1993 23 ocak

Page 1



Ocak 93'te 1 Merhaba

2 Kapitalizm Sömürü ve İnsan / Nuri Eryüksel

6 Sanatta Slogan Sloganda Sanat / İbrahim Karaca

11 Göletteki Manda- Öykü / Suzan Samancı Dalgalı

16 Halk İçin Türkü/ Victor Jara

18 Kayıp-öykü/Ali Balkız

22 Sürgünler Evindeyiz / Sadık Çelik

24 Ayşe'yle Paylaşmak /AGHS

26 Sanatsal Yarışmalar Üzerine / TAVIR

29 Ya Sosyalizm Ya Ölüm / Fidel Castro

35 Uçaklar / Zozan Evindar

36 Kürecik Notları / Zehra Bilgili

42 Haber-Yorum

Kitlelerin umudu, iktidarın alter­ natifi, geleceğin temsilcisi bir ya­ pnın parçasıyız ve bir doğumun arifesindeyiz. Yeni yıla yepyeni ümitlerle, heyecanlarla giriyoruz. Sorumluluklarımızın bilincindeyiz. Geçmişimizi olgunlukla değerlendirirken, yeni yılda geleceğimize daha programlı ve bütünsel bakıyoruz. 1991 yılı devrimci sanatçılar cephesinde saldırılarla başladı. Ayşe Gülen Tür­ kiye topraklarında şehit düşen ilk devrimci sanatçı oldu. Kurşunlanarak öldü­ rüldü. Aradan üç ay geçmeden yine bir katliamın yıldönümünde, 11 Temmuz'da Ortaköy Kültür Merkezi basıldı, seyirciler dahil 45 kişi gözaltına alındı. Yıl içinde Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, Grup Ekin, Tavır Dergisi, Ankara Halk Sahnesi, Ayşe Gülen Halk Sahnesi ve FOSEM elemanları bir çok kez gö­ zaltına alındılar ve tutuklandılar. Üzerimizdeki baskı, omuzlarımızdaki yük art­ tı. Ama geri durmadık. Daha fazla yükü, daha fazla insanla yüklendik. Baskıları, yasaklamaları lehimize çevirmeyi başardık. Ortaçağ mantığıyla Es­ kişehir'de Grup Yorum'a açılan mahkemeyi, tarihten bu yana halkın yanında saf tutmuş bütün sanatçıların, yargılanmak yerine yargılamayı tercih ettiği bir are­ naya dönüştürdük. Grup Yorum, teslim olmadı, baş eğmedi ve devrimci sanat­ çılar cephesinde yeşerttiği direniş geleneğini mahkeme salonlarına da taşıması­ nı bildi. Yol gösterdi, örnek oldu. Yeni yılı daha büyük hedeflerle kucaklıyoruz. Özgürlük Türküsü müziğini grevlerde, direnişlerde olgunlaştırdı ve ilk kasetinin hazırlıklarına başladı. Grup Yorum bir misyon. Hiçbir zaman elemanlarının adıyla anılmamış, tutarlı çizgi­ sini her zaman sürdürmüş bir devrimci sanatçılık örneği. Tavır Yayınları'nın ilk kitabı Grup Yorum'u , altı yıllık bir birikimi, deneyimi anlatsın istedik. Bir Kar Makinası: Grup Yorum. Ankara Halk Sahnesi, Ankara FOSEM, Diyarbakır ve Malatya Tavır bürola­ rı ve Grup Berfin'le devrimci sanatı daha da geniş kesimlere ulaştırdık. Tüm Türkiye halklarının tarihini, kültürünü, sanatını güçlendirmek, geliştirmek onla­ ra yeni kültürü ulaştırabilmek ihtiyacıyla yeni bürolar açtık. Dergimiz yeni biçi­ miyle geniş yığınları kucaklamanın etkin araçlarından biri olma yolunda. Tavır, yaratılan değerleri yaygınlaştırmayı ve kültür-sanat alanında yürütülen mücade­ lenin sesi olmayı sürdürecek. Küba devriminin 34. yıldönümü kutlandı. Küba devriminin 34. yıldönümün­ de dünya halkları Küba'nın sosyalizmi savunma inancını, cesaretini, kapitalist ablukaya karşı direnişini kutladılar. Emperyalist güçler açlık, savaş vs. bahane­ leri ile geri kalmış ülkeleri işgal etme politikalarını yaşama geçiriyorlar. Soma­ li'den sonra Birleşmiş Milletler Mozambik'i işgal etme hazırlıkları yapıyor. Ye­ ni Dünya Düzeni adı altında oynanan bu oyunların karşısında "Ya Sosyalizm, Ya Ölüm" diyerek devrime inancımızı pekiştiren Küba'lı devrimcilerin direnişi­ ni selamlıyoruz. Bu sayımızda Castro'nun bu konuşmasının metnini sosyalistle­ rin dayanışma anlayışını sergilemek için yayınlıyoruz. Haklı ve mazlum olarım uyuşuk omurunu / uyarmak için kuvvetli ve zalime karşı / nice sarp yerlerden geçildi buraya kadar / Ve buradan, daha da dikleşerek, / dinmeden dinlenmeden / dişe-diş/ dövüşe-dövüşe yürünecek... diyen şair Nihat Behram, kayıp analarının, analarımızın duyarlılıklarını taşıdı dizelerine. Bu sayımıza "Anacan Yiğitlemeleri" adlı şiiriyle katılıyor. Kendisinin isteğiyle Anacan Yiğitlemeleri'nin tüm beste haklarının Grup Yorum'a ait olduğuna dair bir not düşüyoruz şiirin altına. Nihat Behram, şiirlerine titizlenen, yağmalanma­ sına izin vermeyen bir şair. Anacan Yiğitlemeleri Öykü-Şiir-Deneme kampan­ yamıza soluk katıyor. İktidar, toplumsal sorunlardan uzak, çelişkileri yumuşatmaya yönelik, yapay gündemler sunarken, biz tüm devrimcileri, demokratları, halkı ilgilendiren gün­ demler sunmalıydık. Kayıpların yakıcı bir sorun olduğu bu süreçte, eli kalem tutan herkesi, "Gözaltında kayıplara hayır" demeye, iktidarın karşısına dikilme­ ye çağırdık. Oldukça geniş kesimler duyarlılık gösterdiler. Yanıtlamakta zorla­ nacağımız kadar mektup ve bir o kadar çok sayıda ürün elimize ulaştı. Sesimizi yükselttik, yükseltelim. Kampanyamıza katılımı çoğaltmak hepimizin sorumlu­ luğu olsun. Kitabımız tarihin utanç sayfalarının belgesi olacak. Sizin de bu ki­ tapta bir dizeniz, bir öykünüz olsun. Dostlukla

MERHABA

T A V I R 1


KAPİTALİZM, SÖMÜRÜ VE İNSAN Nuri ERYÜKSEL

D

üzen çürüyor, dökü­ lüyor. Bugün tüm dünyaya egemen ol­ muş bir sistem ola­ rak karşımızda du­ ran kapitalizm, eko­ nomisiyle, toplum­ sal ilişkileriyle, insan tipiyle ve ahla­ ki değerleriyle artık kendini yenileyemeyen, tam tersine liğme liğme dökülen hantal bir yapı. 4 yüzyıllık tarihi boyunca insanlık tarihine kazandırdıkla­ rından çok insandan ve insanın özünden alıp götürdükleriyle en büyük vahşetlerin, en büyük kıyımların, en yoğun sömürü­ nün yaratıcısı olarak tarihe ge­ çiyor kapitalizm. İnsanlığın ge­ lişiminin önünde köhnemiş, yı­ kılmayı bekleyen bir yapı ola­ rak duruyor. Emperyalizm ile bu çürü­ müşlüğü daha da yoğunlaşmış olsa bile kapitalizm asıl olarak burjuva devrimler tarihinden beri bu sonu bağrında taşıyor­ du. Çünkü kapitalizm feodaliz­ mi yıkarken tarihsel olarak ile­ rici bir misyon yüklense bile özünde insan emeğinin sömü­

2

T A V I R

rülmesi, insanın insana ve emeğine yabancılaşmasına ih­ tiyacı vardır. Kapitalizm feodalizmi kapa­ lı ekonomisiyle sıkı sıkıya bir­ birine bağlı insan ilişkileriyle yıkarken, kendine has ekono­ mik sistemini ve buna uygun insan tipini-insan ilişkilerini de beraberinde yarattı. Herşeyden önce kapitalizmin, feo­ dalizmdeki gibi kapalı sisteme dayalı bir ekonomi ve buna bağlı olarak gelişmiş insanla insan arasındaki sıkı ilişkiler yerine, serbest pazar ekonomi­ sine ve buna uygun serbest in­ san emeğine ihtiyacı vardı. Bunun için de insanın insanla olan her tür ilişkisini onun öz­ gürlüğünü kısıtlayan bir ilişki gibi gösterip, insanın yalnızca nesnelerle ve sahip olduğu mallarla olan ilişkisini gerçek özgürlük olarak gösterdi. Ka­ pitalizmde insan ancak sahip olduğu mal oranında özgürdü. Toplumsal ilişkilerinden ve sorumluluklarından kopartılan insan gerçekte emeğinin bir ürünü olan "meta" ile başbaşa bırakıldı. Artık onun değeri sahip olduğu insani ilişkiler ve

yarattıklarıyla değil sahip ol­ duğu nesnelerle ölçülür oldu. Çünkü kapitalist için neyin üretildiği ve üretilenin kulla­ nım değeri değil üretilenin pa­ zarda tüketilmesi önemlidir. Dolayısıyla, tüketici bir toplu­ ma ihtiyacı vardır. Böylece in­ sanın insanla, insanca bir iliş­ kiye gereksinimi kalmaz. Top­ lum içinde tek başına bırakılan emekçinin hemen tüm yaşamı, beklentileri, özlemleri, umutla­ rı sistem ve onun yarattığı iliş­ kiler bütünü ile belirleniverir. "Neyin, ne zaman, nerede, hangi koşullarda, nasıl, kim ve kaç kişinin eliyle ve ne miktar­ da üretileceğine yalnızca kapi­ talist sınıf karar verir".(l) Bu aynı zamanda işçinin ne­ rede, hangi koşullarda ve nasıl yaşayacağının da kapitalist sı­ nıf tarafından belirlenmesi an­ lamına gelir. Yaşamının her alanı, bu alanların sınırları "tepeden" belirlenen insanın geleceğe da­ ir ümitleri körelir, kendi benli­ ğine saygısı törpülenir, güç­ süzlüğünü umarsız bir boyun eğişle kabullenir. Önemli olan bu ilk kabulleniştir, bundan sonrası kişinin kendisinin de farkedemeyeceği, nerede baş­ layıp nerede bittiği belli olma­ yan, dalgalı bir süreçtir. Ve bu süreç düzenin ihtiyaç duyduğu kişiliksizleşmiş, eme­ ğine ve topluma yabancılaş­ mış, kapitalist düzen için bir nesne olarak görünen insanı yaratır. Vahşet kapitalizmin doğa­ sında öylesine yer etmiştir ki; insanın özüne olan bu saldırı emperyalist çağla birlikte Vi­ etnam'ları, Halepçe'leri, Hiro­ şima'ları, Şırnak'ları... yarata­ cak kadar dizginsizleşmiştir. Sömürü bununla da kalmaz, kâr hırsı insanı ve doğayı kapi­ talistin gözünde tümüyle değersizleştirecek kadar azgınlaşmıştır. Sömürge ülkelerde açlıktan ve hastalıktan ölen milyonlarca çocuk, gelir dağı­ lımındaki dengesizliğin sonu­ cu evsiz, eğitimsiz bırakılan milyonlarca insan, ekolojik


dengenin bozulması pahasına yağmalanan doğa, gittikçe ar­ tan ve sistemleşen fuhuş sektö­ rü, uyuşturucu bağımlılığı ve insana ait olmayan her şey... Tüm bunlar kapitalizmin in­ sanlık tarihine armağanları. İşte böylece, kapitalizmi vareden koşullar aynı zamanda onun çöküşünü de hazırlar. Tektiplilikten, edilgenlikten ve yabancılaşmadan kurtulan "ye­ ni insan" bu çöküşün öznesidir. Kapitalist toplum bir bütün olarak eskirken, kendini yeni­ leyemezken içinde kaçınılmaz olarak muhalif insanı da yara­ tır. Toplumsallaşma ve düzeni eleştirmeye başlayan muhalif insan aynı zamanda özgürleş­ me sürecine de girmiştir. An­ cak bu yeni tip bir toplumsal­ laşmadır. İnsanın doğadaki benzerlerinden kopup gelme­ siyle başlayan toplumsallaşma daha çok kendiliğinden bir ge­ lişmeydi. Ve insan büyük oranda doğanın belirleyiciliği altındaydı. Oysa kapitalizmin yarattığı yabancılaşmadan kur­ tulan insan örgütlü ve organize olmuş bir biçimde gündelik hayata ve toplumsal dönüşüme müdahale etmeye başlamıştır. Giderek sosyal pratik içinde kendini, tarihi ve toplumu ye­ niden keşfeder. Örgütlülük ona kendi emeğinin gücünü göste­ rir. Artık insan kendi dünyası için emek harcamaya başla­ mıştır. Bu bilinçli faaliyet onun emeğine yabancılaşması­ nı ortadan kaldırır, ufkunu ge­ nişletir, özgürleşmeye doğru ilk adımını attırır. Eski toplu­ mun, eski insan ilişkilerinin içinde yeni insan filizlenmiştir. "Kapitalizm büyük ütopyala­ rı olan insanları yaratmakta ge­ cikmedi. Yeni insanlardı bun­ lar. Her zaman yeni kalabilen insanlar... Toplumla ve doğay­ la asla uyum içerisinde olma­ yan ve bu nedenle, uğraştıkları her işin ustası olmak zorunda olan, kendilerini kuşatan çev­ reyi çok iyi tanıyan, çevrele­ rindeki yaşama egemen olma ve onu dönüştürme çabası içe­ risinde toplumsal olarak örgüt­

lenmeye başlayan insanlardı bunlar."(2) Evet, örgütlü insan, hayatı ve tarihi değiştirme eylemi içinde özgürleşmek için büyük bir avantaja sahiptir. İçinde bulunduğu örgütlenmenin ha­ yatın her alanına müdahalesi ve hakimiyeti onun için bulun­ maz bir fırsattır. Kapitalizm ile kolektif bir mücadele süre­ cinde içinde yer aldığı örgüt ona asla tek başına sahip ola­ mayacağı pratik ve teorik bilgi ve deneyimi aktarır. Harcadığı emek organizasyonun içinde dönüşerek bireysel bir emeğin yaratabileceği sonuçların çok üstünde bir sonuç yaratır. Bu sonuç emeğinin gücünü tanı­ masını sağlar. Aynı zamanda bu örgütlen­ me kapitalizmin toplumsal ör­ gütlenmesinin karşısında sos­ yalist toplumsal örgütlenmeyi temsil etmektedir. Örgütlü mü­ cadele içindeki gönüllü faali­ yet özveriyi öğretir insana. Bencillikten sıyrılıp insanlık adına da bedeller ödemeyi öğ­ renir. Kolektif üretimin sağla­ dığı deneyim ve yetkinleşme, düzeni ve geleceği daha bilinç­ li bir gözle görebilmesini sağ­ lar. Bu bilinç, inanç ve kararlı­ lığın temelleridir. Örgütlü mücadele içinde hızla politikleşen insan yeni bir kimlik, yeni bir ahlak ve adalet anlayışı kazanmıştır. Çünkü emeğiyle yarattığı ey­ lem dönüp onu şekillendir­ mektedir. Prometeus'un ateşi insanlara armağan edişi bir mitolojiydi insanlık için. Fakat Spartaküs tarihsel bir gerçekti. Ve önderlik ettiği mücadele zincirli kö­ lelere hayal bile edemedikleri özgürlük için ayaklanmayı öğ­ retiyordu. Bedrettin'in Ortak­ lar köyünde köylüler, ortakla­ şa yaşamdan sözedebilecek kadar ileriyi gördüler. Rus­ ya'da, Küba'da, Vietnam'da yeni bir kimlik, özgüven ve özgürlük kazandı halklar. Bu kavramları toplumsal mücade­ le içinde kazandılar. Ülkemizde de 70'lerden beri

verilen bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi yeni değerler ve yeni insanlar yara­ tarak büyürken emekçilere de yeni bir dünya kurmanın araç­ larını sunuyor. Yoksul gecekondu halkları sorunlarını örgütlü bir biçimde sahiplenme ve yıkımlara karşı örgütlü direnişlerle emekleri­ nin ve haklarının bilincine var­ dılar. Dostlarım, düşmanlarını böyle tanıdılar. Üniversite gençliği tek tip öğrenci der­ neklerine direnirken aynı za­ manda tektipleştirmeye, sürüleştirmeye de direniyordu. Me­ murlar, Temmuz eylemleriyle kapıkulu kavramını yıktılar. İşçiler, uzun yürüyüşlerle, di­ reniş ve işgallerle sosyal pratik içinde ediniyorlar sınıf bilinci­ ni. Ve bu bilinç tümbu kesim­ lerde toplumun politik sorun­ larına da sahip çıkmayı getiri­ yor beraberinde. 12 Temmuz ve 17 Nisan cesaret ve kararlı­ lığın "yeni insan"da vardığı doruk noktasını simgeledi. İş­ kencelerde direniş büyük bir özverinin ifadesidir. Tüm bun­ ların kaynağı örgütlü mücade­ le içinde kazanılan inanç ve bilinçtir. Düzene başkaldırmayla filiz­ lenen yeni insan tipi örgütlü bir mücadele içinde gelişir, yetkinleşir. "Yaşantılarının tüm anlamı, çevrelerini açıklama ve değiş­ tirme, yani özgürleşme müca­ delesidir bu insanların. Doğru­ ların peşinden giderler ve doğ­ rulara yol gösterirler, doğrulan yaparlar. Yaşayan insanlardır, çağımız onları üretir ve onlar tarihi yaparlar. Kapitalizmin içinde taşıdığı çelişkilerin, kanserli hücrenin sanki başka bir atmosferde yarattığı sıradışı bireylerdir bunlar ve gelece­ ğin gerçek, sıradan insanları­ nın muştulayıcılandır."(3) 1- Karl Marks 2- "Sosyalist İnsan ve Etkin­ lik" adlı kitaptan 3- "Sosyalist İnsan ve Etkin­ lik" adlı kitaptan

T A V I R

3


Y A L I N Y Ü R E K ŞARKILAR

Anacan yigitiemeleri I Canımdan can yolundu Uğuldar anacanım Dalı diken bürüdü Filizim darda benim Oy çakıl da çakıl kuduz dişleri Körpe canı parçalamak işleri Canımdan can dürüldü Sızıldar anacanım

4

T A V I R


Baharı kan sürüdü Çiçeğim harda benim Oy sinsi de sinsi hain güçleri Aydınlığa tuzak kurmak işleri Canımdan can budandı Çağıldar anacanım Bir sevdaya adandı Yiğidim sırda benim Oy civan da civan umut kuşları Anaların can can açan düşleri

II Gün doğar günüm olur Solurum dünüm olur Birisi benim yavrum Gerisi gülüm olur Vay kanlı da kanlı cellat elleri Cellat ellerinde halkın gülleri Işığı gözde çağır Sözünü özde çağır Yüreğin dağ rüzgarı Acını közde çağır Vay çatal da çatal yılan dilleri Yılan dillerinde halkın gülleri III Yavrum benim çağıl çağıl Sularda ışıldanır Zulüm ona ölüm değil Bin canda yankılanır Oy seni de seni yavru kekliğim Öcünü hıncıma yemin ettiğim Tomurcuğum güne durmuş Dal üstünde hızlanır Düşmanları pusu kurmuş Kan içinde gizlenir Oy seni de seni yavru ceylanım Ölümlerde gülüşüne kurbanım IV Can zulüm bağlarında En güzel çağlarında Alevlenmiş kuşum benim Özgürlük dağlarında Oy seni de seni yavru kartalım Rüzgarını doruklarda tutanım Bir yanım uzaklarda Bir yanım tuzaklarda Öfkeyle bilendi acım Dişlenmiş kucaklarda Oy seni de seni kanlı bağlarım Günü gelir hesabını sorarım Nihat Behram NOT: Nihat Behram' ın dergimizin açtığı kampanya kapsamında yayınladığımız "Anacan Yiğitlemeleri" adlı dörtlüklerin beste hakları "Grup Yorum'a ait olup, yazarın onayı olmaksızın değişik yorumlarla bestelenmeleri yasaktır

T A V I R

5


SANATTA SLOGAN SLOGANDA SANAT İbrahim KARACA

6

T A V I R

andan kına yakılmaz" demişti ozan... Ne güzel bir dize... Ne güzel bir slogan... "Dünyayı güzellik kurtaracak" demişti bir başka ozan... Ne güzel bir dize... Ne güzel bir slogan... "Ya özgür vatan, ya ölüm" demişti bir sa­ vaşçı... Ne güzel bir dize... Sadece dize mi? Ne güzel bir slogan... Sadece slogan mı?.. Slogan... Yani savsöz... Belli bir savın yoğunlaştırılmış söz halinde yazılı ya da yazısız haykırılması... Slogan bazen bir haykırış, bazen bir çığlıktır. İster kağıt üstünde dursun, yani kulaklar duymasın, isterse ağızdan çıksın, kulakları gümbürdetsin... O, harekete geçi­ ren, harekete geçeni yönlendi­ ren, coşkulandıran, duygulan­ dıran, yerine göre durduran, geri adım attırandır... Sözün slogan olması için, içinde bir ses saklaması gerekir... Slogan bazen bir tokattır. Ki­ mi zaman buz gibidir, titretir; yangındır, kavurur; sevgiliye söz uçuran posta kuşudur; ka­ rardıkta dörtnal giden ak bir at­ tır, yırtar geceyi... Bir protesto, bir onay, bir özlem, bir iddia­ dır slogan... Duyulara ve duy­ gulara baskındır, saklayan bir kırbaçtır... bir sonuç bildirisi, yoğunlaşmış bir başlangıç met­ nidir... Yeri, zamanı ve ölçüsü kaçırıldığında ise sadece bir ünlemdir... Bu kez etkisini yiti­ rir, içi boşalır, sıradanlaşır... Bu etki, yaşamın nesnel gerçe­ ğine ilişkindir. Yani, hangi slo­ ganın nerede, ne zaman, nere­ ye ve ne şekilde ulaştırılacağı­ na dairdir... Atılan her slogan, onu attıran psikolojinin de bir dışavurumudur... Slogan deyince birçoklarının aklına sert ve öfkeli söylemler gelir. Bazı çevrelerce "Sol hın­ zırlık" ifadesi olarak görülmüş olsa da, yaşama baktığımızda etrafımızın her türden sloganla çevrili olduğunu görürüz... Çevrecisinden sağlıkçısına, ırkçısından dincisine, deterja-

K


nından banka reklamına ve spora kadar herşeyde bir dizi slogan çıkar karşımıza... Bun­ lar da herhalde "düzenin hın­ zırlığı" olarak adlandırılmalı ama, düzen tarafından bunlar slogan yerine konulmaz, nor­ maldir, sav ya da savsöz ol­ maktan çıkmışlar, gerçeğin kendisi olmuşlardır... Kitlelere dayatılan kültür, sloganın bu yönünü "absorbe" etmiş, meşrulaştırmıştır... Slogan denince, hakkına razı olmayan insanla­ rın bağırış, çağırışları kalmıştır sanki geriye... Nedir bunlar? "İşçiyiz, Haklıyız Kazanaca­ ğız", "Üreten Biziz, Yöneten de Biz Olacağız", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek", "İş, Ekmek, Özgürlük"... Yani, düzene karşı hoşnutsuzluk ifa­ deleri... öyle olunca da, "sol hınzırlık" sayılmalan normal karşılanır... Edebiyat ve sanat sözkonusu olduğunda slogan daha özel bir yere oturur. Kimilerine göre "slogan sanatın ölümüdür"... Sloganla sanatın ayn şeyler ol­ duğu, sanatta sloganın kötülü­ ğü, sanata faydacı yaklaşımla­ rın onu "emellerine" nasıl alet ettikleri, sanata slogan "bulaştı­ rarak" onu nasıl "amacından saptırdıkları", büyük bir sanat­ çı duyarlılığıyla dile getirilir... "Slogana Hayır"dır sloganları... Sonrası, sanatı savunmuş olma­ nın ve aferini haketmenin gö­ nül rahatlığıdır... Çünkü sanat­ ta slogana karşı olma adı altın­ da, sanatın devrimci içerik taşı­ masına duydukları tepkiyi dışavurmuşlardır... İçinde hiç bir slogan olmayan, ama dev­ rimci mesajlar taşıyan sanat da onlar için "slogancı sanat"dır... Bu konuda samimi hiçbir çaba sarfetmeyip, hünerlerini eleştiri adı altında karalamalarda gös­ terenlerin, kendilerini sol ola­ rak ifade ediyorlar diye dev­ rimci sanatı eleştirmeye hakları var mı?.. Sanatta slogana karşı olduklarını söyleyenlerin bu tavırlan çoğu kez eleştiri değil, yıpratmaya yöneliktir... Onlar için, eğer gerekiyorsa "biçimde devrimcilik" yeterlidir... Devrimci-sosyalist sanat ve edebi­

yat, kendi eleştirisini yapar... Yapıyor da... Müzikte slogan üzerine Ruhi Su, Nisan 1980'de Tavır dergisine şu açıklamayı yapıyordu: "Ezgiy­ le söz uyumlu ise hiçbir zararı yok... Ama değilse, zaten ken­ diliğinden biri diğerini redde­ der. Sevilir ya da sevilmeyebilir. Bir defa söylenir, unutulur. Yani layık olduğu tepkiyi gö­ rür dinleyiciden..." Doğru bir program, etkinlik veya davranış, bazen kitle tara­ fından umulduğu gibi karşılan­ maz... Doğru bir içeriğin kitle­ ye yanlış araçlarla veya aksak ve yetersiz olarak sunulması, beklenen etkiyi uyandırmaz. Kitle, verilen mesajı alacak ve yorumlayacak olgunlukta de­ ğilse, sanatın ve edebiyatın gö­ revi halkın birikim ve bilincine daha basitten karmaşığa doğru "ürkütmeden" müdahalede bu­ lunmaktır. Sanatın devrimci bir rol oynamasının zemini bu­ rada başlar... Varsın ortaya ko­ nulan etkinliği "sola meyilli" olduğunu söyleyen yazar, çi­ zer, sanatçı "aydın"lanmız küçümsesinler, "banal" bulsun­ lar... bu etkinliği yaratanlar on­ ları küçümsemiyor. Seçkin barlarda Nazım parçalayan; "teyze, amca bir imza ver çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler" dizelerini içkilerine meze v*pan, yargısız infazlarda katle­ dilen veya gözaltında kaybedi­ len çocuklarımız için "bugün keyfim yok" diyen ya da sekre­ terine "burada yok... şehir dı­ şında" dedirten, bir imza bile vermekten aciz olan bu "seç­ kin" aydınlarımıza rağmen ya­ ratılacaktır yeni kültür, yeni in­ san ve yeni toplum... Devrime yönelik bir öz taşı­ mayan, yalnızca toplumsal eleştiriyle yetinen sanat gerekli olmasına rağmen ne kadar ye­ tersizse, devrimden yana tavır alan edebiyat ve sanat da sade­ ce iktidarın alınmasına yönelik bir içerikle yoğruluyorsa aynı derecede yetersizdir... Devrimci-sosyalist sanat ve edebiyat hem kusurlu düzenin yoğun bir eleştirisini, hem devrimi, hem

de eleştirdiği toplumsal düze­ nin alternatif kültürüne ait ipuçlarını öz ve biçim açısın­ dan araştırmalı, onu içinde ta­ şımalıdır. Yeni insan yaratma­ ya yönelik kültürel dağarcık ancak böyle dolar... Emekçiler hergün yaşadıklan gerçekliği bilince dönüştüremiyorlar. Bu konuda oligarşik kargaşa düzeni tarafından be­ yinler terörize edilmiş, her tür­ den korku yuvalanmıştır... İşinden olmamak için hak ara­ ma "sevdasına" soğuk bakan bir işçinin işini kaybetme kor­ kusu nasıl yaşamının bir parçaSlogan bazen bir tokattır. Kimi zaman buz gibidir, titretir; yangındır, kavurur; sevgiliye söz uçuran posta kuşudur; karanlıkta dörtnal giden ak bir attır, yırtar geceyi... Bir protesto, bir onay, bir özlem, bir iddiadır slogan... Duyulara ve duygulara baskındır, saklayan bir kırbaçtır.. sı olabilmişse, "hak aramazsan çalışırsın" cümlesiyle özetle­ nen karşı görüş onun bilincine "ekmek kapısının temel şartı" olarak yerleşir... Yaşanan ger­ çekliği bilince dönüştürmek, beyindeki korku yuvalarını da­ ğıtmak ve bu düzenin yarattığı terörü yorumlayabilmeye yar­ dım etmede sloganın tek başı­ na üstlendiği rol cılızdır. Ür­ küntü halindeki insan için, slo­ gandaki düşünce başkalarının sorunudur. Slogan, bilinci bi­ çimlenen insan için anlam ta­ şır, harekete geçirir. Harekete geçen bilinçli insan ise kolayca tükenmez. Düştüğünde, elinde­ ki bayrağı çoktan vermiştir T A V I R

