1996 01 mart

Page 1



TAVIR

1

MART 1996

kültür ve sanatta halktan yana TAVIR aylık sanat dergisi mart'96 sayı:1 anadolu kültür sanat bilimsel araştırma yay. org. film tic. san. ltd. şti. adına sahibi: sadık çelik yazıişleri müdürü hüseyin avni akkaya yazışma adresi anadolu halk kültür sanat merkezi şahkulumah. ilk belediye cad. no: 10/3 beyoğlu/istanbul tel-fax:(0212)243 03 13

Merhaba

2

Tavır

Sanatımızda Halklaşma 3

Tavır

Barikatlar Özgürdü 5 Hayır! Size Hiç Birşey Vermeyeceğim 7

SadunCan Aydın Cezaevi Devrimci Tutsakları

Acının Külleri Arasında

17

Devrim Demir

Vatanım

18

Hazal Tunç

Unutulmayan

20

Hasan Demirkol

iletişim adresleri Okmeydanı halk kültür merkezi piyalepaşa cad. no: 148 okrneydanı/istanbul tel:(0212) 238 20 23 izmir ege kültür ve sanat merkezi 859.sok no:5/a saray işhanı konak ankara ekin sanat merkezi sağlık sok. no:28/7 sıhhıye adana inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:55 tel: (322) 352 17 44 duisburg/almanya hagedom str.15, 47169 duisburg tel: (00 49 203) 40 11 26 abone koşullan (6 aylık) 300.000.-TL (1 yıllık)600.000.-TL işbankası ortaköy-istanbul şb. hesap no:(l116)0317930 ofset hazırlık: tavır yayınları baskı: gürtaş ofset

on kapak: Güler Çelik (FOSEM) ön kapak içi: Haşim Saydam arka kapak: Turan Kutlu arka kapak içi: Tarık Tolunay

Gözlerimizde Yanan Bir Alevdir 23 Erdoğan Ekiner Kocaman Yürekli Dostum 24 Nergis; Dağlar Çiçeği 26 İstanbul

28

Ortaköy Kütür Merkezi 31 Candaş

41

Hatice Akay Mustafa Ayata Erdem Aydemir Tavır Nilay Dündar

Seni Toros Güzeli 42

Canan Yıldırım

Salvador'un Gizli Zindanları 43

İbrahim Karaca

İbrahim Karaca İle Röportaj 44

Tavır


TAVIR

2

MART 1996

MERHABA Sevinçle kucaklıyoruz hepinizi. İlk sayımızla karşınızdayız. Ama ilk denir mi? En son Haziran 1995'te buluşmuştuk sizinle. Ortaköy Kültür Merkezi'nin, dolayısıyla dergimizin faaliyetleri, kapımıza mühür vurularak engellenmeye çalışılınca kolları sıvadık hemen. İnancımıza, gülüşümüze, hayata, halkımıza ve vatanımıza olan sevgimize mühür vuramazlardı. İşte yine karşınızdayız. Hayatın içinden; acının, hüznün, sevincin, sevdanın, umudun, mücadelenin içinden sesleniyoruz size. Sevdamız olan vatan topraklarımızın her karışındaki en küçük bir kıpırdanma etkiliyor bizi. Durmaksızın devam eden ve gelişen direnme geleneğimiz; mücadele azmimizi, geleceğe olan inancımızı, güvenimizi besliyor. Ortaköy Kültür Merkezi'nden Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi'ne uzanan süreçle, Buca ve Ümraniye şehitlerimizin kahramanca direnişleri tarihimizin aynı sayfalarında yer alacak. Bu bize gurur veriyor. Buca ve Ümraniye'de verdiğimiz şehitler, tüm cezaevlerinde 1200'ü aşkın tutsağın kazanana kadar sürdürdükleri açlık grevi; tutsakların o tek cümlelik, coşkulu, bir ağızdan çıkan haykırışını yansıttı bize: "Bizler Özgür Tutsağız!" Teslim alınamadılar. O gün "Duvarların Ardında Barikatlar Özgürdü". Direniş kısa sürede duvarları aştı, halkın yüreğinde öfke oldu, silah oldu. Devlet, halkın kendi şehitlerini sahiplenmesini engellemek için tarihin en büyük gözaltı terörünü uyguladı. Gözaltı sırasında gazeteci • Methi Göktepe 'yi döverek katletti. Ancak gerçek suçlular bulunacak ve yargılanacak. Televizyonlar ve gazeteler onların matemlerinden sözetmeye devam edecek. Bizler için, vatanları için dövüşenler ve düşenler sayfalarımızı süslüyor bu sayımızda. Erdoğan Ekiner Ümraniye şehitlerimizi anlatan şiirinde, "Gözlerimizde Yanan Bir Alevdir Şimdi Hınç" derken, Hatice Akay kaybedilen Düzgün Tekinimizi, Can Yıldırım ise Toroslar'ın yiğit evladı Tarık Koçoğlu'nu anlatıyor öyküleriyle. Onları her sayımızda anlatmaya devam edeceğiz. Yurdu için ölmesini de bilen güzel insanlarımız topraklarımıza can katıyorlar. İşgal altındaki yurdumuzu özgürleştirmek için, direniş ve isyan geleneğimizi Bedreddinler'den alıp bugüne taşıyorlar. Hazal Tunç'un "Vatanım, Sen Hiç Bir Zaman Boyun Eğmedin" yazısıyla sarılıyoruz bir kez daha topraklarımıza. Bir ateş daha düştü yüreklerimize. Sivas-Hafik'te düşen yedi can, adlarını yazdı onurlu tarihimizin ak sayfalarına. Karlarla kaplı Sivas'ın toprağında yedi kardelen daha açtı. Mete, Cömert, Tevfik... adları çoğalacak, analar evlatlarına onların adını verecek. Binlerce Mete, binlerce Cömert dikilecek zulmün, zorbalığın karşısına. Sanatımızda onların teri var, canı var, harcı var. Onlar teslim olmamanın, vatanımızı savunmanın adıdırlar. Sanatımız da teslim olmamaktır. Yazdığımız her yazı, söylediğimiz her türkü, yeni ve özgür bir dünyanın müjdecisi olacak Bir kez daha "Merhaba" diyoruz size tüm özlemimizle. Önümüzdeki sayıda tekrar buluşabilmek dileğiyle.

Dostlukla...


TAVIR

3

MART 1996

TAVIR

SANATIMIZDA HALKLAŞMA evrimci halk mu­ halefetinin hergün bir Heri adım daha attığı, halkın dü­ zenle olan çelişki­ lerini örgütlü mü­ cadeleye kanalize edip iktidara yak­ laştığı bir süreci yaşıyoruz. Yüzyıl­ lardır ezilen, sömürülen Anadolu halkları onca katliama rağmen bir kez daha insanca bir yaşam, eşitlik ve adalet için sömürüye karşı veri­ len savaşta saf tutuyor. Bu savaşta cezaevlerinden emekçi mahallele­ rine, okullardan dağlara dek her yer, her karış toprak bir mevzi hali­ ne geliyor. Devrim ateşi vatanımızı adım adım sarıyor. Egemenler cephesi de halka karşı yürüttüğü savaşı pervasızca boyutlandırarak sürdürüyor. Halkın örgütlü mücadelesinin kendi sonu­ nu yaklaştırdığını gören egemen­ ler, katliamlarını hızlandırmak ve yaygınlaştırmaktan geri durmuyor­ lar. Devlet, emekçilerin gündelik yaşamına, kültürel değerlerine, bi­ lincine, hükmetmeye çalışmakta­ dır. Emekçilerin kişiliklerini ele ge­ çirmeye, kültürel yapısını değiştir­ meye ve kendi hazırladığı kalıplara hapsetmeye çalışan devlet; yaşa­ dığı sorunlara duyarsız, bireycileşmiş, dejenere kişiliklerden oluşmuş bir toplum yaratmayı hedeflemek­ tedir. Yayın faaliyetleri bizzat devlet eliyle yönlendirilen televizyon ve basın organları bu amaçla yaygın­ laştırılmakta, Anadolu'nun en ücra kesimlerine dek ulaştırılmaktadır. Devlet, halka açtığı savaşı kül­ türel boyutta böylesi bir örgütlülük­ le sürdürürken, halkın sanatı da yi­ ne hayatın her alanına müdahale eden ve yönlendiren devrimci bir partinin sunduğu perspektifle, ör­ gütlülükle büyümekte ve gelişmek­ tedir. Devrimciler silahlı halk savaşını örgütlerken bir yandan da yeni-insana, sosyalist topluma giden yol­

D

da kültürel bir şekillenmenin, deği­ şimin, dönüşümün inşaasını ger­ çekleştirmektedir. Yeni toplum sa­ vaş içerisinde, sosyalist kültürün evrenselleşmiş değerleri ile ülke­ miz toprakları üzerinde yaşayan ulusların, milliyetlerin, mezheplerin gelenekleri, kültürleri ve kendine has tüm özelliklerinin kaynaştırılmasıyla oluşturulmaktadır. Devrimci sanatçılar örgütledik­ leri sanatsal faaliyetlerle halkın kül­ türel değişimini, dönüşümünü ger­ çekleştirmek ve sosyalist kültürü en geniş kesimlere özümsetmek amacıyla çalışma yürütürler. Fakat, kültür-sanat cephesinin işlevini, çerçevesi sadece sanatsal faaliyet­ ler ve ürünlerle belirlenmiş bir alan örgütlülüğü olarak sınırlayanlayız. Devrimci sanatçıların her faaliyeti halkı, hakkı olanı alma mücadelesi­ ne kanalize etmede bir araçtır. Çünkü, devrimci sanatçılar yete­ neklerinin yanısıra düşünceleri ve ideolojileriyle ayaktadırlar. Sanat­ sal yeteneklerini yönlendirme, ya­ ratılan ürünler ve sanatsal faaliyet­ ler de halkın devrimcileşmesi ve savaştırılması temelinde şekillenir. Kültür alanımız küçük burjuva kültür ve anlayışa karşı savaşım içindedir. Taşıdığı eksikliklere kar­ şın ülkemiz devrimci sanatçıları bu konuda deneyimleri ve faaliyetleri ile uzun bir yol katetmişler; yapıla­ maz, başarılamaz denenleri başar­ mışlar, devrimci aydın-sanatçı ol­ manın misyonu gereği düzene net ve radikal tavırlar almışlar, devrim­ ci mücadelenin militan geleneğini sanat alanına taşımışlardır. Karşı­ laşılan tüm baskılara ve engellere rağmen ideolojik inanç, devrimci irade ve kararlılıkla düzenin aydın­ lar önüne çektiği birçok set yıkıl­ mıştır. Onbir yıllık Grup Yorum sü­ resinde bu anlattıklarımıza denk düşen özgünlükte sayısız örnek vardır. Örneğin, İstanbul'da yakla­ şık yedi yıldır konserleri yasakla­ nan Grup Yorum yarattığı alterna­ tiflerle bu yasak duvarını aşmasını

bilmiştir. İşçilerin memurların mi­ tinglerinde verilen konserlerde onbinlerce emekçiye seslenilmiş; yine yoksul halkın yaşadığı mahalleler­ de ve işyerlerinde yapılan konser­ lerde, bir yandan da devletin engellemeye çalıştığı devrimci sanat faali­ yetleri halka ulaştırılmıştır. Yaşanan süreç, ezilen tüm ke­ simlerin ortak noktalarının buluştu­ rularak bir cephede savaşmasının gerekliliğini dayatmaktadır. Adım­ larımızı güçlendirmek, büyümek, kitleselleşmeyi ve cepheleşmeyi kültür-sanat alanında da gerçek­ leştirmek artık zorunluluktur. Dev­ rimci sanatçılar bu süreçte de yeni­ lenmenin ve halklaşmanın öncüsü olacaktır. İktidar mücadelesi demokratik hak alma mücadelesinin ötesine geçmiştir. Halkın sesi olan devrimci parti, tüm ezilenleri iktidar mücade­ lesine, savaşa çağırmaktadır. Parti, düzenle çelişkileri olan tüm emekçi kesimleri devrime ka­ nalize edip, yönlendiren bir kur­ maylıktır. Yaşamın tüm alanların­ daki örgütlülüklerle büyüyen bir güçtür. Örgütlülüğü oluşturan bü­ tün kollar da birlikte hareket etmek ve ortak tavır belirlemek durumun­ dadırlar. Devrimci sanatçılar dün­ yayı sadece kendi pencerelerinden yorumlayan ve tavır alanlar ola­ mazlar. Onlar aynı zamanda işçile­ rin, memurların, köylülerin pence­ resinden de dünyayı yorumlayıp, tahlil eden ve tavır alabilenler ol­ mak zorundadırlar. Lenin'in partili sanatı, "Bütün proletaryanın, politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük mekaniz­ manın küçük bir çarkı ve vidası" olarak değerlendirmiştir. Bu küçük vidayı, mekanizmayı hayata geçi­ ren diğer parçalardan ayrı düşüne­ meyiz. İşçilerden, köylülerden, yani emekçilerden... Tabi ki, sanatsal örgütlenmenin çalışma tarzında yaşamın diğer ör-


4

TAVIR

gütlenmelerinde olduğu gibi kendi doğasına özgü yanlar olacaktır. Bu yadsınamaz! Ama bu özgünlükler bir zenginlik olarak yorumlanmalıdır. Parti disiplini ve yönlendiriciliği­ ne tabi olma konusuna gelindiğin­ de sanatın özgünlüklerini bir imti­ yaz olarak yorumlayan ve parti yönlendiriciliğine ayak direyenler örgütsüz, iradi çalışmayı reddeden anlayışı meşrulaştırmaya çalışan küçük-burjuva sanat çevresidir. Parti, işçilere ve tüm emekçile­ re yön gösterdiği gibi sanatçılarının da önünü açacak, onlara perspek­ tifler sunacak, ürünlerini tartışacak, halka ve mücadeleye hizmet eden ürünler vermesi için sanatçısını yönlendirecektir. Böylelikle ürünler, "edebiyatçı yazar, okuyucu okur" sloganıyla ifade edilen küçük-bur­ juva yaşam tarzının aksine, kolektif bir ortamda tartışılan, tartışıldıkça gelişen ürünler haline dönüşecek­ tir. Halkla içiçe yaşayan, halktan öğrenmesini ve halka bildiklerini öğretmesini hedefleyen sanatçıla­ rın ürünleri de kişilikleri gibi halklaşacaktır. Burjuva ve küçük-burjuva sanatçının sığ dünyasında yaşadı­ ğı sorunları, bunalımları, konu sı­ kıntıları, açmazları halkın sanatçı­ sının dünyasına bu sayede uzak duracaktır. Hattan yaşamı, hüznü, sevinci, ekonomik ve demokratik talepleri devrimci sanatçının ürün­ lerinin konusunu oluşturacaktır. Ki bu da tükenmez bir kaynaktır. Halkı değiştirme ve dönüştür­ me mücadelesinde yaratılan sanat­ sal üretimlerin dili de yalınlaşmalı ve anlaşılır olmalıdır. Yönelinen ke­ sim emekçi halk olunca, ona sesle­ nen bir dil, konusu ise halkın ken­ dinden bir parça bulacağı bir içerik­ te olmalıdır. Bu devrimci sanatçının halka karşı sorumluluklarındandır. Bu yaklaşımımızı boşveren, kü­ çümseyen seçkinci yaklaşımlara karşı inatla yalın bir anlatımı sa­ vunmalıyız. Seçkinciliği savunanlar da bitmelidir ki, asıl zor olan, yalın ve anlaşılır eserler yaratabilmektir. Eserleri, felsefesi ye ezilenden yana tavrı ve yaşamıyla Anado­ lu'da yüzyıllardır bir isyan bayrağı haline gelen Şeyh Bedrettin çağı­ nın aydınını tanımlarken bakın ne

diyor: "Bilinçli kişi kimsenin görmedi­ ğini gören, kimsenin bilmediğini bi­ lendir. ... Karşınızdaki şeyleri, onların bildikleri deyimlerle ve kavramlarla açıklayın." Bunların gerçekleştirilmesi bir yaşam biçimi sorunudur. Halkın içinde yaşayan, onun gözü, kulağı olan devrimci sanatçıların duygula­ rı da halkla ortaklaşacaktır. Bunun sonucunda halkın radikalleşmesine paralel olarak kültür-sanat cephesi de militanlaşacaktır. Militan ruh, bugün kültür-sanat alanının özgü­ lünde yorumlanmakta ve öyle ya­ şama geçirilmektedir. Devrimci sa­ natçılar, kendi cephelerinden yü­ rüttükleri kampanyalarla düşmanın yaymak istediği emperyalist kültüre darbeler vurmuş, yine kendi cephe­ sinden halka ve halkın sanatçısına yönelik saldırıların hesabını soran nitelikte kampanyalara ve eylemle­ re imzasını koymuştur. Grup Yo­ rum ve Özgürlük Türküsü'nün CHP işgalleri ile 1993 yılında Kültür Ba­ kanlığı'nın mühürlenmesi söyledik­ lerimize birer örnektir. Bu örneklerimiz sadece hesap soran eylemlerle de sınırlı değildir. Devrimci sanatçılar devletin baskı­ cı yasalarının verdiği cezaları kabul etmemiş, teslim olmamışlardır. Çünkü devrimci sanatçıların her fa­ aliyeti halk nezdinde meşrudur. Düşünceden eyleme dek herşey halk içindir ve meşrudur. Bu anlayışla hareket eden Grup Yorum elemanları, 1992'de Eskişe­ hir'de verdikleri konser sonrası haklarında çıkarılan gıyabi tutukla­ ma kararını, yine 1992'de Deniz­ li'deki konserden dolayı verilen ha­ pis cezasını kabul etmemiş ve tes­ lim olmamışlardır. Militan sanatçı, duyarlılıklarını sadece kendi sorunlarıyla ilgili ey­ lemlilikleri ile de sınırlamamıştır. Enstrümanlarıyla katıldığı işçi dire­ nişçilerinde, direnişçilerin motivas­ yonunu yüksek tutmak, onlara des­ tek olmak için söylediği türküleri, okuduğu şiirleri, oynadığı oyunları yeri geldiğinde rahatlıkla bir kena­ ra koymuş; yürüyüşlerde, mitingler­ de binlerce işçiyle slogan atmış, mahallelerde kurulan barikatlarda

MART 1996

sıradan bir nefer gibi malzeme ta­ şımıştır. Yine Grup Yorum'dan ör­ nek verecek olursak, 1991 yılında' Zonguldak'ta maden işçileriyle omuz omuza yaşanılan kırk gün ve Haziran 1995'te Okmeydanı'nda anaların başlattığı oturma eylemi ve sonrasında gelişen çatışma sü­ recini örnekleyebiliriz. Devrimci bir fotoğraf sanatçısı­ nı ele atacak olursak, bu sanatçı bir emekçinin kondusunun yıkılışını fotoğraflarken en etkileyici kareleri yakalamak için gayret gösterir. Çünkü bu fotoğraflar faşizmin emekçi halk üzerindeki terörünün bir belgesidir. Onlarca etkinlikte bu belgeyle faşizmin azgın yüzü teşhir edilir. Bir başka zaman ise deklan­ şöre basan parmaklar, evinin yıkıl­ masına karşı direnen konduluyla birlikte taşı kavrar; ya da yıkılan kondunun yerine yükselen yapıya briket, tuğla, kum taşır. Sanatçı herşeyden önce insandır ve onu ni­ teleyen sıfat, öncelikte devrimciliği ve vatan sevgisi olmalıdır. Yüksek halk ve vatan sevgisiyle mücadelenin içinde yeralan dev­ rimci sanatçı, mücadelenin, yaşa­ mın ona ihtiyaç duyduğu her yerde vardır. Bugün, elinde bağlaması, gitarı, kamerası ya da oyun tekstleriyle sahnelerde, sokaklarda ürün­ lerini sergileyen sanatçı, mücade­ lenin ona daha başka alanlarda ih­ tiyaç duyduğu, sorumluluklar yük­ lediği süreçlerde de hiç tereddüt­ süz daha ağır yüklerin altına girebilmelidir. 17 Nisan 1992'de katledilen Ay­ şe Nil Ergen böyle bir sanatçıydı. O halkına duyduğu sevgiyle, devrimci mücadelenin ona ihtiyaç duyduğu yerlerde görevler üstlenmiştir. Bir başka ülkeden örnek verecek olur­ sak, Shostakovich İkinci Dünya Sa­ vaşı sırasında yangın yerine dönen Leningrad şehrinde itfaiyecilik gö­ revini üstlenmiş ve bu görevini sür­ dürürken de en güzel eserlerinden biri olan Leningrad Senfonisini bes­ telemiştir. Yaşamı bir başka alanda sa­ vunmak, devrimci sanatçının yeni eserler üretmesini engellemez, du­ yarlılığını törpülemez. Aksine, sa­ natçı yaşamı tanıdıkça, üretimlerin­ de daha titiz davranacaktır.


TAVIR

MART 1996

5

SADUN CAN

duvarların ardında

BARİKATLAR ÖZGÜRDÜ unta yıllarında en önemli direniş odağı haline gelen cezaev­ leri, bugün yüzlerce kez yinelenen ve her biri büyük özveri, ce­ saret örnekleriyle dolu bir direniş mira­

C

sına sahiptir. Kan ve can bedeli yaratılan bu miras engin bir vatan ve halk sevgi­ si üzerinde özenle yoğrulmuş, yol­ daşça paylaşılmıştır. Savaş gerçeği ve savaş kültürü yeni yaşam biçimlerini yarattı. "Öz­ gür Tutsaklık" kavramı böylesi bir yaşam biçiminin özlü ifadesi ola­ rak; cepheye, mevziye ve siper ar­ kadaşlıklarına dönüştü. Bu kavramı, kahramanca dire­ nişleriyle, şehitleriyle ete kemiğe büründüren Buca direnişçileri çok iyi ifade etmektedir. "Buca Direnişi anlık bir tepki, dönemsel bir çıkış değil, bu onurlu gelenekten besle­ nen köklü bir damardır; düşmanın zindanlarını devrimin okulu haline getiren yaşam tarzımızın, politika­ larımızın, Parti-Cephe'mizin çizgi­ sinin duvarların ardına da damga­ sını vurmasının ifadesidir". Özgür Tutsaklık düzen kültürü­ nün masaya yatırıldığı bir arınma laboratuvarıdır. Kısacası 'düzenden kopuştur.

İlk olarak 1984'te ölüm oruçla­ rıyla bayraklaşan "Özgür Tutsaklık" bugün Buca'dan Ümraniye'ye, Üm­ raniye'den diğer cezaevlerine ve oradan da bütün vatan topraklarına yayılan barikat savaşlarının, bu sa­ vaşlarda kahramanca direnen şe­ hitlerimizin adı olmuştur. Ali Rıza Komutan'dan, Rıza Boybaş'lara... Özgür Tutsaklık okulunun öğ­ retmenlerinden Ali Rıza Kurt'un öz­ gürlük eyleminden (17 Temmuz 1995) sonra katledildiği döneme (28 Temmuz 1995) rastlayan Buca Direnişi, özveri ve cesaretin, yol­ daş sıcaklığıyla birleştirilip bir yan­ gına dönüştürüldüğü andır. Bu yangında üç devrimci tutsak, Turan Kılıç, Yusuf Bağ, Uğur Sarıaslan vahşice katledildiler. Ali Rıza Kurt'un ve üç yoldaşı­ nın özgürlük eylemini hazmedeme­ yen cezaevi idaresi bu durumu fır­ sat bilerek tutsaklara saldırı başlat­ tı. Ali Rıza Kurt'un yoldaşlarının bulunduğu koğuşlara arama adı al­ tında girdi. İçeride bulunan tutsak­ lara, devrimci değerleri simgeleyen şehit panosuna, bayrak ve resimle­ re saldırdı. 21 Eylül 1995'te Buca vatan barikatıyla özgürleştirildi. Haftalar ön­ cesinden başlatılan katliam hazır­ lıkları tamamlanmıştı. Saldırı emri­

ni bekleyen özel tim, polis ve as­ kerler ellerindeki ses, gaz bomba­ larıyla, kalas jop ve zincirleriyle 6. koğuşun kapısına dayandı. Bundan sonrası barikat, gaz, kurşun, jop, kalas, zincir, yangın, duman ve kanla sonuçlanan teslim alma, teslim olmama mücadelesi­ dir. Bundan sonrası, tutsakların bü­ yük bir özveri ve cesaretle, beden beden ördükleri vatan barikatında özgürleştikleri andır. Buca barikatı vatanına ve halkı­ na bağlılığın hiç bir fedakarlıktan çekinmemenin ve asla teslim olma­ manın destanıdır. Buca direnişi tek başına bir ce­ zaevi direnişi değil, siyasal onur savaşımızın bir parçasıdır. Buca'yı kavramak özgür tutsak­ lığı kavramaktır. Vatanımızın yarınına ışık tutan her deneyim ve birikim sürecinde halklarımızın iyi öğrencileri ve öğ­ retmenleri olmalıyız. Buca bir okul­ dur. Bu okulun baş öğretmenlerin­ den Ali Rıza Kurt ve onun öğrenci­ leri olan Turan Kılıç, Yusuf Bağ, Uğur Sarıaslan özgür tutsaklık kav­ ramını canlarını feda ederek bir öğ­ retiye dönüştürmeyi başarmışlar­ dır. Bu başarıda dışarıda onları sa­ hiplenen aileler ve duyarlı kamu­ oyunun da payı vardır.


6

TAVIR

Buca şehitlerinin cenazeleri sloganlarla ve bayraklarla uğurlanırken, öfkelerin sınandığı protesto biçimlerine dönüştü. Üç tutsağın şehit olduğu 40'a yakın tutsağın ise ciddi biçimde ya­ ra aldığı Buca direnişi, tutsakların başlattığı genel direnişle karşılan­ dı. 45 gün süren açlık grevi kısa sürede bütün cezaevlerini sardı. Kararlı ve inatçı 1200 tutsağın dışarıdakilerin öfkeli yürekleriyle bir­ leştirdikleri genel direnişi zaferle so­ nuçlandı. Genel direnişin zaferini hazmedemeyen düşman ise tekrar saldırıya geçti. 13 Aralık 1995 Ümraniye'de İş­ kenceci polisler, çevik kuvvet ve jandarma bu kez Ümraniye'deki tutsakların kapılarına dayandı. Sal­ dırı yine katliam amaçlıydı. Asker ve polislere DHKP-C tut­ saklarının temsilcisi Cafer Sadık Eroğlu'nun resmi dağıtıldı. Şimdi Buca direnişinin öğrettiklerinin Üm­ raniye'de bayraklaştırılma zama­ nıydı. Tutsaklar bu kez Ümraniye barikatlarında özgürleşmenin coş­ kusunu yaşadılar. Üç gön süren kararlı barikat direnişinde 70 tutsak yaralanırken saldırı geri püskürtül­ dü Tutsaklar o günü şöyle aktarı­ yorlar: "Düşman pes etti, şimdi pa­ zarlığa başlıyor. Yinede ödün ver­ meyeceğini biliyoruz. Düşman bu. Bükemediği bileği öpemeyecek denli namert. Evet böylesine alçak bir düşmanla savaşıyoruz". Buca direnişi çok farklı boyut­ larda, kahramanlıklar sergiledi. On­ ları en özlü ifade eden cümleler "Aldık Yüreğimizi Elimize Çektik Pimini Fırlattık Düşmanın Üzerine" diye başlayan mektuplardadır. Bu mektuplardan belkide en çarpıcı ve en öğretici olanı şehit oğlu Ertuğrul Kılıç'ın, babası Turan Kılıç için yaz­ dıklarıdır: "O benim babam, yoldaşım ve öğretmenimdi! 'Her babanın oğlun­ dan mutlaka beklentisi olur ve bu onun en doğal hakkıdır' derdi. "Be­ nim baban olarak senden beklen­ tim ise devrimci olman. Parti-Cephe gerillası olarak özgür vatan için savaşmandır. Bana oğul olarak ve­ receğin en güzel şey gerilla olmandır' derdi... Ben bazen 'şehit baba­

sı olmaya hazır mısın?' dediğimde gülerek, 'Sen de şehit oğlu olmaya hazırlan. Ben şehit babası olmaya hazırım' derdi. Ben de hazırdım ve oldum. Bana en güzel babalık va­ zifesini yaptın. Beni şehit oğlu mer­ tebesine ulaştırdın. Bana bıraktığın bu mirası yaşamımın sonuna ka­ dar savaşarak koruyacağım." Baba, oğul ilişkisini, yoldaşlık ilişkisine, siper arkadaşlığına dö­ nüştürmede bu sözler daima kulak­ larımızda yankılanacaktır. Ve, 4 Ocak 1996... Katliamın sinsi uygulayıcıları; insanlıktan çık­ mış bir güruh, tasarladıkları katli­ amı gerçekleştirmek üzere demir çubukları ve kalaslarıyla geldiler. Tutsaklar ilk anda hazırlıksız olduk­ ları için askerler arama bahanesiy­ le B-1 ve C-1 koğuşlarına rahatlıkla girdiler ve katliamı uygulamaya başladılar. Koridorun iki tarafına di­ zilen askerler, aralarına aldıkları tutsaklara kalas ve demir çubuklar­ la öldüresiye vurdular. Ölen ama teslim olmayanlar o gün bir kez daha kanlarıyla suladılar vatan toprağını. Abdülmecit Seçkin, Orhan Özen, Rıza Boybaş ve Gültekin Beyhan şehit düştüler. Katliamı duyan bütün cezaevle­ rinde barikatlar kuruldu. Katliamın sorumlularının açıklanmasını he­ sap soracaklarını haykırdılar. An­ kara, Sağmalcılar, Buca vd... "Bari­ katı Kurduk, Cesaretiniz Varsa Ge­ lin!" diyordu... .Yetmezdi. Tutsakla­ rın haykırışı sokaklara, varoşlara, alanlara çıktı. Devrimci dostluk ve dayanışmanın sıcaklığı paylaşıldı. Yine analarımız atıldı öne. Dayan­ dılar cezaevleri kapılarına. Protes­ tolar, basın açıklamaları, kitle gös­ terileri ve devrimci şiddet eylemleri birbirini izledi. Vatan barikatları ar­ tık heryerdeydi. Halkın düşmanları soluk bile alamıyordu. Tutsaklara uzanan ellere duyulan öfke yangın yerine çevirmişti heryeri. Yerinde duramadı ve savruldu sınırlar öte­ sine, Avrupa'ya... Alibeyköy işgal altında. Cena­ zelerimiz polis tarafından kaçırıl­ dı... Katliamın tepkileri soğumamıştı. Cenaze töreni için binlerce insan Alibeyköy Cemevi'ne gitmek üzere

MART 1996

yollara çıktı. Ancak, günlerdir arta­ rak devam eden tepkileri, sahiplen­ meyi hazmedemeyen polis, Alibeyköy'ü işgal etti. Bütün giriş-çıkışlar özel tim, çevik kuvvet ekipleri ve panzerlerle tutulup, yoğun bir gö­ zaltı başlatıldı. Şili'de stadyumlara doldurulan binlerce Şilili gibi, Üm­ raniye Şehitleri'ni uğurlamaya ge­ len İstanbul halkı da Eyüp'teki spor salonuna dolduruldu. Çevik kuvvet otobüsleri ve diğer resmi-sivil araç­ larla binlerce insan itile-kakıla, dövüle-sövüle, sürüklenerek, joplanarak spor salonuna getirildi. Hızları­ nı alamayanlar burada da vahşice saldırdılar halka. Bu, İstanbul tarihinin belki de en kalabalık gözaltısıydı. Gözaltına alınan yaklaşık ikibin kişi içinde ce­ nazeyi görüntülemek için gelen ga­ zeteciler de vardı.

Metin Göktepe katledildi... Evrensel Gazetesi Muhabiri Metin Göktepe'yi de gözaltına alan polis, ona vahşice işkence yaptı. Metin Göktepe kazma saplarıyla dövülerek katledildi. Metin'in cese­ di bir süre sonra spor salonun çev­ resinde bulundu. Katiller kana doymuyordu... İlk kez bir gazeteci bu kadar aleni, ta­ nıkların huzurunda katlediliyordu... İşkence ve kayıpların, katliam­ ların, infazların had safhaya vardırıldığı bu sürece bir de basın emekçisinin katli eklenmişti. Halkın adalet duygusu, göğüs­ leri delen bir hançer gibi sapladı öf­ kesini hasmına. Ve yer yerinden oynadı. Ezilenlerin yüreklerine su serpildi. Şimdi, gazete ve televizyonlar onların matemlerinden söz edi­ yor...


TAVIR

MART

7

1996

AYDIN CEZAEVİ DEVRİMCİ

TUTSAKLARI

HAYIR!

