1994 32 kasim

Page 1



Kasım '94'te 1

MERHABA

Merhaba

2

Bağcılar'da Bizimleydin/ Tavır

4

Faşizm Koşullarında Sanatsal Faaliyetler

6

Kayıp/ Tolga Karadeniz

11

Şiirsiz Yola Çıkılmaz/ İbrahim Karaca

14

Bir Çocuğun Umuduna Baskın/ Zafer Doruk

16

Ya Özgür Vatan Ya Ölüm!

17

Devrimci Sokak Tiyatrosu Deneyimleri/ Ayşe Gülen Halk Sahnesi

24

Merhaba Sevgili Nil/ Hazal Tunç

27 Filistin Sanatı

30

Öç/ Zeki Oğuz

32

Alacağın Olsun Eyfel Kulesi/ Onur Akman

34

Altın Yapraklı Sabır (Oyun)/ Merzifon Halk Sahnesi

42

Habcr-Yorum KAPAK: P.A. KRİV0N0G0V "BRESİSKAYA KULESİ

Uzun bir aradan sonra yine birlikteyiz. Bu zaman dilimini sayfalarımıza sığdırmak mümkün değil elbette. Eksiklerimize karşın eşit ve özgür bir dünya için savaşanların sesini taşımak için yine sizinleyiz. Sözcüklerimizi ateşlerden çekiyoruz...ve bizi en güzel günlere yakınlaştıran direnişlerden filizleniyor sanatımız. Halk Kurtuluş Savaşçılarının uzlaşmaz, kararlı direnişleri dizelerimize, ezgilerimize can katıyor. Onların canlarıdır anlatmaya doyamadığımız bayrağımızı şekillendiren. "Bir dirence yazılıyor adlan". Bağcılar'dan Dersim'e, Beşiktaş'tan Sultançiftliği'ne, Mersin'e ve ülkenin dörtbiryanına uzanan, kucaklayan bir sarmaşıkta açıyor direnç çiçekleri. "Her mevzi bir vatan toprağıdır" deniyor. Kurtuluş için, özgürlük için, kan ve zulüm altında bıktırılmış olan vatan toprağında sevinçler yeşersin diyedir bu mücadele. Sevinçle, itinayla salınıyor emekçilerin orak-çekiçli kızıl bayrağı mevzilerden ve onurla dalgalanıyor gökyüzünde. Ön kapakta resmedilen onurlu direniş, arka kapakta bize zafere bir adım kala yaşanacakların müjdesini veriyor. Bağcılar direnişçileri müjde verdi bize; "Onsekiz yılın birikimi bir volkan...patladı patlayacak." Ve Ankara'dan sarsıldı bozguncuların, insan kasaplarının sarayları. Ayağa kalkıyor acılı topraklar, Türkiye ve Ortadoğu halklarının iktidarı adına. Zorlu günlerin, yılların arasından sıyrılıp geliyor Parti-Cephe. Halkların kurtuluşu için verilen mücadele tüm duyguları olanca yoğunluğuyla yaşatıyor bize. Acı ve sevinç, hüzün ve zafer; içiçe. Acının içinden sevinç, hüznün içinden zafer doğacak, biliyoruz. Halkların önderinin, öğretmenimizin emperyalizmin elinde tutsak olması, düşen yiğitlerimiz; dışarı vurmaktan hiç çekinmediğimiz acımızı ve hüznümüzü yansıtırken onların ellerinden, emeklerinden doğan partiyi kucaklamanın coşkusunu, sevincini yaşıyoruz. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı öfkemiz bir kez daha bileniyor. Onur Akman öyküsünde "Alacağın Olsun Eyfel Kulesi" diyor. Bir sitem değil bu. Sevdamız dağları delmiş, öfkemizse çeliğini eritecek Eyfel'in... Eyfeller'in. Bir sınavdır yaşadığımız; sahiplenmenin, bağlılığın, öfkemizin ve geleceğe duyduğumuz güvenin. Devrime ve sosyalizme yani özgürlüğe olan inancımız her adımımızda bir kez daha sınanıyor. Her katliam, her infaz, her kayıp, yakılan köyler, bombalanan dağlar, işsiz ve aç insanlara her gün yenilerinin eklenmesi; özgürlüğe olan açlığımızı artırır ancak. Bu açlığın, bu inancın sorumluluğunu yerine getiren insan, bu manca sahip sanatçı; halkın insanıdır, halkın sanatçısı, aydınıdır. Halklara sırt çevirenlerin sanatsal üretimlerinde varacağı noktayı şair İbrahim Karaca "Şiirsiz Yola Çıkılmaz" başlıklı yazısında dile getiriyor. Tavır yaşanası bir dünya kurabilme özlemiyle mücadele eden ve emekçilerin safında yer alanların gücüyle çıkan bir dergidir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Yayın düzenindeki aksamalar bir çok engele rağmen gene sizlerin desteğiyle giderilecektir. Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratma mücadelesindeki işlevimiz, hepimizin katkılarıyla yerine gelecektir. Ürünlerinizi bekliyoruz.

SAVUNMASI"

Dostlukla!.. T A V I R

1



Bu gece hepsi yanıbaşımızda.. Bedreddinler, Pir Sultanlar, Baba İshaklar, Dadaloğlular, sonra Mustafa Suphiler... ve Mahir, Hüseyin, Ulaş... Niyazi, Sabo, Sinan... Ve sen... Bir de sen varsın yanımızda... öncümüz, önderimiz... Bilincimizde, inancımızda, kararlılığımızda, haykırışımızdasın. Onaltı yıllık tarihimizin her anında olduğu gibi, bugün halklarımıza sunduğumuz bu güzelliğin içinde de sen varsın. Nasıl ki 17 Nisan'da, Adana'da, Ankara'da, Bahçelievler'de, Malatya'da, Dersim'de, Sivas'ta, Ordu'da, Toroslar'da... her direniş destanının yaratılışında sen vardın, şimdi burada da bizimlesin. Bir kez daha onurla dalgalandırdığımız bayrağımızı seninle oluşturduk, duvara kanımızla yazdığımız halklarımızın umudunu, umudumuzun adını, şiirini seninle çıkardık mücadele tarihine... öngörünle, yol göstericiliğinle. Ve sesimiz, sloganlarımız, marşlarımız, zılgıtlarımız seninle anlamlı, seninle güçlü. "BİZ" de sen varsın, sen "BİZ" sin, sen halksın. Yalanı, iftirayı, alçaklık tohumlarını saçıyor kontrgerillanın ajansları... Sömürgenlerin dalkavukları, soytarıları. "Uyanın artık" diyorlar, kandırıldığımızı söylüyorlar. Uyarıyorlar bizi, bırakalım istiyorlar bu "macerayı". Peki beyler, efendiler, patronlar, tefeciler, tüccarlar, bırakalım bu işi. Size bırakalım bu dünyayı. Dokunmayalım korsan geminize. Talan edin, çalın, çırpın, sömürün. Korkmadan sömürün. Şişkin ceplerinizi... Korkmadan. Rahatça uyuyun, kapatın iki gözünüzü birden... Korkmadan. Cesetlerinizin ortasında kocaman bir delik olmadan, rahatça ölün. Yüzünüzde dehşet olmasın, tebessümle ölün. Açlar daha aç olsun, işsizler sesini çıkarmasın, kimse soru sormasın ve boyun eğsin saltanatınıza... Öyle mi? Korkudan saldırıyorlar. Korku kabus yaratır. Kabuslar içinde yaşıyorlar ve bitsin istiyorlar bu karabasan. İşte bu yüzden sana saldırıyorlar. Tarihimiz boyunca da karalamaya çalıştılar seni, daha da karalayacaklar. Çünkü umudumuzun, halkların umudu olduğunu görüyorlar. Geleceğin onun maharetli ellerinde şekilleneceğinin farkındalar. Bu yüzden çırpınıyorlar. Hayır! Çırpınmaları kar etmeyecek, kabusları bitmeyecek... "Asıl siz bizim adaletimize teslim olun!" Halk toplanmış, meraklı gözlerle izliyor. Şaşırıyorlar direncimize, inancımıza. İçlerinden biri "tarihi gün denilen bu olsa gerek" diyor. Bir başkası "Ben böyle direniş görmedim" diyor yanındakine. "Polisler cephane taşımaktan yoruldu, bunlar direnmekten, slogan atmaktan yorulmadılar" diyor bir diğeri. Faşist bir güruh ise alkış tutuyor cellat abilerine. Biz ise "Yaşasın" diyoruz halkımıza, "Yaşasın Mücadelemiz", "Yaşasın Önderimiz". Önderimiz... Seninleyiz, bizimlesin, son anımızda dahi. Sırtladık bu günü seninle, seninle varacağız yarma. Yorulmuyoruz, yorulmayacağız da. Sesimiz geleceği müjdeleyen bir haber. Zılgıtımız ise umudumuzun ezgisi... Bir çağrı; kavgayı ve zaferi anlatan. Haydi o zaman bir kez daha; titremeden, sakınmadan ve en berrak, en güçlü sesimizle... Seninle.

Tililililililililiilliliiiiiii...

T A V I R 3


FAŞİZM KOŞULLARINDA SANATSAL FAALİYETLER Elif Sumru GÜREL

gemen sınıflar ül­ kenin içinde bu­ lunduğu yapısal krizin giderek de­ rinleşmesi karşı­ sında toplumsal muhalefeti önleye­ bilmek için çare­ sizce düzene muhalif olan her düşünceye ve eyleme saldırı­ yor. Kendi yasalarını ve imzala­ dığı uluslararası anlaşmaları (AGİK Sözleşmesi, İnsan Hak­ ları Bildirgesi, Helsinki Sözleş­ mesi v.b.) hiçe sayarak açıkça terör uyguluyor. Emekçi sınıfla­ ra ve onların örgütlü mücadele­ sine yönelik bu saldırıların he­ deflerinden biri de devrimci kültür-sanat cephesidir.

E

Halkların yüreği ve sesi ol­ ma misyonuyla yaşama müda­ hale eden devrimci sanatçılar emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele ettikleri için çe­ şitli baskı ve yasaklarla karşıla­ şıyorlar. Artık daha sık ve ağır bedeller ödüyorlar. Hemen her sayısı toplatılan sosyalist dergi ve gazeteler, milyonları aşan para, kapatma ve ağır hapis ce­ zalarıyla susturulmaya çalışılı­ yor. Oyunlar koğuşturmaya uğ­ ruyor, konserler yasaklanıyor, kasetler kurşunlanıyor, kültür merkezleri mühürlenip aydınlar ve sanatçılar düzmece iddialar­ la gözaltına, işkence altına alı­ nıp cezaevlerine dolduruluyor ya da kaybediliyor, katlediliyor. Bu gerçekler gösteriyor ki devrimci kültür ve sanat faali­ yetlerinin tümden engellendiği yeni bir sürece giriyoruz. Halk­ tan yana sanat faaliyetleri akla gelebilecek her türlü baskıyla karşılaşacaktır. Ancak faşizmin dizginsiz zulmü emekçi halkı sanatsal faaliyetlerden kopara­ rak önemli bir besinden yoksun bırakıp durgunlaştırmayı başa­ rabilecek mi? Yaratıcı yetenek körleşecek, devrimci sanatçılar yaşamdan savrulup etkisizleşe­ cek mi? Devrimci sanatçıların halkla olan tek bağı yasaların izin ver­ diği oranda gerçekleşen kon­ serler, yine onların "çıkabilir" dediği an yayınlanacak dergiler değildir elbette. İzin verme ya da yasaklama kıskacının dışın­ da da konser verilebilir, oyunlar

4

T A V I R

sergilenir, sinema ve yayın fa­ aliyeti bütün engelleri aşarak sürdürülebilir. Savaşın sanatı savaş koşullarına göre yeni yöntemler geliştirerek üretim ve kitlelere ulaşma imkanına sahip olabilir. Moral değerlerin sava­ şa katkısının bilincinde olan devrimci sanatçılar, en uygun ve en işlevli yolları bularak fa­ aliyetlerini kesintiye uğratmaya­ caktır. Kültür emekçileri yasakla­ malar karşısında düzenin belir­ lediği platformda düşünmemek, bağımsız politikalar geliştirmek, fakat düşmanın attığı adımları iyi izleyip yeni yöntemler bul­ mak zorundadır. Yani gündemi belirleyen; koyduğu baskı yasa­ larıyla sanatı susturmaya çalı­ şan oligarşi değil, bizler olmalı­ yız. Egemen sınıflar bütün ola­ nakları; silahlı ve silahsız güçle­ ri; bankaları, kasaları, karakol­ ları, kışlaları, mahkemeleri, meclisleri ve hapishaneleriyle bu savaşın içindeyse, bizler de emekçi sınıfların olanaklarını; yaratıcı yeteneğini ve enerjisini seferber ederek dimdik ayakta durmayı başarmalıyız. Devrimciler faaliyetlerini hiçbir zaman halk düşmanları­ nın uyguladığı yasalarla sınırla­ mazlar. Kültür merkezlerinin defalarca basılıp, talan edilerek mühürlenmesine rağmen, Kül­ tür Bakanlığı'nın kapısına kendi mühürlerini vurmaktan çekin­ mediler, keyfi tutuklamalara, yağdırılan cezalara karşı "biz sadece halka hesap veririz" di­ yerek teslim olmayı reddettiler. Ama asıl önemlisi hiçbir koşul­ da sanatsal üretimi ve faaliyeti sürdürmekten vazgeçmezler. Evet, faşizmin valileri ve po­ lis gücü, konser salonlarını bize kapatabilir, hatta kültür merke­ zimiz de elimizden alınabilir. İş­ te o zaman her emekçi evini, emekçilerin olduğu her kurumu birer kültür merkezi haline geti­ rebilmeliyiz. Her akşam bir baş­ ka evde, gecekondularda, fabri­ kalarda, okullarda, ulaşım araç­ larında oyunlarımızı oynayabi-


lir, türkülerimizi söyleyebilmeliyiz. Ancak bu koşullarda yürü­ teceğimiz faaliyeti, amatörlük­ ten kurtarıp uzmanlaşmalıyız. İzin alınmaksızın gerçekleş­ tirilen bir konserde, hangi so­ runların üstesinden gelmek zo­ runda kalırız? Kitlelere duyur­ ma, ses düzeni hazırlama, gü­ venlik önlemleri alma ve daha bir çok teknik meseleyi çözebi­ lecek düzeyde yetkinleşmeliyiz. Kendinden sonra gelenler için engelleri ortadan kaldıran bir kar makinası işlevi gören Grup Yorum'un deneyimleri bu süreç için yol göserici olacaktır. Grup Yorum bunca yasağa karşın, ortbinlerce dinleyiciye seslen­ meyi başarmıştır. Bir gün bir kamyonetin kasasında, başka bir gün bir fabrikada grevdeki işçilerin arasında söylediler di­ reniş türkülerini. Mersin tutuklu­ luğu döneminde ise "yeni Grup Yorum" omuzladı bu bayrağı ve türküler susmadı, halaylar sür­ dü. Elbette bu örnekler kültür ve sanat alanını da savaşın bir cephesi olarak gören ve saldı­ ran faşizm karşısında yeterli ol­ mayacaktır, "her koşulda kültürsanat cephesinin mücadelesi içinde yer alacağız" diyorsak, kadrolar, yöntemler, araçlar konusunda bugünden somut adımlar atabilmeliyiz. Para ve hapis cezaları, bü­ rokrasi ve yaşamı düzenin sı-

Grup Yorum Küçükarmutlu gecekondu bölgesinde nırları içerisinde etkisizleştiren günlük koşuşturmanın girdabı aşılmaya çalışılırken, devrimci sanatçılar daha geniş bir ufka sahip olmak; bu doğrultuda po­ litikalar üretip yeni yöntem ve biçimler yaratabilmelidirler. Ön­ celikle kalıplarla düşünen, her şeyi mevcut yasaların sınırla­ rıyla çözmeye çalışan kafa ya­ pısı kırılmalıdır. Demokratik platform ve le­ gal faaliyet doğru kavranmalıdır. Çünkü düşmanın tüm saldı­ rılarını göğüsleyip, demokratik mevzileri sonuna kadar savun­ mak, yasal hakları kullanmak gerekir. Ancak her türlü engelle karşı karşıya gelecek olan kültür-sanat faaliyetlerinin yarı ya­ sal ve yasa dışı biçimleri de dü­ şünülmelidir. Bu noktada, kül-

tür-sanat faaliyetlerinin devrim­ ci mücadeledeki Önemi ve etkisi bir kez daha hatırlanmalıdır. Fransız sömürgeciliğine karşı sürdürülen Vietnam Ulusal Kur­ tuluş Savaşı sırasında köy köy dolaşarak halk ayaklanmasını ateşleyen ve dalga dalga yayıl­ masında rol oynayan devrimci tiyatro topluluğu çarpıcı bir ör­ nektir. Dünya devrimlerinin zengin örnekleri, de gösteriyor ki, yaratıcı olunursa başarılı ol­ mak zor değildir. Siyasi iktidar bu savaşta elinde tuttuğu medyanın ola­ naklarını kullanarak kitlelere ulaşıyor. Bu etki gücünü kırabil­ mek için en geniş kitleye ulaşı­ labilecek araçları bulmalı ve kullanmalıyız. Duyarlı-devrimci-demokrat tüm aydın ve sanatçılar sözünü ettiğimiz sorunlarla karşı karşı­ yadır. Dolayısıyla çözüm nokta­ sında herkese sorumluluk dü­ şüyor. Örnekler çoğaltılabilir ancak önemli olan bu sorunları tespit etmek değil, somut adım­ lar atmaktır. Yasallık bittiği an devrimci kültür-sanat faaliyetle­ rinin aksamadan devam etmesi için, şimdiden hazırlanmalı, ge­ rekli olanaklar yaratılmalıdır. Atılacak adımlar bu faaliyetlerin kendini somutlamasını, ses ge­ tirmesini ve her süreçte savaşın gereklerini yerine getirmesini sağlayacaktır.

Ayşe Gülen Halk Sahnesi bir sokak oyununda

T A V I R

5


KAYIP Tolga KARADENİZ

Heykel: Fevzi Bilge rken gelen kışın ol­ gunlaşmamış ayazın­ da, hızla geçiyorum gecekondu sokakla­ rından; çoğu kez dar, kenarlarda solmuş sardunya tenekeleri. Pencerelerdeki zayıf ve güvensiz yüzlere hep yaban­ cıyım, kapalı hep solmuş per­ deler. Tüten bacadan ciğerime dek inen kömürün acı kokusu ise yabancılığı sıcak özlemiyle kıskanılır hale getirmekte. Ayaz, birkaç günden kalan

E 6

T A V I R

buzları canlandırmış yeniden, çamuru yatıştırarak. Sekiz daki­ ka sürüyor yürüyüşüm, göz ka­ palı geçebileceğim bu aralıklar işyerime götürüyor beni. Metro­ polün kıyısına ilişmiş bu kondu semtin ortasındaki sağlık oca­ ğıma ulaştığımda, tanıdık ve savrukça hareketli sıcaklığıma ben de kavuşuyorum sonunda. Ellerim çözülmeden kapıyı ça­ lana sertçe "Gel!" diye sesleni­ yorum. Çocuk ürkekliği ile orta yaşlı bir kadın açıyor kapıyı, ya­ nında umursamaz bir oğlan.


Sabahın kızgınlığında "Ne var?" diye soruyorum, daha da sert. Sessizliği dengelemek is­ tercesine yanıtlıyor. "Muayene olmaya geldik de". Ne söylersem kabullenme­ ye ve yapmaya hazır ifadesinin rahatlığında saati gösteriyorum: "Daha mesai bile başlamadı hanım, muayene saat onda başlıyor. Bekleyeceksin." Emrimi çaresiz saygıyla ka­ bul ediyor. Dar koridordaki sıra­ ya ilişiyor, oğlan da yanına. Ar­ kalarındaki duvarda sağlık ista­ tistikleri ve iyi beslenmeye iliş­ kin tablolar. İlgilenmiyor. Kapıyı ise açık bıraktı, sıcak odamın ısısını koridora taşırmak ister­ cesine. Yavaşça kapıyorum, belki de duymuyor. Geçen zamanla birlikte so­ ğuk koridordan odama sarkan yoksul sesler, önümde açık du­ ran gazetemdeki yüzyıllar ön­ cesinden kopmuş haberleri ta­ mamlıyor. Az sonra sıcak ça­ yım, ardından çalışma arkadaş­ larım gelecek. Çaydaki buruk­ luk diğerlerinin gündelik sorun­ ları ile tadını yitirecek, dışarısı unutulacak ve oda kaba bir gü­ rültü ile dolacak. Ekonomideki çöküşün anlamsızlığı tartışıla­ cak ya da dağda ve dost oda­ cıklarında "ölü ele geçirilen te­ röristlerden" bahsedilecek, ak­ şam yemeklerinden ve yeni it­ hal edilen markalardan. Bu ara­ da gazete okumam sonlanacak. "Doktor bey, hastalar ve defter hazır, fişler de kesildi." Hergeçen gün daha fazla sö­ mürüldüğünü bilinç düzeyinde duyumsayamayan hemşiremin sesi bu. Saat on ve muayene saatini anımsatıyor bana. Ar­ dından cin gibi bir bebe bakıyor içeriye, çok bilen ve acıya alı­ şacak gözleriyle, annesinin ku­ cağından. Genç anne yıllardır yabancısı olmadığım bir tedir­ ginlikle, "ne var" demeden kapı­ dan içeriye sıyrılıp derdini söy­ lüyor: "Param yok doktor bey, bakar mısınız?"

Evet anlamında başımı sal­ lıyorum. Sırasını bekleyecek. Mutlu mu? İlaçsız yalnızca mu­ ayene olmayla yetinecek. Yan odaya geçtiğimde, çok­ tan unuttuğum sabahki kadını görüyorum. Çocuk ise sobanın yanında yerini almış bile. "Oturabilir miyim?" diye so­ ruyor. Yanıtımla beraber sandal­ yeye ilişiyor. Anlık suskunluğu­ muz, "ne şikayetin var?" sorum­ la bozuluyor. Sağ kolunu göstererek "ko­ lum uyuştu... tutmuyor..." Bir ta­ raftan da söylediklerini desteklercesine yavaş yavaş kolunu ovuşturuyor. Birlikte hastalığı­ nın öyküsünü araştırırken, ani­ den, daha fazla uzatmanın ge­ reksizliğini de vurgulamak ister­ cesine "Kızım kayboldu", diye­ rek sesizce gözlerini boşaltıyor. Ara veriyor ve ekliyor: "Ondan sonra başladı." "Nasıl?" diye soruyorum. Nasıl sorulacağını bitmiyorum. "Geçen Temmuz'da" diyor -dört ay geçmiş aradan- ve ekli­ yor "Sınav sonuçlarına bakmak için okuluna gitti, bir daha geri dönmedi." "Hiç aramadı mı?" ikinci bir soruyla devam ediyorum, "siz ne yaptınız?" "Okuluna sorduk, üç arka­ daşı ile beraber gitmiş" Gözleri yaşarmıyor artık. Yeniden sor­ maya hazırlanırken anlamadı­ ğımı sabırsız ve azarlar ses to­ nu ile yüzüme vuruyor. Çelişik bir gururla ekliyor: "Dağa çık­ mışlar... gerilla" Yalnızca aranamamaktan doğan üzüntü, annelik kavramı içinde doğal karşılıyorum. Ve biraz da konuşma istemi belki de, sır tutmakla yükümlü bir ya­ bancıyla. "Bilmiyorum son zamanlar­ da çok düşünür olmuştu... çok okurdu da üstelik... bir gün arar biliyorum ama yine de analık iş­ te... kararsız kaldık... polise gi­ delim dedik önce, ne gereği var ki... düşündük "olmaz" dedik... "kayıp" dedimse de kendi isteği

ile gitti, bu söz de yerleşti dilimi­ ze doğru veya yanlış, o televiz­ yonlardaki kayıplarla bir değil tabi ama kim bilir belki onlar da hani o hiç bulunamayanlar da... çaresiz bekleyeceğiz..." "Çaresiz"i de "kayıp" gibi kullandığı artık iyice belli olu­ yordu. Yalnızca "analık"tı onu karşıma getiren, kolundaki uyuşma... konuşma istemi değil yalnızca, beraberinde bir acıyı ve bir onuru paylaşma kayıp dünyamızda. Neler anlattı? Yalnızca ula­ şılması zor uzaklıkların açtığı derin bir yaradan başka bir ya­ bancıda... Ayrılırken merak et­ memesini söyledim. "Önemli' değil, kolunun uyuşması çok yakında geçecektir, eminim" "Yorucu bir gün" diye dö­ şündü, sonra da sadece düşün­ mekle kalmamış olmak için yal­ nızca kendisinin duyabileceği bir sesle söyledi aynı şeyi. Ko­ lay değildi, bir günü onlarca hastanın yoksul dertlerini dinle­ yerek geçirmek. İş bu kadarla da bitmiyordu üstelik, asıl yoru­ cu olan onu hiyerarşide buraya dek yükselten -uygun şartlarda daha da yükseltecek- düzene hizmetti kuşkusuz. Gözünde bu kurumlaşmayı simgeleyen, git­ gide değerli olduğuna karar verdiği ve hergeçen gün daha çok benzediği hocalarına hiz­ met etmek! Yalnızca düşünür­ dü bu "düzen" kelimesini. Onu, bedensel yorgunluğunun çok ötesinde, getiremezdi dile, ken­ disinin duyabileceği sözcüklerle bile olsa. Mal varlığını ve kari­ yerini koruma tutkusuydu ka­ lan, sınıf atlama başarılarının tatmini sınırsızdı. Böyle olunca da, her geçen gün önünde yeni hedefler beliriyordu. Unutuyor­ du ve bu unutkanlık içinde her günün sonunda evinin kapısını açarken sahip oldukları ile gu­ rur duyuyordu. "Hoşgeldin" dedi eşi. Geç kaldığı için sarfedilmiş bir söz­ cüktü, duygusuz. Kimbilir, dün­ yanın diğer köşelerinde nasıl dillerde hangi duygularla söyle-

T A V I R

7


nirdi? Sormazdı, sormayı unut­ muştu. "Klinikte iş uzadı... Bakanın bir hastası..." Daha fazla konuşmasına gerek yoktu, aynı kaygılara sa­ hip olan eşi anlayışla karşılaya­ bilirdi bu durumu. "Haa... unutmadan"diye de­ vam etti sahte bir telaşla, her akşam yinelenen oyunların us­ ta bir oyuncusu olarak, en son teknolojiyle üretilmiş televizyon­ larına ayarlı yemek masasına yönelirken. "Yarın akşam ye­ meğe gitmemiz gerekiyor." "Kimlerle" diye sormadı ka­ rısı, biliyordu. "Kadro için söz verdi mi?" "Verdi sayılır". Kuşkuyla ek­ lemekten de geri kalmadı. "Yine de belli olmaz... Hergün denge­ ler değişiyor." "Denge" en sevdiği ve doğal olarak en çok kullandığı sözcük olmuştu son günlerde. Çalışma ortamındaki çıkar ilişkilerini, .bu­ na bağlı olarak da sürekli deği­ şen gruplaşmaları anlatacak başka tanımlama bulamamıştı. Farkına varmadan yaşadıkları­ na, yaptıklarına ve alışkanlıkla­ rına saygın bir konum kazandı­ rıyordu bu sözcükle: "Denge" Artan sessizlikleri içinde ye­ meğe başladıklarında ikisinin de kafasını yarınki yemek meş­ gul ediyordu. Kaçıncıydı bu? Sıkıntıyla gazetesine uzandı. Sıkıntıların yakında aşılacağın­ dan söz ediyordu başbakan. Birşeyler de "ya bitecek ya bite­ cekti. Rengahenk zenginlikler­ le süslü gazetesine hızla gözatıyordu. Patronlar yine birşeyleri destekliyordu, yine hükümetin mücadelesine destek vermiş­ lerdi, işten atılan binlerce işçi yürümüş, polisle çatışmışlardı. Güvencesi olmadığı için mil­ yonlarca liralık tedavisini yap­ tıramayan ölümcül hastasını anımsayınca hızla arka sayfa­ lara geçti ve unuttu. Televizyonu açsana." Ses­ sizlikten sıkıldıkları için spontan gelen bu teklifi kabul edip, içgü­ düsel, bir devinimle kumanda

