1992 21 kasim

Page 1



Kasım 92'de 1 Merhaba

2 Son Ürün / İbrahim Karaca

8 Gün Karanfil Kokuyor / Hayati Azim

12 "Niye Giriyorsunuz?" / İbrahim Akyürek

13 Sosyalist Realizm / Abbas Y aşar

15 Sanatsal Yarışmalar / Tav ır - Röportaj

18 Pamuk Irgatları / Sadun Can

26 Vecihi İzgören ile söyleşi / Tav ır

29 Modern Edebiyatın Başlangıç Kıpırtıları / Çev iri

36 Bir Sokak Oyunu / AGHS

38 Adı Y asak Ülke/AGHS

43

MERHABA

Bir bayrak elden ele dolaşıyor. Mücadelenin nabzı daha hızlı attıkça, adımlar sıklaşıyor. Soluklanmaya vakit yok. Y aratıcılık, atılganlık, kararlılık yeni insanı tanımlarken, atılan her adım y epyeni yüzler y aratıy or. Evlerde, gecekondularda, dağlarda can bedeli ateşler yanıyor. Yaratılacak olan dünya silahı kavrayan ellerde şekilleniyor. Umudun adı kanla yazılıyor duvarlara. Bir bayrak elden ele dolaşıyor, daha fazla özveriyle, daha fazla cesaretle. Ve artık Gün Karanfil Kokuyor. Bir konvoy yürüyor. Öfkeli uğultularla, geçtiği yerlerde iz bırakarak yürüyor. Sloganları daha çok yürekte dillendirerek yürüyor; En önde gidenlerin kanıyla sulanıyor yollan. Bir bayrak elden ele dolaşıyor, Saba-hat'ın bedenini sarıp sarmalarken, Kudi Ana'nın kan damlayan başına kızılından bir tutam bırakıyor. "Cenazenin Sahibi Kim?". Bir konvoy yürüyor ve yanıtlıy or: "Hepimiz". Dersim'in, Cudi'nin çocuklarının kılıcı acının, öfkenin, ihanetin kiniyle bilendi. Değil binler, onbinler, artık namlunun ardında bütün bir halk var. Ya namlunun ucundakiler? Onlar saldırmaya devam ediyorlar. Çaresizlik, tükenmişlik son kozlarını oynatıyor onlara ve "İnsanlık sürükleniyor". Bir halk yumruğunu sıkmış, bir halk zafer işareti yapıyor. Direncin ışığı var gözlerinde, vurmakla,öldürmekle tükenmeyecek. Düzen var olabilme, ayakta kalma savaşı veriyor. Politikalarını aktif destekleyecek, ya da en azından tavırsız kalacak "vatandaşlara" ihtiyacı var. Bu bakış açısı kültür alanındaki politikaları da belirtiyor ve "kültürel son ürün insanı yaratmaya programlı" politikalar yaşama geçiriliyor. İbrahim Karaca sayfalarımızda yerini alırken "Yeni insanın yaratılması yeni bir toplum düzeninin yaratılmasından sonraya ertelenemez, çünkü yeni insanın yaratılması bugüne ilişkin bir sorundur... çünkü yeni olanın bilincinde olmayan, eskiy i aşamaz" diye sesleniyor. Süreç, mücadeleyi daha fazla sahiplenmeyi gerektiriyor. Binlerce el, yürek, göz artık daha yetkin kavrıyor yaşamın dinamiklerini. Ve bir bayrak elden ele dolaşıy or. Dostlukla

Haber-Yorum

Ön Kapak: İlker Bircan

T A V I R

1


s

anayi toplumu tarım toplumuna göre ileri bir aşamayı işaret etse de,bu onun üstyapı kurumlarının bütün yönleriyle tarım toplumuna göre ileri olduğu anlamına gelmez... Y ani bir yapının,kurumun veya anlayışın "y eni"olması onun "eski" den daha ileri olduğu anlamını vermez... Tıpkı "Çağdaşlık" kavramının aynı çağda yaşıyor olmakla bir tutulamayacağı gibi.. Çağdaşlık ve ilericilik,yüklenilen anlam ve nitelikle ilgili bir sorundur..

SON ÜRÜN İBRAHİM KARACA 2 T A V I R

Yaşadığı çağın temel insani değerlerinden soyutlanmış bütün kişi,kurum veya anlayışların dolaylı ya da dolaysız olarak yüklendikleri işlev; tekerleğin dönmesini,vidanın sökülmesini, somunun sıkılmasını engelleyen pasın işlevinden farklı değildir.. İşsizliğin, yoksulluğun,yoksunluğun ve özgürlüksüzlüğün v ardığı boy utun,bütün değerleri zorladığı günümüzde, kitle iletişim araçlarının promosyonunu da içine alan faaliyetlerini izlediğimizde ne görüy oruz?Bir yandan yoğun olarak sürdürülen kültür erezyonu,diğer yandan yoksul ve yoksun olsalar da insanlara yönelik sınıf atlama özle-mi,düşüncesi.. Hiç bir emek harcamadan varlık sahibi olmanın normal ve doğal bir şey sayılması gerektiğine düşünsel anlamda da olsa kitleyi ortak etme, daha-sı,çalışmadan toplumda üretilen zenginliklerle bu zenginlikleri yaratan insanları öyle ya da böyle elinde bulunduran egemen sınıfları ve


onların düzenini insan doğasına uygun tek mekanizma olarak kitlenin gözünde,gönlünde,bilincinde meşrulaştırmak,yeniden onaylatmak.. İnsanlar, kendilerini tutsak alan düzenin sözcülüğü v e yaşam felsefesi olarak taşıyıcılığını yapan medya içinde eriyerek,sorgulamadan verileni benimseyerek ve tonlarca para dökerek satın aldıkları televizyonlarının her biri ay rı kanala açılan düğmeleri üzerinde "özgürce" oynayarak kültürel v e düşünsel özgürlüklerinden kendi elleriyle feragat ederken, her gün yaşadığı gerçeklik yerine yabancılaştırılmış bir gerçekliğin içine girmekte, bu şekilde iyi bir "izleyici" veya "seyirci" olmakta,bu tavrını toplumsal yaşamda da örneğin ulusal sorun,sokak ve gece infazları,cezaevi direnişleri, grevler,hak gaspları,kitle katliamları,gözaltı kay ıpları ve her şey karşısında aynen sürdürmektedirler.. Burada olumsuzlanan şey, televizyonun veya teknolojinin maddi varlık olarak kendisi değil,bunların kimin için nasıl ve ne amaçla kullanıldığıdır.. Bu mekanizmanın (işletim sisteminin) bir sonucu veya işlevi,beyinleri gündelik bilinçle doldurup görüngülerle oyalamak ve kendini yeniden üretirken kitlelerin bu mekanizmayı algılayıp yorumlamasını önlemektir.. Kitleleri kültürel,sanatsal ve ahlaksal olarak yönlendiren ürünlerin taşıy ıcıları ve üreticileri bile çoğunlukla bunu anlayacak durumda değillerdir.Çünkü onlar da bir anlamda bu mekanizmanın ürünüdürler.. Sistem,yaptıkları bu hizmet karşılığında onları şöh-

ret,para v e kendi sınırları içinde ay rıcalıklarla donatır.. Mozart'ı hiç görmediğini,ama adını çok duyduğunu ve konser verirse gidip izlemek istediğini söyleyen "zirvedeki bir sanatçımız" gibi.. Tek tek ülkelerdeki bu işleyiş,artık içsel bir olgu olan emperyalizmin kültür politikasının ulusal versiyonudur... İşlevi ise kitlelerin sürü bilinci ve güdüsüyle hareket etmelerini sürekli kılmak yönündedir.. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde verilen kültürel mücadelenin aynı zamanda egemen düzene karşı verilen ulusal veya sınıfsal mücadeleyi hem beslemesi hem de ondan besin alması rastlantı değildir..

ortaya nihai ürün olarak TV çıkar. Ama hiçbir işçi bu benim eserimdir diyemez. Üretim sürecinin bütünlüğünden soyutlanmıştır çünkü. Edilgendir.. Fabrikadaki bant sisteminin işleyiş mekanizması gereğidir bu... İşçi ne kadar ustalıkla çalışırsa çalışsın,bant sisteminin bir parçasıdır. Eğer sınıf bilincine sahip değilse,bu üretim sürecinde kendisinin önemsiz bir rolü olduğunu düşünür. Çünkü gün boyu hep ay nı kapağı takmış v ey a hep ay nı parçay ı lehimle-

Söm ü rg e ve yarı sö mü rg e ül kel erd e veril en kül tü rel m ü cad el enin aynı

Azgın bir şiddetle karşılaşması da rastlantı değildir.. Başarıya ulaşan her karşı çıkış,emperyalizmin etki alanını daraltacaktır çünkü. Etki alanı daralan ve elindeki sömürgeleri bir biri ardınca kaybeden emperyalizm,aynı azgınlıkla kendi halkına saldıracaktır bu kez.. Burada her şeyin emperyalizme endekslendiğini söyleme kolaycılığına kaçıldığı düşünülmemelidir.Söylenmek istenen şudur: Bizzat emperyalizmin organları tarafından yürütülen bir kültür faaliyeti var, bir de desteklediği kültür faaliyeti.Sistemin çarkları bu y önde döner.

zam an d a eg em en d ü zen e karşı veril en

Bir fabrikadaki bant sistemini düşünelim.Her bant, üretilecek olan mamülün çeşitli safhaları ile ilgilenir.Eğer bu bir TV fabrikası ise, bantlardan biri hoparlör diğeri tüp,diğeri uzaktan kumanda ile uğraşır.Bir bantta çalışan işçinin diğer bantlarla ilgisi yoktur,çalıştığı süre boyunca hep ay nı işi yapar.Sonuçta

Oysa TV'yi belki bir işçi değil,ama sonuçta işçiler üretmiştir... Toplumsal sistemin örgütlenmesi ve işleyişi de böyledir. Bireyler ayrı ayrı bantlarda üretilen kültürün bir toplamı, yani TV gibi bir "son ürün" olmakta,ama sistemin işleyişi gereği onun

ulu sal veya sı nıfsal mü cad el eyi h em b esl em esi h em d e o nd an b esin al m ası rastl antı d eğildi r. ..A zgı n bi r şid d etl e karşıl aşm ası d a rastl an tı d eğil di r. miştir. Buna bakarak TV'nin karşısına geçtiğinde bu nihai üründe kendi katkısının çok küçük olduğunu varsayar..

TAVIR 3


yarattığı illüzyon ve yabancılaştırma sonucu bunun farkına varamamaktadırlar… Çünkü sistemin en önemli amaçlarından biri,kendini hep yeniden üretecek kültürel son ürün olan insanı y aratmaya programlıdır.. Önce insanı bazı şeylerden yoksun bırakacaksın,sonra bunu kullanıp istismar ederek

... ası l so ru n yen i b i r kü ltü r yar atı rken

zen "tutti-frutti" partilerine dönüşmesi bunun en uç görüntüsüdür. Serbest (azgın) rekabete göre çalışan iletişim araçları, sosyetenin de bilinçaltını iyice "şeffaf "laştırmıştır... Gerçekte, üretilen artı değerin gaspedilmesi için yeni yöntemler geliştirmekten başka hiçbir "değer" üretmeyen burjuvazinin içinde bulunduğu kültürel çürüme, en kısa yoldan sosyetede kendini açığa vurmaktadır…

yen i i n san ı d a yar atm a so ru n u d u r. Yen i in san ı n yaratı l m ası yen i bi r to p l u m d ü zen i ni n yar atıl m a sı n d an so n r ay a ertel en em ez. Ç ü n kü yen i i n san ı n yar atıl m ası b u g ü n e ili şki n bi r so ru n d u r... Ç ü n kü yen i ol an ı n b ili n ci n d e ol m ay an , es ki yi aşa m az. .. onları beyin olarak da tutsak edeceksin.. Düzen, bugün bununla da yetinmeyip, tutsak aldığı beyinleri ırkçı,şoven,dinci,milliyetçi karışımı bir kalıba dökerek onları aktifleştirmeye çalışmaktadır... Böylece, susarak onaylayan bir kitle yerine, katılarak onaylayan bir kitleyi hedeflemektedir... Kitle iletişim araçları insana öyle bir uzanmışlardır ki, toplumsal ilişkiler onların yaydığı kültüre göre biçimlenir olmuştur. Bu düzenin sesi olan medya, yaydığı yoz kültürle hizmetinde bulunduğu sınıf ları da etkiler. Sosyetede konken partilerini ba-

4 TA V I R

Kitle iletişim araçlarının yarattığı kültürel etki; televizyon seyretmek, renkli gazete okumak ve maça gitmekten başka "lüks"ü kalmayan "uyumlu" bir kitle yaratıyor... Kırdan gelip kentlerin banliyölerine yerleşen ve maddi olarak kente, manevi olarak geleneğe bağlı olan insanların, genişleyen bu etki karşısında kendilerini oluşturan kültürle bağları zay ıflamakta, gelenekte var olan hastalıklı değerlerle birlikte saygın değerleri de değişime uğramakta, yok olmaktadır. Bunların yerine ne geçmektedir? Daha ilk kazandığı parayla taksitlerini ödemeye başladığı TV'nin y aydığı "y eni değerler"... Çünkü yaşam kavgası bütün zamanını v e benliğini kaplayan bu "kentte yaşayan köylü" değil yeni ve kendine ait değerler üretecek, eskiyi bile koruyacak durumda değildir. Kentlerdeki bu kuşatılmışlık karşısında yaptığı şey, dinsel kültürle beslenen donuk bir "namus" kavramına sığınmaktır. Bu kav ram zaten ona yabancı değil, çocukluktan beri yanında taşıdığı bazen duru bazen hırçın olan bir kavramdır… Burada bir is-

tisna, örgütlü kültürel yapılar ve etkinliklerle bu yabancılaştırmanın karşısına dikilmektir. Kurulan yöresel kültür ve dayanışma derneklerinin çoğu bu etkiyi kırmaktan uzaktır, çünkü bunların amacı, düzenlenen belli başlı gecelerde hemşeri sohbetine indirgenmektedir… Kültürel çürümeye direnmek, çürümeyi yaratan koşulları karşısına almadan hiçbir yere varamaz. Kitle iletişim araçları yarattıkları kültürel etki sonucu, kent kültürü ile kır kültürünü bazı ayrıntılar dışında aynılaştırmaya doğru götürmektedir…

Farklı olan sadece mekanlardır.. İletişim araçlarının etkisinin kırsal alana kadar uzandığını düşünürsek, bu kültürel bozulmanın zemininin köylerde de oluştuğunu söy leyebiliriz… Artık köy düğünleri bile yer yer kasaba ve kazalardaki salonlara taşınmaktadır. Gelin eline kına yakmak y erine tırnaklarını ojelemekte, damat traştan sonra kolonya yerine "after-shave" kullanmaktadır... Anonim halk çalgıları ve türkülerinin yerini ise masa üstünde bir org ve taverna müzikleri almıştır… Bütün bunlar olup biterken, insanlar eski ve geri olandan sıyrıldıklarını düşünmektedirler… Bütün bunlar "modernleşme"nin bir sonucu olarak algılanmaktadır. Burada sorun, losyon, oje, disko veya taverna müziğinin alıcı bulması ya da bulmamasından öte, insanların nasıl bir etki altında ve kolayca tüketim toplumunun medyaları aracılığıy la bir "son ürün"e dönüştürüldüğü, kültürel olarak tersyüz edildiğidir… Ve yine sorun, kına ile oje arasında bir tercih değil,


egemen düzenin kendine ait olanı insanların yaşam kültürüne nasıl ustalıkla nakşettiğidir.. Kitle iletişim araçlarının bu toplumsal düzende yaydığı veya desteklediği kültür, insanlara belli bir yaşam biçiminin de reklamını yapmakta ve onu "modern yaşam" adı altında, uygar olmanın bir gereği olarak sunmaktadır... Pembe diziler, polisiye filmler, yarışma programları ve reklamlar aslında egemen ideolojinin yerleştirmek istediği yaşam biçimi ve toplum örgütlenmesinin reklamını ve satışını aynı anda yapmaktadır. Kit-

leler, kendisine yönelik oluşturulan yaşam felsefesinde devre dışıdır. Bu felsefe, kitleleri tüketim aşamasında devreye sokar. Bunun karşısında yavaş da olsa köklü gelişen bir demokratik kültür f aaliyeti v ardır.

ortalarda bir yerden el atmak anlamına gelir.. Bu kültürel savaşım sınıfsal bir bilinç içermediği sürece sonuçsuz kalmaya ve düzenin sınırları na hapsolmaya mahkumdur.. Çünkü asıl sorun yeni bir kültür yaratırken yeni insanı da yaratma sorunudur. Yeni insanın yaratılması yeni bir toplum düzeninin yaratılmasından sonraya ertelenemez. Çünkü yeni insanın yaratılması bugüne ilişkin bir sorundur..

Halkın kültürünü korumak, demokratik-devrimci bir öz katmak ve geliştirmek için bir y andan bu kültüre ait hastalıklı unsurları ay ıklamak, diğer yandan da bozulmayı yaratan toplumsal düzene karşı tavır içinde olmak gerekecektir. Bu tavrın salt kültürel Çünkü yeni olanın bilincinde düzeyde kalması da soruna olmay an, eskiy i aşamaz... kökten değil,

T A V I R

5


ÇUKUROVA ÇEŞİTLEMESİ -8Saat Seyhan kıyılarına mavi kala Gökyüzü metin olmayı kuşanmakta Dağların en karanlık ardında Bir bulutun yüzü kana bulanmakta Ve ufukta gül yüzlü gün İnancımız gibi yavaş yavaş ağarmakta Seninle ve senden çok uzakta bir işçi Bir inşaat temeline yüreğini doldurmakta Çarp ey direniş tutkusu yüreğim-çarp Al bu y üreğin sevdasını Yarınlar adına yüzbinlerle çarp Toprakta güller açtırırken kanın Ay düşmüş nehirlerdi yalnızca tanığın Bir de nehirlere mendil sallayan dağlar Ki bin yıldan beri etekleri işgal Dorukları isyan kanar Savrulsan şimdi zamanın yelesinde Bütün çağları dolaşsan ne çıkar Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde Şimdi yağmur diye gözlerin yağar Saat pamuk tarlalarını beyaz geçe Seni sordu dokunan kumaşlar Otobüs kuyrukları ve vardiyalar Pişen tuğlalar seni sordular Bir tohum patladı "bereketli topraklarda Yeşermiş bir gelenek tohumu Gördükleri düşü hayıra yordular Sonra bir türkü tutturdular Vuruldun da bittin mi sen Gömüldün de yittin mi sen Halaylarda kol kolasın Yani o gün gittin mi sen

6 TA V I R


Ne sözler yetti seni anlatmaya Ne de sazlar Dağbaşlarında bulutlar girdi koluna Kentlerde çocuklar Ve y eniden başladı Bir kartalın izinde yolculuklar Geldiği gibi gider rüzgâr bir y olcu Gittikçe kıy ılardan uzaklaşır Seninle v e senden çok uzakta Toroslara y ar diye sarılır Uzaktan el sallar öz çocuklarına Bakışlarından çam kokusu y ay ılır Akdeniz sıcaklığından alıp seni Marmara'nın serinliklerine taşır Bir türküye dönüşürsün ki dilinde İnancın toprağın nabzına karışır İşte yine ufuktasın İnanç dolu bakmaktasın Varsın onlar öldü desin Sey han olup akmaktasın Çarp ey grev coşkusu yüreğim-çarp Al bu yüreğin sevdasını Y arınlar adına y üzbinlerle çarp Sav ur Toroslardan Akdeniz'e Bolu dağlarından Marmara'y a Ve Ağrı doruklarından bütün dünyay a Sav ur ki yankılansın bu türkü Sarsın y ery üzünü boydan boya