SİZE HİÇBİR SEY VERMEYECEĞİM alabalığın içerisin­ den slogan ve küfür sesleri geliyordu. Çevreye biriken halk, hem meraklı gözlerle sloganı atan savaşçıya ba­ kıyor, hem de so­ kakta başlayan işkenceyi izliyordu. - Konuşacak mısın lan? - Asla konuşturamazsınız beni! - Ulan ya konuşursun, ya da burada ölürsün. Kararını ver. -Öldür lan! Bir yandan bu konuşmalar geçi­ yor, diğer yandan tekmeleniyordu. Tekmelere "Kahrolsun faşizmi İn­ sanlık onuru işkenceyi yenecek!" sloganlarıyla yanıt veriyordu. Olay yerine gelen gazeteciler değişik noktalardan fotoğraflar çe­ kiyor, orada bulunanlara sorular soruyorlardı. Gazeteciler geldikten sonra kendisi hakkındaki düşünce­ leri değişti. O ana kadar infaz pro­ vaları yapanların artık buna cesa­ ret edemeyeceğini düşünüyordu. Deklanşörlere karşı bir yandan el­ lerini kaldırarak zafer işareti yapı­ yor, diğer yandan; "Ben Devrimci

K

Sol savaşçısıyım. Ülkemin bağım­ sızlığı ve halklarımızın kurtuluşu için savaşıyorum. Zafer direnen halklarımızın olacak. Faruk ve Ol­ cay yoldaşlarımızın hesabını sor­ duk, soracağız!" diye bağırıyordu. Gazetecinin fotoğraflarını çeke­ ceğini ve sözlerini not alacağını sa­ nıyordu, yanıldı. Gazeteci mesleği­ ni bir yana bırakmış işkencecilerle işbirliği yapıyordu. - Abi ne konuşturuyorsun bu­ nu. Adama baksanıza şov yapıyor. Konuşan Yeni Asır gazetesinin sarı saçlı polis muhabiriydi, elleri­ nin arkadan kelepçelenmesinin yetmediği gibi, kemeriyle vücuduna bağlanmasını da sağlamıştı. - Aşağılık herif; Senin mesleğin ne? Sen işkencecisin! Bunların he­ sabını vereceksin. Olay yerine başka gazeteciler de geldiler, fotoğraf çekmeyi amaç­ lıyorlar, oradan oraya koşuşturu­ yorlardı. Bunlar olurken polislerin arasında bir dalgalanma oldu. Em­ niyet Müdürü'nün geldiği söyleni­ yordu. Gazeteciler yeni gelenlere doğru koştular. Gelenlerden ikisi oldukça iyi giyimliydi. 10-15 metre

mesafeden bir süre yerde yatan savaşçıyı süzdüler, çevrelerindeki rütbeli polislerden bilgi aldılar. Ga­ zetecilerin sorularına "henüz bilmi­ yoruz" türünde yanıtlar veriyorlardı. Gelenlerden birisini daha ilk ba­ kışta tanımıştı. Emniyet Müdürü'ydü. İçinden "Bu kez elimizden kurtuldun alçak. Ama bir dahaki sefere kurtulamayacaksın" diye geçirdi. Emniyet Müdürü'nün yanındakini tanımıyordu, kırk kırkbeş yaşlarında gösteren bu kişi ürkek­ çe yanına yaklaştı. Daha sonra ce­ binden alelacele bir kağıt parçasıy­ la, kalem çıkartıp önce birşeyler yazdı, sonra eğildi. -Ben Cumhuriyet savcısıyım. Şimdi sorduklarıma yanıt ver. Adın ne? - Adım yok! - Herhangi bir örgüte üye mi­ sin? - Devrimci Sol savaşçısıyım. -Yaralı mısın? - Sana ne! Tedavi mi edecek­ sin? Savcı, bu soruyu boşuna sor­ muyordu. Elinden yaralanmış, ye­ diği tekmelerden burnu ve dudağı


TAVIR

8

patlamıştı. Elbiseleri ve yattığı yer kan içindeydi. Savcı ayağa kalka­ rak gazetecilere döndü: - Duydunuz, adını söylemiyor. Dev-Solcu'ymuş! - Ben Dev-Solcu'yum deme­ dim. Devrimci Sol savaşçısıyım dedim! - Duydunuz, savaşçıymış. Bir süre daha orada kaldı. Po­ lisler ambulansın gelmesini bekli­ yorlardı. Çevrede toplanan halkı dağıtamamış, infaz yapamamışlar­ dı. Yerde yatarken bir yandan slo­ gan atıyor, diğer yandan bundan sonra neler olabileceğini düşünü­ yordu. "Her ne olursa olsun düşmana asla bir şey vermeyeceğim. Hare­ ketime ve yoldaşlarıma verdiğim sözleri tutacağım. Yoldaşlarım üs­ leri boşaltırken umarım panikleyip hata yapmazlar. Üzerimde üsleri açığa çıkartacak hiç bir şey yok. Alabilecekleri her şey bende saklı. Asla alamayacaklar." Ambulans geldi. Dört-beş kişi kolları ve bacaklarından tutarak arabaya bindirdiler. Sedye indirme­ yi lüks görmüşlerdi. Ambulansın kapılarını kapatırken içlerinden biri müdüre ve savcıya sordu: - Efendim bunu nereye götüre­ ceğiz şimdi, hastaneye mi? - Ne hastanesi oğlum. Doğru bizim oraya götürüp hemen başla­ yın. Acele edin. Ambulansa üç dört kişi daha bindi. Yeni binenler silahlarını çe­ kerek tehditler savuruyorlardı. Am­ bulansın içinde işkenceye başla­ mışlardı. İşkencelerine sloganlarla yanıt verdi. Ağzını kapattılar. İşkenceciler yaralı olup olmadı­ ğına bakmamışlardı. Şubeye git­ meden evine gitmek istiyorlardı. Çabaları sonuç vermedi. 15-20 da­ kikalık yolculuktan sonra şubeye geldiler. Arabadan inerken, bağır­ maya başladı. - Kahrolsun faşizm yaşasın mücadelemiz, insanlık onuru iş­ kenceyi yenecek! Gözleri bağlı olduğu halde dı­ şarıdaki kalabalığı uğultularından hissedebiliyordu. Kapıdan içeri gir­ diklerinde ellerini bırakarak tekme­

lemeye başladılar. O kadar çok tekme aynı anda geliyordu ki, nere­ den geldiğini kestiremiyordu, ken­ dini korumaya çalışmıyordu. Tek­ meler birkaç dakika sonra kesildi. - Yeter yukarıya çıkartın onu. Anasından doğduğuna pişman edeceğiz. - Öleceksin oğlum, elimizde öleceksin. - Tehditleriniz vız gelir bana, cesaretiniz varsa öldürün! -... koyduğumun çocuğu. Hala konuşuyor. Ölümün o kadar kolay olmayacak. - Öldürün diye yalvaracaksın. Beni öldürün, bitsin bu acılar diye­ ceksin. Asansörle yukarı çıkarlarken, karşılıklı tehditler savurdular birbir­ lerine. Asansörden ceketinin yaka­ sından tutup sürüyerek çıkardılar. Meydanlık olarak düşündüğü bir yere getirerek tekrar saldırdılar. Saldırılar karşısında slogan atma­ ya çalışıyor, ancak tekmeler nede­ niyle atamıyordu. Bir yandan tek­ meliyorlar, bir yandan da "Hadi slo­ gan atsana o... çocuğu", "Senin ananı...", "Evin nerede lan?", "Ko­ nuş lan, sesin çıksın. Yapma del" diyerek kendine olan güvenini sarsmaya çalışıyorlardı. Tekmeler bitinceye kadar sesini çıkarmadı. - Konuşacak mısın lan? - Asla! Size hiçbir şey verme­ yeceğim. İşkenceciler benden bir şey alamaz! - Şu ... koduğumun çocuğunun kelepçelerini çözün. Seni bülbül gi­ bi öttürmesini biliriz biz. - Anahtarlar kimde? - Bizde değil. - Kelepçeyi kim taktı? - Biz oraya gittiğimizde kelep­ çeliydi. - Bizdeki anahtarları getirin. He­ men soyalım. Kelepçeleri açmadan üzerindekileri çıkaramayız. - Ne gerek var kelepçe açma­ ya, hemen şimdi çıkartırım. Elbiselerini makasla kesmeye başladılar. Pantolonunu, ayakkabı­ larını, çoraplarını, külotuna varın­ caya kadar her şeyini çıkarttılar. Bu arada anahtar da gelmişti. Kelep­ çeleri açtılar. Çırılçıplak yere yatı­ rdılar. Kollarına, göğsüne bastırı­ yorlardı.

MART 1996

- Elektiriği getirin. - Bizdeki bozuk. Nereden ala­ lım? - Cinayetten alın, bir de battaniye getirin. Boğazına sarıldılar. - Konuşacak mısın lan? Seni geberteceğim. Konuşacaksan elini yere vur. Vur lan elini yere. Hadi vur. Aradan geçen belki sadece sa­ niyelerdi ama ona sanki saatler geçmiş gibi geliyordu. Bir an elini yukarıya kaldırdığını hissetti. Yere indirirse testim olacak demekti. Bu kısacık an ona saatlere sığabilecek tartışmalar yaşattı. Yoldaşlarına verdiği sözler geldi aklına. Hayır! O eli aşağıya indiremezdi, eli hava­ daydı hala. Ne yapacaktı peki? İş­ kenceciler başına toplanmıştı, ka­ zanmak üzere olduklarını düşünü­ yor, belki de akıllarından "çok kolay oldu" diye geçiriyorlardı. Elini yere indirmedi. Parmakları zafer işareti­ ne dönüştü. Neye uğradıklarını şa­ şıran işkenceciler, boğazını bırakıp azgınca saldırdılar. Yenilmiş olma­ nın acısını eline tekme atmakla çı­ karmaya çalışıyorlardı. Battaniye getirdiler. "Battaniye­ yi ne yapacaklar?" diye düşünür­ ken, kollarından ve bacaklarından tutarak buz gibi gelen betondan kaldırıp sırtüstü battaniyeye yatır­ dılar. Battaniyeden dışarı taşan kol ve bacaklarını ayaklarıyla basarak battaniyenin köşelerine sabitlediler. Yerde adeta çarmıha gerilmiş gi­ biydi. Daha önce defalarca şubeye girmişti, ama böyle bir yöntemle ilk defa karşılaşıyordu. Ne yapacakla­ rının merakı içindeyken, sert bir bezin içindeki el testislerini kavradı. Adam avuçlarının içine aldığı yu­ murtaları sıkıyor, oğuşturuyor, bu da müthiş bir acı veriyordu. Aynı anda sorular yöneltiyor, yanıt isti­ yorlardı. - Adın ne? - Evin nerede? - Buraya neden geldin? - Daha kaç kişi var? - Konuş yoksa erkekliğin gide­ cek.


TAVIR

MART 1996

9

- Adını söyle, kimsin sen? Soruların hiçbirine yanıt verme­ di. Bir süre sonra acı duymaz oldu. El hala oradaydı. Ancak rahatla­ mıştı. Birden içini bir korku kapladı. Yoksa yumurtaları patlamış, erkek­ liğinden mi olmuştu? Patlasın, ne olacaktı? Acı duymadığını işkenceci de anladı. Yumurtaları bıraktı. Bacak­ ların birleştiği yerdeki sinirleri yaka­ layarak onları sıkmaya başladı. Sı­ kılan sinirler acı veriyordu. Bir süre sinirlerin değişik yerlerini sıktıktan sonra, tekrar yumurtalara yöneldi. Evet, yine acı veriyordu. Sinirler aracılığıyla tekrar yumurtaları uyar­ mıştı. İşlerinin inceliklerini biliyor­ lardı. "Yemez" diye düşündü. "İşin inceliklerini bilmeleri yetmez! Yol­ daşlarını, sevdiklerini efe vererek erkeklik kurtarmak, erkeklik değil­ dir. Direneceğimi" . Zamanın ne kadar çabuk geçti­ ği konusunda bir fikri yoktu. Ancak yine acı duymamaya başlamıştı. Sorular, sorular, sorular... Hiçbirini dinlemiyor, bazen "susma hakkımı kullanıyorum" diyordu. Bunu oradakilerle alay edercesine söylüyor­ du. Elektrik aletini almaya giden gelmişti. "Sen bırak bakalım" dedi yeni gelen. Kablolardan birini sağ ayağının serçe parmağına bağlar­ ken, bir yandan da psikolojik olarak yıpratmaya çalışıyordu. - Bak oğlum, bu senin için son şans. Elektriği yedinmi nasıl olsa konuşursun. Bizi hiç uğraştırma. Seninle insanca konuşalım. Bunla­ ra hiç gerek kalmaz. Kendini ezdir­ me. Tamam.yiğit adamsın, delikan­ lısın. Ama herşeyin bir sınırı var. Efendice konuşalım. Elektrikten sonra bu işin geri dönüşü yok. Şim­ di sorduklarıma cevap ver. Adın ne? - Size hiçbirşey söylemeyece­ ğim. - Oğlum, sana insanca soru so­ ruyorum. Sen insan değil misin? - Ben insanım. Ancak sen de­ ğilsin. Sözünü tamamlayamadan üç, dört tekme yedi suratına. İşkenceci "biz insan değil miyiz ulan" diyordu

Ali Rıza Kurt hayvanca saldırırken. - Evet, işkence yapan insan olamaz. Sizlere asla birşey verme­ yeceğim. Kablo bağlama işlemini bitirdi­ ler. Çevrilen kolun sesi duyuldu ama birşey olmadı. Tekrarladılar, yine birşey yoktu. İçlerinden birisi sinirli bir ses tonuyla "Ayağına bağ­ ladığınız kablonun ucu açık değil ki elektrik gelsin" diye bağırdı. Aya­ ğındaki kabloyu sökerek ucunu açacak birşey aramaya başladılar. Birisi "ben de çakı var" diyerek ça­ kıyı uzattı. Bu arada içeriye "polis­ lerin katili bu mu" diyerek bir kadın girdi. - Neden öldürmediniz ki bunu?

- Yavaş yavaş öldüreceğiz ki, öldürdüğü arkadaşlarımız tek tek gözlerinin önüne gelsin. - Senin yüzünden kaç kadın dul, kaç çocuk babasız kaldı biliyor musun? Hiç mi vicdanın sızlamı­ yor? - Vicdan yok ki herifte sızlasın. Beynini yıkayıp eline silahı tutuştu­ ruyor, gönderiyorlar. Gözünü kan bürümüş, ondan sonra önüne gele­ ne kurşun sıkıyor. - Bu kan nereden akıyor? - Elinden. Elini... - Bana bir bez verin de sarayım şurayı. - Ne gerek var, katil herifin ya­ rasını mı saracaksın? Bırak kalsın.


TAVIR

10

O seni eline geçirirse daha çok ka­ natır. - Onun için değil, sizin için sara­ cağım. Baksanıza her taraf kan ol­ muş, durduralım da üzerimize bu­ laşmasın. Kesilen atletten bir parça yırta­ rak verdi birisi. Sıkıca sardılar elini. Elindeki ağrı biraz dinmişti. Kablo­ nun ucunu açarak tekrar bağladı­ lar. Aynı soruları soruyor, aynı ya­ nıtları alıyorlardı. Akımı ilk verdiklerinde, kablola­ rın biri sağ ayak parmağında, diğe­ ri cinsel organındaydı. Bütün vücu­ dunun kasıldığını hissetti. Belki çok büyük bir acı hissetmemişti ama çığlık atmıştı. İşkenceciler çığlıktan çok hoşnut olmuşlardı. Zira onlar için bu çığlık korkunun belirtisiydi. Devam ettiklerinde sonuç alabilir­ lerdi. Aynı şeyleri düşündü. Korkuyor muydu? Hayır, korkamazdı. Elekt­ riği daha önceden tanıyordu. Elekt­ rik şok yapıyor ama acı vermiyor­ du. "Elektrik imajından mı korkuyo­ rum" diye düşündü. "Hayır.kokmuyorum. Düşmanın söylemleri beni etkilemez. Dayanılamayacak acı yoktur. Her türlü acıya dayanabili­ rim", işkencede çözülme acıdan de­ ğil, korkudan olabilir. Bir daha çığ­ lık atmayacaktı. Kabloların ucu değişik yerlere temas ettiriliyor, uzun-kısa süreli akımlar veriliyordu. Her akımda özellikle iki telin arasında kalan kı­ sımda bir kasılma oluyor, vücut ye­ rinden fırlıyordu. Eklemler içeriye doğru katlanmak istiyor fakat bu is­ tem battaniyenin köşelerine basan­ larda engelleniyordu. Elektriği vü­ cudundan kafasına taşıdılar. Du­ daklarına, diline, kulaklarına, şa­ kaklarına akım veriyor, diğer yan­ dan da "öleceksin, konuş" diye ba­ ğırıyorlardı. Elektriği kafasından vermeye başladıklarında akım boyunca her yan adeta bir floresan lambası yanıyormuşçasına aydınlanıyordu. Kalın gözbağının altında kapalı gözlerinin böylesine parlaklık gör­ mesi ilginç gelmişti ona. Neler ol­ duğunu tam anlayamamıştı. "Bir kez daha yaparlar mı?" diye düşü­ nürken, ikincisi, üçüncüsü... İşi oyun haline getirmeye başlamıştı.

Bazen belli belirsiz iniltiler çıkarsa da çığlık atmıyor, bağırmıyordu. Sorulara artık hiç yanıt vermemeye başladı. Zaten elektrik de ne ada­ lelerinde kasılma yaratıyor, ne de tüm vücudunu sarsabiliyordu. Kabloyu ayağından söktüler, kol ve bacaklarından tutarak biraz taşıyıp ıslak bir yere bıraktılar. Da­ ha nerede olduğunu kestirmeye çalışırken tazyikli suyun soğukluğuyla irkildi. Soğuk su vücudunun her tarafına etki ediyor, ilk çarptığı yerlerde betti belirsiz üşümeler ya­ ratıyordu. Bir süre sonra suyun so­ ğukluğuna da alıştı. Suyu kesip yi­ ne kol ve bacaklarından tutarak battaniyenin üzerine götürdüler. İş­ kenceci mekanik sesiyle sorular soruyor, ortama hakimmiş gibi bir hava yaratmaya çalışıyordu. - Bak bunlar başlangıç. Bu gü­ ne kadar buradan kimler geldi kim­ ler geçti, senden önce de ben ko­ nuşmam diyenler oldu. Daha ko­ nuşmayan bir tekini bile bilmiyorum ben. Şu taş duvarların dili olsa da sana bütün bunları anlatsa. Şimdi efendice sorularımıza yanıt ver. Bi­ zi istemediğimiz şeyleri yapmaya zorlama. Adından başlayalım. Adın ne? - Size verilecek hiç bir şeyim yok. Susma hakkımı kullanıyorum. Mahkemeye çıkana kadar ifade vermeyeceğim, kimliğimi açıklama­ yacağım, yemek yemeyeceğim. - Oğlum bu tavırla bir yere vara­ mazsın. "İfade vermiyorum, mah­ kemeye veririm yok." Mahkeme bu devletin değil mi? Madem burjuva­ zinin uşağıyız, oligarşinin paralı kö­ leleriyiz, mahkemede de verme o zaman. Hangi susma hakkını kulla­ nıyorsun. Burjuva yasalarının değil mi? Hadi cevap ver, şimdi haksızmıyım onu söyle. Susması gerekiyordu. Kısa ya­ nıtlar vermeli, polemikten uzak dur­ malıydı. Siyasi olarak ne oldukları­ nı anlatmanın bir yararı yoktu. Ka­ rarını verdi. - Seni kendime muhatap almı­ yorum. İfade vermeyeceğim, sus­ ma hakkımı kullanacağım. - Ulan sana şurda insan gibi davranalım diyoruz, kabul etmiyor­ sun. Biz başka türlü davranmasınıda biliriz.

MART 1996

- Yok abi bu korkuyor. Örgütten korkuyor. - Öyle mi, örgütten mi korkuyor­ sun? Seni koruruz. - Size hiç birşey vermeyece­ ğim. - Takın şu kabloları bakalım. Nasıl öttürülüyormuş görsün. Tabi örgütten korkuyorsun değil mi? ib­ ne. Örgüt vur, öldür dedi, vurdun öldürdün. Şimdi bir başkasına da senin için vurun öldürün derler diye korkuyorsun. Kork bakalım. Kurtu­ labilecek misin? Bu arada kablo aynı yerine bağlandı. Korkutmak, üzerinde psi­ kolojik baskı kurmak istiyorlardı. "Olay psikolojiyse benim psikolojim daha güçlü, iradeyse devrimci ira­ de daha güçlü. Yenilmeyeceğim. Teslim olmayacağım" diye geçirdi içinden. Manyeto çevrildiğinde sağ bacağı bir anda kasıldı. Soğuk su ve geçen zaman sinirlerini yeniden uyarmış elektirik yeniden etki eder olmuştu. Kablo değişik yerlerinde dolaştırılıyor, her boşlukta rutin so­ rular tekrarlanıyordu. "Adın ne?", "Nereden geldin?", "Evin nerede?" Göğüslerinin üstüne koltuk alt­ larına sigaralar basıyorlar "İyi bir kül tablası bulduk" diyerek aşağıla­ dıkları izlenimi yaratmaya çalışı­ yorlardı. Moralini bozmak için ya­ kası açılmadık küfürler ediyorlar, sonra da bütün bunlara sessiz kal­ dığı için namussuzlukla suçluyor­ lardı. Yine böylesi küfürler ve soru­ lar arasında ölüm orucu şehidi Haydar Başbağ'ın işkencecilere "Ben mi namussuzum siz mi na­ mussuzsunuz? Ben mi sizin karını­ za, size işkence yapıyorum siz mi?" diye sorması aklına geldi. - Namussuz sizsiniz. Size hiç­ bir şey vermeyeceğim. Bu sözler onları daha da çile­ den çıkartıyor, saldırganlaştırıyordu. İstedikleri sonuca yine ulaşa­ madılar. Yine her tarafı uyuşmuş tepki vermez olmuştu. Tekrar suyun ol­ duğu yere götürdüler. Islatırlarken düşünüyordu: "Ya bunlar benim bayıldığımı sanıyor, ya da ben ger­ çekten bayılıyor, suyu yiyince ayılıyorum. Bayılsam sesleri duyma­ mam gerekmez mi? Oysa her türlü


TAVIR

MART 1996

sesi duyuyorum. İstesem de konu­ şamıyorum. Bayılmak böyle mi oluyor acaba? Suyu keserek olduğu yerden kaldırdılar. Bir süre taşıyarak zemi­ nin kuru olduğu bir yere bıraktılar. İçlerinden birisi "Bir iki saat dinlen­ sin, yanından ayrılmayın, gelen gi­ den olursa da dokundurmayın" de­ di ve gitti. Ayak seslerinden orada iki kişinin olduğunu anlayabiliyordu. Yattığı yerden doğrularak elleri­ ni gözbağına götürdü. Uyarıcı bir sesle karşılaştı. - Gözbağına dokunma lan. - Neden dokunmayacak mı­ ­ım? Korkuyorsanız siz yüzünüzü kapatın. - Sana dokunma dedim fan. - Oradan bir tane kelepçe geti­ rin. İyilik yaramaz bunlara. Arkadan kelepçele ellerini. Rahat duramı­ yor. Ellerini arkadan kelepçelediler, çıplak bir şekilde duvara yaslandı. Böylesi bir durumdayken, işkence altındayken bile dışarıyı, yoldaşla­ rını düşünüyordu. Eylem sırasında şehit düşen yoldaşını, evlerin ne durumda olduğunu düşünürken ayak sesleri onu bu düşüncelerin­ den uzaklaştırdı. Gelenler kollarından tutarak kaldırdılar, 15-20 metre kadar yü­ rüttükten sonra orada bulunanlara sordular: - Neredeler? - Konferans odasında. Kapı açıldı, içeriye girdiler. Ke­ lepçeyi ve gözbağını sökerek dışa­ rı çıktılar. Şimdi karşısında iki kişi vardı. Birbirlerini karşılıklı olarak bir müddet süzdüler. Çıplaktı. Karşı­ sındakiler de ise trençkot benzeri şeyler vardı. Giyinik insanları gö­ rünce bir an üşüyerek titredi. Karşısındakilerden birisinin konuşmasıy­ la kendine geldi: - Biz doktoruz, adli tabiblikten geliyoruz. Herhangi bir yerinde ya­ ra bere varsa onları bize söyle. Ameliyat yerin veya ağrıyan bir ye­ rin var mı? - Ne olacak? İşkenceyi oralara mı yapacaksınız? - Bizim işkenceyle filan ilgimiz yok. Sadece adli tabiplikten gelip gözaltına alınan herkesi muayene ederiz, bulgular varsa yazarız, yok­

11

sa yok deriz. Gözaltından çıkarken tekrar bakar işkence yapılıp yapıl­ madığını tespit etmeye çalışırız. Yani sizin yararınıza bir olay. - Öyle mi? Ben buraya sabah geldim. Geldiğim andan bu yana işkence görüyorum. İşkenceden kaldırılıp buraya getirildim. Bu ha­ limden de belli oluyordur heralde. İkisi birbirlerine baktılar. Ne ya­ pacaklarını şaşırmışlardı. Birisi şaşkınlığını atarak. - Buraya gelirken herhangi bur yerinde yara, bere ameliyat izi var mıydı? - Hayır. - Şimdi var mı? - Üzerimdeki kızarıklardan belli değil mi? Siz daha iyi görebiliyorsunuzdur. Çenemin altında yarık var, dudağım patladı, parmaklarım yırtıldı. Göğüs ve koltuk altlarımda sigara söndürdüler, yanık izleri bel­ li oluyor. Ayak parmaklarımda ve cinsel organımda elektrik yanığı var, kızarıklar rahatça görülebili­ yor. Sırtımda neler olduğunu bilmi­ yorum ama her tarafımda tekme ağrıları var. Geldiğimden beri gör­ düğüm işkence izleriyle dolu her yanım. Karşısındakilerden biri elindeki kağıda aceleyle bir şeyler yazıyor­ du. Sık sık gözlerine bakıyor, kale­ miyle vücudundaki izlerin arasını ölçüyordu. Sıra eline geldi. - Sargıları açıp eline bakalım, daha sonra temiz bir şekilde sara­ rız. - Ne sarmışlar onun üzerine öy­ le? - Bez galiba. - Atletimden kesilen bir parça. Doktor olduğunu söyleyenler­ den biri sargıyı çıkartarak attı. Di­ ğeri yaranın biçimine bakarak yazdı. Bu arada öbürü kapıya giderek öbür tarafta bekleyen polislerden birisine "Biraz sargı bezi getirin de o yarayı sarayım, yoksa mikrop ka­ pacak" dedi. Polis umursamaz bir tavırla 'Tamam biz sararız, siz işi­ nizi bitirin " diye gönderdi. Yazma işi tamamlanmıştı. Doktorlardan bi­ risi adını sordu. - Adım yok. - Buraya yazacağız, kimi mu­ ayene ettiğimi belirtmek için. - Hayır kimliğimi açıklamıyo­

rum. - Bize senin adını söylediler - Dedim ya açıklamayacağım. Söyledikleri bir isim vardı o da sahte kimliğindeki simdi. Yakalan­ dığı sırada üzerinde ne varsa ya­ kalananlar tarafından yağma edil­ mişti. Cüzdanını alan polis içerisin­ deki 1 milyon 350 bin lirayı alarak cüzdanı atmıştı. Daha sonra atılan cüzdanı da bir başkası cebine at­ mış, adeta bölüşmüşlerdi. Anahtar­ lığını takılı olduğu yerden koparır­ casına söken de bir müddet baktık­ tan sonra kalitesinden emin olarak almıştı. İçerisindeki 11 değişik anahtara ise bakmamıştı bile. Ken­ disine bir şey kalmadığını düşünen bir başkası ise parmağındaki al­ yansı almaya çalışırken müdahale etmişti. - Aşağılık çapulcu, ne yaptığını sanıyorsun sen? - Kime çapulcu diyorsun lan sen? - Size diyorum hırsızlar! Demek ki cüzdanı alan kimlikle­ ri getirmişti. "Üzerinden başka bir şey çıkmadı mı?" diye soran olma­ mış mıydı? Özellikle anahtarları merak etmiyorlar mıydı? Doktorlar kimliğini öğrenemedi­ ler. Birisi kapının önünde durana işlerinin bittiğini, götürebileceklerini söyledi. İçeriye giren polis ilk iş ola­ rak göz bağını takmaya çalıştı. Karşı koyma çabaları yardıma ge­ len polislerce engellendi. Yave elleri arkadan kelepçeli, gözleri bağlı olarak aldıkları yere götürdüler. Gi­ derken çevredeki seslerden etra­ fında çok sayıda tutsağın olduğunu anlamıştı. Slogan atmalıyım diye düşündü. -İşkencecilerden hesap sorduk soracağız! Daha slogan bitmeden ağzı ka­ patılarak susturulmaya çalışıldı. Arkadan yumruk darbeleriyle bir yere ittiler. Etleri arkadan kelepçe­ liydi. Gözbağını tüm uğraşlarına rağmen çıkartamadı. Nerede oklu­ nu anlamaya çalıştı. Yaklaşık bir kaç metrekarelik küçük bir edaydı. Odanın üç tarafında halıflesk kap­ lanmış oturacak set vardı. Oturarak yaslandı. Kendisini oldukça yorgun hissediyordu. Uyuyup uyuyamayacağını düşünüyor, uyumaya çalışı-


12

TAVIR

yordu. Artık zaferi kazandığına emindi. Bundan sonra onbeş gün sayması gerekiyordu. Biraz dalmıştı. Bulunduğu oda­ nın dışından birisinin kendisine seslendiğini duydu. Seslenilen isim kod adıydı. Kod adının herhangi bir yerde yazmadığını düşündü. "Ne­ reden öğrenmiş olabilirler?" diye­ rek yorumlar yapmaya başladı. "Ya benden başka yakalanan da var, ya da eylemlerde kullanılmış olabi­ lir, buradan yola çıkarak eylemleri çözmeye çalışıyor olabilirler". - Neden ses vermiyorsun? - Kime diyorsun bana mı? - Evet sana Seni böyle çağırmı­ yorlar mı? - Size birşey açıklamayacağımı söylemiştim. Polis "Biz seni konuşturmasını biliriz" diyerek uzaklaştı. Aradan yarım saat kadar za­ man geçti. Yine aynı ses gelerek bu kez gerçek adıyla seslendi. Sor­ duklarına yanıt alamaması üzerine küfürler ederek uzaklaştı. "Benimle ilgili birşeyleri yavaş yavaş öğreni­ yorlar. Kimliğimi öğrenmeleri kolay. İlk geldiğimde parmaklarıma sür­ dükleri kaygan şeyle parmak izleri­ mi aldılar. Bilgisayarda kontrol edince çıkmıştır. Onu öğrenmeleri mesele değil. Acaba diğerini nasıl öğrendiler." Tekrar, gelip 10-15 metre yürü­ terek zemini halı olan bir yere getir­ diler. Etrafında çok sayıda insanın varlığını nefeslerinden anlamıştı, içerisi sigara dumanıyla dolmuş neredeyse oksijen kalmamıştı. Birisi "otur" derken, getirenler bu işi hemen yaptırmışlardı. Çevresinde­ kileri duyarak görmeye çalışıyor, onları ses tonlarına göre betimle­ meye çalışıyordu. - Bak oğlum! Adını, kod adını öğrendik. Sahte kimliğin elimizde, silahlarından hangi işlere katıldığı­ nı da bulduk şimdi adam gibi bura­ ya ne zaman geldiğinden başlayıp, neler yaptığını, kimlerle görüştüğü­ nü anlat. Evleri de en son ver. Na­ sılsa bu saate kadar kimse kalma­ mıştır. Gittiğimizde boş evlere gi­ deceğiz, biraz sonra da gitsek olur. Evet başla bakalım. - Devrimci Sol-Silahlı Devrimci Birlikler savaşçısıyım, size verile­

cek hiç bir şeyim yok. Bahsettiğiniz isimler de beni ilgilendirmiyor. - İlgilendirir oğlum ilgilendirir. Bak daha seni neler ilgilendirecek. Buradan sorduklarımı yanıtlama­ dan hiç bir yere gidemeyeceksin, seni kahraman yapacağımızı sanı­ yorsan yanılıyorsun. 357 numaralı sokağı biliyor musun? Hani bir apartmanın 1 numaralı dairesi var ya... Bu sana bir şey hatırlatmıyor mu? Bulamayacağımızı mı sanı­ yordun? Evde kaç kişi vardı? Biz ölüleri sayamadık, kaç kişiydi? Orayı sen verdin bize, basına böy­ le açıklayacağım, ondan sonra se­ ni götürüp SDB'lilerin yanına koya­ cağım. Seninkiler orada şişlemek için sırada bekliyor. Kurtuluşun be­ nim elimde. Ya her şeyi anlatırsın, ya da örgüte anlatırsın, anlatabilirsen. Seni dinliyorum. - Size verecek hiç bir şeyim yok. Susma hakkımı kullanıyorum. Mahkemeye çıkıncaya kadar kulla­ nacağım. Sözünü bitiremeden yumruklar, tekmeler inmeye başladı. Küfür ediyorlar, azgınca saldırıyorlardı. Aynı ses "şu elektriği getirin baka­ lım" dedi. Battaniye ve elektrik ale­ tini getirdiler. Aynı şekilde yatırarak elektrik vermeye başladılar. Bir yandan küfürler ediyorlar, bir yan­ dan sorular soruyorlar, şehitlere, devrimci değerlere saldırıyorlardı. Karşılığında ise aldıkları yanıt hiç değişmedi. "Asla!" Sorularına yanıt alamayınca, azgınlaşıyorlar, silah çıkartanlar, mermiyi sürenler oluyordu. Cellat­ ların olduğu yerde papazlar da ek­ sik olmazdı. İçlerinden biri silah çı­ kartanlara sinirlendi. -Hey! Ne yapıyorsunuz siz? O da bir insan. Ne yaptıysa yaptı, çe­ kilin kenara. Nerede bunun gömle­ ği, pantolonu. Getirin giyinsin. Giysiler geldi. Pantolonunu giy­ di, gömleği giyerken pamuklu oldu­ ğunu farketti. Kendi gömleği değil­ di. Makasla keserek çıkarttıkları aklına geldi. Kendisinin olmayan gömleği giyip giymemeyi düşüne­ rek giydi. Papaz etrafındakilere bağırmış, elbiselerini giydirmiş, güvenini ka­ zanmıştı(!) Artık sıra istediği bilgile­ ri almaya gelmişti. Önce insan hak­

MART 1996

larından giriş yaparak konuşmaya başladı. -... Her insanın bir takım hakla­ rı vardır. Bunların çerçevesi anaya­ sa ile belirlenmiş. En doğal hakkı da yaşama hakkıdır. Sertin de ya­ şama hakkın var. O öldürdüğünüz arkadaşlarımızın, meslektaşlarımı­ zın da yaşama hakkı vardı. İşken­ ceci diye öldürüyorsunuz, tamam. Peki bunların ailelerini, çocuklarını hiç düşünmüyor musunuz? Bak bugün öldürdüklerinizden birisi öğ­ retmendi. İşkenceci filan değildi. Yani sizin ilkelerinize de ters. Yazık günah değil mi? Her birisinin ikişer üçer tane çocuğu var. Bunları da düşünün biraz. Sizi kandırıyorlar. Elinize silah verip gönderiyorlar. Kendileri lüks dairelerde yaşıyorlar. Bugün dairenize gittim, doğru dü­ rüst televizyon bite yok, buzdolabı­ nız bomboştu. Üniversite okumuş adamsın, neden bıraktın okulunu, nasıl kandırdılar seni, kim verdi eli­ ne o silahı? Yasalar adam öldür­ meyi suç sayıyor, soygun yapmayı da. Yasalara göre suçlusun, cezan neyse çekeceksin. Şimdi bize yar­ dıma ol, başka ocaklar sönmesin, gençlerimiz kandırılmasın. Sen de vatana millete faydalı bir iş yapmış olursun. - Yasalarda susma hakkım da var, onu kullanıyorum. - Yemek yedin mi? - Hayır yemiyorum. Açlık grevindeyim. - Açlık grevi mi yapıyorsun. Sende mi "haksız gözaltına alın­ dım" diyorsun. Hadi gazeteden, dernekten alıp getiriyoruz. "Haksız gözaltı" diyor, açlık grevi yapıyor, ifade vermiyorlar. Onları anlıyo­ rum. Seni de mi haksız gözaltına aldık? Öldürdüğün adamların he­ sabını biz tutamıyoruz, haksız gö­ zaltı mı diyorsun? - İfade vermiyorum. - Korkuyorsan "korkuyorum" de, seni koruyalım. Bu örgütten ne diye korkuyorsun, anlamıyorum. Ulan oğlum, örgüt sizler olmadık­ tan sonra bir işe yaramaz. Siz bıraktınızmı kalır. Birbirinizden kor­ kuyor, kendinizi feda ediyorsunuz. Var mı sevdiğin birisi, yoksa sana kız bulalım. Temiz bir aile kızı, ev­ lenirsin. Ha! Var mı birisi?


