1993 24 subat

Page 1



Şubat 93'te 1 Merhaba

2 Mektup / Cemile Ana

5

Müzik İşçilerine Söylev / Mao Zedung

12 Gecekondu Kültürü / İsmet Seçkin

l6

Gündüzün Güneş Kaybolmaz - öykü / Hayali Azim

19 Günlüğümden: Veysi /Tolga Karadeniz

24 Onun Olduğu Yerde / Hazal Tunç

26 Ne Çıkar 7 / İbrahim Karaca

28 Beritan Göçerleri / Savaş Ezgi

34 itirafçılara ve İşbirlikçilere / Orhan Deniz

36 Terketmeyiz Kondumuzu / AGHS

42

MERHABA

Karanlık ve sessizlik istiyor iktidar. Bir yüzüyle tüm inandırıcılığını yitirmiş olmasına karşın- "hukuk devleti" imajı vermeye çalışırken, öteki-gerçekyüzüyle kendi hukukunu da çiğneyerek kirli oyunlar düzenliyor. Emekçileri.aydınlan, sanatçıları karanlık ve sessiz bir dünyada boğarak, onuru ve namusu kirletmeye çalışıyor. Ancak birikmiş bir öfke var. Ve bu öfke, kirli oyunları bozacak denli büyüyor. Milyonları' susturmak için işlenen kontr-gerilla cinayetleri yığınların öfkesini caddelere taşırmasına neden oluyor. Kontr-gerillanın son kurbanı Mumcudan sonra yüzbinler meydanlarda haykırdı: Kahrolsun Kontrgerilla. Oyun bozuluyor. Tüm sorun iktidarın gerçek yüzünü görebilmek ve gösterebilmekte. Sanatın politikaya hizmet ettiğini düşünmüyoruz. Sanat politik mücadelede başlı başına bir alandır ve onunla içiçedir diyoruz. Halkın gündemine giren her politika sanatçıyı ve aydını dolaysız bir biçimde ilgilendirmelidir. Emekçilerde biriken tepki ve öfke sanatçıda faaliyet ve üretimle somutlanmalıdır. iktidarın "kaybetme" politikasıyla halka ve devrimcilere saldırdığı bir süreçte başlattığımız Öykü, Deneme, Şiir Kampanyası, birikmiş bir öfkeyi, duyarlılığı 'ses'e dönüştürme çağnsıydı. Sonuç aldık. Kampanyamızın başından bu yana yüzlerce mektup yağdı dergimize. Böylesi bir duyarlılık etrafında toplanabilmek, yeni ilişkilerin ışığını yakıyor bize. Ürünlerim yayınladığımız Tolga Karadeniz, Suzan Samancı Dalgalı, Ali Balkız, Halim Şafak da çağrımıza kulak verip katılan dost sanatçılar arasında. Analardan sözetmiştik kampanyamızda, Acılarından, öfkelerinden, katillerin suratına fırlattıkları kan şişelerinden. Analar, öykülerini de çarpıyorlar katillerin suratına. Cemile Ana'nın Adana'dan gelen mektubunu en içlen duyarlılığın bir simgesi olarak yayınlıyoruz. Cemile Ana susup kalmışlara da öğretiyor. Emekten, özgürlükten, gelecekten yana olan herkesin sorumluluğudur, bugünün baskı ve sömürü dünyasından geleceğin yeni insan- yeni toplumuna uzanan çizgide insandan yana olan herşeye sahip çıkmak. . Kampanyamıza katılan tüm sanatçılara sesleniyoruz. Yeni bir dünya yarat makta önümüze çıkan tüm sorunlar, TAVIR'ın gündemindedir. Bu gündemi zenginleştirmek, derinleştirmek emekten ve halktan yana tüm sanatçıların so rumluluğudur.

Haber-Yorum Dostlukla! Ön kapak: Cari Timner Arka kapak: Kâthe Koliwitz

T A V I R

1


D

uyurunuzu okudum. Bu ince düşüncenizden dolayı bütün anaların adına teşekkür ederim. Onları anlayabiliyoruz. İnsanın çocuklarının bir ağlayacak mezarı bile olmaması dünyanın en kötü ve çekilmez derdidir herhalde. Onlara sabırlar diler, açılan yaralarının kabuk tutmasını ve geçmesini dilerim. Size benim yaşadığım bir olay hakkında yazma gereği duydum. Kızım akşam sekize kadar eve gelmedi, tik defa haber

tane daha doğururum, onları da öldürürsen binleri de doğururuz. Biz duvarız, duvarı insanla ördük, tanklar, toplar yıkamaz bizi. Bir ölür bin doğarız, yerden milyonlar biteriz." "Havam alırsın" dedi bana, o iğrenç suratı midemi bulandırmıştı. "Sen ne biçim genç bir insansın"dedim, "Yaşıtların hür olmak istiyor, bütün halkların kardeşliğini istiyor, savaşıyor ve sen onları dövüyor, anasına küfür ediyorsun." Kafası karıştı ve gitti. Arası biraz sürdü, beş-altı tanesi beni itmeye başladı. Gitmeyeceğimi ve burada oturacağımı söyledim. O şuada ölen yoldaşının

SEVGİLİ TAVIR EMEKÇİLERİ,

2T A V I R

vermemiş ve bu kadar geç kalmıştı.Işyerine gittim. Hasta olduğu için hastaneye diye çıkmış ve gelmemişti. Fenalaşıp hastaneye yattığım düşün-

anası babası, gözaltındakilerin aileleri geldi. Bizi itip uzaklaştıramadılar. Dönüp arkasına bir tanesi "Oğlum bunların analarını, babalarım itemiyoruz, çocuklarının cesareti kim-

düm. Ama oraya da gittim, yoktu. Gidebileceğim her yere baktım yoktu ve sonunda öğrendim ki gözaltına alınmıştı ve suçu ölen bir yoldaşının cenazesine gitmekmiş. Sabah bir avukata gittim, oradan gittiği derneğe. Ailelerle basın açıklaması yaptık. Alınanların sayısını verdik. Onlar katillerin elindeydi, herşey olabilirdi. Emniyete gittim. Ne yapumsa içeri giremedim. Beni almıyorsunuz, pantolonunu alın dedim. Aldı ve bana küfür etti. Birden sinirlendim, kelimeler ağzımdan çıkmaya ve bağırmaya başladım. "Herşeyin sizin olduğunu zannediyorsunuz ama biz halkız, önümüzde duramazsınız. Onu öldiirsen on

den aldığını şimdi öğrendik" dedi. "Yeni mı öğrendin?" dedim, "Bak bu katlettiğiniz gencin anası. Onu yıldıramadınız, bizi de yıldıramazsınız. Çocuklarımızın yaşadığım bilene kadar buradayız." "Senin veledin dernek kapısında bana kafa tuttu. Seni de alıp ikinizi bir döveyim." dedi. "Al" dedim, "Senden korkmuyorum." "Kızın öyle diyordu. Şimdi onu tanıyamayacaksın." "0 direnir size, ölen yoldaşları, direnenler geldikçe direnir size, boynun bükmez şehitlerin yanında." Kızım hep,alınırsam aklıma Esma'lar, Eda'lar gelir, Sinan gibi direnir, başeğmem, derdi. Oradan uzaklaşıp oraları kirletmememizi söyledi,


orada atılıp "senin gibi pislikler burayı yeterince kirletmiş, 'bizim çöp atmamıza gerek yoktur" dedim. Bir an karamsarlaştım, söyledikleri doğru olabilirdi, onu öldürebilirlerdi, oğlumu devrimde şehit vermiştim. Kızımm da bu kadar küçük ölmesini istemezdim. Oğlum emniyette on iki saat içinde öldürülmüştü. Belki onu arasaydım ölmezdi. Kızım öyle olmamalıydı. Yılmamamı ve yılarsam onlara yenik düşeceğimi anladım. Tekrar ayaklandım. Hava kararmıştı ve buz gibiydi, soğuk beni bıçak gibi kesiyordu. Onlar şimdi buzlarda nasıl üşüyordu* dedim aklımdan, sonra kızımm ve arkadaşlarının sözü geldi aklıma. Biz mücadele veriyorsak, bunun bedeli ne olursa ödemeye hazırız derlerdi. Artık çıkarmazlar, diye düşündüm. Saat geç olmuştu, dört gün de tatildi ,onlara gün doğardı. Oturdum, anaydım, kızımm ölmemesi için dualar ediyordum ki oradan bir bir çıkmaya başladılar, hepsine sarıldım. Hem devrimci, hem de kızım gibi kızıyla, erkeğiyle omuz omuza yiğitçe çıktılar ama kızım yoktu. Arası bir saat sürdü, hala yoktu. Işıklar sönmeye başlamıştı. Emniyetin içi de karardı. Oradan çıkmaz dediler, oradan çıkacak, dedim bugün olmasa sonra mutlaka çıkacak, yenik düşmez onlara. Oradan kırmızı eteğiyle ekseliye ekseliye geldi. Ayakta duramıyordu. Ama gözleri umut doluydu. Sarıldık ve ağladık. Beni işkenceden çıkan yoldaşı gibi, ölen yoldaşının Ölüsünü sarar gibi sardı. Ölülerden ürkmezdi. Bak ana Esma gibi, Güven, Sıddık gibi direndik bütün yoldaşlar, dedi. Bütün analar! Çağırıyorum, kavganın sıcak ateşinin yanma, oğulların, kızların yanma omuz omuza, yürek yüreğe, kalkan her yumrukta birlik olup beraber indirmeye. Kurşunlar, coplar bizi yıldıramaz, ezemez beynimizin içindeki düşüncele-

ri. Milyonların önünde birlerin zararı olmaz. Haydi, hep birlikte kavga ateşini körükleyip, kırmızı güller ekmeye.. BİZ HALKIZ HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ Dostlukla kucaklarım Cemile Ananız

T A V I R

3


Deniz yok olursa diyor bir çocuk Balık kaybolursa Ne derim benden sonraki çocuklara İnsanlar kaybolurken gözaltılarda Çöllerde boğulan nehirler Ey çocuk Nasıl varır okyanuslara Adı karanfil ki suçu rengidir özgürlük dilinde bir imge Tutsaklık dilinde bir söylencedir Karanlıkta bir el koparır dalından Artık ölüme varmış bir işkencedir. Orman yok olursa diyor bir çocuk Ağaç kaybolursa Ne derim benden sonraki çocuklara İnsanlar kaybolurken gözaltılarda Dalından koparılan tomurcuk Ey çocuk Nasıl meyvelenir sana ve diğer çocuklara

ADI KAYIP Adnan YÜCEL

Adı narçiçeği ki suçu patlamak Birdenbire güneşe haykırmak Ve güneş diliyle kıpkızıl çoğalmak Karanlıkta bir el koparır dalından Adı kayıptır artık Daha meyveye bile durmadan Aç gözlerini o çığlıklara çocuk Kayıp analarının gözlerine bak O gözler ki karanfil kıvrımında nar çokluğu Sevgi denizlerinde oğul ve kız yokluğudur Her biri bir depremdir yüreklerde Her biri açlık içinde zulüm tokluğudur Sen ki bir badem dalısın baharda Yüzünde solgun bir yeşil akşamı Dalıyor gözlerin bir çağın artıklarına Kazılardan yeni çıkmış gibisin Bakışlarında düş fosilleri İnsanlar kaybedilirken ey çocuk İnsanlık adına Nasıl başlar bu yeşil ve mavi yolculuk Hangi gemi kalkar bu ülke limanlarından Hangi mavilikler karşılar seni Kıyılar zincir olmuş bileklerde Dalgalar yargısız infaz Al kalemi eline ey çocuk Mavinin şiirini yeniden yaz

4 T A V I R


MÜZİK İŞÇİLERİNE SÖYLEV MAO ZEDUNG

ÇEVİRİ: ALİ ÇETİN

Sanatlar akamda da dogmatizmin bizi sarmasını engellemeliyiz. Yabana şeylerin incelenmesiher şeyin, olduğu gibi ithal edilmesi anhmma

D

ünyanın tüm uluslarının sanatı temel ilkeler açısından benzer, form ve biçim açısından farklıdır. Çeşitli sosyalist ülkelerin sanatıma herbiri sosyalizmi içerseler bile kendi ulusal karakterleri vardır. Benzerlik ve farklılıkları, ortak nitelikleri ve bireysel özellikleri vardır. Bu doğal bir yasadır. Topluma, doğaya ve akıl dünyasına ait olsunlar, her şey böyledir. Ağaçların yapraklarım alın. İlk bakışta tümü birbirine çok benzer. Fakat herbirini yakından incele-

diğinizde, herbiri farklıdır. Birbirinin tamamiyle aynı iki yaprak bulmak imkansızdır. Sınıf mücadelesi,toplumsal devrim ve kapitalizmden sosyalizme geçiş de tüm ülkelerde aynı temel ilkelere uyar. Fakat iş ana ilkelere bağımlı ikincil ilke ve belirtilerin bazılarına geldiğinde her ülke için durum farklıdır. Ekim Devrimi ve Çin Devrimi bu şekildedir. T emel ilkeler açısından bu iki devrim benzerdir, fakat bu ilkelerin açıklığa kavuşmasında alınan şekiller açısından iki devrimin bir çok farkları vardır. Örneğin Rusya'da devrim şehirlerden kırlara gelişti, halbuki bu, ülkemizde kırlardan şehirlere

gelmemektedir. Her şeyi eleştirici bir şekilde kabul etmeliyiz T AVIR

5


doğru oldu. Bu, iki devrim arasındaki bir çok farktan biridir. Dünyanın çeşitli uluslarının sanatı kendine özgü ulusal form ve ulusal biçime sahiptir. Bazı kişiler bu noktayı anlamıyor. Kendi ulusal niteliklerini reddediyor ve körü körüne Batı'y a tapıyorlar. Batının her alanda daha iyi olduğunu sanıyorlar. Hatta "Tam Batılılaşma"yı savunacak kadar ileri gidiyorlar. Bu doğru değildir. "T am Batılılaşma" uygulanamaz, Çin halkı t arafından kabul edilmeyecektir. Sanat ve doğal bilimler bu açıdan farklıdır, örneğin apandisit ameliyatı veya aspirin alınmasının ulusal bir formu yoktur. Sanat için durum böyle değildir. Sanatlar açısından ulusal form sorusu açığa çıkar. Bunun nedeni, sanatın nallan yaşamlanmn, düşüncelerinin ve hislerinin açığa vurulması olması ve bir ulusun gelenek ve dili ile yakın bir ilişki içinde bulunmasıdır. T arihsel olarak sanat mirası bir ulusun çerçevesinde oluşmuştur. Çin sanatı, Çin müziği, res-

mi, tiyatrosu, şarkı ve dansları ve edebiyatının kendi tarihsel gelişimleri olmuştur. Çin'e ait. şeyleri reddedenler ve tamamiyle Batılılaşmayı savunanlar Çinlilerin şeylerinin kendi yasalarının olmadığı ve bu nedenle bunları inceleme veya geliştirme isteklerinin doğmadığını söylüyorlar. Bu, Çin sanatına karşı ulusal yokluk tavrı takınmaktır. Dünyadaki her ulusun kendi tarihi ve kendi güçlü noktalan ve zayıflıkları vardır, tik zamanlardan beri çok iyi şeylerle çok kötü şeyler birbirine karışmış ve uzun dönemler boyunca birikmiştir. Bunlann ayrımını yapmak ve özü tortudan ayırmak çok zor bir görevdir, fakat bu zorluk nedeniyle tarihi reddetmemeliyiz.Kendimizi tarihten kesip atmanın ve mirasımızı reddetmenin bir yaran yoktur. Halkımız böyle bir şeyi onaylamayacaktır. Pek tabii ki bu söylediklerimiz yabancı ülkelerden öğrenmek ihtiyacında değiliz anlamına gelmemektedir. Yabancı ülkelerden bir çok şey öğren-

mek ve bunlann ustaları olmak zorundayız, özellikle temel kuramda ustalaşmalıyız. Bazı kişiler "Çin öğretisini öz, Batı öğretisini pratik uygulama" olarak savunuyorlar. Bu görüş doğru mudur, yanlış mı? Yanlıştır. "Öğreti" kelimesi gerçekte temel kurama ilişkindir. T emel kuram yabancı ülkelerde olduğu gibi Çin'de de aynı olmalıdır. Temel kuramda Çinlilere ait olanlarla Batılılara ait olanlar arasında bir ayrım olmamalıdır. Batı'da ortaya çıkarılan temel kuram Marksizm'dir. O zaman bu açıdan Çinlilere ait olanla Batılılara ait olan arasında nasıl bir ayrım yapabiliriz? Marksizmi red mi etmeliyiz? Çin devrim pratiği Marksizmi kabul etmemenin bizim için kötü olacağım kanıtlamaktadır. Marksizmi kabul etmemek mantıksız olacaktır. Geçmişte ikinci Enternasyonal Marksizmin temel kuramlarım reddetmeye ve revizyondan geçirmeye kalkıştı ve bunun için bazı görüşler ileri sürdü. Fakat bunlann tü-

İspanya Enternasyonal Tugayları Arasında Verilen Bir Konser Üzerine

L

udvvig Renn'u Madrid'de ziy aret ettiğimde, bana şöy le diyordu: "Geldiğin iyi oklu.Y arın muhakkak bir konser organize etmelisin. Sana epey bir zaman önce bir not bırakmıştım, eline geçmedi mi?" Bir süre notlarını karıştırdıktan sonra elime bir kağıt sıkıştırdı. Kağıtta şunlar y azıy ordu: "Hans Eisler'a bir not Y oldaş Eisler, kimbilir şimdi nerdesin Moskov a, New Y ork, belki de kutupların birinde Senden bir isteğimiz v ar, bizi sakın kırma Elimizden gelmiy or ne yapalım, ama sen severek y aparsın

6 T A V I R

Hemen y olla bestelerini hadi artık durma Madrid'e y a da Barcelona'ya" Tabii ki bir konser organize etmek istiy ordum. Fakat bu o kadar da kolay değildi. Tugay cepheden yeni dönmüştü ve ay nı gece Madrid'den bir kaç saat uzakta olan X şehrine gitmişti. Sanatsal yeteneği olanları biraraya getirmek gerek zaman, gerekse de olanaklar açısından mümkün değildi; ay rıca programı oluşturmak da bîr meseleydi. Fakat her türden zorluğa alışkın olan Renn, beni sakinleştirerek şöyle diy ordu: "Biz de hemen şimdi y eni türküler yazanz, sonra da sen

onları çabucak bestelersin olur biter.Y arın X'e gidersin, biz de salonu düzenleriz. Orada öğleden önce gönüllülere türküleri ezberletirsin, öğleden sonra da konser gerçekleşir." ; Renn eline bir bloknot alarak, eski türküleri y eniden düzenledi. Bitirdiği ilk türküyü bana v erdi ve ben de hemen bestelemeye başladım. Taburun işleri sık sık çalışmamızı aksatıy ordu. Ludvvig Renn'in askeri harekatın orta y erinde sakince türkü yazabilmesine ve benimle bazı v urgulamalar üzerine tartışabilmesine şaşıyordum, iki saatlik bir çalışmadan sonra, dört yeni parçayla kaldığım yere


münün ne kadar yanlış olduğu Lenin tarafından ortaya kondu. Marksizm, evrensel uygulama olanağı olan genel bir doğrudur. Onu kabul etmeliyiz. Fakat bu genel doğru her ulusun devriminin somut pratiği ile bütünleştirilmelidir. Çin halkının Çin devriminde başarıya ulaşmasının tek nedeni Marksizmi kabul etmeleri ve onu Çin devrim pratiği ile bütünleştirmeleridir. . Yabancılara ait şeyleri öğreniyoruz, çünkü Çinlilere ait şeyleri incelemek ve geliştirmek istiyoruz. Bu açıdan doğal ve toplumsal bilimler birbirine benzerdir. Yabancı ülkelerdeki tüm iyi şeylerin ustası olmalı ve bundan sonra bunları uygulamak ve bu süreç içinde bunlan geliştirmeliyiz. Doğal bilimler alanında kendi bağımsız yaraucı çalışmalarımızı sürdürmeli ve Çin'in bilimsel mirasım incelemekle kendi düşünce sistemlerimizi oluşturuncaya kadar ülke dışındaki çağdaş bilimsel bilgi ve yöntemleri kullanmalıyız, örneğin Batı tıbbini ve fizyoloji, pataloji, biyokimya, bakterioloji ve

