1994 31 subat mart nisan

Page 1



ı Merhaba

2 Canik Dağlarına Da Bahar Erişti/ Sadık Çelik

6

Anadil Üzerine/ İbrahim Karaca

10 Küba Notları/ Elif Sumru Gürel

15 Tarsuslu Şadi Beyin Bezi/ Adnan Yücel

16 Temmuz/ Tolga Karadeniz

19 Herkes Tarafından Anlaşılabilir Olmak/Hazal Tunç

22 Ömrümüz Serpilmiş Kurşunlara/ Nû Jiyan

26 İçimizdesin/ Pınar Arda

29 Türkülerimiz Kazanacak

39 Haber-Yorum

Düzen çarkı artık eskisi gibi dönmüyor. Gırtlağına kadar katliamların, sokak ve ev infazlarının, işkencelerin, kayıpların köy bombalamalarının, siirgünlerin,batağına saplanan siyasi iktidar, daha çok şiddet, kan ve katliam peşinde. Sermaye doymak bilmiyor. Halka ödetilen bedel ne olursa olsun, sessiz, tepkisiz bir ülkeyi doya doya sömürmek istiyor. Kendisini halkın bacısı ilan etmeye kalkan halk düşmanlarının, "halkın parasını, işçiye, memura yedirmeye" zaten hiç niyeti yok. Halkın parasını bir avuç sömürücü yemeli. Daha çok, daha çok yemeli... Bunun için özelleştirmeler, satılan, daha da satılmaya hazırlanan devlet işletmeleri, bunun için yeni terör yasaları, bunun için emperyalist pazarlarda satışa sunulan devlet ihaleleri, bunun için kirli savaş... Daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik anlamına gelen özelleştirmelerle, daha fazla baskı, daha fazla insan haklan ihlali anlamına gelen yeni terör yasasıyla; onura, erdeme, emeğine ve geleceğine sahip çıkan herkesi, insani sorumluluklarına sahip çıkan herkesi, vatan haini ilan ederek karşısına alıyor. Yine de iç huzura kavuşamıyor düzen bir türlü. Çark eskisi gibi dönmüyor. Dinmiyor iç hesaplaşma. Aksine kirli siyasi hesaplar, destek vermeler, destek çekmeler, sermaye dünyasının ültimatomları, her taşın altından çıkan vurgunlar, talanlar, sahte gözyaşları, vatan-vatan haini edebiyattan, kamuoyunun gözünden kaçınlamayacak derdi ayyuka çıkıyor burjuvazinin siyaset sahnesinde. İşte böylesine sarsmalarla telaşlı, sabırsız bir seçim yarışına girdi iktidar. Sermaye sabırsızdı. Kan ve alınteri istedi daha çok. Bir yandan, şatafatlı, törenli, bayraklı, vatan millet Sakarya nutuklanndan geçilmeyen bir propaganda yarışı sergilenirken; öte yandan, Kürdistan'a yönelen katliamlara hız veriliyor. DEP adaylan gözaltına alınıyor, katledeliyor, ilçe binaları, genel merkezleri bombalanıyor, Kürt halkının düzen sınırlan içinde bile kendisim ifade etmesinin, seçme-seçilme hakkını kullanmasının engellenmesi için, inkar ve imha duygulan kamçılanmışcasına dizginsiz saldırıyor iktidar. Oynanan bu oyun her iki boyutuyla da düzenin seçim kampanyasıydı. Demokrasicilik oyununun, krizin derinleştiği bir süreçte seçemler için sergilenen versiyonuydu. Oyunun ara finalinde, tüm burjuva hukuk ve yasalar altüst edilerek DEP'li milletvekillerinin dokunulmazlıktan kaldırıldı, meclis kapısından gözaltına alındılar Tutuklandılar. İşte yargının bağımsızlığa(!). Kürt halkına yönelik, soykırımın yalnızca bir parçasıydı bu saldın. DEP'liler ulusal kimliği ve onuru savunmaya kalkışmışlardı. Bu yüzden vatan hainiydiler. Düzen, karşısına çıkan tüm pürüzleri düzleyerek, halkın umudunu gaspederek, seçim oyununun ffinalinden galip çıkmak istiyor. Oysa bu seçimler de düzen çarkı gibi gayn meşrudur. Kürt halkını tecrit ederek kurulmuş sandıklan reddetmek, Kürt halkını savunmanın vazgeçilmez sorumluluğudur. Seçim sonuçları ne olursa olsun, Türkiye halklan son seçimini yapmakta gecikmeyecek. Kaçınılmaz sonu biliyorlar mutlaka çırpınışlan ondan... Kentlerin sır dolu dehlizlerinde, dağların kıvılcımlı doruklarında, yankı yankı meydanlarda umudu büyütenler var. Sonsuz bir inançla, sınırsız bir özveriyle, kırılmaz bir cesaretle halkların umudunu ve geleceğim büyütenler var. Umut ve direnç, onlarda simgeleşiyor. Düşmanla girilen hesaplaşmadan başı dik onurla aynlabilmek... Düşmanı korku ve acizliğiyle başbaşa bırakabilmek... Hem de arkanda bir mezarlık bile bırakmayacağını bile bile. Ölümü, yeni yaşamlar kurabilmek için pervasızlıkla kucaklayabilmenin, özverinin simgesi kayıplarımız. Ayhan Efeoğlundan sonra abisi Ali Efeoğlu'nu da gözaltında katlettiler. Tüm kayıplarımız gibi Ali de yüreklerimizde onur abidemiz olarak yaşıyor... Hayatın ve halkın düşmanlarının gecelerinde korku olarak... Ve dağlarda baharın ilk tomurcuklan patladı. Başeğmez kır çiçekleri gibi her renkten açılıverdi. "Canik Dağlanna Da Bahar Erişti" Önce Bahattin, Karadeniz dağlarını suladı kanıyla. Ardından beş yiğit; beş sabırsız pınar gibi fışkırdı toprağın rahminden, kayaları parçalayarak. Dersim dağlarında Nazım, Mürsel, Feride umudun adını kazıdılar direnişleriyle. Bereketli topraklara bıraktıktılar direniş tohumları, ülkenin dörtbir yanında açan özgürlük çiçeklerine dönüşecek. Bahar, bal tadıyla-gelecek. Ilık esintileri, renk renk muştularıyla gelecek. Pınarları köpürecek dağlann. Nehirler yataklanna sığmaz olacak. Toprak dirilecek ve tohumunu çatlatacak. Bu zemheri ayazı gibi karakışın sahipleri de tükenecek.

Dostlukla!...

Son üç sayımızda dergimiz çeşitli aksamalar nedeniyle gecikmelerle çıkıyor. , Ekonomik sııkıntılarımızın getirdiği bu aksamalar için tözür diliyor ve bu sayıdan itibaren dergimizi düzenli bir biçimde yayınlama konusunda çok daha titiz olacağımızı belirtmek istiyoruz.

TAVIR

1


CANİK DAĞLARINA DA BAHAR ERİŞTİ

Orada yaşam bir kurşun atımı kadar kısa görünür aslında uzar gider ormanların bağrında serin akışında köpüklü suların

Sadık ÇELİK çsuz bucaksız dağ kümelerinin karlı or­ manlarında gün, ağır ağır kararıyor. Belki birazdan ay ve yıldızlar, mevsime inat, sisle kaplı derinlikleri aralayıp yol gösterecekler, or­ man yüreklilerin sessiz adımları­ na. Belki de hemen sonra, yal­ çın kayalıklardan inen sert rüz­ garlar gelip kapatacak kardaki ayak izlerini... Ama yok. Havada ne rüzgar­ ların nefesi, ne de ayın ve yıldız­ ların sisi ve ağaçları aralayan parıltısı. Gece kapkara kaplıyor, kuşatıyor Canik dağlarını. Karanlık bir yapıdan çıkıp, zırhlı araçların yanan farları önünden geçen güruh, hırıltılı bir uğultuyla koşuyor. Aceleleri var. Kimileri palaskalarını bile, zırhlı araçlara binerken takıyor. Küfürleri, çığlıkları vahşi hay­ vanların avlanırken çıkardıkları sesleri andırıyor. USA damgalı modern silahların şakırtısını cephane sandıklarının taşınma­ sı izliyor.

U

Bir köşede insan azmanı bir kara bereli, aceleyle cebinden çıkardığı küçük şişeyi gözlerini yuvalarından fırlatırcasına diki­ yor kafasına. Bir başkası, iri el­ leri arasında çevirip durduğu ilaç kutusuna bakıyor. Araçlar konvoy halinde, ka-

2

T A V I R

ranlık dağ yollarına doğru kıvrı­ larak ilerliyor. Eskiçokdeğirmen Köyü'nün karşı tepelerinde ise ormanın derinliklerinden sisler atlında ka­ lan uzak vadileri gözleyen nö­ betçinin olağan dışı bu gelişme­ yi farketmesi mümkün değildi. Sığınakta mum alevinin titrek ışığında, uyku tutumları ve bat­ taniyelere sarılmış oniki gerilla daha var. Soğuk bir beter. Günlerdir dağ dağ yürümekten ve açlıktan zayıf düşmüş bedenleri. Elden ele dolaştırılan son kuru ekmek de bitmek üzere. Giyimi, davra­ nışları ve konuşma tarzıyla böl­ ge insanının özelliklerini taşıyan komutan, arada bir espiriler ya­ parak arkadaşlarını neşelendir­ meye çalışıyor. Sis ve kar, kalın gövdeli ağaç köklerinin gizlediği sığına­ ğı bir örtü gibi, sıkı sıkıya kapla­ makta. Rüzgar, çam dallarından düşen kar kütlelerini sağa sola savuruyor. Askeri konvoy Kumru ilçe­ sinden geçip Eskiçokdeğirmen Köyü'nün eteklerinde duruyor. Görüş mesafesi çok sınırlı. Gü­ ruh sinsi adımlarla köyü sarıyor. Pusu kurulmuştu. Şafak vak­ ti yıldızlar çoktan ay ışığının peşisıra takılıp gitmişti. Gün, belli belirsiz aralıyor ormanı. Orma­ nın dinginliğini sadece, arada bir ıslık çalarak dolaşan rüzgar ile ona düzenli aralıklarla eşlik

eden adamın sıcak nefesi dağı­ tıyor. Ağır adımlarla kara bata çıka ilerleyen bir çift postal ırmanın bir ucundan sis perdesinin gerisinden iniyor. Eskiçokdeğir­ men Köyü'nün yoksul dağ evleri var aşağılarda. Sis bulutları gü­ nün de tutsağı olmuş gibi hare­ ketsiz. Yalnızca kasvetli bir cami minaresi sivrilmiş bulutların orta­ sından. Dan! Dan!.. Minarenin kasveti dağıldı. Kurşun yağmurları altında kalan toprağa doğru eğilip düştü Ko­ mutan. Yüreğinden akan kan si­ lahının kabzasına ulaştı önce. Davranamadı. Ama çok uzak­ tan, sığınaktan fırlayan namlu­ lardan da boşaldı kurşunlar. Kurşunlar kurşunlara değdi sonra; orman orman olalı hiç böyle sarsılmamıştı. Komutan Yılmaz'ın ıslığı Karadeniz'in hırçın ve soğuk sularına inip dalgalan­ dı köpürdü. Deniz kurumadı, ba­ lıkçıların ağlan yırtılmadı; fındı­ ğı, çayı, tütünü toplayan nasırlı eller yanıp kavrulmadı gerçi. Ama o çileli eller acıyla kasıldı... öfkelendi topraklar, kayalar bi­ lendi. Karadeniz kurşun kurşun, dağ dağ çınlayan direnç direnç çağıldayan bir gerilla türküsüdür şimdi. Bu türkü tutacak. Yoksul­ ların diline dolanacak; balıkçılar ağlarını çekerken, kadınlar ürünlerini peştemallarına doldu­ rurken hatırlayacak bu türküyü. Çünkü ilk türkü ilk sevda gibidir, unutulmaz. O gün geldiğinde bu sarp doğa, yamaçlar ve vadiler in­ sanları, ağaçları, taşı toprağıyla doğrulup bereketli bir harman için şenliğe duracaklar. Tefecile­ rin, tüccarların saltanatı bozul­ muş yıkılmış olacak. Koşa koşa gelecek,çocuklar ve hep bir ağızdan söylenecek Komutan Yılmaz'ın türküsü. Türkü horon olup saracak bütün yürekleri, Karadeniz olacak. Çok sonra sustu namlular, dumanlar dağıldı. Aydınlandı Eskiçokdeğirmen. Pencereleri aralandı yoksul dağlıların. Göz-


ler acıyla puslandı, yürekler ka­ sıldı. O, evet bu o, dağların Lazoğlu'su... Yıkılmış çitlerin önün­ de kan içinde yatıyordu Komu­ tan Yılmaz. Silahına uzanmış eli, yüreğinden akan kanla ıslan­ mış. Zayıf bedenindeki gerilla yeşili giysisi, dağılmış ıslak saç­ larının ortaya çıkardığı alnı, göz­ leri çamura bulanmış. Ama ça­ murlu yüzünde tertemiz bir gü­ lümseme... Ve onlar... Önce namluları sonra kendi­ leri çıkıyor pusulardan. Komutan Yılmaz'ın yüzüne ilk tekmeyi sa­ vuruyor minareden ateş açan. Sonra vahşet çığlıkları ile tepini­ yorlar onun bedeninde. Bazıları hızlarını alamayıp birkaç el da­ ha ateş ediyor. Belli ki Komutan Yılmaz'ın gülümseyen yüzü, ka­ tillerin hafızasında sonsuza dek bir kabus anısı olarak kalacak. Eskiçokdeğirmenliler kulak­ larını evlerinin kapılarına, duvar­ larına dayayıp bekliyorlar, sus­ kun, korkulu. Timin en kudurganı, iri elleri, ile Komutan Yılmaz'ın saçların­ dan tutup sağa sola sürüklüyor önce. Daha sonra başkaları se­ vinç çığlıkarı ile savurup atıyor­ lar onu, askeri bir cemsenin ar­ kasına. Canik Dağları'nda gerillalar karı eziyorlar hızlı adımlarıyla; orman içlerinde çatışma devam ediyor hala. Onu önce dağların eteğindeki bir köyün sağlık ocağına gö­ türdüler. Yaralı yüreği çoktan durmuştu. Bütün köylüleri evle­ rinden toplayıp sağlık ocağının önünde sıraya dizdiler. Köylüle­ re, "içerde bir teröristin leşi var. Girin bakın, sövün, tükürün ona!" diye emretti ölüm timinin şefi. Köylüler bu yaratığın karşı­ sında suskun, donuk yüzlerle öylece duruyorlardı. Sonra sağ­ lık ocağının kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapının önünde çamura ve kana bulanmış postallarıyla duran saçı sakalı birbirine karış­ mış, bir tim görevlisi, elindeki si­ lahı bir sopa gibi köylülere uza­

tıp kapıya doğru yaklaşmalarını emretti. Köylüler tek sıra halinde içeri alındılar. Cesedin etrafında merak ve hüzün dolu gözlerle geçerlerken, komutan Yılmaz hala gülümsüyordu onlara. Kara lastiklerin arasında beliren minik bir çift ayak, usulca yaklaştı ona. Dedesinin arkasından uzatıp başını merakla baktı. Komuta­ nın yüzünü görünce gözleri bir­ den açıldı ve "Aaa, bu bizim Yıl­ maz abi" dedi. Dedesi çocuğun ağzını kapatıp uzaklaştırdı. Telsiz anonsları orman içle­ rinden gelen silah seslerine ka­ rışıyordu. "Takviye kuvvetferi derhal Canik Dağlarına... Etraf­ larını sarın, kuzeyi takviye edin... takviye edin..." İlçe hükümet binası ve adli­ yesinden gelen yetkililer çarça­ buk incelediler gerillanın cesedi­ ni. Silahını eline tutuşturup bir de fotoğrafını çektiler. Cesedin Ordu'ya götürülmesi için beledi­ yeden ambulans istediler. Eski MHP'li faşist Belediye Başkanı ambulans talebini "teröristin ka­ nıyla kirleneceği" bahanesiyle karşılamadı. Ve Komutan Yıl­ maz'ın cesedi bir çöp kamyonu­ na konup morga götürüldü. Heyette bulunan bir şehit anası bu olayı duyduğunda ; "Onlar kendi ölülerini taşıyacak bir el arabası bile bulamayacaklar." diyordu. Bunun farkında de­ ğiller; bu aşağılık davranışları­ nın hesabının sorulacağının farkında olmadıkları gibi: Ölüm timleri zafer ulumaları­ nı ilçedeki MHP'ye taşıdılar. Kanlı ellerini birbirine vurarak dolaştılar sokak sokak. Gazetelerde kısa bir haber: "Orduda çatışma. Bir ölü. Terö­ ristlerle güvenlik kuvvetleri ara­ sındaki sıcak temas devam edi­ yor." HAKLAR VE ÖZGÜRLÜK­ LER PLATFORMU'NDAN BİR HEYET KARADENİZ'DE: Bir tokatın ya da bir kurşu­ nun acısını yüreğinde derin bir sızı gibi hissedenler koştu en önce. "Haklar ve Özgürlükler Plat­

formu Heyeti" bazı incelemeler­ de bulunduktan sonra, Fatsa'nın eski küskün havasını dağıtan yeni umutların filizlendiği dağla­ ra doğru yöneliyor. Yağmur... soğuk taneciklerle boşalıyor her yere. Yollar tutul­ muş, yollar özel timlerin kontrolü altında. Kumru... sefaletin ve açlığın kol gezdiği bir Karadeniz kasa­ bası. Dağdaki olayı araştırmak üzere kasabaya bir heyetin gel­ diğini duyan bir çok insan kuş­ kuyla yaklaşıyor. Selam ver­ mekten, konuşmaktan çekini­ yorlar. Ta ki, heyetin kendilerin­ den olduğunu anladıkları ana kadar. Sofraları yoksul, ama yürek­ leri zengin; cefakar, vefakar, sı­ cakkanlılar. Canik Dağları'ndan getirilen odunlarla yanan bir so­ banın etrafında sıcak çaylar yu­ dumlanıyor. Heyet, kucaklaşıp kaynaşıyor Kumru halkıyla. Kumru halkı... tefeci tüccar­ ların kuşattığı, yıllarca ezilip hor­ lanmış, süngüyle susturulmaya çalışılmış, fındığı hiçparalara satılmış, yağmalanmış bir halk. Yüreği küskün bir adam, "Her şey yıllar öncesinde kal­ mış sanıyorduk. Bir gün dağlar­ da yeniden yürüneceğine inan­ mıyorduk. Fakat özel timler ka­ sabamızda laf atarak dolaşma­ ya başlayınca, işte o zaman an­ ladık bir şeylerin değişmiş oldu­ ğunu." diyor heyecanla. Komutan Yılmaz'ın sarp ka­ yalara, sık yapraklara, çağla­ yanlara bıraktığı iz, bir gün bu heyecanları yukarılara da taşı­ yacak. Fındığı, çayı, tütünü har­ manlayan nasırlı ellerin hakkı için, sömürüsüz, yalansız, bir gelecek için, yoksulluğun kahrı­ nı atıp yürüyecek lazoğlu, lazkızı. TV. ve gazeteler Ordu'da yeni çatışmaların haberini veri­ yor. Maya tutmuştu. Beş orman yürekli daha düşmüştü bu kez toprağın rahmine. Haklar ve Özgürlükler Heyeti yollara çıkıyor yeniden. •

T A V I R

3


FİRARİ GÜNLERİN KAN GÜLLERİ

Ölümler çoğaltıyor gözbebeklerimizdeki hıncı Yüreğimizdeki ateşi yeniden dağlıyor Kentlerde öfkeli, firari günler... Dağlarda bir özgürlük yürüyor Bin yürek çarparken korkusuz Birden iki fidan devriliyor Devrildiği yerde karanfiller bırakıyor yaşama Kavgaya, özgürlüğe ve dirence ilişkin Kim bilir, şimdi sabahın sevdalı ışıklarında İnfazlara giyiyoruz giysilerimizi Kim bilir, dondurulmuş bir görüntü olacak gülümseyişimiz yarın Yine de yankılanan bizim sesimiz dört bir yanda Adı "cesaret" olan bir türküde

Erdoğan EKİNER

Kim bilir, kendini sonsuza bırakacak fidanların Genç, yiğit ve sevdalı öykülerini yazacağız Provası yapılmış kanlı oyunlara alkış tutarken birileri Kan güllerinin açtığı bu toprakta Bir gün ama mutlaka kazanacağız

4

T A V I R


sana güneşten imgelerimle sesleniyorum al yüreğimi yüreğine düğümle sevdan olsun sönmesin medyamda zerdüşt ateşi gel usunu bilincimle harmanla ışığın olsun gözlerimin ışığını içirdim kitaplara tut ellerimi ula elerine sevincin olsun yıkışığın külüngüyle karanlığın dağlarını kavını öfkemle tutuştur ateşin olsun

SEVDAN OLSUN Mehmet ERCAN

batır kuş kanadından kalemini kanıma ölümsüz aşkların destanını yaz direncin olsun T A V I R

5


İ

nsan yavrusu dünyaya ilk çığlığını saldığında, he­ men yanıbaşındaki anne­ sinin dilinden dökülen sevgi sözcükleriyle sarıl­ dı, sarmalandı. Bu söz­ cükler onun duyduğu ve ne olduğunu bilmediği anadilinin ilk örnekleriydi. Son­ ra bu örnekler yaşıyla birlikte çoğaldı, büyüdü, nesneleşti, isim oldu, duygu oldu, bilinç ol­ du, dil oldu. Bu dil ile ağladı, çığlık attı, bu dil ile sevindi, dünyayı bu dil ile öğrendi, dü­ şündü, geçmişine, toprağına, kültürüne, köklerine ulaştı, bağ­ landı. İnsan olmasının, insanileşmesinin, kendini yeniden oluşturup yaratmasının temelini her şeyden önce bu bağlanış oluşturdu. Ana dilini öğrenmesi, bu dil ile geçmişine bağlanıp geleceğe yürümesi onun en do­ ğal, en insani ve sıkı sıkıya kendine bağlı hakkıydı elbet, insan ve onu oluşturan değerle­ ri insan olmamız nedeniyle dü­ şünecek olursak, anadilini kul­ lanma hakkından söz etmek bu yüzden hafif kalabilir. Çünkü bu (henüz) bir hak değil, hak olma­ nın ötesinde doğal olandır. Do­ ğal olanın kullanılması ve ya­ şanması ise ancak konuşma yeteneğinin yitirilmesiyle veya daha gelişmiş bir dile evrilmesiyle ortadan kalkar, değişmeye uğrar. Bu ortadan kalkma olayı unutulma ile de gerçekleşebilir. Bu evrilme ne kadar hızlı ve kökten olursa olsun, eskiyi bitir­ mez. Çünkü kökün bitmesi ağa­ cın kurumasıyla eş anlamlıdır. Konuşma yeteneğinin yitirilmesi kişisel, dilin unutulması ise top­ lumun tarihiyle ilgili bir sorun­ dur. Dilin kullanılmasını tek in­ sana indirgediğimizde konuşma yeteneği yitirilse bile aynı dilin yazıya bürünerek yürümesine devam edeceğini söyleyebiliriz. Bir halk, bir toplum, bir tarih ke­ siti söz konusu olduğunda ise; doğal olanla birlikte sosyalleşen insanın sonradan "keşfetti­ ği" kurumlar, kurallar, ilişkiler bütünü vardır bu kez karşımız-

6

T A V I R

ANADİL ÜZERİNE İbrahim KARACA

da. Dil özelinde bulunacağımız saptamalar ve her türlü çalış­ maların hem içeriği hem de bi­ çiminin, yukarıda saydığımız toplumsal kurallar, sosyal ilişki­ ler, halk, çağ, tarih, insan ve ulus gibi kavram ve oluşumlarla içiçe düşünülmesi zorunludur. (Bilimsel, objektif ve önyargısız olma gibi bir kaygımız varsa eğer.) önce şu soruyu sormalı­ yız kendimize: Bizi anadil üze­ rinde düşünmeye, tartışmaya ve araştırmaya iten şey nedir? Bu soruya verilecek yanıt, izle­ yeceğimiz yol ve yoğunlaşaca­ ğımız yön üzerine bazı ipuçları­ nı net olarak verir bize. Konuyu basit bir folklorik araştırma veya çok genel anlamda ilkel insan­ dan başlayarak dillerin doğuşu ve insanla birlikte önce ona ait bir ses sonra da bu sesin nasıl geliştiğini ayırmayacaksak; in­ sanı bir toplumsal varlık olarak düşünüp hem insanın hem de ditin sosyal yönüne vurgu yapa­ caksak eğer; anadilin tarihçesi, gelişme seyri, geçmişteki ihti­ şamı veya yetersizliği değil, bu­ güne ait sorunları ve ondan da öte bu dili konuşan ve bu dil ile yaşayan insanların yaşam ger­ çeğini masaya yatırmamız ge­ rekir. Çünkü anadil denilen ol­ gunun açıklanması ve yerli yeri-

ne konulması, bu dile analık eden halkın ve onu bizim gün­ demimize geçmiş-bugün-gelecek zinciriyle birlikte oturtan nesnel gerçeğin bilinmesi, insa­ ni ve bilimsel olandan uzak her türlü sübjektif değerlendirmele­ rin dışında bir noktadan yorum­ lanması ilk koşuldur. Bu ilk ko­ şul, egemen olanın yeniden üretilmesine kapalı olmayı işa­ ret eder. Şunu da söylemek ge­ rekir ki, egemen olan görüş ba­ zen bir dayatma olabileceği gibi bunun tam tersi de olabilir. Egemen olan görüş her zaman kötü olanı temsil etmez. Bu, egemenliğin niteliğine ilişkin bir sorundur. Egemenliğin çoğun­ luktan veya azınlıktan yana ta­ vır alıp almaması onun her ko­ şulda demokratik ve insani yö­ nünü göstermez. Bir topluma ilişkin siyasal veya sosyal ka­ rarların alınması geniş bir katı­ lım çerçevesinde gerçekleşiyor olması, (belki) demokratik bir anlamı çağrıştırabilir, ama ör­ neğin anadil sözkonusu oldu­ ğunda aynı toplum içerisinde çoğunluğun tercihine başvur­ mak böyle bir anlam ifade et­ meyebilir. Burada demokratik olanın, azınlığa ait olana saygı­ yı içermediğini kim iddia edebi­ lir? Bu yazının başında anadilin kullanılmasının hak olmaktan öte bir anlam taşıdığı belirtil­ mişti. Bunu biraz daha açarsak, insanın ilk sıradaki doğal özelli­ ğini oluşturan anadilin hak ola­ rak ifade edilmeye başlanması, onun kendi-dışındaki doğal ol­ mayan nedenlerle yaşam seyri­ nin değiştirilmeye zorlanması noktasında gündeme gelir. İn­ sanın yürümesi, esnemesi, uyuması, hapşırması, çocuk sahibi olması nasıl ki insana ait haklar arasında gösterilmiyor ve canlılık belirtisi olan insanın bir özelliği olarak kabul görü­ yorsa; bunlardan birinin, örne­ ğin, çocuk sahibi olmak isteme­ nin veya istememenin çeşitli baskı yöntemleriyle ortadan kaldırılmaya çalışılması sonu­ cunda bu saldırıya maruz ka-


