1991 08 nisan mayis

Page 1



MERHABA Haydi 1 Mayıs'a!.. Bu sayımızı, her 1 Mayıs sabahı çeşitli yönlerden 1 Mayıs alanına akanlara ithal ediyoruz; her şafak vakti dünyayı yeniden yaratıp yaşatanlara...Mehmet'l ere ithaf ediyoruz; silahların karşısına taşla, yüreğiyle çıkarak direniş geleneğini yaratanlara...Kahraman'lara ithaf ediyoruz bu sayımızı, ölümleriyle düşmana karşı yapabileceklerimizi en çıplak haliyle gösteren meşalelere, devrim şehitlerine, '"ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, mavzerlerimiz elden ele geçecekse, başkaları savaş ve zafer nağralarıyla cenazelerimize ağıtlar yakacaksa, ölüm hoş geldi sefa geldi" diyenlere ithaf ediyoruz. Bir özgürlük savaşçısının, toprağa düşen o kızıl karanfilin, Kahraman Al-tun'un iki şiirini yayınlıyoruz. İfsak üyesi Sevil Üzrek'in "Fotoğrafı Anlatabilmek" adlı yazısı 1 Mayıs 1990" dan bir kesit. .... AİB, Die Drltte-Well-Zcihrilt'ten çevirdiğimiz " Mizah Sadece Bir Araçtır" adlı yazı FSLN'nin "Baricada" dergisinin çizeri Roger Sanchez'l e yapılan bir röportaj. Ahmet Yüzüak'ın "Entelektüellik ve Bilimsellik" adlı yazısının ilgi uyandıracağını umuyoruz. Ahmet Yüzüak'ın "Kırmızı

TAVIR

İp" adlı senaryosu film olarak çekilmeden önce devrimci çevrelere ulaştırılı-yor, demokratik kadın örgütlenmesine ulaşıyor. Sanat eseri kişisel bir yaratımdır ancak yaratım süreci içerisinde kol-lektif çalışma olanakları da değerlendirilmelidir. Kırmızı İp'in bu anlayışın iyi bir örneği olmasını diliyoruz. Fosem, diğer sanat dallarını da içinde barındıran çağın sanatı sinema için, kültür ve sanat alanının mücadeleye sunacağı en etkin silahlardan biri olacak sinema için, somut önerilerde bulunuyor; "Devrimci Mücadelede Bir Silah: Belgesel Sinema" yazısıyla. 7. sayımızda yayınlanan "Kötü Akıl Ya Da Yoksulun Kör Şiddeti Üzerine Düşünceler" adlı şiir Özer Çetin'i ndi. Şairin 1 Mayıs adlı uzun şiirinin bir bölümünü bu sayıda yayınlıyoruz. Bu sayımızda 10. İstanbul Uluslararası Film Festivali'n de gösterime giren Panfliov'un "ANA" Filminin değerlendirmesini de bulacaksınız. Bu film Maksim Gorki'nin romanın başarılı bir sinema uyarlaması. Tavır dergisi bilinen ekonomik nedenlerden başka, gündemi yakalayabilme kaygısıyla Nisan ve Mayıs ayları için yayınlıyor 8. sayısını 9. sayıda buluşma dileğiyle...


YAŞATMAK İÇİN... TAVIR Ölmek için yaşadığımız yeter Yaşamak için ölelim biraz da"(!) Neden bu kadar çok ölümden, şehit olmaktan söz ediyoruz? Yaşamak, hem de "dolu dolu" yaşamak varken, neden hep "ölüm hoş geldi, sefa geldi" diyoruz. Neden ölmeyi bu kadar çok arzuluyoruz, ölümleri ölüm biçimlerini bu kadar çok yüceltiyoruz? Ve neden bazen bir saniye de olsa fazla yaşamaya çalışıyoruz? Yaşamayı çok sevdiğimiz, insanlığı in-sanca koşullarda yaşatmayı arzuladığımız için bu uğurda ölmeyi göze alıyoruz. ölüm böyle bir ideal uğruna ödenmesi gereken bedelse, bunu ödemeye hazır olduğumuzu söylüyoruz, yoksa dünyevi işlerle bütün bağını koparmış insanlar gibi, kefenimiz sandığımızda azraili beklemiyoruz. Böyle olduğunu daha somut görmek isteyenler "Direniş, ölüm ve Yaşam" adlı eserde, ölüm orucu gönüllülerinin altmışlı, yetmişli günlerde yaşamakta nasıl ayak dirediklerine, yaşama ne kadar bağlı olduklarına, -deyim yerindeyse- azrail'e teslim olmamak için ölümle nasıl boğuştuklarına tanık olacaklardır. Ama aynı satırlarda, ölüm orucuna yatanların bir yandan da hedefe ulaşabimek için ölmeleri gerektiğini bilerek "neden hata ölmedik?" dediklerini okuyacaklardır. Bu bir çelişki değil mi? Hayır, asla değil

TAVIR

Her devrimci aslolanın yaşamak ve yaşatmak olduğunu bilir ve zaten güzel, anlamlı ve kelimenin gerçek anlamıyla dolu dolu yaşamak, insanca, onurlu bir biçimde yaşamak (ve yaşatmaktır bütün çabası. Ama yine, her devrimci de bilir ki, böyle bir yaşam/dünya kurabilmenin bedeli vardır, bu bedellerden biri de ölüm olabilir. İşte, bu noktada bir devrimci "yaşamak/yaşatmak için ölmek" gerekirse ölümden kaçmaz. General Panflov, Stalingrad önlerinde askerlerine şu emri verdi: "Ölmek için, düşmana ölebileceğinizi göstermek için savaşmayın. Yaşamak için ateş edin. anayurdumuzu kurtarmak için savaşın! Devrimciler devrim yapmak için savaşırlar. Her devrimci devrimin birer ustası, kalfası ve çırağı ve her şehit bu dev eserin harcı, tuğlasıdır. Bu bilinçle savaşan devrimciler için ölüm, devrim eserinin büyümesine katkı olarak algılanır. Ki. bu bir başka boyutta yaşamaktır. Tarihin hangi çağında, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, ileriye doğru bakan her devrimci yaşamayı anlamlı bulduğu için, yaşam kutsal bildigi, yaşa-nacaksa anlamlı ve güzel yaşamak gerektiği için ölümü gülerek karşılayabilmiş-tir. Bizler, boş bir yaşamı, anlamlı kılınamamış bir yaşamı reddediyor, ideallerimizi savunmanın ucunda ölüm de olsa

2


"hoş geldi, sefa geldi" deme yürekliliğini gösteriyoruz. Sürüngenler, solucanlar gibi, koyun veya midye gibi yaşamak istemediğimiz; yaşamayı nefes atmak, sadece yemek, içmek, olarak görmediğimiz için keskin kılıç sırtından geçmekten sa-kınmıyoruz. Her devrimci bir yaşam savunucusudur. Yaşamı savunacak bir ideali olmayanların gerektiğinde göğüslerini siper etmeye cesaretleri yoktur. Oysa, yaşam savunucusu devrimciler, "uğrunda ölünesi idealleri için ölümü de güzeleştirirler. Ölüm üzerine güzellemelerimiz buradan çıkmaktadır. Çünkü bizler, ölümü de bir "yeniden yaratma", bir "yeniden üretme" olarak görüyoruz. Bir şeyleri yaratmak ve yaşatmak için ölmek gerekiyorsa, bu uğurda ölmek, yaşamı yeniden üretmektir. Yaşama kendilerince anlam yükleyerek içini boşaltanlar, anlamsızlaştıranlar, onu bize karşı koz olarak kullanıyorlar. Yaşam, kâh sehpa oluyor ayaklarımızın altında, kâh urgan oluyor boynumuzda, kâh küçük bir ateş topu oluyor göğsümüzü delip geçen... Böylesi anlarda gözbebeklerimizde korkuyu, ölümün "dehşe-ti'ni görmek istiyorlar; boşuna! Hep bu korkuyla yaşayalım, yaşamımızın her anı dehşet içinde geçsin, yaşam bize zehir zıkkım olsun istiyorlar... Yaşamı savunmaktaki kararlılığımız karşısında bize, "ölümlerden ölüm beğenmek" tercihini bırakanlar, gün oldu zulmü, işkenceyi zehirli kâselerle dolu bir sofra gibi yayıverdiler önümüze, tatmaktan kaçınacağımızı sanarak! Gün oldu korkuyu, dehşeti yüreklerimize kazımak için yıldırım baskınlar düzenlediler; gün oldu ferman çıktı, katlimize... Zulüm de, ölüm de her şey bizim içindi; onursuz ve kimliksiz yaşamak da. "yaşamı an-

TAVIR

lamlı kılmak için", "yaşamı savunmak için" ölmek de... Ya ölmekten, bedel ödemekten korkarak yaşamı tüketecektik, ya da yaşamı güzelleştirmek, zenginleştirmek için ölüm de dahil, bütün bedelleri ödemeyi göze alacaktık. Bize tercih hakkı bırakılmamıştı, bedel ödemeyi "boynumuzun borcu" bidik! Anlamsız bir yaşamı allayıp pullayarak bezinganca satışa sunanların aldatıcı, yalan sözlerine kanmadık, mal ne kadar yaldızlanmış da olsa dönüpte bakmadık. Yaşam, şahdamarınızı kesmeye hazır keskin bir kılıç gibi tehdit unsuru haline getiridiğinde hep şunu sorduk: Canımızı kurtarmak; onurumuzdan, yüreklerimizin derinliklerindeki sevdamızdan, bilincimizin en güzel, en tatlı ve en taze meyvalarından koparılıp tüm bunları altın bir tepside zalime sunmaktan daha mı iyidir? Onursuz bir yaşam, sevdasız bir yürek, inançsız ve coşkusuz, heyecanını yitirmiş bir beyin neye yarar? Bizler, yaşamayı ciddiye alıyoruz. Ve her ciddiye alınan şey gibi değer veriyoruz. İşte, bir devrimciyi yeri geldiğinde ölümü kucaklamaya götüren de yaşama biçtiği bu "değer"dir. Değerlerimizi, insanlık ideallerimizi yaşatmak uğruna şehit düşmeyi yüce bir erdem olarak benimsiyoruz. Devrimci, düşsel ideallerin insanıdır. Bir çoklarınca düş gibi görülse de, idealleri, devrimcinin avucunda bütün nesnelliği ile somut ve bilimsellik ile de doğrulanmıştır. Devrimciyi bu bilimsel nesnellikten hiç bir güç koparamaz. O, ideallerine büyük bir aşkla bağlıdır, "büyük aşk"ı Onu "deli"ye döndürmüştür; yerleşik anlayışa karşı çıkma cesareti gösterdiği, "dünya dönüyor" dediği, tanrıların ateşini çaldığı için"serdengeçti'dir, "serüvenci'-dir". "asi"dir ve hatta "zır deli'dir. Devrim-

3


ciler tanrılardan ateş çalmanın, "dünya dönüyor" demenin ne kadar güç olduğunu, ne çok bedel istediğini bilirler. Doğruları söyleyerek "tanrıları" kızdırmadan önce eğer Galile'nin engizisyon karşısında gerçeği ifade etmekten korkarak içine düştüğü acı duruma düşmek istemiyorsak, Sokrates gibi baldıran kadehini içmeye. Bruno gibi yakılmaya. Bedrettin gibi asılmaya; "sır vermemek için ser verme'ye, "biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik" demeye, idam sehpalarına başımız dik, sloganlar atarak çıkıp sandalyeyi tekmelemeye hazır olmalıyız. Bütün bunlara hazırsak, tarihin tekerleğini ileriye doğru döndürmeyi başarabiiriz ve ancak bu koşulda;" Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında Dürüstçe yaşadım ben; karşılığında Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim (2) diyebiiriz. Ancak bu koşulda "hür ve orman gibi kardeşçesine" bir yaşam yaratıp sürdürebliriz. Bunun şakaya gelir yanı yok! Ciddiye hem de çok ciddiye almak zorundayız! "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın (...) Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut, kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

En güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bldikleri halde, yüzünü bile görmedikleri insanlar için şehit düşen devrimcilerin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğliyoruz. Ve şehitlerimize, cenazeleri ardından savaş sloganlarının kulaktan kulağa yayıldığını, mitralyöz sesleriy-le ağıtlar yakıldığını duyurmak istiyoruz. Bir eserde en büyük pay, o eser için en büyük bedelleri ödemiş olanlarındır. Bu anlamda, devrimimizde en saygın yeri şehitlerimize veriyoruz. Devrim onların kanlarıyla suladığı topraklarda yeşerecektir. Ve uğrunda can verenler varsa, ancak o zaman devrim olanaklıdır. Şehitlik ve şehitlerimiz işte bu nedenle "devrimci değerlerimiz" içinde en saygın yeri, baş köşeyi hak etmişlerdir. Şehitlerine sahip çıkmayanlar köksüz ağaca benzerler. Biz. kökü derinlerde asırlık ağaçlar olmak zorundayız; başka türlü,baltalarıyla gövdelerimizi parçalamak için saldıranlara ve güçlü fırtınalara dayanamayız.

DİPNOT: 1) Peter Weıss, "Saloz'un Mavalı" 2)Jose Marti 3) Nazım Hikmet

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde" (3)

TAVIR

4


KAHRAMAN ALTUN

NESLİME ARMAĞANIMDIR Hükmü giydirdiler bana Ve astılar yaşlı bir çınar ağacına Alın benden geriye kalanları Alın kamburumu, nasırlı ellerimi Vurun başına hükmü giydirenlerin. Ki! Geride kalan kanlı bir ceset olsa da Yoğurun acınızı acımla Yoğurun kanınızı kanımla Dikenlidir bu yol unutmayın Sonunda ölüm olsa da yılmayın Şimdi ben şerefimle ölmenin doruğundayım İnanın damarlarınızdayım Geçmişi unutmayın unutmayın sözlerimi Bekliyorum, seyrederken gökyüzünün kanlı şafağını Bekliyorum sizi... RAHAT UYU Yüreğim kan ağlıyor Cenazene gelemedim diye gelemedim mezarına da Ama Yaşamanın ağırlığı altında ezilip gitmedi ölümün Sen ölmedin, ölmeyeceksin yerini aldın Hayatın ölüme gebe olduğu kadar Ölümünde hayata gebe olduğunu kanıtlayanlar arasında Rahat uyu Doğacak güneşimiz akacak ışık selleri Kemiklerini sızlatmayacak Kanını su ettiğin biricik fidanların

TAVIR

7


SANATTA İÇERİK VE SANATÇININ TUTUMU AYŞE SEZGİN

Sanatsal yaratımda içerik kabaca, sanatçının algısal ve düşünsel süzgecinden geçmiş gerçekliktir. Avner Ziss'in söyleyişiyle; ".... nesnel gerçekliğin kendisi değil, sanatçının kendisinin görmüş olduğu yaratıcı ve ideoloji düzlemde yeniden yorumladığı gerçektir" (!). Bu açıdan, nesnel gerçekliğin bir bildirimi, yansıtılışı olduğu kadar, aynı zamanda bu gerçeklik karşısında sanatçının bir tutumudur. Sanatçının, karşı karşıya bulunduğu nesnel gerçekliğe ilişkin ve bununla beraber faaliyet yürütmüş olduğu sanata ilişkin tutum, anlayış ve yorumlaması ne olursa olsun içeriğin bu ikili karakterinde bir değişiklik söz konusu olmaz. Sanat kavrayışlarının doğayı ve toplumu herhangi bir yoruma tabi tutmadan onu yansıtmak olduğunu, hatta ürünlerinin bir aynadan başka bir fonksiyon görmediğini söyleyen sanatçılar için de durum farklı değildir; bahsi geçen ayna sonuçta kendi düşünsel yapılarının yarattığı aynadır. Öte yandan, herhangi bir sanatçının toplumsal ve siyasal olaylar karşısındaki tutumuyla, sanatsal üründe içerili (içerik te varolan) tutumu birbiriyle çelişebilir. Bilinen bir örnek olması açısından Bal-zac gösterilebilir. Gorki, Balzac için, "Balzac, burjuva toplum düzenini öznel bir tutumla savundu, ama yapıtlarında

TAVIR

küçük-burjuvaların aşağılık ve ahlakdışı doğasını, şaşılası bir katılıkla yerdi." diyor ve ekliyor; "Sınıflarının ve yaşadıkları dönemin nesnel tarihçileri olan bir çok yazar çıkmıştır." (2) Bu bir yanıyla, idealist bir bilim adamının laboratuvara girdi-ğinde materyalist davranmasına benzer. Sonuçta sanatçının kendi yaptığı işe karşı namusluca davranmasını ifade eder. Buna karşın, ülkemizde ideolojik ve siyasal olarak açıkça burjuvazinin yanında yer alıp, sanatında bu namusluluğu gösteren sanatçılar bulmak zordur. Nedenleri ise ayrıca incelenmeye değerdir. Tersi bir durumda söz konusudur. Sanatçının siyasal ve toplumsal olaylar karşısında genel anlamda doğru bir tutum ve kavrayış içersinde olmasına karşın, sanatsal İçerikte bunun inkarına varan bir davranışta bulunması bilerek ya da bilmeyerek de mümkündür. Çok çeşitli olmakla birlikte belli başlılarına değinip, kimi sanatçıların genelde kendini sosyalist, devrimci olarak tanımlamakla beraber, sanat yaratımında bu tutuma karşı sonuçlar doğuracak bir tavır içinde olmasının nedenlerini sıralarsak: Sanat ürününün metalaştığı kapitalist toplumlarda hayatını idame etmek durumunda olan sanatçı -başka herhangi bir gelir kaynağı olmadığı düşünülerek- bu

6


eklemin mekanizmalarına göre ya da şu veya bu düzeyde bu mekanizmanın kuralarını dikkate alarak hareket eder. Tekelleşmiş kapitalist toplumda sanal kapitalist için dev bir sanayidir. Bu sanayide, sıfırdan "dev" sanatçılar yaratıIır, "dev" sanatçılar kısa sürede sıfır hale getirilir, bir kenara atılır. Tuvallerden, boya malzemelerinden, müzik aletlerinden, atölyelere, sergi, sinema, tiyatro, konser salonlarına; basın, TV, radyo benzeri iletişim kurumlarından reklam organizasyonlarına, plak-kaset, basım-yayın sanayinden, eğitim kurumlarına dek vb. daha sayılabilecek pek çok yerde üretim ve pazarlama kanallarına hakim olan tekeller sanatçıyı kendi isteği doğrultusunda davranmaya zorlar ya da bu mekanizmanın içinde hayat bulmaya çalışan sanatçı kendini bu koşulara adapte eder. Nazım Hikmet geçim zorluğu nedeniyle sırf piyasa için ürünler de verdiğini, ama onlarda dahi kavgasının aleyhine en ufak bir şey bulunamayacağını söylüyor. Belirli koşullar için mazur görüebilecek bu durum, sanatçı için yaşam doğrultusu haline gelmişse bu artık, sanatçı ahlakı, sanatçı namusu ile bağdaşmaz. Ticari kaygılarla yapılan sanatın, halka ve onun mücadelesine hangi boyutlarda ve ne oranda zarar vereceğini de kestirmek zordur. İster ticari kaygılarla, ister popüler olma hevesi nedeniyle, isterse, ne kadar çok insana ulaşırsam o kadar yararlı olur, iyi niyetli düşüncesiyle olsun, geniş yığınlara ulaşma amacıyla, yığınların geri eğilimlerine, çarpıtılmış taleplerine taviz vererek içeriğin kararıtılması da bir başka durumdur ve benzer bir sonuç üretir.