Marks izm, ev rense l uy gulama

zene sokma ve incelemede kullanmalıdır. Aynı zamanda olanağı olan gene l bir yeni bir Çin tıp ve eczacılık bilimi yaratmak için Çin ve doğrudur. Onu ka bul Batı tıbbı ve eczacılığını büetme liy iz, fakat bu gene l tünleştirmelidirler. Eğer bu doğal ve toplumsal doğru he r ulusun devriminin bilimlere uygulanabiliyorsa, sanat ile ilgili olarak ne kadar somut pratiği ile daha fazla uygulanabilmelibütünleştirilmelidir. Çm dir? Yabancı ülkelerden öğrenmeli ve yabancı ülkelerdehalkının Çin devriminde ki iyi şeyleri özümlemeliyiz, fakat bunları öğrendikten sonbaşarıya ulaş mas ının tek ra Çin'in çeşitli halklarının sanedeni Marksizm'i kabul natlarını mcelemek ve geliştirmekte kullanmalıyız. Yoksa etmele ri ve onu Çın devrim çalışmamız hiç kimseye yararlı olmayacaktır. Yabancı prat iğine büt ünleştirme leridir. sanatları incelemede, temel anatomi gibi ilişkili diğer çağ- kuram ve tekniklerini inceledaş bilimleri alın. Bunları in- medeki amacımız Çin'in çeşitli celemek istemediğinizi söyle- halkları için yeni bir sosyalist yebilir misiniz? Bu çağdaş bi- sanat yaratmaktır. Bu sanat limlerin tümünü incelemeli- kendi bireysel ulusal form ve yiz. Fakat Batı konusunda şekillerine sahip olacaktır. Çağdaş kültür açısından çalışanların bir kısmı aynı zaBatı standartlarının bizimkinmanda Çin tıbbim da incelemeli ve çağdaş bilimsel bilgi den yüksek olduğunu kabul ve yöntemleri kadim Çin tıbbi etmeliyiz. Biz geride kalmıyöntem ve maddelerimizi dü- şız. Sanatla ilgili olarak durum böyle midir? Sanatta güçlü olduğumuz noktalar ve za-

dönerek, müziği notaya aldım. Taburla ertesi gün X'te buluştuk. Çok özel bir öğle öncesi yaşayacaktık. Küçük bir lokantada, tabur sekreteri, yeni programı bir teksir kağıdına yazıyordu.içerisinde yeni türküler yeralan program, ziyaretçilere dağıtılmak üzere birkaç yüz adet çoğaltıldı. Parçalar hep beraber söylenmeliydi. T ek tek birliklerden, türkü söyleyebilenler, gelerek bize katılıyordu. Konser başlangıcına kadar onlarla birlikte prova yaptık. ispanyol arkadaşlarla Madrid'de ispanyolca bir parçadan bestelediğim beşinci alay marşını gözden geçirdik. Fransız taburunun komutanı Dumont'un bana gönderdiği Fransızca bir parça üzerinde, Fransız arkadaşlarla son çalışmalarımızı yaptık. Avusturyalı arkadaşlar

yanlarında bir de akordiyon getirmişlerdi. Alman arkadaşlarla "Yedinci Ocak" türküsünü çalıştık. Bir grup Yahudi gönüllü, o güzelim halk türkülerini söylerken, benim de eşlik etmemi istiyorlardı. Öğleden sonra saat tam beşte hayatımın en ilginç konserlerinden biri başlıyordu. Gönüllüler çıkmıştı sahneye, içlerinden bir kısmı yaralıydı ve sargılarıyla çıktılar sahneye, ispanyol halkı ve gönüllü tugaylardaki savaşçılardı izleyicilerimiz. Kültürel yaşama karşı, hatta bunun en mütevazisine dahi duyulan susamıştık korkunçtu. Buna hak vermek de gerek. Gönüllüler büyük zorlukları aşmış olsa da daha niceleri onları bekliyordu. Siperlerden çekilen bu savaşçılar için, her zorluk ve fedakarlığa bir anlam verebilmek, çeşitli uluslardan

taburlarda yeralan savaşçılarla aynı şeyleri duyumsayabilmek, kardeş olmak bir ihtiyaçtı. Gerçekten de çok etkileyici bir geceydi. Güzel t ürkü söylenemiyordu. Çünkü siperlerdeki soğuk, savaşçıların sesini kurutmuştu. Fakat içten ve istekle türkü söyleniyordu. Köylüler de köylü savaşlarında renkli kundura türkülerini böyle söylemiş olmalılar. Tabontlar da, "Marsellaise" de ilk kez böyle söylemiş olmalı. Bir besteci olarak, yaşamımın en öğretici gecesini yaşamış oluyordum, çünkü bu gece bana yeni bir dünya uğruna verilen mücadelelerde müziğin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Harı» Elalar, Müzik Va Siyaset, Yatılar 1924-1948, Lelpzig 1973,Shf.395

T A V I R

7


yıllıklarımız var. Eksikliklerimizi kapatabilmek için yabancı ülkelerdeki iyi şeyleri özümlemekte başarılı olmalıyız. Eğer eski alışkanlıklarımızı sürdürür ve yabancı edebiyatı incelemezsek ve bunu Çin'e sokmazsak ve yabancı müziği dinlemeyi ve çalışmayı bilmezsek, bu iyi birşey değildir. T üm yabancı şeyleri körü körüne reddeden Imparatoriçe Dowager T z'u-hsi gibi olmamalıyız. Yabancı şeylerin körü körüne reddedilmesi, yabancı şeylere körü körüne tapılması

8T A V I R

demektir. Her ikisi de hatalı ve zararlıdır. Yabancı ülkelerden öğrenmede tutuculuk ve dogmatizme karşı olmalıyız. Dogmatizmden zaten politik olarak yeterince zarar gördük. Ülke dışından kopye ettiğimiz her şey olduğu gibi uygulandı ve bu da büyük bir yenilgi ile sonuçlandı. Sanatlar alanında da dogmatizmin bizi sarmasını engellemeliyiz. Yabancı şeylerin incelenmesi herşeyin olduğu gibi ithal edilmesi anlamına gelmemektedir. Her şeyi eleştirici

bir şekilde kabul etmeliyiz. Günümüz halkına yararlı olmak için eskilerden öğreniriz ve Çin halkına yararlı olmak için yabancılardan öğreniriz. Yabancı ülkelerden iyi şeyler öğrenmek ve aynı zamanda Çin'den iyi şeyler öğrenmek zorundayız. Yarım şişelik sirkeler .işe yaramaz. İki yarım şişeyi iki dolu şişeye değiştirmeliyiz. Hem Çinlilere ait olan, hem de yabancılara ait olan şeylerin ustası olmalı ve bunları organik bir bütün halinde birleştirmeliyiz.Lu Sun bunu yaptı. Hem Çin açısın-


dan ve hem de yabancıları değerlendirirken becerili idi, fakat onun başarısj çevirilerinden çok yaratıcı çalışmasındaydı. Yaratıcı çalışması ne yabancı şeylere, ne de eski tür Çin şeylerine benzerdi, fakat yine de Çinliydi. Lu Sun'un çalışmalarını inceleyelim , hem Çinli hem de yabancı şeylerin ustası olalım. Çin ve yabancı sanatın iyi noktalarım özümleyelim, bunları birleştirdim ve niteliksel ulusal form ve biçimi olan yeni bir sanat yaratalım. Pek tabii ki Çinlilere ve yabancılara ait olan şeylerin başarılı bir şekilde bütünleştirilmesi kolay bir şey değildir. Bu zaman alan bir süreçtir. İçine yabancı şeylerin katılmasının olanak dışı olduğu bazı Çin şeyleri vardır. Örneğin roman yazarken dil, harfler ve konu Çinli olmalıdır, fakat bunların Çin "tefrikası" şeklinde yazılmasına gerek yoktur. Ne Çinli jıe de Batılı olmayan bazı şeyler ortaya çıkarabilirsiniz. Bu şey eşek veya at değil de katır olursa, asla kötü değildir, iki şey birleştiğinde bunların şekli değişir. Tamamıyle eski şekillerim korumaları olanak dışıdır. Çinlilere ait şeyler değişecek. Çin'in görünümü politik, ekonomik ve kültürel açılardan büyük değişikliklerden geçmekte. Fakat ne kadar fazla değişirlerse değişsinler, Çinlilere ait olan şeyler daima kendilerine ait olan özelliklerine sahip olacaklar. Yabancılara ait olan şeyler de değişir. Ekim Devrimi'nden sonra dünyanın çehresi temel bir değişimden geçti. İkinci Dünya Savaşından sonra bu değişiklik yeni bir yönde gelişti. Yabancılara ait olan şeylerin eleştirici bir yaklaşımla kabul edilmesine ve özellikle sosyalist dünya kapitalist dünyanın ilerici halklarından alınacak şeylere dikkat etmeliyiz. Kısaca; sanatın bağımsız yaratıcı nitelikleri olmalıdır. Zamanın nitelikleri ve aynı zamanda ulusal nitelikle belirgin

bir şekilde massetirilmelidir. Çin sanatı ne gittikçe daha fazla geçmişe dönmeli, ne de gittikçe daha fazla Batılılaşmalıdır. Çin sanatı zamanın ve ulusun niteliklerini gittikçe daha fazla yansıtmalıdır. Bunu başarmaya çalışırken deneylerden geçmekten sakınmama' lıyız. Özellikle uzun bir tarihi ve büyük bir nüfusu olan Çin gibi ülkede çeşitli milliyetlerin ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edebilmek için bu tür deneylerin sürdürülmesi daha da gereklidir. Herşeyin tamamiyle düzgün olmasını istemiyoruz. Düzgünlük formül yazmaya götürür. Bunlar ister yabancı ister yerli formüller ol-sun, her ikisi de cansızdır ve Çin halkınca hoş karşılanmanı aktadır. Burada Batı eğitiminden geçmiş burjuva aydınlarına karşı alınacak tavır sorusu ortaya çıkıyor. Eğer bu soruyu uygun bir şekilde ele almazsak, bunun sadece sanat üzerinde değil, aynı zamanda tüm devrimci amaç üzerinde de olumsuz etkisi olacaktır. Çin milli burjuvazisi ve aydınları birkaç milyon kişiden oluşur. Bunların sayısı büyük olmamakla beraber, çağdaş kültüre sahiptirler. Bunları birleştirmen, eğitmeli ve yemden şekillendirmeliyiz. Komprodor sınıfın kendi kültürü vardır; bu bir köle kültürüdür. Toprak ağası sınıfın da kendi kültürü vardır, feodal kültür. Uzun bir süredir baskı altında tutulmaları nedeniyle Çin işçi ve köylüleri hala fazla kültürel bilgiye sahip değillerdir. Kültürel ve teknik devrimlerinin görevleri tamamlanıncaya kadar burjuva aydınlarının göreli olarak daha fazla bilgi ve maharetleri olacaktır. Politikamız doğru olduğu ve bu kişileri eğitip yeniden şekillendirebildiğimiz sürece, sosyalizm davası için hizmette bulunmalarını sağlayabiliriz. Bu kişileri eğitip yeniden şekillendirebilir miyiz? Evet. Burada bulunanların bir çoğu geçmişte burju-

va aydınlan idiler ve burjuvaziden proletaryanın saflarına katıldılar. O zaman şimdinin burjuva aydınları da niçin bu tarafa geçmesin? Gerçekte şimdiden bu tarafa geçmiş bir çok kişi var. Onlarla birleşmek, onları eğitmek ve onları yeniden şekillendirmek konularında başarısız olmamalıyız. Ancak bunu yaparsak bu kişiler işçi sınıfının devrimci amacına, sosyalist devrime ve sosyalizmin kurulmasına yararlı olacaklardır. Burada bulunan sizler müzisyensiniz.Batı müziğim incelerken birçok önemli sorum-

Yabana şeyl erin kür ü kör üne reddedilmesi, yabana şeyler e koru kür üne tapılması demektir . H er ikisi de hatalı ve zararlıdır. Yabana ülkelerden öğr enmede tutucul uk ve dogmatizm e karşı olmalıya. tuluklarınız var. Çin tıbbının düzene sokulması ve geliştirilmesinin Batı türündeki doktorlara bağlı olduğu gibi, Çin müziğinin düzene sokulması ve geliştirilmesi de Batı türü müziği inceleyen sizlere bağlı olmalıdır. Üzerinde çalıştanız Batı şeyleri yararlıdır. Fakat siz hem Batı şeylerinin, hem Çin şeylerinin ustası olmalı ve "Tamamiyle Babhlaşmamalısınız". Niteliksel ulusal form ve şekilleriyle kendi Çinli değerlerimizi yaratmak amacıyla Çin değerlerine dikkat sarfetmeli ve bunları inceleme ve geliştirme konusunda elinizden geleni yapmalısınız. Eğer bu temel politikayı kavrarsanız çalışmalarınızın büyük bir geleceği olacaktır.

T A V I R

9


HARMAN YERİ İbrahim KARACA Kalemin sıcaklığı üstündeydi henüz Bitmemiş bir şiir vardı cebinde ve koca kent uykudaydı Gördünüz Kırdıysan eğer dallarından birini -diyordu şiirAnlatabilmelisin ağaca nedenini Kestiysen kökünden bir ağacı Anlatabilmelisin ormana nedenini Hey canım Gamı açtın, Okumaya başladın şiirini Zıpkın yemiş balık gibi titredi gece Ürperdi kuşatma, Uykular boğdu kendini Dışarıda bir alkıştı celladı övmek Celladı övmekti boyun eğmek ve kendi yarınını karşıya alıp kendine söğmek

10 T A V I R

Ey büyük yangınların zanlısı Harman yerinin dağlı delikanlısı Bilir misin? Yarasından orman damlar hey canım Çınar belden kesilince Zeybek ovaya inince :mm Ay doğar, ölüm susar Yanan yüzüne gecenin Bir kuş türküsünü asar Toprağa düşülen her yer Harman yeridir şimdi Harman yeri düğün yeridir Böyle der toprağı ekenler Ekini biçenler böyle der Hey canım Harman yeri bayram yeridir Yangınlarda yol bulanı Sevdiğine kul olanı Üşütür mü kara toprak Ölümü yere çalanı...


T A V I R 11


GECEKONDU KÜLTÜRÜ İsmet SEÇKİN

B

ir gece konup sabah uçmadılar elbette bu koca mahalleler, hatta milyonlarca insan. Ama denetim, kontrol tanımadılar, birden bire çoğaldılar. Nasıl ya-şadılar,neyi bildilerse önceden, öyle yaptılar evlerini, öyle sürdürdüler yaşamlarım koca kentlerin dış çemberinde. Yüzyıllardan bu yana süzülüp gelmiş gelenekleriyle geldiler, koca kentlerin kentsel düzeniyle karşılaştılar ve yeni ama farklı bir dünya yarattılar. Köyde bolüne parçalana bir avuç kalan topraktan alabildikleriyle yaşamı sürdürmek olanaksızlaşınca sanayi işçiliğine özlem duyanların göçü kaçınılmazdı. Sanayi gerekli işgücünü lordan sağladı sağlamasına, ama

12 T A V I R

lordan gelenlerin çoğuna iş olanağı sağlayamadı. Geriye gönderme planlan da hiç gerçekçi değildi. Gelenlerin çoğu, varlıklı olup geri dönmek için gelmişti Oysa ne varlıklı olabildiler ne de dönecekleri yerde yaşama olanaktan kalmıştı. Böylece başladı büyük serüven. Az gelişmiş, geri bıraktırılmış ülkelerin çarpık ekonomik yapılarının ortak kaderi. tik gelenlerin işleri hazırdı. Ucuz işgücüydüler- ucuza çalıştırıldılar. Şehir nasıl birşeydi ki, ekmek için para, su için para, ısınmak için para, hatta tuvalete gitmek için bile para isteniyordu. Şehirde yaşamak, parayı tanımak, onu elde etmekle mümkündü. Evlerde yaşamak için "kira" demlen, maaşın yansını alıp götüren bir bedeli ödemek gerekiyordu. Yetmeyince maaş, uzağa gitmeliydi. Şehrin dışında

bomboş araziler ne güne duruyordu ki. Dişleri sıkıp biraz birşeyler biriktirmeli, kondurmak iki göz bir ocak, kadını ve çocukları da yanma aldı mı tamam. Evler yapıldı, çocuklar getirildi. Çocuklar da çalıştılar geçinmek için. Soma akrabalar geldiler. Bir arada çoğaldılar, mahalle oldular. Evler tek katlıydı, mutfak bahçesi de vardı ve de kavak ağaçlan, hemen köşede tavuk kümesi, hatta bir inek bile olabilirdi. Öyle yaşamayı biliyorlardı. Köye dönme hayalleri kırılmıştı. Şehir kültürü de çok karışık, yabancı, alışık olmadıkları değerlerle yüklüydü. Gurbet türkülerine, kır kokulu türkülere satılmak düşerdi .onlara. Kendi mekanlarını yaratıp, kendi yaşamlarım şehirde kurup geliştirdikçe, köy umudu tümüyle tükenince ve de şehirlerin lüks olanaktan burunları-


nın dibinde iken ulaşılması çok zor hatta olanaksız olunca içlerine kapandılar, kadere sitem ettiler. Sonradan gelenlere ve de ilk gelenlerin çocuklarına iş yoktu hazırda. İşyeri açacak birikim ve olanaklar da olmayınca, zorunluluk yepyeni maskeler ortaya çıkardı. El arabasını dükkan etti kondulu, her mevsim ne gerekiyorsa onu sattı, sokak sokak dükkanı insanların ayağma götürdü. Kenti çevreleyen düzensiz, üst üste yığılmış gibi duran, küçücük bahçelerinden ağaçların yeşili ve kiremit damların kızılhğıyla kenti sarıp sarmalayan bu koca koca mahallelerden şehre gidiş geliş kendine özgüydü. Sabahın erken saatleri bir arabaya doluşarak kente gidilecek, akşam saatlerinde yine mahalleye dönülecekti. Böylece hem düzenli hem de topluca ödenen yol parasıyla ucuz ulaşım sistemi getirildi. "Dolmuş" yaşantılarına girdi. işsizlerin vakit geçirebilecekleri, birbirleriyle iletişim kurabilecekleri mekanlar, geleneksel yapılarından taşıyıp getirdikleri kahvehaneler oldu. Umutları yerle bir olan, şehrin "kapitalize olmuş" ilişkileriyle geleneksel değerleri alt Üst olan insanlar, evde her an hissettikleri sorunlar ve çözümsüzlükler içinden biraz sıyrılmayı, biraz boşvermeyi yaşayabilmek için sarıldılar oyuna. İyi tavlayı, ökeyi, ellibiri, altmışaltıyı, yanda onlar oynardı. Üç gün çalıştılar, bir gün yediler kahvehanelerde... Değerler keşmekeşliği içinde bocalayan bu insanlar her yere savrulabilirlerdi. Sistemin kontrolünün ve denetiminin dışmda gelişen özellikleriyle, kural tanımaz bir haldeydiler. Yaşamları önceden belirlenmiş, sistemleşmiş gelişmelerin hiçbirine tam olarak uymuyordu. Daha önce uzaktan görerek seviyor, sevdiğine kavuşabilecek koşullar yaratabilirse, ana babasını gönderiyor, istetiyor ya da kaçırıp götürüyordu. Evlenmeden önce eli eline değiniyordu sevdiğinin. Oysa şehirde sinemalara, kalelere, diskolara gidiliyordu. Ama kondulunun

