ı Merhaba
2 Canik Dağlarına Da Bahar Erişti/ Sadık Çelik
6
Anadil Üzerine/ İbrahim Karaca
10 Küba Notları/ Elif Sumru Gürel
15 Tarsuslu Şadi Beyin Bezi/ Adnan Yücel
16 Temmuz/ Tolga Karadeniz
19 Herkes Tarafından Anlaşılabilir Olmak/Hazal Tunç
22 Ömrümüz Serpilmiş Kurşunlara/ Nû Jiyan
26 İçimizdesin/ Pınar Arda
29 Türkülerimiz Kazanacak
39 Haber-Yorum
Düzen çarkı artık eskisi gibi dönmüyor. Gırtlağına kadar katliamların, sokak ve ev infazlarının, işkencelerin, kayıpların köy bombalamalarının, siirgünlerin,batağına saplanan siyasi iktidar, daha çok şiddet, kan ve katliam peşinde. Sermaye doymak bilmiyor. Halka ödetilen bedel ne olursa olsun, sessiz, tepkisiz bir ülkeyi doya doya sömürmek istiyor. Kendisini halkın bacısı ilan etmeye kalkan halk düşmanlarının, "halkın parasını, işçiye, memura yedirmeye" zaten hiç niyeti yok. Halkın parasını bir avuç sömürücü yemeli. Daha çok, daha çok yemeli... Bunun için özelleştirmeler, satılan, daha da satılmaya hazırlanan devlet işletmeleri, bunun için yeni terör yasaları, bunun için emperyalist pazarlarda satışa sunulan devlet ihaleleri, bunun için kirli savaş... Daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik anlamına gelen özelleştirmelerle, daha fazla baskı, daha fazla insan haklan ihlali anlamına gelen yeni terör yasasıyla; onura, erdeme, emeğine ve geleceğine sahip çıkan herkesi, insani sorumluluklarına sahip çıkan herkesi, vatan haini ilan ederek karşısına alıyor. Yine de iç huzura kavuşamıyor düzen bir türlü. Çark eskisi gibi dönmüyor. Dinmiyor iç hesaplaşma. Aksine kirli siyasi hesaplar, destek vermeler, destek çekmeler, sermaye dünyasının ültimatomları, her taşın altından çıkan vurgunlar, talanlar, sahte gözyaşları, vatan-vatan haini edebiyattan, kamuoyunun gözünden kaçınlamayacak derdi ayyuka çıkıyor burjuvazinin siyaset sahnesinde. İşte böylesine sarsmalarla telaşlı, sabırsız bir seçim yarışına girdi iktidar. Sermaye sabırsızdı. Kan ve alınteri istedi daha çok. Bir yandan, şatafatlı, törenli, bayraklı, vatan millet Sakarya nutuklanndan geçilmeyen bir propaganda yarışı sergilenirken; öte yandan, Kürdistan'a yönelen katliamlara hız veriliyor. DEP adaylan gözaltına alınıyor, katledeliyor, ilçe binaları, genel merkezleri bombalanıyor, Kürt halkının düzen sınırlan içinde bile kendisim ifade etmesinin, seçme-seçilme hakkını kullanmasının engellenmesi için, inkar ve imha duygulan kamçılanmışcasına dizginsiz saldırıyor iktidar. Oynanan bu oyun her iki boyutuyla da düzenin seçim kampanyasıydı. Demokrasicilik oyununun, krizin derinleştiği bir süreçte seçemler için sergilenen versiyonuydu. Oyunun ara finalinde, tüm burjuva hukuk ve yasalar altüst edilerek DEP'li milletvekillerinin dokunulmazlıktan kaldırıldı, meclis kapısından gözaltına alındılar Tutuklandılar. İşte yargının bağımsızlığa(!). Kürt halkına yönelik, soykırımın yalnızca bir parçasıydı bu saldın. DEP'liler ulusal kimliği ve onuru savunmaya kalkışmışlardı. Bu yüzden vatan hainiydiler. Düzen, karşısına çıkan tüm pürüzleri düzleyerek, halkın umudunu gaspederek, seçim oyununun ffinalinden galip çıkmak istiyor. Oysa bu seçimler de düzen çarkı gibi gayn meşrudur. Kürt halkını tecrit ederek kurulmuş sandıklan reddetmek, Kürt halkını savunmanın vazgeçilmez sorumluluğudur. Seçim sonuçları ne olursa olsun, Türkiye halklan son seçimini yapmakta gecikmeyecek. Kaçınılmaz sonu biliyorlar mutlaka çırpınışlan ondan... Kentlerin sır dolu dehlizlerinde, dağların kıvılcımlı doruklarında, yankı yankı meydanlarda umudu büyütenler var. Sonsuz bir inançla, sınırsız bir özveriyle, kırılmaz bir cesaretle halkların umudunu ve geleceğim büyütenler var. Umut ve direnç, onlarda simgeleşiyor. Düşmanla girilen hesaplaşmadan başı dik onurla aynlabilmek... Düşmanı korku ve acizliğiyle başbaşa bırakabilmek... Hem de arkanda bir mezarlık bile bırakmayacağını bile bile. Ölümü, yeni yaşamlar kurabilmek için pervasızlıkla kucaklayabilmenin, özverinin simgesi kayıplarımız. Ayhan Efeoğlundan sonra abisi Ali Efeoğlu'nu da gözaltında katlettiler. Tüm kayıplarımız gibi Ali de yüreklerimizde onur abidemiz olarak yaşıyor... Hayatın ve halkın düşmanlarının gecelerinde korku olarak... Ve dağlarda baharın ilk tomurcuklan patladı. Başeğmez kır çiçekleri gibi her renkten açılıverdi. "Canik Dağlanna Da Bahar Erişti" Önce Bahattin, Karadeniz dağlarını suladı kanıyla. Ardından beş yiğit; beş sabırsız pınar gibi fışkırdı toprağın rahminden, kayaları parçalayarak. Dersim dağlarında Nazım, Mürsel, Feride umudun adını kazıdılar direnişleriyle. Bereketli topraklara bıraktıktılar direniş tohumları, ülkenin dörtbir yanında açan özgürlük çiçeklerine dönüşecek. Bahar, bal tadıyla-gelecek. Ilık esintileri, renk renk muştularıyla gelecek. Pınarları köpürecek dağlann. Nehirler yataklanna sığmaz olacak. Toprak dirilecek ve tohumunu çatlatacak. Bu zemheri ayazı gibi karakışın sahipleri de tükenecek.
Dostlukla!...
Son üç sayımızda dergimiz çeşitli aksamalar nedeniyle gecikmelerle çıkıyor. , Ekonomik sııkıntılarımızın getirdiği bu aksamalar için tözür diliyor ve bu sayıdan itibaren dergimizi düzenli bir biçimde yayınlama konusunda çok daha titiz olacağımızı belirtmek istiyoruz.
TAVIR
1
CANİK DAĞLARINA DA BAHAR ERİŞTİ
Orada yaşam bir kurşun atımı kadar kısa görünür aslında uzar gider ormanların bağrında serin akışında köpüklü suların
Sadık ÇELİK çsuz bucaksız dağ kümelerinin karlı or manlarında gün, ağır ağır kararıyor. Belki birazdan ay ve yıldızlar, mevsime inat, sisle kaplı derinlikleri aralayıp yol gösterecekler, or man yüreklilerin sessiz adımları na. Belki de hemen sonra, yal çın kayalıklardan inen sert rüz garlar gelip kapatacak kardaki ayak izlerini... Ama yok. Havada ne rüzgar ların nefesi, ne de ayın ve yıldız ların sisi ve ağaçları aralayan parıltısı. Gece kapkara kaplıyor, kuşatıyor Canik dağlarını. Karanlık bir yapıdan çıkıp, zırhlı araçların yanan farları önünden geçen güruh, hırıltılı bir uğultuyla koşuyor. Aceleleri var. Kimileri palaskalarını bile, zırhlı araçlara binerken takıyor. Küfürleri, çığlıkları vahşi hay vanların avlanırken çıkardıkları sesleri andırıyor. USA damgalı modern silahların şakırtısını cephane sandıklarının taşınma sı izliyor.
U
Bir köşede insan azmanı bir kara bereli, aceleyle cebinden çıkardığı küçük şişeyi gözlerini yuvalarından fırlatırcasına diki yor kafasına. Bir başkası, iri el leri arasında çevirip durduğu ilaç kutusuna bakıyor. Araçlar konvoy halinde, ka-
2
T A V I R
ranlık dağ yollarına doğru kıvrı larak ilerliyor. Eskiçokdeğirmen Köyü'nün karşı tepelerinde ise ormanın derinliklerinden sisler atlında ka lan uzak vadileri gözleyen nö betçinin olağan dışı bu gelişme yi farketmesi mümkün değildi. Sığınakta mum alevinin titrek ışığında, uyku tutumları ve bat taniyelere sarılmış oniki gerilla daha var. Soğuk bir beter. Günlerdir dağ dağ yürümekten ve açlıktan zayıf düşmüş bedenleri. Elden ele dolaştırılan son kuru ekmek de bitmek üzere. Giyimi, davra nışları ve konuşma tarzıyla böl ge insanının özelliklerini taşıyan komutan, arada bir espiriler ya parak arkadaşlarını neşelendir meye çalışıyor. Sis ve kar, kalın gövdeli ağaç köklerinin gizlediği sığına ğı bir örtü gibi, sıkı sıkıya kapla makta. Rüzgar, çam dallarından düşen kar kütlelerini sağa sola savuruyor. Askeri konvoy Kumru ilçe sinden geçip Eskiçokdeğirmen Köyü'nün eteklerinde duruyor. Görüş mesafesi çok sınırlı. Gü ruh sinsi adımlarla köyü sarıyor. Pusu kurulmuştu. Şafak vak ti yıldızlar çoktan ay ışığının peşisıra takılıp gitmişti. Gün, belli belirsiz aralıyor ormanı. Orma nın dinginliğini sadece, arada bir ıslık çalarak dolaşan rüzgar ile ona düzenli aralıklarla eşlik
eden adamın sıcak nefesi dağı tıyor. Ağır adımlarla kara bata çıka ilerleyen bir çift postal ırmanın bir ucundan sis perdesinin gerisinden iniyor. Eskiçokdeğir men Köyü'nün yoksul dağ evleri var aşağılarda. Sis bulutları gü nün de tutsağı olmuş gibi hare ketsiz. Yalnızca kasvetli bir cami minaresi sivrilmiş bulutların orta sından. Dan! Dan!.. Minarenin kasveti dağıldı. Kurşun yağmurları altında kalan toprağa doğru eğilip düştü Ko mutan. Yüreğinden akan kan si lahının kabzasına ulaştı önce. Davranamadı. Ama çok uzak tan, sığınaktan fırlayan namlu lardan da boşaldı kurşunlar. Kurşunlar kurşunlara değdi sonra; orman orman olalı hiç böyle sarsılmamıştı. Komutan Yılmaz'ın ıslığı Karadeniz'in hırçın ve soğuk sularına inip dalgalan dı köpürdü. Deniz kurumadı, ba lıkçıların ağlan yırtılmadı; fındı ğı, çayı, tütünü toplayan nasırlı eller yanıp kavrulmadı gerçi. Ama o çileli eller acıyla kasıldı... öfkelendi topraklar, kayalar bi lendi. Karadeniz kurşun kurşun, dağ dağ çınlayan direnç direnç çağıldayan bir gerilla türküsüdür şimdi. Bu türkü tutacak. Yoksul ların diline dolanacak; balıkçılar ağlarını çekerken, kadınlar ürünlerini peştemallarına doldu rurken hatırlayacak bu türküyü. Çünkü ilk türkü ilk sevda gibidir, unutulmaz. O gün geldiğinde bu sarp doğa, yamaçlar ve vadiler in sanları, ağaçları, taşı toprağıyla doğrulup bereketli bir harman için şenliğe duracaklar. Tefecile rin, tüccarların saltanatı bozul muş yıkılmış olacak. Koşa koşa gelecek,çocuklar ve hep bir ağızdan söylenecek Komutan Yılmaz'ın türküsü. Türkü horon olup saracak bütün yürekleri, Karadeniz olacak. Çok sonra sustu namlular, dumanlar dağıldı. Aydınlandı Eskiçokdeğirmen. Pencereleri aralandı yoksul dağlıların. Göz-
ler acıyla puslandı, yürekler ka sıldı. O, evet bu o, dağların Lazoğlu'su... Yıkılmış çitlerin önün de kan içinde yatıyordu Komu tan Yılmaz. Silahına uzanmış eli, yüreğinden akan kanla ıslan mış. Zayıf bedenindeki gerilla yeşili giysisi, dağılmış ıslak saç larının ortaya çıkardığı alnı, göz leri çamura bulanmış. Ama ça murlu yüzünde tertemiz bir gü lümseme... Ve onlar... Önce namluları sonra kendi leri çıkıyor pusulardan. Komutan Yılmaz'ın yüzüne ilk tekmeyi sa vuruyor minareden ateş açan. Sonra vahşet çığlıkları ile tepini yorlar onun bedeninde. Bazıları hızlarını alamayıp birkaç el da ha ateş ediyor. Belli ki Komutan Yılmaz'ın gülümseyen yüzü, ka tillerin hafızasında sonsuza dek bir kabus anısı olarak kalacak. Eskiçokdeğirmenliler kulak larını evlerinin kapılarına, duvar larına dayayıp bekliyorlar, sus kun, korkulu. Timin en kudurganı, iri elleri, ile Komutan Yılmaz'ın saçların dan tutup sağa sola sürüklüyor önce. Daha sonra başkaları se vinç çığlıkarı ile savurup atıyor lar onu, askeri bir cemsenin ar kasına. Canik Dağları'nda gerillalar karı eziyorlar hızlı adımlarıyla; orman içlerinde çatışma devam ediyor hala. Onu önce dağların eteğindeki bir köyün sağlık ocağına gö türdüler. Yaralı yüreği çoktan durmuştu. Bütün köylüleri evle rinden toplayıp sağlık ocağının önünde sıraya dizdiler. Köylüle re, "içerde bir teröristin leşi var. Girin bakın, sövün, tükürün ona!" diye emretti ölüm timinin şefi. Köylüler bu yaratığın karşı sında suskun, donuk yüzlerle öylece duruyorlardı. Sonra sağ lık ocağının kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapının önünde çamura ve kana bulanmış postallarıyla duran saçı sakalı birbirine karış mış, bir tim görevlisi, elindeki si lahı bir sopa gibi köylülere uza
tıp kapıya doğru yaklaşmalarını emretti. Köylüler tek sıra halinde içeri alındılar. Cesedin etrafında merak ve hüzün dolu gözlerle geçerlerken, komutan Yılmaz hala gülümsüyordu onlara. Kara lastiklerin arasında beliren minik bir çift ayak, usulca yaklaştı ona. Dedesinin arkasından uzatıp başını merakla baktı. Komuta nın yüzünü görünce gözleri bir den açıldı ve "Aaa, bu bizim Yıl maz abi" dedi. Dedesi çocuğun ağzını kapatıp uzaklaştırdı. Telsiz anonsları orman içle rinden gelen silah seslerine ka rışıyordu. "Takviye kuvvetferi derhal Canik Dağlarına... Etraf larını sarın, kuzeyi takviye edin... takviye edin..." İlçe hükümet binası ve adli yesinden gelen yetkililer çarça buk incelediler gerillanın cesedi ni. Silahını eline tutuşturup bir de fotoğrafını çektiler. Cesedin Ordu'ya götürülmesi için beledi yeden ambulans istediler. Eski MHP'li faşist Belediye Başkanı ambulans talebini "teröristin ka nıyla kirleneceği" bahanesiyle karşılamadı. Ve Komutan Yıl maz'ın cesedi bir çöp kamyonu na konup morga götürüldü. Heyette bulunan bir şehit anası bu olayı duyduğunda ; "Onlar kendi ölülerini taşıyacak bir el arabası bile bulamayacaklar." diyordu. Bunun farkında de ğiller; bu aşağılık davranışları nın hesabının sorulacağının farkında olmadıkları gibi: Ölüm timleri zafer ulumaları nı ilçedeki MHP'ye taşıdılar. Kanlı ellerini birbirine vurarak dolaştılar sokak sokak. Gazetelerde kısa bir haber: "Orduda çatışma. Bir ölü. Terö ristlerle güvenlik kuvvetleri ara sındaki sıcak temas devam edi yor." HAKLAR VE ÖZGÜRLÜK LER PLATFORMU'NDAN BİR HEYET KARADENİZ'DE: Bir tokatın ya da bir kurşu nun acısını yüreğinde derin bir sızı gibi hissedenler koştu en önce. "Haklar ve Özgürlükler Plat
formu Heyeti" bazı incelemeler de bulunduktan sonra, Fatsa'nın eski küskün havasını dağıtan yeni umutların filizlendiği dağla ra doğru yöneliyor. Yağmur... soğuk taneciklerle boşalıyor her yere. Yollar tutul muş, yollar özel timlerin kontrolü altında. Kumru... sefaletin ve açlığın kol gezdiği bir Karadeniz kasa bası. Dağdaki olayı araştırmak üzere kasabaya bir heyetin gel diğini duyan bir çok insan kuş kuyla yaklaşıyor. Selam ver mekten, konuşmaktan çekini yorlar. Ta ki, heyetin kendilerin den olduğunu anladıkları ana kadar. Sofraları yoksul, ama yürek leri zengin; cefakar, vefakar, sı cakkanlılar. Canik Dağları'ndan getirilen odunlarla yanan bir so banın etrafında sıcak çaylar yu dumlanıyor. Heyet, kucaklaşıp kaynaşıyor Kumru halkıyla. Kumru halkı... tefeci tüccar ların kuşattığı, yıllarca ezilip hor lanmış, süngüyle susturulmaya çalışılmış, fındığı hiçparalara satılmış, yağmalanmış bir halk. Yüreği küskün bir adam, "Her şey yıllar öncesinde kal mış sanıyorduk. Bir gün dağlar da yeniden yürüneceğine inan mıyorduk. Fakat özel timler ka sabamızda laf atarak dolaşma ya başlayınca, işte o zaman an ladık bir şeylerin değişmiş oldu ğunu." diyor heyecanla. Komutan Yılmaz'ın sarp ka yalara, sık yapraklara, çağla yanlara bıraktığı iz, bir gün bu heyecanları yukarılara da taşı yacak. Fındığı, çayı, tütünü har manlayan nasırlı ellerin hakkı için, sömürüsüz, yalansız, bir gelecek için, yoksulluğun kahrı nı atıp yürüyecek lazoğlu, lazkızı. TV. ve gazeteler Ordu'da yeni çatışmaların haberini veri yor. Maya tutmuştu. Beş orman yürekli daha düşmüştü bu kez toprağın rahmine. Haklar ve Özgürlükler Heyeti yollara çıkıyor yeniden. •
T A V I R
3
FİRARİ GÜNLERİN KAN GÜLLERİ
Ölümler çoğaltıyor gözbebeklerimizdeki hıncı Yüreğimizdeki ateşi yeniden dağlıyor Kentlerde öfkeli, firari günler... Dağlarda bir özgürlük yürüyor Bin yürek çarparken korkusuz Birden iki fidan devriliyor Devrildiği yerde karanfiller bırakıyor yaşama Kavgaya, özgürlüğe ve dirence ilişkin Kim bilir, şimdi sabahın sevdalı ışıklarında İnfazlara giyiyoruz giysilerimizi Kim bilir, dondurulmuş bir görüntü olacak gülümseyişimiz yarın Yine de yankılanan bizim sesimiz dört bir yanda Adı "cesaret" olan bir türküde
Erdoğan EKİNER
Kim bilir, kendini sonsuza bırakacak fidanların Genç, yiğit ve sevdalı öykülerini yazacağız Provası yapılmış kanlı oyunlara alkış tutarken birileri Kan güllerinin açtığı bu toprakta Bir gün ama mutlaka kazanacağız
4
T A V I R
sana güneşten imgelerimle sesleniyorum al yüreğimi yüreğine düğümle sevdan olsun sönmesin medyamda zerdüşt ateşi gel usunu bilincimle harmanla ışığın olsun gözlerimin ışığını içirdim kitaplara tut ellerimi ula elerine sevincin olsun yıkışığın külüngüyle karanlığın dağlarını kavını öfkemle tutuştur ateşin olsun
SEVDAN OLSUN Mehmet ERCAN
batır kuş kanadından kalemini kanıma ölümsüz aşkların destanını yaz direncin olsun T A V I R
5
İ
nsan yavrusu dünyaya ilk çığlığını saldığında, he men yanıbaşındaki anne sinin dilinden dökülen sevgi sözcükleriyle sarıl dı, sarmalandı. Bu söz cükler onun duyduğu ve ne olduğunu bilmediği anadilinin ilk örnekleriydi. Son ra bu örnekler yaşıyla birlikte çoğaldı, büyüdü, nesneleşti, isim oldu, duygu oldu, bilinç ol du, dil oldu. Bu dil ile ağladı, çığlık attı, bu dil ile sevindi, dünyayı bu dil ile öğrendi, dü şündü, geçmişine, toprağına, kültürüne, köklerine ulaştı, bağ landı. İnsan olmasının, insanileşmesinin, kendini yeniden oluşturup yaratmasının temelini her şeyden önce bu bağlanış oluşturdu. Ana dilini öğrenmesi, bu dil ile geçmişine bağlanıp geleceğe yürümesi onun en do ğal, en insani ve sıkı sıkıya kendine bağlı hakkıydı elbet, insan ve onu oluşturan değerle ri insan olmamız nedeniyle dü şünecek olursak, anadilini kul lanma hakkından söz etmek bu yüzden hafif kalabilir. Çünkü bu (henüz) bir hak değil, hak olma nın ötesinde doğal olandır. Do ğal olanın kullanılması ve ya şanması ise ancak konuşma yeteneğinin yitirilmesiyle veya daha gelişmiş bir dile evrilmesiyle ortadan kalkar, değişmeye uğrar. Bu ortadan kalkma olayı unutulma ile de gerçekleşebilir. Bu evrilme ne kadar hızlı ve kökten olursa olsun, eskiyi bitir mez. Çünkü kökün bitmesi ağa cın kurumasıyla eş anlamlıdır. Konuşma yeteneğinin yitirilmesi kişisel, dilin unutulması ise top lumun tarihiyle ilgili bir sorun dur. Dilin kullanılmasını tek in sana indirgediğimizde konuşma yeteneği yitirilse bile aynı dilin yazıya bürünerek yürümesine devam edeceğini söyleyebiliriz. Bir halk, bir toplum, bir tarih ke siti söz konusu olduğunda ise; doğal olanla birlikte sosyalleşen insanın sonradan "keşfetti ği" kurumlar, kurallar, ilişkiler bütünü vardır bu kez karşımız-
6
T A V I R
ANADİL ÜZERİNE İbrahim KARACA
da. Dil özelinde bulunacağımız saptamalar ve her türlü çalış maların hem içeriği hem de bi çiminin, yukarıda saydığımız toplumsal kurallar, sosyal ilişki ler, halk, çağ, tarih, insan ve ulus gibi kavram ve oluşumlarla içiçe düşünülmesi zorunludur. (Bilimsel, objektif ve önyargısız olma gibi bir kaygımız varsa eğer.) önce şu soruyu sormalı yız kendimize: Bizi anadil üze rinde düşünmeye, tartışmaya ve araştırmaya iten şey nedir? Bu soruya verilecek yanıt, izle yeceğimiz yol ve yoğunlaşaca ğımız yön üzerine bazı ipuçları nı net olarak verir bize. Konuyu basit bir folklorik araştırma veya çok genel anlamda ilkel insan dan başlayarak dillerin doğuşu ve insanla birlikte önce ona ait bir ses sonra da bu sesin nasıl geliştiğini ayırmayacaksak; in sanı bir toplumsal varlık olarak düşünüp hem insanın hem de ditin sosyal yönüne vurgu yapa caksak eğer; anadilin tarihçesi, gelişme seyri, geçmişteki ihti şamı veya yetersizliği değil, bu güne ait sorunları ve ondan da öte bu dili konuşan ve bu dil ile yaşayan insanların yaşam ger çeğini masaya yatırmamız ge rekir. Çünkü anadil denilen ol gunun açıklanması ve yerli yeri-
ne konulması, bu dile analık eden halkın ve onu bizim gün demimize geçmiş-bugün-gelecek zinciriyle birlikte oturtan nesnel gerçeğin bilinmesi, insa ni ve bilimsel olandan uzak her türlü sübjektif değerlendirmele rin dışında bir noktadan yorum lanması ilk koşuldur. Bu ilk ko şul, egemen olanın yeniden üretilmesine kapalı olmayı işa ret eder. Şunu da söylemek ge rekir ki, egemen olan görüş ba zen bir dayatma olabileceği gibi bunun tam tersi de olabilir. Egemen olan görüş her zaman kötü olanı temsil etmez. Bu, egemenliğin niteliğine ilişkin bir sorundur. Egemenliğin çoğun luktan veya azınlıktan yana ta vır alıp almaması onun her ko şulda demokratik ve insani yö nünü göstermez. Bir topluma ilişkin siyasal veya sosyal ka rarların alınması geniş bir katı lım çerçevesinde gerçekleşiyor olması, (belki) demokratik bir anlamı çağrıştırabilir, ama ör neğin anadil sözkonusu oldu ğunda aynı toplum içerisinde çoğunluğun tercihine başvur mak böyle bir anlam ifade et meyebilir. Burada demokratik olanın, azınlığa ait olana saygı yı içermediğini kim iddia edebi lir? Bu yazının başında anadilin kullanılmasının hak olmaktan öte bir anlam taşıdığı belirtil mişti. Bunu biraz daha açarsak, insanın ilk sıradaki doğal özelli ğini oluşturan anadilin hak ola rak ifade edilmeye başlanması, onun kendi-dışındaki doğal ol mayan nedenlerle yaşam seyri nin değiştirilmeye zorlanması noktasında gündeme gelir. İn sanın yürümesi, esnemesi, uyuması, hapşırması, çocuk sahibi olması nasıl ki insana ait haklar arasında gösterilmiyor ve canlılık belirtisi olan insanın bir özelliği olarak kabul görü yorsa; bunlardan birinin, örne ğin, çocuk sahibi olmak isteme nin veya istememenin çeşitli baskı yöntemleriyle ortadan kaldırılmaya çalışılması sonu cunda bu saldırıya maruz ka-
alfabe nedeniyle M. Emin Bozarslan tutuklanır. Alfabenin su çu bölücülüktür. 1974 yılında çıkarılan af yasasıyla dava dü şer, ancak "suç aleti" yazara ia de edilmez. '80'li yıllarda is veç'te 2. baskı yapılır. Milliyet Gazetesi bu olayı Server Tanilli'nin deyimiyle bir savaş veya deprem haberi verircesine, "İs veç'te Kürtçe alfabe basıldı." şeklinde duyurur. Oysa bir hal kın, kardeş bir halkın, Kürt hal kının alfabesiydi bu. Verilen bu örnek kardeşlikten ne anlaşıl ması gerektiğine çok basit bir örnek olsa gerek. Yaşanan her süreç, kullanı lan bazı.kavramların içeriğini boşaltmakta, bazılarına ise yeni anlamlar yüklemektedir. Son derece insani nedenlerle bazı özlemlerin yaşama geçmesini savunma eyleminin altında, ço ğu kez, yaşanan sürece uygun anlamlar aramak görülmedik bir şey değil. İnsani olanı istemek, onu isteyenin siyasal bilinç ve Kuşcenneti'nde birbirinden birikiminin dürtüsüyle gerçekle güzel ve gözalıcı kuş türlerinin şiyor olmasa da, bu istemde yaşadığını biliyoruz. Buradaki bulunmanın siyasal bir tepki ve herhangi bir kuş grubuna örne zorla karşılaşması kendiliğin ğin bir karga topluluğuna dışarı den bu insani istemi siyasal bir dan gelen veya orada yaşayan renkle donatmaktadır. Fabrika bir balıkçıl grubunun kendi ötü da hem sendika ağalarına hem şünü dayatması, bu yönde bas de patrona dokunan bir grevi kı uygulaması ne anlama gelir? örgütlemek, işçiyi Bir çoğumuz bu ve rilen örneğe gülüp Bir topluluğun ulus sayılabilmesi için gerekli koşullara sahip canından bezdiren açlığa ve hak gasp geçer belki. Belki olduğu net biçimde ortaya konulabildiğinde ve bu ulusal larına karşı ayağa de kimileri kargala kaldırmak nasıl ko rın kendi bet sesle kültür ulusal bilince dönüştürülebildiğinde, anadilde eğitime münist bir kalkışma rinden kurtulmaları için iyi bir fırsat ilişkin güç de belirmeye başlar. Yani anadil kendini geniş olarak algılanarak siyasal bir şiddetle doğduğunu düşü anlamda yarına taşıyacak gücü bulabilir. bastırılması günde nür. Oysa karga ol me getirilebilirse; bir haksız sı manın en belirgin yönü karga kardeşin dili kullanılsın bakalım cak savaş sırasında duvarlara gibi ötmektir. Ormandaki bir ka ne olacak... Oysa insani olanı "Kahrolsun Savaş" yazısını raca yavrusundan eşek gibi bulmaya çalışıyorsak ve sami yazmak da siyasal bir şiddetle anırmasını ve karaca kılığına miysek uzağa gitmeye gerek karşılaşabilir. Burada Kahrol girmiş bir eşek olmasını isteye yok. Sen kendi zenginliğini ya sun Savaş diyerek barışa duyu bilir miyiz? Kendi dilini özgürce şa, ben de kendi zenginliğimi. lan özlem, siyasal zor nedeniy kullanamayan bir halk, hangi Sonra bir de, gönüllü ve özgür le kendiliğinden siyasallaşmıştır görüntüyü verirse versin, baskı ce ortak bir zenginlik yarata artık. Onu yazanın kim olduğu altındadır demektir. Bunun da lım... Kardeşçe... Bu kardeşçe önemli değildir. İster altı yaşın ha öte bir anlamı yoktur. Maze birliktelikten kimler zarar görür? da bir çocuk olsun, ister seksen ret ve hafifletici nedenler sırala Gören birileri vardır mutlaka... yaşında bir ihtiyar. Açlık ve hak mak da bahanedir. Bu halk ha Ama, halkın olmadığı kesin... gasplarına dur demek için günlinden memnun olduğunu söy1968 yılında yayımlanan bir
lanlar açısından "hak" kavramı ortaya çıkar. Ama aynı kişinin kendi tercih ve iradesiyle çocuk sahibi olmak isteyip istememesi baskının olmadığı durumlarda kendi doğallığı içinde kalır, hak olup olmadığı akla getirilmez bi le. Anadil konusunu irdelediği mizde, bu dil ile yaşayan top lumları çevreleyen sosyal ger çeğin, dilin kullanılmasındaki "doğallık" ile "hak" kavramlarını birleştirdiğini, "doğal bir hak" kavramını yarattığını görürüz. Onu elde etme ve kendi doğallığıyla kullanma mücadelesi zo runlu hale geldiğinde, bu müca deleyi verecek bilinç birikimi oluşturulduğunda; anadili ko nuşmanın, ana dilde yaşama nın ve hatta anadilde eğitimin doğal bir hak olduğu vurgulanır. Bu vurgu, doğal olan dilin sus turulması veya yerine bir başka dilin dayatılmasının gayri insa niliğini işaret eder aynı zaman da.