7


önündeki koşucuya... Sanatta slogan coşku yaratır. Ama sadece coşkuya dayalı kimlik ve kültürel biçimlenme, coşku ortamı kalktığında uyku­ ya dalar. Yeni insan yaratma­ nın bir boyutu olan yeni kültü­ rün coşku ve mücadeleyi taşı­ yacağı, ama sadece bununla yetinmeyeceğini söylemeye ge­ rek yoktur... Çünkü halkın ya­ şam kültürüne bir bütün olarak müdahaleyi içerir yeni kültür... İnsanları sanat ve edebiyat, ara­ cılığıyla kültürel dönüşüme uğ­ ratmak ve yaşanan gerçekliği köklü inkara yönelik mücadeDevrimci-sosyolist sanat ve edebiyat hem kusurlu düzenin yoğun

bir eleştirisini, hem devrimi, hem de eleştirdiği toplumsal düzenin alternatif kültürüne ait ipuçlarını öz ve biçim açısından araştırmalı, onu içinde taşımalıdır. Yeni insan yaratmaya yönelik kültürel dağarcık ancak böyle dolar...

leyi kendi estetiğine kavuştur­ mak... İkisi bir arada, ama bi­ rincisi daima önde... Yoksa, mücadele eden insanlar halkın gözünde en iyimser yorumla kendileri için uğraş veren birer kahraman, uğrunda ölünen dünya ise bir özlem olarak ka­ lır. Bunun özeti, düzene muha­ lif marjinal bir eğilimden iba­ rettir artık... Sosyalist insan, yaşanan gerçeklikten yola çıka­ rak onu kendi bilincinde ve ya­ şam kültüründe biçimlendiren, yeni bir boyuta sıçratan insan­ dır... Bu nedenle başlangıçta, halkın bilincine yansıyan sahte gerçeklikle zıtlıklar taşır... Devrimden ve sosyalizmden yana tavır alışın kendisi de bu sıçramanın bir görüntüsüdür... Edebiyat ve sanatın bu sıçra­ maya halk açısından etkide bu­ lunabilmesi için, öncelikle bu zıtlıkları ileriye doğru eritmeye yönelik uzun soluklu bir sava­ şım vermesi gerekiyor... Bu elbetteki sanatın direkt ya da do­ laylı olarak politika yapacağını 8TAVIR

söylemektir... Sanat politika yapar... Ama, gündelik politika kaba bir biçimde sanatın göv­ desini oluşturmaz... Sanat poli­ tik mesajlar verir... Politikanın estetik kaygılan yoktur ama, sanat bir estetik beğeniyi bi­ çimlendirip örgütlemeyi gözet­ mek durumundadır... Adına is­ ter sınıf sanatı, ister çağdaş halk sanatı, isterse parti sanatı denilsin... Sanatçı, belli bir po­ litik programın taraftarı olabi­ lir... Bu, onun siyasi tercihi­ dir... Sanatsal üretimi bu terci­ he yönelik izler taşıyabilir. Bu izler, sığınma düzeyinde ön plana çıkarılıyorsa, sanat (veya sanatçı) için iki sakınca var­ dır... Birincisi, aynı politik programa eğilimli kitle tarafın­ dan değerlendirme, sanatsal es­ tetik yönüyle değil, basit bir ta­ raf tutma duygusuyla yapıla­ caktır... İkincisi ise, yapılan eleştiri sanatsal ürünün eleştiri­ si gibi görülse de sanatçının eleştirisine dönüşecektir... Sü­ reç içinde geriye dönüp baktı­ ğımızda, yarattığımız kültür bi­ rikiminin yanıbaşında önyargı­ lardan oluşan bir başka biriki­ mi de göreceğiz. Kitle ile sıcak bağlar kurma ve benimsemeyi yalnızca politik söylemlerle sağlamanın mümkünü yoktur... Politik programın vücut buldu­ ğu en üst düzeydeki organizas­ yonun adı partidir. Parti sanatı adı altında icra edilen sanat bu organizasyonun güzellemesi ile sınırlı kalıyorsa kendini tek­ rardan kurtaramaz... "Benim de tuzum olsun" demeden ön­ ce, çorbanın tadına bakmak ge­ rekir... Çorba yapmak önemli­ dir, ancak, bütün bileşenleri dengeli, lezzetli bir çorba yap­ mak çok daha önemlidir... Çünkü kendine ait kültürel gü­ zellikleri bile koruyup geliştir­ mekten ve sınıf bilincinden yoksun olan halka, sanatsal kültür olarak tamamen politik söylemlerle ulaşmak mümkün­ dür, ancak, onun kültüründe kalıcı ve dönüştürücü izler bı­ rakmaz, eski birikimine eklenir ve onu besleyen politik müca­ dele ortamı kesintiye uğradı­ ğında eklemlenen bu birikim

aşınmaya başlar. Geçmişte ör­ neklerini gördük... Sözkonusu yollar geçilecek yollardır, ama bunu kültürel müdahalenin mi­ ladı olarak almak ve algılamak Kitleselleşme açısından çok fazla verimli değildir... Kitle­ selleşme, egemen fakat çürümekte olanın geriletilebildiği oranda ilerler. Parti sanatından da, bu geriletme-ilerleme mü­ cadelesinin en organize olmuş şeklini anlamak gerekir. Devrimci-sosyalist kültür ve sanat bu konuda kendinden emindir. Çünkü, içinde yeni bir insanın ve yeni bir dünyanın ışıltısını taşır, yükselmekte olanı ve yükseltilmesi gerekeni anla­ tır... Bu yüzden, egemen fakat çürümekte olan bütün kurum­ ları kimi zaman alaycı, kimi zaman öfkeli, kimi zaman sa­ kin ve tutarlı bir biçimde karşı­ sına alır, eleştirir, yerden yere vurur... Siyasal kurumlarından ahlak anlayışına, ekonomik iş­ leyişinden eğitimine, militariz­ minden insan ilişkilerine kadar hemen herşeyi... Sanat kitlenin kendi özgüve­ nini kazanmasına da yardım et­ melidir. Halk, bu etkinlikte "gelişmekte olan kendini" bul­ malıdır... Eğer ortaya konulan sanatın politize olmuş insanla­ ra sanatsal bildiri sunmayı amaçladığı belirtiliyorsa buna karşı söyleyecek fazlaca birşey yoktur, çerçeve zaten baştan çizilmiştir. O zaman, sıradan halkı kültürel ve sanatsal ola­ rak eğitip geliştirmenin ya baş­ ka araç ve yollarını bulmak, ya da aynı araç ve yollan daha boyutlu yorumlayarak kullan­ mak gerekecektir... Yaşamın nesnel gerçekliğini kavrayabil­ miş insan, değişimin gereklili­ ğinin, protestonun ve tavır al­ manın kapılarına kadar gelmiş demektir. Parti sanatı hem bu yükselmenin zeminini hazırlar, hem de protestoyu yoğunlaştırabilirse halk nezdinde bir sıç­ ramayı gerçekleştirebilir. Bu­ rada benim kişisel görüşüm, üstünde düşünmeye değer bul­ duğum "parti sanatı" ile "parti­ li sanat" veya" partili sanatçı" ile "parti sanatçısı" nedir, aynı


DEMİRCİLERE ÖVGÜ Ülkem, Sevgili ülkem. Kapkara bir bornoz gibi giydirdiler O kanlı kavgadan çıkan sırtına senin Tutsaklığı Ülkem, Sevgili ülkem. Kan uykularda ölüme çıkmayacaktır yolların Örs'de demir döğüyor oğulların İBRAHİM KARACA

Armin Münch (DDR) şeyler midir sorularına yanıt ararken yukarıda sözü edilen konuya da daha sağlıklı yakla­ şımların getirilebileceği yönün­ dedir... Slogan, duygusal bir yoğun­ luğu da içerir. Sanata slogan at­ tırmak kolay, sloganla yetinen sanat aracılığıyla kitleleri eğit­ mek zordur. En haklı ve en doğru sloganların bile farklı or­ tamlarda farklı etkileri olmak­ tadır... İnsanların kültürel biri­ kimlerine ve sınıf bilinçlerine sanatsal olarak geliştirici bir müdahalenin yapıldığı sanat gecelerinde ortaya çıkan slogan enflasyonu buna örnektir... Slo­ gan yarıştırma ve "hazır bura­ dayken bir kaç slogan atalım" mantığı bu yüzden yargılanma­ lıdır... Kitleler hangi oranda hazırlanmışsa, slogana ancak o oranda ve bıktırmadan başvu­ rulmalıdır. Çünkü, kaynama noktasına gelmeyen su fokurdamaz... İnsan aklı ve bilinci­

nin ulaştığı en yüksek düzeyi işaret eden sosyalist düşünce etrafında toplandıklarım söyle­ yen bu insanlar çoğu kez şarkı­ sını söyleyen veya oyununu oynayan sanatçıya ve onun sa­ natına gizli bir saygısızlığı is­ temeden de olsa üretmektedir­ ler. Bu slogan yarıştırma tablo­ suna coşku demlemeyeceği açıktır... Sanat slogan kullanı­ yor, politik bildiri sunuyor di­ ye, sanatını kitleye sunan sa­ natçının bu etkinliği sloganlar­ la sekteye uğratılamaz, kesile­ mez... Sanatçı tarafından defalarca ikaz edilen slogancı­ ların ve sloganların etkisi aca­ ba hangi yönde olur? Şu yönde olur: Bir çok kez tanık olundu­ ğu gibi, halktan insanlar prog­ ramın daha yarısında salonu birer ikişer terkeder, ya da ka­ lanlar programın bitmesini iple çekerler... Böylece etkinlik slogana kurban edilmiş, alınan alkışlar ve verilen mesajlar ye­

rini "lanet olsun"a bırakmış olur... Sonuçta, böyle gece ve şölenlere ilişkin düşünülen "halkın kültürüne sıcak müda­ hale", bu kültürel-sanatsal ser­ gileme bir slogan etkinliğine dönüştüğünde ve süreç içinde böyle gecelerde kültür birikimi­ ne sanatsal etkide bulunacak halk parmakla sayılacak kadar seyrekleştiğinde, halkla buluş­ ma olarak adlandırılan şey yeri­ ni" devrimcilerin birbirleriyle buluşmasına terk eder... Bu terkediş, emekçi insan kültürüne derin bir soluk, egemen kültü­ rüne okkalı bir tokat olması ge­ reken böylesi emek ve çaba ürünü sanatsal etkinlikleri, amaçlanan şeyin kendisiyle bir­ likte erozyona uğratmaktadır... Posta kuşunu bir koşumluk mesafe için sık sık ve olur ol­ maz kullanmanın, tüketmenin, yormanın adı, onun işlevini ba­ site ve etkisize indirgemek de­ ğilse eğer, nedir?..

T A V I R

9


KİTAP kaybedecek birşeyi olmayan acıdan korkmaz aç ve yorgun girip bir akşama sabaha kanayan bir yara gibi çıkan uzayan ağrılara sıkar yumruğunu burada söz susar kudurur zulüm vur emridir artık artık buyruksuz konuşur namlular gece uzun ve kasvetli gece bir katliam gibi örter sessizliği Üst üste ölüler ve ortak bir çukur ve ortak bir nara gibi durur havada yumruklar artık kan için kuduram ölüm paklar karşı karşıyadır artık ölüm ve yaşam ne seçmesi zordur artık zalim ve mazlumu ne de tarihsizdir gebe bir bedende yaşanan ASIM GÖNEN

10T A V I R


GÖLETTEKI MANDA Suzan Samancı DALGALI

Xwinxwar û Merkuj nezan û zorker Birçi hiştin tev gundi û rençber CIGERXWİN Kan emici ve katiller,cahil ve zorbalar Köylü ve rençberleri hep aç bıraktılar. CIGERXWİN n beş haneli köy, ak­ şam telaşını yaşar­ ken, tepedeki haniyse görkemli denilebile­ cek evin genişçe bah­ çesinde, kalın enseli ağalar, beyler kuzu çeviriyor, boğma ra­ kılarla kadeh tokuş­ turup İstanbul kadın­ larını konuşurlarken, hizmetkârlara, köy delikanlılarına davul zurna eşliğinde sinsini oynatı­ yorlar... Meyro ocak başında tahta kepçeyle ayran çorbasını karış­ tırırken, yağın şekerin bittiğini düşünüyordu. Dört eve borcu varken, başka bir kapıyı çalamazdı ki. Rindelerin mandası gibi iki tane olsaydı, kova kova sütünü yağ peynir yapıp satar,

Ö

evin masrafını çıkarırdı. Rınde'nin kocası Eşo açlıktan ölü­ yordu; donunu bile satsa yine alamazdı o mandaları. Çeşme başında kadınların dediğine göre, gizlice hükümete çalışı­ yormuş (!) Rınde'nin giydiği tafta elbiseleri, ayağındaki be­ yaz tokyoyu düşündü: simsi­ yah yarık topuklarına hiç de yakışmamıştı; yürürken ne gü­ zel ses çıkarıyordu, çıt çıt çut... Ellerinde tandır ekmeğiyle analannm kulağı dibinde ço­ cukların "mehir mehir" sesle­ riyle düşüncelerinden sıyrıldı; bakır taslara mehir bırakırken, davul zurna, ard arda patlayan silah sesleri köye egemendi. Mehiri ocaktan indirdi. Ateş önünde bunalmıştı, tülbentiyle terini silerek avluya çıktı. Yaz sonu bulutlarına bakarken, kor­ kuyla ürperdi: hiç erimeyen karları, hep bulamaç yedikleri akşamlan, damlayan tavanlan düşündü, boğazı düğümlendi. Sokuda ıslattığı ekmekleri alıp ağlama isteğini bastırırcasına "tu tu tu" derken, çevresi bir anda tavuklarla doldu; yabancı tavuklar ekmeklere hücum ederken, cılız tavuklarına ba­ kıp: "köylünün ağaya beslediği tavuklar domuz gibi!" diye du­ dak büktü. Onlan kışkışlamak istedi, vazgeçti. Boğuk nara, silah seslerini algılarken, "ey kurban olduğum Ya Rab bunca toprağı neden Hasan Ağa'ya verirsin? Biz de senin kulun değil miyiz Rahmetli anam biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar derdi. Biz de kıyamet koparacak hal mi kaldı? Şu gö­

zü kör olasıca yokluk yedi bi­ tirdi bizi" diye düşünürken, "kış gelecek, kış gelecek" iniltisiyle avluda gidip geliyordu. Ağanın şenliğinden dönen ko­ cası, eve gelişini haber vermek istercesine öksürüp duvar dibi­ ne tükürdü. Meyro, Seydo'nun osuruk ağacı dediği aylandızın dibine oturdu. Seydo, ikram edilip cebinde biriktirdiği kıçı pamuklu cıgaralardan alıp, ka­ ­­­ının yanında fiyakayla yaktı. Başını ellerinin arasına alan Meyro'ya yan gözle bakarken, "Bu elektrik canavan köye ge­ leli kanlann derdi çekilmez ol­ du. Tarlada çalışırken yorgun argın geldiğimizde idare lâm­ bamızla..." Meyro kocasının baktığım aynmsadı, dudağına küçümseyici bir gülüş yayıldı: "burnu yanmaz herif! Ağaya köçeklik yanaşmalık edeceğine var git yaban ellere çalış, öl geber! Bıktım bu yokluğundan. Köye elektrik geleli kaç yıl ol­ du? Hâlâ ev ev dolaşıyo sıpala­ rın. Eğri büğrü kanlar, takır ta­ kır buz yerken, ben hâlâ testi­ den su içiyorum." Yırtık tuma­ nını göstererek "namusun on paralık olacak ey hırpo herif!" Seydo cigaranın filitresiyle oy­ nayarak: "çok fazla konuşuyor­ sun Meyro! Kadın aklınla ne bilirsin(!) Elalemin memleke­ tinde bize iş var mı? Aha gi­ denler boş dönüyorlar, biribirlerinin ağızlanna tükürmüşler sanki... Verilecek işimiz yok diyorlarmış." Meyro hırsla göğsünü yumruklayarak, "akıl­ sız! Senin o deli kardaşlarındır ki daha şeyi ile hıyarı birbi-

T A V I R 1 1


rinden ayıramazlar. Sana civ­ civ makinası gibi senede bir ta­ ne doğurayım, açlığını rezilli­ ğini çekeyim... Ulan benim ak­ lım senin gibi on kişiyi suya götürüp susuz getirir." Seydo bilinçsizce yerden büyükçe bir taş alıp Meyro'ya fırlattı. "Ulan yezidin kızı kaderin kısmetin bu! Bi lokma ekmek bile bula­ mayanlar var." Dağınık saçları, yırtık göğsüyle tandıra koşup küreği kaptı Meyro. "Ulan hırpo! Leşimi yere sermiyene dek senden vazgeçmem. Yokluk, açlık bitek Meyro'nun kaderi mi? Rindo, Gülnaz kahpesi fıs fıs kokular sürünüp, televizyon elbiseleriyle nasıl forta atıyor­ lar, söyle! O moruk kocaları kadar da mı olamadın! Gözüm görmesin seni hınzıroğlu hın­ zır! Çocuklarımla ayran çorba­ sı yiye yiye şiştik..." Seydo elindeki taşla karısına bakakaldı, boğazı düğümlendi, rüzgâr gibi avluyu terk etti. Köyün toprak yoluna doğru yürürken, "Meyro haklı mı; Diyarbakır'da çalışıp eli kolu dolu dönmeli­ yim" diye düşünüyordu. Sonbahar habercisi kuşlar dönenip dururken, Seydo hâlâ yürüyordu. Ağustos böcekleri son demini yaşıyor, anızların arasında yaşlı kaplumbağaların hışırtısı gecenin sessizliğine karışıyordu. Seydo cebinden kıçı pamuklu bir cigara daha çıkardı; yolun kenarına otura­ rak cigarasını yakü. Ayışığı ça­ kılların, az ilerdeki küçük göletin üzerinde parlıyordu. Seydo, tekerlek gibi aya bakıp oraya giden insanları düşünürken, araba sesiyle irkildi. Heyecanla ayağa kalktı. Gelen bir jipti. Keskin bir viraj alıp duran jipten, iri yarı silahlı adamlar in­ di. Seydo olduğu yerde mıhlan­ mış hiç bir şey düşünmüyordu. Sakallı bir adam "ellerini yuka­ rı kaldırıp yaklaş!" dedi. Cigarasını ayağıyla ezip, ne olduğuna bir anlam veremeden onlara yaklaştı Seydo. Adamlar ellerinde kutu biralar, hırıltılı boğuk küfürler ederken, sakal­ lısı avcunda ezdiği teneke ku­ tuyu bir tekmeyle savurdu; sa­ kalından damlayan ıslaklığı ko­

12 T A V I R

luyla sildi, ağlamayı andıran delice gülüşü karanlıkta büyü­ dü. Şaşkın, ürkekçe bakan Seydo'nun ceplerini karıştırarak, "nereye aslanım, bu gece vakti dağdaki keklikleri görmeye mi gidiyorsun?" Seydo kekeleye­ rek, "yok komutanım! Hiç ge­ ce vakti keklik olur mu?" Alnı çökük pos bıyıklı adam kıçını kaşıyıp onlara yaklaştı. Söz­ cükler dişlerine çarparak; "Bak kıro! Bu vatanı biz kanımızla suladık, aklınızı kullanın birlik olalım. Siz de rahat edin biz de edelim." Seydo: "birlikten kuv­ vet doğar" dedi safça... Adam silahını iki el ateşledi; ses ova­ da yankılandı. Mermiler cuv cuv diye gölete düşerken, kurbağalar bağrı­ şıp kaçıştı. Alnı çökük adam: "akıllı adamsın sen! Peki nere­ ye böyle?" Seydo: "hiç komu­ tanım Diyarbekir'e çalışmaya gidiyorum..." Adam: "ne var kıro Diyarbekir'de gel bize ça­ lış al maaşını"Seydo'nun se­ vinçten yüzü ışıdı. "Evet ko­ mutanım" diye kekeledi. Sey­ do içki ter kokan jipe gururlu bir ürküntüyle binerken, jipte oturan dazlak kafalı ve göz ak­ ları çok, iri dudaklı adamlar homurdanıp sırıtarak Seydo'ya yer açtılar. Jip çakıllı yolları tozutarak giderken, Seydo te­ dirgindi. Ara sıra ufacık pence­ reden tanıdık dağlara tepelere bakıyordu. Bayat ter, postal kokan jipte hiç konuşmadan, kırılan silahlar, sürülen şarjör­ lerle o ünlü karakolun önünde durunca korkuyla titredi. Daz­ lak kafalı adam, "titreme yiği­ dim para kazanacaksın." Seydo ufak bir salonda saatlerce bek­ ledi. Sabaha karşı ona pamuklu cigara, kutuda balık ikram ettiler.Seydo ilk kez böyle bir ba­ lık yiyiyordu;askerde bile böy­ le bir şey görmemişti.Kutuyu eline alıp,uzun bir çaba sonu­ cu: "Dardanel Ton"yazısını okuyabildi.Kendi kendine bu ismi bir kaç kez yinelerken,gözakları çok esmer adam,hafif bir ıslıkla Seydo'ya "gel"işareti yaptı. Seydo elleri­ ni şalvarına sürüp adamın ar­ kasından yürüdü. Masada otu­

ran mavi gözlü sert bakışlı adam, ağzındaki püroyu çiğne­ yerek, "Bu mu?" diye mırıl­ dandı. Seydo kasketini avcun­ da buruşturarak, kabartma ha­ rita üzerinde ışıklı simgelere, kesik kesik yükselen telsiz ses­ lerine tuhafça bakıyordu. Mavi gözlü adam, gözlerini kısarak Seydo'yu süzdü. Otur diye işa­ ret etti. Epey konuştuktan son­ ra; "bak Seydo devlet ihaneti kabul etmez, dürüst çalışırsan karnın tok, sırtın pek olur. Sa­ na yakında bir silah hediye edeceğiz! Bu silahla namusunu sen koruyacaksın. Sana haber saldığımızda, gelip çevrede olan biteni anlatacaksın..." Seydo, "evet komutanım evet" diye mırıldanırken, eline ilk maaşı tutuşturulduğunda göz­ leri parladı, soluğu hemen as­ faltta aldı. Koyun cebine bırak­ tığı parasını ikide bir çıkarıp bakıyor, elini kıçının arkasında bağlayıp akıp giden arabalara güvenle el kaldırıyordu. Diyarbekir'in geniş caddelerini epey­ dir görmemişti. Ulu Cami'inin önündeki şerbetçi her zamanki yerindeydi; altın dişlerinin pı­ rıltısı kavruk çenesine vuruyor­ du. Seydo üç tas şerbetini içip boğazında halkalanan buruk tatlılığın keyfiyle berbere yö­ neldi. Dükkânın camına sabunlu fırça darbeleriyle "Sıtkı Usta" yazılmıştı. Lekeli ayna, tozlu plastik güllerle kaplıydı; camlı keçe sehpanın altında sararmış fotoğrafların yanısıra, cennet ve cehennemi sembolize eden resme mollaların, paşaların kelleleri eşlik ediyordu. Usta makası şaklatırken, saçı başı darma dağınık Seydo'ya kü­ çümseyerek bakıyor, seri hare­ ketlerle Seydo'yu traş ederken, sinirden dudakları öne doğru büzülüp, sol gözü seğiriyor,aynadan ezikçe yutkunan Seydo'ya göz atarken, "bu köy­ lüler, bu Kürt küveler, Diyar­ bekir'e doluşup rahatımızı ka­ çırdılar. İnönü Paşa zamanında tek kelime Kürtçe konuşabili­ yorlar mıydı... O güzel günler bitti artık. Herkes kedi eti yer­ ken, babam, sığır koyun eti la-