böyle davranması mümkün değildi. Ulaşılamaz gibiydi şehir kızları ama ne de güzel hayaldi filmlerdeki gibi gezmek, konuşmak. Gördükleri herşeyi doğru saydılar, özendiler. Ulaşılamazlık karamsarlaşürdı gönülleri. Aynca şehirliler onlardan öyle farklıydı ki, alışkanlıklarıyla, düşünce yapılarıyla. Aradaki fark en .zengin ile en yoksul arasındaki uçurum gibiydi, onlara göre. Mahallelilere gelince babaların kızları için alacakları başlık parasına daha çok ihtiyaçları vardı. Evlendirilen her kız biraz daha kurtulmak demekti yoksulluktan. Ve televizyon girdi yaşamlarına. Bu büyük yenilik bütün çocukların, kadınların ve de babaların en önemli eğlenme aracıydı. Mahallede televizyonu olan evlere doluşuldu. Sohbetler kesildi. Herkes, hepbirlikte ama yapayalnız baktı durdu resimli kutuya. Daha sonra telesafirlik kesildi. Resimli kutu herkesin evinde vardı artık. Televizyon sıradanlaştı ama alışkanlık yerleşmişti. Gecekondu çocuğu boyacılık yaptı. Çıraklık yaptı, kısaca her işi yaptı. İşinden bir nefes boşluk kalınca, özendiği şeyleri yapmaya çalıştı. T V'de Michael Jackson dans mı etti, pür dikkat seyretti O'n u. Nice .açılara taş çıkaracak kadar dans etmeyi öğrendi. Sonra bir yabancı şarkı çok mu çalınıp söylendi, hemen onu öğrendi, yalan yanlış söyledi arkadaşları arasında. En kolay sporları seçti. Bir düzlük, iki taş, bir plastik top bulunca saatlerce seyrettiği futbolcuları taklit ederek oynadı futbolu, çok dâ iyi becerdi. Memleketinden ayrılmıştı ama memleketinin takımının başarısı gururuydu. Bir de büyükler yardı. Onlar başkaydı. İki takım tuttular. Cimbom, Kartal, Kanarya ve ille de memleket takımı... Sınıf mücadelesi ivmelendikçe, devrimcilerin en çok gelip gittikleri, yaşadıkları yerler oldu, üniversitelerden sonra. Dayanışma, kolektivizm, örgütlü davranma, yoksulluğun ve de-

jenerasyonun batağında yaşa yan insanlara sarılacakları de ğerler sundu. Cahildiler, devlet ten ürküyorlardı ama özveriliy diler. Yol gösterilince kafala rındaki bulanıklık berraklaşabiliyordu. Çünkü hem işçiydiler, hem alt düzey de memurdular, hem çıraktılar, yani emekçiydiler, yoksuldu lar .Devrimci mücadelenin taba nıydılar. Ama serseriydiler, ku ral tanımazdılar, boşvermiştiler, lümpendiler. Mücadele ge liştikçe "sivil faşizm"in de tabanı oldular. Eylül'leri yaşa dılar. Devrimcilerle birlikte olanlar devleti tamdılar. Sivil faşizme alet olanlar ise kullanı lıp bir kenara atıldılar. Bugün, her türlü kitle kültürü politikalarının tüketim kültürü çabalarının ve uyanmış sanat kalpazanlarının temel hedef kitlesini oluşturan kondulu, toplumsal gerçekleri kavramaya başladıkça mücadelenin içinde olmaya, mücadelenin değerleriyle yoğrulmuş alternatif kültürü yaşatmaya doğru hızla gelişiyor. İşçi olanların yalnızca kendileri değil eşleri, çocukları hatta mahallelileri gidiyordu yürüyüşlere. İşyeri işgallerinde, grevde mahallecek yardımlar toplanıyor, işten atılanlara hep birlikte sahip çıkılıyor ve de kendilerinin beslediği devrimci çocukların her türlü sorunları sahipleniliyor, baskıya, tehdite ya da korku yayma politikalarına karşın cenazelerine sahip çıkılıyor. Kendi sorunlarını, kolektif çabayla çözmeyi öğreniyorlar. Kanalizasyonlarını, sularını, elektriklerini her türlü engellemeye rağmen kendileri sağlıyorlar. Okumayı öğreniyorlar, tartışmayı ve doğruyu bulmayı, bir de yazmayı, tereddütsüz konuşmayı. Kendi güçlerini gördükçe, umut dolu türkülerini dinliyor, dolmuşlarında dinletiyorlar. Değersizlik keşmekeşinde "yeni"yi yaraüyor, emekçi kimliklerinden onur duyuyorlar. Ve işte bu onur ki "kader"lerini değiştirebilecekleri umudunu büyütüyor. T A V I R 13


TEMMUZ YARISI Halim ŞAFAK geceyi benimle bırak bırak yoksa ölürüm

geceyi benimle bırak bırak yoksa ölürüm

bir halkm paletlerle çiğnenmiş gecesini değil akşam karanlığında yürüdüğümüz yolun gecesini sıcaklığını terini duyduğumuz, anın gecesini

ağaçlara omuz veren ovanın gecesini yıkılmış dutların kavakların değil tütün kırıcılarının gecesini arife günlerinin arife günlerinin değil kır türkülerinin düşlerinin gecesini

geceyi benimle bırak bırak yoksa ölürüm yılanların akreplerin gecesini değil ağır ağır harlanan gecesini dağ köylerinin. serçe yumurtalarının kırıldığı geceyi değil gencecik insanların vurulduğu geceyi ne de 14 T A V I R

geceyi benimle bırak bırak yoksa ölürüm


YAŞAM ATEŞİ Baki Altın

Bir şey var içimde Zaptedemediğim Sarsıntı nedir Erzincan'dan öte Bilirim Kozlu'da kara ter gibi kor Yanarım Munzur doruğunda bir ferah Eserim Kayıp analarının yumruğunda saklı Tanırım Değil bu kadar değil Bir şey var içimde Zaptedemediğim Acılara yatırdıkça dinmeyen Sevdalara çaldıkça sönmeyen Kavgalara sürdükçe yılmayan Bir şey var içimde Zaptedemediğim...

T A V I R 15


GÜNDÜZÜN GÜNEŞ KAYBOLMAZ Hayati AZİM lındı dediler de senin için. Şubelere koştum alevlere sarınıp. Bizde değil dediler pişkin pişkin.Gülücüklerinde saklıydı yalanlan. Yok, dediler, yok! Burada diyordu yüzlerinde uçuşan tedirginlik rüzgarları.Gün karalar bağladı. Döndü döndü1 de üstüme yıkıldı tüm gökdelenler. As falt yollar yarım yarım yarıldı, oyuk oyuk ovuldu. Ahlar koptu ki ciğerimden... Oğlun yok denmedikçe ana olan bile bilmez. Dipsiz kuyulara mı saldılar seni, kör karanlıklara mı kattılar? Herşey kayıp çökse yerli yerinden, yol iz kaybolsa, bırakıp gider mi anan s eni, bırakıp gider mi? Bilirim burada dedim. Bilirim... Bir göreyim yüzünü. İki şuur yazıp göndersin, iyiyim desin. Gündüzün güneş kaybolur mu? Ola ki bulutlar kaplamış gökyüzünü. De ki yağmur yağacak. De ki bulutların ardında güneş. Göstermez mi ışığından bir parçacık? Aylar boyu mu kalır bulutlar orada? Hırsız olsan, kaçakçı olsan, istersen cinayet işleyesinmiş beş tane. Dahası pezevenk olsun. Kolaymış sana ulaşmak. Siyasi olmayacakmışsın sadece. Arar mıydı İci bu anan seni. Yangınlar düşer miydi içine. Bulur da sarılır mıydı oğlum diye? Kayboldu dediler senin için. Yangınlar düştü içime. Yananm yananm da dumanım tütmez. Cehennem ateşleri ne ki? Binbir derenin suyu söndürmez. Katran karası gecelerde yıldız kaybolur mu? Ola ki sis çökmüş geceye. De ki kayıp uzaklaştı yıl-

16 T A V I R

dızlar birer birer. Ölgün de olsa ışımaz mı biri uzaklardan? Tüm gecelere mi sis çöker? Hep birden gelip konmazlar mı başım üstüne? Defol git, dediler. Defol! Çamaşırlarını çıkardım kirliden, kokladım. Fotoğraflarına baktım bir bir... Aha bunu, bu küçücük olanını. Vesikalık. Kara torbalı bir fotoğrafçı çektiydi. ilkokulu bitirdiğinde diplomana koymak için istediydi öğretmen. Biraz solgun çıkmış. Yoksa dura dura mı soldu? Olsun, solgun olsun. Görmez miyim gözünün ışığını. Ne de güzel gülmüşsün, ı Ben okuyacam dediydin. Deli dolu bir çocuk. Babasına çekmiş derdi konu komşu.Bilirdim bu gülüşünü benden aldığını. Büyüdükçe inceldi yüzün.Elmacık kemiklerin de belirginleşti. Gözlerinse değişmedi pek. Aynalarda yakalarım gözlerinin karasını. Durur, biraz daha keskince bakanın sonra.' Demeğe gidiyorum günlerdir. Bulacağız diyor Selma. (Sen kaybolmadın) Bir görsen, hanım hanımcık bir kadın. Sevecen, güleç yüzlü. Günleri sayılıymış. Doğuracak yakında. İçim nasıl cız etti bir bilsen. Sen canından kopar koy. Özsuyunu ver ağzına. Kolay mı bebek beleyip büyütmek? Anne dese güller açar içinde. O ateşlenir de senin karanlıklar düşer içine. Dizini çarpsa yüreğin kanar. Bir de alıp götürürler de dipsiz kuyulara...yok derlerse? Dilim varmadı bu bebeği neden doğurursun demeye. Biliyor musun kin bellemişler ona da? " Koşma bu ölenin, kaybolanın ardından. Seni de kaybederiz" demişler. Ama bulacağız diyor o yine de. Bulacağız dedikçe umut çiçekleri açıyor içimde.

Bulacağız...(Sen kaybolmadın) Onbeşgün oldu sen dipsiz kuyularda...(Sen kaybolmadın) Selma bulacağız demiyor artık eskisi gibi. Bilesin! Onun yerine de ben diyorum, bulacağız diye. Ben bulacağız dedikçe gölgeler uçuşuyor gözlerinde. Bulacağız diyor sonra yavaşça. Sesinde de hüzünler saklı. İnanmıyor mu seni bulacağımıza. (Sen kaybolmadın) İnanma! Sen de inanma Selma. Ele avuca gelmez tohum kaybolur mu? Çayrr çimen yazm sıcağında kavrulur da ilkyazda yeşeriverir yeniden Boylamverir ebegümeci, boylamverir tirfil, sütleğen...Hani küçük bir bağımız vardı aynk otu basmış. Yıllar yılı kazıp belledik de ayıkla-: dik aynk otunun köklerini. Dereye attık. Dere ayrık otuna kardı da bağdakiler de tükenip gitmedi. Ele avuca gelmez tohum kaybolmaz, ayrık otu kaybolmaz da oğul kaybolur mu? ( Sen kaybol madın) Hem tanıklar da var bak. Görmüş kızcağız seni hücrelik-lerde. Görmüş de anlatıyor bir bir: Yedi no'lu hücreye konduğumda bir polisin, nöbetçi polislere "Ertuğrul hangi hücrede" diye sorduğunu duydumHücre mazgalından dışarı baktım. Nöbetçi polisler Ertuğrul diye birinin olmadığını söylediler. Daha sonra aynı polis karşı kısımda bulunan hücrelerden birinin kapısını açtı ve "Ertuğrul sen değil misin, niye cevap vermiybrsun?"diye sordu. İçerdeki şahıs ise "Benim adım Tuğrul, Ertuğrul değil" diye cevap verdi. Polis "soyadın da Özbek mi" diye sordu. O "evet" dedi. Hücreden çıkarılıp götürüldü. Götürülürken yüzünü gördüm. O ki onlar yok desinler. (Sen kaybolmadın) Sen de bulacağımıza inanma Selma. Kız anlatıyor işte bir bir. Görmüş oğlumu, hücreliklerdeymiş. Yağmur toprağa düşer de kaybolur mu, ırmak olup akmaz mı denizlere? Ya da bir kayanın arasından fışkınvermez mi yeryüzüne? Kaybolmadın sen, kaybolmazsın da. Hücreliklerde olduğunun haberini aldım ya...bir bilsen nasıl coştu içim. Oğlu Madiklerde olur da sevinebilir mi ana. Sevinebiliyor işte. Seni gören kızcağızı gözlerinden öptüm. Seni gören gözlerinden hem de. Koştum çocuklar gi-


bi. Tatlı aldım dernekteki arkadaşlara. Selma "Bu ne tatlısı" diye sormaz mı! Gözleri gölgeli yine, yüzünde hüzün...Bilmez mi senden haber aldığımı, bilmez mi seni gören gözler olduğunu? Boğazında birşeyler düğümlendi. Yutkundu. "Hadi gel sen de tatlı ye" dedi sonra. ilk değil ya hücreliklere gidişin. EylüTde de aklılardı seni. işkencenin binbir çeşidi of dedirtebilir mi sana? Mapusluklarda kalmıştın yıllar yılı. Görüş günlerini bekledim. Camların ardından duydum sesini. Duydum ya... Demirparmaklıklardan uzandım sana. Uzandım ya... Bilirdim nerede olduğunu. Bilirdim. Çıkıp geldin onca yıl sonra. Bağışlayasın bu an am. Bir umudum da paşanın oğluydu. Ne yapar ne eder bulur senin yerini, bir haber getirir dedimdi. Suç mu işlemişsin? Mahkemeler yok mu memlekette? Suçlu mu bulmuşlar seni? Bulsunlar. Ben bitirim senin haklı okluğunu. Ellerine kelepçe mi vuracaklar, mapuslukla-, ra mı atacaklar? Atsınlar. Yeter ki kalmayasın o dipsiz kuyularda. Kalmayasın kör karanlıklarda. Seçim konuşmasına gelmişti. Kalabalık mı kalabalık. Sıyrılıp yürüdüm kalabalıktan. Elimi koydum "Dur!" dedim. "Oğlum kayra, bulun oğlumu. " Ne dedi bilir misin? "Oğlun birşeyler yaparken bana mı sordu, sahip çıksaydın." işte o zaman soluver-di içimdeki umut çiçekleri, öldürdüler oğlumu, dedim. Öldürdüler. (Sen kaybolmadın) Hele şunun dediğine bak! Ona soracakmışız!.. Biz faşizme karşıyız, emeğin hakkım savunmak için devrimci oluyoruz. Siz ne dersiniz diye mi soracaktık sana? Bir sen değilmişsin kaybolan. (Sen kaybolmadın) Yedi kişiymiş. Başka kaybolanlar da varmış Diyarbakır taraflarında. Açlık grevinin onuncu günü bugün. Oniki kişiyiz, ölü toprağı mı serpilmiş memleketin üstüne. Oniki anamn mı çocuğu işkence görmüş, infaz edilmiş, kaybolmuş? (Sen kaybolmadın) Yangınlar düşmedi mi onların içine. Üç gün önce Başbakan'ın evinin önünde "Çocuklarımızı istiyoruz. Biz doğurduk, size öldürtmeyeceğiz" diye bağırdık. Ellerimizde fotoğraflarınız... Çembere aldılar bizi. Gören gözler, görmesin, kulaklar işitmesin diye sesimizi.