Adnan YÜCEL

T

A

V I

R

7


Ö

GÜN KARANFİL KOKUYOR

Y

K

Ü

y oruz karlı y okuşu. Az sonra onun bağırmalarının arasına sıkışan gülücükleri. Okşay acak kulaklarımı. Koşuy oruz y okuş y ukarı. Sonra y ine, yine... Çocuğun annesi camda. Çocuk görmüy or onu. Anne de biliy or görmediğini. Gülümsüyor çocuğa. Dudağına asılı kalmış gülücüğün ayrımında olmadan. Gülen sadece dudakları değil üstelik. Eti kemiği belki de. Kar hiç kalkmıy or o y okuştan. Çocuk Hayati AZİM doymuy or tırmanıp uçmaya. Gece oluy or sonra. Sen y azılamay a çıkmışsın. Türkülerimizi y azıy orsun duvara. Çocuk irbirimizi yeni yeni görmeye ben oraday ım. Bir başıma y okuşu tırmanıy or, anne camda. başladığımız günler. Bir koy ma beni üşür ellerim. Ay ağın kay ıy or birden. konserdeyiz. Hemen yanı Gözlerini al da gel. Düşüy orsun. Dışarı çıkıyor anne. başımdasın. Ayaktayız. Kapıy ı zorluy orlar şimdi. Kapı Bir uçumluk kar bırakıp y okuşta, Boynunu ileri uzatıp hafifçe parçalanmak üzere. Parçalandı. tuz döküy or yollara bir daha geriye yatırmışsın başını. İçeri doluştular kaskları v e düşmey esin diy e. Bir başıma Dudaklarında ılık bir silahlarıy la. Zafer koy ma beni üşür ellerim. Tuz gülümseme. Yanakların al sarhoşluğundalar. Bir o kadar dökmüşsün y ollarıma, gel! al. Işıklar döda temkinli. Tabancama Dudakların acıy la gerilmesin külüyor sahnede kilitlenmiş uzanıv ereceğimin korkusu sakın. Gülüşünü al da gel. gözlerinden. Tempo tutuyo- sinmiş karanlık gözlerine. Çocuk tırmanıy or yokuş y ukarı. ruz alkışlarımızla; Çav Bella, Çav Ay ağıy la itiy or. Öğretmen Tırmanıp büy üy or. Merhaba Bella... Bırakıyorum tempo y oldaşımın adı dolaşıy or dil- diy or. Uçuy or sonra el tutmayı. Gözlerinden uçuşan lerinde. Öldü diy orlar. İnanmak sallay arak. Sonra y ine, y ine... parıltılara dalıyorum. Gözlerin deniz, istemiyorum söylediklerine. Bak Bir başıma koyma beni, gel. gözlerin gökyüzü, gözlerin güneş. bu çok önemli. Kaygılanıy orum Sıcaktır o y okuşun karları. Kar Sahneyi değil yıldızları gözlüyor- onun için. Bu konuy u araştır. toplay ıp, taş toplay ıp gel. sun. Belki y ıldızlar değil gözlediğin, Daha da kalabalıklaştı şimdi daha da ötesi.. Çav Bella, Çav burası. Flaşlar patlıy or Bella... gözlerimde. Tanıy amıy orum onları. Fotoğraf makinesi ol da Ortasından dere geçen kogel. caman bir çöplüktü orası. Ne olduğunu çözemiyorum. Çöpleri temizliy oruz ilkin. Düne kadar birşey y oktu. Ne Kazmay ı vuruy oruz toprağa. Öylesine uzağındayım şimdi senin. Beni gördüğünü dü- olduysa bugün oldu. Kar Karıncalar kadar çoğuz. Y ükgelmişiz y organımızı şünüyorum parıltılar saçan y ağmazdı Nisan'da. Y ağıy or lenip saçan uzaklardan. Y aşama hakkı gözlerinle. Dinle! Y oldaşlara ulaştır tipiy le karışık. Işık Barınma sözlerimi. Evde onların işlerine gözlerini görüy orum uzaktan. sav unduğumuz... yarayacak hiç bir şey kalmadı. Ilıdı şimdi kar. Bir çocuk v ar o hakkı. Ellerimiz kırış kırış, elYaktık hepsini. Yersiz kaygılara dik y okuşun dibinde. Görebiliy or lerimiz ana, ellerimiz çocuk. Top kapılmasınlar. Şu an sadece musun sen de? Okula y eni oy namay a zamanı y ok çocuk söylediklerimi düşün. başladı bu y ıl. Bir kızak v ar ellerin. Gün gecey e karışmış Tasalanmaya-sın. Güneş elinde. Çıkamıy or yokuş y ukarı. gece güne. Briket taşıy or çocuk gözlerine gölge düşürme sakın. Duy uy or musun ağladığın ı, eller. Harç karıyorsun sen. Duvar Kavganın rüzgarları uçuşsun yine. Ey lül'den çok önce. Koşup örüy or ellerim. Bir sigara içimi varıy orum yanına. Tutuy orum molalarda söy leştik seninle. İşte kızağın ı. TırmanıBirlik-

8 T A V I R


te düzledik yolları. Birlikte dikildik dozerin önüne. Birlikte taşladık kahrolası panzerleri. Birlikte çaldık ampuldeki ışığı. Emek emek kavakladık dereboyunu. Boylandı mı diktiğimiz kavaklar, karıştı mı göğün mavisine? Çingene kuşları yuva yaptı mı dallarına? Tembihle çocuklara taş atmasınlar sakın. Duyuyorum kuşların ötüşünü. Rüzgarlar geziniyor dallarında, yapraklar kıpır kıpır. Bir başıma koyma beni üşür ellerim. Y aprağının yeşilinden al da gel. Gülsuyundan, Bir May ıs'tan, Armutlu'dan... Dozer basmamış, kirlenmemiş tepelerin toprağından al da gel. Bir pankart salınıyor orada. "Bu iş yerinde grev var." Ne çok işyerine astık bu pankartı. Birlikte giydik grev gözcüsü gömleğini. Karın doyurma hakkı savunduğumuz. Duyuyorum davulla zurnanın sesini, halaya durdu kavgamız. Halayın başındasın. Elinde kırmızı mendil. Rüzgar olmuş yürüyoruz. Kazanacağız diye atıyor yüreklerimiz. Yürüyoruz kortej kortej, yürüyoruz May ıs'larda. Pankart değil elimizde tuttuğumuz; Dünya. Yürüyoruz Saraçhane'den. Yürüyoruz Şişli'den. Sığmıyoruz alanlara. Bir başıma koyma beni, üşür ellerim. Pankartları yaz da gel. Kasklar gittiler, telsizlerle silahlar dolaşıyor kapının önünde. İçeri almıyorlar kimseyi. Çok soğuk bir yerdeyim. Babamı getirdiler yanıma. Sakalları uzamış biraz. Yüzümü açıyorlar. Bakışıyoruz babamla. Biraz daha yaşlanmış görüşmeyeli. Ağladığını görmemiştin hiç. Dudakları titriyor. Sesi çıkmıyor yine de. Gözlerinde iki damla yaş patladı ve süzüldü sakallarına. Sonra yine... Düşeceğinden korkuy orum. Tutamıyorum. Sarılıp öpmek istiyor beni. Alıp götürüyorlar. Küçücük bir odada şimdi babam. "Almayacaksınız" diyor biri. "O bir terörist. Belediye gömecek. Eğer alırsanız hepinizi atarım içeri. Alırsanız teröristler gelecek cenazeye. Slogan atacaklar. Ateş ederiz, başkaları

da ölür. Böy le olmasını istemezsin değil mi? Almayacaksınız! Almayacaksınız! Almayacaksınız! "Alacağım demeni bekliyorum baba. Yüreğin daha fazla kanamasın. Sil korkular dökülen gözlerini "Alacağım, bu benim en doğal hakkım de." Bir başıma koyma beni. Yoldaşlarımın... koluna gir de gel. Su döküyorlar üstüme ılık. Bayrağıma sarıyorsun beni. Biliyordum gözlerini alıp geleceğini. Onun için kaygılanıyorum daha çok. Y aşlı kadın ne de olsa. Bastonsuz yürüyemez bile. Ya gelmezse diyorum. Biliyorsun saldırmışlardı ona. Başına vurmuşlardı copla. Öylece kalacağını sanmıştım düştüğü yerde. Doğrulup kalktı başından sızan kanla

kırmızıy a bürünmüş. "Ben bütün devrimcilerin cenazesine gittim. Bundan sonra da gideceğim" dedi sonra. Yüreğinde milyonların ayak sesi. Y üzlerinizi bir kez olsun görmediğim dostlarım. Filistin'den, Peru'dan, Küba'dan rüzgar olup geliyor. Hepinize merhaba. Y a gelmezse demiştim senin için, merhaba Kudi Ana. Merhaba küçüğüm! kar toplayıp geldin demek. Kortej oldunuz şimdi, yürüyorum ellerinizle. Y ürüyorum, bayrağıma sarınmış. Yürüyorum... Toprağım kordon altına alınmış. Y ürüyorum, panzerler yolu kapatmış. Kaygılanma Kudi Ana yürüyorum milislerle. Y ürüyorum, geçmişi geleceğe, ölümü ölümsüzlüğe taşıy arak. Yürüyorum... Gün kavga, gün karanfil kokuyor.


10 T A V I R


GÜNEŞİ EMZİRİR GÖZLERİN... Yüzyıl yüzbahar dolu dizgin kuş uçmaz kerv an geçmez kasırgalardan geçtim güneşi emziren gözlerinle sar beni sar talana v urulu her yanım Bütün yaralarımı bilirsin gül atanı da taş atanı da bulutlar sarkıyor gözbebeklerime tüm ışıklar suskun kurşun ışığını y akmış can arıy or bilesin sol yanımda sevdan sol yanım uçurum gibi sağlam Akrep kucağı her gün her gece arası geçmez, ağırdır yürek yarası çifte kaş çifte kirpik arkası canım içine kar yağsa tutuşur Delikli şekerlere hasret hepsi de altın uf ağı pırıl pırıl tertemiz panzerler altında don vurmuş bahar gibi çığlık çığlığa Ay içsin şafağı ay çekilmesi gereken sancı firesiz damla damla çekilmiştir gayrı sabır acıy a usta firari bir v olkandır Gül y anım güzel yanım day an ha güneş rahminden doğar dağların

Savaş EZGİ

T A V I R 11


"NİYE GİRİYORSUNUZ?" İbrahim AKYÜREK

H

azırlıkların sonuna gelinmişti. Kozlu'da grizu patlaması sonucu ortaya çıkan yangın beş ay aradan sonra ocaklara su basılması ile söndürülmüştü. Devlet hazırlıklarını bitirmiş, bol rakamlı TTK açıklaması basına dağıtılmıştı. İşyerinin özel güvenlik görevlileri, resmi-sivil polislerle birlikte sabah erken saatlerde yerlerini almışlardı. Önce 200 metredeki iş çilerin cesetleri çıkarılacaktı. Tahlisiye ekipleri aşağıya indiler. Kurumuş cesetleri ilaçladılar, sedyelerle yerüstüne çıkardılar. Lamba numaralarına bakılıp kimlik saptaması yapılan cesetler önce siyah torbalara, sonra tabutlara konuldu. Üzerlerine numaralar ve ölenlerin is imleri yazıldı. Sıra sıra dizilen tabutların yanında ölen işçilerin yakınları, köylüleri, ocaktan yeni çıkan işçiler vardı. Dualar edildi. Bekleyen pikaplara yüklenen tabutlar iş çilerin köylerine gönderilmek üzere arka arkaya yola koyuldular. Önce Kozlu'nun iç inden

12 T A V I R

geçtiler. Kaldırımda oturan esnaf ayağa kalkarak alışılmış görevini yerine getirdi. Sahil yolundan Zonguldak'a giren pikaplar işçi anıtının yanından Asma'y a yöneldi. Buradaki ocaklara az kala Çaycuma yoluna saptılar. Cezaevinin önünden sessizce geçtiler. Kozlu gibi Zonguldak'da sessizdi. Günlerce kent iç inde grev süresince ücretleri için yürüyenler, ocaklar kapatılmasın diye öfkelerini dile getirenler de ortada gözükmediler. Çok ölümlü Yeni Çeltek göçüğünden sonra Zonguldak'ta düzenlenen İnsana Saygı mitinginde "Yetim ve Dul Kalmak İstemiyoruz" yazıs ını taşıyan çocuklar da ortada yoktu. "Ölmek Var Dönmek Yok" diyerek Ankara'y a yola çıkanlara demir parmaklıklar arkasından "Bizi de kurtarın" diy e seslenen cezaevi insanları da sessizdiler. Yalnız iki ses vardı: Vardiya saati yaklaşmıştı. Gözü yaşlı kadınların arasında bir kadın durmadan bağı-rıyorsöyleniy or. Ocağa inmeye hazırlanan işçilere dayanamayıp bağırdı: "Niye gi-

riyorsunuz. Bile bile nereye gidiyorsunuz? Yetti artık, köpekleri de katın önünüze". Karşısındaki öteki erkek sesi söylendi bu kez:"Aynı adamlar aynı sandaly ede oturmaya devam ediyor. 263 işçi ölüyor, hiçbiri hakkında soruşturma yok". Ne kadar doğruydu. Her-şey o kadar yüzsüzleşmişti ki, göstermelik olara k bile bir kişi görevinden alınmamıştı. Yukarıdaki iki ses, toplu olarak dile getirils eydi sendika yöneticileri de resmi görüş gibi bunun nedenlerini "Birtakım bozgunculara bağlarlardı. Önceleri, ölü sayısı fazla olan grizu ve göçük olaylarında cenazeler iç in tören yapılırdı. Bürokratlar, bakanlar, sendika yönetic ileri alışılmış konuşmalarını yaparlardı. Şimdi artık bunlara bile gerek duyulmuyor. 3 Mart günü grizudan hemen sonra çıkarılabilen işçilerin cesetleri hastane morgundan hızla (kaçırırcasına) köylere yollanmıştı. Şimdi, cesetlerin son çıkarımında da aynısı yaşandı. Zonguldak-Ankara yürüyüşü sonrası İHD tarafından İnsan Haklar ı ödülü verilen, son seçimlerde iki milletvekili adayı çıkaran Genel Maden iş Sendikası da sessizliği yeğledi. Zonguldak aydını, esnafı, memuru, partileri de sustu. Kozlu ve öteki ocaklarda çalışan maden işçileri susanlara inat sustu. Sessizlik, yabancılaşma.. Ölüm bile anlamını yitirmişti Zonguldak'ta..


SOSYALİST REALİZMİN BURJUVA GERÇEKÇİLİĞİNDEN AYRIMI Abbas YAŞAR

B

urjuv a gerçekçiliği ilk y ıllarında ilerici bir niteliğe sahipti. Mizahcıları üst sınıf larla (Aristokrat v e asillerle) alay ediyorlardı. Burjuv a aristokrasisinin tüm rezilliklerini gözler önüne seriy orlardı. Fakat bu dönem zamanla geçti. Y eni dönemde gerçekler bir ay na gibi y ansıtılmay a başlandı. Sanatçı düşünce olarak kendisinden birşey ler katmıy ordu. Düşmanı göremiy or, tam olarak hangi amaca hizmet etmesi gerektiğini bilemiy ordu. (Örn. Balzac, Dickıns) Y ine de büy ük yapıtlar v erdiler. Sonraki dönemde ise daha kötüsü: karamsar gerçekçilik boy verdi. Bu dönemde topluma hiç bir şekilde y ön verme kaygısı duymadan umutsuzluğa ve karamsarlığa sürüklenmeye başladılar. Bilimsel bir gerçekçilik içinde uç noktalarda tam bir tarafsızlıkla topluma y aklaşan Naturalizm de karamsar gerçekçilik sınırlarını aşamamıştır. E. Zola bu ekolün kurucusu olarak y azmaya çalıştı ama pek sürdüremedi. Sosy alist realizm burjuv a gerçekçiliğinden kesin olarak farklıdır. Sosy alist realist sanatçı gerçekleri bir ay na gibi y ansıtmaz,. Kaf asındaki düşünce ile gördüklerinin bir sentezini y apar. Kuşkusuz gerçek objelere bağlı kalır. Ressam y apıtında (eserinde) kompozisyonu öy le bir kurar, öyle bir yerleştirir ki, nesneleri hem teknik olarak en iy iye (mükemmele) doğru çizer hem de kaf asındaki düşünceyi en iy i biçimde tuv ale aktarmış olur. Y ani sanatçı gerçek y aşantıdan edinmiş olduğu izlenimleri kendi yaratıcı mantığının süzgecinden geçirdikten sonra oluşturduğu y apıtta y eni bir düny a y aratır. Sosy alist realist sanatçı, araştırmalarıy la, çalışmalarıy la sürekli olarak hem teknikte, hem içerikte en iyiy i en güzeli

arar. Gerçeklere olabildiğince bağlı kalır. Bu arada Balzac'ın "Gerçek kadar saçma" sözünü anımsay arak objektif gerçekle rin hiç sanıldığı gibi olmadığını, hatta sevimsiz olduğunu belir telim. Gerçek yaşantıda umut suz, karamsar insanlar hiçde az değildir. Bunu onlara anım satmanın da ne onlara, ne de bize bir y ararı v ardır. Kimsenin karamsarlığı (pesimizm) y an sıtmay a hakkı y oktur. Kendi hasta dünyasındaki bunalımlar ını topluma y ansıtıp, toplumu rahatsız etmeye hakkı y oktur. İnsan onuru, umut v e güzellik y üceltilmeli, korunmalı v e onlar adına sav aşılmalıdır. Sosy alist realist sanatçının görev i de bu dur. Felsef esini matery alizm den alır, konusunu da sınıf ça tışmalarının doğurduğu olay lardan alır. Hay ır, gerçek bir eser ne akv aryumlu mey hanelerde içi geçmiş sarhoşla rın sohbet konusu, ne sosyete salonlarının bir mobily a akses uarı, ne de o sosyetenin kültürlü geçinmek için ağızla rında çiğnedikleri bir sakızdır. Sıradan insanın kendinden bir şey ler bulup tat alabileceği bir y apıt gerçek yapıttır. Sanatçı y aratıcıdır. Ama y aratıcılık ay nı konuyu f arklı f arklı y önlerden takılı plak gibi işlemek anlamına gelmez. Y ani sanatçı, ben portre ressamıy ım deyip de durmadan portre y apmaz (N. İyem gibi). Sürekli köy lü resmi y apmaz, (I. Balaban). Sürekli korkuluk resmi de y apmaz, (N. Günal gibi)...

Sosy alist realist sanatçı, burjuv azinin y etenekli sanatçıları kendi batağına

çekmek için kullandığı ödül mekanizmasına dönüp bakmaz. Ödül almak, koltuk sahibi olmak burjuv a sanatçılarının en pis tutkularıdır. Başka bir dey işle burjuv a sanatının en büy ük say rılığı (hastalığı ) kariy erizmdir. Sosyalist realist sanatçı ger-çek bir yapıt v ermek için çalışır. Onun y apıtı hiç bir y ardıma gerek olmaksızın tek başına ay akta durur. Sanatçı gerekli kültür donanımına sahiptir. Y apıtına konu olacak gereçleri (malzeme-leri) iy i tanır. Ve sürekli olarak dünyay ı y eniden y aratmanın kay gısını içinde taşır. Gorki, Romantizmi gerçeğin edebiy ata y ansımasındaki militanca çaba olarak tanımlıy or. Sosy alist realizmde her zaman bir miktar romantizm v ardır. Zaman zaman romantizm ağırda basabilir. Fakat hiçbir zaman burjuv a romantizmi gibi değildir. Burjuv a romantizmi salt y aşama duy ulan hoşnutsuzluktan doğmuştur. Bazen y alnızca sanat y anı ağır basan, bazen mistik soy utlamalara,bazen de korkunç karamsarlıklara y önelirler. Sosy alist sanat olması gere keni y apar. Onun için süsleme l erini gelecekten alır. Bu demek değildir boş düşler görülüy or. Bu sosy alist sanatın y ol göster i ci özelliğinden gelmektedir. To plumu daha iy iye daha güzele y önlendirme çabasının ürünüdür. Y alınlık (sadelik) önemlidir. Çünkü doğrular y alındır, y anlışlar ise çok ve karmaşıktır. Ve anlaşılmazdır. Goy a'nın bir sözü var: "Anlaşılmay an her şey de bir ihanet v ardır."