lese bile, egemen olana her gün secde etse bile baskı altın dadır. Neden? Çünkü o halk en başta kendi diline yabancılaştırılarak kendinden başka her şe ye benzetilmiştir. Böyle bir ya bancılaşma hiç bir halkın ger çek anlamda bilinçli tercihi ola maz. Belki tercihtir, ama bilinçli bir tercih değildir. Çünkü bu bi linci oluşturan ortam, egemen lik İlişkileri ve yaşamın ucu ya bancılaşmaya geçit vermekte dir ancak. Ona verilen bilinç ve "eğitim", kendine ve köklerine karşı bir konuma getirip dayat mıştır o kitleyi, insanları makar naya mahkum edip sonra "Bi zim ülkemizde kimse açlıktan ölmüyor, halinize şükredin" de mek nasıl açlığın ve kötü bes lenmenin üstünü örtmeye yet miyorsa; "Biz kardeşiz; bin yıl dır birlikteyiz; farklı olman farklı davranmanı gerektirmez; ken dine ait olanı istemen ve kendi ni yaşaman bu kardeşliği bitirir." demek de gerçek anlamda kar deşliğin üstünü örtemiyor. Ya bancılaşmanın yarattığı insani bir yön yoktur ve olamaz. Önemli olan dostluk ve kardeş liktir, kullanılan dil önemli değil dir demek, içinde bir sahtekarlı ğı barındırıyor. Madem önemli olan kardeşliktir, o halde diğer
T A V I R
7
deme getirilen grev herşeyden önce ne kadar insani bir içerikte doluysa, "Kahrolsun Savaş" sloganındaki barışa özlem de o denli insani içerikle yoğrulmuş tur. Yaşanan sürecin niteliği ge reği, bu insani içerikler siyasal görünümlü olurlar: Yine aynı şekilde, sokaklarda kendi halince dikilen trafik lambalarının üç renginden birinin, yani yeşil ola nın, Kürt bayrağını çağrıştırıyor diye maviye boyanmasının ve ya manifatura dükkanlarındaki raflarda sıra sıra dizilen yeşil, kırmızı ve sarı kumaş toplarının birbirlerinden uzak raflara ko nulması yönünde baskı uygu lanmasının siyasal bir içeriği olabilir mi? Ama, oluyor. Bütün bunlar yaşanıyor. Uygulanan siyasal şiddet, trafik lambaları na, kumaş balyalarına ve buna benzer bir sürü şeye siyasal yafta yapıştırabiliyor. Böyle bir baskının olduğu yerde ister tep ki olarak isterse değil, mavi lamba üzerine tekrar yeşil boya sürüp aslına dönüştürmenin ve ya dükkandaki kumaşları iste dikten rafta "ikamet ettirme"nin, bu işi yapanları "terörist" ve ya pılan işi "bölücülük" gibi bir içe rikle donatmayacağını düşün meyi (ne yazık ki) biraz saflık olarak değerlendireceğiz... Anadil ve bu dilde eğitim hakkından söz ediyorsak, yine doğallığın dışında benzer bas kılar ve olanaksızlıklar var de mektir. Çünkü anadilin kullanıl ması ve geliştirilmesi yönünde eğitime vurgu yapılması, bunu yaparken de insan haklarına ve ulusal haklara gönderme yapıl ması, ya bu hakların yaşanan süreç tarafından bir köşeye kıs tırılmış olması ya da bu hakla rın elde edilmesi yönünde olu şan toplumsal (ulusal) bilincin ivme kazanması nedeniyledir. Bu noktada, tamamen hüma nist duygularla bir halkın veya ulusun anadilini dilediği biçimde yaşamasını istemek, bu halkın bulunduğu coğrafya üzerindeki etnik azınlık-kabile-sömürge ilişkisine göre egemenlerce
8
T A V I R
bozgunculuğa prim olarak ta nımlanacaktır. Burada bir sap tamada bulunalım: İnsana veya bir ulusal kimliğe ait talepler ve yönelimlerin siyasal çerçeve dı şında kalmaya çalışılarak kaza nılmak istenmesi de, başlı başı na siyasal bir içerik taşır. Üste lik, siyaset dışı bir görüntü sun maya çaba sarfetmek bu talep ve yönelimlerin kolayca boğul masına yardım eder. Anadilde eğitim ne zaman söz konusu olur? Bu soruyu ya nıtlayabilmek için, aldığımız ve riler sözkonusu halkın nesnel gerçeğinden kaynaklanmalı ve o halkı ifade edebilmelidir. Folk lorik bir renk olmaktan öte anla mı kalmamış ve büyük oranda kaybolmuş dillerin suni teneffüs yaptırılarak gücü ötesinde bir zeminde seyretmesini istemek le; diliyle birlikte kendine ait ba zı etnik özelliklerini şu ya da bu oranda (herşeye rağmen) koru yan, birlikte yarına taşıyacağı ve kendisini onunla ifade edebi leceği değerleri olan, yani ulu sallıkla ve ulus olmakla birlikte anılan halkları ayrı ayrı değer lendirmek zorundayız... Anadili ni kullanmak, insan sözkonusu olduğunda elbette ki özgürce yaşanması gereken bir alandır. Kurumlar oluşturularak geniş anlamda bir eğitim organizas yonunun gerekliliğinden söz et menin nesnel gerçeği yansıt madığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu bir güç soru nudur. Dilin buna gücü varsa, kendi gerçeğini belirli bir tarih sel süreçte mutlaka dayatır. Dil bu gücü yanlızca kendisinden almaz. Bir topluluğun ulus sayılabilmesi için gerekli koşullara sahip olduğu net biçimde orta ya konulabildiğinde ve bu ulu sal kültür ulusal bilince dönüştürülebildiğinde, ana dilde eğiti me ilişkin güç de belirmeye başlar. Yani anadil kendini ge niş anlamda yarına taşıyacak gücü bulabilir. Farklı bir etnolo jik coğrafyaya sahip olduğu yal nızca konuşma diline bakılarak saptanabilen topluluklar için
anadil, korunması gereken gü zel bir renktir. Çünkü etki alanı kendisiyle sinirlidir ve kendi di namiğinden kaynaklanan yaşa ma gücü ancak buna elverişli dir. Yaşadığı nesnel gerçeğe bakılarak ulus kavramı içinde değerlendirilmesi olanaksız olan toplulukların, hem kendile ri hem de baskın durumdaki ulusal egemenlik tarafından; objektif, subjektif ve tarihsel ko şulların ulusal taleplerde bulun mayı mümkünsüz kıldığı düşü nüldüğü sürece, genel olarak toplumdaki demokratikleşmeye paralel olarak anadillerini konuşabilme serbestileri ortaya çı kabilir. Bu zaten birçok yerde yasalarla düzenlenmiş olmasa da, beraberinde ulusal talepleri içermediği ve egemen olan ulu sallık kabul edildiği müddetçe bu konuda herhangi açık bir zorlama getirilmiyor. Böyle top luluklar, dillerini araştırma geliş tirme ve kendi içinde yaygınlaş tırma konusunda (örneğin bir İtalyanca gibi) dersaneler düze yinde kurs görünümlü bir eğiti me karar verdiklerinde, toplum daki demokratikleşmeye uygun olarak belki de önlerine hiçbir engel çıkmayacaktır. Bütün ku rumlarıyla demokratikleşemeyen bir toplumda, yukarıda sö zü edilen topluluklarca yalnızca dilini kullanma hakkı öne çıkarı larak toplumun demokratikleş mesi yönünde çaba sarfedildiğini düşünmek çok fazla anlam lı olmayabilir. Çünkü bu hakkın kullanılması önce genel anlam da bir demokrasi mücadelesi verilmesini zorunlu kılıyor. Uluslaşma sürecini yaşayan veya bu süreçte büyük yollar kateden toplumlarda, anadilde eğitimin nasıl olacağı ve nereye kadar olacağı ise bu toplumun siyasal konumu ile iç içe düşü nülerek netliğe kavuşturulacak bir sorun olmakla birlikte; ulus ların kendi geleceklerini özgür ce belirleme hakkı çerçevesin de sözkonusu halkın iradi gü cüyle yaşam alanı bulacaktır. •
GÜNDÜZLER VE GECELERDE İbrahim KARACA
Biz ki çadırlarımızı söküp de geldik Konakladık Muş ovasına Fırat'a ve Dicle kıyısına Oğullarımız vardı büyüttük, kızlar verdik Gelinler aldık, halaylar çektik Hısımdık ezelden, akrabaydık El salladık Dalampar'dan Botan'a Beyaz tüylü koyunlarımız, kuzularımız Çocuklanmız vardı daha güzeli, çocuklarımız Havar lele havar le Uçaklar geldi kara gövdeleriyle Çürüyen kokusuyla yağdı kimya Kesildi feri gözlerin, sustu dil Artık ne yürek sızısı var genç kızların Ne bıyık buran delikanlılar İnsan etiyle doldu çukurlar Yüzün sarı Sevre Kadın, neden sarı? Sararmaz mı ki yapraklar Yitirince ilkbaharı. Bakışların Sevre Kadın, bakışların? Bilmez misin göçmen kuşlar Habercisidir kışların. Kocan nerde Sevre Kadın, kocan nerde? O şimdi savaşıyor Gündüzler ve gecelerde Çocukların Sevre Kadın, çocukların? Acısı oldular artık yüreğimdeki dağların Bin yıllardır ektik biçtik bu toprağı yemedik yedirdik, içmedik içirdik Ne yangın, ne deprem Sökemedi, sökemez de ektiğimiz başağı T A V I R
9
KÜBA İZLENİMLERİ Elif Sumru GÜREL
M
erhaba Küba, düşler ülkesi merhaba... Koku su dolsun genzi me. Küba'nın kıvılcımlansın renk leri gözlerimde; tadı büyülesin beni Küba'nın. Küba özgürlük demek. Özgürlüğe merhaba. Kucak dolusu sevgi taşıyorum sana Küba, binlerce öpücük yanağına bizim barikatlardan. Merhaba direniş ülkesi merha ba. Camagüey'e geldik sonun da. Tam 12 saat sürdü yol. Da ha da bir saatlik uçak ye ardın dan birbuçuk saatlik araba yolculuğumuz var, Havana'ya ka
10
T A V I R
dar. Çok küçük bir havaalanı burası. Asıl ineceğimiz yer olan Varaddeno'dan önce, burada inecek yolcuları bırakıyor uça ğımız, ilk notumu burada alıyo rum defterime: "Çok sıcak." İlk karşılaştığımız Kübalılar, hava alanı personeli... Aşırı güleryüzlüler. Sürekli el sallıyorlar. Çevrelerinde ananas ağaçları. Havaalanının henüz yollarının yapımı bitmemiş. İCAP (Küba Uluslararası İlişkiler Komitesinin davetlisiyiz. 3 gün katılabileceğimiz bir hafta süren bir kongre için Küba'da yız. 23 ülkenin demokrat, dev rimci insanları bir araya gelip, Küba'nın sorunları üzerine tartı-
şaçağız. ABD ambargosunun etkilerini, bu ciddi problemi aşa bilme yollarını tartışıyoruz. İlk gün sıcak çarpıyor. Soğuk bir ülkeden gittiğimiz için, yanımız da serin tutacak fazla giyecek yok. Güneş altında durulmuyor. Birbuçuk saatlik taksi yolcu luğuna 70 dolar ödüyoruz. Pet rol çok pahalı. Yıllık petrol ihti yacı 13 milyon ton olmasına rağmen, 6 milyon ton çıkarabi len Küba'da korkunç bir petrol sıkıntısı var. Deniz kenarların da petrol var, ama çıkartacak, işleyecek maddi olanak ve tek noloji yok. Fransızlarla, çıkan petrolün yüzde ellisini paylaşa cak biçimde bir anlaşma yap mışlar. Bir İspanyol 180 adet Ikarus otobüsü getirmiş. Tabii kullanılmış ve hurda halde. Çin bisiklet yardımında bulunmuş. Yollarda otobüs bekleyen, otos top yapan onlarca insan var. Küba'da ilk yemeğimizi ak şam otelde yiyoruz. Balık, pilav ve bolca meyve; portakal ve greyfurt. Ekmekler ise hem az, hem de küflü. Ülkede buğday yetişmediğinden ekmeği ithal ediyorlar. Küflü kısımlarını ayık layıp yiyoruz. Yemekten sonra, Yazarlar Birliği Başkanı'nın konuşacağı toplantıya katılıyoruz. Başkan, ülkede kağıt sıkıntısının oldu ğunu, Partr'nin merkez yayın organı Garanma'nın sadece 4 sayfa çıkabildiğini ve diğer ya yınlarda da azalma olduğunu anlattı. Emperyalistler, Küba'lı yazarlara daha iyi yaşama ko şulları vaadederek Küba'dan kaçmalarını sağlıyorlarmış. Bir çok yazar, ambargodan sonra ülkeyi terk etmiş. Daha önce yapılan progra ma göre sabah erkenden tarla lara gidip çalışacaktık. Fakat delegeler buna itiraz etmişler. İCAP da biz gelmeden önce ya pılan bir toplantıda, çalışma programını iptal ettiklerini açık lamış. Bunun üzerine tüm dele geler yerlerinden sevinçle fırla yarak, kararı alkışlarla ve "Yihhu!" sesleriyle karşılamışlar.
Bunu duyunca bir yandan çok öfkeleniyorum, bir yandan da tarlalara gidemeyeceğim için üzülüyorum. Ertesi sabah tüm delegeler le birlide kahvaltı yapıyoruz. Bir köşede süt termosu var. Önün de de bir yazı: "Sütü çocuklara bırakın." Çok fazla kişi dikkat etmiyor bu yazıya..Kahvelerine boca ediyorlar sütü. Bugün Moncado baskının da yer alan savaşçılarla, gerilla-
suz yemeklerden, herşeyden. Sanki tatile gelmiş gibi bir hava seziliyor çoğunda. Kimileri, top lantıya katılma yerine kendini havuzun serin sularına bırak mayı yeğliyor. Gerillaların bulunduğu yere geldik. Onlarla görüşmeden önce yemek yiyoruz. En lüks yemeklerini sunuyorlar bize: "Domuz kızartması". Yemekten sonra, Granma gazetesinden biriyle röportaj yapıyoruz. Yo
larla görüşeceğiz. Büyük bir he yecanla bizi götürecek otobüs lere biniyoruz. Yedi otobüs yol alıyor. Yol, yaklaşık 1 saat sü rüyor. Bu arada bazı kişiler ho murdanmaya başlıyor: "Hem 'benzin yok' diyorlar, hem de 7 otobüsü 1 saatlik yola götürü yorlar. Onlar gelseydi ya bizim olduğumuz yere." Bazı delegeler, kongre bo yunca herşeyden şikayetçi olu yor. Sabunun, dişmacununun olmayışından, aşırı sıcaktan, rahatsız otobüslerden, çeviri sı kıntısından, ekmeklerden, tuz-
rum'u anlatıyorum ona. Anlat tıkça şaşırıyor. Vakti az, ama anlatacaklarım çok. Müzik anla yışınız diyor, yaşadıklarınız di yor, zamana sığmıyor kelimele rim. "Hiç Durmadan"ı hediye ediyorum. Türkiye'de böylesine örgütlü sanatçıların bulunduğu nu, baskıların bu denli yoğun olduğunu, Türkiye'de bir dev rimci hareketin böylesine mü cadele ettiğini bilmiyor. Öğren dikçe şaşırıyor, şaşkınlık sevin ce bırakıyor yerini. Herşeyi ya zacağını söylüyor. Çeviri yapanlar da hayranlıkla izliyorlar
T A V I R
11
Che'yi anlatıyor. Gerilla Fidel'i anlatıyor. Anlatırken yeniden yaşıyor sanki. Zaman zaman gözleri doluyor ama hep neşeli. Ona savaşan hareketimizin bayrağını hediye ediyoruz. Bu sefer gözyaşları duramıyor ar tık gözünde, bırakıyor. Alıyor bayrağımızı, zafer işareti yapa rak objektiflere poz veriyor. Gö ren geliyor. Kalabalık bir grupla poz veriyoruz. Herkes bayrağın ucundan tutmak istiyor. Geride kalıyorum. Bir Alman kolumdan tutuyor, öne geçiriyor. "Asıl sen tutmalısın" diyor. Küba'da ya şadığım en güzel günlerden biri bugün. Tanıdık bir şarkının melodi si geliyor kulağıma. Sesin geldi ği yere gidiyorum. Evet Kü ba'nın "Cemo" parçası bu. "Commandante Che Guevara" Bildiğim kadarıyla eşlik ediyo rum dört Kübalıya. Sayımız git tikçe artıyor. Delegeler yavaş yavaş birikiyor çevrelerinde. Herkes hep bir ağızdan söylü yor: "Commandante Che Gu evara" Gitarı ustaca kullanıyor lar. Vazgeçilemeyen ikinci alet leri bongo. Bir Alman delege yanıma geliyor. "Bu parçayı mutlaka kasetinizde söylemeli siniz. Bu parça ancak size yakı şır." diyor. Bu parçayı Küba'da kaldığım süre boyunca defalar ca duyacaktım.
bizi. Gururlanıyorum. "Son me sajınız" diyor: "Dünyayı bir kez. de Türkiye'den sarsacağız" di yorum. "Hem de yakında" İşte gerillalar! Dimdik duru yorlar karşımızda. Göğüslerin de onlarca madalya. Delegeler beşer onar gruplar halinde, bir bahçede teker teker yakalayıp sohbet ediyorlar. Her gruptan kahkahalar yükseliyor. Bir gru bun yanına gidiyoruz. Gerilla
1 2
T A V I R
Ertesi sabah erken kalkıyo ruz. Otobüsler iki gruba ayrıl mış. İlk grup, bioteknik labora tuarını incelemeye gitmek iste yenler için. İkincisi ise, Çernobil'den etkilenen çocukların te davi edildiği hastaneye gide cek. İkincisini tercih ediyoruz. Kısa bir yolculuktan sonra has taneye geldik. Ukraynalı çocuk lar bahçede karşılıyorlar bizi. önce konuşma yapıp, ardından pasta ikram ediyorlar bir tepsi de. Çocuklarla beraber içeri gi riyoruz. Bir toplantı salonundayız. Kübalı doktor sahnede dialar eşliğinde hastanenin çalış malarını anlatıyor. 12 bin çocuk ve 3 bin orta yaşlı insan tedavi edilmiş şimdiye kadar. Şu anda
da 3 bin çocuk bulunuyor has tanede. Bir çoğu kanserli, ölü mü bekliyor. Ancak psikolojik tedavi uygulanmaya devam ediliyor. Rusya'dan, Ukray na'dan, Peru, Brezilya gibi ülke lerden buraya tedaviye gelini yor. Birçok çocuğun ailesi yok. Onlara, gönüllü çalışan anneler bakıyor. Hastanenin 1 milyar 200 milyon dolara ihtiyacı var, çok acil. Karşılanabilinir mi? Belli değil. Doktorlar, hemşire ler hep güleryüzlü. Emperya lizm yine oyununu oynuyor bu rada da. Yetenekli birçok dokto ru, çeşitli vaadlerle kendisine çekmeyi başarmış. Doktor sayı sı epeyce azalmış Küba'da. Bioteknoloji ve tıp alanında rekabet edilemeyecek üstün lüklere sahipler. Deri yanıkları, kolesterol ve kalp krizine karşı geliştirdikleri Haçların uluslara rası patentini almışlar. Birçok "tedavi edilemez" denilen has talığın tedavisi Küba'da yapıla biliyor. AİDS'e karşı buldukları bir yöntemi Amerika, "çok pa halı" diyerek reddetmiş ve uğ raşmamış. Kübalı bilimadamfarı ise yıllarca uğraşarak bu yönte mi geliştirmişler ve bir sürpriz hazırlığındalar. Doktorun açıklamalarından sonra deniz kenarına gidiyoruz. Önce, 50 kadar çocuk bize bir karate gösterisi yapıyor. Ufacık bir bebek var. Sırtı tamamen si yah tüylerle kaplı. Bir çoğunun ise saçları dahi yok. Vücutları beyaz lekelerle dolu. Ama çok neşeliler. Hemen yanımıza ko şup boynumuza atlıyorlar. Sım sıkı sarılıyorlar. Bir dans müziği duyuluyor. Elele tutuşup dans ediyoruz. Cıvıl cıvıl bir ortam. Sürekli dans ediyorlar. Sahilde yüzenler var... Vedalaşıyoruz. Ayrılık üzüyor herkesi. ABD'nin ilaca da koyduğu ambargo, birçok çocuğun erken tedavide kurtulma şansını azal tıyor. Birkaç katı fiat ödeyerek ilaç, alet, cihaz ithal ediyorlar. Emperyalizm, insanların yaşa yıp yaşayamayacağını belirti yor.