TAVIR

Keza düzenin sayısal organizasyonlarının sansür benzeri kurumlarla yasakçı tutumu, baskılar, hapis gibi cezalandırma yöntemleri, yani, düzenin kendisi için tehlikeli bulduğu sanatsal faaliyetle-re yönelik terörcü tutumu, sanatçıları, içeriği boşaltmaya, düzenin icazetli, zararsız unsurları, dahası onu tanımlayan, sağlamlaştıran unsurları haline gelmeye zorlar. Hangi nedenle olursa olsun, sosyalist, devrimci olduğunu iddia eden, proletaryanın dünya görüşünü savunduğunu, halktan yana tavır aldığını öne süren bir sanatçı, sanatsal ürününde bu tavrını sürdürmüyor, somutlaştırmıyorsa, sanatsal içeriği boşaltıp, onu çarpıtıyorsa objektif olarak düzenin bir sanatçısı haline gelmiş demektir. Çünkü, sanatsal ürün onun eylemidir, sanatçı için son aşamada esas tayin edici olan budur. Kaldı ki, sosyalist bir sanatçı için, dünya görüşü ile meydana getirdiği sanatsal ürünün içeriği arasındaki çelişki uzun süre varlığını sürdüremez. Birinden biri, diğerini kendine uyumlu hale getirecektir. Çarpıtılmış içerikle yürüyen sanatçı, süreç içerisinde düşünsel olarak da düzene adapte olur. Düzen sınırları içersinde yukarda belirtildiği sekide kendine hayat bulan sanatçı, düzenle ideolojik ve kurumsal köprülerini atamaz, dahası, bu köprüler giderek sağlamlaşır, kendi teorik izahları ile birlikte gelir, süreç içersinde maddi ve düşünsel olarak kurumlaşır. Sonuç tam anlamıyla düzen sanatçılığıdır artık. Sosyalist, devrimci sanatçılar açısından dünya görüşüyle içerik arasındaki uyumsuzluğu, çelişkiyi yaratan nedenlerden bir de, sanat kavrayışlarından doğan içerik çarpıtmasıdır.

7


Yapısalcılık, dışavurumculuk benzeri akımların, dahası emperyalist kültürün yoz, dekadans anlayışlarının dolaylı ya da dolaysız etkilerinin bir sonucu olarak biçimsel kaygıların ön plana alındığı sanatsal çalışmalarda, biçimin içerikten giderek uzaklaşması, anlaşılmaz-soyut hale getirilmesi tersi yönde içerikte, özellikle onun dışsal katmanlarında çarpınmaya, bulanıklaşmaya yol açar. Koyu bir sis perdesi altına gömülmüş, aransa da ne söylediği bile bulunamayacak bir içerik için dinamik, etkin bir süreçten bahsetmek mümkün değildir. İçerik edilgin-leş, şekilsizleşmiştir. Öte yandan objektivizm, sanatta tarafsız gözlemcilik, gerçeği sıkı sıkıya "bağlılık", mücadelenin eksiklerine, yanlışlarına işaret etme, vb. gerekçeleri ve yanlış bakış açıları nedeniyle içeriğin uyumsuzlaştırılması ya da hastalıklı hale getirilmesi söz konusudur. Örneğin. Türkiye'nin herhangi bir yerinde, 197580 sürecinde lüks apartman dairelerinde yaşayan devrimcilerde görülmüştür diye sanatsal edimde içeriği bununla yüklemek, ben gerçeği anlatıyorum demek, devrimcileri rahat, lüks yaşayan insanlar şeklinde göstermek, en azından, tam bir yoksunluk olağanüstü fedakarlıkta mücadele etmiş yüzlerce, binlerce militana haksızlıktır, sanatçı sorumluluğu ve ahlakı ile bağdaşmaz. İşkence karşısında sanatçının tutumu bu açıdan bir başka örnektir. İşkencenin zulmünü, insanlık dışılığı-

TAVIR

nı teşhir ve protesto edeceğim diye işkenceyi alabildiğine korkunçlaştırıp, direnişe değinmemek, işkence edilenleri zavallı kurbanlar haline getirmek, bir yanıyla zulmün işkenceden beklediği korku psikolojisinin yaratılmasına hizmet etmektedir. Yahut, işkencede cinsel saldırganlığın içerili olmasından hareketle bunu teşhir edeceğim adına sanatsal ürünü mide bulandırıcı bir pornoya dönüştürmek de sanatçıyı bekleyen tehlikelerden biridir. Başka pek çok örnek verilebilir. Katışıksız bir popülizmle ele alınmış sıradan, halktan insanları; idealize edilmiş, ulvi mertebelerde kahramanlaştırılmış devrimciler, hiç hatasız, her şeyiyle mükemmel tipler, tamamlanmış, boşluksuz süreçlerde sanatsal ürünün içeriği açısından çok farklı sonuçlar doğurmazlar. Bu şekilde idealizasyona tabi tutulmuş imgeler ve onlar yoluyla öne sürülen sav ve düşünce kuru, cansız iskeletlere kolayca dönüşebilmekte. giderek etkileyici, özendirici, bilgiendirici, vb. olmaktan öte, itici, yabancı, uzak unsurlar haline gelmektedirler.

DİPNOT: 1) Avrer Ziis, Estetik, sf.121., Do. yy. 2) M. Gorki, Edebiyat Yaşamım, sf. 33. Payel yy.

8


SANAT VE SLOGAN AKİF ÖZKAL Devrimci sanat ürünleri mekaniklik, kabalık, doğmatiklik ve slogancılık eleştirileriyle karşılaşmaktadır. Bu eleştiriye kaynak oluşturabilecek -özellikle 12 Eylül öncesi- kimi ürünlerin varlığı yadsınamaz. Ancak devrimcilerin bu ikinci sınıf ürünleri sahiplenmesi söz konusu değildir Bu olumsuz örneklerden yola çıkarak sanatta politikayı yadsımak, hatta slogan kapsamına giren ifadelerin sanat eserlerinde yer almaması gerektiğini savunmak doğru değildir. Slogancı sanata karşı çıkmakla sanatsal metinlerde doğrudan sloganların yer alması aynı şeyler değildir. Baskı ve depolitizasyon koşullarında devrimciliği içselleştirememiş, bilinçli bir faaliyet ve yaşam biçimi haline getirememiş, kesimler yeni arayışlara yönetmişlerdir. Anti-faşist mücadeleyi destekleme eğiliminde olan, yükseliş dönemlerinde mücadele saflarında yer almış kimi sanatçılarda bu eğilimin en çarpıcı örnekleri olmuşlardır. Bu sanatçılar yılgınlığın, çöküşün ve arabesk tavrın boy attığı bu süreçte eskimiş burjuva görüşlere yeniden keşfediyormuşçasına sarılarak bireysel çıkış yollan aramışlardır. Sanatı politikanın boyunduruğundan kurtarma adına biçim arayışlarında yoğunlaşmışlardır. Eski düşüncelerini reddedip, yeni konumlarını" meşrulaştırmaya çalışmışlar, mücadelenin parçası olan sanat ürünlerinin yetersizliğini ve devrimci sanat kap-

TAVIR

samı dışında kalan çeşitli ürünlerin içerdiği hataları ön plana çıkararak devrimci sanatı karalamaya yönelmişlerdir. Kendilerine çıkış yolu bulma uğruna burjuva öz taşıyan biçimci anlayışı sosyalist sanat, ilerici sanat olarak lanse etmeye çalışmışlardır. Slogancı sanat doğru tanımlanmazsa politika sanat ilişkisine yeterli bir açıklama getirilemez. Sanat ürünlerinde iletilmek istenen mesajın, hayatın gerçekleriyle işlenerek ve bu gerçeklerin bütününden çıkan bir sonuç olarak değil de, tepeden inme soyutlamalarla, çıplak, yavan, estetik beğeni kıstaslarına aykırı bir biçimde verilmesi, ürünü sıradanlaştırır, sanattan uzaklaştırır, içeriği ne olursa olsun her sanat eseri bu yanlışa düşebilir. Engels '...yazarın görüşleri ne denli gizli kalırsa sanat yapıtı için o denli iyi olur " (1) derken sadece bir edebiyat eserinin sanatsal değerini nitelemiyor, politik mücadelenin başka alanlarının görevi olan günlük propaganda işinin sanata yüklenmesine karşı çıkıyordu. Sanatsal iddialarla ortaya çıkan slogana ürünler başarıya ulaşamayacağı gibi birer düzeysizlik örneği oluşturarak hizmet etmek istedikleri amaca zarar vereceklerdir. Bu anlayışın hayatın ayrıntılarından çıkarak hayatta karşılığını bulan ve estetik beğeni özelliiği taşımak yerine, doğru bile olsa hayattan kopuk soyutlamaları yansıtan, 12 Eylül öncesi

9


ve zaman zaman da günümüzde 'uyaklı bildiri okumak' tan öte gidemeyen örneklerine ve sık sık rastlanmaktadır. Ancak yanlış örneklerden hareket ederek slogancılığa düşüleceği gerekçesiyle politikaya karşı çıkma da sanatta apolitik bir tavırdır. Sanatın insanın faaliyet alanları-nın tümüne az veya çok nüfuz ederek duygu ve düşüncesini, davranışını yönlendirmesi, belirlemesi sanatta politikanın yer etmesini kaçınılmaz kılar. Aksini söylemek; politikadan kaynaklanan ve toplumu harekete geçiren faktörleri görünmeyen gizemli güçler gibi algılayıp yansıtmaya çalışmak; dikkati kitlelerin acılarının.,yoksulluğun. düşük yaşam düzeyi ve karşılaştığı adaletsizliğin kaynağından uzaklaştırmaya çalışmaktır. Toplumun sınıfsal bileşimi içinde., iradi veya objektif olarak bir sınıfın yanında yer alan sanatçı, duyarlılığın ve sanatsal üretiminin kaynağı olan toplumsal ilişkileri, gerçekleri ve bu listeler içersinde yer alan insanı yansıtırken de sanatında politikaya yer vermek zorundadır. Politikayla birlikte, slogancı sanat nitelemesine kaynaklık eden bir diğer yanlış kıstas da, sanat eserinde biçim olarak slogan kapsamına giren tekil ifadelerin kullanılmasıdır. Bu tür sanat eserleri slogancı olarak nitelenmekte 'sanatta slogana hayır' vb. ifadelerle reddedilmektedir. Bütün sanat eserleri (sözgelimi sözü içermeyen resim de) slogan ola-bilir. Bütün sanat dallarında slogan niteliğinde tekil ifadelere, motiflere vb. rastlanabilir. Ancak sloganın doğrudan yer alabidiği şiir ve şarkı sözü açısından değerlendirmek konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Sözcük anlamı olarak 'kısa ve çarpıcı ifade' olarak tanımlayabileceğimiz slogan, bir ürünün pazarlanmasında onu

TAVIR

cazip kılmak için reklam amacıyla ortaya atılmasından, toplulukların ortak duygularını yansıtan samimi ifadelere kadar pek çok alanda kullanılır. Politik mücadelede ise, sloganın işlevi, politik görüşün, hedefin vb. bir veya bir kaç kelimenin çarpıcı ifadelerle yoğunlaştırılarak yansıtılmasıdır. Şiirler, şarkı sözleri anlamın yoğunlaştığı kısa. çarpıcı ifadeler, imgelerdir. Bütün metinler değerlendirilirken doğrudan sloganların kullanılmasıyla slogancı söy-lem birbirine karıştırılır. Eserde yer alan kısa ve çarpıcı ifadeler önce şiir ve şarkı sözü olma özelliğini taşımalı, hayatta karşılığını bulan ifadeler olmalı ve sanatsal yaratımın gereği olarak ortaya çıkmalı, yaratılmalıdır. Nazım Hikmet'in şiirlerinde olumlu örnekler herkesçe kabul edilmektedir. Bir başka noktaya; yalnızca yeninin yanında yer alan ,coşku ve umudu temsil eden, sanatın slogan kullanmadığı, onun karşısında yer alarak yılgınlığın ve çürümenin sanatını yapanların da. sözde politika-dışı sanat yapanların da aynı olumsuz içerikli sloganlara yapıtlarında yer verdiklerine dikkat çekmek gerekir. "Biz Devrimi Çok Sevmiştik"de, "Elveda Proletarya"da, "Kadının Adı Yok"da. "Gökyüzü Herkesindir"de birer slogandır. Anlaşılacağı gibi, 'slogansız" veya "politika-dışı” sanat yapma iddiasında olanların, bunu başarabilmek için çok özel bir dikkat ve çaba harcamaları gerekmektedir!

DİPNOT: 1) Engels,Marx,Lenin,Sanatve EdebiyatSy71.

10


BİR MAYIS

1 Mayıs bir acayip gün Ey benim kırağı altında tan ışıklarına ilk öpücüklerini veren gülüm Bilir misin, asırlardan kimbilir kaç on asırdan kalma koca çınarım bahar akşamlarım bulutsuz gökyüzünün kum fırtınası çilekeş insanım İstanbul'um bilir misin Bir acayip gün 1 Mayıs Durmamış Ne Mayıs gününe sığmış ne mekana Zamansız, sınırsız ve milletsiz bir ülkede yürümüş Durduramamış, duramamışlar önünde Şehit yüreklerin ateşiyle eritmiş zalim namluları hiç kimse ölülerini saymaya yeltenmemiş Çekik gözlü, kara derili, kızıl saçlı olmuş sayısız dilden konuşmuş Bir acayip gün 1 Mayıs bir garip gül İsa'dan sonr a 1969 yılının İstanbul'undaydı gönül Kavga bitmedi daha kavga sürüyor Sığmadı güne yine yeditepeye Karaköy,Beyoğlu, Eminönü emniyetinde İstanbul birinci şubeden Zeytinburnu kavga yolu cenazeden Duvarlarda afiş, üniversite kapısında taşlarla sokak gösterilerinde Sağmalcılar mapusundan mahkeme kapısından Bursa, Ankara, Adana şehrinden Altın yaldızlı sürgün uçlarını güneşe serdi yeniden

TAVIR

11


Şimdi tarihin kalkanına vurmak zamanıdır. Susmasın kavga borusu, zafere koşun yoldaşlar Dünyanın bütün kanatları sizin olsun Al bir şafak vakti güneşe uçun yoldaşlar

TAVIR

12


SONER KAYNAR

MEHMET'E TÜRKÜ

ı. Yürüyorlar Yürüyor gece Yürüyor gündüz Caddeler, sokaklar, patikalar Yürüyorlar Yürekler kuşatmada II. Öfkeli bir yürekle sevdim seni ülkem Toprağının kokusunu, Kavganın yüceliğini biliyorum. Ve gurbetlik türküler söyler gibi. Söyledim eşe dosta adını Dedim ki: sevdam. Dedim ki: kavgam. Bu vakit mahpusum sanki Dört duvar her yanım, Uzansam yanı başına Sürgün türküleri söylesem, Deniz, Ulaş Ulaşta gel ırmak ırmak İlkbahar kokuyor ellerim III. Ve sen Mahir yüreklim Alıp koynuna yiğit sevdamızı Yürüdün alnın açık Bedenin korumasız Direnci tükürdün yüzlerine Dedim ki: sırdaşım, Dedim ki: yoldaşım,

TAVIR

13


TAŞ DEĞİL YÜREKTİ ELİMİZDEKİ 1 MAYIS 1989 CEYHUN GÜLEN 1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. 1896'da Şikago'da ücretli kölelik düzenine karşı Amerikan işçilerinin yürüttüğü mücadele bütün dünyada işçilerin haklılık bilincinin ve kazanma azminin sembolü haline gelmiştir; bayram olarak kutlanmaktadır. Bir Mayıs'a yasak koyma, yüzyıllık gerçeği ve geleneği hiçe saymaktır. Emekçilerin sömürülmesini istemek, emperyalistlerin halkları köleleştirmesini onaylamaktır. 1 Mayıs'lara karşı çıkma Şikago'da, Taksim'de, Botan'da; başka ülkelerin meydanlarında, sokaklarda, dağlarda, işçilerin, emekçilerin, ilericilerin katledilmesini onaylamaktır. Taksim, 1 Mayıs Meydanı'dır; 1977'de kontrgerilla ajanlarının katlettiği 34 işçinin anısı yaşayacaktır. Bu alan, her 1 Mayıs sabahı işçi sınıfının birliğini, mücadelesini ve dayanışmasını sergilemek için çeşitli yönlerden yürüyüp etten duvarlar yarmak için coplara, sopalara ve kurşun yağmurlarına direnirken; alanı işgal eden zırhlı araçlara, tepelerinde dönen helikopterlere gözlerinde ateş toplayanların; karakollarda dayak yiyip işkence görürken, savcıların, yargıçların karşısında sorgu verirken "meşru ve haklı olan biziz, 1 Mayıs engellenemezi" diye haykıranların kararlılığından alır adını. 1 Mayıs yüzyıllık mücadele geleneği-