8

T A V I R

aletine yöneldi. Karanlık sokaklarda koşa­ rak, kaybolmuş insanları ara­ yan garip giyimli bir adam oda­ larında konuk oldu önce, ilgisiz seyrettiler. Ardından milyonlar­ ca liraya transfer olan bir spiker hiç kaybetmediği alaycı ifade­ siyle "haberlere kaldıkları yer­ den devam edileceğini" söyledi. "Haberleri yakaladığımız iyi oldu." "İyi oldu" diyerek destekledi eşini. İkisini de fazlasıyla ilgi­ lendiren, yatırımlarının günlük rantıydı. "Kolay değil, bunca emeğin birikimi" dedi içinden. Gazete, televizyon ve yemek üçgeninde bu akşamı da mutlu bir şekilde tamamlayabilirdi. "... Ankara Emniyet Müdürlüğü'nce yapılan bir açıklamaya göre yasadışı sol bir örgüt üye­ si-üç kişi ölü olarak.." "Ölüm haberleri başladığına göre haberlerin sonu geldi." Umarsızca söylenirken, kliniğindeki ölümleri anımsadı kısa biran. "... ilinde yapılan operas­ yonlarda..." İrkildi, peşpeşe gelen ha­ berlerden. Yıllardır didinerek binbir ödünle kurduğu dünyası­ nın, düşlediği geleceğinin, he­ deflediği zirvelerin ve kendisine ait ne varsa hepsinin yıkılabile­ ceğini düşündü. Lise yılarından beri unuttuğu "devrim" sözcü­ ğünün, bir sözcük olarak bile artık kendisinin karşısında ol­ duğunun ayrımına vardı. "Ya...?" Yemeği sesli ko­ nuşmasını engelledi. "... biri kadın olmak üzere yedi bölücü terörist ölü olarak ele geçirildi. Olağanüstü Hal Bölge Valili'ğinden yapılan açıklamaya göre... vatanın ve milletin herzamankinden daha çok birliğe ve bütünlüğe... kan­ dırılmış..." Başını kaldırıp, gittikçe uza­ yan bildirgeyi destekleyen gö­ rüntüleri izlemeye koyuldu. Kanları hala sızmakta olan genç vücutlar gözünün önün­ deydi. Parçalanmış canlar. Ya­

kın çekimde, boynundan vurul­ muş genç bir kıza takıldı gözle­ ri, dudakları nasıl da kırmızıydı hala ve gözleri açık. Birkaç gün önce izlediği bir soykırım filmin­ deki kırmızılı küçük kızı anım­ sadı... . Yutkundu önce, sonra hızla yemeğinin kalan kısmını bitirdi. Hipokrat yeminini edip, dev­ letine kayıtsız şartsız bağlılığını gösteren sözleşmeyi imzaladık­ tan sonra, sıra görev yerinin belirlenmesine gelmişti. Hiçbir sorun olmayacağına inanıyor­ du, devleti güven veriyordu ona. İşler umduğu gibi gitmedi ve ne yazık ki, daha kendi deyi­ miyle "yarışın başında" devleti­ nin yaptığı "seçimi" kaybedip yi­ ne kendi deyimi ile "sıradanlığa" mahkum edilmişti. Ona ka­ lan ise "Güneydoğu'nun bir kö­ yünde bir sağlık ocağı olmuş­ tu... Sağlık ocaklarının karakola çevrildiğini duyup umutlanmıştı ama, şanssızlığı burada da ya­ kasını bırakmamıştı. Birçok kürt arkadaşının bile, "buralara" gelmemek için "mad­ di ve manevi nüfuzlarını" kulla­ nıp, sahte kuralarla batının metropollerine ya da sahil ka­ sabalarına gitmesi, devletine karşı hafif bir kırgınlık yaratma­ mış da değildi. Ne yapacaktı? "Kürt" kelimesini bile yeni yeni söylemekten korkmaz olmuştu ki, tam bu sırada savaşın orta­ sına düşmüştü. Elbette o da di­ ğer dostları gibi, vatanın savu­ nulmasını ve bu yolda yapılan herşeyi haklı buluyordu. Yemin­ ler unutulabilirdi. Ama ona ney­ di? Ve çaresizdi. İşte bu şartlarla geldiği gö­ rev yerinde çevresinde gelişen herşeye direnerek yaşamaya devam etti. Halkın gözünde "devletin temsilcisi" olmasının yarattığı sıkıntılı mesafeden de çok fazla rahatsızlık duymuyor­ du. Ne var ki devlet de ona, halkla yakın, ilişkide olan bir memur gözüyle bakıyor, bu da onda "güvenlik" sorunu yaratı­ yordu. Hekimliğini insana ulaş­ tırma yolunda önüne çıkan en-


gelleri kolaylıkla kabulleniyor­ du. Başlıca düşüncesi, buradan "kurtulmaktı". Bu durum da onu, aradan gecen aylar sonunda mutlak bir yalnızlığa itmişti. Öy­ le ki zaman zaman devletinin kendisini burada unuttuğunu düşünür, "kaybolmuşluk" duy­ gusunu yaşardı. Hastalar çoğu kez yanların­ da çeviri yapacak birisiyle gelir, uzun uzun dertlerini anlatırlardı. Ölümcül bir sorunlarının olma­ dığını öğrenmekle yetinirlerdi. Her geçen gün ağırlığını arttı­ ran yoksulluk ilaç almalarına engeldi çoğu kez. Köydeki bir­ çok ailenin oğullarının, kızları­ nın, kocalarının "dağ"da olma­ sının bu yoksulluğu, "sıradan hastalıkları" unutturduğunu söylemişti yaşlı tercüman birkez. Anlaması çok güçtü. Sahip oldukları bir avuç yağı, unu, şe­ keri de oğullarının, kızlarının, kocalarının arkadaşlarıyla pay­ laşmasını öğrenmişlerdi, Anlayamamak, bazen ona cehaletini duyumsatıyor bile ol­ sa bunu fazla önemsemiyor an­ cak, karı hiç eksilmeyen gri dağlara bakan odasına çekildi­ ğinde uyuşuk yorgunluğu sorguluyordu kendisini. Böylesine uykuya daldığı bir gecenin sa­ bahında kapısı gürültüyle çalın­ dı. "Yüzbaşım sizi istiyor." Çatışmalara ve sonrasında ölüm raporu ve otopsilere çağırmazlardı kendisini. Bu, tek rahatlılığın da bozulmasının verdiği telaştı şaşkınlıkla "Ne ol­ du?" diyebildi. "Bizim doktorlar başka bir bölgeye gitti de, rapor yazacakmışsınız" Gün ışımasına rağmen köy sessizdi. Bir saati aşan "koru­ malı" bir jip yolculuğundan son­ ra "savaş alanına" ulaştı. Gözü­ ne ilk çarpan, film çeken asker­ lerdi. Yüzbaşının aşşağılayıcı ve emredici sesiyle irkildi. "Dok­ tor... şunlara bir bak bakalım... birşeyler yazılacak... imza..." Yavaşça az ilerdeki ölülerin

yanına gitti, yanındaki iki er ise yardımcıdan çok, kendisine du­ yulan güvensizliğin gösterge­ siydi. Ve yerde yatan yedi ölü. Parçalanmış yüzler, genç be­ denler. Yanlarına çömeldi, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hiç unutmayacağı yüzlerine bakmaya başladı, sonra kork­ madan yaralarını ellemeye baş­ ladı. Soğumuş bedenleri, eli ve kanı hala sıcaktı. Yüzbaşı kah­ kaha atarak seslendi uzaktan. "Doktor... bütün kurşunları isterim... hatıra.... anlarsın!" Okulu anımsadı. Kurşun yaralarını aradı gözleri. Kiminin ensesinde, sırtında, alnında, göğsünde, boynunda... Boy­ nunda... Gözleriyle kendisine bakıyordu kız, gözlerinin içiyle çok ötelere gülerek. Eline gitti elleri. "Yaşıyor" dedi fısırtıyla duymaktan ve duyulmasından korkarak. Ve kızın ellerinde tozla lekelenmiş kanlı bir kağıt par­ çası. "Ne oldu" diye seslendi yüzbaşı, kağıt parçasını "kana aldırmadan" cebine itekleyip ölülerin yanından hızla uzaklaş­ tı. "Yaraları saptayabilmek için elbiseleri çıkarmamız..." "Boşver boşver" dedi yüz­ başı gülerek "O işi biz yaparız. Sen "gel hele de şu kağıdı bir imzala, ne derler işte... Adet yerini bulsun" Gülmesi devam ediyordu. İsimsiz ölüm tutanaklarını sırayla imzaladı. Bu kağıt par­ çalarında sorumsuz birer im­ zaydı şimdi yemini. Aklı ise cebindeydi. Ayrılmadan önce, "terörist­ lere" son birkez baktığında, as­ ker doktorların geldiğini ve ölülerin soyulmaya başladığını gördü. Sessiz bir yolculuktan sonra köye girerken her zamankinden daha yorgun ol­ duğunu ve buradan ayrılma çabalarını hızlandırması gerek­ tiğini düşündü. Birisiyle karşılaşmayı umarak evinin kapısını açtı,

boştu. Erkenden uyumak istedi, bu gece köyden hasta gel­ meyeceğini biliyordu. Günler süren törenler olduğunu duy­ muştu ölülerin ardından. Halay çekilerek toprağa veriyorlardı ölülerini. Uyudu. Sabah, bir daha bir çatışma alanına gitmemeyi dileyerek uyandı. Ne olursa olsun bu "olup bitenlerin" dışında kal­ malıydı. Bu onun yaşamı için bir alışkanlık olmalıydı. Mesleği önemliydi. Büyük bir hekim ol­ malıydı, büyük bir kurtarıcı. Niçin olmasındı? Şimdiye kadar şansı yaver gitmemişti ama önünde yine çeşitli olasılıklar durmaktaydı. Kahvaltısını yaparken ölüm takıldı aklına. Ölenler ve kendi geleceği. İstemeden anımsadı cebine sıkıştırdığı kağıt par­ çasını, oysa dün ne kadar önemsemişti onu. Okumakla okumamak arasında direndi usu. Kanın hala sıcak olmasın­ dan korkarak açtı kağıdı: "... anneme, biliyorum!., yalan söyleyerek evden çık­ tığım için seni kırmış olmalıyım. Direneceğini biliyordum ama inan anneciğim, sen de burada olmalısın, babam da... kısa bir süre sonra... yaptıklarımızla bu yürüyüşümüzle övünç duyacaksınız... siz de oralardan katılacaksınız bizlere... birgün özgür olacağımıza inancımız... anlayacağınıza eminim ancak özgürlük mücadelesi veren in­ san..." Dışardan gelen gürültü, rad­ yosunun haberini verdiği operasyonun olmalıydı. Cama gidip, alçaktan uçan savaş araçlarını izledi. Gri dağların üstündeki gri ölüm bulutlarını gördü. Korktu. Korktu ve bulunduğu taktir­ de başının derde gireceğini düşünerek, az önce masasına bıraktığı mektubu okumadan yaktı. Unuttuğu ve düşünmediği sürece kendisini güvenlikte his­ sedecekti.

T A V I R

9


BİR DİRENCE YAZILSIN ADIN Erdoğan Ekiner Dağlardan süzülüp gelen bu ırmak gibi Yarınlara akarken insanlar kentin ortasından Ve yıldızlan ve pusulan taşırken bu uçsuz geceler Sen uzaktaydın; özgürlük türkü olmuş halay çekiyordu Ellerine bayraklar yakışacak genç, güzel umutlar vardı Bitmek bilmezken gece, sabahlar geç kaldı Şafakla kente taşan sevdalı insanlar vardı Ve göç yollarından dönüyordu kuşlar; sen yoktun... Şimdi, o mavi kentte, dört duvar arasında Akşamlar çökerken sevgilerine Günbatımlarında solmasın gülüşün Bir gülün adını taşıyorsun çünkü Cesaret türkü olsun dudaklarında Bir dirence yazılsın adın Çünkü gün gelip hesabı sorulacaktır Toprağından kopartılan her gülün, her sürgünün ve her infazın Mevsimlerin hangisinde bilemem, bir sabah çıkar gelirsin Umutların sevdalara koştuğu bir sabah Ve takılır gözlerin ansızın, bu kentin eski sokaklarma Sonra kollarım alabildiğine açıp kucaklarsın arkadaşlarım Ve geceleri yıldızlara bakarsın, ola ki bir yıldız kayar Kendini anımsa o zaman, yüdızlann içinden bir yıldız gibi Geçen günleri anımsa şimdi Kaç şafağın sıyrılıp geçtiğini tel örgülerden Örneğin beni anımsa, bir zamanlar yalnızca dostlarımın bildiği Düne, bugüne ve yarına yazdığım tutsak şiirlerimi Bir karanlıkta ışıyıp size ulaşıyorlar Beklerken gecenin derinliklerinde Güzel günlerden yana haberleri...

10

T A V I R


aşamın kıpırtılarını yoğun olarak yaşa­ yan genç bir insansın. Düşünüyorsun, kendini oluşturma­ ya, anlamaya çalışı­ yorsun. Edebiyatla okur olarak ilgilisin. Yazarları ve şairleri gözünde büyütüyorsun, yüceltiyorsun, ayrı bir yere koyuyorsun. Kitap­ larda, dergi sayfalarında, kart­ postallarda rastladığın güzel dörtlükler seni kendinden geçi­ riyor. Bu büyülü dizeleri defteri­ nin bir kenarına not etmek, bir kağıda yazıp cebinde gezdir­ mek hoşuna gidiyor. Şiir, senin duygu dünyanı okşayan güzel bir alan. Okuyup anlayamadı­ ğın şiirleri, "kültür düzeyini" yük­ selttikten sonra tekrar okumak ve "anlamak" üzere kitaplığın üst raflarından birine yerleştiri­ yorsun. Şiirdeki "imge"lerle kontak kuramadığın zaman, şa­ irin "uçukluğu" değil, kendi "toy"luğun üzerine kafa yoru­ yorsun. Diyelim ki öğrencisin. Okulda gönlünü kaptırdığın biri var, ama sen ona açılamıyor­ sun. Birden aklına, duygularına tercüman olacak bir şiir bulup onun kitabının arasına koymak geldi. Akşam eve dönerken oto­ büste okumak için bir edebiyat dergisi aldın. Derginin bir yerin­ deki şiir çözümlemesi ilgini çek­ ti. Anlamla yola çıkılamayaca­ ğını öğrenmiş oldun yazıyı oku­ yunca. Şiirin anlaşılmak için ol­ madığını da. Dergiyi kapadığın­ da, "büyüyünce" tekrar okuyup "anlamak" üzere kitaplığa kal­ dırdığın şiirler geçti gözünün önünden. Ertesi gün okula gitti­ ğinde, şiir olsa da olmasa da, yüreğinden gelen anlamlı sesi mırıldandın onun kulağına: "Kız ben seni seviyorum."

Y

Adam sanat dergisinde il­ han Berk imzasıyla yayınlanan "Poetika, 2 - Anlamla yola çıkıl­ maz" başlıklı yazıyı okuduğum­ da, kafamda böyle tek perdelik bir sahne oluşta. (Bütün suç o

İbrahim KARACA

ŞİİRSİZ YOLA ÇIKILMAZ

hınzır yazının. Amacım şaire "bulaşmak" değil. Bunu baştan söylemiş olayım.) Abuk sabuk şiirlere o kadar çok rastlıyoruz ki, insanın onla­ ra ağzının açıp da bir çift laf edesi bile gelmiyor, İlhan

çıkıp o konuda o atın o şekilde oynatılmasının atı çatlatacağını söyleyebilir. Bu da onların bile­ ceği iştir. Atı oynatan kendini iyi bir binici sanıyor olabilir. Hiç önemli değil. Ama en iyisi, şiirin at gibi oynatılmamasını söyle­ mek olsa gerek. Şimdi senin aşkın büyür, uzak, bungun Şiir, süslü sözler öğleme düşer. Karanlık, gelirim ben (Belinski'nin deyi­ Vurur surlarıma aydınlığın. Uzun. miyle "uyaklı tıngırtı­ Şimdi bir beyaza ağmak artık sen lar") yazma sanatı Ve, değildir. Şairin yaşa­ kapanık bir gülünü koymak sessizce ma ilişkin söyleye­ yanına ihtiyarımızın. Bir sıkın­ ceği ama şiirle söy­ tıya bir göğe durmak sonra gizlice leyeceği sözleri ve Eskil. düşsel bir gerçeği İlhan Berk... "Aşıkane" adlı kitaptan vardır; bu gerçeği "Ülke" şiiri. yaşamın gerçeğine bağlayabileceğini düşündüğü Berkin sözleri bu şiirleri bir an­ anda onun doğum sancıları lamda teorileştirdiği için, onun başlar. "Hayatın ve doğanın "gaz vermesiyle" kaleme alma­ benden geçen şiirlerini yazıyo­ ya çalıştığım bu yazıyı kendi rum" diyordu Gülten Akın, bir adıma bir istisna olarak değer­ söyleşisinde. Şairi bundan da­ lendiriyorum. ha iyi özetlemek mümkün mü? İsteyen istediği konuda iste­ Şiir, bir katkıdır... Her şeye. diği atı istediği gibi oynatsın. Aşka, toplumsal olanın değişik Bu, onun bileceği iştir. Birileri

T A V I R

1 1


bir boyutta algılanmasına, yani insanı ve insani olanı daha an­ lamlı kılmakta duygu yüklü bir araçtır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan temel ayrıntı, akıllı ve akılcı davranabilme yetene­ ğidir. O, belli bir gerçeği yaşar, algılar, algıladığı bu gerçekten çıkardığı dersler ışığında henüz yaşamadığı yarın için birikim oluşturur. Yaşadığı gerçek ve bu gerçeğe ilişkin oluşturduğu birikimin içeriği ne olursa olsun, 1. Düzüş kentleri diye geçer kutsal Betik'de o batmış büyük kentler. 2. Taşın düşme hızını inceliyordu ininde ve unnap ağacı dikenliydi 3. Biz yaşlı kakmacılardık, ben arap fıstığı getirdim ve oğulotu 4. Kuşdiliçayırı'na yakın bir yerdeydik ve ben belki de öldüm! dedi 5. Fuhuş Limanlıktır, dedik, Kaide'de rastlanan fuhuş 6. Şafakta oldu bunlar ve bozkır yeli getiriyordu. İlhan Berk... "Delta ve Çocuk" adlı kitaptan "Yaşlı Kakmacılar"şiiri.

her zaman kendini yansıtmaz. Sosyal bir varlık olan insan, ya­ şadığı toplumsal çevre içerisin­ de bir çok koldan etki (kuşat' ma) altındadır. Edindiği izlenim, birikim ve görüş açısı yanlızca doğrudan kendinin değil, ileri ya da geri yönleriyle insanlığın oluşturup aktardığı ideolojikkültürel mirasın bireyde cisimleşmiş biçimidir. İnsan başını kaldırıp dünyaya baktığında, bir anlamda bir kültürel-ideolojik birikim ve ilişkilerin kendini et ve kemik dışında yeniden ya­ ratmış olduğunu görür. İnsanı, bu birikim ve ilişkilerin bir topla­ mı olarak tanımlarsak yanlış yapmış olmayız sanırım. Peki bu birikim nasıl oluşmaktadır? Bu birikimin mirası önce aile, sonra okul, sosyal çevre, med­ ya ve sistem tarafından bütün yaşamın üzerine bir sos gibi gezdirilen egemen ideolojinin

12

T A V I R

kendisiyle birlikte onayladı­ ğı/onaylattığı her şeydir... Bu etki ve yönlendirmenin neleri korumak, nelerin sürekliliğini sağlamak için gerçekleştirildiği­ ni söylemeye gerek bile yoktur. Bu faaliyet, egemen ideolojiyi yeniden üreten ve onu yaşa­ mında içselleştiren insanı ya­ ratmaya yöneliktir. İşin bir yönü budur ve sistemin penceresin­ den bakıldığında son derece akıllı, anlamlıdır. İnsanı oluştu­ ran birikimin bir de karşı yönü vardır. Bizi asıl ilgilendirmesi gereken şey, insanı fiziksel var­ lığıyla birlikte beyin olarak da tutsak alan ve egemenlerin elinde onun sınıfsal-ulusal bir köleliğe girmesini sağlayan, onu değersizleştiren kültürel hegomonyanın eleştirilmesi, halk açısından açmazlarının ortaya serilmesi ve bunun kar­ şısına duygu, düşünce, estetik beğeni olarak geliştirici yeni bir birikim çıkarmaktır. Bu birikimi hangi araçlarla, nasıl ve kimler­ le çıkaracağız? Asıl sorun ve zorluk buradaki düğümdedir. Eğer böyle kültürel katkılar sunulmuyorsa, böyle kaygılar ta­ şınmıyorsa ve daha ileri gidile­ rek böyle bir çabanın gereksizli­ ğine "parmak basılıyorsa", söy­ leyecek birşey yoktur. O za­ man, bunu söylemekle insanı dengesizleştiren, kendine yabancılaştıran ve oligarşik kar­ gaşa düzeninin sürdürülmesine onay veren, düşünemeyen (sis­ temin istediği gibi düşünen) de­ folu kalabalıkları (ürünleri) bir başka boyutta yaratan mevcut kültür ortamıyla hiçbir alacak, vereceğimizin olmadığını kabul ediyoruz demektir. Bu kabulleniş, insana nereden baktığımız ve yaşamın neresinde konum­ landığımız konusunda bizi ele verir. Bütün bunlar anlaşılır şeylerdir. O nedenle, yaşamı insan için daha anlamlı kılmak üzere çıkılan yolculukta kullanı­ lacak araçlar, yaklaşımlar, kay­ gılar ve varılmak istenen sonu­ cun kendisi anlaşılır olmalıdır. Bütün bunlar, kültür ve sanat

alanına yapılacak müdahalenin ön koşuludur. "Müdahale'' söz­ cüğünün burada yersiz kullanıl­ dığını düşünenler olabilir. An­ cak, insana daha beşikten baş­ layarak önce aile, sonra okul, çevre ve siyasal ortam tarafın­ dan hergün, her dakika siste­ matik olarak yapılan müdahale­ nin içeriği düşünüldüğünde, an­ titez olarak sunacağımız etkinli­ ğin de bir karşı müdahale ola­ cağını kabul etmemiz gerekir. Adına ne dersek diyelim, bu bir müdahaledir ve en önemli olan­ larından birisi sanat ve kültüre yeni anlamlar yükleyerek yapı­ lan müdahaledir. Bu müdahale­ nin doğrudan politik içerik taşı­ ması gerektiğini mutlaklaştıramayız belki ama ona kapalı ol­ ması gerektiğini de söylememiz mümkün değildir. İnsan, doğa, sevgi, çevre, umut, özlem, kav­ ga... Yeter ki içinde hem insani olanı ve hem de insanı barın­ dırsın, onun iç dünyasında kı­ pırtılar yaratabilsin. Sanatçı ile aydın sanatçı arasındaki fark, sanata yüklediği işlevde cisimleşir. "İyi bir şiir birşey anlatmak şöyle dursun, ona uzaktan ya­ kından yanaşmaz; arkasını dö­ ner." diyor İlhan Berk Söyledik­ lerini de Kafka, Joyce, Paul Va.lery, Umberto Eco gibi şair, ya­ zarlara göndermeler yaparak, onları yedeğine alarak doğru­ latmak istiyor. İyi ama ille de "us"tan ve mantıktan (Berk'in deyimiyle, o canavardan) uzak; ne dediğini, ne anlattığını bil­ meyen, anlamdan sıkılan ma­ razlı sözcükler sıralamak ve böyle şiirlerin övgüsünü yap­ mak için sınır ötelerine uzan­ maya, sığınacak denizaşırı li­ manlar aramaya ne gerek var? Biraz da çağın ruhunu okumak gerekmiyor mu? Sonra, "büyük şiir" veya "orta halli"-şiir ne de­ mektir? Hiç birşey anlatmayan; anlaşılmak için yola çıkmayan bir büyük (veya orta halli) şiir örneği versin bakalım İlhan Berk. "Şiir birşey anlatmaz, anla-


şılmak için de değil"se eğer, o zaman, şair birşey anlatmaz ve anlaşılmak gibi bir derdi yoktur. Peki, niye var? Şiir, dilin zirvedeki güzelliği­ dir. Hiç birşey anlatamayan, an­ latmaya uzaktan yakından yanaşmayan dil olabilir mi? Şiir birşey anlatmak gibi kaygılar ta­ şımıyorsa, şair de taşımıyor de­ mektir. Çünkü şiir, şairin anadi­ lidir. O halde hem şiir hem de şair ortalıkta neden dolanıyor­ lar? Varlık nedenleri "eveleyip geveleme" midir? Şiirin anlamı anlamsızlıksa (İlhan Berk buna çok anlamlılık diyor) şiir yazma­ nın ne anlamı var? Anlamı var

olarak sunacaktır. Goethe, "şair, esinlenme gücüne sahip olduğu için, baş­ kalarının' duyup da açıklayama­ dığı, büyük acı ve sevinçleri on­ lar adına dile getirebilir" diyor. Peki İlhan Berk ne diyor? "İyi bir şiir bir yalvaç sözü gibi çok bo­ yutlu ve bütün yorumlara açık­ tır. Bu yüzden çok anlamlılık her iyi şiirin kodudur. Nesneye gerçeklik duygusu veren, nes­ neyi daha gerçekçi kılan çokanlamlılıktır. Ne söylediğine, ne dediğine bakmaktan, anlamak­ tan çok, nasıl söylediğinin vur­ gusunu yapar. Belirsizlik, an­ lam yoksunluğu değildir. Tam

Kalıyordum artık ölümden konuşacaktık / kalıyordu bir siyah bir 3 Bir beyaza girdim. (işittim bir vadiye rüzgar iniyordu/bir bedevi hisarlarım ateşe veriyordu / sen gökleri sağ elin yapıyordun Ey Bayan F, -ve kasabalarda ses yoktu bir körfez ölümü büyütürdü) Sen geçiyordun, nalınlarında denizsuyu bir ormanın saçlarını uzatıyordun/ Gökyüzüne indim. İlhan Berk. "Galile Denizi" adlı kitaptan, "ihtiyarintiharırmak" şiiri.

elbet... "Şiir üreticisi" için, şiirini ulaştırdığı "kitle'nin şiir gerek­ sinmesini anlamsız ve saçma dizelerle "geçiştirmesi" anlamlı olabilir. Ama bu kitlenin, kendi­ sine şiir olarak sunulan sözcük­ ler yığınını önüne koyup "bu ne diyor" diye sormaya da hakkı vardır. Bu soruya doyurucu ya­ nıt alamayan okuyucu, okudu­ ğu şiirin etkisiyle kafasında bir sahne yaratamıyorsa, bu onun değil, anlamlı yola çıkmayan ve birşey anlatma derdi olmayan "büyük" veya "orta h a l " şiir sa-yesindedir. Bu noktada okurun yapacağı iki şey var: Ya kitabı bir daha hiç açmamak üzere ki­ taplığa terkedecek, ya da gü­ nün birinde şiir üzerine bir soh­ bete daldığında onu anlamsız şiire ve katledilen dile belge

tersine, çok anlamlılıktır, sınırsızlıktır. Şiir orada boy göster­ mek ister. Gerektiğinde değil anlamsızlığa, saçmaya da uzanmalıdır, (saçma anlamsız­ lık değil, ikinci anlamdır)." Hayır, Şair İlhan Berk. Şiirin nasıl söylediği önemlidir. Ne söylediği ise enaz onun kadar önemlidir. Biçim ve içerik üzeri­ ne ahkam kesmeyeceğiz ama okuduğumuz şiirden bilincimiz' de, yüreğimizde, beyin kıvrım­ larımızda bir ferahlama ve duy­ gularımızda tatlı bir dalgalanma yaratmasını beklemek de hak­ kımız olsa gerek... "Artık düğü­ mü atmanın sırasıdır: Şiir bir­ şey anlatmaz demek, anlamı yoktur, anlamsızdır demek de­ ğildir. Anlamla yola çıkılmaz de­ mektir." Yazı, bu satırlarla biti­

yor. Ona da şunu söyleyelim: Şiir birşey anlatmaz demek, şiirden hiçbir anlam beklemeyin demektir. Türkçe bilen bir in­ san, bu cümleyi okuduğunda başka birşey anlamaz. Burada düğüm atılmıyor, düğümlenili­ yor, kilitleniliyor, baştan beri sa­ vunulan anlamsızlığın kafası gözü yarılıyor. İster şiir birşey anlatmaz denilsin, isterse an­ lamla yola çıkılmaz denilsin, ay­ nı kapıya çıkılıyor. Yazmadan önce kafanda hiçbir anlam ol­ mayacak, o kötü niyetli "us"un güdümüne girmeyeceksin. Çünkü, adına "us" denilen o hınzır örgütleyici, çaktırmadan biraz sonra yazacağınız o na­ rin, o gözalıcı, o ışıl ışıl parla­ yan, o dünyalar güzeli, o çıtkı­ rıldım, o anlamdan sıkılan şiiri­ nizi; ayaklarını yere basmaya ve içinde biraz insan, biraz ter, biraz toprak, biraz çiçek, biraz ekmek kokusu taşımaya ikna edilebilir, zorlayabilir. Ya da ne bileyim, yazıyormuş gibi yap­ manızı telkin ederek anlamlı et­ kilerde bulunabilir. Öyleyse, Kahrolsun Us!.. Siz uslu uslu oturup, dilinizin ve kaleminizin ucuna geleni rastgele yazın. Si­ zi anlamsızlığın engin denizin­ de anlayacak gerçek şiirseverler mutlaka vardır. Herkes kendini yazar. Ha­ yata neresinden tutunmuşsa onu yazar. Hayatın kendi bilin­ cine yansıdığı kadarını yazar. Ve nihayet, hayatın neresinde saf tutmuşsa ona göre yazar. Bazen de yazıyormuş gibi yapar. Yazıyormuş gibi yapan, aslında gerçek yaşamda da öyle davranır. Yani yaşıyormuş gibi yapar. Son olarak, Ali Püsküllüoğlu'na ait olan "İlhan Berk'e bıraktım balık adlarını ve midyelerin şiirini" dizelerini buraya alalım ve "an­ lamlı" bir iş yaparak sözümüzü bitirelim...