şırdı eve... " Seydo'nun usta alabulus kesiyorsun değil mi?" sözleriyle düşüncelerinden sıy­ rıldı. Bilerek Seydo'yu kötü traş edişini cık cık yaparak ka­ patmaya çalıştı. Seydo aynada­ ki görüntüsüne bakıp, derin bir soluk aldı; sözler boğazında düğümlendi, fazla para isteyen ustaya, itiraz edemeyişine için­ den küfürler ederek rahatladı. Eylül'ün cömert güneşinde koşuşturan insanların arasına karıştı Seydo. Vitrinlerdeki mankenlere, mini etekli, dar pantolonlu kızlara aval aval ba­ karken, Meyro'yu anımsadı. "Yokluk diye canımı yedi. Bu sefer görsün erkeği (!) Etrafım­ da nasıl dolanacak, omuzlarımı sırtımı ovacak" Seydo ispeyibaşına sonra, Melik Ahmet'e uğradı. Meyro'ya tafta elbise, tokyo, çocuklarına renk renk lastik ayakkabılar, pusular, giy­ siler aldıktan sonra eve çay şe­ ker yağ almayı da unutmadı. Seydo köy dolmuşuyla eve ulaşana dek ayak ayak üstüne atıp, Amerikan cigarası tüttü­ rüp tek kelime konuşmadı. Babalarını gören çocuklar, ellerini ağızlarına siper yapıp gülüşerek, tandırda ekmek pişi­ ren annelerine doğru koştular. Meyro pişen son ekmeğini tan­ dırdan alırken, çocukların ses­ leriyle allak bullaktı. Sedirde oturan kocasına gözattı: damat­ lık bir takım giymiş tespih çe­ kiyordu. Kocasını bu halde gö­ rünce kıskançlıkla titredi. Hırs­ la ekmek sepetini kilere bırakıp yıldırım hızıyla odaya geçti, eli belinde kocasının önüne diki­ lip, "hele şehirli damata bakın hele! kimin malını talan ettin, nerden buldun bu hazineyi!" Seydo'nun yüzüne anlamsız bir gülümseme yayıldı. "Devletin bekçisiyim, her ay maaş vere­ cekler... Artık bulamaç, ayran çorbası yemek yok! İki de manda hatta üç tane alırız; sat babam yağı peyniri" Meyro, "neye bekçilik edeceksin, kim bu düşman!.." Seydo, Meyro'nun başka şeyler söylemesi­ ni önlemek için, "bak çocuklar eşyalar için biribirlerini yedi­ ler, git de paylaştır." Meyro ço­

cukların sesleri arasında kay­ bolurken, Seydo tespih çekip, karakoldaki balığı, Ulu Cami­ nin önündeki şerbeti düşünü­ yordu. Meyro, bir kaç gün sonra tafta elbisesini giyip, tokyolarıyla çeşmeye gitmeyi bıraktı. Rınde'yle konuşmayan kadın­ lar, onunla da konuşmuyorlar­ dı. En yakın komşuları tandır ateşi almaya bile gelmiyorlar­ dı. Evde zeytin, turşu, helva vardı; ama Meyro'nun hiç key­

fi yoktu. Seydo'da günlerini ya Eşo'nun yanında ya da pencere­ nin önündeki sedirde oturup si­ lahını yağlıyor, haftada bir de karakola gidip geliyordu. Kö­ yün tavuğu, ineği bile Sey­ do'ların kapısının önünden geç­ miyordu. Seydo, güzün evin damına beton döktürdüğü için, tavanı hiç damlamadı. Kış boyu tahin yiyip televizyon seyrederken, Meyro'da elektrikli sobanın önünde ısınıp hep ağladı; çün-

T A V I R 13


kü hiç bir akrabası ziyaretleri­ ne gelmiyordu. Seydo ile Mey­ ro da konuşmaz, hatta kavga bile etmez olmuşlardı. Karların erimesiyle sarkıtların kayalıklardan gürültüyle kopmasından sonra, dereler ne­ hirler kabarıp taştı. Ova bem­ beyaz papatyalara boğuldu. Seydo bir ara yokoluverdi; son­ ra önünde iki besili mandayla geldi. Nazar duası okutup man­ daların alnına koca nazar bon­ cukları astı; sütünü yağ peynir yapıp sattı. O parayla Cumhu­ riyet altınlan alıp başka köy korucularına faize verdi... Ilık bir bahar günüydü. Akçayel iğde, nergis kokuları ge­ tiriyordu. Manda alındığından beri Meyro'nun işi hiç bitmi­ yor, yorgunluktan sırtı bacakla­ rı tutuluyor, Seydo'ya, "yorul­ dum" diyemiyordu; birazcık yakındığında Seydo gürlüyordu. "Yokluk diye başımın etini yiyip küreklerle saldırıyordun, şimdi bir elin yağda bir elin balda, kes sesini" diyordu. Meyro her zamanki gibi sütle­ rini mayaladı, bulaşıkları yıka­ yıp ortalığı topladı. Çocuklar televizyonu açık bırakıp uyu­ muşlardı. Seydo da kucağında silahı sedirin üstünde ağzı açık uyuya kalmıştı. Meyro ibriği alıp avluya çıktı, tandırın dibi­ ne çömelirken, köpeğin değişik havlamasına bir anlam vereme­ di. Bir iki fısıltı duyar gibi ol­ du, kulak kabarttı: "malâ cahş eve" sözcüklerini duydu. Heye­ canla tumanını çekerken ayağı ibriğe takıldı; dökülen suyun sesinden ürküp, duvar dibine sinerken, koca bir ışık huzmesi duvarları yaladı. Sonra avluya bir şey fırlattılar. Meyro korku­ dan hızlı hızlı solurken, ayak sesleri uzaklaşıyordu. Meyro fırlatılan şeyi hemen aldı, evir­ di çevirdi içeriye koştu, heye­ candan yerde yatan çocukları­ na basarak Seydo'yu uyandırdı. Seydo uyanır uyanmaz silaha sarıldı. Meyro, boğuk boğuk olanları anlattı. Seydo şarjöre sarılı kağıdı özenle açıp bir kaç kez okudu: "koruculuğu bırak­ mamı istiyorlar."Meyro'nun vücudu gevşedi gözleri parladı, 14 T A V I R

başını kocasının göğsüne daya­ yıp, "yokluk zor da olsa çeki­ lir, bu korku, bu köyün içinde haram kemik olmak ne zormuş!" Seydo silahı alıp avluya çık­ tı. Cigarâ üstüne cigara içer­ ken, Meyro ilk kez rahat bir şe­ kilde uyuyordu. Sabah Rınde'nin çığlıkları ayyuka çıkarken, Seydo ile Meyro rüzgâr gibi oraya vardıklannda, Rinde yerde yatan kocasının başucunda dövünü­ yordu. Damda çevreyi dürbün­ le gözetleyen Eşo'nun ayağı kayıp, başı avludaki tulumbaya çarpmış. Rinde kocasının başı­ nı dizine koymuş haykırıyordu. Eşo tekrar bir iki kez öğür­ dü, baygın gözleriyle Seydo'ya bakıp ürperdi. Seydo, Eşo'nun yüzündeki, boynundaki kana konan sinekleri kovarken, ken­ dinden iğrendi. Şimdi kimin kapısına gidip yardım isteye­ cekti, "hadi hoca mecburi yı­ kar" diye mırıldanırken, mezan nasıl kazdıracağını düşünü­ yordu. Seydo karakola haber verdi. O köyden o köye koşturdu. Korucular gelip mezar kazdı­ lar. Hiç bir Allahın kulu gelip yardım etmedi. Rınde'nin yanı­ na uğrayıp fatiha bile okuma­ dılar. Rinde eli yüzünde kapının önüne oturup ağıt yakıp ağlar­ ken, Meyro bir kaç kez pişirdi­ ği tırşıktan gizlice gönderdi. Eşo'nun ölümünden sonra Sey­ do yemekten içmekten kesildi. Sabahtan akşama dek silahla oynayıp cigara içiyordu. Bir öğlen sonrası silah sesleri du­ yuldu. Güneşten yanmış kara ıslak bedenleri, bembeyaz diş­ leriyle sıntıp, "Seydo, Seydo mandalarını bataklı gölde vur­ dular" derken gülümsemelerini gizlemeye çalışıyorlardı. Seydo'nun dizlerinin bağı çözüldü, olduğu yere yığıldı; düşe kalka gölete vardığında iki mandası­ nın alınlarının tam ortasından üçer kurşun yediğini gördü; dilleri sarkan mandaların çev­ resi kıpkızıl kana boyanmıştı. Seydo mandaların boynuna asılı pusulayı okudu, boğazı

kurudu, güçlükle yürürken başı dönüyordu. Meyro, titreyen Seydo'nun üzerine bir örtü daha attı. Sey­ do ateşler içinde kıvranıp, "gi­ dip bırakacağım, bırakacağım" diye sayıklıyordu. Meyro iki gün Seydo'nun başında bekle­ di, üçüncü gün ilk kez gülüm­ seyerek Meyro'ya baktı, yaptı­ ğı keşkekten yedi, eskiden ol­ duğu gibi küçük demliğinde iki bardak çay demleyip içti. Köyü terketmeden ev ev dola­ şıp koruculuğu bırakmaya gi­ deceğini söyledi, köy halkınca tepeye dek uğurlandı. Seydo karakolda epey güç­ lük çekti. İçki ter kokulu adamlar, üstüne saldırırken, "veda dayağı yiyip öyle defol" diyorlardı. Seydo iki gece ora­ da hep inledi... Sonra yoldan geçen bir traktörle baldızının köyüne vücudu çürükler içinde giderken, dünyaya yeniden gelmişçesine sevinç, gurur tit­ reşimleriyle sarsılıyordu. Bal­ dızının evinde geç saatlere dek gelen ziyaretçilerle sohbet ederken, savaşlar kıtlıklar gö­ ren yaşlıca bir adam, tabaka­ sından Seydo'ya tütün sarıp, "karada can çekişen bir balık­ tın, şimdi denizinde mutlu ol­ maya bak. Sen yeniden doğ­ dun!" diyordu. Seydo köyden aynlırken, "Diyarbekir'e çalış­ maya gidiyorum, Meyro'ya ha­ berlerimi gönderin" dedi. Otobüsün sarsılışıyla sızla­ yan vücuduna karşın, yüreğin­ de bir sevda büyüyordu. Yol boyu sürüleriyle zozana giden göçerlere bakarken arka kol­ tuklardan yanık net bir türkü şöyle diyordu: dılo ez bımrım dılo kurban lı ve dınyaye tırbamın çekin dılo hayran lı mılke bawe... "Canım ben öleyim Canım kurban Bu dünyada Türbemi yapın Canım hayran Baba diyarında.."


N

Çıkacak oysa karşına hergün, neler sağmışsak asıl da düştün korku girdaplarına; türkülerle, marşlarla yürürken acılarla gökkuşağından.. gazeteler, dergiler, bildiriler, cesaretin ıslığı gibi soluk alışları emekçilerin. yoğrulmuş kalabalık. "Rahatım şükür" diyebilir mi ıssızlaşan. Akıyorduk menzile, rüzgarlar "Kaybolmayacağım" diyebilir mi "kör kuyularda" koynundaydı bayraklarımız. yılgınlığın sularında yitip giden. Cenderelere Turnalar, turnalar serpiyorduk oy, sıkışan kurtulur mu işkence korkusundan? kanayan yaralardan. Soluğumuzu koşturan satırları hatırla; nasıl İçerek yenilmezlik duygusunu. "Verebilsek" diyorduk, "Ömrümüzü, harmanlardık güneşi, dizmek için ak sayfalara. Payın olmasa da coşkusunda sabırla, özveriyle zulmün biçtiği ayrılıklara. Boyun eğmeyeceğiz, kazanacağımız bütün bir olgunlaşıyor anacan beslediğimiz kavga. Yaratıcı heyecanı hatırla. Sevince doyuracaktık gelecekse.' evreni, insanlarla, Tutsakken bile, zaferin kuşlarla, böceklerle. koynundaymış gibi Bitecekti yokluk. endişesiz yaslanıyorduk Sırtlamıştık ya bereketli ıslak taşlara. sofraları yaymak için Işıksız mıydı peki, uçsuz bucaksız ellere. erişilmez miydi ovalar. Avucumuzda iç Issız boğazlarda pu çekişleri yoksul sular atıyorken düşman, HAZALTUNÇ çocukların; sarmıştık umut içinde uzanıyorduk sıcacık, üşüyenleri. yaralı topraklara; iç Örmek için tuğlasını evsizlerin, çatmak için çekmeden, yurdum... dağların heybetinden çatışım aç bilaç aşa koşar gibi işe koşanlarımızı nazından oy. hatırla. Küllenen ateşlerin bağrında kıvılcımlar da saklı Nehirler durulmaz derdik. Ama önce yüreğin kalır. duruldu. Koru kendim yalnızlıktan. Doğruldun birden bağdaş kurduğumuz Kaybettiklerini hatırla, yiten bütün bir dünya. sofralardan, cılız aşklara doğru. Gelecek senin de ellerindeydi oysa. Tanıdık değil artık kendine, sesin bile.

GELECEK SENİN DE ELLERİNDEYDİ OYSA

T A V I R 15


HALK İÇİN TÜRKÜ VlCTOR JARA

BİLDİRİ Türkü söyleme aşkımdan ya da sesimi dinletmek için değil bunca türkü söylemem, benim namuslu gitarımın sesi dünyanın yüreğinden çıkar, kutsal su gibi şefkatli bir güvercin gibi uçar... Benim gitarım, okşar öleni ve yiğidi Violetta Parra'nın dediği gibi. O, pırıl pırıl ve bahar kokan bir işçidir! O, cellatların, paranın ve ege­ menliğin değil yepyeni yarınlar için çarpışan halkımın gitarıdır... Çünkü her türkü kendi yürek atışları gücünce an­ lamlıdır: ve o türkü ancak ölürken de erkekçe türkü söyle­ yenindir! Ben, pohponlanmak ya da turistler içlensindiye değil bir uzun şerit gibi olan ülkem için söylüyorum, daracık ama sonsuza dek derin...

16 T A V I R

T

ürkülerin kaynağı in­ sandır. İnsanın duy­ gularını anlatabildi­ ği, iletişim kurması­ na yarayan bir uğraş­ tır türküler. İnsandır türkülerin özünü oluşturan ve insanın benliğiyle ve yaşadı­ ğı çevreyle direkt bir ilişki kurar türküler, ilkel insanların kendilerini müzikle ifade etme­ lerinin kökeninde sihir ve din­ sel mistisizm yatar. Müzik bir ihtiyaçtır, sadece dinlenme ara­ cı da değildir; sorunlarının çö­ zümünde yardımcı olur insan­ lara. İnsanlar hasadını kaldırır­ ken, yeniden güç toplamak için dinlenirken, büyük bir av için yakarırken, yağmur isterken, fırtınalardan korunmaya çalı­ şırken vb. türküler söylemiştir. Varoluşundan beri türkü söyle­ mekten geri durmayan insanlar bugün de halkların müziksel et­ kinliklerinin kanıtladığı gibi kendilerini ezen düşmana karşı güç oluşturmak için türküler söylemeyi sürdürüyor.

leleri anlatan bu türküler halk­ ların dilinde bir silah. Onun için Latin Amerika devrimleri­ nin öncü yıldızı Küba'yı anlatı­ yorlar, onun için insan onuru adına dağlardaki savaşçıyı an­ latıyorlar. Milyonlarca ses Yankee emperyalistleri tarafın­ dan Bolivya çalılıklarında kat­ ledilen komutan Ernesto Che Guevara'nın türküsünü yüksel­ tiyor. Yeni türküler kanla, göz­ yaşıyla sulayarak elde ettikleri ürününü ağaların gaspettiği yoksul köylüleri anlatır; onlar fabrikalarda patronun boyun­ duruğu altında her geçen gün biraz daha ezilen işçileri anla­ tır. Türküler zulmün hüküm sür­ düğü toplumlarda insanların sı­ ğınağı olan sevgiyi anlatır. Gerçekliktir türküler; insanlar için bir gereksinimdir. Sansü­ rü, engelleri aşarlar, dünya gençliğinin ortak dili olurlar. Latin Amerika fırtınalı bir dönemi yaşıyor; kurtuluşu için savaşıyor. Kendi kültürel ben­ liğini pekiştirme mücadelesi veren halk, müziğini de oluştu­ racaktır. Resmi kaynaklarca desteklenen folklorik öğeler toplumsal özellikler taşıma­ makladır. İlerici müzisyenler tarafından bestelenen, söyle­ nen toplumun geleneklerinde ifadesini bulan türküler halkla­ rın folklorü olarak dile gelebi­ lir. Yaşamımızı, tarihimizi, mü­ cadelemizi özümleyerek kendi­ mize soruyoruz: Bizim için La­ tin Amerika neyi ifade ediyor, Şili neyi ifade ediyor, Arjantin, Meksika, Küba ve devrimi ne­ leri ifade ediyor. Artık kendi­ mizi tanımaya başladık. Ve biz; kendi müziğimizin varlığı­ nı kavramaya, kuzeyde ve gü­ neyde dinlenen müziğin de ya­ bancısı olduğumuzu anlamaya başladık. Bir bilinçlenme süre­ ci yaşıyoruz ve bu da türküleri­ mize yansıyor. Türküler de, iletişimimizde, benliğimizi bulmakta birer kuvvetli araç ve kültürümüzü pekiştirici birer unsur oluyorlar.

Inka'lar hayvanlarını müzikle yayardı ıssız Ant tepelerine, Venezuela ovasında türkü söy­ leyerek mısır toplardı kızılderililer. Şili'de Araucan'lar halkı toplayarak toprağın verimli ol­ masını sağlamak için dini şen­ likler yaparlardı. Türküleri ça­ lışma ritmleriyle, vücut ve el hareketleriyle uyum içindeydi. Bugün toplumsal içerikli tür­ küler yeniden yaygınlaşıyor. Sömürgeleştirilen halklar kendi müziklerini sahiplenerek za­ limlere karşı mücadele ediyor­ lar. Bu aynı zamanda kendi kültürlerine yabancılaştırılmalarına karşı geliştirdikleri bir savunma biçimidir. Yeni türkü­ ler ülkelerden, halklardan, in­ sanların yaşamlarından çalı­ nanların geri alınması gerektiğini anlatıyor. Bağımsızlık ve Mesela, bir müzisyen gitarını özgürlük için verilen mücade­ alır, sahneye çıkar ve devrim-


den yana, haksızlığa ve yoksul­ luğa karşı güzel şeyler söyler. Bu müzisyen sahneden indik­ ten sonra, yaşamını türkülerin­ den çok uzak ve farklı bir şekil­ de sürdürebilir. Ancak devrimci ozanların yaşamı söyledikle­ ri türkülerden farklılaşmamalıdır. Bir sanatçı ancak toplumun tarihini oluştu­ ran yüzlerden biri olduğunu kavramaya başladıktan sonra devrimcileşir. Burjuvazi bizi uzun dönem özel yaratıklar ol­ duğumuz doğrultusunda kan­ dırmış, duyarlılığımızın top­ lumsal sorunların yanıbaşında, şan, şöhret ve para içinde yaşa­ mamıza elverişli olduğuna inandırmıştır... Ayrıca, bir şah­ sın sanatçı olduğuna kim karar verir? Ben tarihteki büyük şah­ siyetlerin, Michelangelo, Picasso, Violeta Parra, Neruda ya da Atahualpa'nın "ben sanatçıyım" dediğine inanmıyorum. Halk onlara bu sıfatı vermiştir. Halk ve tarih. Çünkü tarih; onların yapıtlarının ruhunda bir iz bıra­ kıp bırakmadığını belirleyen­ dir.

ÖZGÜR TÜRKÜ Bir küçük güvercindir benim sözcüklerim, sığınacak yuva arayan taşan, kanatlanan uçan, uçan, uçan... Özgürdür benim türküm elini uzatan herkese vermek ister kendini, içini döken herkese... Bir zincirdir benim türküm başlamadan, bitmeden ve her halkası bir başka halk türküsü.. Haydi türküler yakalım birlikte tüm insanlarına yeryüzünün diyelim ki türkü bir güvercindir süzülen, ulaşan,taşan kanatlanan uçan, uçan, uçan... VİCTOR JARA

TAVIR


KAYIP Ali BALKIZ

18 T A V I R

iz tatildeyken, maymuncukla açar kapınızı, evin altını üstüne getirir hır­ sız; ne bulursa gö­ türür. Evin darma­ dağınık oluşuna mı, çeyiz sandığı­ nın tersyüz edilmiş olmasına mı, halı­ nın üstündeki ayak izlerine mi yanarsı­ nız, yoksa çalınan eşyalarını­ za mı? Evi toplarsımz, halıyı silersiniz, kayıplarınızı belir­ lersiniz... Paraya vurursunuz, şu kadar değerde eşyam ça­ lındı dersiniz. Belki karakola da başvurursunuz. Ama so­

nuçta kabullenirsiniz. Kayıp­ larınızı yeniden satınalır, ye­ rine korsunuz. Ama birşeyi asla kabullenemezsiniz. Hır­ sız kimdir, bu işi nasıl yap­ mıştır, o her birinde bir anı­ nız olan, sizin için özel olan, kıymeüi eşyalarınız nerede­ dir, kimlerdedir? İçinizi ke­ mirir durur bu sorular. Unuta­ maz, hazmedemezsiniz... Otobüste giderken, ya da yolda yürürken, işinin ustası bir yankesici, çantanızın için­ den cüzdanınızı uçuruverir. Çarpıldığımzı anladığımz an; çarpılırsınız. İstediğiniz ka­ dar telaşa kapılın, çırpının,


sonuçta "cüzdanımın içinde neler vardı" sorusunun yanıtı­ nı bulmaya çalışmaktan başka yapacak birşeyiniz yok o an. Nüfus cüzdanı, ehliyet, kim­ lik kartı, adres defteri, para, otobüs bileti, fotoğraf, anne­ nizin size hediye ettiği "ma­ nevi değeri çok yüksek" dedi­ ğiniz nazarlık... Acaba başka neler vardı?.. Tanrım, anımsayamadığım başka neler var­ dı acaba çantamda?.. Bu soru içinizi yer durur. Paradan vazgeçersiniz, kimliklerinizi yeniden çıkartırsınız, içi bo­ şaltılmış da olsa boş cüzdanı­ nızın birgün postadan çıka­ gelmesini umut eder durursu­ nuz, ama en çok annenizin nazarlığı içinize dert olur. Sa­ nırsınız ki annenizi kaybetti­ niz, öyle içiniz sızlar... Ah, bir söyleyebilseniz annenize, göze alabilseniz; "ah yavrum biricik hediyeme sahip çıkamadın mı?" sitemini... Hem; çantamda acaba başka neler vardı sorusu, hem de; anne­ nizden gelecek olan bu sitem korkusu ömür boyu peşinizi bırakmaz. Partilerden biri gelir iktida­ ra birgün, sizi masanızdan, sümen takımınızdan, sekrete­ rinizden, kartvizitinizden alıp sıradan bir göreve veriverir. Partiniz iktidarı, siz de işinizi kaybetmişinizdir. Karşı parti­ ye kızarsınız, kendi partinize kızarsınız..,. En çok da seç­ menlere... Ömrünüzün geriye kalan kısmı iki şey'le geçer; biri kızmak, öbürü de kaybet­ tiklerinize yeniden kavuşmak için uğraş vermek... Bizim köyde, Bakırtepe'nin eteklerinde, yazının orta ye­ rinde, (hiç de olmayacak bir yerde) Toptaş denilen bir yer var. 30-40 kadar, koyunkuzu-inek büyüklüğünde, her yanı yeşil yosunlarla kaplı, yuvarlak kayalardan oluşmuş bir grup taş, birarada, yıllar­ dan beri, öylece duruyor. De­

dem derdi ki: Bunlar eskiden bizim köyün malıdavarıymış... Bir gün içlerin­ den bir kuzuyu kurt kapmış. Almış götürmüş... Karşı tepe­ yi aşmış, kaybolmuş... Sürü ve çobanı o denli üzülmüş ki, şu ötekilere göre biraz kenar­ da duran, aha şu yandan ba­ kınca da biraz insana benze­ yen çoban ve sürü bu kayba dayanamamış, demişler ki; kurdun kaptığı çitlenbik kuzu gelip yeniden bize katılma­ dan, bir adım bile atmak, ha­ ram ola bize... bekleyek du­ rak burda... O kadar çok bek­ lemişler ki... Beklemekten taş olana dek... Hâlâ bekliyorlar, içlerindeki umudu hiç yitirmemişler. Kurda kaptırdıkları kuzu, Bir gün mutlaka döne­ cek. Ancak o zaman canla­ nıp, hep birlikte yeniden yü­ rüyecekler... Umut ya... Gelin şimdi 'kayıp' üstüne çeşitlemelerde bulunalım. Kendini kaybetmek, Yolunu kaybetmek, Seçimi kaybetmek, İşini kaybetmek, Maçı kaybetmek, Şansını kaybetmek, Aşkta kaybetmek, Yarışta kaybetmek... Kaybetmenin her türlüsü çok kötü. Dağda kaybolmak, Ormanda kaybolmak, Çölde kaybolmak, Gölde kaybolmak, Ve Gözaltında kaybolmak... Başbakan Bay Demirel, içişleri Bakam Bay Sezgin, Olağan Vali Bay Kozakçıoğlu, siz hiç; çakmağınızı kay­ bettiniz mi, evinizdeki eşya­ nızı, cebinizdeki cüzdanınızı, annenizin nazarlığım, liseden sevgiliniz, kız arkadaşınızın, kurutup armağan ettiği çiçek demetini kaybettiniz mi?.. O

acıyı, boşluğu hiç içinizde hissettiniz mi?.. Peki daha acısı, daha onul­ mazı, siz hiç evladınızı kay­ bettiniz mi? (Ölüm Allanın emri ondan sözetmiyorum.) Adres kaybeder gibi, iş kay­ beder gibi, seçim kaybeder gibi, evlat kaybetmekten söz ediyorum. Siz hiç evlat kay­ bettiniz mi? Oğlunuzu, kızı­ nızı, yeğeninizi, kardeşinizi, bacınızı kaybettiniz mi? O ateşte yandınız mı? O selde boğuldunuz mu? Bir gece vakti, kapımz çalındı, evladı­ nız alındı ve bir daha haber alamadınız mı?.. Başınıza böyle bir şey geldi mi hiç?.. Polis Radyosuna gidip; falan­ ca gün, falanca saatte, kapı­ mızı çalan polislerce götürü­ len oğlumdan bir daha haber alınamamıştır, görenlerin, bi­ lenlerin, insaniyet namına, radyomuza başvurmaları önemle rica olunur diye, ilan verdiniz mi hiç?.. Ve siz hiç baba oldunuz mu? Evlat acısı tattınız mı? Işığı söndürüp, perdenin ucunu aralayarak, sokağın ucundaki köşebaşından gözü­ nüzü ayırmadığınız oldu mu hiç? O köşeden bu yana her döneni oğlunuz sandınız mı? Sabah kahvaltıda bir bardak çay da ona koydunuz mu, çay öylece bardakta soğuyup kal­ dı mı? Onu çok özlediğinizde gömleğini, fanilasını çıkartıp kokladınız mı? Kokusu git­ mesin diye yıkamaktan ka­ çındınız mı? Daha acısı, en acısı; bayram günü, konukomşu, hısım-akraba mezarlı­ ğa gidip, mezarlarınızı ziya­ ret ettiğinizde,. oğlunuzun mezarını arayıp da bulamadı­ ğınız oldu mu? Onun mezarı­ na bir tas su dökmekten bile yoksun kaldığınız oldu mu?.. İnsanlar evlatlarını bile kaybedebiliyorlar, ama bel­ leklerini; asla...