Bugün yine bir toplantı ola cak. Küba'nın ekonomisini tartı şacağız. Kongre salonunun bahçesinden itibaren bir deği şiklik seziliyor hemen. Birçok Kübalı var çevrede. Bizleri göz lüyorlar. Binanın merdivenlerini çıkıyoruz. İki kişi önümüzü kesi yor. Fotoğraf makinemizi ve vi deomuzu istiyorlar güleryüzle. Veriyoruz birbirimize şaşkın ba karak. İnceliyorlar her yanını. Yere tutup denklanşöre basıyor biri, geri veriyor. Fısıltılar yük seliyor. Bir gariplik var bugün. Herkeste "acaba" soruları. Ola bilir mi gerçekten? Heyecanla nıyoruz. Galiba gelecek! Kim? O mu, gelir mi? Salona gidip yerlerimize oturuyoruz. Herkes ön tarafta oturmaya çalışıyor. Videomuzla biz de öne geçiyo ruz. Toplantı başlıyor. Bir Mer kez Komite üyesi ekonomilerini anlatıyor. Gözlerimiz hep kapı da. 2 saat kadar konuştuktan sonra ara veriyor. Yerlerinden kalkanların yeri kapılıyor he men. Yarım saatlik aradan son ra yeniden toplanıyoruz. Gö züm pencerede. Ve evet, işte uzaktan göründü. Askeri elbise sini giymiş her zaman olduğu gibi. Ne kadar da uzun boylu... Bir alkış tufanı kopuyor. Hepi miz ayaktayız şimdi. Çılgıncası na alkışlıyor ve sesleniyoruz ona: "Viva Fidel!" Gayet mütavazi, sıkılıyor tezahüratımız dan. O da alkışlıyor başı öne eğik. Alkış durmuyor. "Enter nasyonali söylüyor bir delege. Hepbirden katılıyoruz. O da söylüyor. "Yanki no, Küba si" sloganları geliyor ardından. El lerini bize doğru uzatıyor "ye ter" dercesine. Yerimize oturu yoruz. Gözümü ondan ayıramı yorum. Neden sonra yanındakini görüyorum. Bu, Gonzales. Dışişleri Bakanı. Ufak tefek biri ve oldukça genç. Ama "cin" gi bi. Fidel, "ne söyleyeceğim ben şimdi, dur sen ne yazmışsın bakayım" diyor ve Gonzales'in notlarını almaya çalışıyor. Ver miyor Gonzales. Notları çekişti riyorlar. İspanyollar gülmekten
yerlere yatıyor. Çevirmenimiz de aynı durumda olduğundan, ne espirilerin yapıldığını anla yamıyoruz. Kürsüye geliyor. Birçok espiri yaparak süslüyor konuşmasını. Ve birden kesi yor, itiraz ediyoruz neden beş dakika sürdü diye. 1.5 saat sür düğünü daha sonra anlıyoruz. Dilini bilmesek de, anlatımı etki liyor bizi. Yine ayaktayız. Yine alkışlıyoruz. Flaşlar hiç sönmü yor. Yine zor susturuyor bizi. Sıra Gonzaleste. "Senden son ra beni kimse dinlemez" diyor önce, ama Fidel'in ısrarıyla ge liyor kürsüye.
yırtılmış, kanlanmış asker giysi si, çizmeleri, adım atışı bir ka yaya ve elinde silahıyla Che karşımda. Yanında da ona ba karak gülümseyen Camillo var. Dokunmak istiyorum. Güleryüzlü müze görevlisi bir kadın uya rıyor. Çok zor ayrılıyoruz yanın dan. Müze çıkışında kocaman bir defter var. Düşüncelerimi yazıyorum deftere. Ardından "Dünyayı Bir Kez de Türkiye'den Sarsacağız , imzamızı da atıyorum. Ve Grup Yorum için de bir cümle: "Bu Ses Hiç Susmayacak... Asla!"
Konuşmalar bitiyor. "Bandierra Rossa"yı söylüyoruz. Slo ganlar uzun süre devam ediyor. Marşlarla uğurluyoruz onu. Ve kongre bitiyor. Delegele rin bir çoğu ülkelerine geri dö nüyor. Biz iki gün daha kalaca ğız. Hemen Havana'ya gidiyo ruz. Bir arkadaşımız var. Yu nanlı. Stelios. Onunla geziyo ruz Havana'yı. Önce Devrim Müzesi'ne gidiyoruz. Ameri ka'nın keşfinden günümüze ka
Lenin Parkı'na doğru gidiyor taksimiz. Şehrin bayağı uzağın da. Bu parkı ve Lenin'in anıtını Sovyet Devrimi'nden hemen sonra Küba halkı yapmış. Ve Devrim Meydanı. 1 Mayıs kutla malarının, çeşitli büyük konuş maların yapıldığı meydan. Ve Jose Marti'nin heykeli görünü yor uzaktan. Heykele doğru yö neliyoruz. Polisler, ıslık çalarak yaklaşmamamız gerektiğini söylüyorlar. Nedenini soruyo ruz. Heykelin arkasında Merkez
dar her şeyin anlatıldığı bir mü ze. Odaları geçtikçe; şehit re simlerini gördükçe, Moncada Kışlası'nın ve baskının strateji sinin maketini gördükçe, kendi müzemizi düşlüyorum. Ve bir den onunla karşılaşıyoruz. Çok şaşırıyorum önce. Çığlık atıyo rum. Stelios gülmeye başlıyor. Bir maket bu. Ama gerçeğe ne kadar da benziyor. Bana bakı yormuş gibi geliyor. Uzun saç ları, karartı yüzü, çamurlanmış,
Komite Binası var. O sırada toplantı yapılıyormuş. İlk kez bir polisin sözünü dinliyorum, karşı çıkmadan. "Ernest Hemingvvay'in sık sık gittiği yer" diye bahsedilen, böyle ünlenen lokantaya gidiyo ruz. İçerden müzik sesi geliyor. Duvarlara her ziyaretçi bir şey ler yazmış. İmzalar atmış. Biz de yazıyoruz duvarlara kanla yazılan, duvarların aşina oldu ğu "Haklıyız Kazanacağız" di-
T A V I R
13
yenlerin umudunu. O akşam bir Kübalı bayanın evine gidiyoruz. Yemeğe davet liyiz. İki İspanyol, iki Şilili, bir Yunanlı ve biz üç Türkiyeli bir aradayız şimdi. Büyük bir coş kuyla karşılıyor bizi Deborah.
Yemek yapacak malzemesinin olmadığını, yalnızca pilav yaptı ğını ama bu pilavı da sevgiyle yaptığını söylüyor. Stelios alış verişe gidiyor, evde Deborah ile beraber kalan Alman bayanla. Gelen malzemelerle yemek yapmamız üç saati buluyor. Çünkü evde gaz yok. Tek ocak la önce ekmek yapıyoruz Guetamala unuyla. Sonra kıymalıpatetesli özel bir Küba yemeği yapıyoruz. Ve tabii ki muz kı zartması. Yemeğimizi yerken, Oeborah'ın erkek kardeşi Ernesto geliyor eve. Saatlerce sohbet ediyoruz. Ernesto, Dev rimi Savunma Komiteleri içinde çalışıyor. Ayrıca 3-4 evin biraraya gelerek kurduğu mahelle komitelerinde de faaliyet yürü tüyor. Bu komiteler mahellenin yol-su-elektrik ve temizliğinden sorumlu. Bu komitelerden mec lise kadar uzanan bir seçim sis temi var. Ülkede oldukça yaygın olan fuhuş üzerine bir soru geliyor. Deborah yanıtlıyor. Fuhuşu
14
T A V I R
özellikle 15-30 yaş arası kadın lar yapıyor. Çoğunlukla doktor, avukat gibi meslek sahibi ka dınlar yapıyor. Amaç, birkaç dolar fazla para kazanarak ya şam standartını yükseltmek. Özellikle de makyaj malzeme leri almak ve daha iyi görünmek. "Peki fuhuşa karşı mücadeleyi nasıl yürü tüyorsu nuz?" diyo rum. "İkna temelinde" diyor. Evet, turizm bir ülkenin en önemli gelir kaynakla rından biri ama elbetteki tehlike lerini de beraberin de getiri yor. Turizm geliri yıllık 600 mil yon dolar. Buna karşılık fuhuş yayılıyor; buna karşılık gençler emperyalist kültürün etkisi altın da kalıyor. Küba'da devrimcinin en az olduğu şehir Havana. Gelen turistler de Havana'yı çok görmek istiyorlar. Havana oldukça etkilenmiş bu nedenle. Castro bu konu ile ilgili şöyle di yor: "Biliyoruz ki turizm emper yalizmin çıkarına ve onun pis liklerini taşımaya hizmet ede cek. Önlem olarak şöyle düşün dük: Adalara turizm sektörü ku ralım. Turisler, otelde çalışanlar dışında kimseyle irtibat kurma sın ve halka ve devrime zarar verecek herşeyden uzak tuta lım dedik. Ancak Küba'ya ge len, Havana'yı görmek istiyor ve biz bunu engelleyemeyiz. Bu nedenle zararlarını göze almak zorundayız" İnsanların eğitim düzeyi çok yüksek. Coşku dolu ve devrimi her koşulda savunmaya hazır lar. Halk silahlı. Küba'nın karşı karşıya kaldığı sorunları çok iyi
biliyorlar. Umutlular. Küba hal kına, ülkenin yaşadığı krizi an latmak üzere, Küba halkının yüzde yetmişinin katıldığı 12 bin seminer düzenlenmiş. Evet, Küba halkı ülkesinin yaşadığı sorunların bilincinde ve bu so runlara göğüs geriyor. Devrimin kazanımlarını korumaya çalışı yorlar: İşsizlik yok. Halkın temel ihtiyaçları karşılanıyor. Zorluk lar elbette bir süre daha yaşa nacak. Fidel'in çeşitli konuşmala rından derlenen bir kaset izliyo ruz. Biz kasedi izlerken Debo rah uyuyor bir köşede. Hiç ses çıkarmadan bulaşıkları yıkıyor ve ayrılıyoruz evden. Uçak saatimiz yaklaşıyor. Otelin önünden yolcu ediyor bi zi arkadaşlarımız. Şimdi uçaktayız. İnsan, emperyalizmin am bargosunu ve sonuçlarını Kü ba'yı görünce daha iyi anlıyor, öfke, nefret artıyor. Emperyaliz min insanlık dışı yüzü Küba'da gerçeklerle karşı karşıya kalın dığında daha net ortaya çıkıyor. Küba'nın kuşatmayı yarma çabalarını anlamak gerekiyor. Elbette eleştirilecek yanları var. Ama somut ve gerçekçi alterna tifler getirerek eleştirmek gere kiyor. Birçoklarının tekrarladığı soyut formülasyonların, bilme den, görmeden, yaşamadan konuşmanın yani 'hariçten ga zel atmanın' anlamsızlığı bura da daha iyi anlaşılıyor.. Evimize dönünce, Denizli konserinde yaptığımız konuş malardan dolayı ceza aldığımı zı öğreniyorum. Bu konuşma lardan biri Küba ile ilgiliydi. Aynı konuşmayı binlerce kez tekrar lıyor, haykırıyorum "Sosyalizmsiz, devrimsiz, vatansız kalmaktansa ölmeyi tercih eden Küba halkını ve devrimcileri; mücadelemizin ateşi ve sevgisiyle selamlıyo ruz. Yaşasın Sosyalizmi Yaşasın Küba!" •
ünümüzde kişileri "kurtarıcı" olarak görmek, ortaçağın skolastik felsefe sinden çok daha il kel bir görüştür. Çünkü bu görüş, günümüzden baş layıp geriye doğru gidersek, karşımıza şöyle bir tablo çıkar tır: Kişileri liderleştirmek, mutlaklaştırmak, fetişleştirmek, kut sallaştırmak, mesihleştirmek, tanrılaştırmak ve totemleştlrmek. Şimdi bir kişiyi kurtarıcı sanırken ne biçim bir zaman yolculuğu yaptığımız anlaşıldı mı? Ne yazık ki bizim insanımız, rönesansı ve aydınlanma döne mini gerçek anlamda yaşama mıştır. Doğal olarak ulus içinde birey olamamıştır. Bu yüzden de bugünle geçmiş arasındaki zaman yolculuğundan kurtula mıyor. Ne denli özgür düşündü ğüne inanırsa inansın, mutlaka bir kurtarıcıya bel bağlıyor. Ger çek kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu bir türlü göremiyor. Bu nedenle her gelen kurtarıcı mutlaka gideni aratıyor. Halkın yüreğindeki umut nehirleri de hep çöllerde boğuluyor. Bu kez yeni bir kurtarıcı aranıyor. İşin garip yanı şu ki, her ye ni kurtarıcı geldikçe, Tarsuslu Şadi Bey'in bezi değer kazanı yor. Kurtarıcılar çoğaldıkça da Şadi Bey'in değeri yeniden keş fediliyor. Ama, nedense Şadi Bey hiç mi hiç "kurtarıcı" olmu yor. Hep kurtarıcıların arkasın da duruyor. Onları alanlara itip kendisi bez satışının başına ge çiyor. Önünde her zaman bir kurtarıcı bulabildiği için de çok mutlu. Perde arkasında, istedi ğini öne doğru itiyor. Kurtarıcı yıprandığı zaman ise, ortaya yeni bir "kurtarıcı" çıkarıp eski sini kovuyor. Daha sonra orta ca göre, önce kovduğukurtarıcıyı yeniden kurtarıcı yapabili yor. Meğer sen neymişsin be Şadi Bey? Bezlerinle çok yaşa e mi? Sen bez üretmeseydin, bunca çirkef içinde.sen bile na-
G
TARSUSLU ŞADİ BEYİN BEZİ! Adnan Yücel sı temizlenirdin? Ne güzel ölüp gitmiştin. Tar sus'un güzel toprağına gömül müştün. Kleopatra'nın koynun dan çıkıp da İstanbul'da yeni den doğmanın ne gereği vardı. Ne güzel "Şadi Bey'in Bezi" ağızdan ağıza fıkralaşıp deyim leşmişti, İstanbul'da "Solo" ol manın, "Gala" olmanın, "Sel pak" olmanın ne gereği vardı? Bez olarak kalsaydın, hiç ol mazsa "kurtarıcı"ların naylonlaşmazlardı. Yani silindikçe te mizlenmek yerine, her yerimize birden bulaşmazlardı. Senin alacağın olsun Sadi Bey! Ek meğini yediğin, suyunu içtiğin, emeğini sömürdüğün Tarsus'a hep yalan söyledin. İleri sürdü-
ğün her "kurtarıcı"nın adını baş ka başka söyledin. Şu anda Tarsuslular seni hala bez üreti cisi olarak biliyorlar. Bu yüzden de ileri sürdüğün her kurtarıcıyı başka başka adlarla tanıyıp ku caklıyorlar. Yakında senin bez değil de solo, selpak ya da gala ürettiğini anlayacaklar. O za man sen İstanbul'da olduğun için sana ulaşamazlar. Gönder diğin her kurtarıcıyı yine kabul ederler. Bu kurtarıcı, Anado lu'da olduğu gibi "Toros" anla mında "boğa" da olabilir, Hin distan'da olduğu gibi "inek" de olabilir. Ya da Tanrılar döne minde olduğu gibi "baba" da olabilir, Anatanrıçalar dönemin de olduğu gibi "ana" da olabilir. Gönderdiğin "kurtarıcıların" adı ne olursa olsun, şunu unut ma Şadi Bey: Bir gün Tarsuslu lar, gönderdiğin bütün "kurtarı cıların adının "Cafer" olduğunu mutlaka öğrenecekler. O za man sen kendi sonunu kendin düşün. Değişik sıfatlar taşısalar bile hepsi "Cafer" değil mi? Bez Cafer, Solo Cafer, Gala Cafer, Selpak Cafer. Nedir bunların yaşamdaki karşılığı? Yanıtı çok açık: "Netekim Cafer", "Number One Cafer", "Halci Cafer", "Ba ba Cafer", "Ana Cafer". Senin bezinin adı "Solo" olmuş, "Gafa" olmuş, "Selpak" olmuş ne çı kar? Ah Şadi Bey, ah! Bir de şu bezlerini kurtarıcılarından önce üretsen olmaz mıydı? Hiç ol mazsa Tarsuslular, kurtarıcıla rından önce seni temizlemeye zaman bulurlardı.
T A V I R
15
TEMMUZ Tolga KARADENİZ
er bir mağarası nın, ayrı bir pey gamberi konuk et tiği bu şehri geride bırakıp, güneye, o eşsiz ovaya doğru yol alırken, araba nın içindeki sıcak lığın kırksekiz derece olduğunu gösteren termometreye ilişmişti gözüm. Şoförüm ise, sabahtan beri durmaksızın anlattığı efsa nelerden yorgun düşmüş olma lıydı ki bir süredir susmaktaydı. Anlattıklarıyla ilgilenmem onu fazlasıyla mutlu etmişti. Boş ve sıcak bir günde müşteri de bul muştu üstelik. Sıcaklığın verdiği uyuşuk lukla, yaz günü buralara gelme nin yanlış bir seçim olduğunu düşünürken, hızla hedeflediği miz yeri gösteren trafik levhası nın yanından geçince, yerimde doğrulma gereğini duydum, fa kat daha sormama fırsat tanı madan konuştu: "Sana, bu kızıl ovada bir yer göstereceğim."
H " ..."
"Dönüşte uğrarız merak et me, nasıl olsa günün bitmesine daha çok var."
16
T A V I R
Birkaç dakika-sonra, düm düz ve hızla sınıra inen yoldan sağa, taşlı ve doğal olarak tozlu bir aralığa saptık. Arabasına acımadan sürüyordu. Birkaç dakika sonra bu düz ova için yüksek sayılabilecek bir tepe nin üstündeydik. "Bak" dedi, eliyle birkaç yüz metre ilerimizde duran meyve ağaçlarıyla çevrili kulübeyi gös tererek. Sıcak mavi ile kızıl sarı renkleriyle bezenmiş bu yaşlı topraklarda aykırı bir görüntüy dü. Gerçi evin haraplığı olağan sayılabilirdi, ancak çevresindeki yeşilliğin susuz yaza rağmen tazeliği, büyüsel bir leke oluştu ruyordu. İkimiz de, arabanın dışında, kaynatan temmuz güneşi altın da, eve bakıyorduk. "Kim yaşı yor burada, yoksa bir peygam berin evi mi?" "Yok" dedi. "Yaşlı bir kadın, yalnızca yaşlı bir kadın." "Yaşlı bir kadın mı?" Yanıtlamadan, arabaya gi rip iki şişe su getirdi. Rahatça içilemeyecek ölçüde ısınmış bu suyu, inancı bekleyişi ile sına nan bir peygamberin mezarının yanındaki kaynaktan doldur muştu. Yalnızca gerektiğine inandığım için, suyumu içerken, o da yaşlı kadının acılı öyküsü nü anlatmaya başladı: "Büyükler anlatır, bilmeyen de yoktur burada, Temmuzı Ana'nın acı dolu hikayesini. Elli yıl önce, belki de altmış ya da daha fazla. Bugünkü gibi sıcak bir temmuz gününde gelmiş bu raya. Belki bugünden daha faz la sıcakmış... ekin erken toplan mış o yıl, gerçi kimseye de hay rı olmamış. Kötü günlermiş, bu günkü gibi ülkenin her yanı kan gölü imiş. Fırat'ın suları taşır mış insanların kanını da kimse tarlasını acısından sulayamaz olmuş. Herşey bugünkü gibi imiş kısaca... "Buralı değildir Temmuzı Ana, böyle bir günde, dağların dan, sırtında üç aylık bebesiyle, uzun bir yürüyüşün sonunda in miş ovaya. Üç hafta yürümüş
dağ taş demeden inince de dur mamış devam etmiş yürüyüşü ne, genç bir kadın o zamanlar tabii, gücü kuvveti yerinde. Kor kusu da bu kuvvetine delilik katmış. Bu zulüme kendisi da yanmış ama bebesi çaresiz, öl müş. O ölünce de durmuş, ora cığa gömmüş ve oracıkta otu rup kalmış. Yasını tutmuş, yar dıma gelmişler çevreden. İşte bu gördüğün yer... yerleşmiş oraya. Az konuşur, adını bilme yiz, unutulmuş gitmiş. Biz de ona Temmuzı Ana adını taktık." Kısa bir ara vererek ardın dan sorar: "Ne taraftan doğru geldin buraya?" "Diyarbakır'dan" diye yanıt ladım. Başını sallayarak devam etti: "Onun da köyü o taraflardaymış, sonradan öğrendiğimize göre. Eri bir yıl olmuş asker den döneli, bebesi daha yeni doğmuş. Önceden olan iki ço cuğu da ölmüş... Zavallı kadın. Bir savaştır sürüp giderken, kö yü nerdeyse bu savaşın tam ortasındaymış. Kolay değil tabii bir tarafta hükümetin silahlı as kerleri, uçak bile varmış, taa o zamanlarda başlarına ateş yağ dıran. Kadıncağızın köyü de di ğerleri gibi baş eğmemiş hükü mete, acıları duyuyorlarmış ama tanımamışlar henüz. Çok geçmeden sarmışlar köyü, bir süre oyalanmışlar, belki de tes lim olmalarını beklemişler, tes lim olanlar da olmuş, yaşlı ka dınlar ve çocuklarını gönder mişler. Göndermişler gönder melerine ama, daha köyün dışı na çıkar çıkmaz, hepsini tara mışlar makinalıyla. "Geride kalanlar ne yapsın, ağıt mı yaksınlar? Kendi canla rının telaşında. Başlamışlar ça tışmaya. Erkeği... köyün diğer erkekleriyle beraber oraların belki de tek değirmenini kendi lerine siper yapmışlar, kadınlar da birkaç eve dağılıp sırtlarını dağlarına vermişler. Bebeği de. kucağında, bir taraftan emzirirmiş, dualar okurmuş bildiğince bu arada. Derken, erkeklerin
ateşi faydasız, yavaş yavaş gir mişler köye. Ölen oluyormuş askerlerden ama çokmuş sayı ları, çoğalıyorlarmış hızla. Ön ce kadınların bulunduğu bir evi ele geçirmişler. Tek bir ses kal mamış evden. Diğer evden yar dıma koşanları da taramışlar. Hepsini görürmüş Temmuzı Ana. Diğer kulübe de hallolmuş bu arada, değirmende ise sa vaş sürermiş, ortalıkta koyu kan kokusu. Komutanı da görmüş, o ağaların bila "efendim" deyip, etini öptükleri komutanı, "öldü rün hepsini" diye bağırır, tepinirmiş adeta ölülerinin üstünde. Daha kalabalık gelip değirmene bomba yağdırmaya başladıkla rında bağırmaya başlamış Temmuzı, bebek ise sırtında ağlayıp dururmuş. Ağzını ka patmış ebesi, "sus" demiş. "Kaç!", yol göstermiş ona. Bağı rarak koşmaya başlamış, ama onu ne gören ne de duyan ol muş askerlerden. Değirmenden sağ kalanların dışarı taşındığını görmüş geri baktığında, erkeği de onların arasındaymış, her tarafı kan içinde. Dayanamamış kuytudan gözlemiş olup bi teni: "Değirmen ha" diye bağırirmış durmadan komutan, "değir men ha", bir taraftan da yerdeki yaralıları tekmeleyerek. Bütün köy ateş içindeymiş. Kalanların çığlıklarını duymuş. "Ben size değirmene sak lanmayı gösteririm... O mu ko ruyacak sizi benden!" "Bunu söyledikten sonra da, emir verip askerlerine, zar zor iki değirmen taşını da yerinden söküp getirtmiş orta yere, he nüz sağ, zavallı yaralıları da bu taşlarla ezdirerek öldürtmüş. Yürek dayanır mı, bir daha ar kasına bakmadan kaçmaya başlamış ana, dağ taş deme den. Sığınacak bir yer aramış ama nafile. Hangi köye rastladıysa izsiz yolunun üstünde, hepsinde aynı şey; yangın yeri tüm ülke, kangölü. Her bir adı mında -daha bir yıkılmış, daha bir yokolmuş ya, kaçacak, çare
si yok çocuğunu kurtaracak bu zulümden. Aklına koymuş, ak lındaki tek şey de bu zaten, nerdeyse herşeyi unutmuş. Ge celeri sığınmış bulduğu kuytu lara, ot yemiş, çiçek yemiş gün düzleri. Sabah güneşini sol ya nına alarak yürümüş, yürümüş. "Yürümüş yürümesine de bebeği hasta. Ağlamazmış ar tık, gülerek emmezmiş anasını. Rengi, toprak rengi. Uzun gün ler, geceler sonunda inmiş ova ya. Duramazmış korkusundan ama bir bakmış ki, bebeğinden ses soluk yok. Tek umudu da yok olmuş işte o anda. Ağlama mış hiç, "yeter" demiş kendi kendine. "Yeter" deyip çökmüş oracığa. Sessizce gömmüş son ölüsünü. Erkeği, anası, kardeş leri gömülmemiş bile. Acımışlar çevreden, yardım etmişler, bir kulübe yapmışlar, ufak bir bah çe vermişler ona. O günden bu yana kendi kendine yaşamaya devam etmekte. Ektiği meyve ağaçları ise bu ovada, suyu in sanlardan önce bulmuş... İşte böyle geçinir gider... Ama..." "Ama?" Gözlerimin içine bakarak yanıtladı. "Ama, hiç buğday yemez." Söyleyecek hiç bir şey kal mamıştı. Güneşi tüm varlığı ile hisse diyordum. Şişenin dibinde ka lan sıcak suyu da bitirdim. Tek düşüncem, bu yaşlı kadını ya kından görüp, ona dokunabil ekti! "Hadi, fazla geç olmadan dönelim... Daha görecek çok şey varl" Çoktan arabaya bin miş, yerinden seslenmekteydi. Kararsızlığımdan etkilendiğimi anlamıştı ama, etkilemek için anlatmamıştı bu öyküyü, diğer leri gibi. Yanına giderek sordum: "Aşağıya inebilir miyiz? Tem muzı Ana orada mıdır?" "Pek bir yerlere gitmez, ora dadır mutlaka ama senin yanı na çıkmaz."
"Kendi dilinde konuşur o ve senin dilinden olanlarla hiç mi hiç konuşmaz." Geri dönerken, tarihimizin bizlere yüklediği ağır suçun bü yük bir hoşgörü ile verilmiş ce zasını duyumsuyordum. "Boşver" dedi, şoför. Sus kunluğumuz arabamızın, binler ce yıllık üniversite kentine dö nüşüne dek sürdü. Ve bu sus-
kunluğu yine o bozdu. "Bak sa na Temmuzı Ana'nın ağıtını okuyayım." Ve güzel sesiyle kendi dilin de, ağır ağır türküsünü söyle meye başladı: "Düri ra venge tifango yeno, Pite mi newes.o, cizik nece-
no.
Meverve pite mi, meverve, Dismen bervise to hesneno." "Uzaktan tüfek sesi geliyor, Bebeğim hastadır meme emmiyor. Ağlama bebeğim ağlama, Düşman senin sesini işitir." Not: Kürtçe dörtlük Malmisanij'in bir çalışmasından alın mıştır. •
"Neden?" T A V I R
17
NERDE GÖRÜLMÜŞ Nû PELDA
Korku konuyor insandan insana Döl vermiyor gün yarına Ölümün bir adı da susmaktır artık Ezilen, gün ışığıdır Çalınan, alınteri Hiç mi yumruklamadın duvarları Ellerin kırılırcasına Hiç mi depremler yaşamadın beyin kıvrımlarında Yüreğine dar gelmedi mi? göğüs kafesin hiç? Başın önüne düşmüş Bir çığlık at hiç bir şey yapamıyorsan Korkunun ölümü yendiği Nerde görülmüş?..