alfabe nedeniyle M. Emin Bozarslan tutuklanır. Alfabenin su­ çu bölücülüktür. 1974 yılında çıkarılan af yasasıyla dava dü­ şer, ancak "suç aleti" yazara ia­ de edilmez. '80'li yıllarda is­ veç'te 2. baskı yapılır. Milliyet Gazetesi bu olayı Server Tanilli'nin deyimiyle bir savaş veya deprem haberi verircesine, "İs­ veç'te Kürtçe alfabe basıldı." şeklinde duyurur. Oysa bir hal­ kın, kardeş bir halkın, Kürt hal­ kının alfabesiydi bu. Verilen bu örnek kardeşlikten ne anlaşıl­ ması gerektiğine çok basit bir örnek olsa gerek. Yaşanan her süreç, kullanı­ lan bazı.kavramların içeriğini boşaltmakta, bazılarına ise yeni anlamlar yüklemektedir. Son derece insani nedenlerle bazı özlemlerin yaşama geçmesini savunma eyleminin altında, ço­ ğu kez, yaşanan sürece uygun anlamlar aramak görülmedik bir şey değil. İnsani olanı istemek, onu isteyenin siyasal bilinç ve Kuşcenneti'nde birbirinden birikiminin dürtüsüyle gerçekle­ güzel ve gözalıcı kuş türlerinin şiyor olmasa da, bu istemde yaşadığını biliyoruz. Buradaki bulunmanın siyasal bir tepki ve herhangi bir kuş grubuna örne­ zorla karşılaşması kendiliğin­ ğin bir karga topluluğuna dışarı­ den bu insani istemi siyasal bir dan gelen veya orada yaşayan renkle donatmaktadır. Fabrika­ bir balıkçıl grubunun kendi ötü­ da hem sendika ağalarına hem şünü dayatması, bu yönde bas­ de patrona dokunan bir grevi kı uygulaması ne anlama gelir? örgütlemek, işçiyi Bir çoğumuz bu ve­ rilen örneğe gülüp Bir topluluğun ulus sayılabilmesi için gerekli koşullara sahip canından bezdiren açlığa ve hak gasp­ geçer belki. Belki olduğu net biçimde ortaya konulabildiğinde ve bu ulusal larına karşı ayağa de kimileri kargala­ kaldırmak nasıl ko­ rın kendi bet sesle­ kültür ulusal bilince dönüştürülebildiğinde, anadilde eğitime münist bir kalkışma rinden kurtulmaları için iyi bir fırsat ilişkin güç de belirmeye başlar. Yani anadil kendini geniş olarak algılanarak siyasal bir şiddetle doğduğunu düşü­ anlamda yarına taşıyacak gücü bulabilir. bastırılması günde­ nür. Oysa karga ol­ me getirilebilirse; bir haksız sı­ manın en belirgin yönü karga kardeşin dili kullanılsın bakalım cak savaş sırasında duvarlara gibi ötmektir. Ormandaki bir ka­ ne olacak... Oysa insani olanı "Kahrolsun Savaş" yazısını raca yavrusundan eşek gibi bulmaya çalışıyorsak ve sami­ yazmak da siyasal bir şiddetle anırmasını ve karaca kılığına miysek uzağa gitmeye gerek karşılaşabilir. Burada Kahrol­ girmiş bir eşek olmasını isteye­ yok. Sen kendi zenginliğini ya­ sun Savaş diyerek barışa duyu­ bilir miyiz? Kendi dilini özgürce şa, ben de kendi zenginliğimi. lan özlem, siyasal zor nedeniy­ kullanamayan bir halk, hangi Sonra bir de, gönüllü ve özgür­ le kendiliğinden siyasallaşmıştır görüntüyü verirse versin, baskı ce ortak bir zenginlik yarata­ artık. Onu yazanın kim olduğu altındadır demektir. Bunun da­ lım... Kardeşçe... Bu kardeşçe önemli değildir. İster altı yaşın­ ha öte bir anlamı yoktur. Maze­ birliktelikten kimler zarar görür? da bir çocuk olsun, ister seksen ret ve hafifletici nedenler sırala­ Gören birileri vardır mutlaka... yaşında bir ihtiyar. Açlık ve hak mak da bahanedir. Bu halk ha­ Ama, halkın olmadığı kesin... gasplarına dur demek için günlinden memnun olduğunu söy1968 yılında yayımlanan bir

lanlar açısından "hak" kavramı ortaya çıkar. Ama aynı kişinin kendi tercih ve iradesiyle çocuk sahibi olmak isteyip istememesi baskının olmadığı durumlarda kendi doğallığı içinde kalır, hak olup olmadığı akla getirilmez bi­ le. Anadil konusunu irdelediği­ mizde, bu dil ile yaşayan top­ lumları çevreleyen sosyal ger­ çeğin, dilin kullanılmasındaki "doğallık" ile "hak" kavramlarını birleştirdiğini, "doğal bir hak" kavramını yarattığını görürüz. Onu elde etme ve kendi doğallığıyla kullanma mücadelesi zo­ runlu hale geldiğinde, bu müca­ deleyi verecek bilinç birikimi oluşturulduğunda; anadili ko­ nuşmanın, ana dilde yaşama­ nın ve hatta anadilde eğitimin doğal bir hak olduğu vurgulanır. Bu vurgu, doğal olan dilin sus­ turulması veya yerine bir başka dilin dayatılmasının gayri insa­ niliğini işaret eder aynı zaman­ da.

lese bile, egemen olana her gün secde etse bile baskı altın­ dadır. Neden? Çünkü o halk en başta kendi diline yabancılaştırılarak kendinden başka her şe­ ye benzetilmiştir. Böyle bir ya­ bancılaşma hiç bir halkın ger­ çek anlamda bilinçli tercihi ola­ maz. Belki tercihtir, ama bilinçli bir tercih değildir. Çünkü bu bi­ linci oluşturan ortam, egemen­ lik İlişkileri ve yaşamın ucu ya­ bancılaşmaya geçit vermekte­ dir ancak. Ona verilen bilinç ve "eğitim", kendine ve köklerine karşı bir konuma getirip dayat­ mıştır o kitleyi, insanları makar­ naya mahkum edip sonra "Bi­ zim ülkemizde kimse açlıktan ölmüyor, halinize şükredin" de­ mek nasıl açlığın ve kötü bes­ lenmenin üstünü örtmeye yet­ miyorsa; "Biz kardeşiz; bin yıl­ dır birlikteyiz; farklı olman farklı davranmanı gerektirmez; ken­ dine ait olanı istemen ve kendi­ ni yaşaman bu kardeşliği bitirir." demek de gerçek anlamda kar­ deşliğin üstünü örtemiyor. Ya­ bancılaşmanın yarattığı insani bir yön yoktur ve olamaz. Önemli olan dostluk ve kardeş­ liktir, kullanılan dil önemli değil­ dir demek, içinde bir sahtekarlı­ ğı barındırıyor. Madem önemli olan kardeşliktir, o halde diğer

T A V I R

7


deme getirilen grev herşeyden önce ne kadar insani bir içerikte doluysa, "Kahrolsun Savaş" sloganındaki barışa özlem de o denli insani içerikle yoğrulmuş­ tur. Yaşanan sürecin niteliği ge­ reği, bu insani içerikler siyasal görünümlü olurlar: Yine aynı şekilde, sokaklarda kendi halince dikilen trafik lambalarının üç renginden birinin, yani yeşil ola­ nın, Kürt bayrağını çağrıştırıyor diye maviye boyanmasının ve­ ya manifatura dükkanlarındaki raflarda sıra sıra dizilen yeşil, kırmızı ve sarı kumaş toplarının birbirlerinden uzak raflara ko­ nulması yönünde baskı uygu­ lanmasının siyasal bir içeriği olabilir mi? Ama, oluyor. Bütün bunlar yaşanıyor. Uygulanan siyasal şiddet, trafik lambaları­ na, kumaş balyalarına ve buna benzer bir sürü şeye siyasal yafta yapıştırabiliyor. Böyle bir baskının olduğu yerde ister tep­ ki olarak isterse değil, mavi lamba üzerine tekrar yeşil boya sürüp aslına dönüştürmenin ve­ ya dükkandaki kumaşları iste­ dikten rafta "ikamet ettirme"nin, bu işi yapanları "terörist" ve ya­ pılan işi "bölücülük" gibi bir içe­ rikle donatmayacağını düşün­ meyi (ne yazık ki) biraz saflık olarak değerlendireceğiz... Anadil ve bu dilde eğitim hakkından söz ediyorsak, yine doğallığın dışında benzer bas­ kılar ve olanaksızlıklar var de­ mektir. Çünkü anadilin kullanıl­ ması ve geliştirilmesi yönünde eğitime vurgu yapılması, bunu yaparken de insan haklarına ve ulusal haklara gönderme yapıl­ ması, ya bu hakların yaşanan süreç tarafından bir köşeye kıs­ tırılmış olması ya da bu hakla­ rın elde edilmesi yönünde olu­ şan toplumsal (ulusal) bilincin ivme kazanması nedeniyledir. Bu noktada, tamamen hüma­ nist duygularla bir halkın veya ulusun anadilini dilediği biçimde yaşamasını istemek, bu halkın bulunduğu coğrafya üzerindeki etnik azınlık-kabile-sömürge ilişkisine göre egemenlerce

8

T A V I R

bozgunculuğa prim olarak ta­ nımlanacaktır. Burada bir sap­ tamada bulunalım: İnsana veya bir ulusal kimliğe ait talepler ve yönelimlerin siyasal çerçeve dı­ şında kalmaya çalışılarak kaza­ nılmak istenmesi de, başlı başı­ na siyasal bir içerik taşır. Üste­ lik, siyaset dışı bir görüntü sun­ maya çaba sarfetmek bu talep ve yönelimlerin kolayca boğul­ masına yardım eder. Anadilde eğitim ne zaman söz konusu olur? Bu soruyu ya­ nıtlayabilmek için, aldığımız ve­ riler sözkonusu halkın nesnel gerçeğinden kaynaklanmalı ve o halkı ifade edebilmelidir. Folk­ lorik bir renk olmaktan öte anla­ mı kalmamış ve büyük oranda kaybolmuş dillerin suni teneffüs yaptırılarak gücü ötesinde bir zeminde seyretmesini istemek­ le; diliyle birlikte kendine ait ba­ zı etnik özelliklerini şu ya da bu oranda (herşeye rağmen) koru­ yan, birlikte yarına taşıyacağı ve kendisini onunla ifade edebi­ leceği değerleri olan, yani ulu­ sallıkla ve ulus olmakla birlikte anılan halkları ayrı ayrı değer­ lendirmek zorundayız... Anadili­ ni kullanmak, insan sözkonusu olduğunda elbette ki özgürce yaşanması gereken bir alandır. Kurumlar oluşturularak geniş anlamda bir eğitim organizas­ yonunun gerekliliğinden söz et­ menin nesnel gerçeği yansıt­ madığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu bir güç soru­ nudur. Dilin buna gücü varsa, kendi gerçeğini belirli bir tarih­ sel süreçte mutlaka dayatır. Dil bu gücü yanlızca kendisinden almaz. Bir topluluğun ulus sayılabilmesi için gerekli koşullara sahip olduğu net biçimde orta­ ya konulabildiğinde ve bu ulu­ sal kültür ulusal bilince dönüştürülebildiğinde, ana dilde eğiti­ me ilişkin güç de belirmeye başlar. Yani anadil kendini ge­ niş anlamda yarına taşıyacak gücü bulabilir. Farklı bir etnolo­ jik coğrafyaya sahip olduğu yal­ nızca konuşma diline bakılarak saptanabilen topluluklar için

anadil, korunması gereken gü­ zel bir renktir. Çünkü etki alanı kendisiyle sinirlidir ve kendi di­ namiğinden kaynaklanan yaşa­ ma gücü ancak buna elverişli­ dir. Yaşadığı nesnel gerçeğe bakılarak ulus kavramı içinde değerlendirilmesi olanaksız olan toplulukların, hem kendile­ ri hem de baskın durumdaki ulusal egemenlik tarafından; objektif, subjektif ve tarihsel ko­ şulların ulusal taleplerde bulun­ mayı mümkünsüz kıldığı düşü­ nüldüğü sürece, genel olarak toplumdaki demokratikleşmeye paralel olarak anadillerini konuşabilme serbestileri ortaya çı­ kabilir. Bu zaten birçok yerde yasalarla düzenlenmiş olmasa da, beraberinde ulusal talepleri içermediği ve egemen olan ulu­ sallık kabul edildiği müddetçe bu konuda herhangi açık bir zorlama getirilmiyor. Böyle top­ luluklar, dillerini araştırma geliş­ tirme ve kendi içinde yaygınlaş­ tırma konusunda (örneğin bir İtalyanca gibi) dersaneler düze­ yinde kurs görünümlü bir eğiti­ me karar verdiklerinde, toplum­ daki demokratikleşmeye uygun olarak belki de önlerine hiçbir engel çıkmayacaktır. Bütün ku­ rumlarıyla demokratikleşemeyen bir toplumda, yukarıda sö­ zü edilen topluluklarca yalnızca dilini kullanma hakkı öne çıkarı­ larak toplumun demokratikleş­ mesi yönünde çaba sarfedildiğini düşünmek çok fazla anlam­ lı olmayabilir. Çünkü bu hakkın kullanılması önce genel anlam­ da bir demokrasi mücadelesi verilmesini zorunlu kılıyor. Uluslaşma sürecini yaşayan veya bu süreçte büyük yollar kateden toplumlarda, anadilde eğitimin nasıl olacağı ve nereye kadar olacağı ise bu toplumun siyasal konumu ile iç içe düşü­ nülerek netliğe kavuşturulacak bir sorun olmakla birlikte; ulus­ ların kendi geleceklerini özgür­ ce belirleme hakkı çerçevesin­ de sözkonusu halkın iradi gü­ cüyle yaşam alanı bulacaktır. •


GÜNDÜZLER VE GECELERDE İbrahim KARACA

Biz ki çadırlarımızı söküp de geldik Konakladık Muş ovasına Fırat'a ve Dicle kıyısına Oğullarımız vardı büyüttük, kızlar verdik Gelinler aldık, halaylar çektik Hısımdık ezelden, akrabaydık El salladık Dalampar'dan Botan'a Beyaz tüylü koyunlarımız, kuzularımız Çocuklanmız vardı daha güzeli, çocuklarımız Havar lele havar le Uçaklar geldi kara gövdeleriyle Çürüyen kokusuyla yağdı kimya Kesildi feri gözlerin, sustu dil Artık ne yürek sızısı var genç kızların Ne bıyık buran delikanlılar İnsan etiyle doldu çukurlar Yüzün sarı Sevre Kadın, neden sarı? Sararmaz mı ki yapraklar Yitirince ilkbaharı. Bakışların Sevre Kadın, bakışların? Bilmez misin göçmen kuşlar Habercisidir kışların. Kocan nerde Sevre Kadın, kocan nerde? O şimdi savaşıyor Gündüzler ve gecelerde Çocukların Sevre Kadın, çocukların? Acısı oldular artık yüreğimdeki dağların Bin yıllardır ektik biçtik bu toprağı yemedik yedirdik, içmedik içirdik Ne yangın, ne deprem Sökemedi, sökemez de ektiğimiz başağı T A V I R

9


KÜBA İZLENİMLERİ Elif Sumru GÜREL

M

erhaba Küba, düşler ülkesi merhaba... Koku­ su dolsun genzi­ me. Küba'nın kıvılcımlansın renk­ leri gözlerimde; tadı büyülesin beni Küba'nın. Küba özgürlük demek. Özgürlüğe merhaba. Kucak dolusu sevgi taşıyorum sana Küba, binlerce öpücük yanağına bizim barikatlardan. Merhaba direniş ülkesi merha­ ba. Camagüey'e geldik sonun­ da. Tam 12 saat sürdü yol. Da­ ha da bir saatlik uçak ye ardın­ dan birbuçuk saatlik araba yolculuğumuz var, Havana'ya ka­

10

T A V I R

dar. Çok küçük bir havaalanı burası. Asıl ineceğimiz yer olan Varaddeno'dan önce, burada inecek yolcuları bırakıyor uça­ ğımız, ilk notumu burada alıyo­ rum defterime: "Çok sıcak." İlk karşılaştığımız Kübalılar, hava­ alanı personeli... Aşırı güleryüzlüler. Sürekli el sallıyorlar. Çevrelerinde ananas ağaçları. Havaalanının henüz yollarının yapımı bitmemiş. İCAP (Küba Uluslararası İlişkiler Komitesinin davetlisiyiz. 3 gün katılabileceğimiz bir hafta süren bir kongre için Küba'da­ yız. 23 ülkenin demokrat, dev­ rimci insanları bir araya gelip, Küba'nın sorunları üzerine tartı-


şaçağız. ABD ambargosunun etkilerini, bu ciddi problemi aşa­ bilme yollarını tartışıyoruz. İlk gün sıcak çarpıyor. Soğuk bir ülkeden gittiğimiz için, yanımız­ da serin tutacak fazla giyecek yok. Güneş altında durulmuyor. Birbuçuk saatlik taksi yolcu­ luğuna 70 dolar ödüyoruz. Pet­ rol çok pahalı. Yıllık petrol ihti­ yacı 13 milyon ton olmasına rağmen, 6 milyon ton çıkarabi­ len Küba'da korkunç bir petrol sıkıntısı var. Deniz kenarların­ da petrol var, ama çıkartacak, işleyecek maddi olanak ve tek­ noloji yok. Fransızlarla, çıkan petrolün yüzde ellisini paylaşa­ cak biçimde bir anlaşma yap­ mışlar. Bir İspanyol 180 adet Ikarus otobüsü getirmiş. Tabii kullanılmış ve hurda halde. Çin bisiklet yardımında bulunmuş. Yollarda otobüs bekleyen, otos­ top yapan onlarca insan var. Küba'da ilk yemeğimizi ak­ şam otelde yiyoruz. Balık, pilav ve bolca meyve; portakal ve greyfurt. Ekmekler ise hem az, hem de küflü. Ülkede buğday yetişmediğinden ekmeği ithal ediyorlar. Küflü kısımlarını ayık­ layıp yiyoruz. Yemekten sonra, Yazarlar Birliği Başkanı'nın konuşacağı toplantıya katılıyoruz. Başkan, ülkede kağıt sıkıntısının oldu­ ğunu, Partr'nin merkez yayın organı Garanma'nın sadece 4 sayfa çıkabildiğini ve diğer ya­ yınlarda da azalma olduğunu anlattı. Emperyalistler, Küba'lı yazarlara daha iyi yaşama ko­ şulları vaadederek Küba'dan kaçmalarını sağlıyorlarmış. Bir­ çok yazar, ambargodan sonra ülkeyi terk etmiş. Daha önce yapılan progra­ ma göre sabah erkenden tarla­ lara gidip çalışacaktık. Fakat delegeler buna itiraz etmişler. İCAP da biz gelmeden önce ya­ pılan bir toplantıda, çalışma programını iptal ettiklerini açık­ lamış. Bunun üzerine tüm dele­ geler yerlerinden sevinçle fırla­ yarak, kararı alkışlarla ve "Yihhu!" sesleriyle karşılamışlar.

Bunu duyunca bir yandan çok öfkeleniyorum, bir yandan da tarlalara gidemeyeceğim için üzülüyorum. Ertesi sabah tüm delegeler­ le birlide kahvaltı yapıyoruz. Bir köşede süt termosu var. Önün­ de de bir yazı: "Sütü çocuklara bırakın." Çok fazla kişi dikkat etmiyor bu yazıya..Kahvelerine boca ediyorlar sütü. Bugün Moncado baskının­ da yer alan savaşçılarla, gerilla-

suz yemeklerden, herşeyden. Sanki tatile gelmiş gibi bir hava seziliyor çoğunda. Kimileri, top­ lantıya katılma yerine kendini havuzun serin sularına bırak­ mayı yeğliyor. Gerillaların bulunduğu yere geldik. Onlarla görüşmeden önce yemek yiyoruz. En lüks yemeklerini sunuyorlar bize: "Domuz kızartması". Yemekten sonra, Granma gazetesinden biriyle röportaj yapıyoruz. Yo­

larla görüşeceğiz. Büyük bir he­ yecanla bizi götürecek otobüs­ lere biniyoruz. Yedi otobüs yol alıyor. Yol, yaklaşık 1 saat sü­ rüyor. Bu arada bazı kişiler ho­ murdanmaya başlıyor: "Hem 'benzin yok' diyorlar, hem de 7 otobüsü 1 saatlik yola götürü­ yorlar. Onlar gelseydi ya bizim olduğumuz yere." Bazı delegeler, kongre bo­ yunca herşeyden şikayetçi olu­ yor. Sabunun, dişmacununun olmayışından, aşırı sıcaktan, rahatsız otobüslerden, çeviri sı­ kıntısından, ekmeklerden, tuz-

rum'u anlatıyorum ona. Anlat­ tıkça şaşırıyor. Vakti az, ama anlatacaklarım çok. Müzik anla­ yışınız diyor, yaşadıklarınız di­ yor, zamana sığmıyor kelimele­ rim. "Hiç Durmadan"ı hediye ediyorum. Türkiye'de böylesine örgütlü sanatçıların bulunduğu­ nu, baskıların bu denli yoğun olduğunu, Türkiye'de bir dev­ rimci hareketin böylesine mü­ cadele ettiğini bilmiyor. Öğren­ dikçe şaşırıyor, şaşkınlık sevin­ ce bırakıyor yerini. Herşeyi ya­ zacağını söylüyor. Çeviri yapanlar da hayranlıkla izliyorlar

T A V I R

11


Che'yi anlatıyor. Gerilla Fidel'i anlatıyor. Anlatırken yeniden yaşıyor sanki. Zaman zaman gözleri doluyor ama hep neşeli. Ona savaşan hareketimizin bayrağını hediye ediyoruz. Bu sefer gözyaşları duramıyor ar­ tık gözünde, bırakıyor. Alıyor bayrağımızı, zafer işareti yapa­ rak objektiflere poz veriyor. Gö­ ren geliyor. Kalabalık bir grupla poz veriyoruz. Herkes bayrağın ucundan tutmak istiyor. Geride kalıyorum. Bir Alman kolumdan tutuyor, öne geçiriyor. "Asıl sen tutmalısın" diyor. Küba'da ya­ şadığım en güzel günlerden biri bugün. Tanıdık bir şarkının melodi­ si geliyor kulağıma. Sesin geldi­ ği yere gidiyorum. Evet Kü­ ba'nın "Cemo" parçası bu. "Commandante Che Guevara" Bildiğim kadarıyla eşlik ediyo­ rum dört Kübalıya. Sayımız git­ tikçe artıyor. Delegeler yavaş yavaş birikiyor çevrelerinde. Herkes hep bir ağızdan söylü­ yor: "Commandante Che Gu­ evara" Gitarı ustaca kullanıyor­ lar. Vazgeçilemeyen ikinci alet­ leri bongo. Bir Alman delege yanıma geliyor. "Bu parçayı mutlaka kasetinizde söylemeli­ siniz. Bu parça ancak size yakı­ şır." diyor. Bu parçayı Küba'da kaldığım süre boyunca defalar­ ca duyacaktım.

bizi. Gururlanıyorum. "Son me­ sajınız" diyor: "Dünyayı bir kez. de Türkiye'den sarsacağız" di­ yorum. "Hem de yakında" İşte gerillalar! Dimdik duru­ yorlar karşımızda. Göğüslerin­ de onlarca madalya. Delegeler beşer onar gruplar halinde, bir bahçede teker teker yakalayıp sohbet ediyorlar. Her gruptan kahkahalar yükseliyor. Bir gru­ bun yanına gidiyoruz. Gerilla

1 2

T A V I R

Ertesi sabah erken kalkıyo­ ruz. Otobüsler iki gruba ayrıl­ mış. İlk grup, bioteknik labora­ tuarını incelemeye gitmek iste­ yenler için. İkincisi ise, Çernobil'den etkilenen çocukların te­ davi edildiği hastaneye gide­ cek. İkincisini tercih ediyoruz. Kısa bir yolculuktan sonra has­ taneye geldik. Ukraynalı çocuk­ lar bahçede karşılıyorlar bizi. önce konuşma yapıp, ardından pasta ikram ediyorlar bir tepsi­ de. Çocuklarla beraber içeri gi­ riyoruz. Bir toplantı salonundayız. Kübalı doktor sahnede dialar eşliğinde hastanenin çalış­ malarını anlatıyor. 12 bin çocuk ve 3 bin orta yaşlı insan tedavi edilmiş şimdiye kadar. Şu anda

da 3 bin çocuk bulunuyor has­ tanede. Bir çoğu kanserli, ölü­ mü bekliyor. Ancak psikolojik tedavi uygulanmaya devam ediliyor. Rusya'dan, Ukray­ na'dan, Peru, Brezilya gibi ülke­ lerden buraya tedaviye gelini­ yor. Birçok çocuğun ailesi yok. Onlara, gönüllü çalışan anneler bakıyor. Hastanenin 1 milyar 200 milyon dolara ihtiyacı var, çok acil. Karşılanabilinir mi? Belli değil. Doktorlar, hemşire­ ler hep güleryüzlü. Emperya­ lizm yine oyununu oynuyor bu­ rada da. Yetenekli birçok dokto­ ru, çeşitli vaadlerle kendisine çekmeyi başarmış. Doktor sayı­ sı epeyce azalmış Küba'da. Bioteknoloji ve tıp alanında rekabet edilemeyecek üstün­ lüklere sahipler. Deri yanıkları, kolesterol ve kalp krizine karşı geliştirdikleri Haçların uluslara­ rası patentini almışlar. Birçok "tedavi edilemez" denilen has­ talığın tedavisi Küba'da yapıla­ biliyor. AİDS'e karşı buldukları bir yöntemi Amerika, "çok pa­ halı" diyerek reddetmiş ve uğ­ raşmamış. Kübalı bilimadamfarı ise yıllarca uğraşarak bu yönte­ mi geliştirmişler ve bir sürpriz hazırlığındalar. Doktorun açıklamalarından sonra deniz kenarına gidiyoruz. Önce, 50 kadar çocuk bize bir karate gösterisi yapıyor. Ufacık bir bebek var. Sırtı tamamen si­ yah tüylerle kaplı. Bir çoğunun ise saçları dahi yok. Vücutları beyaz lekelerle dolu. Ama çok neşeliler. Hemen yanımıza ko­ şup boynumuza atlıyorlar. Sım­ sıkı sarılıyorlar. Bir dans müziği duyuluyor. Elele tutuşup dans ediyoruz. Cıvıl cıvıl bir ortam. Sürekli dans ediyorlar. Sahilde yüzenler var... Vedalaşıyoruz. Ayrılık üzüyor herkesi. ABD'nin ilaca da koyduğu ambargo, birçok çocuğun erken tedavide kurtulma şansını azal­ tıyor. Birkaç katı fiat ödeyerek ilaç, alet, cihaz ithal ediyorlar. Emperyalizm, insanların yaşa­ yıp yaşayamayacağını belirti­ yor.