T A V I R

13


dişisi; yani kaplanın, yani onun eşi. Nesli azalmış 68. alay erle­ rinin en dirileri. Anne ve baba... Bir dağ kovuğu değil burası, İstanbul'un göbeğinde bir beto­ narme ev. Portakal kokusu, oyuncak gitarın solosu ve tahta masada bir avuç zeytin, beş altı dilim domates, iki kuru soğan, bir çay tabağı tuz, toz biber. Çocuğu saymazsak beş ki­ şi. Neden çocuğu saymayalım ki? Bu bir gönül işi. Kavganın

BİR ÇOCUĞUN UMUDUNA BASKIN Zafer DORUK

G

ünbatımı göz­ leri durgun ve dingin. Saçla­ rında yağmur öncesinin ko­ kusu, elinde bir bardak portakal suyu var; turuncunun en koyusu... Babası oyuncak bir gitar al­ mış. Bırakmadan portakal su­ yunu, bu kez de alıyor onu. Tın­ gır mıngır. Oysa, oyuncak değil hüzün bu. Ne o? Çocuk birden büyüdü, yalnızlıkla tanıştığı o an. Çocuk ve yalnızlık. Bir bö­ lük askerin özlem türküsü gibi, yüreğe ve yüreğe yüreğe çar­ pan. Küçük bir serçeyle, karta­ lın döğüş öyküsü. Baba bir kaplan, anne onun

14

T A V I R

buğusundan oluşmuş, pırıl pırıl bir damlanın coşkusu. Yaşama­ ya durmuş bilmeden. Ne bilsin? Üstelik, boş arsalarda payını da almamış ki bilyeden. Beş kişi. Çocuğu da saya­ lım mı? Yok yok olmaz beş kişi. Biri kadın, beş kişi. Okuyorlar biteviye. Yaşamı ilmek ilmek dokuyorlar sevmeye. Biraz zeytin ekmek, bir iki dilim domates, soğan... tamam, doyuyor karınları. Sonra yeni­ den okuyorlar; okuyup tartışı­ yorlar. Dünya güzel. Yaşamak en güzel. Ekmek güzel, zeytin gü­ zel, domates, soğan, tuz, biber, portakal suyu, bilye güzel. Gitar güzel, solosu güzel, onları üre­ tenler en güzel. Onları, acıdır, kandır, terdir, gözyaşıdır, tutsaklıktır, ayrılık­ tır, tütülen bir cigaradır, savru­ lan bir özlemdir, koklanan bir karanfil,; avluda tutsak bir gü­ neş, bir parça yeşil, bir yudum mavi, bir uçumluk kanattır gü­ zelleştiren. Bu güzelleri kazan­ ma kavgasını geliştiren, sevda­ larıdır.

Güzelliklerin yağmalanma­ sına atılan çığlıklardır ki, onla­ rın önüne çekilen duvarlara çar­ pan; ama kolu kanadı kırık, yi­ ne da sarkan onun ötesine, o dünyanın dağlarına, oradan yankılanan bu kentin sokakları­ na, içerilere, taa içerilere doğru; bu betonarme eve kadar... Portakal kokusu, oyuncak gitarın solosu... Çocuğu saymazsak beş ki­ şi. Neden çocuğu saymayalım? Direncin betonlarında güvermiş bir çiçeğin filizi. Bir yavru 'tibili', daha öğrenmeden uçmayı, kör­ pe kanadı kırık. Beş kişi. Çocuğu sayalım mı? Yok yok olmaz beş kişi. Biri kadın, beş kişi. Söyleşiyorlar bi­ teviye. Cepleri dolu dolu yıldız. Gece toplamışlar. Serpiyorlar denize. Deniz yıldız açıyor. Kö­ pükler yıldızlaşıyor. Bir martı vuruluyor. Çocuğun gözlerinde martı. Kanadı kırık, çırpınıyor. Kırlarda tibili, denizde mar­ tı... Söz, bir inci dizimi. Söz ya­ lın ve gerçek. Söyleştikten son­ ra, sözleşiyorlar beş kişi. Çocuk bir gönül işi. Ansızın bir gürültü. Beşi birden, beş koldan, beş pencereden, beş kale burcu. Çocuğa, bakıyor kadın. Ka­ dın, yani kaplanın eşi. Yani onun dişisi. Bir elini yumruk yapmış yüreğinin üstünde, bir eli korkunun göbeğinde, gözleri çocuğunun gözlerinde. Çocuk, gelincik tarlasında izliyorken çevreyi, gözlerinde günbatımı. Bir elinde portakal suyu var, bardağı kirli. Bir elinde de oyun­ cak gitarı. Mavi okul önlükleriyle çocuklar, ellerinde gökkuşak­ ları, gelincik bahçelerinde koşu­ yorlar. Öğretmen alkışları... Düş bitti. Okullular yitip gitti. Yine çocuk ve yalnızlık. Ah, yine o haksızlık. Kulaklar megafon sesinde... Dışarıda... Dışarıda ne var? Dışarıda bahar gelmiş bahar. Baharları kurşunluyorlar. Beş bahar düşüyor halıdaki gelin­ ciklere. Evet evet. Kadınla bir-


likte beş kişilerdi ve halıdaydı gelincikler. Beyazın üstüne mor mor serpilmişlerdi. Baharlar, kırmızı çilekler gibi düştüler ha­ lıya. Beyaz, kırmızı ve mor. O gece kardeş kardeş uyudular. Peki ama, bakın. Gelincikler çocuğun olsa da; betonlar, kan ve kurşun sizlere kalsa olmaz mı? Ölüme sözlenen gelincikle­ ri almasanız da tez elden; ka­ natlanıp uçana dek şu yavru tibili kuşu. Bahar bahar yaşasa­ lar bir süre... Ama, bakın. Anne yarın çar­ şıya inecek, babanın işyerine uğrayacaktı. Baba, tezgahta çi­ çek satıyor; kırmızı, mor, sarı, mavi, turuncu. En çok da turun­ cuyu seviyor anne. Portakalı sevmesi, gündoğumunu ve günbatımını izleme düşkünlüğü oradan geliyor, işte, o renk renk kasımpatıları, akşamsefalarını, aslanağızlarını, hercai menek­ şeleri izleyecekti son kez. Tek tek sevecekti onları. Belki de, renk uyumlarına göre tezgahta­ ki yerlerini değiştirecekti. Örne­ ğin, sarının yanına mor daha iyi yakışırdı. Kırmızı beyazda, tu­ runcu siyahta güzeldi. Maviyi krem açardı. Sonra da, kocasının verdiği parayı alıp kunduracılar çarşısı­ na inecekti. Çocuk kunduraları­ nın satıldığı mağazanın vitrinle­ rine bakacak, belki aradığını bulamayacaktı; ama yine ara­ mayı sürdürecekti buluncaya dek. Bağlı, siyah, rugan kundu­ rayı bulup alınca da, oğlu ka­ dar, kendisi de mutlu olacaktı kuşkusuz. Kurban bayramına bir hafta var. Oysa umurunda değil onun bayramlar. O, çocukluğundaki bayramların güzelliğini yaşadı dolu dolu. Ulu tanrı istiyor diye, koyun­ ların kuzuların kapı önlerinde, bahçe içlerinde topluca adak edilmelerinden duyduğu o ço­ cukluğundaki coşkuyu artık çoktan yitirmişti. Bir bayramlık giysilerin, bayram gezilerinin, bayram harçlıklarının, şekerleri­

nin, güzelliklerini saklı tuttu için­ de; bir de, varsılların kestiği iri koçların (eğer anımsanırlarsa) kendilerine gönderilen birer avuç etlerini. Ama, oğlu da yaşamalı bun­ ları, O da bayramlık çocuk ol­ malı; çocukluğunun bayramları­ nı yaşamalı. Anlamlı ya da an­ lamsız şeylerin ayırdına yaşa­ yarak varmalı. Güzelliklerin beyinleri yağ­ malanıyor...

ve direndiler. Çocuğu saymaz­ sak beş kişiydiler. Biri de an­ neydi. Çocuğuna titrer, geceleri üstünü örterdi. Ona ninni söy­ ler, portakal suyu içirir, oyun oynayamıyor diye iç geçirirdi. Ve onu, kavgaların içinde yetiş­ tirdi. Evet, anneye göre de bu bir suçtu. Ama gelin görün ki vuruldu­ lar. Beş bahar. Kardeş kardeş uyudular. Tam da olgunlaşmış zamanı çileklerin. Kırmızı çilek-

Burhan Karkutli "Düşen Bir Devrimcinin Cenaze Töreni"

Göksel tanrıyla güçbirliği yapan yeryüzündeki tanrılar kurban istiyorlar bu kez. Tanrılar acıkmış yeryüzün­ de. Hiç doymak bilmezler mi bunlar? Saltanat vermiş hükmü. Pe­ ki cezası ölüm mü olmalı söyle­ yin, cezası ölüm mü, emeği ko­ rumanın; çalanın, talanın yağ­ manın, vurgunun, onursuzlu­ ğun, düşünce tutsaklığının, bağnazlığın, yobazlığın karşı­ sında durmanın? Ölüm mü ol­ malı cezası yurtseverliğin, in­ sancıllığın, bağımsızlık kavga­ sının? Varsayalım ki bunlar suçtu;

lere bulandılar. Çocuğun yüreğinde ve bey­ ninde, bir yangından arta kalan gri ve siyah renkler hiç silinmemek üzere kaldılar. İnsancıl yaklaşıldığında.... haydi neyse, diyelim ki yaklaşa­ madığında, üstlerine güneş yı­ ğılarak, aç susuz bırakılarak, kanatlarından tutularak, sineleri avuçlanarak, tüyleri yolunarak ama yargılanarak, acılara dire­ nebilirlerdi belki yeniden. Sürüklenip götürülürken çocuk, günbatımı gözleri dur­ gun, dingin, geceye dönüştü. Annenin ölüsü üzerinde birden bire tutuştu...

T A V I R

15


YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM! ABD emperyalizmi Kü­ ba'yı boyunduruğu altına alma hevesinden vazgeçmiyor. "Halk düzene karşı ayaklanıyor" diye­ rek sevinç çığlıkları attılar. Ama 600 bin Kübalı işçi, önderleriyle birlikte haykırdı bir kez daha: "Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm." Bo­ yun eğmeyen Küba halkına ve önderi Fidel Castro'ya bin se­ lam! Yanda Küba devrimi­ nin önderlerinden Ernesto Che Guevara'nın 1 Nisan 1965'te Fidel Castro'ya yazdığı ve 3 Ekim 1965 günü, yeni kurulan Küba Komünist Partisi'nin Mer­ kez Komitesini halka tanıtmak için yapılan törende F. Castro tarafından okunan mektuptan bölümler yayınlıyoruz. Mektup­ ta Che'nin devrime ve önderine bağlılığını, halkına olan sonsuz sevgisini bir kez daha görüyo­ ruz. 16

T A V I R

Fidel, ... Bir gün gelip bize, ölürseniz kime haber verelim diye sormuşlardı. O za­ man, gerçekten ölmemiz olasılığı bizi şaşırtmıştı. Sonra bunun doğru olduğunu, bir devrimde, gerçek bir devrimde ya muzaffer ya da ölmüş olunabileceğini öğ­ renmiştik. Zafer yolu üzerinde düşüncemiz pek çoktu. ... Küba toprakları üzerinde, beni Küba Devrimi'ne bağlayan görevimi ta­ mamladığıma inanıyor, senden, yoldaşlarımdan, artık benim de halkım olan hal­ kından izin istiyorum. ... Hiç bir yasal bağla Küba'ya bağlı değilim; ancak öyle bağlarım var ki res­ mi evrak gibi yırtılıp atılamaz ve yokedilemez. Hayatımın bilançosunu yaparken, devrimin zaferini güçlendirmek için, yete­ rince dürüstlük ve fedakarlıkla çalıştığıma inanıyorum. Biraz önemli olan tek ku­ surum, Sierra Maestra' daki ilk anlardan başlayarak, sana daha fazla güvenmem, senin yöneticilik ve devrimcilik niteliklerini yeterince çabuk anlayamamamdır. ... Pek az devlet adamı, senin o günlerdeki parlaklığına, yüceliğine ulaşabilir­ di. Seni hiç duraksamadan izlemiş olduğum için, senin gibi düşündüğüm, tehlike ve ilkeleri senin gibi değerlendirdiğim için gurur duyuyorum. ... Beni oğlu gibi bağrına basan bir halkı arkamda bırakıyorum. Yine de ruhu­ mun bir parçası olarak kalacaklar. Yeni savaş alanlarına, bana aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, en kutsal görevi yerine getirmenin, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizmle savaşmanın bilincini götüreceğim. Bu ise en büyük yürek acısını bile yüz kez dindirir ve yatıştırır. ... Başka gökler altında, son saatim geldiğinde, son düşüncem yine bu halk ve özellikle sen olacaksın. Bana öğrettiklerin için, bana örnek olduğun için sana minnettarım, eylemlerimin nihai sonuçlarına varıncaya kadar öğretine ve örneği­ ne sadık kalmaya çalışacağım. Zaten her zaman devrimimizin dış politikasıyla öz­ deşleşmiştim, bunu sonuna dek sürdüreceğim. Nereye gidersem gideyim, Kübalı bir devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağım ve bunun gerektirdiği biçimde davranacağım. HASTA LA VICTORIA SIEMPRE! (Her Zaman Zafere Kadar!) PATRIA O MUERTE! (Ya Özgür Vatan Ya Ölüm!) Seni tüm ateşli devrimci yüreğimle kucaklıyorum! CHE


AÇLIĞA

VE

AYAĞA

ZULME

KARŞI

KALK!

devrimci sokak tiyatrosu deneyimleri AYŞE GÜLEN HALK SAHNESİ

"

B

en özelleştir­ meyi sizlere şöyle açıkla­ mak istiyo­ rum. Üç tane adam üstüste çıkmış. En üstteki özelleş­ tirmeden kaymağı yiyecek ki­ şidir. O bağırarak şunu diyor: 'Bu gidişat çok iyidir, yürü­ meye devam edin.'Ortada ki sendikacıdır, O da şunları söylüyor: 'Gidişat iyidir, de­ vam edin.' En alttaki ise işçi­ dir, sırtında iki kişiyi taşıdığı için O da bağırmaya başlıyor: 'Bu gidişat iyi değildir, hepi­ niz aşağı inin, bu yapılanma­ yı yeniden oluşturacağız.'

Yani işçi sınıfının bugün sır­ tından devletin başında bulu­ nanlar ve emperyalist tekel­ ler geçiniyor. İşte biz işçiler bu sırtımızda taşıdığımız in­ sanları bir an önce atmamız lazım. Bugün bunun mücade­ lesini vermemiz lazım." Bu sözler özelleştirme politi­ kaları karşısında bir imalat işçi­ sine ait. 23 Ekim 1993 tarihli Mücadele Gazetesi'nde imalat işçisinin yaptığı bu benzetme son zamlar karşısında hazırla­ yacağımız sokak oyununun fikir kaynağı oldu; altta bir emekçi, üstünde de devlet ve emperya­ lizm. Emekçi eziliyor ve inliyor, egemen güç ise onun sırtında

rahat ve memnun. Ama daha çok istiyor, çığlıklar atıyor, "yet­ miyor" diye. Devletin Kürdistan'da yürüt­ tüğü soykırımın faturası gene emekçi halkların sırtına yükleni­ yor. Milli gelirin büyük çoğunlu­ ğu savaşa aktarılırken, burjuva­ zinin krizi de derinleşiyor. Aske­ ri çöküntünün yanında ekono­ mik çöküntü de had safhada. Kriz içindeki ekonomi kemir­ genlere yetmiyor; işbirlikçi bur­ juvazi alıştığı vurgundan vaz­ geçmiyor. Ve ardından önce IMF'ye sunulan, sonra da uygu­ lamaya konulan "ekonomik is­ tikrar paketi". Diğer adıyla "acı reçete". Yani zamlar, ücretlerin

T A V I R

17


dondurulması, işten atılmalar, açlık, yoksulluk, ekmek kuyruk­ ları... Ekonomik terör karaba­ san gibi giriyor halkın yaşamı­ na. Önce şaşkın, peşisıra öfkeli emekçi. Egemenlerse panik içinde. Patlarsa bu volkan, son çırpınışlar da boşa gidecek. Beklemeksizin "Haydi Türkiye!" edebiyatı; burjuva basında te­ kelci patronlar "tarihi", "şok" açıklamalar yaparak milleti sa­ kin olmaya davet ediyorlar, fe­ dakarlığa çağırıyorlar. Siyasi ik­ tidar bu "önlemler"in,"Kuvayı Milliye" ruhuyla hazırlandığını söyleyip "milletçe fedekarlık" çağrıları yapıyor. "Haklar ve Özgürlükler Plat­ formu" ise "Hayır!" diyor emekçi halklara; "Açlığa ve Zulme Kar­ şı Ayağa Kalk!", "Zamlara, Sö­ mürüye Karşı Birleşelim, Müca­ dele Edelim." Ve bir kampanya başlatıyor; tepkileri örgütlemek, emekçi yığınların öfkesini bi­ linçli mücadeleye aktarmak için. Bünyesinde yeraldığımız Ortaköy Kültür Merkezi de bu platformun içinde. Sanat kavra­ mı hayatı belirleyen politikadan uzak değil bizler için. Doğrudan bir ilişkinin olmadığını ya da ol­ maması gerektiğini savunanla­ rın aksine kopmaz bir bağ var sanatla politika arasında. Haya­ tı, yeni bir dünya kurmayı ve in­ sanlığın geleceğini belirleyen, üretilen politikalardır. O halde sanat "özgünlük" ya da "ayrıca­ lık" adına hayatın dışına savrulabilir, bu belirleyiciliğin dışına çıkabilir mi? Bizler kendimize özgü dilimizle, nesnel gerçek­ likten kopmadan ve bu gerçekli­ ği yeniden yaratma özelliğimiz­ le temellendiriyoruz sanatımızı. Ve bu anlayışımızı kendiliğin­ den, kişisel beğenilerle değil, gereklilerle geliştiriyor, müca­ delenin hizmetine sunuyoruz. İşte bu bilinçle şekilleniyor "Zamlara Hayır!" adlı oyunu­ muz. FOSEM'de bir yandan bel­ gesel çalışmalarına başlıyor. İşçisinden memuruna, küçük esnafından ev kadınına kadar

18

T A V I R

çekimleri ve röportajlarıyla oluşturacağı belgeseli işyerle­ rinde, fabrikalarda gösterime sunacak. İlk oyunumuz Kocamustafapaşa'da bir halk ekmek büfesi önünde. Saat sabahın 7'si. Ama yüze yakın insan birikmiş büfenin etrafında gittikçe de çoğalıyorlar. İnsanlar henüz dağı­ nık, kuyruk oluşmamış. Ekmek satışı 7.30'da başlayacak. Bu saatlerde İstanbul'un her tara­ fında aynı görüntü var. Sabahın 5'inden itibaren Halk Ekmek büfelerinin önünde birikmeye başlıyor yoksul insanlar. Koca­ lar işe, çocuklar okula, kadınlar ve yaşlılar ise ekmeğe. Herşey yarı fiatına daha ucuz alabilmek için ekmeği. Oysa üç taneden fazla vermiyorlar. Bu nedenle ikinci defa kuyruğa girmek zo­ runda kalıyor çoğu. Kimi yerler­ de ise muhtardan ailedeki kişi

sayısına ilişkin alınan kağıtla veriliyor ekmek. Yani karneyle. Yorgun ve şişmiş gözler hiç de o alışılmış kanıksamayı yansıt­ mıyor. Evet çaresiz ama kızgın bakıyor gözleri insanların. Bul­ dukları yere çökmüşler, kimileri ise ayakta ekmek arabasını arı­ yor bakışları. Elimizde kostüm ve aksesuar çantası, büfenin yakınındaki küçük kahvede ka­ rarlaştırdığımız saatin gelmesi­ ni bekliyoruz. Kampanyanın ilk oyunu olmasının ayrı bir heye­ canı var üzerimizde. İki bayan oyuncumuz dağı­ nık kuyrukta bekliyorlar oyunun başlamasını. Burjuva kadını oy­ nayacak olan hemen dikkat çe­ kiyor kıyafetiyle. Yaşlı bir adam geliyor yanına "sen de mi ekmek alacaksın?" diyor merakla. "Evet" yanıtını alınca şaşırıyor. Sonra bir ana geliyor kuyruğun başından. Yan taraftaki otobüs


duraklarını ve kuyrukları göste­ rerek "İşe mi gidecektiniz?" diye soruyor. Yanıt onu da şaşırtı­ yor. Burjuva giyimli bir insanın Halk Ekmek kuyruğuna girme­ sini garipsiyor insanlar. Kuyrukta beklerken bayılan çocuğu yazıyor gazeteler. Bir başka yerde ise bir polis bağır­ mış kuyruktakilere; "Siz bu dev­ leti batırmak için buradasınız. Normal ekmek alsanız ne kay­ bedersiniz." Ama Nazım'ın dizelerindeki gibi ekmek herkese yetmiyor, hürriyet de. Oysa ek­ mek ve hürriyet herkese yetebilir. Yeter ki bu uğurda döğüşebilelim. Vakit tamam büfeye doğru ilerliyoruz. Ama insanlar dağınık, toplanmaları gerekiyor. Orada görevli olduğunu düşün­ düğümüz bir amcaya açıyoruz durumu. Birden heyecanla ba­ ğırmaya başlıyor; "Ekmek satışı başlıyor, herkes kuyruğa." Hız­ la toplanıyor insanlar. Amca do­ laşmasını sürdürüyor ve tiyatro oynanacağını söylüyor. Bizse kostümlerimizi giymeye başlı­ yoruz. Bir polis bitiveriyor yanı­ mızda. "Ne yapıyor sunuz?" "Oyun oynayacağız" "Ne oyunuymuş bu?" "Tiyatro oyunu" "Burada oynanır mı hiç?" "Ne­ den oynanmasın?" Gidiyor. Di­ ğerleriyle birlikte geleceğini dü­ şünüyoruz. Ama neyi değiştirir ki bu? Başlıyoruz oyunumuza. İşçinin sırtındaki egemene gü­ lüyorlar. Sık sık alkışlarla kesili­ yor oyun. Otobüslerin gürültüsü sesimizi duyurmamızı güçleşti­ riyor. Daha fazla bağırmak zo­ runda kalıyoruz. "Halkız, Haklı­ yız, Kazanacağız." diye bitiriyo­ ruz oyunumuzu. Alkışların ara­ sından "İnşallah" diyor bir ses. Seviniyoruz. Bayan oyunculara kuyruktayken s o r u soran ana geliyor yanımıza "Kandırdınız bizi, demek oyuncuydunuz" di­ yor gülerek. Bir başka kadınla buluşuyor gözlerimiz... ağlıyor kadın alkışlarken. Bir soru geli­ yor kalabalığın arasından; "İyi de nasıl olacak?" çaresiz bir ifa­ deyle geliyor soru. Bu soruyla sonradan oyunu oynadığımız

FOSEM (Fotoğraf ve Sinema Emekçileri) - röportajlar "Paket açıklıktan sonra işler tamamen düştü.. Zamlar bir cinayet oldu. İnsanların geçinmesi için sihirbaz olması gerekiyor... Bu paketin refah getireceğine inanmıyorum. Çünkü 80 senesinden bu tarafa aynı politika uygulanıyor Bizden, küçük esnaftan topladığını Çankaya'da yiyiyorlar. İyi bir yere gideceğini bilsek hep beraber, olan paralarımızı verelim.. Müşteriyle ilişkilerimiz etkilendi. Esnafla müşteri yani vatandaş yüz yüze gelmeye başladı.Bu bir yerde patlayacak ama nerde patlayacağı b e l olmaz. Yani çok da uzun sürmez bu patlama Daha kötü şeyler de olabilir. Düzlüğe çıkmak için Çankaya'nın tamamen değişmesi lazım. Bu idareyle bu düzenin olmayacağına iranıyorum." Bir Lokanta Sahibi "Bu zamlar belki gerekli olabilir ama şu anda vatandaş için pek gerekli gibi gö­ zükmüyor. Hani belki ülke, devlet için gerekli olabilir ama vatandaş çok zor durumda.. Çözüm bu siyasi partilerle münıkün mü, bilemeyeceğim. Bu paketle daha iyiye çıkacağız diyen oluyor ama ne kadar başarılı olacaklar bilemiyorum. İnanmak istiyorum ama ...Valla örgütlenmeyi hiç düşümedim ama düşünsek daha iyi olabilir. Yani halk ola­ rak birlik olup bunun çözümünü aramak iyi olur ama bizde öyle birlik olacak halk yok... Bir yerden başlamak lazım, tabii.. düşünmedim ama düşünmek lazım yani..." Bir Kasap 'Zamlar bizi çok kötü yakaladı. Ben aynı zamanda emekliyim, ama aylığımı alamı­ yorum... Halk geliyor ayakkabı almak için alamıyor gidiyor. Bazısı bayramdan sonra vere­ yim diyor, bazısı aylığımı alayım öyle vereyim diyor. E, tbenim buna gücüm yok ki... Biz­ den oy istediler, bize bunlan daha evvelden söylemediler... Biz kendi yağımızla kavruluyorduk şimdi bu da yetmiyor, hükümeti, devleti kurtarmaya çalışıyoruz.. Halk için yapılan bir olay yok Daimi suretle bugün bizi idare edenlerin lehine kanunlar yapılıyor. İşçiler için, küçük esnaf için bir kanun yapılmıyor, söylenenler lafta kalıyor. Bilmiyoruz nedenini... Daha ziyade işçilere zorluk çıkarıyorlar. Neden kapatıyorlar fabrikaları onu anlayamıyorum. 50'den sonra bu memleket gerilemeye başladı. Yani ben 65 yaşındayım bu kadar gerileme olduğunu hiç bir zaman görmedim..." Bir Ayakkabı Tamircisi "8 milyonun 4 milyonunu cebimizden aldılar. Derhal geri verilmesini istiyoruz. Sendikamız var. Sendika yapmazsa üzerimize düşeni tüm tepkileri göstereceğiz. 2 bin arabamız var, yollan keseceğiz, trafiği durduracağız. İETT şoförlüğü ölümcül bir iştir. Bir şo­ för 5 sene çalıştığı zaman %80 sağlığında kayıplar, hastalıklar meydana geliyor. Birde bu ekonomik tedbirler hepten bunaltacak Günde 55 milyon can taşıyoruz Biz sağlıkh olmazsak bu insanların sorumluluğunu nasıl taşıyacağız." Zeki Erbaş (İETT ŞOFÖRLERİ DERNEĞİ BAŞKANI) "Biz kamu emekçileri bu kararlardan en fazla etkilenen kesimlerden biriyiz. Önümüzde Temmuz ayında toplu sözleşme dönemi var. Şimdi maaşların dondurulması durumu var. Bu durumu tartışmayız bile. Çünkü tartışmak bu durumu kabullenmek olacak Daha radikal bir mücadele süreci var önümüzde . Hükümet bugün bağıracak, yarın bağıracak sonra durulacak gözüyle bakıyor. İşçi sendikalan konfederasyonlan da bu uzlaşma zemininde hareket ediyor. Özelleştirmeler ve KİT'ler'in kapatılmasıyla bir yardan da örgütsüz bir toplum yaratılmak isteniyor. Bunlara karşı her türlü mücadele yöntemini kullanmalıyız. 5 Nisan kararlarının açıklanmasından sonra duyurulan 'Demokratikleşme Paketi'nin de bu kararlara duyulacak tepkiyi nötralize etmeye yönelik olduğunu düşünüyoruz So­ mut taleplerimizin gerçekleşmesi tüm emekçi kesimlerde bir güç birliğini yakalamaktan geçiyor." Hanefi Sağlam (BEM-SEN GENEL SEKRETERİ)