Yok dedilerdi ya daha önce, dün başkanlarıyla görüştük. Sırtımı sıvazladı. "Araştıracağız" dedi. Sırtımızı sıvazlatmaya mı geldik Ankara'ya? "Kaç günde haber alırız?" dedim ona. Cebimde ini oğlun çıkarıp vereyim" dedi. Benim oğlum ki devrimci. Ne işi var senin cebinde? Hani sen anlatırdın...Uzak bir memlekette otuzbin insan kaybolmuş. (Sen kaybolmadın) Beyaz başörtülü analar, perşembe günleri çocuklarını ararmış orada. Perşembenin Delileri dermiş generaller analara. Ben de seni arayacağım. Hem de her gün. Arayacağım ki başka çocuklar kaybolmasın. Çocuklarını arayan analar da kaybolmaya başlamış o uzak memlekette. Arada bir gelip geçer kafamdan, bizleri de kaybederler mi? Varsın kaybetsinler, derim sonra. Kaybolmuş yüreğimin yansı, yarım kalmış gülücüklerim. Kaybolmuş iki elimden biri. Varsın alıp götürsünler öteki yansım da dipsiz kuyulara. Kanştırsınlar kbr karanlıklara. Halaya durduk senin yokluğunda. Ne çok el...Ne çok göz. Anaları da arayan gözler olur elbet. Sana demeyi unuttum. Dün yıldızlar uçuşup durdu gözümün önünde. Başım dönüm dönüm döndü. Tansiyonumu ölçtüler.

düşükmüş. Selma, "Yaşlısın, dayanamazsın, bırak artık açlık grevini" dedi. Bırakır mıyım? Tanımam etmem. Adı da aklıma gelmez şimdi. Haber alınmazmış ondan da yirmi gündür. Açıklama yapmışlar Konya'dan, bizde demişler. Bıraksaydım açlık grevini de kaybolsa mıydı çocuklarımdan bin daha. Sen kaybolmadın. Kaybolmazsın da. Gülen gözlerin uzanıp gelir dipsiz kuyulardan. Bölük pörçük uykularda sarılırım sıcaklığına. Kan emici kuşlar yapışır da boynuna, atılıp alırken seni pençelerinden, uyanırım karabasan uykulardan. Bugün açlık grevinin onuncu günü. Basına açıklama yapıyor arkadaşlar. Eylem bitti... Ben bırakmam, andolsun ki bırakmam. Örgütün emri diyerek bıraktıramazlar bana açlık grevini. Beni kandırmaya çalışıyorlar akıllarınca. Demez! Oğlumun örgütü açlık grevini bırakın demez. Dağı taşı kaldırın yerinden, bakın altına üstüne. Dipsiz kuyuların dibini bulun. Buluncaya kadar arayın der. Buluncaya... Gündüzün güneş kaybolur mu? Katran karası gecelerde yıldızlar kaybolur mu? Ele avuca gelmez tohum kaybolur mu? Yağmur düşer de toprağa kaybolur mu? Kâğıdı yaksan külü kalır...(Sen kaybolmazsın)

T A V I R 17


EN WINDAYİ Wında bune Lı nav taliye Wana gırtın zordariye Jı bo doza Azadiye Lı ke dere ne en wındayi En wındayi En wındayi Faşizme kılın wındayi Weki sterken asimanan Ketin bin mıie û dumanan Faşizme bıfin ewana Li ke dere ne en wmdayi En wındayi ji f efen mene Heval û hogıren mene Ew dengen berxwedana mene Jı bir nekın ân wmdayi En wındayi En wındayi Faşizme kırın wındayi Salehe HESEN

KAY IP LAR

18 T A V I R

Özgürlük yoluna düştüler Zorbaların elinde olanlar Yittiler karanlık iç inde Nerdeler şimdi nerdeler

Bizdendiler Arkadaştılar, yoldaştılar Sesiydiler direnişin Unutmayın onları

Kayıplarımız Kayıplarımız Faşiz m kaybetti onları

Kayıplarımız Kayıplarımız Faşiz m kaybetti onları

Faşis tler götürdü onları Sis ler ardında yittiler Gökteki yıldızlar gibi Nerdeler şimdi nerdeler

Salehe HESEN


GÜNLÜĞÜMDEN: VEYSİ

Tolga KARADENİZ

26 Eylül 1989/B. Peşpeşe ve sessizce ikram edilen sarma tütünler toplamıydı az önceki kısa yolculuğum. Yüzyıllar önce fethettiğimiz ve bizim olan bu topraklarda, daha dün, eski bir kiliseyi aramak için girdiğim ara sokaklarda, genç bir insana derdimi anlatmadan önce 'T ürkçe biliyor musun" diye sormuştum. Gülmüş ve kısaca yanıtlamıştı: "evet". Utandım. İkibin yıllık kente götürecek minibüsü beklerken, hiçkimse konuşmadı benimle, konuşmadım. Anılan saatte, küçük ve eski arabanın önündeydim. Resmi binaları dışındaki tüm yapılan harap olan kasabanın dışına çıkmadan yeniden durduk. Karanlık saatlere kalmadan otelde olmanın telaşım duyuyordum. Çok geçmeden, otuz yaşlarında, zayıf, esmer bir erkek koşarak geldi. Konuşmadan yanımdaki dar yere sıkıştı. Konuşmadan devam ettik yola. Şoförle birlikte üç kişi olmanın tedirginliğini duymalı mıydım? Az sonra topudandı ve cebinden bir tomar eltibinlik çıkararak dikkatlice saydı. Gözlerimle sormuş olmalıyım, yüzüme bakarak sevecen bir tonlamayla "elektronik işiyle uğraşıyorum" dedi. Şaşırmamı tatmin olmamışlığıma yorumlamış olmalı, gülerek "anlayacağın, kaçakçılık yapıyorum" diye ekledi. Güldüm, belki de gülmek zorunda kaldım. Parasını hızlıca yeniden saydı. Kırmızı saçlı genç şoförle konuştu. Anlamadım, gözlerim ise herşeyi görebilmek için yollardaydı. Az sonra bana baktığını

hissettim.

"Gazeteci misin?"

"Hayır" dedim. "Doktorum." Gülerek "Geziyorsun ha" dedi. İkna olmamıştı. İnanması gerekiyordu. "Karun" dedi, "hastadır, bir sene önce yattı hastanede.Asumı varmış... ilaçlardan da pek faydalanamıyor,..ufak kutuda bir ilaç var ama biraz pahalı belki ondan biraz." Kibarca adını soruyordu. Yama biliyordu ve buralarda gerçekten gezmek için bulunduğuma inanabilmesi için o adı söylememi istiyordu. Söyledim. Sevindiğini gördüm, elini uzattı: "Adım Veysi, Japon pazarında dükkanım var." Tanıştık. Dakikalarca anlattı, dinledim. Anlatmak ve paylaşmak istediklerini gördüm. Hepsi de bu topraklar kadar güzel ve etkileyici, değişik yaşlarda sekiz kadın koşuştular minibüse. Durduk. Yeni yolcularımızdı. Şoförle konuştular ve hiç de acele etmeden yerleştiler arabaya. Sorumlu hissettim kendimi. Dönüp arkama bakamadım yüzlerine. Kendi aralarında sessizce konuşuyorlardı, anlayamıyordum. Bitmemiş jplmalı anlatacakları, bilebilir miydi. Hastalıktan, doktorsuzluktan ölen bebeklerden sözetti Veysi. Kadınlar yüksek sesle konuşmaya başladılar. Kafalarına kurşun sıkılarak öldürülen oğullardan, tecavüz edilen kızlarından, sakalları kopartılan dedelerinden bahsetti Veysi. Kadınlar daha yüksek sesle konuşmaya başladılar. Bağırmaya başladılar. Veysi önce duraksadı sonra arkasına dönerek çıkıştı onlara,

onların diliyle. Veysi kendi sözcüklerinde konuştu, güldü ve bana dönerek "bana (azmışlar onun için bağırıyorlar" dedi. "Niçin?" diye sormadan ekledi "seni asker zannetmişler, seninle konuştuğum için kızıyorlar." Bunları söylerken gülüyordu. Güldüm. Susmuşlardı ama yine de dönüp bakamadım yüzlerine. Küçük ilçe merkezine inen tepenin başında indiler arabadan. Karakolun önünde durduk, tik kez konuştu şoför "yarım saat buradayız" dedi. Başka birşey demeden Veysi ile birlikte kayboldular. Ansiklopedilerde adı bfle olmayan bu küçük kasabada yalnız kalmıştım. Bu sessiz ve tenha meydanda, durmak, beklemek zorunda olduğumu duyumsadım. Ara sokaklara, o, kentlerin en sevdiğim yerlerine gidebilir miydim? Düşünemiyordum. Makineye gitti elim, arabayı gözetleyebilecek kadar uzaklaşmalıydım ancak. T edirgin ve boş caddenin fotoğrafını çektim, amaçsızca. Korna sesiyle mutlu oldum yeniden. Birkaç yüz metre sonra on kadar, asker tarafından durdurulduğumuzda üçümüz de tedirgin olmamıştık. İri yan, düzgün görünüşlü ve rütbesiz bir asker önce Veysi ve şoförün üstünü uz un uz un aradı. Bir diğeri de arabayı arıyordu. Sıra bana geldiğinde sordu. "Kimliğin?' Nüfus kağıdımı gösterdim, yetmemişti. Tonlamasız ekledi. "Gazeteci misin?" "Hayu" dedim. "Doktorum" "Meslek kimliğini göster" dedi. Gösterdim. Laf olsun diye uzunca inceledi.Alaycı bir yüz şekliyle ekledi "Geziyorsun ha" "Evet" Ciddileşerek "Fotoğraf çekmişsin...yasak...filmi verir misiniz?" İlk kez kibarca davranmıştı. Üzülerek yaktım filmi. Bir başkası " Gidin" diye emir verdi. Arabaya döndüğümde şoför ve Veysi yerini almış beni bekliyorlardı. Barikatı aşıp , asker-

T A V I R 19


lerden uzaklaşınca şoför bana bakarak "Ne yapalım" der gibilerden ellerini iki yana doğru açtı ve Veysi sözle ekledi. "Seni anlattık ama inanmadılar." Güldüm, "sağolun" demekten başka söz bulamadım. Uzunca sessiz devam ettik. O onbin senelik kentin beş kilometre ötede olduğunu anımsattı tabela. Kızıl saçlı, az konuşan şoför bozdu bize ait sessizliği "Aman" dedi. "Geceye kalmadan şehre ulaşın." Başımı sallayarak olumladım. "Allahaısmarladık." Önce şoförle vedalaştım, inip arabadan. Elini sallayarak yanıtladı. Uğurlamak için inen Veysi ise kuvvetlice elimi sıktı ve birden anımsayarak "ilk sorulacağı son soruyorum yahu, nerelisin?" "Karadeniz'den" dedim. Durdu "Karadeniz" dedi. "Biz lazları severiz, kardeşimiz sayılır...ara beni, bir dahaki sefere seni Cudi'ye götürürüm... istersen." "Daha sonra" dedim. Gözleri-

20 T A V I R

ne bakarak gülümsedim. "Daha sonra, çok daha iyi... umarım." Anladı. Ve gittiler. 18Mart l990/S Ak kışın hüküm sürdüğü bir bahar gününe dek uçup gitmişti anılar kutucuğumdan Veysi. Çalışma yeri olarak seçtiğim bu gizemli griler kentinde, ıslak bir akşamüstünde yeniden karşılaştık. Her yoğun iş gününü takiben yaptığım, duvarlarına sıkışıp kalmış, orada unutulmuş türküleri arama yürüyüşlerimde, şaşkın bir gölge halinde önümde belirdi. Tanımakta zorlandım önce, sıcak yurdundan yüzlerce kilometre uzaktaydı. Tanımadı. Binlerce yıllık duvarların dibinde, öylecene hareketsiz dururken yanındaki genç adamla birlikte, çok uzaklara, denize bakıyordu. Yaklaştım. Tedirgin oldu. Tanıdım. Yavaşça "Veysi" dedim. "Sen misin?" İsmini duyunca yabancı bir

dilden, şaşırdı. İkisi de yüzüme dikkatle bakıyorlardı, çok kısa bir süre geçti sessiz. "Doktor" dedi aynı şaşkınlıkla ve neşeyle ekledi "Nasıl da hatırladın beni?" Bir çok ay öncesinde olduğu gibi kısa suskunluklarımızdan birini yaşadık. "Arkadaş" dedim, yanındaki genç adamı göstererek. Soruydu, yanıtı da burada bulunmasını açıklıyordu. "Oğlum" derken, şaşkınlığımı da gözlüyordu. "Bugün çıktı içerden." Arkasına dönerek yıllanmış kanlı duvarlara baktı. "Geçmiş olsun" dedim. Genç adam ise yanıtlamadı. Erken bahar için. geç sayılacak saatte kalkan otobüslerini bekliyorlardı. Sabırsızdılar tamamlanmamış görevleri varmışcasına. "Çok var daha, size memleketimin bir balığını yedirmek isterim." Kabul ettiler ve eklemeyi de ihmal etmedi Veysi: "Memleketin soğuk ve sisli." Küçük tersanenin içinden


geçerken gözlerini dev bir balıkçı motoru iskeletine diktiğini gördüğüm anda o büyülü kentleri sıcakça anımsayıp sordum ben de: "Sizin oralar?" Minibüs yolculuğumuzdan anımsadığım gülüşüyle birlikte yanıtladı "Her zamankinden sıcak." Aydınlık ve soğuk lokantada çorbalarımızla ısınana dek bu kenti sordular bana. Veysi, aldığı yanıtlarla bir bulmacanın eksik parçalarını tamamlar gibiydi. Genç, suskun fakat eşdeğer bir merakla konuşmamızı dinlerken, aralıksız soruyordu Veysi. Mahkumluğunu soruyordu bu kentin, balıkçılarım ve kayıklarını, martılarım ve ihtiyarlarını, dağlarını ve o dağlatın en verimsiz en yaban kuytularına ölümüne sürgün edilmiş kardeşlerini. Zaman akıp giderken hızlı yanıtlanmla, soracağım anların kaçacağı telaşını da duyuyordum, tik duraklamasını fırsat bilip sorma hakkımı aldım: "Sen ne yapıyorsun; elektronik işi?" Sözümü keserek yanıtladı: "Bıraktım artık,

dükkanı da kapadım, sonu da yok zaten." Ekledi: "Dağlarında geziyorum artık, çocuklarımla birlikte." özlemini seslendirmek için suskunluğunu bozdu genç: "Çok çok özledim" Yemeği söyledik beraberce. Denizlerinden koparılmış bu insanlarla balığımızı paylaştık. Rakımızı yudumlarken yavaşça -ki. genç adam içmiyordu"Hanım" dedim, "Sağlığı nasıl?" "Hasta" dedi. "Ancak aş yetiştiriyor bize." Ancak... "Dicle" dedim. "O da sıcak sıcak akıyor. Yutmakla yutmamak arasında kararsız ama ne var ki çaresiz...Anlayacağın fotoğraflarını iyi sakla. Bu da ayrı bir kederimiz" Utanarak çektiğim fotoğrafları anımsadım. "Bu bir tür ölüm, her ölüm gibi kendine has acısıyla beraber" "O çaresiz ama bizim ölülerimiz çare için." Gününün vahşetini anlatırken siyah gözlerinden kan kırmızı ışıklar saçıyordu. Anlattı. "Tek yönlü bir yolda nasıl kaybolabilirdi bir insan?" Yemeğimizin sonu ayrılık saatinin de geldiğini haber veriyordu, istediğiin zamandan çok önce. Ne kadar uzun sürerse de sürsün bu sohbet, bu nişanlan tanımanın, anlatılanlan kavrayabilmenin olanaksız olduğunu da anlamıştım. Yaşamak gerekiyordu evlerinde, köylerinde, kentlerinde. Acılarına ve sevinçlerine ortak olabilmek için, coşkularına göğüs kafesini parçalarcasına duyabilmek için, onların insan yüreklerinde insan düşüncelerinde yaşamak gerekiyordu. İki yabancıydılar otobüse binen. Tek uğurlayan bendim, çılgın poyraz rüzgarlı bu karanlık gardan onları. Mutlu ve neşeliydiler. Bekleyenleri vardı. "Kardeşlerinin denizlerini unutma." diye seslendim ardından. Elimi sıkmış, sarılmıştı. "Unutmam" dedi. "Sağol" Israrla "dağlanna gelmemi" söy-

lüyordu. (Kabul edebilmek herşeyden önce büyük bir iç hesaplaşmadan dürüstçe çıkabilmeyi gerektirir.) Sadece gülümsedim. Hafifçe bir el sallayış, hayır, bir selamlaşma bu ve hızla kayboldular akıp giden gecenin içinde. Bir habere, bir sese, bir yazıya duyarlılığımdı artık Veysi. 29 Ağustos 1990/ P Neydi aradığım, sokaklan kışlan kar, yazlan ise tozla yığılı bu eski kentte? Bir kent fetişizmi bu. Bir kaçışı insanın ya da yüz çevirmek yıldızlara. Uzak bir gezimi bu duygularla sonlayıp bir dosta gidiyordum altı ay sonrası güzde.Bu eski topraklardan, Veysi'ye doğru giden yoldaki bir kasabada öğretmendi. Sorumluluğum, o hiç peşimi bırakmayan ağır sorumluluğumla hep eksik kalacak "şeyleri" öğrenebilme umuduyla ağır bir otobüsün içindeki yabancı bir yolcuydum. Haritaya bizim bakışımızla daha aşağılara inme düşüncesinin coşkusunu da duyuyordum. Ve artık şaşırtmayan bir yabancı gezgindim. Ne hızla akan ve hep önümüzde giden bu delişmen nehir, ne konuşulan dil, ne de aralıksız sunulan sarmalar şaşırtabiliyordu beni. Gerekli olan yalnızca öğrenebilmekte değildi doğruyu, gerçeğin birer nesnesi olmalıydı insan. Bu duygularla sürüp giderken yolculuğum, bir kez daha karşılaştım Veysi'y le. Korkarak okumaya koyulduğum gazetemin sayfalarından birisinde "Yaşıyor" ilanına soluk ve siyah fotoğrafı eklenmişti. İnanmak zordu. Dikkatlice ve daha yakından baktım. O. Geçen yılın ve gelecek yılların düşünceleriyle dalmış bakarken ilana, yanımda oturan genç kulağıma doğru eğilerek "şehidimiz" dedi. Ve kısa bir duraklamanın ardından ekledi: "Gazeteci misiniz?"

T A V I R 21


bir cinayet çığlığıdır kendisi kanunsuz infazların adıdır sürüklenerek öldürülmüş insanların soyulmuş ölü militan kızların ırzına geçilmiş bekaret utanadır

KENDİSİ M ehmet Ercan

darağaçlannın imgesidir kendisi olmuş, olacak darbelerin simgesidir en acımasız katliamlarda denenmiş kanla çizilmiş portelerde notaya alınmış karanlığın bestesidir mason localarının seçkin konuğudur kendisi finans kapitalinin kır atlı süvarisidir kıblesidir tanımsız ihanetlerin emperyal kalemlerce yazılmış beş para etmez bir marşın güftesidir geceler kadar karanlıktır kendisi sisli günlerin müzelik kitabesidir tırpanlatırken zalimce gelincikleri gerek var mı adım söylemeye lağımdan düşüncelerin itaatkar bekçisidir

22 T A V I R


T A V I R 23


ONUN OLDUĞU YERDE ACI OLMAZMIŞ HA ZA L TU N Ç 24 T A V I R

irat önce uçuyordum sanki. Rüzgar var ya rüzgar, o uçurdu beni. Okuldan çıktım, hay çıkmaz olaydan. Mektubun gelmiş meğer. Çay ısmarlayacağıma söz verip de alabildim arkadaşlardan. Mektup alan ük Kadıköylü benim. _— Ne güzel di nü? Neyse efendim, okuldan çıktım. Bir salisede karşıya geçtim, otobüse bindim, Fatih Ormanı'nda indim ve bu kez ablamın yanına bir salisede geldim. Rüzgar sayesinde tabii..." Soğuk bir kış günüydü. Boğazın ıslak rüzgarlarını içimizde hissederek yürüyorduk, denizden koparılmış o sokağa doğru.Bu sokakta yaşamıştı yıllarca: yavaş, telaşlı, koşaradım, mavnalarla, ağlarla, mar-


ularla içice. Bitimsiz bir tutku çığlığıymış, umut içinde ve içtenmiş gülücükler kadar. Sessizce ama köpükler saçmak içinakmış o nehrin kollarına. Tam da şurada, yaslanıp yağmurlara su kabarcıkları, buğular arasında dalıp gitmiş midir karşı kıyılara? Uğurlamış mıdır onu sıra sıra ışıklar ve puslu deniz, çamlar, kozalaklar? Sevgi, merak ve hayranlık içinde çaldık üç kadı evin kapışım. Işıldayan gözleriyle karşılaştım içeriye girer girmez. Karanfiller süslüyordu fotoğrafını. Sevda kokan bakışlarıyla, özlem yüklü gülücüklerle "Merhaba" dedi. Eda'nm sesini en son Fatma Hamm duymuştu. Saatler süren direniş türküsünün tanığıydı o. "Göztepe'deyiz, Karasu apartmanında...Bağdat Caddesinin paraleli...Güvenlikten farkedilir. Bu zebani sürüsü bizi teslim alamaz. Çarpışarak öleceğiz." Çileli yüzündeki çizgiler derinleşti birden. T itreyen eliyle ahizeyi yerine koyup doğruldu, yürüdü taze karanfillere doğru. Dalmış gibiydi seyrine hayran hayran, sarılacakmış gibi eğildi ve okşadı yanaklarını Eda'nm. içinin ürperdiğini hissettik. Bu dar koridor engin sularına çekmişti hepimizi. Gözler gözlere ulaşıyordu, eller ellere tutunuyordu, dalgalar kabarıyor, yalıyordu rüzgarları. Bir sıcaklık duygusu yayılıyordu gülümseyişlerinden. Yoksul sofralardan, dik ve çamurlu yokuşlardan, çileli bekleyişlerden alkışlarla geldiler. Kırış kırış yaşlı yüzleri, çocuk yüzleri, taşkın yürekletiyle... Parmaklıklar ardındaki de geldi, Sivas dağlarından ovalara bakıp hasretle yanan Ahmet de, Nurettin de... Bayrağımızın kızıl rengi geldi, damar damar geldi. Hep birlikte durduk Eda'nm önünde. Uzattık ellerimizi Sabahat'e, Sinan'a.