Bugün yine bir toplantı ola­ cak. Küba'nın ekonomisini tartı­ şacağız. Kongre salonunun bahçesinden itibaren bir deği­ şiklik seziliyor hemen. Birçok Kübalı var çevrede. Bizleri göz­ lüyorlar. Binanın merdivenlerini çıkıyoruz. İki kişi önümüzü kesi­ yor. Fotoğraf makinemizi ve vi­ deomuzu istiyorlar güleryüzle. Veriyoruz birbirimize şaşkın ba­ karak. İnceliyorlar her yanını. Yere tutup denklanşöre basıyor biri, geri veriyor. Fısıltılar yük­ seliyor. Bir gariplik var bugün. Herkeste "acaba" soruları. Ola­ bilir mi gerçekten? Heyecanla­ nıyoruz. Galiba gelecek! Kim? O mu, gelir mi? Salona gidip yerlerimize oturuyoruz. Herkes ön tarafta oturmaya çalışıyor. Videomuzla biz de öne geçiyo­ ruz. Toplantı başlıyor. Bir Mer­ kez Komite üyesi ekonomilerini anlatıyor. Gözlerimiz hep kapı­ da. 2 saat kadar konuştuktan sonra ara veriyor. Yerlerinden kalkanların yeri kapılıyor he­ men. Yarım saatlik aradan son­ ra yeniden toplanıyoruz. Gö­ züm pencerede. Ve evet, işte uzaktan göründü. Askeri elbise­ sini giymiş her zaman olduğu gibi. Ne kadar da uzun boylu... Bir alkış tufanı kopuyor. Hepi­ miz ayaktayız şimdi. Çılgıncası­ na alkışlıyor ve sesleniyoruz ona: "Viva Fidel!" Gayet mütavazi, sıkılıyor tezahüratımız­ dan. O da alkışlıyor başı öne eğik. Alkış durmuyor. "Enter­ nasyonali söylüyor bir delege. Hepbirden katılıyoruz. O da söylüyor. "Yanki no, Küba si" sloganları geliyor ardından. El­ lerini bize doğru uzatıyor "ye­ ter" dercesine. Yerimize oturu­ yoruz. Gözümü ondan ayıramı­ yorum. Neden sonra yanındakini görüyorum. Bu, Gonzales. Dışişleri Bakanı. Ufak tefek biri ve oldukça genç. Ama "cin" gi­ bi. Fidel, "ne söyleyeceğim ben şimdi, dur sen ne yazmışsın bakayım" diyor ve Gonzales'in notlarını almaya çalışıyor. Ver­ miyor Gonzales. Notları çekişti­ riyorlar. İspanyollar gülmekten

yerlere yatıyor. Çevirmenimiz de aynı durumda olduğundan, ne espirilerin yapıldığını anla­ yamıyoruz. Kürsüye geliyor. Birçok espiri yaparak süslüyor konuşmasını. Ve birden kesi­ yor, itiraz ediyoruz neden beş dakika sürdü diye. 1.5 saat sür­ düğünü daha sonra anlıyoruz. Dilini bilmesek de, anlatımı etki­ liyor bizi. Yine ayaktayız. Yine alkışlıyoruz. Flaşlar hiç sönmü­ yor. Yine zor susturuyor bizi. Sıra Gonzaleste. "Senden son­ ra beni kimse dinlemez" diyor önce, ama Fidel'in ısrarıyla ge­ liyor kürsüye.

yırtılmış, kanlanmış asker giysi­ si, çizmeleri, adım atışı bir ka­ yaya ve elinde silahıyla Che karşımda. Yanında da ona ba­ karak gülümseyen Camillo var. Dokunmak istiyorum. Güleryüzlü müze görevlisi bir kadın uya­ rıyor. Çok zor ayrılıyoruz yanın­ dan. Müze çıkışında kocaman bir defter var. Düşüncelerimi yazıyorum deftere. Ardından "Dünyayı Bir Kez de Türkiye'den Sarsacağız , imzamızı da atıyorum. Ve Grup Yorum için de bir cümle: "Bu Ses Hiç Susmayacak... Asla!"

Konuşmalar bitiyor. "Bandierra Rossa"yı söylüyoruz. Slo­ ganlar uzun süre devam ediyor. Marşlarla uğurluyoruz onu. Ve kongre bitiyor. Delegele­ rin bir çoğu ülkelerine geri dö­ nüyor. Biz iki gün daha kalaca­ ğız. Hemen Havana'ya gidiyo­ ruz. Bir arkadaşımız var. Yu­ nanlı. Stelios. Onunla geziyo­ ruz Havana'yı. Önce Devrim Müzesi'ne gidiyoruz. Ameri­ ka'nın keşfinden günümüze ka­

Lenin Parkı'na doğru gidiyor taksimiz. Şehrin bayağı uzağın­ da. Bu parkı ve Lenin'in anıtını Sovyet Devrimi'nden hemen sonra Küba halkı yapmış. Ve Devrim Meydanı. 1 Mayıs kutla­ malarının, çeşitli büyük konuş­ maların yapıldığı meydan. Ve Jose Marti'nin heykeli görünü­ yor uzaktan. Heykele doğru yö­ neliyoruz. Polisler, ıslık çalarak yaklaşmamamız gerektiğini söylüyorlar. Nedenini soruyo­ ruz. Heykelin arkasında Merkez

dar her şeyin anlatıldığı bir mü­ ze. Odaları geçtikçe; şehit re­ simlerini gördükçe, Moncada Kışlası'nın ve baskının strateji­ sinin maketini gördükçe, kendi müzemizi düşlüyorum. Ve bir­ den onunla karşılaşıyoruz. Çok şaşırıyorum önce. Çığlık atıyo­ rum. Stelios gülmeye başlıyor. Bir maket bu. Ama gerçeğe ne kadar da benziyor. Bana bakı­ yormuş gibi geliyor. Uzun saç­ ları, karartı yüzü, çamurlanmış,

Komite Binası var. O sırada toplantı yapılıyormuş. İlk kez bir polisin sözünü dinliyorum, karşı çıkmadan. "Ernest Hemingvvay'in sık sık gittiği yer" diye bahsedilen, böyle ünlenen lokantaya gidiyo­ ruz. İçerden müzik sesi geliyor. Duvarlara her ziyaretçi bir şey­ ler yazmış. İmzalar atmış. Biz de yazıyoruz duvarlara kanla yazılan, duvarların aşina oldu­ ğu "Haklıyız Kazanacağız" di-

T A V I R

13


yenlerin umudunu. O akşam bir Kübalı bayanın evine gidiyoruz. Yemeğe davet­ liyiz. İki İspanyol, iki Şilili, bir Yunanlı ve biz üç Türkiyeli bir aradayız şimdi. Büyük bir coş­ kuyla karşılıyor bizi Deborah.

Yemek yapacak malzemesinin olmadığını, yalnızca pilav yaptı­ ğını ama bu pilavı da sevgiyle yaptığını söylüyor. Stelios alış­ verişe gidiyor, evde Deborah ile beraber kalan Alman bayanla. Gelen malzemelerle yemek yapmamız üç saati buluyor. Çünkü evde gaz yok. Tek ocak­ la önce ekmek yapıyoruz Guetamala unuyla. Sonra kıymalıpatetesli özel bir Küba yemeği yapıyoruz. Ve tabii ki muz kı­ zartması. Yemeğimizi yerken, Oeborah'ın erkek kardeşi Ernesto geliyor eve. Saatlerce sohbet ediyoruz. Ernesto, Dev­ rimi Savunma Komiteleri içinde çalışıyor. Ayrıca 3-4 evin biraraya gelerek kurduğu mahelle komitelerinde de faaliyet yürü­ tüyor. Bu komiteler mahellenin yol-su-elektrik ve temizliğinden sorumlu. Bu komitelerden mec­ lise kadar uzanan bir seçim sis­ temi var. Ülkede oldukça yaygın olan fuhuş üzerine bir soru geliyor. Deborah yanıtlıyor. Fuhuşu

14

T A V I R

özellikle 15-30 yaş arası kadın­ lar yapıyor. Çoğunlukla doktor, avukat gibi meslek sahibi ka­ dınlar yapıyor. Amaç, birkaç dolar fazla para kazanarak ya­ şam standartını yükseltmek. Özellikle de makyaj malzeme­ leri almak ve daha iyi görünmek. "Peki fuhuşa karşı mücadeleyi nasıl yürü­ tüyorsu­ nuz?" diyo­ rum. "İkna temelinde" diyor. Evet, turizm bir ülkenin en önemli gelir kaynakla­ rından biri ama elbetteki tehlike­ lerini de beraberin­ de getiri­ yor. Turizm geliri yıllık 600 mil­ yon dolar. Buna karşılık fuhuş yayılıyor; buna karşılık gençler emperyalist kültürün etkisi altın­ da kalıyor. Küba'da devrimcinin en az olduğu şehir Havana. Gelen turistler de Havana'yı çok görmek istiyorlar. Havana oldukça etkilenmiş bu nedenle. Castro bu konu ile ilgili şöyle di­ yor: "Biliyoruz ki turizm emper­ yalizmin çıkarına ve onun pis­ liklerini taşımaya hizmet ede­ cek. Önlem olarak şöyle düşün­ dük: Adalara turizm sektörü ku­ ralım. Turisler, otelde çalışanlar dışında kimseyle irtibat kurma­ sın ve halka ve devrime zarar verecek herşeyden uzak tuta­ lım dedik. Ancak Küba'ya ge­ len, Havana'yı görmek istiyor ve biz bunu engelleyemeyiz. Bu nedenle zararlarını göze almak zorundayız" İnsanların eğitim düzeyi çok yüksek. Coşku dolu ve devrimi her koşulda savunmaya hazır­ lar. Halk silahlı. Küba'nın karşı karşıya kaldığı sorunları çok iyi

biliyorlar. Umutlular. Küba hal­ kına, ülkenin yaşadığı krizi an­ latmak üzere, Küba halkının yüzde yetmişinin katıldığı 12 bin seminer düzenlenmiş. Evet, Küba halkı ülkesinin yaşadığı sorunların bilincinde ve bu so­ runlara göğüs geriyor. Devrimin kazanımlarını korumaya çalışı­ yorlar: İşsizlik yok. Halkın temel ihtiyaçları karşılanıyor. Zorluk­ lar elbette bir süre daha yaşa­ nacak. Fidel'in çeşitli konuşmala­ rından derlenen bir kaset izliyo­ ruz. Biz kasedi izlerken Debo­ rah uyuyor bir köşede. Hiç ses çıkarmadan bulaşıkları yıkıyor ve ayrılıyoruz evden. Uçak saatimiz yaklaşıyor. Otelin önünden yolcu ediyor bi­ zi arkadaşlarımız. Şimdi uçaktayız. İnsan, emperyalizmin am­ bargosunu ve sonuçlarını Kü­ ba'yı görünce daha iyi anlıyor, öfke, nefret artıyor. Emperyaliz­ min insanlık dışı yüzü Küba'da gerçeklerle karşı karşıya kalın­ dığında daha net ortaya çıkıyor. Küba'nın kuşatmayı yarma çabalarını anlamak gerekiyor. Elbette eleştirilecek yanları var. Ama somut ve gerçekçi alterna­ tifler getirerek eleştirmek gere­ kiyor. Birçoklarının tekrarladığı soyut formülasyonların, bilme­ den, görmeden, yaşamadan konuşmanın yani 'hariçten ga­ zel atmanın' anlamsızlığı bura­ da daha iyi anlaşılıyor.. Evimize dönünce, Denizli konserinde yaptığımız konuş­ malardan dolayı ceza aldığımı­ zı öğreniyorum. Bu konuşma­ lardan biri Küba ile ilgiliydi. Aynı konuşmayı binlerce kez tekrar­ lıyor, haykırıyorum "Sosyalizmsiz, devrimsiz, vatansız kalmaktansa ölmeyi tercih eden Küba halkını ve devrimcileri; mücadelemizin ateşi ve sevgisiyle selamlıyo­ ruz. Yaşasın Sosyalizmi Yaşasın Küba!" •


ünümüzde kişileri "kurtarıcı" olarak görmek, ortaçağın skolastik felsefe­ sinden çok daha il­ kel bir görüştür. Çünkü bu görüş, günümüzden baş­ layıp geriye doğru gidersek, karşımıza şöyle bir tablo çıkar­ tır: Kişileri liderleştirmek, mutlaklaştırmak, fetişleştirmek, kut­ sallaştırmak, mesihleştirmek, tanrılaştırmak ve totemleştlrmek. Şimdi bir kişiyi kurtarıcı sanırken ne biçim bir zaman yolculuğu yaptığımız anlaşıldı mı? Ne yazık ki bizim insanımız, rönesansı ve aydınlanma döne­ mini gerçek anlamda yaşama­ mıştır. Doğal olarak ulus içinde birey olamamıştır. Bu yüzden de bugünle geçmiş arasındaki zaman yolculuğundan kurtula­ mıyor. Ne denli özgür düşündü­ ğüne inanırsa inansın, mutlaka bir kurtarıcıya bel bağlıyor. Ger­ çek kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu bir türlü göremiyor. Bu nedenle her gelen kurtarıcı mutlaka gideni aratıyor. Halkın yüreğindeki umut nehirleri de hep çöllerde boğuluyor. Bu kez yeni bir kurtarıcı aranıyor. İşin garip yanı şu ki, her ye­ ni kurtarıcı geldikçe, Tarsuslu Şadi Bey'in bezi değer kazanı­ yor. Kurtarıcılar çoğaldıkça da Şadi Bey'in değeri yeniden keş­ fediliyor. Ama, nedense Şadi Bey hiç mi hiç "kurtarıcı" olmu­ yor. Hep kurtarıcıların arkasın­ da duruyor. Onları alanlara itip kendisi bez satışının başına ge­ çiyor. Önünde her zaman bir kurtarıcı bulabildiği için de çok mutlu. Perde arkasında, istedi­ ğini öne doğru itiyor. Kurtarıcı yıprandığı zaman ise, ortaya yeni bir "kurtarıcı" çıkarıp eski­ sini kovuyor. Daha sonra orta­ ca göre, önce kovduğukurtarıcıyı yeniden kurtarıcı yapabili­ yor. Meğer sen neymişsin be Şadi Bey? Bezlerinle çok yaşa e mi? Sen bez üretmeseydin, bunca çirkef içinde.sen bile na-

G

TARSUSLU ŞADİ BEYİN BEZİ! Adnan Yücel sı temizlenirdin? Ne güzel ölüp gitmiştin. Tar­ sus'un güzel toprağına gömül­ müştün. Kleopatra'nın koynun­ dan çıkıp da İstanbul'da yeni­ den doğmanın ne gereği vardı. Ne güzel "Şadi Bey'in Bezi" ağızdan ağıza fıkralaşıp deyim­ leşmişti, İstanbul'da "Solo" ol­ manın, "Gala" olmanın, "Sel­ pak" olmanın ne gereği vardı? Bez olarak kalsaydın, hiç ol­ mazsa "kurtarıcı"ların naylonlaşmazlardı. Yani silindikçe te­ mizlenmek yerine, her yerimize birden bulaşmazlardı. Senin alacağın olsun Sadi Bey! Ek­ meğini yediğin, suyunu içtiğin, emeğini sömürdüğün Tarsus'a hep yalan söyledin. İleri sürdü-

ğün her "kurtarıcı"nın adını baş­ ka başka söyledin. Şu anda Tarsuslular seni hala bez üreti­ cisi olarak biliyorlar. Bu yüzden de ileri sürdüğün her kurtarıcıyı başka başka adlarla tanıyıp ku­ caklıyorlar. Yakında senin bez değil de solo, selpak ya da gala ürettiğini anlayacaklar. O za­ man sen İstanbul'da olduğun için sana ulaşamazlar. Gönder­ diğin her kurtarıcıyı yine kabul ederler. Bu kurtarıcı, Anado­ lu'da olduğu gibi "Toros" anla­ mında "boğa" da olabilir, Hin­ distan'da olduğu gibi "inek" de olabilir. Ya da Tanrılar döne­ minde olduğu gibi "baba" da olabilir, Anatanrıçalar dönemin­ de olduğu gibi "ana" da olabilir. Gönderdiğin "kurtarıcıların" adı ne olursa olsun, şunu unut­ ma Şadi Bey: Bir gün Tarsuslu­ lar, gönderdiğin bütün "kurtarı­ cıların adının "Cafer" olduğunu mutlaka öğrenecekler. O za­ man sen kendi sonunu kendin düşün. Değişik sıfatlar taşısalar bile hepsi "Cafer" değil mi? Bez Cafer, Solo Cafer, Gala Cafer, Selpak Cafer. Nedir bunların yaşamdaki karşılığı? Yanıtı çok açık: "Netekim Cafer", "Number One Cafer", "Halci Cafer", "Ba­ ba Cafer", "Ana Cafer". Senin bezinin adı "Solo" olmuş, "Gafa" olmuş, "Selpak" olmuş ne çı­ kar? Ah Şadi Bey, ah! Bir de şu bezlerini kurtarıcılarından önce üretsen olmaz mıydı? Hiç ol­ mazsa Tarsuslular, kurtarıcıla­ rından önce seni temizlemeye zaman bulurlardı.

T A V I R

15


TEMMUZ Tolga KARADENİZ

er bir mağarası­ nın, ayrı bir pey­ gamberi konuk et­ tiği bu şehri geride bırakıp, güneye, o eşsiz ovaya doğru yol alırken, araba­ nın içindeki sıcak­ lığın kırksekiz derece olduğunu gösteren termometreye ilişmişti gözüm. Şoförüm ise, sabahtan beri durmaksızın anlattığı efsa­ nelerden yorgun düşmüş olma­ lıydı ki bir süredir susmaktaydı. Anlattıklarıyla ilgilenmem onu fazlasıyla mutlu etmişti. Boş ve sıcak bir günde müşteri de bul­ muştu üstelik. Sıcaklığın verdiği uyuşuk­ lukla, yaz günü buralara gelme­ nin yanlış bir seçim olduğunu düşünürken, hızla hedeflediği­ miz yeri gösteren trafik levhası­ nın yanından geçince, yerimde doğrulma gereğini duydum, fa­ kat daha sormama fırsat tanı­ madan konuştu: "Sana, bu kızıl ovada bir yer göstereceğim."

H " ..."

"Dönüşte uğrarız merak et­ me, nasıl olsa günün bitmesine daha çok var."

16

T A V I R

Birkaç dakika-sonra, düm­ düz ve hızla sınıra inen yoldan sağa, taşlı ve doğal olarak tozlu bir aralığa saptık. Arabasına acımadan sürüyordu. Birkaç dakika sonra bu düz ova için yüksek sayılabilecek bir tepe­ nin üstündeydik. "Bak" dedi, eliyle birkaç yüz metre ilerimizde duran meyve ağaçlarıyla çevrili kulübeyi gös­ tererek. Sıcak mavi ile kızıl sarı renkleriyle bezenmiş bu yaşlı topraklarda aykırı bir görüntüy­ dü. Gerçi evin haraplığı olağan sayılabilirdi, ancak çevresindeki yeşilliğin susuz yaza rağmen tazeliği, büyüsel bir leke oluştu­ ruyordu. İkimiz de, arabanın dışında, kaynatan temmuz güneşi altın­ da, eve bakıyorduk. "Kim yaşı­ yor burada, yoksa bir peygam­ berin evi mi?" "Yok" dedi. "Yaşlı bir kadın, yalnızca yaşlı bir kadın." "Yaşlı bir kadın mı?" Yanıtlamadan, arabaya gi­ rip iki şişe su getirdi. Rahatça içilemeyecek ölçüde ısınmış bu suyu, inancı bekleyişi ile sına­ nan bir peygamberin mezarının yanındaki kaynaktan doldur­ muştu. Yalnızca gerektiğine inandığım için, suyumu içerken, o da yaşlı kadının acılı öyküsü­ nü anlatmaya başladı: "Büyükler anlatır, bilmeyen de yoktur burada, Temmuzı Ana'nın acı dolu hikayesini. Elli yıl önce, belki de altmış ya da daha fazla. Bugünkü gibi sıcak bir temmuz gününde gelmiş bu­ raya. Belki bugünden daha faz­ la sıcakmış... ekin erken toplan­ mış o yıl, gerçi kimseye de hay­ rı olmamış. Kötü günlermiş, bu­ günkü gibi ülkenin her yanı kan gölü imiş. Fırat'ın suları taşır­ mış insanların kanını da kimse tarlasını acısından sulayamaz olmuş. Herşey bugünkü gibi imiş kısaca... "Buralı değildir Temmuzı Ana, böyle bir günde, dağların­ dan, sırtında üç aylık bebesiyle, uzun bir yürüyüşün sonunda in­ miş ovaya. Üç hafta yürümüş

dağ taş demeden inince de dur­ mamış devam etmiş yürüyüşü­ ne, genç bir kadın o zamanlar tabii, gücü kuvveti yerinde. Kor­ kusu da bu kuvvetine delilik katmış. Bu zulüme kendisi da­ yanmış ama bebesi çaresiz, öl­ müş. O ölünce de durmuş, ora­ cığa gömmüş ve oracıkta otu­ rup kalmış. Yasını tutmuş, yar­ dıma gelmişler çevreden. İşte bu gördüğün yer... yerleşmiş oraya. Az konuşur, adını bilme­ yiz, unutulmuş gitmiş. Biz de ona Temmuzı Ana adını taktık." Kısa bir ara vererek ardın­ dan sorar: "Ne taraftan doğru geldin buraya?" "Diyarbakır'dan" diye yanıt­ ladım. Başını sallayarak devam etti: "Onun da köyü o taraflardaymış, sonradan öğrendiğimize göre. Eri bir yıl olmuş asker­ den döneli, bebesi daha yeni doğmuş. Önceden olan iki ço­ cuğu da ölmüş... Zavallı kadın. Bir savaştır sürüp giderken, kö­ yü nerdeyse bu savaşın tam ortasındaymış. Kolay değil tabii bir tarafta hükümetin silahlı as­ kerleri, uçak bile varmış, taa o zamanlarda başlarına ateş yağ­ dıran. Kadıncağızın köyü de di­ ğerleri gibi baş eğmemiş hükü­ mete, acıları duyuyorlarmış ama tanımamışlar henüz. Çok geçmeden sarmışlar köyü, bir süre oyalanmışlar, belki de tes­ lim olmalarını beklemişler, tes­ lim olanlar da olmuş, yaşlı ka­ dınlar ve çocuklarını gönder­ mişler. Göndermişler gönder­ melerine ama, daha köyün dışı­ na çıkar çıkmaz, hepsini tara­ mışlar makinalıyla. "Geride kalanlar ne yapsın, ağıt mı yaksınlar? Kendi canla­ rının telaşında. Başlamışlar ça­ tışmaya. Erkeği... köyün diğer erkekleriyle beraber oraların belki de tek değirmenini kendi­ lerine siper yapmışlar, kadınlar da birkaç eve dağılıp sırtlarını dağlarına vermişler. Bebeği de. kucağında, bir taraftan emzirirmiş, dualar okurmuş bildiğince bu arada. Derken, erkeklerin


ateşi faydasız, yavaş yavaş gir­ mişler köye. Ölen oluyormuş askerlerden ama çokmuş sayı­ ları, çoğalıyorlarmış hızla. Ön­ ce kadınların bulunduğu bir evi ele geçirmişler. Tek bir ses kal­ mamış evden. Diğer evden yar­ dıma koşanları da taramışlar. Hepsini görürmüş Temmuzı Ana. Diğer kulübe de hallolmuş bu arada, değirmende ise sa­ vaş sürermiş, ortalıkta koyu kan kokusu. Komutanı da görmüş, o ağaların bila "efendim" deyip, etini öptükleri komutanı, "öldü­ rün hepsini" diye bağırır, tepinirmiş adeta ölülerinin üstünde. Daha kalabalık gelip değirmene bomba yağdırmaya başladıkla­ rında bağırmaya başlamış Temmuzı, bebek ise sırtında ağlayıp dururmuş. Ağzını ka­ patmış ebesi, "sus" demiş. "Kaç!", yol göstermiş ona. Bağı­ rarak koşmaya başlamış, ama onu ne gören ne de duyan ol­ muş askerlerden. Değirmenden sağ kalanların dışarı taşındığını görmüş geri baktığında, erkeği de onların arasındaymış, her tarafı kan içinde. Dayanamamış kuytudan gözlemiş olup bi­ teni: "Değirmen ha" diye bağırirmış durmadan komutan, "değir­ men ha", bir taraftan da yerdeki yaralıları tekmeleyerek. Bütün köy ateş içindeymiş. Kalanların çığlıklarını duymuş. "Ben size değirmene sak­ lanmayı gösteririm... O mu ko­ ruyacak sizi benden!" "Bunu söyledikten sonra da, emir verip askerlerine, zar zor iki değirmen taşını da yerinden söküp getirtmiş orta yere, he­ nüz sağ, zavallı yaralıları da bu taşlarla ezdirerek öldürtmüş. Yürek dayanır mı, bir daha ar­ kasına bakmadan kaçmaya başlamış ana, dağ taş deme­ den. Sığınacak bir yer aramış ama nafile. Hangi köye rastladıysa izsiz yolunun üstünde, hepsinde aynı şey; yangın yeri tüm ülke, kangölü. Her bir adı­ mında -daha bir yıkılmış, daha bir yokolmuş ya, kaçacak, çare­

si yok çocuğunu kurtaracak bu zulümden. Aklına koymuş, ak­ lındaki tek şey de bu zaten, nerdeyse herşeyi unutmuş. Ge­ celeri sığınmış bulduğu kuytu­ lara, ot yemiş, çiçek yemiş gün­ düzleri. Sabah güneşini sol ya­ nına alarak yürümüş, yürümüş. "Yürümüş yürümesine de bebeği hasta. Ağlamazmış ar­ tık, gülerek emmezmiş anasını. Rengi, toprak rengi. Uzun gün­ ler, geceler sonunda inmiş ova­ ya. Duramazmış korkusundan ama bir bakmış ki, bebeğinden ses soluk yok. Tek umudu da yok olmuş işte o anda. Ağlama­ mış hiç, "yeter" demiş kendi kendine. "Yeter" deyip çökmüş oracığa. Sessizce gömmüş son ölüsünü. Erkeği, anası, kardeş­ leri gömülmemiş bile. Acımışlar çevreden, yardım etmişler, bir kulübe yapmışlar, ufak bir bah­ çe vermişler ona. O günden bu yana kendi kendine yaşamaya devam etmekte. Ektiği meyve ağaçları ise bu ovada, suyu in­ sanlardan önce bulmuş... İşte böyle geçinir gider... Ama..." "Ama?" Gözlerimin içine bakarak yanıtladı. "Ama, hiç buğday yemez." Söyleyecek hiç bir şey kal­ mamıştı. Güneşi tüm varlığı ile hisse­ diyordum. Şişenin dibinde ka­ lan sıcak suyu da bitirdim. Tek düşüncem, bu yaşlı kadını ya­ kından görüp, ona dokunabil­ ­ekti! "Hadi, fazla geç olmadan dönelim... Daha görecek çok şey varl" Çoktan arabaya bin­ miş, yerinden seslenmekteydi. Kararsızlığımdan etkilendiğimi anlamıştı ama, etkilemek için anlatmamıştı bu öyküyü, diğer­ leri gibi. Yanına giderek sordum: "Aşağıya inebilir miyiz? Tem­ muzı Ana orada mıdır?" "Pek bir yerlere gitmez, ora­ dadır mutlaka ama senin yanı­ na çıkmaz."

"Kendi dilinde konuşur o ve senin dilinden olanlarla hiç mi hiç konuşmaz." Geri dönerken, tarihimizin bizlere yüklediği ağır suçun bü­ yük bir hoşgörü ile verilmiş ce­ zasını duyumsuyordum. "Boşver" dedi, şoför. Sus­ kunluğumuz arabamızın, binler­ ce yıllık üniversite kentine dö­ nüşüne dek sürdü. Ve bu sus-

kunluğu yine o bozdu. "Bak sa­ na Temmuzı Ana'nın ağıtını okuyayım." Ve güzel sesiyle kendi dilin­ de, ağır ağır türküsünü söyle­ meye başladı: "Düri ra venge tifango yeno, Pite mi newes.o, cizik nece-

no.

Meverve pite mi, meverve, Dismen bervise to hesneno." "Uzaktan tüfek sesi geliyor, Bebeğim hastadır meme emmiyor. Ağlama bebeğim ağlama, Düşman senin sesini işitir." Not: Kürtçe dörtlük Malmisanij'in bir çalışmasından alın­ mıştır. •

"Neden?" T A V I R

17


NERDE GÖRÜLMÜŞ Nû PELDA

Korku konuyor insandan insana Döl vermiyor gün yarına Ölümün bir adı da susmaktır artık Ezilen, gün ışığıdır Çalınan, alınteri Hiç mi yumruklamadın duvarları Ellerin kırılırcasına Hiç mi depremler yaşamadın beyin kıvrımlarında Yüreğine dar gelmedi mi? göğüs kafesin hiç? Başın önüne düşmüş Bir çığlık at hiç bir şey yapamıyorsan Korkunun ölümü yendiği Nerde görülmüş?..