18
T A V I R
devrimin dili olmaya çalışırken
HERKES TARAFINDAN ANLAŞILABİLİR OLMAK
Hazal TUNÇ
arx, komünizmi "... insanın özüne dönmesi, bilinçli ve gerçekçi biçim de daha önceki gelişimin tüm zen ginliklerini değer lendirmesi" diye tanımlıyor. Devrimciler insanlı ğa sahip çıkarken çeşitli ola nakları değerlendirirler. Sanat bu araçlar içinde en kalıcı ola nıdır belki de. Sanat her şeyden önce bir iletişim aracıdır. Ama bilince ol duğu kadar yüreğe de hitabe den sanatı sadece bir iletişim ve nihayet propaganda aracı olarak düşünmek mümkün de ğildir elbette. Varılacağına inandığımız hedeflere ulaşma da yararlandığımız yüzeysel ve pragmatik bir araç değildir sa nat. Devrimin dili olacak sanatı yaratabilirsek, devrimci söylemi sıcaklaştırır, kitlelere yakınlaştırabiliriz. Sanatsal yansıtma
M
aracılığıyla gerçekliği aşmak devrimci söylemi pekiştirmekle kalmaz dünyaya bakışı da de ğiştirir. Yaşamın temel yaratıcıları emekçi kitlelerdir. Devrim ve yeni dünya da onların eseri ola caktır. Sanatımız onların örgüt lü öncülerine seslenmenin yanısıra emekçi yığınlara yönel mektedir. İşçi, memur ve köylü kitlelere yaşamlarına anlam ka tacak eserleri maletmek istiyo ruz. Sanatımızın ne ölçüde ba şarılı olduğu tartışmalarına mücadele içkideki bütün sanat çılar ve halk saflarında yer atan diğer güçler de katılmalı; halk tan yana yeni eserleri sahip lenmelidir. Devrimci çevrelerde sanat sal düzey kadar "herkes tara fından anlaşılır olmak" da göze tiliyor. Sanatta her türlü anlaşıl-, mazlığa, kapalılığa, çapraşıklı ğa, yapmacıklığa karşı olmak gerekir.
Sanat bir yaşam etkinliğidir. Düşünmeyi, hissetmeyi iş edin miş, dünyayı en yoğun yaşa maya soyunmuş, insanlar olan sanatçıların eserlerinin toplum tarafından anlaşılamaması sa dece sanatın işlevlerini sınırla mış olmakla kalmaz yaşamı da fakirleştirir. Sanatı topluma yabancılaştıran bütün hastalıkla rın mikrobu yine yaşamda ürer. Özel, ayrıcalıklı, seçkin ol ma vb, eğilimler sanatçıyı özerk bir statüyü izlemeye/ edinmeye. itiyor; bu statü de nesnel ger çekliği bir yana bırakarak kap risleri, budalaca eğilimleri toplu ma sunabilme zeminini yaratı yor. Sanatsal faaliyet aklına es tiğini, aklına estiği gibi yapan sanatçılar dünyasını ilgilendiren bir etkinlik haline dönüyor. Kimi sanatçıların "ben böyle düşünüyorum" ya da "ben bunu seviyorum" diyerek toplumun ihtiyaçlarını görmezden gelme si sadece bencillikle açıktana- •
T A V I R
19
maz. Bu bir kültürel yabancı laşmadır. Ama ekonomik, sos yal ve kültürel etkiyle toplum dan kopma isteği değildir sade ce; insani bütünlüğün zedelen mesi, bozulmasıdır da. Bu sa natçılar toplumsal algı, yaşayış ve etkinlikten uzaklaşırken in sani değerlerini de yitirmekte dirler. Toplumsal yapı insanların yaşam sürecinden doğmaktadır yani toplumu oluşturan bireyle rin iradelerinden bağımsız ola rak maddi temeller üzerinde şe killenmektedir. Bir toplumsal bi linç biçimi olan sanat ve diğer bilinçler (din, hukuk v.b), fikirler, tasarımlar hayatın dilidir. Toplu mun üretici faaliyetleri içinde yeralan sanatçıların bilinci de kendi varlıklarından ve faaliyet lerinden soyutlanamaz. Bilinci belirleyen yaşamın kendisi ise yaşamın gelişme seyrine uy mayanın, ondan uzaklaşmakta olanın bir "aldatmaca" olması gerekmez mi? Öyledir de. Top lumun dışına düşüp toplumsal bilincin öğesi, bileşeni olmak mümkün değildir. Yaşam etkin liği içindeki insandan ve bu et kinlikten yani hayatın hareketin den kopmuş, farklılaşmış bir bi lincin kalıcı olabileceği de düşü nülemez. Sosyalistler eskiyi, geriyi, çürüyeni bütün olanakla rını seferber ederek bertaraf et meye çalışırken gerçekte tarih sel koşulların ve üretim biçimi nin dayattığı bir zorunluluğu ye rine getirirler. Bu, toplumsal ya şamı düzenlemek için iktidarı ele geçirirken de, yeni sanatı oluştururken de böyledir. Burjuva sanat kuramcıları nın "... yapılmakta olduğu tarih lerde topluluklara gerektiği dü zeyde bir şeyler söyleyememektedir(1)" diye tanımladıkları "sanat" gerçekte sanat değildir. Aldatmacadır. Halkın, aydınla rın, sanatçıların yapılan işleri anlamaması gerektiğini savun mak, hatta gerekli görmek saçmalıktır. "Üst düzeyde sanat yapmaya çalışarak halkı geliş tirmek yerine, eğitilmemiş hal-
20
T A V I R
Bizim değerli bulduğumuz yaşam içinde anlamı, etkinliği olan estetiktir.Yaşamın akışı dışındaki güzellik neye yarar. 0 halde bizim için estetik olan kullanım değeri ama yüksek kullanım değeri olandır. kın beğenip anlayabileceği re sim yapma"yı suç sayan Özdemir Altan halkı budala yerine koyuyor. Toplumu kendi düze yine eriştirme umudundan caymayanlar çevrenin beğenmesi bir yana kendisinin bile anlayıp beğenmeyeceği sanatı yapabil me yürekliliğini gösterirlermiş. Varın sanat eseri diye ortaya çıkanı düşünün artık. Özdemir Altan sanatsal içe riği yokederken sanatı biçime bile değil, olsa olsa bir biçim öğesine indirgemektedir. Bilin diği gibi sanatta içerik ve biçim bütünsellik içerisinde değerlen dirilen kavramlardır. İçerik biçi min anlamı ise biçim içeriğin cisimleşmiş halidir. Sanatçının kendisinin bile anlamadığı, ya da hiç bir şey anlatmayı amaç lamayan dolayısıyla hiç bir an lamı olmayan bir sözde sanat eseri renk, hareket, ses v.b bir denemeden öte değildir. Yani biçim bile değildir. Elitizm olarak tanımlanabi lecek bu durum sanıldığı gibi sadece burjuva sanatçılarda or taya çıkan bir eğilim değildir. Sovyet Devrimi'nin ilk yılları çarpıcı örneklerle doludur. Dev rimin ilk yıllarında Akademinin başında olan Maleviç "Sıfır-biçim" olarak tanımladığı sanatını Devrim'in sanatı sanmaktaydı. Maleviç'e göre "Suprematizmnesnesiz dünya- insanlık tari hinde nesnelerin, mal ve mülk hırsının yok olacağı yeni bir ça
ğın.... habercisiydi. (Tavır, sayı 13. 8.17)" Suprematist çağda insanlar yaşam kavgası içinde boğuşmayacağı için üstün de ğerler gerçekleştireceklerdi; ya ratıcılık çağı olacaktı suprematizm. Önceki örnekten çok farklı şeyler söylemiş olmasına kar şın Maleviç de elitistir. Çünkü ne zaman erişileceği kestirilemeyecek bir çağa yaşadığı dö nemin koşullarını gözardı ede rek yönelmiştir. Ülkemizde de bir grup aydının sosyalisttik adı na su üstünde kaldığı sanılan bazı eserleri sadece bu yüz den; onları içerik, biçim ve sa natsal işlev açısından bir bütün olarak değerlendirmeksizin ka bul etmelerinin, dergilerinde yer vermelerinin nedeni yukarıdaki anlayışlarla paralellikler kurula bilecek elitist yaklaşımlarıdır. Nesnel gerçeklik bütünüyle sanata yansıyabilir. Sanatsal olan sadece yapısal özellikle riyle diğer üretimlerden ayrılır; defalarca belirttiğimiz gibi sa natsal olan toplumsal praksisin içinde sınırlanmış bir ilgi alanı na ait değildir. Sanatçı nereye bakıyor, nereyi görüyor ye neyi hissediyorsa onu sanatsal bo yuta taşıyabilir. Örgüttü bir alan mücadelesi olarak sürmekte olan sanatsal faaliyetlerimizin niteliği ve etkinliği açısından yoksul emekçi kitleleri kavraya bilir, içerebilir olup olmadağını sorgulamalıyız. Mücadelenin yayıldığı yoğunlaştığı her alan da, yerde, boyutta varolabiliyorsak "mücadele gerçekliği"ni ya şıyor olacağız; onu sanatsal üretime taşımamız da "kolay" olacaktır. Elitizmin panzehiri yaşamdır, mücadelenin kendi sidir. Devrimci sanat halkın ne istediğini kavramaya çalışıp halk için üreten sanatçılardan çok istediği halkın istediğiyle aynı olan sanatçıların eseri ola caktır. Elitleşme, içerik ve biçim açısından ya ayrı ayrı ya da bir likte ortaya çıkabilir. Sanatsal üretim sürecini kolektifleştirme sanatı kemiren bu kurdu yok
edebilecek en önemli önlemdir. Sanat dallarının özelliklerine uygun bir kolektifleşme gerçek leşebilir. Bir tiyatro eseri metin yazımı ve sahneye koyma aşa malarında, bir şarkı besteleme, düzenleme; bir edebiyat eseri konuyu oluşturma ve yayına hazırlama aşamalarında tartışı labilir. Tabii ki sadece sanatçı kolektifleri arasında değil ama alımlayıcıya da ulaşılarak ger çekleşir bu ortaklaşma. Bu ça lışmaların örgütlü bir organizas yonun çabasıyla gerçekleşebi leceğini hatırlatmaya gerek yok. Elitleşme tartışılırken üze rinde en çok durulan öğelerden biri de, hatta edebiyatta üslup kadar önemlisi de dildir. Yüzyıl lar boyunca sayısız kuşağın ça basıyla sadece bir sınıfın yara rını gözetmeksizin bütün toplu mun iletişim aracı olarak yaratı lan dil sanıldığı gibi bir üst yapı kurumu değildir. Üst yapı ve alt yapıdan ayrıdır. Şimdi işbirlikçi oligarşiye hizmet eden dil yarın temel bir değişikliğe uğramaksızın halka ve proletarya dikta törlüğüne hizmet edecektir. Tıpkı teknoloji gibi, makina par kı gibi. Dil farklılaşır ve sadece bir grubun ya da topluluğun jar gonu haline gelirse iletişim ara cı olma işlevini de yitirir. "Ay dınca sözcüklere, anlaşılmaz uydurmalara karşı çıkışımız, toplumdan uzaklaşmaya, özel leşmeye karşı çıkışımızdandır. Dil alt yapıdan üst yapıya kadar bütün çalışma alanlarına ve insani etkinliklere doğrudan bağımlıdır. Onun için yeni bir toplum kurmakta olanlar yeni etkinlikleriyle dili de sözcükler açısından zenginleştirecekler dir. Aynı zamanda yeni toplum hakim oldukça bazı eskiye ait sözcüklerin daha az kullanıla cağı ya da unutulacağı söyle nebilir. Eğer dili ve dilbilgisini değiştirmek ihsanın yararına ol saydı şüphesiz sosyalistler bu nu yapmakta tereddüt etmez lerdi. Ama görülüyor ki böyle yapılsa tam tersine istenmeyen
sonuçlar doğacaktır. Dil aristokrat budalalıkların dan dolayı feodaller için, ticari çerçevede de kapitalistler için önemlidir. Sosyalistler içinse in sanların düşünce iletişimini sağladığı için önemlidir. Düşün ce alışverişiyle, yaygınlaşması olmaksızın toplumsal hayatın kolektif organizasyonu gerçek leşemez. Hatta maddi üretim bile anlamsız hale gelir. Dil dü şünce alışverişine aracılık ettiği anlamıyla aynı zamanda toplu mun mücadele aracıdır da. Dil deki yabancılaşma düşünce ile tişimini sınırladığı için mücade lemize zarar verir. Ama herkes çe anlaşılır yalın bir dil, özellikle edebiyatta basit, kaba bir ko nuşma diline, iletişimine de in dirgenemez. Böyle olunca belki sınıfa yabancılaşmayız ama güdükleşir, etkisizleşiriz. Edebiyat dil ustalığıdır. An cak sadece söz değildir; ne söylediği, ne istediği de önemli dir. Bir şey söyleme ihtiyacı ol masaydı söz de olmazdı. Söz anlamdır, yaşama ait olanı an latır. Dilbilgisi ise insanların dü şüncelerini maddi bir kalıba döktüğü bir dilbilim aracıdır. Ba zı küçük burjuva edebiyatçıların "dili yırtma, dilbilgisi kurallarını bozma" çabaları, anlaşılabilir olma yerine edebiyatın özüne ters düşen bir özel olma hasta lığıdır. Bizim söze, söz dizimine göstermek zorunda olduğumuz özen pozitif bilgi, düşünce ve duyguları yaygınlaştırma iste ğinden kaynaklanmaktadır.
Dünya her günle birlikte yeni den doğmaktadır. Yüzyılların biriktirdiği mirası da değerlendi rerek yaratıcı yeteneğimizle ge leceğe fiilen katkıda bulunabili riz. Sanatsal düzeyi gözetmeli yiz. Sanatsal olanı da kendi es tetiğimizi tanımlayabildiğimiz öl çüde tespit edebiliriz. Bizim de ğerli bulduğumuz yaşam içinde anlamı, etkinliği olan estetiktir. Yaşamın akışı dışındaki güzel lik neye yarar. O halde bizim için estetik olan kullanım değeri ama yüksek kullanım değeri olandır. Sanat alanından yeni ya şamın doğuşuna kalıcı etkileri olabilecek eserlerle katılmalı yız. Grup Yorum müziği ve mü cadeleci tavrıyla dostlarına ve düşmanlarına karşı sosyalistleri başarıyla temsil etmektedir. Grup Yorum'un sanatı yeni dünyanın dönüştürücü estetiği ne, mücadeleci estetiğe çarpıcı örneklerle doludur. Müzik ala nındaki diğer grupların ve tiyat ro ve başka sanat dallarındaki çalışmaların yanısıra TAVIR Dergisi'ni de bu yönde atılmış bir adım olarak sunmaktayız.
Kasimir Maleviç'in süprematist bir eseri/ 1920
Sanatta yabancılaşmaya, elitleşmeye karşı çıkmalı ama basitlikten ve kabalıktan da ko runmalıyız. Emekçilerin eğitim siz oluşları ancak hep aynı ve basit biçimlerle onlara ulaşılabi lir gibi yanlış bir varsayıma yol açmamalı. Emekçiler kendileri nin olanı, kendi için olanı anla makta gayretlidirler. Karmaşık bir yaşam gerçekliğini ve müca delenin ortaya çıkardığı yeni ye üstün olguları eski ve basit bi çimlerle yansıtmaya çalışmak sanatımızı güçsüzleştirecektir.
T A V I R
21
NÛ JİYAN
22
aprakların toprak analarıyla kucaklaş ma zamanıdır. Gü neşin dinlenme za manıdır bulutların ardında. Dışarda rüzgar yüzleri, be denleri kamçılıyor. Fiskaya'ya, şehre sis oturmuş. Yan tarafta kara bulutlar süpürüyor dağların doruğunu. Ba-
Y
ömrümüz serpilmiş kurşunlara
T A V I R
kımlı binalar, özenle yetiştirilen ve tellerle çevrelenmiş yer yer karanlığa, toz, toprak, çamur halka bir ferman gibi yazılmış bu şehirde. Dolmuştan buğulu camın ardından gözlerim okşuyor tüm bunları. Ve sıra sıra çadırlar, bembeyaz pamuk tarlalarında serpilmiş işçiler. Çadırlar ve pamuk tarlaları. Dört sonbaharımı çalan çadırla ra takıldı durdu gözlerim. Tek rar yaşadım dört sancılı, ça murlu sonbaharı. Soğuğun bı çak gibi bedenleri kesişini duy dum yüreğimde. Yan yana ku cak kucağa uyandım kardeşle rimle, şafağın ilk kızıllığıyla, ilk çiğ tanelerinin yaprakları yalayışıyla. Güneşin Çukurova'da uzanmış tarlaların kıyısında. Az ötede ağaçlar sıraya gir miş selamlıyor Dicle'yi. Ağaçla rın arkasında, sislerin arasında kucak kucağa saklı evler. Seyre dururlar on saat boyunca her gün pamuk işçilerinin tarlalara yayılışını. Çadırların işçilerin
doğaya karşı direnişini. Fiskaya'nın altında beyaz bir çarşaf gibi serilen pamuk tarlalarını. Tarlalara indim, aktım işçi lerle birlikte pamuk tarlalarına. Gün gözlerini daha oğuşturmadan halkım düşer tarlalara. Ek mek kazanmaya. Yaşam savrulur kardan beyaz pamukların arasına. Sabah vakti çiğleri taşır yapraklar. Yapraklardan ihsan ların ellerine, eteklerine, ayak larına siner. Soğuk ciğerlerine işler. Her birinin parmakları odun kesmiş çalışmaktan. Her bir parmak odun parçası, her bir yürek bilenmiş acılarda. Belleri iki büklüm serpilmişler tarlalar da, acılarda. Yarınların sahibi yorgun, emekçi, nasırlı ellerinde doğar aydınlık günler. Hayatınız çırıl çıplak bırakılsa da yüreğiniz acılarda büyür. Yüreğim beni çadırlara gö türüyor. Çamurların, dumanla rın arasındaki çadırlara. Gözleri soluk, kanı yüzünden çekilen, bir kadın karşıladı beni. Yüreği ni boşaltmaya daldı: "Göz gözü görmezken dü şeriz yollara çoluk çocuğumuz la. Gözlere hala uyku konmuş ken varırız tarlalara, çalışmaya başlarız. Her bir pamuk buz parçası, üzerinde donmuş çiğ ler yapışır her tarafımıza, öğlen vakti beyinleri eritir güneş. Günler, geceler, aylar devi ririz her yıl bu tarlalarda. Ölü toprağa can veririz. Göz bebek lerimizin gülüşü hala donuk, yü zümüz hala solgun. Her gün on saatimizi bırakı rız bu pamukta. On saatin ver diği yorgunluk bir kurşun gibi çöker bedenlerimize. Zulmün kanlı pençesi bağrımıza sapta nır her gün. Ay giydirmişken ışığını ağaçlara, çadırlara kana kana yudumlarken ay ışığını canlar, uzaktan, karanlığın içinden si lah sesleri duyulur. Biliriz ki dip diri ele geçirdi bir yer, ölü terk edildi. Ağzı karadır günlerimi
zin. Her yana ölüm sesizliği çö ker. Pamuklara, çadırlara, Dic le'nin suyuna varana dek. Biliriz ki Güneşin düşmanları kana su samışlar yine.Ellerindeki kur şunlarla çalarlar ömürleri bir bir. Ölümün soluğunu ensesin de hissediyor ülkem bilirim. Bili rim soluğumuza bile hançer çe kildiğini. Bilirim ömrümüz serpil miş kurşunlara. Bilirim de, biliriz de bir lokma ekmek uğruna, ço luk çocuk için susarız. Tarlalarda, fabrikalarda az sönmedi direnen hayatlar. Ba zen canımızdan bir parça düştü karanlığın orta yerine. Öfke alevlendi ardından. Ağa zinciriyle bağlı kolları mız dilimiz. Bu zincirler kırılır el bet. Dağlara giden yollara düş mekten başka ne kalır geriye. Umut dimdik ayakta buralarda. Zamanı geldi de geçti dağlarla buluşmanın. Bu dönem çarktan bekle miştik bir ışık. Güvendiğimiz dal elimizde kaldı. Gayrı yetişir susmak. Bundan böyle susmak yok ağaya, beye, karanlığa. Yoksul ama onurlu bir hayat doğuyor yüreğimizde. Kaç kadın ana oldu tarlalar da, kaç bebeğin üstüne doğdu gün, ekinlerin ve aydınlığın orta yerinde bilir misin? İşte böyledir bizim ekmek kavgamız. Dicle'yle birlikte akar yüreğimiz uçsuz bucaksız, sı nırsız bir dünyaya." Biran gözlerim ateşle müca dele edip, ekmek pişirmeye ça lışan yaşlı kadına takıldı. Gü neş saçlarıyla birlikte üstündeki çiçekli basmayı ve ömrünü ağırtmış kadının. Söze girdi genç kadın: "Dışarda aleve söz dinlet mek zordur bu rüzgarda. Rüz gar oynar bizimle. Yemek nasıl yenir, nasıl uyuruz ben de bil mem yorgunluktan." Canım yüreğimden çekilir tüm bunları duydukça. Yüreği me ateş versen ateş almaz. Aç, hain, sinsi karanlık kapaklan mış emeğin üstüne. Damarları ma işler bu insanların direnci;
dağlarla atar yürekleri bu İnsan ların. Ülkemin dört bir yanında, uzak kardeş ülkelerde senin gi bi insanlar ezilir bu balyoz gibi ağır acılar altında, birlerce yü rek atar senin yüreğinle gün ışı ğına susayan. Bir yandan makinalar öğü tür insanları. Tırpancılar vardır bir de makina yerine kullanılan. Ellerinde aydınlık güzel günler taşıyan. Gözlerinde açılır tüm çiçek ler, tüm aydınlıklar. Gülüşün sert kayalıkları eritir. Karanlığı devirir yarınları taşıyan nasırlı ellerin. Umut, sevda, dağlar ta şır bu eller. Bu günün yarını beslediği gibi dağlar besliyor Dicle'yi. Ka ranlığı yararak günü doğurur Güneş. Dağlardaki fidanlar bir lerce beden içinde bir yürek ta şırlar. Geceyi titretir, devirir ka ranlığı çocukların kanlarına dağlar yazılı. Bak ülkem umut kokuyor buram buram. Yayılıyor dört bir yana. Dağların kokusu sinmiş ülkemin yüreğine. Bak Dicle doğrulmuş dağlara düşmüş. Dümenler kırılmış her yandan dağlara düşmüş insanlar. Yü rekler kenetlenmiş birbirine. Güneşin taze kokusu yayılmış ülkeme. Işığa silah sıkanlar sığınak larında şimdi. Korku kuşatmış yüreklerini. Kopardıkları her çan gözbebeklerine oturur. Tu tunacak dalları kalmamış. Son bir umutlu bir samana yapışıp durmuşlar. Dört bir yandan de niz kaplamış geceyi. Gün ışığına hançer çeker ken, gökkuşağının rengini sol durmaya çalışırken senin gibi dağ yürekliler çıkar karşılarına elbet. Bir düş yollara yarının ger çek sahibi, bir düş yüreğinin or ta yerine. Dört yandan ellerini tut insanların. Haykırışı yıksın karan lığı...
T A V I R
23
ARAMAYIN BAŞKA YERDE CEMİL ALTUNKAYA
Ezgileri ağlatmayın Yanakta gülüş solmasın Sevda kırık sıla gurbet olmasın Ezgileri ağlatmayın Türküleri yaban ele atmayın Elini ver güzel dostum Ağıt yakmaz koca tarih ayrılığa Şimdi kaç çocuk dillenir ölümün kar ikliminde Kimbilir Bir suskuya bilendiysek ne olmuş Ne olmuş taş kesildiysek bir mevzide Bir çiçeğe can olduysak Bıraktıysak kendimizi yüksek bir dağın koynunda Ne olmuş? Biz ki soluklanan günün içinde saklıyız Aramayın Sormayın yerimizi Bir umuda yürüyenler Bir umudu büyütenler Her sabah tan atışında Görecekler bizi...
24
TAVIR
DİCLE Sevcan Dicle'den yana akınca gözyaşlarım Bir çavlan serini iner içime o an,ürperirim Sen ki namerde yüz çevirip bakmadın Sularına yiğit kanı katıp akmadın
Dicle
Ah Dicle Bir kayıp adrese ad olmasın adın Dur hele şöyle Bilirim, kavuşmak istersin bir an önce O büyük denizlere Ama n'edem yürek bu. başkaldırmış sinsi, yitik gecelere Dicle Ah Dicle Ateşin harlamıştır bir kez yüreğimi Ne yapsam faydasız artık Göğsünün içine al beni de...