TAVIR

13

MART 1996

- Sana ne? - Sana yardım etmeye çalışıyo­ rum. - Yardıma ihtiyacı olan ben de­ ğilim, siz kendinize bakın. - Bırak abi şunu, buna iyilik ya­ ramaz. Bizim elimize ver. - Ne dersin vereyim mi ellerine? - Kimin ellerindeyim de kimin eline veriyorsun? Size hiç bir şey söylemeyeceğim. - Benden günah gitti, alın bunu, ne yaparsanız yapın. - Kalk lan, soyun bakalım. - Kalkmıyorum da, soyunmuyo­ rum da. - O zaman konuşacaksın? - Konuşmayacağımı söyledim. - Ne kalkıp soyunuyorsun, ne de konuşuyorsun. Ne yapacaksın peki? -Sizin söylediğiniz hiç bir şeyi yapmam. Papaz daha fazla dayanamadı, maskesini çıkardı. -İ...yi götürün! Asın! "Konuşa­ cağım" diye yalvarıncaya kadar asılı kalsın. Söylediğimiz hiç bir şe­ yi yapmazmış. Kelepçelerle hücrenin kapısına astılar. Daha asar asmaz, kelepçe­ ler bileklerini kesti. Nezarethane bekçisi, gidip ötekilere haber verdi. Gelenler, bir yandan konuşup ko­ nuşmayacağını soruyor, diğer yan­ dan kelepçeleri çözerek kollarına bez sarıyorlardı. Bez sarma işi bitti­ ğinde tekrar astılar. "Bakalım ne kadar kalabileceksin" diyerek gitti­ ler. Başlangıçta en fazla yarım saat asili tutacaklarını düşünüyordu. Ama aradan zaman geçtikçe bu düşüncesinden uzaklaştı. Zaman zaman işkenceciler geliyor, "Ta­ mam mı, devam mı?" diye soruyor­ lardı. O da her seferinde "devam!" diyordu. Nezarethane bekçileri kendi aralarında konuşuyor, on bir saat geçtiğini söylüyorlardı. - Bu askıya en çok dayanan on dört saat durabilmişti. - Bununki ne kadar oldu? - Daha on bir saat. - Konuşacak, mutlaka konuşa­ cak! Ben şimdiye kadar buradan konuşmadan gideni görmedim. "Hiç direnen olmadığı, kosko­ caman bir yalan. Ben en azından direnen kendi yoldaşlarımı biliyo­

rum. Sen onları göremedinse beni göreceksin. Duvarlara yazacağım adımı. Ne 'yapmayın' dediğimi du­ yabileceksiniz, ne de tek bir çığlık attırabileceksiniz. Sizi ben de dize getireceğim. Aradan yedi saat daha geçti. Yine geldiler. - Eee, on sekiz saat oldu. Ta­ mam mı, devam mı? - Devam - Oğlum direnmekle kurtula­ mazsın, "yeter" de. -Asla! - İndirin, içeriye getirin! ' Askıdan indirdiklerinde kolları yan tarafa düştü. Hareket ettirmeye çalışsa da beceremiyordu. Bulun­ dukları yerden bir kat yukarıya çı­ kardılar. Girdikleri odanın tabanı ve duvarları halı kaplıydı. İçeride yine, kalabalık bir grup vardı. Sandalye­ ye oturtarak konuşmaya başladılar. - Ne diyorsun? İyice düşündün mü? - Evet düşündüm size bir şey vermeyeceğim. -Bak kendini daha fazla ezdirme. Acıya dayanıklısın. Tamam biz yenilmiş olalım. Burada neler yaptı­ ğını biliyoruz. Onları diğerleri anla­ ttı; evi de verdiler. Evdekiler ise kaçtılar. Sen bize kendi kaldığın evi ve arkadaşlarının kaldığı evi vereceksin. Bu evleri ben yarın mutlaka alacağım. Tüm gazetelere resimlerinizi dağıttım. Yarın nasılsa gelecek. Söz veriyorum, senin ver­ diğini söylemeyeceğim. Bekleme­ den sen söyle. Söylemezsen de yarın nasılsa söyleyenler olacak. - Size hiç bir şey vermeyece­ ğim. Halkımız da ihbarcı değildir. Evleri de hiç bir zaman bulamaya­ caksınız. - İddiaya var mısın? Evler gelir­ se herşeyi anlatacaksın. Gelmezse ben de sana hiç bir şey sormaya­ cağım. - Ben kumar oynamam. Bir diğeri sordu: - Nasılsın? Bak yine karşılaştık. Bu seferki pankartlara benzemez, bir yığın adam öldürdün. İfade ver­ miyorum deyip kurtulamazsın. - Benim için farketmez - Sana burada nasıl davranıyor­ lar? - Çok iyi.

- Aklın varsa, burada her şeyi anlatırsın. Yoksa seni alır götürü­ rüm; ne üniversiteden gelmelerine benzer, ne pankart işlerinden, ön­ ce buradakileri, sonra diğerlerini anlatacaksın. - A/e sen, ne de bir başkası benden bir şey alabilir. • Oğlum kendini ezdirme, bura­ dan kurtuluşun yok. Şu aletleri geti­ rin bakalım. Tekrar yatırdılar. Vücudunun değişik yerlerine akım veriyor, so­ rular soruyorlardı. Ancak, yanıt ala­ madılar. Başka bir ilden gelen tim sorumlusu yanıdakilerle konuşu­ yordu. - Askıya alalım, elektriği askı­ dayken verelim. - Nasıl yapacağız? - Askınız yok mu? İki-üç metre­ lik sağlam bir sopa getirin. Demir boru gibi de bir şey olur. Çokça da bez lazım, pankart bezleri iyi işe yarar. Birkaçı malzemeleri hazırlama­ ya gitti. Bu arada ikisi de papazlık yapmaya başladı. Söylediklerine göre bu acılara dayanılamazdı. Şimdiye kadar çektiği acılar, göre­ ceklerinin yanında devede kulak bi­ le değildi. Onun için tek kurtuluş yolu vardı; bildiği herşeyi anlatma­ lıydı. Artık örgüte karşı suçlu da ol­ mazdı. Örgüte, güvenlik önlemleri­ nin alınması için üç gün süre ka­ zandırmıştı. Bütün evler boşaltıl­ mış, evlerde kimse kalmamış ola­ caktı nasıl olsa. Şimdi direnmenin hiç bir anlamı yoktu. işkenceci şef uzun uzun anlattı: - Direnmek örgüte zarar verme­ mek içindir. Sen artık istesende za­ rar veremezsin, örgüt senin bildi­ ğin her yeri boşalttı. Görevini yap­ tın, onların gözünde kahraman ol­ dun. Örgütün de zaten senin gibi kahramanlara ihtiyacı var... Senin örgüte geldiğin günü biliyorum ben. Hiç bir şey değildin o zaman. Bu kadar kısa bir sürede bak nerelere kadar yükseldin. Sende biraz akıl olsa düşünürsün. "Neden her işe ben gidiyorum" diye. Çünkü örgü­ tün elinde adam yok, senin gibi enayileri her işe gönderiyor. Her iş­ ten sonra da rütbeni arttırıyor. Sen de büyüdüğünü sanıyorsun. Senin tarihini anlatayım; Üniversiteye gel-


TAVIR

14

diğinde Dev-Sol okullarda üç-beş kişiyi geçmiyordu. Seni sürdüler öne, milleti kandırdın. Örgüte para lazım oldu, bir çok yeri soydun. Suçlu suçsuz demeden milleti vur­ dun. Sonra buraya geldin burada da para lazım oldu, soydun, yine öldürdün insanları. Bütün bunları yaparken hiç düşünmüyor musun "neden her şeyi ben yapıyorum" di­ ye. Senden başka enayi yok da onun için. Örgüte milyarlar kazan­ dırdın. Bunların ne kadarını kendi­ ne aldın, alabildin mi? Evinde har­ cama listelerini bulduk. Bir adet yağ: 1200 TL. yazıyor. Aldığınız ekmeğin dahi hesabını veriyorsu­ nuz. Ayda 600 bin lira para veriyor­ lar. Bu para neye yeter? Size bu paranın yetip yetmeyeceği Dursun'un umurunda değil ki. O, nasıl­ sa kimseye hesap vermiyor. Para­ ları kadınlarla yiyor. Para bittiğinde haber gönderiyor, siz de soyuyor­ sunuz. Karşı çıkan yok. Niyazi, bu­ na karşı çıkmaya kalktı, Dursun hemen o gün bize telefon etti, "Ni­ yazi eyleme hazırlanıyor, yeri şura­ sı, gidin durdurun" dedi. Bir zaman­ lar da Murat Karabuluta böyle yap­ mıştı. Baktı cezaevinde işler zor, Murat'a "sen öl" dedi. Murat kabul etmeyince hain oldu. Bu kez Hay­ dara öl emri verdi. Haydar baktı, ölmezse hain olacak, gitti öldü. Ölüm Orucunda sıra kendine gelin­ ce de "bırakıyorum" dedi. Böylece hem rakiplerini ortadan kaldırdı, hem de kendi koltuğunu sağlam­ laştırdı. Siz de hala aptal gibi bu­ nun peşinden gidiyorsunuz... Tezgahı hazırlayanlar seslendi. - Abi bizim işimiz tamam. - Sen ne diyorsun? Bence değ­ mez; ne bizi uğraştır, ne de kendini ezdir. Bizim bilmediklerimiz senin olsun. Bildiklerimizi anlat. Tamam mı? - Hayır; size hiç bir şey verme­ yeceğim. - Sen bilirsin, hadi başlayalım. Sandalyeye oturttular. Üzerini bezle sararak bağladılar. Daha sonra sopanın iki ucunu birbirine yaklaştırdıkları, iki dolabın üzerine yerleştirdikleri kablolardan birisini cinsel organına diğerini ayak par­ mağına bağladılar. Manyetoyu her çevirdiklerinde bacakları karnına

doğru çekiliyor, çevirmeyi durdur­ duklarında kasılan vücudu boşalı­ yordu. Bu kasılıp boşalmalar iki gün sürdü. Askıda vücudunu taşı­ yan kolları daha da ağrıyordu. İş­ kencecilerin tüm uğraşları sonuç­ suz kalıyordu. O'ndan ne bir ses çı­ kıyor, ne de sorulara yanıt veriyordu. Çaresiz indirdiler. Elektrikten kuruyan vücuduna bir miktar su döktüler. Yerde yatarken tehditler savuruyor, işbirliği teklif ediyorlardı. Aldırdıkları sütü zorla içirmeye ça­ lıştılar. O karşı çıkınca burnunu sı­ kıyorlar, yanaklarını bastırıyorlardı. Başaramayınca kaşık sapını dişle­ rinin arasına sokup, ağzını biraz araladılar. Ağzına döktükten sütün bir kısmı midesine giderken bir kıs­ mı da yere döküldü. Götürüp hücrelerden birisine bıraktılar. Halıfleksle kaplı olan se­ tin üzerine güçlükle uzanarak uyu­ maya çalıştı. Bir yandan uyumak istiyor, diğer yandan kafasını dü­ şüncelerden alamıyordu. Kendisin­ den başka yakalananların da oldu­ ğunu anlamıştı. Kim ya da kimler olduğunu bilmiyor, ancak kendisi­ nin de bildiği üslerden biri olduğu­ nu tahmin ediyordu. İlk gün söyle­ dikleri gibi çatışma falan çıkmamış­ tı. Papaz rolü oynayan işkenceci, evin terkedilmiş olduğunu söyle­ mek zorunda kalmıştı. Doğrusu ve mantıklı olanı da buydu. Belirttiği saate kadar gelmemesi veya tele­ fon etmemesi durumunda evi bo­ şaltmaları gerekiyordu. "Boşaltmamışlarsa yanlış yapmışlar" diyordu, neler olabileceği konusunda kafa yoruyordu. Bazen de işkence yön­ temlerini düşünüyordu. Şu ana ka­ dar asılı bırakma dışında yeni birşeyle karşılaşmamıştı. Daha önce okuduğu işkence anlatan kitaplar­ da yeralan yöntemlerin çoğu kulla­ nılmamıştı. Zaman zaman uyuyararak, zaman zaman da düşüne­ rek, yakalandığından bu yana ne kadar süre geçtiğini anlamaya çalı­ şıyordu. Bir süre sonra tekrar gelip yukarıya çıkarttılar. Yine her za­ manki söylemler başlamış, papaz­ lar papazlıklarını, cellatlar cellatlık­ larını gösteriyorlardı. Deneyecekle­ ri yeni yöntemlere dayanmanın ke­ sinlikle mümkün olmadığını, bir sü­ re sonra yeter dese de etkisinin or­

MART 1996

tadan kalkmayacağını, izlerini öm­ rü boyunca taşıyacağını söylüyor­ lar, yol yakınken vazgeçmesini isti­ yorlardı. "Pekala günah bizden gitti aslanım. Bunu sen istedin" diyerek yeni bir işe giriştiler. Yere naylon sermeleri emrini verdi bir işkenceci. Birileri içeri girip çıkıyor, naylon brandanın hışırtısı ortalığa yayılı­ yor, adamların nefes alışverişlerin­ den ağır birşeyler taşıdıkları anlaşı­ lıyordu. Bir yandan neler olabilece­ ğini tahmin etmeye çalışıyor, diğer yandan da "Dayanılmayacak hiçbir acı yoktur, yeter ki dayanmak, di­ renmek isteyelim." diye düşünüyor­ du. Üzerindeki giysileri çıkarttılar. Odanın diğer tarafına doğru yürüt­ meye başladıklarında, naylon brandanın üzerindeki ıslaklığı his­ setti. Önce pek bir anlam vereme­ di. İşkencecinin itmesiyle olduğu yere oturdu. Altındaki şey buzdu. Buz kalıbının üzerine boylu boyun­ ca sırtüstü yatırdılar. Ağırlığı en az eli) kilo gelen bir başka kalıbı da üzerine koydular. Yanlarda kalan kollarını üstteki kalıba sarılır duru­ ma getirerek bağladılar. Buzun so­ ğukluğunu ta kemiklerinde hissedi­ yordu. Dişlerinin takırdamasını engelleyemiyordu. Okuduğu kitapları aklından geçirdi. Hiçbirisinde böyle birşeye rastlamamıştı. 'Yöntem yeniyse, direnişimle boşa çıkartmalı­ yım. Yok, eski bir yöntemse ve son çare olarak kullanılıyorsa, bunun da çare olmadığını anlayacaklar" diye geçirdi içinden. Zaman geçiyor, çeneleri birbiri­ ne daha güçlü vuruyordu. O zama­ na kadar ondan inilti dahi duyamayan işkenceciler, şimdi titriyor ol­ masından hoşnut oluyor, sataşı­ yorlardı: - Ne oldu?... Üşüyor musun? - Niye titriyorsun oğlum? Dev­ rimcilik yapmak kolay değil. Dolam­ baçtı, sarptır. Soğuğa, acıya katla­ nacaksın. - Yeter mi, kaldıralım mı? - Niye susuyorsun? "Susmak onaylamaktır", "Evet" mi demek is­ tiyorsun? - Size asla birşey vermeyece­ ğim! Bu sözü söylerken ilk defa bu kadar zorlanmıştı. Kendini aciz his-


TAVIR

MART 1996

sediyordu. Sorulara yanıt vermiyor, tüm iradesini titrememek için zorlu­ yordu. Bir süre sonra titremesi ya­ vaşlamaya başladı. Artık uyumak istiyordu. Üzerindeki buzu aldılar ve yerinden kaldırarak farklı bir ye­ re yatırdılar. Üzerine döktükleri su bir anda çok sıcak geldi. Aynı işi birkaç kez tekrarladılar. İyice ken­ dine geldiğini anladıklarında, yine soru sormaya başladılar. Her sefe­ rinde aldıkları yanıt aynıydı: "Size birşey vermeyeceğim!" Bir süre beklettikten sonra tek­ rar buzun üzerine yatırdılar, Üzeri­ ne de diğer kalıbı koydular. Bu kez ayak tabanlarına da bir başka buz kalıbı dayamışlar, parça buzları da koltuk altlarına bastırmışlardı. "Bu­ nun adı tabuttur, bundan sağ çıka­ mazsın" diyorlardı. Uzunca bir süre daha titremesi sürdü. Titreme dur­ duğunda uykusu geliyor, işkenceci­ ler "uyuma lan!" diyerek uyandır­ maya çalışıyor, ancak başarılı ola­ mıyorlardı. Buzların üzerinden yine kaldırdılar. Üzerine su dökme işini tekrarladıktan sonra bir kez daha elektrik şoku vermeye başladılar. Elektrik de etki yapmıyordu artık. Çaresizlik içinde nezarete götürdü­ ler. Önceleri sürekli küfür ediyor, tehditler savuruyorlardı. Fakat bu kez büyük bir sessizlik içinde götü­ rüp bıraktılar. Ellerini de kelepçele­ mediler. İlk işi göz bandını çıkar­ mak oldu. Üzerindeki gömleği tanı­ mıştı. Gömlek son eyleme birlikte katıldığı SDB savaşçısına aitti. Ve eylem günü üzerindeydi. Demek ki yakalanmıştı. Aynı zamanda açığa çıkan üste kalıyordu. "Acaba şimdi nerede?" diye düşündü. Bulunduğu yer, oldukça geniş bir nezarethaneydi. Ön tarafta ise bir mutfak görünüyordu. Yanda bir oda daha vardı. Seslendi ama ya­ nıt alamadı. Hemen yan taraftaki kapının ardında ise çay bardakları­ nın sesi geliyordu. Her tarafından tanımsız acılar hissediyordu. Güç­ lükle bir yere oturdu. Kaç gündür orada olduğunu hesaplamaya ça­ lıştı. Dört yada beş gün olmalıydı. Ertesi akşam tekrar alıp götür­ düler. Gittikleri yerde kalabalık bir insan topluluğu vardı. Daha girer girmez emniyet müdürü büyük bir kinle üzerine atıldı.

15

OĞUL GÜZELLEMESİ -Ali Rıza Kurt'aDeniz gözlerin kav çakıyor Saçları başak yalımı çocukların Gece terleyen düşlerine. Varoşlarda gecekondulara çiziyorum suretini, kentin ara sokaklarına yayılan soluğun Gül gülücüklü bebelerin Karanlığa gömülmüş tenlerini okşuyor. Boyuna bunalıyoruz Canım, dostum, kardeşim... Düştüğün yerde Zafer işaretinin pimi düşüyor parmaklarına Ve bir güvercine dönüşüyorsun Bembeyaz bir güvercine... Deniz gözlerin gönderime çekilmiş bayrak, Boyuna çoğalıyoruz Canım, dostum, kardeşim

CAN OĞUL

- Niye sorulara yanıt vermiyor­ sun lan? - Susma hakkımı kullanıyorum. - Susma hakkını kim veriyor sa­ na? Bu saldırılar ne ulan? Hem devletin polisini öldür, hem de kalk devletin yasalarından susma hak­ kını kullan. Bir yandan yumrukluyor, bir yandan da küfür ediyordu. - Götürün bu ibneyi, kollarından asın. Saat başı da ıslayın. Konuşuncaya kadar orada kalsın. Nezarete getirdiler. Ellerinden nezaretin kapısının üstüne kelep­ çelediler. Ayakları yere değiyordu. Gömlek ve pantolonunu soğuk suyla ıslattılar. Dökülen suyun ye­ terli olup olmadığını kontrol eden müdür, bir kova su daha getirterek tasla ceplerinden, ensesinden dö­ küp iyice ısladı. Pencereyi de açtır­ dı. Gecenin soğuğunu işkence ara­

cı olarak kullanıyordu. Soğuğun et­ ­isiyle yine titremeye başlad. İçeri­ de müdürlerinden gerekli dersleri alan işkenceciler yanına geliyor, küfür ederek tekmeliyor, yumrukluyorlardı. Birisi daha da ileri giderek yanındakine "Şurada benzin vardı, getirin de yakalım ibneyi" dedi. Daha sonra benzin olduğunu söyleyerek başından aşağı bir sıvı döktülerse de, O, bunun su olduğu­ nu anlamıştı. O gece sabaha kadar ıslattılar. Gömleği ve pantolonu vücudunun ısısıyla kuruyor, onlar da tekrar ıs­ latıyorlardı. Sabah olduğunda ıslat­ mayı bıraktılar. Gün boyu gelip gi­ den herkes ona saldırıyor, hıncını almaya çalışıyordu. İki gün sonra bir grup geldi; geceydi. Leş gibi ra­ kı kokuyorlardı. - Demek kahramanımız bu. Aferin lan sana direniyormuşsun.


16

TAVIR

Ama buradakiler işi bilmezler, sana benim gibi biri lazım. Senin için ta Diyarbakır'dan özel geldim. İşe pantolonunu çıkarmakla başlaya­ lım. Utangaç değilsin, değil mi? Pantolonunu indirdiler. - Cetvel getirin bana, ince bir çı­ ta da olur. Ulan bak, başlamadan ' konuşacağını söyle, erkekliğin kur­ tulsun. - Size birşey vermeyeceğim! - Aaa, demek dilin var. Rakı içer misin? - Oradan yarım kalan rakıyı getirsenize. İşkenceci getirilen rakı şişesini ağzına dayayarak içmesini istiyor­ du. Başarılı olamayınca rakıyı üs­ tüne, başına döktü. Bu arada çıtayı da getirmişlerdi. Çıtayla ne yapa­ caklarının merakına kapılmıştı. Çıtayla cinsel organına yavaş yavaş vurmaya başladılar. İlk anda herhangi bir acı duymuyordu. An­ cak bir sûre sonra acıyı hissetme­ ye başladı. Darbelerin sayısı arttık­ ça acı da artıyor, adamlar durmak bilmiyordu. Yorulan diğerine devre­ diyor, darbeler devam ediyordu. O sessiz kalmaya devam ediyordu. Özel timden geldiğini iddia eden işkenceci de başarılı olama­ dı. Buna bozulan adam, silahını çı­ karıp önce namluyla kafasına bir­ kaç defa vurdu. Hızını alamayarak, mermiyi tabancanın namlusuna sürdü. "Öldüreceğim" diye bas bas bağırıyordu. Namluya sürülen mermi diğer­ lerini paniğe düşürdü "Ne yapıyor­ sun abi?" diyerek odadan çıkardı­ lar. Tutsaklığın 8. gününde şube ol­ dukça hareketliydi. İşkenceciler se­ vinçle geliyor, Devrimci Sol'un bey­ nini dağıttıklarını söylüyorlardı. Si­ nan'ı, Fazıl'ı, Dursun Karataş'ı öl­ dürdüklerinden söz ediyorlardı. Ne­ redeyse göbek atarak "Bugün tüm arkadaşlarımızın intikamını aldık. Onlarcasını öldürdük. Ne Dayı'nız kaldı, ne Sinan Kukul'unuz" diyor­ lardı. O ise neler olduğunu kestiremiyor, "Moralimi bozmak için yapıyor­ lar" diye düşünüyordu. Sabah olduğunda işkenceciler gazeteleri getirdiler. İlk işleri göz bandını açmak oldu. Resimleri

gösteriyorlardı. Kanlar içindeki şe­ hit bedenlerini koz olarak kullan­ maya çalışıyorlardı. Ancak yanıtla­ rını hiç ummadıkları bir şekilde al­ dılar: - Yoldaşlarımızın kanı sizi bo­ ğan silah olacak! Azgınca saldırdılar. Kimisi omuzlarında sigarasını söndürü­ yor, kimisi ayak parmaklarına bası­ yor, kimisi olanca gücüyle yumrukluyordu. Bir süre sonra "Hepinizi geberteceğiz" diyerek gittiler. Günlerdir uykusuz gözleri dolu­ yor, yaşları birikiyordu. İlk defa ey­ lemi yaptığına pişman oldu. "Bu­ gün dışarıda olmak vardı"diyordu. Tutsak olmanın acısı şimdi daha fazla kendini hissettiriyordu. 20 Nisan Günü tim şefi yine oradaydı. İşlediği cinayetlerin mut­ luluğuyla konuşuyordu. - Örgüt de bitti artık, şimdi ne yapacaksınız? - Bizi hiçbir zaman bitiremezsi­ niz. Size bu ülkeyi dar edeceğiz. - Oğlum örgütte tetikçi de kal­ madı, kiminle yapacaksınız? - Yapacak birileri her zaman vardır. - Konuşmadın ya, takdir ediyo­ rum seni. Zaten her zaman söyle­ mişimdir, örgüt bu adamı nereden bulduysa buldu ama gerçekten yi­ ğit çocuk diye. Ancak ben seni gö­ türmeye geldim. Buradaki günlerin bitti. Şimdi biraz da bizim misafiri­ miz olacaksın. Bak, istersen bizi hiç uğraştırma; burada anlat herşeyi. - Size anlatacak birşeyim olma­ dığını söyledim. İşkenceci şansını zorlamaktan vazgeçmiyordu. - Sen bilirsin, son kez sorayım demiştim. Götürüp aynı yere astılar. Bir gün sonra da askıdan indirerek ne­ zarethaneye kapattılar. 8 gündür uyumamış, zaman zaman da gece­ leri soğuk suyla ıslatılmıştı. Düş­ manla girdiği her türlü irade savaşı­ nı kazanmış ama işkenceli günlerin yorgunluğuna ve uykusuzluğuna daha fazla dayanamayıp beton ze­ min üzerinde sızıp kalmıştı. Yan hücreden gelen, daha ön­ ce hiç duymadığı bir marşın sözle­ riyle uyandı.

MART 1996

"Silahlı Devrimci Birlikleri'mizle Dövüyoruz Düşmanın Kalelerini" Bu bir kadın sesiydi. Güçlükle ayağa kalktı. Demirlere kadar gide­ rek yan taraftakine kim olduğunu sordu. Aldığı yanıt, - Sana ne? oldu. - Ben Devrimci Sol savaşçısıyım. - Adın ne? Adını söyledi, - Aaa, o sen misin? Nasılsın? - İyiyim, seni nereden getirdi­ ler? - Yurttan aldılar. - Benimle birlikte başka yakala­ nan olup olmadığını biliyor musun? - Evet, iki kişi daha vardı. Bir de şehit. - Şehidi biliyorum. Cenazesi nasıl oldu? - Polis cenazeyi kaçırarak, kim­ sesizler mezarlığına gömdü. - Alçaklar! Yoldaşımızı sahipsiz bırakmayacağız. Biraz önce söyle­ diğin marş neydi? - SDB Marşı. - SDB Marşı mı var? - Hayret, hem SDB'lisin hem de marşı bilmiyorsun. - Bir kez daha söyleyebilir mi sin? Dev-Genç'li yoldaşı "tabi" diye­ rek, marşı tekrar okudu. Etkilen­ mişti. - Hadi şimdi de Devrimci Sol Marşı'nı birlikte okuyalım. - Devrimci Sol Marşı var mı? - Var tabi, bilmiyor musun? O halde onu da ben söyleyeyim. Aynı gün basına çıkartıldılar. Tüm işkencelere rağmen onurunu korumuştu. Ağrılardan hareket etti­ remediği kollarını irade gücüyle kaldırarak, zaferini tüm yoldaşları­ na müjdeledi.


TAVIR

MART 1996

17

DEVRİM DEMİR

ACININ KÜLLERİ ARASINDA Acının külleri arasında Tutuştu gözyaşlarım Bir bahar ırmağının hışmıyla. Tesellisi yok bunun Avuntusu yok Gerçeğin çıplaklığı Ölümün gözlerinde görüldü. Vahşet insan kılığındaydı Ölüm insan kılığındaydı Beyinsiz, mantıksız, insan kılığındaydı. Gözyaşlarımın tuzlu korunda Kavruldu acıma, merhamet Ki zulme merhametin mantığı olmaz Bunun dışında gerçek yok Bunun dışında ne varsa "gerçek" adına Budala ve safsata Çünkü gerçek yaşamın ta kendisindedir Yaşamak yaşanası olana aittir Onun dışında herşey yaşamı kirletir Ve yok edilecektir. Acının külleri arasında Tutuştu gözyaşlarını 21 Eylül 9 5 t e Buca Zindanlarında.


TAVIR

18

MART 1996

vatanım sen hiçbir zaman boyun eğmedin

M

avi ve bulutlu göklerin altında yalçın dağları ve gözgörebildiğince ovalarıyla Asya'dan Avru­ pa'ya doğru der­ yalar içine uza­ nan bu ülke bizim vatanımız. Kimi­ miz evrendeki ilk insandan bu yana toprağını, taşını, cevherini işleyip sürdürdü yaşamını; denizlerini sağ­ dı, yemişlerini derdi, kekik kokan sütüyle emzirdi bebelerini. Kimimiz başka diyarlardan geldi. Çaresizlik içindeydiler; üç kıtada dört iklimden ulaştılar Anadolu topraklarına. Çe­ limsiz yorgun vücutları pişti güne­ şin karşısında; fersiz gözlerine renk, güçsüz bileklerine kan yürü­ dü. Ellerinin hünerini keşfettiler ve cümle aleme göstermeye koyuldu­ lar. Çaresizken dehşetle ürktüler, korkup kahroldular, umutlarınca sevince doydular. İnsancaydı bü­ tün halleri onun için hiç çekinme­ den oturdular kendilerinden önce­ kilerinin kardeş sofrasına, kardeş oldular. Toprak yüzyıllardan beri yaren­ lik eder bizimle; koşup karasaban­ lara bedenimizi, işleyince toprağı doyurdu karnımızı; suyunda yudu pakladı yüzümüzü; fırınlara sürdük onu, pişirdik tuğla dizdik; karışınca harcına yapı olduk, köprü durduk köyleri, şehirleriyle. Yaslanıp gönül verdik yamacından, ufkuna, derya­ sına; türkülerle saçıldık, destanlar­ la, kitaplarla... Milyonlarla doğdu ve öldü yıllaryılı bizimkiler bu toprak­ larda. Çıplak doğdular, esirler gibi

çalışıp yarı çıplak öldüler. Düşmanı da, biti de, kaderi de yendiler, ye­ nildiler. Sel geldi, yel aldı götürdü. Ama sabırla yeniden kurduk ev­ leri, sokakları. Sıcak bir somuna, için için tüten bir çorbaya hasret kaldıkta yıkılmadık, açtı bağrını bi­ ze hep toprak ana; tohumlarını kuşlar, böcekler, ürününü ağalar, beyler kapsa da savrulduk, torna­ da, tezgahta yoğrulduk geldik bu­ güne. Kimimiz boyun eğdi bizden saymadık, diz kırmayana omuz verdik, satana sövdük, yiğidi önder belledik. Yanarak sevince kayaları deldik, çöllerine düştük hasretle. Ne uykuda bastıran zulüm, ne apansız gelen ölüm yıldırabildi. Gece yarısı kuşatıldı mahallelerimiz, kapılarımız tekmelendi, itilip kakıldık, Gayya kuyularına atıldık. Vazgeçmedik ama onu sevmekten. Açlarla, esirlerle, mağluplarla, ga­ liplerle kaynadık bağrına, kaderine eş olduk vatanımızın. Bizsiz ne Ağrı Dağı yüce, ne Kaçkarlar yeşildir. İncirler balından yarılsa, kirazlar dallarla eğilse ne fayda. Bağbozumlarının, hasatları­ nın bereketi bizdendir, bizedir. Bozkır bile daha yalnız, bahtsız topraklar bile' bizsiz daha gridir. Çemişkezek Suyu'nun, Hemşin Deresi'nin alası kimi doyuracak biz olmazsak; ıhlamur kovanlar balını kime sunacak. Biz olmazsak Ispar­ ta'nın gülleri misk-i amber koksa ne fayda. Bursa Ovası'nda bobinle­ re ilmik sarmasa ellerimiz neye ya­ rar Çukurova pamuğu, ambarlara sığmasa. Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı, Arap'ı,

Çerkes'iyle, Ermeni'si, Hemşinli'si, Gürcü'sü, Boşnak'ıyla dağlarına kurulmuş, düzlüğüne yayılmış, ne­ hir ağızlarına, koylara, bereketli yerleri de hoyrat yerleri de bizim belleyip yerleşmişiz. Türkülerimiz kadar çeşitli ve kardeşiz. Bazen haramiler salmışlar, bazen düş­ manlık tohumları ekmişler içimize. Birbirimize düştüğümüz de olmuş; ama aynı sofrada soğan kırmış, aynı testiden yudumlamışız suyu, pekmezi; arınmış, olgunlaşmış kar­ deş gelmişiz bugüne. Şimdi doğduğumuz köyler vi­ randır; taş taş üstünde kalmamış­ tır. İn cin bile dolaşmaz yanık ka­ laslar, erimiş hayvan ölüleri arasın­ da. Kıran geçmiştir çünkü içinden; yıkmış, sürgün etmiştir. Çocukların ağızlarını dayadığı çeşme akmaz olmuş; ne insanlar, ne hayvanlar dolaşmaz olmuştur otlaklarında. Şimdi uzak bir şehrin varoşlarında yaşlı bir ananın yüreği sızlar; bir genç gözlerini ufka diker asılır bu­ lutlara... Benim doğduğum köyler­ de gürgen ormanları yangın yeridir şimdi; sarı yanar, bordo yanar, kahve yanar yapraklar. Kışa kes­ miştir, ayazdır geceler, kuytular ıs­ sız. Ama hışırdar orman içleri, es­ kiden beri hor görülmesine, ayaklar altına alınmasına katlanamadığını çağırır, bekler. Derler ki hayat bir damla suyla başlamıştır. Bir su tomurcuğu düş­ müş dünyanın üzerine dindirmiş alevleri, soğutmuş korları. İşte bu damla her gün Anadolu toprakları­ na yeniden düşüp boydan boya ya­ yılarak ete, süte, ekine, pamuğa,


TAVIR

MART 1996

kumaşa dönüşen bu ter damlası emekçi alınlarımızdan kayıp gidi­ yor. Onun için bu vatan bizimdir. Gizli ve açık anlaşmalarla, şa­ şaalı törenlerde el koydular vatanı­ mıza. Tütünün her yaprağı, meyve­ nin son yemişi ve bütün insan gücü onların olsun istiyorlar; demiri ve bakırı söküp alsınlar; makinalarda, türbinlerde ürettiklerimiz kasalarına aksın istiyorlar. Kuytulara kadar sızmış emperyalistler içimizden ku­ şatmışlar bizi; kendi vatanımızın gurbetçisiyiz. Onlar sefa içinde ya­ şar; yolları başka, arabaları başka­ dır; yedikleri, içtikleri, giydikleri... Oysa uzun otobüs kuyruklarında, hastane kuyruklarında bekleşir emekçiler, yarı açtır canları; varoş­ ları yolsuz, hastanesiz; çelimsizdir duvarları, titrek yanar ışıkları. Emekçi çocukları okulsuz, öğret­ mensizdir. Ortaçağ karanlığını vadeder onlara kitaplar. Bahtımıza el atılmıştır. Başka bir gök tanımamış halklar göğüne, kaderine yabancı­ dır; kültürler haraç-mezat.