T A V I R

19


pek çok yerde karşılaştık. Ha­ yatın her alanında umudun adı­ nı yükselten bir mücadelenin içinde bu sorunun yanıtı. Yılgın­ lığı dirence, umutsuzluğu karar­ lılığa dönüştüren bir inancın içinde boy veriyor bu mücadele. Bu nedenle soyut, havada ka­ lan sözler değil, "örgütlenelim", "mücadele edelim", "kazana­ lım" sözleri. Oyun yerinden ay­ rılıp otobüse binerken şoför tebrik ediyor bizi. Demek duraktakilerde izlemişler oyunu. Da­ ha da seviniyoruz OKM'ye dö­ nerken. Birgün sonra Cerrahpaşa Hastanesi'nin bahçesindeyiz. öğle tatili. Sağlık-Sen'li emekçi­ lerin zamları protesto eyleminin içinde yer alıyoruz. Ancak bu sefer oyunda bazı değişikliklere başvurduk. Bu değişiklikler yal­ nızca mekanın farklılığından kaynaklanmıyor. Önceki oyun­ da eksik gördüğümüz, daha an­ laşılır olmada yetersiz kaldığı­ mız kimi anlatımları zenginleştiriyoruz. Yani soyut kalan yerler var, ilk anda farkedemediğimiz. Ekmek kuyruğundaki kimi tep­ kiler ölçü oluyor bizim için. Ör­ neğin emekçinin sırtındaki insa­ nın egemen güçleri sembolize ettiği yeterince kavranmıyor. Bu nedenle sırta binme mizansenini değiştiriyoruz. Önce işçi çalı­ şıyor, egemen geliyor, omuzla­

20

T A V I R

rından kavrayıp diz çöktürüyor, sırtına sonra biniyor, işçi tekrar çalışmaya başlıyor ama bu se­ fer aynı rahatlıkla değil. Ve sonra inlemeye başlıyor. Tabi sözlerde de bazı değişikliklere gidiyoruz. İlk oyunda egemenin "Kendimi kuş gibi hissediyo­ rum, ayaklarım yere değmiyor. Ne büyük bir zevktir anlatamı­ yorum" sözlerini "işte şimdi bi­ raz daha rahatladım. İnanın ge­ rekliydi bu zamlar. Bütçe açık veriyordu, kredi alamıyorduk. Oh oh iyi oldu, memleketin ya­ rarına oldu. Haa, ücretler de dondurulmalı" diye değiştiriyo­ ruz. Sonra "Yeni Çillerler, yeni Karayalçınlar, yeni Mesutlar gerekli" sözünü ise "Çiller'den, Karayalçın'dan, Mesut'tan daha sert biri gerekli" şeklinde değiş­ tiriyoruz. Ve en önemlisi izleyi­ ciyi oyuna katmadaki eksikliği­ miz. Daha çok soru sormak, yanıtları almada daha ısrarlı ol­ mak ve tepkileri açığa çıkarıcı durumlar yaratmak gerekiyor. Böylesi değişikliklerle ve do­ ğaçlamaya ağırlık verecek şe­ kilde başlıyoruz oyuna. İzleyici burjuva kadına tepki gösteriyor, laf atıyor ona, dalga geçerek. Egemene ise kızıyorlar. Kara giysisini çıkarıp sırtında IMF, Marlboro, Coca-Cola, McDo­ nald' amblemleri görününce ve sona doğru yere devrilince al­

kışlıyorlar. "Yeter artık, ezdin adamı" diyor gerilerden bir ses. Sonuç daha başarılı. Ama ertesi gün Kadıköy'de Ermeni Kilisesi'nin hemen önündeki meydanda oynadığı­ mız oyun daha da başarılı olu­ yor. 12.30'da oynayacağız oyu­ nu. Mekan öncekilerden daha farklı ve zor. Önceki iki oyunda buraya göre "hazır" diyebilece­ ğimiz bir izleyici kitlesi vardı. Bi­ ri ekmek kuyruğunda, diğeri hastane bahçesinde bekleyen­ ler. Ama burada yalnızca alış­ verişe çıkan, yoldan geçen in­ sanlar var. Kadıköy bölgesinde çalışan memurlar da gelecek­ lerdi fakat o ana kadar kimseyi göremiyoruz. Nasıl bir başlan­ gıç yapacağımız konusunda te­ reddüt geçiriyoruz. Bu tereddüt ve bekleyişle oyun zamanı da 15 dakika gecikmiş durumda. Daha fazla beklemek istemiyo­ ruz ve kostümleri çıkarıp giyin­ meye başlıyoruz meydanda. Egemeni oynayan oyuncunun kıyafeti hemen dikkat çekiyor. Oyuncu ise kollarını birleştirip meydanın ortasına dikiliyor. Bu durumu uzatıyoruz. Daha şim­ diden bir kalabalık oluşmuş du­ rumda. Kimileri "kamera şaka­ sı" zannederek etrafta kamera arıyorlar. Diğer oyuncu ise baş­ lıyor bağırmaya; "Haydi, oyun başlıyoor! işçiler, memurlar, emekçiler, vatandaşlar) Tiyatro oyunu başlıyor! Zamlara karşı, açlığa ve zulme karşı oyunu­ muz başlıyoor!" Bir anda topla­ nıyor insanlar. Oyun alanımızsa iyice daralıyor. Egemenin al­ tındaki emekçinin sözleri ilk tepkiyi doğuruyor. Bir adam ka­ rarsız şekilde alkışlıyor, sonra kitleye dönerek "adam doğru söylüyor, alkışlayalım" diyor. Bir başka izleyici alttaki emekçi­ nin yanına geliyor, "Ezildi adam" diyerek ona yardım edi­ yor. O esnada oyun alanının içinde sandviç satmaya çalışan birine izleyicilerden biri çıkışı­ yor ve bağırarak "Git sandviçini başka yerde sat! Burada daha önemli şeyler var" diyor. Oyun


izleyiciyle bütünleşmiş durum­ da. Sorduğumuz soruların ya­ nıtlarını alıyoruz. "Daha fazla kar için, daha fazla yoksullaş­ mamız isteniyor. Bir de bunun adına fedakarlık diyorlar. Böyle bir fedakarlığa razı mıyız?" "Ha­ yır" sesleri yükseliyor. "Doğru söylüyorsunuz" diyorlar. Yaşlı bir adam geliyor yanımıza. Elin­ deki kağıdı uzatıyor bize doğru ve konuşmaya başlıyor. İlaç re­ çetesi bu. "Pahalı olduğu için alamıyorum." Reçeteyi alıyoruz elinden. İzleyiciye doğrultarak "Hangimiz hasta olduğumuzda ilaç alabiliyoruz. Hastane kapı­ larında sürünmek bizim hakettiğimiz bir durum mu?" Oyun ar­ ­­k doğaçtan sürüyor. Örgütlen­ menin gerekliliğini vurguluyo­ ruz. Onayını da alıyoruz. Oyunu daha sonra birer gün arayla Şişli Bomanti Tekel Bira Fabrikası işçilerinin "özelleştir­ me ve işçi kıyımına karşı" bir protesto eylemi içinde ve Bakır­ köy Özgürlük Meydanı'nda oy­ nadık. Kadıköy'de hayata geçir­ diğimiz yöntemi Özgürlük Mey­ danı'nda da uyguladık Cumhu­ riyet Gazetesi muhabiri egeme­ nin sözlerini bizim söylediğimiz gibi değil de algıladığı biçimde yazmış. Özünde aynı sözler ama özellikle "Haydi Türkiye" sözünü oyuna dahil ediyoruz. Önümüzde Armutlu var. Kur­ ban Bayramı sonrası orada oy­ nayacağız. "Biz oyunlarımızı oynamaya devam edeceğiz." "Serbestsiniz, gidebilirsiniz" di­ yen komiser "Hayır" diyor, sert­ çe. "Neden?" sorumuzu "Bu bölgede oynayamazsınız!" diye yanıtlıyor. Son sözümüzü söy­ lüyoruz; "Ama oynayacağız!" Büyük Armutlu Pazarı'nda oynamıştık oyunumuzu. Pazar yerinde insan sayısının azlığı dikkatimizi çekiyor. Kalabalık bir nokta arıyoruz ama boşuna. Oysa böylesi halk pazarları tık­ lım tıklım otur. Yoksul halk artık pazar alış-verişine bile çıkamı­ yor. Ekonomik terörün boyutla­ rını burada daha somut görebi­ liyoruz. Burjuva kadına sinirle-

'Toplanan para yerinde harcansa; yani hırsızlığa artık son verilsin. Vatan için, millet için her şeyi yapalım..." "Fakirlerden alıp zenginlere dağıtıyorlar. Bunlar yanlış. Demokrasi diyorlar. Ne yazık ki, demokrasi bizde yalnız zenginler için var, fakirler için yok. Hiç bir politikacıya güvenmiyorum." 'IMFnin ne olduğunu biliyoruz Bizim politikacılar dışardan gelen raporu oku­ yorlar o kadar. Bizim kaderimiz bu Dışardan yönetiliyoruz...'' Kundura Atölye İşçileri "Biz biliyoruz ki bu krizin sorumlusu biz değiliz. Krizin sorumluları halklara hiz­ met yerine bomba yağdıran,, kurşun yağdıran, coplayan işten atanlardır. İkili anlaşmalarla, üslerle, çekiç güçlerle ülke zenginliklerini emperyalizme peşkeş çekenlerdir. Siyasi iktidardır, MGK'dir. Başta ABD olmak üzere emperyalist tekellerdir, IMFdir. Bizler onların fedakarlık isteklerine hayır diyoruz. Bu fedakarlık masallarıyla bizleri uyutacağını sananlar yanılıyorlar,İşimize, aşımıza göz koyanlara asla izin vemeyeceğiz. Örgütlü gücü-müzü birleştirdiğimizde yaşamı durduracak olan bizlleriz. Çünkü örgütlü güç yenilmez. Çünkü biz işçiyiz, memuruz, ev kadınıyız, öğrenciyiz. Halkız, Haklıyız, Kazanacağız." Nilüfer Alcan (HAKLAR ve ÖZGÜRLÜKLER PLATFORMU DÖNEM SÖZCÜSÜ) HALK EKMEK KUYRUKLARINDAN "Bu Tansu Hanım ekmeğe zam yapınca bu millet de ucuz ekmeğe hücum eder tabi. Evde ödevlerim bekliyor ama benkuyrukta bekliyorum." 12 yaşnda Bir Çocuk "Burdan ekmeği alacağım, bir de gidip beyimi işe yollayacağım Neden böyle? Allah kolaylığımızı versin. Bu böyle gitmez. Ya sonu ölüm, ya zulüm. Böyle olmaktansa zehirlesinler bizi.." Ev Kadmı 'Bu yaşamak mı evladım; torunlarını, çocuklarını büyütmek için ekmek kuyruklarına gireceksin. Onların hür yaşamasını isterim.." 80 Yaşında Bir Amca "Bu millet insan, hayvan deği." Bir Ortaokul Öğrencisi "Bir yavan ekmeğimiz var, ona da zam geldi.." Ev Kadını "Oyu verdim pahalılık oldu. Bundan sonra ne vercem ne de alcam." Yaşlı Bir Amca "Zenginlerin günü oldu. Ben kalp hastasıyım, burda ölüp gidecem. Bu böyle ol­ maz yavrum." Yaşlı Bir Amca "Hükümetler değişiyor, iyi diye seçiyoruz, gelen gideni bastırıyor..." Ev Kadını "Zamanı gelince bu halk hesap soracaktır..." 60Yaşında Bir Emekli "Yorum yok! Siz görüyorunuz halimizi..." Bir Emekli "Ben 73 yaşındayım, bu memleketi bilirim Bu böyle gitmez .IMF geldi, Anka­ ra'yla görüştü, gereğini yaptı..." Bir Emekli

T A V I R

21


niyor bir izleyici. "Verginizi mun­ tazam ödeyeceksiniz" sözüne karşın, "Ödüyoruz ama kimin yararına? Devletin yararına. Bi­ ze bir yararı mı var?" diyor, oyun alanında dolaşarak. Son­ ra ekliyor; "Şimdi beni burda söyletmeyin, çenemi açtırma­ yın." İzleyicilerin arasına karışı­ yor. Oyun sonrası otobüs dura­ ğında beklerken polis minibüsü yaklaşıyor ve ellerinde silahlar­ la geliyorlar yanımıza. "Çanta­ larınızı açın, arayacağız." "Ne­ den?" "Çok konuşmayın, kara­ kolda anlatırsınız derdinizi." Bir sivil polis eliyle işaret ederek bizleri gösteriyor. "Bunu alın... bunu da..." Oyunu izlemiş ve memleket hayrına olmadığını kanaat getirerek ihbar etmiş di­ ğerlerine. Durakta bekleyenler şaşkın ve korkarak bakıyorlar. Gitmemek için diretiyoruz. Zor­ luyorlar, tartaklayarak bindiri­ yorlar münübüse. Bir de gaze­ teci var yanımızda. Ama ege­ meni oynayan oyuncu yok. Sivil polis bağırıyor emekçiyi oyna­ yanı göstererek. "Bunun sırtın­ daki it nerde?" Eğer o "it" lafı oyuncunun canlandırdığı egemeneyse kabulümüzdür. Kara­ kolda tiyatrocu olduğumuzu söylüyoruz ısrarla. "Nasıl tiyat-

roymuş bu?" diyorlar. Alışık de­ ğiller ama alışacaklar. Özellikle Armutlu'da oynamamızı kabul etmiyorlar. Korkuyorlar Armutlu'dan. Kolektif bir direniş gele­ neği yaratan Armutlu halkının mücadelesi tahammülsüz kılı­ yor egemenleri. Halka taşınan hiçbir etkinliği kabul edemiyor­ lar. Adeta bir prestij sorunu ha­ line getiriyorlar. 24 saat boyun­ ca tutuluyoruz karakolda. Sav­ cılığa bile sevk edilmeden bıra­ kılırken "Oynayacağız" sözü­ müzü ertesi gün Kasımpaşa Camialtı ve Taşkızak tersanesi işçilerine oynayarak yerine geti­ riyoruz. Öğle tatilinde tersanenin önündeki sokaktayız. 2 tersa­ nenin işçileri yemek sonrası, sokakta biraraya geliyorlar. Ya­ nımıza gelen bir işçi çalışma koşullarını anlatıyor. Sonra so­ kağı göstererek "Bu sokak bu­ ranın Mahmutpaşa'sıdır" diyor. "Alış-verişimizi burdan yaparız." İşçilerin çoğu sokakta duran ve arka kasası açık bir kamyonetin ve biraz uzağındaki seyyar tez­ gahın etrafında toplanmışlar. Kapkacak, yiyecek, giyecek herşey var. Gerçekten de minik bir Mahmutpaşa. Giyiniyoruz ve işçileri oyuna çağırmaya başlı­ yoruz; "Haydi! Oyun başlıyoor"

Bu sefer yeni temin ettiğimiz küçük bir çan kullanıyoruz... Sesi dikkat çekiyor ama zayıf. Kaldırımın kenarında çoktan yerini almış bir işçi espri yapı­ yor "Eee, işçi sınıfının çanı da zayıf olur!" Gülüyoruz. Doğru­ luk payı var bu espiride. Şimdi­ lik öyle ama ya ideolojisi... İşte o güçlü. Devrime ulaştıracak olan da bu ideolojinin önderliği. Oyunun finalindeki sözleri daha güçlü vurgulamak gerekecek; "Bütün mesele zincirin kırılabileceğini düşünmekte, gücün farkına varabilmekte... Tükürseniz sel götürür, yürüseniz yer sarsılır, uğultusu volkan olur, yerin dibine batar bu sömürü saltanatı, toza dumana karışır bu asalaklar." Büyük bir ilgiyle izliyorlar oyunu. Sorduğumuz soruları elbirliği etmişçesine bir ağızdan yanıtlıyorlar. Egemen yere düşürüldüğünde sanki al­ kış tufanı kopuyor. Oyun so­ nunda dağılmıyor işçilerin çoğu. Sohbet ediyoruz. Hayata geçir­ mek istedikleri direnişlerden bahsediyorlar. Biri soruyor; "Bu oyun izinli mi?" "Hayır" diyoruz. "O zaman Tayyip sizin tiyatro­ nuzu kapatır, dikkatli olun!" Bir başkası giriyor araya; "Ooo! Tayyip'e gelene kadar bunun Çiller'i var, Demirel'i var." İşçiyi oynayanın, oyun boyunca omuzlarında burjuvayı oynaya­ nı nasıl taşıdığını soruyor bir iş­ çi. "Valla ben yoruldum izler­ ken" diyor. Emekçinin sırtındaki asıl yükün daha ağır olduğunu söylüyoruz. Sohbetimiz uzuyor, bir işçi giriyor araya ve uyarı­ yor; "Sakıncalı olabilir, polis ge­ lebilir, sizi buradan çıkartalım." Bir arabaya bindiriyorlar ve Şiş­ hane'ye kadar götürüyorlar. Bu derece sahiplenmeleri ve gü­ venliğimizi almaları çok sevindi­ riyor bizi. Sokak oyunları gözaltına alınma ve engellenme riskinin fazla olduğu oyunlar. Bu ne­ denle güvenlik önlemlerinin de alınması gerekebiliyor. Fakat bu güvenlik hiçbir zaman oyun biter bitmez oradan "sıvışma"

22

T A V I R


ya da polisi görünce oyunu ya­ rıda kesme biçimlerinde ola­ maz. Tiyatro yazarı, eleştirmeni Yılmaz Onay bir yazısında so­ kak tiyatrosu özerine şunları söylemiş; "...'tek devrimci tiyat­ ro' diye dayatılmaya çalışılan, işçi sınıfından ve örgüt disipli­ ninden kopuk, küçük burjuva nitelikli bir 'sokak tiyatrosu' pro­ pagandası var. Bununda özel­ likle 'seyyar satıcılar' gibi 'he­ men toz olabilme' niteliği, 'dev­ rimciliğinin kanıtı diye vurgula­ makta. Oysa, aslında gene yal­ nızca 'seyyar satıcı' benzetme­ si bile, olayın 'devrimci' değil, asıl 'küçük burjuva' sınıfsal karekteristliğini belirtmeye yeter." Öncelikle sokak tiyatrosu "tek devrimci tiyatro" yöntemi değildir elbette. Sorun her yön­ temi devrimci mücadelenin hiz­ metine sokabilecek anlayışta olabilmek. Gerçekleri tüm çıp­ laklığıyla, dolaylı yollara sap­ madan ve sakınmadan ortaya serebilmek, bunu da tiyatronun kendine özgü diliyle anlatmak; eğer amaçlanan, tiyatroyu bir sınıf silahı olarak kullanabilmekse birçok yöntemden fay­ dalanmayı gerekli kılar. Sınıftan ve örgüt disiplininden uzak bir sokak tiyatrosu anlayışı da peşi sıra küçük-burjuva yaklaşımla­ rı, temkinlilikleri ortaya çıka­ rır...doğru. "Hemen toz olabil­ me'' kıvraklığı (!), oyun boyunca izleyiciyle kurulan iletişimi ze­ delemekle kalmaz, oyunla veril­ mek istenen bedelleri pratikte göstermekte de berbat bir ör­ nek olur. Tabi bu durumda so­ kak tiyatrosu yönteminin meş­ ruluğu söz konusu değildir. İzle­ yici ise örnek olması gereken devrimci bir kişiliği karşısında göremez. Beykoz Deri Kundura Fabri­ kası önünde vardiya çıkışı oyu­ nu oynadıktan sonra ikinci kez gözaltına alınıyoruz. O sırada işçilerle sohbet ediyorduk. Oyun sırasında özellikle iki kişi sık sık oyuna müdahale ediyor. Daha çok umutsuz ve yılgın sözler söylüyorlar. "Yakında bu

fabrika kapatılacak ama işçile­ rin umurunda değil" diyorlar. "Boşuna oynuyorsunuz" diyor bir tanesi. "Bu millet adam ol­ maz" gibisinden bir yaklaşım var. Onlar için verdiğimiz ceva­ bı oyunun bir parçasıymış gibi tüm işçilere söylüyoruz; "İki yol var önümüzde, bir tanesini seç­ mek zorundayız: Ya umutsuzlu­ ğa, yılgınlığa düşeceksin, bo­ yun eğeceksin sömürülmene ve fabrikanın kapatılmasına ya da sınıf mücadelesi, direniş, dayanışma, bağımsızlık, de­ mokrasi ve sosyalizm." Oyun sonunda yanlarına gidiyoruz, "Neden bu kadar umutsuzsu­ nuz" diyoruz. 12 Eylül politikala­ rından bahsediyorlar, insanların tek tipleştirildiğinden, sınıf ger­ çekliğinden uzaklaştırıldığından vs. Fakat vardıkları sonuç ka­ ramsar. Çıkış yolları kafaların­ da net değil. Birkaç gün sonra yapılacak mitingden de bir çare beklemiyorlar. Sohbet koyula­ şırken polisler geliyor ve gözal­ tına alınıyoruz. Ertesi gün sav­ cılıktan bırakılırken hakkımızda dava açılıyor; işçileri ayaklan­ maya teşvik edici propaganda yapmaktan. Devrimci kişiliğimi­ zi, sanatımızı ve anlayışımızı, sonuna kadar savunacağız. Polis geldiğinde oradan ayrıl­ mayı düşünmedik, etrafımız çevrildiğinde sohbete "devam ettik. Bize güç veren bir meşru­ luğumuz var. Seçim vaadleriyie aldatıl­ malar, işten atılmalar olanca vahşiliğiyle devam ediyor. Halk Ekmek büfeleri önünde kuyruk­ lar tam tersine çoğalıyor. Bir taksi şoförü "Artık yalnızca gün­ lük yevmiyemizi çıkartmayı dü­ şünüyoruz" diyor, belediyelerde işçi kıyımı had safhada. Gebze Belediyesi'nde 733 işçi kapı önünde. Haklar ve Özgürlükler Platformu olarak oradayız. Ola­ yın yakıcılığı tüm kenti sarmış, büyük bir öfke hakim. Dayanış­ ma ziyaretleriyle güç buluyor iş­ çiler. Oyunumuz ise büyük bir coşku ve beğeniyle karşılanı­ yor. Oyun sırasında işçiyi oyna­

yanın terini silyor bir belediye işçisi; duygu dolu bir dayanış­ ma örneği bu. Oyun bitiminde yanımıza gelen işçilerden biri "moral verdiniz bize" diyor. Amacımız da bu değil mi? Mo­ ral vermek, cesaret vermek, di­ reniş azmi vermek... Onurlu bir geleceğin onurlu sahiplerinin sınıfsız, sömürüsüz dünyaları için. Oyunlarımız sürüyor kam­ panyayla birlikte. Daha bir çok yerde Grup Yorum'un bestele­ diği Brecht'in "Halkın Ekmeği" şiiri söylenecek; "Bilin halkın ekmeğidir adalet, Bakarsınız bol olur bu ekmek, Bakarsın kıt, bakarsın berbat, Bakarsın doyum olmaz tadına Azaldı mı ekmek başlar açlık Bozuldu mu tadı başlar..." Daha bir çok yerde ellerimi­ zi birleştirip havaya kaldıraca­ ğız ve "Haydi! Açlığa ve Zulme Karşı Birleşelim" diyeceğiz. Ve daha bir çok yerde emekçiler ansızın duyacaklar "Haydi! Oyunumuz Başlıyoor!" Sözü­ müzü...

T A V I R

23


Hazal TUNÇ orucu bir günün ak­ şamında yazıyo­ rum. Sanki gülen gözlerin daha kale­ mi elime almadan gelip konuvermiş ak kağıdın bir köşesi­ ne. Bir de kahkaha­ ların çınlatmaz mı odamı; onca hasrete rağmen huzurlu bir duygu kaplayıverdi içimi, işte bu ruh haliyle yazıyorum sana. Seni ateşli sözcüklerle anı­ yorum. Kararlı ve yakıcı bir ey­ lemdi çünkü ayrılışın. Hatırlanışın istek aşılıyor işleyen elleri­ mize.

Y

Günler geçmiş; aylar, aylar geçmiş... Üzülmüşüz de, sevinmişiz de. Demem o ki; hükmü­ müzde akıp gitmiş yine de za­ man. Keşke bu kadar geciktirmeseydim yazmayı. Ne çok şey var sana aktarılacak. Yok, yok gözden ırak olan gönülden de ırak olmaz bizim dünyamızda. Hem gözden ırak olduğunu da kim söylüyor. Ezilenlerin, sömürülenlerin acısına bir ferahlık oluvermişti. "Cesaretiniz Varsa Gelin'' diye meydan okuyuşunuz. Ve safla­ rımıza katılacak yeni kalabalık­ ları kıpırdatan sıcaklıktı kararlı­ lığınızı duvarlara işleyen o onurlu mürekkep. Daha büyük hedeflerin, atılımın habercisiydiniz. Ama yazık ki... ne yazık ki size layık olmayanlar da varmış

24

T A V I R

aramızda. İçimizdeki düşman­ lar haindiler, sinsiydiler; çünkü duygusuzdular, dikenler sar­ mıştı gönüllerini; bakışsızdılar, karalar çökmüştü ufuklarına. Atıldılar dallarına yolmak için yapraklarını; kesmek için, çek­ mek için indiler köklerine... Ah nasıl da çiğnediler goncayı. Şaşırdık ama tereddüt et­ medik. "Öfkelenme" demem işe yarayamayacak biliyorum, ama, yorma canını sevgili Nil. İzin vermedik çünkü kirletmele­ rine. Ter bedeli, can bedeli ya­ ratılan değerlerin, yok edilmesi­ ne göz yummadık; kıyasıya bağlandık hayata ve yoldaşla­ ra; işçiler, memurlar, öğrenciler, köylüler bir olduk birlik olduk, kenetlendik; leke düşmedi alnı­ mıza. Arındı, pişti bu genç ya­ şında hayatın atardamarı, yüre­ ği daha olgun ve bilge artık. Da­ ha güçlü basıyor şimdi adımla­ rımız. Baskı katmer katmer, sö­ mürü cendereli. İş ağır, ücret az. 5 Nisan kararları halkın beli­ ni büktü.Yine de işçiler işten atılmalara karşı direniyor. Me­ murlar öfkeyle doluyor alanlara; toplu pazarlık yapmak için grev silahına sahip olan sendika isti­ yorlar. Ama yürüyüşçüler pan­ zerlerle, joplarla karşılaşıyor yi­ ne. Ve bu toprakların acılı halkı göç yollarında. Hayır, hayır Gü­ ney Kürdistan'a yürüyüşü kas­

tetmiyorum sadece. Keklik se­ kiştiler, tavşan kaçıştılar, şahan bakışlılar dağlara, dağlara doğ­ ru... Cudi'nin gözleri sarı pusu; el eder, el eder... dere akışıyla, rüzgar ıslığıyla, kuş kanadıyla. Düşer Cizreler, vurur Dicleler yollara. Yangın, sürgün içinde köyleri. Tarlalar tutuşmuş, topraklar tutuşmuş. Sahra topları, havanlar, yangın bombaları dö­ ver durur; alevler içinde çarşıla­ rı, mahalleleriyle kasabalar. Acıları üstlerinde yorgan döşek düşerler Diyarbakır yollarına; leğenleri, tavukları, çocuklarıy­ la. Derler ki, Diyarbakır dolmuş taşmış. İşte böyle... Sonbahar ve kış operasyonlarını yaz ope­ rasyonları izledi. Nice taarruzlar daha var sırada. Artık heryerde kıskaç altmdalar, soluk alışları bile durdurulmak isteniyor. Ama ne fayda Kürt halkının haykırışı kısılamıyor Sevgili Nil. "Kürt" sözcüğünü telaffuz etmek bile deliyor yüreğimi. Bunca cefa, kıyım -her şey bir yana- insan


olanın ar damarına dokunur. Demokrat, aydın olmanın falan değil sadece insan olmanın bile kıstası artık bu sorun. Sen bilirisin. Kara ve hırçın­ dır Karadeniz'in suları. Eser, savurur Karadeniz dağları zem­ heride. Kar tutam tutam, öbek olur yığılır kalır yüceliklerde. Dallar, yapraklar kar tutar, örtünür; rüzgarda bile kıpırdamaz yamaçlar. İşte oralardan bir ateş koru kaydı, akıp düştü aşağılara. Aslı o dağlardaydı, o dağlar komutanının. Çevirdi ya Bahattin Anık sayfayı, bundan böyle kuzey rüzgarlarından esintiler sunabileceğim sana. Lazlar nasıl delişmendir bilirsin; hızla kırılır belleri, iner kalkar elleri horonda... O, bizim dağla­ rın sabahıydı. Derin vadilere daldı bir şubat günü. Şubat geçti Mart geldi ve Mart'ta büsbütün bahar erişti Ünye dağlarına. Beş Selken koptu indi Batı Karadeniz'i sula­ maya. Ya Dersim durur mu?..