18

T A V I R


devrimin dili olmaya çalışırken

HERKES TARAFINDAN ANLAŞILABİLİR OLMAK

Hazal TUNÇ

arx, komünizmi "... insanın özüne dönmesi, bilinçli ve gerçekçi biçim­ de daha önceki gelişimin tüm zen­ ginliklerini değer­ lendirmesi" diye tanımlıyor. Devrimciler insanlı­ ğa sahip çıkarken çeşitli ola­ nakları değerlendirirler. Sanat bu araçlar içinde en kalıcı ola­ nıdır belki de. Sanat her şeyden önce bir iletişim aracıdır. Ama bilince ol­ duğu kadar yüreğe de hitabe­ den sanatı sadece bir iletişim ve nihayet propaganda aracı olarak düşünmek mümkün de­ ğildir elbette. Varılacağına inandığımız hedeflere ulaşma­ da yararlandığımız yüzeysel ve pragmatik bir araç değildir sa­ nat. Devrimin dili olacak sanatı yaratabilirsek, devrimci söylemi sıcaklaştırır, kitlelere yakınlaştırabiliriz. Sanatsal yansıtma

M

aracılığıyla gerçekliği aşmak devrimci söylemi pekiştirmekle kalmaz dünyaya bakışı da de­ ğiştirir. Yaşamın temel yaratıcıları emekçi kitlelerdir. Devrim ve yeni dünya da onların eseri ola­ caktır. Sanatımız onların örgüt­ lü öncülerine seslenmenin yanısıra emekçi yığınlara yönel­ mektedir. İşçi, memur ve köylü kitlelere yaşamlarına anlam ka­ tacak eserleri maletmek istiyo­ ruz. Sanatımızın ne ölçüde ba­ şarılı olduğu tartışmalarına mücadele içkideki bütün sanat­ çılar ve halk saflarında yer atan diğer güçler de katılmalı; halk­ tan yana yeni eserleri sahip­ lenmelidir. Devrimci çevrelerde sanat­ sal düzey kadar "herkes tara­ fından anlaşılır olmak" da göze­ tiliyor. Sanatta her türlü anlaşıl-, mazlığa, kapalılığa, çapraşıklı­ ğa, yapmacıklığa karşı olmak gerekir.

Sanat bir yaşam etkinliğidir. Düşünmeyi, hissetmeyi iş edin­ miş, dünyayı en yoğun yaşa­ maya soyunmuş, insanlar olan sanatçıların eserlerinin toplum tarafından anlaşılamaması sa­ dece sanatın işlevlerini sınırla­ mış olmakla kalmaz yaşamı da fakirleştirir. Sanatı topluma yabancılaştıran bütün hastalıkla­ rın mikrobu yine yaşamda ürer. Özel, ayrıcalıklı, seçkin ol­ ma vb, eğilimler sanatçıyı özerk bir statüyü izlemeye/ edinmeye. itiyor; bu statü de nesnel ger­ çekliği bir yana bırakarak kap­ risleri, budalaca eğilimleri toplu­ ma sunabilme zeminini yaratı­ yor. Sanatsal faaliyet aklına es­ tiğini, aklına estiği gibi yapan sanatçılar dünyasını ilgilendiren bir etkinlik haline dönüyor. Kimi sanatçıların "ben böyle düşünüyorum" ya da "ben bunu seviyorum" diyerek toplumun ihtiyaçlarını görmezden gelme­ si sadece bencillikle açıktana- •

T A V I R

19


maz. Bu bir kültürel yabancı­ laşmadır. Ama ekonomik, sos­ yal ve kültürel etkiyle toplum­ dan kopma isteği değildir sade­ ce; insani bütünlüğün zedelen­ mesi, bozulmasıdır da. Bu sa­ natçılar toplumsal algı, yaşayış ve etkinlikten uzaklaşırken in­ sani değerlerini de yitirmekte­ dirler. Toplumsal yapı insanların yaşam sürecinden doğmaktadır yani toplumu oluşturan bireyle­ rin iradelerinden bağımsız ola­ rak maddi temeller üzerinde şe­ killenmektedir. Bir toplumsal bi­ linç biçimi olan sanat ve diğer bilinçler (din, hukuk v.b), fikirler, tasarımlar hayatın dilidir. Toplu­ mun üretici faaliyetleri içinde yeralan sanatçıların bilinci de kendi varlıklarından ve faaliyet­ lerinden soyutlanamaz. Bilinci belirleyen yaşamın kendisi ise yaşamın gelişme seyrine uy­ mayanın, ondan uzaklaşmakta olanın bir "aldatmaca" olması gerekmez mi? Öyledir de. Top­ lumun dışına düşüp toplumsal bilincin öğesi, bileşeni olmak mümkün değildir. Yaşam etkin­ liği içindeki insandan ve bu et­ kinlikten yani hayatın hareketin­ den kopmuş, farklılaşmış bir bi­ lincin kalıcı olabileceği de düşü­ nülemez. Sosyalistler eskiyi, geriyi, çürüyeni bütün olanakla­ rını seferber ederek bertaraf et­ meye çalışırken gerçekte tarih­ sel koşulların ve üretim biçimi­ nin dayattığı bir zorunluluğu ye­ rine getirirler. Bu, toplumsal ya­ şamı düzenlemek için iktidarı ele geçirirken de, yeni sanatı oluştururken de böyledir. Burjuva sanat kuramcıları­ nın "... yapılmakta olduğu tarih­ lerde topluluklara gerektiği dü­ zeyde bir şeyler söyleyememektedir(1)" diye tanımladıkları "sanat" gerçekte sanat değildir. Aldatmacadır. Halkın, aydınla­ rın, sanatçıların yapılan işleri anlamaması gerektiğini savun­ mak, hatta gerekli görmek saçmalıktır. "Üst düzeyde sanat yapmaya çalışarak halkı geliş­ tirmek yerine, eğitilmemiş hal-

20

T A V I R

Bizim değerli bulduğumuz yaşam içinde anlamı, etkinliği olan estetiktir.Yaşamın akışı dışındaki güzellik neye yarar. 0 halde bizim için estetik olan kullanım değeri ama yüksek kullanım değeri olandır. kın beğenip anlayabileceği re­ sim yapma"yı suç sayan Özdemir Altan halkı budala yerine koyuyor. Toplumu kendi düze­ yine eriştirme umudundan caymayanlar çevrenin beğenmesi bir yana kendisinin bile anlayıp beğenmeyeceği sanatı yapabil­ me yürekliliğini gösterirlermiş. Varın sanat eseri diye ortaya çıkanı düşünün artık. Özdemir Altan sanatsal içe­ riği yokederken sanatı biçime bile değil, olsa olsa bir biçim öğesine indirgemektedir. Bilin­ diği gibi sanatta içerik ve biçim bütünsellik içerisinde değerlen­ dirilen kavramlardır. İçerik biçi­ min anlamı ise biçim içeriğin cisimleşmiş halidir. Sanatçının kendisinin bile anlamadığı, ya da hiç bir şey anlatmayı amaç­ lamayan dolayısıyla hiç bir an­ lamı olmayan bir sözde sanat eseri renk, hareket, ses v.b bir denemeden öte değildir. Yani biçim bile değildir. Elitizm olarak tanımlanabi­ lecek bu durum sanıldığı gibi sadece burjuva sanatçılarda or­ taya çıkan bir eğilim değildir. Sovyet Devrimi'nin ilk yılları çarpıcı örneklerle doludur. Dev­ rimin ilk yıllarında Akademinin başında olan Maleviç "Sıfır-biçim" olarak tanımladığı sanatını Devrim'in sanatı sanmaktaydı. Maleviç'e göre "Suprematizmnesnesiz dünya- insanlık tari­ hinde nesnelerin, mal ve mülk hırsının yok olacağı yeni bir ça­

ğın.... habercisiydi. (Tavır, sayı 13. 8.17)" Suprematist çağda insanlar yaşam kavgası içinde boğuşmayacağı için üstün de­ ğerler gerçekleştireceklerdi; ya­ ratıcılık çağı olacaktı suprematizm. Önceki örnekten çok farklı şeyler söylemiş olmasına kar­ şın Maleviç de elitistir. Çünkü ne zaman erişileceği kestirilemeyecek bir çağa yaşadığı dö­ nemin koşullarını gözardı ede­ rek yönelmiştir. Ülkemizde de bir grup aydının sosyalisttik adı­ na su üstünde kaldığı sanılan bazı eserleri sadece bu yüz­ den; onları içerik, biçim ve sa­ natsal işlev açısından bir bütün olarak değerlendirmeksizin ka­ bul etmelerinin, dergilerinde yer vermelerinin nedeni yukarıdaki anlayışlarla paralellikler kurula­ bilecek elitist yaklaşımlarıdır. Nesnel gerçeklik bütünüyle sanata yansıyabilir. Sanatsal olan sadece yapısal özellikle­ riyle diğer üretimlerden ayrılır; defalarca belirttiğimiz gibi sa­ natsal olan toplumsal praksisin içinde sınırlanmış bir ilgi alanı­ na ait değildir. Sanatçı nereye bakıyor, nereyi görüyor ye neyi hissediyorsa onu sanatsal bo­ yuta taşıyabilir. Örgüttü bir alan mücadelesi olarak sürmekte olan sanatsal faaliyetlerimizin niteliği ve etkinliği açısından yoksul emekçi kitleleri kavraya­ bilir, içerebilir olup olmadağını sorgulamalıyız. Mücadelenin yayıldığı yoğunlaştığı her alan­ da, yerde, boyutta varolabiliyorsak "mücadele gerçekliği"ni ya­ şıyor olacağız; onu sanatsal üretime taşımamız da "kolay" olacaktır. Elitizmin panzehiri yaşamdır, mücadelenin kendi­ sidir. Devrimci sanat halkın ne istediğini kavramaya çalışıp halk için üreten sanatçılardan çok istediği halkın istediğiyle aynı olan sanatçıların eseri ola­ caktır. Elitleşme, içerik ve biçim açısından ya ayrı ayrı ya da bir­ likte ortaya çıkabilir. Sanatsal üretim sürecini kolektifleştirme sanatı kemiren bu kurdu yok


edebilecek en önemli önlemdir. Sanat dallarının özelliklerine uygun bir kolektifleşme gerçek­ leşebilir. Bir tiyatro eseri metin yazımı ve sahneye koyma aşa­ malarında, bir şarkı besteleme, düzenleme; bir edebiyat eseri konuyu oluşturma ve yayına hazırlama aşamalarında tartışı­ labilir. Tabii ki sadece sanatçı kolektifleri arasında değil ama alımlayıcıya da ulaşılarak ger­ çekleşir bu ortaklaşma. Bu ça­ lışmaların örgütlü bir organizas­ yonun çabasıyla gerçekleşebi­ leceğini hatırlatmaya gerek yok. Elitleşme tartışılırken üze­ rinde en çok durulan öğelerden biri de, hatta edebiyatta üslup kadar önemlisi de dildir. Yüzyıl­ lar boyunca sayısız kuşağın ça­ basıyla sadece bir sınıfın yara­ rını gözetmeksizin bütün toplu­ mun iletişim aracı olarak yaratı­ lan dil sanıldığı gibi bir üst yapı kurumu değildir. Üst yapı ve alt yapıdan ayrıdır. Şimdi işbirlikçi oligarşiye hizmet eden dil yarın temel bir değişikliğe uğramaksızın halka ve proletarya dikta­ törlüğüne hizmet edecektir. Tıpkı teknoloji gibi, makina par­ kı gibi. Dil farklılaşır ve sadece bir grubun ya da topluluğun jar­ gonu haline gelirse iletişim ara­ cı olma işlevini de yitirir. "Ay­ dınca sözcüklere, anlaşılmaz uydurmalara karşı çıkışımız, toplumdan uzaklaşmaya, özel­ leşmeye karşı çıkışımızdandır. Dil alt yapıdan üst yapıya kadar bütün çalışma alanlarına ve insani etkinliklere doğrudan bağımlıdır. Onun için yeni bir toplum kurmakta olanlar yeni etkinlikleriyle dili de sözcükler açısından zenginleştirecekler­ dir. Aynı zamanda yeni toplum hakim oldukça bazı eskiye ait sözcüklerin daha az kullanıla­ cağı ya da unutulacağı söyle­ nebilir. Eğer dili ve dilbilgisini değiştirmek ihsanın yararına ol­ saydı şüphesiz sosyalistler bu­ nu yapmakta tereddüt etmez­ lerdi. Ama görülüyor ki böyle yapılsa tam tersine istenmeyen

sonuçlar doğacaktır. Dil aristokrat budalalıkların­ dan dolayı feodaller için, ticari çerçevede de kapitalistler için önemlidir. Sosyalistler içinse in­ sanların düşünce iletişimini sağladığı için önemlidir. Düşün­ ce alışverişiyle, yaygınlaşması olmaksızın toplumsal hayatın kolektif organizasyonu gerçek­ leşemez. Hatta maddi üretim bile anlamsız hale gelir. Dil dü­ şünce alışverişine aracılık ettiği anlamıyla aynı zamanda toplu­ mun mücadele aracıdır da. Dil­ deki yabancılaşma düşünce ile­ tişimini sınırladığı için mücade­ lemize zarar verir. Ama herkes­ çe anlaşılır yalın bir dil, özellikle edebiyatta basit, kaba bir ko­ nuşma diline, iletişimine de in­ dirgenemez. Böyle olunca belki sınıfa yabancılaşmayız ama güdükleşir, etkisizleşiriz. Edebiyat dil ustalığıdır. An­ cak sadece söz değildir; ne söylediği, ne istediği de önemli­ dir. Bir şey söyleme ihtiyacı ol­ masaydı söz de olmazdı. Söz anlamdır, yaşama ait olanı an­ latır. Dilbilgisi ise insanların dü­ şüncelerini maddi bir kalıba döktüğü bir dilbilim aracıdır. Ba­ zı küçük burjuva edebiyatçıların "dili yırtma, dilbilgisi kurallarını bozma" çabaları, anlaşılabilir olma yerine edebiyatın özüne ters düşen bir özel olma hasta­ lığıdır. Bizim söze, söz dizimine göstermek zorunda olduğumuz özen pozitif bilgi, düşünce ve duyguları yaygınlaştırma iste­ ğinden kaynaklanmaktadır.

Dünya her günle birlikte yeni­ den doğmaktadır. Yüzyılların biriktirdiği mirası da değerlendi­ rerek yaratıcı yeteneğimizle ge­ leceğe fiilen katkıda bulunabili­ riz. Sanatsal düzeyi gözetmeli­ yiz. Sanatsal olanı da kendi es­ tetiğimizi tanımlayabildiğimiz öl­ çüde tespit edebiliriz. Bizim de­ ğerli bulduğumuz yaşam içinde anlamı, etkinliği olan estetiktir. Yaşamın akışı dışındaki güzel­ lik neye yarar. O halde bizim için estetik olan kullanım değeri ama yüksek kullanım değeri olandır. Sanat alanından yeni ya­ şamın doğuşuna kalıcı etkileri olabilecek eserlerle katılmalı­ yız. Grup Yorum müziği ve mü­ cadeleci tavrıyla dostlarına ve düşmanlarına karşı sosyalistleri başarıyla temsil etmektedir. Grup Yorum'un sanatı yeni dünyanın dönüştürücü estetiği­ ne, mücadeleci estetiğe çarpıcı örneklerle doludur. Müzik ala­ nındaki diğer grupların ve tiyat­ ro ve başka sanat dallarındaki çalışmaların yanısıra TAVIR Dergisi'ni de bu yönde atılmış bir adım olarak sunmaktayız.

Kasimir Maleviç'in süprematist bir eseri/ 1920

Sanatta yabancılaşmaya, elitleşmeye karşı çıkmalı ama basitlikten ve kabalıktan da ko­ runmalıyız. Emekçilerin eğitim­ siz oluşları ancak hep aynı ve basit biçimlerle onlara ulaşılabi­ lir gibi yanlış bir varsayıma yol açmamalı. Emekçiler kendileri­ nin olanı, kendi için olanı anla­ makta gayretlidirler. Karmaşık bir yaşam gerçekliğini ve müca­ delenin ortaya çıkardığı yeni ye üstün olguları eski ve basit bi­ çimlerle yansıtmaya çalışmak sanatımızı güçsüzleştirecektir.

T A V I R

21


NÛ JİYAN

22

aprakların toprak analarıyla kucaklaş­ ma zamanıdır. Gü­ neşin dinlenme za­ manıdır bulutların ardında. Dışarda rüzgar yüzleri, be­ denleri kamçılıyor. Fiskaya'ya, şehre sis oturmuş. Yan tarafta kara bulutlar süpürüyor dağların doruğunu. Ba-

Y

ömrümüz serpilmiş kurşunlara

T A V I R

kımlı binalar, özenle yetiştirilen ve tellerle çevrelenmiş yer yer karanlığa, toz, toprak, çamur halka bir ferman gibi yazılmış bu şehirde. Dolmuştan buğulu camın ardından gözlerim okşuyor tüm bunları. Ve sıra sıra çadırlar, bembeyaz pamuk tarlalarında serpilmiş işçiler. Çadırlar ve pamuk tarlaları. Dört sonbaharımı çalan çadırla­ ra takıldı durdu gözlerim. Tek­ rar yaşadım dört sancılı, ça­ murlu sonbaharı. Soğuğun bı­ çak gibi bedenleri kesişini duy­ dum yüreğimde. Yan yana ku­ cak kucağa uyandım kardeşle­ rimle, şafağın ilk kızıllığıyla, ilk çiğ tanelerinin yaprakları yalayışıyla. Güneşin Çukurova'da uzanmış tarlaların kıyısında. Az ötede ağaçlar sıraya gir­ miş selamlıyor Dicle'yi. Ağaçla­ rın arkasında, sislerin arasında kucak kucağa saklı evler. Seyre dururlar on saat boyunca her gün pamuk işçilerinin tarlalara yayılışını. Çadırların işçilerin


doğaya karşı direnişini. Fiskaya'nın altında beyaz bir çarşaf gibi serilen pamuk tarlalarını. Tarlalara indim, aktım işçi­ lerle birlikte pamuk tarlalarına. Gün gözlerini daha oğuşturmadan halkım düşer tarlalara. Ek­ mek kazanmaya. Yaşam savrulur kardan beyaz pamukların arasına. Sabah vakti çiğleri taşır yapraklar. Yapraklardan ihsan­ ların ellerine, eteklerine, ayak­ larına siner. Soğuk ciğerlerine işler. Her birinin parmakları odun kesmiş çalışmaktan. Her bir parmak odun parçası, her bir yürek bilenmiş acılarda. Belleri iki büklüm serpilmişler tarlalar­ da, acılarda. Yarınların sahibi yorgun, emekçi, nasırlı ellerinde doğar aydınlık günler. Hayatınız çırıl­ çıplak bırakılsa da yüreğiniz acılarda büyür. Yüreğim beni çadırlara gö­ türüyor. Çamurların, dumanla­ rın arasındaki çadırlara. Gözleri soluk, kanı yüzünden çekilen, bir kadın karşıladı beni. Yüreği­ ni boşaltmaya daldı: "Göz gözü görmezken dü­ şeriz yollara çoluk çocuğumuz­ la. Gözlere hala uyku konmuş­ ken varırız tarlalara, çalışmaya başlarız. Her bir pamuk buz parçası, üzerinde donmuş çiğ­ ler yapışır her tarafımıza, öğlen vakti beyinleri eritir güneş. Günler, geceler, aylar devi­ ririz her yıl bu tarlalarda. Ölü toprağa can veririz. Göz bebek­ lerimizin gülüşü hala donuk, yü­ zümüz hala solgun. Her gün on saatimizi bırakı­ rız bu pamukta. On saatin ver­ diği yorgunluk bir kurşun gibi çöker bedenlerimize. Zulmün kanlı pençesi bağrımıza sapta­ nır her gün. Ay giydirmişken ışığını ağaçlara, çadırlara kana kana yudumlarken ay ışığını canlar, uzaktan, karanlığın içinden si­ lah sesleri duyulur. Biliriz ki dip­ diri ele geçirdi bir yer, ölü terk edildi. Ağzı karadır günlerimi­

zin. Her yana ölüm sesizliği çö­ ker. Pamuklara, çadırlara, Dic­ le'nin suyuna varana dek. Biliriz ki Güneşin düşmanları kana su­ samışlar yine.Ellerindeki kur­ şunlarla çalarlar ömürleri bir bir. Ölümün soluğunu ensesin­ de hissediyor ülkem bilirim. Bili­ rim soluğumuza bile hançer çe­ kildiğini. Bilirim ömrümüz serpil­ miş kurşunlara. Bilirim de, biliriz de bir lokma ekmek uğruna, ço­ luk çocuk için susarız. Tarlalarda, fabrikalarda az sönmedi direnen hayatlar. Ba­ zen canımızdan bir parça düştü karanlığın orta yerine. Öfke alevlendi ardından. Ağa zinciriyle bağlı kolları­ mız dilimiz. Bu zincirler kırılır el­ bet. Dağlara giden yollara düş­ mekten başka ne kalır geriye. Umut dimdik ayakta buralarda. Zamanı geldi de geçti dağlarla buluşmanın. Bu dönem çarktan bekle­ miştik bir ışık. Güvendiğimiz dal elimizde kaldı. Gayrı yetişir susmak. Bundan böyle susmak yok ağaya, beye, karanlığa. Yoksul ama onurlu bir hayat doğuyor yüreğimizde. Kaç kadın ana oldu tarlalar­ da, kaç bebeğin üstüne doğdu gün, ekinlerin ve aydınlığın orta yerinde bilir misin? İşte böyledir bizim ekmek kavgamız. Dicle'yle birlikte akar yüreğimiz uçsuz bucaksız, sı­ nırsız bir dünyaya." Biran gözlerim ateşle müca­ dele edip, ekmek pişirmeye ça­ lışan yaşlı kadına takıldı. Gü­ neş saçlarıyla birlikte üstündeki çiçekli basmayı ve ömrünü ağırtmış kadının. Söze girdi genç kadın: "Dışarda aleve söz dinlet­ mek zordur bu rüzgarda. Rüz­ gar oynar bizimle. Yemek nasıl yenir, nasıl uyuruz ben de bil­ mem yorgunluktan." Canım yüreğimden çekilir tüm bunları duydukça. Yüreği­ me ateş versen ateş almaz. Aç, hain, sinsi karanlık kapaklan­ mış emeğin üstüne. Damarları­ ma işler bu insanların direnci;

dağlarla atar yürekleri bu İnsan­ ların. Ülkemin dört bir yanında, uzak kardeş ülkelerde senin gi­ bi insanlar ezilir bu balyoz gibi ağır acılar altında, birlerce yü­ rek atar senin yüreğinle gün ışı­ ğına susayan. Bir yandan makinalar öğü­ tür insanları. Tırpancılar vardır bir de makina yerine kullanılan. Ellerinde aydınlık güzel günler taşıyan. Gözlerinde açılır tüm çiçek­ ler, tüm aydınlıklar. Gülüşün sert kayalıkları eritir. Karanlığı devirir yarınları taşıyan nasırlı ellerin. Umut, sevda, dağlar ta­ şır bu eller. Bu günün yarını beslediği gibi dağlar besliyor Dicle'yi. Ka­ ranlığı yararak günü doğurur Güneş. Dağlardaki fidanlar bir­ lerce beden içinde bir yürek ta­ şırlar. Geceyi titretir, devirir ka­ ranlığı çocukların kanlarına dağlar yazılı. Bak ülkem umut kokuyor buram buram. Yayılıyor dört bir yana. Dağların kokusu sinmiş ülkemin yüreğine. Bak Dicle doğrulmuş dağlara düşmüş. Dümenler kırılmış her yandan dağlara düşmüş insanlar. Yü­ rekler kenetlenmiş birbirine. Güneşin taze kokusu yayılmış ülkeme. Işığa silah sıkanlar sığınak­ larında şimdi. Korku kuşatmış yüreklerini. Kopardıkları her çan gözbebeklerine oturur. Tu­ tunacak dalları kalmamış. Son bir umutlu bir samana yapışıp durmuşlar. Dört bir yandan de­ niz kaplamış geceyi. Gün ışığına hançer çeker­ ken, gökkuşağının rengini sol­ durmaya çalışırken senin gibi dağ yürekliler çıkar karşılarına elbet. Bir düş yollara yarının ger­ çek sahibi, bir düş yüreğinin or­ ta yerine. Dört yandan ellerini tut insanların. Haykırışı yıksın karan­ lığı...

T A V I R

23


ARAMAYIN BAŞKA YERDE CEMİL ALTUNKAYA

Ezgileri ağlatmayın Yanakta gülüş solmasın Sevda kırık sıla gurbet olmasın Ezgileri ağlatmayın Türküleri yaban ele atmayın Elini ver güzel dostum Ağıt yakmaz koca tarih ayrılığa Şimdi kaç çocuk dillenir ölümün kar ikliminde Kimbilir Bir suskuya bilendiysek ne olmuş Ne olmuş taş kesildiysek bir mevzide Bir çiçeğe can olduysak Bıraktıysak kendimizi yüksek bir dağın koynunda Ne olmuş? Biz ki soluklanan günün içinde saklıyız Aramayın Sormayın yerimizi Bir umuda yürüyenler Bir umudu büyütenler Her sabah tan atışında Görecekler bizi...

24

TAVIR


DİCLE Sevcan Dicle'den yana akınca gözyaşlarım Bir çavlan serini iner içime o an,ürperirim Sen ki namerde yüz çevirip bakmadın Sularına yiğit kanı katıp akmadın

Dicle

Ah Dicle Bir kayıp adrese ad olmasın adın Dur hele şöyle Bilirim, kavuşmak istersin bir an önce O büyük denizlere Ama n'edem yürek bu. başkaldırmış sinsi, yitik gecelere Dicle Ah Dicle Ateşin harlamıştır bir kez yüreğimi Ne yapsam faydasız artık Göğsünün içine al beni de...