Annesi sarmaşıklar dolamış boynuna. Bereketli bir sofradaymış gibi yalnızca ağzıyla ve gözleriyle değil bütün yüzüyle ve demet demet saçlarıyla gülerek buyur etti bizi odasına. "Bugün bir arkadaş elbiselik kumaş alıyordu. Ben de sana gömleklik aldan, bordo renginde ama yaz için, ince ipekten. Çin ipeği mi diyorlar? İşte ondan. Aa ne ayıp, insan aldığı hediyeyi önceden söyler mi hiç, desene. Ama söylemesem patlarım, biliyorsun. " Fatma Hanım merakla beklediği sesi duymuştu yeniden. Bir sıçrayışta kaptı ahizeyi. Taşkın'ın, Edanın haykırışları siren seslerini, mermi t arakalarını bastırıyordu. Sabahat't i konuşan. "Ellerimizde silahlarımız, sloganlar dillerimizde. Kucaklıyoruz ölümü..." Enise Teyze yüreğindeki sızıyı gözyaşlarına taşıyor. İki yıldır görmediği Eda'sını anarak sarılıyor kızlarına, oğullarına. - İnancının bu denli güçlü olduğunu bilememiştim. Yaşamak istediklerine ulaşabileceği yerde olduğunu söylemiş Eda,"mutluyum" demiş, ölümünden bir kaç ay önce. Bir akraba aktarmış bu telefon notunu. "Bazen öyle istiyorum ki yanımda olmanı. Hani öyle eğlendirmek istiyorum seni, o bitmek bilmez sorunlarından arıtmak. Ama olmuyor işte. Anneciğim pikapta ne çalıyor biliyor musun? Ayrılık yarı ölmekmiş, o bir alevden gömlekmiş... Hani hatırlar mısın üç sene önce Bahçeköy'deyken biz bu şarkıyı dinleyip ağlamıştık. Şimdi de canım ağlamak istiyor..." *• Ana kız çok severlermiş birbirlerini. Eda bir kez olsun sesini yükselterek konuşmamış annesiyle. -Kızım akıllıydı, titizdi, seçiciydi. Üzülüyorum ama sevgiyle karşılıyorum inancını.

"Düşünüyorum, yoldaşlarıma yardımcı olmak istiyorum. Zorluyorum kendimi" Sonsuz bir rahatlık içinde konuşuyor Sabahat. Siperlerden çıkmayacaklar. Yasanım ölümle böyle yarış atlan gibi köpüre köpüre koştuğuna kaç kişi tanık olmuştur? Üstelik ölüm kaçınılmaz...Fatma Hanım o gece insanlık tarihi kadar yaşlı ve bilgedir ve bir fidan kadar genç ve taze. Eda'nm yeğeni dinlemeyi yeğliyor. Teyzesinin nazlısı Gökçe, 12 yaşında, edalı, simsiyah saçlı. Zaman zaman telaşlı, zaman zaman tedirgin, öldüğü için teyzesine küsmüş önceleri , fotoğraflarını lavaboya savurmuş. Ama şimdi kavramaya çalışıyor olup biteni. Fatma Hanun'm elini tutuyor, dudakları aralandıkça teyzesini bulacakmış gibi sokuluyor. "Sabahat'in gür sesiyle seni çağırıyorlar İstanbul" Ekin'in bu türküsüyle bir sessizlik çöküyor odaya. Enise teyzenin gözlerindeki buğu dağılıyor. Fatma Hamm sıyrılıyor yavaş yavaş o geceden. Gözgöze geliyorlar tekrar. Yurdum, yurdum ve şimdi senin için öldüler. Enise teyzenin sorgulayışı kaybettiği kızım arkadaşlarında bulmak için mi? Belki biraz. Ancak Eda'yı anlamak, yaşamım ortaya koyduğu mücadeleyi kavramak istiyor. Gökçe ise teyzesine duyduğu sevgiyi türkülerimizde arıyor, mırıldanıyor Metin'e uyarak, Dalga'yla mahzunlaşarak. ölümü hiçleyerek gidişiyle başlayan bu iletişim Gökçe'y i Eda'ya ulaştırabilir mi? Bükülmez bileklerin, bilince işleyen, gönlü alan nefeslerin sıcaklığı var Gökçe'n in geleceğinde. "Hüüüp, çay içiyorum da onun sesi bu. Yansını da senin yerine içiyorum. ...bir tanem, bakarsın mektubum gelmeden önce ben gelirim, belli olmaz belki de mektubu ben getiririm." T A V I R 25


NE ÇIKAR? İbrahim KARAC A

Derler ki anasıdır ayların ocak... O kadar mı yalnız?.. Belki acının ve hüznün... Başlayan ve bitenin.. Umudun belki de... Kim bilir?.. Buza kesmiş bir sabaha uyandığında koca yaz yanmaz mı dağ menekşesi suyu damarlarında donmuş taze fidana?.. Sonbahar ki kışa hazırlığın adıdır, hey canım gel dertleşelim zamansız ayrılığımıza... Bu kez amansız bastırdı kış Hazırlıksız yakalandık Oysa nasıl da yanıyordu Avuçlarımız...

26 T A V I R

Nasıl da yanıyordu avuçlarımız, sıcak bir namluyu kavrar gibi... Nasıl yanıyor avuçlarımız, alev saçlı bir çocuğun gülüşüne sarılır gibi... Ozan diyecek ki "toprak sıcak ve güzeldir".. Ne çıkar?.. Ah yiğidim...Bak işte yine ocaktayız...Nasıl anlatılır şimdi karayemiş dallarına çöken kar?..Şimdi nasıl anlatılır toprağı yalnız tohuma açan kazma, kazmayı tohum için tutan el?.. Yiğidim ki yaşamayı ölesiye sevmiştir, tohum diye saklamıştır onu toprak, ne çıkar? Ne çıkar ki yarın köy köy, yayla yayla çoğaltıp aşmadıkça gülüşünü doruğuna Kaçkar'lann?.. Hey benim kıvır kıvır


katmerleşen gülbaharım!.. Kaç yıl oldu sen gideli, kaç ömür?.. Kaç ay geçti sen gideli, kaç gün oldu, kaç gece?.. Eylül'de ki okul yolu karlıdır, üzerine postal basmış, izi kalmış ne çıkar?.. Uzunca bir şarkıysa söylediğimiz, bir notada es verilmiş, ne çıkar?.. Şarkı devam ediyor..Şarkı devam edecek...Söylenecek!.. "Asılırken hava soğuk olmasın" demiş Hıdır, "Korkudan titriyor sanmasınlar"...Eminim...Erdal da böyle, Adalı da böyle demiştir... Ve bizim şarkılarımız bazen böyle söylenmiştir... Islak kokuyordu gece El sallar gibi oldun, sallamadın Gittin öylece... Böyle yazmıştım ardından yıllar önce...El sallar gibi oldun, sallamadın... Gittiğini, günler sonra öğrendiğimde ne yazabilirdim başka?.. Onsekiz Ocak... Otuz Ocak...Tam oniki gün.. Bugün ocağın otuzu Dışarda kar İçimde sen varsın Oturmuşum mezarının başında Sırtımda yaralı kabanın Dağlarda gezi yorsun...Köye gelmişsin...Çay alımyerinin soğuk bir köşesinde dinlendiriyorsun sıcak yüreğini, oturuyorsun yoldaşlarınla...Yirmi metre ötede köy kahvesi var...Gelen askeri aracı sesinden tanıyorsun...Konuşmaları dinliyorsun...Yaslandığın duvarın dışında "Çayda Sömürüye Son!" yazılmış iri uzun harflerle...Başçavuş orayı işaret ediyor..."Nedir lan bu rezalet" diyor kahvedeki en yaşlı amcaya..."Al şu boyayı, git sil" diyor... Yeni yetme bir çocuğun diz bağları eriyor..."Ben silerim komutanım" deyip kapıyor boya kabım...Yeni yetme bir çocuk...Ortaokul çağlarında...Çoktan vermiş kararını...Okulu bırakacak...Başka nasıl yardımı dokunacak....Köyün gençleri ya içerde, ya kaçak...Hey koca Ahmet!..Uzun kardeşim benim...Bakma sen kardeşim dediğime.. Ağabey demek istiyorum, anla...

Onüç Eylül sabahı beni üniversiteye, kendini dağlara yolcu ettiğinde, yüzündeki o mağrur ve sakin ifadeyi hatırlıyorum.. Aklından geçirmiş miydin hiç, bir gün bahçesinde turladığın, sıralarında Oturduğun, dişediş yaşamı savunduğun okulunun bir gece vakti seni yaşama son kez konuk edeceğini?..Rize Eğitim Enstitüsü şimdi sağır ve dilsizler okulu...Camlarında battaniye gerili sınıflan işkence sesleriyle yankılanmış okulunda, oturduğun sıralarda şimdi sağır ve dilsiz öğrenciler eğitiliyor...Erken terhisle kandırılmış erlerin savurduğu sopalar bedenini parçalarken, dışarıda tek aykırı ses olarak Karadeniz'in duvarda patlayan dalgalarını duymuşsun, bir balıkçı türküsünü dinler gibi yummuşsun gözlerini, ne çıkar?..Bir can koparılırken yaşamdan, şimdi orada özürlü çocuklar eğitilirmiş, ne çıkar?.."Uğruna Ölecek ve öldürecek hiçbirşeyin olmadığım düşle.." demiş John Lennon o ünlü şarkısında... Keşke olmasa...Kalmasa keşke...Ne çıkar?..Budanmış bir çiçek gibi konulmuşsun kara yere, ne çıkar?..Sonra bir gün mezarını açmışlar, ayırıp omuzundan başmı otopsiye götürmüşler, ne çıkar?..Eylül mahkemelerinde suçsuz bulunmuş katiller, ne çıkar?..Gazete bir başlık atmış:" Ahmet Uzun nasıl öldü?.." Ne çıkar?..Toy bir ozan seni yazmış, ne çıkar?..Mezarının başucunda çok sevdiğin karayemiş fidanı var, sen yoksun, ne çıkar?.. Deniz her vuruşunda dalgalarını duvara Aldı haykırışların bir parçasını da Aldı götürdü Yaydı Karadenize Ve işte o gün bu gündür Çığlıkla uyanır balıklar Çığlıkla çifüeşirler Ve çığlıkla vururlar ağlarına balıkçıların Çeker ağlarını balıkçılar Ve çığlık atarlar... İşte yine ocaktayız...Derler ki anasıdır ayların ocak...Derler ki Askoroz deresi ocakta durgun akar... Derler ki Karadeniz utancından yere bakar...Baksın...Ne çıkar?..

T A V I R 27


Üşüyorum demeye utanıyorum dağlarda kar boran

BERİTAN GÖÇERLERİ ar yağıyor. Binlerce kar tanesi döne döne caddelerin, sokakların yakasını tutuyorlar. İnsanlar koşar adım, kimi evine, kimi işine. Yaman bir rüzgar şehrin başında dolanıyor. Aralık bu son deminde ne görürsem kârdır hesabı, aman vermiyor. Kışın bu ayında sıcak yüreğinin orta yerinden hançerlendi. Soyuldu çoraplarına kadar, ibreti alem olsun diye çekildi ayazın çarmıhına. Girilmedik ev, işlenmedik can, sıcağa dair ne varsa talan edildi. Kimin ahi

Savaş EZGİ 28 T A V I R

tuttu acep, bu kış yakaladığının ciğerini söküyor. Hüküm verildi. Gece ayaz var, gece dışarıda kalana ölüm var. Gayrı nefes alan ne varsa firara düştü ve Diyarbekir camların ardında, Diyarbekir mahpus, üç mevsim tutsak, üç mevsimin yanağını öpmek yasak. Bu pazar, günün lambasını bulutlar söndürdü. Zehir zindan bir karanlık. Kış döktürüyor kan, Diyarbekir'in dört bir yanma. Zalimoğlu zalim dışarı çıkan per perişan, bu ne iştir. Diyarbekir bir uçtan bir uca kefenlendi. Haberin olsun iki gözüm. Hüzün kamyonlar dolusu yıkılmış yüreğimin kıyısına. Ben camların ardında, ben yaramı okşamada. Bir gariplik sarmış her yanımı, gelenim gidenim kesik kaç gün kaç gecedir canıma düşmüş hasretin, ben bende değilem ben sendeyem. Hayın yar, zalim yar bu kaçıncı ayrılıktır, gelir geçer künyemden başalamıyorum bu kaçıncı hançerdir bu kaçıncı .yara içim yanıyor içim, yanarım yanarım bitmez içimde hasretin. Bu akşam bir garip düşmüşüm, yüreğim efkara vurmuş


kendini, kuş konmaz dalıma duramıyorum yıkılan bu duvarlar, yıkılsın bu camlar hangi kapının ardındasın, bu nasıl sızı ne kurşun ne de bıçak yarası, anlatamam, dolu dizgin kar yağıyor. Dört mevsim ayazda yansın; bahar bildiğim bir sen varsın, unutmayacağım, unutmadım. Unutamam seni, etim köz, etim yangın, sesim varmaz bir uzaktasın. Kar hızlandı, türküler dost, türküler dolanıyor başımda. Şerinamı şerinamı desti te hmın keti nay biramın birinamın (tatlım tatlım etin elime değende aklıma gelmez yaralarım) bulutlar leş kargası saldırıyorlar gözlerime başım alıp Diyarbekir'in omuzuna yaslıyorum. Kanımın tadı, 'k olum sarmaz bir uzaktasın. Yasaktır yar gözlerine varılmaz vur emri vardır haa elinden tutulmaz ben acıya usta sen zulme asi sevdana kelepçe vurulmaz Aralık ayının bu son pazarı kendimi atıyorum sokağa. Müthiş bir ayaz tırmalıyor yüzümü. İçim nasıl da daralmış. Şehir suskunluğa gömülmüş.' Yürüyorum dostlarla buluşacağım yere. Dostlar tam saatinde buluşma yerinde. Dostlarım sözlerine sadık. Gözlerimiz kucak kucağa, sarılıyor. Doluşuyoruz arabaya, ilerliyoruz bu şehrin damarlarında ve Diyarbekir'in ağzından düşüyoruz yollara. Gideceğimiz yer Karacadağ. Sönmüş volkanik bir dağ. Kara taşlan, savrulmuş her yana ve Karacadağ kışm koçer'leri alır koynuna. Beritan aşireti kışlık konaklama yeri olarak Diyarbekir havzası, Urfa platosu ve Mardin eşiğinin güneye bakan kısımlarım tutarlar. Onlarla röportaj için düşmüşüz yollara. Beritanlılar, G.Doğu Anadolu'da göçerlikle yaşamlarını devam ettiren bir aşirettir. Nüfusları yaklaşık olarak 60000 civarında. Bu nüfus 3000 kişilik bir aileye bölünmüş. İskan edilenlerin sayısı 200 civarında bir aile. Bunların bir kısmı Elazığ'ın

Şerafettin da ğlarında bulunan Berita nlılarla konuştuğumuzda hepsinin üzerinde bir tedirginlik olduğunu hissettik. Kolluk kuvvetleri ge lecek bahar bora lara gelmey in, sizi yaylaya bırak mayacağız, İçişleri Bakanlığı' nın e mri var. Siz gerillalara yardım ediyors unuz. Gelirseniz geri döne rsiniz, de miş lerdi

zığ'ın varoşlarına, diğerleri merkeze bağlı Gencan köyü, Bismil'e bağlı Kastel Köyü ve Çınar'a bağlı Melle Polat köyüne yerleştirilmişler. Yerleşik yaşama geçen Beritanlılann durumu göçer zamanlarındaki durumdan iyi değil. Bu üç yerde konutların ihalesini alan müteahhitler malzemeden çalmışlar ve özellikle Melle Polat köyünün hali içler acısı. Duvarların her yarımda çatlaklar var. Kışm ayaz yılan gibi sokulur bu çatlaklardan içeri. Beritanlılann bir yıllık devrevi hareketi şöyle devam eder. İlkbaharın Nisan ayı ile birlikte, denkler bağlanır, kara kıl çadırlar toplanır ve yollar ve yolar 30 gün-35 gün devam eder. Eskiden yaya olarak gidilen bu yol, son dönemlerde meydana gelen olaylar, korucu terörü, toprakların daralmasından dolayı artık kamyonlarla gidilir. Kamyonlara yüklenen hayvanlarla birlikte insanlar, Bingöl'ün Genç ilçesine kadar gelirler. Bundan sonra yaya olarak devam edilir. Çevre halkı Beritanlılara iyi gözlerle bakmazlar ve zulüm ve ölüm dolanır, bu güzel.bu yiğit insanların başında.