İbrahim Erdoğan aldı Ahmet Karlangaç'ın selamını kattı boncuk irisi gözlerini ve Arasor deresi dağlara aktı canlarla, Harçik ve Laçin dağlara... Ve sıcak bir ağustos gecesi Kızıldere'den, Çiftehavuzlar'dan ve sayısız inanç direnişinden bes­ lenen ışık hüzmesi Bağcılar'dan şavkıdı. Bağcılar al al oldu. Sabo'nun, Sinan'ın, Eda'nın bayrağı Hüseyin'le, Güler'le, Özlem'le dalgalanır ol­ du. Savaş Kürt kırlarının dışına taşıyor. Yörük çimenleri, Laz ormanları, Türk tepeleri yeni doğanı ağırladıkça; Dersim'de mayalanan süt, Ancer'de kıva­ ma gelen bal Tokat'ı, Denizli, Aydın ovalarını, Toros elini tat­ landırdıkça egemenler tahammülsüzleşiyor. Eski yasalar ve yeni yasalar yetmiyor, son ge­ nişletmeler yetmiyor. Kürt böl­ gelerinde uygulanan fiili sıkıyö­ netimi bütün ülkeye yaymak için en son hadde genişletilmiş

anti-terör yasasında mutabakat arıyorlar. Sorgusuz sualsiz, ga­ zetelere el koymayı, çalışanları kilit altında bertaraf edip, araç gereci müsadereyi planlıyorlar. Tavır da Basın Savcıları'nın ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Ge­ çen sayı iki soruşturma birden açılmıştı. Bu sayı üçe çıkmazsa şaşarım. Ama bizimki çok önemli sayılmamalı. Halkın Hu­ kuk Bürosu avukatları, Müca­ dele Gazetesi'ne açılan dava ve verilen ceza kararlarını ulus­ lararası platformlara götürürken kalın dosyaları taşımakta epey zorlanıyor olsalar. Ve en kı­ demli mapuscu "sarı hoca" yine içerde. Fikret Başkaya da bu listede, Haluk Gerger de, bazı sendikacılar da. Sumru hayatın gizli bir yerinde fıldır fıldır; Ke­ mal Çorlu'da bilevi gibi, tuttur­ muş bir direniş türküsü... aman aman hey! Birden bir kahkaha atasım geldi. Haydi uy sende bana. Söz olsun, bir yolunu bu­ lup sana da dinleteceğim Ke­ mal'den gelecek besteleri, iki beste müjdesi de Ankara'dan... İhsan, Ankara Kapalı Cezaevi'nin duvarlarını dövüyormuş o içli sesiyle. Aralarında uzun mesafeler de olsa Yorum ve Ekin onlarla birlikte yürüyorlar. İki gözümüz, ömrünü verdi diye çoğaldımız Nil'imiz ne çok özledik seni. Tekrarlamaya ge­ rek yok diye düşünüyordum ama bu mektubu bitirmeye elim varmayacak. Unutma ki dev­ rimciler geri dönmez sözünden. Şehitlere devrim sözü her vesi­ le tekrarlanıyor. Müjdeler var si­ ze; canınızla suladığınız tohum fideye durdu. Kozayı çatlattı fe­ da kuşağı. Bayrak, partiyi-cepheyi kuşandı. Artık daha güçlü­ yüz. Yanaklarından öperiz. Senin Tavır..

TAVIR

25


KÖY DÜĞÜNÜ ŞENLİĞİNDE DÜŞERİM YOLLARA Nusret GÜRGÖZ

Yuvası bozulmuş bir kuş çığlığında yüreğim Kurumaya yüz tutmuş bir ağacın çiçeğinden Hıncım, mezarsız ve habersiz bir oğul yitikliğinde İnfazlarda, kana boyanmış güzel bir kız depreminde Anayım ben/ Lorca'nın, Jara'nın Türkiyeli anası Ağrım yayılır toprak evlerin bacalarından Sızım yayılır beton evlerin kapılarından tarihin gökyüzüne Vakit olur, kuşlar döner evimin saçaklarından Hesap sorulur dallarımı kıranlardan, çiçeğimi yolanlardan Sarı gagalımı yuvadan koparanlardan ahım alınır Sağalır sızım/ diner hıncım Bir köy düğünü şenliğinde düşerim yollara/ gülerim sokaklara

26

T A V I R


İŞGAL ALTINDAKİ BÖLGELERDE

FİLİSTİN SANATI

B

geleneksel halk kültürü­ atı Şeria ne geri dönülmesi ge­ ve Gazrektiğine inanıyorlar. ze'de Örgüde, çömlekçilikte, sanatsal heykeltraşçılıkta kulla­ ve kültü­ nılan motiflere, elbise­ rel faali­ ye, geleneksel yemek­ yetleri lere, güzelyazı sanatına asıl ola­ ve arabeske (geometrik rak politika belirle­ yaprak motifleri) ve İsladi. 1948'de Filistin'in mi kültür mirasına da. kaybedilmesi, mülteci­ Bu geri dönüş, kül­ lik, 1967'den beri İsrail türel mirasın korunma­ askeri diktatörlüğü al­ sına ve Filistin düşün­ tında yaşama ve bugün cesini savunmaya hiz­ İntifada. Yazılı ve sözlü met ediyor: "Resimdeki medyalar daha çok poli­ konuları gören insanlar, tik gelişmeleri ve işgal Filistin Kadınlar Komitesi 'nin hazırladığı bir afiş anlatılmak istenen ilgiyi bölgelerindeki kanlı hissediyorlar." diyor Kamil kavgaları belirtiyor. Bununla Mughanny. "Ve kültürel bir mi­ balar ve uçaklar çiziyorduk, birlikte ancak çok az bir bölümü rasa sahip olduklarını biliyorlar. boyuyorduk." diye anlatıyor. Filistin kültürü ve sanatına deği­ Hiç bir şey kaybedilmedi, bun­ Karim Dabah, Fathi Ghaben, niyor. Bu maddenin merkezin­ dan onur duyabilirler." SuleTaysir Scharaf ve Taysir Bara­ de genç Filistin sanat hareketi iman Mansur bu çalışmaların kat gibi diğer sanatçılar halkın duruyor. Onlar bütün olumsuz­ İsrail propagandasının yüzünü dikkatim çekiyorlardı. 1979'da luklara rağmen yine de sürekli kara çıkaracağına inanıyor. bu "İlk Kuşak" sanatçılar, bir gelişen "renk, fırça ve duvarla "Hiçbir halkın olmadığı bir ülke­ yandan da genç sanatçıları ye­ Filistin halkının direnişinde ken­ ye geldiklerini, sadece kültürle­ tiştirmeye başladılar. O aralar di paylarına düşeni yapıyorlar. rinin varlığından bile bahsedi­ toplam 25 üyeleri vardı. Sanat­ lmeyecek Bedeviler'in oldu­ çılar ve entellektüeller arasında Halk Kültürü Üzerinde ğunu söylüyorlar. Ve biz de bu da bu zamana kadar ki çalış­ Bilinçlenme propagandanın yalanını ortaya maların bir bölümünün şiddetle Genç Filistinlilerin işgal al­ çıkarmak, burada yaşayan, krjtize edildiği bir tartışma baş­ tındaki topraklarda sanat hare­ latılmıştı. "Onlar (entellektüel­ kültür ve sanat üretebilen bir keti, Kamil al-Mughanny, Nabil ler) dergilerde ve gazetelerde, halk bulunduğunu ve hala va­ Anani, İssam Badr ve Suleiman bu sanatın iyi bir sanat olmadı­ rolduğunu göstermek için bu Mansur'la birlikte başladı. Bu yolun doğru olduğunu düşün­ ğı, en çok poster olabileceği sanatçılar 1960 sonlarında ve ama asla birer resim olamaya­ dük." 1970 başlarında eğitimlerini Jecaklarına dair yazılar yazıyor­ rusalem(Kudüs)'de tamamla­ İşgal bölgelerindeki sanat; lardı. " diyor Nabil Anani. De­ yıp, Batı Şeria'ya yerleştiler. Filistin tutsaklarıyla dayanışma vam eden gelişmeler ve bu tar­ Nabil Anani: "Sanatın direkt içine giren işgalcilerin zulmünü tışmaların sonunda sanatçılar politik bir eylemi olarak, bomve kurtuluş umutlarını gösteren,

T A V I R

27


1982'de Lübnan'daki Şabra ve Şatilla'da yaşanan bir katliamı çok farklı çalışarak dökümante eden ve teşhir eden resimler; Filistin günlüğünün, kültürünün, çatışmanın, acının ve hayalleri­ nin bir "Resim Kitabı" oluyor. Bununla beraber, resimleriyle Filistin halkı için enternasyonal bir dayanışma yapabileceklerini umuyorlar. Sanatçıların, eserlerini "re­ alizm", "sembolizm" ya da "sembolik realizm" olarak ad­ landırdıkları bir boyama yön­ temleri var. Bu yöntem, motifleri objektif-somut bir tarzda, sem­ bollerle birleştiriyor. Bu işgal bölgelerinde kullanılan tipik bir yöntem: "Semboller, düşünce­ leri dolaylı olarak taşıyor." diyor Kamil al-Mughanny. "Sergiye gelen bir insan, resmi anlamak için durmalı ve sembol üzerine düşünmeli... Sembolik çizimin, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde Filistinli sanatçıların ana çizimi olduğunu düşünüyorum." Sembollerin kendileri halk

Kamil al-Mughanny "Kökler"

28

T A V I R

kültürünü çıkarıyor. Örneğin, bir zeytinağacı sabrın nişanı ola­ rak kabul ediliyor. Portakal ise, Filistinlilerin bereket sembolü. Geleneksel kıyafetler giymiş bir kadın resmi, bütün Filistin ülke­ sini temsil ediyor. Ama sanatçılar geleneksel kültürü sırf resimle yansıtmıyor­ lar. Dahası Nabil Anani, İssam Badr, Suleiman Mansur ve Vera Tamari; Bir Zeit Üniversitesi ve çeşitli sosyal yardımlaşma örgütleri ile çalışarak, sistema­ tik olarak bu kültürün köklerini araştırıyorlar. Bu yöntemle nakladilen yüzlerce yıllık bilgi, son­ suz unutulmuşluktan kurtuluyor ve hayatta kalması sağlanıyor. Gerek "geleneksel kültür mirası" konulu resimler, gerek­ se sembolik bir tarzın kullanımı sadece sanatçıların bağımsız kararları ya da izleyicinin beğe­ nisine göre biçimlenmiyor. On­ lar aynı zamanda İsrail idari yö­ netiminden kaçırmak için de bir deneme. Çünkü resimlere ilk safhada sık sık açık politik ifa­ deleri nedeniyle İsrail yöneti­ mince el konuyor. Halkın düze­ nini ve şehrin güvenliğini tehli­ keye atıyor gerekçesiyle, Ramallah'ta bir çok resim değişik sergilerden ve tek galeri olan Galeri 79'dan toplatıldı ve re­ simlerin sahibi İssam Badr, açı­ lışından bir yıl sonra tekrar ka­ patılması için zorlandı. Kültürel mirasa yönelim ve sembollerin kullanımı bu gerginliği biraz gideriyordu. Bu durum, İsraillile­ rin gerçekte bu sembollerin bir işaret dili, bunun arkasında ise Filistinlilerin ulusal benlikleri ve kurtuluşları için mücadele isteği olduğunu anladıkları an değiş­ meye başladı. Yani yeni resim­ leri "Filistin gözleriyle" görmeye başladıklarında. Suleiman Mansur bu pro­ testo biçimini ve sanatçılar için düşüncelerini şöyle açıklıyor: "Artık herşey bir geleneksel sembol haline dönüştü. İsrailli­ ler görene kadar sadece ken­ dimiz için resimler yapıyorduk. Filistinli böyle harita gibi anlatıl­

dı. Bu yasaklandı. Filistin ulusal renklerimizi kullanıyorduk. Bu­ nu yapmak için artık hapis ce­ zasını göze almak gerekiyor. Bu nedenle dikkatimizi Kufiyeh'e (geleneksel Arap başlığı) ve renklerine verdik. Şimdi bu da tehlikeli oldu. Örneğin be­ nim, bir ekmeği motif olarak kullandığım "Taboon'dan Ek­ mek" adlı bir tablom var. Taboon (fırın) köy yaşantısının tipik bir. örneği ve bunu halk politik olarak böyle düşünüyor." Sa­ natçılar ve İsrail askeri diktatör­ lüğün arasındaki anlaşmazlık, 1983'den bu yana işgal altındaki bölgelerde sergi açamadıkları, sadece Batı Jerusalem'de ve Galila'da açabildikleri için de­ vam ediyor. 80'in ortalarında sanatçılardaki hava çok kötüydü. Ümitsiz ve cesaretleri kırıktı, çok azı kendinde ilham hissediyordu. "Yaptığımız herşey politik ola­ rak yorumlanıyor" diye hayıfla­ nıyor Suleiman Mansur. "Aşağı yukarı 20 yıldır işgal altında ya­ şıyorsan, iyi, elinden ne gelirse yapıyorsun. Hayatının bir par­ çası olmuş... Ama bir zaman sonra artık sıkıcı olmaya başlı­ yor. Çalışmalarının tekrardan öteye gidemediğini düşünüyor­ sun. Ne yapacağını bilmiyor­ sun. Politik sanat kendiliğinden olmalı ama burada bu günlük bir İş."Buna rağmen sanatçılar umutların yitirmediler. İsrailli Sanatçılarla Beraber Çalışma İsrail ordusunun I982'de Lübnan'ı istilası, birçok israilli tarafından eleştirildi ve bu barış güçlerinin kuvvetlenmesini sağ­ ladı. İlerici-aydın İsrail sanatçı­ ları bu özgürlük hareketleri için­ de yer alıyorlar, ilk defa Filistin ve İsrail sanatçılarının ortakla­ şa bir sergisi acıtıyor. 16 Ekim I982'de "Batı Şeria'dâki Sanat­ çıların Onuruna" adlı sergi Haifa'da açılıyor ve hemen sonra­ sında Nezareth, Batı Jerusalem ve Bîr Zeit'e taşınıyor. Yaklaşık iki yıl sonra "Fikir


Kamil al-Mughanny "Kudüs"

Özgürlüğü İçin İşgale Karşı" adı altında ikinci bir toplu sergi açı­ lıyor. Bu sergi, sanatçı Fathi Ghaben'in yargılanmasını pro­ testo etmek ve Filistin mücade­ lesine destek amacıyla, israil'in çeşitli şehirlerinde ve işgal al­ tındaki bölgelerde gezdiriliyor. 1980/81 yıllarında İsrail sa­ natçıları Galeri 79'un kapatıl­ masını da protesto ettiler. İntifada'yla Yeni Umut İntifada'dan önce işgal altın­ da yapılmış resimlere bugün baktığımızda, bunlar İntifada'nın sanki müjdecisi gibiler. İntifada'nın İsrail işgalcilerine karşı savaşmaya başlamasıyla, burada kazanılan deneyimler resime de yansıyor: İsrail as­ kerleri tarafından öldürülen Fi­ listinliler, evlerin duvarlarına slogan yazan ve zafer işareti yapan çocuklar. Bunlar aynı za­ manda umudu da yansıtıyorlar. İşgalden kurtulmuş, özgür bir geleceği diliyor ve hayal ediyor­ lar. Çoğu zaman bu gelecek umutlarının taşıyıcılığını çocuk­ lar temsil ediyor, intifada'yla bir­ likte artık sanatçıların da cesa­ retleri artıyor ve kendilerine da­ ha çok güvenmeye başlıyorlar. Suleiman Mansur, bu durumu şöyle anlatıyor, "intifada, bize yeni bir ruh hali getirdi. Kendi araçlarımız üzerine yeni düşün­ celer üretmemizi sağladı." "Kendi araçlarımız", İntifada'da Filistinli sanatçılar için parola oldu. Çünkü resimlerin içerikle­ rinden daha çok, resim yapma araçları değiştirildi, yağlıboya ve bez yerine eski yöntemler ve lokal materyaller kullanıldı. Bu­ nun üzerine Suleiman Mansur şöyle devam ediyor. "İnsanlar işgali protesto etmek için top­ raklarını işleyip o topraklarda üretilen malları satın aldılar. Ben de bu felsefeyi kendi re­ simlerimde işleme ihtiyacını hissettim. Şimdi görsel ifadede yeni bir kaliteye ulaşmak.için deneyler yapıyorum. Tebeşiri, balçığı, samanı, hayvansal ve bitkisel renkleri umut içinde

kombine ediyorum. Bu protes­ to rahatlatıcı. Bana güven ve özgürlük veriyor." Aynı konuyla ilgili olarak, Nabil Anani şöyle diyor: "Beş yıldan beri çalışmalarımı form, renk ve materyal gibi resmi ihti­ yaçlarından kurtarmak ihtiyacı hissediyordum. Değişen politik ve ekonomik şartlar bana, dile­ ğimi gerçekleştirmeme yardım­ cı oluyor. Sanatım ve doğam için yeni bir kaynak arıyordum. Uzun arayışlardan sonra deriyi yeni aracım olarak seçtim, bu Ortadoğu'nun eski resim gele­ neğinden bir esinlenmeydi. Deriyi yumuşak, yuvarlak bir odun üzerinde düzleştirince boyamak için enterasan bir dü­ zeyi oluyor. Örgü, sepetçilik, çömlekçilik ve dokumacılık gibi geleneksel motiflerden adapte ettiğim basit figürler ve dekora­ tif örnekler kullanıyorum. Renk­ lendirmede sıcak kırmızı-kahverengi kına tonlarını kullanıyo­ rum. Benim için deri üzerinde boyamayla protesto şekli daha deneme safhasında ama bu­ nunla çalışmalarımın emin adımlarla yol aldığını düşünü­ yorum. "

diğer barış örgütleriyle beraber çalıştılar. İntifada'nın başlangıcından bu yana bu faaliyetler güçlendi. Üç yıllık komite çalışması son­ rasında 13 Haziran 1988'de Ku­ düs'te, Filistin ve İsrail arasında bir zirveyle sembolik bir barış anlaşması yapıldı. Bu barış ant­ laşması Filistin halkına, Batı Şeria'da ve Gazze Şeridi'nde bağımsız bir şehir inşa etme olanağını tanıyor. Aynı zaman­ da israil şehirlerinde 1967'deki sınırların geçerli olduğu ve ba­ rış içinde yaşama hakkını veri­ yor. Şimdi imza atanlar politika­ cıların vaatlerini takip ediyor, uygulamaları için uğraşıyor ve bunu umut ediyorlar.

İntifada sadece Filistin sa­ natçılarını değil, aynı zamanda başka örgütlerle israil sanatçı­ larını da sevk etti. Sergi çerçe­ vesinde "Barış ve Özgürlük İçin israilli ve Filistinli Yazarlar, Sa­ natçılar ve Akademi Üyeleri Ko­ miteleri" kuruldu. Zamanla sempozyumlar organize ettiler, el ilanları, bildiriler dağıttılar ve

Fathi Ghaben

T A V İ R

29


Servetin işaret parmağı az sonra düşürecekti tabancanın tetiğini. Yüreğim burkup duran mengenenin çözüleceğini düşünüyordu Servet. Bütün işkenceciler gibi kendisine işkence yapan o zebani de hakettiği cezayı bulunca gönül yorgunluğu, beden yorgunluğu bitecekti. Kemikkıran da artık kirletemeyecekti aklığını dünyanın. Ama insanlığa yönelik suçlar onu susturmakla bitecek miydi? Devam edecekti neyazık ki. Sömürüye ve daha fazla kar için sınırsız hak gaspına dayanan bu sistemin doğasındaydı işkence. Servet bu çürümüş yığının emekçi örgütünün mücadelesiyle yerle bir

ÖÇ

edilebileceğini kavrayacak, elini başka ellere uzatınca örgütlü mücadelenin gücünü görecektir. "Kavgadayız Her Saat (Şiir)" ve "Hoyrat (öykü, 1990)" adlı kitapları yayınlanan Zeki Oğuz'u "ÖÇ" adlı bu öyküyle tanıma fırsatı buluyor TAVIR okurları.

TAVIR

Zeki OĞUZ emreleri yaşıyordu şehir. Caminin bah­ çesine doluşan in­ sanlar yaklaşan ba­ har havasını solu­ yorlardı duvar diple­ rinde. Yaşlılar evle­ rinden erkenden çı­ kıp hem yorgun bedenlerini din­ lendiriyor, hem yarenlik ediyor­ lardı yaşıtlarıyla. Caminin şadırvanına otur­ muş yaşlıları seyrediyordu Ser­ vet. Aslında o da onlar kadar yorgundu. Gönül yorgunuydu, beden yorgunuydu. Ama az sonra bütün yorgunlukları dine­ cek, yüreğini burkup duran mengene çözülecekti. Çeşmeyi açtı, yüzüne biraz su serpti se­ rinlemek, içinin ateşini, sabır­ sızlığını dindirebilmek için. Mendilini çıkarıp hemen kurula­ dı ellerini, yüzünü. Başka arka­ daşları gibi sudan korkmuyor, nefret etmiyordu ama sevmi­ yordu da eskisi gibi. Bir zaman­ lar denize nasıl girdiklerini anla­ tanları imrenerek dinler, yaz sı­ caklarında suyu buz gibi akan pınarların başında, dere boyla­ rında olmak isterdi. Düşlerin­ den, isteklerinden silinmişti ar­

C 30

T A V I R

tık bunlar. O korkunç kemik çıtırtısın­ dan ve beynine çöken karanlık­ lardan önce Kemikkıran hep buz gibi sularla ağırlamıştı onu. Asıl adı neydi bilmiyordu ama arkadaşları onu hep böyle çağı­ rırlardı. Asıl adı hiç umurunda değildi nasılsa tanıyordu ve bi­ razdan o insanlara tepeden ba­ kan, kibirli haliyle camiye günah çıkarmaya gelecekti. Beynine dolan karanlıklar içinde ışıyan tek şey Kemikkıran'ın yüzüydü. İşkence ettiği insanların tepesinde gülmesini, bağırmasını iyi bilen bir yüz. Kendisine teslim edilenleri "iyi ağırlamayı'' bilen bir surat. Yerin kaç kat altında oldu­ ğunu bilemediği mezarlıkta gözlerini bağlayıp çıkarıyorlardı yukarıya. İlk sorgu sualden sonra "Buyrun banyoya" diyor­ du Kemikkıran. Bir insanın çıkarabilceği en kaba sesle "so­ yun" diye emrediyordu. "Onurunu, şerefini de çıkarıp at giysile­ rinle birlikte" der gibi bir ses. Soğuk, tazyikli su kırbaç gibi iniyordu bedenine. Sanki insan olmaktan utanmasını, tiksinme­ sini ister gibiydiler. Ölümü iste­

diği, ölümü istediği için kendin­ den tiksindiği anlar olmuştu. Yaşlı bir adam gelip çeşme­ nin başında abdest almaya dur­ du. O yaşlıya imrenip imrenme­ diğini düşündü, öyle dingin bir yüzü vardı ki. İmrenmediğini hissetti. Hiçbir zaman onun ki gibi bir yaşlılığı düşünmemişti. O dingin yüzde asırlarca sür­ müş bir kulluğu görüyordu. Silahını yokladı. Yerli yerin­ de duruyordu. Gözlerini yumdu. O pis ka­ ranlık ve kemik çıtırtısı çörekle­ niyordu yine beynine. Bir yerle­ rinin sızıladığını, sızının, bütün bedenini hücrelerine kadar ta­ radığım hissediyordu. O çıtırtı ve karanlğın ardın­ dan sonsuz bir aklığa açıyordu gözlerini. Aklığın ortasında res­ mi giysileriyle çirkin bir leke gibi duran Kemikkıran'ı görüyordu. Sırıtıyor, kahkahalar atıyordu. Gözlerini hemen kapatıyor, acı­ larının elverdiği ölçüde başka şeyler düşünmeye çalışıyordu. Sisler içinde anımsayacağı, dü­ şünebileceği o kadar az şey vardı ki. Sanki silgi çekmişlerdi bütün bir geçmişin üzerine. Ya­ zıların netliğini bozan ama tam


da silemeyen bir silgi. Çocuklarının acılı yüzlerini görür gibi oluyordu. Belirsizliğe götürülen bir babanın acısıyla gerilmiş, ağlamasını bile bece­ remeyen üç körpe yüz. Yanla­ rında ürkmüş, korkmuş bir ka­ dın. Kollarını uzatır gibi oluyor­ du bir an, kucaklaşmak, veda­ laşmak ister gibi. Havada kalı­ yordu kolları. Tabancanın namlu demiri buz gibiydi. Tenine değdikçe ürperiyordu. Onu arkadaşının elinden alabilmek için epeyce zorlanmıştı. "Kemikkıran'ı öl­ dürmekle bu düzeni namussuz­ luğunu çözemezsin" diyordu ar­ kadaşı. "Kemikkıranlar'ı altetmenin başka yolları da var" di­ ye bin dereden su getiriyordu. Ne düşünecek, ne tartışacak durumu vardı. Kafasındaki tek şey mermilerin Kemikkıran'ın kirli yağlı bedenine girmesiydi. Onun acılar içinde kıvranması­ nı, yalvarmasını görmek istiyor­ du. Ardından yüzlerce insanın da böyle bir anı görmeye can attıklarına inanıyordu. Kemikkı­ ran kaç kişiyi ağırlamışsa bir o kadar mermi boşaltmak isterdi kirli bedenine. Onurla onursuz­ luk arasında bir tetik çekimi uzaklık olduğuna inanıyor ve o tetiği çekmekten başka bir şey düşünmüyordu. Sevgiyle yokla­ dı tabancasının kabzasını.

gördü ama bu kere yalnız değil­ di. Küçük bir çocuk vardı yanın­ da. Kemikkıran'ın elinden tut­ muş, kalabalıkta yitmemek için iyice yanaşmıştı adama. Ak bir takke giydirmişlerdi başına. Sevimli bir yüzü vardı. Kalabalıktan ürkmüş, korkmuş gibiydi. Servet, yaşlıları iteleyerek Kemikkıran'a doğru yaklaştı ve tam önüne dikildi. Koltuk değ­ neğini göğsüne sertçe dürttü. Bir eli tabancasındaydı.