TAVIR

25


lar. Bense bütünüyle uzaklaşı­ yorum bulunduğum mekandan. Camın buğulanmasını önlemek için nefesimi sakınıyorum. Mu­ rat Mahallesi'ni dolaşıp asfalta çıkmak üzereyiz. Köşedeki bina gözüme ilişiyor. Tanıdık bir yer burası.

içimizdesin Pınar ARDA ylardan Şubat. Zorlu kış günlerinden birini yaşı­ yor İstanbul. Bugün uzun bir aradan sonra mahkemeye çıkacağız. Arama mahallinde kelepçelerimiz bağlanıyor. Ve demir kapı açılıyor, ilk adımları­ mızı atmamızla birlikte rüzgarla uçuşan kar tanecikleri yüzümü­ ze vuruyor. Askerlerin arasın­ da, bineceğimiz ringe kadar yüz yüzelli metre kadar karlara ba­ sarak yürüyoruz. Yıllarca beton üzerinde yürüdüğümüzden bi­ raz yabancılaşmışız kar üstün­ de yürümeye. Ringe biner binmez dışarıyı izleyecek en uygun pencereyi seçiyorum kendime. "Güvenlik" nedeniyle küçücük bırakılan pencerenin yarısını da kar ka­ patmış. Yine de açık kalan bö­ lümden İstanbul'u izlemeye ka­

A 26

T A V I R

rarlıyım. Koltuklara dayanıp el­ lerimle sıkıca tutunuyorum. Ringin sarsıntısına rağmen dı­ şarıdan gözlerimi kaçırmamaya çalışıyorum. Cezaevinin dış ka­ pısı açılıyor ve Sultanahmet'e kadarki yolculuğumuz başlıyor, iki günlük kar yağışı, trafiği al­ tüst etmeye yetmiş bile. İstan­ bul'da yaşamayı çile haline ge­ tiren o korkunç trafik şimdi tam bir keşmekeş. Bizim zaman so­ runumuz olmadığından pek ha­ yıflanmıyoruz bu duruma, İs­ tanbul'un bütün kiri, düzensizli­ ği bembeyaz bir örtünün altında sanki. Hızlı adımlarla kardan kurtulmaya çabalayan insanla­ rın dışında pek kimse yok so­ kaklarda. Araçların birçoğu yol­ ların kenarına sahipsiz bırakıl­ mış. Kaplumbağa hızıyla ilerli­ yoruz. Diğer arkadaşlar sigara­ larını yakıp sohbete başlamış­

"Birahanenin kapısından kendimden emin biçimde içeri giriyorum. Böylesi yerlerin ya­ bancısı olmadığım havasını yansıtan adımlarla boş olan masaya oturup garsona sesle­ niyorum. Birazdan, randevu verdiğim arkadaşla buluşaca­ ğız. O günkü işimi gerektiği gibi yaptığım için rahat ve huzurlu­ yum. Önemli bir eylem öncesi titiz bir çalışma içindeyiz. Kapı açılıyor ve arar gözlerle birinin girdiğini görüyorum. Tamam bu bizim Ferit. Beni gördüğünde sanki bir tesadüfmüş gibi şaş­ kınlık ifadesini yüzüne kondu­ rup tokalaşmak için elini uzatı­ yor. Ben de bu görüntüyü ta­ mamlayan hareketler yapıyo­ rum. Hemen çalışmamızın aynntılarına giren koyu bir sohbe­ te başlıyoruz. Ve sonra karşı­ lıklı birer bardak bira yudumlayıp tekrar buluşmak üzere ayrı­ lıyoruz." Topkapı asfaltının geliş yö­ nü biraz daha boş gibi. Bizim bulunduğumuz kısımda araçlar birbirine girmiş, ilerlemesi ol­ dukça zor. Bu durumdan asker­ ler de hoşnutsuz. Resmi araç olmanın avantajlarını kullan­ mak amacıyla sirenleri açıp ka­ pıyorlar, ancak yapacak fazla bir şey yok. Ringteki subay öf­ kesini ifade eden sözler söylü­ yor. Camın ardındaki özgürlük beni çağırıyor. Çelik kaportayı parçalayıp çıkabilsem ne güzel olurdu. En küçük bir çıkış olsa soluksuz bir koşuyla kaybolup giderdim diye geçiyor aklım­ dan. Ring ani bir firenle yavaşlı­ yor. Aynı anda yanımızda bir minübüs, yol kenarında biriken ve belli ki uzun bir aradan sonra araç bulmanın sevincini yaşa-


yan insanları almak için duru­ yor. Yolcular minübüse bir çır­ pıda biniyorlar. Ancak minübüs kar nedeniyle bir türlü hareket edemiyor. Şoför gaza bastıkça araç patinaj yapmaya başlıyor. Yolcuların büyük kısmı araçtan inip minübüsü iterken, muzip bir gülümsemeyle olanları izliyo­ rum. "Akşam on yıldır tutuklu olan bir tutsağı tahliye edece­ ğiz. Hepimiz oldukça coşkulu­ yuz. Diğer siyasi yapıların da katıldığı uzunca bir tahliye töre­ ni yapıyoruz. Halaylar, türkü­ ler, marşlar birbirini izliyor. Tahliyeci arkadaşı kavgaya, sıcak mücadeleye göndermenin mut­ luluğunu yaşıyoruz. Halay çek­ mekte nazlananlar bile durmak bilmiyor. Geç saate kadar sü­ ren tahliye törenini son kucak­ laşmalarla bitirip koridordan ko­ ğuşa giriyoruz. Gece yarısı ha­ berlerini izlemek için TV'nin düğmesine basıp hep beraber izlemeye başlıyoruz. Spikerin "Sayın seyirciler İstanbul'da..." diye başladığı haberlere kulağı­ mız duyarlı. Atılım yıllarının düşmanı sarsan eylemlerini duymaya hazırlıklıyız. Ne var ki bu kez kötü bir haber dökülüyor spikerin dilinden. "Teröristlerin DMO'ne saldırısı sonucu bir çok resmi araç tahrip oldu. Sal­ dırıyı gerçekleştiren iki terörist olay yerinde öldü." Birden irkiliyoruz. Birlikte tutsak düştüğü­ müz yoldaşlarla göz göze geli­ yoruz. "Bu eylem kesin bizim­ dir, peki ölenler kim olabilir?" sorusu saplanıyor beynimize. Bütün TV kanallarındaki haber­ leri peşi sıra dolaşıyoruz. Hiç birinde başkaca bir ayrıntı yok. "Yarın... yarın gazetelerden öğ­ reniriz." diyoruz. Dışarıdaki yol­ daşlarımız aklımıza geliyor tek tek... Hayır! Kimseye yakıştıra­ mıyoruz ölümü... Bütün gece uyuyamıyoruz. Sabah gazetelerini sabırsızlıkla bekliyoruz. Alınan tüm gazeterde eylem var ancak isim yok. Yine belirsizlik ve net haber alamamanın çaresizliğiyle erte­

si günü beklemek zorunda kalı­ yoruz. Üçüncü gün uğursuz ha­ ber gazeterde isimlerin de açık­ landığı biçimiyle verilmiş. "DMO baskıncılarının kimliği belirlendi; Ferit ELİUYGUN, Hamdi AYGÜL." Böyle bir ha­ bere inanılır mı? "Hadi canım Ferit'miş, yok yok, bence bir yanlışlık vardır." Bir yandan da bütün olgular birbirini bütünlüyor. Bu acı haber üzerimize üzerimize geliyor. Daha bir kaç ay önce "Ferit varsa o iş ta­ mam" denilen eylemlerde yanyana olduğumuz komutanımız, yoldaşımız, canımız şimdi yok. Ferit için sıradan sayılacak bir eylemde ölümünü kabullenemi­ yoruz, ağır geliyor bu ölüm..." Ring Topkapı'ya girerken ışıklarda duruyor. Dışarıyı izle­ me ısrarımdan öyle sıkı tutun­ muşum ki koltuklara kelepçenin ellerime acı vermeye başladığı­ nı ancak farkediyorum. Rahat­ sızlığımı gidermek için ışıklar sönene kadar koltuğa oturuyo­ rum. Yanımdaki arkadaştan bir sigara alıp ilk dumanı ciğerleri­ me çeker çekmez ring hareket ediyor. Yüzlerce insanın dolup taştığı Topkapı'da alışılmadık sayıda az insan var bu kez. Ta­ nıdık bir yüze rastlar mıyım di­ ye sağa sola koşturan insanla­ rın yüzlerini seçmeye çalışıyo­ rum. Daha önceki mahkeme yolculuklarında tanıdık yüzlere tesadüf ettiğinizde çocuklar gibi sevinip bir anlık bakışı saatler­ ce sohbet etmiş gibi bütün ay­ rıntılarına dek aktarıyorduk di­ ğer arkadaşlara. Trafiğin dü­ zensizliği ringin bilinen güzer­ gahtan sapmasına yol açıyor. Güzergahı değiştiriyorlar. Silivrikapı Mezarlığı biraz ötede. Yüksek duvarların hemen ar­ dında yoldaşlarımızın mezarları var. "Bir rüzgar esip ansızın düşmanın farkedemeyeceği sesizlikte ve usulca alıyor beni, kanatlanıyorum. Kirli karları, taş duvarı hızla oyuyorum. Kendime bir insanın geçeceği kadar yer açıp mezarların oldu­

ğu bölüme yönetiyorum. Tarif­ lerden dinlediğim kadarıyla yol­ daşlarımızın yattıkları yerleri çı­ karmaya çalışıyorum. Tamam! Bu Olcay'ın... bu Kahraman'ın.. bu Hamdi'nin. İşte Ferit'in me­ zarı. "Ferit, hey koca Ferit! Bak ben geldim. İstihbahratlar ta­ mam, biz de hazırız, seni bekli­ yoruz. Böyle yatmak sana yakı­ şır mı." Ferit usulca doğrulup "Ben hep hazırım ve yanınızda­ yım. Düşmana sıktığınız her kurşunun biri benimki, işkence­ de sesim sloganlarınızda, ce­ zaevi direnişlerinizde sizi hiç yalnız bırakmadım ki." Yine ge­ leceğim bekle beni. Tutsaklı­ ğım bir şekilde bittiğinde ilk işim senin, sizlerin yanınıza koşmak olacak. Şimdilik hoşçakal..." Laleli yokuşunda metro yo­ lundan ilerlerken bildik sokakla­ rı dikkatle inceliyorum. Buluştu­ ğumuz, korsanlar koyduğumuz, pankartlar astığımız bu semtle­ re bugün girsem hiç yabancılık

Ey can güneşim Eşlik edenler biziz bu ufuklarda sana Biziz ateş renginde yüreklerde akan İşitildiğinde zafer şarkıları Halayında ilk ışıltılarını karşılayan biz Çiçekleri gök mavisine savuran biz olacağız.

çekmem. Kim bilir kaç kez aşın­ dırdık eylem adımlarıyla. Bunca soğuğa, kara, tipiye rağmen içi­ mi bir sıcaklık kaplıyor. Her ya­ nı bir başka anı, her yeri müca­ delemizin tanığı buraların. Sultanahmet'ten kıvrılıp Gülhane'ye iniyoruz. Ring kes­ kin bir hareketle DGM'nin kapı­ sına yanaşıyor. "Hadi geldik ini­ yoruz" diye sesleniyor arkadaş­ lar. Bense düşlerimden ayrıl­ manın sıkıntısıyla mırıl­ danıyorum; "Sıcaklıkları başka yüreklerde şimdi. Bizde de hiç eksilmedi. •

T A V I R

27


BİRAZDAN GÜN AĞARACAK Zozan EVİNDAR

Dağların sırtında bodur meşe ağaçlan Orman içinde balta sesleri Kaçakçıların Ağustos böcekleri Çekirge sürüleri ve kanal boylarında ıslak et kokuları Yayılır uçtan uca Çiğ düşer, Uyku düşer gözlerime Yaralarım kan irin derin Tütün basarım kurumaz İnletir dağı taşı da Dillenip konuşamaz Dağların öte yanında Kurt ulumaları pusular

28

T A V I R

Birazdan gün ağaracak Kuşatmalar altında yaralı bedenim Bir gün daha kocayacak Birazdan gün ağaracak ürkek, Tedirgin Karabatak kuşlan Barut kokusunu alarak Derinlere dalacak Şimdi ellerim tetik Yüreğim tetik Gece düşürünce son damlasını otlara Gözlerin tüter gözlerimde Duramam daha fazla Bilesin Son kurşun bedenimindir.



BİNLERCE YÜREK BİNLERCE YORUM Latif TİFTİKÇİ alkın sanatçısı ol­ mak kolay mıdır? Değil elbet! Çünkü unvanların en bü­ yüğüdür o... Ve erişmesi de o denli güçtür. Halk ezikse eğer ve topra­ ğa, tornaya, ekmeğin hamuru­ na ve kömürün karasına vahşi­ ce sömürülmesinin acısıyla ka­ rışıyorsa teri, bunu hücrelerine dek duyan, ürünleriyle payla­ şandır halkın sanatçısı. Her no­ ta, her replik, kağıda dökülen her cümle halklarının özgürlü­ ğü için atan bir yüreğin ürünü­ dür. Halkın sanatçısı yeteneğini yalnızca bu uğurda bir mücade­ le için kullanır. Bu yüzden üret­ kendir, bu yüzden durmaksızın gelişendir, geliştirendir, içindeki umudu, mücadele isteğini, di­ renme azmini ve bedellere ha­ zır oluşunu kolektivizmin har­ cıyla yoğurur ve halkına ulaştı­ rır.

H

Tarih kaç kişiyi yazabilmiştir sayfalarına, "halkın sanatçısı­ dır" diye? Çok değil! Çünkü de­ dik ya, güçtür o unvana eriş­ mek. Ve halk kaç kişiye vermiş­ tir kendi sanatçısı olma payesi­ ni, severek, övünerek, kıvanç­ la? "Sesimsin, soluğumsun, içimdeki umut, gözlerimdeki ateşsin" nitelemesi kaç sanatçı-

30 T A V I R

Çağdaş halk kültürünün soluk borusu olan Devrimci Sanatçılara yönelen baskı ve susturma operasyonlarını yürüten iktidarı, Grup Yorum'a bir dost selamı göndererek kınıyorum. Ortaklardan birinin 'sosyal demokrat' olması, halkın dayatılan bu lanetlenmiş yaşamı onaylamasına yetmeyecektir... İbrahim KARACA

ya nasip olmuştur? Pir Sultan'a örneğin ya da Nazım'a, Hasan Hüseyin'e ve örneğin bir Ruhi Su'ya, bir Yılmaz Güney'e duy­ duğu sıcaklığı duyabilmiş midir her "sanatçıyım" diyene? Grup Yorum'u da seviyor, sahipleniyor halkımız... Kolay bir yol değil Grup Yorum'un katettiği... Gözaltılar, davalar, tutuklamalar ve yasak­ lar, yasaklar... tökezlemeden, düşmeden ama dimdik ve hiç durmadan yürünen... küçük bir

çocuğun istediği imza karşısın­ da mahcup olunduğunda ya­ nındaki bir ananın "Neden atmı­ yorsunuz imzayı, siz bizim sanatçımızsınız, biz başkasından, o burnu büyüklerden imza iste­ meyiz ki zaten!" diyecek kadar Yorum'u kendinden bulması anlamlı bir örnek değil midir? "Siz bizim sanatçılarımızsınız..." İşte payelerin en büyüğü. Kolay olmadı elbet Grup Yorum'un bu yolu katetmesi... Ama kapsamlı ve gittikçe yet­ kinleşen bir kolektivizmle ince ince örüldü atılan her adım... hesaplı, itinalı ve güvenle. En çaresiz gibi görünen anlar, en olanaksız durumlar ancak hal­ kın örgütlü gücüne ait olabilme­ nin verdiği güçle ve yaratıcılıkla aşıldı, kazanımlara dönüştü. Başka türlü Mersin Ceza­ evinden "Cemo" parçasıyla çı­ kamazdı Grup Yorum. Başka türlü Eskişehir Savcılığının tu­ tuklama kararını "teslim olma­ ma" tavrıyla göğüsleyemez ve Konya DGM'deki duruşmayı yargılanan değil yargılayan bir kürsü olarak değerlendiremez­ di. Ama düşman... kurnaz ve zalim, işte bir engel daha! Bu sefer kesinleştirdi verdiği ceza­ yı. Kemal ve Sumru'ya 20'şer ay hapis ve para cezası. Ve kı­ sa sürede gelen yargıtay onayı. Ama beklenen karşılık... o da tereddütsüz; Teslim olmak yok! Direnmeye ve gelenek yarat­ maya devamı iki hukukun, iki adaletin çarpışması bu. Biri burjuvazinin; yalnızca kendi ik­ tidarını güçlendirmeye göre planlanmış ve donatılmış... di­ ğeri ise halkların özgürlüğü için verilen bir mücadelede yaratıl­ mış; devrimcilerin. Ama ilkine hukuksuzluk demek daha doğ­ ru. Çünkü ceza vermeye can atarken dayandığı delillerde tam bir yasadışılığa düşüyor. Ellerinde yalnızca mizah anto­ lojilerine geçecek, beceriksizlik kokan bir bant çözümlemesi var. 15 Mart 1992'de Grup Yo­ rum'un Denizli'de verdiği kon-


serde görevlendirilen işbitirici, sadık görevliler kasete kaydet­ tikleri sesleri gece dememişler, gündüz dememişler ve "çözüm­ lemişler". Sonra da TCK adlı, burjuvazinin "mukaddes" kitabı­ nı açıp heyecanla okumuşlar. Sonuç memnuniyet verici... Bir sürü dava açılabilir bu terörist şarkıcılara. Neler dememişler ki; "Çal Meryam" (1) demişler, sonra "senin de bebeğin olmalı"(2) demişler. Ya şuna ne de­ meli; "... Fidanda başlayan top ve mitralyöz sesleri..."(3) Ne demek bunlar? Muhak­ kak bir anlamı olmalı. Şifreli sözler olmasın? Belki de birile­ rine mesaj yolluyorlardır. Hem üstelik Kürtçe de bir şeyler söy­ lediler. Türkçe ise özgürlük de­ diler, halkların kardeşliği dedi­ ler, sosyalizm, devrim dediler... Zonguldak'daki maden işçileri... geliri onlara dediler. Hemen apar topar toplanan dosyalar ve savcılığa suç duyurusu. Savcı ise daha bir zeki ve işbitirici. Gözlerinden ateşler saçacak kadar hiddetlenmiştir mutlaka; Bölücü bunlar! Terörist bunlar! Ve hemen, hiç beklemeden açı­ lan 3 ayrı dava: Bölücülük pro­ pagandası, örgüt üyeliği ve izin­ siz para toplama. Mahkemeye gönderilen kalın bir dosya ve memlekete hizmet etmenin de­ rin hazzıyla bir oh çekiş. Mah­ keme heyeti ise en zeki! So­ nunda tongaya düştüler işte. Bu konseri vermeyeceklerdi, diye düşünmüş olmalılar. Ama bir engel var önlerinde; Deliller... yani şu bant çözümlemeleri. Yasalara göre bu tür deliller ge­ çerli değil ki. Ama bu memle­

kette yasaları dinleyen mi var? Trilyonluk yolsuzluklar, rüşvet­ ler, hayali ihracatla devleti do­ landırma, kaçakçılık... Hepsi de devlet erkanının gözleri önünde olmuyor mu? Ama hangi birine devletin yasaları işlemiş ki bant çözümlemesi gibi geçerliliği ol­ mayan küçük bir ayrıntı engel oluştursun? O halde bas ceza­ yı! Yargıtay mı? Yargıtay ne za­ man Anti-terör yasası kapsa­ mında verilen bir cezayı geri çevirmiş ki? İncelemeye bile gerek yok. Onayla gitsin! Hem söz konusu olan terörist sanat­ çıları susturmak değil mi? Ama şu sözlerin boşuna söylenmedi­ ğini hiç düşünemediler; "Grup Yorum Susturulamaz", "Bu Ses Hiç Susmayacak", "Türküler Susmaz Halaylar Sürer". Altı boş değil bu sözlerin. Yıllardır verilen bir mücadeleyle göğüslenen baskılarla ve her seferin­ de daha güçlü atılan adımlarla oluştu. Bir güç var bunun ardın­ da, kökleri direnme gelenekle­ riyle örülü tarihe dayanan bir güç. Yaşayan değerler var, halkların kültürel yaşamında varolan. Bir Anka Kuşu gibi her

Bizler, sokak infazlarının, kirli savaşın, kan gölünün ve bunca acının yaşandığı, utancın yaşandığı bir ülkenin sinema sanatçıları olarak; daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla barış için göğsümüzü gere gere mücadele edeceğiz. Sözünüze, türkünüze, halayınıza selam. Sizleri sevgiyle, dostlukla kucaklıyoruz. ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)

Dünyamızın her yöresinde halklar, yeni dünya düzeninin sömürüsünde, savaşlarına, coşkulu türküleriyle direniyorlar. Grup YORUM, ülkemizde, bu direnişin simgesi. Direnişin sanatçıların) zindanlara koymak, zindancı çözümsüzlüklerinin tarihsel belgesidir. Grup YORUM için düzenlenen geceye katılanlara saygılarımı sunuyorum. Grup YORUM için -bu hepimiz için demektir- özgürlük istiyorum. Orhan İYİLER seferinde kendini yenileyen ve yeniden yaratan bir güç sustu­ rulabilir mi? Önlenemez bir top­ lumsal gelişimin içinde varolan halkın devrimci sanatçıları hiç susturulabilir mi? Daha o gün, kararın duyul­ duğu gün Grup Yorum kendini yeniledi bite. Genç ve heyecanlı yetenekler sevinçle devraldılar bayrağı... yedi kişi oldular. Sah­ ne üzerinde, grev meydanların­ da, konduların içinde, fabrikala­ rın, işyerlerinin önünde gözü­ ken beş kişi ve Sumru ve Ke­ mal. Eğer o beş kişi de ceza alırsa o zaman oniki olurlar, sonra onyedi, yirmi, elli, yüz... Boş durmuyor Grup Yo­ rum... ve onların dostları, yol­ daşları. Sumru'nun mektubun­ da dediği gibi; "Yapacak ne çok işimiz var!" İlk olarak AKM önü-

T A V I R

31


ne gidiyoruz. Ağızlar bantlı, yer­ de yasaklanan, susturulmaya çalışılan kitaplar, gazeteler, müzik aletleri, üzerinde bir zin­ cir. TİYAD'lı aileler, DLMK'lı, İYÖ-DER'li öğrenciler, karikatü­ rist Ahmet Erkanlı, hemen yanıbaşımızda. Omuz omuzayız. Öğle tatilindeki memurlar, işçi­ ler, simit satan çocuklar, yan ta­ rafta dolmuş durağında bekle­ yenler, dolmuş şoförleri merak-

GRUP YORUM'un özgür sanatçıları ve onların yaratıcı eserleri ile dayanıştığımızı açıklıyor. Grup Yorum üyeleri Kemal Gürel ve Sumru Gürel hakkındaki haksız kararın kaldırılması ve Kemal Gürel'in hemen serbest bırakılmasını istiyoruz. Grup Yorum'un özgür çalışması kimse tarafından engellenemez. Sanatın ve sanatçıların özgürlüğü, halkın özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Karam KHELLA (Hamburg Yüksekokulu Öğretim Üyesi) la yaklaşıyorlar. Ağızlardaki bantlar öfkeyle sökülüyor ve burjuvazinin kültür merkezinin önünden devrimci sanatçıların sesi yükseliyor, çınlıyor duvar­ larında; "Dağlara Gel". Ardın­ dan Sirkeci Postanesi'ndeyiz. Telgraf çekiyoruz "Özgürlük is­ tiyoruz" diye Adalet Bakanlı­ ğı'na. Kalabalığın içinde gene yalnız değiliz. Sonra Ruhi Su'nun mezarı başındayız. Bu sefer yanıbaşımızda Nur Sürer, Orhan Aydın ve Nükhet Egeli de var. Sevinç katıyorlar bize. Sisli havada daha da bir kasve­ te bürünen Zincirlikuyu Mezarlı­ ğında Ruhi Su hocamıza yaz­ dığımız mektubu okuyoruz; "Sevgili Hocamız Ruhi Su. Bu gün ne ölüm yıldönümünüz, ne de doğum... Ama bir kez daha mezannızın başindayız..." Polisler beliriyor birden... çoğalıyorlar. Ama devam... duraksa­ mak yok; "...Size söz veriyoruz

32

T A V I R

ki bizi susturamayacaklar. Ve siz rahat uyuyun ..." " Yemen Yemen şanlı Yemen/ Toprakla­ rı kanlı Yemen..." duygu yüklü incecik sesiyle Nur Sürer söylü­ yor bu türküyü. Ardından Grup Yorum "Bize Ölüm Yok" diyor... coşku dolu. Hep birlikte yürüyo­ ruz mezarlık çıkışına doğru. Polisler peşimizde. Çıkışta da­ ğıtıyoruz, dörderli, beşerli taksi­ lere biniyoruz. ÇASOD'lular git­ miyor. "Sizin gittiğinizi bir göre­ lim" diyorlar. Duygulandırıyor bizi bu davranış. Devrimci sa­ natçıları sahiplenmenin güzel bir örneği bu. Ve imza kampanyası... Adalet Bakanlığı'na verilmek üzere. Ulaşabileceğimiz her ye­ re ulaşmaya çalışacağız. Her kesimden imzalar toplamalıyız, işçiler, memurlar, doktorlar, iş­ sizler... sonra yurtdışı. Bir yan­ dan da Bakanlıktan randevu çabası. Kısa sürede onbine ulaşıyo­ ruz. Mektuplar, faxlar geliyor. Bu arada yeni ve güzel dostluk­ ların başlangıcı oluyor bu kam­ panya. Sevimli bir kız geliyor OKM'ye. Elinde imzalar. "Hep­ sini ben topladım." diyor heye­ canla... 450 tane. Sevgimizi, dostluğumuzu veriyoruz ona. Bir de Grup Yorum rozeti... "tö­ renle" takıyoruz, neşe ve espiri içinde. En ağır baskılar bizi an­ cak çelikleştlriyor. Yeni dostluk­ lara köprü oluyor, baskılar altın­ da inatla atılan her adım. Daya-

Ezgileri ve sesiyle, umdun, direncin, cesarette, kararlılığın ve kavganın türküsü olan Grup Yorum'un; kalemimiz, yüreğimiz ve sesimizle yanındayız. Nice gözaltıyı, sorguyu aşan, Kemal Sahir ve Elif Sumru Gürel'in sesi duvarları da aşacaktır. Ve sesi kitlelerde yankısını bulan Grup Yorum'un onur ve direnci sanatımıza ve insanlarımızı! Örnek olacaktır. Gerçek sanat yenilmez, susturulamaz. Sesimiz halkın ve haklı olanın sesidir. Nefes Dergisi Çalışanları Adına Erdoğan EKİNER nışmanın en güzel örnekleri ya­ şanıyor zor anlarda. Gelenek­ ler, sarsılmaz birer değer olarak yol gösteriyor bize. En zorlu dö­ nemeçler ölüm pahasına yara­ tılan değerlerin ışığında aşılma­ dı mı? Her engeli aşarken ke­ netlenen ellere yenileri eklen­ medi mi? Sımsıkı kenetleniyo­ ruz birbirimize. Ve emekçi kolları sarıp sar­ malıyor Grup Yorum'u... Olan­ ca yorgunluğumuzu bir anda gi-