19

fışkıran ter kokusu, acı, özlem su­ yunu taşıyor değirmenimizin; dal­ galandırdığımız bayrak, tetiğine asıldığımız silah bizim kadar inanı­ yor zafere. Vatanım, pankartlarla, bayrak­ larla sarıyoruz yaralarını; yüzleri yıldızlı eşarplarla kaplı, düzgün adım geliyor merhemin. Onurdan tomurcuklar verdin; bilge ve kararlı. Derinlerden ağıyor özgürlük, ba­ ğımsızlık suların. Anaların ağrılı

ayaklarına derman indi, karaltılar içindeki gençlerin gözlerine berrak­ lık yerleşti, alınlar temizlendi; ra­ hatlık duygusu veren bir yorgunluk içindeler arılar, karıncalar gibi söz­ ler, eylemler ekleniyor; fısıltılardan boranlar doğuyor. Vatanım, halklar bağrında yeşerttiği orak çekiçti yıldızıyla yürüyor geleceğe; çiçekler içindeki, başaklar altındaki bir ülke için. Vatanım aydınlık sofalar, bol­ luk sofraları için ölüyor seninkiler...

Emperyalistleri biz çağırmadık. Bir avuç dolar için onursuzlaşıp etek öpmekten utanç duyarız. Tari­ hin her döneminde zulme karşı di­ rendik. Yorulmadık, bezmedik; ölümü hiçe saydık ama vazgeçmedik vatanımıza sahip çıkmaktan. Na­ musu, onuru, bağımsızlığı, herşeyin üstünde tutanlarımız zindanla­ ra, darağaçlarına, sürgünlere rağ­ men başeğmedi. Umutlarımızı çi­ zerek gözucuyla ufaladık mapushane duvarlarını; kelepçeler eriyip aktı kavuşabilsin diye avuç içleri­ miz dostların yanağına. Meydanla­ rın, barikatların uğultusu ezilmiş, didiklenmiş, delinmiş bedenlerimizi yalayarak güçlendi ve şefkatle bi­ riktirdi cesareti bir sonraki gösteri­ ye. Soyağacımızda Baba İshak'ın, İlyas'ın, Şeyh Bedrettin'in, Pir Sultan'ın, Seyit Rıza'nın, Nazım'ın künyesi var. Onbeşler'in Karade­ niz'in derinliklerinde yitişini, inancın Kızıldere'nin ayazında terle, kanla bayraklaşıp Ölüm Oruçlar'ını, Çiftehavuzlar ve Bağcılar direnişlerini hazırlayışlarını kutladık. Acıyı ha­ laylarla kutladık, gelecek günlerin, tasasız, güvenli ülkenin çatısını çattık. Düşman mermilerinin döv­ düğü barikatlar, bedenlerimizden

FOSEM


20

TAVIR

MART 1996

HASAN DEMİRKOL

UNUTULMAYAN üz iklimindeydik. Buca Cezaevi zemheri boranla­ rında sürülen bir direniş tarlasına dönüşmüş; üç yi­ ğit yürekli yoldaş bu tarlayı sula­ yan, cana can katan üç pınar ol­ muştu. Yaralarımızı sarıp yeni kavga­ lara yol almaktaydık. Gün, umutlu bir ezgi tadında besliyordu ömrü­ müzü. Birden ritmi yükseldi ezgi­ nin. Gönülden gönüle uzanan bir dalgalanma yaşandı koğuşta. Der­ ken koğuşu durultan net bir ses so­ luk soluğa çınlayarak çıktı basa­ makları. Bir müjde veriyordu bu ses:

G

- Mehmet Ağabey geldi! Sesler koğuş duvarlarında yankılandıkça, koğuşta bir yürekten di­ ğerine akan duygu sellleri boşandı birden. Adı konamazdı, tarif edile­ mezdi yaşanan duygular. Öfke, se­ vinç, acı, hüzün ve daha nicesi. Her biri diğerinin içinden kabarıp taşıyordu. Evet, Mehmet Kurnaz'dı gelen. Esmer yüzünde yorgun bir şaşkınlığın izleri belirmişti. Kırk ya­ şındaydı ama o an kırk yıla bile sığdırılamayacak şeyler yaşanıyor­ du. Ve yorgunluğu yaşamdan dola­ yı değildi. Anlamaya çalışıyordu. Bir bilinmez karanlıktı belki o an için herşey. Ama yine de bir ışık vardı içinde, gözbebeklerinden süzdüğü, Bir fener gibiydi yüzü­ müz, koğuş duvarlarını yalıyordu

bakışları. - Aman aman, şunlara da bakın hele, kimler de buradaymış? Demek konuşabiliyor. Basa­ makların basındaydım. Ve ilk aklı­ ma gelen bu oldu. Beynindeki ko­ nuşma merkezinin tamamen tahrip olduğunu, yaşasa bile bir daha hiç- bir zaman konuşamayacağını duy­ muştum. Ama yaşlı bir adamın yarı ağlamaklı, pürüzlü, gırtlaktan gelen kelimeleriyle de konuşsa, konuşa­ biliyordu yine de. İki yanında kollarına giren iki yoldaşın arasında, direten ayakla­ rına rağmen yürümeye çalışıyordu. Ayaklan itaatsizdi. Sanki bıraksalar bir çuval gibi yığılıverecekti. Oysa onca zulme diretmiş, ayakta kal­ mıştı hep.


TAVIR

21

MART 1996

Üzerinde kahverengi eşofmanı var. Hastanede kaldığı süre boyun­ ca kullanması için biz göndermiş­ tik. Jandarma ve gardiyanların sal­ dırısı sonucu aldığı darbeler nede­ niyle kafasının arkasında derin ya­ ra izleri olduğunu görüyorum. Bili­ yorum, çektiği acılar, aldığı yaralar onurla taşınası devrim nişanıdır... Ranzaların olduğu bölüme geçiyo­ ruz. Hemen bir yatağı hazırlayıp ayaklarını uzatabileceği biçimde oturmasını sağlıyoruz. Karmaşık bir duygu atmosferi içinde ne diye­ ceğimi bilemiyorum. Sonra herkes gibi "Hoşgeldin" deyip öpüyorum yanaklarından. Kırılacak bir dal gibi adeta. O nedenle 'incitirim' kaygı­ sıyla olabildiğince hassas davranı­ yorum. Koğuş daha bir hareketleniyor. "Hoşgeldin" sesleri birbirine karışı­ yor. Sevinçliyiz yine de. Aramızda ya, geldi ya, yüreğimizin sıcaklığı O'nu da sarmalar, ayağa kaldırır. Birden hepimizin olduğu yerde çakılıp kalmasına neden olan sözcükler dökülüverdi ağzından: - Burası neresi? Bu kez şaşkınlık sırası bizdey­ di. Oysa basamakları çıkarken 'bi­ lincine kavuştuğu' kanısını uyan­ dırmıştı. Halbuki O, yalnızca anım­ sayabildiği az sayıdaki sözcüğü dillendirmişti. - Burası Buca Cezaevi. Sen hastaneye buradan götürüldün, ha­ tırlamıyor musun? 21 Eylül'de jan­ darmalar koğuşumuza saldırdığın­ da sen de bizimleydin. Üç yoldaşı­ mız şehit düştü. Bizler yaralı olarak hastaneye götürüldük ancak sen daha ağır yaralandığın için orada kaldın. Hatırlayamıyordu. Zaman za­ man gözlerine oturan yorgun, hü­ zünlü ifadenin dışında çoğu zaman boş gözlerle seyrediyordu etrafını. Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Bir boş­ luk oturmuştu, upuzun bir boşluk bilincine. Herşey beyninde gizliydi ve ısrarla giz olmakta direniyordu. - Türkçe'yi unuttum. Bilmezliğinin, hatırlamazlığının adını böyle koyuyordu. Sorularımı­ za cevap vermeye çalışırken sık sık duruyor, bir kelimeyi hatırlama­ ya çalışıyor, hatırlamasına yardım edince de "Hah, tamam!" diyerek

bir çocuk gibi seviniyordu. Bazen de bir kelimeyi diline doluyor, olur olmaz heryerde onu tekrarlıyordu. İfade etmek istediğini dile getire­ meyince, belki de yitirdiği şeyleri anlamaya çalıştıkça gözlerinden yaşlar süzülüyor, hıçkırıyordu. Çektiği fiziki acılar için değildi göz­ yaşları. O'nu yaralayan başka şey­ lerdi. "Geçmişi olmayanların geleceği de olmaz." deriz çoğu kez. Evet ama O'nun bir geçmişi, arkasında bıraktığı devrimcilikle geçen yılları vardı. Mehmet Kurnaz'dı O. Ve ye­ niden hatırlamalıydı. Acılarıyla, gü­ zellikleriyle onundu geçen koskoca kırk yıl. Belki bilmiyordu kaç yaşın­ da olduğunu ama yaşamışlığını duyumsuyordu. Koğuşa girerken ya­ şadığı şaşkınlık ve yüzünde beliren tebessüm gözlerine ve ses tonuna da yansımış, sıcak, tanıdık bir orta­ ma geldiğini anlamıştı. Dili vardı, beyni vardı, duyguları vardı. Şimdi en büyük kavgasını veriyordu itaat­ sizlik eden beynine ve bedenine karşı. Ve bu savaşı kazanmalıydı, kazanmalıydık... Bir yoldaş elinde tepsiyle çay getiriyor. Cam bardağa dolan çaya bakışındaki şaşkınlığın arkasındaki soru işaretini gören yoldaş, nasıl içmesi gerektiğini gösteriyor. Bir çocuğun ürkekliği ve acemi tutuşuyla bardağı ağzına götürdü ve yudumladı. Aldığı bu ilk yudum mi­ desinden önce dilin duyarlılığı aracığılıyla beynine ulaştı. O an eski bir dostuna kavuşmanın hazzıyla tekrar yudumladı çayı. Evet, nasıl da severdi çay içmeyi. Bu tat ta­ mamlanmalıydı. Sağlığı açısından zararlı da olsa "vefasız" dostu olan sigarayı da yakıp verdik. Neşelenip sevindi. Aradan bir kaç gün geçti. Aya­ ğındaki sargıları açtık. Bileklerinde etine gömülen zincirin açtığı yara, onca işkenceden geçen ve bir neb­ ze de olsa alışkın olan bizler için bile bir vahşetti. Nasıl olmasın ki? "Düşmanın da merdi makbuldür." diye bir söz vardır. Ama karşımız­ daki düşman iliklerine kadar na­ mert ve hayasızca dövüşüyordu. Bir ay boyunca hastanede bilinçsiz bir şekilde yattığı sedyeye iki aya­ ğından zincirlemişler. Ellerini,

ayaklarını istem dışı hareket ettir­ dikçe, zincir bir testere gibi otur­ muştu bileklerine, yaraları derinleş­ mişti. Hastanedeki ilk günleri anımsı­ yorum birden. "Arkadaşlar, arka­ daşlar dayanın!" seslerinin geldiği tarafa bakıyorum. Kısa bir süre sonra aynı ses bu kez "Yoldaşlar!" diye haykırıyor. Bir başka yoldaş­ tan öğreniyorum duyulan sesin bi­ lincini yitiren Mehmet Ağabey'e ait olduğunu. Sayıklıyor, hala direnişi yaşıyordu. Cezaevine gelişini dü­ şünüyorum. Antalya'da, iki yoldaşı­ mızı evinde barındırdığı için İşken­ ce görmüş, tutuklanmıştı. Sonra cezaevi günleri; malta işgallerinde, barikatlarda hep yanyanayız. Bi­ zimle hep aynı havayı soluyor. Bi­ zimle birlikte ölümüne kanı dökülü­ yor. Belki daha öncesinden aynı yapının insanı değildik. Ama bura­ da bu cehennemde yoldaşça yaşa­ dık onunla. İşte bu yüzden O da bi­ linçsizce sayıklarken, hala direnişin ateşlediği bir haykırışla "Yoldaşlar!" diyordu. Bu haykırışları dahi jan­ darmayı ve polisleri çileden çıkar­ maya yetiyordu. Bu yüzden öldür­ mek istediler O'nu. Ama O, bedeni­ nin tüm yıpranmışlığına rağmen dayanmasını bilirdi. 12 Eylül zin­ danlarında işkencelerden geçmiş, sonraki yıllarda bir çok ağır ameli­ yat geçirmişti. Yıpranmıştı ama yi­ ne de ölüm çemberini kırıp aramı­ za döndü. Ve bir kez daha doğacak yaşama, bir kez daha dikilecek kar­ şısına faşizmin. İstiyoruz, inanıyo­ ruz! ...

Bugün Mehmet Abi ve diğer iki yoldaşın duruşması var. Düşman bir kez daha düşmanlığını gösteri­ yor. Normal sevk aracıyla mahke­ meye götürmek istiyor. Kabul etmi­ yoruz. O gün Antalya'dan eski bir avukat arkadaşı gelmişti. Bir ambu­ lans temin edebileceğini, gereken işlemleri yapabileceğini söylüyor, kabul ediyoruz. Birden beklentimizi sona erdi­ ren sloganlar duyuyoruz. Sloganlar müjdeyi veriyor. Tahliye haberci­ siydi duyduğumuz sloganlar. Me­ rak ve heyecanımız daha da artı-


22

TAVIR

yor. "Acaba hangisi" diyoruz. Kapı açılır açılmaz içeri giren mahkemeci yoldaşlar sevincimizin adını ko­ yuyor: - Mehmet Kurnaz, tahliye! Demek, üç yoldaşımızı şehit verdiğimiz 21 Eylül direnişinin nişa­ nı, gazimizi özgürlüğe uğurlayaca­ ğız. -Siz ne zaman çıkacaksınız? diye soruyor. Ses tonunda sevinçli de olsa hala hasta bir insanın mekanik he­ celeri var. Ama söyledikleri cap­ canlı, sımsıcak. -Yahu, bir istediğiniz var mı? Göndereyim. -Gözleri ışıl ışıl. Tekrar konuşu­ yor? -Geleceğim, geleceğim. Biraz iyileşeyim, ziyaretinize geleceğim. Zaman geçmiş ve tahliye anı gelmişti. Normalde havalandırma­ da halay çeker, maltaya sonra çı­ kardık. Ancak bu kez halay çekme­ yecektik. Çünkü tahliyecimiz has­ taydı. Herkes gibi ben de sarıldım, öptüm, "Kendine iyi bak" dedim, gülümsedi. Her zaman gülümse­ men diye düşünüyorum. Hakediyor çünkü. -Bir iyileşeyim, devrimcilik ya­ pacağım. Ama bu kez silahımı elimden bırakmayacağım. Belki dağlara çıkmasına, pro­ fesyonel devrimcilik yapmasına sağlığı el vermeyecek ama yüreği her an devrim için atacak, biliyo­ rum. Koğuşları birbirine bağlayan uzun koridora "malta" diyoruz. Bir gerilla disipliniyle, çift sıra halinde maltaya çıkıyoruz. Mehmet Ağa­ bey, komutan yoldaşımızın kolun­ da ağır adımlarla önümüzden geçi­ yor, en başa geldiğinde daha önce­ den koyduğumuz sandalyeye otu­ ruyor. Bir elini bize doğru uzatıyor. El sallamak istiyor sanki. Parmak­ ları kıvırıyor, olmuyor, açıyor. En sonunda aradığı şeyi buluyor. Ağır ama kararlı bir şekilde işaretliyor zaferi. O an maltada doksan kişiyiz. Hepimizin düşünceleri ve duy­ guları aynı yoğunlukta. Bakışları­ mız, tek bir gözden çıkarcasına ay­ nı noktaya kenetlenmişti. Kolayca ifade edilemez yaşadıklarımız. Ya­ nımızda kaldığı süre boyunca ken­

disini kuşatan karanlığı harf harf, hece hece, kelime kelime yarmıştı. Şimdi O'na yeni bir armağan ver­ mek ya da ondan bir armağan al­ mak istiyorum. Bir şeyler bulmalı­ yız. Şimdi marşlar söyleceğiz ve belki bir daha görüşmemek üzere ayrılacağız. Düşünüyorum. Bir farklılığı olmalı bu kez. Birden aklı­ ma geliyor, onlarca yılın meydanla­ rından, yürüyüşlerinden süzülüp gelen bir marş olacak bu... Kara deryalarda bir fenersin, Senin ışığınla yürüyoruz. Alnı kırışıyor, beyninin derinlik­ lerinde geziniyor soru işaretleri. Sonra kırışıklıklar yerini netliğe bı­ rakıyor. Ve dudaklarında bir kıpır­ danma. Marş şimdi O'nun dilinde de ifadesini buluyor. Hüzünlü göz­ lerinden esmer yüzüne bir kaç damla gözyaşı süzülüyor. Zafer işaretine, alanlarda haykırdığı mar­ şa yıllardır özlediği bir sevdalı gibi kavuşmuş Mehmet Kurnaz. Eli hiç inmiyor. Unutulan onca şeye rağmen, inancın türküsü dipdiri duruyor. Cellatların asıl öldürmek istediği, asıl unutturmak istediği düşüncele­ riyken, bu düşüncelerin saklandığı beyin kıvrımlarına sopa darbeleri kar etmiyor işte. Mehmet Kurnaz'ın kıpırdayan dudaklarıyla birlikte cezaevinin ka­ ranlık koridorlarından özgürlüğe doğru yeni bir hayat, yeni bir kavga kıpırdıyor. Karların altından zafer çiçekleri açıyor... İhtiyar bir adamın sesiyle ço­ cuksu sorular soruyor. Yanıtlıyo­ ruz. Bir yenisiyle devam ediyor. Şimdilik, çocuksu da olsa soruları, mutlaka yırtacak karanlığı içindeki öz. Dağılacak bilincini perdeleyen pus. "Benim doğduğum yer..." diyor "Antalya mı?" diyoruz sözünü bitirmeden. Unutmuş olduğu bu ismi hatır­ latmamız yeni şeyler söyletiyor. "Beni büyütenler..." sözünü "Annenle baban mı?" biçiminde karşılıyoruz. Sonra, "Hatırlıyor musun onları, adreslerini yazabilir misin?" diyoruz. Olumluyor. Hemen bîr kağıt ka­ fam veriyoruz. Bu bir umut ışığı

MART 1996

oluyor bizim için. Ancak çok sür­ müyor sevincimiz. Yazamıyor. Bakınıyor öylece. Yapılabilecek tek şey moralini yüksek tutmak. Sonra, kalemi kağıt üzerinde gezdirmeye başlıyor. Yine yazamıyor. Ancak krokiye benzer bir şeyler çiziyor. -Şurası benim evim, şurası ba­ bamın evi, şuralarda arkadaşlarım oturuyor, diyor. Birden duygulanı­ yor ve ağlamaya başlıyor. Moral veriyoruz. -Ağlama, yine gidecek, göre­ ceksin oraları. -Ah bir gitsem, yaşadığım yere, herşeyi hatırlarım. İç çekiyor ve bir sigara yakıyor. Daha sonra yanına oturan bir yol­ daşımızla sohbet ediyor. -Ben neden buradayım? Bu soruyu daha önce de sor­ muştu. Ancak bu kez, bir soruyla yanıtladık sorusunu. -Biz kimiz? Kısa bir süre afalladı. Alnında kafasını zorladığını gösteren çizgi­ ler oluştu. O'nu daha fazla yorma­ mak için kendimiz yanıtladık. -Biz devrimciyiz. Bu yüzden bu­ radayız. Birden bakışlarını gözlerimize kenetleyerek, önemli bir buluş ya­ pan insanın sevinçli ve mağrur edasıyla haykırdı; -Ben de devrimciyim! Sevinçliydi, gözleri ışıl ışıldı. -Tabii ki devrimcisin. Yüzlerimize neşeli gülücükler yayıldı. Karşılıklı gülüştük. Yediği yemeklerin tadını, doğduğu kenti, herşeyi unutan Mehmet Kurnaz, sevdamızı, inancını unutmamıştı. Beyninin en kuytu kıvrımına ema­ net etmiş, gizlemiş, korumuş, sak­ lamıştı inancını. Ve şimdi inancı, sevdası topraktan fışkıran bir filiz gibi yeniden boy verip yaşam kata­ caktı bedenine. -Türkçeyi öğreneceğim, daha iyi devrimci olacağım, herşeyi öğ­ reneceğim diyordu.


TAVIR

23

MART 1996

Meksika'da bir duvar resmi

GÖZLERİMİZDE

Havada ihanetin kokusu vardı, biliyordum Ayaklarının altında sarsılan bir şeylerin korkusu Gecikmediler ve geldiler kanlı elleriyle silahlan ve panzerleriyle Yağmalanmış bir ülkenin dört yiğit savaşçısı Dört güzel insan düştü gecenin ışıyan bir yerinde

YANAN

Anımsayın Perpa'da annelerin gözyaşları akmıştı güne İşte Ümraniye... Gecenin kanlı duvarları Ardında dalga dalga yayılan direnişler

BİR ALEVDİR

Ki gözlerimizde yanan bir alevdir şimdi hınç Korsan yürüyüşleri tutuşturur kentin sokaklarında Dağılın kente çocuklar Dağılın bütün varoşlara, fabrikalara "İnsanla buluşun"

ŞİMDİ HINÇ

Çünkü onlar içindir Bu amansız kavga


24

TAVIR

öyleyin nerede oğlum, oğlumu İstiyorum. Ben bir anayım, otuzbeş haftadır buraya geliyorum ama oğ­ lumdan bir haber yok! Nerede söyleyin oğ­ lum? Sivil polisler ka­ çırdı oğlumu, siz kaçırdınız. Ca­ miye gidiyorsunuz, Allah'ın adı­ nı ağzınıza alıyorsunuz; bu nasıl müslümanlık? Dininiz, imanınız yok mu sizin? Ananız yok mu? Anaları ağ­ latmaya utanmıyor musunuz? Oğlumu bulun bana, O'nu siz al­ dınız. Size bundan sonra acımak yok! Çünkü sizin dininiz imanı­ nız yok! Alkışlıyoruz Elif Ana'yı. Sözleri acılı, yüreklerimizi deliyor. Mümkün

S

mü acılanmamak? Ortağız Elif Ana'nın duygularına. Düzgün bizim de evladımız, arkadaşımız, yolda­ şımız. Benimse hem arkadaşım, dert ortağım, hem de öğretmenim. Gözümün önünden gitmiyor sabırlı, emekçi bakışları. Bıkmadan, usan­ madan defalarca anlattıkları...pay­ laşmayı, yaşamımızın anlamını, sonra kavgayı, geleceği. Kulakla­ rımda yankılanıyor sesi ve sözleri. Elif Ana oğlunun resmini katla­ yıp çantasına koyuyor ve herkes gibi oturuyor soğuk betona. Sessiz­ lik... Yüzlerce insanız ama kimse konuşmuyor bir süre. Ana'nın sesi birçok parçaya bölünmüş ve hala gelip geçiyor kulaklarınızın dibin­ den. Sanki kimse bu etkinin bozul­ masını istemiyor. Bakışlarımız öfke dolu. Elif Ana'nın sözleri, alkışları­

MART 1996

mız ve öfke, kin dolu bakışlarımız ürkütüyor sivil polisleri. Etrafımızı çevrelemiş izleyici kalabalığının arasından sıyrılıp arabalarına doğ­ ru kaçıyorlar. Bakışlarımızın anla­ mını biliyorlar... Suçlular ve halkın öfkesinden kurtulamayacaklar. Herkes oradaydı o gün. Önce İsmail Bahçeci geldi. Kardeşi getir­ di onu, fotoğrafının altında "Aramızdasın!" yazan bir gazete sayfa­ sıyla. Sonra Kenan Bilgin ve Metin Göktepe geldiler arkadaşlarının el­ lerinde. İsmail'in kardeşi, Gültekin'i de getirmişti. Ellerde birer birer ço­ ğaldı Ümraniye şehidimiz Gültekin Beyhan'ın fotoğrafları. Artık Gala­ tasaray Lisesi'nin duvarına yaslan­ mış onlarca Gültekin'dik. Gür bir kadın sesi herkesi Taksim'e yürümeye çağırıyor. Yaşa-


TAVIR

MART 1996

mın kendisine dayattığı zor koşul­ lara rağmen, tekerlekli sandalye­ siyle katıldığı her eylemde, haksız­ lığın olduğu her yerde duyuyoruz o dirençli sesi. "Kayıplarımız için, Ümraniye şehitlerimiz. İçin, Metin Göktepe için yürüyelim'' diyor. Bir kortej oluşturuyor ve yürüyüşe ge­ çiyoruz İstiklal Caddesi'nde. Analar her zamanki gibi en öndeler. Polisler telaşla sağa sola koşturuyorlar. Yolu yarıladığımızda yürüyüşümü­ zü engellemek için önümüzü kesi­ yorlar. Kolkola giriyoruz. Yaklaşık 10 dakika etrafımız sarılı bekletili­ yoruz. Derken sloganlar patlıyor: "Yürüyüş Hakkımız Engellene­ mezi", "Kayıplar Bulunsun, Hesap Sorulsun!". İrademize teslim oluyorlar. Çe­ vik Kuvvet amirinin, telsiziyle "Za­ ten yarısına kadar geldiler amirim, yürüsünler mi?" demesi çaresizlik­ lerini gösteriyor. Taksim'e kadar yürüyüp dağıtıyoruz. Herkes hafta­ ya görüşmek üzere söz verir gibi ayrılıyor birbirinden. Elif Ana'yla her Cumartesi Ga­ latasaray Lisesi önünde, oturma eylemindeyiz. Kadıköy'de mum ya­ kıyoruz. Senin için, İsmail için, Ay­ han, Kenan, Fehmi için... Sizi bula­ na dek katillerin yakasından inme­ yecek ellerimiz. . Soğuk bir kış sabahı. Gün ağaralı bir saati geçmiş. Gözlerimi açıyorum ama hiç kalkmak istemiyo­ rum. Hani olur ya bazı sabahlar, in­ san gözlerini açtığında önceki gü­ nün dertlerinin, sorunlarının o gün­ de kalmasını ister. Yaşanan acılar o günle beraber bitsin, yokolsun is­ ter. Ama bitmez. Bugün de vardır, kaçamazsın. Üstesinden gelmedik­ çe yakanı bırakmaz. Odanın içini dolduran ve çok nadir görünen kış güneşi, saatin çınlayan ziliyle elbir­ liği etmiş kaldırmaya çalışıyor beni. Kalkıyorum. Uykumun dağılması için radyoyu açınca, yansıyan ezgi günün ilk ışıklarıyla birlikte sarıveriyor odayı. "Dersim dört dağ içinde Gülü var bağ içinde Dersim'i hak saklasın Bir yarim var içinde" Dağların boranı, tipisi doluyor odaya Ezgi dolanıyor da dolanıyor odayı. Sanki bir gerilla söylüyor tür­

25

küyü; nöbete yeni durmuş. Bir za­ rar gelmesin diye namert ellerden, bir kartal gibi gözlüyor vatanını. Kayaların yücesine kurulmuş; ku­ cağında kleşi, Dersim'in üzerine bi­ rikmiş sisi, bulutu okşuyor. Yağmalanmış, harabeye dönmüş cadde­ lere, sokaklara, evlere doğru süzü­ lüyor bakışları. Sen de Dersim'liydin ya Düz­ gün. Hani hep dağlara gitmek ister­ din; vatanının allı, yeşilli olduğu ka­ dar boranlı, tipili, sarp kayalı dağla­ rına. Seni düşünüyorum da, puşisini sarınmış, kucağına mavzerini al­ mış... Şimdi türkü daha bir canlı geliyor kulağıma, daha da direnç­ li...Nasıl da yakışı verdin dağlara. Kocaman yürekli dostum, Yokluğunun üzerinden üç ay geçti. Seni aldılar, götürdüler. İki

çift laf etmek istesem yoksun, iki satır yazıp göndermek istesem ne adresin var, ne de sana ulaşabile­ ceğim bir yol... Gözlerim dolu dolu ama ağlamıyorum. Tek derdim bana harca­ dığın emekleri heba etmemek, sa­ na layık olabilmek. Koşar adım yürüyoruz. Gözün arkada kalmayacak biliyorum. Gül yüzlü analarımızın gözyaşlarını siliyoruz, yumuk gözlü bebelerimizi sarmalıyoruz ve yürüyoruz, yürü­ yoruz, yürüyoruz. Taşımızla, sopamızla, bilinci­ mizle, inancımızla, onurumuzla bıkmadan, barikatlarımızı kurarak, türkülerimizi yeri göğü inletecek ka­ dar gür söyleyerek ve onursuzluğa, ahlaksızlığa "silah kimliğimizi" gös­ tererek...


TAVIR

26

nergis; dağlar çiçeği

K

oğuşun havalandır­ masında renk renk bayraktarın ve pankartların altında ayakta duran kadı­ nın saçları sarıydı. Bir dağ çiçeğinin adını vermişlerdi O'na Nergis. Uzun, siyah etekliği ayak bileklerine kadar iniyor, mavi gözleri belli belirsiz, hüzünle titriyor­ du. Taş duvarın önünde duran orta boylu, ince yapılı bedeni, duvara asılı bir kilimdeki çiçek nakışını andırıyor­ du. Zaten, eşarbından eteğine kadar tüm giysilerinde boy boy, renk renk çiçek işlemeleri serpiştirilmişti. Böyle giyinirdi kadınlar O'nun köyünde. Dü­ ğünlere, gezmelere böyle giderlerdi. Yine güneşli bir öğle sonrası, kö­ yün ormana bakan yamacında otu­ ran amcasının evine gittiğinde de, üzerinde böyle çiçekli giysiler vardı. Ama o zaman böyle 30 yaşının üze­ rinde, iki çocuk annesi değildi. Genç kızdı, 14'üne yeni basmıştı. Çocukla­ rının babası olacak olan esmer, karayağız delikanlıyla amcasının misafi­ riyken tanıştı. Yaşıtıydı. O gün utana sıkıla, tek laf etmeden, kaçamak ba­ kışlarla seyrettiği delikanlıya çeşme­ nin başında rasladı sonra. Korktu. Ya ikisini görselerdi, ne derlerdi köylüler. Ama yine de, onca yolu geçip her gün bir kaç kez çeşme başına gitme­ yi ihmal etmedi. Bir gün,"İsteteceğim seni" dedi, delikanlı. O'nu uçar gibi eve koşturan sevinci boşa gitmedi. Gerçekten de ailesini gönderip istetti O'nu. Ner­ gisin babası inatçı çıkınca, bir sabah üstü, yıldızlar sönmeye yüz tutarken delikanlının dedesinin evine kaçtılar. "Kendi rızamla kaçtım" dedi Nergis, 3 gün sonra evi basıp hepsini karakola götüren jandarmalara. Çok geçme­ den evlendiler.