TAVIR

nin simgesidir. Toprağı ekip biçip yine de aç kalanların, makinalara canlarından can verdikleri emekleriyle köleleştirilen; işsizliğe, açlığa mahkûm edilenlerin; yerin karanlığına karışıp Yeni Çel-tek'te, Kozlu'da bir sabah gökyüzüne doğru yürüyenlerin; Raman Dağları'nda, Divriği'de ter biriktirip yaralarına bastırılan Çukurova pamuğunu kaldıranların günüdür. Newroz'dur 1 Mayıs. Şikago'da yakılan ateşin dalga dalga yayılıp içlenmesidir; ışık seline boğulacak dorukların sevincidir. Ben bir işçiyim. Ezilip sömürülen, yarattığı değerleri sahiplenemeyen; işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalanlardanım. Dünyanın 116 ülkesinde kutlanan bu günde 1 Mayıs Meydanı'na, 34 işçinin anısına saygı duruşunda bulunmaya gidiyorum. Bazı durumlarda garip bir heyecan, korku, sevinç ve coşku kaplar insanın içini. Yürürken kalbinin hızla çarptığını hissediyordum. Bu duyguyu iyi biliyorum. Fırtına öncesi sessizliği... Ama bir fırtına kopsun; ne heyecan, ne korku... Yalnızca yürümek vardır. Saat 10.30'a beş var. Emek sinemasının sokağına giriyorum. Bir dakika geçti sanırım. Bir gürültüyle birlikte polisler coplarla, sopalarla saldırı-

14


ya geçtiler. Neye uğradığımızı şaşırmış gibiyiz, panik içindeyiz. Bir sel gibi sokağın çıkışına doğru akıyoruz. Sokağın ağzı arabalarla kesilmiş, üst üste birikiyoruz. Bir yandan coplarını kullanıyorlar. bir yandan da havaya ateş açıyorlar. Pankart sopalarıyla karşılık veriyoruz. Arabaları deviriyoruz. Ben gecekondudan geliyorum; yoksulluğun, sefaletin içinden. Lağım sularının açıkta aktığı, yolsuz, susuz,

elektriksiz yerlerden, insanların hor görüldüğü, okula gitmek İçin çocukların bir saat yürümeyi göze aldığı yerlerden... Gecekondulardan yürüyorum 1 Mayıs Meydanı'na doğru... Bir ara sokağa girdik. Vahşice saldırıyorlardı. Yerde bulduğumuz taşlarla, so

TAVIR

palarla karşı koyuyorduk. Orada çok dayak yedim.Arkadaşlarla vur-kaç taktiği uyguluyorduk. Bir kişi ayrılır kümeden, polisin birini yere deviriyor. Kitle açılıyor, vuran içeri dalıyor, ardından gelen polisler taşlarla sopalarla karşılanıyordu. Ortalık savaş alanı gibiydi, ilerleyen grubun içindeydim; adını bilmediğin ara sokaklardan Tarlabaşı'na çıktık. Şişhane'ye doğru yürümeye başladık; polis otolarını taşlıyorduk; polisleri taşlıyorduk. Kitleyi dağıtamayınca havaya ateş

açıyorlardı. Her şeye karşın yürümeye kararlıydık. Sloganlar atıyorduk, marşlar söylüyorduk. Ben bir işçiyim. Basınçlı alüminyum döküm işçisi. Yıllardan beri çalışıyorum. Ama ne ben, ne ailem birg ün olsun rahat etmedik. Ekonomik sıkıntı-

15


lar ve yoksulluk birgün olsun yakamızı bırakmadı. Biz çalıştıkça hayat pahalılandı, hayat pahalılanınca biz daha çok çalıştık. Değişen birşey olmuyor, kim ne derse desin bu düzen böyle işliyor. Bir avuç kapitalist, birlik olmadığımız için daha çok eziyor, daha az onurlu çalışmak zorunda kalıyoruz. Onun için yürüyorum 1 Mayıs Meydanı'na doğru. Morali yükseltmek için bir şeyler yapmalıydık. Adeta dizginlerinden boşandı birden yüzlerce ses: "Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır..." Halk kapıların önünde, bizleri alkışlıyor, pencerelerden el sallıyor. İnşaat işçileri haykırı-yor "Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın 1 Mayıs". O meydana giremesek bile yalnız değil-dik. Yine bulvara çıktık, yol üstünde dizil-dik. Mehmet'i orada gördüm. Ben bir sağlık emekçisiyim; günde dokuz saat çalışan, haftada yirmidört saat nöbet tutanım. Ama ne fazladan çalıştığım, nöbet tuttuğum saatlerin parasını alırım; ne de nöbetler karşılığında izin yapabilirim. Ezilen, sömürülen bir insan olarak yürüyorum 1 Mayıs Meydanı'na doğru. Yine bir cayırtı koptu. Ateş ediyorlar. Etsinler... biz yürümeye bakalım. Çöp kovalarını deviriyoruz. Yürüyüş uzadıkça kortej yer yor dağılma eğilimi gösteriyor. Toparlanmak gerekiyor, herkesi kolkola sokuyoruz. Şişhane'ye yaklaştık, önümüz kesilmiş. Yol üstünde bir arsadan topladığımız taşları savuruyoruz. Şimdi yapacak iki şey var Bir grup sayıca çok fazla olan polis sürüsünü oyalarken, başka bir grupta aşağıdaki araçları tahrip

TAVIR

ederek yol açacak ve Kasımpaşa'ya yürüyeceğiz. Ansızın on kadar polis çıktı karşımıza. Elimde taşlar dona kaldım. Ancak başımın üstünden kurşunlar geç meye başlayınca kendime gelebildim. Ellerimdekleri bir yayalara, bir arabalarına doğru savuruyordum. Arabaları tahrip ettik, polisler çekiliyor biz de aşağı inmeliyiz.. Tam bu sırada kurşun sağnağı başlıyor tekrar, üç taraftan birden. Kimi asfalta saplanıyor, kimi arkadaşların bacaklarına. Ortan yere yıkıyor. Seri atışlar, helikopter gürültüsü... Ben onaltı yaşında bir işsizim. Daha onbeş yaşında hayat beni okuldan alıp ekmek kavgasına soktu. Hergün büyükler gibi on saat çalışıp yorucu işler yaptığım halde aldığım para hiçbir ihtiyacımı karşılamıyor. Patrona sorarsan hem meslek öğretiyor, hem de üstüne para veriyormuş. Aylığıma zam yapılmasını istediğim için işten atıldım. Ayrıldığım işyerinde işçilere yapılan haksızlıkları gördüm. Çocuk emeğinin nasıl sömürüldüğünü gördüm. Bütün bunlar beni 1 Mayıs Meydanı'na doğru yürütüyor... Bir şehit vermiştik. Taş atıyordu, tam alnından vurulup düşmüştü". Sloganlar atıyorduk. Yüzlerce kişi gözaltına alınmıştı. Kasımpaşa'ya doğru indik. Artık dağıılmalı, kendimizi kaybettirmemeliydik. Ben oto tamirciliği yapan bir işçiyim; halaylarla, şenliklerle türkülerle kutlayacağım birgün bu bayramı... Ben bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum. Kumaşlar dokur gibi; kesip biçip diker gibi kendi ellerimle kuracağım bir dünya özlemiyle yürüyorum 1

16


Mayıs Meydanı'na... Başıma biriken on kadar polis ellerindeki kalaslarla, coplarla kafama, sırtıma, kollarıma ve bacaklarıma vuruyorlardı. Daha sonra sürüklendiğimi hissettim. Minibüse atıldığımda yarı baygın bir durumdaydım. Kan revan içinde insanlar gördüm arabanın içinde. Meydanlara taşıdığımız coşkumuzu, inancımızı, kararlılığımızı minibüste de sürdürüp sloganlar atıyor, marşlar söylüyorduk. Balkonlardaki, pencerelerdeki dükkanlardaki, sokaklardaki halk minibüsten yaptığımız zafer işaretlerine kendileri de zafer işareti yaparak karşılık veriyordu. Ben Türkiye'deki milyonlarca ev kadınından biriyim. Yoksulluğu, sefaleti en çok yaşayanlardan biriyim. Toplumun yarısını biz kadınlar oluşturuyoruz. İşçilerin, memurların, ev kadınlarının, öğrencilerin, meslek sahibi insanların, yani emekçilerin emeklerine saygı duyulmasını istiyorum. Onun için yürüyorum 1 Mayıs Meydanı'na.. Beyoğlu Emniyet Amirliği'ne geldiğimizde polislerin karşılıklı dizilerek dışardan başlayıp dördüncü kata kadar süren çift sıralı bir koridor oluşturduklarını gördük. Elinde kocaman bir İsrail sopasıyla iğrenç suratlı bir sivil, minibüsün kapısından çıkarıları dövüyor, öbürlerine veriyordu. Bu iştem polis koridorundan geçip dördüncü kata çıkana kadar devam etti. Tıka basa doldurulduk hücrelere. Öyle ki oturacak yer yoktu. Karakolda tutulduğumuz altı saat boyunca hiç susmadık; sloganlarla, marşlarla, türkülerle çınlattık hücreleri.

TAVIR

Ben bir öğrenciyim. Çiftçi bir ailenin çocuğuyum, çocukluğum köyde geçti. Yoksulluk içinde sürdürdüm tahsilimi. Bir çay ocağında günde dokuz saat çalışarak dersane masraflarını karşılayabildim. Nihayet üniversiteyi kazanabildim. Ancak üniversitenin sanıldığının tersine iyi bir gelecek vaadetmediğini kısa zamanda öğrendim. Üniversiteli bir genç olarak toplumsal çelişkilerden kopuk olamam, emekçilerin yanındayım. Onun için 1 Mayıs Meydanı'na doğru yürüyorum. Daha sonra gruplar halinde Gayrettepe'ye, siyasi şubeye götürüldük. Çoğumuzun ilk deneyimiydi. Karakoldaki coşku artık yerini suskunluğa bırakmıştı. Gece boyunca uyumamıza veya rahatça oturmamıza engel oldular; tuvalet ihtiyacımızı rahat bir şekilde gidermemize engel olarak psikolojik baskı kurmaya çalıştılar. Akşam üzeri hücrelere dağıldık. Yavaş yavaş işkenceye alınma korkusunu üzerimizden atıyorduk. Yeniden türküler, marşlar söylemeye başladık hep birlikte. Kararlı tavrımızı bize kurşun sıkan katille-re ifade vermemekle, alındığımız andan itibaren başladığımız açlık greviyle sürdürdük... Ben bir emekçiyim. Tüm diğer kardeşlerim gibi dünyayı hergün yeniden yaratıp yaşatıyorum. Bizler çalışma-sak sofralarda ekmek olmaz, hararetlerinizi kesecek bir bardak çay, içine atacak şeker bulamazsınız. Hayat durur, caddeler boş kalır. Biz emekçilerin gücü dünyayı her şafak vakti yeniden yaratmaya ve bir anda alt üst etmeye yeter. Bunu bildiğim için yürüyorum 1 Mayıs Meydanı'na...

17


FOTOĞRAFI ANLATABİLMEK SEVİL ÜZREK

Büyük bir salon düşünün, dikdörtgen. Sütunlarla bölünmüş, taş zeminli bir salon. Salonun bitiminde bir büfe, vitrininde çeşit çeşit krakerler, bisküviler. Ortada bir tenis masası, karşı duvarda ise önceden üzerinde televizyon olduğu anlaşılan tahta bir raf. Bu salon, kullananlar tarafından "gazino" diye adlandırılmakta. Bu salon, belli ki bugün için özel olarak boşaltılmış. Bugün, günlerden 1 Mayıs. Tüm basında ayrıntılarıyla izlediğimiz 1 Mayıs. Ya da bir başka gün. Pek önemli değil. Siz, salonun sağ tarafına dizilmişsiniz, pekçoklarıyla birlikte. "Çök" diyerek çoktürülmüşsünüz taş zeminin üzerine. Tam karşınızda sıra sıra pencereler. Pencerelerin önündeyse ters ışıkta yüzlerini seçemediğiniz kasklı görevliler, yani polisler. Işık sizin yüzünüzde, siz fotoğrafçısınız. Bu salonda, makinasız fotoğraflar çekiyorsunuz kafanızda. Ters ışıkta görüntüler tesbit etmeye çalışıyorsunuz. Enstantane, diyafram ayarı yok. Bir gözünüzü kapayıp, kadraj yapmaya, anı dondurmaya çalışıyorsunuz. "Ah makinam olsaydı" diyorsunuz. Sonra, çantanızla birlikte diğer çantaların üzerine fırlatılıp atılan makinanızı anımsayıp yüreğiniz hop ediyor. Zarar görmemiş olmasını umuyorsunuz. Gözleriniz yine tüm insanların üzerinde dolaşıyor. Artık, konulu çalışıyorsunuz. Alışverişe çıkmış, dolaşırken getiri-

TAVIR

lenlerin yüzünde korku, heyecan. Sinemaya gitmeye çıkmış çiftler elele tutuşa biliyorlar hala, buna izin veriliyor. Evine haber iletmeye bile çekinen ağlamaklı yüzler. "Ah makinam" diyorsunuz. Kitlenin içinde güçlü, kararlı gözler görüyorsunuz. Deneyimli, rahat yüzler görüyorsunuz. Portreler, portreler. Işık yalnızca pencerelerden geliyor ve bir de salonun dip kısmında yanan birkaç tane floresan lamba var. Pencerelerin önünde kasklı polisler. Yüzlerinizden korkuları, kaygıları ve hatta kararlılığı, yani duyguları izle-ye bilen polisler. Ters ışıkta bakışlarındaki kini, öfkeyi, acımasızlığı göremediğiniz yüzler. Anlamsızca çıkan seslerden bu öfkeyi ve acımasızlığı sezebiliyorsunuz. Saç tokasından, ayakkabı bağcığına dek, tüm eşyaları suç aleti olur kaygısıyla toplayan eller. İten-kakan, sıkan ve tetikte duran eller. Anlatılamaz mı fotoğrafla? Otobüsten hışımla aşağıya çekilen ve üzerleri erkek polislerce acımasızca aranan bir genç kızın kırgınlığı anlatılamaz mı fotoğrafla? Tetikte duran bir parmağın fotoğrafı neler anlatmaz? "Ah makinam" diyorsunuz yine. Bir köşede poşetlere tıkıştırılan eşyalara bakıyorsunuz. Sigaralar, kibritler, jetonlar, çakmaklar, daha çok öğrenci biletleri, kağıt mendiler, ilaçlar, para dışında ceplerden boşaltılan tüm eşyalar. Bu çöplüğün fotoğrafı neler anlatmaz? Tüm eşyalar üzerinizden alınmışken, elinde çakmağı ile ara

18


nızda dolaşan bir sivilin fotoğrafı neler anlatmaz? İki kişi konuşurken yaklaşıp kulağını onlara dayamış bir sivilin fotoğrafı neler anlatmaz? Neden çekilmez, neden çekilemez bu fotoğraflar? Burası bir sinema mı, yok hayır burası bir tiyatro sahnesi. Bu insanlarsa birer oyuncu. Sırayla sahneye gelip, oynuyorlar. Şimdi sıra kasklı poliste. "Çök" diye bağırıyor yine. "Ayaklarım ağrıyor, oturamıyorum" diyor bir oyuncu. "Asabımı bozma benim" diyerek gözaltındaki oyuncununu üzerine yürümesi gerekiyor polisi oynayanın. Bunu çok güzel canlandırıyor. Burada kitlenin hep birden karşı çıkışını duyuyorsunuz. Güçlü bir ses. Polisi oynayan geri çekiliyor. Oyunun bir bölümünde en yetkili gelip "size kötü davranan oldu mu?" diye soruyor rolü gereği "Oldu" diyor kitle hep bir ağızdan. Kızıyor en yetkili. Tüm görevlileri bahçeye atıyor. "Çıkın dışarı" diye bağırıyor. Görevliler kırgın bahçeye çıkıyorlar. Siz fotoğrafçısınız. Gözlerinizle izliyorsunuz görevlileri. Evet bu bir oyun. Bahçeye kovulan görevliler nedense, dağınık yerlere yerleşiyorlar Ardından size bahçeye çıkıp sigara içme izni veriliyor. EVET, BU BİR OYUN. Bu oyun anlatılabilir mi fotoğrafla? Bu arada kantin açılıyor ve tüm yiyecekler yarım saat içerisinde tükeniyor. EVET, BU BİR OYUN. Bu gerçek olamaz. Siz, bu oyunun gönülsüz oyuncularısınız. Yaşamınızın değerli oniki saatini anlamsız bir oyuna harcamaktan yılgınsınız. Bu yılgınlığı yıllarla çarparak, bu anlamsız oyunu oynamak zorunda kalan diğer oyuncuları düşünüyorsunuz. Çeşidi zaman aralıklarıyla gelen görevliler bir takım isimler okuyup, onları götürüyorlar. Nereye olduğu bilinmiyor. En sonunda uzun bir liste geliyor. Artık özgürlük haberciniz karşınızdadır. Gece-

TAVIR

nin son, ertesi günün ilk saatlerinde yeniden özgürsünüzdür İstanbul sokaklarında. Özgürlüğün anlamını düşünür, bulamazsınız. Sevinç duyamazsınız. Birşeyler yarım kalmıştır. Nedir yarım kalan, nasıl tamamlanır? "Ah makinam" dersiniz, artık kavuşmuşsunuzdur ona, korkuyla yaktığınız film de içindedir. Oniki saat önce onu saklama gereği duymaktan, filminizi yakma gereği duymaktan utanç duyarsınız. Çiçek değildir çekmeye çalıştığınız, portre değildir. Anadolu değildir. Kanlı-canlı bir yaşamı görüntülemek istersiniz. Taksim Meydanı' nda fotoğraf makinası iIe gezmenin tehlikesini yaşarsınız. Montunuzun içine saklarsınız makinanızı. Ama kimseyi kandıramazsınız, çünkü bir yanıyla da "neden suç olsun?" demektesinizdir. "Bu ne?" diye sorarlar. Yanıt açıktır "fotoğraf makinası". "Niye çekiyorsun?". Nasıl anlatılır fotoğrafın işlevi, bu ani soruyla nasıl açıklanır? Siz, sadece bir fotoğraf derneği üyesi olmanın ezikliğini duyarsınız. Sözcüğün içinde hem fotoğraf, hem dernek geçmekledir. Basın kartının bile pek fazla güvence olmadığı bir günde üye kartınıza sığınamazsınız.. "Görevli misin?" diye sorarlar. "Evet, ben fotoğrafçıyım ve yaşamın her alanında, her anında fotoğraf çekmek, belgelemek benim görevim" diyemezsiniz. O caddeden sıradan bir vatandaş olarak geçmenin bile suç olduğu bir günde basın dışında fotoğraf çekmeye çalışmanın güçlüğünü görürsünüz. Boynuna fotoğraf makinası asmanın güvenini değil, korkusunu yaşarsınız. En önemlisi de fotoğrafı yaşarsınız. Çekemediğiniz, kafanızda keselediğiniz fotoğrafları yaşarsınız. Ya da anlatırsınız. Evet, fotoğrafı anlatırsınız. Fotoğraf, ne kadar anlatılabilirse!