TAVIR
25
lar. Bense bütünüyle uzaklaşı yorum bulunduğum mekandan. Camın buğulanmasını önlemek için nefesimi sakınıyorum. Mu rat Mahallesi'ni dolaşıp asfalta çıkmak üzereyiz. Köşedeki bina gözüme ilişiyor. Tanıdık bir yer burası.
içimizdesin Pınar ARDA ylardan Şubat. Zorlu kış günlerinden birini yaşı yor İstanbul. Bugün uzun bir aradan sonra mahkemeye çıkacağız. Arama mahallinde kelepçelerimiz bağlanıyor. Ve demir kapı açılıyor, ilk adımları mızı atmamızla birlikte rüzgarla uçuşan kar tanecikleri yüzümü ze vuruyor. Askerlerin arasın da, bineceğimiz ringe kadar yüz yüzelli metre kadar karlara ba sarak yürüyoruz. Yıllarca beton üzerinde yürüdüğümüzden bi raz yabancılaşmışız kar üstün de yürümeye. Ringe biner binmez dışarıyı izleyecek en uygun pencereyi seçiyorum kendime. "Güvenlik" nedeniyle küçücük bırakılan pencerenin yarısını da kar ka patmış. Yine de açık kalan bö lümden İstanbul'u izlemeye ka
A 26
T A V I R
rarlıyım. Koltuklara dayanıp el lerimle sıkıca tutunuyorum. Ringin sarsıntısına rağmen dı şarıdan gözlerimi kaçırmamaya çalışıyorum. Cezaevinin dış ka pısı açılıyor ve Sultanahmet'e kadarki yolculuğumuz başlıyor, iki günlük kar yağışı, trafiği al tüst etmeye yetmiş bile. İstan bul'da yaşamayı çile haline ge tiren o korkunç trafik şimdi tam bir keşmekeş. Bizim zaman so runumuz olmadığından pek ha yıflanmıyoruz bu duruma, İs tanbul'un bütün kiri, düzensizli ği bembeyaz bir örtünün altında sanki. Hızlı adımlarla kardan kurtulmaya çabalayan insanla rın dışında pek kimse yok so kaklarda. Araçların birçoğu yol ların kenarına sahipsiz bırakıl mış. Kaplumbağa hızıyla ilerli yoruz. Diğer arkadaşlar sigara larını yakıp sohbete başlamış
"Birahanenin kapısından kendimden emin biçimde içeri giriyorum. Böylesi yerlerin ya bancısı olmadığım havasını yansıtan adımlarla boş olan masaya oturup garsona sesle niyorum. Birazdan, randevu verdiğim arkadaşla buluşaca ğız. O günkü işimi gerektiği gibi yaptığım için rahat ve huzurlu yum. Önemli bir eylem öncesi titiz bir çalışma içindeyiz. Kapı açılıyor ve arar gözlerle birinin girdiğini görüyorum. Tamam bu bizim Ferit. Beni gördüğünde sanki bir tesadüfmüş gibi şaş kınlık ifadesini yüzüne kondu rup tokalaşmak için elini uzatı yor. Ben de bu görüntüyü ta mamlayan hareketler yapıyo rum. Hemen çalışmamızın aynntılarına giren koyu bir sohbe te başlıyoruz. Ve sonra karşı lıklı birer bardak bira yudumlayıp tekrar buluşmak üzere ayrı lıyoruz." Topkapı asfaltının geliş yö nü biraz daha boş gibi. Bizim bulunduğumuz kısımda araçlar birbirine girmiş, ilerlemesi ol dukça zor. Bu durumdan asker ler de hoşnutsuz. Resmi araç olmanın avantajlarını kullan mak amacıyla sirenleri açıp ka pıyorlar, ancak yapacak fazla bir şey yok. Ringteki subay öf kesini ifade eden sözler söylü yor. Camın ardındaki özgürlük beni çağırıyor. Çelik kaportayı parçalayıp çıkabilsem ne güzel olurdu. En küçük bir çıkış olsa soluksuz bir koşuyla kaybolup giderdim diye geçiyor aklım dan. Ring ani bir firenle yavaşlı yor. Aynı anda yanımızda bir minübüs, yol kenarında biriken ve belli ki uzun bir aradan sonra araç bulmanın sevincini yaşa-
yan insanları almak için duru yor. Yolcular minübüse bir çır pıda biniyorlar. Ancak minübüs kar nedeniyle bir türlü hareket edemiyor. Şoför gaza bastıkça araç patinaj yapmaya başlıyor. Yolcuların büyük kısmı araçtan inip minübüsü iterken, muzip bir gülümsemeyle olanları izliyo rum. "Akşam on yıldır tutuklu olan bir tutsağı tahliye edece ğiz. Hepimiz oldukça coşkulu yuz. Diğer siyasi yapıların da katıldığı uzunca bir tahliye töre ni yapıyoruz. Halaylar, türkü ler, marşlar birbirini izliyor. Tahliyeci arkadaşı kavgaya, sıcak mücadeleye göndermenin mut luluğunu yaşıyoruz. Halay çek mekte nazlananlar bile durmak bilmiyor. Geç saate kadar sü ren tahliye törenini son kucak laşmalarla bitirip koridordan ko ğuşa giriyoruz. Gece yarısı ha berlerini izlemek için TV'nin düğmesine basıp hep beraber izlemeye başlıyoruz. Spikerin "Sayın seyirciler İstanbul'da..." diye başladığı haberlere kulağı mız duyarlı. Atılım yıllarının düşmanı sarsan eylemlerini duymaya hazırlıklıyız. Ne var ki bu kez kötü bir haber dökülüyor spikerin dilinden. "Teröristlerin DMO'ne saldırısı sonucu bir çok resmi araç tahrip oldu. Sal dırıyı gerçekleştiren iki terörist olay yerinde öldü." Birden irkiliyoruz. Birlikte tutsak düştüğü müz yoldaşlarla göz göze geli yoruz. "Bu eylem kesin bizim dir, peki ölenler kim olabilir?" sorusu saplanıyor beynimize. Bütün TV kanallarındaki haber leri peşi sıra dolaşıyoruz. Hiç birinde başkaca bir ayrıntı yok. "Yarın... yarın gazetelerden öğ reniriz." diyoruz. Dışarıdaki yol daşlarımız aklımıza geliyor tek tek... Hayır! Kimseye yakıştıra mıyoruz ölümü... Bütün gece uyuyamıyoruz. Sabah gazetelerini sabırsızlıkla bekliyoruz. Alınan tüm gazeterde eylem var ancak isim yok. Yine belirsizlik ve net haber alamamanın çaresizliğiyle erte
si günü beklemek zorunda kalı yoruz. Üçüncü gün uğursuz ha ber gazeterde isimlerin de açık landığı biçimiyle verilmiş. "DMO baskıncılarının kimliği belirlendi; Ferit ELİUYGUN, Hamdi AYGÜL." Böyle bir ha bere inanılır mı? "Hadi canım Ferit'miş, yok yok, bence bir yanlışlık vardır." Bir yandan da bütün olgular birbirini bütünlüyor. Bu acı haber üzerimize üzerimize geliyor. Daha bir kaç ay önce "Ferit varsa o iş ta mam" denilen eylemlerde yanyana olduğumuz komutanımız, yoldaşımız, canımız şimdi yok. Ferit için sıradan sayılacak bir eylemde ölümünü kabullenemi yoruz, ağır geliyor bu ölüm..." Ring Topkapı'ya girerken ışıklarda duruyor. Dışarıyı izle me ısrarımdan öyle sıkı tutun muşum ki koltuklara kelepçenin ellerime acı vermeye başladığı nı ancak farkediyorum. Rahat sızlığımı gidermek için ışıklar sönene kadar koltuğa oturuyo rum. Yanımdaki arkadaştan bir sigara alıp ilk dumanı ciğerleri me çeker çekmez ring hareket ediyor. Yüzlerce insanın dolup taştığı Topkapı'da alışılmadık sayıda az insan var bu kez. Ta nıdık bir yüze rastlar mıyım di ye sağa sola koşturan insanla rın yüzlerini seçmeye çalışıyo rum. Daha önceki mahkeme yolculuklarında tanıdık yüzlere tesadüf ettiğinizde çocuklar gibi sevinip bir anlık bakışı saatler ce sohbet etmiş gibi bütün ay rıntılarına dek aktarıyorduk di ğer arkadaşlara. Trafiğin dü zensizliği ringin bilinen güzer gahtan sapmasına yol açıyor. Güzergahı değiştiriyorlar. Silivrikapı Mezarlığı biraz ötede. Yüksek duvarların hemen ar dında yoldaşlarımızın mezarları var. "Bir rüzgar esip ansızın düşmanın farkedemeyeceği sesizlikte ve usulca alıyor beni, kanatlanıyorum. Kirli karları, taş duvarı hızla oyuyorum. Kendime bir insanın geçeceği kadar yer açıp mezarların oldu
ğu bölüme yönetiyorum. Tarif lerden dinlediğim kadarıyla yol daşlarımızın yattıkları yerleri çı karmaya çalışıyorum. Tamam! Bu Olcay'ın... bu Kahraman'ın.. bu Hamdi'nin. İşte Ferit'in me zarı. "Ferit, hey koca Ferit! Bak ben geldim. İstihbahratlar ta mam, biz de hazırız, seni bekli yoruz. Böyle yatmak sana yakı şır mı." Ferit usulca doğrulup "Ben hep hazırım ve yanınızda yım. Düşmana sıktığınız her kurşunun biri benimki, işkence de sesim sloganlarınızda, ce zaevi direnişlerinizde sizi hiç yalnız bırakmadım ki." Yine ge leceğim bekle beni. Tutsaklı ğım bir şekilde bittiğinde ilk işim senin, sizlerin yanınıza koşmak olacak. Şimdilik hoşçakal..." Laleli yokuşunda metro yo lundan ilerlerken bildik sokakla rı dikkatle inceliyorum. Buluştu ğumuz, korsanlar koyduğumuz, pankartlar astığımız bu semtle re bugün girsem hiç yabancılık
Ey can güneşim Eşlik edenler biziz bu ufuklarda sana Biziz ateş renginde yüreklerde akan İşitildiğinde zafer şarkıları Halayında ilk ışıltılarını karşılayan biz Çiçekleri gök mavisine savuran biz olacağız.
çekmem. Kim bilir kaç kez aşın dırdık eylem adımlarıyla. Bunca soğuğa, kara, tipiye rağmen içi mi bir sıcaklık kaplıyor. Her ya nı bir başka anı, her yeri müca delemizin tanığı buraların. Sultanahmet'ten kıvrılıp Gülhane'ye iniyoruz. Ring kes kin bir hareketle DGM'nin kapı sına yanaşıyor. "Hadi geldik ini yoruz" diye sesleniyor arkadaş lar. Bense düşlerimden ayrıl manın sıkıntısıyla mırıl danıyorum; "Sıcaklıkları başka yüreklerde şimdi. Bizde de hiç eksilmedi. •
T A V I R
27
BİRAZDAN GÜN AĞARACAK Zozan EVİNDAR
Dağların sırtında bodur meşe ağaçlan Orman içinde balta sesleri Kaçakçıların Ağustos böcekleri Çekirge sürüleri ve kanal boylarında ıslak et kokuları Yayılır uçtan uca Çiğ düşer, Uyku düşer gözlerime Yaralarım kan irin derin Tütün basarım kurumaz İnletir dağı taşı da Dillenip konuşamaz Dağların öte yanında Kurt ulumaları pusular
28
T A V I R
Birazdan gün ağaracak Kuşatmalar altında yaralı bedenim Bir gün daha kocayacak Birazdan gün ağaracak ürkek, Tedirgin Karabatak kuşlan Barut kokusunu alarak Derinlere dalacak Şimdi ellerim tetik Yüreğim tetik Gece düşürünce son damlasını otlara Gözlerin tüter gözlerimde Duramam daha fazla Bilesin Son kurşun bedenimindir.
BİNLERCE YÜREK BİNLERCE YORUM Latif TİFTİKÇİ alkın sanatçısı ol mak kolay mıdır? Değil elbet! Çünkü unvanların en bü yüğüdür o... Ve erişmesi de o denli güçtür. Halk ezikse eğer ve topra ğa, tornaya, ekmeğin hamuru na ve kömürün karasına vahşi ce sömürülmesinin acısıyla ka rışıyorsa teri, bunu hücrelerine dek duyan, ürünleriyle payla şandır halkın sanatçısı. Her no ta, her replik, kağıda dökülen her cümle halklarının özgürlü ğü için atan bir yüreğin ürünü dür. Halkın sanatçısı yeteneğini yalnızca bu uğurda bir mücade le için kullanır. Bu yüzden üret kendir, bu yüzden durmaksızın gelişendir, geliştirendir, içindeki umudu, mücadele isteğini, di renme azmini ve bedellere ha zır oluşunu kolektivizmin har cıyla yoğurur ve halkına ulaştı rır.
H
Tarih kaç kişiyi yazabilmiştir sayfalarına, "halkın sanatçısı dır" diye? Çok değil! Çünkü de dik ya, güçtür o unvana eriş mek. Ve halk kaç kişiye vermiş tir kendi sanatçısı olma payesi ni, severek, övünerek, kıvanç la? "Sesimsin, soluğumsun, içimdeki umut, gözlerimdeki ateşsin" nitelemesi kaç sanatçı-
30 T A V I R
Çağdaş halk kültürünün soluk borusu olan Devrimci Sanatçılara yönelen baskı ve susturma operasyonlarını yürüten iktidarı, Grup Yorum'a bir dost selamı göndererek kınıyorum. Ortaklardan birinin 'sosyal demokrat' olması, halkın dayatılan bu lanetlenmiş yaşamı onaylamasına yetmeyecektir... İbrahim KARACA
ya nasip olmuştur? Pir Sultan'a örneğin ya da Nazım'a, Hasan Hüseyin'e ve örneğin bir Ruhi Su'ya, bir Yılmaz Güney'e duy duğu sıcaklığı duyabilmiş midir her "sanatçıyım" diyene? Grup Yorum'u da seviyor, sahipleniyor halkımız... Kolay bir yol değil Grup Yorum'un katettiği... Gözaltılar, davalar, tutuklamalar ve yasak lar, yasaklar... tökezlemeden, düşmeden ama dimdik ve hiç durmadan yürünen... küçük bir
çocuğun istediği imza karşısın da mahcup olunduğunda ya nındaki bir ananın "Neden atmı yorsunuz imzayı, siz bizim sanatçımızsınız, biz başkasından, o burnu büyüklerden imza iste meyiz ki zaten!" diyecek kadar Yorum'u kendinden bulması anlamlı bir örnek değil midir? "Siz bizim sanatçılarımızsınız..." İşte payelerin en büyüğü. Kolay olmadı elbet Grup Yorum'un bu yolu katetmesi... Ama kapsamlı ve gittikçe yet kinleşen bir kolektivizmle ince ince örüldü atılan her adım... hesaplı, itinalı ve güvenle. En çaresiz gibi görünen anlar, en olanaksız durumlar ancak hal kın örgütlü gücüne ait olabilme nin verdiği güçle ve yaratıcılıkla aşıldı, kazanımlara dönüştü. Başka türlü Mersin Ceza evinden "Cemo" parçasıyla çı kamazdı Grup Yorum. Başka türlü Eskişehir Savcılığının tu tuklama kararını "teslim olma ma" tavrıyla göğüsleyemez ve Konya DGM'deki duruşmayı yargılanan değil yargılayan bir kürsü olarak değerlendiremez di. Ama düşman... kurnaz ve zalim, işte bir engel daha! Bu sefer kesinleştirdi verdiği ceza yı. Kemal ve Sumru'ya 20'şer ay hapis ve para cezası. Ve kı sa sürede gelen yargıtay onayı. Ama beklenen karşılık... o da tereddütsüz; Teslim olmak yok! Direnmeye ve gelenek yarat maya devamı iki hukukun, iki adaletin çarpışması bu. Biri burjuvazinin; yalnızca kendi ik tidarını güçlendirmeye göre planlanmış ve donatılmış... di ğeri ise halkların özgürlüğü için verilen bir mücadelede yaratıl mış; devrimcilerin. Ama ilkine hukuksuzluk demek daha doğ ru. Çünkü ceza vermeye can atarken dayandığı delillerde tam bir yasadışılığa düşüyor. Ellerinde yalnızca mizah anto lojilerine geçecek, beceriksizlik kokan bir bant çözümlemesi var. 15 Mart 1992'de Grup Yo rum'un Denizli'de verdiği kon-
serde görevlendirilen işbitirici, sadık görevliler kasete kaydet tikleri sesleri gece dememişler, gündüz dememişler ve "çözüm lemişler". Sonra da TCK adlı, burjuvazinin "mukaddes" kitabı nı açıp heyecanla okumuşlar. Sonuç memnuniyet verici... Bir sürü dava açılabilir bu terörist şarkıcılara. Neler dememişler ki; "Çal Meryam" (1) demişler, sonra "senin de bebeğin olmalı"(2) demişler. Ya şuna ne de meli; "... Fidanda başlayan top ve mitralyöz sesleri..."(3) Ne demek bunlar? Muhak kak bir anlamı olmalı. Şifreli sözler olmasın? Belki de birile rine mesaj yolluyorlardır. Hem üstelik Kürtçe de bir şeyler söy lediler. Türkçe ise özgürlük de diler, halkların kardeşliği dedi ler, sosyalizm, devrim dediler... Zonguldak'daki maden işçileri... geliri onlara dediler. Hemen apar topar toplanan dosyalar ve savcılığa suç duyurusu. Savcı ise daha bir zeki ve işbitirici. Gözlerinden ateşler saçacak kadar hiddetlenmiştir mutlaka; Bölücü bunlar! Terörist bunlar! Ve hemen, hiç beklemeden açı lan 3 ayrı dava: Bölücülük pro pagandası, örgüt üyeliği ve izin siz para toplama. Mahkemeye gönderilen kalın bir dosya ve memlekete hizmet etmenin de rin hazzıyla bir oh çekiş. Mah keme heyeti ise en zeki! So nunda tongaya düştüler işte. Bu konseri vermeyeceklerdi, diye düşünmüş olmalılar. Ama bir engel var önlerinde; Deliller... yani şu bant çözümlemeleri. Yasalara göre bu tür deliller ge çerli değil ki. Ama bu memle
kette yasaları dinleyen mi var? Trilyonluk yolsuzluklar, rüşvet ler, hayali ihracatla devleti do landırma, kaçakçılık... Hepsi de devlet erkanının gözleri önünde olmuyor mu? Ama hangi birine devletin yasaları işlemiş ki bant çözümlemesi gibi geçerliliği ol mayan küçük bir ayrıntı engel oluştursun? O halde bas ceza yı! Yargıtay mı? Yargıtay ne za man Anti-terör yasası kapsa mında verilen bir cezayı geri çevirmiş ki? İncelemeye bile gerek yok. Onayla gitsin! Hem söz konusu olan terörist sanat çıları susturmak değil mi? Ama şu sözlerin boşuna söylenmedi ğini hiç düşünemediler; "Grup Yorum Susturulamaz", "Bu Ses Hiç Susmayacak", "Türküler Susmaz Halaylar Sürer". Altı boş değil bu sözlerin. Yıllardır verilen bir mücadeleyle göğüslenen baskılarla ve her seferin de daha güçlü atılan adımlarla oluştu. Bir güç var bunun ardın da, kökleri direnme gelenekle riyle örülü tarihe dayanan bir güç. Yaşayan değerler var, halkların kültürel yaşamında varolan. Bir Anka Kuşu gibi her
Bizler, sokak infazlarının, kirli savaşın, kan gölünün ve bunca acının yaşandığı, utancın yaşandığı bir ülkenin sinema sanatçıları olarak; daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla barış için göğsümüzü gere gere mücadele edeceğiz. Sözünüze, türkünüze, halayınıza selam. Sizleri sevgiyle, dostlukla kucaklıyoruz. ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)
Dünyamızın her yöresinde halklar, yeni dünya düzeninin sömürüsünde, savaşlarına, coşkulu türküleriyle direniyorlar. Grup YORUM, ülkemizde, bu direnişin simgesi. Direnişin sanatçıların) zindanlara koymak, zindancı çözümsüzlüklerinin tarihsel belgesidir. Grup YORUM için düzenlenen geceye katılanlara saygılarımı sunuyorum. Grup YORUM için -bu hepimiz için demektir- özgürlük istiyorum. Orhan İYİLER seferinde kendini yenileyen ve yeniden yaratan bir güç sustu rulabilir mi? Önlenemez bir top lumsal gelişimin içinde varolan halkın devrimci sanatçıları hiç susturulabilir mi? Daha o gün, kararın duyul duğu gün Grup Yorum kendini yeniledi bite. Genç ve heyecanlı yetenekler sevinçle devraldılar bayrağı... yedi kişi oldular. Sah ne üzerinde, grev meydanların da, konduların içinde, fabrikala rın, işyerlerinin önünde gözü ken beş kişi ve Sumru ve Ke mal. Eğer o beş kişi de ceza alırsa o zaman oniki olurlar, sonra onyedi, yirmi, elli, yüz... Boş durmuyor Grup Yo rum... ve onların dostları, yol daşları. Sumru'nun mektubun da dediği gibi; "Yapacak ne çok işimiz var!" İlk olarak AKM önü-
T A V I R
31
ne gidiyoruz. Ağızlar bantlı, yer de yasaklanan, susturulmaya çalışılan kitaplar, gazeteler, müzik aletleri, üzerinde bir zin cir. TİYAD'lı aileler, DLMK'lı, İYÖ-DER'li öğrenciler, karikatü rist Ahmet Erkanlı, hemen yanıbaşımızda. Omuz omuzayız. Öğle tatilindeki memurlar, işçi ler, simit satan çocuklar, yan ta rafta dolmuş durağında bekle yenler, dolmuş şoförleri merak-
GRUP YORUM'un özgür sanatçıları ve onların yaratıcı eserleri ile dayanıştığımızı açıklıyor. Grup Yorum üyeleri Kemal Gürel ve Sumru Gürel hakkındaki haksız kararın kaldırılması ve Kemal Gürel'in hemen serbest bırakılmasını istiyoruz. Grup Yorum'un özgür çalışması kimse tarafından engellenemez. Sanatın ve sanatçıların özgürlüğü, halkın özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Karam KHELLA (Hamburg Yüksekokulu Öğretim Üyesi) la yaklaşıyorlar. Ağızlardaki bantlar öfkeyle sökülüyor ve burjuvazinin kültür merkezinin önünden devrimci sanatçıların sesi yükseliyor, çınlıyor duvar larında; "Dağlara Gel". Ardın dan Sirkeci Postanesi'ndeyiz. Telgraf çekiyoruz "Özgürlük is tiyoruz" diye Adalet Bakanlı ğı'na. Kalabalığın içinde gene yalnız değiliz. Sonra Ruhi Su'nun mezarı başındayız. Bu sefer yanıbaşımızda Nur Sürer, Orhan Aydın ve Nükhet Egeli de var. Sevinç katıyorlar bize. Sisli havada daha da bir kasve te bürünen Zincirlikuyu Mezarlı ğında Ruhi Su hocamıza yaz dığımız mektubu okuyoruz; "Sevgili Hocamız Ruhi Su. Bu gün ne ölüm yıldönümünüz, ne de doğum... Ama bir kez daha mezannızın başindayız..." Polisler beliriyor birden... çoğalıyorlar. Ama devam... duraksa mak yok; "...Size söz veriyoruz
32
T A V I R
ki bizi susturamayacaklar. Ve siz rahat uyuyun ..." " Yemen Yemen şanlı Yemen/ Toprakla rı kanlı Yemen..." duygu yüklü incecik sesiyle Nur Sürer söylü yor bu türküyü. Ardından Grup Yorum "Bize Ölüm Yok" diyor... coşku dolu. Hep birlikte yürüyo ruz mezarlık çıkışına doğru. Polisler peşimizde. Çıkışta da ğıtıyoruz, dörderli, beşerli taksi lere biniyoruz. ÇASOD'lular git miyor. "Sizin gittiğinizi bir göre lim" diyorlar. Duygulandırıyor bizi bu davranış. Devrimci sa natçıları sahiplenmenin güzel bir örneği bu. Ve imza kampanyası... Adalet Bakanlığı'na verilmek üzere. Ulaşabileceğimiz her ye re ulaşmaya çalışacağız. Her kesimden imzalar toplamalıyız, işçiler, memurlar, doktorlar, iş sizler... sonra yurtdışı. Bir yan dan da Bakanlıktan randevu çabası. Kısa sürede onbine ulaşıyo ruz. Mektuplar, faxlar geliyor. Bu arada yeni ve güzel dostluk ların başlangıcı oluyor bu kam panya. Sevimli bir kız geliyor OKM'ye. Elinde imzalar. "Hep sini ben topladım." diyor heye canla... 450 tane. Sevgimizi, dostluğumuzu veriyoruz ona. Bir de Grup Yorum rozeti... "tö renle" takıyoruz, neşe ve espiri içinde. En ağır baskılar bizi an cak çelikleştlriyor. Yeni dostluk lara köprü oluyor, baskılar altın da inatla atılan her adım. Daya-
Ezgileri ve sesiyle, umdun, direncin, cesarette, kararlılığın ve kavganın türküsü olan Grup Yorum'un; kalemimiz, yüreğimiz ve sesimizle yanındayız. Nice gözaltıyı, sorguyu aşan, Kemal Sahir ve Elif Sumru Gürel'in sesi duvarları da aşacaktır. Ve sesi kitlelerde yankısını bulan Grup Yorum'un onur ve direnci sanatımıza ve insanlarımızı! Örnek olacaktır. Gerçek sanat yenilmez, susturulamaz. Sesimiz halkın ve haklı olanın sesidir. Nefes Dergisi Çalışanları Adına Erdoğan EKİNER nışmanın en güzel örnekleri ya şanıyor zor anlarda. Gelenek ler, sarsılmaz birer değer olarak yol gösteriyor bize. En zorlu dö nemeçler ölüm pahasına yara tılan değerlerin ışığında aşılma dı mı? Her engeli aşarken ke netlenen ellere yenileri eklen medi mi? Sımsıkı kenetleniyo ruz birbirimize. Ve emekçi kolları sarıp sar malıyor Grup Yorum'u... Olan ca yorgunluğumuzu bir anda gi-
Ben Grup Yorum'u bu konuda bir bakıma şanslı görüyorum. Gıyaplarında da olsa, düzmece de olsa bir mahkeme kuruldu ve yargılandılar(!) Ya "YARGISIZ İNFAZ" denilen yargılama yolunu seçseydi Türk adaleti (!) "HUKUK DEVLETİ, BAĞIMSIZ MAHKEME" naralarıyla kendilerini parçalayan sayın politikacılarımız, devlet adamlarımız, Türk adaleti (kiloyla demiyorum çünkü hiçbir ağırlığı yok) metreyle, litreyle satılmakta günümüzde. Ayrıca para cezalarını da Türk Lirası olarak almasınlar suçlu saydıkları kişilerden, çünkü lira her geçen gün değer kaybetmekte Türk adaleti gibi... Ahmet ERKANLI
deriveren dost ziyaretleri nımızdalar. Karikatü Sevgili Arkadaşlar, ne tanık oluyoruz. İşçiler rist Ahmet Erkanlı, şair geliyor. Gebze'den; 108 İbrahim Karaca ve ya (..)Sizlere enerji ve güç diliyoruz. gündür direnişte olan Ön zar Hayati Azim öneri Bir konuşmasında Martin Luther King şöyle cü Plastik işçileri. Sonra leri ve paylaşımlarıyla İstanbul'dan; Belediye iş gecenin sonuna kadar söylemişti: çileri. Basını da çağırmış kolektivizmimizin bir "(...)Yeterince yakındık. Sonra bize lar, "Halkın aydınları ve parçası oluyorlar. sanatçıları üzerindeki On bin insan var sabretmemizi öğütlediler. Bunu da yaptık. baskılara son" diyorlar. salonda... on bin dost. Danca'dan SHP İlçe Yeterince uzun süre, belki de çok uzun bir süre. Sevinç ve heyecanı Gençlik Komisyonu geli Ama sonsuz bir sabır yok. Ve bizim sabrımız da mız birarada. Kuliste yor, ellerinde, topladıkları ise hummalı bir koşuş yüzlerce imzayla. Sonra tükendi. Bundan dolayı özgürlük ve adalet turma... provalar, soh memurlar, öğrenciler... sı betler. ÇASOD'lularla istiyoruz. Çünkü bunu istemek bizim hakkımız programı gözden geçi cacık yüzleri, direnişçi be denleriyle kucaklıyorlar riyoruz. Genç Ekin Sa ve bunun için mücadele ediyoruz." kendi sanatçılarını. Bugü nat Merkezi'ndeki t i Sizleri dostlukla kucaklıyoruz. ne kadar Grup Yorum on yatrocu, arkadaşlar ların yanındaydı. Grevle son provalarını alıyor Dortmund'dan dostalarınız, eski Windrose rinde, direnişlerinde, hak lar; toplumsal gelişme üyeleri; Wolfgang ve Wilma. alma eylemlerinde omuzlere duyarsız kalan kübaşlarındaydı türküleri, çük-burjuva aydınlamarşları, halaylarıyla. Emekçi rın, aydın ve sanatçılar üzerin dayanışmak demek; baskılara, ler de bugün kendi sanatçıları deki devlet terörüyle nasıl bu yasaklara, insanca yaşama na sahip çıkıyor, "Siz bize aitsi luştuklarını anlatacaklar. Sıcak, hakkının gaspedilmesine, Kürniz, o halde yola devam!" dersamimi dostluklarıyla yanımızdistan'da katliamlara, emeğin cesine. dalar. Mezopotamya Kültür sömürüsüne karşı durmak de Merkezi'nden Koma Agire Jiyamek... İsmail Beşikçi'yi, Fikret Heyecanla, inatla sürüyor ne müzik grubunun, Fevzi KurBaşkaya'yı, Günay Aslan'ı, Mu kampanya. Önümüzde Anka tuluş'un, Dalga Çağdaş Halk sa Anter'leri, Ayşe Gülen'leri ra'da düzenleyeceğimiz daya Müziği Topluluğu'nun ve Ezgi sahiplenmek demek... Halkların nışma gecesi var. Yoğunluğu nin Günlüğü'nün saz, gitar ve bağımsızlığına ve özgürlüğüne muz gece için. Grup Yorum'la duyulan inancı pekiştirmek de Bu günleri ülkemizde mek. Bu düşüncelerle çağrı ya ... Bölücülükten ceza almış pıyoruz sanatçı ve aydınlara. yaşatanların, KARA olsalar da, Grup Yorum Ekin Sanat Merkezi, Anka ra'dan katılıyor bu koşuşturma DÜŞÜNCELİLERİN torunlarının evrensel düşüncenin ürünüdür. ya. Adalet Bakanı Seyfi Oktay yıllar sonra dedeleri adına görüşme sırasında; "Elimden Halkların kardeşliğinden, birşey gelmez" diye çaresizlik duyacakları UTANCI, o gelecek birliğinden yanadır. Bu cezalar söylevleri çekerken, birlik ve kuşak adına şimdiden ben dayanışmayla çarenin yaratıla ne ilk ne de son. Baskılar cağını çok iyi biliyoruz. Bir adım kafes kemiklerime sığmayan zincirine bir yenisi daha olmalı bu... bir başlangıç; Öz yüreğimin en derin köşelerinde gürlük mücadelesinde, demok eklendi sadece. Devrimci rasi için sanatçı ve aydınların duyuyor ve yaşıyorum. sanatçı olmanın bedelini birliğinin somut bir adımı. ÇAVe haykırarak diyorum ki: SOD'lu demokrat sanatçıların devrimci gelenekler yaratarak heyecanı umut saçıyor. "Sunu Baylar o çirkin ve kirli ödüyor Yorum.(...) Yorum bitti culuğu biz yapabiliriz" diyorlar... "Yorum'un bir parçasını ezber ellerinizle SANAT TARİHİNE dendiğinde daha güdü çıkıyor lemek gerekir, orada söyleriz." kara sayfalar yazmayın ve diyorlar... "Bir çağrı yapalım; karşımıza, türküler susmadı, herkes bir Grup Yorum kaseti yarın ki torunlarımızdan zindanlara da sığmadı. satsın." diyorlar. Genç Ekin Sa utanın. nat Merkezi'ndeki arkadaşlar Türküler bizimle. sıcak samimi dostluklarıyla yaAvni MEMEDOĞLU
Hayati AZİM
T A V I R
33
Aşılmaz dağlar gibi Coşkun ırmaklar gibi Munzur'un karı gibi Diren sevdalım, diren Fevzi KURTULUŞ klarnet sesleri Grup Yorum'un sesine karışıyor. Ali Balkız, Mehmet Özer ve Hayati Azim konuşmalarını gözden geçiri yorlar. Bir yandan da tanışma lar, sohbetler. Dağarcık Halk Bitim ve Eğitim Araştırma Derneği'nin halkoyunları ekibi giysilerindeki eksiklikleri tamamla ma çabasında. Oysa ilk çıka caklar. Başlangıç saatini yalnız ca 15 dakika geçmiş. Ama izle-
...Sevgili canlar, şu andan itibaren üzerimize düsen en acil görev; örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek... Çağımızın en yenilmez silahı, atomlarından da, fezalarından da güçlü, en önemli silah örgütlü insan gücüdür. İri olun, diri olun, bir olun.