T A V I R 13


YORULANLARA karanlık kan kokulu odalardan çığlığınız salınırdı geceye ve direnciniz gebeyken yarınlara siz zorlu günlerin insanları yükünüzü düşürüp de yollarda nereye gittiniz çıkınca betonlar arasından günışığına değince parmaklarınız toprağa suya unutup türküleri can dostları ahh... dünün direngen insanları şafaklar tutuşmadan nereye gittiniz Hayriye ERSÖZ

14 T A V I R


R Ö P O R T A J

SANATSAL YARIŞMALAR

TAVIR Ortaköy Halk Sahnesi elemanı, devrimci sanatçı Ayşe Gülen 17 Nisan 1992 tarihinde katledildi. Halktan yana kültür-sanat faaliyetlerinde bulunan Ortaköy Kültür Merkezi emekçileri iki ay arayla işkenceli sorgulardan geçirildiler.Yıllardır kendi dillerinde bile konuşmalarına izin verilmeyen Kürt halkının haklı mücadelesinde, ürettikleri sanat eserleriyle yeralan sanatçılar tutuklandı, eserleri yasaklandı. Bütün bunlar yaşanırken, yaşatılırken özellikle sermaye gruplarının düzenledikleri veya finanse ettikleri sanatsal yarışmalarda oldukça sınırlı, kastlaşmış bir jüri topluluğunun oylarıyla insanlara ödüller verildi. İletişim araçlarıyla reklamları yapıldı. 80 öncesinde "Halktan yana sanat yapıyoruz bunun için yasaklanıyoruz" diyen sanatçıları bugün neredeyse her gün televizyonda görmek mümkün. Egemen sınıflar pişmanlık getirenleri gözardı etmiyor, yarışmalar aracılığıyla lanse etmekten geri durmuyor. Bu sayımızda görüşlerine başvurduğumuz Mezopotamya Kültür Merkezi, Ali Balkız, Avni Memedoğlu ve Onat Kutlar sanatsal yarışmalara ilişkin sorularımızı yanıtladılar. "PARASAL TEŞVİKLERLE SANAT YAPILMAZ" "Kapitalist tekeller bütün sanatsal, kültürel, bilimsel etkinlikleri ve yaratılan değerleri kendi güdümlerine almak için düzenliyorlar bu yarışmaları. Yapı Kredi Bankası ve birçok firmanın çeşitli resim sergileri düzenlemeleri ve çeşitli kültürel, sanatsal ve bilimsel ürünlerle ilgili yarışmalar düzenlemesi gibi. Ancak bütün bu maskeleme çalışmalarına rağmen gizil emperyalist, kapitalist, sömürgeci emelleri bütün pratik davranışlarından

açıkça görülmektedir. Halklara düşman olan, halklara barut, kan ve gözyaşından başka bir şey vermeyen bu kapitalist tekellerin bu tür sanatsal, kültürel, bilimsel yarışmalar düzenlemelerinin kendi sınıf çıkarlarını egemen kılma, reklamlarını yapma ve halka şirin görünme olarak değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi sanat ve kültür etkinlikleri toplumsal gelişmenin aktivasyonlarından en önemlileridir. Burjuvazi kendi sınıf çıkarlarını, kapitalist çıkar ve hesaplarını toplumsal muhalefetin önüne koymak için sanatı ilerici, yurtsever ve toplumcu özünden soyutlayarak araç olarak kullanmak ister." Mezopotamya Kültür Merkezi son süreçte reel sosyalist blokun dağılmasından sonra devrimci mücadelede bir bulanıklık ve gerilemenin söz konusu olduğunu, emperyalist tekellerin de bunu fırsat bilerek her alanda bir yöneliş, atılım içinde olduğunu vurguluyor. "Bu oyunun bozulmasının tek yolu bütün ilerici, demokratik, devrimci, yurtsever kültür kurumlarının her alanda alternatif olarak bu güçlerin karşısına çıkmaları gerekmektedir. Edebiyat, bilim, resim, folklor ve diğer bütün sanat dallarında oluşturulacak bir birlik bu oyunu bozabilir ancak." Çeşitli kurumların ve tekellerin düzenledikleri yarışmalarda derece alan eserlerin sahipleri parasal teşvik ödülleriyle ödüllendiriliyorlar. Parasal teşvikler sanatı geliştirebilir mi? Sorumuza M.K.M yanıt veriyor. "Parasal teşviklerle sanat yapılmaz. Sanat bir birikim, yoğunlaşma sorunudur. Eğer bir ressam para teşvikiyle eser yaratıyorsa para T A V I R 15


R Ö P O R T A J

kazanma içgüdüsü a ğır basacaktır ve özgün olmayan, seviyesi düşük ve düzene hizmet eden eserler meydana getirecektir. Rus edebiyatının en özgün, en değerli eserleri devrim arifesinde ya da devrim anında ortaya çıkmıştır. Yine Çin Devrimi'nde, Arnavutluk Devrimi'n de durum aynıdır. T ürkiye'de Yılmaz Güney en özgün eserlerini mücadelenin, toplumsal muhalefetin en yoğun olduğu dönemlerde vermiştir. Yılmaz Güney bunu para için yapmamıştır. Görüldüğü gibi parasal teşvik ancak tali bir etmen olabilir.

alanında verilen ödüllerin büyük bir bölümü de bu sanatçılar adına ya onların yakınları ya da adlarını taşıyan vakıf ve enstitüler tarafından verilmektedir. Sait Faik, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Behçet Necatigil, Yılmaz Güney, Yavuzer Çetinkaya ödül ve armağanları sadece birkaç örnektir. Bunların dışında kalan ödüllerin ve yarışmaların bir bölümü de seçici kurullarını aynı muhalif sanatçı ve yazarların oluşturdukları etkinliklerdir: Abdi İpekçi Barış Ve Dostluk Ödülü, Akademi Ödülleri, Yunus Nadi ödülleri gibi."

Mücadele ettikleri yıllarda yasaklanan sanatçılar bugün halka sırtlarını döndükleri için burjuvazi t arafından ödüllendirilmektedirler. T imur Selçuk, Zülfü Livaneli gibi... Aynı şey Kürt sanatçılar için de geçerlidir. Kürt sanatını dejenere eden, yozlaştıran sanatçılara burjuvazi serbestlik verebiliyor. Ancak halktan yana tavır alan, emekçi yığınların sorunlarını işleyen, ulusal Kürt mücadelesine destek veren sanatçıları yasaklıyor, tutukluyor ve hatta terörist ilan edip öldürüyor. Musa Anter bunun çarpıcı bir örneği."

Sorularımızı yönelttiğimiz Onat Kutlar ilerici aydın ve sanatçıların adına verilen ödüllerin ve düzenlenen yarışmaların genç yazarlar için yararlı olduğunu düşünürken çok uluslu şirketlerin gözboyayıcı kültürel etkinliklerinin çok "etkili" olmadığını, kimseyi kandıramadığını söylüyor.

M.K.M sanat eserinin değerinin onun toplumsal ve ulusal değerlerle çelişip çelişmediğine bağlı olduğunu savunuyor. "Eserin direniş gelenekleriyle, işçi sınıfının idealleriyle çelişip çelişmediğine, toplumsal gerçekçi olup olmadığına bakarak ölçülebilir bir sanat eserinin değeri. Ancak bu demek değildir ki bir sanatçı doğayla ilgili eser üretmeyecek. Ama bu eserlerin ezilen sınıfların ve ulusların çıkarlarına hizmet edip etmediği araştırılmalıdır. Bizim kıstasımız şudur: sanat sömüren sınıfa mı, sömürülen sınıfa mı, sömürge halka mı, sömürgeci devlete mi hizmet ediyor. Buradan hareketle değerlendirilmelidir. Burjuvaziye hizmet eden, düzenle uzlaşan sanat eserinin hiçbir değeri olamaz." "ÇOK ULUSLU GÖZBOYA-YICI ET KİNLİKLERİ KANDIRAMIYOR "

ŞİRKET LERİN KÜLT ÜREL KİMSEYİ

"Sanat ve kültür adamlarımızın büyük bölümü yapıtlarını sıkıntı ve baskı ortamında, ödün vermeyerek yaratmışlardır. Sinema alanında Yılmaz Güney'in yaşamı bu konuda çarpıcı bir örnektir. Bugün sanat 16 T A V I R

"Bazı çok uluslu şirketlerin, daha çok isimlerine saygınlık kazandırmak ya da olumsuz imajlarını bir ölçüde düzeltmek amacıyla düzenledikleri yarışma ve ödüllere ise, bizim kültür alanımızda büyük ilgi gösterildiğini söylemek mümkün değildir. Bu tür yarışmalara katılanlar ise sanat çevrelerinde biraz hafife alınmaktadırlar. Kısaca, ödüllerin ve yarışmaların daha çok gençler için yararlı olduğunu düşünüyorum." "HALK ŞENLİKLERİNDE BİR DİZİ GÜZELLİKLER BİRARADA YAŞANIR" Sanatçı Ali Balkız sanat eserinin değerinin toplumsal değişim sürecinde etkisinin ilerici ya da gerici olmasıyla belirlendiği yolundaki görüşlerimize katılıyor. "Sanat eseri, insanı insan olmaya, insanca bir dünyada yaşamaya, öteki insanlarla birlikte yaşama sevincini paylaşmaya çağırır. Her türlü kötülüğe karşı, özellikle de insanın insan tarafından sömürülmesi kötülüğüne karşı mücadeleye çağırır. Mevcutla yetinmemeyi önerir. İyiden daha iyinin, güzelden daha güzelin, mükemmelden daha mükemmelin olduğunu gösterir. Bu anlamda sonsuz bir devinim ve asla sonu gelmeyecek olan bir güzelliğin peşine takar insanı. Sanatın görevi ve gereği bu olunca, elbetteki onun değerini bu değişim ve dönüşüme katkılarıyla ölçmek gerekecektir. O sadece, söz, ritm, müzik, armoni, imge, çağrışım, gönderim değildir. Bi-


R Ö P O R T A J

çim, yöntem, klasik, yenilik de değildir. Hepsiyle birlikte fikirdir aynı zamanda. Söyleyecek bir sözü olmayan, doğru bir sözü olmayan hiçbir sanat yapıtı düşünemiyorum. Bu sözü en güzel söylemek de sanatçının işi olsa gerek."

"PARASAL TEŞVİK BİR SANATÇIYI NE KADAR KISIT LARSA HALKLA KUCAKLAŞMASI DA O KADAR YÜCELT İR!"

Ödül, beğenilmek, önerilmek herşeyden önce insani bir gereksinim diyen Ali Balkız, kurumu yozlaştırmamak, lobicilik ve takımcılık yapmamak, sonucu önceden belirlememek, enflasyon yaratmamak, kastlar oluşturmamak koşuluyla yarışmaların genç yazarlar açısından yeni ve daha güzel eserler yaratmaya teşvik edici olduğunu düşünüyor.

"Türkiye'de sanatsal yarışmalar mutlu azınlık dediğimiz, emperyalist sermayeyle işbirliği yapan yerli sermaye grupları tarafından düzenlenmekte, finanse edilmektedir. Bilindiği üzere yerli sermaye emperyalist sermayeye göbeğinden bağlıdır. Emperyalist tekeller bir ülkeye sermaye aktarımında bulundu mu, o ülkenin kültürünü dejenere etmek için kendi yoz, kozmopolit kültürünü de aktarır.

"Bir yanıyla böyleyken yarışmalar ve ödülün etkisi, öbür yönüyle de sakıncalı ve sakattır. Seçici Kurul'un ölçü ve beğenilerini okuyucuya dayatmak, okuyucuyu hazıra alıştırmak, silikleştirmek gibi, ödül almayan eserler sanki daha az değerliymiş gibi bir duygu yaratmak açılarından ise sakıncalıdır. Aslında her eser kendine özgü ve özeldir. Bir benzeri daha yoktur. Asla birbirlerine benzemeyen eserleri birbirleriyle yarıştırmak ne denli doğrudur? Bence bu tartışılmalıdır. Her okuyucunun, her bir eserden alacağı estetik tat ve haz, etkilenim kuşkusuz ki ayrı ayrı olacaktır. Bu tadın sayısal karşılığı mı belirleyecektir, birinciyi, ikinciyi?.. Bu son derece subjektif olmayacak mıdır?" Yarışmalara alternatif olarak tartışılan "Şenlik"leri Ali Balkız şöyle değerlendirdi: "Halkın büyük bir sevinç ve coşku ile yaylalarda, piknik alanlarında, harman yerlerinde, köykasaba meydanlarında davul zurna eşliğinde horon teperek, halay çekerek eğlenmesi, bayram yapması Anadolu insanının bir geleneğidir. Bu şenliklerde devrimci sanatçıların bulunmaları, şiirlerini, şarkılarını, türkülerini okumaları, tiyatro gösterileri yapmaları, sanat adına başka etkinliklerde bulunmaları, zaten onların kişiliklerinin ve sanatlarının gereğidir. Devrimci sanatçılar halka vereceklerinden çok onlardan öğrenecekleri olduğuna inananlardır. Bu alışverişin mekanı biraz da bu şenliklerdir. Burada sanat adına bir dizi güzellikler bir arada ve birlikte yaşanmaktadır. Kolektif bir yaratım ve ortam söz konusudur. Bu özelliğiyle elbetteki sanatı meta kılan anlayışın karşısındadır ve ona alternatiftir."

Sanatsal yarışmaları düzenleyen bu emperyalist sermaye grupları kendi çıkarlarına hizmet eden yoz, kozmopolit eserleri ve yaratıcılarını kullanarak sömürdükleri ülke topraklarında kültür erozyonu meydana getirirler. Toplumu inkarcı eserler ve yaratıcıları spekülatif yarışmalarla topluma lanse edilirler. Artık ilerici misyonunu yitirmiş, gericileş-miş kapitalist üretim ilişkileri sanat alanında da gericiliği dayatmaktadır. Bugün sanat çevrelerinde kendini tekrarlayan, topluma sırt dönen aydınlar itibar görmektedir. Hasta ruhlu insanların eserleri ne kadar anlaşılmaz ne kadar akıldışı olursa o kadar rağbet görmektedir. Ve burjuvazi kendi yoz kültür anlayışını topluma yaymak için bu sanatçılara muazzam destek vermektedir. Çeşitli ödüllerle maddi-manevi t eşviklerle üretimlerini desteklemektedir." Bu kez ressam Avni Memedoğlu yanıtlıyor sorularımızı. Sanatçı "parasal teşvik" ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklıyor: "Parasal teşvik bir sanatçıyı ne kadar kısıtlarsa halkla kucaklaşması da o kadar yüceltir. Bir sanat eserinin değeri sorunları olan emekçi yığınlara sosyalist gerçekçi bakış açısıyla çıkış yolları göstermektir. Bu organik bağ bir yandan emekçi yığınları bilinçlendirirken, diğer yandan sanatçının daha büyük bir şevkle üretmesine neden olur." Sanatsal yarışmalar bugüne dek çeşitli çevrelerce çokça tartışıldı. Amacımız bu tartışmalara bir açıklık getirmek. Konuyla ilgili röportajlarımız bir sonraki sayımızda da sürecek. T A V I R 17


PAMUK IRGATLARI Sadun CAN

PAMUK IRGATLARI

Onlar bereketli topraklar üzerinde can ile yapışıp sabanın sapına hayatı su ile güneş ile / yeşertenlerdir. Onlar alınteri pamuk balyalarından / süzülen kadın-erkek, genç-yaşlı / gurbet ırgatları hasad ortaklarıdır. Onlar güneş altında kızgın toprakta yoksullukla boğuşan emekleri bir / kaderleri bir olanlardır. Ve onlar ki bir gün uçsuz-bucaksız topraklar üzerinde nasır tutmuş elleriyle toplayarak pamuk aklığında ümidi yürüyecekler güneşi içenlerin türküsüyle iyiye, güzele, haklıya doğru

E

ayının ilk haftasında Antakya'da Can Sanat Evi'nin organizasyonuyl a gerçekleştireceğimiz "İnsanlar ve Gerçekler" adlı dia gösterisi güneyde, pamuk ırgatları arasında çalışmak için önemli bir fırsattı. 4Ekim1992'de Yumuşacık, sıcacık yatakların, yorganların, yastıkların, battaniyelerin ve bin bir çeşit giyim eşyasının kısacası yaşantımızın vazgeçilmez ihtiyaçlarını oluşturan bu, tüyler yumağı bitkiyi tarlalarından toplayan yoksul gurbet ırgatlarının emek serüvenini fotoğraflarla öyküleştirmek üzere Antakya kırlarına doğru yola çıkıyoruz. Pamuğun önemli bir bölümünün kaldırılmış olmasına

18 T A V I R

kim


karşın hasad mevsim sonuna kadar devam ettiği için gurbetçi ırgatları tarla sıcağında bulabileceğiz. Tarla kenarlarında kurdukları çadırlarda konaklıyorlar. Can Sanat Evi'n in sahibinin aracıyla eşi ve çocuklarını yanımıza alarak Antakya'ya bağlı Hassa bölgesine gidiyoruz. Tanıdık bir pamuk tarlası sahibinin oğlu bize yardımcı olacak. Ağır aksak yürüyen arabamızla yol alıyoruz. Arada bir farları gözümüzü alarak yaklaşan ağır yük kamyonları geçiyor yanımızdan. Dizi dizi elektrik direklerinin aydınlattığı uçsuz bucaksız pamuk, mısır ve tütün tarlalarına bakarak ilerliyoruz. Çok geçmeden ışıkları karanlığa taşan gurbetçi pamuk ırgatlarının çadırlarına doğru yaklaşıyoruz. Fotoğ-

raf çekmek üzere arabamızı yol kenarına çekip duruyoruz. Daha sonra henüz sürülmüş tarlanın içinden geçerek, ışıkları bize doğru göz kırpan çadırlara doğru yaklaşıyoruz. Bir kadın topraktan yapılma (tandır) fırının ateşini üflüyor soluk soluğa. Bizi hala farketmiş değiller. Yanlarına kadar gidip "iyi akşamlar" dediğimizde farkediyorlar. Ateşi üfleyen kadın yüzünü yalayan alevin aydınlığında, gözlerini yakan dumanın acısıyla gözlerini kısarak şaşkın ve ürkek ayağa kalkıyor. Kendimizi tanıtıp fotoğraf çekmek istediğimizi belirtiyoruz. Yanımıza gelen birkaç ırgattan biri "ama önce çavuşa (ırgat başı) bir soralım" diyerek bir çadıra doğru ilerliyor. Bu arada bizi farkeden kadın-kız, genç-

ihtiyar birçok ırgat çadırlarının önüne çıkıp bizi izliyorlar. Çavuştan izin almaya giden genç, çavuşla birlikte çadırdan çıkıp geliyor. Çavuş (orta yaşlı, uzun boylu, hafif göbekli, şalvarlı) sorumlu ve çok sıcak bir yaklaşımla isteğimize "Tabii buyrun, çekebilirsiniz. İstediğiniz gibi..." diyor. Misafirperver sıcaklığıyla yardımcı olmaya çalışıyor. Bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da sohbet ediyoruz. Ancak zamanımızın yetersizliğinden ve ırgatların konuşmaktan kaçınmalarından ötürü daha fazla kalamadan vedalaşıp aracımıza dönüyoruz. 3 kilometre sonra daha kalabalık ve daha uygun ırgat çadırlarına rastlıyoruz. Yine aracımızı durdurup iniyoruz. Ay ışığı ve yıldızların parıltılı

T A V I R 19


uyumuna çırçır böceklerinin ahenkli ötüşleri karışıyor. Kadınlar... rengarenk toplanmışlar bir toprak fırının başına, ekmek yapıyorlar. Lav dağını andıran fırının içinden kızıl alevler fışkırıyor kadınların gülümseyen yüzlerine. Nefis bir ekmek kokusu yayılıyor etrafa. Onlara doğru yaklaşıyoruz. Selam verip kendimizi tanıtıyoruz. Bu arada erkeklerin de ağaçların altında yere serdikleri kilimlerin üzerinde oturmuş sohbet ettiklerini görüyoruz. Birkaçı kalkıp bize doğru geliyor, konuşuyoruz. Yanımıza gelen ırgat-başı "Elli kişiyiz" diyor. "Çoluk çocuk, iş tutan herkes tarladadır burada." diyor bir başkası. Yoksulluğun katı gerçekleri gurbetçi pamuk ırgatlarını kendilerine ve