19


ÇEVİRİ:

MİZAH SADECE BİR ARAÇTIR AİB, DİE DRİTTE-WELT ZEİTSCHRİFT

Burjuva eleştirmenler sosyalist sanatçıların gönüllü olarak toplumsal-siyasal çevrenin baskısıyla sanata siyaset boyunduruğu taktıklarını iddia eder. Bu durum yaratıcılığı sınırlayacaktır; çünkü devrimci sanatçılar sanatın bütün olanaklarını araştırmayacak, denemeyecek ve uygulamayacaktır. Oysa hayatı kavrayıp yorumlayarak dönüştürmeyi amaçlayan sosyalist anlayış bunun tam tersini Bu çeviri röportajıyla ülkemizde *erotik mizah* ve "argoyla" emekçilerle sosyalizm arasında bir köprü kurmayı önermiyoruz. Bunu buradan tayin edemeyiz. Ama devrimci sanatçılara, sanat emekçilerine düşünsel bir açılım öneriyoruz. "Erotik mizah" yaklaşımının bir Latin gerçeği olduğunu söylemeliyiz.

Devrimden sonra "Barricada" da çalışma ya başladı ve 1961'den İtibaren karikatüristliği meslek olarak seçti. SORU: Barricada'da çalışmaya başladığında karikatürlerinin uyandırdığı ilginin farkında mıydın? SANCHEZ: Bildiğiniz gibi insanlar gazetede yazan herşeye inanırlar. Bende bunun farkındaydım. Böylece düşündüm ki yaptığım iş devrime canlılık kazandıracak bir yöntem olabilirdi. Fakat henüz mesleki tecrübem ve de geniş bir kültür birikimim yoktu. SORU: Bürokrasi, uğraşmaktan en çok hoşlandığınız konulardan biri galiba.

FSLN'nin yayınladığı "Barricada" isimli gazetede karikatürist olan ve "La Se-mona Comica" (Esprili Hafta) dergisini yöneten Roger Sanchez. 1960'da Mana-gua'da orta halli bir ailenin oğlu olarak doğdu. Mühendislik eğitimi sırasında, 1978'den itibaren hayatını bir gazetede karikatürist olarak kazanmaya başladı.

TAVIR

20


SANCHEZ: Esas problem bürokrasi değil. Çünkü bu kesin bir politik çizgi taşımamakta. Bürokrasiyi kapitalizmde de sosyalizmde de görebilirsin. Gerçek problem bürokrasinin, bir ulusun geleceğine, izleyeceği yola karar vermede söz sahibi olanların silahı haline gelmesiyle ortaya çıkıyor bence. Kısaca söylemek istediğim, temeldeki problemin ideolojik olmasıdır. SORU: Kastettiğinizi biraz daha açabilir misiniz? SANCHEZ: Savaş sana düşünme za-

manı ve imkanı tanımıyor. Şu anda esas sorunumuz bu. Oysa sanatçının halkı gerçek anlamda anlayıp, yansıtmasının yolu düşünmeden geçer. Aksi durum ise sanatçının halktan soyutlanması sonucunu doğuracaktır. Sanatçının kendini halktan soyutlaması ise elit ve hakim bir tavır

TAVIR

takınmaktır. SORU: "La Semona Comica" da ortaya koyduğunuz eleştiri türünü nasıl değerlendiriyorsunuz? SANCHEZ: Bu yanlışlıkları ortaya koymak amacıyla yürütülen yapıcı bir eleştiri Cephede o kadar çok insan var ki, devletin işleyişi kontrol edilemiyor artık. SORU: Günlük yaşamla da çok igilisin.... SANCHEZ: Bence insanlardan verebileceğinin fazlasını istemek hata olur.

An gelir, onlarla birlikte olmak, birlikte birşeyler ortaya koymak, birbirimize yakınlaşmak zorunda kalırız. Bizler bu yakınlaşmayı gerçek anlamda başarmak üzereyiz. İnsanların igilenmeyecekleri, kendilerini bulamayacakları bir yazı masasının başında oturmanın ne anlamı

21


olurdu? Bence halka inmeye, onunla kaynaşmaya, önce küçük problemleri çözmekle başlamak gerekir. Biz okuyucularımıza sosyalizmi anlatmıyoruz. Onlara kendilerini bulmada yardımcı olabilecek, küçük ve ulaşılması daha kolay amaçlar gösteriyoruz. SORU: Böylece yine ideoloji konusuna geldik. SANCHEZ: Elbette kişinin cepheye bağlı olması, mesleğinden, uğraşılarından soyunmasını gerektirmez. Mizah bizler için sadece bir araç. Esas olan arkasında yatan felsefedir. SORU: Sandinist Cephesi'nin basımevi "Manguardia" geçenlerde "erotik mizah" adlı bir kitabını bastı. Bunu güncel yaşama açılma olarak yorumlayabilir miyiz? SANCHEZ: Bence "erotik mizah"da bir çeşit politik ve ideolojik mizahtır. Erotik mizah yapmaktaki esas amacım, insanları kızdırmak ve böylece düşündürmek. Bu kadar tutuculuk, inanç niye? Cinsel yaşamın, güncel yaşamın içinde, ayrılmaz bir parçası olduğunu göremiyor musunuz? Cinsel baskıya devrimden sonra da devam etmekte olan toplumsal baskı sebep olmakta ki, bu da dini baskının bir etkisidir. Kilise sadece rahiplerini değil, bütün toplumu cinsel baskı artında tutuyor. Bundan yola çıkarak, erotik mizahın, insana zaten yabancılaşmış olan dine karşı çıkmak için iyi bir yöntem olduğunu farkettim. Bu yolla halkın, kadının, erkeğin, daha önemlisi insanlığın yeni bir görüntüsünü çizebiliyorsun. Örneğin bir genç, başta kendisini

TAVIR

sadece gülmeye sevk eden erotik bir espri de yalanları görebilecek ve bunu da onun kiliseye ve onun dünya görüşünü sorgulayabilmesine yardım edecektir. SORU: Şimdi de kullandığınız stilden bahsedelim... SANCHEZ: Ben karikatürün insanların düşünmesinde, tartışmasında yardımcı olmasını istiyorum. Bu yüzden bazı karikatürler bitmemiş, yarım kalmış gibi görünür. Ama amaç okuyucunun sonuca ulaşmasıdır. İnsanlara "bu beyazdır" dersen onlar da nesnenin beyazlığına inanırlar ve böylece bütün yaratıcılığı öldür» müş oluruz. SORU: "La Semona Comica"nın ne kadar okuyucusu var? SANCHEZ: Tiraj elli bin civarında, ve okuyucuların çoğunu genç insanlar oluşturuyor. Managua'da okullarda yapılan bir ankette 100 öğrenciden 77sinin LS.C okuduğu ve bu 100 ün 54'ünün dergiyi satın aldığını ortaya çıkarmıştır ki bu da, gençliğin ciddi kaygıları olduğunu gösterir. Burada bize düşen görev, gençlerin eğitimine ne şekilde katkıda bulunabileceğimiz, onları okumaya, örneğin Marksizmi öğrenmeye ne şekilde teşvik edeceğimizdedir. Biz LS.C Marks'ı mizahi bir yolla ortaya koyuyor, ve bu şekilde onu gençliğe yakınlaştırmaya çalışıyoruz. Dogmalar ya da Ortodoksluk olmadan, sadece argoyla. Bizler gençleri Marks'ı ciddi şekilde okuyup anlamaya yönlendiriyoruz ve mizah yoluyla aralarında bir köprü kuruyoruz.

22


ÇETİN BOĞA

YAŞAMANIN HER MEVSİMİ

Şubat nice ilk gençliğin uçup gittiği bir rüzgâr.... Elli yedisinde bir şair ölür; bir demiryolu işçisinin oğlu ve şiirin en aydınlık güvercini. Onunla karalara bürünür 1984, on yedi çiçek bırakıp da gözlerimize. Hep bizimle sürdürür sesini; emeğin, barışın ve özgürlüğün... Aylardan mart, deli bir fırtına hükmünde. O köpek dişleri ensemizdedir. kaçıp kaçıp sarardığımız günler! Hayatı çizen bir çılgınlık için, boşlukta uzayıp giden bir çığlık! Denizlerle ilk uyanışı gözlerimin; İlk çırpınışı o şanlı yigitliğin. Gözüpek bir gerillanın şiirlerinde Sonsuzun türküsünü kim söylüyor? Kim bu, saçlarını sokaklara düşürmüş? Doğan, dal budak salan ve sonra umutsuzca ölüp giden aşklardan; bugüne kalan hüznün adı ne? Bir gün bahar da gelir çatar yüreğine. Güneşli, ıpılık ve sevinçli bir nisan günü; her şeyi ateşleyebilir mi ne dersin? Ya da; mutluluğun en güzel zamanı mayısla, söyle unutulabilir mi acılar?..

TAVIR

23


Sen dostum yine yaz, bilmem kaç mevsim neler geldi başına? Kaç bin kürek çekildi, bunalan o sularda? Kaç kez tokatlandı duygular? Ardından koşar gelir ve hep buruk depremler getirir o zor ölümlü, koca haziran! İki büyük insan ölür. ama hep yaşar yüreklerimizde; Nazım ile Orhan Usta. Ömrümüzün tarihinde hiç solmadan, hep açacak iki kırmızı güldür... Bir çocuğun en sıcak adıdır temmuz, İncecik düşleri sesimizle dokunur. Işıl ışıl yanan bir insan coşkusuyla savruluyoruz. Her bir yandan uzanan nehirler de kavuşur, birlerce umudu koşturan denizlerine.. Bularak akşamlardan uzanmış çığlıklarla, bıçaklanan kan içici geceler! İşte aylardan ağustos, sıcak ve kanlı bir gözyaşına boğulmuş!.. Bir de: bütün ışıkların köreldiği, bir eylül sessizliği! Hayalin damarlarına geçirilmiş, bir paslı zinciri... Eylül 1980; ülkemin tarihinde. bir kanlı sayfa! Tutuklanmış ve yaralı binlerce fidan, öldürülmüş bir gençliğin en acılı destanında! Aylar, yıllar geçse de; bir gün Kesin sorulur hesabı!.. Sonra devrimlerin, en sevinçli türküleri söylenir. Umutla, inançla, dirençle; büyür, çoğalırız yaşamanın her mevsimi Nice savaşlar yorgunluğuyla kuşatılsak da, kurtuluşuna direnen bir güçlü özleyişle; koşar dururuz, bir güzel ömrün beşinci mevsimine Sil baştan yaratırız hayatı..

TAVIR

24


POLİTİK BİR SİLAH OLARAK BELGESEL SİNEMA FOSEM

Sinema, diğer sanat dallarının bileşimi ve devamıdır. Anlatım olanakları di-

ratıcı bir biçimde yorumlayıp filmlerle yaygınlaştırrnak gerekir. Toplumsal haya-

ğer sanatlara göre çok zengin ve deği-

tı sosyalist anlayışla sorgulayıp yorumlamanın en etkili ve gerçekleştirilebilir biçimi be siyasal belgesel veya kısa metrajlı

şiktir. Sinema, coğrafi yayılma yeteneği ve ulaşabildiği insan sayısı açısından evrensel bir yığın sanatıdır. İletişim araçları ile bir anda evrensel yaygınlığa ulaşabilir. Dolaysız bir anlatım aracı olan sinemanın

dilde

(nesne

dili,

görüntü dili) somut ve evrenseldir. Çünkü dış dünyadan gelmiş olsa bile görüntünün kendisi somut ve evrenseldir. Bu özelliklerden dolayı sinema toplumsal dönüşümü sağlama ve sosyalist dünya toplumunu yaratmada etkili bir araç olacaktır. DEVRİMCİ

MÜCADELENİN

filmlerdir. Sinemayı yayın biçimi olarak görmek ve propaganda kürsüsü olarak kullanmak kitlelerle iletişim kurulmasını sağlar. Hayatın her alanına yönelen hareketli bir kamera ve gerçek kişiler sinemaya bilgilendirme, tanıtma ve eğitim olanakları tanır. MÜCADELEYİ GELECEK KU ŞAKLARA AKTARMADA ÇAĞDAŞ BİR PERSPEKTİF Sinemanın dolaysız betimleme gücü, yalın cümleler yapma ve bağlayıcı so-

ÖNEMLİ BİR ARACI

nuçlara ulaşma olanağı değerlendirilmeli-

Televizyon, video, sinema salonları

dir. Sinema, temposu ve düş gücüne açık olmasıyla da kolayca ikna edicidir.

burjuvazinin kontrolü altındadır. Burjuvazi sömürüsünü sürdürmede endüstri haline getirdiği bu sanatın olanaklarından faydalanır. Devrimci mücadele bu silahı ancak karşısında daha güçlü bir alternatif çıkararak etkisizleştirebilir. Gerçeği açıklayarak, öykünerek, sorgulayarak ya-

Sözlü anlatıma izin vermektedir. Sıradan bir gözlem bile kamera ya da kurgu aracılığıyla güçlü bir anlatım biçimine dönüşebilir, Gerektiğinde tek bir düşünce, tek bir haber, tek bir an bile bir gecede bin-

TAVIR 25


lerce kez yinelenip milyonlarca göze

ve gizli silahımızın kamera olduğunu dü-

ulaştırılabilir. Kamuoyu oluşturmada ve mücadeleyi gelecek kuşaklara aktarmada yeni bir perspektif, yeni bir olanaktır bu.

şündük. O anda kamera daha önemliydi. Başlangıçta Vietnam'da bizden başka film çeken yoktu Bu işin gerçekten

YAŞAMIN SİNEMASI? Kameralar, bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine çevrilmeli, kameralar üniversitelere, fabrikalara, yoksul varoşlarına, maden ocaklarına, tarlalara, alanlara girmeli, mücadele bilincinin, moral değerlerinin yükseltilmesine belgelenip yayılmasına hizmet etmelidir. Örnek. Ö. İvens ve Devrimci El Salvador sineması. Bugün J.lvens'in belgesel sineması ve Devrimci El Salvador Sineması, sinemaya yaklaşım ve onu genel mücadelenin br parçası, yaşamın savunulmasında önemli bir araca dönüştürmede, sinema perspektifimizin açılımında bize yol göstermekledir.

devrimci bir görev olduğunu düşündük. "İspanya Toprağı" adlı filmimizin sonlarına doğru savunulmakta olan bir köprü var. Orada 15, 20 askerden meydana gelmiş küçük bir müfreze ile beraberdik. Uluslararası Tugayın subayı emeğin şöyle demişti. "Ivens kameranla burada kal. Burada kalırsan bir tehlike olmadığını sanacaklar. Kameranla burada olduğunu gördükleri sürece, bizde saat yediye kadar elimizde tutacağınız yolu daha uzun bir süre tutabileceğiz. Orada kaldık tabi Buda kamerayı bir başka biçimde almak, haklıdan yana almak". BELGESEL SİNEMA YAKLAŞIMIMIZ Yaşamın vazgeçilmez değerlerini, bu "en önemli" iletişim aracının imkanlarıyla

İspanya iç savaşından, Çin Kültür Devrimi'ne, Laos ve Kamboçya'dan Viet-

tarihsel bir işleyime - işleve dönüştürmek istiyoruz. Mücadelenin önemli anla-

nam halkının onurlu savaşımına kadar

rını, kitlelerin bilincine yerleştirmede, bazen bir bildiriden bile etkili kılınabilen bu

her yere elinde kamerasıyla koşan enternasyonalist sinema adamı J. Ivens.

önemli aracın kullanım alanı sınırsızdır.

kameranın devrimci mücadelede bir silah olarak kullanılması gerektiğini özellikle

Bu yanıyla teknolojinin bize sunduğu bütün pratik - teknik biçimleri öğrenmek-

v urgular.

ten, denemekten ve kullanmaktan kaçınmamalıyız.

İspanya iç savaşı ve Vietnam devrimindeki sinema serüvenine ilişkin söyle-

Video kameraların (V-8) yardımıyla

dikleri şu sözler bizirn sinemaya yaklaşımımızla çakışmaktadır: "Silahımızın etkin

hertürlü konuyu aij t-prop doğrultusunda çekip kurgulayıp ve en geniş biçimde ya-

TAVIR

26


yabilmeliyiz. Kitleleri aydınlatabilir, bilgi lendirebilir, eğitebiliriz. Ancak bunu sanatın, sinemanın olanaklarını kullanarak yapmalıyız. Her konuda (ekonomik-sosyal-siyasal-kültürel) alternatif video programları hazırlayıp, kitlelerin bilinçlendirilmesinde önemi ve etkili bir gelişme sağlayabiliriz-sağlamalıyız. Örneğin: 1 Mayıs'ın tarihsel önemi ve ülkemizdeki yeri üzerine bir video program hazırlayabiliriz. Elimizdeki bu konuyla ilgili (1 Mayıslarda çektiğimiz) filmlerimizi, slay filmlerimizi ve reproduktion çalışmalarımızla, müzik efekt ve ara konuşmalarında yardımıyla kurgulayıp bir "dökümanter fim" haline getirebiliriz. Yine bunun gibi projeksionların yardımıyla, herhangi bir konu hakkında eğitim amaçlı programlar yapabiliriz. Örneğin: Faşizm üzerine sayfalar dolusu bir yazısı okumaktansa, onu dıştan ses, efekt ve müziğin yardımıyla, projeksion'dan videoya yansıyan görüntülere dönüştürebiliriz. Bu tip çalışmalar aynı zamanda alternatif programcılığımızıda geliştirecektir. Kısa fimler, konulu filmler de çekebiliriz. Müzik, tiyatro, fotoğraf ve sinemanın bileşimiyle toplumsal gerçekliğin kitlelere ulaştırılmasırıda açıklayıcı, dönüştürücü bir rol oynayabiliriz. Alternatif video clip çalışmaları yapıp müziğimizin kitlelerle kaynaşmasını kolaylaştırabiliriz. Ayrıca demokratik kurum ve kuruluşlarla ortaklaşa programlar yapıp kitleselleşmeye yardımcı olabiliriz.