Ali BALKIZ
yici sabırsız. Daha fazla uzat mak istemiyoruz ve gece başlı yor. Önlenemez bir coşku, din meyen alkışlar ve hep bir ağız dan sloganlar... Umut verici bir adım bu; ilerici, devrimci, dernokrat aydın ve santçılarm baskılar karşısındaki kararlı bir likteliğinin önemli bir adımı. "Sömürünün, haksızlıkların, iş-
Kanayan bir coğrafyadan, Diyarbakır'dan dizenin ve ezginin dostluğuyla "Hiç Durmadan" diyenleri selamlıyorum. A. Hicri İZGÖREN kencenin, zulmün olduğu bir dünyada halkın aydınlarının ve sanatçılarının direnişi sürecek tir. Onları bir kez de buradan selamlıyoruz. Cezaevlerinde tu tulan tüm aydınlara ve sanatçı lara özgürlük istiyoruz." diye seslenerek başlıyoruz geceye. Şiirler, oyunlar, türküler, marş lar.. Onlar için, Yorum için söy leniyor. Yüreğimizin bir yanında Kemal ve Sumru var. Geceden bir kaç gün önce Kemal'in ya kalanma haberi gelmişti. Şaş kınlığımız telaşa dönüşmedi
ama üzülmüştük... Boğazımız da bir düğüm olmuştu bu ha ber. O anda Edirne'de Kemal, Terörle Mücadele Şubesi'nde. Ve Ekin Sanat Merkezi'ndeki arkadaşlar; Tavır temsilcimiz ve Grup Ekin elemanı İhsan ve Aylin, Ankara Halk Sahnesi'nden Ülkü... gözaltındalar ve DAL'da direniyorlar. Sonra Ta vır Adana temsilcimiz Süley man, sonra Beşikçi, sonra Baş kaya, Aslan. Onlar için her sö zümüz. Ve inanıyoruz... on bin ağızdan çıkan türküler varmış tır bile DAL'a. İhsan o gümbür gümbür sesiyle katılmıştır koro ya, ulaştırmıştır Kemal'e. Ve cana can katmıştır Kemal, zılgıtıyla on bin sese. Oradan da yollamıştır üç bin kilometre; öte ye, Sumru'ya. Hep birlikteyiz o an, orada. Ve biliyoruz... sesi miz, sözümüz birer çığlık, birer umut, Kürt ve Türk halklarının o vazgeçilemez ve kaçınılmaz özgürlüğüne. Kampanyamız sürüyor... Kemal özgürlüğüne kavuşana, Sumru'yla birlikte cezaları kal kana kadar. Mücadelemiz sür dükçe baskılar bitmeyecek bili yoruz... katmerlenerek artacak. Ama bizim kampanyalarımıza da yenileri eklenecek... Ve bittiği zaman artık kitap lar yakılmayacak, toplatılmaya cak, Musa Anterler, Ayşe Gü lenler katledilmeyecek, kayıp lar, katliamlar, infazlar kalka cak, işkenceler sona erecek. Alınteri ekmeğin hamuruna, kömürün karasına; toprağa ve tornaya sevinçle karışacak benimsin diye. Kampanya sürüyor... • (1) Bantı çözümleyen polis ve TRT bilirkişileri (!) "Çav Bella" yerine bu sözü anlamışlar. (2) "Senin de sesin olmalı" sözü- aynı bilirkişilerce böyle an laşılmış. (3) Küba Devrimi'ne ilişkin yapılan konuşmada "...Bir anda başlayan top ve mitralyöz sesle ri" cümlesi bu hale gelmiş.
34
T A V I R
Sevgili Hocamız Ruhi Su,
Hey çocuklar/ güneşi çağlayan çocuklar/ gözleri güneş çocuklar/ Aydınlık yarınların,/ alanlarda türküleri barikat çocuklar/ Davranın türkülerimiz kazanacak/Hey çocuklar/ Tarihi yazacağın gün aşkla/ Davranın haykırın türkülerinizi/Notaların en uyumlusunu/ sözcüklerin en güdüleriyle/öyle bir ağızdan değil/ binlerce yüreğin binlerce ağzıyla/ bir gök gürültüsü gibi/Türkülerimiz kazanacak/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz, türkü işçilerimiz/ en ön saflara/Türkülerimizi öldürmeyecekler Robson/ türküler ölmez ki/ Kutup yıldızım, uslanmaz çocuk/ Dimdik ayaktayız işte/ Zulmün en kahpesine yapışan arkadaşlarımızı,/ avuçlayıp yitik hürriyeti/ en öndeyiz işte/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz kazanacak/ Türkü işçilerini tutuklamışlar ne çıkar/ türkülerimiz serin dağ başlarında/Türkülerimiz varoşlarda/ Türkülerimiz dört bir yanda söyleniyor/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz kazanacak/ Bu ses hiç susmayacak/ Bu soluk hiç yitmeyecek/ Biz kazanacağız/ Davranın çocuklar... Mehmet ÖZER
Grup Yorum ve tüm aydın-demokrat sanatçılar üzerinde uygulanan baskı ve yasaklamaları protesto etmek amacıyla 13.1.1994 günü Ruhi Su 'nun Zincirlikuyu 'daki mezarı başında bir basın toplantısı yapıldı. Ve Ruhi Su'ya hitaben bir mektup okundu. Toplantıya, sinema sanatçıları Nur Sürer, Orhan Aydın, Nükhet Egeli, Karikatürüst Ahmet Erkanlı, Grup Yorum, Ortaköy Kültür Merkezi Çalışanları, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Fotoğraf ve Sinema Emekçileri, Küttür ve Sanatta Tavır Dergisi çalışanları katıldı.
B
ugün ne ölüm yıldönümünüz, ne de doğum... Ama bir kez daha me zarınızın başındayız. Sizin de hiç yabancısı olmadığınız, onurlu ya şamınız boyunca temsil ettiğiniz ilerici halk kültüründen ve kişiliği nizden dolayı nasibini aldığınız ve özellikle son dönemlerde üzeri mizde yoğunlaşan anti-demokratik baskı ve uygulamaları protesto etmek bunu da sizinle paylaşmak istiyoruz. İki elemanımız Elif Sumru Gürel ve Kemal Sahir Gürel hakkında 1992'de Denizli'de verdiğimiz bir konser sonrası bölücülük propogandası yaptığımız gerekçesiyle dava açıldı ve 1 yıl 8'er ay hapis cezası ve 42'şer milyon lira para cezası verildi. Yargıtayca daonaylandı. Bu ne ilk dava ve cezaydı, ne de son olacak. Çünkü amaç yoz, çürümüş, ahlaksız bir burjuva kültüre ve faşist uygulamalara karşı emekten ve halktan yana bir mücade leyi, halkların kardeşliğini, birlikte bağımsızlığım ve ilerici halk kültürünü boğmaktır. Pir Sultanlardan, Dadaloğullarından, Karacaoğlanlardan, Bedrettinlerden, Nazımlar dan gelen direnişle, paylaşımla simgeleşmiş halk kültürümüz bugün ancak mücade leci bir anlayışla geliş tirilebilir, çağdaş kılınabilir. Sizin de dediği niz gibi "ekmekten aş ka kadar" emeğin hak kım ve özgürlüğü amaç edinmiş bir mücadele dir bu. Eğer türküleri mizde, yazılarımızda ve yaşamımızın her anında halkın içinde, onun sıkıntılarını, özlemlerini içimizde taşıyabiliyorsak ve emekçilerin istekleriyle kendi isteklerimizi buluşturabiliyorsak sa natımızın bir değeri vardır. İşte tahammülsüzlük bunadır. Baskılar bunun içindir. Sizin mezarınızın kurşunlanmasından, İsmail Beşikçi'nin kitapla rının toplanmasına, Fikret Başkaya'nın tutuklanmasından, Musa Anter'in, Ayşe Gülen'in katledilmesine, Ankara Ekin Sanat Merkezi'nin defalarca basılıp, talan edilmesinden, kasetlerimizin kurşunlanmasına kadar her bas kı yöntemi özünde sınıfsız, sömürüşüz bir dünyaya duyulan inanca ve bu uğurda verilen mücadeleye karşı politikaların sonucudur. Burada, mezarınızın başında bir kez daha söz veriyoruz. Bizi susturamayacaklar. Ve gözünüz arkada kalmasın Ruhi Su Hocamız, yarattığınız değerleri koruyacağız ve yenilerini karatarak geliştireceğiz. TÜRKÜLER SUSMAZ HALAYLAR SÜRER. EMEKTEN, HALKTAN YANA KÜLTÜR VE SANAT SUSTURULAMAZ. Grup YORUM
T A V I R
35
YAPACAK NE ÇOK İŞİMİZ VAR Elif Sumru GÜREL
'er yıl 8'er ay hapis ve top lam 84 milyon lira para ce zası. Yorum'un yaşamında yeni bir dönem başlıyor. Kemal'i gözaltına almış lar. Edirne'deymiş şimdi, Terörle Mücadele Şubesi'nin elinde. Defalarca gözaltına alındık. Ama genellikle ikili-üçlü. gruplar halinde ya da hep beraber. Bu kez Kemal tek başına direnecek. Şube lerin buz gibi soğuğuna alışık. "İn sanlık Onuru İşkenceyi Yenecek" diye tek başına haykıracak orada. Sadece hücrenin taştan duvarların da değil, inleyen nefesinde de çın layacak büyük kalabalıklarımızın tok sesi. "Ne yaparsanız yapın, bu sesi susturamayacaksınız." diye cek. Şube'de susma hakkım kulla nan direnişçilerin ruhunu kamçıla mıştır türkülerimiz, açlık grevine de besin olmuştur. En bileyli se siyle türküler söylemektedir şimdi
1
36
T A V I R
KemaL Bu bizim kesinleşen ilk ceza mız. Elbette ki sonuncu olmaya cak. İnsan bir yanıyla da, onca baskının, sokak infazlarının, kasa baların, köylerin, bombalanıp yı kılmasının köylülerin sürgün edil mesinin yanında, Yorum'a verilen bu cezanın pek de öneminin olma dığını düşünüyor. Şimdiye kadar bu tür baskılardan zaferle çıkması nı bildik. Bu kez de öyle olacak. Yapacağımız onlarca besteyle, ka setlerle, konserlerle önümüzdeki bir yıl sekiz ayı da Grup Yorum'a yakışır şekilde karşılayacağız. Bir izleyicimiz, "Şimdi siz sa bıkalı mı oldunuz?" diyor. Niçin, hangi yasaya göre. Halkın yasala rında, halkın gözünde sabıkalı de ğiliz. Önemli olan da bu. 50 kadar avukatın bizi savun mak için gönüllü olduğunu öğren dim. Sadece Türkiye'de değil, in giltere'de, Almanya'da, Avustur ya'da "tashih-i karar" talebi için binlerce imza toplanmış. Halkı mız, kendinden olanı tanıyor, be nimsiyor, yalnız bırakmıyor. Şu anda bir çok izleyicimizin Kemal için OKM'yi aradığına eminim. Hayatın bütün alanlarını ku caklayan bir örgütlülüğün sanatçı ları olarak, cezaevlerini de bir mü cadele alanı olarak gördük, eli ko lu bağlı oturmayıp, ateş hattına sü recek yeni türküler yarattık. Mer sin Cezaevi'nde de böyle oldu, Sağmalcılar'da da, Ankara DAL'da da böyle oldu. Ve Konya mahkemesi öncesi "kaçak" kaldı ğımız bir ay boyunca da böyle ol
du. Yine aynısı olacak. Şimdilik yurtdışındayım. OKM'den, OKM'lilerden uzakta. 3 000 km. var aramızda. Galiba Kemal benden biraz daha şanslı. Türkiye'nin cezaevleri öğreticidir, eğiticidir. O kazançlı çıkacak. Ce zaevine giren bir çok siyasi tutuk lu gibi o da kendini eğitmeye daha çok zaman ayırabilecek. İlk duyduğumda şok olmuş tum. Ama şimdi daha sağlıklı dü şünüyorum. Hemen "Ne yapmalı yız?" diye tartışmaya başladık. Hepimiz aynı anda, aynı şeyi dü şünüyorduk, ve hemfikirdik: Tes lim olmayacağız! Birlikte turnede olduğumuz sanatçıların Türkiye'ye dönmesine az kaldı. Arkadaşlar valizlerini ha zırlamaya başladılar bile. Yorum'dan, Özgürlük Türküsü'nden, Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nden ar kadaşlarım. Hepsinde bir heyecan var. Türkiye'ye kav uşaklar. Şim dilik onlarla gidemiyorum. Duy duktan heyecan kıskandırıyor be ni. Biraz da kızıyorum onlara. Haksızım- ama kızıyorum... beni bırakıyorlar... Mini bir dinletiyle vedalaşıyoruz. Önce umudumuzun marşını söylüyoruz: "Selam olsun karanlı ğı şimşek çakıp yakanlara" Ve hemen ardından: "Hoşçakalın dostlarım benim Sizi canımda canımın içinde Kavgamı kafamda götürüyo rum." diyoruz birbirimize. Hep birlikte ağlamaya başlıyoruz, ilk kez bir Yorum parçasına ağlanıyor herhalde. Birbirimizden ayrılmak iste miyoruz bir türlü. Mücadele bu. Tekrar görüşememek de var. Ha vaalanında "Kazanacağız" diyor zafer işaretlerimiz. Çok zor ayrılı yoruz. Gittiler işte. Tek başıma mı kaldım? Elbette hayır. Mücadele nin sürdüğü yerde yalnız kalın maz. Burada da bir çok dostum var. Ama ille de Türkiye, Türki ye... Bir Tavır bürosu açmalıyız burada da. Yeni besteler, yeni konserler, yeni Yorum'cular... Ya pacak çok iş var... •
u an Keşan Kapalı Cezaevi'ndeyim. Yüreğimde iki aydır büyüyen hasretimle ya zıyorum bu mektubu. Düşünüyorum;, neden hurda yım ve niye ceza aldım? "1992 Mart'mda bir gece ya pılıyor Denizli'de. Geceye Yorum da katılıyor beş elemanıyla. Gece de izleyicilerden ve çeşitli DKÖTerden gelen mesajlara da yer veriliyor. Savcı, değişik yer lerden gelen ve farklı kişilerin okuduğu mesajların hepsinde erkek seslerinin Kemal'e, bayan ses lerinin de Sumru'ya ait olduğuna karar vererek ceza istiyor. Hakimler ise gerek duymuyor lar Kemal ve Sumru'nun ses ör neklerini almaya ve karar veriyor lar bant çözümlerine dayanarak. Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise karan onamakta hiç bir engel görmüyor. Yorum'cular mahkum oluyor." İşte! Hukuk skandalı yarata cak böyle bir kararla ceza almış tık. Devrimci sanatçı olmanın bir bedeliydi bu. Ve biz bu bedeli ödemeye hazırdık. Sumru o tarih ten üç ay kadar önce konserler vermek üzere yurtdışına çıkmıştı. Ben ise pasaport alamıyor ve yurt dışına çıkamıy ordum. Hiç bir yasa, yasak ve baskı devrimci sanatçıların üretimlerini kesintiye uğratmamak. Buna her hangi bir şekilde izin vermek, ken di meşruluğumuzu da yadsımak olacaktır aynı zamanda. İşte, bu nedenle anlayışımızdan, ilke ve di siplinimizden biç bir taviz verme den sadece mekan değiştirerek ça lışmalarımızı yurtdışına taşımaya karar verdik. Hakkımızda çıkabi lecek spekülasyonların bilincinde yim. Ama bu karar mücadeleden kaçmak biçiminde algılanmamalı. Çalışmalarımızı kesintiye uğrat mamak için bu gerekliydi. Beni yönlendiren, biç bir zaman birey sel kaygılar ya da "Bundan sonra ne olacak?" karamsarlığı değil, "Böylesi koşullarda mücadelemi ze daha fazla nasıl katkıda buluna bilirim?" düşüncesiydi. Teslim ol mama kararımızın meşruluğuna ve gerekliliğine inancım sonsuz. Yaşamın farklı tatlarını paylaş-
tığımız çalışma arkadaşlarımla, OKM'li dostlarımla vedalaşıyorum. Yıllardır çalışmalarımızı yü rüttüğümüz OKM'den ayrılmadan önce son kez çalışma odalarım tek tek dolaşıyorum. Bir kez de gözle rimle vedalaşıyorum sizlerle ve so kakların kalabalığına karışıyorum. Sonraki günler oldukça sıkın tılı geçiyor. Yurtdışına çıkış hazır lıklarım 40 gün sürüyor. Zaman geçtikçe daha çok sıkılıyorum. Yurtdışına çıkışın güvenliği konu sunda ne kadar titiz davransak da bir risk de sözkonusu. Yakalanma olasılığım her zaman için var. Ba şarısızlık durumunda alacağım tavrı düşünüyorum. OKM'de birlikte yürüttüğü müz çalışmalardan uzak kalmak beni üzüyor. Sizlerden gelecek bir haber beni çok rahatlatıyor. Bekliyorum... konserlere çıka mıyorum, klavyemin başına oturup müzik yapamıyorum. Ama önü müzdeki görevleri düşünüyorum 1-2 ay sonra yürüteceğim faaliyet lerimi tasarlıyor, yeni ayrıntılar ek lemeye çalışıyorum. Bekliyorum... Bu güne kadar oluşturduğumuz değer ve birikimlerimizi daha ileri ye taşıyarak daha profesyonel ve akademik çalışma biçimlerine yö nelme fırsatı var önümüzde. Bütün bunlar sabırsızlandırıyor beni.
İzmir'den gelecek olan karar dos yasını... Sorgum bittiği için açlık grevi yapmama gerek yok belki. Ama bu artık benim için bir prestij so runu. Ve açlık greviyle kendimi daha da güçlü hissediyorum. 26 Ocak günü Edirne Ceza evi'ne doğru yola çıkıyorum. 2 gün sonra da Keşan Kapalı Ceza evi'ne.. Düşüncelerimde, tutuklu geçecek günlerimin çalışma prog ramı netleşmiş bile. Bir de iki ay dır uzak kaldığım sizlerden alaca ğım ayrıntılı haberlerin açlığı sar mış düşüncelerimi. İlk görüş gü nünü bekliyorum heyecanla. He men çalışma koşullarımı yaratıp, işe başlamalıyım. Demir parmak lıklar engelleyemeyecek notaları mızın yurdun dörtbir yanında emekçi halklarımızla kucaklaşma sını. Kaybedecek zamanımız yok!
Kemal Sahir Gürel
SEVGİLİ ARKADAŞLARIM,
Yolculuk günü geliyor. Topkapı'dan yola çıkıyorum. Yönüm Kapıkule. 4-5 saat sonra pasaport kontrol noktasındayım. Pasaportu mu uzatıyorum. Soğukkanlıyım. Ama, şanssızlık! İşgüzar bir poli sin pasaportumu didik didik edişi ni izliyorum. Kuşkulanıyorlar. Ka rakola götürülüyorum. Benim gibi gözaltına alınan başkaları da var. Sorulara vereceğim yanıtlarla kur tulabilirim hala. Ardarda geliyor sorular ve sonra gözaltına alınışım kesinleşiyor. Edirne Emniyeti'ne götürülü yorum. Yabancısı olmadığım loş, soğuk hücrelerde geçiyor 12 gü nüm. Saldırıları psikolojik. Açlık greviyle meydan okuyorum onla ra. 4. günün sonunda "pasaportta sahtecilik" suçlamasıyla Mali Po lis tarafından savcılığa çıkarılıyo rum. Yine bekliyorum. Bu sefer
T A V I R
37
D
ar ve uzun bir so kağı yavaş adım larla yürüyerek o büyük gri kapının önüne varmıştım. Arkadaşlarım ara yı epey açtıkları için içeriye girme ye başlamıştı bile. Ziyarete ara da bir gittiğimden mi nedir, ce zaevine yaklaştıkça hüzünlü bir duyguya bürünür hep gönlüm. Bugün özel bir gün oysa. Kış ortası olsa bile açlığın ağırlaş tırdığı nefes kokularının bahar yeline döndüğünü hisseder gi biyim. O kahrolası kapılardan içeriye girerken göğsümü zorla-
"TELDEN TELE, MENDİL SALLA, EL SALLA" Çağla AKAR yan kıpırtı gözlerime de ulaş mıştı. Tutuklu yakınları yanyana dizilmiş sandalyelerde çoktan yerlerini almıştı. Salon dar, uzun ve Joş. Ama buranın do ğasına aykırı bir hava dolmuş her yana. Yaşlı bir ana yaklaşı yor yanıma. "Okumam yazmam yok da, şunu bana yazıver kı zım" diyor elindeki formu uzata rak. Ben Hayat Bilgisi dersin den böyle sevinçli bir sınavı ge çerken salon kalabalıklaşmaya başlıyor. Yüzleri tedirgin biraz herkesin, ama mağrur bir eda da var üzerimizde. Nasıl olma sın ki; çeşitli cezaevlerinde ve Sağmalcılar Cezaevi'nde otuz günden fazla süren açlık grev leri zaferle sonuçlanmıştı, tam da birgün önce. Analar, baba lar, ağabeyler, kızkardeşler ve
38 TAVI R
yoldaşları desteklemişti onları. Analar yeni barikatlar kurmuştu açlığa yatırarak bedenlerini, "Kazandık" diyoruz hep birden şimdi; şimdi ışıl ışıl hepimizin gözleri. Demir parmaklıklar aralanı yor. Küçük bir bölmeye alıyorlar bizi. Üzerimizi arıyorlar, kimlik lerimizi kontrol ediyorlar, adımı zı yazıyorlar defterlerine. Başka bir bölüme geçmek zorundayız. O beton ucube çıkıyor önüme avluya adım atar atmaz; kahre diyorum bütün betonları; evler, yollar, köprüler de betondan oy sa. Avluyu hızla geçiyoruz; ba samakları tırmanıp görüş ka binlerine doluyoruz. Kabinler kutu gibi. Çifte parmaklıklar, çif te camlar var aramızda ve uçu rumlar kadar uzun bir boşluk. Sızıyoruz demirlere, işliyoruz camlara; uzaklıklar ne gam, va rıyoruz dostlara. Açlık grevini daha bir gün önce bitiren tutsaklar yorgun ve hasta olmalarına aldırmadan görüş için sıraya girmişler bile. Direnişi anlatıyorlar. Sağmalcı lar Cezaevi'ndeki tutsakların kendileri için bir talepleri yoktu. Ancak diğer cezaevlerindeki yoldaşlarının hak arama dire nişlerini destekliyorlardı. Bu or taklaşmayı, dayanışmayı anla yamayanlar da varmış cezaev lerinde. "Destek açlık grevi otuz gün sürer mi?" diyorlarmış. Şimdi de paylaşacak sevinçleri yoktur onların, biz dünyalar ka darını sığdırırken küçücük ka binlere. Saatler ilerliyor. Tek kuşku muz tutsakların sağlığı. Bu uzun direnişte ölümle karşılaşıl mamış olması rahatlatıcı, ama hastanede tedavi görenler de var. Görüşten sonra aileler on ları da ziyaret edecekler. Açlık grevinin muzafferleri ne küçük bir sürprizimiz var. Kı pırdanma başlıyor yavaş ya vaş. Görüş kabinlerini boşaltı yoruz. Her iki tarafta da ardına kadar açılıyor kabinlerin kapıla rı; birbirimizi daha rahat görebi lelim diye. Karşı tarafta bir bay
rak asılıyor önce, gönlümüzü çalan bayrak bu, boşaltıyor içi mizi. Sonra bir pankart taşıyor lar gözlerimize boydan boya. "Direniş ve Zafer Geleneğimiz dir!". Kabin camlarından takip ediyoruz. Sözcükler tek tek gö rünüyor bir camın ardından; camdan değil içimizden geçi yorlar. Ağır ama kararlı ve tok bir sesten çınlıyor ilk slogan, dalga dalga büyüyor. Açlık gre vini anlatan kısa bir konuşma yapıyorlar sonra. "Güneşi zaptedeceğiz/ Güneşin zaptı yakın" diyor Ayşe Gülen Halk Sahnesi armağan olarak. Ve Grup Yorum'un ezgileri duyulmaya baş lıyor. Aradaki kalın camlardan yüzleri seçilemiyor. Ama tempo tutuşlarını görebiliyoruz. Halay lara geliyor sıra. Görüş kabinle rinin her iki tarafındaki daracık koridorlarda çekiliyor halaylar. Gardiyanlar şaşkın; bazıları merak ve ilgiyle izliyor. Bir ana tutuyor elimden: "Haydi ne du ruyorsun?" diyor; ben de bir başka anayı tutuyorum: "Sen de katıl diyorum. İçerden zılgıt sesleri geliyor, zılgıtlarımıza ka rışıyor. Ne duvarlar, ne demir parmaklıklar engelleyebiliyor kucaklaşmamızı. Bu konser Grup Yorum için de sadece heyecan verici değil, ayrı bir anlamı da var. Daha ön ce hasretle andıktan bir konser vermişler cezaevinde, hem de açık görüş hakkı gaspedilmeden önce. Ancak Elif Sumru ve Kemal Sahir hapis cezasına çarptırıldıktan sonraki en an lamlı konser bu. Onların yerine gelen yeni elemanlar Sumru'yla Kemalin hasret rüzgarlarını da tadıyor, estiriyor. Hep birlikte TİYAD'ı selam lıyoruz: "Yaşasın Ailelerimizin Örgütlü Gücü" diye slogan atı yoruz. Türküler, söylüyoruz on lar için. Ben de katılıyorum Grup Yorum'a bağrımın ta içle rinden gelen bir sesle "Hoşçakalın dostlarım, hoşçakalın" Bu bir veda değil, veda değil. •
HABER
YORUM
GERMINAL "tohumlar
yeşeri
Sadun CAN
ransız maden işçileri ikinci imparatorluk döneminde karın toklu ğuna çalıştırıldıkları için grev karan alırlar: "Grev istiyorlarsa, grev yapılacaktır." di yen emekçiler; kadınçocuk, genç-yaşlı bütün bir halk kolkola girip toprağı sarsan adımlarla önce maden ocakları na (üretimi durdurmaya) ora dan da bütün sokakları, yolları çınlatan marşlarla, işletmecile rin malikanesine doğru yürüyü şe geçerler. Ok yaydan çıkmış tır. Yoksulluğun açlık ve adalet sizlikle yoğrulan kahrı, öfkeye ve şiddete dönüşmüştür artık.