Bir hafta kadar gidildikten sonra yaylaya vanlır. Yaylalar aşiret kışlık yerde iken kiralanır. Eskiden yaylaları aşiretin ileri gelenleri kiralardı. Her aileden koyun başı para alınırdı. Şimdi ise aşiret çözüldüğünden her aile kendi başmm çaresine bakar. Yayla kiralan şehire yerleşmiş feodal beylere, Belediyelere ve halen köylerde yaşayan ağalara ödenir. Her geçen yıl yayla kiralan artmakta ve tek geçim kaynağı hayvancılık olan Beritanlılann çözülmesini hızlandırmaktadır. Konuştuğumuz bir çok Beritanlı eskiden bu yaylaların kendilerinin olduğu ve hiç kimseye kira vermediklerini söylüyorlar. Aşiretin bir kolu Bingöl dağlanndaki yaylalara kira vermemektedir. Bunlar çevredeki ağalarla bir çok mücadeleden sonra kanlan pahasına bu yaylatan almışlardır. Beritanlılar yazlık olarak, Bingöl dağlannı, Erzurum'un Çat ilçesini, Çavreş yaylası, Şerafettin dağlannda bulunan Şerafettin yaylası,Bingöl Karlıova ve Erzurum Hınıs't a bulunan yaylaları kullanırlar. Son dönemlerde gelişen U.K. Mücadelesi ile birlikte aşiretin yaylalara çıkışı zorlaşmaktadır. Günlerce yol alan bu insanlar kasabalarda bekletilmekte, bir sürü bürokratik işlem yapılmakta ve en önemlisi rüşvet hızlı bir şekilde işlemektedir. Yaylaya çıkan aile kısıtlı bir şekilde ihtiyaçlarını karşılamakta, fazlasına izin verilmemektedir. Şerafettin dağlannda bulunan Beritanlılarla konuştuğumuzda hepsinin üzerinde bir tedirginlik olduğunu hissettik. Kolluk kuvvetleri gelecek bahar buralara gelmeyin, sizi yaylaya bırakmayacağız, İçişleri Bakanlığının emri var. Siz gerillalara yardım ediyorsunuz. Gelirseniz geri dönersiniz, demişlerdi. Yaylaya yerleşen aşiretin başına leş kargaları gibi peynir tüccarları üşüşür. Aşiretin yaylayı kiralaması için peşin para vermesi gerekiyor. Geçimlerini zorla yapan bu insanlar bu kaT A V I R 29


dar büyük parayı bir araya getiremeyecekleri için tüccarlara başvururlar. T üccarlar parayı koyun sayısına göre verir. Bundan dolayı Beritanlılann hayvanlardan elde ettikleri bu ürünü piyasanın çok altında bir fiyatla alırlar. Yayla zamanı t üccarlar biraraya gelerek fiyat belirlemesi yaparlar. T üccarların büyük çoğunluğunun mandıraları vardır. Aşiretten elde edilen ürün bu mandıralarda işlenerek, metropollere sevk edilir. Ürününü bu tüccarlara vermeyen Beritanlılan çok zor koşullar beklemektedir. T üccarın adamları dörtbiryana dehşet salarlar. Koyunlar çalınır, bireyler dövülür, düğünler yasaklanır. Aşiretin diğer üyeleri tüccara borçlu olduklarından dolayı bu duruma karşı suskundurlar. Bu kan emici insanlar aşireti pençelerine almışlardır, önce kanma, sonra bütün vücuduna yayılmış zehir gibidirler. Yayla artık soğumaya başlamıştır. Rüzgar çok şiddetli bir şekilde çadırların kapışım çalmaya başlamıştır. Hazırlıklar yapılır, denkler bağlanır. Gayrı göç başlamıştır. Sonbahardır.yaya olarak kışlık yere dönenler için artık çetin günler başlamıştır. Soğuk işlemeye başlar. Gelinlerin peşine ölüm düşmüştür artık. Hele bir de doğum yaklaş-

30 T A V I R

Haber salınmıştır dağlara yiğitler her dem taze haber salınmıştır dört koldan dört yana uçana kaçana geçityoktur Bundan gayrı ülkemin dağlarına kar düşerse yanar. mışsa gayrı kurtuluş yoktur, ölüm çalacaktır canlarını. 14'ünde, 16'sında dağların çiçekleri yaşamdan alınacaktır. Geride analarının ağıdı ile büyüyen bebeler. Kara katran içinde asfaltta yeşeren bebeler bebeler düşün sevdiğim panzerler altında boy veren bebeler bizim bebelerimiz Bebeler ülkemin bebeleri dağlara büyür yürekleri

ölüm bile kurtuluş değildir. Bu nazlı , bu güzel insanların ölümleri aşiret için başlı basma bir sorun oluşturur. Ölülerinin gömülmesine kin vermez kimse ve soğukta ve yalnız ölüler taşınır bir topraktan bir toprağa ve gizlice beyaz kefenlerde toprağın koynuna bırakılırlar. Aşiretin göç yollarında gezen bir insan bir basma mezarlar görür. Bunlar Koçer'lerindir ve ağıtlar... bir mezarın yok ki yanma varam evimin çiçeği, ag lımın daye derde muin pır gırane. Yollarda bir yandan karla karışık yağmur, bir yanda İÜ biti Beritanlının yakasında. Kışlık yer için de yaylada iken pazarlık yapılır. Ailenin ileri geleni, kışlık için köy sahipleri ile muhtarlar ve köy tüzel kişiliği ile ilişkiye geçerler. Son dönemde kışlık yer başlı basma bir sorun. Bu yıl koyun başı 30000 lira kışlık olarak verilmiş. Genelde yerler bazı özelliklerine göre seçilir. Su ihtiyacı, yem ihtiyacı ve özellikle güvenlik sorunu. Hırsızlar bu garip, bu güzel insanların yakasını bırakmazlar. Bir gece dayarlar kamyonu, kara kıl çadırın arka yanma. Koyunları toplayıp götürürler. Bir akrep gibi sancarlar adamı hırsızlar. Amanlan yok. Röportaj yapacağımız yere varıyoruz. Karacadağ, bembeyaz bir gömlek giymiş. Kara kıl çadırlar düğmelenmiş bu gömleğe. Eskiden Beritanlılar, kara kıl çadırlar içinde yatarlardı. Çadırın bir yaranda koyunlar, bir yanında insanlar yaşarlardı. Naylon çıktığından beri insanlar kışın naylon çadırlarda yaşamaya başladılar. Bu çadırların içinde 20- 25 kişi birlikte yatıp kalkmaktadır. Karacadağ'ın kışı amansız olur. Arabadan iniyoruz. Çadırlar yoldan bir kilometre kadar uzakta. Dizlerimize kadar kara batıyoruz. Yanımızdaki kız arkadaş çocuklar gibi koşturuyor. Yüzünde korkunç bir mutluluk. Şehrin boğucu havasından , beton yığınlarından uzakta bu güzel insanlarla aynı havayı solumak mutluluk veriyor dostumuza.


Geldiğimizi gören Beritanlılar şaşkınlıkla bize bakıyorlar. Bu karda kıyamette kimdir bunlar çalar kapımızı. Bunlar kimdir düşmüşler ardımıza. Yanımızdaki kız arkadaşı görünce tedirginlikleri kalkıyor ortadan. Yaşlı bir ana arkadaşımızı kucaklayıp ısınması için çadıra götürüyor. Niçin geldiğimizi anlatıyoruz. Seviniyorlar. Hemen fotoğraf çekiyoruz, hayvanların yem zamanıydı, fotoğraf çektiğimizi gören çoluk çocuk hayvanlara yem vermeye başlıyor. Bizi aile büyüğünün çadırına götürüyorlar. Çadırın sağ yanı mutfak olarak kullanılıyor. Biraz daha sağda yere bir çukur açılmış,ne olduğunu soruyorum. Banyo için kullandıklarım söylüyorlar, içeride büyük bir soba var. Köyden alman tezekler burada yakılıyor. Aile reisi alışveriş için şehre inmiş, baş köşeye Kanuni oturuyor. Çocuklarına emirler yağdırıyor. Konuklara yemek hazırlayın, diyor. Çocuklar saygılı bir şekilde sözünü dinliyorlar. Kızlar hemen kalkıp yemek hazırlıyorlar. Erkek evlatlar analarının yanında saygı ile duruyorlar. Biz sormadıkça söze karışmıyorlar.Aşirette kadına çok önemli görevler düşmektedir. Hemen hemen bütün işi kadınlar yapmaktadır. Süt sağma, peynir yapma, çadırların kurulması, çadırların sökülmesi kadınların görevidir. Kız isteme, kız vermede kadınlar da söz sahibidirler. Aileyi ilgilendiren önemli kararlarda pay sahibi kadındır. Yerleşik yaşama geçen Beritanhlarda bu durum gözükmez. Yerleşenler çevrenin olumsuzluklarını alırlar. Din olayı, önemli bir şekilde ortaya çıkar. Kadın evine kapanır. Göçerken erkeklerle rahat konuşan bu insan gider. Evinden dışan çıkmayan, erkeklerden kaçan bir insan gelir. Yemek hazırlanırken, ailenin anasıyla sohbete dalıyoruz. - Smrete çiye xalti . (kaç yaşmdasın teyze) - Şeştu penç (altmış beş)

Teyze altmışbeş yaşında ama otuz yaşındakileri cebinden çıkarıyor. Öylesine canlı ve yıkılmamış. Her iki dizine torunları gelip oturuyor. -Zarok çen heben (Çocuklar kaç tanedir) - Şeş lav, dü keçik (Altı erkek.iki kız) - Torun çen hebın (Torunların kaç tane) Torunlarım saymaya çocuk ları da yardım ediyor. - Şükür dehu heyşt hebın (Şükür onsekiz tanedir) Teyze arada sırada yemek ne oldu diye kızlarına, gelinlerine soruyor. Büyük oğul kaçak tütün sarıp uzatıyor bana. Korkunç sert öksürmeye başlıyorum, gülüyorlar. Teyze devam ediyor, -Nana tüneye em buxın. Koçeri pır zor buyı. Xelk daha naneli emre herin me dukejın. Konci berxeme bı zore dıgnn. Muin diğere ser koçeri. (Ekmek yoktur biz yiyelim. Göçerlik çok zor olmuş. Yabancılar bırakmıyorlar, yollarda gidelim. Bizi öldürüyorlar. Korucular koyunlarımızı zorla alıyorlar. Ölüm dolaşıyor göçerlerin başında.) Ananın sözü bittikten sonra büyük oğul söze giriyor. Askerde Türkçe öğrenmiş. - Bize bir hal bulun. Bizim halimiz ne olacak. Çocuğunu yakalayıp bize gösterivor. -Bakın bunların hepsi xeste. Param yok, doktora ilaca verem. Vücutta hah böyle (Başparmağım gösteriyor) çıban var. Bilmiyorum ki ne edem. Söze tekrar ana giriyor. - Zarok dımrın. Zarok birci yi. Gış nexeşe, velle nexeşe. (Çocuklar ölüyorlar. Çocuklar aç, hepsi hasta, valla hastadır.) Aile geçen baharda Erzurum'un Çat yaylasına gitmiş. Giderken kamyonla, gelirken yaya olarak gelmişler. Gelecek yıl buralara gelirseniz yaylaya çıkartmayız demişler. Yayla parası olarak 60 milyon vermişler. Ailenin sahip olduğu koyun sayısı 1000. Bu bin koyunun geliri evli olan altı ço-

cuk arasında bölüştürülüyor. Kışlık olarak kullanılan bu yere de 30 milyon verilmiş. -edi nahelın em herin çiya (Artık bırakmıyorlar dağlara çıkalım) Oğul söze giriyor. Seneye yaylaya çıkamazsak halimiz perişan olacak. Koyunlarımız yaylaya çıkmazlarsa ölürler. Biz yerleşmek istiyoruz. Hırsızlar kaç gündür gidip geliyorlar .Uyku yok gözümüzde. Yemekler sofraya diziliyor. Korkunç güzel kokuyorlar. Nane sele (ince ekmek) çok güzel kokuyor. Ekmeği kavurmanın suyuna bandırıp yiyiyoruz. Kız arkadaş, habire ince ekmek yiyor, ekmek soğumuşsa sobanın altına bırakıyor. Kız arkadaşın bu haline gülüyorlar. Ona kaş, göz işaret ediyorum. Fırsatını bulsam kolunu çimdikleyeceğim. Gözü dünyayı görmüyor. Valla top atılsa da umurunda değil. Ciğerim benim, kıtlıktan çıkmış gibi, kızlar habire sıcak ekmek yetiştiriyorlar. Sofradan en son o kalkıyor. Teyze gelinlerine beş- altı tane sıcak ekmeği sarmalarını ve yanında tulum peynirini bir poşete koyup gidilecek zaman kız arkadaşa vermelerini söylüyor. Sohbete devam ediyoruz. Kaçak çay ince belli bardaklarda ikram ediliyor. Bizim büronun çaycısı Seyla'nın kaçağı gibi nefis kokuyor. Ailenin tek isteği toprağa yerleşmek. Toprak onlar için kurtuluş, toprak onlar için hayat. Fazla bir toprak istemiyorlar. 50-60 dönüm topraklan olsa yeter onlara. Zaman durmadan ilerliyor. Şoför arkadaş kalkmamız gerektiğini söylüyor. Arabanın motoru donabilir. Burada kalabiliriz. Ayağa kalkıyoruz. Tek tek ellerini sıkıyoruz, Beritanlılann. Dışarıda ayaz başlı başına hükümran. Herhalde bu havada yanm saat kalan donar. Onlara adresimizi veriyoruz. Çocukları getirirseniz, doktora götürürüz diyoruz. Seviniyorlar. Araba zorla çalışıyor. Ayaklanınız donmak üzere. Zor atıyoruz kendimizi içeriye. Ve buzlu kaygan yola vuruyoruz kendimizi.

T A V I R 31


Kanun numarası: 2510 Kabul tarihi: 14/6/1934 Yayınlandığı R.Gazete: 21/6/ 1934 Sayı: 2733 Madde 9 (Değişik : 18/6/ 1947-5698/3 md.) Göçebeler, gezginci çingeneler İçişleri Bakanlığının mütaalası alınarak S.S.Y. Bakanlığınca uygun görülecek yerlere yerleştirilirler. Bunlar da bu kanunda yazılı yardımlardan ve her türlü muafiyetten istifade ederler. Madde 17- İskan bir aileye, nüfus ve ihtiyacına göre oturacak ev veya ev yeri, sanatkârlara ve tüccarlara ayrıca geçim getirecek dükkan veya mağaza yahut bu gibi yapı veya yeri ve mütedavil sermaye, çiftçilerde ayrıca kafi toprakla çift hayvanı alet ve edavatı, tohumluk, ahır ve samanlık veya yeri vermekle yapılır. Madde 22- Muhacirlerin, mültecilerin .göçebelerin ve naklolanların yerleştirilmelerine ayrılan veya bunlara verilen yapılar ve topraklar kimin işgali altında olursa olsun Vali veya Kaymakam'ın yazılı emriyle zabıtaca boşaltılır ve kendilerine teslim edilir. (Kastel köyünde topraklara çevre köylerdeki ağalar sahip çıkmışlar ve büyük sorunlar yaşanmaktadır. Orada yaşayan Beritanlılar güç durumdadırlar.) Madde 39- ( Mülga: 16/6/ 1970-1306/2 mad.) Madde 40- İskan ameliyat ve inşaatı için her yılın tahakkuk edecek miktarı o yıl bütçesinden verilmek üzere, gelecek yıllara sari t aahhütler yapmaya hükümet salahiyetlidir. (Nedense her yıl tahakkuk eden miktar ayrılmakta, ama iskan inşaası ve ameliyat için taahhütler yerine getirilmemektedir.) Kanunlar bir kamyon dolusu. Uzar uzar ve öte yanda ölüme direnen göçerler. Ve kan ile, yazı ile, hırsızı ile kapitalizmin çarkında çırpman Beritanlılar. Beritanlılar aç, Beritanlılar çaresiz, Beritanlılar o günü bekler.

32 T A V I R

Yaşam sevdayla güzel Kavgayla onurludur Kayıp analarının onuruna Merhaba SAVAŞ EZGÎ KAYIP ANALARINA Dört duvarı dört dönerim Kaç gecedir neredesin oğul Bıçak bilenir etimde Başın toprak, betonmu oğul Yere göğe koymazdım seni Çaldılar dalımdan oğul Ecelin öne alınmış Olanca canım sana oğul Bin yıldır yatarım sevdana Onurumsun susmam oğul Yüreğim kopmuş geliyor Devrime kadar düşmeyeceğim oğul (düşmem)


KIZIL KARA VE YARA

Ölüme yatırma beni gündoğumlarında yolum ırak dağlar geçitsiz uzun yıldızlar bile yurt olmuş uluslara ölüme yatırma beni gündoğumlarında

A.RızaGül

ölüme yatırma beni gündoğumlarında üstüme kalkar mansur üstüme kalkar pir sultan yara içinde her yanım sorgularken tarihi ölüme yatırma beni gündoğumlarında .

ölüme yatırma beni gündoğumlarında karartma yaprağımı çiçeğimi soldurma karıştırma duru suyumu gök ekinimi biçme ölüme yatırma beni gündoğumlarında

güneşledir ölümüm ey ölümlüler T A V I R 33


İTİRAFÇILARA VE İŞBİRLİKÇİLERE Orhan DENİZ

üneşin olanca sevimliliğiyle dağların doruklarından doğup doğayı seyrine doyum olmayan bir kızıllığa çürüyerek yine dağların doruklarından battığı olağan (ya da değil) yaz günlerinden bir gün geldi o. Kurumaya yüz tutmuş san yaprakların serin kuzey rüzgarlarında uçuştuğu bir sonbahar sabahı geldi. Çiçeklerin, yeni ve daha umutlu bir yaşam için topraktan fışkırdığı ılık bir ilkbahar günü geldi ansızın. Fırtınalı bir kış gecesi karlarla geldi. Geldi de oturdu yüreğimizin ta ortasına. Bilinçle ve özverili dostlukların ince, parlak ipeksi iplikçikleriyle örülü, en şiddetli fırtınalara bile dayanıklı ama, parmağınızın ucuyla dokununca hemen dağılıverecekmiş görüntüsünü veren sevgimizin ve kavgamızın direnç yumağını, sivri uçlu paslı hançerlerle parçalamak için geldi. Kıllı, kara ellerine sıvanan ihanetin çürümüş leş kokusunu yayarak geldi. Yarım kalmış çocuksu gülüşünü, yarım kalmış hayallerini, yaşayamadığı ama özlediği her güzelliği bir kez bile anmaksızın unutmak 34 T A V I R

üzere, efendilerinin kara pabuçlarının altına atılarak geldi.Direnç yüklü sevgimizi köreltmek için geldi. Gün yanığı parlak yüzümüzü soldurmak için geldi.Kaim zincirli kara kelepçelerin yer ettiği bileklerimizi kesmeye geldi.Yüreğimizin al güllerle bezeli bağmı bozmaya geldi.Güzel günlerin muştusuyla parlayan gözlerimizdeki feri söndürmeye geldi. Vahşetin sığınağı onursuz kafasıyla geldi. Sıcaklığını yaya yaya, (zehiri demek daha doğru) yüreğini aça aça, (karanlığı demek daha doğru) yumruğunu sallaya sallaya(ihaneti demek daha doğru) geldi. Kan oturmuştu gözlerine,pisliğe sıvanmıştı bedeni. Bu yüzdendir ki o; Aydınlık günlere uzanan dolambaçlı, dik ve kavga dolu yolda gülümseyerek yürüyen, saçlarını rüzgarlara, alınlarını güneşe verip yürüyen, hiç durmadan yürüyen, tökezleyen ama inatla yürüyen, düşen, fakat ayağa kalkıp daha büyük bir coşkuyla kabara kabara, çoğala çoğala, döne dolana, yekine seğirte yürüyen; çelik mavisi, üzüm karası gözleriyle gülümseyen .nasırlı elleriyle çapayı kavrayan, harmanı savuran, yağlı kalın dişlileri döndüren-


durduran, soran, düşünen,konuşan, tartışan, okuyan, yazan, çalışan, savaşan ve alnının ak terini tına katıp ekmek yapan insanlara» ihanet etmeyi tarihsel bir görev biliyordu.lhanetinin durduracağını sanıyordu onları. Çünkü efendileri bu hayallere inandırmışlardı onu. Bu adam küçücük kafasındaki iğrenç hayallerle geldi. Geldi de sofralarımıza oturdu. (Sırtımıza, demek daha doğru) Alnımızın ak teriyle yoğurduğumuz ve bağrımızın kızgın ateşiyle pişirdiğimiz ekmeğimizi yedi.(Etimizi, demek daha doğru) Yalçın kayaların arasından süzülüp gelen dupduru suyumuzdan içti. (Kanımızı, demek daha doğru) Uçsuz bucaksız bozkırların yemyeşil otlaklarında büyüyen koyunlarımızın ak yünlerinin sabun kokulu, yumuşak döşeklerinde uyudu. (Sırtımızda, demek daha doğru) Onun yüreğine, ellerine, gözlerine, ihanetin kirli, yapışkan kokusu sinmişti. Bunun için o adam; Yeni dostlukların yeşerdiği kapılara dikti yarasa kulaklarını. Gözleriyle gördüklerini, sezdiklerini habire çoğalttı. Bildiklerini ve varsaydıklarım, olan ve olmayan her şeyi bir bir anlatü.Efendileri de bir parça çiğ eti esirgemediler ondan. Yüreğine, ellerine, gözlerine leş kokusu sinen bu adam; ihanetini gizlemeye çalıştı. Bizden biri gibi gözüktü, bizden daha çok. Ben daha yürekliyim, dedi, koştu. (Oysa en arkamızdaydı hep.) Ben daha buyüğüm,dedi, coştu. (Oysa yüreği değil, ağzıydı köpüren.) Oysa tomurcuk çatlayacaktı. Güneşin doğuşu engellenemezdi. İlkbahar çiçeklerle süsleyecekti yeryüzünü. Emek nedir, bilmiyordu. Emeğin en yüce değer olduğunu da..Bu yüzden emeğe saygı duymuyordu. Sevgi nedir, bilmiyordu. Bir gün olsun gerçek anlamda sevilmemişti ki. Arkadaşlık nedir, bilmiyordu. Paylaşımın verdiği hazzı tatmamiştı ki. Onun için arkadaşlarını satmaktan çekinmiyordu. Ama gerçek yüzünü hep saklıyordu. Sevmiyordu, gülmüyordu. Kitaplarla güneşe düşmandı. Aslında yaşamak yok, demek istiyordu. (Görevi de bu değil miydi sanki?) Aydınlıktan kaçardı hep. Tenhalarda dolaşırdı en çok. Ve sonunda; .....Sattı arkadaşım Sattı arkadaşının Kanlı kesik başını Altın bir tepside Şimdi o; İhanetin kirli bir tırnak gibi körelttiği