TAVIR

Evet, sinemanın olanakları sonsuz ve kalıcıdır. Devrimci sinemacılar olarak şuna kesinlikle inanmalıyız ki, sinema sanatının derinliğine incelenen ve kavranan bir sinema dilinin ve yönteminin gelişmesi, ancak içinde yaşadığımız karanlık günlerin sonunda başlayabilir. Ancak yarını yaratabilmek için bugünden üzerimize düşeni yapmak kaydıyla...Çünkü bugün sinemanın tam bir hızla gelişmesi, gücünün tümünü yok etmeye yönelik emekçi yığınların, yok etme amaçlarından yaşam ve yaratma amaçlarına döneceği güne, bu dil ve yöntemlerin bugünden yarına uzanan birlikteliği ile olacaktır. Sonuç olarak, Yüzyıllar boyunca süren çabaların, buluşların yaratımların sağladığı bütün kültürel olanakları, işte bu an için biraraya getirmek geliştirmek zorundayız. "Gezici Sinema ve Fotoğraf Grupları" oluşturulmalıdır. Fotoğraf ve Sinema emekçi yığınlarda bir estetik haz ve doyum yaratarak; gerçek işleviyle aydınlatıcı bilgilen-dirici, eğitici ve dönüştürücü işleviyle halka ulaşmalıdır. Grev yerleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, gecekondular, semt kahveleri, köy kahveleri, köy odaları, mezralar bizim sergi salonlarınız, sinema solanlarımızdır. Kültür ve sanat alanındaki örgütlü alternatif çaba bu tür gruptan organize etmeye yönelmelidir.

27


ÖMER CİVANO

ÇÜNKÜ BEN BİR DENİZDİM ... Upuzun bir denizdim/hükümlü Masmavi ufuktan savundum hep Güneşe verdim dalgalarımı Evrensel şarkılar söylerdi rüzgarlarım Barış bulutlarına kardeştim Yıkadım, anttım tüm bulanık ırmaktan Araya sınırlar koymadım ormanlarla Kucakladım tüm çiçeklerini dağların Çünkü ben bir denizdim... O simsiyah zifir dağlar Zincire vurdu dalgalarımı Çevirdi dört bir yandan maviliğimi Kara bulutlarla kapladı sonsuzluğunu ufkumun Şarkılarım asılı kaldı gökyüzünde Ben dostuyum güneşin lşığı savunmaktan ötürü Upuzun bir denizdim/hükümlü... Kara bulutların bayram günüydü Darağacında upuzun bir denizdim Engeller ufaktı kayıverdi ayaklarımdan Uzadıkça uzadım sonsuzluğa Gökyüzünde denizler ordusu beni bekliyordu Güneş daha güneşti Artık nabzım mavi mavi atıyordu... Alt dudağımdan döküldü dupduru bir türkü Çünkü ben bir denizdim" denizlikten hükümlü...

TAVIR

28


FOTOĞRAF YAŞAMIN TÜRKÜSÜNÜ SÖYLER TAVIR

Bu söyleşi AFOG (Amatör Fotoğrafçılar Grubu)'dan Mehmet ÖZER ve Murat ÖZCAN ile yapılmıştır. TAVIR : AFSAD'dan neden ayrıldınız? Neden yeni bir fotoğraf grubu kurma gereği duydunuz? YANIT : AFSAD 1900 yılı öncesinde çıkartmış olduğu fotoğraf dergilerinde gündemi sürekli olarak işçi sınıfının ve emekçi halkın kavgasından yana belirliyor, buna duyarsız kalanları eleştiriyor, fotoğrafçının objektifini yaşama, yaşanılan bir kavgaya çevimesi gerektiğini vurguluyordu. Bu doğru olandı ve bugünde olması gereken budur. 80'li yılların getirdiği teslimiyet. AFSAD'ı bu amacından çok uzaklara savurdu. Adeta sırtı-

adeta dışlandık, ayrılmak zorunda kaldık. AFSAD bugün kuruluş amaçlarının çok gerisindedir. Kamu yararına dernek olabilmek için verdiği ödünlerle fotoğrafın özünü öldürmüştür. Sanatın özü başkaldırıdır, devrimcidir. Ama bugün bu öz boşaltılmıştır. AFSAD, Zonguldak'taki mücadeleye, savaşa karşı kayıtsız kalmıştır. AFSAD'ı nü ve portre salgını sarmıştır. Bugün kendilerine yakıştırdıkları "Fotoğraf Sanatçıları Demeği" yaşayan, haykıran fotoğraf üretmekten çok kimlik arayışı içinde olan insanların sığındığı bir adacık haline gelmiştir. TAVIR : Ankara'daki fotoğraf sanatçıları içinde AFOG'un yeri nedir? Bu gün-

nı yaşadığı topluma döndü. Ülkemizde işçi grevleri, açlık grevleri, insan hakları, cezaevleri için yaşam kavgası verilir-

kü süreçte devrimci demokrat sanatçıların alması gereken tavır ne olmalıdır?

ken, toplumsal olaylar yaşanırken bütün bunlara duyarsız kalmasından rahatsız olduk, ve o günkü yönetim tarafından

YANIT : Fotoğraf sanatçısı ya da sa

TAVIR

natçı, fotoğraf dernekleri, çok kutlanılan adeta sihirli sözcükler. Bunu başka bir platformda tartışmak isteriz. Çünkü; fo-

29


toğraf biraz bilgi ve bir fotoğraf makina-

cileri, gecekondu halkı, kömür toplayıcı-

sıyla üretilen görüntü değildir. Ayrıca, bir kaç dönem fotoğraf dersi alıp pikniklerde gecekondu mahallelerinde fotoğ-

larının yaşamlarını, kavgalarını ulaşabildiğimiz en uzak yerlere taşımaya çalıştık. Fotoğraflarımız, Almanya, Hollanda,

raf çekmekte değil. Fotoğraf birden çok bilimin çakıştığı yerde ortaya çıkıyor. Zorlu bir iş.

İsviçre, Danimarka'ya kadar ulaştı.

Diğer fotoğrafçılardan farklı yanımız bizim sürekli olarak gündeme müdahale

ra sunduk.Öğrenci gençliği 60 öncesi süreçle tanıştırmaya çalıştık. Bu gösteri-

etmemiz, gelişen toplumsal çatışmalara karşı duyarsız kalmayışımızdır. İşçi eylemlerine, öğrenci eylemlerine, savaşa,

ler sonucunda iki arkadaşımız 3 ay tutuklu kaldı. Gerekçesi cansız resimleri canlandırıp halkı isyana teşvik etmekti. Ce-

Zonguldak mücadelesine olduğu gibi. Sanatçılar, fotoğrafçılar kendilerini yaşadığı toplumun dışında tutamazlar, yaşa-

zaevleri ile dayanışma sergi ve gösterileri yaptık. Zonguldak madenci direnişini, "Çeltek'te öldük, Zonguldak'ta dirildik",

mın yalnız dingin yanı ile ilgilenip devinimlerle dolu yanını görmemezlikten gelemezler. Fotoğrafçı yaşama ait herşeyi

şiarıyla maden işçilerini, sınıf kardeşlerine sunduk. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde direnen emekçi kadınlarımızı

estetik bir düzeyle yeniden üreterek sunmak zorundadır kitlelere.

öne çıkaran sergimizi açtık. Savaş rüzgarlarının esmeye başladığı günlerde özellikle işçileri savaş konusunda aydın-

TAVIR: Kısaca bugüne kadarki çalışmalarınızdan söz eder misiniz? YANIT : Aralıksız olarak sürdürmeye çalıştığımız fotoğraf üretimimizin özeğini işçi sınıfı oluşturuyor. Çelik işçilerinin grevi bizlere çok şey öğretti. 137 gün süren grevlerinde yanlarındaydık. Bu grevi fotoğraflarını, dialarını, çeşitli sendika ve kitle örgütlerinde, festivallerde gösterime sunduk. Çelik işçisinin grev fotoğraf sergisini, "Ekmek Yoksa, Banşta Yok", Yol işçilerinin genel kurulunda gösterime sunduk. Çok olumlu tepkiler aldık. Tarım - İş, Otomobil İş. Aselsan işçileri, Yeni Çekek, Zonguldak maden-

TAVIR

1966 yılından günümüze yaşanılan bir süreci reprodüksiyonla geniş yığınla

latmak için bir reprodüksiyon belgeseli çalıştık. Kızılderili katliamından günümüze, karaderililerin katliamı, I. ve II. dünya savaşları , Vietnam, Nikaragua, Şili, İran - Irak Savaşı, Filistin, Halepçe, Güney Afrika gibi bir dizi haklı ve haksız savaşlardan derledik. CNN muhabirinin hava bombardımanını bir noel ağacına benzetmesinin arkasındaki gerçekliğin hiç te noel ağacına benzemediğini, acıları, yoksulluklarıyla ölümleri tüm çıplaklığıyla anlatan sergimizi ASM ve NÜSHETin katkılarıyla açtık. Öyle sanıyorum ki tüm izleyiciler kafalarında bir savaş fotoğrafı ile ayrıldılar sergiden. Bu sergi-

30


nin diaları sendikalarda, demokratik kitle örgütlerinde gösterildi. Haksız savaşlarda çekilen acıları, haklı savaşlarda ödenen bedelleri anlattık. "Savaşa Ha-yır" sergimizi Dağarcık Halkbilim Derneği ve Grup Ekin ile dayanışarak açtık. Savaş ve Zonguldak sergimiz çeşitli illerde hala sergileniyor. Şimdi "1886 yılından bu yana Dünyada ve Türkiye'de 1 Mayıs Belgeseli'ni hazırlamaya çalışıyoruz. TAVIR : Sizce sosyalist gerçekçi sanat içerisinde fotoğraf sanatının yeri nedir? YANIT : Sanatın sınıflar üstü olmadığına inanıyoruz. Sanatçı ayaklarını nerede yere basıyorsa, dünyayı öyle algılar ve algıladığı biçimiyle üretmeye çalışır. Biz toplumun en dinamik sınıfı, işçilerin yanındayız. Şair şiiriyle, ressam resmiyle, edebiyatçı yazılarıyla yaşamı savunmaya çalışır. Fotoğrafçılar da fotoğraflarıyla savunmak zorundadır. Bu kavganın dışında olamayız. Yargılayan, üreten, değiştiren fotoğraflar bugünü yarına taşıyacak, yarın da bugünlerin tanımlanmasına yargılamasına tanıklık edecekir. 'Bir görüntü binlerce sözcüğün anlatttığından çok daha fazlasını anlatır.' Bu büyük bir sorumluluktur. Bu bilinçle fotoğrafçı, yüreğiyle, beyniyle, fotoğraf makinasıyla halkının yanında yer almalı ve görüntünün ardındaki gerçeklikleri, güzellikleri estetik bir düzeyde yeniden üreterek izleyicisine sunmalıdır. Fotoğ-

TAVIR

rafla iletilmek islenen mutlaka fotoğraf diliyle sunulmalıdır. Kuru saptamacılık, aktarmacılıktan kaçınmalıdır. Yani yaşayan fotoğraf olması gerekiyor. 'Fotoğraf insan oğlunun onurunu haykırmalı yaşamın türküsünü söylemelidir.' TAVIR : Biliyorsunuz. 12 Eylül sürecinden sonra egemen yoz kültür hemen hemen tüm sanat dallarını yoğun bir biçimde etkiledi. Bundan fotoğraf sanatı ve sanatçıları nasıl etkilendi? Bu yarala rın kapanması için neler gerekiyor? YANIT : Kültür ve sanatı sınıf gerçeğinden ayrı düşünemediğimize göre, gerici, yoz kültürün de bir işlevi vardır Egemen iktidarın meşruluğunu sağlamak ve sürekli kılmak, alt yapıdaki hırsızlığı gizlemektir bu işlev. Emekçilerin kaderlerine razı olmaları, şükredip yetinmeleri için, halkın direnme geleneğinin sevgi ve kavga türkülerinin içini boşaltmaya çalışır. Newroz'u Türk bayramı ilan etmesi, 12 Eylül'd e idamla yargıladıklarına bugün ödül vermesi gibi. 80'den sonra fotoğraf keşfedildi. Valiliklerin, bakanlıkların yarışmaları, sergile-ri süreklilik kazandı. Bazı fotoğratçılar ise adeta bu yarışma ilanlarını takip ederek burjuvazinin parkurunda onun kurallarıyla yarışmadan yarışmaya koştular. (Yarışma mantığına da karşı olduğumuzu belirtelim) Birkaç nü ya da portre manzara, çiçek, böcek çekmekle fotoğraf sanatçısı olundu. Bu yarışmalara o kadar kaptırdılar ki kendilerini, sürekli

31


olarak gelişen çatışmanın dışında tuttular kendilerini. Sergiler, içki kadehleri arkasında sunuldu izleyicilerine. Bugün bu tablo halen geçerliliğini koruyor. Ama; bunun dışında da fotoğrafçılar vardı ve daha güçlü biçimde var olacaklardır. Ne yapmalıyız! Öncelikle tek tek tüm fotoğrafçılar biraraya gelmeli bu konudaki çabalar, deneyler birleştirilmeli ve ortaya çok güçlü bir üretim biçimi çıkarmalıyız. Alışılagelmiş fotoğraf tarzlarının dışında yaşayan, haykıran izleyicisini üretken kılan fotoğrafların üretilebileceğini kanıtlamalıyız. Bunu yaparken, kuru saptamacılık, abartıcılık, kuru bir bölgeselcilikten kaçınmalı üretimlere mutlaka fotoğrafın dili verilmelidir.Fotoğrafı üretirken kendimizi ve izleyicilerimizi de üretmeli, çoğaltmalı. Fotoğrafı bulunduğu noktadan daha ileri götürmek için düşünsel olarak da algısal olarak sürekli çalışmalıyız. 12 Eylül'le birlikte sanatçı ve aydın erozyonuyla karşılaşıyoruz. Kimileri diz çöküp pişmanlıklarını dile getirirken kimilerinin kültür elçisi olduğuna tanık olduk. Bütün bu ihanetlere rağmen dire-nenlerde vardı ve gücümüzü direnenlerden alıyoruz. Bu kavganın ressamları, yazarları, şairleri, sinemacıları emekten yana devrimci sanatçılardır. TAVIR : Geçtiğimiz süreçte gündemi belirleyen hemen hemen her gelişmeye karşı, sanatçı kimliğinizle tavır koydunuz. Çeşitli sergiler açtınız. Açtığınız ser-

TAVIR

gilerle neyi amaçladınız"? Ve bunlara ulaşabildiniz mi? YANIT : Bugüne kadar açmış olduğumuz sergilerin ve yapmış olduğumuz dia gösterilerinin tümü hem bizim hem de hedef seçmiş olduğumuz kitle için öğretici sonuçlar üretti. Çelik işçilerinin grevi ile ilgili sergimizi grev alanında açtık. Tam bir kitle gösterisiydi. Binlerce işçi sergiyi izledi. Birçoğu ilk kez bir fotoğraf sergisi geziyordu. Bir İşçi; "bu fotoğrafların anlattıkları yüzlerce ciltlik kitaplara sığmaz" diyordu. Yeni Çeltek madencileri, "ölüm bizi kovalar, biz kömür toplarız, uzun soğuk gecelere kömür oldu umutlarımız, yaksınlar bizi ve böylece bilsinler" diyordu ve öylece anlattık sınıf kardeşlerine. Zonguldak madencilerinin, Tarım işçilerinin, Otomobil İş işçilerinin kavgasının yanında olduk. Onlardan öğrendik, kavgalarını halka anlattık. 80 sonrası öğrenci gençliğine 80 öncesi gerçekleri anlattık. Savaşa karşı açmış olduğumuz sergi sendika ve demokratik kitle örgütlerindeki dia gösterimizle insanları konferanslardan savaş konusunda yazılanlardan daha çok bilgilendirdik ve haksız gerici emperyalist savaşı binlerce kez lanetlediler. Daha yolun başındayız, başa-rıılacak çok işimiz, çekeceğimiz binlerce karemiz var. Yaşamın türküsünü söyleyip insanoğlunun onurunu haykıran fotoğraflar üretmek için başardık demek erken.

32


REOUIEM; ZAMANDIŞI SESSİZLİK SAATİ ÜZERİNE MECİT ÜNAL NEREYE? Mecit ÜNAL, cezaevlerinin kamuoyuna tanıttığı şairlerden biri. Devrimci, sosyalist konumlardan başlayıp, bugün de şu veya bu şekilde de olsa bu iddayı sürdüren bir şair. Varılan sonuçlar açısından, son kitabı "REOUIEM, Zamandışı Sessizlik Saati" üzerinde durulabilecek bir ürün. Sanatsal etkinlikler, direnişçilerin, 12 Eylül cuntasının cezaevlerindeki kişiliksiz-leştirme politikalarına karşı mücadele aracı oldu. Sanatsal faaliyeti politikadan kaçışın bir aracı haline getirme olgusu sıkça görülen bir durumdu. Sanatsal et-kinliklerin düşmanın elinde bir silah haline dönüşmesi değişik düzeylerde, oranlarda ve biçimlerde yaşandı. M. ÜNAL'ın kitabını okuyup kapadığınızda, kitaptan size edebiyatımızda fazlasıyla var olan "bunalım"dan "aydın bunalımından başka bir şey kalmıyor; ben merkezci ve çözümsüzlükler içerisinde kendisinden başka gidecek yeri kalmamış. Ama "ardı" dahi "uçurum", "yüzü değişmiş"... Bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir zamanda gidip gidip gelerek kendisine ulvi bir aşk (urviliği nereden gelmişse) tapınağı kurgulayıp, gerçekleşmemiş ve belki de gerçekleşmeyecek aşklar ardında kırık ve umutsuz dolanıyor... Bu tapınağın yörüngesinden kurtulamayan, deniz ciplerinde, istiridye kabuğu içerisinde bir birey olarak...