T A V I R 19


gözyaşlanmı tut ısıt avuçlarında Ölüm ucuz bir fahişe sulanır ömrümüze bu nasıl devrandır kıtlığına kıran mı girdi yiğitlerin diyarbekir içinde bu kaçıncı candır düşer bu kalleş namlu sevdamız üstüne verilmiş hüküm ise sevdan onurumdur eğilmez Her vurgun sonrası lafların beli bükülür laflar nefes nefese çatlar yalandır yalan bu kaçıncı tomurcuktur göğsümde bıçaklanır bu kaçıncı yılandır damanmdan kan alır canına yandığım sevdana boynum kıldan ince ama ben duramam yollar revan başımı alır giderim

TEDARİĞİ HAZIRLA Karacadağ bıçak canlanır taşında göçerden gayrisi ekmek alamaz bir kolu gelincik dağının omuzunda diğeri siverekin beline dolanır arka yanı zırhlı tugay kucağında diyarbekir uzanır Diclenin sol yanı üniversite suları kurdoğlunun altından akar akar da hevselin yanağını okşar bahar mevsimsiz dolanır

20T A V I R

bu bahçelerde yalansız mavidir gökyüzü mehemedi gülü nazlanmaz kar zamanı açar' Kaç zamandır zindana kesmiş bu şehir can hırsızları dolanır sokaklarında her insan ölüm kokar baş alamıyorum çıngıraklı yılanın nefesi damarlarımda damarlarım işgal altında ateşe sarsan canımı duman vermez bir hal almış beni yar

Afet can sen gül dalı ben nar dalı yaralı kırık delikanlı kınında değildir artık yüreğim sürülmüştür namluya tan kızılında bu kalleş kurşun hasret kalacak insana hiç kafan yorma canını da sıkma Tedariğini hazırla ola ki düşerim senden ayrı darı dünyada garibe düşmesin sol yanın gözlerin dalmasın kaldır başını kirve ucu ortası yok bunun boyun kırmadan yaşamak uğrunadır toz duman param parça olduğumuz Savaş EZGİ


T A V I R 21


YIKIMLAR, TALANLAR, SÜRGÜNLER EVİNDEYİZ SADIK ÇELİK öylerde ve mezralarda kontra kuşatmalara karşı sıcak namlular­ dan çığlık çığlığa fırla­ yan yangın yürekli canlar evindeyiz. Dağlar, yollar, ova­ lar karboran altında... Yüreklerimizde kar­ delen azmi, sert rüz­ garlara, karla kaplı varoşlara ka-

rışıyoruz önce. Toprak ve çamur kokan sokakları Dic­ le'ye bakan bir mahal­ ledir Fiskaya... Köy­ lerden ve ilçelerden gelen insanlar yaşıyor burada. Çoğu boyacı­ lık, sıvacılık, tablacı-, lık gibi işlerle uğraşı­ yor. Fiskaya'nın çocukla­ rı yoksulluğun acılı ve kahırlı yüzünde mahsun ve inadına güzel­ dir; Elifcan'ın sarı saç­ larında soluk soluğa dolaşan bitimsiz bir sevda rüzgarıdır Kürdistan... Çocuklar / gözlerinden öpülesi / çocuklar / çapraz fi­ şekli hasret / çocuklar / dağ yangını yarın. Ayaz devam ediyor. Kerpiç ve tuğla ba­ rınaklarda bacalar tü­ tüyor... Adımlarımız kaygan, adımlarımız kar ve balçık içinde... Yoksul çocuk yüzleriuzanıyor köşebaşlanndan. Bacalardan odun, kömür ve lastik koku­ lan iniyor yüzlerimize... Üç kadın başla-

22T A V I R

rında leğenleri savrulan dumanla­ ra kanşmış yürüyorlar yokuş aşağı.Kerpiç damda Dicle'yi seyredi­ yor çocuklar.. Ak başörtülü,şalvarlı, donuk bakışlı kadınlar geçiyor önümüzden. Tıknefes bir ihtiyar emekli maaşını almak için yokuşu tırmanıyor. Yukanlarda,"erişilmez"duvarlann ve tel örgülerin gerisinde miğferli, bere­ l i , süngü-siper timler dolaşıyor.

Göğsünde yürek taşımayanların parolasında itaat, matarasında in­ san kanı var... Onlar karanlığı künye edinmiştir, onlar kırlan, kentleri .köyleri ve mezraları ku­ şatanlar, pusular atan, katliam ya­ pan, yakıp yıkanlardır. Dicle kıyılarına iniyoruz. Dicle nehri bulanık ve suskun. Yüzyıl­ ların berrak suyu kan ve balçık akıyor. Güneş, ayazı ve kan sa­ vurmak üzere sıyrılıp geliyor dağlann ardından. Sırtımıza ka­ dar çamur topluyor adımlanınız. Dağlann eteklerinde kıvnlarak uzayıp gidiyor yaşlı nehir. Biraz­ dan sallarla ağ atan kelekçiler ge­ lecek. Sular Hasso dayının ve yoksullann uzayıp giden hasreti, bereketi. Yoksulluk çılgın ve küs­ kün akar Dicle'de. Ağıtlar, zılgıt­ lar ömre sığmaz buralarda, sevda kurşunla, kanla yaşıttır. Çocukla­ rın, genç kızların, delikanlıların uykularında gerillalar dolaşır; tut­ kuyla tutuşur yürekler dağ dağ, mermilerce. Kimileri bölüp de bir gece yarısı ya da bir şafak vakti bırakıp uykularını, düşer büyük düşlerin peşine, dağlara doğru. Şair imgelerini sıralı­ yor Dicle'ye; imgeler deklanşör sesiyle bulu­ şup Dicle'nin sularına akıyor. Bin yılın kavga­ larına, sevdalanna, tür­ külerine, zılgıtlarına ka­ rışıyor. Hançepek çekiyor adımlarımızı. Dar ara sokakları, rengarenk; cı­ vıl cıvıl insan kokan gecekondulanyla bir baş­ ka dünya Hançepek. Kendi gerçeğini yarı köylü,yarı kentli kültü­ rüyle yaşatan halk, ulu­ sal bilinci taşıyor bağ­ rında. "Kırık" (halk ara­ sında kabadayı) delikan­ lılar dolaşıyor dar, ara sokaklarında. Ayakkabılarının topuklarına basa­ rak yürüyorlar. Yanı­ mızdan geçerken yarı kuşkuyla bakıyorlar. Gazetecilere karşı tepki duyuyorlar. Vedat Aydın'm cena­ zesinde sadece polisler değil gazeteciler de gi­ rememiş mahalleye. Olaylar sırasında helke­ lerle su bırakmışlar kapı önlerine. Soluk soluğa geçenler içmişler yu-


dum yudum, yıkamışlar terli, toz­ lu yüzlerini. Labirent sokaklar adeta yutuyor insanı. "Buraları bilmeyen ve buradakileri tanıma­ yan zor çıkar Hançepek'ten" diyor şair "hele bir de yabancıysan vay haline". "Kırıklar bir şarap parası için çekerler falçatalarını". Geçmişten bugüne oldukça çö­ zülmüş bu gelenek. Ulusal müca­ dele ve kapitalize ilişkilerin farklı yerleşik değerler oluşturması, çar­ pık da olsa ulusal bilinç yaratmış. Ancak gerçek anlamda iradi bir örgütlülüğü soluyamıyor Hançepek varoşları. Bütün dünyanın varoşları gibi Hançepek varoşları da şehirlerde­ ki dayanışmanın ve kavganın atar daman olma özelliğini gösteriyor. Sıcak, capcanlı insanlarıyla kucak açıyorlar. Döne dolaşa çıkıyoruz Hançe­ pek'ten. Şair yeniden Dicle'ye doğru yürüyor. Dicle'nin kelekçilerınden Salo dayı ve oğlu Musta­ fa sal üzerinden ağ atıyorlar neh­ re. Onlara doğru ilerliyoruz. Ayaklarımız balçık sulara giriyor. Salo dayı ve oğlu Mustafa 15 yıl önce Harran Ovası'ndan kopup gelmişler Dicle'ye. "Kan davası" diyor Salo dayı. Şair onları dinler­ ken yüreğindeki bütün sözcükleri dolaşıp, buluyor imgelerini. Böy­ lece her kare fotoğraf imgelerle bütünleşiyor, şiirleşiyor bir kere daha. Hoşçakal Hançepek... Hoşçakal Dicle Ve siz, hoşçakalın bütün kelekçiler...

Yaz kış kelek üstündeyim dicle hızlı delikanlıdır aldı mı götürür adamı babamın tutmaz dizleri direnir ha direnir keleğin ipini tutan elleri salarım ağımı diclenin yanağına ağar çekilir boş babamın gözleri suskun vururum kahrımı kaçağa hayındır açlık

Seni her iki gözüme arkadaş aldım canım üstünesin başım üstüne ne desem yalan yaralı yarasını bilir kirve sular karardı gitme zamanı

Yak hele kirve tütün ince tellidir Hey loo kor zılfonun kaçağı (*) sakalı beyazlar gel hele yan gözüne kaçmasın duman yollara düşmüş başlarında külahları çocuklar tutmuş her yanı düşmeyesin dayanasın yaktım kanımda tüm gemileri geri dönersem namerdim yüreğini al gel salih kavga zamanıdır. Savaş EZGİ (*) Diyarbakır'da kaçak tütün satıcısı T A V I R 23


G

rup Yorum ve FOSEM'le birlikte yaklaşık iki aydır yurtdışı turnesindeydik. "Şimdi Halaya Durma Zamanıdır" adlı gecelere "Dünyayı, Memleketimi ve Seni Seviyorum" adlı oyunumuzdan bölümlerle katıldık. Oyunu 17 Nisan'da katledilen arkadaşımız Ayşe'yle birlikte hazırlamıştık. Devrimci mücadeleyle yoğrulmuş 3 yılımız var Ayşe'yle paylaşılmış. Bu turnede O'da bizimleydi. Ve bundan sonra da oynayacağımız her oyunda ve mücadelenin yarattığı her değerde inancı ve kararlılığıyla katkısını sunmaya devam edecek.

AYŞE'YLE PAYLAŞMAK Ayşe Gülen Halk Sahnesi

24T A V I R

AYŞE - Heyecanlıyım. Çünkü ilk sokak oyunum bu. Hatırlıyorsunuz değil mi? Bel-Pa grevindeyiz ye "1 Mayıs" ı oynayacağız. Üs­ telik söze de ilk ben başlaya­ cağım. Hay Allah! Kelimeler aklıma gelmiyor. Hangi ton­ lamayla başlayacaktım? İnanın saç köklerime kadar titriyorum. N'apayım elimde değil. Heyecanımı size de ta­ şıdım, biliyorum. Sabırsız­ lıkla bakıyorsunuz bana. Ya işçiler? Farketmişler midir acaba?.. Gülümsüyorlar baktığımı görünce. "Haydi Ayşe!" dedim, "Tam sırası. Şimdi derin bir nefes al... di­ yaframdan. Ve başla oyu­ na". Hatırlıyorsunuz değil mi? "Merhaba dostlar" diye gir­ din söze. Heyecanlı... ama ür­ kek değil. Konuştukça açıldın, onların bakışlarıyla buluştu gözlerin... ışıldadı. Aralarına girdin. Omuzlarına dokundun tek tek, elleriyle buluştun... sı­ cacık. Sevindin. Konuştukça, oynadıkça sevindin. "Yapaca­ ğım... yapmalıyız... yapaca­ ğız" İnanç, kararlılık ve inatçı­ lık böyle ifadesini buldu sende


... Paylaştık. Birlikte kavradık hayatı ve kavgayı. Sokak ti­ yatrosunu, devrimci tiyatroyu başka türlü hayata geçirebilir miydik? Birbirimize güven­ meyi öğrendik. Bir oyun oluş­ tururken daha yazmaya başla­ madan önce kenetlenen elleri­ miz araştırırken de, yazarken de, sahnelerken de kopmadı birbirinden... daha sıkı sarıldı. Kollektivizmi öğrendik... git­ tikçe büyüyen, yetkinleşen. Ne kadar da çok tartıştık, gün oldu ağırından. Ama kırma­ dık, kırılmadık. Çünkü bili­ yorduk gelişen de, geliştiren de devrimcilerdir. Birbirimiz­ le geliştik. Hep sevdik., yol­ daşça. AYŞE- Ve dünyayı. Ve memleketimizi... Kavga oldu adı; onurlu, yüce. Ve destan­ sı bedellerle... şehitler paha­ sına. Senin uğruna, Sabo'lar, Sinan'lar, Eda'lar, Nil'ler... niceleri uğruna. AYŞE - Ve heyecanla... Kavgada yaratmanın, bir ana gibi sabırla, özveriyle kavgayı büyütmenin heyeca­ nı. Sonra sahne heyecanı... Ah! Bir türlü üzerimden atamamıştım. Düşünün bir, "Eylül Anaları" oyununda sahnede ayakları titreyen Nikaragua'lı bir gerilla ana. Ama istekli, inanmış. Yıllar­ dır görmediği kızına ana yüre­ ğinin güzelliğiyle ve o güzelli­ ği anlamlı kılan savaş giysileri içinde "Bir ana yalnızca çocu­ ğunu dünyaya getiren ve ona bakan biri değildir. Bir ana bütün çocukların, bütün insan­ ların acılarını sanki hepsini de kendi yaşamış gibi yüreğinde duyan insandır, "diyen bir ka­ dın vardı sahnede, bir savaşçı. Bir oyuncu... Ayşe vardı. AYŞE - Analar... TAYAD'lı analar... Ne de güzel anlatmıştık onları.İlk oyunu hatırlasanıza. Ümrani­ ye'deydi. Ve onlar cezaevle­ rindeki baskıları protesto için koynuna yattıkları açlı­ ğın 7. gününde üstelik Aksa­ ray'dan gelmişlerdi oyunu

izlemeye. Sevgiyle, gururla izlediler. Oyun sonrası bizle­ ri kutlarken bir ana şöyle demişti; "Ohoo! Bunlar ne ki? Biz daha neler gördük, neler yaşadık" Bitmedi çileler, acılar. Gözaltlarında kaybedilen, işken­ celerde, infazlarda katledilen evlatlarının inançlarım kavra­ mış, sevgiyle besliyorlar yü­ reklerinde, özgürlük Meydanı'nın tanıdık yüzleri, Meclis binasının, bakanlık konutları­ nın yüzsüz, sahtekar sahipleri­ ni kaçıran öfke oldular... vaz­ geçilmez. Kanla yazılan umu­ du nakış nakış örüyorlar elle­ riyle, eylemleriyle. AYŞE - Bir ilmek de ben­ den o umuda, geleceğe. Güzelinden... Ne varsa gü­ zel olan yanında taşıdın. Elle­ rinle, yüreğinle, bilincinle... Büyük insanlık ve memleket kavgası için. AYŞE - Oyunumuzdan sözler bunlar... gene heye­ canlandım. İstiyordun o rolü. Yaşamını taşıyacaktın sahneye. AYŞE - Yaşamı... Evet isti­ yordum. Öyle sevinmiştim ki. Nasıl koşturuyordum si­ zi... Boş durmak yok, hay­ di!.. Eksiklerimi düzeltin, eleştirin beni... Ne yapmam gerekiyor?.. Haydi sahne­ ye... Filmi iptal edelim, pro­ va alalım... İlk olarak yurtdışında oyna­ yacaktık. Sensiz gittik ama se­ ninle oynadık; inancın vardı. Her oyundan önce bir kuğu duruluğuyla vurunca yüzün dia perdesine; "Ayşe Gülen. Devrimciydi. Devrimci sanat­ çıydı. Tiyatromuzun oyuncu­ suydu. 17 Nisan'da katledilen 11 devrimcinin arasındaydı. Hayata, halkına ve yoldaşları­ na tutkuyla bağlıydı. Gelecek güzel günlere duyduğu inanç ve bu inancın kendisine yükle­ diği sorumluluklar onun ya­ şam biçimini oluşturuyordu..." diye başlıyorduk seni anlatma­ ya.

AYŞE - ...diksiyonum bo­ zuk, çalışmaya ağırlık vere­ lim... bu bölümdeki ifadem iyi mi? Daha iyisi nasıl ola­ cak?.. Dün gece saatlerce ay­ na karşısında çalıştım. Hani hep güleceğim geliyordu ya, bu sefer çok iyi oldu... Ve perde!.. Davul ritmiyle başladı oyun. "Durdu! Baş parmağını tele dokundurdu amele. Akümülatör... Dina­ mo... Motor... Buhar... Ben­ zin... Elektrik... Elektronik... Duuurdu!" AYŞE - ...Yok, yok! Bu se­ fer de olmadı. Tamam her kelimeye uyan hareketi ya­ pıyorum fakat davul ritmini kaçırıyorum. Bir daha ala­ lım... "Akümülatör... Dina­ mo..." Sesim duyuluyor mu? Provalardan sonra da çalış­ sak?.. "Yürüyor dimdik, pırıl pırıl aklımız, yüreğimiz, yumruğu­ muz... Ateş! Devrimci birlik­ lerimiz" AYŞE - ...Tamam, tamam, söz. Bu sefer doğru söyleye­ ceğim. N'apayım, kendim­ den geçince hemen şiveli ko­ nuşuyorum. Eh! Bu sözlerde de kendinden geçmemek zor... Günlerimiz çok yoğundu. Etkinliklerden arta kalan za­ manlarda Tavır ve Mücadele için yazılar yazdık. Sonra aile ziyaretleri... hemen her ak­ şam. Hasretle dinlediler Türki­ ye'yi... Hasretle anlattık. Ne yapıp edip zaman ayırdık ve Marks'ın mezarını ziyaret et­ tik. Görkemli bir anıt mezar ama sahte abartılılarından de­ ğil. O'na yakışıyor. AYŞE - Halayların içinde­ yim... Acı dolu çığlıklar yük­ seliyor, yayılıyor halk deni­ zinden. Kanatları umut yük­ lü şahinler süzülüyor gök yüzünde... kararlı, muzaffer. Yakalıyorlar çığlıkları, öfke­ ye dönüşüyor acılar... umu­ da. Besliyorlar umudu, ana gibi, yar gibi.

T A V I R 25


SANATSAL YARIŞMALAR ÜZERİNE TAVIR

B

ugüne kadar yaptığı­ mız söyleşilerle, rö­ portajlarla sanatsal yarışmalarda yaşanan sorunları tartışmaya açtık. Görüşlerine başvurduğumuz sa­ natçılar kapitalist iş­ leyişin sanata etkile­ rini bir çok boyutuy­ la ele alarak sanatsal yarışmaları değerlendirdiler. İnsanı insandan uzaklaştırma­ da, herşeyi alınır satılır mal olarak değerlendirmede ve asıl olarak, sistemden hoşnutsuzlu­ ğu giderek artan halk kitleleri­ nin tepkilerini nötralize etme­ de temel olarak baskıcı yön­ temler kullanılıyor. Genelde toplumun, özelde sanatın ve sanatçının kültürel yönlendiril­ mesinde sanatsal yarışmalar da sistemin işleyişine hizmet et­ mesi açısından önemli işlevler yükleniyor. Ülkemizdeki şekillenişine baktığımızda, sanatsal yarış­ malar son yıllara kadar daha çok devletin kültür kurumları

26 T A V I R

ve benzer işlevdeki vakıflar tarafından organize ediliyor­ du. Resmi ideolojiyi halk kit­ lelerine benimsetmek, yaygın­ laştırmak için kitle iletişim araçları üzerindeki tekelleşme de kullanılarak etkinlikler sür­ dürülürken, sanatçıları yön­ lendirmek işlevini de yükle­ nen yarışmalar düzenleniyor­ du. Bu çaba sürüyor. Diğer yandan, özellikle 80'li yıllarda sermayenin gelişmesinin önündeki yasal, fiili engelle­ rin yok edildiği, her alanda özelliştirmelerle süren bir sü­ reç yaşanırken "Tüketim top­ lumu" yaratma yönünde de hızlı adımlar atılıyor. Reklam­ cılık, pazarlamacılık günün en gözde mesleği haline geliyor. Sermaye dizginsiz bir kâr hırsıyla yoluna devam eder­ ken, her geçen gün daha fazla yoksullaşan halk kitlelerinin tepkisini (geçmişten dersler çıkararak) göz önünde bulun­ duruyor. Böylece insanlığın yarattığı değerleri kalıcılaştırarak saygınlık yaratan sanatı

kullanmayı keşfediyor. Ma­ sum, çekici, yararlı imajlar yaratmak zorunda olan serma­ ye, estetik gücü, imgeleri, tek­ niğiyle sanatın gücünden de yararlanıyor. Örneğin Ege Se­ ramik böyle bir imaj için bir kaç milyar zarar etmeyi göze alarak "Pavarotti konseri" or­ ganize ediyor. Kitle iletişim araçlarıyla da Anadolu'nun herhangi bir köyündeki insan­ lara kadar ulaşabiliyor. Böyle­ ce insanlar bir yandan Pavarotti'nin insanlık için ne bü­ yük bir değer olduğunu, öte yandan Ege Seramik'in onu ülkeye getirerek topluma, kendilerine ne kadar hayırlı işler yaptığını öğreniyorlar. Sistem, kârı temel güdü ola­ rak ele alıyor ve sonuçta insan da düşünceleri, hayal gücü, yetenekleri, emeği... herşeyiyle alınır-satılır bir mal olmaya indirgeniyor. Sanat ve sanatçı sistemin pazar ilişkileriyle ku­ şatılıyor. Sanatçı sanatsal ürü­ nünü kitlelere (tüketiciye) ulaştırmak için sanatsal ürün


pazarlamacısı firmaların (yayı­ nevleri, yapımcılar, aracı fir­ malar vs.) kâr odaklı politika­ larına uygun ürünler yaratmak zorunda bırakılıyor. Tam bu noktada yarışmalar sanatçı ile firmaları buluşturmada anah­ tar işlevi görüyor. Yarışmalarla "ödül" kavramı neredeyse özdeşleşmiş durum­ da. Ödül bu ilişki sistemi için­ de çok yönlü etkileriyle önem kazanıyor. Ödülün maddi bo­ yutu sanatçının sanatsal eme­ ğiyle yaşamını sürdürmesinin çok güç olduğu koşullarda başlı başına bir hedef oluşturu­ yor. Öte yandan "ödüllü" iba­ resi sanatsal ürün pazarlamacı­ larının tüketiciyi yönlendire­ rek talep yaratmak için kullan­ dıkları bir yöntem. Bunun için ellerindeki eserlerin ödüllendi­ rilmesi amacıyla binbir yola başvuruyor, hatta göstermelik yarışmalar düzenleyip kendi kendilerini ödüllendiriyorlar. Dolayısıyla sanatsal yaratıcılık daha baştan ödüle, onu elde et­ menin koşullarına hapsedili­ yor. Ödüllendirilmeyen eserler ise sanatsal değeri ne olursa olsun bir köşeye atılıp halka, insanlara ulaştırılmayarak "ce­ zalandırılmış oluyor. Ülkemizde sanatsal faaliyet günümüze değin burjuva, kü­ çük-burjuva aydın kesimin egemenliğinde süregelmiştir. Sanatsal herhangi bir konuda en güzeli, en doğruyu onlar belirler. Yarışmalarda da seçi­ ci kurullar bu "ün" yapmış burjuva, küçük-burjuva sanat­ çı, aydınlardan oluşur. Çok çe­ şitli çıkar ilişkileri bir yana, seçici kurul kendi sınıfsal ba­ kış açısından bağımsız değer­ lendirmeler yapamaz. Her ne kadar sanatsal değerlendirme yapılmaya çalışılırsa çalışılsın, sistemi içyüzüyle teşhir eden, insana yaşama sevinci, diren­ me azmi, mücadele ruhu aşıla­ yan sanat eserlerinin "sakın-

kulvarında üretmeye yönlendi­ riliyorlar. Ülkemiz bunun ör­ yarıştırarak değil, toplumu ve neği "dönek" sanatçılarla do­ lu. dünyayı değiştirme surecinde Bu kuşatılmışlık içinde hal­ kın mücadelesinin yanında saf insanın düşünce, duygu tutan, iyiyi, güzeli, onurlu ve dünyasına etkisinin düzeyi ve özgür olanı savunan devrimci, demokrat sanatçılar alternatif­ yönü ile değerlendirebiliriz. lerini yaratmak zorundadırlar. "Rakiplerini yok ederek ken­ En geniş katılımla disini var etme" mantığı üzeri­ ne kurulu kapitalist yarışma gerçekleştirilecek kolektif karşısında, "en iyiyi, en güze­ li, en doğruyu yaratma süre­ etkinlikler devrimci cinde kolektif çaba" olarak ta­ sanatçıların, aydınların, halkın nımlayabileceğimiz bir süreci geliştirmek, yaygınlaştırmak aktif çabasıyla, sanatsal gerekiyor. Sanat eserlerini birbirleriyle

eserler olumlu, olumsuz yönleriyle sorgulanarak herhangi bir kişisel çıkar gözetilmeden daha iyiyi, daha güzeli daha etkili olanı yaratmada işlevli olacaktır. ca"sı, baştan elenmelerim ge­ tirir. Ayrıca, değerlendirme de burjuva estetik ve teknik öl­ çütler temel alındığından sis­ temin sınırları dışına çıkıla­ maz. Bazı yarışmalarda sisteme muhalif sanat eserlerinin ödül­ lendirilmesi çok önemli bir başka politikaya hizmet edi­ yor. Özellikle halk muhalefeti­ nin gelişip yükseldiği süreç­ lerde, bir yandan baskıcı uy­ gulamalar şiddeti artırılarak sürdürülürken, diğer yandan kitlelerin taleplerine yanıt ve­ riliyor görüntüsü yaratılarak gerçeklik gizlenmeye çalışılı­ yor. Bu amaçla halkın benim­ sediği sanatçıların eserleri öne çıkarılıyor, içi boşaltılarak su­ nuluyor. Böylelikle sanatçılar çeşitli maddi olanaklar sunula­ rak giderek egemen sınıfların