Artık yeni bir yaşamı vardı Nergis'in. İki kişilik bir yaşamdı bu. Yüreğini ilk bölüşü buydu. Önceden de çok çalışırdı. Daha 10 yaşına yeni basmışken tütün tarlasında çalışma­

ya başlamıştı. Sabah çoluk çocuk git­ tikleri tarlalarında güneş doğmadan başlarlardı tütün kırmaya. Yaz güneşi en kızgın anına gelmeden de bitirirIerdi. Ardından, kucaklarında özenli desteler halinde biriktirdikleri tütün yapraklarını çizerlerdi. Elleri, saçları, tüm giysileri nikotinin sakızıyla yapış yapış, katranıyla kapkara olurdu. Yü­ reğini ikiye böldükten sonra daha da çok çalışmaya başladı Nergis. Köyle­ rinin kurulduğu dağların eteklerinden bereketli bir türkü gibi yayılan ova­ daydı tarlaları. Şimdi çalışırken, daha bir özenli, daha bir kıpırtılı yürekle di­ ziyordu tütün yapraklarını uzun iğne­ lere. 17 yaşına geldiğinde yüreğinden bir parçayı daha ayırdı. Bu üçüncü parça gün gün büyüyüp, 9 ay sonra dünyaya gelen bir oğul içindi. Adını Ayhan koydu kocası. Ayhan'ın şehit düşen bir devrimcinin ismi olduğunu o zaman öğrendi Nergis. Küçük dün­ yasının ufkunu genişletmeye çalışan kocasına karşı çıkmaya başladı. Köyleri devrimcilere çok uzak değildi. Yoksulluğu, ezilmişliği tanıyorlardı, Alevi gelenekleriyle büyümüşlerdi. Devleti sevmezlerdi. İlçedeki devlet memurlarının, jandarma kumandan­ larının mendebur suratlarını görme­ mek için, mecbur kalmadıkça kimlik kartı bile çıkartmamışlardı çocukları­ na yıllar boyu. Ama yine de kocası, yaz boyu balyaladıkları tütünden ge­ len parayı, başkalarıyla paylaşınca kızıyordu. Neden onların da bir ara­ bası olmasındı. Neden Turan, evde oturup gazete, kitap okuyacağına, sürekli onun yanında tarlaya gelmi­ yor, köyde dolaşmıyordu. Tamam, alevi olmasına aleviydiler ama bu devrimcilik de nesiydi? "Merak etme" diyordu kocası, arada bir başını okuduğu gazetesin­ den kaldırıp, "Evimin, tarlamın bir kıs­ mı senindir. Ama bir kısmı da devrim­ cilerindir. Bir gün buralardan gider­ sem eğer, sizi sevmediğimden değil­ dir. Sen yeter ki önüme engel olma." Belki biliyordu, kendi küçük evle-

MART 1996

rinin dışında da bir dünya vardı ama nelerine gerekti? Niye, -çok şüküremekleriyle kazandıklarını afiyetle yemek yerine acı çeksinlerdi, anlamıyordu. Kocası köydeki herkese birşeyler anlatıyor, onların sevgisini kazanıyor­ du. Bu arada köyün içinde birileri do­ laşmaya başlamıştı. Parkalarının al­ tında silahlarının namlusu görünen, uzun boylu, pala bıyıklı, babayiğit adamlar görülmüştü köyde. Nergis, onların kim olduğunu ve hiç de uzun boylu, babayiğit görünüşlü olmadıkla­ rını biliyordu. Onları seviyor, evinde barındırıyordu. Ama Ayhan'ı, kocası­ nı bir de yeni doğan küçük kızını daha çok seviyordu. Yüreğini en fazla dört parçaya bölebilirdi, daha fazlaya değil. Mevsim sonbahar sonuydu. Gür çam ormanlarının kapısı gibiydi evle­ rinin kapısı. Evleri dağların koynundaydı. Nergis, o gün sabahtan beri kapı­ nın önünde dolanıyordu. Bulaşık yıkı­ yor, su taşıyor, kendine iş buluyordu. Yüzünü sıkı sıkıya sarmasına rağ­ men, açık teni soğuktan kıpkırmızı ol­ muştu. Gözleri yaptığı işe değil, baş­ ka yerlere kayıyordu. Konuk bekliyordu Nergis. Gerçi geleceklerini söylememişlerdi ama, O geleceklerini tahmin ediyordu. Havlamasın diye evin köpeğini bağ­ lamış, kapıyı açık bırakmıştı. İçi, yine de rahat değildi. İğnelerinin uçları sararmış çam dallarının arasından çıkıp gelen iki ki­ şi, her zamanki gibi O'nu, yine evin çevresinde kendilerini bekler buldu. Selamlaşıp içeri girdiler. "Her babanın oğlundan istediği şeyler olur. Ben senden gerilla olmanı istiyorum. Devrimcinin oğlu devrimci olur" demişti babası Ayhan'a. Evin soba yanan odasında, Ayhan'ı kendi elleriyle yoldaşlarına teslim ederken: -Ben bu kadar yetiştirdim, öğretebileceklerimi öğrettim. Gerisini siz öğreteceksiniz, dedi. Sonra, baba sertliğindeki bakışlarını oğlunun üze­ rine dikti; -Burası Hareket'in evidir. Bir gün Hareket'ini terkedersen sakın buraya gelmeyesin. Seni istemem. Yüreğinin bir parçasını sıcak yu­ vasından koparacaklardı Nergis'in.


TAVIR

27

MART 1996

Ama sızlanmadı. Ko­ casının istediklerini yapmasına engel oldu diye kızıyordu kendine. Ayhan'a karışmaya­ caktı. Oğluna yeni bir mont, güzel, el örmesi bir kazakla, yeni bir pantolon giydirdi. En sevdiği yemeklerden yaptı. Konuklarla bera­ ber, alnından öptüğü oğlunu uğurladığında içinde bir boşluk doğ­ du, mahzunlaştı. Artık yüreğinin bir parçası, bir yerlerde, belki aç açık, belki yaralı, belki de ölmüş olacaktı ve Nergis bunun böyle olup olmadığını bile­ meyecekti. Mavi gözlerine hüznün kı­ pırtısı, ilk o gün bir sağlam yerleşti. Bu yüzden, haftalar sonra bir gün, içine çöken sıkıntının ne olduğu­ nu tam anlamadı. Çünkü hüzün ya­ şamının bir parçası olmuştu artık. Ama ya bu sıkıntı neydi? Halbuki oğ­ lu, Ayhan'ı konuğuydu o gün. "Ana" demiş ziyaretine gelmişti. Sevinmesi gerekirken... Derken kapı çaldı. De­ mek... Demek oğlunu istiyorlardı ge­ len jandarmalar ha? O elleriyle bü­ yüttüğü yürek parçasını örseleyeceklerdi demek. Nasıl, nasıl, nasıl?... Al­ lah mı, Muhammet mi, Ali mî? Kim yardım edecekti şimdi O'na? Vay O'nu, vay O'nu... Lanet olsun köpek­ lere! Lokma geçermiydi boğazından? Oğlunun etleri işkencelerle parçala­ nırken, yemek yiyebilir miydi? Kan kokardı sahanlar. Sıkılı bir yumruk yutmuştu sanki, tıkanıyordu boğazı. Gözlerinin altına morluklar indi. Saç­ larının pırıltısı kayboldu. Gözlerindeki hüzün kıpırtısına donuk çelik rengi bir ışıltı saplandı. Bir daha da hiç çıkma­ dı. Ancak oğlunun tutuklanıp ceza­ evine atıldığını öğrendiğinde eli ek­ meğe değdi. Hiç olmazsa ölmemişti, yaşıyordu ya, Nergis gider görürdü onu. Günü gelecek oğlunu bağrına da basabilecekti ama ne ki ovaya ba­ kan ormanlık dağlarda değil, duvarla­ rın ardında, zindanda... Uzun, demir parmaklıklı, sürgülü bir kapısı vardı cezaevi bahçesinin.

Artık iyi biliyordu burasını. Kocası gelmese bile tek başına bulabilirdi.. Kocasıyla birlikte görüş yerine adımı­ nı atar atmaz, gözleri parmaklıklı ka­ binlerde oğlunun yüzünü aramaya başladı. İşte yine, kirli cama, tellere rağmen, bölmenin ta öbür ucundaki oğlunu, Ayhan'ını görür görmez tanı­ dı. Yüzünde kocaman bir gülüşle, ne­ redeyse koşarak girdi kabine. Köyü anlatmaya başladı oğluna. Tütün kırma işi bir aydır sürüyordu. Herkes, çoluk çocuk ortalardaydı. -Ah, sen de olaydın da, hep birlik­ te ovaya... derken Nergis, Ayhan'ın yoldaşlarından biri sözünü kesti; -Nergis Ana, bugün buradan yol­ daşlarımızı dışarı göndereceğiz. "Nasıl?" diyebildi yalnızca."Senin de yardımını istiyoruz" dedi genç adam. Çokça düşünmedi. Elinden geleni de esirgemedi. Korkuyordu, yalan değil. Ama bu duvarların ardındaki oğullarının özgürlüğe kavuşması için üstüne düşeni yapardı. Yüreğini büyüteli çok olmuştu. Oğlunun yoldaş­ ları O'nun da oğluydu. Yüreğindeki sevgi çoğaldıkça genişliyordu yüreği. Kocası, kızı, oğlu, oğlunun yoldaşları ve o sarı yıldızın vaadettiği günler... Nergis, cezaevi kapısında gözal­ tına alındıktan sonra, kocasıyla birlik­ te tutuklanıp cezaevine getirildiğinde, oğluna işkence edenleri iyice tanı­ mıştı. Korkusu da sönüp gitmişti. Şimdi yaşadığı koğuşta onu "ana" di­ ye karşılayan kızlarla kaynaşmış, on­

ları da sahiplenmişti. Bir haftada kış gelmişti sanki ce­ zaevine. Esen sonbahar rüzgarının, avluların birinde uzun yıllardır duran çınardan kopardığı sararmış yaprak­ lar sürükleniyordu havalandırmadaki kalabalığın ayakları dibinde. Hepsi­ nin gözleri O'na dönmüştü, ağzından çıkacak sözü bekliyorlardı. Oğlu, Ay­ han'ı yanında dimdik duruyordu. Kocasının şehit düştüğünü bari­ kat arkasında öğrenmişti. Jandarma­ ları önceden de tanıyordu, önceden de sevmezdi. Ama bu kez, gelenlerin insan olmadığına emin oldu. Oğlu­ nun, kocasının kaldığı koğuşlara sal­ dırıyorlardı köpekler gibi. Patlayan her bombayla birlikte içinde bir uçu­ rum kopuyor, isyan ediyordu. Duvar­ lar, demirler, kendi kurdukları barikat yol verse, koşsa, gitseydi onların ya­ nına. "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganına O da katıldı. Gözlerinin hü­ zünlü, kıpırtılı çelik pırıltısından yaş süzülmedi. Hınçtan kurumuştu göz pınarları. Şimdi böyle, bayrakların ve pan­ kartların altında, şehit kocasının res­ minin önünde, oğlunun yanıbaşında, . kocasını anlatacaktı. Çınar yaprağını O'nu izleyenlerin ayakları dibinde sü­ rükleyen rüzgar, siyah eşarbının çi­ çekli işlemelerini bir isyan bayrağı gi­ bi dalgalandırıyordu. -O benim hem eşim, hem yoldaşımdı, dedi.


TAVIR

28

MART 1996

ERDEM AYDEMİR

D

ik gözlerini, Mar­ mara'nın engin sularına; dalgaları ne kadar da coşkulu. Gözlerinle boğazın masmavi sularını izle. Çöl­ de kıvrımlar çize­ rek süzülen bir yılanı andırıyor. Uzan Karadeniz'e. Sivastopol'da dalgalanan kızıl bayrağın, alınteri ve göznuruyla işlenmiş orak çeki­ cin parlayan yansımasını görecek­ sin. Hala dipdiridir; köhnemiş Kara­ deniz'in karanlık ve dipsiz derinlik­ lerine meydan okuyor. Bırak saçla­ rını efil efil esen seher yeline, savrulsun sağa sola; okşasın ülkemin sıradağlarını da. Zılgıt çekiyor kızıl­ cıkların, köknarların ve çamların hı­ şırdayan dalları, yaprakları. Kulak ver. İsyanın ezgisidir bu. Sarıyor Anadolu'mu... Dik gözlerini kâra gözlüm. Bırak kendini yedi tepeli şehrin kollarına. Her tepesinde ayrı bir sevdanın hüznü ve sevincine tanık olacak­ sın. Adım attığımız her sokak, geç­ tiğimiz her kapı, rastladığımız her ağaç, dönüş yolumuzdaki akşam rüzgarı kavgamızı anlatıyor. Eme­ ğin kentidir burası. İlmik ilmik, hüc­ re hücre üretilen bereketli sevdanın boy verdiği kenttir. Daracık sokakların kuytu köşe­ lerine bak. Dağların doruklarında arsızca başını uzatmış canemerkler gibi bizi seyrediyorlar. Sığmaz­ lar kabına. Yırtarlar kabuklarını. İs­

yanın adı, baharın gerillasıdır on­ lar. Acıya, hüzne yoldaş oldular. Bazen duvardaki slogan, gerili bir pankart, bazen dilden dile dolaşan bir türkü, bazen de hainin yuvasını delen bir kurşun ve kentlerden bo­ şalmış bir seldir onlar, meydanları sarsan... Bak, dümenini sağa sola kıra­ rak mavilikleri yaran gemilere. "Ka­ dıköy, Kadıköy!" diye bağıran sivri buruntu ve dizlerine kadar çektikleri çizmeleriyle yerinde duramaz ol­ muş denizin çocukları. Belki birgün cephane taşıyacaklar yeraltı ordu­ suna. Bak, adı yasak ülkenin insanla­ rıyla dolmuş Kadıköy'ün meydanla­ rı. Yırtmışlar inkarın kabuğunu. Ko­ nuşmalarıyla meydan okuyorlar ya­ saklara. Her renkten, her milliyet­ ten insanların kardeşliği boy veri­

yor, güzelim memlekette her şeye inat... Bak, duraklar insan seli. Günlük dertlerle doludur fileleri, gözleri. Yaşamları sırtlarındaki denklere sığdırılmış. Bak, sararmış benizle­ ri, yağlı yakaları ve solgun elbisele­ riyle banliyö trenine koşan insanla­ ra... Rojda'ya bak. Saçları dağınık, uykusuz gözlerindeki umudu ovu­ yor. Metropole gelmenin sevincini yaşamak istiyor gibi... Unutuldu ah "Şu Kalamış so­ kakları","Üsküdar'a giderken...". Nostaljidir Osmanlı kültüründen geriye kalan. Boğazdaki yalılarda oturuyor yine hayatlarımızı çalan­ lar. Yozluk aynı talan sofralarında, bolluk gösterişli... Bir durak sonrası Söğütlüçeşme'dir. Bak Yoğurtçu Parkı'nda in­ sanlar birikmiş, ellerinde "Memuruz Haklıyız..." pankartıyla yürüyüşe


TAVIR

MART 1996

hazırlanıyorlar. Yeni değildir bu so­ kakların yükselen sesle tanışıklığı, öyküsü. 15-16 Haziranlar'ı hatırla; ayak sesleri yankılanıyor hala as­ faltta, silinmemiş izleri:.. Yetmiş se­ kiz, seksenli yılların görkemini ha­ tırla. Abdullah Meral, kürsüden es­ naflara sesleniyor. Dev Gençlilerin en önündedir O. Sıcacık gülümsemesiyle bakıyor Kadıköy'e... iyi ite kötü bir arada yaşıyor barışık olmadan. Bak, Moda'ya, Suadiye'ye ve Bostancı'ya. Bak kuşbakışı gözlüyor etrafı haramile­ rin köşkleri. Berrak değildir duygu­ ları. İhtiraslı, acımasız yürekleri gibi yapıları da böbürleniyor. İnsan sohbetlerinden yoksun telefon ko­ nuşmaları; alıyorlar, satıyorlar sa­ dece... Gördüklerin seni yanıltmasın kara gözlüm. Kaydır gözlerini arka sokaklara. Uzanıver bakışlarınla Maltepe'ye, Kartal'a ve Pendik'e. Yabancısı olmadığın kokuyu tada­ caksın oralarda. Hangi taşı kaldırsan altından tarihimiz çıkıverecek­ tir karşına. 71 Haziran'ının sıcak gülümseyişiyle aydınlanacak yü­ zün. Bak adalılar türkü tutturmuş. Türküleri sevdalıdır bu memlekete. Mahir'in gözleri, ihanete ve cücele­ rin köhnemiş dünyasına meydan okuyor. "Ada'm ormanlıktır" diyor. Karanlığın cüceleri küçülüyor, kü­ çülüyor karşısında. Alnında kızıl yıldız var Cevahir'imizin. Halkının kalbinde sonsuzluğa dek yerini al­ maya hazırlanıyor. Bak, Dragos'ta halkın adaleti hesap sormuş. Cel­ latlar panik içindeler. Ahmet Karlangaç'ın gözlerindeki özgürlük parıltısı korkulu düşlere sürüklüyor onları. Az ötede Gebze... Kadınlar eş­ lerinin kaderine ortak oluyorlar. El­ lerinde fileler, tencereleriyle barika­ ta yemek taşıyorlar. Hastaneler­ den, mikroplu sulardan zehirlenmiş bebeklerin inleyişi yükseliyor. Bak Sultanbeyli'nin, Dudullu'nun çamur kokan sokakları ayakta. Ümraniye, tarihin onurlu sayfasında yerini almanın gururuyla bakıyor. Bir Mayıs Mahallesi'nde barikatlar yerli yerin­ de. Oniki can gözleriyle İstanbul'u süzüyor... Tanı bu sokakları, bu caddeleri. Kavganın kızıl birlikleri nizami di­

29

sipliniyle kortejlerin en önünde yer­ lerini almaya hazırlanıyor. Umudun adı geçecek düzenli yürüyüşüyle. Çiftehavuzlar'dan yükselen sese kulak ver. Sabo'nun sesidir bu. Kavgaya çağrıyor Kürt kızı. Bak dalgalanıyor bayrak. Nöbet teslim töreni yapılıyor. Ve son kez bakıyor sevda diyarına; "Halkımı ve ülke­ mi... çok seviyorum..." diyor, gönde­ re orak çekiçli bayrağı çekerek... Karşıda Taksim duruyor; hakim tepedeki veriyle. Yasaklıdır o şimdi emeğe. Sağında haramilerin mer­ kezi Hilton ve diğerleri bakıyor hain gözleriyle meydana. "Yıl 1977", di­ yor ozan. Beşyüzbin emekçi girdi Taksim Meydanı'na. Öyle bir İstan­ bul, öyle bir İstanbul ki... Böyle başlar Taksim'in öyküsü. Bayrak­ larla, pankartlarla zapt edilmişti meydan. Hep bir ağızdan kavga türküleri söyleniyordu. Korku sar­ mıştı cellatların yüreğini. Boğmak istediler seslerimizi. Ve doğruldu namlular. Yükseldi mitralyöz tarakaları. Geride çiğnenmiş bedenler, boylu boyunca uzanmış otuz altı can. Kavganın adı konuldu o gün. İhanete ve teslimiyete bayrak aç­ manın adı oldu o gün. Simgedir, genç ve namustu yüreklerde... Bundandır her yılın Bir Mayıs'ında kavganın yeniden alevlenmesi. Otuzaltı canla başladı bu kavga. Şimdi beşbin Mehmet'in yüreğinde yanan ateşle harlanmaya devam ediyor. Ya sen İ.T.Ü. tarihini bilir misin karagözlüm? Kulak ver o halde Maden Fakültesi'nin anfisinden yükselen sese. Bu ses Sinan'ın se­ sidir. Altıncı Filo'nun kovuluşunu ve Coniler'in boğaza nasıl döküldükle­ rini anlatıyor; "Sığmayız anfilere!" diyor ve işaret parmağıyla varoşla­ rın, fabrikaların yönünü tayin ediyor Necdet Pişmişler... Bir seher vaktiydi. Şafağın ala­ cakaranlığı yavaş yavaş yerini sa­ bahın ilk aydınlığına bırakıyordu. Yıldız Parkı'nın insanı çeken cazi­ besi her zamanki gibi dayanılmaz­ dı. Koca çınarların dalları arasın­ dan süzülen güneş ışıkları insanın yüzüne tatlı bir sıcaklıkla vuruyor­ du. Bitkiler, kuşlar, böcekler can­

lanmaya başlamış, kuşlar insanın kulaklarını okşayan güzellikte bir senfoni tutturmuşlardı. Doğudan yükselen bu senfoni, yeni demlen­ miş çaylarını yudumlayan insanları değişik duygulara sürüklüyordu. Çok sürmedi bir tedirginlik sardı her yanı. Büyülü güzellik bozuldu. Bütün canlılarda bir tedirginlik baş­ ladı. İç okşayan ezgiler yerini kar­ makarışık ve anlaşılmaz seslere bırakmış, koca çınarlar yerinde du­ ramaz olmuşlardı. Göz pınarlarındaki kuşlar susmuştu. Sarılmıştı Balmumcu, Nişantaşı ve Etiler. Ak­ şam evine erken dönmenin sevin­ cini yaşamak isteyenler, köşebaşlarını tutan panzerlerin ürkütücü çeliğine çarpıyordu. Ellerinde ağır silahlar yüzlerinde kar maskeleri vardı işgal ordusunun. İnsanlar ev­ lerinden iteklenerek çıkarılıyordu. Her taraf sarılmış eller tetikte... Sa­ bırsızlıkla, ağabaları Bush'a kurban sunmak için bekliyordu cellatlar. Akşam alacakları ikramiyelerin sabırsızlığıyla. "Bize Ölüm Yok" haykırışlarıyla sarsıldı İstanbul. Kavganın ustaları vardı bu savaşta. Kırkında "Makarenkolar"*, yirmisindeki kavganın çıraklarıyla omuz omuzaydılar. Laz'dılar, Gürcü'ydüler, Kürt'tüler, Çerkes'tiler. Aynı hamur teknesin­ de yoğrulmuşlardı ortak idealleri için. Kudurmuştu cellatlar. Bekle­ miyorlardı direnişin böylesini. Şaş­ kınlık ve korkuya sürüklemişti onla­ rı bu görkemli direniş. Ve baktı kavganın ustası son kez İstanbul'un dost ve tanıdık semtlerine, sokaklarına. Gözlerin­ de görevini yerine getirmenin mut­ luluğu vardı. Sürdü son kurşunu da namluya. Ve bundan böyle her Temmuz'un onikisinde cellatlar ağ­ layacaktı bu ülkede... Secdeye durdu koca çınarlar. Ürkek değillerdi artık kuşlar. Onlar da törene dahil oldular. Caddeleri, sokakları ölüm sessizliği kapladı. Bu, başlayan isyanın ayak sesleriy­ di. Bak şaha kalkmış Gültepe. Ka­ çacak yer arıyor faşistler. Kamyo­ net kasalarına zulalanmış , hesap soran namluları görür gibi oluyorlar yeniden. Her sokağını birer mevzi


30

TAVIR

MART 1996

FOSEM

haline getiren işçiler meydanlara akın ediyorlar Çeliktepe'den. Bak, Kuştepe ve Çağlayan sokaklarındaki devriyelerin arasında Mustafa da var. Yüzündeki fuları ne kadar da yakışmış. Kimlik soruyor gelen geçenden. Bak, Çağlayan Deresi'nin, Kağıthane'nin her köşebaşı "Che yaşıyor!" diyor. Mahir elde mavzer olmuş. Ya sen! tarih yaz­ manın ne olduğunu bilir misin?... Tarihi yaşatmayı, yüceltmeyi... Bak karşıda selamlaşan köprünün ayaklarına. Geçmişle gelecek ara­ sındaki köprünün ayaklarıdır. Bak, Gazi çembere alınmış. Nurtepe, Okmeydanı ve Armutlu, Gazi'yle elele tutuşmuş, balaya durmuşlar. İşgal ordusu taarruz hazırlıkları ya­ pıyor. Karartmak istiyorlar masma­ vi gökyüzünü. Aldırmıyor Sevcan, gülücükler saçıyor yaşıtlarına. Cel­ latlar taptaze yüreğini almak isti­ yorlar. Vermemek için direniyor Sevcan. Yanıt veriyor Sezgin, Sevcan'ın gülücüklerine. Barikattan barikata koşuyor. Elinde emeğin simgesi var. Gözlerini oyuyor düş­ man panzerlerinin. Sevcan'a el sal­

lıyor şimdi. Pay­ laşmanın güzelli­ ğini anlatıyor... Körükleniyor ateş. Bir ucu Nurtepe'de, bir ucu Okmeydanı'ndadır körüğün. Rıd­ van var bir ucun­ da. Sırada bekli­ yor Alibeyköy ve Hasköy... isyan ateşi­ nin alevleriyle kı­ zıla boyandı gök­ yüzü. Aydınlanı­ yor Anadolu'm, tutuşuyor dağ taş. Bak, Sibel'in gölgesi vurmuş karşı tepenin ya­ macına. Sert adımlarla yürür yor. Yürüyor üstüne üstüne cel­ latların. Büyümüş umudun adı. La­ yık olmak için emir yağdırıyor müfrezesine. Geçtiğin her sokakta ve cadde­ de onu göreceksin. Koyu bir soh­ bete dalmış şimdi. Gülümsüyor ge­ lip geçenlere. Milislerin geçit töreni­ ni izlemeye hazırlanıyor. Galata Kulesi'nin başı dimdiktir şimdi. Bin yılları aşan utancını üze­ rinden atmanın rahatlığını taşıyor. Yeni bir sayfayla açmak istiyor öm­ rünü. Gönüllerinde taht kurmuş ço­ cukları, analarının. Kayıp anaları, hasretli bir iç çekişle, öfkeli bakış­ larla evlatlarını arıyorlar. Karartıl­ mak istenen gökyüzünü mumla ay­ dınlatıyorlar Galatasaray Meydanı'nda. Salıncaklar taşımışlar her Cumartesi, atlı karıncalar... Cemreler suya düşer her Mart'ın yirmibirinde. Doğa inatçılı­ ğını bırakıverir bu ayda. Sevenle­ riyle barışa oturur. Aralarındaki buzlar çözülüverir. Yepyeni bir ya­ şam başlar yeryüzünde. Kar yerini baharın bereketli topraklarına bırakır. İç karartan renklerini söküp atar, yemyeşil bir gelinlikle bezenir. Ağaçlar dal, budak salar. Meyveler çiçek açar. Doğurgan anaçların cö­ mertliği, doğayla uyum içerisinde

olur bu mevsimde... Beyazıt Meydanı canlılığından bir şey kaybetmemiş. Hatice, Newroz hazırlıklarının heyecanını taşı­ yor. Sarı, kırmızı ve yeşil fularını takmış ateşi körüklüyor. Etrafında halaya duracak, üzerinden atlaya­ caklar ateşin... Ellerinde kozalaklar, sırtlarında çam kokuları, Karadeniz içlerinden inmiş Recai ve Avni. Huzurlu bir iç çekişle Canikler'i, Kaçkarlar yüce­ lerini düşleyip mermi basıyorlar şarjörlere. Devrim ordusu çalışkan, becerikli. Kadırga'dan, Gedikpaşa'dan, Gültepe'den, Maltepe'den yürüyor şehir. Kalbi küt küt atıyor, damarla­ rı kan revan; köpürerek, dalgalana­ rak akıyor varoşlar. Fabrikalar, atölyeler boşalmış. Alibeyköy, Silahtar'ı, Kağıthane'yi katmış önüne bir koşudur tutturmuş. Şehrin etek­ leri tepelerine, tepeleri denizlerine doğru akıyor. Şehirlerarası yollar, limanlar, köprüler tutulmuş. Bir uğultu kaplamış göğü, dağıtmış ka­ ra dumanını, İstanbul nefes nefe­ se... Sanayi Mahallesi'nden yürü­ yenlerin önünde Niyazi'ler, Sabo'lar... İbrahim Erdoğan, Ali Rıza, gencecik parıltılı gözlerle Kenan Aydemir ve niceleri bayraklara sa­ rınmış geliyorlar. Hasan alnında bi­ riken terleri siliyor, mendili al. Hay­ dar gülümsüyor Apo'ya; gülüşü Eda'lı, Fuat'lı. Yürüyüş halayının bir ucu Bağcılar'da. Halay başında bayrak dokuyor Hüseyin. Yeri göğü çınlatıyor Güner'le Özlem; bütün şehitlerin soluğu karışmış zılgıtları­ na. Tilili de tilili... Resmi geçitlerle girilecek mey­ danlarına. Bekle bizi İstanbul...

(*)Makarenko: Yunan iç savaşın­ daki bir savaşçı.


TAVIR

MART 1996

31

TAVIR

yazılmaya devam eden bir tarih:

ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ

İ

nsan yaşamında bazı gön­ ler diğerlerinden ayrılabili­ yor. Kimileri için bir önce­ kinden farklı olmayan o gün, bir başkasını mutlu eden ya da ona acı çektiren bir gün olabiliyor. Kiminin doğum günü, ölüm yıldönü­ mü, kiminin örneğin evlendiği gün ya da uzun bir işsizlikten sonra işe başladığı gün, o insan ve yakın çevresi açısından belli bir anlam taşısa da, bir çok insan tarafından bir değer ifade etmeyebiliyor. Ama pek çok insanı ilgilendiren günler de var; Anneler günü, bayramlar, yılbaşı gibi örneklerini çoğaltabile­ ceğimiz toplumun önemli bir kesimi tarafından sahiplenilen ve tarihsel bir önem taşıyan günler. Tabii bir de günümüz dünyasında ezen ve ezilen sınıfların her ikisini birden il­ gilendiren, ezilenin ezenden büyük mücadelelerle kopardığı, dört elle sarılıp, yıllar, onyıllar, yüzyıllar öte­ sinden bugüne taşıdığı günler var. 1 Mayıs, 8 Mart, 17 Ekim, 30 Mart, 21 Mart, 12 Temmuz, 17 Nisan, 4 Ağustos, 2 Temmuz, 14 Mart vb. gibi , ezeni telaşlandıran,korku­ tan, bu yüzden çarpıttığı, kiminin ismini değiştirdiği, kimini ise kendi günü haline getirmeye çalıştığı günlerdir bu günler. Peki 3 Ekim

1995'e ne demeli? Ya 27 Kasım 1995'a, ya 4 Ağustos 1995'e? Hangi kategoriye girer bu günler? 3 Ekim Grup Yorum'u sahiplenme günüdür. 4 Ağustos Grup Yorum'un CHP İstanbul İl Merkezi'ni işgal ettiği, 27 Kasım ise Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi'nin açıl­ dığı gündür. Böylesi günlere nasıl geldiğimize, bakıldığında halkları­ mızın özgürlük mücadelesi ve bu­ na bağlı olarak Devrimci Halk Kül­ türünü yaratma kavgamızda tarih­ sel bir değeri olan ve bu nedenle emekçi halklara malolmuş günler olduğunu görebiliriz. 6 Temmuz günü Ortaköy Kültür Merkezi kapatıldı. Birdenbire olan, bizi şaşırtan bir olay değildi elbette. Sınıflar savaşında nasıl ki hiç bir zafer ya da yenilgi bir sürpriz değil­ se, OKM'mizin kapatılması da bir çok nedenin sonucuydu. Egemenlerin tarafında bu ne­ denler şöyle sıralanıyordu: 1. Amacına uygun faaliyet gös­ termemek, 2. Yasadışı örgüt mensupları ve sempatizanlarının toplanma, buluşma ve barınma yeri olarak kullanılması, 3. Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü hedef alan propagandaların yapıldığı yer hali­

ne dönüştürülmesi. Valilik ve Emniyet Müdürlü­ ğünün kapatma ve faaliyetten men kararlarını oluşturan gerekçelerin altında yatan gerçek ise şuydu: Halkımızı ve vatanımızı sevme­ miz. Kültürel ve sanatsal çalış­ mayı burjuva ve küçük-burjuva niteliğinden koparıp, halk kurtu­ luş savaşının bir alan faaliyeti niteliğine büründürmemiz; amaçlarımız, hedeflerimiz. 8 yıl­ dır oluşturduğumuz ürünlerle üretimlerimizi halka ulaştırma yöntemlerimiz, yani sanatsal fa­ aliyetlerimiz. Hiç bir baskı ve en­ gel karşısında geri adım atmayıp, kendimizi yenileyebilmemiz. Sanatın halk için yapılması ger­ çeğini soyut laflardan ve tartış­ malardan çıkarıp, üretimlerimizi halkın yaşamına ve mücadelesi­ ne taşıyabilmemiz, onların ger­ çeğinden ve değerlerinden oluş­ turabilmemiz. Devrimci savaşı­ mın yarattığı yeni değerleri sa­ hiplenmemiz, halkların özgürlü­ ğüne, kurtuluşuna olan inancı­ mızın şekillendirdiği ideolojik perspektifimizi dile getirmekten sakınmayışımız, bundan gurur duymamız; bu konuda dolam­ baçlı yollara, cambazlıklara baş­ vurmamamız. Kendimize güveni-


32

TAVIR

miz. Yozluğa, dejenerasyona, yabancılaşmaya direnmedeki ıs­ rarımız; ilkeli ve disiplinli dev­ rimci yaşam biçimini hayata ge­ çirmedeki samimiyetimiz. Evet, samimiyiz ve kimseden saklamıyor, sakınmıyoruz. "Aman, başımıza bir hal gelmesin" kaygı­ sıyla anlamsız, soyut sanat biçim­ lerine ya da benzeri "kurnazlıklara" başvurmak, bizi ancak halktan ko­ parır, elit bir kesimin alkışladığı bir kısır döngüye, süreç içerisinde de inançsızlaşmaya götürürdü. Bun­ dan uzak durduk her zaman. İşte bu yüzden kapatıldı OKM. Ama ka­ nıksanabilir, doğalmış gibi davranılabilir mi? Elbetteki hayır. Sorun, faşizmin böylesi saldırılarına ve po­ litikalarına hazırlıklı olabilmek, yeni mevzilerin çalışmalarını bugünden programlayabilmek ve çok daha zor koşullarda emekçi halkın sana­ tının nasıl yapılabileceğinin alt ya­ pılarını oluşturabilmek. 6 Temmuz 1995 Perşembe günü ellerimizde birkaç parça eşyayla dışarıda kal­ dığımızda, herşeyden önce önü­ müzdeki sürecin üstesinden gele­ bileceğimiz inancını, karalılığını ta­ şıyorduk. BASKIN, TALAN, GÖZALTI Kapatılmadan 1 hafta önce OKM'miz polis tarafından 2 defa