TAVIR

Kitabın özeti bu. Yalnız bir birey. Yalnızlık, bizim aydın geleneğimizin -dünyada da çok farklı olduğu söylenemez- en güçlü duygu alanlarından biri. Aydınlar yalnızlıktan hem büyük bir korku duyarlar, hem de ona karşı tuhaf bir tutkuları vardır. Mecit ÜNAL önce halkla, halkın yüreğiyle, onun kendi büyük geleceği için sürdürdüğü kavga ile köprüleri atmıştır. Kavgaya, sosyalizme ve gelecek güzel günlere dair söylenenler onun için ölü sözcüklerdir. "gülden ve ekmekten konuşulduğu zaman asıp öfkemi duvara hangi sözcüğe dokunsam Ölü bir kuş düşüyor avucuma, zayıf incecik elli" (1) demektedir. Bütün "yorgunlar" gibi, o her şeyi görmüş öğrenmiş, olanaksızlığını, lüzumsuzluğunu anlamıştır, bütün o yaptıkları çocukluktur; kinse bir şey anlatmaya çalışmamalıdır: "bizo kitabıokuduk çokeski birşarkı artık gül ve ekmek günleri umarsız gri yağmurları var şemsiyelerimizin bize açıkdenizlerden söz etme çocuk"(2"

33


Ogençliğin, çocukluk hastalıkarı nedeniyle mahpusa düşmüştür, eldenne gelir, kader belle yipnamusbelasınaçekmekgerekir! : "bizimde yaptığımızbaşkabirşeyyokişte yıl oniki ay direnrnektenkimseyi suçlmayalım birde olsa olsa yaşlanıyoruz yattğımız yerde. iyi peki ne yapalım yaşam bu işte diyorum kederle bakıp resimlere. böyle şeyter olacaktı aldırma kalbim, haydi vurkendini şaraba kedere ve aşka vur..." (3) Ama yine de kendinden yana şüphelidir: (güllerin suyuna aspirin koyarsanız). "uzun süre dayanırlar bir de beni duyanabilsen" (4) der, umutlu değildir, çünkü; "belki yangını seyretmeli çünkü küldür ömrümüz " (5). Ömrü "boşa" gitmiştir; insanlar iki yüzlüdür artık onun için; "bu kent kendi yüzüyle değil kimse kendi yüzüyle herşeyde bir yerinden edilmişlik"(6) vardır. Kavgayla, geçmiş ve gelecekle köprüleri atıp, insanlarda sahtelikler bulunca geriye bir tek kendi kalır: "aynı yüzleriyle hergünkü arkadaşlardan ve kendi yüzünden kaçtıkça, gene kendinden başka gidilecek yer yoktur" (7) bir istiridyenin iki kabuğu arasındayım "orda bin yıllık deniz fenerinin dizi dibinde" yalnızdır, bir başına fakat; "Buradan kendisinin de arkası uçurumdur" (8) Mecit ÜNAL kendine de güvenemez, kendine de yaslanamaz; bu durumda sa-

TAVIR

rılacak bir tek dal vardır: Aşk; artık bütün her şeyin merkezidir, somut olan, gerçek olan tek şey aşktır. "ama her yolun aykırı bir yanı var yaşamda ve bütün yolları dünyanın aynı alana çıkar aşka!"(9) önemle vurgular ve devam eder "Dokunulabilir, tututabilir ölçüde somut olan tek şey, kırmızı bir gül... Boşlukta geziniyor. Kadın ve erkek arada bir uzanıyorlar bu güle tutamıyorlar."(10) "aşk içinden çıkılmaz labirenttir. (11) Bu ulvi gerçeğe herkes erişemez belki de hiç kimse erişemez'' Mecit ÜNAL'da erişemiyor "cuma-cumartesi-pazar pazartesi-salı geçti sen yoksun kederli bir şişe dibiyim" (12) diyor. 'Kederli bir şişe dibi olmak' kalıyor Mecit ÜNAL'a. başka çaresi yok; çünkü; "Burada bütün aşklar umutsuz biter. Ve umutsuz biten her aşktan sonra gene umutsuz bitecek yeni bir aşk filizlenir." (13) Aşktan da umut kesilmiştir fakat başka çare de kalmamıştır; kadere boyun eğilecektir. Sonunda gelinen nokta bu, ve herşey bu işte. Kendini ilerici, devrimci, sosyalist olarak niteleyen birinin, dünyasını böyle yıkıma uğratmasını anlamak mümkün değildir. Belki rastlanılabilir bir şey; belki bir çok yönden sorgulanıp açıklaması yapılabilir. Ancak herşeyin ötesinde, sorunun can alıcı noktalarından biri "kabul edilme" olgusunda yatıyor olsa gerek. Kitapta, Angelika MECHTEL imzasry-la bir önsöz yer alıyor. Şairi almancaya

34


çevrilmiş şiirlerinden, düzyazılarından ve mektuplarıdan tanıdığını belirten A. Mecthtel M. ÜNAL'ın "(henüz) edilmese de" daha ileride, "20 ya da 30 yıl içinde" Nazım Hikmet ile mukayese edebileceğini ima etmekten de çekinmiyor, ilginçtir ki M. ÜNAL'da. yayınevi de bu sözlere yer veriyor.

madan edemiyoruz. Batı hayranlığının sonucu tanzimatçı kafa yapısının bir yansıması mı, yoksa yayıncının ticari yaklaşımı içinde vaka-i adiyeden sayılan "kur nazlıklarından birisi mi? Ya da her ikisi mi? Hasılı bu memlekette tuhaf işler sürüp gidiyor.

A Mechtel gibi '"20 ya da 30 yıl içinde" köprünün altından hangi suların akacağını söylemek, müneccimlik yapmanın ötesinden bir şey olmayacağına göre: olur olmaz herkesin, bugün veya gelecekte Mazım HİKMET ile karşılaştırılması, üstelik bunun ayaküstü gelip geçerken yapılmasının saçmalığı ve değersizli-gi ortada değil mi? Ama yine de örnek olsun.

Sonuç olarak "Zamandışı Sessizllik Saati" karamsarlığın, umutsuzluğun, bireyleşmenin şiiri olmuş. Mecit ÜNAL için tam bir geriye gidişi gösteriyor. Bu kitaba bir çok çevreden övgüler gelebileceğini, hatta ödül(ler) verilelebileceğini söylemek olanaklı. Ancak devrimci çevreden birinin içi boşaltılıyor; sevinilecek bir yanı yok, üzülmek gerek. Mecit ÜNAL'ın bu geriye gidişi sorgulamasını temenni ederiz Bu gerilemenin sürmesini, başka duraklara da uğramasını, o çürümüş limana sığınışını görmek islemiyoruz.

Nazım güçlü bir bireydir; gücü onu kavgaya (dışarıya) bağlayan bağlardan, davaya olan inancından gelir. Yaşadığı koşullar ve tavrı dikkate alındığında bu kolayca anlaşılır. En duygusal aşk şiirlerinde bile, yalın bir şekilde kavgasını bulursunuz. Şimdikiler zayıf, kırılgan, güvensiz, dahası çapsızdır. Kırk günlük yerdeki yaprağın kımıltısına duyarlı Nazım'la kolayca karşılaştırılabiliyorar, ama onlar, yanıbaşlarında gümbürdeyen kavga davullarına kulaklarını kapamışlar; halkın haykırışlarını, çağlayan nehrin sesini de duymuyorlar. Nazım HİKMET dokunulmaz tabu değildir ama, böylesi ürünlerle, Nazım'ın şiirleri arasında bir nitelik seviyesi aramak bile Nazım'a haksızlı olur. Mecit ÜNAL'ın bu önsöze nasıl izin verdiğini -yoksa yayınevi mi atlattı- sor-

TAVIR

DİPNOT: (1)Mecit Ünal; (2) (3) (4) (5) (6) (7) (8) (9) (10) (11) (12) (13)

Syf.24 Syf.25 Syf.26 Syf.84 Syf.100 Syf.25 Syf.9 Syf.10 Syf.36 Syf.73 Syf.39 Syf.39 SyfB 35


OĞLUM

Aksaçlarınaumudun çiçeğini taktım oğlumAlabildiğine kızıl ve özgür Bilek lerindek i kelepçeler Mavi boncuktan bilezik oldu.. Oğlum, kanımın akıcı Gönlümün al bezeli nakışı

Nasıl kıyarlar sana

Ben koklamaya korkarken Rüzgar bir hoş eser

Bayrampaşa'dan

Fısıltılar gelir kulağıma Diren ana Dayan ana Biz ateşiz Biz yangınız Körükle ana.. Ak saçlarımda umudun çiçeği büyüdü oğlum

Büyüdü de Dal budak saldı

Binlerce oğul oldu, kız oldu Halay oldu, türkü oldu, saz oldu...

TÜRKÜLERİMİZ Vur sazının sırma tellerine

Nasırlı

ellerin türküsünü şafağında Reşo'nun,

Haykır gecenin Cemo'nun öyküsünü

Söyle yüreklere sığmayan sevgini

Kavganı,

düşlerini Dinecek birgün bu fırtına Kavuşacak insanlık mutlu geleceğe Bil ki En büyük pay senin olacak Sesin ve soluğunla

TAVIR

36


ENTELLEKTÜELLİK VE BİLİMSELLİK AHMET YÜZÜAK

Kaç yönlü temkinliliği elde tutup, iyice irdeleyip öyle yazmak..Sorun burada. Bu yazıda bir senaryonun anatomisini irdelemeyi ve ameliyat masasına yatırmayı işliyoruz. Senaryo; kısa film için düşünülmüş ve kaleme alınmıştır. "Kırmızı İp" ismi taşıyan bu senaryo değişik toplum katmanlarından tepki aldı. Kuşkusuz bu tepkiler içinde ön planda gelen kritiklerden birisi içerideki dostlardan gelendi. Ve çok güçlü bir çalışma idi. Senaryonun konusu şöyle; "Eski kocası işçi olan bir Anadolu kadınının - üstelik üretim içindeki - 2 çocuğu ile körfez sularına kendilerini gömmesi idi." Bu intihar olgusu kısa film için devşirildi. Değişik görüşlere sunuldu. Böyle bir yazının konusu; yerli yerinde yapılan bir kritiğin filmin çekimini durduracak kadar güçlü olması nedeniyle

TAVIR

oluşmuştur. Alternatif yaşam düzeni için can ve özgürlük bedeli ödeyen tüm yiğit insanlara adıyarak bu filmi çekmeyi düşünüyorduk. Günlerce masaya oturduk. Araştırma yaptık. Yol almağa başladık. Bir yandanda, oyunu; bir tercih olarak bu hikayede kullanacak insanlara başvuruyorduk. Tepkiler çok olumlu idi. Yürümeğe devam ettik. Bir kere, bu kadının; 2 çocuğu ile kırmızı ipi bellerine bağlayarak körfez sularına kendilerini gömmeleri toplumsaldı. Çünkü her kesim bu olayı çok iyi biliyordu. Aslında intihar eden ve çocuklarını da bu işleve katan kadın; mesajını duyarlılara iletmişti. Eyvallah....... Bir sanatçı olarak, bir Türkiye ve Dünya insanı olarak, bir devrimci olan bu mesaj bize de ulaşmıştı. Algıladık. Bu isimsiz kadının, tarih içinde gömülü işlevi bize ulaşmıştı. Bayrak koşusu gi-

37


bi, malzeme bize geçmişti. Elimizden bayrağa atacak durumda olmayan insanlardık. Bayrağı kaptık. Ama; ne yapacaktık? Ortaköy kültür merkezindeyiz.

ölüm aslında zavallı bir olgu. Tesirsiz kalacağı o kadar çok insan varki. Bu vesile ile, özgürlüğü tanımlamada bir fırsatı, yaklaşımı deniyorum. Soğuk bir hava, her yanınız üşümede,

Dünyalar tatlısı, kafasını mükemmele ulaştırmak için çaba sarfeden / üstelik kırmızı çamaşır ipini çocuklarına bağlamış o anne gibi bir kadın ve çocuk sahibi / bir arkadaşımızın "Eveeet" sözü bize bir anda sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu hatırlattı. Sinemacıydık. Bu özgün teknik bilgi-lerle donanmıştık. Bu isimsizlerin mesajını ulaştırma sırası bize de gelmişti. Bütçemiz malum nedenlerle kısıtlı idi. TV programlarında döneklerin günü birlik çıkışları gibi vize sahibi de değildik. Burjuvazi; klasik bilimde yerini tüm zamanlarda asla yitirmemiş olan kesimde bizi ödüllendirecek durumda olamazdı. Yani kendi yağımızla kavrulan, ama safımızı-da tutmuş bir sinemacı idik. Bu konuyu çekmeliydik. Kısa veya uzun konulu bir film yapmalıydık. Ama nasıl? Ben, bu bencilik duygusundan arına-rak bir kadın konusunu her halde tek başına işlemek istemi taşımıyordum. Deği-şik alternatifler sonucu bir arkadaşımızla bu yaklaşımı denemeğe karar verdik. Tam bu sırada bayrampaşa yaralısı olarak özgürlüğü yeni yeni koklayan bir çocuk adımı gündemde kendini tutuyordu.

TAVIR

Önünüzdeki daktilo tuşlarına severek ve anlatmak, ulaşmak için basmakta, ve gerçekten hava kurşun gibi ağır iken, ve önünüzde kurşun gibi bir renkle akan suda, aç insanları çağrıştırmağı belki düşünmeyen martılar acı çığlıklarını, açlık çağlıklarını, havaya tüm canlı birimlerine yayarken; tüm dünya dostlarını düşünerek - aslı onlardan ayrı kalmayı aklınızın bir ucundan geçirmezken Trilyonlarla belki ölçülmeyecek canlılık birimleri için; özgürlük istiyoruz. Ertelenmeden ve somut. Yani hemen. "Hapishanelerin yasaktır."

tümünde:

yeşil

bile

İstanbul'da tüm kolaycılarca; "Sosyalist düşünce bitti, Devrimci savaşım -hıh- iken" İflas etmiş üstüne sözde alternatiflerini Ne ise? - koyarken karşıtlığınızı ve uzlaşmazlığınızı yazıyorsunuz. Konumuza dönelim. Senaryo; İntiharı yeğleyen Bahar'ın alternatif kendi hayali ile her yerde hesaplaştığı ve finalde çocuklarını kırmızı ip ile kendi beline bağla-

38


yarak körfez sularına atlaması trajedisinin sosyal yanlarınıda veren bir yapıdadır". Bahar arayışını; arayış temsilcisi Baran'da somutlaştırmıştır. Bu; kısa bir kaç sahne ile Kısa filmin özgün şartları nedeniyle- filmin senaryosunda yer almış-tır. Senaryonun tümünü buraya aktarmakta yarar görmediğimiz için kısa olarak geçtik. Bu pratik olarak okuyucuyu netleştirmede bir yaklaşım olacaktır kritiklere geçiyoruz: Boğaziçi Üniversiteli bazı kişiler; "Artık bu tip sosyal olguların demode olduğu günümüzde, ısrarla böyle senaryolara eğilmek bir nevi şizofren belirtidir. Köy hikayelerinden artık gına geldi. Stop diyecek yeni sinemacılara ihtiyaç duyuyoruz. Onların ne yaptığı bizleri fazla igi-lendirmiyor. Daha grift konulara eğilin lütfen." Metropolleri dolduran işçi kesiminin büyük bir çoğunluğu köy kökenlidir. Ayrıca köy hikayelerini reddetme modasının somut bir temelide yoktur. Senaryo kır -kent karışımının yeni motiflerini işlemek için yola çıkmıştır. Entelektüel sinema yazarlarının tu kaka ettiği köy filmleri yargılamalarına katılmıyoruz. Özgün olarak bu sosyal kesimde yerini koruyacaktır. Rengini özletecektir. Y. Kemal'in eserlerinin bir çoğu artık klasik tad vermeğe başlamıştır. Kadınların bize ulaştırdıkları; "Bahar'ın arayışlarına yanıt verilmemiştir. O;

yalnız bir konumda, her iki kesimi temsil eden erkeklerce dışlanmıştır. Birliktenliği geliştirmemişlerdir. Ölüm aslında kurtuluş değildir. Ancak yinede bu yolu seçerek çağımıza ve topluma bir mesaj vermeği hedeflemiştir." Destek beklenen kesim - erkekler yeterince güçlümüdür? Onların da çapı ile ilgili bir versiyon senaryoda yer almaktadır. Düz bir işçi ile, alternatif dünya savaşımcısı vurulan - iki erkek olaya katılmıştır. Ancak, umuda gidecek yolun çok engelli oluşu ve bilimsel savaşıma katılmamanın insan üzerindeki çıkmazla -rı aslında film vesilesi ile gündeme getirtmiştir. NEREYE? Bu sorulmağa çalışılmıştır. Genç bir devrimci sanatçı; "Baran'ın aternatif kimliği net değildir. Baran devrimcidir. O halde net olarak bu istenmelidir. Onun vuruluş sahnesi şöyle olmalıdır. - Koşan ayak sesleri, düdük sesleri, siren sesleri, Soluk soluğa ve terfi yüzü, elinde tabancası, silah sesleri. Baran'ın karanlığa sıktığı son mermi. Karşılık ateşi. Gülümsemeyle karışık acılı yüzü, yere düşen gövdesi, elinde sımsıkı tutuğu silahı. Kanayan yüreğini tutan sol eli. Gülümseyen açık gözler. /Müzik/ flulaşma ve Bahar'ın vurulmayı duydukça kulaklarını kapattığı sahneye geçiş." Bir niteliğin altını çizmenin görsel bir

TAVIR

39


çok yolu okluğunu biliyoruz. Kolayca, hiç çaba sarfedilmeden alınan mesajların yararına inanmıyanlardan birisiyim. Kişilikleri ve olayları yorumlayarak, kendilerinden yeni bir şey katarak algılanmasını ürünler üretmekten yana olunmalıdır. Devrimci bir canın vurulmasının mücadelesinin estetiği de yaratılmalıdır. Ancak, konu itibarıyla bir kronolojik yaklaşımda gereklidir. Bu filmde asıl olan isimsiz bir kadının toplumun tüm kesimlerine duyarlılıklarını gündeme getirme için intiharı söz konusudur. Bizse senaryoya kattığımız suni bir temsilci ile ivme vermeğe çalıştık. Ancak sonu engelleyeme-dik. Yani intiharı. Yani bu toplumsal olayı. Yani tüm kesimlerin aklını kısa bir süre işgal eden kadını ve ürünleri çocukları yok etmesini. Biz tabi ki tercihimizi ana fikirdeki kahramandan - olayın sujesi - yana kullanmak zorunda idik. Ayrıca bu bilimsellik için bir yaklaşımdı. Klasik bir olguyu- intiharı- film yaparak toplumsallaştırmak isteği idi. Ve en büyük bedel ödeyen dostlardan, özgürlükleri gasp edilmiş içerideki arkadaşlardan gelen değerli ve yararlı eleştirileri sıralıyoruz: "Bahar"ını gözünde, Baran-Beyaz atlı şövalyeye benziyorsa. seyirci gözüyle de Baran'a benzeri duygularla bakılması sağlanıyor. Baran; iyi, güzel, sevgi dolu. şövalye ruhlu bir insan. Nadir bulunan insanlardan Kim bu nadir bulunan insanlar? Bu