Adamın gözleri şaşkınlık ve korkuyla bakıyor bir şey diyemiyordu. Çocuk korkuyla sarıldı babasının ayaklarına. "Beni tanıdın mı?" diye sor­ du tabancasının emniyetini açarken. Çevrelerindeki insanlar kor­ kuyla geri çekilmiş küçük bir boşluk oluşmuştu. Kemikkıran korkuyla bir çocuğuna bir Servet'e bakıyordu. Carl Meffert "Yahudi"

Hoca ezan okumaya başla­ mış, caminin bahçesi dolmuştu iyice. Kavak ağacından kendi yaptığı koltuk değneğine aba­ narak doğruldu. Kemikkıran her cuma hocanın ezan okumaya başladığı anda caminin demir kapısından adımını atardı. O kalabalık içinde Kemikkıran'a mümkün olduğunca yakın ol­ mak istiyordu. Birbirlerinin göz­ lerindeki kini görecek kadar yakın. Elbette o an tanıyacaktı karşısındakini. Tanımadığını sanacaktı belki. Kimilerinin gözbağlarının ardından da insan­ ları tanıyabileceğini hiç aklına getirmeyecekti. İlk adımını attığında Kemik­ kıran'ın da kapıdan girdiğini

T A V I R

31


ALACAĞIN OLSUN EYFEL KULESİ Onur AKMAN

32

eni düşündüm de az önce... Yanımı yöre­ mi günebakan tarla­ ları bürüdü. Eylül'de kuruyup kavrulur günebakanlar, belkide harmanlanmıştır bile. Benim gördüklerimse canlı ve çiçeğe durmuş­ tu. Sabahtı, güneş doğmamıştı daha. Günebakanlar içine içine çekmişlerdi sapsarı taç yaprak­ larını. Boyunlarıysa bükülmüş. Hüzünleri yüklenip gelmişlerdi sanki. Güneşi içtiler sonra ağır ağır. Güneşi içtikçe kaldırdılar başlarını. Sarı taç yaprakları daha bir sarılaşıp açıldı. Yük­ lendikleri hüzne karşın gülüm­ sediler, annesinin kucağında yeni doğmuş bir bebek gibi. Ama şimdi tutsaksın.

S

Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Elinde kitapları, okula gi­ den bir çocuk gelip oturdu gözbebeklerime. Ayakkabılarından birinin arkası yırtılmış, her adımda yere sürtüp gidiyor to­ puğu. Parmaklarının ucunda tutmaya çabalıyor ayakkabısı­ nı. Yüzünde gizlemeye çalıştığı yırtık ayakkabının utancı. Birile­ ri ayaklarına doğru baktıkça kırmızı bulutlar gelip geçiyor yüzünden. Gözbebekleri kaçışı­ yor biryerlere. Şimdi büyümüş­ tür o ortaokul öğrencisi. Evlen­ miş çocukları bile olmuştur bel­ ki de. Yırtık ayakkabısından utanmamayı da öğrenmiştir mutlaka. Günebakanlar güneşe baktığı gibi sana baktığını bili­ yorum onun.

Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! İnsan dolu dolu olur da ağ­ lamak geçer ya içinden. Ağlayamaz. Bıraksam diyorum hü­ zünleri gözlerimden birer birer. Bir bıraksam; taşacak yeryü­ zündeki tüm nehirler ve sürü­ yüp götürecek şehirlerin bütün kulelerini. Alacağın olsun Eyfel Kulesi.

Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Her sabah aynı dolmuşa bindiğim, oniki saat çalıştıktan sonra bile, gözlerinin ışıltısı kaybolmayan konfeksiyoncu kızlar, Ankara sokaklarında joplanan, Şırnak'a, Cizre'ye sür­ gün edilen memurlar, "gemileri yaktık, geri dönüş yok" diyen

T A V I R

madenciler, Aras Kargo'yu iş­ gal eden işçiler... Birer birer ge­ çip gittiler önümsıra. Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Demir kapılar, tel örgüler gezindi düşlerimde. Şaşkın ve ağlamaklı gözleriyle bana ba­ kan, dikenli tellere tutunmuş bir ana... Ha düştü ha düşecek. Başı eğik geçmişti jandarmala­ rın önünden. Ağladı orada, ses­ sizce ve çaresiz. Ağladı da "Yağmur değdi gözlerime" dedi. Kan kustu da "Kızılcık şerbeti içtim" dedi. Hapislere hep hır­ sızları kapatırlar sanırdı. Gizli­ den geldi görüş gününe "Oğlum hapis" diyemedi. Yumruk oldu yüreği sonraları. "Çocuğum" derken "Çocuklarım" demeyi öğrendi. "Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz" diye bağırdı sokak­ larda. Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Dumana boğulmuş Dersim Dağlan'nda, Toroslar'da, Ege'de gezindim uzaktan uza­ ğa. Umudu büyürken görüp, se­ vindim. Göç yollarında kanayan ayakları görüp kinlendim. Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Dile gelin hücrelikler, mah­ keme salonları. Dile gelip söy­ leyin: Görmedim, yapmadım, duymadım, bağışlayın diyen, huzurlarınızda elpençe duran zavallılar bekliyorduk deyin. Dediğimizi yaptık, yaptığımızı savunduk diyen tutsakların kar­ şısında şaşıp kaldınız. Hep bir renge boyarsanız yeryüzünü, herşey yoluna girer sandınız ve kendinizi boyadınız önce. Gü­ zelim deniz mavisi kirlendi elle­ rinizde de boyayamadınız tut­ sakları maviye. "Mavi utandı kendinden tutsakları don atlet mahkeme salonlarında görün­ ce. Sandı ki hep bunlar kendi yüzündendir. Öfkem şimdi sanadır Eyfel, maviye değil. Ya siz ranzalar, cezaevi re-


virleri, hastane odaları... Siz an­ latabilir misiniz Apo'yu, Haydar'ı, Hasan'ı, Fatih'i? Onur­ suzca yaşamaktansa; açlığa yatırıp bedenini, ölümü almak koynuna. Hergün biraz daha hissetmek, hergün biraz daha yakınlaşmak ölüme. Yapamaz­ lar demiştin değil mi ranza? Kasları eridikçe parıldayan göz­ lerini gördün onların. Gördükçe de çaresizleştin. İşte bunun içindi...Mavilere boyanıp esir ol­ mamaktı sana ve geride kalan­ lara onurlarıyla yaşayabilecek­ leri bir dünya bırakmak içindi ölümü hiç eylemeleri. Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Seni düşündüm de az ön­ ce... Nazım'dan birkaç dize dökülüverdi dudaklarımdan. "Yürüyor dimdik, pırıl pırıl, aklımız, yüreğimiz, yumruğu­ muz... Hangi kuvvet durdurabilir bu akını. Gönlümüzdeki ateş, gözlerimizdeki fer, çelik dağları güneşe tutulan, donmuş bir su gibi eritmeye yeter." Alacağın olsun Eyfel Kulesi. Alacağın olsun! Yırtık ayakkabılı çocuk do­ nup kaldı seni öyle elleri kelep­ çeli görünce. Sonra konfeksi­ yoncu kız, makinanın pedalına basmayı unutuverdi birden. Ce­ zaevindeki o ana "Oğlum" diye­ bildi sessizce, işçilerin, emekçi­ lerin, öğrencilerin sloganları boşluğa asılı kaldı bir an. Tut­ saklar açlığa yatırdılar bedenle­ rini yeniden. Herbiri bir günebakan... tarla tarla. Gözleri Eyfel Kulesi'nde. Öfkem şimdi sanadır Eyfel, öfkem sanadır. Bundandır kabı­ ma sığamadığım. Yüreğimin dolu dolu vuruşu bundan. Bun­ dandır şimşeklenişi gözlerimin. Bir taşsam diyorum. Bir taşsam; söndürebilir mi okyanus­ ların suyu öfkemin yangınını. Sınama öfkemi Eyfel Kulesi. Öfkem ki yangınlardan büyük, eritir olanca çeliğini.

ELVEDA! (x) DEMEDEN ÖNCE... anımak yürek işiydi. Temmuzlar'da, Nisanlar'da kalkanlaşan bayrağın; ihtiras ve ihanet selinin önündeki direncin; yirmi yıldır yarattığımız değerler ve gelenekler üzerinde büyütülen umudun bir parçası olarak tanıdık yüreğimizi... Tanımak yaşamı anlamaktı. Niyaziler'in, Sabolar'ın, Sinanlar'ın, Fazılların... pına­ rından su içen; Behiyeler'in, Olcayların, Perihanların, Hamiyetlerin yetiştiği aynı top­ rakta boy veren zorluklara karşın fedakar, özverili, özverili olduğu kadar mütevazı ve üretken yaşamımızın içinde tanıdık sizi...

T

Tanımak kavgayı kucaklamaktı. Yürüdüğümüz sokaklarda, adımlarımızla arşınladığımız toprak kokulu varoşlarda, tane tane saydığımız kaldırım taşlarında; yoldaşlığa doğru yücelttiğimiz bütün umutlar­ da; merhaba dediğimiz herşeyde, yaşanacak unutulmaz güzelliklerde, erişilmez sanılan zirvelerde, beden beden örülen değerlerin enginlikleri içinde kucakladık sizi... Hüznümüz, aşkımız, sevdamız ve yüreğimizle el ele; karanlığı yırtmak, yıldızlara ulaşmak için yaşamla tomurcuklaşmış isyanı inançla bütünleşmiş cesareti bileyerek otur­ duk güneşin sofrasına... Düşlerimizle ısıttığımız ülke topraklarını akarsular gibi besleriz. Kavgada öfkeyi, ha­ layda coşkuyu, inançla umudu büyütürüz... Kavga Dostları, Mücadele Yoldaşları; İşte şimdi gidiyorsunuz. Mağrur, inatçı, başeğmeyen tavrınızla, düşmanın kürsüler rinde haykıran sesinizle, taviz vermeyen bilincinizle, bizlere hoşçakalın sözcüğünün bi­ timsiz içimliğim bırakarak; birşeyler yapmış olmanın mutluluğu ve bu yorgunluğun tatlı huzurunu yükleyip heybenize; ağır, aksak, dik yokuşlu bir yaşamın içinden yürünerek kazanılan değerlerin yeni bir halkasını oluşturacaksınız. Siz; yangın kızılı gecelerde, anılan, coğrafyamızın kuytu yüceliklerine yolculuklara çıkacaksınız. "İki lafın belini kırıp, masallar diyarından geleceğe karşılıklı söyleşebilme olanağından yoksun bırakacaksınız bizi" sözcüklerini söyleyen biz olsak da, her zaman için yoldaşlarımıza uzanabilecek elimiz, yüreğimiz ve elveda demeden önce MERHABA diyecek içtenliğimiz, sıcaklığı sınırsız olacaktır. Ve, Bir daha görüşemezsek eğer; paylaşmayı erdem, savaşmayı onur, geleceği yaşam olarak düsleyiniz. (X) Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nin panosundan alınan bu metin, dev­ rimci tutsaklann mücadeleye uğurladıkları yoldaşlar için yapılan bir törende okunmuştur.

T A V I R

33


O K M V E TAVIR Ç A L I Ş A N L A R I N A

KUCAK DOLUSU MERHABA! MERZİFON HALK SAHNESİ OYUNCULARI

T

iyatro, pekçok sanat dalını içerme­ sinden, en eski ve eskimeyen sanat dalı olmasından, iletişimdeki etkilerin­ den dolayı seçimimiz oldu. Halkevi ça­ lışmalarımız içerisinde iradi ve sürekli üretimde bulunacağımız tiyatro kolunu oluşturduk. Tiyatro kolunda çalışan ar­ kadaşlar sürekli değişse de perspektifi­ miz ve çalışmalarımız devam etti. Karşılaştığımız sorunlar olmadı değil ama bizler yokları var eden, olmazı olur kılan, kararlı, inatçı bir geleneğin sa­ vunucuları idik. Her defasında yeniden ve en baştan başlayarak çalışmaları sürdürdük. Sanatı bir araç gibi gördük. Örgütsüz hak alma mücade­ lesi olmayacağı gibi örgütsüz sanat da olmaz di­ yoruz. Halkımızın karşısına çıkarken, alternatif kültür ve değerlerimizle çıkmayı, somut duruma denk düşen, yerel sorunlarımızı genel perspektif­ le birleştirerek, sınıf savaşına bir yumruk da biz olalım dedik. Başaracağımıza inandık. 12 Eylül sonrasında apolitik bir ortamı değiştirmek için yeni gelenekler yaratırken Ölüm Orucu Direnişçileri'nden, 12 Temmuz, 16-17 Nisan direnişçilerinden, Ali Aygül'den, Olcay Uzun'dan ilham aldık. Onların anı­ sı ve onlara layık olma konusunda verdiğimiz söz, çalışmalarımızın niteliğini ve ivmesini yük­ seltti. 25.4.93'te "1 Mayıs" oyununu sahneledik; çünkü sürece denk düşüyordu. Gecelerimizi, konserlerimizi Halkevi'nin çalışmalarını sergile­

34

T A V I R

mesi için bir fırsat olarak değerlendirdik. Hal­ koyunları ekibimizle yöresel oyunları sergilerken biz de "1 Mayıs"ı oynadık. Sanat hakkında, tiyat­ ro hakkında bilgimiz, deneyimimiz yok denecek kadar azdı. Çalışmalarımızı fakülte yıllarında ti­ yatro oynamış, tiyatroya meraklı bir ağabeyimizin gözetiminde sürdürdük, ilkeli ve disiplinli bir çalış­ mayla sonuca ulaştık Gecenin coşkusu ve alkış­ lar başardığımızın habercisi idi. O coşkuyu yaşa­ mış insanlar 1 Mayıs'ta alanlardaydı. Mehmet Akif Dcılanın arkasından sloganlarla yürüyorduk. Çalışmalarımızı mücadeleye katmanın hazzını bir defa yaşamıştık, artık dur durak olmazdı. Gü­ müşhacıköy'de tütün üreticileri demeği TÜYAD kuruluyordu. Onlarla dayanışma içerisinde olma­ lıydık Açılış gecelerinde onları anlatan bir oyunu oynamaya karar verdik. Oyun somut sorunları ve alternatiflerini içermeliydi. Oyunun çatısını OKM'nin bize gönderdiği diğer oyunlardan yarar­ lanarak oluşturduk. Daha sonra gözlem ve izle­ nimlerimizi katarak son halini verdik. Köylülerle içiçe olmak, onlardan biri gibi davranmak, tütünü yakından tanımak, üretim aşamalarını öğrenmek için köye gittik. Köyde daha önce tanıdığımız bir dostumuzun evine vardık. Ev sahibimiz imkanları küçük, yüreği büyük bir tütün emekçisiydi. Biz mi­ safir değildik. Onların yoksul yaşamlarını ve ağır çalışma koşullarını yerinde yaşayarak gözlemle­ mek için oradaydık. Köy kökenli oluşumuzdan kaynaşmamız sorun olmadı. Ama bizler tütünü


sigara paketinde görüyoruz. Fidelikte, tarlada, çapada, sepette, iğnede, ipte, salaçta, denkte görmemiştik. Çoluk çocuk tüm aile fertlerinin tü­ tün için altı ay gibi uzun bir zaman tarlada emek sarfetmesi gerekiyordu. Ama bu da yetmiyor. Kı­ şın da tütün ayıklamak, tekrar elden geçirmek gerekiyor. Tütün emekçisi Cemal ağabey "tütün uyku ile beslenir" diyor. Çocuklar, bizler birer iğne tütün dizene kadar, üç dört iğne tütün diziyorlar­ dı. Elleri makina gibi çalışıyordu. Velhasıl el eme­ ği göz nuru olan tütün, köylünün umudu ve geçim kaynağıydı. Emeğin karşılığını almak için örgüt­ lenmek gerekiyor; hak almak için mücadele et­ mek gerekiyor. TÜYAD işte bu gerçeğin sonucu , üreticilerin mevzisi idi. Oyun TÜYAD içindir. TÜYAD'ındır. 12.10.1993'te oyun sahnelenirken, üreticiler de oyunda kendilerini buluyor, zaman zaman yüksek sesle oyuna katılıyorlardı. Nerede bir haksızlık varsa, nerede hak alma mücadelesi varsa devrimci sanatçılar haklıdan yana olmak için orada olmalıdır. Oyun amacına ulaşmıştı. Oyunu izleyenlerden "12 Eylül'den bu yana sol yumruğumuzu kaldırmadık, bize bu duyguyu ya­ şattınız" diyenler oldu. Gümüşhacıköy'de, Merzi-

fon da kabuk çatlamıştı. Artık daha hummalı ça­ lışmalıydık. Turneler düzenlemek, yeni oyunlar hazırlamak için çalışıyoruz. Bu kavgaya bir soluk da bizden demeye devam ediyoruz. Çalışmaları­ mız yerel basından, devrimci ve demokrat kamu­ oyundan destek ve övgü görüyor. Kısıtlı olanak­ larla hazırlanmış olması amatör çalışmanın ürü­ nü olması oyunlarımızı daha değerli kılıyor. Biz yetenek emeğin yoğunlaşmasıdır diyoruz. Geniş imkanlara sahip tiyatro grupları zaman zaman Merzifon'da oyun sahneliyorlar, izleyiciler oyunu­ muzu perspektif, verilmek istenen mesaj, cüret ve cesaret açısından kıyaslandıklarında takdir ediyorlar. Tiyatro grubumuz daha niteliklisini, gü­ zelini, anlamlısını verebilir kanısı oluşmuş du­ rumda. Çalışmalarımız devrimci sanat perspektifi ile devam edecek. Bu çalışmalarda destek ve Önerilerinizi bizlerden esirgemeyeceğinizi biliyoruz. Yazıyı bitirirken sizlere çalışmalarınızda başarılar dileriz. Dostlukla...

(Bu oyun Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin katkılarıyla Merzifon Halk Sahnesi Oyuncuları tarafından yazılmıştır.) OYUNCU - (İzleyiciye) Bundan tam 400 yıl önce keşfetmiş tütünü Kızılderililer. Çiğneyip zevk almış­ lar ondan. Derken birileri ekip, yetiştirip satmayı düşünmüş; kar için tabi. Küçük atelyelerde işlenmiş il­ kin. Giderek fabrikalaşmış atelyeler. Ve sonra başlanmış dünyanın en çok tanınan ve tüketilen bitkisi üzerindeki kirli iş. Bugün milyonlarca yoksul insan tarlalarda, fabrikalarda işler tütünü. El kapılarında aç kalarak sığıntıdırlar yaşama. Peki kader midir bu açlık? Değil elbetl Ama kimse sormaz nedense, bu hal niye, diye. O halde biz soralım soruyu. Nedir bu halimiz? Ve bulmak için cevabını serelim gözler önüne yaşadıklarımızı. Bir oyun kurup oynayalım birlikte.

T A V I R

35


(Bir köy evi. Dekorlar yoksulluğunu açığa vurmalı. Satı Ana tarlaya götürülecek çıkını hazırlarken bir yandan da söylenmektedir. Oğlu Dursun ve kocası Haydar ise uyumaktadırlar.) SATI ANA - Tütün, tütün, tütün! Yettin canımıza gayrı. Gece tarlaya kırmaya git, gündüz dizmekle uğraş. Yine de elde yok, avuçta yok. Neden dikeriz bu tütünü bilmem. Atamızdan, dedemizden miras di­ ye mi yoksa?.. Yoksa bu yıl para eder de borçlarımızı kapatırız umudu mu? Umut!.. Umudu batsın! Aha bu oğlanla babasına bu yıl dikmeyelim dedim de dinletemedim. (Dursun ve Haydar uyanmışlar Satı Ana'yı dinlemektedirler.) DURSUN - Ana! SATI ANA - (irkilir) Ay! Aklımı aldın. Ne zaman kalktınız siz? DURSUN - Senin sesine uyandım ana. HAYDAR - He ya, ben de öyle. Hem sen ne söylenip duruyorsun kız? Ya ne yapacaktık? Başka çı­ kar yol mu var sanki? SATI ANA - (Haydar ve Dursun giyinirken) Tütün dikmek mi çıkar yol? Tarla icar, çüt(1) olmuş şu pa­ ra, tohumu gübresi para. İlaç para, sulama para... Oh anam oh! Tam bulduk geçinecek çıkar yolu. Bi­ zimkisi karın tokluğuna kölelik. DURSUN - İkiniz de haklısınız ana. HAYDAR - Sen de anana da haklı diyorsun, bana da. DURSUN - Haksız olanlar tütünümüzü elimizden yok pahasına alanlar. Tütün tekelleri, tefeciler bun­ lara destek veren bankalar ve bizim oylarımızla seçildikleri halde olanlara göz yumup saltanat sürenler. İşte haksız olanlar bunlar. HAYDAR - Neyse!.. Daha çok konuşuruz. Biz şimdi işimize bakalım. Daha Sırıkların Ömer'i alaca­ ğız. Yardıma gelecekti de, iyi ki gelmem demedi. Yoksa ne yapacaktık bilmem? Şunun şurasında bir-iki günlük işimiz kaldı. Ama biz de bittik. Tabana kuvvet yürüyün bakalım. -IŞIK(Satı Ana, Haydar, Dursun ve Ömer ayışığında tarlada çalışmaktadır.) SATI ANA - (Sigara yakan Haydar'a kızarak) Hep söylüyorum, dinletemiyorum. Aç karnına içme şu mereti! Hem çok da içiyorsun. Şu cızamı(2) çıkayım da çıkını açacağım. Azıcık beklesen olmuyor mu? HAYDAR - Ne yapalım? Anamız hamurumuzu tütünden yoğurmuş. SATI ANA - Doymadın şu tütüne. Seninkisi çifte ölüm. Yavaş yavaş. Hem boşa çalışarak, hem içe­ rek. HAYDAR - (Sahnenin tarla olan bölümüne lamba tutarak.) Ha gayret bakalım, böyle çalışırsak bu­ gün bitiririz kırma işini. ÖMER - Akşama kadar da dizip salaçlara(3) taktık mı dizileri, bu iş tamam, 10-15 güne de kalmaz ku­ rur. Sonrası kolay. DURSUN - Kolay olur mu Ömer Emmi? Asıl işin zoru bundan sonra başlıyor. Mesele tütünü tarladan denk etmek değil ki. Önemli olan ürünümüzün para etmesi. (Çıkın açılmıştır, yemeğe otururlar.) DURSUN - Bana acı gelen şu bedenimizin yorgunluğu değil. (Ömer'e) Sende iyi bilirsin Eksper Bü­ lent'in kendini beğenmiş edası ile insanı süzmesini (taklit eder). Ağzından çıkacak bir çift söz umudun­ dur. Ama her yıl karartır bu umudu. SATI ANA - Kimse hesap sorar mı ondan oğul? HAYDAR - Kim sorabilir ki? DURSUN - Neden biz sormayalım. Hakkımızı aramak için bir dernek kuramaz mıyız? Biz birlik ol­ madıkça kırarlar tek tek, bir elin parmaklan gibi. Ama sıkılmış bir yumruk olup çıkarsak karşılarına, gö­ rürler o zaman gücümüzü. Bak şöyle hepimiz uzatsak ellerimizi, yüreklerimizdeki korkuyu atsak, kenetlensek, haykırabilirdik o zaman, "Yaşasın Tütün Emekçileri Derneğimiz" diye. -IŞIK(Satı Ana, Haydar, Dursun ve Ömer tütün dizmektedirler. Sahnede yarım çizilmiş bir salaç, bir de sepet vardır.) HAYDAR - Oğlum, meğer sen ne çok şey biliyormuşsun da haberimiz yokmuş. Yoksa bunları geceyarılarına kadar okuduğun kitaplardan mı öğrendin? DURSUN - (Gülümseyerek) Evet baba, onlardan öğrendim. ÖMER - Vay benim cahil başım! Ayakta uyumuşuz da otel parası vermişiz. (Yumruğunu sıkarak) Ulan şu demek, Dursun'un dediği gibi ise o zaman sorarım ben size. Bu köye bir de okuma odası aç­ mazsam bana da Sırıkların Ömer demesinler. Şimdi Muhtar Emmi'yle konuşmaya gidiyorum. Bunları anlatınca onun da sevineceğinden eminim.

36

T A V I R


'Benim yaşım kadar sizin tütün tarlalarında çalışmışlığınız var. Yıllardan beri de emeğinizin karşılığın alamıyorsunuz. Bu yalnız benim düşüncem değil. Tütün dikitlerin hepsi bu durumdan şikayetçi. Hem bu haksızlık yalnız tütünde değil. Pancarda, soğanda, ayçiçeğinde de öyle. Eksperi, tüccarı ve ofisi ürünümüzü dilediği futla alıyor, parasını da dilediği zaman ödüyor. Tülünün kalitesini ve çürüğünü onlar belirtiyor. Öyle değil mi?

DURSUN - Muhtar Emmi köye haber salsın da akşam kahvede toplanıp herkesin fikrini alalım. Bu işler birkaç kişiyle olmaz. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. ÖMER - Haklısın. Şimdilik bana eyvallah. Akşama görüşürüz. (Ömer sahneden çıkar. Veysel girer) VEYSEL - Selamın aleyküm Haydar Ağa. Nasılsınız, ne yapıyorsunuz? HAYDAR - (Soğuk ve yüz vermez ifadeyle) Gördüğün gibi Veysel, tütün diziyoruz. VEYSEL- Onu görüyorum da, sadece tütün diziyorsunuz gibi gelmiyor bana. SATI ANA - (Kızarak) Bu da ne demek Veysel? VEYSEL- Yolda Sırıkların Ömer'i gördüm. Telaşlı, kendi kendine söylenerek, arada bir de yumruğu­ nu sıkarak gidiyordu. Seslenip durdurdum. Muhtar Emmi'ye gidiyormuş. Akşama kahvede toplantı yapacakmışsınız. Pek anlamadım ya, neyse. Hele bir de sizden dinleyeyim dedim, neler oluyor bakalım. DURSUN - Bak Veysel abi. Benim yaşım kadar sizin tütün tarlalarında çalışmışlığınız var. Yıllardan beri de emeğinizin karşılığını alamıyorsunuz. Bu yalnız benim düşüncem değil. Tütün dikenlerin hepsi bu durumdan şikayetçi. Hem bu haksızlık yalnız tütünde değil. Pancarda, soğanda, buğdayda, ayçiçe­ ğinde de öyle. Eksperi, tüccarı ve ofisi ürünümüzü dilediği fiata alıyor, parasını da dilediği zaman ödü­ yor, Tütünün kalitesini ve su çürüğünü(4) onlar belirtiyor. Öyle değil mi? VEYSEL- Öyle! Peki ya sonra. Devam et bakayım! DURSUN - Biz de bu duruma dur diyebilmek için, birlik olup, bir dernek kurup daha güçlü arayalım hakkımızı dedik. Bu sömürüye başka türlü nasıl karşı çıkılır? VEYSEL- Hımm! Şimdi anlaşıldı. Sömürü, birlik, beraberlik, hesap sorma. (Alaycı) Tabi, iyi olur, so­ run, sorun! (Sinsice gülerek) Ben de sizinle beraberim. Hadi kolay gelsin. Sonra yine görüşürüz. (Vey­ sel çıkar) SATI ANA - Şunun haline bak hele... DURSUN- Dur hele ana! Kimbilir ne sorunlarla karşılaşacağız, göreceğiz. -IŞIK(Dursunlar'ın evi. Sadık dede ev halkıyla sohbet etmektedir.) SADIK DEDE - (Dursun'a) Bana da danıştığınıza sevindim oğul. Ama benim aklım öyle derneğe fa­ lan ermez. Anlattıklarınızın tümü doğru. Ancak, aklımızın erdiği, doğru söyleyeni dokuz köyden kovar­ lar. Bu hep böyle olmuştur. Yüzmediler mi derisini Nesimi'nin? Asmadılar mı Pir Sultan'ı, Bedreddin'i. Uzağa gitmeye de gerek yok. Daha dün bu toprakların 37 evladını diri diri yakmadılar mı Sivas'ta? Bu bizim yazgımız olsa gerek. Böyle gelmiş böyle de gideceğe benzer. DURSUN - Yo, yo! Böyle gitmez Sadık Dede. Biz istersek eğer böyle gitmez, otuzsekizinci kez ölse de yeniden filizlenecek binlerce Pir Sultan var bu topraklarda. Sesimize ses katarsak daha güçlü oluruz. Bu uğurda direnenler, ölümüne döğüşenier de var. Yeter ki inanalım. Yalnız değiliz. SATI ANA - Oğlum bu dernekte biz anaların, kadınların da sözü olacak mı?