üstüste basılmış, talan edilmiş ve bizler de gözaltına alınmıştık. İlk baskın onlarca sivil polisin saldırı­ sıyla oldu. Çevredeki esnaf saldırı­ nın başlangıç anını bizlere anlatır­ ken, o anki heyecanı yaşıyor gibiy­ diler. Önce OKM'nin bulunduğu pa­ sajın etrafı boş. Yani "normal in­ sanlar" var. Birden bir telsizden Tamam" komutu ve dört bir yan­ dan ortaya çıkan "normal olmayan insanlar". (Bu nitelemeyi bir turne sırasında bir dostumuzun küçük oğlu yapmıştı. Sivil polisleri gördü­ ğünde "şunlara bakın tıpkı normal insanlar gibi dolaşıyorlar" demişti.) Polisler ellerinde silahlarla OKM'ye doğru saldırıya geçiyorlar. Ancak içeriye girdiklerinde hayal kırıklığına uğruyorlar. İçerideki "ya­ sadışı örgüt mensupları ve sempa­ tizanları"nın sayısı çok az. Yalnız­ ca 7 kişi. Oysa kendi ifadelerine göre (yani istihbaratlarına) en az 40-50 kişi olması gerekiyormuş. Arkadaşlarımızı gözaltına alıp "arama" yapıp gidiyorlar. Bir kıs­ mımız bu haberi Tavır dergisinin 35. sayısının paketleme çalışmala­ rı sırasında matbaada alıyoruz. OKM'ye vardığımızda"arama"nın sonuçlarıyla karşılaşıyoruz, yani talanla. Hiçbir şey yerinde değil, bütün odalar dağıtılmış, masalar, dolaplar boşaltılmış ve eşyalar, ev­

MART 1996

raklar, arşivler, müzik aletleri, tiyat­ ro kostümleri, oyun metinleri... herşey heryerde. Ertesi gün bir basın toplantısı düzenliyoruz. Basınla birlikte bir­ kaç televizyon kanalı da gelip tala­ nı görüntüiüyorlar. "DEVRİMCİ SANAT SUSTURULAMAZ/ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ" imzalı pankartımızın önünde baskını, gö­ zaltı ve talanı protesto edip, arka­ daşlarımız bırakılana kadar açlık grevi yapacağımızı ilan ediyoruz. Bir gün sonra ise pankartımızı OKM'nin girişine asıyoruz. Çok geçmeden tekrar baskına uğruyoruz. Bu sırada telefonda Cumhuri­ yet Gazetesi yetkililerine basın top­ lantısına neden yer vermediklerini, kültür merkezinin basılıp, talan edilmesine, sanatçıların gözaltına alınmasına neden duyarsız kaldık­ larını soruyorduk. Karşımızdaki ses "çok ağır konuşuyorsunuz" di­ yor. Eleştirimizin ağırlığını, hafifliği­ ni tartışırken yeniden geliyor polis­ ler, "işte" diyoruz, "Yine geldiler, bu sefer de duyarsız kalın bakalım." Kapatıyoruz telefonu. "Bizimle ge­ leceksiniz" diyor polisler. "Gelmiyo­ ruz" diyoruz. Uzun süre tartışıyo­ ruz. Bizi ikna(!) edemiyorlar. Sayı­ ları az olduğu için destek kuvvet is­ tiyorlar. Az bir vaktimiz var. Tele­ fonla arayabildiğimiz her yeri arıyo­ ruz. Gazeteler, televizyon­ lar, radyolar, Demokratik Kitle Örgütleri, yurtdışı insan hakları kuruluşları... Bir rad­ yo bizimle canlı yayın yap­ mak istiyor. Çevik kuvvet, el­ lerinde coplarla odaya daldı­ ğında telefonu açık bırakıyo­ ruz. 14 kişiyiz, kenetlenmişiz birbirimize. "İnsanlık Onuru işkenceyi Yenecek!", "Tür­ küler Susmaz, Halaylar Sü­ rer" diye slogan atıyoruz. Bi­ zi birbirimizden koparmaları çok zor oluyor. Tek tek çıka­ rabiliyorlar OKM'den. Slo­ ganlarımızı kesmiyoruz. Po­ lis otobüsünde de devam ediyoruz. Yüzlerce insan bi­ rikmiş sokağa. Büyümüş gözleriyle izliyorlar saldır­ ganlığı. Hepsi tanıdık. Yıllar­ dır iç içe yaşadığımız, alış­ veriş yaptığımız, misafir ol-


TAVIR

MART 1996

duğumuz, misafirimiz olan insan­ lar. İlerleyen günlerde onları ziyaret ettiğimizde bize olan sevgilerinin artmış olduğunu gözlemledik. Ne kadar efendi, ahlaklı insanlar oldu­ ğumuzu, olumsuz yanımızı görme­ diklerini söylüyorlar. Farklı bir sa­ nat yaptığımızı belirtiyorlar. Bazen çalışmalarımızın sesleri dışarıya taşıyormuş. "Dağlara Gel'in hazır­ lık çalışmalarına tanık olduğunu söylüyor pasajdan bir esnaf. "Siz geri gelmezseniz buralar çok boş kalacak" diyor bir başkası. OKM'nin OKM olmadan önceki ha­ lini anlatıyor yaşlı bir esnaf. Adeta fuhuş yuvası olan mekan bizlerin gelmesiyle düzelmiş... Şu anda uzağız ama daha bir dostuz onlar­ la. Gazeteciler de var gözaltına alınmamızı izleyenler arasında. İç­ lerinden bir tanesi gördükleri karşı­ sında ağlıyor. Zafer işareti yapıyo­ ruz otobüsten. Ellerimize vuruyor­ lar joplarla. Türkü söylemeye başlı­ yoruz. Çok coşkulu ve sert söylü­ yoruz "Dağlara Gel'i. Aramızda Grup Yorum ve Özgürlük Türküsü'nden de arkadaşlar var. Ama herhalde hiç bu kadar kötü söylen­ memiştir bu türkü! Çünkü soluk soluğayız ve "Başınızı önünüze eğin!", "Dışarıya işaret yapmayın!", ."Sağa, sola bakmayın!" vs. komut­ larına türkümüzün sözleriyle cevap veriyoruz. Üçüncü dörtlüğe soluğu­ muz yetmiyor. Beşiktaş Emniyeti'ne getiriliyoruz. En üst kata çıka­ rıyorlar. Son çıkarılan arkadaş gör­ düğü manzaranın korkunçluğunu anlatıyor. "Bir film karesi, bir düş gi­ biydi" diyor. Bizler altta, polisler üs­ tümüzde tepiniyorlar. Sonra kendi­ si de dahil oluyor film karesine. O anda ne korku, ne acı hiç bir şey hissetmiyorduk. Bizlerden yere yüz üstü yatmamızı istemişler biz de kabul etmemiştik. Tekrar başlıyo­ ruz sloganlara, ayağa kalkıyoruz. Bu sefer yüzümüzü duvara dönme­ mizi söylüyorlar. Dönmüyoruz. İçle­ rinden biri bağırıyor: "Sizden kork­ tuğumuzu mu zannediyorsunuz? Birimizi, ikimizi öldürseniz de bu teşkilatta binlerceyiz." Şimdi anlıyorduk. Korkuyorlardı. Kendilerini görmemizi istemiyorlardı. Bizse ka­ rarlıydık, yüzümüzü duvara dön­

33

meyecektik. Sinir ve moral savaşı­ nın içindeydik. Yüzü koyun yere yatmak, yüzleri duvara dönmek, boyun eğişin, suçluluk duygularının ifadeleriydi. Bugüne kadar ne yap­ tıysak meşru ve haklıydık. Bir yan­ dan devrimci sanat faliyetleri, dev­ rimci bir yaşam tarzı, diğer yandan karşı devrimci bir baskı, engelleme faaliyeti. Herşey net ve bu kadar basitken onların istediklerine uy­ mak; tüm meşruluğumuzu alıp gö­ türmekten, bugüne kadar gerçek­ leştirdiklerimizin doğruluğuna olan inancımızı zedelemekten, kendimi­ ze olan güveni ve saygıyı yitirmek­ ten başka neye yarar? "Burada si­ zin değil bizim kurallarımız geçerli­ dir" diye bağırıyor bir başkası. Ku­ rallarına uymuyoruz. Geri çekilmek zorunda kalıyorlar. "Mecburen" bu­ lunduğumuz salona girip çıkıyorlar. Ne düşündüler acaba? "Eh! Ne yapalım? Battı balık yan gider" demiş olabilirler! Bulunduğumuz yer "çevikler"in bekleme salonu. İçlerinden biri özellikle öne çıkıyor. Amirleri ne dediyse o da tekrar ediyor. Amirleri gittikten sonra da devam ediyor. Gözünün yükseklerde olduğunu düşünüyoruz. Kısa sürede karar­ laştırıp "tuvaletçi" yapıyoruz onu. 14 kişiyiz, 4. kattayız ve hepimizi sırayla en alt kattaki tuvalete indirip çıkarıyor. Gün boyu bir kaç defa tekrar ediyor bu durum. Tuvalet ih­ tiyacımız için onlarca çevik kuvve­ tin arasında özellikle ona gidiyoruz. Diğerleri de yardımcı olmuyor ona. Aralarındaki bağ bu kadar işte. Aklımız sürekli OKM'mizde. Kimse kalmamıştı orada ve ne du­ rumdaydı acaba? Tekrar talan edil­ miş miydi? Ama kaygılarımız boşu­ naymış. Daha önce de varolan ama o gün daha bir nitelikli hale dönüşen bir dayanışma örneği ya­ şadı OKM. MKM, Yapı Sanatevi, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Stran Kültür Merkezi ve Genç Ekin Sanat Merkezi'ndeki devrimci sa­ natçı dostlarımız, "Madem OKM'deki herkes gözaltında, o hal­ de biz açıp kaparız orayı" diyerek harekete geçmişler bile. Devrimci dostluk ve dayanışmanın güzel ör­ neklerinden biridir bu. İleriki süreç­ te bu dayanışma, sahiplenme daha

da gelişecek ve yeni örnekler yaşa­ nacaktı. Dostlarımız OKM'ye gel­ diklerinde 2 gün önce gözaltına alı­ nan arkadaşlarımızla karşılaşıyor­ lar. Arkadaşlarımız DGM'ye, savcı­ lığa çıkartılmışlar ve oradan da serbest bırakılmışlardı. Biz de ertesi gün Adliye'ye götürülüyoruz. Savcılığa tek tek çıka­ rıldığımız için oradaki uzun bekle­ me süresinde, tuvalet ihtiyacımızı aynı polisle gideriyoruz. Akşam üzeri serbesttik. Polisin raporunda ona mukavemet ettiğimiz, "katil po­ lis" diye bağırdığımız, ellerimizdeki kitapları onlara fırlattığımız, ifade vermediğimiz için örgüt üyesi oldu­ ğumuz gibi iddialar vardı. Yargılan­ mamız devam ediyor. Karşılaşma...4 gün boyunca görüşmemişiz. Nasıl da özlemişiz birbirimizi. Daha OKM'nin girişinde kucaklaşıyoruz. Halaylar çekiyoruz ardından. Yanımızda ailelerimiz de' var. Katılıyorlar halaya. Bir hafta sonra ellerinde valili­ ğin emri, mühürlemeye geliyorlar. Geç saatte geldikleri için az insanla 'Yakalanıyoruz". Bu nedenle birkaç teknik malzemeden başka eşyayı dışarıya çıkartamıyoruz. İçeride kalan her şeyin ayrı ayrı değeri var bizler için. Alınterimizle, inancımız­ la ilmek ilmek ördüğümüz, geliştir­ diğimiz mücadelemizin ürünü on­ lar. Bizim olan, halklarımızın olan değerler herbiri. Yeni bir süreç var önümüzde: Zor, sıkıntılı, yeni ener­ jileri, yaratıcılıkları gerekli kılan bir süreç. OKM'nin bir mekandan iba­ ret olmadığını, egemenlerin orayı kapatarak devrimci kültür-sanat fa­ aliyetlerimize set vuramayacağını, bu süreçten daha güçlü çıkarak kanıtlamalıyız halklarımıza. BİR BÜYÜK KONSER Hemen başlıyoruz çalışmalara. Bir basın toplantısı düzenliyor ve OKM'nin yaşadığını belirtiyoruz. Ama daha ilk günden de orayı, evi­ mizi özlemekten alıkoyamıyoruz kendimizi. Anılar canlanıyor gözü­ müzde; her santimi, her adımı ayrı ayrı değerleri, güzellikleri ifade eden anılar: Ayşe Nil'i düşünüyoruz. Elinde Tavır'ımızın kapak örneği kapıdan girişi gözlerimizin önüne geliyor.


34

TAVIR

Neşe içinde ve bir sayıyı daha ba­ şarmanın sevinciyle, her sayıda koşarcasına girerdi odaya. Sonra titizlikle hazırladığımız kapağı ma­ saya koyup, hep birlikte üzerine eğilişimizi, Nil'le birlikte yaptığımız değerlendirmeleri hatırlıyoruz... Ay­ şe Gülen geçiyor gözlerimizin önünden. Erbil Sarı'nın Zongul­ dak'ta şehit düştüğü haberini bir prova sırasında almıştı. Tıpkı 17 Nisan'da onun şehit olduğu haberi­ ni, bizim sahnedeyken aldığımız gi­ bi.. Tanıyordu Erbil'I; hemşeriydiler. Birkaç dakikalığına bırakmıştı ça­ lışmayı. Geldiğinde gözleri kırmı­ zıydı. Özür diledi ve sesini titretme­ den devam etti çalışmaya. Laz kızı inadı ve dobralığını düşünüyoruz... Seher Şahin geliyor aklımıza. Baş­ tan sona siyahlara bürülü OKM'mizi renklendirmek, çirkin bir görünü­ mü olan büfeyi değiştirmek, yeni bir aydınlatma sistemi oluşturmak ve sinema salonunu tabandan kol­ tuklara kadar yenilemek için hum­ malı bir çalışmaya girişmiştik 1991 yılında. Üniversitelerin açılışına az bir zaman vardı ve Seher Şahin bir OKM'li gibi bizimleydi. Tüm boş za­ manını kollektif çalışmamıza kat­ mıştı. Yorulmak bilmez enerjisi, sonra hep gülen ve güldükçe kırmızılaşan yüzü geliyor aklımıza. Şehit düştüğü haberini bu çalışmalarımız içerisinde almıştık. Kahkahaları asılı kaldı OKM'ye... Grup Yorum'un tükenmek bilmez üretim sü­ recinde zaman zaman seslerinin o sırada film gösterimi olan sinema salonuna taştığını, izleyicilerin hoş­ görülüğünü, filme talebin çok ol­ duğu zamanlar emektar makinisti­ mizin sevincini hatırlıyoruz. Onlarca insan yoldaşlığı, paylaşmanın önemini ve güzelli­ ğini orada tanıdı. Kollektif üreti­ min zenginliğini orada gördük. Bir dilim ekmeği bölüşebilmeyi, "ben" yerine "biz" demeyi, birbi­ rimize saygıyı, halk ve vatan sevgisinin anlamını, halklarımı­ zın ve mücadelemizin değerleri­ ni sahiplenmeyi orada öğrendik. Kendimizi tanıdık orada; zaafla­ rımızı, bencilliğimizi, popülizmi­ mizi, düzenin bize yüklediği tüm olumsuz değerleri. Bir okul, bir öğretmen, bir çocuktur OKM bi­

zim için. Özgür vatan toprağıdır. Kapıdan dışarı çıktığımızda bili­ yorduk ki, bir sınav başlamıştı bi­ zim için. Orada depoladığımız tüm değerler, öfkemizle birlikte yanı­ mızda. Ayşe Nil'in kararlı gözlerini, Ayşe Gülen'in sevdalı yüreğini, Se­ herin gülüşünü, orada insana dair ne varsa yanımıza alıyor ve 3 ay sonra açacağımız yeni mekanımı­ za, yeni okulumuza; Anadolu Halk Kültür Sanat Merkezi'ne doğru koyuluyoruz yola. Bir arkadaşımız "Bir Büyük Konser" diye niteliyor geçen ve geçecek olan günlerimizi. Dört bir yana yayılmalı bu konser, herkes izlemeli, milyonları sarmalı, meşruluğumuzu, haklılığımızı her­ kes anlamalı. Geçici de olsa, çalışmalarımızı sürdüreceğimiz bir yer aramaya başlıyoruz öncelikle. "Genç Ekin Sanat Merkezi"ndeki dostlarımız sadece kapılarını değil, yüreklerini de açmış bekliyorlar bizi. Israrlılar, "Burada idare edebiliriz" diyorlar. Tereddütsüz bir destek, bize sun­ dukları. Ancak zaten zor koşullarda yürüttükleri çalışmalarını daha da zorlaştırmak istemiyoruz. 2 gün sonra "Bulunmaz Kültür Merkezi"ne aktarıyoruz çalışmalarımızı. Bu arada pek çok kültür merkezi de kapılarını açmış durumdalar. Ken­ dileriyle görüştüğümüzde "buraya gelebilirsiniz" diyorlar. Bulunmaz Kültür Merkezi Galatasaray'da, te­ miz bir pasajın içinde büyük bir me­ kan. Sahibi Hilmi Bulunmaz kendi idare odasıyla salonu açıyor bize. Koşullarımız İyi ama, gene de bizi rahatsız eden bir yan var; o da Beyoğlu'nun havası. Bir türlü alışama­ dık Beyoğlu'na. Onca kalabalığına rağmen emekçi halktan kopuk bir yer Beyoğlu, daha doğrusu İstiklal Caddesi ve etrafı; Emperyalizmin yoz sanat ürünlerinin pazar yeri. Barlarıyla, pavyonlarıyla, sokak ço­ cukları, hayat kadınları ve dilencileriyle, "iş" bekleyen sinema emekçi­ leri, içkili ortamlarda masabaşı devrimler ve günah çıkartmalarıyla, ilerici, devrimci karşı çıkış duygula­ rını tatmin eden "entel" kahveleriyle çarpık küçük-burjuva kültürün boy aynası Beyoğlu. Gene de tüm çar­ pıklığına rağmen Beyoğlu bizim. 1977 ve 89' 1 Mayıslarında verdi­

MART 1996

ğimiz şehitler, kayıp ve tutsak ana­ larımızın seslerini ve öfkelerini yük­ selttiği Galatasaray Lisesi önü, her türlü hak gaspına karşı protesto eylemliliklerinin yükseltildiği İstiklal Caddesi, Galatasaray ve Taksim Postaneleri... Emek ve özgürlük mücadelesinin mevzilerinden biri de Beyoğlu. Ama gözümüz, gönlü­ müz varoşlarda. Yaşam orada, zor­ luk orada. Umut orada fışkırıyor. Emekçi mahallelerden öğreneceği­ miz çok şey var. Protestolarla başlıyoruz yeni sürecimize. İlk basın toplantısının ardından önce OKM'nin, daha son­ ra Atatürk Kültür Merkezi'nin önün­ de gerçekleştiriyoruz protestoları­ mızı. Türkülerimizi söylüyor ve "Devrimci Sanat Susturulamaz" sloganlarımızı atıyoruz. Egemenle­ rin, bizim çalışmalarımızı "amaç dı­ şı" diye nitelendirmelerinin nedeni­ nin, onların icazetine ve denetimi­ ne girmememizden kaynaklandığı­ nı vurguluyoruz. Afiş, özel sayı ve imza kampanyası çalışmalarını da başlatıyoruz aynı anda. Fakat asıl enerjimizi ve beynimizi bir başka eyleme kilitlemiş durumdayız. Önü­ müzdeki etkinlikler ve protesto ey­ lemlilikleri sürecini oluştururken bu eylemin apayrı bir önemi var bizim için. Günlerimiz bunun heyecanı içerisinde geçiyor. 4 Ağustos 1995 Cuma gününü kazımalıyız tarihin mücadele sayfalarına. Evet, Grup Yorum CHP İstanbul İl Merkezi'ni işgal edecek. Yıllar boyu yüzlerce konseri yasaklanan, gözaltına alı­ nan, tutuklanan, türküleri "silah ka­ dar tehlikeli" bulunan Grup Yorum'a yönelik bunca baskının birin­ ci dereceden sorumlusu değil miydi CHP? Ülkemizin onurlu aydınlarına, halktan yana sanatçılarına yö­ nelik yasaklamaların, düşüncelerini ifade ettikleri için yargılamaların, tutuklamaların "utangaç", "masum" sorumlusu değil miydi? Analarımı­ zın, babalarımızın "gözevleri kurutuluyorsa"; köylerimiz yakılıyor, in­ sanlarımız sürgün ediliyor, dağları­ mız bombalanıyor, ormanlarımız yokediliyorsa; Sivas'ta aydınlarımız yakılıyor, Gazi'de insanlarımız kur­ şunlanıyorsa; hakkını isteyen işçi­ ye, memura coplarla saldırılıyorsa, suçluların ortağı ve koruyucuların-


TAVIR

35

MART 1996

dan değil miydi? İktidarın ortağı, halklarımıza yö­ nelik kültürel, si­ yasal, ekonomik ve askeri saldır­ ganlığın suçlula­ rından değil miy­ di? Sosyal de­ mokrat görünü­ mü altında iki­ yüzlüce hala umut olma iddi­ asında olan ve aldatmaya de­ vam eden değil miydi CHP?.. CHP bunu hakediyordu. OKM'mizin kapatılışının ikinci günü. Aziz Nesin'in ölümü nedeniyle AKM'de yapılan bir anma etkinli­ ğinde Kültür Ba­ kanı İsmail Cem'le görüş­ müştük. Kültür merkezimizin kapatılması ve Grup Yorum üzerindeki konser ya­ saklarının kalkması konusundaki görüşme talebimizi kabul etmişti. CHP İl Merkezi'nde görüşmek üze­ re randevulaşmıştık. Ancak İsmail Cem ne o gün gelmiş, ne de sonra­ ki günlerde telefonumuza çıkmıştı. İşgal kararımızı netleştiren bir baş­ ka yandı bu. GRUP YORUM, İŞGALİNİ AN­ LATIYOR "İşgal öğlen 12.00'de gerçekle­ şecekti. En ufak bir tereddütümüz, kararsızlığımız yoktu. Sorumlulu­ ğumuzun farkındaydık. Bu işgalde yalnızca kendimiz değil, tarih bo­ yunca baskıcı düzenler tarafından yasaklanan, sansüre uğratılan, tut­ sak alınan, sürgün edilen, vatan haini ilan edilen, katledilen ama boyun eğmeyen, teslim olmayan sanatçılar, aydınları temsil ediyor­ duk: Socrates'tik, Bruno'yduk, Ma­ dam Curie'ydik. Theodorakis, Victor Jara, Paul Robeson, Nazım Hikmettik. Ruhi Su, Hasan Hüse­

yin, Rıfat Ilgaz, Musa Anter, Ayşe Gülen, Ayşe Nil'dik. Onlar CHP'nin Taksim'e bakan balkonunda boyun eğmeyen sesimize güç katacaktı. Taleplerimiz netti. OKM'mizin açıl­ masını, üzerimizde 6 yıldır süren valiliğin konser yasağının kalkma­ sını, kültür-sanat kurumları, aydın­ lar ve sanatçılar üzerindeki baskı­ ların sona erdirilmesini istiyorduk. Kuşlarımız, bildirilerimiz ve pankar­ tımızla çıktık yola. Tabi "silahları­ mız" da ellerimizdeydi; gitarımız ve bağlamamız. Herşeyi önceden planlamıştık. Daha önce defalarca gitmiştik oraya. Her odasını biliyor­ duk. Görev paylaşımını da yapmış­ tık: Birimiz telefonun, diğerimiz fak­ sın başında olacağız. Bir arkadaşı­ mız apartman boşluğunu kontrol ederken, diğer arkadaşımız arka balkon girişini denetleyecek, bir di­ ğerimiz çalışanlarla ilgilenip onların ihtiyaçlarını giderecek, geri kalanı­ mız ise pankartı asıp, bildirileri da­ ğıtıp aşağıyla olan diyaloğu ger­ çekleştirecekti. Bir girersek içeriye

bunların hepsi başarılabilirdi. Soru­ numuz binadan içeriye girebilmek ve içeride bulananları ikna edebil­ mekti.. Bize yardımcı olmalarını bekleyemezdik ancak zorluk çıkar­ malarını kabullenmeyecektik. ikişer kişilik gruplarla girdik içeriye. Bir sorun çıkmadı. Sıra ikinci aşa­ madaydı. Oturma salonunda top­ landık. 5 görevli vardı içeride ama nasıl başlayacağımızı bilemedik bir an için. Çocukça birbirimize dev­ retmeye başladık. "Sen başla!", "Yo, yo önce sen başla!", "Sen başlasan?", "Birlikte başlasak?"... Gülme geldi hepimize. İşe koyul­ duğumuzda bir gülümseme kal­ mıştı yanaklarımızda. Yarımız gö­ revlileri bir araya toplarken diğer yarımız kapıya yığınak yapmaya başlamıştı bile. "Bu bir işgaldir!" dediğimizde ciddi bir sorun çıkma­ dı ama kabullenmeleri de kolay ol­ madı. Yaşlı bir görevli fazlasıyla heyecenlandı ve bağırmaya başla­ dı. Bir an telaşlandık. Ya hep böyle devam ederse? Dışarıya çıkmak


36

TAVIR

istedi, razı olmadık. "Kalbim var" dedi. Diğer görevliler doğrulayınca dışarı çıkarmaya karar verdik. An­ cak bir sorun vardı: Kapıya yapılan yığınak bitmek üzereydi. Onca ma­ sayı ve sandalyeyi tekrar boşalt­ mak sonra tekrar kapı arkasına yığmak... Çok vakit kaybettirecekti bize. Buna karşın, içeride bulunan kimseye bir zarar gelsin istemiyor­ duk. İlkemizdi bu: Devrimci eylem­ lerde halka zarar vermeme konu­ sunda elden geldiğince titiz ol­ mak... Yaşlı görevliyi dışarı aldık. Aradan epeyce zaman geçmiş fa­ kat işgalimiz henüz resmileşme­ mişti. Yığınak biter bitmez hareke­ te geçtik. Önce faksları çektik, ar­ dından pankartımızı saldık aşağı­ ya. Şimdi rahatlamıştık ama he­ sapta olmayan sorunlar biter mi hiç? O gün sabahtan kendini gös­ teren rüzgarlı hava dinmemiş ve pankartımıza azizlik yapmaya baş­ lamıştı. Pankart sürekli havalanı­ yor ve geriye, binanın balkonuna doğru ters dönüyordu. Bir zımba ve bir delgeçi ağırlık olarak pan­ kartın iki ucuna bağladık. Biraz faydası oldu ama nafile. Çünkü on­ lar da hafif geliyordu. Daha büyük

ağırlıklar ara­ dık, bulamadık. Bir arkadaşımı­ zın "sandalye bağlayalım" esprisini bile o atmosferde bir an ciddiye al­ dık. Sonunda, pankartın orta­ sına bir zımba daha bağla­ maktan ve her havalandığında geri aşağıya salmaktan baş­ ka yolumuz kal­ madı. O ortam­ da insan bazı şeyleri hisset­ meyebiliyor. Korku gibi. Yük­ seklik korkusu olan bir arkada­ şımız pankartı­ mız her hava­ landığında, bal­ konun korkuluk demirlerine çıkıp onu takıldığı de­ mirlerden kurtarmada ve aşağıya salmada hepimizden öndeydi. "Normal bir zamanda olsa düşüp bayılırdım" diye anlatıyor o anı. Aşağıda kalabalık oluşmaya, telefonlar çalmaya başlamıştı. Te­ levizyonlar, gazeteler gönderdiği­ miz faksı doğrulamak istiyorlar, bizlerle röportajlar yapıyorlardı. Hemen çoğu "silahınız var mı?" di­ ye soruyordu. Sayıyorduk "silahla­ rımızı" ve inancımızı, haklılığımızı da ekliyorduk. Onlara göre farklı bir işgaldi bu ama bize göre öz ola­ rak aynıydı diğer işgallerle. Siyasi iktidarın yaptıklarından hesap so­ ruyor ve teşhir ediyorduk. Diğer iş­ gallerin haklılığıyla aynı noktada buluşmuştuk. Bildirimiz ve enstrümantarımızla balkona çıkıp türkü­ müzü söylemeye başladık. İşgal nedenlerimizi sıraladık ve slogan­ larımızı attık: "OKM KAPATILA­ MAZI", "GRUP YORUM SUSTURULAMAZ!","TÜRKÜLER SUS­ MAZ HALAYLAR SÜRER!", "BAS­ KILARA SON!"... Yığınak yapan yüzlerce polisle birlikte onlardan sayıca fazla halktan insan da izli­ yordu bizi. Her yarım saatte bir

MART 1996

tekrarladık konserimizi. Telefonla­ rın ardı arkası kesilmiyordu. Bazı CHP'liler "Biz sizi seviyoruz, seve­ rek dinliyoruz, ama bunu haketmedik" derken bazıları küfür ediyorlar­ dı. Ama bunlar yalnızca istisnaydı. Çünkü telefonların çoğu destek te­ lefonuydu. Türkiye'nin dört bir ya­ nından telefonlar yağıyordu. Hepsi bizi tebrik ediyor, eylemimizi savu­ nuyor ve başarılar diliyorlardı. Av­ rupa'nın pek çok ülkesinden, Dev­ rimci Halk Güçleri'nden gelen des­ tek telefonları bizi sevince boğu­ yor, gücümüze güç katıyordu. 8 ki­ şiydik ama binlerce, milyonlarca ol­ duğumuzu hissediyorduk. Gelen telefonlardan biri bizim için çok an­ lamlıydı. Sumru'ydu arayan. Aldığı cezadan sonra teslim olmayari ve mücadelesine devam eden grup arkadaşımız telefonla geldi yanımı­ za ve hiç ayrılmadı. Zaten hep bi­ zimleydi. Her eylemimizde, her konserimizde onun da sesi vardı. Polisler kapının önünde bizimle di­ yaloğa girmeye çalışıyorlardı, baş­ larında ise Siyasi Şube'nin işken­ ceci şefi Reşat Altay. İkide bir 10 dakika, 5 dakika süre tanıyordu bi­ ze. Muhatapımız olmadığını söylü­ yor ve suratına kapatıyorduk pen­ cereyi. Eylemimizi bitirmeye karar verdiğimizde bizim için önemli olan tüm görüşmeleri yapmıştık. Kamu­ oyunun dikkatini konuya çekmiş ve bir gündem yaratabilmiştik. Eyle­ min başından itibaren CHP Genel Merkezi Ankara'dan sık sık araya­ rak işgale son vermemizi istiyor, gözaltına alınmayacağımızı vurgu­ luyordu. Sorunumuzun gözaltına alınıp alınmamak olmadığını, ta­ leplerimize yaklaşımlarının önemli olduğunu belirtiyorduk. Eylemi kendi irademizle bitirip kapıyı açtı­ ğımızda CHP'nin yalancılığı bir kez daha ortaya çıktı. Gözaltına alını­ yorduk, ama buna da hazırlıklıydık. Herşeyi göze almıştık çünkü. Zafer işaretleriyle çıktık binadan ve polis otosuna bindirilip uzaklaşana ka­ dar devam etti zafer işaretlerimiz. Beyoğlu "Terörle Mücadele Şube­ si"nde de devam etmeliydi işgali­ miz. Evet orayı da işgal etmeliydik. Türkülerimiz orada da devam et­ meli ve oradan da zaferle çıkmalıy­ dık.