Bir sanat eserinin bir konu­ nun tüm yönlerini işlemesi beklenemez. Dolayısıyla, bir olgunun birbirinden farklı yönlerine ağırlık veren, her bi­ ri kendi içinde güzel, etkileyi­ ci eserler olacaktır, olmalıdır da... Sanat eserlerini birbirle­ riyle yanştırarak değil, toplu­ mu ve dünyayı değiştirme sü­ recinde insanın düşünce, duy­ gu dünyasına etkisinin düzeyi ve yönü ile değerlendirebili­ riz. En geniş katılımla gerçek­ leştirilecek kolektif etkinlikler devrimci sanatçıların, aydınla­ rın, halkın aktif çabasıyla, sa­ natsal eserler olumlu, olumsuz yönleriyle sorgulanarak her­ hangi bir kişisel çıkar gözetil­ meden daha iyiyi, daha güzeli, daha etkili olanı yaratmada iş­ levli olacaktır. Sistemin olum­ suzluklarına alternatif olarak sanat toplumsal değişim süre­ cine halkın yanında katılırken, sanatsal teknik ve "estetik al­ gı" böyle zeminlerde hızla dal verip çiçeklenebilir. Ancak ve ancak mücadele içindeki sanat kitlelerle dolaysız bağ kurabi­ lir. Ve kitlelerle dolaysız bağ­ lar kurabilen sanat, insanlık için kalıcı değerler bırakabilir. Sanat tarihi bunu doğruluyor... T A V I R 27


KOLAY DEĞİL Ölmeyi bilerek yaşadı onlar Ayrılığı bilerek sevdiler Ağlamayı bilerek güldüler Acıyı bilerek göğüslediler Sözlerini bilerek söylediler Kolay iş değildi! Adlarını ve anılarını yazdık kapısına yüreğimizin... Sibel ULUDAĞ 28 T A V I R


YA SOSYALİZM YA ÖLÜM Fidel Castro

Y

oldaş Başkan Jose Türkçesi: İkram Saraç Eduardo Dos Santos ve diğer konuklar, Ölen yoldaşlarımı­ zın yakınları, Küba Halkı 7 Aralık Silahlı Kuvvetlerin elemanları, 1989'da Angola, Etiyopya Yurttaşlar, Bütün askerlerimi­ ve diğer ülkelerde zin en ünlüsü Antonio Maceo ve genç enternasyonalizm taraftarı yaverinin öldürüldü­ misyonlarım yerine ğü tarih olan 7 Aralık bütün Kübalılar için daima büyük bir getirirken ölen sivilleri ve anlam taşımaktadır. Cesetleri burada, ülkelerinin bu kutsal savaşçıları topraklarında yatmaktadır. Dünyanın değişik yerlerinanavatanlarında törenle de-Maceo'nun atalarının ve bi­ zim atalarımızın çoğunun do­ gömdü. ğum yeri olan esasen AfriAskeri ve sivil misyonlarını ka'da-enternasyonalizm için kahramanca çarpışırken ölen yerine getirirken şereflice savaşçılarımızın cesetlerini gömmek için ülkelerini ve in­ ölen Kübalı sanlığı savunurken can veren bütün Kübalıları şereflendiren enternasyonalizm bir gün olan, bu günü seçtik. Böylece vatanperverlik ve en­ taraftarları için "Devrimin ternasyonalizm- insanın en 31 .yılında" kıymetli iki değeri - Küba tari­ hinde sonsuza dek birleştirile­ El Cacahual'da yapılan cek. Belki birgün, onların şerefi­ anma töreninde Bakanlar ne bu yerin yakınlarında bir yere, anıt dikilecektir. Kurulu, Danıştay Başkanı Misyon görevlerini yerine getirirken ölen bütün enternas­ ve Küba Komünist Partisi yonalizm taraftarlarının ceset­ Merkez Komitesinin Birinci leri şu anda Küba' nın dört bir yanındaki topraklarında ve Sekreteri, Başkomutanı memleketlerinde gömülüyor­ Fidel Castro Ruz tarafından dun Emperyalistler, 14 yıllık misyon esnasında Angola'da yapılan bu konuşmayı öldürülen adamlarımızın sayı­ sının Devrim için bir utanç yayınlıyoruz.

olacağını veya bunun devrimin itibarını sarsacağını ve bizim bu sayıyı gizleyeceğimizi dü­ şündüler. Haklı bir neden uğ­ runda ölenlerin boş yere ölmüş olduklarını, akan kanlarının hiçbir sonuç vermeyeceğini uzun süre hayal ettiler. İnsanla­ rın meşru çabalarında fedakar­ lıklarının değerini ölçmede za­ fer sıradan bir kıstas olsa da onlar yine de galip döndüler. Isparta'lılar savaşçılarının kalkanlanyla dönmelerini söy­ lemeye alışıktılar. Bizim asker­ lerimiz kalkanlarıyla dönüyor­ lar. Başarılarımızla övünmek ve­ ya herhangi bir kimseyi düş­ manımız bile olsa utandırmak, küçük düşürmek gibi bir niye­ tim yok. Ülkemiz ne zafer ne de askeri bir itibar için savaştı. Daima olası olan en az kayıpla amaçlarımızı gerçekleştirme il­ kesini uyguladık. Bunu yap­ mak için güçlü ve daima yapa­ bileceğimizin en fazlasını yap­ maya istekli olmak zorunday­ dık. Askerlerin tümü, bütün ülke­ nin kendilerini desteklediğini ve tümümüzün onların sağlığıve güvenliğiyle yakından ilgi­ lendiğimizi biliyorlardı. Son amaçlara ulaşmak için, siyasi ve diplomatik çabalar uygun olunca, bu kanalları kul­ lanmak için tereddüt etmedik ve müzakere esnasında gerekli kararlılığı gösterirken hiçbir zaman küstah, zorba veya övüngen olmadık. Esnekliliği, doğru ve yerinde kullandık. Angola'daki savaşın son aşa­ ması en zoruydu. Ülkemizin tamamının azmi, direnişi ve T A V I R 29


Angola'daki kardeşlerimizi desteklemek için mücadele runu gerekti. Bu dayanışma görevini yeri­ ne getirmede, Devrim yalnızca Angola için değil, orada güç şartlar altında savaşan bizim kendi askerlerimiz için de herşeyi göze almaktan çekinmedi. Kendi ülkemize karşı emperya­ list tehditler ciddileşince en modern ve gelişmiş askeri teç­ hizatlarımızın büyük bir bölü­ münü Angola Halk Cumhurieğer bir gün sosyalizmin en son savunucuları arasında olmamızı kader yazmışsa, bu koruyuculuğu kanımızın en son damlasına kadar yaparız. Bugün doğdukları topraklara gömdüğümüz bu kadınlar ve erkekler, tarihimizin ve Devrimimizin en kıymetli değerleri için yaşamlarını verdiler. yeti Güney Cephesi'ne gönder­ mek için tereddüt etmedik. Ellibinin üzerinde Kübalı asker bu kardeş ülkedeydi. İki ülke arasındaki uzaklık ve ülkemi­ zin büyüklüğü ve kaynaklan karşısında gerçekten etkileyici bir durumdu. Devrimci Silahlı Kuvvetlerimiz ve halkımız için gerçek bir başarıydı. Özveri ve Uluslararası dayanışmanın böy­ le örnekleri pek nadiren görülür.Hiçbir şeyin ve hiçbir kim­ senin yok edemeyeceği tarihi olaylar vardır. Ülkemizin hem içinde, hem dışında gelecek ne­ sillerin en iyi insanları olarak daima hatırlanacak devrimci örnekler vardır. Karar verecek olanlar biz olmasak da bu bah­ settiğim türdeki örneklerden bi­ 30 T A V I R

ridir, tarih bu kararı verecektir. Henüz çok genç yoldaşlarımız olan Angola Silahlı Kuvvetleri'nin askerlerini hiçbir za­ man unutmayacağız. Bu ulu­ sun en iyi kızlarının, oğullarının onbinlercesi hayatlarını bu mücadelede kaybettiler. Daya­ nışmamız ve yakın işbirliğimiz zafer kazanmamızı sağlamıştır. Nomibya'nın cesur oğulları ve kızları, Guinea Bissau'lu yurtseverler ve eşsiz Etiyopya'lı askerler ile yanyana mü­ cadele etme şerefine nail ol­ duk. Yıllar önce, Arnavutluk'un bağımsızlığını hemen izleyen zor dönemde, enternasyona­ lizm için çarpışan savaşçılarımız yabancı saldırısının bir kurbanı olan ve işbirliğimizi is­ teyen diğer bir kardeş Arap milleti olan Suriye'yi savunma­ ya yardım ettikleri gibi, Arna­ vutluk'un da yanında yer aldı­ lar. Her Afrika'lı meşru davasında, halkımızın desteğini almış­ tır. Che Guevara ve Küba'lı devrimcilerin büyük bir bölü­ mü şu anki Zaire'nin doğu bö­ lümünde, beyaz paralı askerle­ re karşı savaştılar ve şu anda Saharawi Cumhuriyeti'nde doktorlar ve öğretmenler öz­ gürlükleri için savaşan halka yardım etmeye çalışıyorlar. Bu ülkelerin hepsi ya o za­ man bağımsızlığını kazandı ve­ ya şu anda kazanmış durumda, henüz bağımsızlığını kazanma­ mış olanlar da er geç bağımsız olacaklardır. Ancak birkaç yıldır savaşçılanmız halkımızın gurur duya­ bileceği bir dayanışmanın önemli bir bölümünü yazdılar. Bağımsızlık için yaptığımız kendi mücadelelerimizde, di­ ğer ülkelerden de insanlar bi­ zim yanımızda savaştılar. Do­ minik Cumhuriyeti'nde doğan ve fevkalade yararlılıklarından dolayı hepsinin en göze çarpa­ nı olan Maximo Gomez Kurtu­ luş Ordumuzun başı oldu. Dev­ rimimizden önceki yıllarda ilk Komünist Partisi tarafından ör­ gütlenen bin Kübalı, Cumhuri­

yeti savunmak için İspanya'da savaştılar. Enternasyonalizm taraftan ruhumuz işte böyle cesurca ge­ lişti. Sosyalist Devrim ile doru­ ğuna ulaştı. Kübalı enternasyonalizm taraftarlan, her nereye giderlerse gitsinler, bu ülkelerin egemen­ liği ve itibanna saygı duyula­ cak örnekler oluşturmuşlardır. Enternasyonalizm taraftarlarımızın kusursuz davranışlarının sonucu, bu ülkelerin halklarının onların içinde yerleştiği gü­ venini doğurmuştur. Örnek fedakarlıklan ve kendilerini düşünmezlikleri her yerde anıl­ maktadır. Bölge liderlerinin bulunduğu bir toplantıda önde gelen Afri­ kalı Devlet Adamlarından biri, bir defasında şöyle dedi: "Kü­ balı savaşçılar ülkelerimizin kurtuluşu ve özgürlüklerine ka­ vuşmaları için hayatlarını ver­ meye hazırlar. Halklarımızın gelişmesi ve bağımsızlığımıza kavuşmamıza yardım karşılı­ ğında beraberlerinde geri götü­ recekleri tek şey bağımsızlık için ölenlerin cesetleridir". Yüzyıllardır sömürü ve yağ­ maya uğrayan bu kıta, enter­ nasyonalizm taraftarlarımızın katkılarının menfaat gözetme­ yen doğasının gerçek ölçüsünü bilmektedir. Şimdi askerlerimiz zafer ka­ zanmış olarak dönüyorlar. An­ nelerin, hanımlann, erkek kar­ deşlerin, oğullann, kızlannbütün halkımızın-sevinçli, mutlu ve kıvanç duyan yüzleri, onlan şevkat ve sevgi ile karşı­ lıyor. Barış, şerefle kazanılmış­ tır. Fedakarlıklar ve çabalar bol bol ödüllendirilmiştir. Ülkele­ rinden binlerce kilometre uzak­ ta savaşan askerlerimizin akı­ beti için sürekli duyduğumuz endişe yüzünden artık uyku­ muz kaçmayacak. Düşmanlarımız dönen asker­ lerimizin hepsine iş bulmanın imkansız olacağından, bu dö­ nüşün toplumsal sorunlar yara­ tacağını düşündüler. Mesleği askerlik olanların dışında bu adamların çoğunun Küba'da iş-


leri vardı ve şimdi ya tekrar es­ ki işlerine dönecekler, ya da kendilerine daha iyi işler veri­ lecek. Hiç kimse unutulmamış­ tır. Eve dönmeden önce, çoğu nerede çalışacağını biliyordu. Liseden mezun olduktan he­ men sonra, askerlik hizmetini yapan gençlerin hepsi enternas­ yonalizm taraftan özel bir gö­ rev için Angola'ya gitmeye gö­ nüllü oldular, şimdi okula geri dönmek için veya çalışan kesi­ min arasına girmek için hiçbiri beklemek zorunda değil. Ülkemiz, sosyo-ekonomik kalkınma programlarını ta­ mamlamak için hırslı bir şekil­ de çalışıyor. Kapitalizmin man­ tıksız kanunları, faaliyetlerimi­ ze yol göstermemektedir ve ül­ kemizin her erkeği ve kadını için eğitimde, üretimde veya hizmetlerde bir yer vardır. Misyon görevlerini yerine getirirken ölenlerin veya ciddi yaralar alanların hiçbir yakını unutulmamıştır. Sevdikleri ta­ rafından yapılan fedakarlıklar için ve kendi sadık, çıkarı ol­ mayan, cömert hatta kahraman­ ca davranışları için onlara karşı yerine getirilmesi gereken bü­ tün bakım ve ilgiyi görmüşler­ dir, görüyorlardır ve görmeye devam edeceklerdir. Askeri ve sivil enternasyona­ lizm yanlısı özel görevlerini yerine getiren yüzbinlerce Kü­ balı bugünkü ve gelecekteki nesillerin saygısını kazanmış­ lardır. Halkımızın şanlı müca­ delesine ve enternasyonalizm yanlısı geleneklerine şerefle destek olmuşlardır. Dönüşlerinde ülkelerini bir yandan emperyalizmin canice kuşatmasına karşı örnek göste­ rilen bir asaletle karşı koymaya devam ederken, bir yandan da gelişme için büyük bir mücade­ le içinde buldular kendilerini. Bu, ülkemiz için yalnızca olumsuz ekonomik sonuçlar umacağımız sosyalist kampın­ daki şu anki krize bir ilavedir. Bu ülkelerin çoğunun halkı anti- emperyalist mücadeleden veya enternasyonalizmin temel kurallarından söz etmiyorlar.

Bu kelimeler hatta basında bile anılmıyor. Bu tip kavramlar hemen hemen siyasal sözlük­ lerden çıkanlmış. Bu arada ka­ pitalist değerler bu toplumlarda eşi görülmemiş bir güç kazanı­ yorlar. Kapitalizm, üçüncü dünya ülkeleri halklanyla eşit olma­ yan şartlarda yapılan ticaret, bireysel çıkarcılığın ve ulusal şovenizmin şiddetlenmesi, ya­ tırım ve üretimde mantıksızlı­ ğın ve düzensizliğin hakimiye­ ti, düşünülmeden yapılmış eko­ nomik kanunlar adına insanla­ rın amansız fedakarlıkları, en güçlü olanın yaşaması, insanın insan tarafından sömürülmesi herkesin kendisi için çalıştığı bir durum demektir. Sosyal alanda, kapitalizm çok daha fazla şey anlamına gelmekte­ dir: fuhuş, uyuşturucu, kumar, dilencilik, işsizlik, vatandaşlar arasında sınırsız eşitsizlik, do­ ğal kaynakların tüketimi hava­ nın, denizlerin, nehirlerin ve ormanların zehirlenmesi ve kirletilmesi ve özellikle geliş­ memiş ulusların, sanayileşmiş kapitalist ülkeler tarafından sö­ mürülmesi. Geçmişte sömürge­ cilik demekti, şimdi ise en ileri ve en ucuz, en etkili ve en amansız ekonomik ve siyasi yöntemleri kullanarak milyar­ larca insanın yeniden sömürül­ mesi demektir. Kapitalizmin kendisi, piyasa ekonomisi, değerleri, bölümle­ ri, kategorileri ve yöntemleri sosyalizmi şu an içinde bulun­ duğu zorluklardan hiçbir za­ man çekip çıkaramaz veya ya­ pılmış olan hataları düzelte­ mez. Bu zorlukların çoğu yal­ nızca yapılan hataların sonucu değil, ayrıca kolonileri yağma­ layarak, işçi sınıfını sömürerek ve henüz gelişmemiş ülkeler­ den kendi ülkelerine büyük çapta beyin göçünü teşvik ede­ rek en gelişmiş teknolojileri ve dünyanın zenginliğini kendi te­ keline alan büyük kapitalist güçler ve emperyalizm tarafın­ dan sosyalist ülkelere zorla uy­ gulanan sıkı abluka ve tek ba­ şına bırakma politikasının da

sonucudur. İlk sosyalist devlete karşı yakıp-yıkıcı savaşlar verildi. İlk sosyalist devlet bir Anka Kuşu gibi küllerinden birçok defa sıy­ rılmak zorundaydı. Faşizmi ye­ nerek ve tüm sömürge yönetimi altında olan ülkelerde kurtuluş hareketlerini kesin olarak des­ tekleyerek insanlığa büyük hiz­ metler vermiştir. Şimdi bunun hepsi unutuluyor. SSCB'de bile birçok insanın çığır açan büyük başarılı olayla­ rı ve kahraman insanların ola­ ğanüstü meziyetlerini reddet­ mesi ve yoketmesiyle uğraşma­ sını görmek tiksindiricidir. Kos­ koca, geri kalmış, fakir bir ülkede ÇARLIK otoriter siste­ minden ortaya çıkan bir devrim tarafından yapılan apaçık hata­ ları düzeltmek ve üstesinden gelmek için bu kullanılacak yol değildir. Şu anda Lenin'i, Çarlık Rusya'sını tarihin en büyük devrimi için yer olarak seçme­ sinden dolayı suçlayamayız. Bundan dolayı SSCB'nin ken­ disine ve sosyalizme karşı zehir T A V I R 31


saçan belli Sovyet yayınlarının tirajını durdurmak için tereddüt etmedik. Emperyalizmin, gerici güçlerin ve karşı devrimin on­ ların arkalarında olduğunu gö­ rebilirsiniz. Bu yayınların bazı­ ları Küba Devrimi sürecinde SSCB ve Küba arasında kuru­ lan tarafsız ticari bağlantılara ve fuara bir son isteyişine bağ­ ladılar. Tek kelimeyle: Ameri­ ka'nın üçüncü dünya ülkelerine yaptığı gibi, SSCB'nin de bize ürünlerini daha yüksek fiyata satarak ve bizim tarım ürünleri­ mizi ve ham- maddelerimizi daha ucuza alarak Küba'yla adil olmayan bir ticaret uygula­ masına başlamasını istiyorlar.Kısaca SSCB'nin Ameri­ ka'nın Küba'ya karşı uyguladığı ablukaya katılmasını istiyorlar. Emperyalizmin yıkıcı hare­ ketleri ve sosyalist değerlerin sistemli tahribinin yapılan hata­ larla birleşmesi Doğu Avrupa sosyalist ülkelerindeki karmakanşıklık sürecini hızlandır­ mıştır. ABD her ülkeye farklı davra­ nan ve sosyalizmi içten yıkan uzun vadeli bir siyaset hazırla­ dı ve yürüttü. Emperyalist ve kapitalist güçler işlerin bu şe­ kilde olması karşısında sevinç­ lerini gizlemediler. Bu noktada sosyalist bloğun varlığına son verildiğine dünya ülkelerini inandırdılar. ABD'nin başkan danışmanları dahil bir grup ABD'li vatandaş şu anda bazı Doğu Avrupa ülkelerinde kapi­ talist kalkınma programlıyor­ lar. Son bir habere göre onların bu heyecanlı olaydan adeta bü­ yülendiklerini söylüyorlar.ABD hükümet görevlilerin­ den biri New Deal'daki progra­ ma benzeyen Polonya'daki uy­ gulamayı onayladı. Bu, 1990' da işlerini kaybedecek olan 600.000 Polonyalı işçiye ve yeniden eğitilmek ve piyasa ekonomisinin yerine getirilme­ sinin sonucu olarak iş değiştir­ mek zorunda kalacak olan ül­ kenin yarısı, 17, 8 milyon işçi­ ye yardım etmek içindi. Sosyalizmin iyileştirilmesi gerektiği bildirildi. Her insanın 32 T A V I R

Askeri ve sivil enternasyonalizm yanlısı özel görevlerini yerine getiren yüzbinlerce Kübalı bugünkü ve gelecekteki nesillerin saygısını kazanmışlardır. Halkımızın şanlı mücadelesine ve enternasyonalizm yanlısı geleneklerine şerefle destek olmuşlardır.

çabasına uygulanabilir olan ve tabiatında var olan bu ilkeyi hiçkimse inkar edemez. Fakat Marksizm-Leninizm'in en te­ mel ilkeleri terkedilerek sosya­ lizm iyileştirilebilinir mi? Sözde reformlar neden kapi­ talist çizgilere varmalıdır? Eğer bazılarının iddia ettiği gibi bu fikirler gerçekten devrimciyse , kendileri neden emperyalist li­ derlerin bağlaşık, yoğun ateşli desteğini kabul ediyorlar? (...) "İnsanlıkça bilinen en güçlü , saldırgan ve açgözlü imparator­ lukların liderlerinin yoğun des­ teğini alan gerçekten devrimci olan bir düşünce örneğini tarih hiçbir zaman kaydetmemiştir. (...) Devrimin ithal veya ihraç edilmeyeceğine inanırım, suni döllenmeyle veya bir embriyon nakliyle sosyalist bir ülke kuru­ lamaz. Bir devrim toplum için­ de belirli şartlar gerektirir ve her ferdi ulustaki halkta bunu yaratabilen kişilerdir. Bu fikir­ ler bütün devrimcilerin birbir­ lerine uzanabileceği dayanış­ maya karşı çıkmaz. Devrim ilerleyebilen veya gerileyebilen bir süreçtir, hatta hedefine ulaşamayabilen bir süreçtir. An­ cak herşeyden önce komünist­ ler cesur ve devrimci olmalıdır. Komünistler ne kadar ters olsa da bütün şartlar altında müca­ dele etmek için görevlerine bağlıdırlar. Parisli komünarlar fikirlerini savunmak için müca­ dele ettiler ve öldüler. Devri­ min ve sosyalizmin bayrakları

mücadele verilmeden teslim edilemez. Yalnızca korkaklar ve cesareti kırılanlar teslim olurlar. Komünistler ve Dev­ rimciler asla teslim olmazlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerin servetlerinin büyük bir bölü­ münün üçüncü dünya ülkele­ riyle adil olmayan şartlarda yaptığı ticaretten geldiği her­ kes tarafından bilinen bir ger­ çektir. Yüzyıllardır bu ülkeler koloni olarak yağmalandılar. Milyonlarca oğulları ve kızları köleleştirildi, altınları, gümüş­ leri ve madeni kaynakları tüke­ tildi, merhametsizce sömürüldüler ve geri kalmışlık onlara zorla kabul ettirildi. Geri kal­ mışlık sömürgeciliğin en açık ve doğrudan sonucudur. Şimdi bu ülkelerin mallarına gülünç denecek kadar düşük fiyatlar ödenirken ve ithal edilen sana­ yi mallan için olduğundan da­ ha yüksek fiyatlar ödemek için zorlanırlarken ödenmesi im­ kansız, sonu olmayan bir bor­ cun faiz ödemeleriyle bu mil­ letlerin canlan çıkarılıyor.Beyin göçü ve sermaye gö­ çü yoluyla bu ülkelerden para ve insan kaynaklan çektirili­ yor. Fiyat indirme, yüksek gümrük vergileri, ithal hataları, gelişmiş teknolojik yöntemler­ le üretilen yapay-sentetik mal­ larla ve gelişmiş kapitalist ül­ kelerin kendi ürünlerini destek­ lemek için verdikleri devlet yardımlanyla Üçüncü dünya ülkelerinin ticareti kısıtlanıyor. Şimdi emperyalizm Avru­ palı sosyalist ülkeleri bu bü­ yük yağmaya katılmaya davet ediyor. Kapitalist reform ku­ ramcılarının hoşuna gidecek gibi görünen bir davet. Nite­ kim, bu ülkelerin çoğunda Üçüncü Dünya'nın trajedisi hakkında hiçkimse konuşmaz ve hoşnut olmayan çok sayıda vatandaşları da kapitalizme ve anti-kpmünizme ve bir ülkede Pan-Gçrmanism'e (Almancı­ lık), yöneltmiştir. Böyle geliş­ meler hatta faşist eğilimlere varabilir. Emperyalizm tarafın­ dan söz verilen ödül, halkları-


mızdan zorla alınan malların bir bölümüdür, bu da kapitalist tüketici toplumları kurmanın tek yoludur. Tam şu anda, ABD ve diğer kapitalist güçlerin ilgisini çe­ ken şey, dünyanın herhangi bir parçasındansa, Doğu Avru­ pa'ya para yatırmak. Milyarlar­ ca kişinin insanlık dışı şartlar altında yaşadığı Üçüncü Dünya böyle gelişmelerden ne bekle­ yebilir? Bize barıştan sözediyorlar, fakat nasıl bir barış? Emperya­ lizm Üçüncü Dünya ülkelerine müdahale etme ve saldırma hakkını saklarken, bahsedilen büyük güçler arasındaki barış­ tır. Bunun birçok örnekleri mevcuttur. (...)Yalnızca birkaç gün önce, Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'ne ait uçaklar, Filipinler'deki iç karışıklığa cüretkar bir şekilde müdahale ettiler. Asi güçlerin bu hareketleri için iyi bir nedeni olup olmadığına bakılmadan Birleşik Devletler'in bu ülkedeki müdahalesi çok önemli bir konudur ve ABD'nin yalnızca Latin Ameri­ ka'da değil, herhangi bir Üçün­ cü Dünya ülkesinde de jandar­ ma görevini üzerine aldığını gösteren, dünyada hakim olan durumun tam bir yansımasıdır. Büyük bir güç tarafından ev­ rensel müdahale ilkesinin söy­ lentileri dünyada bağımsızlığa ve egemenliğe bir son geldiğini belirtir. İnsanlarımız kahra­ manlık yoluyla gerçekleştirdi­ ğimizden farklı olarak ne tür bir barış ve güvenliğe sahip olabilirler? Nükleer silahların kaldırılma­ sı mükemmel bir fikirdir. Eğer bu yalnızca bir ütopya değilse ve birgün gerçekleştirilebilinirse mutlaka çok yararlı olacaktır ve- insanoğlunun yalnızca bir bölümü için- dünya güvenliğini arttıracaktır. Üçüncü Dünya ül­ kelerine barış, güvenlik ve umut getirmeyecektir. Emperyalizmin halkımıza saldırmak için nükleer silahlara ihtiyacı yoktur. Dünyanın her yerine yerleştirilen güçlü do­