F
Filmin yönetmeni Claude BERRİ Fransız işçi sınıfı tarihi nin önemli bir kesitine tanıklık eden E. ZOLA'nın Germinal ad lı eserini sinemaya uyarlamış. Romandaki güçlü anlatım yönetmene büyük kolaylıklar sağlıyor. ZOLA'nın "doğalcılı ğı, engin tasvir malzemesi su nuyor... BERRİ bu. malzemeyi titizlikle ve ustaca düzenleyip yeniden ve güçlü bir anlatımla insanlığa sunmayı başarıyor. E. ZOLA yaşamı boyunca sosyalist düşünceye adım adım yaklaşan ancak düşüncelerini bilimsel bir çözümlemeye kavuşturamayan "doğalcı" bir ya zar. Lukacs'ın deyişiyle "top lumculuğun özünü anlayama yan" bir yazar. Filme (dolayısıyla romana) konu olan dönem, 1. Enternas yonalin (Uluslararası İşçiler Derneği) faaliyet gösterdiği yıl
lara rastlamaktadır. Temelleri 1848 devrimci dalgasının ya şandığı günlerde atılan 1. En ternasyonalin amacı, tüm ülke lerdeki ezilen halklar arasında dayanışma ruhunun yaratılması ve yaşatılması amacını taşıyor du. 1848 Devrimleri'nin yenil giyle sonuçlanması, başta Av rupa ülkeleri olmak üzere, tüm ülkelerde siyasal iktidarların ge rici ve baskıcı dalgasını getirdi. Bu dönem, Avrupa ve batı Av rupa ülkelerindeki işçi sınıfı ha reketi açısından da bir durgun luk dönemi oldu. Ancak çok sürmedi. Kapita lizmin devrevi bunalımlarının sürdüğü 1857-58 yıllarına gel diğinde; grevler artarak yayılır ken işçi sınıfı da nicelik ve nite lik olarak gelişiyordu. Ve işte bu. yükseliş döneminde işçi sınıfı nın en gelişkin olduğu ülkede (İngiltere) " 1 . Enternasyonal" kuruldu. İşçi sınıfı hareketinin sınıf örgütlülüklerini oluşturmaya başladığı, ancak iktidar pers pektifini henüz yaratamadığı ve dolayısıyla kendiliğindenciliğin, anarşizmin sürece damgasını vurduğu yıllardır. FRANSA'DA DURUM 1848 yenilgisini takip eden boşluk sürecini ikinci imparator luğun ağır baskısı dolduruyordu. Bu dönem birçok işçi önderi ya suskunluğu tercih etti ya da başka ülkelerde sürgün yaşadı. Birçokları da hapis cezalarına çarptırıldı. Teorik temelleri henüz yete
rince olgunlaşmayan Marksizm ise Fransa'ya henüz girmemişti bile. Bu dönemde Enternasyo nal toplantılarına katılmak üze re İngiltere'ye giden Fransız işçi önderleri, Marks'ı ve yapıtlarını burada tanıyorlardı. İkinci imparatorluk yönetimi nin ağır baskı koşulları, iki sınıf arasındaki uçurumu derinleştiriyordu. Artan yoksullaşma, ça lışma koşullarının ağırlığı altın da ezilen emekçilerin giderek artan memnuniyetsizliği, işçi sı nıfı açısından yeniden (nicelik ve nitelik olarak) bir toparlanışı gündeme getirdi. Ve 1869'da bir çok grev patlak verdi. Grevlerdeki muzaffer sonuçlar Enter nasyonal derneklerine katılışı hızlandırdı. Grevler özellikle maden böl gelerinde yoğunlaşıyordu. En ternasyonalciler ise bu bölgele re gidip sendikal örgütlenmeyi gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Filmdeki maden patronları nın temsilcileri ile işçi temsilcilerinin bir araya geldikleri toplan tıda patron temsilcisinin (Hennebeau) "Hepiniz şu ünlü En ternasyonal işçi örgütünden, amacı toplumun altını üstüne getirmek olan o çapulcu sürü sünden yönerge alıyorsunuz" derken Enternasyonalin ve do layısıyla madencilerin uyanışın dan; bir sınıf gücü olarak geliş mesinden, örgütlenmesinden duyulan korkuyu ifade ediyor du. Korku egemenleri harekete geçiriyor. Ülkenin bir çok yerinde baş
T A V I R
39
HABER
YORUM
gösteren grevler sert bir şekilde bastırılıyor. Madencilerin baş lattığı grevlerde ölenler oluyor du. Paris Komünü'nün tohumla rının ekildiği bu dönemin bütün bu özelliklerinin kavranması ba kımından "GERMINAL" başarılı bir uyarlama olarak çıkıyor kar şımıza. "GERMINAL"in yönetmeni C. BERRİ, çekimleri, bizzat olayların yaşandığı maden ka sabasında gerçekleştirmiş. Çevre düzenlemelerini, kos tümleri, tiplemeleri vs. herşeyi romana ve dolayısıyla o döne me uygun hale getirmiş. Kame ra hareketleri, ses ve görüntü efektlerinin müzikle buluşturu lan sonuçları ise, filmdeki anla tımı güçlendiren diğer yanlar. Bütün bu olguları romanda ki anlatımı güçlendirecek tarz da, yerli yerinde kullanan ve yö netmen BERRİ, izleyiciyi doğal olarak filme bağlıyor. İşçi sınıfının küçümsendiği, reddedildiği bir dönemde böyle si bir çaba işçi sınıfı tarihine önemli bir vurgu yapmakta. Emeğin badeli açlık, yoksulluk, kan ve ter ile ödendiği sürece, dünyanın dört bir yanında bu "yazgıyı değiştirme mücadele si de sürecektir. Belki geçici yengiler, yenilgiler, trajediler yaşanacaktır ama haklı ve meşru olan emekçi halkların dünyayı yeniden yaratma azmi asla yokedilemeyecektir! "GERMINAL'i izlerken Fransız madencilerinin yüzyıl önce yaşadıkları gerçeklerin günümüzde (Fransa'da dahil) aynı biçimlerde olmasa da hala nasıl devam ettiğini kendi ülke mize de göndermeler yaparak daha iyi göreceksiniz ve irkileceksiniz. Nasıl mı? İnsan yaşamını hiçe sayan vahşi sömürünün bütün boyut larını görerek... İşte gerçekler: daha fazla ölüm demek olan çalışma teşvikleri, payanda di reklerinin sağlamlaştırılması zorunluluğuna uymayan ma dencilerin ücretlerinin kesilme
40
T A V I R
si, kadın ve çocukların maden lerde çalıştırılmaları yasak ol duğu halde ölesiye çalıştırılma ları, ilgisiz ve yetersiz teknoloji vs. Derken ülkemiz madenlerin de artarak patlayan grizuların toprak ve kömür göçükleri altın da bıraktığı madenci bedenleri nin günlerce yeryüzüne çıkarıl madığını ya da grizu ölçümü için madene inmekten çekinen, grizu ölçümündeki "tehlike" sin yallerini görmezlikten gelen iş letmecilerin vurdum duymazlık larını göreceksiniz ve öfkelene ceksiniz. Ve sonra durup düşü neceksiniz. Maden aynı ma den. Sahipleri aynı soydan. Yüzlerindeki kömür karası yüz yıllardır çıkmayan madenciler aynı. Açlık aynı, yoksulluk aynı. Paylaşılan kuru ekmek, zeytin, soğan aynı. Ve grizu aynı grizu. Ölüm aynı ölüm. Trajediler ve yenilgiler aynı. Ama yeryüzünü sarsacak umut da aynı. BERRİ, yaşanılan dönemin işçi sınıfı hareketine ilişkin ol dukça çarpıcı ve öğretici olaylar örgüsü sunuyor. Marksizm he nüz olgunlaşmakta olduğu yıl larda, toplumsal mücadele için de çeşitli sapmaların (anarşiz min) etkin olduğu bir süreçte, kendiliğindenciliğin bütün bula nıklığı; teredütleri, karamsarlık ları ve hayal kırıklıkları arasın da gelecek için bir "yön" tayin etmeye çalışan Lantier'in gençeği daha iyi anlaşılıyor. Bütün bu karmaşık ve bulanık sürecin özelliklerini taşıyan "GERMINAL'de; emekçilerin emeğine, onuruna saldıran işbirlikçileri, grev kırıcıları, namussuz tüc carları, madene sabotaj düzen leyen anarşisti (Süvarin), be denlerini yerin yüzlerce metre altına atan kadın ve çocukların grizunun o korkunç soluğuna aldırmadan ter içinde, aç, çıp lak çalışmalarını ve sınıf şidde tinin bilinçsiz de olsa uygulan masını; göreceksiniz. Bir bütün olarak sınıf çatışmasının her boyutunu bulacaksınız. "GERMINAL"den çıkarılma sı gereken derslere gelince;
Sömürü, açlık, sefalet ve baskı altında tutulan emekçi yı ğınların mutlak ve mutlak bilinç li, iradi bir örgütlülük etrafında birleşmesi gerektiğidir. Kurulu düzenin emekçilerin haklarını yok sayan, onları sefil ve köleci bir yaşama hapseden buyruk ve yaptırımlarına karşı, emekçi lerin örgütlü gücü ile birleşmiş karşı şiddetini vazgeçilmez ve ertelenemez bir gerçek olarak kavranması ve bu gücü iktidar alternatifi bir sürecin parçası haline getirmesi gerektiğidir. Fransız madencilerinin bu trajik serüveni, dünya işçi sınıfı na önemli dersler vermektedir. Filmin finalindeki dıştan sesle verilen sözlerden de anla şılacağı gibi, umudun tohumları toprağın rahmine ekilmiştir ar tık. Filizleri geleceğin ürünleri (Paris komünü) için boy atmak tadır. Paris komünü ise, Marks'ın "muhteşem imkansız" dediği ve buradan çıkardığı derslerle "Proletarya Diktatörlüğü" kavramına yorumlamalar getirdiği soylu bir deney olarak yaşana caktır. Sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü dünyanın bütün ma denlerinde ter döken bütün emekçilere ZOLA'nın "GERMINAL'indeki şu sözleri atfedelim: "Arkadaşlar, sanki toprak düzeyine yaklaşmışlar gibi, üst üste, git gide daha açık seçik vuruyorlar kazmalarını. Cana can katan, her yandan gençlik fışkıran sabah, gökte alevler saçan güneşin altında yüzen ova, işte bu uğultuya gebe. Topraktan insanlar bitiyor, sa bah izlerinde ağır ağır kap kara, öç alıcı bir ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan geleceğin ürünleri için boy atı yor. Dünya emekçi halkları bu, büyük insanlık davasının ürün lerini bir gün mutlaka toplaya caktır. Yeter ki "Lantier"lerin gözle rindeki umut ışıltısı daha da berraklaşsın." •
HABER
YORUM
MAVİ SÜRGÜN BİR ERDEN KIRAL
A
dı Cevat Şakir Kabaağaç'tı (18901973). Ama edebi yat çevreleri, yaşa dığı yöre, ve ülkesi nin halkları onu Halikarnas Balıkçısı ola rak tanıyor. Robert Kolejini bitirince (1908) Oxford Üniversitesi'nde Yakın Çağlar Tarihi okumuştu. Amcası sad razam, babası paşa ve diplo mattı. Yurda döndükten sonra resmi bir görev almayan Cavit Şakir dönemin siyasal eylem ve kurutuşlarının uzağında kalmış; gururuna yedirememesine kar şın İstanbul'un işgali günlerinde tüberküloz olduğu için Anado lu'ya geçememişti. Cumhuriye tin ilk yıllarında çeşitti gazete ve dergilerde çalışmıştı. Ancak Ni san 1925 tarihli Resimli Hafta Dergisi'nde yayınlanan "Hapisanede İdama Mahkum Edilen ler Bile Bile İdama Nasıl Gider ler" adlı bir öyküsünden dolayı 3 yıl kalebentlik cezası alarak Bodrum'a gönderildi. Cevat Şa kir, Şeyh Sayit isyanından he men üç ay sonra yargılanmıştır. Takrir-i Sükun Kanunu'yla esas olarak Kürt Halkına yönelen ağır baskılar istiklal Mahkeme lerinin uyguladığı bütün muhalif unsurları ezmeyi de amaçlıyor du. "Mavi Sürgün" Halikarnas Balıkçısı'nın doğuşuna neden olan koşulları ve sürgün serü
SERÜVENİ Hazal TUNÇ
venini anlatan bir otobiyografik romanıdır. Geçtiğimiz ay Grup Yorum'un iki değerli üyesi Elif Sumru ve Kemal Sahir'in hapis cezasına çarptırılmalarına kar şın teslim olmayı reddetiği ve Grup Yorum dostlarının onların cezasının kaldırılmasına ilişkin kampanya yürüttüğü günlerde bu romanın sinema uyarlaması gösterime sunuldu. "Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün adlı eserinden esinlenerek" çekildiği açıklanan bu Erden Kıral filmi hem bir edebi eserin sinema uyarlama sı olması hem de Cevat Şakir gibi bir sanatçı kişiliğin yaşa mından önemli bir kesiti yansıt ması açısından eleştirilmesi ge reken bir sinema filmidir. Bu film Halikarnas Balıkçısına say gısızlıktır. Onun eserleri, yaşa ma bakışı ve yaşamı Erden Kı
rarın kuralsız bencilliğine ve ki şisel ihtiyaçlarına kurban edil mişti. Yönetmenin bu değerler le aklına estiği gibi oynaması şaşılacak bir sorumsuzluktur. Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün'ünde Birinci Dünya Sa vaşı koşullarını ve işgal günlerinide anlatır; İstiklal Mahkeme lerinden kesitler sunar. Erden Kıral bu olayları filme yansıtamamıştır. Oysa sürgünü hazır layan koşutlardan ve Kürt İsyanı'ndan sözetmeksizin Cevat Şakir'e verilen cezanın çağdışı olduğu yeterince anlaşılabilir mi? Cevat Şakir Ankara'dan an cak İzmir, Aydın, Muğla üzerin de 6 ay süren bir yolculuktan sonra Bodrum'a ulaşabilir. Hali karnas Balıkçısı işte bu yolculu ğun rahminden doğar. "Neyse tren istasyon istas yon duruyordu. Durulan yerlerin adlan ile ilgili değildim, kendile riyle ilgiliydim... Bana yabancı gelen insan yoktur, insanları dünya gözüyle bir kere görürüz, işte o kadar. Bir mahkemede savcı beni 'tanımadığı insanlar la konuşur'diye suçlamıştı. Ka bahat mi diye şaşakaldım." Cevat Şakir gerçek yaşam lara tanıklık ederek, onlarla kaynaşarak sürdürür yolculuğu nu. Jandarmalarla dost olur, in sanları sevgiyle izler; gençlerin birbirlerine gözsüzüşlerinde on-
T A V İ R
41
HABER
YORUM
lar kadar heyecan duyar. Cevat Şakir'in Bodrum'a kadar olan bu yolculuğu cıvıl cıvıl bir renk ve duygu dansıdır. Ama Erden Kıral yazarın Muğla'da bir tiyat ro kumpanyası olduğundan sözetmesinden yola çıkarak bu kumpanyayı tren yolculuğuna ve durak yerlerindeki serüven lere monte eder. Freud'çu yak laşımlar, eudipus kompleksi ve ona bağlı olarak kendi karısıyla ilişkisi olan bir babaya karşı duygular sıralanır filmde. . Yazar bir bölümde "Biraz ötemizde genç bir kadın oturu yordu. Onun yüz, burun ve göv desinin öteberisine birer birer bakınca, insan hiç olağanüstü bir şey bulamazdı. Parmakları kalem kutlanmaktan az buçuk yamru yumrulaşmıştı. Ama gövdesinin ayrıntısına dikkat etmenin olanağı yoktu!.. Her ta rafında sempati ve sevinç sanki nabız atıyordu. Bakıyordum ona. Gülümseyerek bana pake tinden bir sigara ikram etti." di ye anlatıyor. Bu kadın Cevat Şakir'i kendisiyle fazla uğraştır mamak için başka bir bölüme gidip oturur. Erden Kıral bir ipu cu daha yakalamıştır bu bölüm den. Çok farklı bir tip çizilir film de. Anne'dir bu tiyatro aktiristti; hayranlık duyulan, arzulanan, hatta Muğla da sevişilen bir ka dındır. Araya babaya duyulan nefret girer, Tosça operası girer ve Erden Kıral'ın düşleri ta mamlanır. Ne var ki Erden Kıral bu tavrını filmin sonuna kadar sürdürüyor. Filmin ikinci yarısı köpük, dağınık; Cevat Şakir'in yaşamı tamamen çarpıtılıyor. Başka kişiler yazarın yerine ko nuyor ve artık seyirci de önemli bir bölümde Tarım Bakanlığı'nda memur zeytinci Musa'yı izliyor. Bir edebiyatçının çizdiği tip lerde kendi izleri de vardır. An cak yaşam öyküsünü anlatan bir eserde onaya çıkan böylesi abartılı bir marifet saygısızlıktır. Erden Kıral Cevat Şakir'in Ege'den Bırakılmış Bir Çiçek adlı kitabında yer alan "Unuttu
42
T A V I R
ğu Türkü" adlı öyküyü de kırıp, döküp, değersizleştirip filme monte etmiş. Bununla da yetin memiş; sevdiği kıza yardım et mek için Deniz İşletmeleri Acenteliği'ne gemi resimleri çi zen Musa'dan yola çıkarak yeri ne koyduğu Cevat Şakir'e (Ce vat Şakir aynı zamanda res samdır) kadın resmi yapma sahnelerinde olduğu gibi kendi budalalıklarını yüklemiş, Erden Kırai'ın -bizim değerli ya da de ğersiz bulmamız bir yana- böy le bir film yapmaya hakkı olabi lir. Ama adını Erden Kıral ve Ar kadaşlarının Kumpanyası diye koyarsa. Halikarnas Balıkçısı insan ları, doğayı nasıl büyük bir aşk la sevişini yalın ve sevinçli bir dille anlatıyor: "Ey okuyucum geçtiğim yer leri öyle bir anlatışımı aşırı bul ma! Eğer sana aklı başında adamım diye söyledilerse ya landır. Bu yetmiş yaşımda bile aşığım ben. Eğer böyle bir işi ciddiliğe, aklı başındalığa uy gun bulmuyorsan, sana ciddilik ve aklı başındalık taslayan ben değilim, değil mi ya? Bilmezsen ben sana söyleyeyim: Aşk bi raz aşırı olur duygularında. Eh itidalle yalan söyle, itidalle doğ ru söyle; itidalle inan, itidalle sev. Allah belasını versin şu iti dalin! İçimden nasıl geliyorsa öyle anlatıyorum. Şu kalıba, bu kalıba göre anlatacak değtlm ya!.. Bırak sana istediğim gibi anlatayım..." Erden Kıral Halikarnas Balıkçısı'nın bu sözlerini yanlış anlamış. Aklına estiği gibi boz muş, değiştirmiş koca Balık çıyı. Telgraf iletişimindeki yan lış aktarmalara verilen örnek Freud'çu anne özlemine dönü vermiş. Yazarın uzun uzun an lattığı evin duvarlarını yıkama tablosu "yukarıda belki şuydu, belki buydu diye saydım, belki de o saydıklarımın hepsiydi." denmiş olmasına karşın sade ce birine indirgenmiş. Yönet men Cevat Şakir'in doğaya,, in sanlara ve çalışma hayatına
bağlılığını, katkılarını gerçek bi çimiyle yansıtacağına yanlış kurgularla farklı öykülere yer vermiş. "Bunlarla (oraya memur ola rak gelenler -bn.-) konuştum, ama söz konusu hep Bod rum'da hayat yok, ya da Bod rum gibi yerde yaşanır mı? gibi şeyler olurdu. Hayat yok diyen ler, galiba kadınların sokaklar da yatıp, buyrun diye bacakları nı kaldırmalarını istiyorlardı. Hayat bir yerde değil insanda olur. Yaşamak, gönlü de dün yayı da aşar taşarcasına hayat la doldurmak demektir." diyor Balıkçı. Erden Kıral bu memur lar gibi düşünüyor olsa gerek. Gayretle onu sınırlamış, değiş tirmiş, yaşam çığlığını kıstığı Balıkçı'yı bunalımlı bir kişilik haline getirmiş. Cevat Şakir baskı ve zulüm yasalarından etkilenmiş olması na karşın toplumsal olaylarla il gilenmemiş, siyasi mücadeleye katılmamış bir aydındır. Ancak sadece Bodum'un antik güzel liklerini ortaya çıkarmakla kal mamış, insanları sevmiş onlarla birlikte yaşayabilmekten, onlar için doğaya karşı mücadele edebilmekten sevinç duymuş tur. Halikarnas Balıkçısı ile bir likte Bodrum'da "Selam sözü insanoğlu gönlünün derinden, tanyerinin aydını gibi sevinçli gelmeye koyuldu. Artık şehrin her yerinde şimşek gibi çakıyor du merhabalar." Cevat Şakir'in coşkuyla ya şama bağlı olduğunun bilinme sine karşın "acı çekmek süre cindeki bir yazarın öyküsü (E. Kıral)" diye sunulan film gerçek te kimi anlatıyor? Erden Kırai'ın sinema uyarlaması kuşkusuz bir yeni yaratımdır. Ancak ben zeri kişilikleri ve olayları hangi tür sanatsal üretimle olursa ol sun yeniden yaratırken nesnel gerçekliği değiştirmeye çalış maktan sakınılmak. Erden Kıral sanatın "sır" ol duğuna inanıyormuş. Galiba kendisi de sırlara karışıyor. •
HABER
B
ir oyuncu var sahnede; Ay şe Emel Mesçi. Nazım Hikmet'in "19 Yaşım" şiirini okuyor... yani oynuyor. Büyük bir heyecanla, coşkulu. "... Ve bu anda kuvvetli dinç bir ağrı dan gelen deli bir sevinç. Sıç rar, atlar, köpüklenir, çatlar ka fanda. Haaaaayda" derken tüm benliğiyle hissediyor, inanç ve kararlılık dolu kelimeleri. Kareografik hareketleri güçlü vurgulamalarıyla dizeleri yoğuruyor ve güç katıyor. Sevinç ve heye canla izliyoruz oyuncuyu. Son ra oyuncu başını kaldırıyor, gözlerinde bir hüzün ve başını iki yana sallayarak "Geçti" di yor, "Geçti 9 yıl/Ey benim 19 ya şım" Şaşırıyoruz. Şiirde var mıydı bu sözler, diye düşünü yoruz. Evet vardı ama ya duy gu? İşte o yok. Nazım'ın sözleri değil bunlar. O halde... bu söz lerin sahibi Ayşe Emel Mesçi. Rol yapmıyor, kendisini tanıtı yor. "13 yıl sonra merhaba" di yor izleyiciye şiir sonrası. Mer haba, ama kime? Ülkeye dö nüşle birlikte yeni bir hayata ama kimin yanında? 13 yıl ön cesinden çok daha vahşi bir sö mürünün ve baskının içindeki emekçi halklarının mı, yoksa şöyle ortalarda yeralan ve de mokratlık adına etrafa duyar sızlık saçan küçük-burjuva bir dünyanın mı? Önyargılı olma mayı ve o "geçti 9 yıl" sözünü yanlış yorumlamış olmayı tercih
ediyoruz. Halk oyuncuları'nın "Kadın lar, Bizim Kadınlarımız" oyunu nun galasındayız ve bizi böyfesi düşüncelere iten bir bölümle başlıyor oyun. 1980 yılında İsveç'de kurulmuş olan Halk Oyuncuları. Ayşe Emel Mesçi, o yıla kadar Türkiye'de 40 ka dar oyunda rol almış. 1971 yı lında tutuklanarak 3.5 yıl hapis yatmış. 1974'de Yılmaz Güney'in "Endişe" filminde oyna mış ve 1980'de "Sanatsal öz gürlüğün kalmadığı ve insan haklarının ihlal edildiği bir or tamda" son görev aldığı İstan bul Belediye Şehir Tiyatroları'ndan istifa edip yurtdışına çıkmış. Sonra da Tuncel Kurtiz'le birlikte Halk Oyuncuları'nı kurmuşlar. İlk oyunları Güngör Dilmenin "Kurban", Nazım Hik met'in "Ferhat ile Şirin", Fakir Baykurt'un "Sakarca", "Newroz Çiçekleri", Yılmaz Güney'in "Hücrem" ve "Selimiye Mektup ları, Ataol Behramoğlu'nun "Mustafa Suphi Destanı", Yıl maz Onay'ın "Sanatçının Ölü mü", Dario Fo'nun "Bir Anarşis tin Raslantısal Ölümü", Haşmet Zeybek'in "Düğün ya da Davul" diğer oyunlarından bazıları. M. E. Mesçi bunların dışında Yıl maz Güney'in "Duvar" filminde de rol almış. "Kadınlar, Bizim Kadınlarımız" ise İtalyan yazar Dario Fo'nun yazıp Carlo Barsotti'nin yönettiği, ilk olarak
YORUM
1984-85 döneminde sergiledik leri bir oyun. Tek kişilik ve 2 bö lümden oluşuyor; "Bir Ana" ve "Medea" Oyun İtalyan halk ti yatrosu temelinden yola çıkıla rak yazılmış ve her iki bölümde de acıları, düşleri, yazgıları ve trajedileriyle bizim kadınlarımız var. İlki bir ana; oğlu "siyasi şid det eylemlerine" karışmış ve hapiste. Yani resmi ağızda bir "terörist". Oğlu yakalanana ka dar bir şeyin farkında değil ana. Televizyonlarda, gazetelerde yakalanan "terörist'leri gördük çe "benim oğlum böyle bir şey yapmaz" diye şükrediyor. Ama bir gün o resimlerde kendi oğlu na rastlıyor. İnanamıyor ana, kabul edemiyor bir türlü. Ardın dan ziyaretler, ziyaretler ve de ğişim. Artık o bir tutsak anası ve inançlı. Tıpkı bizim TAYAD'lı analarımız gibi. Bugün toplum sal ve siyasal gelişmelerin her aşamasında inançları ve be denleriyle varolan, inatçı ve ör gütlü analaramızı anımsıyoruz oyunu izlerken. Anlaşılır, yalın bir dil, abartısız bir sahne ve ışık düzeni ve incelikli, etkiliyici bir yorumlamayla şehit ve tut sak analarımızın gerçeğini al kışlıyoruz. İkinci oyunda ise eski Yu nan tragedyalarından çıkıp gel miş ama bugün, hemen yanıbaşımızda "acı yazgı"sıyla varo lan bir kadın var sahnede.Adı
T A V I R
43
HABER
YORUM
Medea ama Ayşe de olur, Zeh ra da, Fatma da ya da Rojda, Berivan... Çünkü ikinci sınıf bir varlıktır o. İtilen, kakılan, aşağı lanan... Nazım Hikmet'in şiirin-, de dediği "Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" bir kadındır o. Söz hakkı yoktur. Ve bir gün kocası kuma getirir eve. Çaresizdir, acı doludur yü reği. İtiraz edemez, isyan ede mez. Etrafındaki dedikoducular ise yalnızca acısını artırır. Onun için tek çare vardır; ölüm! Ölümü seçer Medea ve Kara yazgısıyla bizi başbaşa bırakır. Toplumsal bir trajedi sahnede yaşatılan. Bugün acımasız bir kapitalist sömürü ağı içinde fe odal kalıntılara hapsedilmiş ka dının kurtuluşu, ancak sınıfsal bir savaşımla ulaşılacak sosya list bir toplumsal düzenle müm kündür. Bu düşüncelerle izliyo ruz Medea'nın öyküsünü. Kuşkusuz her iki öyküde de İtalyan yazar Dario Fo'nun dev rimci kişiliğinin yansıması yar. İtalyan sağcı basına göre iflah olmaz bir komünisttir Dario Fo.