TAVIR

soru yanıtlanmadıkça eksik olan bir yan var demektir. Devrimcileri tam anlamıyla tanımayan, görünen yönleriyle tanıyan insanlar çoğunlukla şöyle söylüyorlar. "Devrimciler peygamber gibi insanlar" Hayır. Peygamber değildirler. Görünüşü biçimlendiren devrimciliktir. Özdür. Görünen yüz bir sonuçtur. Dolayısıyla biz peygamber tanımı gibi devrimci tanımı yapmaktan kaçınmalıyız. Gerçeği vermek gerekli seyirci, dolayısıyla Bahar, devrimci Baran'ı görebilmeli. Onun görünen yönünü değil (ki görünen yüzü dahi net değil) Baran..... buralarda, bu büyük şehir denen canavarda... sahte. Bir çok şey sahte. Baran'ın bu değişi sizce doğru mu? Bizce değil. ...Bizim asıl aradığımız, intihara yol açan neden. Bahar'in sonra yaşadıkları, bu asıl nedenin üzerine binen başka nedenler.... Dostlar senaryoyu özenle irdelemişler ve değerli görüşlerini bize soru yağmuruna tutarak göndermişler. Hemen değerlendirmeğe başlıyoruz. Film; kısa sürede olayı anlatacak bir yapı için ko-şullandırıldı. Kısa filmin bazı handikaplarını taşıyor. Bazı eksik yönlerinin de olduğunu bu vesile ile anladık. Ancak genel olarak olaya yaklaşımımızı sonuçlandırmak istiyoruz. Bu konu. gündeme getirdiği intihar olgusu ile işin fonunu, yani toplumsal yanını gün ışığına çıkarmalıy-

40


dı. Ve ucuz bir kompirme ile de sinemada devşirilemezdi. Bilimsel yarım sayfalık bir metin belki bu iş için yeterlidir. Ancak sinemada asla Sinema, görselliği ile izleyiciyi sımsıkı sarmalıdır. Birlikte beyin grilerine yol almalıdır. Önemli olan bu mesajımız çok açık değildir. Sözlerimiz de. Bir bulmaca gibi senaryoyu işlemeyi, filmi yönlendirmeyi hesapladık, en önemlisi de senaryoda sayfalar dolusu cümlelerle anlatılacak bir çok detayın görsel olarak kısa bir pan ile kaydırma-bir kaç saniyede anlatılabilir olabilmesidir. Devrimci bir insanın ivmeci olduğunu, fırtınalara yol açabilecek, söz ve eylemleri, mimikleri ve tarzları taşıdığını, taşıması gerektiğini bu öykü vesilesi ile gündeme getirmeğe çalıştık. Şövalye veya peygamber değimi yerine -fırtınacı, sarsıcıdeyimini hemen koyma ısrarını taşıyorum. Filmdeki suje, intihara giden yolda, mayasında olan yeniyi, insana özgüyü ararken, katalazörle karşılaşır. Tanımlanamaz bir bağ küçük detaylarla onu sarabilir savımızla yola devam ettik. Ekonomik ve sosyal doyumlar intiharı önler mi? Azaltabilir. Ama önleyemez. Patalojik olguları hep gündem dışında tutuyorum. Düz bir işçi ile evlidir. Ancak, bu koşulların içinde yer alamıyacak bir yapıda olan Bahar, 5 yıldır sürdüğü birlikteliğin toplumsal yaşama katılmada ona yeni bir şey getirmediğini görmüş ve evliliği

TAVIR ÖYKÜ

bitirmiştir. Toplum dışı kalmanın şu veyabu şekilde yakalanması yeni olayları da gündeme getireceği kuşkusuzudur. Ya Baran ile birlikte olsaydı sorusunu hep gündemde tutmağa çalıştık. Toplum dinamiklerinden biri olan Baran, yol arkadaşını kısa zamanda toplumsal savaşı-mın ve mücadelenin içine çekebilirdi. Çekmeyi ertelese bile, mayasında arayışı taşıyan Bahar'ın kendini bilimselliğin kollarına atması gecikmezdi. B. BRECT'ten katıldığımız bir görüşü aktararak yazıyı bitirelim. "Bu fim, kendini öldürmeyi, şu yada bu (hasta) bireyin işi, çok özel bir olay olmaktan çıkarıyor, koskoca bir sınıfın yazgısı haline getiriyor."(1) Eksiklerimizle, fazlalıklarımızla bu yolda mesafe almağa çalışıyoruz.

DİPNOT: 1)B. Brecht, Sinema Yazıları

41


SUS HAYATİ AZİM

Karlı dağların ayaza kesmiş bir sabahındayım. Dört can dostum, bir de ben. Beş candık. Karlara gömülmüşüm. Pek derin olmayan bir çukurdayım şimdi. Ne zaman ayrı düştük birbirimizden. Bir zamanlar bedenimi dimdik taşıyan bu bacaklar benim mi? Ayazın, buzun soğuğuna vurulmuş ayaklarım. Baharı düşlemek olası değil. Sıcak bir yatak istiyorum yine de... Bunun bile gereği yok. Kuru bir ot yığını... Ve buğusu üzerinde bir tabak kara lahana çorbası. Kurşun sesleri kesildi nicedir. Bir helikopter şahin olmuş dönüm dönüm tepemde. Görmüş olabilirler mi beni? Sanmıyorum. Yoksa çoktan karga sürüleri gibi üşüşürlerdi. Parmağım hala tetikte. Dayanın diyorum parmaklanma dayanın! Buza kesmeyin sakın ayaklarım gibi. Helikopterin patırtıları yok artık. Bir sessizlik çöktü dağlarıma. Bulutlar bile kıpırdamıyor. Sessizliği bozmamak için. Şuralarda bir yerler de çalılıklar var biliyorum. Gitmeliyim! Önce ellerimi uzatıyorum çıkmadan dışarı. Tüm gücümle avuçluyorum karları. Ve parmaklarımdan aldığım güçle başımı uzatıyorum. Sürünerek gideceğim. İlk soluğumu ciğerlerime çekmedim daha. Gözlerime çivilenmiş bir çift göz. Beyazı yok bu gözlerin beyazı yok! Neden olmasın vardır elbet. O kadar yakınım ki bu gözlere göremiyorum beyazlığını. Yaşamım boyunca tanımadığım bir korku ve şaşkınlıkla donup kalıyorum. Dağlarımın buzulundan bir parçayım artık. Titreyemiyorum. Beni izleyen bir kurt köpeğisin sen. Şimdi görebiliyorum gözlerinin beyazlığını

TAVIR

42


Dimdik kulaklarını, kahverenginin değişik tonlarındaki diken diken tüylerini de...Kazma dişlerin ise çeneme ha deydi ha deyecek. Arka ayaklarına vermişsin vücudunun ağırlığını. Karları sessizce kucaklayan ön ayakların ellerimin dibinde. Gerilmiş yay gibi duruşunla, her an saldırdın saldıracaksın.Kulaklarımı, beynimi ısırıyor hırlamaların. Öpüşmeye hazır iki sevgili kadar yakınız birbirimize. Gözlerin gözlerime çivili. Betimsiz fırtınalar esiyor...Öylesine soğuk. Üşüyorum. Nasıl da bana benziyor kahveye kesilmiş gözlerin. Soluksuz yaşanmıyor elbet. Parça parça, ağır ağır...Kekik otuna konmuş kelebeğin kanatlarını kıpırdatmak istemezcesine bırakıyorum soluğumu. Soluğumu bırakmayı tamamladım şimdi. Nasıl soluk alacağımı düşünüyorum. Ağır ağır, sessizce soluklanıyorum. Duyumsuyor olmalısın, burun deliklerin biraz daha açılıyor. Burnunla kazma dişlerinin arasında çıkardığın hırlamalar "kıpırdama'' diye uyarıyor. Gözlerimiz hala birbirine çivi. "Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çoktular ... İşte diyorum, ben onlardan biriyim. Biz ki fırtına olup esmişiz. Esmişiz de dağla-rın fırtınası hiç kalmış. Söz kesmişiz kendimizle; gökkuşağından daha bir parlak ışık olup yarınlara sarkacağız diye. Söz kesmişiz; karlı yamaçlardan ılık bir rüzgar gibi eseceğiz diye. Tanırsın, dağların bin bir çiçeğiyle harmanlanmış kokumuzu. Ne o beni dinliyor gibisin? Biz ki onbinlercelik karanlık kuşatmalardan, ırmağına akan yağmur suyunun sessizliğinde akıp geçtik. Uçakların,. bombaların, topun tüfeğin sarmalına, mavzerimizin tetiğinden türküler söyledik. Parmağımızda zafer işareti vurulup düştüğümüzde oldu boylu boyunca. Yangınlara sarınsa da yüreğimiz, ağıta durmadık hiç. Menekşelendi düştüğümüz toprak. TAVIR

43


Yine ne oldu? hırlamaya başladın? Böylesi ölümlerle kolkolayım ben. Ama şu iki kazma dişinin arasında boğazlanmayı hiç düşünmemiştim. Esir aldın beni. Kıpırdamayı bırak, soluklanamıyorum. Şöyle bir atılmak istiyorum boynuna. Var gücümle sarılmak, sıkmak, sıkmak... Algıladın mı düşüncelerimi, daha bir hiddetle hırladın? Sen de öyle duracak değilsin ya. Ok gibi fırlayacaksın üstüme. Ayaklarınla üstü me abanıp, dişlerini boynuma geçireceksin. Veya olduğun yerden kıpırdamadan bir aslan çevikliğiyle ağzını açarak yüzümün yarısını koparıvereceksin. Belki peşi sıra havlayarak onları yardımına çağıracaksın. Karga sürüleri gibi koşup gelecekler. Sayısız namlular dayayarak alnıma kurşun yağmuruna tutmaları daha bir olası. Sen de koştuk koştuk yürür, yaltaklanır ödüllendirilmeyi beklersin. Soluklanmak istiyorum. Sığınağın nemli havasından başımı uzatıp, sabahın serinliğinden bir parça koparırcasına soluklanmak. Ve derin bir nefes çekiyorum. Soluğum soluğuna karışıyor. Gözlerim kahveye kesilmiş gözlerinde. "Onların ayakları yeşerecek çiçeklerin tohumlarını ezdiler." Sen de onlardansın. Haydi! havla artık. Havla da dikilsin tepene namlular. Havla da başlasın kur şun yağmurları. Konuşmalarını duyuyor gibiyim. Yakınlarından bir yerlerden ayak sesleri...Geliyorlar. Elimi kaldırıyorum yavaşça. Dişlerinin arasından geçirdiğim parmağımı dudağıma götürüyorum. Ve sus diyorum sana sessizce. "Sus!" "Sus!" Şaşkınlık rüzgarları esiyor gözlerimde. Beklemiyordum aslında bunu. Gülümsedin de!.. Dilini tüm ıslaklığıyla gezdiriyorsun yanağımda. Ve havlayarak koşuyorsun benden ırak bir yöne.

TAVIR

44


ANA Roman : Maksim Gorki Senaryo : Yönetmen : Gleb Pantilov Ödülleri : Gleb Pantilov, 1990 Sovyelt - İtalyan Ortak Yapımı Cannes ' 90 En iyi Sanatsal Katkı Ödülü Felix '90 En iyi Yardımcı Oyuncu

Sosyalist mücadele tarihinin ve Büyük

odaklanmış. Votka, yoksul evler, çamurlu dar

Ekim Devrimi'nin proletarya kültürü-ne

sokaklar ve fabrikanın zor koşullarıyla tasvir

kazandırdığı bir başyapıt: ANA

edilen küçük bir kasaba. Yönetmen çaresizliğin

Sınıf mücadelesinin keskinleştiği kızgın dönemeçlerin,

sanata

esin

kaynağı

olduğu ve parlak yapıtların yaratılmasına neden olduğu bilinir. Bu gerçek, Çarlık Rusyasının çöküşünün hızlandığı Dünyayı Sarsan

On Gün"lere, yüzlerce sanat

yapıtının bileşkesini oluşturan büyük za-

yoksulluğun orta yerindeki Nilovna Ana'nın acılarını, umutsuzluklarını, oğul sevgisini, oğlunun sınıf mücadelesinde yer almasıyla yeşermeye başlayan direncini, iç çelişkilerini, genel sınıf savaşımı ve sınıf çelişkileriyle yoğurarak yerel ile evrenselin

diyalektik örgüsünü

başarılı

bir

biçimde sunuyor bize.

fere, Ekim Devrimine yöneltiyor bizi. Öykü, 1906' da tamamlanmış. 1897 -

Pantilov da filminde bu küçücük kasabada

1904 yılları arasında siyasal ve sosyal

yaşanan olayları RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi

dalgalanmaların

Çarlık

Partisi)nin mücadelesinin ve hatta Marksizm

Rusyası... Sormova kasabası, çalkalanan

tarihinin bir parçası olarak aktarm akta başarılı

koca Rusya’dan küçük bir parça… Yaşam

anlatım teknikleri kutlanıyor. Kamera yer yer

mücadelesi kasabadaki çelik fabrikasında

kasabanın ufkundan çekime başlayıp sokak-

yaşandığı

TAVIR 45


ları

dolaşarak olayların

yaşandığı

yere

çelişki başlangıçta yalnızca Pavel'e duyulan sevgi

dönüyor. Dünyanın bir parçasını izlemeye

ve koruma duygusundan kaynaklanırken süreç

başlıyoruz. Derken küçücük bir sahne çarpıp

içinde evrilerek inanca ve kararlılığa dönüşüyor.

geçiyor izleyicinin bilincini: Karl Marks'ın

Örne-ğin; önceleri Ana salt Pavel'in tahliye ola-

mezarını düzenlemekte olan Lenin'le bir

bilmesi için fabrikaya bildiri sokarken, gelişimiyle

yoldaşının dialoğu... Lenin, Sormova'da 1

birlikte filmin sonlarında "yoldaş" olarak yaşamda

Mayıs olaylarına ilişkin bir makale yazacağını

yer almaya ve seziden kaynaklanan kararlı siyasi

söylüyor!...

tavırlar almaya başlıyor. Bu tavırlarla Ana abartılı

Romandaki tadına doyulmaz tasvirler, tadını yitirmeden hatta yeni tatlar kazanarak filme yansıyabilmiş. Mekanların uzun plan ve ayrıntılı

çekimleri

romandaki

tasvirleri

yeniden canlandırabilmede gerçekten çok başarılı. Zaman zaman, özellikle fabrikadaki üretim

koşullarının

dönüşebileceğinin ve devrim mücadelesine kazandınlabileceğinin örneği olarak sunuluyor. 1 Mayıs sahnesinde, kitlelerin kararlılıığında politik önderliğin ne denli önemli olduğunu öğreniyoruz.

bir belgesel

Bu kararlı ve uzlaşmaz tavır, işkencede ifade

tadında. Bu uzun anlatımlar ve birbirinin

vermeme ve siyasi iktidarın mahkemelerinde

tekrarıymış gibi görünen görüntülerin bir süre

devrimci hareketi savunma ömekleriyle sürüyor.

sonra

Ve siyasi bilincin pratik bütünleyici öğeleri olarak

farklılaşması,

tasviri

ve kopuk olmayan bir anlatımla, bir insanın nasıl

sınıf

mücadelesinin

keskinleşmesinin ana-oğul ilişkisini ve kasaba yaşamını nasıl etkileyip dönüştürdüğünü de yansıtıyor.

bizlere ders veriyor. Evet, Ana romanı 1904 Rusya'sını anlatmaktan çıkıp yaklaşık yüz yıldır sınıf mücadelesi içindeki

Romana sadık kalarak hazırlanan filmin,

bireylerin devrimci değerleri kavramasında bir

olaylar kurgusundan çıkarılacak birçok ders var

ders kitabı gibi değer kazandı, ev-renselleşti.

elbette.

Ana'nın

Filmde, özellikle vurguladığımız son üç olayda

gözünden ulaştırıyor bize. Sınıfsal çelişkinin

ülkemiz "solunun" çıkarması gereken dersler

Pavol'de

var.

Yapıt ve

olaylar

zincirini

giderek kasabadaki

diğer

insanlarda bilinç düzleminde kavranmaya başlamasıyla kasaba yaşamının farklılaştığına ve Ana'nın çelişkilerinin derinleştiğine tanık

Bu yapıtı bize kazandıran Ekim Devrimi'ne binlerce selam!

oluyoruz. Bu

TAVIR

46


TAVIR

47


NOTA

TAVIR

48


OYUN METNİ

1 MAYIS OHS OYUNCULARI

(Bu oyun 3 kişiyle oynanmaktadır.) ANLATICI

- Merhaba dostlar. Anlatacaklarım var sizlere. Birçoğumuzun bildiği ve hatta yaşadığı belki de. Yabancı değilsiniz ama, yine de dinlemenizi isterim sizden. (Seyircilere bakarak yerden gelen sesleri dinliyormuşçasına) Dinleyin...Yerin yedi kat altından uğultular geliyor, uğultular. Siz de duyuyorsunuz değil mi?....Neyin sesleri bunlar ve ne oluyor acaba?...İzleyelim bakalım!

(Sahneye 1886 yılında idam edilen işçi önderini simgeleyen iki işçi girer. Kıyafetleri de buna uygundur.) 1.İŞÇİ - Bir ses! Yükleyip kendini umudun rüzgarına Dolaşıyor bütün sokakları, dağbaşlarını, koyakları Bunalan bahtsız tarlaları Yorgun fabrikaları, yoksul evleri Ve bir haber bekleyen herkese Fısıldıyor usulca; (Fısıltıya) YAKINDA!!! ANLATICI

- (Soru sorar gibi) Yakında?

2. İŞÇİ

- Evet yakında... Makinasının başında bir memleket türküsü söylüyor işçinin biri Dokunaklı bir türkü, ama diri: YAKINDA! Bir genç kız ağlıyor sessizce Çamaşır yıkarken gündelikte. Düşen her damla yaşla ürperiyor su: YAKINDA!