20 T A V I R

çevrelerine yabancılaştırmamış. Aksine kaynaşmışlar. Üretim ve konaklama alanının aynı yerde sabit oluşu ve aşiret olgusunun oturmuşluğu gibi unsurlar bir ölçüde yabancılaşmayı önlemiş denilebilir. Ekmek yapan ırgat kadınların toprak fırından çıkarıp bize uzattıkları sıcak ekmeğin nefis kokusuna dayanamıyoruz. Onlarla aynı ekmeği bölüşmek mutlu ediyor bizi. Bütün bu anların deklanşör sesinde buluşması saptanması ise bizi daha çok mutlu ediyor... Son deklanşör sesinin yani son fotoğraf karemizin ardından vedala-şıp ayrılıyoruz. Yıldızlı gecede yol alırken toprak fırından çıkma ay ışığı kadar beyaz, temiz ve sı-

cak ırgat ekmeği yiyoruz. Yol boyu, hafızalarımızda yoksul, yorgun ama umutla gülen ırgat yüzleri dolaşıyor. Çok geçmeden Hassa'ya varıyoruz. Ancak çekimlerde yardımcı olacak gencin asık duran yüzünden tatsız bir şey olduğunu hissediyoruz. Sorduğumuzda, Şırnak't a görev yapan amca oğlunun çatışmada öldürüldüğünü bu nedenle moralinin bozuk olduğunu öğreniyoruz. Genç bizimle konuşurken dengesiz, şoven duygular, tepkiler sergiliyor. Evdeki matem, şovenizm halklarımızın yan yana, iç içe geçen sosyal-kültürel bütün değerlerini gölgeleyen bir havaya bürünüyor. Hassas bir andayız. Sürüp


giden şvence konuşmalara nasıl müdahale edeceğimizi düşünürken bir süre sessiz kalıyoruz. Uygun, sakin bir anda, söz konusu duruma açıklık getiren konuşmalar yapıyoruz. Halklarımızın birbirlerini çekememezliklerinden kaynaklanan kişisel, özel hiçbir sorunu bulunmadığını ancak siyasi iktidarların böyle bir şey varmış gibi davrandıklarını, Kürt halkının yüzyıllara dayanan gerçeğini yalanla ve kanla karartmaya çalıştıklarını, bunun için de halklarımızı birbirine düşürücü şoven politikalar uyguladıklarını, söz konusu savaşın da bu çerçevede ele alınması gerektiğini; bu kirli savaşta ölen erlerin neden ve kimin için savaştıklarını sorgulamadıklarını vs. anlatıyoruz. Konuşmalarımız gece geç saatlere kadar sürüyor. Sabah... Pamuk ırgatlarını başka nerde ve nasıl görüntüleyebiliriz diye düşünürken Can Sanat Evi'n in sahibi olan arkadaşın eşi, kendileriyle birlikte Urfa'ya, Birecik'e gelip gelemeyeceğimizi soruyor. Ayrıca aynı istikamette pamuk ırgatlarını daha iyi görüntüleyebileceğimizi öneriyor. Matem evini terk edip yola çıkıyoruz. Urfa-Birecik'e giderken İskenderun çevresinde bulunan pamuk tarlalarına uğrayıp "Pamuk Irgatları" çalışmamızı tamamlayacağız. Son hasadı toplayan ırgatların türküsünü dinleyeceğizgörüntüleyeceğiz. Gün pırıl pırıl aydınlık saçıyor etrafa. T arlalarda çalı-

T A VI R 21

şan pamuk ırgatlarını en güzel ışık zamanında görüntüleyebilmek umuduyla hızla yol alıyoruz. Derken İskenderun hattın-dayız. Uçsuz bucaksız ovalara, tarlalara eşlik eden toroslar var az ötemizde. Sıra sıra, kol kola uzayıp giden toroslarda İnce Mehmet türküleri söylenir mi acep?.. Yol üzerinde traktörlerden oluşan pamuk katarlarına rastlıyoruz. Arabamızı durdurup bu başı sonu belli olmayan pamuk katarını görüntülüyoruz. Pamuk balyalarının üzerinde geceden kalan gözcüler var. Biri henüz daha çok genç. Yüzünü sabah güneşine çevirmiş oturuyor öylece. Bu katarların günlerce, haftalarca beklediğini öğreniyoruz. Ürünün pazara sunulması kolay olmuyor yani. Çok kalmadan bir-iki kare fotoğraf çekip ayrılıyoruz. Yaklaşık dört-beş kilometre sonra, güneşin kovalayarak uzaklaştırdığı sis bulutlarının arasında toroslar kara kara gözlerimize dolarken, eteklerinde pamuk toplayan kadınerkek ırgatları gösteriyor bize. Yavaşlayarak duruyoruz. Ana otoyola sınır olan pamuk tarlasına iniyoruz. Başlarını pamuklar arasına sokmuş hiç duraksamadan çalışan ırgat kadınlara doğru yaklaşıyoruz. Bizi henüz farkettiklerinde hemen hepsi değişik tepkiler sergiliyorlar. Kimi utanıp yönünü toroslara dönüyor, kimi başını pamuk yaprakları arasına gömüyor, kimileri de hiç aldırmadan pamuk toplamayı sürdürüyor. Bizi gazeteci sanıyorlar. Kendilerine ga-

zeteci olmadığımızı, fotoğraf sanatçısı olduğumuzu söylüyoruz. Konuşmalar sürerken onları doğallıklarıyla fotoğraflamaya çalışıyoruz. Çoğu konuşmaktan kaçınıyor. Bazen kendi kendimize konuştuğumuzu farkediyoruz. Bir süre daha oyalanıp tam yanlarından ayrılırken arkamızdan yaşlı bir kadın sesi: "kurtarın bizi şu pamuk illetinden!". Dönüp baktığımızda kim olduğunu farkedemiyoruz. Hepsi pamuk toplamaya devam ediyor. O an aklımızdan şunlar geçiyor: Birgün, pamuk aklığında umut, çıkagelecek kapınıza. Ve yoksulçıplak ayaklarıyla döne dolaşa, sara sarmalaya yürekleri, toroslardan bayrak bayrak dalgalanacak. Kurtulmak, bu toprakların derinliklerinden fışkıran bereketli pamuk filizleri gibi, nasırlı ırgat ellerimizle toplayacağımız zorlu, illet ama güzel bir gün olacak. Unutma ırgat ana, umut pamuğun aklığında! "Hoşçakalın" diyerek el sallıyoruz. Hepsi birden güleç yüzlerini aydınlatan güneşe dönüp el sallıyorlar. Daha sonra yolumuz üzerinde uzayıp giden pamuk tarlalarından bir kaçına daha uğrayıp aynı ve benzer ırgat emeğini görüntülüyoruz. Urfa-Birecik'e geldiğimizde filmimiz bitiyor. Tabi, pamuk ırgatlarının fotoğraflardan oluşan öyküsü de... Konumuz değişiyor... Birecik'te, Fırat kıyısında kurulu hal işçilerini ve farklı yörelerden gelen insanları görüntülemek üzere film almaya çıkıyoruz.


CENAZENİN SAHİBİ KİM İlhan AKGÜN

kşam saatleri işçiler yorgun argın evlerine giriyorlar. Kimileri bir inşaatın yükünü taşıyor omuzlarında, ellerinde ekmekler kimilerinin. Gazi mahallesindeyiz. Kayahan ve Makbule yoldaşların ölürken bile direnen bedenlerini toprağa vermeye geldik. Toprak damlı bir caminin önünde bağdaş kurup oturuyoruz. Türküler söylüyoruz. Havada martılar uçuşuyor. Martı sesleriyle türküler birbirine karışıyor. Yeni sesler ekleniyor türkülerimize durmadan işçisiyle, yaşlısıyla, genciyle. Mahalleyi çepe çevre sarmış polislere öfkeli gözlerle bakarak geliyor insanlar. T ürkülerimiz bitiyor, sessizlik çöküyor bir an. Bir ana kısık sesle "Oğlumu da vurmuşlardı. Daha 17 yaşındaydı." diyor, cenaze arabasını görünce. Ayağa kalkıyoruz, bunu gören polisler coplarını çıkarıp, saldıracakmışcasına azgınca bakıyorlar, içlerinden biri bağırıyor "Cenazenin sahibi kim?" , "Hepimiz" diyoruz. Kortej oluşturuyoruz, önden gelen "Haydi arkadaşlar, yürüyoruz" diyen coşkulu sesle sokağa giriyoruz, sloganlar atarak. Çevik kuvvet üze-

22 T A V I R

rimize saldırıyor, coplarla vurmaya başlıyor yaşlı, çocuk demeden. Bir ananın bağırdığını duyuyorum "Dur evladım" ama polis daha da saldırganlaşıyor. Bizim kenetli gücümüzü kırmak için daha fazla güce ihtiyaçları var. Telsizlerden hep aynı ses geliyor: "Daha fazla polis gönderin. Takviyeye ihtiyacımız var. " Yakaladıklarını coplayarak arabalara götürüyorlar. Zorla bindirmeye çalışıyorlar. Binmemek için diretiyoruz. Kudi Ana'mızı copla yaraladılar. 7 yaşındakinden de korkuyorlar, 75 yaşındakinden de. Çaresizler ama acımasızlar. Sloganlarımıza feryatlar, takviye çığlıklarına silah sesleri karışıyor. "Acımayın,mezarlığı tutun,mezarlığa giriyorlar." O anda çevik otobüslerinin çoğaldığını görüyorum, çepe çevre sarıyorlar etrafımızı, direniyoruz. Ama dört kişiye bir kişi kalıyoruz bir anda. Benim olduğum otoda balık istifi gibiyiz. Telsiz sesleri kulakları tırmalıyor. Bir aralık telsizden arkamızdaki polis otosunun bir çocuğa çarparak bacağını kırdığını duyuyoruz. Bizim arabadaki amir hemen cevap veriyor: "Bırakın gelin". Az sonra evlerden uzak bir binanın

önünde duruyoruz: Küçük-köy Karakolu, bir işkence merkezi. Sürükleyerek zemin kata indiriyorlar. İner inmez aralarına alıp vurmaya başlıyorlar. Bu arada hakaret ve küfürler hiç durmuyor. Bu altı saat sürüyor. Sonra bir odaya alıp kimlik tesbiti yapıyorlar. Asılsız suçlamalarla dolu bir kağıt uzatıp imzalamamızı istiyorlar, imzalamıyoruz. Sonra indirip nezarethaneye atıyorlar. Açlık grevinde olduğumuz için aileler su ve şeker getiriyor. Islak beton üzerinde su ve şekerle 13 gün geçiyor. Eşyalarımı getiriyorlar.bir çoğu-muzunki eksik. D.G.M'ye gitmek üzere yola koyuluyoruz. Türküler söylemeye başlıyor bir arkadaş. "Çünkü tarihin en güzel yerinde son sözü hep direnenler söyler". Grevde olan bir fabrikanın önünden geçtiğimizi görüyoruz. Grev giysileriyle işçiler zafer işareti yapıyorlar.Bunu gören polisler çaresiz olduklarını bir kez daha anladılar mı acaba? Şimdi binlerce devrimci, demokrat insanın yargılandığı, idama mahkum edildiği binanın önündeyiz. Geniş bir salonda saatlerce bekletildikten sonra isimler okunuyor. Benim ismim okundu. Savcının odasına girdim. Savcının da diğerlerinden farkı yoktu. "Cenazeye katıldın mı?" "Evet" diyorum. Köpürüyor birden. Doğru dürüst ifademi bile almadan "çık" diyor. Bu şekilde elliden fazla insan tutuklanıyor. Bu kez otobüsler cezaevine doğru yol alıyor. Biz bu kavgada tutsaklığın da bir bedel olduğunu düşünüyor, türkülerimize ara vermiyoruz.


S

abahın erken saatleri. İşine, okuluna yetişme çabasıyla sağasola koşturan kalabalığın arasında telaşla yürüyorum. Dolmuş, otobüs durakları... Yer yer tıkanan trafik, korna sesleri. Yarım saat geç iniyorum dolmuştan. Yola birlikte devam edeceğim arkadaşım beni bekliyor. Hızlı adımlarla metroya doğru ilerliyoruz. Az önceki gürültülü kalabalıktan uzaklaşıyorum. Düşüncelerim onunla dolu. Kısa bir süre önce birlikte gözaltına alınmıştık. Hücremin önünden her geçişinde dağılmış saçlarına, zayıf ve bitkin düşmüş bedenine aldırmadan sıcak bir gülümseyişle bakıyordun. Yine aynı sıcaklıkla "merhaba" diyorsun. Merhaba! Hızla akıp giden metro yavaşlayıp ineceğimiz durağa yaklaşırken uzaklaşıyorum senden. Az sonra cezaevinin nöbetçi kulübesi, tel örgüleri ve taş duvarlarıyla karşılaşıyoruz. Çevreye bakmıyorum. Bekleşen bir kalabalık arıyor gözlerim. Cezaevleri, önünde bekleşen tutuklu yakınlarıyla yer etmiş düşüncelerimde. Jandarmalardan başka kimseyi görmeden açılan bir kapıdan içeri giriyoruz. Dışarı-dar aradığım tutuklu yakınları kapalı bir salonda bekleşiyorlar.Beşer kişilik gruplar halinde ilk işlemlerin yapılacağı ikinci bir salona alınıyoruz. Tutuklu yakınlarından bazılarının buraya daha önce defalarca geldiği belli oluyor; alışkın oldukları işlemleri yaptırır gibi rahat davranıyorlar. Bazılarıysa ilk kez gelmiş olmanın ürkekliği ve tedirginliğiyle ne yapacağını bilmeden bakıyor çevresine. Karşımda oturan bir ana sessiz sessiz ağlıyor.

Yanındaki kızı da sürekli rahatlatmaya çalışıyor onu. İlk adımlarını yeni yeni atmaya başlayan küçük bir çocuk büyük bir işi başarmanın coşkusuyla tırmanıyor merdivenleri. Çıktığı her basamakta durup gülücükler dağıtıyor. Demir parmaklıklar durduruyor onu da. Demir parmaklıklı kapı tekrar açılıyor. Beş kişi giriyoruz içeri. Kimlik kontrolü, kayıt ve üst araması gibi işlemlerden defalarca geçerek ulaşıyoruz görüş yerine. Yan yana dizilmiş görüş kabinlerinin önünde O'nun adını verip bir saat kadar bekliyoruz. Uzun süre-

önce getirdiler onu. "Beni merak etmeyin" diyor, "Ben iyiyim.Evimden daha düzenli geçiyor günlerim." İnançlı ve kararlı sesi dolduruyor görüş kabinini. Uzak kaldığı her şeyi merak ediyor. Arkadaşları soruyor tek tek. Kelimeler yeni anlamlar kazanıyor. Kelimeler canlanıyor anlatırken. Dışarıdaki son onbeş günü yaşıyor gibi dinliyor anlattıklarımı. Kabinin dışından gelen çığlıklarla kesiliyor görüş. Bir gün önce tutuklanan onyedi yaşındaki oğlunun doktor kontrolüne götürüldüğünü öğrenen bir ana, oğluna kötü bir

YÜREKLER BULUŞUNCA Çağla AKAR dir buraya gelip gittikleri için birbirini tanıyanlar sohbete başlamış bile. İlk kez gelenler de yavaş yavaş katılıyor sohbetlere. Daha tecrübeli olanlar diğerlerini rahatlatmaya çalışıyorlar. Uzun bir bekleyişten sonra bir seslenişle irkiliyorum. Üzerimden atmayı başaramadığım heyecanın her yanımı kapladığını hissediyorum. Tutuklularla yakınlarını buluşturan görüş kabini çift taraflı, kalın camları, demir parmaklıkları olan küçük bir pencereyle birbirine bağlanıyor. Ama ne demir parmaklıklar ne kalın camlar engel olabiliyor büyük sevdaların yüküyle çarpan yüreklerin buluşmasına. Kirli camın arkasından merakla bakıyor O. Bizi gördüğünde şaşkınlıklar uçuşuyor gözlerinde. Sonrası sevinçler...Konuşuyoruz. Yıllardır burada yaşıyormuşcasına rahat. Oysa daha bir kaç gün

şey olduğunun kaygısında. Çığlıklar dökülüyor dilinden. Bir başka ana biraz sitemli yardımcı olmaya çalışıyor: "Ben ana değil miyim? Benim şu an iki çocuğum tutuklu. Bak, ben ağlıyor muyum? Burada ağlanmaz. Çocuklarımıza destek vermeliyiz." Görüş kabinine dönüyorum. Ne kadar çok şey var konuşacak. O'ysa "Hadi gidin artık" diyor,"Yapacak işleriniz vardır sizin.Eğer işlerinizi ak-satmayacaksa yine gelin." Biraz daha kalabiliriz, ama görüş kabinleri sayıca yetersiz. Sırada bekliyor görüşçüler... Kapıdan çıkarken bir kez daha el sallamak istiyorum. Dönüp kirli cama bakıyorum. O çoktan gitmiş. Biz dışarı çıkar çıkmaz hasretle yanan iki yürek dolduruyor görüş kabinini.

T AV I R T A

23


DAĞ BENİM Kanatsız ve yaralıydım Bütün sığınaklar birer uçurumdu Gözlerin aydınlatırdı karanlık geceleri Dile gelmez bu yara Kanla yıkanmış bir kez Babasız ve anasızdım Arkadaşsız ve adsız Ne ay vardı ne güneş yüreğim ürperirdi Koyaklar birer çığlık olurdu Gece sersem ve dilsiz Yer sessiz gök kanatsız Gözlerin aydınlatırdı karanlık geceleri Dile gelmezdi yara Kanla yıkanmıştı Esirdim sanki yadigarsız ve yurtsuz Yaralı bir ana yüreği gibi Özlemdim ve de mutsuz Gözlerin aydınlatırdı karanlık geceleri Kanla yıkanmıştı Dile gelmezdi yara

24 T A V I R

Kadın erkek biz baba-ata Ateşler içinden geldik ulaştık bu yıllara Yokluğun adı ölümdür dinle yaram dile geliyor Ülke yüreğimde bir yangındır şimdi Artık dağlarda direniyorum Yüzyılların yeminiyim Sayısızım akan kanıyım çocukların Yer gök benim artık Yara benim kan benim Dağ benim Haydi yağdırın

A.Hicri İZGÖREN


ÇÎYA EZ İM Be per bum bırinder bum Hemet hemu kendal bun Çave te roni dıkır şevın tarı a Bı ıwine hatiye şuştın Ew bırîn a nayê zıman Bê de û bav bum Bê hogır bum bê nav bum Ne roj hebu ne hiv, dıl dıperıti Neval hemu hêvirze bun Sev gej û ker Erd bê deng ezman bê per Çave te roni dıkır şevıntari a Bı xwin e hatıbu şuştın Bırîn ne dahat zıman Ez bındest ım, be xelat û bê welat Ez hesret ım, ez belengaz Wek dayık a dılbıkul Çave te ronı dıkır şeven tariya Bı xwine hatiye şuştın Ew bırîna naye zıman

Em jın û mer, bav û kal Nav agıran gehiştın hatın van salan Edi dımre tuneyi, bırîn hatiye zıman Ez tekoşinım edi lı ser çiya me Welat şevata dıle mıne Bê jmarım ez xwin a keç û lav a me Ez sond a bav û kal a me Edi bırîn ez ım, xwin ez ım Erd ez ım, ezman ez ım Çiya ez ım De bıbarinın A.Hicri İZG ÖREN

T A V I R 25


S Ö Y L E Ş İ

ÖZGÜRLÜĞÜN, EKMEĞİN VE AŞKIN BEDELİ ÖDENMİŞTİR " Acıyla Diri, Sessizliğin Sağanağı, Verilmiş Sözdür ve Bedeli Ödenmiştir" adlı şiir kitapları yayınlanan A.Hicri İzgören ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. Kürt edebiyatı ve Kürtçe alfabe ve gramer kurallarıyla ilgili açıklamalarını okuyacaksınız. "Sanatçının bir dünya görüşüne sahip olması gerektiğini" savunan sanatın dönüştürücü işlevini yadsımayan şaire " parti sanatı teorileri pek sempatik" görünmemektedir. Dünyayı değiştirme, yaşanası kılma gereğinin her zamankinden daha ağır ve zorunlu bir görev olarak hissedildiği bu dönemde yeni bir toplum kurma yolunun örgütlenmeden geçtiği sosyalist mirasın kanıtladığı tartışılmaz bir gerçektir. Toplumun yoksul, emekçi kesimleri emperyalizmin ve işbirlikçilerinin örgütlü organizasyonuna karşı birleşik örgütlü bir güç olarak çıkabilmelidir. İktidarı alacak bu çetin savaşın kurmayı partidir. Sanatçıları işçilerden, yoksul köylülerden, memurlardan, öğrencilerden niye ayıralım? Onlara toplum içinde hayatın sahiplerinden farklı bir anlam yüklemek anlamsız olmaz mı? Hayatı yeniden kurarken sanatçıları bu oluşumun dışında bırakırsak onlara haksızlık etmiş olmaz mıyız? Siyaset toplumsal hayatın düzenlenmesidir. Toplumsal gerçekliği yaratıcı nabızla yönlendiren örgütlenmenin gerçek ve zengin bir özgürlük ortamı hazırlayacağını düşünüyoruz.