Ben Grup Yorum'u bu konuda bir bakıma şanslı görüyorum. Gıyaplarında da olsa, düzmece de olsa bir mahkeme kuruldu ve yargılandılar(!) Ya "YARGISIZ İNFAZ" denilen yargılama yolunu seçseydi Türk adaleti (!) "HUKUK DEVLETİ, BAĞIMSIZ MAHKEME" naralarıyla kendilerini parçalayan sayın politikacılarımız, devlet adamlarımız, Türk adaleti (kiloyla demiyorum çünkü hiçbir ağırlığı yok) metreyle, litreyle satılmakta günümüzde. Ayrıca para cezalarını da Türk Lirası olarak almasınlar suçlu saydıkları kişilerden, çünkü lira her geçen gün değer kaybetmekte Türk adaleti gibi... Ahmet ERKANLI


deriveren dost ziyaretleri­ nımızdalar. Karikatü­ Sevgili Arkadaşlar, ne tanık oluyoruz. İşçiler rist Ahmet Erkanlı, şair geliyor. Gebze'den; 108 İbrahim Karaca ve ya­ (..)Sizlere enerji ve güç diliyoruz. gündür direnişte olan Ön­ zar Hayati Azim öneri­ Bir konuşmasında Martin Luther King şöyle cü Plastik işçileri. Sonra leri ve paylaşımlarıyla İstanbul'dan; Belediye iş­ gecenin sonuna kadar söylemişti: çileri. Basını da çağırmış­ kolektivizmimizin bir "(...)Yeterince yakındık. Sonra bize lar, "Halkın aydınları ve parçası oluyorlar. sanatçıları üzerindeki On bin insan var sabretmemizi öğütlediler. Bunu da yaptık. baskılara son" diyorlar. salonda... on bin dost. Danca'dan SHP İlçe Yeterince uzun süre, belki de çok uzun bir süre. Sevinç ve heyecanı­ Gençlik Komisyonu geli­ Ama sonsuz bir sabır yok. Ve bizim sabrımız da mız birarada. Kuliste yor, ellerinde, topladıkları ise hummalı bir koşuş­ yüzlerce imzayla. Sonra tükendi. Bundan dolayı özgürlük ve adalet turma... provalar, soh­ memurlar, öğrenciler... sı­ betler. ÇASOD'lularla istiyoruz. Çünkü bunu istemek bizim hakkımız programı gözden geçi­ cacık yüzleri, direnişçi be­ denleriyle kucaklıyorlar riyoruz. Genç Ekin Sa­ ve bunun için mücadele ediyoruz." kendi sanatçılarını. Bugü­ nat Merkezi'ndeki t i ­ Sizleri dostlukla kucaklıyoruz. ne kadar Grup Yorum on­ yatrocu, arkadaşlar ların yanındaydı. Grevle­ son provalarını alıyor­ Dortmund'dan dostalarınız, eski Windrose rinde, direnişlerinde, hak lar; toplumsal gelişme­ üyeleri; Wolfgang ve Wilma. alma eylemlerinde omuzlere duyarsız kalan kübaşlarındaydı türküleri, çük-burjuva aydınlamarşları, halaylarıyla. Emekçi­ rın, aydın ve sanatçılar üzerin­ dayanışmak demek; baskılara, ler de bugün kendi sanatçıları­ deki devlet terörüyle nasıl bu­ yasaklara, insanca yaşama na sahip çıkıyor, "Siz bize aitsi­ luştuklarını anlatacaklar. Sıcak, hakkının gaspedilmesine, Kürniz, o halde yola devam!" dersamimi dostluklarıyla yanımızdistan'da katliamlara, emeğin cesine. dalar. Mezopotamya Kültür sömürüsüne karşı durmak de­ Merkezi'nden Koma Agire Jiyamek... İsmail Beşikçi'yi, Fikret Heyecanla, inatla sürüyor ne müzik grubunun, Fevzi KurBaşkaya'yı, Günay Aslan'ı, Mu­ kampanya. Önümüzde Anka­ tuluş'un, Dalga Çağdaş Halk sa Anter'leri, Ayşe Gülen'leri ra'da düzenleyeceğimiz daya­ Müziği Topluluğu'nun ve Ezgi­ sahiplenmek demek... Halkların nışma gecesi var. Yoğunluğu­ nin Günlüğü'nün saz, gitar ve bağımsızlığına ve özgürlüğüne muz gece için. Grup Yorum'la duyulan inancı pekiştirmek de­ Bu günleri ülkemizde mek. Bu düşüncelerle çağrı ya­ ... Bölücülükten ceza almış pıyoruz sanatçı ve aydınlara. yaşatanların, KARA olsalar da, Grup Yorum Ekin Sanat Merkezi, Anka­ ra'dan katılıyor bu koşuşturma­ DÜŞÜNCELİLERİN torunlarının evrensel düşüncenin ürünüdür. ya. Adalet Bakanı Seyfi Oktay yıllar sonra dedeleri adına görüşme sırasında; "Elimden Halkların kardeşliğinden, birşey gelmez" diye çaresizlik duyacakları UTANCI, o gelecek birliğinden yanadır. Bu cezalar söylevleri çekerken, birlik ve kuşak adına şimdiden ben dayanışmayla çarenin yaratıla­ ne ilk ne de son. Baskılar cağını çok iyi biliyoruz. Bir adım kafes kemiklerime sığmayan zincirine bir yenisi daha olmalı bu... bir başlangıç; Öz­ yüreğimin en derin köşelerinde gürlük mücadelesinde, demok­ eklendi sadece. Devrimci rasi için sanatçı ve aydınların duyuyor ve yaşıyorum. sanatçı olmanın bedelini birliğinin somut bir adımı. ÇAVe haykırarak diyorum ki: SOD'lu demokrat sanatçıların devrimci gelenekler yaratarak heyecanı umut saçıyor. "Sunu­ Baylar o çirkin ve kirli ödüyor Yorum.(...) Yorum bitti culuğu biz yapabiliriz" diyorlar... "Yorum'un bir parçasını ezber­ ellerinizle SANAT TARİHİNE dendiğinde daha güdü çıkıyor lemek gerekir, orada söyleriz." kara sayfalar yazmayın ve diyorlar... "Bir çağrı yapalım; karşımıza, türküler susmadı, herkes bir Grup Yorum kaseti yarın ki torunlarımızdan zindanlara da sığmadı. satsın." diyorlar. Genç Ekin Sa­ utanın. nat Merkezi'ndeki arkadaşlar Türküler bizimle. sıcak samimi dostluklarıyla yaAvni MEMEDOĞLU

Hayati AZİM

T A V I R

33


Aşılmaz dağlar gibi Coşkun ırmaklar gibi Munzur'un karı gibi Diren sevdalım, diren Fevzi KURTULUŞ klarnet sesleri Grup Yorum'un sesine karışıyor. Ali Balkız, Mehmet Özer ve Hayati Azim konuşmalarını gözden geçiri­ yorlar. Bir yandan da tanışma­ lar, sohbetler. Dağarcık Halk Bitim ve Eğitim Araştırma Derneği'nin halkoyunları ekibi giysilerindeki eksiklikleri tamamla­ ma çabasında. Oysa ilk çıka­ caklar. Başlangıç saatini yalnız­ ca 15 dakika geçmiş. Ama izle-

...Sevgili canlar, şu andan itibaren üzerimize düsen en acil görev; örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek... Çağımızın en yenilmez silahı, atomlarından da, fezalarından da güçlü, en önemli silah örgütlü insan gücüdür. İri olun, diri olun, bir olun.

Ali BALKIZ

yici sabırsız. Daha fazla uzat­ mak istemiyoruz ve gece başlı­ yor. Önlenemez bir coşku, din­ meyen alkışlar ve hep bir ağız­ dan sloganlar... Umut verici bir adım bu; ilerici, devrimci, dernokrat aydın ve santçılarm baskılar karşısındaki kararlı bir­ likteliğinin önemli bir adımı. "Sömürünün, haksızlıkların, iş-

Kanayan bir coğrafyadan, Diyarbakır'dan dizenin ve ezginin dostluğuyla "Hiç Durmadan" diyenleri selamlıyorum. A. Hicri İZGÖREN kencenin, zulmün olduğu bir dünyada halkın aydınlarının ve sanatçılarının direnişi sürecek­ tir. Onları bir kez de buradan selamlıyoruz. Cezaevlerinde tu­ tulan tüm aydınlara ve sanatçı­ lara özgürlük istiyoruz." diye seslenerek başlıyoruz geceye. Şiirler, oyunlar, türküler, marş­ lar.. Onlar için, Yorum için söy­ leniyor. Yüreğimizin bir yanında Kemal ve Sumru var. Geceden bir kaç gün önce Kemal'in ya­ kalanma haberi gelmişti. Şaş­ kınlığımız telaşa dönüşmedi

ama üzülmüştük... Boğazımız­ da bir düğüm olmuştu bu ha­ ber. O anda Edirne'de Kemal, Terörle Mücadele Şubesi'nde. Ve Ekin Sanat Merkezi'ndeki arkadaşlar; Tavır temsilcimiz ve Grup Ekin elemanı İhsan ve Aylin, Ankara Halk Sahnesi'nden Ülkü... gözaltındalar ve DAL'da direniyorlar. Sonra Ta­ vır Adana temsilcimiz Süley­ man, sonra Beşikçi, sonra Baş­ kaya, Aslan. Onlar için her sö­ zümüz. Ve inanıyoruz... on bin ağızdan çıkan türküler varmış­ tır bile DAL'a. İhsan o gümbür gümbür sesiyle katılmıştır koro­ ya, ulaştırmıştır Kemal'e. Ve cana can katmıştır Kemal, zılgıtıyla on bin sese. Oradan da yollamıştır üç bin kilometre; öte­ ye, Sumru'ya. Hep birlikteyiz o an, orada. Ve biliyoruz... sesi­ miz, sözümüz birer çığlık, birer umut, Kürt ve Türk halklarının o vazgeçilemez ve kaçınılmaz özgürlüğüne. Kampanyamız sürüyor... Kemal özgürlüğüne kavuşana, Sumru'yla birlikte cezaları kal­ kana kadar. Mücadelemiz sür­ dükçe baskılar bitmeyecek bili­ yoruz... katmerlenerek artacak. Ama bizim kampanyalarımıza da yenileri eklenecek... Ve bittiği zaman artık kitap­ lar yakılmayacak, toplatılmaya­ cak, Musa Anterler, Ayşe Gü­ lenler katledilmeyecek, kayıp­ lar, katliamlar, infazlar kalka­ cak, işkenceler sona erecek. Alınteri ekmeğin hamuruna, kömürün karasına; toprağa ve tornaya sevinçle karışacak benimsin diye. Kampanya sürüyor... • (1) Bantı çözümleyen polis ve TRT bilirkişileri (!) "Çav Bella" yerine bu sözü anlamışlar. (2) "Senin de sesin olmalı" sözü- aynı bilirkişilerce böyle an­ laşılmış. (3) Küba Devrimi'ne ilişkin yapılan konuşmada "...Bir anda başlayan top ve mitralyöz sesle­ ri" cümlesi bu hale gelmiş.

34

T A V I R


Sevgili Hocamız Ruhi Su,

Hey çocuklar/ güneşi çağlayan çocuklar/ gözleri güneş çocuklar/ Aydınlık yarınların,/ alanlarda türküleri barikat çocuklar/ Davranın türkülerimiz kazanacak/Hey çocuklar/ Tarihi yazacağın gün aşkla/ Davranın haykırın türkülerinizi/Notaların en uyumlusunu/ sözcüklerin en güdüleriyle/öyle bir ağızdan değil/ binlerce yüreğin binlerce ağzıyla/ bir gök gürültüsü gibi/Türkülerimiz kazanacak/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz, türkü işçilerimiz/ en ön saflara/Türkülerimizi öldürmeyecekler Robson/ türküler ölmez ki/ Kutup yıldızım, uslanmaz çocuk/ Dimdik ayaktayız işte/ Zulmün en kahpesine yapışan arkadaşlarımızı,/ avuçlayıp yitik hürriyeti/ en öndeyiz işte/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz kazanacak/ Türkü işçilerini tutuklamışlar ne çıkar/ türkülerimiz serin dağ başlarında/Türkülerimiz varoşlarda/ Türkülerimiz dört bir yanda söyleniyor/ Davranın çocuklar/ Türkülerimiz kazanacak/ Bu ses hiç susmayacak/ Bu soluk hiç yitmeyecek/ Biz kazanacağız/ Davranın çocuklar... Mehmet ÖZER

Grup Yorum ve tüm aydın-demokrat sanatçılar üzerinde uygulanan baskı ve yasaklamaları protesto etmek amacıyla 13.1.1994 günü Ruhi Su 'nun Zincirlikuyu 'daki mezarı başında bir basın toplantısı yapıldı. Ve Ruhi Su'ya hitaben bir mektup okundu. Toplantıya, sinema sanatçıları Nur Sürer, Orhan Aydın, Nükhet Egeli, Karikatürüst Ahmet Erkanlı, Grup Yorum, Ortaköy Kültür Merkezi Çalışanları, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Fotoğraf ve Sinema Emekçileri, Küttür ve Sanatta Tavır Dergisi çalışanları katıldı.

B

ugün ne ölüm yıldönümünüz, ne de doğum... Ama bir kez daha me­ zarınızın başındayız. Sizin de hiç yabancısı olmadığınız, onurlu ya­ şamınız boyunca temsil ettiğiniz ilerici halk kültüründen ve kişiliği­ nizden dolayı nasibini aldığınız ve özellikle son dönemlerde üzeri­ mizde yoğunlaşan anti-demokratik baskı ve uygulamaları protesto etmek bunu da sizinle paylaşmak istiyoruz. İki elemanımız Elif Sumru Gürel ve Kemal Sahir Gürel hakkında 1992'de Denizli'de verdiğimiz bir konser sonrası bölücülük propogandası yaptığımız gerekçesiyle dava açıldı ve 1 yıl 8'er ay hapis cezası ve 42'şer milyon lira para cezası verildi. Yargıtayca daonaylandı. Bu ne ilk dava ve cezaydı, ne de son olacak. Çünkü amaç yoz, çürümüş, ahlaksız bir burjuva kültüre ve faşist uygulamalara karşı emekten ve halktan yana bir mücade­ leyi, halkların kardeşliğini, birlikte bağımsızlığım ve ilerici halk kültürünü boğmaktır. Pir Sultanlardan, Dadaloğullarından, Karacaoğlanlardan, Bedrettinlerden, Nazımlar­ dan gelen direnişle, paylaşımla simgeleşmiş halk kültürümüz bugün ancak mücade­ leci bir anlayışla geliş­ tirilebilir, çağdaş kılınabilir. Sizin de dediği­ niz gibi "ekmekten aş­ ka kadar" emeğin hak­ kım ve özgürlüğü amaç edinmiş bir mücadele­ dir bu. Eğer türküleri­ mizde, yazılarımızda ve yaşamımızın her anında halkın içinde, onun sıkıntılarını, özlemlerini içimizde taşıyabiliyorsak ve emekçilerin istekleriyle kendi isteklerimizi buluşturabiliyorsak sa­ natımızın bir değeri vardır. İşte tahammülsüzlük bunadır. Baskılar bunun içindir. Sizin mezarınızın kurşunlanmasından, İsmail Beşikçi'nin kitapla­ rının toplanmasına, Fikret Başkaya'nın tutuklanmasından, Musa Anter'in, Ayşe Gülen'in katledilmesine, Ankara Ekin Sanat Merkezi'nin defalarca basılıp, talan edilmesinden, kasetlerimizin kurşunlanmasına kadar her bas­ kı yöntemi özünde sınıfsız, sömürüşüz bir dünyaya duyulan inanca ve bu uğurda verilen mücadeleye karşı politikaların sonucudur. Burada, mezarınızın başında bir kez daha söz veriyoruz. Bizi susturamayacaklar. Ve gözünüz arkada kalmasın Ruhi Su Hocamız, yarattığınız değerleri koruyacağız ve yenilerini karatarak geliştireceğiz. TÜRKÜLER SUSMAZ HALAYLAR SÜRER. EMEKTEN, HALKTAN YANA KÜLTÜR VE SANAT SUSTURULAMAZ. Grup YORUM

T A V I R

35


YAPACAK NE ÇOK İŞİMİZ VAR Elif Sumru GÜREL

'er yıl 8'er ay hapis ve top­ lam 84 milyon lira para ce­ zası. Yorum'un yaşamında yeni bir dönem başlıyor. Kemal'i gözaltına almış­ lar. Edirne'deymiş şimdi, Terörle Mücadele Şubesi'nin elinde. Defalarca gözaltına alındık. Ama genellikle ikili-üçlü. gruplar halinde ya da hep beraber. Bu kez Kemal tek başına direnecek. Şube­ lerin buz gibi soğuğuna alışık. "İn­ sanlık Onuru İşkenceyi Yenecek" diye tek başına haykıracak orada. Sadece hücrenin taştan duvarların­ da değil, inleyen nefesinde de çın­ layacak büyük kalabalıklarımızın tok sesi. "Ne yaparsanız yapın, bu sesi susturamayacaksınız." diye­ cek. Şube'de susma hakkım kulla­ nan direnişçilerin ruhunu kamçıla­ mıştır türkülerimiz, açlık grevine de besin olmuştur. En bileyli se­ siyle türküler söylemektedir şimdi

1

36

T A V I R

KemaL Bu bizim kesinleşen ilk ceza­ mız. Elbette ki sonuncu olmaya­ cak. İnsan bir yanıyla da, onca baskının, sokak infazlarının, kasa­ baların, köylerin, bombalanıp yı­ kılmasının köylülerin sürgün edil­ mesinin yanında, Yorum'a verilen bu cezanın pek de öneminin olma­ dığını düşünüyor. Şimdiye kadar bu tür baskılardan zaferle çıkması­ nı bildik. Bu kez de öyle olacak. Yapacağımız onlarca besteyle, ka­ setlerle, konserlerle önümüzdeki bir yıl sekiz ayı da Grup Yorum'a yakışır şekilde karşılayacağız. Bir izleyicimiz, "Şimdi siz sa­ bıkalı mı oldunuz?" diyor. Niçin, hangi yasaya göre. Halkın yasala­ rında, halkın gözünde sabıkalı de­ ğiliz. Önemli olan da bu. 50 kadar avukatın bizi savun­ mak için gönüllü olduğunu öğren­ dim. Sadece Türkiye'de değil, in­ giltere'de, Almanya'da, Avustur­ ya'da "tashih-i karar" talebi için binlerce imza toplanmış. Halkı­ mız, kendinden olanı tanıyor, be­ nimsiyor, yalnız bırakmıyor. Şu anda bir çok izleyicimizin Kemal için OKM'yi aradığına eminim. Hayatın bütün alanlarını ku­ caklayan bir örgütlülüğün sanatçı­ ları olarak, cezaevlerini de bir mü­ cadele alanı olarak gördük, eli ko­ lu bağlı oturmayıp, ateş hattına sü­ recek yeni türküler yarattık. Mer­ sin Cezaevi'nde de böyle oldu, Sağmalcılar'da da, Ankara DAL'da da böyle oldu. Ve Konya mahkemesi öncesi "kaçak" kaldı­ ğımız bir ay boyunca da böyle ol­

du. Yine aynısı olacak. Şimdilik yurtdışındayım. OKM'den, OKM'lilerden uzakta. 3 000 km. var aramızda. Galiba Kemal benden biraz daha şanslı. Türkiye'nin cezaevleri öğreticidir, eğiticidir. O kazançlı çıkacak. Ce­ zaevine giren bir çok siyasi tutuk­ lu gibi o da kendini eğitmeye daha çok zaman ayırabilecek. İlk duyduğumda şok olmuş­ tum. Ama şimdi daha sağlıklı dü­ şünüyorum. Hemen "Ne yapmalı­ yız?" diye tartışmaya başladık. Hepimiz aynı anda, aynı şeyi dü­ şünüyorduk, ve hemfikirdik: Tes­ lim olmayacağız! Birlikte turnede olduğumuz sanatçıların Türkiye'ye dönmesine az kaldı. Arkadaşlar valizlerini ha­ zırlamaya başladılar bile. Yorum'dan, Özgürlük Türküsü'nden, Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nden ar­ kadaşlarım. Hepsinde bir heyecan var. Türkiye'ye kav uşaklar. Şim­ dilik onlarla gidemiyorum. Duy­ duktan heyecan kıskandırıyor be­ ni. Biraz da kızıyorum onlara. Haksızım- ama kızıyorum... beni bırakıyorlar... Mini bir dinletiyle vedalaşıyoruz. Önce umudumuzun marşını söylüyoruz: "Selam olsun karanlı­ ğı şimşek çakıp yakanlara" Ve hemen ardından: "Hoşçakalın dostlarım benim Sizi canımda canımın içinde Kavgamı kafamda götürüyo­ rum." diyoruz birbirimize. Hep birlikte ağlamaya başlıyoruz, ilk kez bir Yorum parçasına ağlanıyor herhalde. Birbirimizden ayrılmak iste­ miyoruz bir türlü. Mücadele bu. Tekrar görüşememek de var. Ha­ vaalanında "Kazanacağız" diyor zafer işaretlerimiz. Çok zor ayrılı­ yoruz. Gittiler işte. Tek başıma mı kaldım? Elbette hayır. Mücadele­ nin sürdüğü yerde yalnız kalın­ maz. Burada da bir çok dostum var. Ama ille de Türkiye, Türki­ ye... Bir Tavır bürosu açmalıyız burada da. Yeni besteler, yeni konserler, yeni Yorum'cular... Ya­ pacak çok iş var... •


u an Keşan Kapalı Cezaevi'ndeyim. Yüreğimde iki aydır büyüyen hasretimle ya­ zıyorum bu mektubu. Düşünüyorum;, neden hurda­ yım ve niye ceza aldım? "1992 Mart'mda bir gece ya­ pılıyor Denizli'de. Geceye Yorum da katılıyor beş elemanıyla. Gece­ de izleyicilerden ve çeşitli DKÖTerden gelen mesajlara da yer veriliyor. Savcı, değişik yer­ lerden gelen ve farklı kişilerin okuduğu mesajların hepsinde erkek seslerinin Kemal'e, bayan ses­ lerinin de Sumru'ya ait olduğuna karar vererek ceza istiyor. Hakimler ise gerek duymuyor­ lar Kemal ve Sumru'nun ses ör­ neklerini almaya ve karar veriyor­ lar bant çözümlerine dayanarak. Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise karan onamakta hiç bir engel görmüyor. Yorum'cular mahkum oluyor." İşte! Hukuk skandalı yarata­ cak böyle bir kararla ceza almış­ tık. Devrimci sanatçı olmanın bir bedeliydi bu. Ve biz bu bedeli ödemeye hazırdık. Sumru o tarih­ ten üç ay kadar önce konserler vermek üzere yurtdışına çıkmıştı. Ben ise pasaport alamıyor ve yurt­ dışına çıkamıy ordum. Hiç bir yasa, yasak ve baskı devrimci sanatçıların üretimlerini kesintiye uğratmamak. Buna her­ hangi bir şekilde izin vermek, ken­ di meşruluğumuzu da yadsımak olacaktır aynı zamanda. İşte, bu nedenle anlayışımızdan, ilke ve di­ siplinimizden biç bir taviz verme­ den sadece mekan değiştirerek ça­ lışmalarımızı yurtdışına taşımaya karar verdik. Hakkımızda çıkabi­ lecek spekülasyonların bilincinde­ yim. Ama bu karar mücadeleden kaçmak biçiminde algılanmamalı. Çalışmalarımızı kesintiye uğrat­ mamak için bu gerekliydi. Beni yönlendiren, biç bir zaman birey­ sel kaygılar ya da "Bundan sonra ne olacak?" karamsarlığı değil, "Böylesi koşullarda mücadelemi­ ze daha fazla nasıl katkıda buluna­ bilirim?" düşüncesiydi. Teslim ol­ mama kararımızın meşruluğuna ve gerekliliğine inancım sonsuz. Yaşamın farklı tatlarını paylaş-

tığımız çalışma arkadaşlarımla, OKM'li dostlarımla vedalaşıyorum. Yıllardır çalışmalarımızı yü­ rüttüğümüz OKM'den ayrılmadan önce son kez çalışma odalarım tek tek dolaşıyorum. Bir kez de gözle­ rimle vedalaşıyorum sizlerle ve so­ kakların kalabalığına karışıyorum. Sonraki günler oldukça sıkın­ tılı geçiyor. Yurtdışına çıkış hazır­ lıklarım 40 gün sürüyor. Zaman geçtikçe daha çok sıkılıyorum. Yurtdışına çıkışın güvenliği konu­ sunda ne kadar titiz davransak da bir risk de sözkonusu. Yakalanma olasılığım her zaman için var. Ba­ şarısızlık durumunda alacağım tavrı düşünüyorum. OKM'de birlikte yürüttüğü­ müz çalışmalardan uzak kalmak beni üzüyor. Sizlerden gelecek bir haber beni çok rahatlatıyor. Bekliyorum... konserlere çıka­ mıyorum, klavyemin başına oturup müzik yapamıyorum. Ama önü­ müzdeki görevleri düşünüyorum 1-2 ay sonra yürüteceğim faaliyet­ lerimi tasarlıyor, yeni ayrıntılar ek­ lemeye çalışıyorum. Bekliyorum... Bu güne kadar oluşturduğumuz değer ve birikimlerimizi daha ileri­ ye taşıyarak daha profesyonel ve akademik çalışma biçimlerine yö­ nelme fırsatı var önümüzde. Bütün bunlar sabırsızlandırıyor beni.

İzmir'den gelecek olan karar dos­ yasını... Sorgum bittiği için açlık grevi yapmama gerek yok belki. Ama bu artık benim için bir prestij so­ runu. Ve açlık greviyle kendimi daha da güçlü hissediyorum. 26 Ocak günü Edirne Ceza­ evi'ne doğru yola çıkıyorum. 2 gün sonra da Keşan Kapalı Ceza­ evi'ne.. Düşüncelerimde, tutuklu geçecek günlerimin çalışma prog­ ramı netleşmiş bile. Bir de iki ay­ dır uzak kaldığım sizlerden alaca­ ğım ayrıntılı haberlerin açlığı sar­ mış düşüncelerimi. İlk görüş gü­ nünü bekliyorum heyecanla. He­ men çalışma koşullarımı yaratıp, işe başlamalıyım. Demir parmak­ lıklar engelleyemeyecek notaları­ mızın yurdun dörtbir yanında emekçi halklarımızla kucaklaşma­ sını. Kaybedecek zamanımız yok!

Kemal Sahir Gürel

SEVGİLİ ARKADAŞLARIM,

Yolculuk günü geliyor. Topkapı'dan yola çıkıyorum. Yönüm Kapıkule. 4-5 saat sonra pasaport kontrol noktasındayım. Pasaportu­ mu uzatıyorum. Soğukkanlıyım. Ama, şanssızlık! İşgüzar bir poli­ sin pasaportumu didik didik edişi­ ni izliyorum. Kuşkulanıyorlar. Ka­ rakola götürülüyorum. Benim gibi gözaltına alınan başkaları da var. Sorulara vereceğim yanıtlarla kur­ tulabilirim hala. Ardarda geliyor sorular ve sonra gözaltına alınışım kesinleşiyor. Edirne Emniyeti'ne götürülü­ yorum. Yabancısı olmadığım loş, soğuk hücrelerde geçiyor 12 gü­ nüm. Saldırıları psikolojik. Açlık greviyle meydan okuyorum onla­ ra. 4. günün sonunda "pasaportta sahtecilik" suçlamasıyla Mali Po­ lis tarafından savcılığa çıkarılıyo­ rum. Yine bekliyorum. Bu sefer

T A V I R

37


D

ar ve uzun bir so­ kağı yavaş adım­ larla yürüyerek o büyük gri kapının önüne varmıştım. Arkadaşlarım ara­ yı epey açtıkları için içeriye girme­ ye başlamıştı bile. Ziyarete ara­ da bir gittiğimden mi nedir, ce­ zaevine yaklaştıkça hüzünlü bir duyguya bürünür hep gönlüm. Bugün özel bir gün oysa. Kış ortası olsa bile açlığın ağırlaş­ tırdığı nefes kokularının bahar yeline döndüğünü hisseder gi­ biyim. O kahrolası kapılardan içeriye girerken göğsümü zorla-

"TELDEN TELE, MENDİL SALLA, EL SALLA" Çağla AKAR yan kıpırtı gözlerime de ulaş­ mıştı. Tutuklu yakınları yanyana dizilmiş sandalyelerde çoktan yerlerini almıştı. Salon dar, uzun ve Joş. Ama buranın do­ ğasına aykırı bir hava dolmuş her yana. Yaşlı bir ana yaklaşı­ yor yanıma. "Okumam yazmam yok da, şunu bana yazıver kı­ zım" diyor elindeki formu uzata­ rak. Ben Hayat Bilgisi dersin­ den böyle sevinçli bir sınavı ge­ çerken salon kalabalıklaşmaya başlıyor. Yüzleri tedirgin biraz herkesin, ama mağrur bir eda da var üzerimizde. Nasıl olma­ sın ki; çeşitli cezaevlerinde ve Sağmalcılar Cezaevi'nde otuz günden fazla süren açlık grev­ leri zaferle sonuçlanmıştı, tam da birgün önce. Analar, baba­ lar, ağabeyler, kızkardeşler ve

38 TAVI R

yoldaşları desteklemişti onları. Analar yeni barikatlar kurmuştu açlığa yatırarak bedenlerini, "Kazandık" diyoruz hep birden şimdi; şimdi ışıl ışıl hepimizin gözleri. Demir parmaklıklar aralanı­ yor. Küçük bir bölmeye alıyorlar bizi. Üzerimizi arıyorlar, kimlik­ lerimizi kontrol ediyorlar, adımı­ zı yazıyorlar defterlerine. Başka bir bölüme geçmek zorundayız. O beton ucube çıkıyor önüme avluya adım atar atmaz; kahre­ diyorum bütün betonları; evler, yollar, köprüler de betondan oy­ sa. Avluyu hızla geçiyoruz; ba­ samakları tırmanıp görüş ka­ binlerine doluyoruz. Kabinler kutu gibi. Çifte parmaklıklar, çif­ te camlar var aramızda ve uçu­ rumlar kadar uzun bir boşluk. Sızıyoruz demirlere, işliyoruz camlara; uzaklıklar ne gam, va­ rıyoruz dostlara. Açlık grevini daha bir gün önce bitiren tutsaklar yorgun ve hasta olmalarına aldırmadan görüş için sıraya girmişler bile. Direnişi anlatıyorlar. Sağmalcı­ lar Cezaevi'ndeki tutsakların kendileri için bir talepleri yoktu. Ancak diğer cezaevlerindeki yoldaşlarının hak arama dire­ nişlerini destekliyorlardı. Bu or­ taklaşmayı, dayanışmayı anla­ yamayanlar da varmış cezaev­ lerinde. "Destek açlık grevi otuz gün sürer mi?" diyorlarmış. Şimdi de paylaşacak sevinçleri yoktur onların, biz dünyalar ka­ darını sığdırırken küçücük ka­ binlere. Saatler ilerliyor. Tek kuşku­ muz tutsakların sağlığı. Bu uzun direnişte ölümle karşılaşıl­ mamış olması rahatlatıcı, ama hastanede tedavi görenler de var. Görüşten sonra aileler on­ ları da ziyaret edecekler. Açlık grevinin muzafferleri­ ne küçük bir sürprizimiz var. Kı­ pırdanma başlıyor yavaş ya­ vaş. Görüş kabinlerini boşaltı­ yoruz. Her iki tarafta da ardına kadar açılıyor kabinlerin kapıla­ rı; birbirimizi daha rahat görebi­ lelim diye. Karşı tarafta bir bay­

rak asılıyor önce, gönlümüzü çalan bayrak bu, boşaltıyor içi­ mizi. Sonra bir pankart taşıyor­ lar gözlerimize boydan boya. "Direniş ve Zafer Geleneğimiz­ dir!". Kabin camlarından takip ediyoruz. Sözcükler tek tek gö­ rünüyor bir camın ardından; camdan değil içimizden geçi­ yorlar. Ağır ama kararlı ve tok bir sesten çınlıyor ilk slogan, dalga dalga büyüyor. Açlık gre­ vini anlatan kısa bir konuşma yapıyorlar sonra. "Güneşi zaptedeceğiz/ Güneşin zaptı yakın" diyor Ayşe Gülen Halk Sahnesi armağan olarak. Ve Grup Yorum'un ezgileri duyulmaya baş­ lıyor. Aradaki kalın camlardan yüzleri seçilemiyor. Ama tempo tutuşlarını görebiliyoruz. Halay­ lara geliyor sıra. Görüş kabinle­ rinin her iki tarafındaki daracık koridorlarda çekiliyor halaylar. Gardiyanlar şaşkın; bazıları merak ve ilgiyle izliyor. Bir ana tutuyor elimden: "Haydi ne du­ ruyorsun?" diyor; ben de bir başka anayı tutuyorum: "Sen de katıl diyorum. İçerden zılgıt sesleri geliyor, zılgıtlarımıza ka­ rışıyor. Ne duvarlar, ne demir parmaklıklar engelleyebiliyor kucaklaşmamızı. Bu konser Grup Yorum için de sadece heyecan verici değil, ayrı bir anlamı da var. Daha ön­ ce hasretle andıktan bir konser vermişler cezaevinde, hem de açık görüş hakkı gaspedilmeden önce. Ancak Elif Sumru ve Kemal Sahir hapis cezasına çarptırıldıktan sonraki en an­ lamlı konser bu. Onların yerine gelen yeni elemanlar Sumru'yla Kemalin hasret rüzgarlarını da tadıyor, estiriyor. Hep birlikte TİYAD'ı selam­ lıyoruz: "Yaşasın Ailelerimizin Örgütlü Gücü" diye slogan atı­ yoruz. Türküler, söylüyoruz on­ lar için. Ben de katılıyorum Grup Yorum'a bağrımın ta içle­ rinden gelen bir sesle "Hoşçakalın dostlarım, hoşçakalın" Bu bir veda değil, veda değil. •


HABER

YORUM

GERMINAL "tohumlar

yeşeri

Sadun CAN

ransız maden işçileri ikinci imparatorluk döneminde karın toklu­ ğuna çalıştırıldıkları için grev karan alırlar: "Grev istiyorlarsa, grev yapılacaktır." di­ yen emekçiler; kadınçocuk, genç-yaşlı bütün bir halk kolkola girip toprağı sarsan adımlarla önce maden ocakları­ na (üretimi durdurmaya) ora­ dan da bütün sokakları, yolları çınlatan marşlarla, işletmecile­ rin malikanesine doğru yürüyü­ şe geçerler. Ok yaydan çıkmış­ tır. Yoksulluğun açlık ve adalet­ sizlikle yoğrulan kahrı, öfkeye ve şiddete dönüşmüştür artık.