TAVIR

37

MART 1996

Beyoğlu Emniyet Müdürü Ali Osman Akar pazarlığa girişiyor bi­ zimle. Orada misafir olduğumuzu belirtiyor ve ifade vermemizi isti­ yor. Bu sözleri ondan yıllar önce de duymuştuk. 1992'nin 11 Temmuz'unda OKM'yi basmış ve bizi Gayrettepe Siyasi Şubeye "misafir edeceğini" söylemişti. Ve "misafirli­ ğimiz" yedi gün süren, kendisinin de katıldığı işkencelerle geçmişti. Bunu hatırlatıyoruz kendisine, iş­ kenceci olduğunu vurguluyoruz. Rengi değişiyor. Burada misafir değildik ve ifade de vermeyecektik. Bu sözlerimiz üzerine gidiyor ve saat 22.00'de gelip "şiir" okuyaca­ ğını söylüyor. Yeni bir işkence yön­ temi miydi bu? Gerçekten de o sa­ atte geliyor ve şiir faslı başlıyor. Dinlemiyoruz onu. En sıradan şiir sözleri bile işkenceci ağzına yakış­ mıyor. Bu psikolojik zorlama kara mizah olsa gerek. İlerleyen saatler­ de türkülerimize başlıyoruz; halkla­ rımızın sevda, kahramanlık türkülerine. Karayılan'dan, Kiziroğlu'na, Pir Sudan'dan, Dadaloğlu'na dola­ şıyoruz ülkemizi. Türkülerimiz sarı­ yor bedenlerimizi. O anda ne yor­ gunluk kalıyor, ne uykusuzluk. Dört duvar hücre uçan halı olmuş, bir Karadeniz'deyiz, bir Ege'de, bir Kürdistan'da. Gardiyanların ayak sesleri ve küfürleriyle büyü bozulu­ yor, hücreye dönüşüyor uçan halı­ mız. Dışarı çıkmamızı istiyorlar. Çıkmıyoruz. İtiş kakış, tekme tokat daha küçük bir hücreye alınıyoruz. Daha kapı kilitlenir kilitlenmez kızıl bir ata dönüşüyor hücre, şaha kal­ kıyor. "Özgürlük Tutkusu"nu söyle­ meye başlıyoruz, sonra "Dersim'de Doğan Güneş"i, ardından "Cesa­ reti ve tüm marşlarımızı. Yorulu­ yoruz, soluklanıyoruz ve hemen ardından tekrar şaha kaldırıyoruz kızıl kanatlı atımızı. Tekrar geliyor­ lar ve bizi uçan halımıza iade edi­ yorlar. Bir kez daha kazanıyoruz. Ertesi sabah savcılığa çıkartılı­ yoruz. Savcı soruyor: "Neden işgal ettiniz?" diye. Başka çaremizin kal­ madığını söylüyoruz. Ve tek bir so­ ruyla ifademizi toplu olarak bitiri­ yor. Beş dakika sonra da "Serbest­ siniz" diyor. Hızla çıkıyoruz Beyoğ­ lu Adliyesi'nden. Arkadaşlarımız bizi bekliyor kapıda. Alkışlarla kar­

şılanıyoruz, özlemle kucaklaşıyoruz, kolkola, güle oynaya geçici mekanımıza gidiyoruz". SANATÇI İŞGAL YAPAR MI? Grup Yorum'un CHP işgali özellikle küçük-burjuva aydın-sanatçı çevresinde böylesi bir soruyu, tartışmayı gündeme getiriyor. Yo­ rum'un eylemi, bir sanatçının so­ runlar üzerine başvurması gereken bir yöntem miydi? Daha açık bir ifa­ deyle şöyle söyleniyor: "Sanatçı sanatın güçlü diliyle eylemini yapa­ bilmelidir. Şiiriyle, müziğiyle, keli­ melerin insanı derinden sarsan bü­ yülü gücüyle okuru, izleyiciyi uyar­ malı, bir bilinç sağlamalıdır." Kuş­ kusuz ki doğru sözler bunlar ama eksik. Sanatçı ülkesinde ve dünya­ daki gelişmeler üzerine söz söyle­ me hakkını kullanırken, sanat üretir ve bir gerçeği sanatın diliyle yaşa­ tırken bir cam fanus içinde ya da kendisinin belirlediği bir dünyada yaşamaz. Sanat bir yaşam etkinli­ ğidir. Sanat eseri sanatçının iste­ ğinden bağımsız olarak yaşam içinde bir tavır alıştır. Yani ne sa­ natçı ne sanat eseri ayrı ve özel bir dünyaya ait değildir. Yazılarımız, şiirlerimiz neden okunmuyor, az satıyor diye hayıflananlar, kendi­ siyle halkın arasına kalın duvarlar çekenlerdir. Bu sınır sanatçıyı halk­ tan koparan, duygusal etkilenme­ nin, siyasal ve sanatsal gelişmenin önünü tıkayan bir sınırdır. Bu sınır kaldırılmadıkça sanatçı kendini sı­ nıflar üstü görmeye devam edecek, kendi estetiğinin ve "proletarya ide­ olojisini savunan siyasi çizgisinin" emekçi halklardan daha ileri oldu­ ğunu iddia edebilecektir. Bir yanıl­ gıdır bu. Yalnızca düşünceleri, ya­ zıları ve söylevleriyle halkın içinde ve onun ilerisinde olduğunu iddia eden sanatçı, bugün halkın gelişen örgütlülüğünü, bununla oluşan kül­ türel ilerleyişini, onun içindeki cev­ heri, aydınlanmayı, yeni değerleri, hergün nasıl yeni destanlar yarattı­ ğını göremez, kavrayamaz. Sanat­ çının içinde olduğu bir politik eyle­ mi, bir işgal eylemini de bu yanılgısıyla değerlendirir. Bu eylemin halklarımızın kültürel geçmişinde varolan isyan geleneğinin, haksız­ lıklar ve zulüm karşısında başkaldı­ rı, meydan okuma geleneğinin bir

devamı olduğunu algılayamaz. Grup Yorum'un ve daha ileriki bir zamanda dört müzik grubu; Özgür­ lük Türküsü, Kutup Yıldızı, Genç Ekin Müzik Topluluğu ve Grup Munzur'un gerçekleştirdiği işgal eylemleri işte böylesi bir kültürün, sorumluluğun ifadesidir. Aydın ve sanatçı bir protesto eyleminde, işçi, memur yürüyüşlerinde, mitingler­ de, gösterilerde bulunmalıdır ve orada aydın- sanatçı kimliğinden önce, onu oluşturan ilerici, çağdaş, devrimci kimliğiyle yerini almalıdır. Orada yalnızca şiiriyle, müziğiyle, değil, grevli, toplu sözleşmeli sen­ dikal hak isteyen, işçi kıyımlarına karşı direnen, emeğinin mücadele­ sini veren bir kamu emekçisi; ka­ yıplara, katliamlara, infazlara karşı sesini yükselten bir ana gibi haykırabilmelidir. Sanatın etkileyici gücü ve dili, bu pratiğin sağladığı duygu ve düşünce birikiminin sonucu olu­ şur. "GRUP YORUM HALKINDIR, SUSTURULAMAZ!" Kültür merkezimizin kapatılma­ sıyla birlikte başlattığımız kampan­ yaya Grup Yorum'un üzerindeki konser yasaklarının ve baskıların kaldırılmasını içeren yeni bir kam­ panyayı da ekliyoruz. Özellikle İs­ tanbul Valiliği tarafından uygulanan ve 6 yıldır devam eden konser ya­ sağının kaldırılmasını hedefliyor­ duk. Grup Yorum'u emekçi halkları­ mızın daha çok sahiplenmesini sağlamalıydık. Ayrıca kampanyala­ rımızı gelişen örgütlü devrimci mü­ cadelenin içerisinde yeşertmeliy­ dik. Bir basın toplantısıyla yeni kampanyamızın duyurusunu yapı­ yoruz. Ara hedeflerimiz vardı: 3 Ekim 1995 tarihini "GRUP YO­ RUM'U SAHİPLENME GÜNÜ" ilan etmiştik. O gün her yerde; ev­ lerde, sokaklarda, işyerlerinde, radyolarda, dolmuşlarda, kasetçi­ lerde Grup Yorum dinlensin, dinle­ tilsin istiyorduk. "ARKADAŞINA GRUP YORUM KASETİ HEDİYE ET!" diyorduk. Afiş ve özel sayı ça­ lışmalarımız bitmek üzereydi. Bir yandan yeni bir kültür merkezinin çatışmalarını yürütüyor, bir yandan da gelen konser tekliflerini değer­ lendiriyor ve çeşitli dayanışma et-


38

TAVIR

kinliklerinin içinde yer alıyorduk. Yeni bestelerimiz çoğalmış, Yorum ve Özgürlük Türküsü'nün besteleri­ ni kalıcılaştırmak üzere bir stüdyo süreci de başlatmıştık. Grup Yorum'un Aralık ayında gerçekleşe­ cek Avrupa turnesi sonrası hızla bir kaset çıkarmalı ve bu kasetle için­ de bulunduğumuz dönemi tüm du­ yarlılığımızla yansıtabilmeliydik. Daha farklı ve ileri olabilmeliydi bu kaset. Halklarımızın ve devrimci mücadelemizin terle, kanla, kahra­ manlıklarla yarattığı değerleri dev­ rimci estetiğimizle bütünleştirmen ve bu değerleri emekçi halklarımı­ zın her kesimine daha yaygın ulaştırmalıydık. Gazi, Nurtepe, Okmey­ danı barikatlarını, Sibel Yalçın'ı, Ali Rıza Kurt'u, kayıplarımızı, anaları­ mızın direngenliğini, sömürüye ve işten atılmalara karşı ölüm oruçları­ na yatan işçileri onlar kadar duyarlı işleyebilmeliydik. OKM'yi kapatan­ lar ne kadar da yanılmışlardı. Her zamankinden daha yoğun bir üre­ tim ve faaliyet süreci içerisindeydik. Büyüktü OKM. Bu büyüklük bir kaç yüz metrekarelik bir alanın çok öte­ sinde; oluşturulan üretimlerde, halklarımızın değerlerini sahiplen­ mede, yeni değerler yaratmasındaydı. OKM her yerdi. "GİDİP BARLARDA ÇALSANIZA!" 27 Temmuz 1995'te Ali Rıza Kurt'umuzu şehit verdik. İlk olarak 1989 yılında bir gazetedeki fotoğ­ rafında tanımıştık onu. Devrimci bir eylem sonrası İzmir, Çay Mahalle­ si'nde yakalanmıştı. Yere yıkılan Ali Rıza yüzüne ve vücuduna inen tekmelere rağmen, arkadan kelep­ çeli elleriyle zafer işareti yapıp di­ renme geleneğimizi ölümsüzleştirmişti. Unutabilir miyiz o iki çift par­ mağı, unutabilir miyiz o bakışları. Gelecek için bakıyordu apaçık. So­ kakta üşüyen çocuğa, kan-ter için­ deki işçiye, bereketli elleriyle geril­ lasına ekmek veren köylüye bakı­ yordu...bize bakıyordu... önderine bakıyordu. Sevdalıydı bakışları, tutkundu. Buca Cezaevi'ndeki öz­ gürlük eyleminden çok kısa bir sü­ re sonra aldık şehit düştüğü habe­ rini. Bir Önder, komutan ve öğret­ mendi o. Bizim de öğretmenimiz.

Şimdi karşılamaya gidiyorduk onu. Evet uğurlamaya değil, karşılama­ ya, kucaklamaya. Onun için türkü­ ler, marşlar söyleyecek, halaylar çekecektik. Törenimiz henüz baş­ lamıştı ki, saldırdılar. Polislerin bir yandan bizleri coplarken bir yan­ dan da elimizdeki gitarı kapıp, ar­ kasından mezar taşlarına vurup parçalarlarken söyledikleri bir gerç­ eği nasıl da açığa çıkarıyordu: "Ne­ den burada çalıyorsunuz, siz de gi­ dip barlarda çalsanıza şunu!" İşte, "teslim olun!" demenin daha somut bir ifadesiydi bu. Yani yozlaşın, sı­ radanlaşın, değersizleşin diyorlar­ dı. Mümkün mü teslim olmak, mümkün mü halklarımızı terketmek, onlara ve şehitlerimize verdi­ ğimiz devrim sözünden geri dön­ mek? İnançlarımızı pekiştirerek çı­ kıyoruz gözaltından. Vücudumuz­ daki cop ve işkence sızıları değer­ lerimizi incitemiyor. Ali Rıza öğret­ menimizi türkümüzle yaşatmalıyız. Ondaki inancı, disiplini, bağlılığı, geleceğe kilitlemiş gözlerini, sonra annesini... onunla, gurur duyan, Ali Rıza'nın gurur duyduğu Melek Ana'mızı anlatabilmeliyiz türkü­ müzde. Bütün Ali Rızalar'ın, onun gibi olmak isteyenlerin, evlatlarıyla gurur duyan bütün Melek Analar'ın türküsü olmalı bu sözler... Onu hakedebilmeli sözlerimiz, ama nasıl, hangi sözcüklerle? İşte bu yoğun­ laşma içerisindeyken Ali Rıza Kurt'un bir öğrencisinden, hayatın atardamarından bir şiir geliyor bize. Tıpkı "Dersim'de Doğan Güneş" gi­ bi:

MART 1996

Yoldaşların öfkeyle gözlerini süz­ müşler/ Seni de yanlarına alıp alıp gezmişler/ Bütün sokaklara adınızı yazmışlar/ Hesap sorulacak bilirim yavrum/ Peşinden ağıtlar yakmayacağız/ Aramıza ihaneti sokmayacağız/ Kav­ ganın sıcağında ben de düşersem/ Sabah yeli olup eserim yavrum/ Bu vatanı onlara dar edeceğiz/ Özgürlüğü, eşitliği var edeceğiz/ Ben halkım, sen benim komutanımsm/ Nere gitsen peşinden gelirim yavrum. Grup Yorum'un onu oluşturan elemanların çok ötesinde bir insan kaynağına sahip olduğunu bir kez daha görüyoruz. Coşkumuz, inan­ cımız, kararlılığımız artıyor bu şiir­ le.

"OKM BUGÜN BURADA!" Kararlılığımızı arttıran bir diğer etken de sahiplenilmemizin giderek genişlemesi oluyor. Muhalif kültürsanat kurumları tarafından bir kam­ panya başlatılıyor bizim için: "OKM BUGÜN BURADA" ektinlikleri. Kültür-sanat kurumları arasında yapı­ lan bir toplantıda geliyor bu öneri. Piya Kültürevi'nin önerisi sahipleni­ liyor ve başlıyor kampanya. Bu kampanyayla her hafta bir kültür merkezinde olacağız. O gün orası bize ait olacak ve etkinliklerimizi ta­ şıyacağız. Çok coşkulu, sıcak ve ilerici, devrimci, yurtsever sanatçı­ larla dostluğumuzu artıran bir sü­ reç oluyor "OKM Bugün Burada" etkinlikleri. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi'ndeyiz ilk hafta. Sırasıyla Melek Ana, Melek Ana yiğit oğ­ Piya Kültürevi, MKM, Stran Kültür lundan/ Zaferin selamı var Ali RıMerkezi, Genç Ekin Sanat Merkezi, za'dan/ Dikilmiş zorbalığın zulmün Esenler Kültür Merkezi ve BEKönüne/ Karanfiller yollamış özgür SAV'da sergiliyoruz üretimlerimizi. vatandan/ Anadolu Halk Kültür Sanat Merkezi Duvarların arkasından sesin geli­ açılana kadar devam ediyor kam­ panya. Her kültür merkezinde yeni yor/ "Birgün mutlaka ama mutlaka" diyor/ İnancın duvarları delip geçi­ bir güç depoluyoruz, yeni moral de­ ğerlerle uğurlanıyoruz dostlarımız yor/ Bil ki sevincimden uçarım yav­ tarafından. Kültür merkezleri ara­ rum/ sındaki güç birliği, dayanışma gide­ rek gelişiyor bu süreçte. Baskılar Yiğidimin elinde silah olaydım/ karşısında duyarlılığımızı ve tepki­ Mermi olup çakalları yere sereydim/ lerimizi ortaklaştırmayı, sanatsal Düşmanları yamacından geri kovay­ birikim ve yeteneklerimizi birbirimi­ dım/ İnancına kurbanlar olurum ze aktarmayı ve ortak üretim süyavrum/


TAVIR

MART 1996

reçleri yaratmayı hedefleyen bu ye­ ni oluşum bir anda 18 kültür merke­ zine ulaşıyor. Ortak noktalar ve ilkeselliklerle kalıcı ve daha da geli­ şen bir güç birliğine varacağına inanıyoruz. Grup Yorum kampanyasına başladığımız günlerde bir televiz­ yon kanalı program yapmak istiyor bizimle. "Böyle Gitmez" adlı ha­ ber programının çekimlerine katılı­ yoruz. Bir dayanışma konserimizi izliyor, daha sonra mekanımıza ge­ lip röportaj yapıyorlar. Ardından önce Okmeydanı'na sonra da işten atılan Şişli Belediye işçilerinin dire­ nişine gidiyoruz birlikte. Okmeyda­ nı halkı sarıyor Grup Yorum'u. Programın sunucusu Kadir İnanır soruyor halka:"Grup Yorum'u nasıl buluyorsunuz?". Bir ev kadını ce­ vaplıyor; "Bizim türkülerimizi yapı­ yorlar". Bir başkası "Seviyoruz on­ ları" diyor. Gerilerden bir ana ses­ leniyor: "Canımız, ciğerimiz onlar bizim". Çok değil daha birkaç ay önce Okmeydanı emekçi halkının barikat direnişinde onlarlaydı Grup Yorum. Türküleri, marşlarıyla dire­ nişe güç katmıştı. Emekçi halk kendisinden olan sanatçıya kucak açıyor. Grup Yorum için söyledikle­ ri sözler aydınlara ve sanatçılara bir çağrıyı da içeriyordu bizce. Ça­ ğırıyorlardı onları. "Gelin" diyorlar­ dı, "yanımızda olun", "Sizinle herşeyimizi paylaşmaya hazırız, bir di­ lim ekmeğimizi, bir kap sıcak çor­ bamızı". Grup Yorum kampanyası tele­ vizyon programıyla daha da can­ lanıyor. Yaklaşan 3 Ekim tarihi da­ ha şimdiden yankısını bulmaya başlamıştı. Bu arada Bulunmaz Kültür Merkezi'nin kendi program­ ları nedeniyle tekrar Genç Ekin Sa­ nat Merkezi'ne aktarıyoruz çalış­ malarımızı. Çalışma odalarını bize ayırıyorlar. Öylesine içten ve sami­ miler ki, çok uzun zamandır birlikte çalışıyor gibiyiz. Afişlerimiz hazır. Dört çeşit afişimiz var. Yorum'un kampanya duyurusunda, "Afişleri­ miz İstanbul'un dört bir yanını kap­ layacak, sesimizi her gün duyacak­ sınız" demiştik. Bu sözü yerine ge­ tirmek için işe ilk olarak Grup Yo­ rum'un kendisi başlıyor. Afişlerini Haşim İşcan Geçidi'nden Aksa­

39

ray'a doğru asacaklar. Ama daha ilk anda engel­ leniyorlar. Çalışmanın he­ nüz başında sivil ekipler zorla gözaltına alıyor Grup Yorum'u. Önce Fatih Emniyeti'ne, ardından Siyasi Şube'ye, sonra tekrar Fa­ tih'e getiriyorlar. Ziyarete gidiyoruz arkadaşlarımızı. Elbise, battaniye, şeker götürüyoruz. Görevli polis bıkkın bir şekilde konuşu­ yor. "Boşuna yiyecek ge­ tirmeyin, birşey yemiyor­ lar. Zaten ne ifade veriyor­ lar ne de yemek yiyorlar". Oysa biz şekerleri açlık grevinde olduklarını bildi­ ğimiz için getirmiştik. Bir başka polis "bomba"sını patlatıyor: "Bunlardan sa­ dece biri sanatçıymış". Bil­ gi kağıtlarını okuyarak devam ediyor; "diğerleri terörist"... Ertesi gün bırakılıyor Grup Yorum. Ama bir arkadaşımız dışında. Ufuk, Grup Yorum'un 1994 yılında Denizli'de verdiği bir konserde yaptığı konuşmadan do­ layı, hakkında açılan davada mah­ kemeye ifade vermediği gerekçe­ siyle bırakılmıyor. 2 yıl önce de konser vermişlerdi Denizli'de. Dava açılmış, Kemal ve Sumru 20'şer ay hapis cezasına çarptırılmışlardı. Grup Yorum 2 yıl sonra "Gene bu­ radayız!" demişti. "Bizi susturmak için davalar açtınız, cezalar verdi­ niz ama gene buradayız ve gene söylüyoruz türkülerimizi özgürce." Bu seferki dava işte bu konuşma­ dan dolayı açılmıştı. Bir hafta bo­ yunca Asayiş Şube'de gözaltında tutuluyor arkadaşımız. Arkadaşları­ mızın gözaltında olduğu akşam radyolardan onlar için "Özgürlük Tutkusu" parçasının çalınmasını is­ tiyoruz. Gönderdiğimiz mesajda "Sen merak etme Grup Yorum, tür­ külerinle özgürsün" diyoruz. Aynı akşam birçok kişi sanki ağız birliği etmişçesine aynı parçanın çalın­ masını istiyor. Fakat özellikle bir mesaj 3 Ekim tarihini ifade etmede bize örnek oluyor. Dinleyici mesa­ jında şöyle diyordu: "Grup Yo­ rum'u yasakladıklarını sananlar yanılıyorlar. 3 Ekim'de korktuk-

ları türküler kulaklarını sağır edecek". Sahipleniyoruz bu sözü. "3 EKİM: BİZİM!" 3 Ekim 1995... 1 aylık çalışmanın ürünü bugün belli olacak. Grup Yorum bugün gündüz radyo ziya­ retleri, akşam ise Nurtepe'de bir halk konseri gerçekleştiriyor. Nur­ tepe'de yüzlerce insan karşılıyor Yorum'u. Hüseyin Aksoy Par­ kı'ndaki konser coşkulu başlıyor ancak daha ikinci parçada saldırı­ yor polis. Ateş açıyorlar halka, kampanyayı kana bulamak istiyor­ lar. 40'ın üzerinde insan gözaltına alınıyor. O gece Nurtepe'de kalıyor Yorum. Halk saklıyor Grup Yo­ rum'u. Dolu dolu geçiyor 3 Ekim. O gün halk türkülerine sahip çıkıyor. Aldığımız duyumlar duygulandırı­ yor, gururlandırıyor bizi. Emekçi halkların baskıcı, yasakçı düzene karşı çıkışının bir ifadesiydi Grup Yorum'u sahiplenme günü. O gün emekten, halktan yana yayın ya­ pan bütün radyolar sahiplendiler kampanyamızı. Radyolara gelen isteklerin önemli bir bölümü Grup Yorum içindi. Aldığımız haberler Anadolu'nun bir çok yerindeki yerel radyolarda da kampanyanın başa­ rılı geçtiğini belirtiyordu. Radyolar


40

TAVIR

dışında bizi çok sevindiren haber­ ler de alıyorduk. Topkapı'dan bir mahalleye yolcu taşıyan minibüs hattında, minibüslerin çoğu o gün teyplerinde Yorum'u çalmış, Bostancı'da bir halk pazarında gün bo­ yu Yorum çalınmış, emekçi mahal­ lelerde bir çok kasetçi o gün Yorum çalmışlardı. Anadolu'dan gelen ha­ berler ayrı bir sevindiriciydi. Örne­ ğin Samsun ve Trabzon'da o güne kadar Yorum'u pek tanımayan bir çok insan, arkadaşlarına Yorum kasedi hediye etmişlerdi. Sam­ sun'daki dost grubumuz Grup Ka­ radeniz, o gün Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve bir çayevinde Grup Yorum'un türkülerinden olu­ şan bir dinleti gerçekleştirmişlerdi. Bunlar bize ulaştırılabilen sonuçlar­ dı. 3 Ekim günü; emekçi halkları­ mız tarafından sahiplenilmenin gu­ rurunu yaşatmıştı bize. Kampanya sonrası Anadolu Halk Kültür Sanat Merkezi'nin açı­ lış çalışmalarını hızlandırıyoruz. AKSM'nin kuruluş işlemleri bitmiş, sıra bulduğumuz yerin düzenlen­ mesine gelmişti. Şişhane'deki yeri­ miz küçüktü. İlk görüşte ısındık oraya. Etkinlik salonu yoktu ama bu önemli değildi çünkü asıl faali­ yet yerlerimiz emekçi mahalleler olacaktı. Bunun için ise hazırlıkları­ mıza çok daha önceden başlamış, Ümraniye ve Okmeydanı'nda yer­ ler bulmuştuk. Öncelikle Ortaköy Kültür Merkezi'ndeyken açmayı düşündüğümüz Ümraniye'deki ya­ rimize yoğunlaşıyoruz. Fakat Üm­ raniye Halk Kültür Merkezi'nin açı­ lış çalışmaları henüz başlamışken engelleniyor. Resmileşmemiş, açı­ lışı yapılmamış kültür merkezimiz polis tarafından basılıyor. Çalışma­ larla ilgilenen arkadaşımız gözaltı­ na alınıyor ve yer de "örgüt yeri" olarak kayıtlara geçiyor. Ümrani­ ye'deki çalışmalarımız sekteye uğ­ rayınca yoğunluğumuzu Okmeydanı'na çeviriyoruz. Okmeydanı Halk Kültür Merkezi olarak kullanacağı­ mız yerin henüz bir inşaattan farkı yok ve tüm maddi olanaksızlıklara karşın yapılacak çok iş var orada. Hemen koyuluyoruz işe. Bu arada 27 Ekim tarihine geliyoruz. İşte tari­ he not düştüğümüz günlerden biri de 27 Ekim.

AKSM: BİR ADIM DAHA 27 Ekim 1995 Perşembe. Ana­ dolu Halk Kültür Sanat Merkezi'nin açılış günü. Kapatılışımızdan 3,5 ay sonra açıyoruz yeni kültür mer­ kezimizi. OKM mühürlenmişti ama kapanmadığını mücadelemizle ka­ nıtlamıştık. AKSM daha ileri bir sıç­ rayışın ifadesiydi bizim için. Sıcak, mütevazi bir açılış gerçekleştiriyo­ ruz. Çevremizdeki dost aydınlar, sanatçılar, kültür merkezleri geli­ yorlar açılışımıza. Kimileri de tebrik mesajlarıyla yer alıyorlar. Bizim ku­ rumlarımız; BEM-SEN, Sağlık Sen, Kurtuluş, İşçi Hareketi ve Yoksul Halkın Gücü gazeteleri, Halkın Hu­ kuk Bürosu, Devrimci Gençlik ve Memur. Gerçeği dergileri var ara­ mızda. Cezaevlerinden tutsakları­ mız mesaj yolluyorlar. Daracık me­ kanımızda halay çekiyoruz. Orta­ köy Kültür Merkezi'nin geniş salo­ nu kadar büyütüyoruz küçük oda­ mızı. Genç Ekin Sanat Merke­ zi'ndeki dostlarımız, mesajlarını kendileri okuyorlar...duygu yüklü, sevgi dolu: "Yaklaşık 2 aydır daha kalaba­ lık açtık kapımızı sabahları. Günoldu pide yedik hep birlikte. Gün oldu 5 kat su taşıdık. Gün oldu birlikte ağırladık konuklarımızı. Türkümü­ zü birlikte söyledik, halay çektik. Dilimiz AKSM'ye biraz zor alışacak olsa da bugüne kadar düşünceleri­ mizi, duygularımızı paylaşmakta zorlanmadık, zorlanmayacağız. Faşizme karşı mücadelede bu bir­ likteliğin bozulmaması için çalışa­ cağız. Başarılar AKSM emekçileri." Okmeydanı Halk Kültür Merke­ zi'nin açılışına yöneliyoruz ardın­ dan. Okmeydanı halkı elbirliğiyle boyarken duvarları "bizim yerimiz" diyorlar. Onların sahiplenmesiyle yürüyecek "OKM". Açılış günü ala­ bildiğine kalabalığız. Eksiklerimiz ilk bakışta göze çarpıyor. Salonun sandalyelerini mahalledeki kahve­ hanelerden ödünç almışız, bazıları eski. Okmeydanı emekçi halkına layık değil ama onlar hoşgörülüler. Her gün yeni bir eşya getiriyorlar. OKM çalışanları olarak sahneye çı­ kıyor, "Merhaba" diyoruz. Onların arasındayız artık. Emekçi halkın içinde olma, onların sanatını onlar­ la birlikte gerçekleştirme anlayışı­

MART 1996

mızı somutluyoruz OKM'yle. Amaçlarımızı, faaliyet ve kurs ça­ lışmaları programımızı açıklıyoruz onlara. Çalışmalarımızı artık bura­ da sürdüreceğimizi belirtiyoruz. Cezaevindeki tutsaklarımız orada da aramızdalar. Kurumlarımız ken­ dileriyle birlikte mesajlarını da geti­ riyorlar. Çalışmalarını Okmeyda­ nı'nda sürdüren Kervan Dergisi, Okmeydanı'nın Sesi Gazetesi, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Bayıraltı Köyü Derneği ile Ressam Avni Memedoğlu, Haluk Gerger ve Yar Yayınları mesajlarıyla renklendiri­ yorlar açılışımızı. "Ferhan Şensoy ve Ortaoyuncular", "Germinal Çatı­ şanları" imzalı çiçekler salonumuzu süslüyor. Fakat özellikle büyük bir çelenk çok etkiliyor bizi. Çelenk "Okmeydanı Halkı" imzalı. Sunucu arkadaşımız teşekkür ederken "Ne gerek vardı?" diyor utanarak, "Za­ ten sizin yeriniz burası". O gün, Grup Yorum'daki arka­ daşlarımız yoktu aramızda. Avrupa turnesindeydiler. Bir de Sumru yok­ tu aramızda. Bir de Özgürlük Türküsü'nden Deniz'le Berrin, Tavır'dan Aynur Cihan ve Aynur Altın yoktular; Sağmalcılar Cezaevi'ndeydiler. Bir de İdil yoktu ara­ mızda, Tavır'dan arkadaşımız; Ça­ nakkale Cezaevi'ndeydi. Ankara muhabirimiz Utku Deniz, Aydın Cezaevi'nde, Grup Ekin solisti Aylin Ankara Kapalı Cezaevi'ndeydi. Bir de "ax emman emman!" deyip gön­ lümüzün kıvrımlarında sır olan yol­ daşlar, bir de onurumuz, kıvancı­ mız Ayşe ve Nil... Ne kadar da öz­ lemişiz hepsini. Açılıştan kısa bir süre sonra Yorumcular'dan telefon geliyor. Al­ manya'da da yasaklanmış konser­ leri. Kamçılıyor bu haber bizi. Ora­ da da korkutuyoruz egemenleri. Korksunlar. Daha çok korkutmalıyız onları. Gayret, biraz daha gay­ ret...


TAVIR

MART 1996

41

CANDAŞ Dışarısı ayaz Rüzgarına kapılmış tipi Yüzümde saklayan kırbaç Yoksa tipi değil mi Yanaklarımı böyle al al eden. İçerdesin. Ellerin kurumuş Tutuyorum Toprak kadar sıcak Ayağının çıplağıyla basıyorsun yüreğime Yol yol olmuş topukların Yaraların açılmış Soğuktan ve rutubetten Kanayan ben. Bugün yine Seni et, kemik ve kan sandılar

Gözbebeklerinden doğmuş güneş

Yanıldılar!

İçim ısındı

Zincirini kıran Spartaküs yoldaşı

Seni,

Beyaz güvercin

"kör kuyularda merdivensiz

Maviyi seversin bilirim

denizler ortasında yelkensiz" komam asla.

Bilirim.-. Zift karası duvarlara bulaşan utançtır

Bilirim...

Gülüşün umut.

Yaşamı insana kavuşturansın.


42

TAVIR

MART 1996

CANAN YILDIRIM

SENİ TOROS GÜZELİ

Y

iğidim...Asla­ nım...Kara oğlum... Bak arkadaşların evimizde. Toplanıp gelmiş hepsi. Otur­ muşlar sıra sıra. Kalk yavrum, kalk da kahve ikram et arkadaşlarına. Kalksana çocuğum, ayıp! Yiğidim...Aslanım...Kara oğ­ lum.. Kalkıp konuşsana benimle. Ana desene gene. Duymuyorum, gelmi­ yor sesin. "Ana" derdin. "Ana sen bana kara diyorsun ama sen benden da­ ha karasın." Kara da olurum. Sen kalk yeterki. Gene boynuma sarıl. Varsın kara olsun bu anan. Dağ keçileri seker, keklikler ötüşür, yılanlar akıp gider kayalık­ larından. Her yanı örtmüş makiler­ den fışkırırcasına bir yeşil yayılır her yana. Sabahların alaca karanlı­ ğında çakal yağmurları ıslatır çi­ menleri. Dorukları yarıp da ulaşa­ maz insanın gözleri, ulaşamaz dağların yücesine. Hele geceleri, ay dağların ardından devrilipte gülümseyince Çukurova toprağına, yüreği tutuşur Toroslar'ın. Ay bir kandil gibi dururken, bırakmak iste­ mez tepesinden. Sönsün istemez yüreğindeki yangın. Dertli geceler­ de patika yollarında çobanların ve oduncuların yanık türküleri duyulur; ince, uzun, derin. İşte o an yürek kabına sığmaz, içi yangın yeri olur insanın. Çocukluğun geçiyor gözlerimin önünden. Sonra gençliğin, o deli­ kanlı yüreğin. Sonra mapus damla­ rında geçen on yıl. Dile kolay. Mapustan çıktın. Koştun gene inandı­ ğın yola. Dur durak bilmedin. En sevdiğin yemekleri yaptım evde ol­ duğun günler. Şimdi nasıl elim uza­ nır. Nasıl içim çeker. Kanadım kırıl­

dı yavrum. Ana yavrusunu kaybe­ der de kırılmaz mı bir yanı. Her adımımda hayalin çıkar karşıma. Gene sen gülmeden güler gözleri­ nin içi. Gene dizlerime yatırır saçla­ rını okşarım. Sen anlatırsın uzun uzun, gittiğin yolu, kavganı, yoksul­ luğu. İncirler, narlar olmadan önce, dağ yamaçlarında alıç ağaçları al­ tın sarısında gülümsemeden ön­ ceydi. Pamuk ve fıstık ırgatları alınterlerinin bereketini toprağa katma­ dan, ağalar ceplerini daha doldur­ madan önceydi. Yaz aylarının bu­ naltıcı kara sıcağında, bataklıklar­ dan ve su kanallarından ıslak ot kokularıyla beraber oğul oğul sivri­ sineklerin koca ovayı doldurduğu günlerde, Temmuz'un 31 'indeydi. Ölüm sinsi, ölüm namussuz, ölüm kalleş. Pusu atmış sevdalı çağında yüreklere. Kuzum benim. Kara oğlum. Na­ sıl kıydılar sana? Sen saçının bir teline kıyamazken; nasıl yaptılar. Hiç mi yürekleri sızlamadı? Hiç mi demediler, bu da bir ana kuzusu, bu da bir can? Yüreğim yanıyor oğul. Ateşten gömlek giydirdin ba­ na. Böyle erken gidilir mi? Demek sen kanlı pusularda... Demek bir tek kurşun yarası bile yokken bedeninde... Silahın da ateş almadı ha. Ateş alsaydı belki kurtulurdun. Belki değil kesin kurtu­ lurdun. Bilmez miyim ben seni şa­ hinim. Bilmez miyim gittiği yollara kurban olduğum. Ben öleydim oğul. Kalksana yavrum. Kalkıp da "He ana" desene. "Ağlama ana" desene. Arkadaşların yanıbaşımda. Di­ zimin dibinden ayrılmıyorlar. Yalnız komadılar bu kara günümde beni. Onlar da benim yavrularım. Elimi tutuyorlar, terimi siliyorlar, "Ana ağ­ lama", "Ana üzülme" diyorlar. •

Arkadaşların "Toroslar'ın İnce Memedi" koymuş adını. Fotoğratını göğüslerinin sol yanına yürükleri­ nin üstüne asmışlar. Benim göğsü­ me de taktılar. Sıkıca bastırdım, Seni kucaklar gibi. Çiçekler getir­ mişler, Çelenkler yaptırmışlar. Et­ rafın çiçeklerle donatıldı yavrum. Kalk bak hele. Arkadaşların saba­ ha kadar uyumayacaklarmış. Hep­ si sıraya girdi. Gerilla nöbeti tutacaklarmış başında. Ne de çok severlermiş seni. Yavrularım benim. Toros Dağları'nın çağla dök­ mez doruklarında iki şahin kanat çırptı ölümsüzlüğe. Pamuk akında bulutlarla kaplı doruklarında Toros­ lar'ın, aylı bir gecede uçtular. Biri Dersim Dağlarına gitti, Çukuro­ va'ya indi diğeri. Tam da en verimli yerinde kopup gittiler dalımızdan. "Yiğitlik bize has" dediler. Doyama­ dık biz onlara, kanamadık. Gün batıp hava kararanda hep yürüdüler durup dinlenmeden. Yü­ rüdüler dağa taşa sığmaz koca yü­ rekler. İnce Memed yiğitliğinde, za­ limin izini sürdüler, köylülerin yüre­ ğinde tez zamanda yer ettiler. Gürlemek için çıktılar Toroslar'a. Gürleyip yayılma, bir çığlık gibi sıra dağlar boyunca. Yeri göğü sarsar gibi gürlediler Silifke'nin dağların­ dan. Irgatlar ellerini alınlarına götü­ rüp gürlemeyi dinlediler. Zalimler bir kere daha gece uykularında ter­ lediler. Gök gibi gürleyip gidenlerin ar­ kasından geridekiler söz kestiler. Kaşlar çatıldı künyesini satıp dos­ tunu kalleşçe vuranlara. Bir sitem gönderildi pusulasını şaşıranlara. Çukurova bir verimli toprak. And içildi, Silifke'de dikilen bayrak TOROSLARIN ZİRVESİNDE DAL­ GALANACAK...