26 T A V I R

AVIR: "Bedeli Ödenmiştir" adlı yeni şiir kitabınız bugünlerde yayınlandı/Bedel" derken neyi kastediyorsunuz? Neyin bedeli, hangi bedel ödenmiştir? İZGÖREN: "Şiir ifade edilemez, ifade eder" diyor Octavio Paz. Burada benim neyi veya neleri kastettiğimden çok okuyucunun bundan ne anladığıdır önemli olan. Şair yazdığını yayınlattıktan sonra bir anlamda söylemiş, yazılanı okuyucunun imgelemine bırakmıştır. Yine de şunları belirtmek isterim; insanlık tarihi zulmün, acının ve hüznün tarihidir. Şu kadar milyon yıllık yolu kateden insan hala ateşler içinde kıvranıyor. Durmadan bedel ödedi insanlık, ödemeye de devam ediyor. Özgürlüğün, ekmeğin ve aşkın bedeli ödenmiştir. Ama bedelini ödediğimiz şeyleri henüz tatmış, solumuş ve öpmüş değiliz. Sorun bu... TAVIR: Anadilde yazma


gerekliliği konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizin Kürtçe çalışmalarınız var mı? Böyle bir kitap düşünüyor musunuz? İZGÖREN: Öncelikle şunu belirtmekte yarar var; evde ya da sokakta Kürtçe konuşuyor olmak ulusal kimliği ulusal yapılar içinde bir yaşama biçimine dönüştürme anlamına gelmiyor her zaman. Çünkü dil sadece bir konuşma aracı değil, dolaylı da olsa bir düşünme aracıdır da. Bu anlamda insanın gördüğü eğitim ve öğrenimin, adı geçen ulusal değerlerin yeterince kullanılmasına büyük

oranda etki eder. Talan, tarih boyunca tüm zenginlikleri yok etmeyi kapsar nitelikte idi. Evet, dilimiz de dağlandı. Yaşanan sıcak değişim ve etkileşim süreci anadilde yazma gerekliliğini hergün biraz daha dayatmakta, duyumsatmaktadır. Kürt insanı bu konuda da kendi kendisiyle bir hesaplaşma içine girmiştir. Kendi adıma bu hesaplaşmanın içinde olduğumu söyleyebilirim. Şimdilerde Kürtçe gramer-sözlük çalışmaları yapmakta, eksiklerimi gidermeye çalışmaktayım. Öncelikle

çevirilerle başlayan alıştırmalar giderek özgün çalışmalara doğru genişliyor. Ancak bu bir emekleme dönemi. Bir kitap oylumunda ve iddiasında değil henüz. Burada yeri gelmişken Kürtçe alfabe ve gramer kuralları ve kullanımları konusunda hala bir standart oluşturulamayışını Kürt dili açısından şanssızlık ve hüzün verici bulduğumu anti parantez belirtmek istiyorum, bu konunun uzman ve ilgililerine sitemli bir selam uçurmak istiyorum. TAVIR: Kürt edebiyatının

T A V I R 27


tarihi ve kaynakları, Şıvvan'ın, Cigerxwın'ın, Ahmede Xanî ve benzeri Kürt yazar ve sanatçıları hakkında neler düşünüyorsunuz? İZGÖREN: Kürt edebiyatı binlerce yıllık tarihi bir geçmişe sahiptir. Dünya uygarlığının yaratılmasında diğer halklar gibi katkıları ve payları vardır. Kürt kültürü zengin kültürel değerlerin mirasçısıdır. Bu değerler ne yazık ki yazılı e-debiyata yeterince yansımamıştır. Dengbej (söz söyleyen) ve Sazbent (saz çalan) geleneğinin günümüze taşıdığı bu değerler yazılı edebiyat için geniş ve bakir bir alan oluşturmaktadır. Araştırmacılar Kürt edebiyatı tarihinin Mitaniler'e kadar uzandığına işaret etmektedirler. Kürt edebiyatında folklor yalnızca teknik bir olgu değil, edebiyatın da özünü oluşturur. Yazılı edebiyat önemli oranda folklordan beslenmiştir. Ahmedê Xanî, Feqiye Teyra yazılı edebiyatın ilk temsilcileri ve klasikleridirler. Değerleri gün geçtikçe çok daha iyi anlaşılacaktır. Mem-û Zin (ya da özgün ismiyle Memê Alan) dünya çapında bir baş yapıttır. Cigerxwın, medrese eğitiminden gelmesine rağmen çağdaş bir kimlik oluşturmayı başarmış evrensel bir şairdir. Şıwan büyük bir yetenek. "Güncel olan"ın sığlıklarına düşmediği, dayatmaların dışında kaldığı anlarda nefis şeyler söylüyor. Sürekli bir arayış içinde olması ayrıca ilgi çekici. Çok sesliliğe doğru yol almasından yana gönlüm. TAVIR: "Sanat, dünyayı değiştirme amacına hizmet e-den bir araçtır." saptaması konusunda ne düşünüyorsunuz?

İZGOREN: Elbette... Sanat dünyayı, yaşamı güzelleştirmenin,yüceltmenin öz suyudur. Bu anlamda da sanatın değiştirme, dönüştürme işlevini yadsıyamayız. Ancak sanatın bu işlevini abartmamak gerekir. Görev dünyayı değiştirme gereği duyan herkesindir. Sanatçı, insan imgesini vurgularken bu işlevin dışında olamaz. Sanatçının bu konuda üstüne düşeni yapması, aynı zamanda onun aydın kimliğinin gereğidir de. Hem bir saat gibi içinde bulunulan zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü göstermek zorunluluğu, onun çağına tanıklık (gerekirse sanıklığı) görevini de içermektedir. Burada belirleyici olan sanatçının dünya görüşüdür. Maddeci dünya görüşünü benimsemiş, dünyaya ve olaylara bu pencereden bakan sanatçı, dünyayı değiştirme amacına yöneliktir doğal olarak. Zaten bu dünya görüşünün kendisi de geçmiş, bugün ve gelecek karşısında etkin, dönüştürücü bir araçtır. TAVIR: Sanatçının ve sanatın örgütlü olması gerekliliği size ne anlatıyor? İZGÖREN: Ben, kendi adıma sanatçının örgütlülüğünün mutlaklaştırılmasın-dan yana değilim. Sınıflı toplumlarda sanatın sınıfsal özelliğinin bilincinde olmak ve bu bilinç ışığında yan tutmayı, ilerici sanatçılar için bir zorunluluk olarak algılıyorum. Ama bu zorunluluğu, şu ya da bu "partili" olma anlamına almıyorum. Bunu söylemekle sanatçının dünyaya olan tavrına ilişkin bir dünya görüşüne sahip olması gerektiğini gözardı etmiyorum. Ayrıca bu görüş, toplumsal bağlaşıklarıyla kucaklaşmasına da engel değildir sanatçının.

Örneğin, zaman zaman gündeme getirilen "parti sanatı" teorileri pek sempatik gelmemiştir bana. Sanatçının özgürlüğünü kısıtlayan çağrışımlar yaratmıştır hep. Sanat, bir toplumsal hayatın yansımasıdır, bunun uzantısı olarak siyaseti de içerir. Ama onunla özdeş tutulamaz. Edebiyatı ya da sanatı, yalnızca bir siyaset olarak gören düşünce sonuçta şematik edebiyatı yaratır. Bu da, hiç bir zaman sanatta devrimci bir tavır değildir. Bilimsel olanın tersine sanatsal imgenin bireysel çizgileri ne denli canlı olursa ve belirgin olursa, sanatçı o denli başarılıdır. Sanat yapıtı estetik, bilgisel ve ideolojik öğelerin dengeli birliğinden oluşur. Bu bilinen bir şey-dir.Ama, şair biraz da ütop-yalarıyla vardır. TAVIR: Dergimizi sürekli musunuz? Dergiyle değerlendirmeleriniz...

İZGÖREN: Derginiz düzenli olarak elime geçiyor. Evet, sürekli izlediğimi söyleyebilirim.Tavır, atak bir dergi. Kavgacı dergileri oldum olası sevmişimdir. Son kapak ve ebat değişikliğiniz isabetliydi. Ben, daha çok yayınlanan ürünlerin sanatsal düzeyleri konusuna dikkat çekmek istiyorum. Özellikle şiirde, düzeyi düşük görüyorum. A-rasıra düzeyli çalışmalar yayınlansa da, çoğunlukla coşkuya dayalı, duygusal metinler, şiiri yakalayamamış, şiir olamamış çalışmalar. Bence Tavır, ürünlerin sanatsal niteliğine biraz daha önem vermelidir.Kapak ve içte kullanılan fotoğraf ve resimler genellikle iyi. HaberYorum sayfaları bazı sayılarda gereğinden fazla gibi geliyor bana...

TAVIR: Teşekkür ederiz.

28 T A V I R

izliyor ilgili


MODERN EDEBİYATIN BAŞLANGIÇ KIPIRTILARI

Yazarlar Birliği Başkanı DANG THAİ MAI'yle Bir Konuşma Çeviri: Defne Behramoğlu Savaş ve sanat... Toplumsal kurtuluş savaşları nasıl

bir

halkın kimlik ve politik bilinç kazanmasında temel etkileyici bir faktör olarak yer alıyorsa, aydınların,

sanatçıların

dönüşümüne ve bir bütün olarak

sanatta,

sanatsal

faaliyette bir devrime yol açıyor. Emekçi yığınların nabzı savaşla atıyor ve toplumsal dinamikler mutlak bir biçimde sanatsal

D

ang Thaı Maı, oldum olası sömürgeci yönetime karşı savaşta yerini almış bir aileden gelmektedir. 66 y ılının 40 y ılından fazlasını devrimin hizmetinde geçirmiştir. Büyükbabası 1919 y ılında, 74 yaşında hapishanede öldü. Babası ise, ömürlük hapis cezasını çekmeye yollandığı Poul Condore adasında, 1923'te öldü. Dang Thaı Maı, ilk kez 1928'de tutuklandığında mesleğini terk etmek zorunda kaldı.

faaliyeti yönlendiriyor. Devrimin sanatı doğuyor.

Vietnam Halk Savaşı bu olgunun en tipik örneğini oluşturuyor. Dün olduğu gibi bugün de mücadele, kendine özgü olanı, yeni insanı, yeni sanatı ve bir bütün

olarak

yaratmayı

hedeflediği dünyanın örneklerini doğurarak ilerliyor, yetkinleşiyor. 1975 yılında Militan dergisinin 2. sayısında yer

alan

devrimci

sanata ve edebiyata dair bu yazıyı

örnek

düşünerek

olabileceğini yeniden

DANG THAI MAI : "Fransızlara karşı savaştığımız halde Fransız kültüründen devşirilmiş bir y aşama biçimi içinde büyüdük. Kendimizi Fransız edebiyatı ve sanatıyla eğittik. Avrupa felsefesine göre ayarlandık. Platon, Kant, Schopenhauer, Bergson okuduk. Birinci Dünya savaşından sonra, Aurore'da ve kendi yay ımı olan Paria'da Ho Şi Minh'in yazılarıyla karşılaştık. Bu yazılardan Marx, Engels, Lenin'i öğrenmeye başladık. Kendimizi diyalektik materyalizmin öğretileriyle eğitirken ve teorinin kılavuz ışığı altında kendi koşullarımızı incelerken, bir yandan da

kafalarımız edebiyatın işlevi sorunuyla yoruluyordu. Y azılı sözcükle düşüncede ve eylemde bir değişimi nasıl sağlayabileceğimizi saptamay a çalıştık. Geçmiş edebiyatımızı, ezilmiş, köleleştirilmiş ve cahil insanın; özgür, güvenli, kendi bilincinde bir insana doğru evriminin yansısı olarak sunabilirdik. Basın sansürü ve yazıya konulan yasaklar ortasında kendimizi anlaşılır kılabilirdik. Halka ulaşabilirdik. Lu Sin (*) benim en çok sevdiğim yazardı. Devrimci ayaklanmalar dönemindeki Çin halkından tanımları benim için örnek nitelikteydi. İçtendi, etkiliydi, keskindi, acılıkla ve alayla doluydu. Siyasal alanda ilkelere bağlıydı fakat kendi öz çalışmasındaki insan çelişkilerinin tanım ı her zaman çok boyutlu, çoğunlukla şaşırtıcıydı. Bana hiç bir sorunun mekanik bir y aklaşımla çözülemeyeceğini gösterdi. Hindi-Çin Komünist partisinin kurulmasından sonra, özel bir lisede öğretmen olarak çalışmaya başladım. Y a böylesi ya da yasadışı yaşamak söz konusuydu. Bildirilerimiz yeraltından dağıtılıy ordu. Fransız edebiyatı-moderni olduğu kadar klasiği de gönlüme yakındı. Bu edebi-

yayınlıyoruz.

T A V I R 29


yatta olaylar üstüne düşünmek ve insanın durumunu incelemek istemini buluyordum. Yüksek ahlaksal değerler buluyordum. Yine de, bu sanat bizim koşullarımıza yeni hiç bir şey kata-mazdı. Gerek gizlenerek, gerekse sürgünde yaşadığımız İkinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda, şiirlerin ve bildirilerin hapishanelerde yazılıp bize yurt dışına yollandığı yıllarda, varoluşun hemen hemen hiç bir dayanağı kalmamıştı. Topraktaki halkın yoksulluğu, şehirdeki işçilerin ve hamallarınki; anlatılır gibi değildi. Hanoi bir pislik ve çöküntü kentiydi. İnsanlar sokaklarda açlıktan ölüyorlardı. Çocuklar dileniyorlardı. Kapı aralıklarında duran kadınlar vücutlarını satıyorlardı. Ölüme hükümlü bir dünyanın son demleriydi bu. Sömürge döneminde pek

30 T A V I R

çok Vietnam'lı yazar toplumun ya kıyısında ya da tümüyle dışında yaşıyorlardı. Okullara gitmiş oldukları halde, okumuş topluluktan çok proletaryaya yakındılar. Çok yoksul olduklarından entelektüel sayılmıyorlardı. Bazıları yük katarlarında çalışıyordu. Ötekiler göçmen, öğretmen ya da çiftlik işçileriydi. Çok azı kitaplarını bir masanın başında yazmıştır. Nguyen Hong sömürgeci düzene ilk saldıracaklardan biri 17 yaşında hapiste yazmaya başladı. Klasik okuldan olan ve Nom yazısıyla yazan Nguyen Dinh Chien, konularından ötürü modern edebiyatın habercilerinden biri sayılıyordu. 6-8'lik hece ölçüsüyle, yüzyılın ortalarında yazılmış olan Luc Van Thien adlı romantik şiiri, aşk ve bağlılık imgeleri ardına gizlenmiş olarak sömürgecilere karşı

nefreti yansıtıyordu. Fransızlar onu saflarına çekmek istediler, fakat tersyüz edildiler. Yoksulluk içinde ve kör olarak öldü. Latin harfleri 17.yüzyılda, Hıristiyanlık propagandası ve iş anlaşmaları yapmak için gelen İspanyol denizciler ve tüccarlar tarafından getirildi. Vietnam yazısında hala bulunan bazı imla işaretleri bu yazıdan gelir. Birinci Dünya savaşından az önce Avrupa yazısı yürürlüğe girdi. O zamana dek sivil görevler için yazılı sınavlar Nom yazısıyla yapılırdı. Daha yeni edebiyat, Avrupa yazısıyla yayınlanmaktaydı; fakat Vietnamlıların Fransız üniversitelerinde akademik sınavlara girmeleri yasaktı. 1930'a kadar bir Vietnamlının doktora yaptığı görülmemişti. Modern düzyazı 1920'lerde başlar. Yayınlanmasına izin


verilen kitaplar ilerici burjuva yazarlardan geliyordu. Bunların tutumları anti-feodaldi. Fakat sömürgeciliğe yönelttikleri eleştiriye ya gizli bir dil bulmak zorundaydılar ya da kitaplarının toplatılmasını göze almak. Edebiyatın devrimci kanadı yasadışıydı. Ho Şi Minh eski bir deyişi yaygınlaştırdı : Yoksullukta bile temiz olun, paçavralar içindeyken bile itibarınızı ko ruyun. Siyasal hapishaneler ve toplama kampları döne minde bu sözler insanlara klavuz oldu. Ho Şi Minh'in edebi etkinliği, folklorik düşüncenin yalınlığını, görülür saflığını taşımasında yatar... Öğretilerini köy masalcılarının tarzıyla yaymıştır. Bildirileri köylülerce hemen kolaylıkla anlaşılıyordu. Bu yazılarda, klasik edebiyatın adalete ve insanca yaşama koşullarına özlemiyle belirlenen insancıl geleneği bilinçli bir siyasal hedefin potasına dökülmekteydi. Ngo Tat To yeni düz yazının kurucularından biri- kendini maliye me muru olarak gizledi. Edebiyat Tapınağı devlet sınavını verdiği halde, köylülerin hayatlarını yazdı. Vergi sistemi ve ezilen küçük çiftçiyi konu edinen "Işık Sönüyor" adındaki romanı, Halk Cephesi rejimi altında, 1938'de yayınlandı. Bu romanın baş kişisi, ölmüş kocası için vergi ödemek zorunda olan bir köylü kadındır. Yetkililere yalvarmaları boşuna çıkar. Kendi çocuğunu satıp kendini süt nine olarak kiralamaya zorlanır. Vergi me murunun çocuğunu uyuttuktan sonra, me mur kadına tecavüz e-der. Işık söner, bir kadının alçalışının simgesi. İçine

daldığı karanlık, karanlığıdır.

geleceğinin

1942'de Japon işgalinde Ngo Tat To, "Kulübe ve Bambu Yatak"ı yazdı. Kitabın adı, devlet vergi sınavına giren her adayın içinde bambu bir yatak olan bir kulübe çizmesi gerekliliğine ilişkindir. Aday, bilgisini, bu kulübe içerisinde fırçasıyla yazacaktır. Feodal Vietnam'daki düşünsel tutsaklığı, sınıfsal çelişkileri konu edinerek açıkça tarihsel bir roman olan bu yapıt aynı zamanda yeni yabancı efendiye ve faşist baskısına da karşıydı. Vichy hükümetinin sömürge valisi Japonlarla işbirliği yaparken, Fransız basını ve propaganda bürosu da sansür işini yürütüyordu. Büronun şefi -Causseau adlı biriVietnam "çiçek dili"nin inceliklerini anladığından kitabı hemen toplattırdı. Ngo Tat To, bir kaç yıl sonra, direniş mücadelesinde öldürüldü.