F

Filmin yönetmeni Claude BERRİ Fransız işçi sınıfı tarihi­ nin önemli bir kesitine tanıklık eden E. ZOLA'nın Germinal ad­ lı eserini sinemaya uyarlamış. Romandaki güçlü anlatım yönetmene büyük kolaylıklar sağlıyor. ZOLA'nın "doğalcılı­ ğı, engin tasvir malzemesi su­ nuyor... BERRİ bu. malzemeyi titizlikle ve ustaca düzenleyip yeniden ve güçlü bir anlatımla insanlığa sunmayı başarıyor. E. ZOLA yaşamı boyunca sosyalist düşünceye adım adım yaklaşan ancak düşüncelerini bilimsel bir çözümlemeye kavuşturamayan "doğalcı" bir ya­ zar. Lukacs'ın deyişiyle "top­ lumculuğun özünü anlayama­ yan" bir yazar. Filme (dolayısıyla romana) konu olan dönem, 1. Enternas­ yonalin (Uluslararası İşçiler Derneği) faaliyet gösterdiği yıl­

lara rastlamaktadır. Temelleri 1848 devrimci dalgasının ya­ şandığı günlerde atılan 1. En­ ternasyonalin amacı, tüm ülke­ lerdeki ezilen halklar arasında dayanışma ruhunun yaratılması ve yaşatılması amacını taşıyor­ du. 1848 Devrimleri'nin yenil­ giyle sonuçlanması, başta Av­ rupa ülkeleri olmak üzere, tüm ülkelerde siyasal iktidarların ge­ rici ve baskıcı dalgasını getirdi. Bu dönem, Avrupa ve batı Av­ rupa ülkelerindeki işçi sınıfı ha­ reketi açısından da bir durgun­ luk dönemi oldu. Ancak çok sürmedi. Kapita­ lizmin devrevi bunalımlarının sürdüğü 1857-58 yıllarına gel­ diğinde; grevler artarak yayılır­ ken işçi sınıfı da nicelik ve nite­ lik olarak gelişiyordu. Ve işte bu. yükseliş döneminde işçi sınıfı­ nın en gelişkin olduğu ülkede (İngiltere) " 1 . Enternasyonal" kuruldu. İşçi sınıfı hareketinin sınıf örgütlülüklerini oluşturmaya başladığı, ancak iktidar pers­ pektifini henüz yaratamadığı ve dolayısıyla kendiliğindenciliğin, anarşizmin sürece damgasını vurduğu yıllardır. FRANSA'DA DURUM 1848 yenilgisini takip eden boşluk sürecini ikinci imparator­ luğun ağır baskısı dolduruyordu. Bu dönem birçok işçi önderi ya suskunluğu tercih etti ya da başka ülkelerde sürgün yaşadı. Birçokları da hapis cezalarına çarptırıldı. Teorik temelleri henüz yete­

rince olgunlaşmayan Marksizm ise Fransa'ya henüz girmemişti bile. Bu dönemde Enternasyo­ nal toplantılarına katılmak üze­ re İngiltere'ye giden Fransız işçi önderleri, Marks'ı ve yapıtlarını burada tanıyorlardı. İkinci imparatorluk yönetimi­ nin ağır baskı koşulları, iki sınıf arasındaki uçurumu derinleştiriyordu. Artan yoksullaşma, ça­ lışma koşullarının ağırlığı altın­ da ezilen emekçilerin giderek artan memnuniyetsizliği, işçi sı­ nıfı açısından yeniden (nicelik ve nitelik olarak) bir toparlanışı gündeme getirdi. Ve 1869'da bir çok grev patlak verdi. Grevlerdeki muzaffer sonuçlar Enter­ nasyonal derneklerine katılışı hızlandırdı. Grevler özellikle maden böl­ gelerinde yoğunlaşıyordu. En­ ternasyonalciler ise bu bölgele­ re gidip sendikal örgütlenmeyi gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Filmdeki maden patronları­ nın temsilcileri ile işçi temsilcilerinin bir araya geldikleri toplan­ tıda patron temsilcisinin (Hennebeau) "Hepiniz şu ünlü En­ ternasyonal işçi örgütünden, amacı toplumun altını üstüne getirmek olan o çapulcu sürü­ sünden yönerge alıyorsunuz" derken Enternasyonalin ve do­ layısıyla madencilerin uyanışın­ dan; bir sınıf gücü olarak geliş­ mesinden, örgütlenmesinden duyulan korkuyu ifade ediyor­ du. Korku egemenleri harekete geçiriyor. Ülkenin bir çok yerinde baş

T A V I R

39


HABER

YORUM

gösteren grevler sert bir şekilde bastırılıyor. Madencilerin baş­ lattığı grevlerde ölenler oluyor­ du. Paris Komünü'nün tohumla­ rının ekildiği bu dönemin bütün bu özelliklerinin kavranması ba­ kımından "GERMINAL" başarılı bir uyarlama olarak çıkıyor kar­ şımıza. "GERMINAL"in yönetmeni C. BERRİ, çekimleri, bizzat olayların yaşandığı maden ka­ sabasında gerçekleştirmiş. Çevre düzenlemelerini, kos­ tümleri, tiplemeleri vs. herşeyi romana ve dolayısıyla o döne­ me uygun hale getirmiş. Kame­ ra hareketleri, ses ve görüntü efektlerinin müzikle buluşturu­ lan sonuçları ise, filmdeki anla­ tımı güçlendiren diğer yanlar. Bütün bu olguları romanda­ ki anlatımı güçlendirecek tarz­ da, yerli yerinde kullanan ve yö­ netmen BERRİ, izleyiciyi doğal olarak filme bağlıyor. İşçi sınıfının küçümsendiği, reddedildiği bir dönemde böyle­ si bir çaba işçi sınıfı tarihine önemli bir vurgu yapmakta. Emeğin badeli açlık, yoksulluk, kan ve ter ile ödendiği sürece, dünyanın dört bir yanında bu "yazgıyı değiştirme mücadele­ si de sürecektir. Belki geçici yengiler, yenilgiler, trajediler yaşanacaktır ama haklı ve meşru olan emekçi halkların dünyayı yeniden yaratma azmi asla yokedilemeyecektir! "GERMINAL'i izlerken Fransız madencilerinin yüzyıl önce yaşadıkları gerçeklerin günümüzde (Fransa'da dahil) aynı biçimlerde olmasa da hala nasıl devam ettiğini kendi ülke­ mize de göndermeler yaparak daha iyi göreceksiniz ve irkileceksiniz. Nasıl mı? İnsan yaşamını hiçe sayan vahşi sömürünün bütün boyut­ larını görerek... İşte gerçekler: daha fazla ölüm demek olan çalışma teşvikleri, payanda di­ reklerinin sağlamlaştırılması zorunluluğuna uymayan ma­ dencilerin ücretlerinin kesilme­

40

T A V I R

si, kadın ve çocukların maden­ lerde çalıştırılmaları yasak ol­ duğu halde ölesiye çalıştırılma­ ları, ilgisiz ve yetersiz teknoloji vs. Derken ülkemiz madenlerin­ de artarak patlayan grizuların toprak ve kömür göçükleri altın­ da bıraktığı madenci bedenleri­ nin günlerce yeryüzüne çıkarıl­ madığını ya da grizu ölçümü için madene inmekten çekinen, grizu ölçümündeki "tehlike" sin­ yallerini görmezlikten gelen iş­ letmecilerin vurdum duymazlık­ larını göreceksiniz ve öfkelene­ ceksiniz. Ve sonra durup düşü­ neceksiniz. Maden aynı ma­ den. Sahipleri aynı soydan. Yüzlerindeki kömür karası yüz­ yıllardır çıkmayan madenciler aynı. Açlık aynı, yoksulluk aynı. Paylaşılan kuru ekmek, zeytin, soğan aynı. Ve grizu aynı grizu. Ölüm aynı ölüm. Trajediler ve yenilgiler aynı. Ama yeryüzünü sarsacak umut da aynı. BERRİ, yaşanılan dönemin işçi sınıfı hareketine ilişkin ol­ dukça çarpıcı ve öğretici olaylar örgüsü sunuyor. Marksizm he­ nüz olgunlaşmakta olduğu yıl­ larda, toplumsal mücadele için­ de çeşitli sapmaların (anarşiz­ min) etkin olduğu bir süreçte, kendiliğindenciliğin bütün bula­ nıklığı; teredütleri, karamsarlık­ ları ve hayal kırıklıkları arasın­ da gelecek için bir "yön" tayin etmeye çalışan Lantier'in gençeği daha iyi anlaşılıyor. Bütün bu karmaşık ve bulanık sürecin özelliklerini taşıyan "GERMINAL'de; emekçilerin emeğine, onuruna saldıran işbirlikçileri, grev kırıcıları, namussuz tüc­ carları, madene sabotaj düzen­ leyen anarşisti (Süvarin), be­ denlerini yerin yüzlerce metre altına atan kadın ve çocukların grizunun o korkunç soluğuna aldırmadan ter içinde, aç, çıp­ lak çalışmalarını ve sınıf şidde­ tinin bilinçsiz de olsa uygulan­ masını; göreceksiniz. Bir bütün olarak sınıf çatışmasının her boyutunu bulacaksınız. "GERMINAL"den çıkarılma­ sı gereken derslere gelince;

Sömürü, açlık, sefalet ve baskı altında tutulan emekçi yı­ ğınların mutlak ve mutlak bilinç­ li, iradi bir örgütlülük etrafında birleşmesi gerektiğidir. Kurulu düzenin emekçilerin haklarını yok sayan, onları sefil ve köleci bir yaşama hapseden buyruk ve yaptırımlarına karşı, emekçi­ lerin örgütlü gücü ile birleşmiş karşı şiddetini vazgeçilmez ve ertelenemez bir gerçek olarak kavranması ve bu gücü iktidar alternatifi bir sürecin parçası haline getirmesi gerektiğidir. Fransız madencilerinin bu trajik serüveni, dünya işçi sınıfı­ na önemli dersler vermektedir. Filmin finalindeki dıştan sesle verilen sözlerden de anla­ şılacağı gibi, umudun tohumları toprağın rahmine ekilmiştir ar­ tık. Filizleri geleceğin ürünleri (Paris komünü) için boy atmak­ tadır. Paris komünü ise, Marks'ın "muhteşem imkansız" dediği ve buradan çıkardığı derslerle "Proletarya Diktatörlüğü" kavramına yorumlamalar getirdiği soylu bir deney olarak yaşana­ caktır. Sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü dünyanın bütün ma­ denlerinde ter döken bütün emekçilere ZOLA'nın "GERMINAL'indeki şu sözleri atfedelim: "Arkadaşlar, sanki toprak düzeyine yaklaşmışlar gibi, üst üste, git gide daha açık seçik vuruyorlar kazmalarını. Cana can katan, her yandan gençlik fışkıran sabah, gökte alevler saçan güneşin altında yüzen ova, işte bu uğultuya gebe. Topraktan insanlar bitiyor, sa­ bah izlerinde ağır ağır kap kara, öç alıcı bir ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan geleceğin ürünleri için boy atı­ yor. Dünya emekçi halkları bu, büyük insanlık davasının ürün­ lerini bir gün mutlaka toplaya­ caktır. Yeter ki "Lantier"lerin gözle­ rindeki umut ışıltısı daha da berraklaşsın." •


HABER

YORUM

MAVİ SÜRGÜN BİR ERDEN KIRAL

A

dı Cevat Şakir Kabaağaç'tı (18901973). Ama edebi­ yat çevreleri, yaşa­ dığı yöre, ve ülkesi­ nin halkları onu Halikarnas Balıkçısı ola­ rak tanıyor. Robert Kolejini bitirince (1908) Oxford Üniversitesi'nde Yakın Çağlar Tarihi okumuştu. Amcası sad­ razam, babası paşa ve diplo­ mattı. Yurda döndükten sonra resmi bir görev almayan Cavit Şakir dönemin siyasal eylem ve kurutuşlarının uzağında kalmış; gururuna yedirememesine kar­ şın İstanbul'un işgali günlerinde tüberküloz olduğu için Anado­ lu'ya geçememişti. Cumhuriye­ tin ilk yıllarında çeşitti gazete ve dergilerde çalışmıştı. Ancak Ni­ san 1925 tarihli Resimli Hafta Dergisi'nde yayınlanan "Hapisanede İdama Mahkum Edilen­ ler Bile Bile İdama Nasıl Gider­ ler" adlı bir öyküsünden dolayı 3 yıl kalebentlik cezası alarak Bodrum'a gönderildi. Cevat Şa­ kir, Şeyh Sayit isyanından he­ men üç ay sonra yargılanmıştır. Takrir-i Sükun Kanunu'yla esas olarak Kürt Halkına yönelen ağır baskılar istiklal Mahkeme­ lerinin uyguladığı bütün muhalif unsurları ezmeyi de amaçlıyor­ du. "Mavi Sürgün" Halikarnas Balıkçısı'nın doğuşuna neden olan koşulları ve sürgün serü­

SERÜVENİ Hazal TUNÇ

venini anlatan bir otobiyografik romanıdır. Geçtiğimiz ay Grup Yorum'un iki değerli üyesi Elif Sumru ve Kemal Sahir'in hapis cezasına çarptırılmalarına kar­ şın teslim olmayı reddetiği ve Grup Yorum dostlarının onların cezasının kaldırılmasına ilişkin kampanya yürüttüğü günlerde bu romanın sinema uyarlaması gösterime sunuldu. "Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün adlı eserinden esinlenerek" çekildiği açıklanan bu Erden Kıral filmi hem bir edebi eserin sinema uyarlama­ sı olması hem de Cevat Şakir gibi bir sanatçı kişiliğin yaşa­ mından önemli bir kesiti yansıt­ ması açısından eleştirilmesi ge­ reken bir sinema filmidir. Bu film Halikarnas Balıkçısına say­ gısızlıktır. Onun eserleri, yaşa­ ma bakışı ve yaşamı Erden Kı­

rarın kuralsız bencilliğine ve ki­ şisel ihtiyaçlarına kurban edil­ mişti. Yönetmenin bu değerler­ le aklına estiği gibi oynaması şaşılacak bir sorumsuzluktur. Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün'ünde Birinci Dünya Sa­ vaşı koşullarını ve işgal günlerinide anlatır; İstiklal Mahkeme­ lerinden kesitler sunar. Erden Kıral bu olayları filme yansıtamamıştır. Oysa sürgünü hazır­ layan koşutlardan ve Kürt İsyanı'ndan sözetmeksizin Cevat Şakir'e verilen cezanın çağdışı olduğu yeterince anlaşılabilir mi? Cevat Şakir Ankara'dan an­ cak İzmir, Aydın, Muğla üzerin­ de 6 ay süren bir yolculuktan sonra Bodrum'a ulaşabilir. Hali­ karnas Balıkçısı işte bu yolculu­ ğun rahminden doğar. "Neyse tren istasyon istas­ yon duruyordu. Durulan yerlerin adlan ile ilgili değildim, kendile­ riyle ilgiliydim... Bana yabancı gelen insan yoktur, insanları dünya gözüyle bir kere görürüz, işte o kadar. Bir mahkemede savcı beni 'tanımadığı insanlar­ la konuşur'diye suçlamıştı. Ka­ bahat mi diye şaşakaldım." Cevat Şakir gerçek yaşam­ lara tanıklık ederek, onlarla kaynaşarak sürdürür yolculuğu­ nu. Jandarmalarla dost olur, in­ sanları sevgiyle izler; gençlerin birbirlerine gözsüzüşlerinde on-

T A V İ R

41


HABER

YORUM

lar kadar heyecan duyar. Cevat Şakir'in Bodrum'a kadar olan bu yolculuğu cıvıl cıvıl bir renk ve duygu dansıdır. Ama Erden Kıral yazarın Muğla'da bir tiyat­ ro kumpanyası olduğundan sözetmesinden yola çıkarak bu kumpanyayı tren yolculuğuna ve durak yerlerindeki serüven­ lere monte eder. Freud'çu yak­ laşımlar, eudipus kompleksi ve ona bağlı olarak kendi karısıyla ilişkisi olan bir babaya karşı duygular sıralanır filmde. . Yazar bir bölümde "Biraz ötemizde genç bir kadın oturu­ yordu. Onun yüz, burun ve göv­ desinin öteberisine birer birer bakınca, insan hiç olağanüstü bir şey bulamazdı. Parmakları kalem kutlanmaktan az buçuk yamru yumrulaşmıştı. Ama gövdesinin ayrıntısına dikkat etmenin olanağı yoktu!.. Her ta­ rafında sempati ve sevinç sanki nabız atıyordu. Bakıyordum ona. Gülümseyerek bana pake­ tinden bir sigara ikram etti." di­ ye anlatıyor. Bu kadın Cevat Şakir'i kendisiyle fazla uğraştır­ mamak için başka bir bölüme gidip oturur. Erden Kıral bir ipu­ cu daha yakalamıştır bu bölüm­ den. Çok farklı bir tip çizilir film­ de. Anne'dir bu tiyatro aktiristti; hayranlık duyulan, arzulanan, hatta Muğla da sevişilen bir ka­ dındır. Araya babaya duyulan nefret girer, Tosça operası girer ve Erden Kıral'ın düşleri ta­ mamlanır. Ne var ki Erden Kıral bu tavrını filmin sonuna kadar sürdürüyor. Filmin ikinci yarısı köpük, dağınık; Cevat Şakir'in yaşamı tamamen çarpıtılıyor. Başka kişiler yazarın yerine ko­ nuyor ve artık seyirci de önemli bir bölümde Tarım Bakanlığı'nda memur zeytinci Musa'yı izliyor. Bir edebiyatçının çizdiği tip­ lerde kendi izleri de vardır. An­ cak yaşam öyküsünü anlatan bir eserde onaya çıkan böylesi abartılı bir marifet saygısızlıktır. Erden Kıral Cevat Şakir'in Ege'den Bırakılmış Bir Çiçek adlı kitabında yer alan "Unuttu­

42

T A V I R

ğu Türkü" adlı öyküyü de kırıp, döküp, değersizleştirip filme monte etmiş. Bununla da yetin­ memiş; sevdiği kıza yardım et­ mek için Deniz İşletmeleri Acenteliği'ne gemi resimleri çi­ zen Musa'dan yola çıkarak yeri­ ne koyduğu Cevat Şakir'e (Ce­ vat Şakir aynı zamanda res­ samdır) kadın resmi yapma sahnelerinde olduğu gibi kendi budalalıklarını yüklemiş, Erden Kırai'ın -bizim değerli ya da de­ ğersiz bulmamız bir yana- böy­ le bir film yapmaya hakkı olabi­ lir. Ama adını Erden Kıral ve Ar­ kadaşlarının Kumpanyası diye koyarsa. Halikarnas Balıkçısı insan­ ları, doğayı nasıl büyük bir aşk­ la sevişini yalın ve sevinçli bir dille anlatıyor: "Ey okuyucum geçtiğim yer­ leri öyle bir anlatışımı aşırı bul­ ma! Eğer sana aklı başında adamım diye söyledilerse ya­ landır. Bu yetmiş yaşımda bile aşığım ben. Eğer böyle bir işi ciddiliğe, aklı başındalığa uy­ gun bulmuyorsan, sana ciddilik ve aklı başındalık taslayan ben değilim, değil mi ya? Bilmezsen ben sana söyleyeyim: Aşk bi­ raz aşırı olur duygularında. Eh itidalle yalan söyle, itidalle doğ­ ru söyle; itidalle inan, itidalle sev. Allah belasını versin şu iti­ dalin! İçimden nasıl geliyorsa öyle anlatıyorum. Şu kalıba, bu kalıba göre anlatacak değtlm ya!.. Bırak sana istediğim gibi anlatayım..." Erden Kıral Halikarnas Balıkçısı'nın bu sözlerini yanlış anlamış. Aklına estiği gibi boz­ muş, değiştirmiş koca Balık­ çıyı. Telgraf iletişimindeki yan­ lış aktarmalara verilen örnek Freud'çu anne özlemine dönü­ vermiş. Yazarın uzun uzun an­ lattığı evin duvarlarını yıkama tablosu "yukarıda belki şuydu, belki buydu diye saydım, belki de o saydıklarımın hepsiydi." denmiş olmasına karşın sade­ ce birine indirgenmiş. Yönet­ men Cevat Şakir'in doğaya,, in­ sanlara ve çalışma hayatına

bağlılığını, katkılarını gerçek bi­ çimiyle yansıtacağına yanlış kurgularla farklı öykülere yer vermiş. "Bunlarla (oraya memur ola­ rak gelenler -bn.-) konuştum, ama söz konusu hep Bod­ rum'da hayat yok, ya da Bod­ rum gibi yerde yaşanır mı? gibi şeyler olurdu. Hayat yok diyen­ ler, galiba kadınların sokaklar­ da yatıp, buyrun diye bacakları­ nı kaldırmalarını istiyorlardı. Hayat bir yerde değil insanda olur. Yaşamak, gönlü de dün­ yayı da aşar taşarcasına hayat­ la doldurmak demektir." diyor Balıkçı. Erden Kıral bu memur­ lar gibi düşünüyor olsa gerek. Gayretle onu sınırlamış, değiş­ tirmiş, yaşam çığlığını kıstığı Balıkçı'yı bunalımlı bir kişilik haline getirmiş. Cevat Şakir baskı ve zulüm yasalarından etkilenmiş olması­ na karşın toplumsal olaylarla il­ gilenmemiş, siyasi mücadeleye katılmamış bir aydındır. Ancak sadece Bodum'un antik güzel­ liklerini ortaya çıkarmakla kal­ mamış, insanları sevmiş onlarla birlikte yaşayabilmekten, onlar için doğaya karşı mücadele edebilmekten sevinç duymuş­ tur. Halikarnas Balıkçısı ile bir­ likte Bodrum'da "Selam sözü insanoğlu gönlünün derinden, tanyerinin aydını gibi sevinçli gelmeye koyuldu. Artık şehrin her yerinde şimşek gibi çakıyor­ du merhabalar." Cevat Şakir'in coşkuyla ya­ şama bağlı olduğunun bilinme­ sine karşın "acı çekmek süre­ cindeki bir yazarın öyküsü (E. Kıral)" diye sunulan film gerçek­ te kimi anlatıyor? Erden Kırai'ın sinema uyarlaması kuşkusuz bir yeni yaratımdır. Ancak ben­ zeri kişilikleri ve olayları hangi tür sanatsal üretimle olursa ol­ sun yeniden yaratırken nesnel gerçekliği değiştirmeye çalış­ maktan sakınılmak. Erden Kıral sanatın "sır" ol­ duğuna inanıyormuş. Galiba kendisi de sırlara karışıyor. •