gözleriyle kıvranıyor bir yerlerde, Yapayalnız kıvranıyor, acıyla kıvranıyor Madrid'in loş bulvarlarında sürünerek, Tahran'ın yüksek duvarlarının diplerinde dövünerek kıvranıyor. Sen Diego'n un lüks villalarında, ihanetin sefaletini yaşayarak kıvranıyor. Tel Aviv'in, San Salvador'un, Beyrut'un ve Diyarbakır'ın yıkıntılarının altında inleye inleye öleceğini düşünerek kıvranıyor .Bugün cesedinin, varoşlardaki çöplüklere yem olacağını düşünerek kıvranıyor... Şimdi o; En gizli yerleri kızgın demirlerle dağlandıktan ve posası çıkarıldıktan sonra bir paçavra gibi sokaklara atılan, uyuşturucu müptelası bir hayat kadını, (ya da erkeği) gibi hissederek kıvranıyor. Şimdi o; Soğuk ve fırtınalı bir kış gecesi tekmelenerek dışarı ablan bir köpek gibi hissederek kendini kıvranıyor bir yerlerde. Kıvrandıkça korkulan dayanılmaz oluyor. Korkulan arttıkça daha da kıvranıyor. Şimdi bu adam, ihanetin bedelini düşünüyor. Bu adam can derdine düşmüş şimdi Dünyanın en kuytu, en gizli ve en yabancı yerlerinde güvenle saklanacağı bir delik arıyor. Efendilerinin kendine sağladığı olanaklarla yeni bir kimlik ediniyor. Estetik ameliyatlarla yüzünü değiştiriyor. Oysa bilmiyor ki, ihanetin derin izlerim hiç bir neşter yok edemez. Şimdi bu adam öyle ürkek, öyle şaşkın ki...Kocaman bir girdabın içinde çığlıklar atarak dönüyor. Geceleri uyuyamıyor. İhanetin bir ödülü olarak sağlanan olanaklar, korkulanm yenmesini sağlamıyor. Yumuşacık döşeği diken gibi batıyor. Ellerini açmış efendilerine "kurtarın beni" diyor. "Kurtann beni bu dayanılmaz korkulardan. Saklayın beni"diyor. Yeni bir kimlik, yeni bir yüz ve ceplerine doldurulan tomarlarca kanlı para artık güven vermiyor. Ne yapsa nafile artık. Şimdi; Asya'da, Afrika'da, Şili'de, Salvador'da, Sa bra'da, Şatila'da; Zalimlerin kara hançerlerle döktükleri (dökecekleri) kanlann oluşturduğu geniş ve derin göllerde boğuldukları (boğulacaktan) tüm'ülkelerde; İşkence tezgahlarının eskidiği tüm ülkelerde; Zindanların tıklım tıklım olduğu tüm ülkelerde; Şahin bakışlı gençlerin idamlara götürüldüğü tüm ülkelerde; Ve çalışan, üreten halklann alın terine kadar, boğazındaki lokmasına kadar çalındığı tüm ülkelerde, halklann devrimci mücadelesini görüyor. .Görüyor ve çıldınyor, emeklerinin boşa gittiğini, ihanetlerin etkisiz kaldığım... Şimdi bu adam Halkın Adaletinden korkuyor, korkuyor, kıvranıyor. T A V I R 3 5


OYUN

TERKETMEYİZ KONDUMUZU Ayşe Gülen Halk Sahnesi Oyun 6 kişiden az olmamak üzere daha fazla oyuncu tarafından oynanabilir. Başlangıçta oynanacak yer boştur. Bir oyuncu sahneye gelir ve aşağıdaki şiiri okur. Eğer oyun açık alanda değil de sahnede oynanacaksa bölüm şiiri imgeleyen dialarla güçlendirilebilir. OYUNCU -

36 T A V I R

Ve yamaçlarından dozerler, greyderler geçti toprak damlarda çelik rayların sarsıntısıyla ürkek ve şaşkındılar dağlar delindi tünellerce sonra yanaklarına sineklerin yuvalandığı bir çocuğun çıplak ayaklarının ucundan geçer gibi geçti köylerin kayısından yollar ve sonra elektrik, telefon direkleri otomobiller, kamyonlar haşhaş tohumu çizer gibi geçti yoksuldünyalardan Çerçi karnının heybesindeki incik boncuk değildi kara trenin katanyla gelen Ve uygarlıkları! bir fahişe cömertliğiyle dolanarak köy meydanlarında doyurdu azgın kasalarını sömürgenlerin Yoksulken daha yoksul açken daha aç çıplakken daha çıplak kaldıAnadolu köylüsü Şehrin taşını toprağını altın belledi gayrı Kara trenin dumanına yükleyip umudunu


çiftini çubuğunu evini evleğini terkeyledi Ve İstanbul şehri Ankara, izmir, Eskişehir ve Trabzon, Bursa, Adana kapılarından boynu bükük insanlar geçti kovulmuştular köylerinden ürkektiler, endişeliydiler ama hazırdılar yok pahasına sunmaya emeklerini (Müzik başlar. Konducular dekorlarla sahneye gelirler. Ellerinde yatak, yorgan, sandalye vs. ve bir yüzünde Coca Cola, Marlboro, Camel vb. gibi görüntüler olan panolar vardır. Bir yandan şarkılarını söylerken, diğer yandan oyunun dekorunu oluştururlar. Panolar başlangıçta ters yüzleriyle sahneye yerleştirilir.) KONDUCULAR - (Şarkı) Malatya'd an Ordu'd an Diyar-ı Bekir'den Kars elinden Koptuk geldik Yatak yorgan koştuk geldik Koştuk geldik koştuk geldik Altından baldan geçtik Bebelere lokma hani Bebelere lokma hani Konya'dan Antalya'dan Bayburt'un dağlarından Erzincan bağlarından Yatak yorgan koştuk geldik Göğü delen binalara Baktık şaştık baktık şaştık Altımızda kilim yok Üstümüzde dam hani; Ordan aldık burdan kaptık Şuna buna para saydık Tek göz oda naylon damda Aç kaldık donduk kaldık Baba denen devlet hani Yağmur yağdıdayandı Boran oldu dayandı Garip kuşun yuvasını Panzer dozer kim yıkar Baba maba devlet yani (Sahneye 3 kişi girer: Politikacı, polis, mafya konduculann (kondunun) etrafım sararlar. Politikacı tarafından kendilerine verilen siyah pelerinleri giyerler ve uygun bir dansla etraflarında dönerler (kartal dansı olabilir). Bir yandan da kondu dağıtılır ve panolar ters çevrilir.) 1. KONDUCU 2. KONDUCU -

Patrona, mebusa dikkat et Sömürür iliğine dek Sakın para kaptırma Arazi mafyasına T A V I R 37


3. KONDUCU -

Kolluk gücü desen de İşkence var rüşvet de

(Politikacı, mafya ve polis çıkarlar) 1. KONDUCU-

Büyük balık küçük balığı Küçük balık küçücük balığı yermiş Peki küçücük balık kimi yesin? Çare olmaz kibu kanlı kıran. KONDUCULAR - (Şarkı) Milyonlarca yoksul insan Taş kırarlar yük çekerler Aç kalırlar açıktadırlar Çek çek bitmez Kır kır bitmez Kader desen kader denmez Kimse demez bu hal niye Bu hal niye kimse demez 1. KONDUCU- Der mola? 2. KONDUCU - Der mola? 1. ve 2. KONDUCU -Der mola? 3. KONDUCU - Der... der ki hele ne der...der ki ne güzel der. (Sahneye devrimci girer. Konduculara bildiri dağıtır, kalanlan kuşlama yapar.) DEVRİMCÎ -

Mühür kimdeyse Süleyman o olmuş Mührü kasasında Mührü cebinde Mührü küpünde tutanın Tavuğu altın yumurtlamış KONDUCULAR - Acep mühür ne ola ki? DEVRİMCİ - (Şarkı) Mühür mühür Elindeki kazma mühür Köyündeki toprak mühür Mühür mühür Çalıştığın fabrikalar iş yaptığın alet mühür Mühür mühür Gökte uçan uçak mühür Denizdeki vapur mühür Un çektiğin değirmenler Koca koca vinçler mühür Göğü delen apartmanlar Tarladaki traktörler Yollar açan grayderler Evde yanan ışık mühür KONDUCULAR- Mühür kimde? DEVRİMCÎ Süleymanda. KONDUCULAR- Mühür kimde? DEVRİMCÎ Süleymanda. KONDUCULAR - Süleyman kimdir peki? Altından mı kurşundan mı 38 T A V I R


Onbeş yıllık turşudan mı Köylü müdür, soylu mudur Ademoğlu badem midir Allı güllü etli butlu Tatlı sütlü bir can mıdır Çok mu zeki bu Süleyman Yoksa sun dua mıdır Çok mu dürüst doğru insan Kimdir bu Süleyman? DEVRİMCİ - (Şarkı) Tanırsınız Süleymanı Ekmek yoksa pasta yiyin Diyen hatun Süleymandır Hiroşimaya bombayı Yollayan da Süleymandır Beşe alıp ona satan Başınıza kondu yıkan Vatan millet diye diye Hile hurda vergi çalan Mührü kadir Süleymandır İstanbul'un göbeğinde İşkenceyi yapanlar da Fırınlarda insanları Çırılçıplak yakanlar da Mührü kadir Süleymandır 1. KONDUCU - (Koşarak devrimcinin yanına gelir) Tanıyorum Süleymanı 2. KONDUCU - Tanıyorum Süleymanı 3. KONDUCU - Tanıyorum Süleymanı KONDUCULAR - Tanıyoruz Süleymanı (Şarkı) Adana'd a kerhanesi istanbul'da tersanesi var Fabrikada patron değil midir Tanıyoruz Süleymanı Köyleri alır köyleri satar Koca koca dağları var Köyümüzde ağa değil midir Tanıyoruz Süleymanı Bire alır beşe satar Sabah akşam para sayar Dalavereci değil midir Tanıyoruz Süleymanı Ensemizde soluğu var Tepemizde kılıç sallar Papyonlu paşa değil midir Tanıyoruz Süleymanı 1. KONDUCU -

Aha! işte Süleymanlardan biri geliyor.

(Politikacı sahneye girer)

T A V I R 39


POLİTİKACI -

1. KONDUCU

KONDUCULAR

Halktan yana düzen kuraciiiiz Yoksulun karnı doyaceeeek Vergileri kaldıncaaaaaz Kondularınıza tapu vericeeeeez (Taklit ederek) Halktan yanaymış-mış-lar sosyal adaletçiymiş-miş-ler Hakça düzen istermiş-miş-ler Mişmiş-cek-cek-cak-cak Olacakmış-mış n'olacak Mış-mış-cekcek-cak-cak Yoksulun karnı he canım Doyacakmış-mış-cakcak N'olacakmış-mış-cak-cak Miş-miş-cek-cek-cak-cak Vergiyi zenginden he canım Alacaklar-lar-mış-mış-cak-cak Cık-cık-cık-cık-cık-cık Gö zünü açtı maymun Kış-kış hadi gülüm kış-kış

(Politikacıyı kovarlar)

1.KONDUCU2.KONDUCU3.KONDUCU1.KONDUCU2.KONDUCU 3.KONDUCUKONDUCUL AR

İşte böyle, sadece seçim zamanı uğrarlar. Türlü türlü vaatler verirler, sonra uğramazlar. Kendileri uğramaz ama yerine polisi, panzeri, yıkım ekiplerini yollarlar. Artık kanmıyoruz ve hiçbir yere gitmiyoruz. Terketmiyoruz kondumuzu. Yıksalar da başımıza terketmiyoruz kondumuzu. Katletseler de Sevcan'ımızı, terketmiyoruz kondumuzu. Şehitler versek bile koruyacağız kondumuzu. (Şarkı) Çalsalar da yıksalar da Briketleri kapılarda Çekiç balyoz kırsalar da Mekan bizim mekanımız Hiçbir yere gitmeyiz. Dövseler de sövseler de Kapı baca kırsalar da Eşyaları alsalar da Mekan bizim mekanımız Hiçbir yere gitmeyiz. Ah demeyiz pes etmeyiz Gerdan kırmaz elöpmeyiz Kondu bizim terketmeyiz Alnımızdan vursalar da Hiçbir yere gitmeyiz.

40 T A V I R


NOTA

CESARET

Atıldık kavgaya yürüyoruz en önde Devrim bayrağımız ellerimizde Coşkun sel gibi yıkıyoruz setleri Akıyor, akıyor, akıyoruz biz Cesaret,cesaret daha fazla cesaret Kurtuluş mutlaka ellerimizde Kır zincirleri kopar geleceği Kurtuluş mutlaka ellerimizde

SÖZ VE MÜZİK: GRUP YORUM

Yükselen devrimci öfkemizin seliyle Dövüyoruz düşmanın kalelerini Halkın adaleti güç veriyor bizlere Titriyor, tiriyor halk düşmanları

T A V I R 41


H A B E R

Y O R U M

"MİNİ YORUM"CUYA Selçuk DEMİRCİ

Ç

ağdaş Halk Müziği ile özgün ya da pro-test müzik birbirine karıştırıldığında sapla saman örneği bir sonuç çıkar ortaya; anlamsız ve bir o kadar da kafa bulandırıcı. Bahadır Sade Gerçek Dergisi'nde bir "mini yorum" yapmış, "özgün müziğe zihin açıklığı" dilemiş. Ama bunu temenni ederken tam bir bilgisizlik ve sübjektif niyet örneği Grup Yorum'un "Cesaretini özgün müziğe, üstelik "sahte devrimci söylem" suçlamasıyla örnek göstermiş. Sonra da utanmazlığına devam ederek Grup Yorum, Grup Ekin gibi hayatın ve mücadelenin içinde kendini kanıtlamış, ülkemizdeki mücadeleci sanatçı tipini dosta düşmana kabul ettirmiş sanatçıların üretimlerini bu sahte söylemin "komik versiyonu" diye nitelemiş...hayır suçlamış, saygısızca... bilgiçlik taslayarak. "Sahte devrimci söylem" ve Grup Yorum'un devrimci mücadelenin bilinçli öfkesini yansıtan "Cesaret'i"...Öylesine zıt ve çelişkili iki kavram. Bahadır Sa de'ye sormak istiyorum. Grup Yorum "Cesaret" kasetinde "Yükselen devrimci öfkemizin seliyle/ Dövüyoruz düşmanın kalelerini" diyor. Yaşanan süreçle somutlanmış bu sözler mi sahte? Yoksa sahtelik "Gecesiz kalmışım dostlar/ Işıksızım/ Ah İstanbul yaşanmıyor/ Yaşanmıyor geceleri" mi? Ellerimizde silahlarımız/ Sloganlar dillerimizde/ Kucaklıyoruz ölümü/ Varsa cesaretiniz gelin" diyen yürekler ve bunun türküleştirilmesi mi sahte, yoksa "Ba-

42 T A V I R

şım belada/ T abancamı unuttum helada" mı? Emekçi yığınlara karamsarlık, kadercilik, teslimiyet değil mücadele azmi, umut, öfke, güç taşıyan, sanatıyla mücadeleyi örgütleyen Grup Yorum gibi sanatçılar sahte devrimci değildir. Bu söylem ne sahtedir ne de konuk. Yaşamın, bizat yaşamın içinde kanıtlanan inancın, kararlılığın sanatsal üretime yansımasıdır bu söylem. Sömürü ve zulüm saltanatının yıkılacağına inanmayanlar, daha güzel bir dünya için ölümü göze alabilmeyi ve bu ölümü (yaşamı) türküleştirmeyi komik bulabilir ancak, Ama sen hiç komik değilsin Bahadır Sade. Kullandığın dile de "hicivkar dil" demişsin. Hayır, hicivli değil terbiyesiz bir dil bu...ve sahte. Subjektivizmin kör gözlüğü insanı böyle garip değerlendirmelere, akıl almaz tahlillere! ulaştırabiliyor. Gerçekliğin, onurlu yaşamın ve mücadeleci sanatın reddi olan sonuçlara varırken zorlama ve "inciler antolojisine" geçecek sözler ve saptamalarla karşılaşıyoruz yazı boyunca. Demiş ki, "Özgün müzik demek (tabii onun özgün müzik anlayışında Grup Yorum'un müziği de var) sahnede müzisyenlerin put gibi durması demek, gitar demek, bağlama demek, iyice düşürülmüş volüm ve kau disiplin demek". Böylece Bahadır'ın özgün müziği birkaç kelimeyle tanımlanmış oluyor. Bahadır Sade büyük bir fedakarlıkla Yorumlardan birinin konserini izlemiş galiba. Ama izlerken halaylara duran ve coşkulu zafer işaretleriyle sarkılan süsleyen izleyicilere gözlerini ve beyninin kapılarım kapamış.