Sansürün bir başka kurbanı Nam Cao, 1940 yılında "Chi Pheo" adlı romanıyla tanındı. Düzyazısının keskin gerçekçiliği modernizme geçişin habercisiydi. Nam Cao, hikayesinde, yoksulluk nedeniyle sarhoşluğa düşen fakat düşkünlüğü içinde bile temel bir gücün sezilebildiği topraksız bir köylüyü konu edinir. Adam sonunda sarhoşken nefret içinde vergi memurunu öldürdüğünde, suçlu durumda gösterilen adamın kendisi değil, onu normal bir yaşayışın bütün koşullarından yoksun kılmış toplum düzenidir. Nam Cao, öğretmen, tarım işçisi ve hamal olarak çalıştı. Hastalık güçsüzleştirdi onu;

çocuğu aç kaldı; sonunda bir aylak oldu ve bu yıllarda devrim öncesinin işgal altındaki Hanoi'sinde yaşayan insanların ruhsal ve fiziksel çöküşünü, bitkisel yaşayışını anlatan 200 sayfalık "Anlamsız Yaşam" adlı romanını yazdı. 1944'te tamamlanan metni yalnızca bir kaç kişi

PİRİNÇ VE İNSANLARIM IZ Pirinç acıdan kıvranır durur havanda, sonra geçer acısı, süt gibi ak olur. İnsanlarımız da havandaki pirinç gibi, yumruğu yiye yiye adama benzer, kan ağlaya ağlaya temiz pak olur. HO Şİ M İNH okudu, fakat bu roman onu Vietnam'ın öncü yazarı yap tı. Kitap 1885'te ölümünden sonrasına kadar yayınlan madı. Kötülemiş sağlığına karşın -kalp yetersizliğinden ve "beriberi" denilen bir has talıktan çekmekteydisilahlı direnişte ve siyasal aydınlat mada yerini aldı. Vahşi or mandaki Nam azınlığıyla ya şadı ve burada küçük hikayeler yazdı. Kurtarılmış bölgelerde kullanılmak üzere bir coğrafya kitabı ve kuzeydeki savaşlar süresince "Sınır Ülkesinden Hikayeler" kitabını yazdı. 1951'in Kasımında, Kırmızı Irmak deltasında, P arti işçisi olarak çalışırken Fransızlar tarafından ele geçirildi ve öldürüldü. Nguyen Tuan, alaylı bir dille Vietnamlı portreler çizerek işe başladı. "Yankı ve Gölge" adlı yapıtı burjuvazinin feodal yaşamdan kurtu-

T A V I R 31


saray yapmakla görevlendirir onu. Mimar işi alıp almamakta ikirciklidir; çünkü bu işin halka emek ve vergiden yana neye malolacağını bilmektedir. Tiran arzusunu yerine getirmeyi kabul etmezse boynunu vurduracağını söyler. Mimar yine boyun eğmez. O zaman imparator sarayı salt kendi değil tüm ulusun iyiliği için yaptırdığını söyler. Mimar artık sarayı yapmak için can atmaktadır. Ülkenin dört bir yanından işçiler ve ustalar toplatır. Yapının bitimi yılları bulur; halktan büyük haraçlar alınır; açlık ve yoksulluk kuşatır ülkeyi. Saray bittiğinde büyük huzursuzluk patlar. Halk sarayı basar ateşe verir ve imparatoru devirir. Fakat mimar en büyük suçlu sayılır. Ölüme mahkum edilir ve cezasına istekle boyun eğer. lup sömürgeciliğe karşı savaştığı dönemleri anlatır. Vietnamlı bir P roust gibi, bilgelik dolu bir dil ve ustalıklı insan gözlemleriyle, sömürgeci kapitalizme geçişi, yüksek sınıflar içindeki geçmiş özlemini ve sanat "güzelliğini" ve "arılığını" yitirdi diye iç çekişlerini anlatmaktadır. İkinci kitabı "Nguyen" (Kendime Adanmıştır) de, kendi yaşamını anlatır. Fakat burada, şimdiki zamanda yazmaktadır. Alaydan, acı özeleştiriye yönelmiştir. Bir anahtar bölümde intihar için hazırlıklarından söz eder. Elinde silahıyla gece bir parka girer. Japonlar yürüyüştedir; direniş çekirdek halindedir. Gölün kıyısında durur, uzaktan silah sesleri gelir. Orada durur öylece, yitik, ve göle işer. Gölde yankısını görür. Kendisinden usanmış bir entellektüelin yüzü. Silahını doğrultur kendine, fakat sokaktan silah sesleri gelir yine. Hayatı anlamsız geçmiştir ve ona son verecek olan kurşun da anlamsızdır.

32 T A V I R

Şehirde çınlayan patlayışlar arasında intihar bile saygınlık sağlayamayacaktır ona. Bireyci ve biçimci Nguyen Tuan devrimci olmuştur. Ürünleri canlılık kazanmış bütün yazarlar gibi o da olaylar tarafından değiştirildi. Vaktini bir dönem kendi duygularının çıkmazlarını işlemekle harcamış olan o, şimdi kurtuluş ordusunun içinde yerini alıyordu. Birdenbire yıllar boyu harcanmış çabaların hasadını toplama anı gelip çattı. Hazırlıklar, halk kitlelerinin özverileri, hedefine ulaşan tasarımlar, silahlı direnişin örgütlenişi şimdi somut olgularla ürününü veriyordu. Nguyen Hy Tuong, yeni dramatistler grubundandır; bunlar şarkıyı ve uyaklı diyaloğu bırakmış olanlardır. Nguyen Hy'nin Japon işgali altında yazılmış ilk oyunu "Vu Nhu To" nun konusu şudur: Eski Vietnam'da tiran yönetimi altında ünlü bir mimar yaşamaktadır. İmparator, bütün konakları ve şatoları gölgede bırakacak bir

Yöneticilere satılan ve halkın çıkarlarına ihanet eden aydınlara -ürünleri halkın hizmetinde olmayan bir sanatçıyadeğinen bu oyundan sonra Nguyen Hy Tuong, Bacson adlı oyununu yazdı. Bacson, ilk Vietnam kültürlerinin doğduğu Kuzeyde dağlık bir bölgedir ve her toplumsal kattan adamın biraraya geldiği ve par tizan oldukları yerlerden biridir. Japon-Fransız sömürgecilere karşı ilk Vietminh birlikleri burada oluşmuştur. Bir başka çalışması, "Evde Oturmuş Olanlar"ın baş kişisi bir türlü karar veremeyen ve kurtu luş boyunca devrimle karşı devrim arasında yalpalayan bir doktordur. Karar vermek,safı seçmek gerekliliği herkesi etkiledi. Bütün Vietnam yazınının


odağı oldu bu. Devrim zaferi elde edildikten sonra doğan genç kuşak için saf tutmak kendiliğinden bir işti zaten. Çocukluktan başlayarak öğreniyorlardı yeni toplumu korumayı, gençler için toplumsal kuruluş yıllarının başarıları olağandı. Yaşlılar biliyorlardı ki kazanılmış olanın elde kalması durmaksızın çalışmaya bağlıdır. Fakat devrimciler tarafından kurulan herşey düşman tarafından harcandı. Şimdi yeni bir strateji; toplumsal ve ekonomik yaşayışın yeniden düzenlenmesi sözkonusuydu. Yaşlı insanlar biliyorlardı ki, endüstrinin ve okul ağının yurt çapına yayılması; yeni dükkanların, fabrikaların, bilim merkezlerinin, hastanelerin ve giyim evlerinin ormanda, mağaralarda ve yer altında saklanması yetmez; edebiyatın, sanatın, müziğin ve tiyatronun birbirine bağlı bir ilişki içinde, her yerde düşünsel çalışmayla kaynaştırılarak canlı tutulması gerekir. Çünkü biliyorlar ki, direnme gücü, kültürel değerler oluşturma mücadelesi askeri çalışmayla bir arada yürütüldüğü zaman var olabilir.

Dang Thai Mai diyor ki: "Devrimden sonraki birkaç ayda halkın içinden geçtiği dönüşümleri düşünürsek; halkın (daha az önce en derin yıkımı yaşamakta olan halkın) elde ettiği ilerlemeleri düşünürsek, daha güçlü bir düşmanın, çürümüşlük ve manevi terörü zulmünün silahları olarak kullandığı Saygon'la aramızdaki fark müthiştir."

(*) Lu Sin (1881 - 1886) Çin çağdaş ulusal edebiyatının kurucusu. 1911 13 yıllarında Sinhan devriminin hazırlanmasına katıldı. Hikayeleri ve nesir- şiirlerinin yanısı-ra bir-çok makaleleri ve çevirileri vardır.

"B İN ŞAİR ANTOLOJİSİ"Nİ OKURKEN Eskiler ne kadar severlermiş doğayı: Irmaklar, tepeler, bulut, ay ve rüzgar, kar ve çiçek. Oysa çelikle silahlanmalı çağımızda şiir : Şairler de savaşmasını bilecek. HO Şİ MİNH SÜRECEK...

T A V I R 33


SEHER YELİ HALAYA DURDU

G

Seda KARLI

ünün ilk ışıkları o kentin kiremit damlarını kızıllaştırmaya başladığında uyanmıştı. Sıcacık yatağında keyif yapmanın, tembelliğin sırası değildi. Gözlerini ovuşturup aceleyle kalktı. Hemen çayını hazırlayıp iki bardak içti ve çıktı sokağa.

birinizi, kenetlenin. Değil-mi ki dertleriniz ortak." İnsanları seviyordu. Her sabah erkenden işine giden, gün boyu çalışıp akşam yorgun argın aynı yolları tepen, aynı yollarda çile büyüten insanları... Umutsuz da olsalar, yarınlarına güvensiz de olsalar seviyordu onları.

Tıklım tıklım dolu otobüste işlerine yetişme telaşında emekçiler yorgun yüzleriyle, okullarına giden öğrenciler, uykulu gözleriyle trafiğin sıkışıklığından bunala sıkıla devam ediyorlardı yola. İnsanların yüzleri hoşnutsuzluklarını, iç sıkıntılarını dışa vuruyordu.

Biliyordu ki kavganın ateşi onları da saracak, umutsuzluğu, karamsarlığı yok edip umuda, güvene dönüştürecekti. Gerçek güçlerini kavrayıp "yeter" diyeceklerdi. Zor olacaktı, uzun süre cekti, ama olacaktı. İşte o zaman işçiler sabahın erken saatlerinde zindana gider gibi gitmeyeceklerdi işlerine. Kendileri için çalıştıklarını, emeklerinin karşılığını aldıklarını bilerek aydınlık yüzlerle koşacaklardı üretim merkezlerine. Öğrenciler üniversitelerde har(a)ç ödemek zorunda kalmayacak, bilimsel eğitim, halk için eğitim yapma coşkusu ile dolduracaklardı anfileri, sınıfları... İneceği durağa yaklaş-

Herkes kendi dünyasına kapanmış, birbirlerini umursamadan, itişe kakışa bir an evvel yolculuğun bitmesini bekliyorlardı. "Neden bunca asıktı insanların yüzleri? Gelecek hepimizin, bilmiyor musunuz? Haydi, n'o lur canlanın biraz, birbirinizin üstüne basa basa, eze ezile gideceğinize çevreleyin bir-

34 T A V I R

tığında düşlerini bilincine bohçalayıp indi otobüsten. Bugün daha sevinçli ve coşkuluydu. İnsanlarına "Günaydın" demek için can atıyordu. Bugün rehberlik masasında ülkenin dört bir yanında büyük umutlarla üniversiteye adımını atan insanlara üniversiteyi, üniversiteli olmayı anlatacak, sorunlarına ortak olup yol gösterecekti. Yeni gelen öğrencilere taşıyacaktı yüreğini, bilincini. Birkaç yıl önce o da herkes gibi, ülkesine, halkına yararlı olma umudu ve coşkusuyla başlamıştı üniversiteye. Kısa süre sonra üniversite gerçeğini, giderek sistemi ve işleyişini kavramıştı. Mücadeleyi gözlemiş, benimsemişti. Bu kavgada acıyı, sevinci ama ortaklaşmayı da yaşıyordu. Acıyı paylaşmak, gözaltında işkenceye direnmek, sır vermemekti. Acıyı paylaşmak onca darbeyi göğüsleyebilmekti. Nasıl heyecanlıydı, tedirgindi ilk zamanlar. Ya başaramazsa, nasıl bakardı dostlarının yüzüne? Düşmanla ilk sıcak kavgasını bu duygularla yaşamıştı ve kazanmıştı. Yüreğindeki küçük kaygıları bir yana atmış, dostlarıyla yorgun ama gülen gözlerle kucaklaşmıştı. O ilk kucaklaşmalar, günlerce açlık silahıyla verdiği mücadeleden zaferle çıktıktan sonra içilen sıcak çorba nasıl da güzeldi. Şimdi yine yoldaşlarıyla birlikte yeni öğrencileri karşılamaya hazırlanı-


yordu. Rehberlik masası erkenden hazırlanmıştı. Yeni öğrencilerin acemiliklerini, bilmezliklerini aşmak, sorularını yanıtlamak, sorunlarını halletmekte yardımcı olmak için çaba gösteriyor, bir oraya, bir buraya koşturup duruyordu. Karanlığın bekçileri, devrimcilerin yeni öğrencilerle dayanışmasını hazmedemiyorlar, müdahale etmek için bekleşiyorlardı. Çürümüşlüğün kokusuyla, karanlığın korkusunu yayarak güzelim eylül güneşini lekeliyorlardı. Öfkeyle bakıyordu onlara ve inadına daha bir coşkulu konuşuyor, konuşuyordu yeni öğrencilerle. Yaklaştılar rehberlik masasına, açık oynuyorlardı, "Sizi alacağız, kaldırın bu masayı" diyerek masayı ittiler. Küfür ettiler... Gözleri ölüm şehvetiyle kısılmıştı. Kömür gözlü kız ile yoldaşı kendi ayaklarıyla gitmeyeceklerdi işkenceye. Onların her dediğini yapan "uysal" insanlar değillerdi. Karşı koydular, mevzilerini inatla savundular. Cellatlarıyla koca avu-lada; yeni öğrencilerin şaşkın, korkulu bakışları arasında, bir kovalamaca başladı. Soluk soluğa, üçer beşer çıkıyordu merdivenleri. Ardında cehennem zebanileri, küfürler, hara-ketler, insanlık dışı homur-tularıyla geliyorlardı. Yaka-lanmamalıydı, daha yapacak çok şeyi vardı. Sesleri gittikçe yaklaştı. Zorba adımları hemen arkasında

hissediyordu. Kanlı bir el uzandı saçlarına, o kadar hızlıydı ki herşey... Bir an gözleri karardı, görmez oldu, kulakları çınladı, duymaz oldu, korkunç bir acıyla sarsıldı, düşecek gibi oldu. Öfkesini haykırmak , slogan atmak istedi, sesi cılızlaştı. Apar topar boş bir sınıfa doğru sürüklediler. Biri pencereyi açıyordu. Aşağıya atacaklarını anladı, ürperdi. Direnmekti görevi, hayır kolay ölmeyecekti. Kömür gözlü kızın söyleyecek çok şeyi vardı halkına, arkadaşlarına, yoldaşlarına... Ağzını kapamaya çalışmaları bundandı. Yüreğinde yılların mücadele geleneğini yaşatmanın coşkusuyla haykırmayı istedi; baskı, terör, sömürüydü emperyalizm. Ve o yıkılmaz sanılan güç dünyanın dört bir yanında sürüp giden halkların devrimci savaşı-mıyla nasıl da sarsılıyor, ölümünü geciktirmek için binbir dereden su getirerek çareler arıyor, bulabildiği tek çare terör de halkların devrimci öfkesini kabartıyor.

Tutsak düşmüştü, kurtulmak için tüm gücüyle çırpınıyor, savaşıyordu. Kalabalıktı caniler, dört bir yanını sarmışlar, sürüklüyorlardı açık pencereye doğru. Masmavi gökyüzünü gördü. Onsekizindeki gece saçlı kız. Gökyüzü bu kadar mavi, bu kadar aydınlıkken, yaşamak böylesi doğal, böylesi güzelken ölümü kucaklayacaktı ya-

şatmak için... Sevdalısını kucaklar gibi... Adsız ülkenin Berivanlarına selam yollar gibi... Kömürün karanlığından çıkıp aydınlığa yürüyen madencileri kucaklar gibi... Kucakladı ölümü. Temmuz şehitlerinin dünyaya haykırışını bir de o yinelemişti. O haykırış ki umut olmuştu ezilene, korku olmuştu zorbalara, karanlığın krallarına. Mavi gökyüzünün derinliklerine doğru yükseldi, yükseldi... Gülümseyen gözleriyle halaya durmuş şehitlerin arasına giriverdi. O'na halay başı mendilini verdiler, yerini açtılar, daha bir coşkulandı halay... yeryüzünü zılgıt sesleri kapladı ve mavi gökyüzüne mendilleriyle yazdılar sloganlarını...

T A V I R 35


BİR SOKAK OYUNU:

olacak mı?" Oyunu okuduktan sonra merakla yüzlerine bakarak tepkilerini beklerken gelen ilk soru bu oldu. "Evet, içinde gülünecek yerler var ama şimdiye kadar izlediğiniz komiklikler gibi değil. İnsanları güldürmek istiyoruz, fakat bizim komikliklerimiz gerçekçi ve öğretici. Oyunlarımızda hep sizin gibi insanları anlattık. Zor koşullarda, Ayşe Gülen Halk Sahnesi sıkıntı içinde yaşayan, sömürülen emekçilerin yaşamları var oyunlarımızda. Televizyonda izlediğiniz tiyatrolardan farklıyız." Heyecanlı bir ses geldi kalabalığın içinden; "Yani işçi sınıfını oynuyorsunuz." "Evet" dedik sevinçle. Gülen, sıcak bakışları sardı bizi, kuşattı daracık alanı, büyüdü, yayıldı. Önce bir kadını çekti içine, kucağındaki bebesiyle. Sonra yandaki bankanın koruma görevlisi katıldı sıcaklığa ve hemen ardından yakındaki diğerlerine... "Arkadaşlar, bunlar bir esnafın çırağıtiyatrocuymuş, bizimle ilgili bir oyun Yüreklerden dökülmeye başladı kelimeler... yapacaklar-mış, konuşmaya gelmişler". "Oyunda anlatılanlar doğru. Burada Şaşırma sırası diğerlerin-deydi. "Şimdiye gördüğünüz herkes köyden geldi iş bulmak kadar hep işçi arayan insanlar geldi yanınıza, için." bizim gibilerle ilk defa karşılaşıyorsunuz galiba. Şu an meşgulsünüz ama uygun bir "Günde 150-200 kişiyi buluyoruz." zamanda bu oyundan bahsetmek isteriz sizlere." "Yok, önemli değil" dediler."Gelin "Burada daha çok Sivaslı'lar, Kayserili'ler, şu duvarın yanına gidelim".Bizi önlerinde Malatyalılar var." toplandıkları süper-marketin yanına götürdüler. Çöktük. Bir anda çaylar geldi. "Ama Malatyalılar daha çok Merakları açıkça okunuyordu yüzlerinden. Dudullu'dalar." Dergideki oyunu açıklayarak okumaya başladık. Etrafımızdaki işsiz kalabalığı çoğalıyor, bir yandan dinlerken bir yandan "Sizin oyunda patronla işçiler arasında bir da yeni gelen arkadaşlarına durumu aracı var. Bizde yok. Ama belki başka anlatıyorlardı. P ek çoğunun ellerinde yerlerde vardır." çantalar vardı. Kiminin içinde elbiseler, kiminde iş malzemeleri... Boyacılar, tesi- "Bekar evlerinde, otel odalarında kalıyoruz, satçılar, ameleler, hamallar... "Şimdi bu toplu olarak." "Sokakta yatanlarımız da var." oyunda komiklik

GÜNEŞLE ORTAK

erhaba, bizler tiyatrocuyuz, Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncularıyız. Sizlerle konuşmak istiyoruz." Bu sözleri söylerken heyecanlıydık. Tıpkı bir oyuna çıkar gibi... fabrikada, gecekonduda. O an dört kişiydiler. Önce şaşırdılar, bir süre yanıtsız kaldı isteğimiz. Tekrarladık. "Bir oyun hazırlıyoruz. Sizin yaşamınızı anlatacağız." Hergün işe gider gibi evlerinden çıkan ve merkezi yerlerde toplanıp iş bekleyen insanları, insan pazarlarını anlatacaktık yeni sokak oyunumuzda. Tavır'da yayınlanan Güneşle Ortak adlı oyunu geliştirmek için bu insanları yakından tanımak, gözlemlemek istiyorduk. "Tabii" dediler. Şaşkınlıklarının yerini merak almıştı. Dört kişi bir anda yirmi oldu. İş için geldiğimizi sanmışlardı. İçlerinden biri tanıttı bizi

36 T A V I R


"Hakkımızı alamadığımız doğru. 100 bin lira yevmiye vereceğiz diyorlar, 50 bin lira ile geri postalıyorlar." "Alnımızda yazıyor, değişmez." Çırağın sesi duyuldu arkadan; "Valla sohbet güzel ama gitmem lazım. Yoksa patrondan dayak yiyeceğim." Yoldan geçenler yorgun, çaresiz gözlerin şen kahkahalarına dönüp baktılar. "İş bulmak da yetmiyor, değil mi? Bir de patron belası var. Oyunumuzla birlik olmaktan bahsediyoruz. Haksızlıklara, sömürüye karşı tek çarenin birlik olup direnmek olduğunu anlatıyoruz." "Doğru söylüyorsun da arkadaşım, ben şimdiye kadar hep hakkımı aradım, fakat şimdiye kadar hiç alamadım." "P eki sence ne yapmak gerekiyor? " Durdu... bir süre cevap vermedi. Herkes sustu... gözler ona çevrildi. O... elini dizinden çekti... eskimiş ce-kediyle oynadı bir süre... oturuş şeklini değiştirdi... sonra bakışlarını yerden kaldırıp yöneltti bize. P arlıyordu gözleri. Çatılmış kaşları öfkesini vurdu dışarıya. Ama sessiz, fısıldar gibi çıktı sözler ağzından. "Valla... sonuçta dağa çıkacağız galiba." Başını tekrar indirdi yere. Kimse konuşmadı... ama sessiz değildi ortalık. Yüreklerinden gelen çığlık öfkeli bakışlarıyla buluştu, uzadı... uzadı... güneşe doğru. Nasırlı ellerini sıkıp ayrılırken, geride yorgun bedenler bıraktık... ama güneşle ortak.