HABER

B

ir oyuncu var sahnede; Ay­ şe Emel Mesçi. Nazım Hikmet'in "19 Yaşım" şiirini okuyor... yani oynuyor. Büyük bir heyecanla, coşkulu. "... Ve bu anda kuvvetli dinç bir ağrı­ dan gelen deli bir sevinç. Sıç­ rar, atlar, köpüklenir, çatlar ka­ fanda. Haaaaayda" derken tüm benliğiyle hissediyor, inanç ve kararlılık dolu kelimeleri. Kareografik hareketleri güçlü vurgulamalarıyla dizeleri yoğuruyor ve güç katıyor. Sevinç ve heye­ canla izliyoruz oyuncuyu. Son­ ra oyuncu başını kaldırıyor, gözlerinde bir hüzün ve başını iki yana sallayarak "Geçti" di­ yor, "Geçti 9 yıl/Ey benim 19 ya­ şım" Şaşırıyoruz. Şiirde var mıydı bu sözler, diye düşünü­ yoruz. Evet vardı ama ya duy­ gu? İşte o yok. Nazım'ın sözleri değil bunlar. O halde... bu söz­ lerin sahibi Ayşe Emel Mesçi. Rol yapmıyor, kendisini tanıtı­ yor. "13 yıl sonra merhaba" di­ yor izleyiciye şiir sonrası. Mer­ haba, ama kime? Ülkeye dö­ nüşle birlikte yeni bir hayata ama kimin yanında? 13 yıl ön­ cesinden çok daha vahşi bir sö­ mürünün ve baskının içindeki emekçi halklarının mı, yoksa şöyle ortalarda yeralan ve de­ mokratlık adına etrafa duyar­ sızlık saçan küçük-burjuva bir dünyanın mı? Önyargılı olma­ mayı ve o "geçti 9 yıl" sözünü yanlış yorumlamış olmayı tercih

ediyoruz. Halk oyuncuları'nın "Kadın­ lar, Bizim Kadınlarımız" oyunu­ nun galasındayız ve bizi böyfesi düşüncelere iten bir bölümle başlıyor oyun. 1980 yılında İsveç'de kurulmuş olan Halk Oyuncuları. Ayşe Emel Mesçi, o yıla kadar Türkiye'de 40 ka­ dar oyunda rol almış. 1971 yı­ lında tutuklanarak 3.5 yıl hapis yatmış. 1974'de Yılmaz Güney'in "Endişe" filminde oyna­ mış ve 1980'de "Sanatsal öz­ gürlüğün kalmadığı ve insan haklarının ihlal edildiği bir or­ tamda" son görev aldığı İstan­ bul Belediye Şehir Tiyatroları'ndan istifa edip yurtdışına çıkmış. Sonra da Tuncel Kurtiz'le birlikte Halk Oyuncuları'nı kurmuşlar. İlk oyunları Güngör Dilmenin "Kurban", Nazım Hik­ met'in "Ferhat ile Şirin", Fakir Baykurt'un "Sakarca", "Newroz Çiçekleri", Yılmaz Güney'in "Hücrem" ve "Selimiye Mektup­ ları, Ataol Behramoğlu'nun "Mustafa Suphi Destanı", Yıl­ maz Onay'ın "Sanatçının Ölü­ mü", Dario Fo'nun "Bir Anarşis­ tin Raslantısal Ölümü", Haşmet Zeybek'in "Düğün ya da Davul" diğer oyunlarından bazıları. M. E. Mesçi bunların dışında Yıl­ maz Güney'in "Duvar" filminde de rol almış. "Kadınlar, Bizim Kadınlarımız" ise İtalyan yazar Dario Fo'nun yazıp Carlo Barsotti'nin yönettiği, ilk olarak

YORUM

1984-85 döneminde sergiledik­ leri bir oyun. Tek kişilik ve 2 bö­ lümden oluşuyor; "Bir Ana" ve "Medea" Oyun İtalyan halk ti­ yatrosu temelinden yola çıkıla­ rak yazılmış ve her iki bölümde de acıları, düşleri, yazgıları ve trajedileriyle bizim kadınlarımız var. İlki bir ana; oğlu "siyasi şid­ det eylemlerine" karışmış ve hapiste. Yani resmi ağızda bir "terörist". Oğlu yakalanana ka­ dar bir şeyin farkında değil ana. Televizyonlarda, gazetelerde yakalanan "terörist'leri gördük­ çe "benim oğlum böyle bir şey yapmaz" diye şükrediyor. Ama bir gün o resimlerde kendi oğlu­ na rastlıyor. İnanamıyor ana, kabul edemiyor bir türlü. Ardın­ dan ziyaretler, ziyaretler ve de­ ğişim. Artık o bir tutsak anası ve inançlı. Tıpkı bizim TAYAD'lı analarımız gibi. Bugün toplum­ sal ve siyasal gelişmelerin her aşamasında inançları ve be­ denleriyle varolan, inatçı ve ör­ gütlü analaramızı anımsıyoruz oyunu izlerken. Anlaşılır, yalın bir dil, abartısız bir sahne ve ışık düzeni ve incelikli, etkiliyici bir yorumlamayla şehit ve tut­ sak analarımızın gerçeğini al­ kışlıyoruz. İkinci oyunda ise eski Yu­ nan tragedyalarından çıkıp gel­ miş ama bugün, hemen yanıbaşımızda "acı yazgı"sıyla varo­ lan bir kadın var sahnede.Adı

T A V I R

43


HABER

YORUM

Medea ama Ayşe de olur, Zeh­ ra da, Fatma da ya da Rojda, Berivan... Çünkü ikinci sınıf bir varlıktır o. İtilen, kakılan, aşağı­ lanan... Nazım Hikmet'in şiirin-, de dediği "Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" bir kadındır o. Söz hakkı yoktur. Ve bir gün kocası kuma getirir eve. Çaresizdir, acı doludur yü­ reği. İtiraz edemez, isyan ede­ mez. Etrafındaki dedikoducular ise yalnızca acısını artırır. Onun için tek çare vardır; ölüm! Ölümü seçer Medea ve Kara yazgısıyla bizi başbaşa bırakır. Toplumsal bir trajedi sahnede yaşatılan. Bugün acımasız bir kapitalist sömürü ağı içinde fe­ odal kalıntılara hapsedilmiş ka­ dının kurtuluşu, ancak sınıfsal bir savaşımla ulaşılacak sosya­ list bir toplumsal düzenle müm­ kündür. Bu düşüncelerle izliyo­ ruz Medea'nın öyküsünü. Kuşkusuz her iki öyküde de İtalyan yazar Dario Fo'nun dev­ rimci kişiliğinin yansıması yar. İtalyan sağcı basına göre iflah olmaz bir komünisttir Dario Fo.

Oyunları defalarca sansüre uğ­ ramış, polis tarafından kesilmiş, ABD'ye giriş vizesi verilmemiş, oyunları hakkında parlementoya soru önergesi verilmiş, bir kez de tutuklanmış. Dönemin gerici siyasi yapılanmasını yer­ gi dolu oyunlarıyla eleştirmiş ve La Comune (Komün) adını ver­ diği tiyatro grubuyla onlarca oyuna imzasını atmış, 12 Eylül 1973 Şili darbesinden sonra "Bir Gitarı Öldürdüler Ama Hal­ kın Daha Bin Gitarı Var" adlı oyunu sırasında tutuklandığın­ da, o bölge halkının çoğunluğu olayı protesto ederek hapisha­ neyi kuşatmış. Polis ise 48 saat sonra Dario Fo'yu bırakmak zo­ runda kalmış. Bu olay Grup Yorum'un Kıbrıs turnesini hatırlatı­ yor. Geçtiğimiz aylarda turne sırasında daha konser başla­ madan apar topar sınır dışı edilmek üzere karakola götürül­ düklerinde bine yakın insan ka­ rakolun önünde protesto etmişti olayı. Halklarının gerçeğine sır­ tını dönmeyen mücadeleci sa­ natçılar yazgılarıyla da buluşu­

BASINA VE KAMUOYUNA 24.3.1994 tarihinde DEP İstanbul İl Merkezi'nde biraraya gelen ilerici, devrimci, yurtsever sanatçılar bir ba­ sın açıklaması yaptılar: "Bugün açık bir seçim aldatma­ cası yaşanmaktadır. Demokrasinin gereği olan seçimler, egemen sınıf­ latın sömürüsünü, talanını, kıyımını gizleyen bir araç olarak kullanılmak­ tadır. Seçimlerle demokrat görünme­ ye çalışan iktidarlar Genelkurmay'ın emirleri altında çaresizliği ve paniği yaşıyorlar. "Seçimlerin artık hiç bir meşru­ luğu kalmamıştır.(...) "Bizler emekten ve halktan yana sanatçılar olarak bu seçim aldatma­ casına tavırsız kalamazdık. Büyük bir ihtişamla, gösterişli kampanya­ larla ve daha da ötesi demokratım diyen sanatçılarla sürdürülen bu iki­ yüzlü imaj yarışına seyirci olamazdık. Halkların kardeşliği adına, bir­

44

T A V I R

likte mücadelesi ve özgürlüğü adına, seçimlere sokulmayan DEP'i destek­ lemek ve ezilen Kürt halkının yanın­ da olduğumuzu göstermek adına bu seçimleri protesto ediyor ve düzene oy yok diyoruz. "Ayrıca bugün seçim arenasında boy gösteren ve kendisine sosyalis­ tim diyen sanatçı adaylara da bir çağrımız var. Bugün halklara verebi­ leceği bir yalanı dahi kalmayan ege­ menler belki de son kozlarım sizler­ le oynuyorlar. (...) Ama halklara şi­ rin görünme çabasında şimdi de siz öne sürülüyorsunuz. Sonuçta deği­ şen bir şey olmayacak. Sömürü ve talan düzeni devam edecek; Gene­ rallerin seçim uygulamaları karşısın­ da bu oyunu reddetmek demokrat olmanın gereğidir. Tersi, generalle­ rin seçim politikasına güç vermek anlamına gelecektir. Aydın ve de­ mokratlara çağrımız; seçimlere ka-

yorlar aynı arenada. Ama onları tarihin onurlu sayfalarında vareden de baskılara karşı müca­ deleci kişilikleri değil midir? Dario Fo'nun oyunuyla Tür­ kiye'ye dönüş yapan ve 80 ön­ cesi Halk Oyuncuları geleneğini sürdürme iddiasında olan "Halk Oyuncuları" bu iddialarında sa­ mimi olmalıdır. Bu gelenek, 13 yıl öncesinin heyecanını "geçti" nitelemesiyle görmez. Bugün halkların özgürlüğü için yürütü­ lecek bir. mücadelenin nesnel koşulları tüm olgunluğuyla var ve bu gerçek kaçınılmaz bir bi­ çimde kendini dayatmakta. Böylesi bir gerçekde nostaljik yaklaşımlarla geçiştiriIemez. Nazım Hikmet diyor ki aynı şiirinde; "Ben yine söylüyorum aynı şarkıları Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa, Ben kattım önüme rüzgarı" Halk Oyuncularını tarafını emekçilerden yana seçen bir anlayışa davet ediyoruz. •

tılmayarak ve bu aldatmacayı teşhir ederek, bu oyunu boşa çıkarmaları­ dır. "Türk ve Kürt halkları egemen­ lerin oyununu bozacak, halkların kardeşliği ve birliği için bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi­ ni sürdürecektir. "Ortaköy Kültür Merkezi, Genç Ekin Sanat Merkezi, Çağdaş Sanat Atöl­ yesi, Mezopotamya Kültür Merkezi, Grup Yoranı, Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, FOSEM, Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi, Dinmeyen Müzik Topluluğu, Grup Şahmeran, Çağdaş Oyuncular, Genç Ekin Tiyatro Grubu, Koma Çiya, Koma Amed, Koma Mezrabotan, Koma Rojhelat, Koma Avreş, Ko­ ma Arjin, Koma Agıra Jiyan, Koma Azad, Koma Dılbırin, Gülen Mezrabotan, Koma Serhıldan, Teatra Jiyana Nu, Ahmet Erkanlı, İbrahim Karaca, Hayati Azim, Fevzi Kurtuluş, Fevzi Bilge, Gani Nar, Xanemir, Fırat Başkale,"


DERGİMİZE YÖNELİK

BİZİ SUSTURABİLİRLER Mİ? Dergimizin Diyarbakır bürosu 20.12.1995 tarihinde polis tarafından basıldı. Baskın sırasında büroda bulunan dergi çalışanlarımız ye Müca­ dele Gazetesi muhabirleri gözaltına alındı Büromuzla ilgili evraklara, dergimizin arşivlerine de el konuldu. Diyarbakır büromuz 1993 yılında içerisinde Haziran, Kasım ve Aralık aylarında olmak üzere 3 kez basıl­ dı Çalışanlarımız defalarca gözaltına alındı 30.121993 tarihinde Mücadele Gazetesinin Adana bürosuna yapı­ lan baskın sırasında gazetenin muhabirleri, Adana Özgür-Der sekreteri ve dergimizin Adana temsilcisi Süleyman Bakırman gözaltına alındılar. Gözaltına almanlar 24 saat içerisinde tutuklanarak Adana Kürkçüler Cezaevi'ne gönderildiler.. Adana büromuz 11 Şubat günü de Terörle Mü­ cadele Şubesi'ne bağlı polislerce basılarak arkadaşımız Kenan Togrııt gözaltına alındı, kitap ve arşivlerimize el konuldu. 13 Ocak 1994 günü E.S.M ve Ankara büromuz basıldı 12 kişi gözal­ tına alındı Temsilcimiz İhsan Cibelik tutuklandı Halen Ankara Merkez Kapak Cezaevinde. ESM 1991 ve 1993 yıllarında iki defa daha basılmış ve çalışanlarımız, okurlarımız gözaltına alınıp tutuklanmıştı

30.

SAYIMIZA

SORUŞTURMA AÇILDI İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu yukarıdaki tebligatı dergimizin adresine gönderirken "Özgürlük Tutkusu" adlı öykünün Sağmalcılar Cezaevi'ndeki Devrimci Sol Davası Tutsakları'nca yazıldığının farkında değil miydi? Önümüzdeki günlerde 150 civarındaki tutsak "sanatçı"nın hayatı işlemede gösterdikleri ince ustalığa Basın Bürosu'na ait duruşma salonları da tanık olacak; eğer Savcı onları çağırmayı sakıncalı görmezse... 30. sayımızın soruşturma açılan ikinci yazısı ise "İs Karası Kent Resimleri."

T A V I R

45


H A B E R YO R UM

GRUP YORUM'DAN MHP'YE DAVA HP, 27 Mart yerel seçimlerine ilişkin hazırladığı propaganda kasetinde Grup Yorum'un Dağlara Gel adlı parçasını, sözlerini değiştirerek kullandı. Grup Yorum, Dağlara Gel'in seçim propaganda aracı olarak kullanılmasını engellemek için açtığı ihtiyat-i tedbir davasını kazandı. Bunun, türkünün izinsiz kullanımı karşısında acılmış bir telif hakkı davası olmadığım belirtiyor Grup YORUM.

M

TÜRKÜLERİMİZ EMEKÇİ HALKLARINDIR 5.1.1994 tarihinde basın­ da yer alan haberlerle bir­ likte "Cesaret" adlı kaseti­ mizde yer alan "Dağlara Gel" adlı bestemizin söz­ leri değiştirilerek "Milliyetçi Ha­ reket Partisi" tarafından yerel seçim propaganda şarkıların­ dan biri olarak kullanıldığını öğ­ rendik. "Dağlara Gel" adlı türkümü­ zün sözleri Gevheri'ye, bestesi ve müzik düzenlemeleri ise Grup Yorum'a aittir. Dolayısıyla bizim iznimiz dışında herhangi bir biçimde değiştirilerek ya da değiştirilmeden kullanılması ta­ müyla bir hak gaspı ve hırsız­ lıktır. "Dağlara Gel", Cesaret adlı kasetimiz yayınlandığı günden beri emekçiler tarafından sevi­ len, giderek daha geniş bir ke­ simin beğenisini kazanan ve dillere dolanan bir türkü olmuş­ tur. Çünkü türkümüz emekçi halkın diliyle konuşmakta, onun yaşadığı sıkıntılar ve acılar kar­ şısında dirençli ve umutlu olma­ yı, haksızlıklarla mücadele et­ meyi öğütlemektedir. Türkü­ müzde "Dağlara Gel" diye ses­ leniyoruz. Dağlar ezilen halkla­

2

46

T A V I R

rın umududur, geleceğin müj­ decisidir. MHP'yi ise Kahramanma­ raş, Çorum katliamlarından ta­ nıyoruz. Kürdistan'da yürütülen kirli savaşta kontrgerillanın ma­ şası olduğunu biliyoruz. Dev­ rimcilerin ve halkların katili fa­ şist MHP'nin, Grup Yorum'un şarkısını kullanması emekçi halklara ve onların özgürlüğü için yürütülen bir mücadeleye hakarettir. Türk ve Kürt emekçi halk­ larına mal olmuş ve baskıya, sömürüye, katliamlara karşı halklarımızın sesi soluğu olan türkülerimiz eli kanlı katiller ta­ rafından hiç bir amaçla, asla kullanılamaz. Buna izin verme­ yeceğiz. İlerici, devrimci, demokrat­ lara sesleniyoruz... Grup Yorum'un türküleri emekçilerindir. Onların acıları­ nı, sevinçlerini, özlemlerini an­ latır, direnme ve mücadele az­ mi verir. Geleceğin ve özgürlü­ ğün düşmanı katiller tarafından kullanılmasına izin vermeyin. MHP kanlı elini derhal şar­ kımızdan çekmelidir. GRUP YORUM

NOKTA HABER

GRUP YORUM: Grup Yorum bu kez kıtalar aşarak türkülerini Avustralya 'da seslendirdi. 4 Şubat'ta Sydney'de, 8 Şubat'ta Melbourne'de, 12 Şubat'ta Mildura'da konserler veren Grup Yorum yaklaşık 1300 kişiye seslendi. Bu arada söyleşi ve radyo röportajlarına katılan Grup Yorum Türkiye gerçeğini anlattı. 15 Şubat'ta Çorum 'da 3 000 kişinin izlediği konser sırasında 16-17 Nisan'da katledilen Satı Taş'ın annesi sahneye gelerek devrimci mücadeleyi hiç bir gücün durduramayacağını belirten bir konuşma yaptı. Gecede ayrıca Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncuları şiir dinletisi sundular. 26 Şubat günü İsparta'da Kültür Sineması'nda yapılan Grup Yorum konseri 700 izleyicinin katılımıyla gerçekleşti. Polisin yoğun baskısı altında yapılan konserde pek çok kişi slogan attıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ: 15 Ocak günü DLMK (Demokratik Liseler İçin Mücadele Komiteleri) ve Öğrenci Birliği'nin birlikte düzenledikleri şenliğe katıldı. Liseli gençliğin mücadele coşkusunun Özgürlük Türküsü'nün söylediği türkülerle birleştiği şenlikte ayrıca öğrencilerin hazırladıkları tiyatro ve şiir dinletisi sunuldu. 16 Ocak günü Özgürlük Türküsü SHP Sarıyer Gençlik Komisyonu'nun düzenlediği . gençlik şölenine katıldı. Şölende Semah ekibi ve Grup Munzur da yaralıyordu. 12 Şubat günü DEP Zeytinburnu İlçe merkezinin düzenlediği dayanışma gecesi yapıldı. DEP Zeytinburnu Belediye Başkan adayının tanıtıldığı gecede Özgürlük Türküsü, Koma Çiya,


H A B E R

NOKTA HABER

BİR M E K T U P

Y O R U M

Dergimize yazan bir mektubunu

Suriye'den okurumuzun yayınlıyoruz

Kültür ve Sanatta Tavır'daki arkadaşlara... Derginizin 28-29. sayıları, elime ulaştı, okudum ve derginizin Grup Munzur, Grup Dinmeyen yer daha iyi bir Tavır belirlemesi için bu notları size iletmek istiyorum: aldı. 1000 kişinin izlediği gecede -Derginizin HABER/YORUM bölümünde çok iyi yazılara yer ayrıca DEP halkoyunları ekibi de vermişsiniz. Bundan dolayı elinize sağlık ve devam etmenizi bir gösteri sundu. temenni ederim. 2 Şubat günü Özgürlük , -Derginizin adı Kültür ve Sanatta Tavır, fakat dikkatimi çeken Türküsü DLMK'nun düzenlediği bir şey, her iki sayıdaki politik ağırlıklı yazılar (29. sayıda sayfa şenliğe katıldı. DEP'in Bahçelievler 2,3,4,17,18,19). Makalenin bir sanat olduğunu kabul ediyorum. İlçe binasında yapılan, yaklaşık 80 Fakat derginin çoğunluğunu makale ile şiir teşkil ediyor. kişinin izlediği şenlikte ayrıca -Türk edebiyatının en ünlü türü,"mizah" tır. Türk mizah anlayışı DLMK'lı öğrencilerin sunduğu şiir dünyanın bir çok ülkesinde devrimcilerin yaydıkları, yorumladıkları dinletisi ve demokratik lise bir sanat türüdür... Bu tür nerede? mücadelesini anlatan dia gösterisi -Bu kadar şiire yer verilirken, hikaye nerede? Nitekim bugün yapıldı. hikayede büyük bir gelişme yaşanıyor. 12 Şubat'ta Özgürlük Türküsü -Son olarak resim sanatı ve bu konudaki eleştirilere de pek İkitelli Ekin Sanat Derneği'nin rastlayamadım. dayanışma gecesine katıldı. 700 Bunları yazarken amacım derginizin daha büyük bir kitleyle kişinin izlediği gecede sanatçı iletişim sağlaması ve amacına ulaşmasıdır. aydınlar üzerindeki baskıları ele alan bir tiyatro oyunu sergileyen Genç Ekin Sanat Merkezi Tiyatro Grubu 'nun yanında Derneğin halkoyunları ekibi ve şiir grubu da yer aldı. 22 Şubat'ta Özgürlük Türküsü "Yurtsuzlara yurt, evsizlere çatı", açlara ekmek olsun diye türküleri, şiirleri, memurların hak alma mücadelesinin yanındaydı. oyunlarıyla ateş hattındaydılar. Hak almak için mücadele eden halkın Kadıköy Belediyesi önünde umut, yanındaydılar. Onun için gözaltına alındılar, tutklandılar, mahkum edildiler. sevda ve direniş türkülerinden oluşan konserin Haklıyız Onlar şimdi tutsaktır. Ama duvarlar, parmaklıklar, tel örgüler onların direnme Kazanacağız marşıyla sona ermesinden sonra yürüyüşe azmini kıramıyor. Halkın dostlarını sonata yönelik baskıları, protesto etmek geçildi. için halkın saflarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendirmek için 25 Şubat'ta Abdi İpekçi Spor Salonu'nda düzenlenen Divriği devrimci sanatçılarla mektuplaşmaya, onları mahpushanede ziyaret etmeye Kültür Derneği Halk Gecesi'ne çağırıyoruz. Özgürlük Türküsü, Fevzi Kurtuluş, Gül Sorgun, Koma Denge Azadi, ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ Aşık Mahsuni ve Arif Sağ EKİN SANAT MERKEZİ katıldılar. Dağlara Gel adlı parçayı

ÇAĞRI

MHP'nin kullanmasını protestu eden bir konuşma yapan Orhan Aydın ve Nur Sürer daha sonra bu türküyü Özgürlük Türküsü ile birlikte söylediler. GRUP EKİN KONSERLERİ: Grup Ekin 19 Aralık 1993 tarihinde Artvin'in Ardanuç ilçesinde düzenlenen "Dostluk Şenliğine" katıldı. Şenliği 200 kişi izledi. Şenliği izleyen Özgür Karadeniz gazetesi muhabiri keyfi

ve Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi

Grup Yorum Üyesi

Grup Ekin Üyesi

Kemal Sahir Gürel

İhsan Cibelik

Keşan Kapalı Cezaevi 4. Koğuş Keşan/Edirne

Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4. Koğuş Ulucanlar/Ankara T A V I R

4 7


HABER

YORUM

NOKTA HABER

FOSEM'İN "GÖÇ YOLLARI" BELGESELİ ANKARA FİLM FESTİVALİ'NDE GÖSTERİLDİ 25 Şubat-6 Mart 1994 tarih­ leri arasında gerçekleşen 6. Ankara Uluslararası Film Festi­ valinin "Dünya Kısa Filminden Örnekler" bölümünde FOSEM (Fotoğraf ve Sinema Emekçile­ r i n i n Göç Yolları adlı belge­ seli de yer aldı. 2 Mart 1994 Çarşamba gü-

bir şekilde gözaltına alındı, 25 Aralık'ta İHD'nin Kırşehir'de düzenlediği geceye Grup Ekin, Ozan Çağdaş, Ozan Abbas, Ali Akb ulut, Dağarcık Tiyatro ve Halkoyunları Grubu ve Grup Dost Ezgi katıldılar. Konser sonrası Grup Dost Ezgi'nin bir elemanı asker kaçağı olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Uşak'ta 22 Aralık'ta düzenlenen "Gün Bizim" isimli şenliğe Grup Ekin katıldı. Uşak Belediye Düğün Salonu 'nda gerçekleşen şenliği 600 kişi izledi

nü Alman Kültür Merkezi salo­ nunda gösterilen belgesel; 1991 yılındaki Emperyalist Sa­ vaş döneminde Güney Kürdistan'dan göç eden yoksul Kürt Halkı'nın karşılaştığı baskıları ve acılarını yanısıtıyor. Belgeselin süresi 20 dakika ve müzikleri Grup Yorum'a ait.

DÜZELTME

CHE BELGESELİ: Ortaköy Kültür Merkezi'nde 8 Ocak 1994 Cumartesi günü Küba Devrimi'nin 35. yılı nedeniyle bir etkinlik düzenlendi. Che Guevara'nın hayatını konu alan belgesel bir film, Küba Konsolosluğu'nun da katkılarıyla gösterildi. Etkinlikten elde edilen gelir, Küba halkıyla dayanışma amacıyla, elçilik kanalıyla Küba'ya gönderildi.

30. sayımızda yayınlanan, İbrahim Karaca'nın "... çün­ kü zalimin tarihi yoktur" başlıklı yazısında dizgi hata­ ları yer almaktadır. Yazının ilk paragrafındaki "...silaha sarılan onbeşlik delikanlılar, ..." cümlesinde "delikanlılar" sözcüğü, "de­ likanlıları"; İkinci paragrafın son iki cümlesi "herhangi bir ülkenin ulusal-sınıfsal kurtuluş mücadelesiyle yaratılan tarihi, insanlık tarihinin o coğrafyadaki bir uzantısıdır."; Yazının 3- paragrafının 8. satırındaki "tutsak olmayı" sözü, "tutsak almayı"; 7. paragraftaki "...Filistin ve devriminin kabına sığmaz Leyla Halit?" cümlesi, "...Filistin ve devriminin kabına sığmaz kızı Leyla Halit?"; 8. paragraftaki "karşılıklı bağımsızlık" sözü "karşılıklı bağımlılık"; 9. paragraftaki "Savaşmama hali" sözü (Savaşmama hali); ve yazının son bölüntünde yer alan şiirin 5. dizesi de "gelecek kuşaklara" şeklinde olması gerekiyordu. Yine aynı sayımızda 36-37. sayfalarda yayınladığımız İbrahim Karaca'mn "Sen O Resmi Yapacaktın Abidin" başlıklı şiirinde "Doşo" kelimesi, "Daşo" olarak yeralmıştır. Düzeltir, özür dileriz. küttür ve sanatta TAVIR aylık sanat dergisi

ortaköy küttür ve sanat bilimsel araştırma

yazı işleri

yay.

elif sumru gürel

org. film tic. san. Itd. şubaîtmart '94 sayı 31

I

adına sahibi: elif sumru gürel

yazışma adresi

ankara

malatya

adana

inönü cad. leblebici ap. 36/6 malatya

inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:505 adana tel: 322)3521744

müdürü ortaköy küttür merkezi dereboyu cad. no:110/55 ortaköy/istanbul tel: (212) 258 69 87 fax:(212)2586987

cihan sokak İnönü cad. 21/10 temiz ap. sıhhiye/ankara kat: 6 no: 5 tel: 23133 07 (Büromuz şu diyarbakır

an mühürlüdür.)

48 T A V I R

diyarbakır

MADENCİ VE ZONGULDAK GREVİ FOTOĞRAF SERGİSİ: "Madenci ve Zonguldak Grevi" Fotoğraf Sergisi ve Saydam Gösterisi, 22 Ocak-5 Şubat 1994 tarihleri arasında Söke Belediyesi, Söke Kültür ve Sanatevi'nde sunuldu. Sergiye katılan sanatçılar; Faruk Akbaş, İbrahim Akyürek, Celal Deniz, Şirin Küçüktabak, Hatice Tuncer, Birol Üzmez, Sevil Üzrek, İFSAK ve ZFG (İstanbul Fotoğraf veSinema Amatörleri Derneği-Zonguldak Fotoğraf Grubu .)

abone koşulları <6 aylık) . yurtiçi 90,000-TL (1 yıllık) yurtiçi 180.000-TL yurtdışı 45.-DM elif sumru gürel akbank ortaköy- ist. şb. hesap no:8583

almanyaiçln hesap no: * yapı kredi bankası 3004646-6

ofset hazırlık .tavır yayınları baskı: yalçın ofset i




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.