T A V I R

37


DURSUN - Olacak ana. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği ve çocuğuyla bu hepimizin mücadelesi. SATI ANA - De oğul, de ela gözlüm de! Biz de yemek, bulaşık, çamaşır, tarlada çalışmanın dışında hesap soracağız değil mi? DURSUN - (Gülümseyerek) Evet ana. SATI ANA - (Ağlamaklı) Senin gibi bir evlat doğurduğuma şimdi daha fazla seviniyorum. HAYDAR - (Satı Ana'ya) Beni de heyecanlandırdın gız. Yaşımdan başımdan utanmasam şuracıkta ağlayacağım. SADIK DEDE - Bırakın şimdi ağlamayı falan da geç kalmadan bir an önce gidelim kahveye. DURSUN - Hay çok yaşa Sadık Dede. Hadi gidelim kahveye. -IŞIK(Ertesi gün. Satı Ana'nın evi. Satı Ana üzgündür.) ÖMER - Satı Ana fazla düşünme. Meraklanacak bir şey yok. Dursun'un selamı var. Anama söyleyin fazla üzülmesin, beni fazla tutamazlar yarına bırakırlar dedi. HAYDAR - He yal Öyle dedi. Neredeyse bütün köy oradaydı. Hakkında ihbar varmış da... Köylüleri isyana kışkırtıyor diye... Dün akşam kahveyi de onun için basmışlar. Ama korkman, üzülmen gereksiz. Köylülerin hep bir ağızdan Dursun'u almadan gitmeyiz diye bağırmalarını görmeliydin. Biz fazla meraklanmayasın diye geldik. Belki de akşam üzeri hep beraber gelirler. SATI ANA - Dursun'u fazla düşünmüyorum. Başının çaresine bakar o. Akıllıdır benim yavrum. Ben asıl köylüyü ihbar eden o namussuz, alçağı merak ediyorum. Ah bir yakalasam o zehirli yılanı, kendi el­ lerimle boğarım alimallah. Sahi kimmiş? Öğrenebildiniz mi? ÖMER - Öğrendik. SATI ANA - Meraklandırma. De hele! HAYDAR - Veysel. SATI ANA- Ne!.. Ah! Aklımdan da geçmişti. HAYDAR - Dün aramızdan ayrıldıktan sonra şehre gitmiş. Komutanla beraber lokantaya girerken görenler olmuş. Üç dönüm tütünle karnını zor doyururken akşam üzeri köye taksi tutup gelmiş. Komşu­ lar anlatıyor. Taksiden de 5-6 torba yiyecek indirmiş. SATI ANA - Vay alçak! Vay hain! ÖMER - Hepimiz karar aldık. Bundan sonra ona ne yardıma gidilecek, ne de konuşulacak. İspiyon­ culuk ne demekmiş, görsün bir. (Fondan sesler): "Dursun geliyor, Dursun geliyor...'' HAYDAR - (Sevinçle) Demedim mi size, almadan gelmezler diye. ÖMER - Dursun'un dediği örgütlülük bu olsa gerek. Heey be! Kurban olayım, kurban!.. -IŞIK(Satı Ana'nın evi. Satı Ana evdedir. Dursun, Ömer ve Haydar gelirler.) SATI ANA - Hoş geldiniz! (Üçü birden) - Hoş bulduk! SATI ANA - Anlatın bakayım! Neler yaptınız? HAYDAR - Sonunda derneğin bütün işlemlerini tamamladık. Geriye yalnızca bir tarih belirleyip açılı­ şı yapmak kaldı. Ha! Masa, sandalye sorununu da hallettik. SATI ANA-Nasıl? DURSUN - Sağolsun, şehirden ve köyden gelenler "Yeni kurulan bir derneğiz, satın almaya hiç ge­ rek yok, herkes evinden birer tane getirse fazlasıyla yeter" dediler. Biz de öyle yapacağız. SATI ANA - O zaman sabahleyin giderken şu masayla iki sandalyeyi de götürün. Bizim de katkımız olsun derneğimize. Eskisi gibi yer sofrasında yesek de olur. DURSUN - Fedakar anam benim. (Sarılır) ÖMER - Başkanlık benden önce Sadık Emmi'nin hakkı dedin ama onun sözünü dinleyip seni baş­ kan seçtiğimiz de iyi oldu Dursun. Gençsin, bilgilisin. Aslında değişen birşey yok. Senin bilgin, onun tec­ rübesiyle birleşti mi değme gitsin. HAYDAR - Doğru söylersin Ömer. Önemli olan başkanın ve yönetim kurulunun kimler olduğu değil, ne iş yaptıkları. Hem bizimkisi koltuk mücadelesi değil, hak alma mücadelesi. -IŞIK(Satı Analar'ın evi) HAYDAR - Satı, kız; şu radyonun sesini birazcık açıver de haberleri dinleyelim. Baş fiyatları açıklayacaklarmış. (Satı Ana radyoyu açar. Fondan radyo sesi) -Hükümet sözcüsü Ahmet Gözboyaroğlu yıllık enflasyonun %40 düştüğünü belirtti. - Çalışma Bakanı Mehmet Asgariücret, işçilerin grev kararı almaları üzerine işveren temsilcilerini yu-

38

T A V I R


varlak masa toplantısına çağırdı. -Güvenlik güçleriyle girdikleri çatışma sonucu ikisi kadın beş kişi ölü olarak ele geçirildi. -Tarım Bakanı Ahmet Tabanfiat, Karadeniz Ekici Tütün Piyasasını, ağrıyan dişini çektirmek için gitti­ ği Amerika'da 45.000 Lira taban fiatla açtı... Şimdi reklamlar... DURSUN - Namussuzlar... Şu açıkladıkları baş fiata bakın. Böyle olacağı belliydi. Hep aynı oyun. Ama yakında tüm üreticiler eksperin karşısına dikilince görürler bu oyunun galibini. Önümüzdeki günler zor olacağa benzer. Neyse şimdi yatalım. -IŞIK(Eksper Bülent, takım elbiseli, kravatlı oturmaktadır. Köylüler eksperin yanına hep birlikte girerler. Bülent Haydar'ın denklerine bakmaktadır.) EKSPER BÜLENT - Üç kilo su çürüğü, kapa(5) 10 kilo, 10 kilo da B Grad(6). Tamam çekin şunu. Sıra­ daki gelsin. Fazla da sokulmayın bakalım. Çekilin, çekilin. DURSUN - Dengin içini tam görmeden su çürüğünün 3 kilo olduğunu nasıl anladın. Tamam eksper­ sin ama bu tütünün nasıl yetiştiğini, kaça mal olduğunu biliyor musun? Onu hiç merak etmezsin tabi. ÖMER - Sizinkisi, salla başını al maaşını. Vicdan filan hak getire. Sen iyisi mi, o dengi bir daha in­ cele. Hem öyle eskisi gibi sizi yedirip içirmek de yok, anlaşıldı mı Sayın Eksper Bülent Bey!.. EKSPER BÜLENT - Bakıyorum da sizin diliniz uzamış. Canımı fazla sıkmayın attırırım sizi içeri hal.. Görevli memura hakaretten. HAYDAR - Onu birlik olmadan önce yapardın. Ama şimdi asla! Yaz bakayım şu fiatı da bir görelim. SATI ANA - (İçeri girer) Duydunuz mu, duydunuz mu?.. Bizim köyden Veysel'i dün gece Jandar­ manın karşısındaki direğe ayaklarından asmışlar. Hala asılı duruyormuş, indirmeye bile korkuyormuş polis. Ha! Unutmadan, bir de not varmış göğsünde. Neydi? Dur bakayım, tamam! 'Hiçbir işbirlikçi, muh­ bir cezasız kalmayacak!'' Tastamam öyle yazıyormuş. EKSPER BÜLENT - (Telaşlı) Ne? Eee... şu denkleri getirin de yeniden bir gözatalım. KÖYLÜLER - Ne o Bülent Bey, demin böyle demiyordunuz? EKSPER BÜLENT - Demin iyi göremediydim de. Bir haksızlık filan olmasın, neme lazım. Hadi, getirin gardaşlarım, canlarım benim. Hepsine baş fiyat yazacağım. Hakkınız vallahi! Benim de bir güvencem, yarınım yok. Aslında ben de sizlerdenim yaa. -IŞIK(Satı Ana'nın evi. Satı Ana ve Haydar bir broşürü karıştırmakta, arada bir de konuşmaktadırlar.) DURSUN - (Heyecanla içeri girer) Ana, ana. Geldiler... geldiler sonunda. Size söylemiştim. SATI ANA - Dur oğlum, ne oldu? Kim geldi, nereye geldi? HAYDAR - Hele bir otur da, yavaş yavaş anlat. DURSUN - Onlar ana onlar. Odun keserken gördüm, ormanda... yaklaştı, konuştu benimle. Ah! Konuştu benimle. "Dostum" dedi. Matarasından su içtim. Hala inanamıyorum... geldiler işte geldiler. "Dayanın, az kaldı" dedi. Onunla kırk yıllık dost gibiydik. Yıldızlı beresi o kadar yakışmıştı ki! Onu gör­ melisiniz. Onlara yiyecek götürmeye geldim. SATI ANA - Anladım oğul. Evde yiyecek ne varsa götürelim. Ben de görmek istiyorum o ateş gözlü yiğitleri. HAYDAR - Hadi, çabuk olun, daha fazla aç kalmasınlar. Çok şükür bugünleri de gördük. Ölsem gam yemem gayri. DURSUN - Baba! Ben... HAYDAR - (Dursun'a bakar) Anlatmana gerek yok oğlum sevincinden belli. Satıl Dursun'un el­ biselerini topla, bir çıkın da ona hazırla. O bizimle döneceğe pek benzemiyor. -IŞIKMüzik - Dağlara Gel (1)ÇÜT- Çift (2)CIZAM-Sıra (3)SALAÇ- Tütünleri asmak için ağaçtan yapılmış kasnak (4)SU ÇÜRÜĞÜ- Değersiz tütün (S)KAPA- Tütünde en düşük değer (6)B GRAD- Orta kalite tütün

T A V I R

39


YENİ BİR OLUŞUM: YURTSEVER, DEVRİMCİ DEMOKRAT

SANATÇILAR BİRLİĞİ "Sistem çöküyor, belkemiği çatırdıyor ülkenin. Krizi gittikçe derinleşen, emperyalizme olan borçların artık faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelen, askerileşmiş bir ekonomiyi can­ lı tutmak için çırpınan ama çır­ pındıkça batan egemen sınıflar biraz olsun rahatlamak için ge­ ne emekçi halklara ödetiyorlar tüm yükü; Kürt halkına yönelik savaşa yapılan harcamaların ve burjuvazinin azgın kar hırsı­ nın faturasını gene emekçiler ödüyor. IMF'ye sunulan paket daha çok sömürü, daha çok baskı demek. Daha çok işsizlik, açlık, yoksulluk, ölüm demek. Panikle pakete sarılan siyasi ik­ tidar, utanmadan emekçi halk­ ları sükunete çağırıyor...Feda­ karlık diyor.İşten atıyor, ücretle­ ri donduruyor, maaşları kesi­ yor, bütün tüketim maddelerine yüzde yüzlerin üzerinde zam yapıyor...Ve fedakarlık di­ yor. Uzayıp giden kuyruklardakı öfkeyi yatıştırmak için fedakar­ lık diyor.Bu fedakarlığa "Hayır!" diyenlere ise saldırıyor, copluyor... Aydınlar, sanatçılar! Bizler halklarımıza reva gö­ rülen bu azgınca saldırıların neresindeyiz? Açlığın, sömürü­ nün, zulmün dışında tutabilir miyiz kendimizi? Yani işçilerin, memurların, sömürülen halkla­ rın uzağında mıyız? Kalemimi­ ze, sözcüklerimize yön veren onların acıları ve sıkıntıları, se­ vinçleri ve özlemleri değil mi­ dir? Yoksa suskun kalmak mı­ dır bizi belirleyen? Bugün işçiler direnişlerinde "Genel Grev.Genel Direniş" şi­ arını yükseltiyorlar; açlık grev­ lerine yatıyor, fabrika içlerinde direniyor, yüzlerce kilometrelik yolları yürüyorlar. Egemenlerse saldırıyor, günlerce süren dire­ nişleri, binlerce askeri, polisiyle dağıtıyor, direnenleri vatan ha­ inliğiyle, teröristlikle suçluyor.

40 T A V I R

Düzene koşullanmış Türk-IŞ göstermelik "Genel Grev" kara­ rıyla tepkileri azaltmak istiyor."O gün işe gitme ama alan­ lara da çıkma" diyor. Bizlere ise bunların kritiğini yapmaktan öte sorumluluklar düşüyor. Emekçilerin yanında olmak, onların direnişlerine omuz vermek, güç katmak önü­ müzde bir görev olarak duru­ yor. Evet, "görev anlayışadır bizleri ülkemizin onurlu, na­ muslu aydın ve sanatçıları yapan.Bu görev ve sorumlulukla işçi direnişlerinde aktif olarak yaratmak gerekmektedir..." 20 Temmuz işçi ve emekçi eylemi öncesinde Ortaköy Kül­ tür Merkezi, Genç Ekin Sanat Merkezi ve Mezopotamya Kül­ tür Merkezi'nin ortak olarak yaptığı bu çağrı sonrası topla­ nan sanatçılar, eyleme katılma kararıyla birlikte daha ileri bir birlikteliğin de adımlarını attılar ve yapılan görüşmeler sonucu "Yurtsever, D e v r i m c i , De­ mokrat Sanatçılar Birliği'ni oluşturdular. Sanatçılar Birliği yeni bir oluşum ve şu sanatçılardan oluşuyor: Ortaköy Kültür Merkezi'nden Grup Yorum, Grup Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Kültür ve Sanat­ ta Tavır Dergisi, Fotoğraf ve Si­ nema Emekçileri(FOSEM); Me­ zopotamya Küttür Merkezi'nden Revvşen Dergisi, Koma Çiya, Koma Azad, Koma Amed, Ko­ ma Rojhilat, Koma Agire Jiyan, Koma Dilbırın, Koma Gülen Xerzan, Koma Berxwedan, Ko­ ma Serhildan(Halkoyunu Ekibi), Ozan Xanemir, Ozan Gani Nar, Teatra Jiyana Nü, Gülen Mezrobotan(Çocuk Korosu), Koma Rengin, Koma Avreş, Fırat Başkale; Genç Ekin Sanat Mer­ kezi'nden tiyatro, şiir ve fotoğraf grupları; Yüz Çiçek Küttür Mer­ kezi'nden Grup Munzur ve ti­ yatro grubu; Yenigün Müzik

Topluluğu, Gün Dirildi, Serora Nat, Ahuramazda, Komel Res­ samlar Birliği, Hayati Azim(Öykü Yazarı), İbrahim Karaca(Şatr), Avni Memedoğlu(Ressam), Fevzi Bilge(Ressam), F e z i Kurtuluş, Gülbahar, Haydar Bayar, Çiçek Ayyıldız, Cemile Çakır(Şair-Gazeteci). Sanatçılar kuruluş nedenle­ rini yayınladıkları bir çağrıyla kamuoyuna duyurdular: "Bizler aşağıda imzası bulu­ nan sanatçı ve aydınlar olarak ülkemizde yaşanan sömürü ve zulüm politikalarına, anti-demokratik uygulamalara vs in­ san hakları ihlallerine karşı du­ yarlılığımızla biraraya gelmiş bulunuyoruz. Egemen sınıfların çıkarları uğruna ve gittikçe derinleşen krizi gidermek adına; işçilere, emekçilere, Kürt ulusuna, sanatçı-aydınlara ve düşünen in­ sana karşı saldırılarının bu denli yoğunlaştığı günümüzde, kendisine insanım, demokratım diyebilen aydın ve sanatçıların da yerinin ezilenlerin yanında olduğunun bilincindeyiz.Birey­ sel duyarlılıklarımızı ve tepkile­ rimizi artık daha güçlü bir sese büründürmek olmazsa olmaz bir önkoşul haline gelmiştir, Çünkü; ülkemizde aydınlar, sanatçılar yazılan, türküleri, dü­ şüncelerinden dolayı yasakla­ nıyorlar, tutuklanıyorlar. Çünkü; Kürt ulusu özgürlük talepleri nedeniyle katlediliyor, göçe zorlanıyor ve topyekün bir imhaya tabi tutuluyor. Çünkü; işçi ve emekçi yı­ ğınlar fedakarlık demogojileriyle "sömürü paketleri" atkında iş­ ten atılıyor, açlığın ve sefaletin içine itiliyorlar. Yaşadığımız bu gerçeklik karşısında rahatsızlık duyan duyarlı aydın ve sanatçıların güçlü bir ses olması işti bu ne­ denle bir zorunluluktur..."



HABER

YORUM

türkülerimiz kazanacak!

Aşağıdaki açıklama yasaklama sonrası Grup Yorum tara­ fından Yedikule Hisarları önünde yapıldı. Açıklama sonrası protestosunu türkü söyleyerek devam ettirmek isteyen Grup Yorum'a ve o an orada bulunan yaklaşık 300 kişilik izleyici kit­ lesine pervasızca saldıran polis, 15 kişiyi gözaltına aldı. Böyle­ si engellemeler ve saldırılar egemenlerin, halkların türkülerin­ den ne kadar korktuğunu bir kez daha göstermiştir.

"... Baskının, sömürünün ve korkunun bekçilerine sesleniyoruz;" "Baskı, yasak ve terör ... Başka nasıl tutacaksınız sömü­ rü düzeninizi ayakta. Sizin çar­ kınız, sizi, kendinizi gittikçe bir girdaba sokarken aç kurtlar gibi saldırıyorsunuz emekçi yığınla­ ra. Alınterine, sofrasında ki aşı­ na, uykusuna. Daha çok çalış­ sın, daha az beslensin, daha az giyinsin, daha az dinlensin isti­ yorsunuz. Fedakarlık... Açlığa fedakarlık... Ölüme giden bir fe­ dakarlık istiyorsunuz. Siz daha çok yiyesiniz, daha azgın sömüresiniz, Amerika'daki, Avrupa'daki efendilerinize daha çok alınteri gönderesiniz diye. ABD'nin çiftliği haline getirdiği­ niz memleketimizi talan edesi­ niz, yağmalayasınız diye. Ama, böyle doyumsuzca

42

T A V I R

saldırırken, daha geniş yığınla­ rı, giderek tüm halkı karşınıza alacağınızı biliyorsunuz... Bu ülkenin emekçilerinin, aydınları­ nın, emekten halktan yana sa­ natçılarının bu gidişe dur diye­ ceğini, bir son vereceğini bili­ yorsunuz. Grevlerin, mitingle­ rin, direnişlerin, boykotların önünü alamayacağınızı biliyor­ sunuz. Bu yüzden katliamlarınız, kıyımlarınız. Bu yüzden taham­ mülsüzsünüz sendikalara, de­ mokratik kitle örgütlerine. Bu yüzden düşmansınız bilime, ki­ taba, düşünceye. Bu yüzden türkülerimizden korkuyorsunuz. Bu yüzden insanlarımız kat­ lediliyor, sokaklarda, evlerde, işkencehanelerde. Bu yüzden

Kürt köyleri bombalanıyor, insansızlaştırılıyor. Bu yüzden Beşikçi Hoca'ya ceza üstüne ceza veriyorsunuz onlarca yıl. Bu yüzden Fikret Başkaya, Ha­ luk Gerger, Münir Ceylan, Ayşe Nur Zarakolu, Av. A. Zeki Okçuoğlu tutsak. Bu yüzden Grup Yorum'un konserleri sürekli ya­ saklanıyor, soruşturmalara ma­ ruz kalıyor. Bu yüzden beş yıl­ dır İstanbulda yasaklıyız. Gru­ bumuzun üyelerinden Elif Sumru Gürel ve Kemal Sahir Gürel bu yüzden ceza aldılar. Ama emekçi yığınların öfke­ si üstünüze bir sel gibi geliyor. Durdurabiliyor musunuz? Beşikçiler'in, Gergerler'in düşün­ celerinin kitlelere ulaşmasını engellleyebiliyor musunuz? Ke­ mal'in, Sumru'nun, halkın haklı­ nın türkülerini söylemesini en­ gelleyebiliyor musunuz? Beş yıldır İstanbul'da ya­ saklıyız. Ama beş yıl boyunca İstanbul'da onbinlerce insana ulaştık, engelleyebildiniz mi? Boykotların direnişlerin bir par­ çası olduk, engelleyebildiniz mi? Gecekondu mahallelerinde dolaştık türkülerimizle durdurabildiniz mi? Cezaevlerinde kon­ serler verdik, duvarlarınız ve gardiyanlarınız tanık oldu buna susturabildiniz mi? Hayır! Bundan sonra da durdura­ mayacaksınız. Baskılarınız, ya­ saklarınız bizleri durduramaya­ cak. Çünkü haklı olan, emek­ ten, halktan yana olanlar, yasak tanımazlar. Meşruluğumuz bu­ güne kadar bize yetti bundan sonra da emekçilere ulaşmak için yetecek. Türkülerimiz çal­ madık kapı bırakmayacak. Tür­ külerimiz, tüm halkın dilinde do­ laşacak. Direnişlerde büyüye­ cek, meydanlarda çınlayacak. Türkülerimiz burçlara çekilecek. Yine türkülerimizden korktunuz ve bir konserimizi daha yasak­ ladınız. Ama size rağmen ve si­ ze inat; TÜRKÜLERİMİZ KAZANACAK!" Grup Yorum


HABER

YORUM

YASAKLAMALAR, SORUŞTURMALAR, GÖZALTILAR, TEHDİTLER;

HALKTAN YANA SANAT SUSTURULAMAZ! 15 Nisan 1994; Dergimizin Adana Bürosu polis tarafından bir kez daha basıldı. 11 kişi gö­ zaltına alındı. Gözaltına alınan­ lar arasında, dergi çalışanları yanında Grup Nisan Güneşi ele­ manları ve dergi okurları da yeralıyordu. Polis Grup Yorum afişlerine, dergi arşivine, filmle­ re, resimlere ve yazılara elkoydu. Duvarlardaki afiş ve resimle­ ri yırttı. Gözaltına alınanlar 4 sa­ at sonra küfür ve tehditlerle ser­ best bırakıldılar. 8 Mayıs I994; Çorlu Kapalı Cezaevi'nde tutuklu bulunan Ke­ mal Sahir Güreli ziyarete giden 19 kişi gözaltına alındı. Kemal'i ziyaret sırasında kendisine veril­ mek istenen "Marksizm-Leninizmin İlkeleri'' ve Che Guevera serilerine cezaevi idaresi tarafın­ dan keyfi bir şekilde elkonuldu ve bununla da yetinilmeyip ziya­ retçiler Çorlu Emniyeti tarafın­ dan gözaltına alındılar. Gözaltı­ na alınanlar arasında Grup Yo­ rum elemanları ve OKM çalışan­ ları da bulunmaktaydı. Sanatçı­ lar aynı gün savcılığa çıkartıldık­ tan sonra serbest bırakıldılar. 29 Mayıs 1994, 13 Haziran 1994; Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncuları Büyük Armutlu Paza­ rı ve Beykoz Deri Kundura Fab­ rikası önünde oynadıktan "Zam­ lara Hayır"'oyunundan sonra gö­ zaltına alındılar. Beykoz'da oy­ nadıkları oyunla ilgili haklarında açılan dava halen Beykoz Asliye Ceza Mahkemesi'nde sürüyor. 6 Haziran 1994; Gazian­ tep'te Grup Yorum ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin katıldığı bir gece düzenlendi. Baskılar ve gözaltılar gece öncesinde başla­ dı. İzinli olduğu halde afiş asan ve bilet satan 4 kişi gözaltına alındı. Konser sonrası ise polis izleyicilere saldırdı. Bu saldırıya izleyiciler alkış ve sloganlarla cevap verince polis havaya ateş açtı ve 52 kişiyi gözaltına aldı. Konser sonrası salondan çıkan

Grup Yorum ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi elemanlarını da gözaltına almak isteyen polis, sanatçıların kolkola girerek gös­ terdikleri direniş tavrı karşısında vazgeçmek zorunda kaldı. 18 Haziran 1994; Grup Yo­ rum, İHD Denizli Şubesi'nin dü­ zenlediği bir konserle 2 yıl ara­ dan sonra Denizli'deydi. Konser sonrası Grup Yorum elemanları ve İHD Yönetim Kurulu hakkın­ da Denizli Cumhuriyet Savcılığı tarafından soruşturma açıldı.