SENİ DÜŞÜNÜRKEN Seni düşünürken Ellerim uzanıverir bir buluta ya da Beliriverir gözlerin gökyüzünün aydınlığında Seni düşünürken içim ısınır zemheride ya da Gelincikler devşiririm ilkyaz günlerinde Seni düşünürken Kuru dere yatakları çağlanır ansızın dağ rüzgarları eser deli deli Bir türkü olursun dudaklarımda Ve İçimde direnç ateşi yakan Seni düşünürken Mapushane kapısında SEMA GÖKÇEN

TAVIR 37


O

Y

U

N

ADI YASAK ÜLKE Ayşe Gülen Halk Sahnesi

Adnan Yücel'in "Ateşin ve Güneşin Çocukları" adlı şiir kitabı hakkında geçtiğimiz ay dava açıldı. Şiir Kürt halkının tarihsel gelişimini dört bin yıl önceden bugüne uzanan örgü içinde anlatıyor. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin 1991 yılı başlarında emperyalist savaş döneminde Kürt halkına yaşatılan trajediyi anlatan ve kitaptaki şiirlerden yararlanarak hazırladığı bir sokak oyununu sunuyoruz.

ANLATICI

1. KÜRT 2. KÜRT 3. KÜRT

38 T A V I R

-Onlar ateşin ve güneşin çocuklarıdır. Dört bin yıldan beri yaşarlar. İki nehrin arasında ve dört ayrı dilde dört ayrı yasaktır onlar. Dört ayrı zincirde dört ayrı tutsaktır. Ey Avrupa'nın dağ duruşlu çukurları, dört ayrı parçaya böldünüz bir gelini. Sınırlar çizildi danışıklı yasaklar üzre. Dağlar parçalandı bir bir, ovalar ve nehirler paylaşıldı. Mem bir yanda kaldı, Zin bir yanda. Uzayıp giden tel örgüler ve mayınlar girdi aşkların arasına. Kirve bir yanda kaldı hısım bir yanda,toprak bir yanda kaldı, yağmur bir yanda - Yüzyıllar suyundan bir damladırsesimiz. Acılar denizinden bir mısradır sesimiz. - Tanığıyımkıyımların /Tarihim kanla yazılı Adı yasak ülkeyimben / KünyemDersim'de kazılı. - Kimyayaman bombadır,yağdırdılar üstümüze. Beş bin kardeşimizi öldürdüler acımasızca.


4. KÜRT KORO ANLATICI

- Tarlada toprağı ekerken, mezrada hayvanları otlatırken geldiler. Kepriç evlerimizde uyurken geldiler. - GELDİLER VE ÖLDÜRDÜLER - Hür dünyanın sahipleri, silah tekelleri, CIA ve P entagon insan hakları, barış ve özgürlük maskesi altında onbinlerce ton bomba yağdırdı Ortadoğu'ya. İki nehrin arası baştan sona bir yangın yeriydi artık.

1. KÜRT - Yüzyıllardır kendi yurdumuzda esir yaşadık. Ezildik, sömürüldük, yağmalandı topraklarımız. 2. KÜRT - Köpükler güneşle oynaşırken iki nehirde, Napalım sesleri karıştı hep suların sesine. 3. KÜRT - Havarlar yükseldi nehir boylarından, uzak dağlara, göç yollarına doğru... KORO HAVAR-HAVAR 4. KÜRT 1. KÜRT KORO ANLATICI 1. KÜRT 2. KÜRT ANLATICI

3. KÜRT ANLATICI 4. KÜRT POLİTİKACI

ANLATICI

ANLATICI 1. KÜRT 2. KÜRT

- İki nehrin harman boylarında / Newroz'lar ağladı ilkbaharlarda. - Bir korku dolaşıyordu yalnızca. Emperyalistlerle işbirliği yaptı hainler. Sessiz sessiz, ürkek ve gizlice. - YURDUMUZDAN-TOP RAĞIMIZDAN KOP MAK KOLAY DEĞİL. - Ve yeniden, tam da karlar erirken yürüdüler / İncecik derelerce süzülüp nehirleştiler. (Yürüyüş) - Kimyasal silahları, tankları, topları, tüfekleri vardı ardımızda. Açlık, soğuk, sefalet ve yine ölüm karşıladı bizi Zap suyuna vardığımızda. - Mavi bereleriyle, kurt köpekleriyle sardılar. Hemen çembere aldılar bizi. - Kimi kimin yurdundan kovuyorlar / Kime kimin sınırlarını kapatıyorlar. Kimyasal silahtan, hardal gazından kaçtılar, açlıkla, susuzlukla, hastalıkla karşılaştılar. Kadınlar ve çocuklar ölmeye başladılar birer birer. - Cemo? .. Cemo... CEMOOO - Sonra beşer onar, ellişer yüzer öldüler. (Ağıt) - Ve tüm bunlar yaşanırken, yaşatılırken... - Bakın benim sevgili vatandaşlarım. Bizler her zaman olduğu gibi gene oradaki vatandaşlarımıza sahip çıktık. Onları Saddam'ın şerrinden koruduk. Onlara barınacak yer, hastane, doktor, yiyecek, giyecek gönderdik. Maddi manevi hiçbir desteğimizi esirgemedik. Biz olmasak bu insanlar açlık, soğuk, sefaletle karşı karşıya kalacaklardı. - Ortadoğu ve Kürt topraklarını yağmalayanlar, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini çalanlar bu talanlarını gizlemeye çalışıyorlar. (Politikacı şapkasının içinden gösterişli bir biçimde küçük bir ekmek parçası çıkarır ve insanlara uzatır. İnsanlar önce ekmeğe doğru adım atarlar fakat sonra vazgeçerler.) - Bu belde şahinler beldesidir / En korkulu destanlarda bile / yalnızca ışık ve yiğitlik dillenir. - Çiçeğin meyveye durması için dallara suyun yürümesi gerek. - Tohumun buğdaya dönmesi için toprağın yağmura doyması gerek.

KORO - İSYANIN ZAFERE VARMASI İÇİN KORKUNUN GÖZLERDEN SÖNMESİ GEREK. POLİTİKACI - İsyan mı? Ne isyanı? Ne zaferi? Bunlara gerek yok. Bir kere Kürt var. Biz Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtlerin en büyük destekçisiyiz. Çekiç güç kurulmasını kim sağladı? Devletimiz halkla kucaklaşacak. Herşey sizin güvenliğiniz için. Bakın göreceksiniz, yeter ki bekleyin. ANLATICI - Bir ateş gerekir yeniden bir ateş / Zulmün sesini yakıp yükselen / Özgürlüğün rengini çiçekleyen bir ateş. KORO - ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARIYIZ / BİR ATEŞ YÜKSELTİYORUZ BU TOP RAKLARDA / ZULMÜN KARANLIĞINI YIRTAN BİR ATEŞ.

T A V I R 39


YENİ MÜZİK GRUPLARINA

D

evrimci sanatçılar, ezgilerle sözcüklerle, renklerin çekici güzelliğini tuvale aktaran fırçalarıyla, oyunun asırlar boyu eskimeyen etkisiyle insan bilincini berraklaştırıyor, topluma dönüştürücü azim ve coşku aşılıyor. Bazı sanat dallarında doğum sancıları çekiliyor olsa bile başlangıç dönemi geride kaldı. Düzenin basımevleri, kayıt stüdyoları, film şirketleri ve televizyon kanallarıyla kıyaslandığında çok kısıtlı olanaklara sahip olmalarına karşın devrimci sanatçılar kalıcı eserler yaratarak önemli mesafeler katetti. Bu eserler medya olanaklarıyla afişe edilen düzen yanlısı eserler kadar tanınmasalar da kitlelere ulaşabildikleri yerlerde gönülden benimseniyorlar. Devrimci sanatçılara verilen destek mücadeleye verilen destekle birleşiyor. Kitlelere daha kolay ve yaygın olarak ulaştırabileceğimiz müzik özellikle de sözlü müzik ezginin insan psikolojisi üzerindeki etkisi ve sözlerin içerdiği mesajlarla öne çıkan bir sanattır. Son zamanlarda devrimci mücadeleyi ve sanat alanın-

40 T A V I R

G RUP EKİN daki etkilerini gözleyen duyarlı ve yetenekli unsurlar kendiliğinden biraraya gelip müzik grupları oluşturuyorlar. Bu sevindirici gelişmeye katkıda bulunmak onların oluşum süreçlerini hızlandırmak ve kalıcı olmalarını sağlamak için deneyimlerimizi aktarmaya çalışacağız. Sömürüye ve zulme karşı olan sanat, gerçeği, doğruyu ve güzeli sorgulayarak insanca bir dünya özlemini de yansıtır. Duygusal bir tatmin aracı değildir; yaşamla ilgili sorunları irdeler ve çözmeye yönelir. Müziğimiz saf tutmuştur. Sınıf mücadelesinin giderek şiddetlendiği, sıcak savaşın toplumun değişik kesimlerine de yayıldığını gözleyerek onun gereğini yerine getirmek için müziğimizi kitlelere benimseterek onlara mücadele ruhu taşımak istiyoruz. Hayatın her alanında düzene alternatif olabilmek çözümler üreterek köklü yenilikler yapabilmek örgütlü olmayı gerektirmiştir. Her alan kendi örgütsel yapısını yaygınlaştırarak politik sürece müdahale etmektedir. Sanat alanının önemi mücadelenin

gelişimine bağlı olarak giderek artmaktadır. Kitleselleş-me sanata gereksinimi artırmaktadır. Emekçilerin sanatsal faaliyetler içerisinde' yer alması şiddetlenen baskıya yaygınlaşan sömürüye karşı çözümler üretebilmelerini kolaylaştıracaktır. Süreç aydınlara, sanatçılara sanatın muhalefet aracı olabileceğini, halkın yanında yer alarak onunla birlikte sorunların çözülebileceğini gösterecektir. Sanatçının insan ruhunun mimarı olabilmesi için örgütlenme sorununu kavrayabilmesi gerekir. Sanatta dönüştürücü bir işlev yüklüyorsak devrimci anlayışla buluşmamak imkansızdır. Devrimciliği yaşam biçimi olarak algılamalıyız. Sanatsal üretimin dışında görevler yüklenebilmeliyiz. Daha ağır işler yapmayı bedeller ödemeyi göze almalıyız. Müziğimizin kaynağı halkın yaşamı ve mücadelesidir. Türkülerimiz halka kendi gerçeğini sunmalıdır. Popülizm, kariyerizm ve ticari kaygılardan uzak durmalıyız. Bu zaaflar müzik grup-


larını yıpratır, yok eder. Ancak bu zaaflardan uzak durmak da müzik grubunun yaşaması için yeterli olmayabilir. Gelişmeyi sağlayacak bir program uygulanamazsa dağılmak kaçınılmazdır. Grubun politik süreci tahlil edebilmesi bunu sanatıyla harmanlayabil-mesi, savunduğunu yaşam içinde gösterebilmesi gerekir. Sistemli ve disiplinli çalışmayan müzik grubu üretken olamaz. Enstrüman kullanımında uzmanlaşmalıyız. Koşulların gerektirdiği ölçüde teknik donanım ve enstrümana ihtiyaç vardır. İdeolojik çalışmalar önemsenmeli ve mücadelenin gerektirdiği beceri düzeyine ulaşılmalıdır. Diğer sanatçılardan farklı olarak örgütlü mücadelenin içinde olmanın görevleri yerine getirilirken avantajları da değerlendirilmelidir. Kollekti-

vizm öne çıkarılarak üretkenlik sağlanırken üretim sürecinde alımlayıcıya ulaşabilmeyle daha yetkin ürünler yaratılacaktır. Konserleri birer politik gösteriye dönüştürmeliyiz. Fotoğraf gruplarının sinema ve tiyatro gruplarının desteğiyle daha zengin bir konser vermek etkili sonuçlara ulaşmak mümkündür. İktidar perspektifiyle sürdürülen bir mücadelenin içinde yer alınca, egemenlerin baskısıyla karşılaşmak kaçınılmazdır. Devrimci sanatçılar haklılığın bedelini ödemekten çekinmezler. Her ne pahasına olursa olsun doğruyu savunurlar. Toplumsal mücadelenin içinde yer almadan toplumsal gerçekliği bütün boyutlarıyla yansıtmak olanaksızdır. Grev yerlerinde, gecekondu direnişlerinde yer alırlar; emekçilere mücadele-

nin düşüncelerini ve duygularını ulaştırırken onlardan öğrendiklerini de türkülerine yansıtırlar. Müzik eserlerinde şiir seçimine, ezginin sözle uyumlu olmasına, enstrümanların seçimine ve yerinde kullanılmasına dikkat edilmelidir. Esere uygun sesle hatasız söylemeliyiz türkülerimizi. Çağdaş Halk Müziği'nin emekçilerin estetik anlayışını etkilemesi gerektiğini unutmamalıyız. Türkülerimiz yansıttığı mücadeleye layık sanatsal düzeyde olmalıdır. Yeni müzik grupları önemli bir deneyim odağı olan Grup Yorum ve Grup Ekin'i örnek alabilirler. Bu gruplarla kurulacak ilişkiyle devrimci geleneği özümseyerek yeni atılımlara hazırlanabilirler.

T A V I R 41


HALKIZ BİZ

Sevdamızın ateşi harlı yanar Bundandır yerinde durmazlığımız Kardeşçe bölüşmek ekmeği, aşı Bundandır kabına sığmazlığımız Karlı dağlar aşarmışız Issız çöller geçermişiz Bendimizi yıkarmışız Nedendir hey! Halkız biz hey!

SÖZ: İBRAHİM KARACA MÜZİK: GRUP EKİN

Kar altından sürer çiçeklerimiz Kırılıp bükülmez bileklerimiz Gecenin içinde şafak sesidir Çifte su verilmiş yüreklerimiz

42 T A V I R


H A B E R

Y O R U M

aman tanrısı Ülgen'in yeryüzünde yarattığı ilk yedi insan, Gılgamış'ın y edi ekmeği, güzel bir düşman kadının Engidu'yu yedi gün yedi gece savaştan lıkoyması, kırlar tanrısı Pan'ın y edi kamışlı f lütü.. ve şimdi de 'Y edi Kadın'" Devlet

Tiy atroları'nın

"Y edi

Kadın" adlı oyunuyla Newy ork'un yedi v eren gülleri, yedi tepeli İstanbul'umuza gelin geldi. Görkemli dekorlar, pahalı kostümler içinde gözleri kamaştırıy orlar. Sorunlarını

çözebilmek

için

Kadın Day anışma Evi'ne gelen 7

YEDİ KADIN

kadın ve y apılan toplantılar... Y aratmış

oldukları

küçük

örgütlülük içerisine, kendilerine çekememezlik mi v ar? Neyse canım fazla büyütmeyelim.

süzlük nasıl olur da sürekli bir

kadınlar kocalarından gelen büy ük

Ortaya çıkan f ırtına az sonra bir

bir şeyler beklemiyorduk zaten.

baskılara rağmen inançla, direnerek geliyorlar day anışma

duy gu sağanağına dönüşüyor. İş-

Yedi

te gerçek çözüm bu değil mi?

mitolojide yer almış olması ne

ev ine. Işık saçıy orlar etraflarına.

Kişinin

yazık

Gün geçtikçe biraz daha huzur

açıklayabilmesi, yalansız.

denek muamelesi yapan ukala psikoloji

öğrencisini

de

alan

kendisini

içtenlikle

buluyor, aydınlanıyorlar burada. Vermiş

oldukları

mücadele

çözüm olarak gösterilir? Politik sayısının ki

tarihte

Y edi

ve

Kadın'ı

kurtaramamış. Sonuçta emek harcayan, müzik, kostüm, sahne ve dekor olarak iyi bir oy un çı-

kendilerini biraz daha bağımsız

Artık daha güzel bakıyorlar düny aya. İy i niyetli, özverili,

kılıy or artık. Fakat durun. O da

dingin ve umut

çıkıyoruz

ne? Bir f ırtına kopuyor aniden.

umudu? Sarılarak ayrılıyorlar birbirlerinden ferah v e umutlu.

düny anın neresinde olursa olsun

Y oksa birbirlerine yalan söyleyip

dolu. Neyin

karan sanatçıları

alkışlay arak

salondan.

Ancak,

ortak özellikler taşıy an kadın

kendilerini mi kandırdılar haf talar boy u? Ortak bir amaç için buraya

Ne yapmak istiy or bu insanlar?

sorunu ile ilgili bir oy undan

Anlatılmak istenen ne? Ortaya

çıkarken, anlamlı birşey ler de

gelen, mücadele eden insanlar

çıkan çözüm-

arasında birbirini

T A V I R 43


H A B E R

Y O R U M

KÜRTÇE ŞİİRLERDE YAZIM HATALARI BÎR TAVIR OKURU

T

av ır'da çıkan Kürtçe şiir ve türküler üzerine birkaç eleştirim olacak. Ta-v ır'ın Ekim '91'de çıkan 11. sayısında "Kürt Ulusal Kültürü ve Devrimci Tutum" başlıklı yazınızda perspektif olarak çok doğru şeyler söylenmişti. "Kürt kültürüne yönelik birikimi sağlamanın yollarını bulmalı, geliştirmeliyiz. Kürt kültürü ve diline yönelik her çaba akademik değil, somuta hizmet edecek şekilde ele alınmalıdır." (syf.24) "Kürt dili ve motifleri ile yürü tülen sanatsal faaliyetlerde de içinde yaşadığı gerçekliği, karşı karşıya bulunduğu so runları, gelenek ve görenekle ri, toplumsal ilişkileri vb. ile, Kürt gerçekliği tesbit edilmeli dir. Bunlar asimilasyona yol açabilecek tehlikelere dikkat edilerek, Kürt kimliği bulanıklaştırılmadan, sınıfsal bakış açısıyla, açık, net ve öne çı karılarak yapılmalıdır." (syf.24) Perspektifte böyle denmesi ne rağmen Kürtçe yazılan şiir lerde başta yazım hataları ol mak üzere bir çok hatalar ya pılmaktadır. Bu y anlışlıklar son sayıda (19.sayı) iyice art mıştır. Bunların bir imla hatası olduğu söylenebilir. Ancak, Kürtçe'nin ortak olarak bütün Kürdistan parçalarında aynı alfabeyle yazılmadığını ve bir

44 T A V I R

parçanın kendi içerisinde dahi bu birliğin tam olarak sağlanamadığın ı dikkate almak gerekmektedir. Birçok yazar kendi yöresinin şivesini, yazı dilinde kullanmaktadır. Yazı dilinde bir literatür karmaşası vardır. Fakat bu karmaşa, son yıllarda yapılan çalışmalarla oldukça aşılmıştır. Birkaç y ıl öncesine kadar bir kaç aydının kullandığı Kürtçe y azıyla, bugün binlerce tiraj yapan haftalık gazeteler, romanlar, şiir kitapları, kültür-sanat dergileri legal olarak yayınlanmaktadır. Bu da çok büyük oranda ortak bir literatürün ortaya çıkması ve netleşmesin i sağlamıştır.