Sanatçı-izleyici bütünselliğini görmezden gelerek bakmış konsere. Sonra da vermiş notunu: Sıfır...T ipik bir gerici-yoz eğitim sistemine tabi öğretmen kafası."Put git» duruyorlar" demiş. Gerçi durmuyorlar ama ne olmasını arzulardınız Bahadır Bey? Aysel Gürel'in ucubik sözlerini hergün beynimize kazırcasına kanallardan çığlık çığlığa tekrarlayan sanatçı müsvettelerinin yaptığı gibi şarkılar boyunca vücutlarını mı kıvırtsınlar? "Bağlama demek, gitar demek" demiş. T abii, bağlama da kullanılır, gitar da. Bütün çalgılar kullanılabilir. Ulusal sazlar temel alınarak batı enstrümanları onlara katıldığı ve içeriğe uygun kullanıldığı sürece bütün çalgılar kullanılabilir. Çok seslilik zenginliktir. Hayatımızın gerçeğine, geleceğin güzelliğine uygundur. Ama her kafadan, her notadan alakasız ayrı bir ses, ayn bir söz çıkması değildir. Bir iç disiplini gerektirir... örnek bir disiplini. Bahadır'ın dediği katı disiplini değil. Gelişmeyi, geliştirmeyi, eğitmeyi hedeflemiş devrimci sanatçıların ilkeselliği, disiplin anlayışıdır bu sorumluluğu hayata geçiren. Katı disiplin gerici düzenlerin başvurusudur. İnandırıcılık, mantık yoktur. Kapitalizmin tek tip insan yaratmaya koşullanmış kau disiplini, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece sahnelerde, ekranlarda "özgür"ce hareket eden sanatçının o özgür görünümündedir. Ama insan art niyetli olmaya görsün, daha ne inciler döktürür. Efendim bu sanatçılar "grubun ihtiyacına göre enstrüman öğrenirler"miş, "üç dört ayda enstrüman erbabı olduklarını sanırlar"mış. Peki kimin ihtiyacına göre öğrenilecekti? Herhalde Devlet Senfoni Orkestrası'run ihtiyacına göre değil. Yoksa hiç mi öğrenilmeyecek ya da birer virtüöz mü olmaları gerekiyor? Devrimci sanatçıların "enstrüman erbabı olduklarını sandıklan " da nereden çıktı? Aklın körlüğüyle insan kendini eleştirmen sanır-


H A B E R

sa işte böyle yazar. İnançları ve yetenekleri doğrultusunda yetkinleşmek ve gelişmek gereklidir ama devrimci sanatçılığı asıl belirleyen bu çabalardaki samimiyet ve alçak gönüllülüktür. Popülist duyguların kısırlığıyla, böbürlenmek ve kendini olduğundan farklı sanmak devrimci kültür ve sanat faaliyetlerinin önünde ancak bir engel olabilir... gelişimle birlikte körleşecek bir zaaf. Sosyalist gerçekçilik biçim ve zenginlik arayışıdır. Hayatın ve halkların mücadelelerle dolu zengin kültür mozağinin kavranması, korunması, geliştirilmesidir. Ve her türlü baskıya, engellemelere rağmen üretilenin emekçi yığınlara ulaştırılmasıdır da. Eleştiriler desteklemeye, geliştirmeye yönelik olmalıdır. Ama Bahadır Sade, Grup Yorum, Grup Ekin, özgürlük Türküsü gibi sanatçıların türkülerle, marşlarla, şarkılarla bezedikleri, hayamı zenginliğine uygun üretimlerini "adeta fabrikasyonmuş gibi tektip imaja sahip" diye niteliyerek gelUurmek bir yana adeta köstekliyor ve yıllardır mücadele içinde bedellerle gelişen bu sanatı yok sayıyor. Ve saygısızlığı da aşan bir küstahlıkla bu sanatı "pop ve arabesk denen türlerle" aynılaştınyor. Ozan A, Ozan B, Grup A, Grup B gibi sıfatlara indirgiyor ve özü, sözü bir devrimci sanatçılarla devrimci söylem kullanıp bu işin ticaretini yapan sahte devrimci sanatçıları aynı kefeye koyuyor. Körlüktür bu, cehalettir. Çağdaş Halk Müziği ile pop ve arabesk müzik ne içerik olarak, ne biçim olarak ne de orkestrasyon ve yorumlama olarak birbiriyle bağdaşmayan müzik çeşitleri. Bu aynılaştırma niye? Kendini neden bu kadar zorluyorsun Bahadır Sade? Ne adına, kimin adına böylesi çarpıtmalara başvuruyorsun? Eleştirmiş olmak için eleştiri yapılmaz.Bence sen bu "mini yorum"culuğu ve eleştirmenliği bırak, kendi asparagas fikirlerine uygun bir meslek seç.

YASAKLAMA

Y OR U M

:

TEME İÇGÜDÜSÜ

A

Kutlay SAYGI

merikan sinema dünyası piyasaya her gün yeni ve çarpıcı ürünler sürüyor. Bunun son örneklerinden biri geçtiğimiz günlerde adından çok söz ettiren Temel İçgüdü (Basic İnstict)" adlı film oldu. Filmde Hollyvvood'un şu sıralar en gözde konusu şiddet, cinsellik ve yaptığı kötülükleri zekasıyla gizleyen insan işleniyor. Film şiddet, cinsellik modasının bayraktarı oldu. O kadar çok konuşuldu, hakkında yazıldı-çizildi ki (ve de yasaklandı) İstanbul'da bir ara biletleri karaborsaya düştü. Film oldukça karışık bir polisiye öyküye dayanıyor, öyle de olması gerek. Çünkü her gün yüzlerce senaryo daha okunmadan Hollyvvood yapımcılarının çöp tenekesini boylarken ve hepsi de çok kazanmak, çok satmak için ağız birliği etmişçesine "en önemli üç unsunHikaye, hikaye, hikaye" diye aranıp dururken, alışılagelmiş bir polisiye çıkmazdı ortaya. Filmi şiddetin ve seksin yoğunluğu,"bu iki unsurun birbiri ile yaptığı çılgınca dansın " öyküsü çekici kılıyordu. Belki defalarca işlendi bu konular. Ama bu kez sahnede Michael Douglas gibi herkesin tanıdığı bir ünlü ve karşısında Amerika Playboy güzeli Sharon Stone gibi "harikulade güzel ve dişi" bir kadın. Bir de çok geniş olanaklarla, özen gösterilmiş kaliteli çekimle film sıradanlıktan çıkıp "farklılaşıyor. Film bir seks cinayeti ile başlıyor. Şüpheleri üzerinde toplayan cinayet romanları yazarı bir kadın. Bütün şüpheleri üzerine çekerek polisi suçsuzluğuna inandırıyor. Çünkü kadın oldukça zekidir. Üstelik güzeldir ve dişidir. Kadının suçsuzluğuna şüpheli yaklaşan bir polis vardır ve bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktur. Polis işin içine girdikçe kadınla arasında alışılmadık bir seks ilişkisi başlar. Başta mesleğini, sonra eski sevgilisini, sonunda da yakın arkadaşım kaybeder. Kadının lezbiyen bir sevgilisi vardır ve ölür. Film boyunca birileri mutlaka ölür ve hemen hepsi oldukça kanlı biçimde. Filmi seyrederken dikkat çeken şey, kadının sevişirken karşısındakine hükmetmesi, ezmesi hatta ona tecavüz edercesine davranması.. Yönetmen aynı tiplemeyi Michael Douglas'a da yüklemiştir. O da sevişirken saldırırcasına davranır. Yönetmenin bu iki gladyatörü karşılaştırması, şiddetli bir yıldırım yaratarak seyirciyi akın akın arenaya taşıyacaktır. Ama bir sorun var. Akademik eğitim almamış bir aktör olan Michael Douglas'ın oyunculuğu makineden çıkmış sıradan bir konserve. Sharon Stone'un yalnızca "güzelliği" değil oyunculuğu da oldukça başarılı. Amerikan medya tekelleri bu filmi piyasaya sürdü. Film bir çok yerde hasılat rekorları kırdı. Bu arada ülkemizde de birkaç gün oynatıldı, oynatılmadı hemen yasaklandı. Yasaklandıkça ilgi arttı.Filme, özellikle sevişme sahnelerini izlemek için gitti seyirci. Biletleri kapışıldı. Uzun ve sert tartışmalardan sonra film serbest bırakıldı. Ahlaksızlığı "fazlaca" körüklediği için yasaklanmıştı. Ahlaksızlığın baş aktörlüğünü kimseye bırakmayan hükümet, devlet, ucuz ahlakçılık görevini yasaklama güdüsüyle yerine getirmeye çalışırken buna gücü yetmedi. Film adını değiştirip yeniden oynatıldı.

T A V I R 43


H A B E R

Y O R U M

ÖKM'DE PANEL: GENÇLİK VE KÜLTÜR Çağla AKAR Ocak'ta İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi'n de bir panel düzenlendi. Çalışmalarına kısa bir süre önce başlayan Siyasal Bilgiler Fakültesi Kültür Klübü'nün üçüncü etkinliği olan Gençlik ve Kültür konulu bu panele konuşmacı olarak Î.Ü Üniversitesi öğretim görevlisi Toktamış Ateş, Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Aydın Çubukçu, tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen ve gençlik adına S.B.F öğrencisi Özcan Çağlar davet edilmişti. Toplumla üniversite gençliği arasındaki kopukluktan söz eden Aydın Çubukçu , depolitizasyona uğratılan gençliğin toplumsal sorunlara, hatta ülke nin kaderini değiştirecek olay lara bile duyarsız, tepkisiz kal dığım açıklayarak, ideal top lumlarda üniversitelerin kitap çılarla, kütüphanelerle çevrildiğini, bizde ise üniversi te çevresinin işportacılar çarşısı hafine geldiğini belirtti. Daha sonra söz alan Özcan Çağlar konuya sınıfsal bir bakış açısıyla yaklaşarak gençliğin düzenle olan çelişkilerini ortaya koydu. Kapitalizmin dinamik yapısı gereği muhalif olma özelliği taşıyan gençliği sürü kültürü ile standartlaştırmaya çalıştığını ve dikkatim farklı yönlere kanalize ettiğini açıkladı. Kültür bombardımanına maruz kalan gençliğin örgütlenerek yoz kültüre Karşı çıkması gerektiğini de söyleyen Özcan Çağlar'dan sonra sözü Toktamış Ateş aldı. Toktamış Ateş kültürü sınıf44 T A V I R

sal ve evrensel bir olgu olarak tanımladı ve her sınıfın kendine has bir kültürü olduğunu, ama ortaya çıktıktan sonra ise bu kültürün tüm sınıflara mal olarak evrenselleştiğini söyledi. Egemen ve yöneten kesimin gençliği kültüre düşman olarak yönlendirdiklerini , okuyan, düşünen, tartışan bir toplum istemediklerini vurguladı. Bilgili ama kültürsüz bir toplum amaçlandığını, yani "daha çok doktor, mühendis yetiştirilsin ama bunlar Nazım Hikmet okumasın" düşüncesinin hakim olduğunu açıkladı. Konuşma şuası geçmesine rağmen rahatsızlığı nedeniyle panele katılmayan Müjdat Gezen salona girer girmez gençlerin tüm ilgisini üzerinde toplayıp paneli konusundan uzaklaştırmayı başardı. Öyle ki Müjdat Gezenin anılarını anlattığı bir söyleşi şekline dönen panelde izleyicilerin konu dışına çıkılmaması yönünde yaptığı uyanlardan sonra yeni sorulara geçilebildi. Paneldeki en önemli eksik yasaklanan, erozyona uğratılan ve yok sayılan Kürt kültürünün önemsenmemesiydi. Toktamış Ateş Kürt Ulusal Hareketinin ABD ve emperyalizm tarafından yönlendirildiğini savunurken, Aydın Çubukçu buna karşı çıkarak soruna tarihsel olarak bakmak gerektiğini, Müjdat Gezen ise bunun 12 Eylül'ün sonuçlan olduğunu savundu. özcan Çağlar ise sorunun kaynağını kendimizde aramamız gerektiğini söyleyerek, biz bu insanlara ne verdik, sorusu-

nu sordu. Çözüm için öncelikle milliyetçilikten annılması gerektiğini söyleyerek sözlerini bitirdi. Kürt kültürü konusundaki tartışma burada kesilerek söz almak isteyenlere izin verilmedi. Panelin son sorusu Aydın Çubukçu'ya yöneltildi. Dergisinde sınıfsal bakış açısına ne kadar yer verebildiği, biçim ve içerik açısından bunu ne kadar yakalayabildikleri soruldu, "Dergi burjuva kültürü karşısına çıkabiliyor muydu?" Aydm Çubukçu fantezilerini açıklayarak yanıtladı dinleyicileri.Ülkemizin ve dünyanın yegane sosyalist kültür ve sanat dergisini yönetiyordu ne yazık ki. Gösteri Dergisi'n in dosyalarını anımsatan dosyalan ülkemizin kültürel yaşamını Marksistçe biçimlendiriyordu. Ancak Marks Ernst'i, Toulouse Lautrec'i, Burhan Uygur'u, Ece Ayhan'ı vb.lerini proletaryaya sunuşlarının nedenini yeterince açıklamadı. Sosyalizm mücadelesinde kavgayı politikanın verdiğini, kültürün ise buna yardımcı olduğunu ancak kılıç elde savaşmayacağını savunan Aydm Çubukçu'y a katılmıyoruz. Çünkü devrimci mücadele yaşamı bütünüyle kapsar. Kültür-sanat faaliyetleri de mücadelenin bir parçasıdır ve kılıç elde savaşmak kadar etki gücüne sahiptir. Aydın Çubukçu böbürlenmeyi bıraksın. Mücadelenin yarattığı kültürdür sosyalist kültür. Mücadele eden sanat temsil edebilir ancak sosyalizmi.


H A B E R

SENLİĞE SALDIRI skişehir'de 21.1. 1993 tarihinde I.I.B.F kantininde AÜÖD'lü, devrimci, yurtsever öğrenciler tarafından düzenlenen müzik dinletisi sonrası 30'a yakın öğrenci türkü söylemek, halay çekmek "suç"unu işledikleri kin dövülerek gözaltına alındı. Üniversite çevresindeki kafeler, çeşitli DKÖ'lcr ve Mücadele Gazetesi Eskişehir bürosu basılarak şenliğe katıldıkları iddia-

sıyla öğrenciler gözaltına alındılar. Konuyla ilgili Devrimci Proletarya Dergisi okurları, Yeni Demokrat Dergisi okurları, Partizan Dergisi Temsilcüiği, AÜÖD'lü öğrenciler, Özgür Halk Dergisi okurları ve Mücadele Gazetesi Temsilciliği'n den yapılan basın açıklamasında şöyle deniliyor: "Daha dün radyasyon suçlularının cezalandırılması için AÜÖD'lülerin yaptığı forum sonrası radyasyon cinayetine karşı

Y O R U M

çıkmayı suç sayıp S öğrenci hakkında soruşturma açanlar bugün türkü söyleyip halay çekmeyi suç sayıyorlar ve keyfi gözalülarını sürdürüyorlar. Gözalünda kayıplar, ev ve sokak infazları, faili "meçhul" cinayetleri, işçi sınıfı ve Kürt halkı üzerindeki baskı ve terörün arttığı ve halka karşı topyekün savaşın bütün hızıyla sürdüğü bir dönemde bu saldırılardan öğrenci gençlik de payına düşeni alıyor. Radyasyon cinayetine karşı çıkması, suçluların cezalandırılmasını istemesi, türkü söyleyip halay çckmesi"suç" oluyor, bu "suç"un bedelini de baskı, işkence ve gözaltılarla ödüyor. T A V I R 45


H A B E R

Y O R U M

HER SAVAŞ KENDİ KÜLTÜRÜNÜ YARATIR

D

iyarbakır'd a Yukarı Mezopota mya Kültür Merkezi irtibat bürosu 3 Ocak 1993'te açıldı.Açılı ş konuşmasını İstanbul MKM yönetiminden ibrahim Gürbüz yaptı. Açılışa yönelik İstanbul MKM yönetim kurulu üyesi ve Diyarbakır temsilcisi ibrahim Genç ile yaptığımız söyleşiyi nin yarattığı moralle, kimliğine ve kültürüne sahip çıkacak sunuyoruz: kurumlan yaratmak amacıyla TAVIR: MKM'nin Diyarba- açılmıştır. Bugüne kadar yarakır bürosunun açılış amacını kı- tılan tarihsel ve kültürel değerleri bilimsel temelde araştırıp saca açıklar mısınız? biraraya getirerek merkezileşİ.GENÇ: MKM'nin bürosu tirmek ve geliştirip halka yemher yönüyle bütün değerleri den sunmak amacımız. tahrip edilmiş Kürt halkının,son dönemde varlığına sahip çıkarak verdiği mücadele-

Diyarbakır'da açılmasının amacı, halkımıza kendi, içinden seslenmek diyebiliriz kısaca. Bugün Kürdistan'da kültürel, sanatsal, tarihsel anlamda çalışma yapan fakat bunları değerlendiremeyen insanlara ulaşmak, kültürümüzün kaynağı olan halkımızın içinde ol-


H A B E R

mak. Halktan kopuk olan mücadelenin, bir ayağının kopuk olacağının bilincindeyiz. Bu temelde halkla birlikte kültür alanında mücadele etmek için Diyarbakır'dayız.

atıldı. Savaş boyutlandıkça dayanaklar da güçleniyor. Şimdinle irtibat bürosuyla başladık. İleride merkezin buraya taşınmasına bu irtibat bürosu hizmet edecektir. MKM ileride ulusal kültürün bir okulu olmaTAVIR: Kürdistan sıcak sa- yı hedefliyor. Her yapılan çavaş bölgesi ve "Her savaş ken- lışma, merkezileşmeye hizmet di kültürünü yaratır " diyoruz. edecektir. Bu anlamda MKM neden ilk TAVIR: Kürt kimliğinin kaolarak Kürdistan'da değil de İsbul edilmediği, buna bağlı olatanbul'da açıldı? rak kültürünün yokedilmeye l.GENÇ: Her savaş kendi çalışıldığı bu süreçte neler yakültürünü yaratır. Bugün Kürt pacaksınız? halkının ulusal mücadelesi de Î.GENÇ: Sözde Kürtçenin kendi kültürünü yeniden yaratıyor. İstanbul'da açılışa gelince, serbest bırakılmasıyla beraber tarihçi, sosyolog, dilbilimci, bir sürü sözümona Kürt sanataraştırmacı, kısaca Kürt tarihi- çısı ortaya çıktı. Bunlar bizim ni ve kültürünü araştırabilen ve dilimizi metalaştırdüar. Kendi bu anlamda eserler verebilen çıkartan doğrultusunda dilimisanatçı ve aydınlarımız T ürki- zi yozlaştırıp yağmalıyorlar. ye metropollerinde ve diğer ül- Müziğimizi dejenere ettiler. kelerde yaşamaktadırlar. T ürki- Bir dönem bu boşluktan yararye metropollerinde yaşayan ay- lanıp kültürümüzü kendilerine dan ve sanatçılar savaşın etkile- gelir getiren bir kaynak haline rinden ötürü İstanbul'da böyle getirdiler. Böylesi bir ortamda bir yapılanmaya girdiler. Kür- MKM gibi alternatif bir kurudistan'da bunun olanakları ilk ma ihtiyaç vardı. Adımları atılanda sınırlı olduğundan, elde dı. Örneğin, MKM bünyesinde edilen kaynaklar korunamaya- Yurtsever Müzisyenler Birliği cağından ilk adım İstanbul'da kuruldu. Bu birlik içinde otuz-

Y O R U M

beşe yakın grup ve kişi yeraldı. Tiyatro, sinema alanında adımlar atıldı. Kültür ve sanat alanında Rewşen dergisi çıkarılıyor. Dil ve tarih, sosyoloji alanında araştırma yapacak Kürt Enstitüsü kuruldu. Kürt Kültür Vakfı için çalışmalar yapılmakta. Bizim de burada yapacağımız ilk çalışma; tiyatro, folklor, müzik, el sanatları, resim alanında kendi kadro ve gruplarımızı oluşturmak. Bölgesel dil ve tarih araştırma ve derlemelerini yapacağız. TAV IR: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Î.GENÇ: Kürt kültürüne, tarihine sahip çıkacak, onu geliştirecek kişi ve kurumlara birlikte çalışma çağrımız olacaktır. Kardeş T ürk halkıyla varolan ortak kültürel değerleri sahiplenme ve geliştirme anlamında ortak adım atmanın şartlarım oluşturmak istiyoruz. Herhangi bir baskıya karşı halkımızdan duyarlılık bekliyoruz. TAVIR: T eşekkür ederiz...

T A V I R 47


H A B E R

YOR U M




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.