nanmaları, heryerdeki askeri üsleri ve daima gelişmiş, öldü­ rücü, konvansiyonel silahları dünyanın efendisi-sahibi- ve jandarması rollerini garantile­ mek için yeterlidir. Bundan başka, azgelişmişlik ve yoksulluk yüzünden kurtarılabilinecek olan kırkbin çocuk hergün ölmektedir. Daha önce de söylediğim gibi -tekrara de­ ğer bu sözlerim- bunlar Hiroşi­ ma ve Nagazaki'ye atılan bom­ balar gibi her üç günde bir dünyadaki yoksul çocukların üzerine atılıyor. Eğer bu gelişmeler şu anki yönünde devam ederse ve Bir­ leşik Devletler bu kavramları terketmeye zorlanmazsa nasıl yeni bir düşünce tarzından sözedebiliriz? Bu yönü izleyerek savaş son­ rası dönemde ortaya çıkan iki kutuplu dünya karşı konulmak sızın Birleşik Devletler hege­ monyası altında tek kutuplu dünya haline gelecektir. Küba'da bir yenileme işle­ miyle meşgulüz. Güçlü, disip­ linli, saygıdeğer bir Parti olma­ dan, hiçbir devrim veya gerçek bir sosyalist ıslah olası değil­ dir. Böyle bir işlem sosyalizmi yererek, değerlerini yıkarak,Parti'ye leke sürerek, ön­ derlerinin moralini bozarak , Partinin koruyucu görevini ya­ rıda keserek, toplumsal disipli­ ni yok ederek ve her yere karı­ şıklık ve terör saçarak ilerletilemez. Bu devrimci değişiklik­ lerin değil ama bir karşı devrimin gelişmesine yardım eder. ABD'li emperyalistler, Kü­ ba'nın dayanamayacağını ve sosyalist topluluktaki yeni du­ rumun Devrimimize onların karşısında diz çöktürmeye yar­ dım edeceğini düşünüyorlar. Küba'ya sosyalizm Kızıl Or­ du'nun galip tümenlerinin arka­ sından gelmedi. Küba'da halkı­ mız meşru kahraman bir müca­ dele yolunda sosyalist toplu­ mumuzu yarattı. Devrimimizi yıkmaya çalışan dünya üzerin­ deki en güçlü imparatorluğa karşı dayandığımız otuz yıl si-

yasi ve ahlaki gücümüze tanık­ tır. Ülkemizin liderliğinde olan bizler, sorumluluğumuzun mev­ kiine acemi olan, beceriksiz bir grup sonradan görme değiliz. Moncada'ya saldıran ve GRANMA'yı geliştiren, Domuzlar Koyu'nda, yeraltı mücadelesinde, Sierra Maestra'da savaşan, Ekim (Missile) krizinde sarsıl­ mayan, otuz yıldır emperyalist saldırıya karşı dayanan büyük başarılar elde eden ve enternas­ yonalizm taraftarı şerefli görev­ ler gerçekleştiren, Mella ve Guiteras'ı izleyen eski-yaşlı-antiemperyalist savaşçılar sınıfın­ dan geliyoruz. Küba'nın üç nes­ linden gelen kadınlar ve erkek­ ler, Partimizde mükemmel ön­ cülük görevi yapan genç halkı­ mızın örgütünde, güçlü halk örgütlerinde, Devrimci Silahlı Kuvvetlerimiz'de ve İç İşleri

T A V I R 33


Küba'ya sosyalizm Kızıl ceğiz ve gerçekleştireceğiz. ABD emperyalizminin, HitOrdu'nun galip tümenlerinin ler'in dünya hakimiyeti üzerine olan hayallerinin farkına vardı­ arkasından gelmedi. Küba'da ğı bir dünyada, eğer bir gün halkımız meşru kahraman bir sosyalizmin en son savunucu­ ları arasında olmamızı kader mücadele yolunda sosyalist yazmışsa, bu koruyuculuğu ka­ toplumumuzu yarattı. ramızın en son damlasına ka­ dar yaparız. Devrimimizi yıkmaya çalışan Bugün doğdukları topraklara gömdüğümüz bu kadınlar ve dünya üzerindeki en güçlü erkekler, tarihimizin ve Devri­ imparatorluğa karşı mimizin en kıymetli değerleri için yaşamlarını verdiler. dayandığımız otuz yıl siyasi Kolonizm ve Neokolonizme karşı ve ahlaki gücümüze tanıktır. ler. mücadele verirken öldü­ Irkçılığa ve Güney AfriBakanlığımız'da sorumluluklar almışlardır ve bunların üyeleri­ ka'daki ırk ayrımına karşı mü­ dirler. cadele verirken öldüler. Üçüncü Dünya Ülkeleri Küba'da Devrim, sosyalizm ve ulusal bağımsızlık kopmaz halklarının maruz kaldığı yağ­ bir şekilde biribirine sıkı sıkıya ma ve sömürüye karşı mücade­ le verirken öldüler. bağlıdırlar. Bu insanların bağımsızlığı ve Şu anda sahip olduğumuz herşeyi Devrime ve Sosyaliz­ egemenliği için mücadele ve­ me borçluyuz. Eğer Küba Ka­ rirken öldüler. Dünya üzerindeki bütün inpitalizme dönecek olursa, ba­ ğımsızlığımızı ve egemenliği­ ' sanların mutluluk ve gelişme­ mizi sonsuza kadar kaybederiz. leri için mücadele verirken öl­ Amerikan emperyalizminin düler. Mücadele verirken öldüler, yalnızca bir eki olarak MİAMİ'nin bir uzantısı oluruz ve böylece hiç açlık olmayacak, Küba'nın ilhakını düşündüğü hiç dilencilik olmayacak, böy­ dönem olan 19. yüzyılda Birle­ lece bütün insanlara bakacak şik Devletler başkanının, ada­ doktorlar olacak, bütün çocuk­ mızın olgun bir meyve gibi el­ lar okullara gidecek, bütün in­ lerine düşeceğine dair yaptığı sanların işi, yiyeceği ve barına­ çirkin tahmin gerçekleşir. Hal­ ğı olacak. kımızın bunu önlemek için ha­ Öldüler, böylece hiç baskı yatını çekinmeden vereceğini yapan veya yapılan sömüren söyleyebilirim. Burada, Ma- veya sömürülen olmayacak. ceo'nun mezarında ölümsüz ta­ Bütün kadınların ve erkekle­ birini tekrarlıyoruz: "Küba üze­ rin özgürlüğü için mücadele rinde egemenlik kurmaya çalı­ ederken öldüler. şan her kim olursa olsun eğer Bütün uluslara gerçek banş savaşta ölmezse, kanla sırılsık­ ve güvenliğin gelmesi için mü­ lam olmuş Küba toprağının cadele ederken öldüler. tozlarını elde edebilir yalnız­ Ce'spedas ve Ma'xima ca." Go'mez'in ideallerini savunur­ Biz Küba'lı komünistler ve ken öldüler. Marti ve Maceo'nun idealle­ halkımızın devrimci askerleri­ nin milyonlarcası yalnızca batı rini savunurken öldüler. Marks, Engels ve Lenin'in yarıkürede ilk sosyalist devlet olarak değil, dünyadaki bütün ideallerini savunurken öldüler. Ekim Devrimi'nin idealleri yoksul, sömürülen halkın yüce davasının güvenilir ilk sıradaki ve onun bütün dünyada kurdu­ koruyucuları olarak da tarihte ğu örneği savunurken öldüler. bize ayrılan rolü yerine getire­ Sosyalizm için öldüler.

34T A V I R

Enternasyonalizm için öldü­ ler. Gururlu, devrimci anavatan­ ları olan bugünün Küba'sı için öldüler. Örneklerini izleyeceğiz. Onlar için sonsuz şeref. SOSYALİZM VEYA ÖLÜM Anavatan veya ölüm....... Herşeyin hakkından geleceğiz. Her zorluğu yeneceğiz


G

üneşin önünden uçak­ lar geçerdi, uçakların gölgesinde anam çorap örerdi. Korkunç uğultular çıkartarak dizildiler gökyüzünde. Bazen kar beyazı bulutların içine girip çıkıyor, ba­ zen de birbirlerinin al­ tına üstüne geçerek uçuyorlar. Yakıcı yaz sıcakları­ nın çekilip havaların soğumaya başladığı bir sonbahar günüydü. Hatun Ana toprak da­ mın önünde bir minder atıp otur­ muş, güneş ılık ılık okşuyordu yü­ zünü. Gözleri gücünü yitirmişti yaşlandıkça. Şimdi plastik çerçe­ veli ve kalın camlı gözlükleriyle görebiliyordu. Gözlüğü olmasa eğiremez çorap öremezdi. Oğlu Mustafa'ya ördüğü çorabı ayağına geçirip ölçtü. Biraz daha büyüktü Mustafa'nın ayakları. Başının üstünden geçen uçakla­ rın gürültüsüyle gökyüzünü sü­ zerken susuzluktan yarılmış top­ rağı anımsatan yüzünde, yüzyılla­ rın acısı ve öfkesi birbirine karışı­ yordu sanki. Görmüş geçirmiş bir kadındı, ağzında dişi, aklaşmadık saçı kalmamıştı. Ördüğü çorabı yanındaki taşın üstüne bırakıp ağaç dalı bastonunu arandı. Bir eli bastonunda bir eli bükülmüş belinde ağır ağır doğruldu. Gözle­ ri uçaklardaydı. Kaç kez gidip geldiklerini düşündü. Sanki bir şeyler taşıyorlardı. Yavaş ve inliyerek gidiyor, gelirken daha bir hızlı uçuyorlardı. "Gene bir yerleri bombalıyor­ lar, neresi acep..." dedi kendi ken­ dine. Akşama yapacağı bulgur aşının suyunu ocağa koymak için toprak damın eşiğine basarak içe­ ri girdi. Mustafa da nerdeyse ge­ lirdi artık. Yine çok acıkmış olur geldiğinde. Hazırda birşeyler bul­ mazsa kırılıp gücenirdi belki. Hatun Ana içeri girdikten sonra toprak dam korkunç bir gürültüy­ le sarsıldı. Merteklerinden tozlar dökülen damın ortasında direğe sıkı sıkı tutunmuş bir taraftan da şehadet getiriyordu. Köy bir süre öylece sallandı. Dışarı çıkıp etra­ fına bakındı, bir şey göremedi. "Gene bombaladılar" dedi iç çe­ kerek. Mustafa aklına geldi bir an. Sonra onu kafasından uzaklaş­ tırıp işine koyuldu. Dışarıda gün yavaş yavaş bat­ maya başlamış, ortalığı batan günün kızıllığı kaplamıştı. Esen bir

UÇAKLAR Zozan EVİNDAR yel köyün birkaç ağacının yaprak­ larını döküp, sonra dağlara çekil­ di. Ağa'nın kapısının önünde du­ ran besili bir kurt köpeği yere se­ rilmiş uyuyordu. Patlamanın çı­ kardığı sesten etkilenmemişti pek, bir gözünü hafif açıp kulağı­ nı kabartmış, sonra eski halini al­ mıştı. Birkaç çocuk köy meyda­ nında patlamış plastik bir topla oradan oraya koşturuyordu. Kö­ yün erkekleri dam süvüklerinde çömelmiş tütün tellendiriyorlar, kadınlar da duvardaki kurutulmuş tezekleri topluyordu. Hatun Ana'nın komşusu Kale Haso'nun oğlu Maho şalvarını çemremiş, ayağından çıkardığı lastik ayakkabıları elinde, taşların parçaladığı ayaklarından kanlar sızarak köye doğru koşuyordu. Maho gelip Hatun Ana'nın kapı­ sında durdu. Ne içeri girdi ne de geri döndü. Öylece kalakaldı. Yal­ nızca derin derin soluyor, solu­ dukça da gövdesi bir aşağı bir yu­ karı kalkıyordu. Maho'yla Ana'nın oğlu çok iyi arkadaştılar. Sürüye beraber giderler ve beraber döner­ lerdi. Hatun Ana'nın masallarını dinleyerek büyümüşlerdi. Hatta yıllar önce iki arkadaş parmakları­ nı kesip, birbirlerinin kanını eme­ rek kan kardeş olmuşlardı. Hatun Ana tesadüfen dışarı çık­ tı, Maho'yu kanter içinde solurken gördü. Maho sapsarı kesilmişti. "Ne oldu yavru, hayırdır, ne bu hal, Musto nerede..." dedi şaşkın şaşkın. Maho konuşmadı. Gözleri ananın gözlerine dikili öylece ba­ kıyordu. "Ne oldu daye kurban, hele söyle, ne oldu Mahom, Mus­ to nerde..." Maho yine konuşma­ dı. Gözleri dolu doluydu. Sonra ananın boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hatun Ana da Maho'yu kucaklamıştı. Ne olduğunu anlayamasa da yüreği küt küt atmaya başlamıştı. Bura­ larda hergün dağlar bombalanı­ yordu. Civar köylerden çok çoban ölmüştü. Evlerin bulunduğu köy­ lük yerlere bile bomba atılıyordu.

Ne olabilirdi ki... Yoksa o dü­ şen bomba... Aklından kötü dü­ şünceleri silmeye çalıştı. Maho'nun omuzlarından tutup iki eliyle silkelemeye başladı. Diğer taraftan ise "Kes ulan zırlamayı, ne kanlar gibi ağlar durursun, de bana ne oldu. Çabuk." diyordu. Maho kafasını öne eğdi. Gözle­ rinden düşen damlalar toprağı ıs­ latırken anlatmaya koyuldu: "Sersing tepesinin yamacındaki otlaktaydık... Uçaklar geçiyordu tepemizden. Uzun süre geçen uçakları saydık..." dedi durdu. Anlatamıyordu ağlamaktan. "Sonra?..." dedi Hatun Ana. "Ben sürüyü çevirmeye gitmiş­ tim. Bir patlama oldu. Kulaklarım sağır oldu sandım. Taş parçacıklan, toprak sıçradı yüzüme. Geri döndüğümde Musto'nun oturduğu yerden dumanlar yükse­ liyordu. Çok fazla duman vardı. Biraz bekledim. Duman çekildi. Bir de vardım ki... Musto yerde yatıyordu. Yüzü ve üzerindeki el­ biseler paramparça olmuştu. Kanlar içindeydi. Hatun Ana başından kaynar su­ lar dökülmüş gibi öylece kalakal­ dı. Dizlerinin bağı çözüldü. Az önce küt küt atan yüreği durmuş­ tu sanki. Sonra "Mustom, daye kurban, yavrum..." diye feryatlar ederek Sersing tepesine doğru koştu. Köylüler, ananın bir elinde baston, bir eli belinde bağırarak koşmasını merakla izlediler kısa bir süre. Sonra dam süvüklerin de cigara tellendiren erkekler, ku­ rumuş tezek toplayan kadınlar, top koşturan çocuklar koştular ananın ardısıra. Bir tek ağanın iti kımıldamadı yerinden, bir de ağanın evinden kimse çıkmadı dışarı. Akşam televizyonda "Sınır öte­ si harekatta yara alan bir F-16 uçağımız üzerindeki yükleri, yer­ leşim birimlerimizden çok uzakta dağlık bölgelere boşalttıktan son­ ra, Batman Havaalam'na acil iniş yaptı..." diye bir haber verildi.

T A V I R 35


KÜRECİK NOTLARI Zehra BİLGİLİ

ürecik Akçadağ'a bağlı bir kasaba. Nü­ fusu 2000. Bir lise­ si, bir ilkokulu, bir Jandarma Karakolu, bir de Sağlık Ocağı var. Dağların eteğine serpilmiş küçük ev öbekleri Kürecik'in mahallelerini oluştu­ ruyor. Halkın geçim kaynağı, hayvancılık ve karlar eriyince iş­ leyebildikleri toprakları. Evle­ rin hemen hepsi toprak damlı. Araba kıraç toprakların, dağ­ ların arasından ilerleyerek Gürkaynak'ın içinden geçti. Kürecik girişindeki tepenin yanında indik. Tepenin öte yanında Kürecik Jandarma Karakolu. Dağlar, gelinlik giymiş genç kızlar gibi bembeyaz. Bu dağ­ lar ki kucak açmış yiğitlere. Bir kere bile oflanmamış. Bu dağlar kardeş dağlar, kadrini bilir. Evelallah bu eller utandırmaz adamı. Kaç tohum fidan olup ormana dönmüş bu dağlarda bilinmez. Kaç yiğit kuşatılmış da yol gös­ termiş bu dağlar. Kaç can ise artarak çoğalıyor yarınlara... Asıl yoldan gitmiyoruz köye. Jandarma engelleyebilir diye

36 T A V I R

düşünüyoruz. İndiğimiz yol­ söylüyoruz, devrimci sanatçı. dan vuruyoruz kendimizi dağ­ Ama onlar ayırmıyor bizi, dağ­ lara. Sırtımızda bağlama, eli­ larda gezen, kapılarını çalan mizde fotoğraf makinası. Kar­ dost yüreklerden. Adlarımızın da yürümek zor. Attığımız her gerçek adımız olduğuna inan­ adımda belimize kadar gömü­ mak istemiyorlar. Yemek ha­ lüyoruz. Arada bir anayoldan zırlanıyor. Hazırda olanların geçen arabaların ışığı parlatı­ yeterli olduğunu, fazla şeye yor yerdeki karı. Manzaranın gerek olmadığını belirtiyoruz. güzelliğiyle mutlu oluyoruz. Kaçak bir çay demleniyor, Yürümekte zorlanan arkadaş­ kendi yapımları çökelek, pey­ ların ellerinden tutarak devam nir, tereyağından getiriyorlar. Dışarısı buz gibi. İçerde korlaediyoruz yola. nan ateşimiz harıl harıl yanı­ Ayaklarımız hissetmiyor ar­ yor, bir de yüreklerin sıcaklı­ tık soğuğu. Zorlukla adım atı­ ğı... yor, dizimizle yararak ilerliyo­ ruz karı. Gözümüzün seçebil­ Komşular geliyor bir süre diği evlerden gecenin karanlı­ sonra. Bağlamamızı çıkarıp ğına uzanan ışıklar saçılıyor, türküler söylüyoruz. Halkımı­ köpek havlamalarına karışıyor. zın diline dolanmış, devrimci­ Köye yaklaştığımızı söylüyor ler üstüne söylenen türküler, bir arkadaş. Sıcak bir sobanın yakılan ağıtlar, aradan geçen başında oturup, sıcacık çay yu­ yıllara rağmen unutulmamış. dumlamayı düşlüyoruz. Espri­ Ev sahibimizle gece yarılarına ler yapıyoruz. Karda donarak kadar oturuyoruz. nasıl ölünür, onu anlatıyoruz Ev sahibimiz yaşadıklarını birbirimize. anlatıyor. "Bizimkiler gelmişti Bir dost evinin kapısını çalı­ bir seferinde. Bizim arkadaş­ yoruz. Tahta kapı açılıyor, bizi lar. Gece idi. Hepimiz yatmış­ karşılıyorlar. Üzerimizdeki tık. Kapı tıkladı. Hemen yatak­ karları silkelememiz için sü­ tan kalktım, ışıkları yakmadan pürge getiriyorlar. Islak elbise­ "Kim o" dedim. "Biziz, Hasan lerimizi çıkarıyoruz. Ateşi kor- abi" dediler. Kapıyı açtım, bi­ luyor ev sahibi. Sıcak gülüm- zimkilerdi. Hemen içeri aldık. seyişleriyle "Hoş geldiniz" di­ Sobayı yaktık, oturdular. Be­ yorlar. Sanatçı olduğumuzu nim oturduğum yeri göstererek


"Bulut da orada oturmuştu." di­ yor. "Birinin ayağı yaralanmış­ tı. Ayağına kına yaktık hemen. Sonra hepsi serçe parmaklarına kına vurdular. Birinin parma­ ğında yüzük vardı. Nişanlı mı­ sın, dedim. "Evliyim, yakında çocuğum olacak" dedi. Karısı­ nı, çocuğunu bırakıp buralara gelmişti. Vaay dedim, dizleri­ me vurdum. Diğerleri uyurken birisi de dışarıda nöbet tutuyor­ du. Sırayla nöbet değiştiriyor­ lardı. Dışarda kapının eşiğinde bekliyordu nöbetteki. Yanına vardım. Siz yorgunsunuz, ge­ çin uyuyun, ben tutayım biraz da dedim. 'Olmaz Hasan abi. Sen yaşlısın, alışkın değilsin, biz alışkınız, sen uyu' dedi. Fazla ısrar etmedim. Oğulları­ mız olmuşlardı. Geçmişte de gelen oldu ama bunlar çok farklıydı. Anlatıyorlar, konuşu­ yorlardı bizimle. Bizimkilerdi. iki gün kaldıktan sonra gide­ ceklerini söylediler. Birinin ço­ rabı yoktu, çorap verdik. Giy­ medi, arkadaşına verdi. Sonra gittiler. Bir duyduk ki beş yiği­ dimizi vurmuşlar. İnanamadık, kabul edemedik. Keşke dedik, bize sorsalardı. Derdik ki; biraz daha bekleyin, karlar erisin on­ dan sonra yapın ne yapacaksa­ nız. Gerçi onlar daha iyi düşün­ müştür ama... Bizimkiler çok haber salmışlardı Kemal Kaplan'a,'Vazgeç bu işten' diye, Ama o dinlemedi. Liseden beri yetiştirilmiş uzman bir ajandı. Hatta lisedeyken ona 'Polis Ke­ mal' adını koymuştu halk. Her türlü pisliği yapıyordu. Hatta başka bölgelere gidip operas­ yonlara katılıyormuş. Az ocak söndürmemiş. Onu öğrendikten sonra halk ona sırtını çevirdi. Bizimkiler iyi yaptı, en azından bundan sonrakilere ders oldu. Karısı bile mezarının başında 'Ben biliyordum birgün böyle olacağını. Kaç kere vazgeç de­ dim, dinlemedi' diye ağladı." Ev sahipleri dünyayla bağla­ rını koparmamışlar. Gelişmele­ ri yakından izliyor, olanı biteni biliyorlar. Evin anası biraz ka­ ramsar. Halkı suçluyor. "Bu halk için değmez, yazık değil mi size?" diyor. Ama devrimci­ leri bir o kadar da seviyor. Ba­

ba sözü alıyor. Ülkeyi, yoksul­ luğu, sefaleti anlatıyor. Ana bu sefer de ekliyor: "Şer nalet, şer nalet, şer kapıya gelirse dönene nalet" Evin çocuklarının tümü oku­ la gidiyor. Her gün sabah er­ kenden karda tipide üç dört ki­ lometre uzaklıktaki Kürecik'e gidiyorlar. Köye giden yol ise tarlaların içinden açılmış bir patika. Birisi utanıyor, bizi gö­ rünce. Yanımıza gelmiyor. Başka birisiyle sohbet ediyo­ ruz. "Sapanın var mı?" "Yok" diyor. Kuşları öldürmenin yan­ lış olduğunu anlatıyor bize. Bi­ raz büyükçe olana Tavır oku­ yup okumadığını soruyoruz. "Herhalde" diyor, utandırarak bizi. Hem Tavır hem Mücadele okuduğunu belirtiyor. Okulu soruyoruz. "Dün okula afiş as­ mışlar. 'Teslim olun, Devlet Büyüktür, Teröristlere Kanma­ yın' gibi şeyler yazıyordu". Afişlerin asıldığı gün köylüler­ den biri, sabah erkenden iki ki­ şinin arabaya bindirilip gönde­ rildiğini görmüş. "Onlar yaptı" diyor. Aynı afişten köy kahve­ sinin camına da asmışlar. Köy­ lüler sabah Jandarmaya telefon açmışlar ve indirtmişler afişle­ ri. "Bir hafta önce lisede boy­ kot oldu, herkes katıldı. Afişler ise ondan sonra asıldı. Ama biz biliyoruz kimin terörist oldu­ ğunu." diyor. Az önce utanıp bizden kaçan evin küçük kızı yanımıza geliyor. Bize masal anlatıyor. Yol yorgunluğuna zamanın ilerlemesi de eklenince yavaş yavaş uyku baskın gelmeye başlıyor. Geleneksel Kürt ya­ takları seriliyor. Çocuklar, anne-baba ve biz sobalı odayı paylaşıyoruz hep beraber. Dı­ şarının soğukluğunu unutuyo­ ruz. Ana, memleketimizi soru­ yor : "Kaç kardeşsiniz", "Ne ile geçiniyorsunuz?" Anaya Yusuf un yerinde yat­ mak istediğimi söylüyorum. Sol gözünü göstererek "seni burada yatıracağım" diyor. Ana oğul oluyoruz bir anda. Gece yarısından sonra yatak­ lara giriyoruz. Ama kulağımız kapıda. Tıklar mı ola? Tıklar da o dağ yürekliler, o türkü dil­

liler girer mi ola? Ellerinde si­ lahları. Girerler de kucaklaşır mıyız, göz göze verip de can­ ca, dostça bakışır, tütün sarar, konuşur muyuz ola sabaha ka­ dar? Ama kapı tıklamıyor. Bel­ ki de başka kapılar tıklamıştır bu akşam... Sabah kalkar kalkmaz saate bakıyorum, daha erken. Köy yerinde ayıplanır geç kalkmak. Çocukların bir kısmı okula git­ miş. Soba gürül gürül yanıyor. Karşımda bir çift göz "günay­ dın" diyor. Günaydın deyip, ar­ kadaşları kaldırıyorum. Soba­ nın üstünde ısıtılan su ile yüz­ lerimizi yıkıyoruz. Ana, ak­ şamdan mayalayıp sabah fırına sürdüğü ekmeklerden koyuyor Sırayla nöbet değiştiriyorlardı. Dışarda kapının eşiğinde bekliyordu nöbetteki. Yanına vardım. Siz yorgunsunuz, geçin uyuyun, ben tutayım biraz da dedim. 'Olmaz Hasan abi. Sen yaşlısın, alışkın değilsin, biz alışkınız, sen uyu' dedi. Fazla ısrar etmedim. Oğullarımız olmuşlardı. Geçmişte de gelen oldu ama bunlar çok farklıydı. Anlatıyorlar, konuşuyorlardı bizimle. Bizimkilerdi. sofraya. Kahvaltıdan sonra sohbet ediyoruz. Öğretmeni bugün gelmediğinden okula gitmeyen küçük kız ödevini yapıyor. Yardımcı oluyoruz. Bir süre sonra artık gitmemiz gerektiğini belirterek ayrılmak istiyoruz. Israrlara rağmen vedalaşarak ayrılıyoruz. Kürecik merkezine giden pa­ tika yolda yürüyoruz. Yol ka­ rakolun önünden geçiyor. Patika yoldan ayrılıp, tarlala­ rın içinden bata-çıka anayola T A V I R 37


iniyoruz. Malatya'ya gidecek araba beklemeye koyuluyoruz. Bizden başka iki kişi daha bek­ liyor. Malatya tarafından gelen bir askeri jip geçiyor önümüz­ den Kürecik'e doğru. Köyün Jandarması olduğunu söylüyor yanımızdaki amca. Aynı araba az sonra tekrar dönüyor. Önü­ müzde duruyor, içinden asker­ ler inip etrafımızı kuşatıyorlar. Yetkili birisi yammıza yaklaşıp kimliklerimizi, kim olduğumu­ zu, burada ne aradığımızı ve buraya ne zaman geldiğimizi Kulağımız kapıda. Tıklar mı ola? Tıklar da o dağ

yürekliler, o türkü dilliler girer mi ola?