Neden yine aynıydı: "Bölücülük". Soruşturma sürüyor, 3 Temmuz 1994; Yedikule Hisarları'nda yapılacak olan "Türkülerimiz Kazanacak" adlı "Grup Yorumla Dayanışma Ge­ cesi" İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü tarafından gerekçe gösterilmeden yasaklandı. Kon­ ser günü Grup Yorum, yasakla­ maya ilişkin bir basın açıklaması okudu. Protestoyu türküleriyle sürdürmek isteyen Yorum'a po­ lis engel olmak istedi ve saldırdı; Aralarında Tertip Komitesi'nden Halkın Hukuk Bürosu avukatı Metin Narin ve Genç Ekin Sanat

Merkezi çalışanı Devrim Öktem; Halkın Hukuk Bürosu avukatla­ rından Mustafa Çoban, dergimiz çalışanı Ayçe İdil Erkmen ve Öz­ gür Ülke Gazetesi muhabiri H. Hüseyin İnan'ın da bulunduğu 15 kişi dövülerek gözaltına alın­ dı. Gözaltına alınanlar ertesi gün serbest bırakıldılar. 7 Temmuz 1994; Grup Yorum'un Karaman'a bağlı Taşkale Kasabası'nda vereceği konser İçişleri Bakanlığı'nın "önerisi"yle Karaman Valiliği tarafından ya­ saklandı. Konseri izlemeye ge­ len izleyicilere açıklama yapan Grup Yorum elemanlarını gözal­ tına almak isteyen Jandarma, iz­ leyicilerin Grup Yorum'u sahip­ lenmesi üzerine vazgeçmek zo­ runda kaldı. 10 Temmuz 1994; Grup Ekinin Antakya konseri, Antak­ ya Emniyeti tarafından yasak­ landı. 10 Temmuz 1994; Divriği Kültür Derneği Ankara Şube­ si'nin düzenlediği Geleneksel Pi­ lav Şenliği'ne katılan Özgürlük Türküsü elemanları, şenlik son­ rası piknik alanından ayrılırken Ankara Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Zeynep Fırat ile birlikte gözaltına alındı. Götürül­ dükleri Çiftlik Karakolu'nda ha­ karet ve tehditlere maruz kalan grup elemanları 4 saat sonra serbest bırakıldılar. 16 Temmuz 1994; Grup Yorum'un Antalya'da gerçekleştir­ diği konser sonrası 25 kişi gö­ zaltına alındı. Gözaltına alınan­ lardan 23'ü iki gün sonra serbest bırakılırken, kalan iki kişiye yo­ ğun işkence yapıldığı belirtildi. 1 Ekim 1994; Dergimiz çalı­ şanı Ayçe İdil Erkmen yurtdışın­ dan dönerken Ankarada gözaltı­ na alındı, yoğun işkencelerden geçirildikten sonra tutuklandı ve Ankara Merkez Kapalı Ceza­ evine konuldu. 3 Ekim 1994; OKM çalışanı Aziz Ögeyik, Beşiktaş'ta katledi-

T A V I R

43


HABER

YORUM

"Biz çağımızın gerçeklerini arayıp bulduk... Bugünün gençliği de kendi yazınsal türlerini, çeşnilerini kendisi bulup çıkarırsa daha da sağlam bir yere, bir toprağa basmış olur... Yani berşeye karşın sağlığını yitirme karşı­ lığında bile olsa dilenebilmek... Durmadan kendisini yenileyebilmek, böy­ lece toplumu yenilemeyi hedef almak. Özgürlük ve bağımsızlığını yitirme­ den, aydına yakışan biçimde savaşmak... En haklı insan bence üretendir. Üretenden yana olmak... Sanatın olanaklarından yararlanarak işçi sınıfının bir kelimeyle buyrultusunda olmak... Sanatçının üzerine düşen en büyük iş... berşeyi değiştirmek, yenilemek, daha ilerisi için hazırlamak... Onun için sanatçı kendi sınıfından kopmuş kişi değildir... Kendi sınıfının görevinde, işlevinde olmalıdır...". Rıfat Ilgaz'ın Sivas şehitlerinden Asım Bezirci ile yaptığı bir röpor­ tajda söylediği bu sözler, emekten ve halktan yana sanatçı ve aydın olabilmenin gerekliliğini ve sorumluluklarımızı bir kez daha hatır­ latıyor.

rıfat ılgaz ölümünün l.yılında anıldı Rıfat Ilgaz'ın mezarı başında yapılan anmasında Grup Yorum "Ölümden Öte" adlı şarkısı ve aşağıdaki mesajı ile yeraldı;

44

Sevgili Rıfat İlgaz, Bundan bir yıl önce ayrıldın aramızdan. Sivas Katliamı'nm hemen ertesiydi. Dayanamamıştı koca yüreğin Bezirciler'in, Nesimiler'in, Hasretlerin diri diri yan­ masına. "Dayanamıyorum" dedin ve ayrıldın aramızdan. Onuruna, namusuna sahip çıkan bir aydın­ dın sen. Yaşamın boyunca boyun eğmedin baskılara. Yaşamının son yıllarında yaşlı ve hasta ol­ mana rağmen yanıbaşımızda yer aldın. Kendileriyle görüşebilmek için randevu bile alamadığımız sahte aydınlara inat hasta yata­

ğından koştun geldin protestoları­ mıza, eylemlerimize. Ölümün de bir protesto oldu zaten. Sevgili Hocamız, Sensiz geçirdiğimiz bir yıl bo­ yunca sömürü düzeni sürmeye devam etti. Emekçilerin sırtındaki yük bir kat daha arttı. Aydın ve sanatçılara ceza yağdırdılar bu süreçte. Beşikçiler'i, Gergerler'i, Başkayalar'ı yazdıkları yazılar­ dan ötürü cezalandırdılar kendile­ rince. Biz de ceza aldık. Verdiği­ miz bir konser yüzünden iki ele­ manımız hapis cezası aldı. Bizle­ re bu cezaları kesenler Sivas kat­

liamının sanıklarına birer birer beraat kararları veriyorlar. Ve ay­ dınlarımız... "küçük-burjuva" ay­ dın olmanın bir adım ötesine ge­ çemiyorlar. Sizin deyiminizle "korkuluk" bile olamıyorlar. Bun­ lara inat baskılar karşısında yıl­ mayarak umudu büyütüyoruz. Türkülerimizde Nazım, Yılmaz Güney, Ruhi Su olduğu gibi sen de varsın. Seni unutmayacağız, bıraktığın mirası yaşatacağız. Söz veriyoruz; Türkülerimiz Kazanacak!

len Avukat Fuat Erdoğan'ın ce­ nazesine katılmak için gittiği De­ nizli'de gözaltına alındı ve tutuk­ landı. Aziz Ögeyik yaklaşık 1 ay­ lık tutukluluktan sonra tahliye edildi. 15 Ekim 1994; Grup Ekin elemanı Aylin Ürkmez bindiği minibüsten zorla indirilerek ya­ nındaki arkadaşları ite birlikte gözaltına alındı. Ankara DAL'da işkence altındayken, Uluslarara­ sı İnsan Hakları Heyeti'nin gel­ mesi üzerine iki gün boyunca karakol karakol dolaştırılarak heyetten kaçırıldı ve DGM tara­ fından serbest bırakılmak zorun­ da kaldı.

23 Ekim 1994; Kemal Sahir Güreli ziyarete giden Grup Yo­ rum elemanları bir kez daha gö­ zaltına alındılar, aynı gün ser­ best bırakıldılar. Dergimizin 30. sayısında yer alan Ahmet Erkanh'nın bir kari­ katürü nedeniyle hakkımızda açılan dava beraatle sonuçlan­ mıştı. Ancak bu karar yargıtay tarafından bozuldu ve dava 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tek­ rar görülüyor. Dergimizin 3 1 . sayısına da Sadık Çelik'in "Canik Dağlarına da Bahar Erişti" isimli yazısı ve yine Ahmet Erkanlı'nın karikatü­ rü nedeniyle dava açıldı. Karika­

tür halkın sanatçılarına yapılan baskıları hicvediyordu. Yaşa­ nanlar Erkanlı'ya göre de bir re­ zaletti ve Erkanlı karikatürüyle bu rezaleti protesto etmişti. Ama türküler söylenme­ ye, oyunlar oynanmaya, ka­ rikatürler çizilmeye devam ediyor. Sanatımız emeğin, halkın, haklının yanında. Di­ ğer yanda ise emekçi halkla­ ra ve onların aydınlarına, sa­ natçılarına azgınca saldıran­ lar. Kazanan Türkiye halkları olacak; türkülerimiz kazana­ cak, bu memleket bizim; biz kazanacağız!...

T A V I R


HABER

YORUM

KÜLTÜR-SANAT CEPHEMİZDE YENİ BİR MEVZİ:

EGE KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ 12 Mayıs 1994; İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde düzenlenen yılsonu şenliğine katıldı. Şenliği yaklaşık 500 kişi izledi. 24 Mayıs 1994; Tokat Zile Halkevi'nin açılış şenliğine katıldı. Fevzi Kurtuluş'un da katıldığı şenliği yaklaşık 1000 kişi izledi. 29 Mayıs 1994; Ümraniye SİP'te düzenlenen,Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun düzenlediği "Açlığa ve Zulme Karşı Ayağa Kalk!" adlı panel sonrasında verdiği dinletide 80 kişiye seslendi. 4 Haziran 1994; Halkın Gücü Gazetesi Pınarbaşı Mahallesi Bürosu'nun açılışında yaklaşık 100 kişiye bir dinleti verdi, 5 Haziran 1994; Genç Ekin Sanat Merkezi'nin düzenlediği piknikte yaklaşık 800 kişiye seslendi. 15 Haziran 1994; DLMK'lı öğrencilerin düzenlediği ve 400 kişinin katıldığı piknikte bir konser verdi. 19 Haziran 1994; Konfeksiyon işçilerinin düzenlediği piknikte yaklaşık 300 kişiye seslendi. 25 Haziran 1994; Pir Sultan Abdal Kültür Derneğf'nin düzenlediği 'Sözde, Özde, Sazda Bir Olalım" gecesine katıldı. 3 Temmuz 1994; Arguvanlar Derneği'nin Düzenlediği "Geleneksel Aşure Günü'ne katılan Özgürlük Türküsü yaklaşık 600 kişiye seslendi. 7 Temmuz 1994; İşten atılan Gebze işçilerinin direnişine türküleriyle destek verdi. 10 Temmuz 1994; Divriği Kültür Demeği Ankara Şubesinin düzenlediği geleneksel pilav şenliğine katıldı ve yaklaşık 3000 kişiye seslendi. 20 Temmuz 1994; Amasya Gümüşhacıköy "de düzenlenen "Tütün Üreticileriyle Dayanışma Gecesi'ne katıldı.Geceye yaklaşık 400 kişi katıldı.

Bünyesinde Tavır Dergisi İzmir Temsilciliği, Grup Günışığı,halkoyunları, şiir ve tiyatro gruplarını barındıran Ege Kültür ve Sa­ nat Merkezi 3 Eylül 1994 tarihinde açıldı.Efe kültürünün isyancı ve ilerici izlerini taşıyan Ege bölgesinde etkinlik gösterecek olan EKSM, türküleriyle, oyunlarıyla, şiirleriyle bu kültürü geliştirmeye ve yaygın­ laştırmaya çalışacak.'Düzenin halka benimsetmeye çalıştığı yoz kültüre karşı halkın kendi kültürünü ve bu kültürle beslenen devrimci kültürü geliştirmek devrimci sanatçıların görevidir.Bugün dağlar ye­ ni Çakırca'lara, Atçalı Memet Efe'lere ihtiyaç duyarken devrimci mü­ cadelenin ve halklarımızın türkülerini üretmeli ve bu mücadelenin içerisinde olmalıyız." diyen EKSM çalışanlarının çabaları yeni kültü­ rün yapı taşları olma hedefini güdüyor. Ege bölgesindeki kültürel boşluğa karşı en geniş ilerici kesimler­ le iletişim kurmaya çalışan EKSM'nin açılışına Denizli'den Grup Ada, İzmir MKM Müzik Grubu, Özgürlük Türküsü ve Grup Güntşığı türküleriyle katılırken Grup Diyar, çeşitli sosyalist basın organları ve Belçika'dan Mücadele okurları mesajlarını ilettiler.Yaklaşık 200 kişi­ nin katıldığı açılış kutlaması çekilen halaylar ve Haklıyız Kazanaca­ ğız marşının söylenmesiyle sona erdi. Ege Kültür ve Sanat Merkezi, halkoyunları, bağlama, gitar ve ti­ yatro dallarında yürüttüğü kurs faaliyetleriyle devrimci sanatı üretme ve yaygınlaştırma etkinliklerini akademik olarak sürdürüyor.

ARYA SANAT MERKEZİ KAPATILDI İzmir'de etkinlik gösteren Arya Sanat Merkezi polis tarafından defalarca basıldıktan, çalışanları gözaltına alındıktan sonra hiç bir gerekçe gösterilmeden mühürlendi.Devrimci sanata ve Kürt halkı­ nın kültürüne yönelen bu baskıya karşı Arya Sanat Merkezi ve Ege Kültür ve Sanat Merkezi yaptıkları basın açıklamasında halktan yana sanatın susturulmayacağım belirttiler.İzmir İHD'de yapılan basın açıklamasına HADEP, BAFSED (Bayraklı Folklor Sanat Eğitim Derneği), BOFSED (Bornova Folklor Sanat Eğitim Derneği), Ressam Murat Duran, Balçova FM ile çeşitli kurumlar katıldılar ve basın açıklamasına imza koydular.

Açlığa karşı çıkmak için, Zulme dur demek için, Sömürüye hayır demek için, Ulusal onura saldırıya karşı onurumuzu korumak için, TÖDEF(Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu)'in 7 Kasım Boykotunu destekliyoruz. DEVRİMCİ MÜCADELEDE SANATÇILAR T A V I R

45


HABER

YORUM

Kemal Sahir Gürel'e 10 yaşında bir Kürt çocuğa Rizan Kadir'in Suriye'den gönderdiği mektubu ve Kemal'in yanıtını yayınlıyoruz.

Ey devrim ateşinin sanatçısı, kırlar ve şehirler için söylediğin şarkılarla devrime yürüyor, em­ peryalizme ve oligarşiye karşı mü­ cadele ediyoruz. Türkülerin kulak­ ları şenlendiriyor. Eylem şarkıla­ rının sanatçısı Kemal. Sesini du­ yunca, uğruna şehit düştüğümüz yeşil ülke Kürdistanlı çocukların yüzünde güller açıyor. Sana, kal­ bimin derinliklerinden geldiği gibi çizdiğim resimleri gönderiyorum. Söz veriyorum, büyüyünce devrim­ ci ve mücadeleci olacağım. Sana hikayemi aktarvyoru: Ben ve arka­ daşlarım, dağda Newroz ateşi ya­ karken, orada Newroz kutlamala­ rını ve Newroz için dağda ateş ya­ kılmasını yasaklayan askerler var­ dı. Ateş yakılmamasını reddettim ve dağlara uzandım. Orada ateş

yaktık. Daha birkaç dakika geç­ memişti ki, bir subay gelip ateşi söndürdü. Tekrar gittik ateşi yak­ tık ve silahlı askerlerini gönderseler, bizi öldürseler bile kaçmaya­ cağız. Kendi kendime "kör yürek­ lerine bu kor ateşten bir parça ko­ yacağım" dedim. Nasıl, devrimci­ lerin eylemlerini beğendin mi? Senden ricam, kendin, çevren ve zamanının nasıl geçtiği hakkında bir mektup yazman. Burada iki dostum, bana senin türkülerinin olduğu iki kaset verdiler. Sana, sanatçı arkadaşlarına, bütün dev­ rimci ve mücadelecilere milyon­ larca mutluluk ve başarı diliyorum. Teşekkürler. 19 Mart/7 Şevval/1994 RİZAN KADİR

Sevgili Rizan, Gözlerinden öperek başlamak istiyorum mektubuma. Böyle güzel mektup yollayan birisi, eminim ki o kadar da güzel rezimler çiziyordur, güzel elleriyle. Tahmin etmeye çalışıyorum, herhalde diyorum Reşo'nun, Cemo'nun, Berivan'ın seslendiği geniş vadiler, çamurlu potinlerin adımladığı patikalar, dipçiği ve namluyu sıkıca kavrayan büyük eller vardır resimlerinde... Pankarttı memurlar, evlerinin yıkılmaması için direnen gecekondulular, kaybolan oğullarının hesabını soran analar vardır. Akif Dalcı'nın taşı kavrayan el­ leri resmedilmiştir. Eminim ki öyledir. Bekleyeceğim resimlerini. Ayrıca, bana yolladığın için de teşekkür ediyorum. Biz Çorlu Cezaevi'nde iki siyasi tutsağız sadece... Benimle burada kalan arkadaşım da "kardeşçe ya­ şanacak bir dünyayı kurma mücadelesi" verdiği için atılmış demir kapılar ardına. Daha önce de yanılmış­ lar, yani; tıpkı beni cezaevine koyunca, susacağımı sanıp yanıldıkları gibi... Halbuki cezaevinde bulunmak soluğunu kısamıyor, özgürlüğünü sınırlamıyor insanın. Aksine öfkesi nehirlerden taşarak dalgalarla buluşuyor; okyanuslara ulaşıyor, sel olup akarak... Biliyorsun ki yaklaşık dört aydır OKMde değilim. Çok düşündüm kendi kendime. Acaba çalışmalarımızı devralan arkadaşlarıma ben de buradan nasıl katkı sağlarım diye. Tıpkı onlar gibi, Yorum'un türkülerini milyonlara ulaştırabilme çabasında, ne yapabilirdim cezaevinde? Bağlamam ve gitarım var yanımda. On­ lar da olmasa farketmez hani... "Cemo"ları nasıl yaratmıştık permatikten panflütle? Yokluk koşullarında bi­ le "borudan kaval" yapmasını bilmiştik... İki-üç ezgi çıkardım. Bunlar henüz bitmiş, tamamlanmış şarkılar değil. Bir de şubede yapmıştım; yalnız kaldığım hücrede, sorguya çıkartılmamı beklerken. Aslında bu, ce­ zaevinde çıkarttığım diğer ezgilerden daha güzel geliyor bana. Hem daha coşkulu. Galiba güzel ezgiler, hep zorlukları yaşarken çıkıyor böylesine. Yılmaz Güney'de en güzet filmlerini hapishanedeyken yapmıştı. Nazım Hikmet hapishanede üretmişti en güzel şiirlerini. Bunun yanısıra arkadaşlarım, kasetlerde yer alacak yeni türkülerimizi kasete çekip bana gönderiyorlar. Ben de, kendimce eksik bulduğum veya değiştirilmesini gerekli gördüğüm bölümlerini belirterek katılıyo­ rum onların kolektif çalışmalarına. Tavır'ımızın hazırlanması sürecinde de eleştiri, öneri ve değerlendirmelerimi sunuyorum. Cezaevleriyle yazışıyoruz. Diğer cezaevlerinde kalan yoldaşlarımın neler yaşadığını yaptığını ve neleri tartıştıklarını merak ediyoruz. Onlar da merak ediyorlar bizi. Hatta cezaevine ilk geldiğimde, kucak dolusu "destek mesajı" almıştım onlardan. Şimdi, kimi tartışmaları yürüterek sürdürüyoruz yazışmalarımızı. Cezaevleri dışında pek çok mektup ve imza geldi; Avrupa'dan Ortadoğu'ya kadar. Buralarda beni tanı­ mayan çok insan var. Hatta başka uluslardan pek çok insan; avukat, bilimadamı, mühendis, yurtsever, sa­ vaşçı gibi... Onlar da Yorum'u seviyorlar ve yaşamasını istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki, Yorum onların da se­ sidir. Bu ses hiç susmamalı!.. Tekrar görüşmek üzere... 12.05.1994 Kemal Sahir Gürel

46

T A V I R


HABER

YORUM

MKM'YE BASKILAR SÜRÜYOR

GRUP YORUM 13 Mayıs 1994; Geleneksel İTÜ yılsonu şenliğinde Grup Yorum yaklaşık 700 kişiye seslendi. 26 Mayıs 1994; Grup Yorum 'un Gümüşhacıköy'de gerçekleştirdiği konseri yaklaşık 600kişiizledi. 5 Haziran 1994; Grup Yorum Adana Yenice 'de 3000 kişinin izlediği bir konser gerçekleştirdi. 6 Haziran 1994; Gaziantep Kamil Ocak Kapalı Spor Salonu'nda yapılan Grup Yorum Konseri'ni yaklaşık 4000 kişi izledi. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin de katıldığı gece sonrası 52 kişi polis tarafından gözaltına alındı. 10 Haziran 1994; Grup Yorum İstanbul 'da yapılacak olan, çalışmalarını Haklar ve Özgürlükler Platformu 'nun yürüttüğü "Sivas Anıtı" nın yararına İstanbul'da düzenlenen geceye katıldı. 17 Haziran 1994; Grup Yorum İzmir Fuar Ekici Över'de yaklaşık 7000 kişiye seslendi. Geceye Ayşe Gülen Halk Sahnesi ve FOSEM'de katıldı. 18 Haziran 1994; Denizli Açıkhava Tiyatrosu'nda Denizli İHD'nin çabalarıyla gerçekleştirilen Grup Yorum konserini yaklaşık 2000 kişi izledi. Konser sonrasında Denizli Cumhuriyet Savcılığı tarafından İHD Yönetimi ve Grup Yorum elemanları hakkında soruşturma açıldı. 16 Temmuz 1994; Grup Yorum Antalya Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu 'nda bir konser verdi. Özürlü Alican'ın tedavi masraflarının karşılanması için düzenlenen konseri yaklaşık 2500 kişi izlerken polis, konser sonrasında 25 kişiyi gözaltına aldı. 13 Ağustos 1994; Grup Yorum Genç Ekin Sanat Merkezi'nde bir dinleti verdi. 15 Ağustos 1994; Grup Yorum Küçükarmutlu'da gerçekleştirilen bir sünnet düğününe türküleri ite katıldı.

Yukarı Mezopotamya Kültür Merkezi Başkanı İbrahim Gürbüz 26 Mayıs 1994 tarihli Özgür Ülke gazetesinde yazdığı bir makale nedeniyle ifade vermek üzere gittiği DGM'de "bölücülük propagandası yaptığı" iddiasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi. Sağmalcılar Cezaevi'nde 3 ay tutuklu kalan İbrahim Gürbüz, 17 Ağustos 1994 tarihinde çıkarıldığı mahkemede serbest bırakıldı. Ayrıca 9 Eylül günü MKM'ye baskın düzenleyen polisler içeride bulunan yaklaşık 50 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltındakiler ertesi gün serbest bırakılırken polis, kültür merkezinde bulunan bilgisayar kayıtlarına el koydu. Bir ulusu yoketmek için onun kültürüne de saldıranlar unutmasınlar ki, bugün tarih karşısında yargılanıyorlar ve onun çöplüğüne atılmaktan kurtulamayacaklar.

DEVRİMCİ SANATÇILAR MİTİNGLERDE EMEKÇİLERLE OMUZ OMUZAYDI 20 Temmuz, işçi ve emekçi­ lerin eylem günüydü. Türk-İş'in emekçi yığınların tepkilerini pasifize etmeye yönelik, göstermelik bir günlük "Genel Grev" kararına işçi ve emekçi sınıf ey­ lemle cevap verdi. Kartal ve Ak­ saray Metro önü binlerce emek­ çinin sloganlarıyla inledi. O gün sanatçılar da "işçi ve Emekçi­ lerle Omuzomuzayız-Sömürü ve Zulme Karşı Sanatçılar" pankartı altında miting alanın­ daydılar. OKM, MKM ve Genç Ekin Sanat Merkezi sanatçıları yanında Fevzi Kurtuluş, Deste Günaydın, Gülbahar, Hüseyin Aydın, Latife Geçkin, Koma Denge Azadi, Yenigün Müzik Topluluğu, ve Gün Dirildi Müzik Topluluğu türküleriyle eylem

coşkusunun içindeydiler. 3 Ağustos pazar günü ise Sömürü ve Zulme Karşı Güç Birliği'nin düzenlediği "Bu Mem­ leket Bizim" adlı işçi ve emekçi­ lerden uyarı mitinginde sanatçı­ lar "Özgür Sanatçı Örgütlü Sanatçıdır-Devrimci Sanatçılar" pankartı altında yürüdüler ve mitinge güç kattılar. Mitingin sürpriz yanı ise İstanbul Valiliği'nin yasağına ve birkaç hafta önceki dayanışma gecesinin keyfi engellenmesine karşın Grup Yorum'un kürsüden işçi ve emekçilere türküleri, marşlarıyla seslenmesiydi. Bu küçük konserle Grup Yorum, halktan yana sanatın susturulmayaca­ ğım bir kez daha gösterdi.

"SİVAS ANITI"NI BİRLİKTE YAPALIM Zeytinburnu Pir Sultan Abdal Parkı'nda geçtiğimiz yıl Sivas'ta kaybettiğimiz 35 canın anısına bir anıt yükseliyor. Adı "Sivas Anıtı". Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun bir çalışması olan bu anıt, yapımına katkıda bulunanlarla yükseliyor. Sivas Anıtı'na katkıda bulunmak isteyenler için anıt banka hesap numarasını veriyoruz. İş Bankası Ortaköy/İstanbul Şubesi Hesap No: 1116-0298291 T A V I R

47


HABER

YORUM

ANKARA TEMSİLCİMİZ İHSAN CİBELİK'TEN SONRA MUHABİRİMİZ UTKU DENİZ SİRKECİ DE TUTUKLANDI. rup EKİN elemanı ve dergimiz Anka­ süz bir dünya kurma mücadelesinin duyarlılıkları ra temsilcisi İhsan Cibelik'ten sonra ile yoğurup bu mücadeleye moral değerler kattı­ muhabirimiz ve Ekin Sanat Merkezi ğımız, sorunlara sahip çıkma, direnme ve müca­ çalışanı Utku Deniz Sirkeci de tutuk­ dele azmi aşılayan sanatsal ürünlerle mücadele­ lanarak Ankara Merkez Kapalı Cezaye katıldığımız için burada yargılanmaktayız. evi'ne gönderildi. 4 Ağustos 1994 tarihinde BağBu duruşmada kasetlerimizi dinleyen, kon­ cılar'da direnerek şehit düşen 3 Halk Kurtuluş serlerimize coşkulu halaylarıyla katılan, şiirleri, Savaşçısı'ndan Özlem Kılıç'ın Ankara'daki cena­ öyküleri, eleştiri ve önerileriyle çalışmalarımıza zesinde polisin saldırısı sonucu 29 kişi gözaltına destek olan işçileri, memurları, öğrencileri, na­ alındı ve aralarında muhabirimiz Utku Deniz muslu sanatçı ve aydınları, kısaca onbinleri yar­ Sirkeci'nin de bulunduğu 7 kişi tutuklandı. gılıyorsunuz. 13 Ocak 1994 tarihindeki E.S.M. ve dergimiz Bu duruşmada şiirlerini türkü yaptığımız, Ankara Bürosu baskınında gözaltına alınıp tutuk­ eserleriyle halkın bilincine kazınmış, yeni kültü­ lanan Grup Ekin elemanı ve temsilcimiz İhsan Cirümüzün yapı taşları olan Nazım Hİkmetler'i, Ha­ belik, 10 Nisan 1994 tarihindeki duruşmasında san Hüseyinler'i, Yılmaz Güneyler'i, Ahmed Arif­ okuduğu savunmasında' şunları söyledi: leri, Ruhi Sular'ı yargılıyorsunuz. "Sorgumdur, (...) Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi ve onun (...) Bu duruşmada halktan yana bütün kültür sanata bakışını benimseyen sanatçılar, emper­ ve sanat faaliyetlerinin, devrimci sanatçıların ve yalist, gerici, yoz kültür politikalarına karşı bu ül­ namuslu aydınların yargılanmakta olduğuna ina­ kede yaşayan emekçi halkların sömürüsüz, bas­ nıyorum. Çünkü bu duruşmada yargılanmama kısız, özgür bir dünya kurma mücadeleleri içinde neden olan şeyler, sanatımızla bugüne kadar yarattıkları kültürel değerleri sahiplenip geliştire­ ürettiğimiz tüm değerler, gerçekleştirdiğimiz yüz­rek geleceğin kültürünün yaratılması mücadele­ lerce sanatsal etkinlik, yüzbinlerce insana ilettiği­ sinde birer mevzi olmuştur. Böyle bir yayın orga­ miz mesajlar ve tüm bunlarla yarattığımız gerçek nının temsilcisi olmaktan ve böyle bir sanat anla­ sanatçı, halktan yana devrimci sanatçı kimliğiyışını her koşulda savunmaktan onur duyuyo­ mizdir. rum. ...emperyalizm ve işbirlikçileri sömürü ve (...) Savcılık, gözaltında polise ifade, verme­ egemenlik düzenlerinin devamını sağlamak... me tavrımı örgüt tavrı olarak değerlendirip, örgüt amacıyla... her türlü yöntemi kullanarak emekçi üyeliğine delil olarak göstermektedir. (...) Tutuk­ halka zulmetmektedirler. Bu doğrultuda kültürel lanmama ve örgüt üyeliği iddialarına delil olarak yaşama da müdahale etmekte, eğitim kuruluşla­ benimle hiç ilgisi olmayan düzmece bazı belge­ rıyla, kitle iletişim araçlarıyla halkın değerlerini, lerle "örgütsel döküman bulunmuştur" diyerek kavrayış biçimini değiştirerek yozlaştırmak ve suç ve suçlu yaratmaya çalışmaktadır. Bu belge­ asimilasyona uğratmak, diğer yandan emperya­ lerden biri Grup Yorum'la ortak çıktığımız kon­ list kitle kültürü politikalarıyla da sisteme uygun, serlerde kullanılmak üzere hazırladığımız, üze­ düşünmeyen, yoz, apolitik, kendi sorunlarına ve rinde müzik yapan insan figürleri olan ve "Bu toplumsal sorunlara duyarsız, edilgen kitleler ya­ Ses Hiç Susmayacak, Grup Yorum-Grup Ekin" ratmaya çalışmaktadır. Ekin Sanat Merkezi'ndekiyazılı bez afiştir. (...) " çalışmalarımızla buna karşı çıktığımız için yargı­ İhsan Cibelik 10 aylık bir tutsaklıktan sonra lanmaktayız. 18 Ekim 1994 günü çıkarıldığı Ankara DGM'deki (...) Halkın kültürel mirasını sınıfsız, sömürü­ duruşmasında serbest bırakıldı.

G

kültür ve sanatta TAVIR aylık sanat dergisi kasım '94 sayı 32

48

T A V I R

ortaköy kültür ve sanat bilimsel araştırma

yazı işleri müdürü ahmet latif

yay org.fllm tic.san.lit

tiftikçi

­­­ adına sahibi: sadık çelik

yazışma adresi ortaköy kültür merkezi dereboyucad. no:110/55 ortakoy /istanbul tel: (212) 258 69 87 fax: (212)258 69 87

ankara

diyarbakır

izmir

adana

(Büromuz şuan mühürlüdür.)

inönü cad. temiz ap. kat:6 no: 5 diyarbakır

859 sokak no:5/A saray işhanı ara kat konak /izmir

inönü cad. aydın işhanı kat:5no:505 adana tel: (322)3521744

abone koşulları (6 aylık) yurtiçi 120.000-TL (1 yıllık) yurtiçi 250.000-Tl yurtdışı 60.-DM akbank ortaköy-ist. şb. hesap noS583

almanya için yapı kredi

ofset hazırlık: tavır yayınları

bankası 300464-6

baskı: gürtaş ofset




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.