HEPSİ

- Bir ses! Yükleyip kendini umudun rüzgarına

TAVIR

49


Dolaşıyor bütün sokakları,, dağbaşlarını, koyakları Bunalan bahtsız tarlaları Yorgun fabrikaları, yoksul evleri Ve bir haber bekleyen herkese Müjdeliyor fısıltıyla. (Anlatıcı 1. İşçiye, 1. İşçi 2. İşçiye. 2. İşçi seyirciye dönerek yükselen bir sesle YAKIN-DA'yı söylerler) ANLATICI

- Şikago'da bir meydan vardır. Haymarket Meydanı. Bilir misiniz? 1886 yılının yağmurlu bir Mayıs sabahında haykırı-yordu işçiler hep bir ağızdan, Şikago'daki Haymarket Mey da'nında. (İşçiler coşkulu bir şekilde bağırırlar)

2. İŞÇİ

- 8 saat çalışma

1. İŞÇİ

- 8 saat dinlenme

2. İŞÇİ

- 8 saat canımız ne isterse

ANLATICI

- Ama.. Ama yağmur çamurlu akmaya başladı bir süre sonra. Bir bomba patladı, sarsıldı alan. Bir güvercin havalandı çatıdan. Yaladı kanı. Gören göz. duyan kulak vurdu davulların en büyüğüne. Dört işçi üzerinde beyaz kefenler olmak üzere çıkarıldılar idam sehpasına, işçilerin üzerine bomba atmak suçundan. Asılırken şöyleydi son sözleri.

(İşçiler üzerlerinde kefenlerle bir yükseltiye çıkarlar) 2. İŞÇİ

- Bombayı atan biz değildik. Biz değildik bizi öldüren. Sizsiniz işçilerin katilleri. Siz burjuvalar!

1. İŞÇİ

- Bizi cani olduğumuzdan değil, sosyalist olduğumuzdan asıyorsunuz. Ama sanıyorsunuz ki bizler asılınca ezilecek işçi hareketi...Yanılıyorsunuz. Hem de fena halde...Ateş ateşle, demir demirle dövülür. İyi bilesiniz! Bilesiniz ki sabahın ilk zaferini kazananlar biz olacağız! Yaşasın işçiler!

2. İŞÇİ

- Sesimizi boğduklarını sananlar...Uyarıyorum sizleri sessizliğimizin bugün boğduğunuz seslerden daha güçlü olduğu günler de gelecek. Yaşasın işçiler! Halkın sesi kendini du-yursun!

I. 2. İŞÇİ

- Öyle bir mezar kazacağız ki onlara, Tiran'lara yakışacak. Yakında, yakında, yakında!...

ANLATICI

- Astılaar onları...Astılar...Cani oldukları için değil-ki asıl cani-

TAVIR

50


ler asanlardı sosyalist oldukları, zulme boyun eğmedikleri için astılar. Umutları öldürdüklerini sandılar. Oysa ölen dört işçi önderinin bedenleriydi. Ama inançlarını, yiğitliklerini saçtılar bahar tohumlarıyla yüreklere, emeğe saygı duyan herkese. İşte böyle doğdu 1 Mayıs 1886'da 8 saatlik işgücü için canlarını ortaya koyanlar proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma gücünün yaratıcıları oldular. Ve dünyanın dört bir yanından dalga dalga yayıldı mücadele sloganları. Ve Türkiye!... On yılarca "Bahar Bayramı" yutturuldu. 1 Mayısta kırlara çıksın istendi insanlar. Eylül karanlığının sahipleri Bahar Bayramı denmesinden bile ürküp (aldırtacaklardı takvimden. Ürküyor Türkiye'nin burjuvazisi. Ve ürktüğü içindir ki kana bulamaktan çekinmediler 1 Mayıs alanını. 1977de, I969'da. 1990'da. Ama haykırıyor, 1977'de CIA ile işbirliği yaparak katlettikleri 36 işçi. (Sahnenin bir köşesinde ölü durumunda yatan bir işçi doğrularak) 1.İŞÇİ

- Lanet olsun sana!... Lanet olsun!... Seni adam ezmesiyle geçinen... Seni halkın ve geleceğin düşmanı. Cehennem zebanisi seni... Yokettiğini sanma beni. Dimdik ayaktayım işte. Çünkü halkım ben. Yeniden doğuyorum ölümlerde...

ANLATICI

- Haykırıyor elindeki taşlarla kurşunlara ve coplara yiğitçe karşı koyan Mehmet Akif Dalcı.

(Sahnenin diğer köşesinde taş atar durumundaki işçi doğrularak) 2. İŞÇİ

- Bitecek cehennem dolanı. Soluklanacak toprağım Yunup arınacak kara basanından Ülkem sesini bulacak Bitecek halkımın özlemi Süt, torna, toprak üretenin olacak Bitecek yurdumun özlemi Yeni bir dünya kurulacak

TAVIR

51


ANLATICI

- Yıl 1990... Tüm yıldırma politikalarına ve binlerce gözaltına rağmen orada olanlar, iradenin zaferini kanıtlayanlar. İşte onlar. En bilgin aynaları, en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok söz edildi onlara dair. Ve onlar için" zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur" denildi. Ve şimdi yıl 1991... Neler mi olacak? Bana mı soruyorsunuz? Esas ben soruyorum bu yılı. Hadi anlatma sırası sizde. Haydi, haydi sahne sizin, söz sizin.

(İki işçi çalışır durumdadır) 1.IŞÇI

- (Çalışırken) Sırtımda patron sömürür Disiplin kışla gibidir Az maaşla gece gündüz Açım ekmek istiyorum!

2. İŞÇİ

- (Çalışırken) Grev yasak Yürüyüş yasak. İşçi atmak, lokavt serbest Neler yapsak, buna neler yapsak?

1.2. İŞÇİ

- Açız hakkımızı istiyoruz!

ANLATICI

- O halde çözüm ne? (İşçilere doğru konuşur) "Böyle gelmiş böyle gidecek mi" demeli?

İŞÇİLER

- Hayır!!

ANLATICI

- O zaman "bu böyle gitmez, sömürü devam etmez" diyerek güçlerimizi mi birleştirmeli?

İŞÇİLER

- (Anlatıcının koluna girerek) Evet"

ANLATICI

1. İŞÇİ

- (Seyirciye) Öyleyse beklenen nedir? Gökten kurtarıcı beklemek bizim işimiz değil. Haydi öyleyse bizi ezenlerin, posamızı çıkaranların suratına bir şamar gibi inmek için (işçiler anlatıcı konuma girerler.) Zulme, sömürüye, baskıya karşı Onurlu bir yaşamın onurlu yaratıcıları olmak için "YETER ARTIK" demenin zamanıdır.

HEPSİ (Kolkola girerek) YETER ARTIK! YETER ARTIK! YETER ARTIK! 2.İŞÇİ

TAVIR

Zamanıdır alanlarda kavgayı öğrenmenin. Zamanıdır 1 Ma

52


yıs'ı alanlara taşımanın. 1.İŞÇİ

- Bizler! Biz ki yaratan ve kahredenleriz!.. Biz ki miyarlarız!.. Biz ki çalışmasak yaşam durur!.. Biz ki haklıyız!.. İnanalım : Kazanan da biz olacağız!..

ANLATICI

- Ve onlar! Kanımızı emenler, asalaklar Bir avuçtur onlar, Tanıyoruz onları biliyoruz korkuyorlar bizden. 1 Mayıs'tan korkulan da ondandır. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına. Çürüyen diş, dökülen et Bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler. Ve dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya Dolaşacaktır o en şanlı elbisesiyle, İşçi tulumuyla bu güzelim memlekette HÜRRİYET!

2. İŞÇİ

- Bırakın onlar korksun. Korku onların olsun. Biz öfkemizi haykıralım, coşkumuzu ... Yürüyelim üstüne üstüne karanlığın...

HEPSİ

- ZAPTEDELİM MEYDANLARI! ZAPTEDELİM MEYDANLARI! ZAPTEDELİM MEYDANLARI!

1. İŞÇİ

- Zaptedelim 36 emekçinin, Mehmet Akif Dalcı'nın kanıyla kızıllaşan alanı.

ANLATICI

- (Sanki oyun yeniden başlıyormuşcasına seyircilere bakarak yerden gelen sesleri dinliyormuşcasına) Dinleyin..Yerin yedi kat altından uğultular geliyor, uğultular. Siz de duyuyorsunuz değil mi?

(Fondan 1 Mayıs coşkusunu verebilecek bir müzik girer) (1 Mayıs parçası vb) HEPSİ

- Haydi dostlar haykıralım hep bir ağızdan. GELİYORUZ! 1 MAYIS'TA, 1 MAYIS ALANINDAYIZ!

TAVIR

53


HABERLER - YORUMLAR

"TANIĞIMDIR İNSANLIK" BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİNDE SERGİLENDİ 9 Mart 1991 tarihinde FOLKTUR (Folklor Araştırma, Turizm Ve Eğitim Derneği) "Tanığımdır İnsanlık" adlı gösteriyi Ankara'dan sonra, bir yıl arayla İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi'nde sundu. "Halk danslarına özgün bir yaklaşım" olarak nitelendirilen bu çalışmanın, ilk bakışta görsel ve işitsel anlamda güzel bir ürün olduğu ve insanlara "hoş" geldiği söylenebilir. Ancak eleştirel bakıldığında, öz-biçim ilişkisi ve mesajı, mesajın veriliş biçimi, seçilen araçlarla ilgili bir takım sorunların varolduğu inancındayız. "Tanıdığımdır İnsanlık'" aydın kesim içerisinde bir anlamda, olumlu olabilecek, ancak halkın anlama düzeyinden uzak bir çalışma. Halkoyunları oldukça yanlış değerlendirmeler çıkacak şekilde ele alınmış. Örneğin; Artvin oyunları, halkın direnişini, savaşımını anlatmada çok uygun olacağı halde, bu oyunun faşizmi canlandırması olumsuz bir yaklaşım. Gösteri boyunca kısır bir döngünün yaşandığı, biçimsel farklılıkların dışında zengin bir anlatımın olmadığı söylenebilir, özellikle kullanılan simgeler (pelerin, boyunlardaki renkli mendiller, beldeki kuşaklar) asıl malzeme olarak kullanılması gereken, halkın ürettiği değerler ve ürünler değil. Oysa devrimci sanat özde evrenselken, biçimde ulusal olmak zorundadır. Dansların seçiminde gösterilmeye çalışılan titizlik salt figürlerde kalmış. Nazım'ı, Pir Sultan'ı, Promete'i, Bedrettin'i,...anlamak çok güç. Sözlü anlatıma kaçınılmaz bir gereksinimi hissettirecek denli kısır ve anlaşılmaz.

Sanatımızın dili (hem biçim, hem de öz olarak) emekçi yığınlarla iletişim kurabilecek kadar anlaşılır olmalıdır. Önemli olan soyut imgelerle yüklü ve anlaşılırlığı zor sanat ürünleri ortaya koymak değil, varolan gerçeklikleri, ilişki ve çelişkileri, estetik kaygıları da gözardı etmeden, ortaya koymak ve bu olgular üzerine kafalarda soru işareti bırakmaktır. Bu bağlamda "Tanığımdır İnsanlık" her ne kadar doğru bir mesajla yüklü de olsa bu biçimiyle bizce halka ulaşamayacağı için ilerici bir sanatın gerçek işlevini yerine getiremiyor. Bazı oyunların gerçek anlamından uzaklaştırıldığı, bazılarınınsa çarpıtılmış olduğu gözlemleniyor. Bu da otantik dansları iyi bilsek de, genel anlamıyla dans üzerine oldukça iyi bir akademik çalışma yapılması gereksinimi kaçınılmaz olarak dayatıyor. "Tanığımdır İnsanlık" oyunların, figürlerin anlamı, hangi koşullarda niye oynanıyor olduğu ve bugünkü çağdaş dans sanatının kuramsal ve pratik yönlerinin pek araştırılmadığı kanısını uyandırdı bizlerde. Oyunun geneli baskıya ve zulme dayalı, sömürü mekanizmasının işleyişi ama ona karşı direnişe, karşı koyuşa çok az değinilmiş. Genellikle pasif ve kaderine razı bir halk var. Halbuki 1971'le birlikte ülkemizde aktif direniş ve savaşım hattını en zor koşullarda da yaşatabilen bir perspektif yaşam bul-muştur. Düşünce suçu, sömürü sisteminden ve ona karşı savaşımdan, onun kaçınılmaz zaferinden bağımsız olarak e/e alınabilir mi?

54 TAVIR


HABERLER - YORUMLAR

" YAŞASIN TİYATRO I" "Vur patlasın, çal oynasın, bu hayat böyle geçer hey..." 18 Mart 1991 günü TİYAP'ın düzenlediği "Yaşasın Tiyatro" gecesinde tiyatroya gönül veren Rutkay AZİZ, Ali POYRAZOĞLU, Orhan ALKAN, Zafer DİPER, Gazanfer ÖZCAN, Toto KARACA, Tevfik GELENBE, vb. tiyatrocular ilk kez biraraya geldiler, "...belki de ilk kez böylesine ünlü bir çok tiyatro yıldızı biraraya geliyor. Omuz omuza verip birşey yapıyor ve sonunda ayakta alkışlanınca da çocuklar gibi 'başardık galiba' diye seviniyorlardı. (1)" Sormak gerekiyor, neyi başardılar acaba? O "altın heykeli" dikilesi sevgili bakanlarının kendilerine lütfettiği lokale sahip olmayı ve bunun için biraraya gelmeyi mi başardılar? Ferhan Şensoy'lar, Rutkay Aziz'ler, Genco Erkal'lar yasaklanan oyunlarına, Nejat Uygur'lar, Müjdat Gezen'ler siyasi iktidarı eleştiren oyunlarına rağmen oluşturamadıkları birliği egemen güçlerin kanatları altında oluşturmayı başardılar. Oyunların yasaklandığı, oyuncuların gözaltına alındığı, kasetlerin tcplatıldığı, in• İsmail BEŞİKÇİ 20 Mart 1991'de bir -kez daha tutuklandı. "Stuttgart Kürt Kültür Gecesi'ne gönderdiği bir mesaj ge -rekçe gösteriliyordu bu kez. Kürt ulusunun gerçekliğinin, mücadelesinin uzun yıllar yok sayıldığı, terörle bastırıldığı ülkemizde her türlü bedele rağmen savunduğu görüşleri açıklamaktan geri durmayan, başeğmez tavrıyla olumlu örneklerden biri olan Beşikçi'nin, Kürt ulusunun varlığının en yetkili resmi ağız larca tartışıldığı günlerde tutuklanmasını "Demokrasicilik' oyunun bir parçası olarak değerlendiriyoruz. TAVIR

sanların emniyetin camlarından atıldığı bir ülkede sanatçılar duyarlı bir birlik buldular. Yaşanan süreçte, kendisi için tehlike haline gelen unsurlara karşı, her türlü baskıyı uygulayan egemen güçler diğer yandan TİYAP çerçevesinde birleşen sanatçılara kamu hizmetlerinden yararlanma imkanları, lokal, bar, maddi destek vb. vaadederek demokrasicilik oyununa devam ediyor. Böylesi politikalara alet olunması siyasi iktidarın demokrasicilik oyununu rahatça oynamasına olanak sağlıyor. Sanatçıların ülkemizde yaşanan baskı ve işkencelerin sorumlusu siyasi iktidarın politikalarına hizmet eden bir birlik yerine böylesi olaylara karşı duyarlı, bu tür politikaların gerçek yüzünü ortaya koyabilecek bir birlik kurabilmesi dileği ile. DİPNOT: (1) :

Muhteşem Gece. Çeşitleme. Haldun DORMEN. Güneş Ga zetesi. 22 Mart 1991

• Kültür ve Sanatta Tavır"ın Ağustos 1990'da çıkan 1. sayısı bölücülük yaptığı gerekçesiyle toplatılmış ve dava açılmıştı. 7 ay süren yargılama sonucunda "Mahkumiyete yeterli kesin deliller sabit görülmediğinden" beraatine karar verildi.

55


DUYURU 6 Şubat 1991 den bu yana Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde tutuklu bulunan GRUP EKİN Solisti

METİN TURAN

SERBEST BIRAKILSIN. Grup Yorum, Grup Ekin, OHS, FOSEM

DÜZELTME

Tavır sayı 7, sayfa 13.

Ve bir çiğdem kadar hırslı yüreğim şevkatle seyrediyorum dünyayı. "yerine, Ve bir çiğdem kadar hırslı yüreğin şevkatle seyrediyorsun dünyayı ." •

Tavır sayı 6. sayfa 52 (ek)

(Göç edenler ve kalanlar ayağa kalkıp sahnenin önüne ilerlerler) I.

ADAM - I. KADIN : Kimimiz burada, kimimiz İran'dadır.

II.

ADAM - II. KADIN : Kimimiz Suriye'de, kimimiz Irak'tadır.

III. ADAM - III. KADIN : Derler ki saldırıya uğrarsak savaşa gireriz. TOPLU : Biz zaten savaştayız, sonuna dek de savaşacağız.

- IŞIK SÖNER • Tavır 7. sayfa 53 " diye başlayan paragrafın önünde, "Nehirler boyunca git..... ozan" nehirler gibi aka aka derleyin" Nehirler gibi yaşayan der yola düşenlere. Yolcu Derim ki sana: Nehirler boyunca git............

TAVIR

Baskı: Eko Matbaası

İSTANBUL1991

56


GİRİŞ YARGILAMAYA ELEVERENİ BEKLEMEN GEREKSİZ Bekleme kurulmasını mahkemenin Yargıç olmayı bekleme yargılamak için bir elevereni yargılamak çünkü ışığa kavuşturmaktır yüzünuü gölgede yaşar çünkü o, kuytulara sığınır ışıktaysa durmadan suçlanacaktır çırçıplak kalsın durmadan bir böcek gibi görünce senin her şeyi bilen gözlerini yoluna çık, dikil her fırsatta karşısına unutulmadığını hatırlat bakışlarınla eksik etme üstünden işaret parmağını durmadan hatırlat götürülmeyi gece yarısı anlasın ter içinde uyandığı zaman kurtulamadığını alnındaki damgadan anlasın ki yargısız kalmayacak yaşama karşı düşmanla çalışmak KEMAL ÖZER



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.