Ellerinde silahları. Girerler de kucaklaşır mıyız, göz göze verip de canca,

dostça bakışır, tütün sarar, konuşur muyuz ola sabaha kadar? Ama kapı tıklamıyor.

Belki de başka kapılar tıklamıştır bu akşam...

soruyor. Fotoğraf sanatçısı, Ta­ vır muhabirleri olduğumuzu, fotoğraf çekmek için sabah gel­ diğimizi söylüyoruz. Etrafımız ablukaya alınarak karakola götürülüyoruz. Her an kaçacağı­ mızı düşünür gibi bir halleri var. Bu durumun ne anlama geldiğini soruyoruz. Bu tür du­ rumlarda kendilerine haber ver­ memiz gerektiğini, bilgileri ol­ ması gerektiğini söylüyorlar. Karakola ulaşıyoruz . Kim­ liklerimiz ve kim olduğumuz bildiriliyor Akçadağ'a. Bölük komutanının gelmesi beklen­ meye başlanıyor. "Siz fotoğraf makinasını farklı amaçlar için kullanıyorsunuz" diyorlar. "Ne gibi?" Sorumuza ise "siz daha iyi bilirsiniz" yanıtını alıyoruz. Karakolun ve kendilerinin fo­ toğrafını çekmiş olabileceğimi­ 38 T A V I R

zin korkusu; yüzlerinden ve daha önce yaşadıklarını anla­ tışlarından anlaşılıyor. Bu ka­ dar kaygılanmamalarını, banyo koşulları varsa banyo yaptırıp bakmalarını söylediğimizde, "burda film banyosu yok, fark­ lı bir banyo var" diyorlar. İn­ san banyosundan sözetmediğimizi söyleyince bıyık altından gülümsüyorlar. Ana yolda ara­ ba bekleyen diğer iki kişiyi de aldıklarını ve onların lise öğ­ rencileri olduğunu öğreniyo­ ruz. Onların bizimle hiçbir ilgi­ si olmadığını, onları tanımadı­ ğımızı söylüyoruz. Onları bıra­ kabilmeleri için bölük komutanının Akçadağ'dan gel­ mesini beklemeleri gerekiyor­ muş. Alabildiğine mütevazi davranmaya özen gösteriyor­ lar, ihtiyaçlarımızın anında gi­ derilmesi için özel bir çaba sarfediyorlar. Üzerine basa basa "bakın biz size kötü davranıyor muyuz?" derken birşeyleri giz­ lemeye çalıştıkları her hallerin­ den belli oluyor. Beş saat zo­ runlu alıkonulduk karakolda. Bu zamanı ıslanan çoraplarımı­ zı ve ayakkabılarımızı ısrarı­ mız üzerine yanan kömür so­ basında kurutarak değerlendir­ dik. Sigara içmek istediğimiz­ de, nöbetçi eşliğinde dışarı çıkartılıp içtik sigarımızı. Bir arkadaşın gözaltından sonra "Kendimi misafirlikte zannet­ tim. Bir ara, artık çok oturduk, gidelim düşüncesi dahi gelişti" deyişi kadar misafirperverlerdi. Telefon etmek, karakolda oldu­ ğumuzu dergimize bildirmek istediğimizi söylediğimizde, telefonların çalışmadığını, ken­ dilerinin de kullanamadığını, telsizle bu eksiği kapatmaya çalıştıklarını özür dileyerek ifade ettiler. Saat dört gibi bölük komuta­ nı geldi. Hepimizi tek tek oda­ sına aldı. Kim olduğumuz, ni­ çin özellikle Kürecik'i seçtiği­ miz sorularına karşılık fotoğraf sanatçısı olduğumuzu, bölge halkının yaşamıyla ilgili çalış­ ma yaptığımızı söylediğimizde "Buldunuz mu burada sanat?" diye sordu. Bulmuştuk. Bölük komutanı bizi az çok tanıyordu. "Şimdi arkadaşları­

nız 'işkence yapılıyor' diye dünyayı ayağa kaldırmışlardır" sözleri bunu kanıtlıyordu. Biz gözaltındayken arkadaşlarımı­ za "burada böyle birileri yok" diye cevap vermiş. Aynı bölük komutanının sürekli çelik ye­ lekle dolaştığını sonradan öğ­ rendik. Akçadağ'a götürülecek, sağ­ lık kontrolünden sonra bırakı­ lacaktık. Arabaya binip yola koyulduk. Askerlerden birisiy­ le aramızda kendiliğinden bir konuşma gelişti. Tam bir köylü çocuğuna benziyordu. "Askerlikten önce ne iş yapı­ yordun" dedim, "Fayans işçisiydim. Evlere döşenen fayansları yapıyoruz. "Emekçiydin yani..." "Evet" "Memleket neresi?" "Çorum" "Çalışıyor mu?" "Ne?" "Elindeki makine" "Evet" "Atış talimleri dışında kul­ landın mı? Yani gerçekte?" "Kullandım" "Geçen yıl Gürkaynak'ta bir çatışma olmuş, ona katıldın mı?" "Bayağı uzun sürmüş gali­ ba." "Dört beş saat sürdü" Başını önüne eğdi, bir daha da konuşmadı. Ben de sorma­ dım. Bırakıldığımızda saat tam al­ tıydı. Malatya'ya telefon edip arkadaşlardan bizi almaları is­ tedik. Ancak o gün akşam ula­ şabildik Malatya'ya, iki gün sonra dergimizin Malatya bü­ rosunun açılışını yapacağız. Davetiyelerimiz dağıtılmış, ha­ zırlıklarımız tamam. Gücümü­ ze güç katan dostlarla 20 Ara­ lık 1992 günü Kültür ve Sanat­ ta Tavır tanıtım ve irtibat büro­ muzu açtık. Yeni bir mevzimiz daha var artık. Soluk katacak kültürsanat cephemize. Omuz omuz, türkü türkü, ha­ lay halay... düşmana inat...


N

VENSEREMOS

ŞİLİ HALK ŞARKISI

O

T

A

Fırtına yırtıyor sessizliği Ufuktan bir güneş doğuyor Gecekondulardan geliyor halk Tüm Şili şarkılar söylüyor

Şili'de halk bugün savaşıyor Cesaret ve aklın gücüyle Kahrolsun halkın katili cunta Yaşasın Unitad Popular

Venseremos Venseremos Kıralım zincirlerimizi Venseremos Venseremos Zulme ve yoksulluğa paydos Venseremos Zulme ve yoksulluğa paydos

(Nakarat) Geçmişe ağlamak fayda vermez Gelecek mutlak Sosyalizm Yarını bugünden kuracaksın O senin tarihin olacak (Nakarat)

T A V I R 39


MEKTUP Hazal Tunç'un Umut Çiçeği adlı yeni öykü kitabını değerlendirmesi Hasan Kıyafet'le dergimiz arasında yeni bir iletişim sağladı. Eleştirinin geliştirici sonuçlarına ulaşmaktı amacımız, elbette Umut Çiçeği'ni karalamayı düşünmedik. Hasan Kıyafet'in gönderdiği yazı konuya açıklık getiriyor. Ancak bazı noktaları yeniden tartışmak istiyoruz. Hazal Tunç "İşkenceye ve işkencecilere karşı mücadele intikam duygularıyla ve kişisel olarak sürdürülemez" derken iki noktanın önemini vurgulamak istiyor. Sorun intikam sorunu değildir ve ancak örgütlü mücadele işkenceyi geriletebilir. Bir de "halkın adaleti", "çifte kovboy tabancalı filmlere" hiç benzemez. İnsanlık suçuna karşı yürütülen bu mücadele, açlık grevi, susma hakkı kadar etkili bir mücadele biçimidir. Biz hayatın bütün olanaklarını bu suça karşı seferber etmeyi savunduk ve uyguladık.

40T A V I R

SEVGILI ELIF SUMRU GÜREL Tavır'ın Kasım sayısında, Ha­ zal Tunç'un son öykü kitabı olan "Umut Çiçeği" üstüne bir eleştirisi çıktı. Eleştiriye katlan­ mamak, eleştiriyi eleştirmek gi­ bi küçüklüğe düşmemek için il­ kin susmak istedim. Sonunda Tavır'ı kendime sanıldığından da yakın bulduğumu hesaba ka­ tarak, bunu size yazıyorum. Baştan belirttiğim gibi amacım sevgili Hazal'ın o içten fakat acemi eleştirisini yanıtlamak kesin değildir. Amacım, bir yanlış anlama ya da anlatmayı düzeltmemenin yanlışları önle­ me sorumluluğudur. Sözü uzat­ mazsak; Sovyetlerdeki çözül­ meyi, Gorbaçov'a dolayısıyla bireylere bağlayarak, sorunun özünü kavrayamadığımı demek istiyor Hazal. Buna kesin hayır diyorum. Çünkü ne yaşım, ne de başım, ne de geçmişim böy­ le bir yanlışı yapmaya izin ver­ mez. Çünkü sözü edilen yanlış taktik, stratejik, parttaym bir yanlış değil, diyalektik bir yan­ lıştır. Dolayısıyla bunun hesabı­ nı vermek zorundayım. Şöyle ki:

cağı bahşişe bakar. Dünyada in­ san sıfatında hiçbir kimse tara­ fından yapılmaması gereken bi­ risini yapar. Yani bir yanıyla Gorbi sıradan bir cellattır. Ama öteki yanıyla, tarihin ilk tanıdığı komünist ülkenin -üzerine basa­ rak söylüyorum- bilinçli yıkıcı­ larından biri ve son devlet baş­ kanıdır. Evet tarihi kişiler yap­ maz ama kişilerin önemi de yadsınamaz. Olumlu ya da olumsuz süreci, boyları ölçü­ sünde etkilerler. Hitler, Mussolini, Franko insanlığa nelere mal olmuştur? Marks, Lenin, Mao, Ho Amca insanlığa neler ver­ mişlerdir? Bugün Karabağ'da, Karadağ'da, Irak'ta, Kürdistan'da yaşanan dramlarda Gorbaçovlar'ın hiç mi suçu yoktur? Onlar hiç mi işkenceci değiller­ dir? Bizce yurdumuzdaki sıra­ dan bir işkenceciden sorulacak hesaptan daha çoğu Gorbi' den sorulmalıdır. Böylece sıradan bir işkenceciyi -arkadaşımızıngüzel değimi ile Zebani sanarak oklarını yağdırırken ne demek istiyor? Gorbi gibi zebani başla­ rını bağışlamamızı mı? Hazal beni nasıl anlayamamışsa biz de onu anlayamadık doğrusu.

Gorbi ve benzerlerini, edebiyat­ "Diyalektik eleştiri konusu olan ta da cezalandırmak, mahkum temel öykü kitabımdaki "Bü­ etmek, bizce cezaların en serti­ yük Pay" adlı öyküdür. Öyküde dir. Bu küçük çabamızla, belki bir yanıyla Gorbaçov, simge gelecek kuşak azıcık gözlerinin zavallı bir cellattır. Demir kapı­ önüne bakarlar. ların ardından gelecek infaz Gelelim "İZ ve YİTİK" öyküle­ emrini bekler. O, güneş doğma­ rine, İZ, bir sorgucunun yani dan çekeceği iskemleye ve ala­ Zebaninin içine yuvarlandığı


ruhsal açmazı, hastalığı ortaya koyar. Zebaniyi hiç mi hiç yü­ celtmez. Aksine onun sağından solundan mıncıklar. Haa, onla­ rın baktığı gibi bakmadan yapar bu işi. İnsana bakar gibi bakar... Yoksa onlardan ne farkımız olur ki? "YİTİK" ise, işkence gören biri­ sinin, içinden atamadığı bireysel kinle, Zebanisini aramasının öy­ küsüdür. Kerim Usta, zebanisi­ nin peşini bırakmaz. Aradan yıl­ lar geçse de onun öç duygusu olduğu gibi yerinde durur. Üzüntüm bu öykünün içerdiği anlamın tam tersi bir yargıyla yargılanması ve anlaşılmasıdır. Sevgili Hazal, şimdi soruyorum, sizce Kerim Usta zebanisini ba­ ğışladı mı? Unutmayalım ki en büyük öç, kötüyü yanlışı, katili teslim aldıktan sonra bağışlana­ rak alınır. Dikkatinizi çekiyo­ rum. Bağışlanır diyorum. Çifte kovboy tabancasıyla yere ser­ mek, bildiğimiz filmlere benze­ mez mi? Bizler boşuna mı: "Kör olasın demiyorum / Kör olma da gör bizi... demişiz. Keşke bütün iş­ kenceciler yaşasa da, insanlık için yaratacağımız güzellikleri görüp, bin kez ölseler. 12 Mart ve 12 Eylülcülere şimdi daha çok kızıyorum. Çünkü Ha-

zal'ın bile beni anlamamasını onlar becerdi. Kitaplarımızın çoğunu yasakladılar, topladılar. Uzun uzun yargıladılar. Böyle­ ce sizlere yeterince ulaşamadık. Eğer benim yapıtlarımdan hiç olmazsa "İşkence öyküleri, Hücrede Şenlik, 12 Mart Fıkra­ ları" ve de "Görüş Günü" olan­ larını bari okusaydınız "Umut Çiçeğini" böyle yargılamazdınız.

Bızlerin işinin zorluğu burda başlıyor işte. Görevimiz, o in­ san sıfatında olan canlıları, ger­ çek insan olduğunun bilincine, yani sınıfının bilincine getir­ mektir. SONUÇ Sözü uzattık. İşkence ve işken­ ceciler konusundaki duyarlılığı­ nıza gerçekten sevindim. Uzak­ tan uzağa, elim değmese bile si­ zi okşayıp sevdim. Acımasız eleştirilerinizin her alanda sür­ mesini diliyorum. Yalnız bizle­ rin kimseye bireysel düşmanlı­ ğımızın olmadığını yineliyo­ rum. Yanlış anlaşılmasın ve övünmek gibi olmasın, o sözü­ nü ettiğiniz işkencelerden hem 12 Mart hem de 12 Eylül'de pa­ yını almış bir ağabeyinizim. Buna karşın diyorum ki: "Bana işkence yapan polislerin çocuk­ larının da işkence görmeyeceği bir düzen dileği ile..." Ne yapa­ yım bu da benim kusurum. İş­ kencecilere bile insan diyor ve umut kesmiyorum. Çünkü par­ mağa değil gösterdiği yere bak­ mayı Lenin Usta özellikle vur­ guluyor.

Bir de: "Toplumsal olayları, ha­ yatı bütün gerçekliği ile kavra­ yamadığımı, ülkenin yaşanan gerçekleri ile yüzleşmem ge­ rektiğini, Burjuva Hümanizmi ile varlığından habersiz oldu­ ğum işkence ve işkencecilere bile insan sıfatı verdiğimi" söy­ lüyorsunuz. Yukardaki görüşle­ rinizden bir tekine katılıyor ve üstüme alıyorum. Evet ben zabanilere bile insan diyorum. Ah, benim Hazal'ım, ne yazık ki onlar da insan. Daha kötüsü­ nü söyleyeyim mi size; bizim savunduğumuz, acısını paylaş­ tığımız, ezilen sömürülen sınıf­ tan insan. Siz hiç varlıklı çocu­ ğundan Polis, Öğretmen, Hem­ şire, Assubay gördünüz mü? Eğer ezilenler, yoksullar, kendi sınıfının yanında yer alsalar Selam ve Sevgilerimle dünyanın hali böyle mi olurdu? Hasan Kıyafet

T A V I R 41


HABER

Y O R U M

EMRE KONGAR'IN DA PAYI VAR! Halkın yanında olmadığı için o büyük güçten yoksun olan Türkiye aydını gücü baskıya ve zulme dayanan egemenlerin yanında yer almaktadır. Onların iyi ve nsan-doğa çelişkisi, in­ kötü niyetli olmaları nesnel sanın doğa önündeki gerçeği değiştirmez. Devletin yetersizliğinde, insaninsan çelişkisi ise sö­ işlediği bütün cinayetlerde, mürüde somutlaştığına göre, doğaya egemenli­ katliamlarda tavır almayan, ğimizi arttıran ve sö­ mürüyü azaltan her dü­ tepki göstermeyen Türkiye şünce, inanç ve eylem doğrudur, haklıdır, iyi- aydını suçludur. dir.(l)" san-insan çelişkisini, yani sö­ Bu sözler üniversite mürüyü azaltıcı etkilerde bu­ gençliği üzerindeki lunurlardı. Ancak 500 gün sü­ kontrol-baskı aygıtı olan YÖK re isteyen iktidarın 14 ay içe­ tarafından 'sakalı' bahane edi­ risinde bu vaadlerin hiçbirini lerek üniversiteden uzaklaştırı­ yerine getirmediğini görüyo­ lan Prof. Emre Kongar'a ait. ruz. Koalisyon hükü-meti ikti­ Son genel seçimlerde SHP İs­ darda bulunduğu süre içerisin­ tanbul milletvekili adayı olan de toplumsal çelişkileri daha Emre Kongar bugün Kültür da arttırmıştır. Bakanlığı Müsteşarı. Kültür Bakanı Fikri Sağlar Koalisyon hükümetini oluş­ 'Yasakları yasaklayacağız' di­ turan DYP-SHP siyasi partile­ yerek özgür bir Türkiye he­ rinin seçim öncesinde ortak deflediklerini duyuruyor kür­ vaadleri vardı: 'Yasakların kal­ sülerden. Ancak bakan koltu­ dırıldığı özgür Türkiye', 'Yargı ğuna oturduğu süre içerisinde reformu', 'Şeffaf karakollar', yüzlerce dergi, kitap, kaset 'Memura sendikal haklar', yasaklandı, toplatıldı. Sayısız 'YÖK'ün kadırılması' vb. Bu konser gerekçe bile gösteril­ vaadler hayata geçirilseydi in- meden yasaklandı. Sanatçılar 42 T A V I R

hakkında ard arda tutuklama karan çıkarılırken devrimcidemokrat, yurtsever kültürsanat merkezleri basıldı, talan edildi. Bakanın açılışını yaptı­ ğı TÜYAP Kitap Fuarı siyasi polis tarafından iki kez basıl­ dı. Devrimci tiyatro sanatçısı Ayşe Gülen katledildi. Dağ fare doğurdu: Kamuo­ yuna yargı reformu olarak ta­ nıtılan CMUK fiyaskoyla so­ nuçlandı. Adli suçluların gö­ zaltı süresini iki gün olarak sı­ nırlayan ve adli suçluların sorgulama sırasında avukat bulundurabilmesini hükme bağlayan yasanın çıkarılış amacı işkencenin önlenmesiy­ di. Ancak aynı hükümler Anti-terör yasasının kapsamına giren suçlarda uygulanmaya­ cak; bu suçlarda gözaltı süresi onbeş gün olarak belirlenmiş ve sorgu sırasında avukat bulundurulamayacak. İktidar CMUK Yasasını çıkarırken siyasi suçlulara işkence yapıl­ dığını dolaylı da olsa kabul ediyor ve ancak bu insanlık suçunu uygulayarak ayakta kalabileceğini itiraf ediyor.


HABER

Karakollar devletin koruyu­ cu kanadı altında işkencehanelere dönüştürüldü, işkenceciler yurt dışında yeni işkence tek­ nikleri öğreniyor. Yeni işken­ ce aletleri ithal ediliyor. Bir yıl içerisinde 25'ten fazla dev­ rimci gözaltında kaybedilirken yüzlerce, binlerce insan üze­ rinde yeni işkence teknikleri deneniyor. 'Memura sendikal haklar' sloganıyla seçim propagandası yapan siyasi partiler sendikal haklar için mücadele eden emekçilere copla, panzerle sal­ dırıyorlar. Sendika yöneticileri ve üyeleri tutuklanıyor, işten atılıyorlar. Seçim öncesinde gericifaşist eğitimiyle teşhir olan YÖK'ü kaldıracaklarını vade­ den iktidar partileri, YÖK'ün kurum ve kuruluşlarım daha da güçlendirdiler. 92-93 öğre­ tim yılı öncesinde polis şefle­ riyle masaya oturan öğretim görevlileri üniversite yöneti­ mini kontr-gerillanın ellerine bıraktı. Buna karşılık öğrenci gençlik ne zaman hak arama mücadelesi verse Necdet Menzir pervasızca" İYÖ-DER'li öğrencileri toplayın" emri ve­ rebiliyor. İktidar anti-demokratik uy­ gulamalarıyla toplumsal çeliş­ kileri daha da keskinleştirmiştir. Devrimci-demokratyurtsever güçlere bütün gü­ cüyle saldırmaktadır. Bu saldı­ rıların hedefi anfilerde öğren­ ciler, fabrikalarda işçiler, tarla­ larda köylüler, dairelerde me­ murlar, kültür-sanat çevresinde sanatçılar oluyor. Bu saldırılar copla, panzerle başlıyor, işkence tezgahlarında ve sokak infazlarında son bu­ luyor. Necdet Menzir devrim­ cileri kastederek 'Bu hainleri tabutsuz gömeceğiz' diyebili­ yor. "Türk ulusçuluğu hayvanca adam öldürenlerin paravanası durumuna gelmiştir"(2). Emre Kongar siyasi iktidarların ka­ fatasçı politikalarını bir cüm­

leyle özetliyor.İktidarlar Kürdistan'da köyleri, şehirleri bombalamayı, katliamlar dü­ zenlemeyi Türk ulusçuluğu adına meşrulaştırmaya çalışı­ yor, Türk ulusçuluğu adına Kürdistan'da katledilen insan­ lara leş' deniyor, insanların cesetlerinin üzerlerine basıla­ rak hatıra fotoğrafları çektirili­ yor. Devlet içinde örgütlü bir güç olan kontr-gerilla devrim­ cilere ve yurtseverlere saldır­ makla kalmıyor; 'denizi kurut­ mak mantığıyla halka da acı­ masızca saldırıyor. 80'lerin ül­ kücü, katil sürüleri, bugünün çek-senet-arazi mafyalarını da potansiyel bir güç olarak ha­ zırda bulunduran kontr-gerilla işkenceci polislerin cenaze tö­ renlerinde güç gösterisi yapı­ yor. "Sonuç olarak da hiç kuşku­ suz (kısa dönemde) egemenler kazanır. (Bu arada uzun dö­ nemli hesaplaşma açısmdan, diyalektiği unutmamak gerek­ tiğini ve ancak tarihsel açıdan 'doğru' olanın kazanacağını belirtmeliyim. "(3) 12 Eylül'de egemenler kazandı. Ancak di­ yalektiği unutmuyoruz. Tarih göstermiştir ki daha ileri üre­ tim ilişkilerini ve üretim iliş­ kilerini temsil eden sınıflar da­ ima çürüyene karşı zafer ka­ zanmışlardır. Feodalizmin kö­ leci düzene, kapitalizminse feodalizme karşı kazandığı za­ fer bu genellemenin somut ifa­ desidir. Bugün geleceği temsil eden sınıf hangi sınıftır? Du­ raksamadan cevaplıyor tarih. Proletarya. Yani emekçiler. "Türkiye'nin geleceğinin, emekçilerin ve emekçi-altı ki­ şilerin (lümpen proleter) ağır­ lıklarını koyacağı yönde oldu­ ğunu söylemek hiç de kehanet değildi. Bu durum gelecekte, sol düşünce akımlarının Tür­ kiye'yi etkileyeceğini açıkça göstermektedir."(4) Emre Kongar bu sözleriyle evrensel gerçeğe işaret etmektedir. Bir zamanlar ilerici özellikleri olan burjuvazi bugün insanlı­

Y O R U M

ğın önünde cansız bir kütle gi­ bi durmaktadır. Onu tasfiye edebilecek tek güç ise emekçi sınıflardır. Bu gerçeği bilen egemenler kendileri için kaçı­ nılmaz olan sonu ellerinden geldiğince geciktirme müca­ delesi veriyorlar. Ancak tarih hiç bir zaman geriye doğru ak­ maz. Dünyayı hergün yeniden yaratan emekçilerin zulümsüz, sömürüsüz bir dünya kurmala­ rını hiç bir güç engelleyeme­ yecektir. "Yetenekli sanatçı, edebiyat­ çı ve düşünür de özlediği dü­ zenin, tomurcuklanmasına ça­ lıştığı filizlerin, ancak politi­ kacının ya da devlet adamının desteğiyle gerçekleşeceğini görür. "(5) Emre Kongar bu sözleriyle Türkiye aydınının içinde bulunduğu açmazı özet­ lemektedir. Halkın içinde, halktan biri olamayan aydın ti­ pi. Söyledikleriyle yaptıkları kesişmeyen kastlaşmış bir grup insan. Halkın yanında ol­ madığı için o büyük güçten yoksun olan Türkiye aydını gücü baskıya ve zulme daya­ nan egemenlerin yanında yer almaktadır. Onların iyi ve kö­ tü niyetli olmalan nesnel ger­ çeği değiştirmez. Devletin iş­ lediği bütün cinayetlerde, kat­ liamlarda tavır almayan, tepki göstermeyen Türkiye aydını suçludur. Emre Kongar ya 'Kültür Üzerine' adlı kitabından imza­ sını çekmeli ya da istifa etme­ lidir. 1- Kültür Üzerine Emre Kongar. Sayfa: 200 2- Kültür Üzerine Emre Kongar. Sayfa: 216 3- Kültür Üzerine Emre Kongar. Sayfa: 203 4- Kültür Üzerine Emre Kongar. Sayfa: 219 5- Kültür Üzerine Emre Kongar. Sayfa: 43

T A V I R 43


HABER

M

Y O R U M

izah güldürür mü? Yalnızca eğlen­ dirmeye dayalı bir sanat mıdır? Ke­ yif verici, uyuştu­ rucu, tepkileri yu­ muşatıcı bir işleve mi sahiptir? Bir deşarj sanatı mı­ dır? Bir sanat alam hakkında, neye hizmet etmeyi amaçladığına bakılmaksızın böylesi mutlak bir değerlendirme yapmak yan­ lış elbette. Her sanat dalı gibi, mizah da kimi zaman muhalif bir unsur haline gelebildiği gibi kimi zaman da, tepkileri yumu­ şatıcı, kişisel ya da maddi te­ mellerinden kopuk hedeflere yöneltici, sonuç olarak düzen sınırlan içinde tutan bir konum­ da da olabilir. Bu yanıyla sana­ ta, genel geçer misyonlar yük­ lemek hatalıdır. Genel olarak tüm sanat dalları hakkında söy­ lenebilecek her şey mizah için de söylenebilir. Edebiyat, sinema, şiir, tiyatro da yeri geldiğinde halkın müca­ delesinde bir silah olabildiği gi­ bi onu kullananlara, yani hangi sınıfın sanatı olduğuna bağlı olarak, entellektüel bir baskı aracı, tepkilerin yönünü ve şid­ detini çarpıtıcı bir misyon da yüklenebilir. Bu anlamda miza­ hı da onu kullananlara bağlı olarak aldığı biçimlere, hangi koşullarda kimin sanatı olabile­ ceğine ve sonuç olarak halktan yana bir sanat olabilmesi için ne tür bir öz ve biçime sahip ol­ ması gerektiğine bağlı olarak tartışmak gerekmektedir. Ancak elbette bu, mizahı tar­ tışırken yine genel geçer sınır­ lar içerisinde ve tüm sanat dal­ larıyla aynı platformda tartış­ mak gerektiği anlamına gel­ mez. Mizahın tür olarak taşıdığı ayırdedici unsurlar var­ dır, her sanat dalının ayırdedici unsurları olduğu gibi bu unsur­ ları koymak tartışmayı daha da zenginleştirecektir. Bu yönleri bize en genelde nesnel koşulla­ ra bağlı olarak taşıyacağı özü ve işleyeceği temaları hangi üs­ lup ve biçimlerle dile getireceği konusunda ipuçları verecektir.