Kürtçe'nin Latin alfabesiyle yazılması son 50-60 yıla dayanır. Bugünkü Latin alfabesi 1930 'larda kullanılan alfabenin hemen hemen aynısıdır. Bu alfabe yani Celadet Bedir-xan'ın (Kürtçeyi Latin alfabesiyle ilk olarak yazan kişi) alfabesi, bugün yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden sizin de bu alfabeyi kullanmanız daha yararlı olacaktır. Bu alfabenin bazı eksiklikleri kuşkusuz ki vardır. Fakat kullanabilecek en doğru kaynak budur. İlk olarak sizin yazım hatalarınızın çoğunun C. Bedir-xan'ın Kürtçe alfabeyi Fransız matbaalarını kullanmasından doğduğunu söylemek gerekiyor. Bu alfabede "i"

harfi Türkçe'deki "ı" harfi yerine kullanılmaktadır. "î" harfi ise Türkçe'deki "i" harfi yerine kullanılır. C. Bedirxan "ı" ve "i" seslerini türkçedeki gibi kullanmak istemiştir. Fakat "ı" harfinin Fransız matbaa sisteminde bulunmamas ı sebebiyle "ı-i" seslerini "i-î" olarak göstermiştir. Bugün ise matbaa teknolojisi bu "zorunluluğu" ortadan kaldıracak güçtedir. Fakat bu güne kadar C.Bedirxan'ın alfabesi aynen kullanılmıştır ve "i-î" kullanımı iyice yaygınlaşmıştır, "ı" v e "i" seslerini Türkçe'deki gibi kullanan yazarlar vardır. Fakat bunların önemli bir ağırlığı yoktur. Daha çok belli siyasi gruplar bu şekilde kullanmaktadırlar. Örneğin "DENG dergisi" çevresi bu şekilde kullanmaktadır. Diğer bütün çevreler "i-î" şeklinde kullanmaktadır. Bence bizim de bu şekilde kullanmamız gerekmektedir. Türkçe'deki "ı-i" gibi yazmak daha kolay olmaktadır. Fakat "i-î" yazma geleneği olduğundan, böyle devam etmek daha doğru görünmektedir.

Bazı şiirlerinizde "ı" harfini kullanırken, aynı şiirde "î" harfini de kullanıyorsunuz.b Örneğin sayı 19, syf. 23'te "Hâvîdar" isimli şiirde "ı" harfini kullandığınızda artık "î"yi kullanmazsınız. Bu şiirdeki şu dizede bütün yanlışlar ı kullanmışsınız: "ji vê tekoşîna bı dıjwar" yazılmıştır. Aslında "ji vê têkoşîna bi dijwar" veya "jı vê têkoşina bı dıjvvar" olmalıydı. Bu karışıklık hemen hemen bütün dizelerde görülmektedir.

Kürtçe'de "e" ve "ê" harfleri farklı harflerdir, "ê" sesi Türk-çede yoktur. Birçok yerde "ê" yi "e" biçiminde yazıyorsunuz. Bu daimla hatalarının


H A B E R

Y O R U M

yanında, kelimenin anlamını da değiştiriyor. Örneğin sayı 13'te syf. 50'de EVİN adlı şiirde ikinci dizede "Tu Hev i" (sen umut) yazmanız gerekirken "Tu Hêvi" yazmışsınız. Burdaki anlam ise "sen kumasın (ikinci eş)" şeklinde değişir. Örneğin sayı 19'daki şiirin başlığı "Hevidar" değil, Hêv idar" olmalıy dı. Kürtçe'de "u" ve "û" harfleri farklıdır, "u" harfi Türkçe'deki "u" ve 'ı" sesleri arasında bir sesi tems il eder. "û" harfi ise Türkçe'deki "u" harfinin biraz uzatılarak (yarım kat) söylenmesiyle çıkan sesi temsil eder. Şiirlerinizde birçok yerde "u" yerine "û" veya tersini yazıyorsunuz. Bazen de "û" yerine "ü" kullanıyorsunuz, "ü" diye bir harf Kürtçe'de yoktur. Örneğin say ı 19'daki şiirde 24. mısrada "şîyarbunâdane" kelimesi "şî-yarbûnê da ne" olmalıdır. 27. mısrada "gûlen" y erine "gulên" olmalıdır. Sayı 17'de, 28. sf.da 19. mısrada "ü berxwadane ki bı bir ü bawe-ri", "ûberxwadeneki bı bir ûbaweri" olmalıdır. Kürtçe'de eklerin büyük çoğunluğu kelimelerden ayrı yazılır. Bu konuda da yanlış yazımlar v ar. Örneğin say ı 16'da sf. 20'deki şiirde, 10. dizede "Her mırın hınekdın" yerine "Her mırın hınek dın" olmalıdır. 21. dizede "jı cengêne rev e dost" yerine "jı cengê nereve dost" olmalıdır. Aynı şiirlerin bir de Türkçe çevirisini yazıyorsunuz. Bu çevirilerde de çeviri hataları yapılmaktadır. Örneğin sayı 19. sf. 22-23'deki şiirin başlığı olan "HEVİDAR", "umut" olarak çevrilmiştir. Aslında "umutlu" olarak çevrilmeliydi. Bunun gibi birçok çevir i yanlışı y apılmıştır.

YÖNETMEN Regis WARGNIER

OYNAYANLAR

Catherine DENEVUE, Vincent PEREZ, Linh Dan Pham

P

iyasadaki sıradan Amerikan yapımı filmler arasından kolayca sıyrılabiliyor Indochıne. Fransız sineması için iyi bir örnek sayılabilir kuşkusuz. Hatta film Avrupa'da, Amerikan filmlerine karşı zirveyi zorluyor. Sıradan bir yapım değil, görüntüsünden dekoruna kadar özenle hazırlanmış. Kaynak ise tarih. Indochine Fransız sömürgeciliğini ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı anlatıyor. Aslında bu anlatım pek öne çıkmıyor filmde, olay zengin bir kadın olan Eliane (C. Deneuve), evlatlık kızı (L.D.Pham) ve genç deniz subayı (V. Perez) etraf ında dönüyor. Yer yer duygusal ilişkilerin yoğunluğu göze çarpıyor ve direnişin sıcaklığından uzaklaştırıyor bizi. Eliane bir prensin kızını evlat edinerek büyük bir servete sahip olur. Bir gün bir deniz subay ı gelir ve anne ile kızın arasına girer. Genç deniz subayı ordu tarafından cezalandırılır ve bir insan pazarına insanları satması için gönderilir. Fakat genç kız buna dayanamaz ve evi terkedip deniz subayına gider. İkisi de kendilerini direnişin içinde bulurlar ve bir tiyatro grubu ile direnişe katılarak zaferin kazanılmasında görev alırlar. Fransız Polis Örgütü, Ordu, Feodal beyler ve işbirlikçilerine rağmen zafer kazanılır ve Fransızlar ülkeyi terketmek zorunda kalırlar. Bu gelişmeler hep iki sevgili ve bir annenin bakış açısıyla anlatıldığından olayın özü gözardı edilmiş bizce. Heyecan yerini yer yer duygusal ilişkilere bırakıyor. Fransız yönetmen Wargnier emperyalizmin kirli oyunlarını ortaya çıkarmaktan kaçınmamış. Açlık, sefalet, özellikle insan pazarları çok iyi işlenmiş. Catherine Deneuve filmin Fransızlar hakkında bazı gerçekleri söylemekte tereddüt etmediğini söylüyor. Gerçekten de film Fransız sömürgeciliğinden kurtulan bir halkın öyküsü fakat biz yine de kendi kendimize sormadan edemiyoruz. Ulusal Direniş biraz daha ön plana çıkamaz mıy dı? Bütün bunlara rağmen 1930'ların Vietnam'ını anlatan bu f ilmi izlenmey e değer buluyoruz.

T A V I R 45


H A B E R

Y O R U M

UMUT

nın düşmanlığıyla karşı karşıya oldukları için ve onlara teslim olmadıkları için onur duymalıdır. İşkence görenler değil, işkenceciler aşağılan-malıdır.

Hazal TUNÇ

H

asan Kıyafet, yeni öykü kitabı Umut Çiçeği'nde kurgu ve dil olarak genelde birbirine benzeyen onaltı öyküye yer vermiş. İnsani değerleri savunan, baskıya, sömürüye karşı çıkan sosyalizmi kurtuluş olarak gören düşüncelerle kaleme alınmış öyküler. Ancak öyküler okununca Hasan Kıyafetin toplumsal olayları, hayatı bütün gerçekliğiyle yorumlaya-madığı, yer yer bulanık ve yanlış saptamalar yaptığı görülüyor. SSCB'nin emperyalizme teslim olmasına karşı olan yazarın çözülmenin nedeni olarak Gorbaçov'u göstermesi olayları kavrayamayışından. Polis baskısına karşı çıkıyor, haksız gözaltılara, sürgünlere karşı çıkıyor. Ancak burjuva hümanizminden etkilendiği ve artık "bazı görevlerde" özel olarak seçilmiş, eğitilmiş zebanilerin kullanıldığından bile habersiz olduğu için zebaniye insani duygular yakıştırıyor. Bo-tan'daki insansızlaştırmanın ve mücadelenin o kadar uzağında ki 30 yıl öncesinin duyarlılığıyla eğiliyor bu sorunlara. Umut Çiçeği'nde "İz" ve "Yitik" adlı iki öyküyü değerlendirerek işkence konusunu tartışmak istiyoruz Hasan Kıya-fet'le. Kerim Usta onbeş yıl önce siyasi şubede gördüğü işkencenin etkilerini üzerinden atama mış bir emekçidir. Komü-

46 T A V I R

nist olduğundan, partili olduğundan sözedilmektedir. Kerim usta şubede kendisini "kedi gibi miyavlatan, it gibi ulutan" teneke sesli siyasi polisi aramaktadır. İşkencede inisiyatifi kaybeden ve ruhsal çöküntüye düşen Kerim Usta bu yetmezmiş gibi serbest bırakıldıktan sonra da 15 yıldan fazla bir süredir bunalım içinde yaşamaktadır. "İnsanlara güvenini yitirmiş"tir, "konuya komşuya çoluk çocuğa rezil olduğunu" düşünmektedir. "Göz göre göre haksızlığa uğrasa hakkını arayamaz, başına bassalar gıkı çıkmaz" olmuştur. Ve bir gün Kerim Usta, çocukluk arkadaşının dükkanında ayak işleri yapan bir adamın yana yakıla aradığı işkenceci olduğunu anlar. Yıllarca biriktirdiği hesabı sorar işkenceciden. Onu miyavlatır, havlatır sonra da bağışlar. "Bağışlayacağım! Çünkü seni o hemşehrim eziyor, aşağılıyor. Oysa sen insansın." İşkence insanlık suçudur. İyiden güzelden, insani değerlerden yana olanlar özgür ve eşit bir dünyada yaşamak isteyenler işkenceye karşı çıkmalı, işkenceye karşı mücadele etmelidir. İnsanlık suçunun cezası bellidir. Yüzyılların deneyimi işkencenin bağışlanmaz bir suç olduğunu kanıtlamıştır. Bugün baskıya sömürüye baş eğmeyen herkes işkence tezgahlarından geçiriliyor. İşkence görenler gerici düzenin savunucuları-

İşkenceye ve işkencecilere karşı mücadele intikam duygularıyla ve kişisel olarak yürütülemez. Örgütlü mücadelenin içinde olmayanlar düzenle uzlaşırlar ve geçmiş "acı" günleri hatırlamak bile istemezler. Örgütlü mücadele içindeki devrimciler işkencecilere karşı verilecek cezanın karar sorumluluğunu üstlenebilir ya da bu cezanın uygulayıcısı olabilirler. Bir mücadele görevi olarak kendisine işkence yapan için de karar almak ya da uygulamak olasıdır. Ancak işkenceciye işkence yapılamaz. Devrimciler işkence yöntemini kullanamaz. Başka yöntemlerle de bilgi edinilebilir. İşkenceyle elde edilecek bilgiler değersizdir. Devrimciler işkence yaparak kurmaya çalıştıkları aydınlık dünyaya gölge düşünmezler. İşkenceciler bağışlanmaz. Bu suçu işleyen zebanilerden insan diye söz etmenin insan duyarlılığıyla ilgisi yoktur. Türkiye'de her gün yüzlerce insanın gözaltında işkence gördüğünü sağır sultan bile duydu. Yıllardan beri binlerce isim açıklandı. Onlarca insan işkencehanelerde sır vermediği için katledildi, kaybedildi. Gözaltında susmak ve açlık grevi yapmak yaygın bir gelenek. Adını vermeden çıkanlar var şubeden. Hasan Kıyafet yaşadığımız günlere ulaşmalı ve ülkesinin herkesçe bilinen bu gerçekleriyle yüzleşmelidir. Yazarlar halkın adaletinin sesine kulak vermelidir.


H A B E R

Y O R U M

ONDÖRTLÜ

KARİKATÜR SERGİSİ Sergimizin amacı; toplumsal yaşamdaki sorunları, çarpıklıkları, çelişkileri açığa çıkarmak, aynı zamanda günümüz mizah dergilerinde tükeniş sürecini yaşayan, kadının ve erkeğin cinsel birer eşya olarak kullanıldığı, halktan kişilerle dalga geçildiği, parasal amaçla bin bir türlü niteliksizliğin ortaya konduğu, insanları uyutan anlayışa karşı alternatif bir "dil"le insancıl bir dünyanın kurulmasına katkıda bulunmak. Sergimizde yer alan "Konuk Sanatçı"yla insanlar arası kardeşliği simgelemek istedik. "Onur Konuğu'yla ise karikatür sanatının gelişimine katkıda bulunmuş ustaları gündemde tutmayı amaçladık. "ONDÖRTLÜ" yıkıcı, öldürücü bir silah değil, güzelikleri yaratan bir silah olacaktır. İnsanları seviyoruz.

S E RGİ YE KAT IL ANL AR Aşkın AYRANCIOĞLU B. Yalçın AYRANCIOĞLU E. Yaşar BABALIK Hüseyin ÇAKMAK Halis DOKGÖZ Ahmet ERKANLI Mehmet GÖLEBATMAZ Murat İLHAN Yılmaz MUSLU Mecit ÖZBEK Erol ÖZDEMİR Seyit SAATÇİ Engin SELÇUK Seçkin TEMUR

KONUKSANATÇI XPIS, Kıbrıs OMUR KONUĞU Necmi Rıza AYÇA

T A V I R 47


H A B E R

Y O R U M

SEHERLERİN TÜRKÜLERİ DEVAM EDECEK GRUP ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ

A

yşe Gülen Halk Sahnesi ve Özgürlük Türküsü 27 Eylül 1992 günü Gazi ve Zübeyde Hanım Mahalleleri Kültür Araştırma Derneği'nin açılışına katıldılar. Özgürlük Türküsü'nün türküleri ve marşları coşkuyla, hep bir ağızdan söylendi, omuz omu za halaylar çekildi. Daha sonra ise Ayşe Gülen Halk Sahnesi Nazım Hikmet'in şiir ve mektuplarından derlenen "Dünyayı, Memleketimi ve Seni Seviyorum" adlı oyundan bir bölüm sundu, oyun ilgiyle izlendi.

zgürlük Türküsü 16 Ekim 1992 tarihinde Bursa'da TÖDEP li öğrencilerin düzenlediği şenlikte bir dinleti verdi. Jandarma işgali altındaki binada verilen dinleti başlar başlamaz idare tarafından elektrikler kesildi. Buna rağmen coşkuyla söylenen türküleri engelleyemeyen jandarma, dinleti sonunda altı öğrenci arkadaşımızı döverek gözaltına alıyordu. Her türlü engellemeye rağmen türkülerin susmayacağını bir kez daha gösteren Özgürlük Türküsü Seher'lerin türkülerini söylemeye devam edecek...

Mücadele Komiteleri (DLMK)'nin düzenlediği şenliğe türküleri ile katıldı. Işıl ışıl gözleri ve konser sonuna kadar bitmeyen coşkuları ile Liseli Gençlik "Biz de varız" diyordu, "Bizi de hesaba katın..."

Humanıc bir ayakkabı fabrikası, yabancı sermayeli. Yaklaşık 280 kişi çalışıyor fabrikada, çoğunluğa yakını kadın. Tam dört aydır grevdeler. "Grev çadırımızı terketmeyeceğiz" diyorlar, İnanıyoruz, biz kazanacağız". Grev-

deki Humanıc işçileri ile daya nışma için İstanbul'dan bir grup yola çıktı. Bu grup içinde Belediye-İş'ten emekçiler.Mücadele gazetesi muhabirleri.Özgürlük Türküsü ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi vardi. Sıcak bir ortamda geçen ziyaret sırasında Özgürlük Türküsü türküler söyledi, hep birlikte halaylar çekildi.Ayşe Gülen Halk Sahnesi "Dünyayı Memleketimi ve Seni Seviyorum adlı oyundan iki bölüm sundu izleyicilere. Oyun "Haklıyız Kazanacağız" , "Yaşasın Humanıc Direnişimiz" sloganları ile son buldu.

Ö

Ö

48 T A V I R

zgürlük Türküsü 17 Ekim 1992 tarihinde bu kez İstanbul'da, Okmeydanı'nda Demokratik Lise İçin

PİKNİKTE GÖZALTI Devrimci P roletarya okurlarının 4 Ekim P azar günü Ada-: na Sarıçam ormanlarında düzenlediği; "Dostluk ve Dayanışma" gezisi devlet güçlerinin saldırısına uğradı. Aralarında Gece Tutuştu Şiir Grubu, Grup Açelya, ÇHD üyesi bir avukat, TümBel-Sen Adana Şube Başkanı'nın da bulunduğu yaklaşık 300 kişi dayak eşliğinde gözaltına alindi-'' Devrimci P roletarya okurları ve Kutup Yıldızı müzik grubu adına dergimize gönderilen basın açıklamasında jandarmanın kitleye iki saat arayla iki kez saldırdığı, ilkinde alkışlı protestolarla geriletildiği, ikincisinde ise jandarmanın doğrudan saldırıya geçtiği, insanların Nazi kamplarındaki gibi meslek gruplarına ayrılarak gözaltına alındığı bildirildi. Ayrıca geziye katılmak üzere yola çıkan Gece Tutuştu Şiir Grubu elemanlarından Oktay Duman hiçbir gerekçe gösterilmeden gözaltına alındı. Grubun diğer elemanı Tuncay Çeliker ise halen cezaevinde. Gece Tutuştu Şiir Grubu yaptığı açıklamada "Bize ve tüm devrimci sanat topluluklarına yöneltilen baskı ve saldırıları şiddetle protesto ediyor ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz" denildi.


MÜCADELENİN ÖNDERLERİ ELLERİNDE SİLAHLARI "CESARETİNİZ VARSAGELİN" DİYE HAYKIRIYORLARDI. YAŞAMLARI VE DESTANSI ÖLÜMLERİYLE BİZLERE ESİN KAYNAĞI OLAN SAVAŞÇILARI SAYGIYLA ANARAK "GÜN BİZİM" DİYORUZ YENİ KASETİM İZLE

DAĞLARIN ELLERİ DE ELLERİMİZDE ARTIK. YAŞAMIN HER ALANI YAPACAĞIMIZ ATILIMA GEBE. SİZLERİ HALAYBAŞI ÇEKENİN VAR OLDUĞU DÜNYANIN BU EN KALABALIK, EN GÜZEL VE COŞKULU HALAYINA ZILGITLARINIZLA, MENDİLLERİNİZLE KATILMAYA ÇAĞIRIYORUZ.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.