.
Bu engellemeler sürse de (ki kendi yasalarında haksız bir duruma düştüler) halkımızla olan bağımızı güçlendireceğiz.
Bugüne kadar onlarca konserimiz benzer biçimde keyfi uygulamalarla yasaklandı. Nasıl olsa ellerinin altında sudan bahaneler yaratmaya yarayan yasaları hazır. Böylece kitlelerle olan bağımızı koparacaklarını sanıyorlar. Halkımızın yaşadığı ve yarattığı mücadeleyi türkülerde coşkuyla yaşamlarını, gelecek güzel günler için haykırışlarını, tek yürek halinde kitlelerin halaylarla kenetlendiğini görmeye tahammül edemiyorlar.
Halktan yana kültür ve sanat üzerindeki tüm baskı ve yasakları bıkmadan bir kez daha protesto ediyor ruz.
Konser salonlarından meydanlara taşan coşku seli sarsıyor koltuklarını.
• "8 Mart Dünya Kadınlar Günü" nedeniyle bir araya gelen aralarında FOSEM'in de bulunduğu bir grup fotoğraf sanatçısı, ülkemiz kadınlarının sorunlarına fotoğraflarıyla ortak bir yaklaşım sundular. 3 Mart'ta BESD (Boğaziçi Ekin Sanat Derneği)'nde, dia gösterileri ve fotoğraf sergisiyle başlayan sanatçılar, programlarına 18 Mart'tan itibaren OKM (Ortaköy Kültür Merkezi)'de devam edecekler.
YALNIZ TÜRKÜLERİMİZDEN DEĞİL, İMZALARIMIZDAN DA KORKUYORLAR... OYSA BİZİM İMZAMIZ GECEKONDU MAHALLELERİNDE, FABRİKA TEZGAHLARINDA, YERİN 400 m. ALTINDA ÇINLAYAN, DAĞLARIN DORUKLARINI SARSAN TÜRKÜLERİMİZDİR...
• Ortaköy Halk Sahnesi Oyuncuları "Eylül Anaları" adlı oyunu ilk kez 3.3.1991 tarihinde Ümraniye Kültür Merkezi'nde sergilediler. Yazımından sahnelenmesine kadar kollektif bir . çalışmanın ürün olan "Eylül Anaları", 80 sonrası mücadelenin simgesi haline gelmiş TAYAD'lı anaları anlatıyor.
ödemelerde kolaylık sağlayacağı düşüncesiyle posta çek nu marası veriyoruz. POSTA ÇEK NUMARASI: RUHİ UZUNHASANOĞLU 663 665
TAVIR
55
OKM
ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ FOTOĞRAF YARIŞMASI 1991 KONU: YAŞAMI SAVUNAN FOTOĞRAF
SEÇİCÎ KURUL: 1) ARAGÜLER 2) ÎFSAK TEMSİLCİSİ (İBRAHİM AKYÜREK) 3) AFSAD TEMSİLCİSİ (KORAY OĞUZCAN) 4) OKM-FOSEM 1) Yarışma herkese açıktır. 2) Sınırsız yapıtla katılınabilir.Kart-baskı ürünlerde minimum ebadı kısa kenar13 cm. olmalıdır. Basın için; kartpostal ebadında parlak kağıt baskılı ürün örnekleri de kabul edilmektedir. 3) Dia ürünleri de kabul edilmektedir. 4) Ürünler ve kimlik zarfı postada hasara uğramayacak şekilde paketlenecek "OKM" açık adresine yollanacak ve elden teslim edilecektir. 5) Yarışmaya: İlk 5 ürün için 5000 TL Sonraki sınırsızsayıdaki ürünler için üç'er binlikkatılım payı ödeyerek dahil olunmaktadır. Posta Çek No: Ruhi Uzunhasanoğlu 663665 SON KATILMA TARİHİ DEĞERLENDİRME TARİHİ SONUÇ BİLDİRİMİ SERGİLEME
TAVIR
Baskı: Eko Matbaası
: : : :
15 Nisan 1991 20 Nisan 1991 1 Mayıs 1991 2-10 Mayıs 1991
1991 İSTANBUL
56
ÖZGÜRLÜK UĞRUNA Özgürlük uğruna halkın sıcak ve güçlü omzunun omzuna yaslandığını hissetmek sağanak altında şarkı söylemek, Özgürlük uğruna gûmbûrdeyen fabrikaların aydınlanan okulların pulluk altında çatırdayan toprağın şafakta açan çiçekler gibi uykularında gülümseyen çocuklar için sen her şeyi vermek zorundasın bil ki Özgürlüğün dışında başka çıkış yok Özgürlüğün dışında başka yol yok Özgürlüğün dışında başka yurt yok bil ki özgürlüğün ezgilerinin sağır edici mısraları olmayacak, korkuyla yaşayacaklar kendi sefil kibirleri için onu ezelden beri çiğneyenler. Özgürlük uğruna aç çocukların, yıkık konduları, yalın ayakları, çökük yanakları için verilen bu savaşta korkusuz yaşamaları olanaksız onların. Çünkü, bizleriz bu şafağın sahipleri. Özgürlük uğruna sen herşeyi vermek zorundasın her şeyi
kendini kendi yaşamını bile. FAYYAD HAMİŞ Çeviren: Demet Baran Soner Kaynar