Oyunları defalarca sansüre uğ ramış, polis tarafından kesilmiş, ABD'ye giriş vizesi verilmemiş, oyunları hakkında parlementoya soru önergesi verilmiş, bir kez de tutuklanmış. Dönemin gerici siyasi yapılanmasını yer gi dolu oyunlarıyla eleştirmiş ve La Comune (Komün) adını ver diği tiyatro grubuyla onlarca oyuna imzasını atmış, 12 Eylül 1973 Şili darbesinden sonra "Bir Gitarı Öldürdüler Ama Hal kın Daha Bin Gitarı Var" adlı oyunu sırasında tutuklandığın da, o bölge halkının çoğunluğu olayı protesto ederek hapisha neyi kuşatmış. Polis ise 48 saat sonra Dario Fo'yu bırakmak zo runda kalmış. Bu olay Grup Yorum'un Kıbrıs turnesini hatırlatı yor. Geçtiğimiz aylarda turne sırasında daha konser başla madan apar topar sınır dışı edilmek üzere karakola götürül düklerinde bine yakın insan ka rakolun önünde protesto etmişti olayı. Halklarının gerçeğine sır tını dönmeyen mücadeleci sa natçılar yazgılarıyla da buluşu
BASINA VE KAMUOYUNA 24.3.1994 tarihinde DEP İstanbul İl Merkezi'nde biraraya gelen ilerici, devrimci, yurtsever sanatçılar bir ba sın açıklaması yaptılar: "Bugün açık bir seçim aldatma cası yaşanmaktadır. Demokrasinin gereği olan seçimler, egemen sınıf latın sömürüsünü, talanını, kıyımını gizleyen bir araç olarak kullanılmak tadır. Seçimlerle demokrat görünme ye çalışan iktidarlar Genelkurmay'ın emirleri altında çaresizliği ve paniği yaşıyorlar. "Seçimlerin artık hiç bir meşru luğu kalmamıştır.(...) "Bizler emekten ve halktan yana sanatçılar olarak bu seçim aldatma casına tavırsız kalamazdık. Büyük bir ihtişamla, gösterişli kampanya larla ve daha da ötesi demokratım diyen sanatçılarla sürdürülen bu iki yüzlü imaj yarışına seyirci olamazdık. Halkların kardeşliği adına, bir
44
T A V I R
likte mücadelesi ve özgürlüğü adına, seçimlere sokulmayan DEP'i destek lemek ve ezilen Kürt halkının yanın da olduğumuzu göstermek adına bu seçimleri protesto ediyor ve düzene oy yok diyoruz. "Ayrıca bugün seçim arenasında boy gösteren ve kendisine sosyalis tim diyen sanatçı adaylara da bir çağrımız var. Bugün halklara verebi leceği bir yalanı dahi kalmayan ege menler belki de son kozlarım sizler le oynuyorlar. (...) Ama halklara şi rin görünme çabasında şimdi de siz öne sürülüyorsunuz. Sonuçta deği şen bir şey olmayacak. Sömürü ve talan düzeni devam edecek; Gene rallerin seçim uygulamaları karşısın da bu oyunu reddetmek demokrat olmanın gereğidir. Tersi, generalle rin seçim politikasına güç vermek anlamına gelecektir. Aydın ve de mokratlara çağrımız; seçimlere ka-
yorlar aynı arenada. Ama onları tarihin onurlu sayfalarında vareden de baskılara karşı müca deleci kişilikleri değil midir? Dario Fo'nun oyunuyla Tür kiye'ye dönüş yapan ve 80 ön cesi Halk Oyuncuları geleneğini sürdürme iddiasında olan "Halk Oyuncuları" bu iddialarında sa mimi olmalıdır. Bu gelenek, 13 yıl öncesinin heyecanını "geçti" nitelemesiyle görmez. Bugün halkların özgürlüğü için yürütü lecek bir. mücadelenin nesnel koşulları tüm olgunluğuyla var ve bu gerçek kaçınılmaz bir bi çimde kendini dayatmakta. Böylesi bir gerçekde nostaljik yaklaşımlarla geçiştiriIemez. Nazım Hikmet diyor ki aynı şiirinde; "Ben yine söylüyorum aynı şarkıları Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa, Ben kattım önüme rüzgarı" Halk Oyuncularını tarafını emekçilerden yana seçen bir anlayışa davet ediyoruz. •
tılmayarak ve bu aldatmacayı teşhir ederek, bu oyunu boşa çıkarmaları dır. "Türk ve Kürt halkları egemen lerin oyununu bozacak, halkların kardeşliği ve birliği için bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ni sürdürecektir. "Ortaköy Kültür Merkezi, Genç Ekin Sanat Merkezi, Çağdaş Sanat Atöl yesi, Mezopotamya Kültür Merkezi, Grup Yoranı, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, FOSEM, Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi, Dinmeyen Müzik Topluluğu, Grup Şahmeran, Çağdaş Oyuncular, Genç Ekin Tiyatro Grubu, Koma Çiya, Koma Amed, Koma Mezrabotan, Koma Rojhelat, Koma Avreş, Ko ma Arjin, Koma Agıra Jiyan, Koma Azad, Koma Dılbırin, Gülen Mezrabotan, Koma Serhıldan, Teatra Jiyana Nu, Ahmet Erkanlı, İbrahim Karaca, Hayati Azim, Fevzi Kurtuluş, Fevzi Bilge, Gani Nar, Xanemir, Fırat Başkale,"
DERGİMİZE YÖNELİK
BİZİ SUSTURABİLİRLER Mİ? Dergimizin Diyarbakır bürosu 20.12.1995 tarihinde polis tarafından basıldı. Baskın sırasında büroda bulunan dergi çalışanlarımız ye Müca dele Gazetesi muhabirleri gözaltına alındı Büromuzla ilgili evraklara, dergimizin arşivlerine de el konuldu. Diyarbakır büromuz 1993 yılında içerisinde Haziran, Kasım ve Aralık aylarında olmak üzere 3 kez basıl dı Çalışanlarımız defalarca gözaltına alındı 30.121993 tarihinde Mücadele Gazetesinin Adana bürosuna yapı lan baskın sırasında gazetenin muhabirleri, Adana Özgür-Der sekreteri ve dergimizin Adana temsilcisi Süleyman Bakırman gözaltına alındılar. Gözaltına almanlar 24 saat içerisinde tutuklanarak Adana Kürkçüler Cezaevi'ne gönderildiler.. Adana büromuz 11 Şubat günü de Terörle Mü cadele Şubesi'ne bağlı polislerce basılarak arkadaşımız Kenan Togrııt gözaltına alındı, kitap ve arşivlerimize el konuldu. 13 Ocak 1994 günü E.S.M ve Ankara büromuz basıldı 12 kişi gözal tına alındı Temsilcimiz İhsan Cibelik tutuklandı Halen Ankara Merkez Kapak Cezaevinde. ESM 1991 ve 1993 yıllarında iki defa daha basılmış ve çalışanlarımız, okurlarımız gözaltına alınıp tutuklanmıştı
30.
SAYIMIZA
SORUŞTURMA AÇILDI İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu yukarıdaki tebligatı dergimizin adresine gönderirken "Özgürlük Tutkusu" adlı öykünün Sağmalcılar Cezaevi'ndeki Devrimci Sol Davası Tutsakları'nca yazıldığının farkında değil miydi? Önümüzdeki günlerde 150 civarındaki tutsak "sanatçı"nın hayatı işlemede gösterdikleri ince ustalığa Basın Bürosu'na ait duruşma salonları da tanık olacak; eğer Savcı onları çağırmayı sakıncalı görmezse... 30. sayımızın soruşturma açılan ikinci yazısı ise "İs Karası Kent Resimleri."
T A V I R
45
H A B E R YO R UM
GRUP YORUM'DAN MHP'YE DAVA HP, 27 Mart yerel seçimlerine ilişkin hazırladığı propaganda kasetinde Grup Yorum'un Dağlara Gel adlı parçasını, sözlerini değiştirerek kullandı. Grup Yorum, Dağlara Gel'in seçim propaganda aracı olarak kullanılmasını engellemek için açtığı ihtiyat-i tedbir davasını kazandı. Bunun, türkünün izinsiz kullanımı karşısında acılmış bir telif hakkı davası olmadığım belirtiyor Grup YORUM.
M
TÜRKÜLERİMİZ EMEKÇİ HALKLARINDIR 5.1.1994 tarihinde basın da yer alan haberlerle bir likte "Cesaret" adlı kaseti mizde yer alan "Dağlara Gel" adlı bestemizin söz leri değiştirilerek "Milliyetçi Ha reket Partisi" tarafından yerel seçim propaganda şarkıların dan biri olarak kullanıldığını öğ rendik. "Dağlara Gel" adlı türkümü zün sözleri Gevheri'ye, bestesi ve müzik düzenlemeleri ise Grup Yorum'a aittir. Dolayısıyla bizim iznimiz dışında herhangi bir biçimde değiştirilerek ya da değiştirilmeden kullanılması ta müyla bir hak gaspı ve hırsız lıktır. "Dağlara Gel", Cesaret adlı kasetimiz yayınlandığı günden beri emekçiler tarafından sevi len, giderek daha geniş bir ke simin beğenisini kazanan ve dillere dolanan bir türkü olmuş tur. Çünkü türkümüz emekçi halkın diliyle konuşmakta, onun yaşadığı sıkıntılar ve acılar kar şısında dirençli ve umutlu olma yı, haksızlıklarla mücadele et meyi öğütlemektedir. Türkü müzde "Dağlara Gel" diye ses leniyoruz. Dağlar ezilen halkla
2
46
T A V I R
rın umududur, geleceğin müj decisidir. MHP'yi ise Kahramanma raş, Çorum katliamlarından ta nıyoruz. Kürdistan'da yürütülen kirli savaşta kontrgerillanın ma şası olduğunu biliyoruz. Dev rimcilerin ve halkların katili fa şist MHP'nin, Grup Yorum'un şarkısını kullanması emekçi halklara ve onların özgürlüğü için yürütülen bir mücadeleye hakarettir. Türk ve Kürt emekçi halk larına mal olmuş ve baskıya, sömürüye, katliamlara karşı halklarımızın sesi soluğu olan türkülerimiz eli kanlı katiller ta rafından hiç bir amaçla, asla kullanılamaz. Buna izin verme yeceğiz. İlerici, devrimci, demokrat lara sesleniyoruz... Grup Yorum'un türküleri emekçilerindir. Onların acıları nı, sevinçlerini, özlemlerini an latır, direnme ve mücadele az mi verir. Geleceğin ve özgürlü ğün düşmanı katiller tarafından kullanılmasına izin vermeyin. MHP kanlı elini derhal şar kımızdan çekmelidir. GRUP YORUM
NOKTA HABER
GRUP YORUM: Grup Yorum bu kez kıtalar aşarak türkülerini Avustralya 'da seslendirdi. 4 Şubat'ta Sydney'de, 8 Şubat'ta Melbourne'de, 12 Şubat'ta Mildura'da konserler veren Grup Yorum yaklaşık 1300 kişiye seslendi. Bu arada söyleşi ve radyo röportajlarına katılan Grup Yorum Türkiye gerçeğini anlattı. 15 Şubat'ta Çorum 'da 3 000 kişinin izlediği konser sırasında 16-17 Nisan'da katledilen Satı Taş'ın annesi sahneye gelerek devrimci mücadeleyi hiç bir gücün durduramayacağını belirten bir konuşma yaptı. Gecede ayrıca Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncuları şiir dinletisi sundular. 26 Şubat günü İsparta'da Kültür Sineması'nda yapılan Grup Yorum konseri 700 izleyicinin katılımıyla gerçekleşti. Polisin yoğun baskısı altında yapılan konserde pek çok kişi slogan attıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ: 15 Ocak günü DLMK (Demokratik Liseler İçin Mücadele Komiteleri) ve Öğrenci Birliği'nin birlikte düzenledikleri şenliğe katıldı. Liseli gençliğin mücadele coşkusunun Özgürlük Türküsü'nün söylediği türkülerle birleştiği şenlikte ayrıca öğrencilerin hazırladıkları tiyatro ve şiir dinletisi sunuldu. 16 Ocak günü Özgürlük Türküsü SHP Sarıyer Gençlik Komisyonu'nun düzenlediği . gençlik şölenine katıldı. Şölende Semah ekibi ve Grup Munzur da yaralıyordu. 12 Şubat günü DEP Zeytinburnu İlçe merkezinin düzenlediği dayanışma gecesi yapıldı. DEP Zeytinburnu Belediye Başkan adayının tanıtıldığı gecede Özgürlük Türküsü, Koma Çiya,
H A B E R
NOKTA HABER
BİR M E K T U P
Y O R U M
Dergimize yazan bir mektubunu
Suriye'den okurumuzun yayınlıyoruz
Kültür ve Sanatta Tavır'daki arkadaşlara... Derginizin 28-29. sayıları, elime ulaştı, okudum ve derginizin Grup Munzur, Grup Dinmeyen yer daha iyi bir Tavır belirlemesi için bu notları size iletmek istiyorum: aldı. 1000 kişinin izlediği gecede -Derginizin HABER/YORUM bölümünde çok iyi yazılara yer ayrıca DEP halkoyunları ekibi de vermişsiniz. Bundan dolayı elinize sağlık ve devam etmenizi bir gösteri sundu. temenni ederim. 2 Şubat günü Özgürlük , -Derginizin adı Kültür ve Sanatta Tavır, fakat dikkatimi çeken Türküsü DLMK'nun düzenlediği bir şey, her iki sayıdaki politik ağırlıklı yazılar (29. sayıda sayfa şenliğe katıldı. DEP'in Bahçelievler 2,3,4,17,18,19). Makalenin bir sanat olduğunu kabul ediyorum. İlçe binasında yapılan, yaklaşık 80 Fakat derginin çoğunluğunu makale ile şiir teşkil ediyor. kişinin izlediği şenlikte ayrıca -Türk edebiyatının en ünlü türü,"mizah" tır. Türk mizah anlayışı DLMK'lı öğrencilerin sunduğu şiir dünyanın bir çok ülkesinde devrimcilerin yaydıkları, yorumladıkları dinletisi ve demokratik lise bir sanat türüdür... Bu tür nerede? mücadelesini anlatan dia gösterisi -Bu kadar şiire yer verilirken, hikaye nerede? Nitekim bugün yapıldı. hikayede büyük bir gelişme yaşanıyor. 12 Şubat'ta Özgürlük Türküsü -Son olarak resim sanatı ve bu konudaki eleştirilere de pek İkitelli Ekin Sanat Derneği'nin rastlayamadım. dayanışma gecesine katıldı. 700 Bunları yazarken amacım derginizin daha büyük bir kitleyle kişinin izlediği gecede sanatçı iletişim sağlaması ve amacına ulaşmasıdır. aydınlar üzerindeki baskıları ele alan bir tiyatro oyunu sergileyen Genç Ekin Sanat Merkezi Tiyatro Grubu 'nun yanında Derneğin halkoyunları ekibi ve şiir grubu da yer aldı. 22 Şubat'ta Özgürlük Türküsü "Yurtsuzlara yurt, evsizlere çatı", açlara ekmek olsun diye türküleri, şiirleri, memurların hak alma mücadelesinin yanındaydı. oyunlarıyla ateş hattındaydılar. Hak almak için mücadele eden halkın Kadıköy Belediyesi önünde umut, yanındaydılar. Onun için gözaltına alındılar, tutklandılar, mahkum edildiler. sevda ve direniş türkülerinden oluşan konserin Haklıyız Onlar şimdi tutsaktır. Ama duvarlar, parmaklıklar, tel örgüler onların direnme Kazanacağız marşıyla sona ermesinden sonra yürüyüşe azmini kıramıyor. Halkın dostlarını sonata yönelik baskıları, protesto etmek geçildi. için halkın saflarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendirmek için 25 Şubat'ta Abdi İpekçi Spor Salonu'nda düzenlenen Divriği devrimci sanatçılarla mektuplaşmaya, onları mahpushanede ziyaret etmeye Kültür Derneği Halk Gecesi'ne çağırıyoruz. Özgürlük Türküsü, Fevzi Kurtuluş, Gül Sorgun, Koma Denge Azadi, ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ Aşık Mahsuni ve Arif Sağ EKİN SANAT MERKEZİ katıldılar. Dağlara Gel adlı parçayı
ÇAĞRI
MHP'nin kullanmasını protestu eden bir konuşma yapan Orhan Aydın ve Nur Sürer daha sonra bu türküyü Özgürlük Türküsü ile birlikte söylediler. GRUP EKİN KONSERLERİ: Grup Ekin 19 Aralık 1993 tarihinde Artvin'in Ardanuç ilçesinde düzenlenen "Dostluk Şenliğine" katıldı. Şenliği 200 kişi izledi. Şenliği izleyen Özgür Karadeniz gazetesi muhabiri keyfi
ve Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi
Grup Yorum Üyesi
Grup Ekin Üyesi
Kemal Sahir Gürel
İhsan Cibelik
Keşan Kapalı Cezaevi 4. Koğuş Keşan/Edirne
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4. Koğuş Ulucanlar/Ankara T A V I R
4 7
HABER
YORUM
NOKTA HABER
FOSEM'İN "GÖÇ YOLLARI" BELGESELİ ANKARA FİLM FESTİVALİ'NDE GÖSTERİLDİ 25 Şubat-6 Mart 1994 tarih leri arasında gerçekleşen 6. Ankara Uluslararası Film Festi valinin "Dünya Kısa Filminden Örnekler" bölümünde FOSEM (Fotoğraf ve Sinema Emekçile r i n i n Göç Yolları adlı belge seli de yer aldı. 2 Mart 1994 Çarşamba gü-
bir şekilde gözaltına alındı, 25 Aralık'ta İHD'nin Kırşehir'de düzenlediği geceye Grup Ekin, Ozan Çağdaş, Ozan Abbas, Ali Akb ulut, Dağarcık Tiyatro ve Halkoyunları Grubu ve Grup Dost Ezgi katıldılar. Konser sonrası Grup Dost Ezgi'nin bir elemanı asker kaçağı olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Uşak'ta 22 Aralık'ta düzenlenen "Gün Bizim" isimli şenliğe Grup Ekin katıldı. Uşak Belediye Düğün Salonu 'nda gerçekleşen şenliği 600 kişi izledi
nü Alman Kültür Merkezi salo nunda gösterilen belgesel; 1991 yılındaki Emperyalist Sa vaş döneminde Güney Kürdistan'dan göç eden yoksul Kürt Halkı'nın karşılaştığı baskıları ve acılarını yanısıtıyor. Belgeselin süresi 20 dakika ve müzikleri Grup Yorum'a ait.
DÜZELTME
CHE BELGESELİ: Ortaköy Kültür Merkezi'nde 8 Ocak 1994 Cumartesi günü Küba Devrimi'nin 35. yılı nedeniyle bir etkinlik düzenlendi. Che Guevara'nın hayatını konu alan belgesel bir film, Küba Konsolosluğu'nun da katkılarıyla gösterildi. Etkinlikten elde edilen gelir, Küba halkıyla dayanışma amacıyla, elçilik kanalıyla Küba'ya gönderildi.
30. sayımızda yayınlanan, İbrahim Karaca'nın "... çün kü zalimin tarihi yoktur" başlıklı yazısında dizgi hata ları yer almaktadır. Yazının ilk paragrafındaki "...silaha sarılan onbeşlik delikanlılar, ..." cümlesinde "delikanlılar" sözcüğü, "de likanlıları"; İkinci paragrafın son iki cümlesi "herhangi bir ülkenin ulusal-sınıfsal kurtuluş mücadelesiyle yaratılan tarihi, insanlık tarihinin o coğrafyadaki bir uzantısıdır."; Yazının 3- paragrafının 8. satırındaki "tutsak olmayı" sözü, "tutsak almayı"; 7. paragraftaki "...Filistin ve devriminin kabına sığmaz Leyla Halit?" cümlesi, "...Filistin ve devriminin kabına sığmaz kızı Leyla Halit?"; 8. paragraftaki "karşılıklı bağımsızlık" sözü "karşılıklı bağımlılık"; 9. paragraftaki "Savaşmama hali" sözü (Savaşmama hali); ve yazının son bölüntünde yer alan şiirin 5. dizesi de "gelecek kuşaklara" şeklinde olması gerekiyordu. Yine aynı sayımızda 36-37. sayfalarda yayınladığımız İbrahim Karaca'mn "Sen O Resmi Yapacaktın Abidin" başlıklı şiirinde "Doşo" kelimesi, "Daşo" olarak yeralmıştır. Düzeltir, özür dileriz. küttür ve sanatta TAVIR aylık sanat dergisi
ortaköy küttür ve sanat bilimsel araştırma
yazı işleri
yay.
elif sumru gürel
org. film tic. san. Itd. şubaîtmart '94 sayı 31
I
adına sahibi: elif sumru gürel
yazışma adresi
ankara
malatya
adana
inönü cad. leblebici ap. 36/6 malatya
inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:505 adana tel: 322)3521744
müdürü ortaköy küttür merkezi dereboyu cad. no:110/55 ortaköy/istanbul tel: (212) 258 69 87 fax:(212)2586987
cihan sokak İnönü cad. 21/10 temiz ap. sıhhiye/ankara kat: 6 no: 5 tel: 23133 07 (Büromuz şu diyarbakır
an mühürlüdür.)
48 T A V I R
diyarbakır
MADENCİ VE ZONGULDAK GREVİ FOTOĞRAF SERGİSİ: "Madenci ve Zonguldak Grevi" Fotoğraf Sergisi ve Saydam Gösterisi, 22 Ocak-5 Şubat 1994 tarihleri arasında Söke Belediyesi, Söke Kültür ve Sanatevi'nde sunuldu. Sergiye katılan sanatçılar; Faruk Akbaş, İbrahim Akyürek, Celal Deniz, Şirin Küçüktabak, Hatice Tuncer, Birol Üzmez, Sevil Üzrek, İFSAK ve ZFG (İstanbul Fotoğraf veSinema Amatörleri Derneği-Zonguldak Fotoğraf Grubu .)
abone koşulları <6 aylık) . yurtiçi 90,000-TL (1 yıllık) yurtiçi 180.000-TL yurtdışı 45.-DM elif sumru gürel akbank ortaköy- ist. şb. hesap no:8583
almanyaiçln hesap no: * yapı kredi bankası 3004646-6
ofset hazırlık .tavır yayınları baskı: yalçın ofset i