44 T A V I R

Mizah hakkında bir genelle­ meye gidilerek düşülen hatalar­ da iki "taraf"tan söz edilebilir. Birincisi, mizahın her zaman muhalif olduğunu, çünkü gül­ menin muhalif olduğunu savu­ nan görüştür. Diğeri ise miza­ hın düzene eklemli olduğunu, çünkü güldürerek deşarj ettiği­ ni, yani gülüp geçmeye neden olduğunu dolayısıyla, asla eleş­ tirel, tepkileri örgütleyici bir sanat dalı olamayacağını savu­ nan görüştür. Evet, her iki görüşte de ortak varılan nokta mizahın güldür­ meyi odağına aldığı ya da daha doğrusu gülmek gibi bir araç yoluyla okuyucunun bilincine yöneldiğidir. Dolayısıyla yer yer maddi hayattan kopuk gibi görünen, yaşanan somut ger­ çeklikteki nesneleri ve olayları doğrudan kullanmak yerine bunların bir özeti diyebileceği­ miz bir takım "hayali" unsurlar mizahın temel yapı taşlarıdır.

MİZAH ÜZERİNE Ayırdedici gibi görünen bu ya­ nı onun handikapıdır. Çünkü hayatla ve toplumsal çelişkiler­ le yani maddi çelişkilerle bağı­ nı iyi kuramaz (ya da bilinçli bir biçimde kurmaz ve hayatı iyi temsil edemezse (ya da bi­ linçli olarak etmezse) gerçek­ ten emekçi yığınlar için çelişki­ lerin, tepkilerin ve sömürül­ mekten gelen öfkenin soyutlan­ ması ve yumuşatılması gibi bir işlev görecektir. Özgür Gündem gazetesinin 1Aralık '92 tarihli sayısında mizah yazarı Gani Müjde ile yapılan röportajda bu iki sav­ rulma bir arada görülüyor. Bağlantı noktasını da ''Mizahçı çelişkiyi koyar, sorunu başkalan çözer" diyerek koyuyor

Müjde. Oysa mizah da diğer sanat dalları gibi eğer toplum­ sal çelişkileri kavrayanlarca kullanılabilirse Müjde'nin sö­ zünü ettiği eleştirel gerçekçilik çizgisinden kurtulup sosyalist gerçekçi çizgide mücadeleci bir sanat olabilir. Muhalif tep­ kileri örgütleyebilme, temsil edebilme yeteneğine kavuşabi­ lir. Aslmda söyleşi sırasmda böylesi bir noktayı yer yer ya­ kalayabiliyor. "İnsanlar zaman zaman mizahçıdan şu sesi duy­ mak istiyor: İşte tam benim gi­ bi düşünüyor. Benim söyleye­ mediğim şeyleri söylüyor. Özellikle baskı dönemlerinde daha da artan bir talep bu. Bi­ rilerinin kendisinin adına siste­ min çelişkilerini tiye alması in­ sanın hoşuna gidiyor." Bu söz­ ler tüm sanat dalları gibi kari­ katürün de hangi özelliklere sahip olduğunda muhalif bir sanat olabileceğini gösteriyor. Öte yandan mizahdaki "karikatürize etme ve güldürme öğeleri bir takım avantajlar da sunuyor mizaha. Her şeyden önce egemen güçlerle emekçi yığınların arasındaki çelişkiyi birebir günlük yaşamdaki ti­ pik örneklerde yakalama ve karakterize etme yeteneğine sahiptir. İncelikli bir biçimde çözümlenmiş hayatın içindeki günlük ayrıntılar, kitlelere da­ ha yakın ve mesafesiz gelecek­ tir. İkna edici özelliği oldukça güçlü olacaktır. Diğer yandan mizahın 'tiye alma' özelliği ik­ tidarın 'şatafatlı' ve 'görkemli' görüntüsünün altındaki güç­ süzlüklere, acizliklere ve soytarılıklara yönelerek teşhir eden, küçük düşüren ve alay eden bir sanat olmasının maddi temelidir. Kitlelerle içice geçen, onla­ rın acılarını, sevinçlerini, öfke ve umutlannı iyi kavramış bir mizah sanatında, halkın müca­ delesine omuz verecek biçim­ ler ve temalar yakalanmakta zorlanılmayacaklar. Çünkü kit­ lelerde çok farklı tepkiler, açığa çıkmak üzere beklemektedir. Ve bunların arasından doğru tepkiler yakalayıp yön verebil­ mekle mizah gerçek anlamda halkın sesi olabilecektir.


HABER

Y O R U M

KÜLTÜR-SANAT, ANKARA BAROSU VE ANADOLU SANAT MERKEZİ

B

ir yanda trilyonlarca li­ ranın herkesin gözü önünde birileri tarafın­ dan gaspedilmesi gün­ lük basında iki gün ha­ ber yapılıp unutulurken, öte yanda oto teybi çal­ dığı için yakalanan 12 yaşındaki çocuğun askı­ ya alınarak cinsel or­ ganlarına ağırlık bağla­ narak işkence yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Dört bir yandan değil, yeni açı­ lacakları saymazsak 11 kanaldan kültürsüzleştirme bombardımanı­ na tutulmuş emekçiler, zamları protesto etmek için yürüdüğünde polis copuyla karşılaşırken, Gala­ tasaray'ın galibiyeti için sokaklar­ da saatlerce slogan atıp yürüyen­ lere can-ı gönülden destek verilen bir ülke. Ve bu ülkenin başkenti Anka­ ra... Kenar mahalle sinemalarında "3 film birden"lerle porno pazar­ layarak yaşayan sinema salonculuğu, kent merkezlerine gelindi­ ğinde yüksek sosyetenin, orta sı­ nıf bürokrat aydın kesimin aynı ihtiyaçlarına yönelik hazırlanmış "kaliteli pornografi" ürünleriyle, ya da güçlü pazulanyla elinde kı­ lıcı ile 5000'li yıllarda vuran kı­ ran, Rambo, Conan filmleriyle Amerikan istilasında bir kültürel ortam. İşte böyle bir ortamda Ameri­ kan filmleri oynatmama karan alan, amatör tiyatro gruplanna ça­ lışma olanağı sunan, etkinliklerine her kesimden insanın, katılabile­ ceği sanat merkezi: Anadolu Sa­ nat Merkezi. Aykırılığa son verilerek, ASM yokediliyor. ASM'nin binasının sahibi olan Ankara Barosu'nun çi­ çeği burnunda yönetim kurulu, es­ ki yönetim kurulundan devraldığı bir anlaşmayı yürürlüğe koyarak ASM yöneticileriyle ticari sorun­ ları olduğu gerekçesi ile ASM'yi Halk Bankası A.Ş.'ne kiralıyor. Dergimiz çalışanları, Grup Ekin, Ankara Halk Sahnesi, An­ kara FOSEM Dağarcık Halkbilim Arş-Eğt Derneği, Sultan Abdal

Grup Yorum'un, Grup Ekin 'in, Özgürlük NOKTA HABER Türküsü, Grup Berivan,GHS ve FOSEM'in son bir ayda yasaklanan etkinlikleri, yapabildiklerinden daha fazla. Grup Yorum 14 Ekim'de Malatya'da, 20 Aralık'ta Aliağa'da, Grup Ekin 14 Kasımda Kültür ve Yardımlaşma Demeği, İstanbul'da, 20 Kasım'da Amed Kültür Merkezi biraraya Adana'da, 28 Kasım'da Elazığ'da, gelip ASM'nin korunması için Yprum-Eİdn 17 Kasım'da Afyon'da, çalışmaya başladılar. "ASM Bir Özgürlük Türküsü, Grup Berivan ve AGHS 14 Kasım'da İstanbul'da, Kültür Merkezidir- Öyle Kalma-. Grup Berivan 28 Kasımda lıdır" temel görüşü çerçevesinde Elazığ'da sahneye çıkamadı. ASM'de iki günlük fiili etkinlik­ Ayrıca 29 Kasım'da TÖDEF ler gerçekleştirildi. Ankara FO­ Şenliği'ne saldıran polis Özgürlük SEM "Gözaltında kayıplar, yargı­ Türküsü'nün iki ve AGHS'nin bir sız infazlar, mücadele" içerikli elemanını gözaltına aldı. Grup bir dia sunusu, Ankara Halk Sah­ Özgürlük Türküsü'nün Antakya nesi "Güneşi İçenlerin Türküsü" konserine otomatik silahlarla gelen oyunu, Pir Sultan Abdal Derneği polis salonda bir çatışma provası halk müziği dinletisi ve semah yaptı ve balkonları siper haline gösterisi, Dağarcık Halkbilim getirip, mevzilendi! Arş. Eğt. Derneği çağdaş halk 5 Aralık'ta İstanbul'da Memur müziği grubu dinletisi ile katıldı­ Sendikaları Platformu'nun mitingine katılıp bir dinleti veren lar etkinliklere. Özgürlük Türküsü yaklaşık 5000 Her iki gün de salonu dolduran kişiye seslendi. Miting sonunda izleyicilere ASM'ye sahip çıkıl­ kitleye saldıran polis onlarca insanı yaraladı, gözaltına aldı. ması gerektiği anlatıldı. Özgürlük Türküsü 8 Aralık'ta Ankara Barosu'nun yönetim Antakya'da yaklaşık 600 kişiye bir kurulu başkanı Erdal Merdol ile konser verdi. görüşüldü ve talebimizin yerinde olduğu, konuyu araştıracakları 21 Aralık'ta Zonguldak'a giden doğrultusunda söz alındı. Daha Özgürlük Türküsü grevde olan Belediye işçilerini işyerlerinde sonra, YK üyesi Atilla Karadu- ziyaret ederek küçük dinletiler man'la yapılan görüşmede ASM verdi. Bu arada aynı gün yapılan olayının bittiği, bu aşamadan mitinge de katılan Özgürlük sonra birşey yapılamayacağı, Türküsü "Madenciden" parçasını hem Halk Bankası'nın orayı bir Zonguldak halkıyla beraber Kültür Merkezi olarak çalıştıra­ söyledi. cağı yanıtı alındı. Halk Bankası orayı bir Kültür Merkezi olarak değerlendirecekmiş. Örneğin, toplantılar, kokteyller, söyleşi ve BESD KAPATILDI konferanslar düzenleyecek, en Boğaziçi Ekin-Sanat Derneği önemlisi de Baro ya da Türk Hu­ (BESD) 8 Aralık Salı akşamı kuk Kurumu her istediğinde ora­ polisler tarafından basılarak mühürlendi. 5 yıldır çalışmalarını yı kullanabilecekmiş. sürdüren BESD çalışanları 13 Yeniden biraraya gelen yukan- Aralık Pazar günü kapatılan da saydığımız kurumlar ve grup­ dernek binası önünde bir basın lar daha uzun süreli, daha yay­ açıklaması yaptılar ve tüm gınlaştırarak fiili etkinliklerini anti-demokratik baskıları sürdürme karan aldılar. Bu kez kınadılar. Dergimize gönderilen bir şiir dinletisi ve Halkoyunlan basın açıklamasında şöyle gösterileri de ekleyerek dört gün­ deniliyordu: lük etkinlikler organize edildi ve "Planlarınız boşa çıkacak. bu etkinliklere Baro yönetim ku­ Baskılar karşısında tüm rulu da davet edildi. Baro yetkili­ haklarımızı savunmaya devam leri katılmadılar, ama Ankara'lı edecek ve bu kalelerimizi sonuna sanatseverlerin duyarlılığıyla do­ kadar koruyacağız. Demokratik lu dolu geçen etkinlikler boyunca mücadelemizde en ufak Ankara Barosu'nun ve Devletin mevzilerimizi dahi savunacak ve sanata karşı düşmanca tavrı teş­ teslim etmeyeceğiz. Mücadelemize kilit vuramayacaksınız." hir edildi.

T A V I R 45


HABER

Y O R U M

bombadır, düştüğü yerde göz­ yaşı biter.Kendinden olmayanı sevmez, yüzlerce yıl önce Kı­ zılderililere uyguladığı katliam ve soykırım, bugün ezilen, sö­ mürülen ve buna karşı bağım­ sızlık mücadelesi veren dünya halklarına uyguladığı ve uygu­ lattığı vazgeçilmez politikası­ dır. Afrika'dan tüccarları vasıta­ sıyla getirttiği zenciler, bugün bile sistemin körüklediği ırkçı politikanın ve mantığının kur­ banı durumundadırlar. Sadece zenciler mi? Çinliler , Hintli­ ler... Örneğin bir otobüs dura­ ğında iki sokak serserisi bir Hintliye rastlasa ne olur? Tiyat­ ro Ayna'nın yazdığı ve Dilek Türker'in yönettiği "Amerika Nerede misin ?" adlı oyunda bu ırkçı mantığın günümüz Ameri­ ka'sında hangi boyutlara ulaştı­ ğını görüyoruz; küçümsemeler, aşağılamalarla başlayan taham­ mülsüzlük onu öldürme girişi­ mine kadar varıyor. Fakat oyunda vurgulanmak istenen bir yan daha var. O da bu tavrı gösterenin kimler olduğu. İki serseri... dışlanmış. Yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamış, içinde bulundukları durumu oluşturan etkenler oyun boyun­ ca bir bir sıralanıyor. Fakat dü­ zenle bağlantısına değinilmi-

BİR OYUN: AMERİKA NERDE MİSİN ? merika Birleşik dev­ letleri denince akla ne gelir? Kimisi "öz­ gürlük " der elindeki Mc Donald's ya da Wimpy hamburgerini ısırırken. Holdinginin işlemeli masasında oturan bir gergin ağızdan "patent", "pa­ ra" gibi sözcükler du­ yabiliriz. Meclis bi­ nasından şöyle bir içeri girersek bir Meksika dalgalanmasıyla karşılaşabiliriz, "En büyük " bağırtılarıyla bezenmiş. Zaten bir­ birine düğümlenmiş 450 göbek bağını izlediğimizde bir ucunun Beyaz Saray'dan içeri girdiğini gözlemek de mümkün... "CIA, Pentagon " der bir Mit ve kontgerilla şefi ellerindeki kanı du­ rularken . Şimdi de dışarı çıkalım, so­ kaktaki insana soralım. "Emper­ yalizm", "Yeni sömürgecilik", "Sömürü", "Kahrolsun", "Tank, Top, Kadim", Irkçdık", "Fa­ şizm", "Çekiç Güç" vs.vs. Aldı­ 46 T A V I R

ğımız yanıtlar ve yönetenle yö­ netilen, yukandakilerle aşağı­ dakiler arasındaki bu çelişki el­ bette ki şaşırtmaz bizi. Çünkü ABD, tarihi boyunca halklara vahşet, burjuvazi ve işbirlikçi­ lerine de dolar dağıtmıştır. "Barış Kuşuyum" der ama ka­ natlarında taşıdığı yalnızca


HABER

yor. Fakat düzenle bağlantısına değinilmiyor. Neden? Bunu oyun yazarından önce yönetme­ ne sormak gerekir. Çünkü Di­ lek Türker oyunla ilgili diyor ki; "Oyunda mekanizmayı kıra­ mayan gençlik anlatılı­ yor. "Toplumdan dışlanmış fa­ kat sistemin oluşturduğu genç­ lik bizim hamburgerci, lümpen gençliğe ne kadar da benziyor. Farkı bizde özenti olan hareket ve davranış biçimlerinin orada yaşam biçimi olması. Ama ora­ da da, bizde de böylesi bir gençlik isteniyor, özendiriliyor. Kültürel kokuşmuşluk, dejene­ rasyon sistemin doğasındadır. Ama böylesi bir doğruyu oyun­ da göremiyoruz. Her oyun ken­ di içinde bir değişebilirliği taşır . Taşımalıdır. Bu, yorumlayanın yaşama bakış açısıyla ilgilidir.. Örneğin Brecht'in kapitalist emperyalist sistem içinde (an­ cak Marksist bir yaklaşımla) her döneme uygulanabilecek "Üç Kuruşluk Opera"sı Devlet Tiyatroları'nda devlet kafasıyla düşünenlerin elinde nasıl basit ve içi boş bir eğlenceliğe dönüştürülmüşse Tiyatro Ayna'nın " Amerika Nerede mi­

sin?" oyunu da iz bırakmayan sıradan bir seyirlik halinde çıkı­ yor izleyicinin karşısına. Oyun­ cuların başarılı oyunculukları ve döktükleri ter de boşa gidi­ yor. Bir oyun ABD ya da herhan­ gi bir ülkedeki ırkçılığı da an­ latsa Somali'deki açlığı ya da dünyanın herhangi bir yerinde­ ki işkenceyi de anlatsa eğer bir oyun Türkiye'de oynanıyorsa izleyici yüzyıllardır yok sayılan asimilasyona tabi tutulan, katli­ ama uğratılan Kürt halkını, ya­ şamlarında açlığa mahkum edi­ len yüzbinlerce emekçiyi, artık kanıksatılmak istenen ve her geçen gün yenisi eklenen işken­ cede ölümleri gözaltlannda ka­ yıpları o oyunda farkedebilmeli, bağlantısını kurabilmelidir.. Sanatın işlevi bunu gerektiryor. Eğer sanatçı böylesi bir so­ rumluluktan uzaksa yaptığı "sa­ nat" onu ancak emekçi yığınlar­ dan uzaklaştırır, burjuvazinin bataklığına gömer. Ömrü de düzenin ömrü kadardır. Tiyatro Ayna bu haliyle yal­ nızca bir makyaj aynası görü­ nümünde...değiştirilmesi gere­ ken bir "Ayna".

Y O R U M

Yaklaşık 7 aydır Diyarbakır'da NOKTA HABER çalışmalarını yürüten Grup Berivan, çalışmalarını bundan böyle Grup Berfin adıyla sürdürecek. Grup birçok kez kitlelerle kucaklaştı; 9 Ağustos 1992 'de Grup Berfin Antakya'da Mücadele okurlarının düzenlediği pikniğe katıldı. Yaklaşık 300 kişinin katıldığı piknikte türkülerle başlayan coşku, çekilen halaylara taşındı. 7Eylül1992 'dememur sendikalarının Ankara'da düzenlediği Gün Bizim şenliğine Grup Berfin de katıldı. Memurların haklı mücadelesinin engellenemeyeceğinin ifade edildiği gecede Grup Berfin'den başka AGHS, Grup Ekin, Özgürlük Türküsü ve FOSEM de yer aldı. Ekim 1992'de Grup Berfin Elazığ'da EHADKAD'ın düzenlediği bir dinletiye katıldı. Daha sonra yapılan söyleşide devrimci sanatçılık ve Kürdistan koşullarında sanatçılık konuları tartışıldı. 2 Kasım 1992 tarihinde bu kez Grup Berfin Malatya Gürkaynak'taydı. 17 Mart 1992'de şehit düşen gerillaların mezarlarının yaptırılması nedeniyle düzenlenen anmaya katıldı. 14 Kasım 1992'de Grup Ekin, Grup Özgürlük Türküsü, Grup Berfin, AGHS ve FOSEM'inde katılacağı Şenlik İstanbul Emniyetinin "Güvenliği sağlayamayız" gerekçesiyle engellendi. Daha sonra yapılan ortak basın açıklamasında emekten ve halktan yana sanatın susturulamayacağı vurgulandı. 20 Kasım 1992'de Grup Berfin'in Elazığ konseri engellendi. Yine 28 Kasım 1992'de Grup Berfin Malatya konseri ise o gün tüm etkinlikler yasaklandığı için yapılamadı. 28 Kasım 1992'de, Diyarbakır'da sağlık emekçilerinin demokratik mevzisi Sağlık-Sen'in açılışında Grup Berfin türküleri ve marşlarıyla sağlık emekçilerinin yanındaydı. S Aralık 1992'de sosyalist basın ve sosyalist basın emekçilerine yönelik saldırılara karşı Grup Berfin sosyalist basının yanındaydı. Bunu 5 Aralık'ta verdiği "Sosyalist basınla dayanışma dinletisi" ile gösterdi.

T A V I R 47


HABER

YORUM

GRUP EKİN "GÜN BİZİM" ANKETİ

ÖYKÜ, DENEME, ŞİİR KAMPANYASI

1- Daha önce bir müzik çalışmanız, eğiti­ miniz oldu mu? 2- Kasetimizi dinlediğinizde hangi duygu­ lan yaşadınız? 3- Sizce kasetimizde işlenen tema nedir? 4- En çok sevdiğiniz parça ya da parçalar hangileri? Neden? 5- Başarılı bulmadığınız parça(lar) hangi­ leri? Neden? 6- Parçaların sözleri akılda kalıcı mı? 7- Parçalara eşlik edebiliyor musunuz? Hangilerini söyleyebiliyorsunuz? 8- Kulağınızı rahatsız eden bir ses(enstrüman, vokal) var mı? 9- Solistlerin sesine uygun olmadığını dü­ şündüğünüz parça(lar) var mı? 10- Kasetin kapağını değerlendirir misi­ niz? 11- Anneniz, babanız, çevreniz kaseti din­ liyor mu? Kaseti dinlemeleri için önerebi­ lir misiniz? 12- Ülkemizde halk kesimlerinin yaşadığı sorunları, mücadelenin gelişimini gözönüne aldığımızda sizce kaset süreci kavrayabilen bir çalışma mı? 13- "Kavgayı Seçtim" ve "Bize Ölüm Yok"tan sonra "Gün Bizim"de Grup Ekin'i nasıl buluyorsunuz? Değerlendirir misi­ niz? 14- Kasette özgünlükler, yenilikler var mı? Varsa belirtir misiniz? 15- Kürtçe türküleri nasıl değerlendiriyor­ sunuz? (Okuyuş, ezgi, düzenleme, vs. açı­ sından) 16- Bu soruların dışında eleştiri ve öneri­ leriniz nelerdir? kültür ve sanatta TAVIR aylık sanat bülteni OCAK'93 sayı 23

48 T A V I R

ortaköy kültür ve sanat bilimsel araştırma yay. org. film tk. son. ltd. şti adına sahibi: elif sumu gürel

yaz isleri müdürü: elif surmu gürel

yazışma adresi: ortaköy kültür merkezi dereboyu cd. no: 110 ortaköy İstanbul tel: 258 69 87 fax: 258 69 87

DUYDUNUZ

MU?

İnsanlar katlediliyor sokaklarda İnsanlar kaybediliyor işkencelerde ANALAR BİR ŞİŞE KAN FIRLATMIŞLAR KATİLLERİN SURATINA "ALIN ÇOCUKLARIMIZIN KANI YERİNE BU KANI İÇİN !" Şişenin içine yüreklerinden parçalar koydular belki de Siz ne zaman kafeslerinden Çıkarıp yüreklerinizi Koyacaksınız Anaların yüreklerinin Yanına ? "SUSMAK ONAYLAMAKTIR. ONAYLAMIYORUM!" Diyorsanız öykülerinizi, denemelerinizi,şiirlerinizi, halk muhalefetinin bir parçası haline getirin. Sarılın kalemlerinize, ürünlerimizi bir belge gibi fırlatıp atalım katillerin suratına. Kültür ve Sanatta Tavır dergisi katılan ürünleri kitap haline getirip yayınlayacak.Katılımcılar ürünlerini isim ve açık adresle , Kültür ve Sanatta Tavır Dereboyu cad. No.110 Ortaköy/ İstanbul adresine gönderebilirler. Tel: 258 69 87 ankara Sümer 1 sk no: 20/17 venüsapt. demirtepe ankara. tel: 231 3 3 0 7

d'ıyarbakır inönü cd. remiz apt. kat6/No5 cfiyarbakir

abone koşullan: (1 yıllık) tasarımve yurtiçi 90.000 TL ofset hazırlık: yurtdışı 45 DM. M/H elif sumu gürel akbank ortaköy şb. baskı: hesap no: 8583 aydınlar motbaası




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.