TAVIR

43

MART 1996

KİTAP/ İBRAHİM KARACA

SALVADOR'UN GİZLİ ZİNDANLARI Ana Guadalupe Martinez ünya büyük bir değişim geçiriyor! Sömürü, açlık, savaşlar, kirlilik, talan ve katliam­ lar ise Mars geze­ geninde gerçekle­ şiyor... Dünya­ mızla ilgisi yok! Sakın bunları dü­ şünmeyin. Bunları ortadan kaldır­ maktan sözetmeyin. dünyayı dönüştüremezsiniz. O değişiyor. Siz de değişin.. Sınıf mücadelesinden ve devrimden sözetmek bu durum­ da değişmemeyi temsil ediyor. Eski kavramlarla yeni bir dünya nasıl kurulabilir? Sınıf mücadelesi gibi tarih öncesi masalları bir kenara bı­ rakıp, birer tane renkli TV, cep tele­ fonu ve araba edinme mücadelesi vermelisiniz. Şu üç günlük dünya­ da insan zaten ne için yaşar ki?. Onu bunu bırakın, değişin... Örgüt­ lenmeyin mücadele etmeyin. Hayal kurmayın. Gidin tabak ve renkli te­ levizyon veren gazetelerden birer tane alın. Kupon biriktirin. Artık de­ ğişin! Siz de sürüye karışın...

D

Yüzlerce kayıp, yargısız infaz­ lar, saldırılar, gözaltılar, ölümler, iş­ kenceler ve tecavüzler hep "değişme"ye direnenler için. İster Latin Amerika'da ister Afrika'da, ister Or­ tadoğu'da olsun. Aynı zindanlar, aynı işkenceler, ayın yoketmeler. Tesadüf mü? ABD'de geliştirilen işkence aletleri ve yöntemlerinin önce "arka bahçe"de denenip sonra dünya'ya ihraç edildiğini artık kendileri de gizleyemiyor. Bu yüzden, "Salva­ dor'un Gizli Zindanları"nı okurken, kitapta anlatılanların "ora"lı olduğu kadar "buralı da olduğunu düşüne­ biliyoruz. Kitabın yazarı olan Ana Guada­ lupe Martinez, El Salvador'daki oligarşik diktatörlüğe karşı savaşan Salvador Devrim Partisi (PRS) üyesi bir kadın gerilla önderidir. Ki­ tap, kendisinin kaçırılışından sonra

gizli bir zindanda aylarca gördüğü akıl almaz (aslında bildik ve tanı­ dık) işkenceleri ve insanlık dışı davranışları anlatıyor. 5 milyon nü­ fusun yüzde altmışının tarımda ça­ lıştığı 20 bin kilometrekarelik bir küçük Latin ülkesinde, çocuk ölüm­ leri Avrupa'ya yöre on kat daha fazladır. Tarım arazilerinin yüzde sekseni nüfusun yüzde ikisine ait­ tir. E! Salvador ordusu ise, ülkedeki ABD çıkarlarını temsil eden ondört aileyi korumaktan öte bir işlev taşı­ mamaktadır. Bunu, Ana Guadalu­ pe Martinez'in Almanca baskıya yazdığı önsözün bir bölümü çarpıcı biçimde özetler: "Yiyecekleri olan­ lar, olmayanlardan korkularına uyuyamadıklarından, uyuyabilmek için kendilerine bekçilik edecek biri­ lerine gerek duyarlar. Ve işte o za­ man ordu sahneye çıkıp bu rolü üstlenir." Bu sözler aynı zamanda bütün bir Latin Amerika gerçeğini özetlemektedir. Diktatörlük, dayat­ tığı bu onursuz ve kahredici yaşam karşısında birçok kez ve bir çok yerde halkın örgütlü direnişini bul­ maktadır. Bu yaşamı dönüştürmeye ve yerine daha insancıl bir toplum dü­ zeni getirmeye yönelik diğer yolla­ rın tıkandığını görmek, halkı silahlı direnişe yöneltmektedir. Latin Amerika, bu tür silahlı direniş mü­ cadelelerinin bir laboratuvarıdır adeta. "Demokrasi" içinde mücade­ le söylemlerinin sıkça kullanılması­ na karşın, bu söylemleri bizzat kul­ lanan devletin en küçük demokratik hak alma mücadelelerini bile şid­ detle bastırdığı, sendikaları ya ka­ pattığı ya da işlevsizleştirdiği, dö­ şün adamlarını hapislere attığı, ölüm mangalarının katliamlar dü­ zenlediği, üstelik bütün bunların ül­ kenin yazgısına çöreklenmiş birkaç aile ya da şirkete ait saltanatın de­ vamı için olduğu Coğrafyalarda si­ lahlı halk direnişi daha doğrudan bir seyir izlemekte, halkın diktatör-

lüğe karşı verdiği en açık yanıtın adı gerilla olmaktadır. Belge Yayınları arasında çıkan "Salvador'un Gizli Zindanları" adlı kitap, satır aralarından böyle bir özet de bırakıyor bilinçaltımıza. Ki­ tabı okurken bir başka gerçek daha çıkıyor karşımıza: Mücadelede Bir­ lik. Çünkü, Salvador'daki oligarşik diktatörlük, hücrelerine doldurduğu devrimcilere karşı aynı işkence yöntemlerine başvurmakta, aynı katliamları düzenlemekte, aynı şiddetle saldırmaktadır. Birbirlerinin varlığından bile ha­ berdar olmayan onlarca direnişçiyi hücrelerinde barındıran gizli zin­ danlar, Ana Guadalupe Martinez gibi bir gerilla önderine bunları dü­ şündürtüyor. Turizm merkezi müdürünün gerillalarca kaçırılmasının ardından gündeme gelen takas görüşmeleri sonrasında özgürlüğüne kavuşa­ cak olan Ana Guadalupe Martinez'e, bulunduğu hücrede tecavü­ ze kadar varan türlü işkenceleri ya­ panlar kendileri değilmiş gibi, adeta yalvarırcasına "Herhalde, önce ikinci şubede yaşadıklarınız hak­ kında bilgi verirsiniz örgütünüze. Başınızdan geçenleri anlatırken si­ ze iyi davrandığımızı unutmayın!" diyebilen kahraman işkencecilerin ruh halleri ise "acı bir tebessüm" olarak kalacak yanağınızda...

SALVADOR'UN GİZLİ ZİNDANLARI Ana Guadalupe MARTİNEZ Belge Yayınları, Nisan 1995 192 sayfa, Türkçesi: Adem AYAKTA


44

TAVIR

MART 1996

RÖPORTAJ / TAVIR

İbrahim Karaca; "seyirci kalmak, bir süre sonra seyirci bile kalmamaya dönüşecektir" Tavır: Sizi şiir yazmaya yönel­ ten etkenler nedir? İ.Karaca: Şairin etkilendiği çe­ şitli olaylar, gelişmeler ve sarsılma­ lar bir şiirin ortaya çıkışını hazırla­ yan en önemli etkenlerdir. Bu, ba­ zen bir yalnızlık duygusu olabilece­ ği gibi, birlikte ve 'biz' olmanın ver­ diği motivasyon da olabilir. Yaşa­ nan sürecin duygusal baskısını da unutmamak gerekir. Ama bütün bunları, şiirin kendine özgü duyarlı­ lığı ile buluşturmak gerekiyor. Her toplumsal olay veya sarsıntıda şiir ortaya çıkmayabilir, ama yazılan şiirlerde bütün bu saydıklarımızın etkisi vardır mutlaka. Oldukça hızlı akan bir hayat karşısında bazen de birden fazla etkinin birlikte orta­ ya koyduğu tablo etkili olabilir, ya­ zılan şiir o kaosun içinden fışkırabilir. Örneğin, kitaba adını veren Phoenix isimli şiirin oluşma süreci, Vedat Aydın'ın Diyarbakır'da öldü­ rülmesiyle başlayıp, istanbul'daki 12 Temmuz katliamını içine alan zaman diliminin benim iç dünyamdaki yansımalarının görüntüleridir. Göçmen adlı şiirim, gözaltında kaybedilme olaylarının iyice yo-. ğunlaşıp bu topraklar için artık bir olgu halini aldığı sürece ilişkin du­

yarlılığın bir ürünüdür ve tek bir ka­ yıp için değil, bütün kayıplar için beynimden ve yüreğimden damla damla damıtılmıştır. 'Harman Yeri' isimli şiirim hayatı ve halkımı ölesi­ ye sevmenin, bu yolda direnmenin, "Cesaretiniz varsa gelini" diyebil­ menin, ölümler karşısında ağlama­ nın, ölümü yere çalmanın betim­ lendiği bir şiir olarak ortaya çıktı. "Sen o Resmi Yapacaktın Abidin" isimli şiirim ise, verip de yerine ge­ tirilmeyen bir sözden yola çıkarak, yangınlar içindeki Kürt coğrafyası­ na ait duyarlılıklarla oluşturulan ya­ rı sitem, yarı hüzünle bezeli bir şiir­ dir. Bu saydığım şiirler daha önce Tavır'da yayınlanan şiirlerdir. Tavır Dergisi'nin bu şiirlerin oluşum sü­ recinde hızlandırıcı bir etkisi ol­ muştur. Tavır: Şiir üretimini engelleyen, zorlaştıran, bazen de olanaksızlaştıran nedenler var mıdır? İ.Karaca: Dışsal nedenlerin en önde geleni, yaşamımı sürdürmek için edebiyatla hiç ilgisi olmayan bir işte, sabah karanlığından ak­ şam karanlığına kadar çalışıyor ol­ mamdır. Kendime kalan sınırlı za­ manda şiir yazmak bir yana istedi­ ğim yoğunlukta kitap bile okuya­

madığımı, araştırma yapamadığı­ mı düşünüyorum. İçsel nedenler de bundan bağımsız değil. Bazen bu işi yazdıklarının çoğunu yaşa­ yabilenlerin yapması gerektiğini bi­ le düşündüğüm oluyor, ama çok yoğun olmasa bile yazmadan da olmuyor. Şiirde varmak isteğidim yerde değilim henüz. Tavır: Phoenix nasıl bir sürecin izlerini taşıyor ve nasıl bir şiir serü­ veninin ürünü olarak doğdu? İ.Karaca: Bir şiir ve edebiyat dostu olarak benim kendi dilimi ve sesimi büyük ölçüde yarattığıma inandığım bir şiirler bütünü olarak görüyorum 'Külünde Doğan-Phoenix'i. Phoenix aslında, hem ilk şiir kitabım olan 'Ardından'ın devamı, yani ikinci cildi, hem de onu daha ileriye taşıyan şiirsel duyarlılıkları içeriyor. İlk kitabım büyük oranda faşizmin 12 Eylül sürecindeki, o özel dönemine ilişkin benim iç dünyamdaki yılgınlığa karşı direnişi ve kabul edemeyişi simgeliyordu ken­ di açımdan. Phoenix ise ayakta kalmayı bir şekilde başarabilmiş, en azından kuşatmaya karşı kendi­ ni sokup öldüren akrep gibi hayatın dışına savrulmayan bir insan psi­ kolojisi ve duyarlılığının ürünü... Bu


TAVIR

45

MART 1996

yüzden ilk kitabımın, devamı niteli­ ğinde. Küllerinden kendini yeniden yaratan o ölümsüz mitolojik kuş Phoenix de bir anlamda bu sûrece denk düştü. Bir de genel boyutu var bu serüvenin ki, devrimci dirili­ şin verdiği motivasyon ile açıklana­ bilir ancak. Tavır: Kitaptaki şiirler ağırlıklı olarak hangi dönemde yazıldı? İ.Karaca: Bu kitaptaki şiirler ta­ rih olarak on yıllık bir döneme ya­ yılmış durumda. İlk şar kitabım çık­ madan önce yazılan, ama kitaba girmeyen şiirleri de bu kitaba al­ dım. Bu şiirlerin ilk kitaba girmeme nedeni Akademi Kitabevi ödülü için gönderdiğim şiirlerden sonra yazıl­ mış olmalarıdır. İlk kitabımda, ba­ şarı ödülü alan bu şiir dosyasına sadık kaldım. Yeni kitabım olan 'Phoenix'te yeralan yetmişbeş tane şiirin yaklaşık dörtte biri o dönem­ de yazıldı. Tavır: Kitabınızı okurken, şiirlerinizdeki yalınlık hemen göze çar­ pıyor. İ.Karaca: Bir dostum, şiirlerim­ de daha imgesel ve okurun düşün dağarcığını zorlayan bir şiir dilini benimsemem gerektiğini söylemişti bana. Eğer, yalın ve kolay anlaşılır bir şiir dili oluşturmak gibi kaygıla­ rınız yoksa ve şiiri akademik bir düzeyde algılıyorsanız veya tama­ men entellektüel bir alana şiir su­ nuyorsanız söylenenler belki doğru olabilir. Ben bunu yapmadım. Za­ ten istesem de beceremezdim. Çünkü en başta ben birşey anla­ mazdım yazdıklarımdan. Renk ola­ rak halk şiirinden izler taşıyan bir tarz benimsedim bu yüzden, doğal olarak. Madem ki yaşamı insan için daha anlaşılır kılmak gibi bir derdimiz de var, o halde kullandı­ ğımız araçlar, kaygılar, yaklaşımlar ve amacın kendisi son derece an­ laşılır ve net olmalıdır. Zaten haya­ tın insan bilincine mümkün olduğu kadar belirsizce yansıması için oluşturulup, tüketime sunulan yete­ rince maddi ve fiziki engeller var. Buna bir de kendimiz güzel ve dü­ zeyli olmak adına yeni anlaşılmazIıktar eklemeyelim. Burada, "güzel olan" ve "düzeyli olan" üzerine dü­ şünmek gerekir. Kimin için güzel ve kimden yana düzeyli? Yalın ve

iz

anlaşılır olmaktan kas­ tım; 'basit, sıradan, doğ­ rudan' sözcüklerini içer­ miyor. Kitabın önsözün­ Çığlık içindeydi deniz de Afşar Timuçin'in yaz­ Belki siz de bilirdiniz dığı gibi "Bir doğruyu söyle, ama nasıl söyler­ Bir yol dağlara bakarak sen söyle" formülünün Dalgalara can verdiniz dışından sözediyorum. Tavır: Kitabın kırkın­ cı sayfasında 'Mum' Kucaklaşmasak bile isimli bir şiir var. 'Hayatın Gelen sevdamızdı dile tanığı olmak' kavramını bu şiire göre nasıl algılı­ Göğsümüzde yar sızısı yorsunuz? Yola girdik sabah ile İ.Karaca: 'Hayatın tanığı olmak' kavramı geçmişte çeşitli biçimler­ Ardımızdan gelen kardı de dile getirildi. Bu şiir, Sular kendine akardı nasıl bir tanıklık soru­ sundan yola çıkarak ku­ Üstüne titrediğimiz ruldu. Tanıklık, eğer bir Sevdiklerimiz de vardı sûre sonra seyirci kal­ maya dönüşebilecek bir tanıklıksa onun adını Dosta verdik sözümüzü koymak gerektiğini be­ lirtmek istedim. Çünkü Aramayın izimizi seyirci kalmak da bir sü­ Şimdi dağların başına re sonra seyirci bile kalamamaya dönüşecektir. Rüzgar okur türkümüzü Diyelim ki karanlıktasınız ve karanlığın tanığısınız. Böyle bir tanıklığın ka­ İBRAHİM KARACA ranlığı aşmaya yarama­ yacağı ortadadır. "Peki/ Tanık olmak yeter mi/ Bir Tavır: Devrimci bir Edebiyatmum da mı yok/ Cebinizde" dizele­ Kültür-Sanat Hareketi yaratılabilir riyle, eylemli ve örgütlü bir tanıklığı mi? Yaratılmalı mı?, Çıkış noktası vurgulamak istedim. ne olmalı? Tavır: Zaman zaman düzenle­ İ.Karaca: Yaratılabilir ve yara­ nen Şiir-Edebiyat ödülleri konusun­ tılmalı da... Çıkış noktası olarak daki yaklaşımlarınız nelerdir? sanatın ve edebiyatın diliyle konu­ şarak, kitlelerle bir başka boyutta İ.Karaca: Bir dönem sanatilişkiler kurabilmek, devrimci sos­ edebiyat çevrelerinde bu konu çok yalist sanatsal kültürü derinleştir­ tartışıldı. Olur olmaz düzenlenen mek, yaygınlaştırmak ve yeni açı­ edebiyat ödüllerinin, geliştirici ve lımlar getirebilmek olmalı. Bu, sa­ teşvik edici bir yönünün bulundu­ dece iktidarı almaya yönelik oluş­ ğuna ben inanmıyorum. Ancak, ül­ turulacak bir devrimci kültürü değil, kenin dürüst aydınlarını bünyesin­ belli bir sürekliliği içermeli, sosya­ de toplayan bir oluşum tarafından list insanı yaratmaya yönelik uzun yapılacak olan değerlendirmelere erimli, sabırlı bir çalışmayı hedef olumlu bakıyorum. İnsanlar, değer­ atmalı. lendirmenin objektif olarak yapıldı­ ğından emin olmalı herşeyden ön­ Tavır: Teşekkürler. Bundan ce. Ödülü belirleyen tek etken biz­ sonraki çalışmalarınızda başarılar zat yarışmaya katılan ürünün ken­ diliyoruz. disi olmalı. Akademi Ödülleri bu konuda bir örnekti ve birçok saygın imza kazandırdı edebiyatımıza.


TAVIR

46

MART 1996

KASET/MURAT CEYHAN

EFKAN ŞEŞEN

GÜN AĞARIRKEN fkan Şeşen'in ilk kasetinde ortaya çıkardığı sanatsal çizgi yetkin ve tutarlı bir görünüm sergilemiyordu. "Dokuz Altı Yollarında", ki­ mi sıcak bestelerine rağmen, niteli­ ği düşük bir çalışmaydı. Şiirlerin ifade gücü yetersizdi. Ezgiler ise alelade yapılmış düzenlemelerin ardında kaybolmuştu. Efkan Şeşen, ilk kasetindeki yetersizlikleri aşmayı hedefleyen ve pratikte özeleştiri niteliği taşıdı­ ğını düşündüğümüz "Gün Ağarır­ ken"i bir süre önce dinleyenlerine sundu. "Gün Ağarırken", kuşkusuz ön­ ceki kasetin eksikliklerini tam anla­ mıyla kapatamıyor. Efkan bu çalış­ masında yaşamı detaylı kesitlerle sunmak isterken, parçalarını yaşa­ dığı öznel sürecin ifadesiyle yo­

E

ağların Kartalları Fevzi Kurtuluş'un son çalışma­ sı . Daha önce "Diren Sevdalım", "İstanbul Direniyor-İşçi Kız" ve "İnancımız Var" adlı kaset çalışma­ ları bulunan Fevzi Kurtuluş, bu ka­ setinde yoğunlukla halk müziği mo­ tiflerini işlemeye çalışmış. Fevzi Kurtuluş son kasetinin yönetmenli­ ğini de üstlenmiş. Ele aldığı konu­ larda yükselen mücadele sürecinin zenginliğini yakalamayı amaçladı­ ğını ve sorunlara alternatifler çö­ zümler önerdiğini görüyoruz; örne­ ğin grev ve kayıplar gibi.

D

Bunların yanısıra kasette değişik ulus ve milliyetlerin kültürlerine ve türkülerine de yer verilmiş. Karadeniz motifleriyle bestelenmiş bir türkünün yanısıra Makedonca ve Zazaca türküler kaseti içerik yö­ nüyle zenginleştirmiş. Bu olumlulu­ ğu sadece kasete kattığı müzikal zenginlik olarak değerlendirenle­ yiz. Ülkemiz halklarının zengin kül­ türel mirasını ele alıp onu geliştire-

rumluyor. Kendi duyarlılığını yansı­ tıyor. Efkan, yeni çalışmasında dev­ ­­­­­ mücadelenin yaşama yön ve­ ren zenginliklerim yeterince ifade edememiş. Dinamik ve kitleleri ha­ rekete geçirici bir müzikal biçimi yakalayamamış. Ancak, her parça­ sında, kendince ifade etmeyi zo­ runluluk olarak gördüğü gerçeklere samimi ve içten bir duyarlılıkla yö­ nelmeyi amaçladığını da belirtme­ miz gerekiyor. Parçaların içeriğin­ deki politik yaklaşım, kendi yaşam tarzı ve kültürünün bir ifadesi. Geli­ şen mücadeleyi de kendi bakışıyla ortaya koymaya çalışıyor.. Efkan özelikle ritmik parçalarda sesini iyi kullanabilen bir sanatçı. Fakat, "Dokuz Altı Yollarında" ve "Gün Ağarırken" isimli çalışmalar­ da göze çarpan bir özellik de, Ef-

kan'ın pest (kalın) tonlardan ses­ lendirdiği parçalardaki performans düşüklüğü. Şüphesiz tüm parçalar için aynı eleştiriyi getirmiyoruz. Ör­ neğin, "Türkülerle Yol Eylediniz" isimli parça coşkulu ve ritmik yapı­ sıyla olumlu bir çalışma. Bu parça dinamizmini, güçlü ezgisinin yanısıra Efkan'ın başarılı yorumuyla da kazanmış. "Gün Ağarırken" ise gerek ağır ritmik yapısından gerek­ se de Efkan'ın sesine uygun bir tondan seslendirilmeyişinden dola­ yı aynı başarıyı yakalayamamış. Efkan bu çalışmasında, halk motif ve ritimlerine uygun bir üreti­ mi hedeflemiş. "Gün Ağarırken"in, bundan sonraki çalışmalarının önünü açacağına inanıyoruz. An­ cak Efkan, anlatımdaki eksiklikleri­ ni aşmak ve yaşamın gerçeklerini daha yetkin ve doğru bir perspektif­ le ifade edebilmek için, halkın ya­ şadığı sorunları, mücadelesini da­ ha yakından izlemelidir. Bu da biz­ ce, halkla birebir ilişki içinde olmak, onların içinden birisi olarak düşün­ mek, yaşamak ve üretmekten ge­ çiyor.

FEVZİ KURTULUŞ

DAĞLARIN KARTALLARI rek, halkın geçmişten bugüne uza­ nan değerlerini emperyalizmin yoz kültürüne karşı ayakta tutmak ve geleceğe taşımak açısından önem­ lidir. Bu çalışmada halk müziğinin otantik formunu koruma kaygısı bir monotonlaşma tehlikesini getiriyor. Özellikle parçaların düzenlemesin­ de çoksesliliği sağlayacak zengin armoniler kullanılmamış. Parçala­ rın altyapısında özgün bir tarzda kullanılamayan bendir, koltuk da­ vulu gibi ritm aletleri, ezgisel açı­ dan düzenlemeye açık, zenginleşebilecek nitelikteki parçalarda bir motonluk oluşturmuş. Kasete adını veren "Dağların Kartalları", anla­ tımdaki zenginliğiyle öne çıkan bir parça.

"Dağların Kartalları" emekçi halkın yaşamı, mücadelesi ve umudunu yansıtma çabasını içeri­ yor. Gelişen mücadelemiz ve sava­ şımızın halklaşması, her alanda ol-, duğu gibi sanatsal üretimlerde de bir zenginleşmeyi zorunlu kılıyor. Bu zenginlik içerik ve biçimde halklaşmaktır. Mücadelemizi, de­ ğerlerimizi özümsediğimiz ve dev­ rimci kişiliği bir yaşam biçimi haline getirdiğimiz ölçüde, ürünlerimiz de zenginleşecek, emekçilerin sanatı­ nı hakettiği aşamaya getirecektir. Fevzi Kurtuluş'un yaşam ger­ çekliğimize ve mücadelemize du­ yarlılığını, daha ileri hedefler içeren çalışmalara yönelerek sürdürmesi­ ni bekliyoruz.


TAVIR

47

MART 1996

TUTSAK DEVRİMCİ SANATÇILARIMIZI SAHİPLENELİM! GRUP YORUM 1 Temmuz 1995; İzmit'te gerçekleşti­ rilen konserde yaklaşık 1000 kişiye ses­ lendi. 27 Ağustos 1996; Radyo Ekin'in Kar­ tal Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi'nde düzenlediği "Söz Bizim Çünkü Biz Halkız" isimli gecede yaklaşık 800 kişiye seslendi. 29 Ağustos 1995; Konya-Akşehir'de 2500 kişinin izlediği bir konser gerçekleş­ tirdi. 2 Eylül 1995; Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun organize ettiği ve 1000 ki­ şinin katıldığı Çağlayandaki toplu sünnet düğününde yeraldı. 18 Eylül 1995; İstanbul Ulusal Radyo'nun düzenlediği Harbiye Açıkhava Ti­ yatrosu'ndaki geceyle İstanbul'daki altı yıl­ lık konser yasağını delerek yaklaşık 4000 kişiye seslendi. 24 Eylül 1995; Silifke'de 3000 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 1 Ekim 1995; Bursa Kültür Park Açık­ hava Tiyatrosu'nda bir konser verdi. Yo­ ğun yağmura rağmen konseri 4000 kişi izledi. 3 Ekim 1995; "Heryerde Grup Yorum Dinleyelim, Dinletelim" kampanyası çer­ çevesinde Nurtepe Hüseyin Aksoy Parkı'nda düzenledikleri halk konserine polis saldırdı. Konseri izlemeye gelen halkın üzerine ateş açan polis aralarında Özgür­ lük Türküsü elemanı Bahadır Balcı'nın da bulunduğu 30 kişiyi gözaltına aldı. 8 Ekim 1995; BEKSAV'da düzenlenen "Che'yi Anma Etkinliği"nde bir dinleti verdi. 17 Ekim 1995; Kadıköy'deki memur mitinginde yaklaşık 8000 kişiye seslendi. 20 Ekini 1995; Tarsus'ta verdiği kon­ serde 1000 kişiye seslendi. 21 Ekini 1995; Çorum'da gerçekleşen konserde 4000 kişiye seslendi. 26 Ekim 1995; Anadolu Halk KültürSanat Merkezi'nin açılışında bir dinleti ver­ di. Ortaköy Kültür Merkezi'nin kapatılma­ sı üzerine kültür merkezlerinin OKM'yle dayanışma amacıyla düzenledikleri "OKM Bugün Burada" etkinliklerinde; 9 Eylül'de Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi'nde, 16 Eylül'de Piya Kültürevi, 22 Eylül'de MKM, 30 Eylül'de Stran Kül­ tür Merkezi'nde, 15 Ekim'de BEKSAV'da, 22 Ekim'de Esenler Kültür Merkezi'nde, 25 Ekim'de Genç Ekin Sanat Merkezi'nde birer dinleti verdi. 11 Kasım 1995; Almanya'nın BremerHaven şehrinde bir söyleşi ve dinleti ger­ çekleştirdi. Etkinliğe 150 kişi katıldı.

Dört müzik grubu; Özgürlük Türküsü, Grup Munzur, Genç Ekin Müzik Grubu ve Kutup Yıldızı, CHP Beyoğlu İlçe Merkezi'ni 7 Kasım 1995 tarihinde işgal ettiler. İşgal nedeni; Buca Cezaevi'nde gerçekle­ şen ve üç tutsağın şehit düşmesiyle sonuçlanan katliamı protesto et­ mek ve sonrasında tüm cezaevlerinde gelişen, 1200 tutsağın katıldı­ ğı süresiz açlık grevini desteklemekti. Sanatçılar, gerçekleştirdikleri bu işgal eylemiyle tutsakların mücadelesini ve onurlarını sahiplen­ mişler, devrimci sanatçı olmanın sorumluluğuyla davranmışlardı. İş­ gal sonrası CHP yöneticilerinin talimatıyla dövülerek gözaltına alı­ nan sanatçılar yedi gün boyunca siyasi şubede işkence gördüler. Çı­ karıldıklar DGM'de ise "örgüt üyesi" oldukları gerekçesiyle tutuklan­ dılar. Tutuklanan Özgürlük Türküsü elemanları Berrin Pekdemir, Sibel Deniz Karakaya; Genç Ekin Müzik Topluluğu elemanı Neslihan Tokur; Grup Munzur elemanları İpek Reçber, İbrahim Yıldız ve Ku­ tup Yıldızı elemanları Murat Tokdemir ile Bülent Şimsik halen Sağ­ malcılar Cezaevi'nde tutulmaktadırlar. 5 Mart 1995 tarihinde İstanbul 5 No'lu DGM'de davaları görül­ meye başlanacak olan devrimci sanatçıların mahkemelerine katıla­ lım ve onları sahiplenelim.

"BEN METİN GÖKTEPE, GAZETECİYİM." "Yine bir gün, 8 Ocak'ta çantamı kaptığım gibi fırladım gazeteden. Gerçeğin peşine. İnsana olmaz gi­ bi gelen ölüm gerçeğinin. Dört du­ var arasında öldürülen insanların cenaze törenini izleyecektim. Yine engellediler. Ben sadece aracıy­ dım. Gerçeğin sizlere aracısı... Ta­ hammül edemediler. İki polis kolla­ rımı arkaya kıvırıp arkadaşlarım­ dan ayırdı. Götürdüler beni. Son­ ra... ...Sonrası bildiğiniz gibi. San­ dalyeden düşmüşüm... Yok yok, duvardan. Çay bahçesindeymişim. Hatta gözaltına bile alınmamışım. Çok pervasızdılar. Ama bu kez hesapları tutmadı. Ben Metin Göktepe, gazeteci­ yim. Onlar, bir tane Metin Göktepe öldürdü. Bir de ne görsünler, Metin Göktepeler çoğalmamış mı? Ben ve diğer öldürülen gazeteciler ço­ ğaldık. Sergi açtık. Hoşgeldiniz..." Gözaltında, polis tarafından iş­ kenceyle katledilen Evrensel Ga­ zetesi muhabiri Metin Göktepe'nin . anısına bir fotoğraf ve resim sergisi düzenlendi. 29 Ocakta Basın Mözesi'nde açılan sergi daha sonra Evrensel Gazetesi, MED-KOM ve

Evrensel Kültür Merkezi'nde sergi­ lenmeye devam edecek. Sergiye aralarında FOSEM, Ahmet Şık, Ara Güler, Hatice Tuncer, İsa Çelik, Mehmet Özer, Engin Kaban, Hakan Dilek, Zeki Demirkubuz, Sevil Üzrek, TDN Çalışanları, Behzat Şahin, Cemile Çakır, İbra­ him Akyürek, Kerem Ilgaz, Şirin Küçüktabak'ın da bulunduğu 65 fo­ toğraf sanatçısı ve ressam katılıyor.

MKM YENİ YERİNDE Kültürel ve sanatsal alanda 1991 yılından bu yana Tarlabaşı'ndaki binasında çalışmalar yürü­ tülen, defalarca basılan, çalışanları gözaltına alınıp tutuklanan ve son olarak hakkında kapatma davası açılan Mezopotamya Kültür Merke­ zi çalışmalarını artık İstiklal Cadde­ si'ndeki yeni yerinde sürdürüyor. 3 Şubat 1996 tarihinde yapılan ve gün boyu süren açılış şenliğinde çok sayıda konuğun yanısıra MKM müzik gruplarının oluşturduğu or­ kestra, Gülen Mezrobotan Çocuk Grubu, Kızılırmak Müzik Topluluğu, Dengbej Ekremo müzikleriyle, Teatra Jiyana Nu şiirleriyle yeraldılar. Açılış şenliğinde ayrıca MKM'nin tanıtımını içeren bir sinevizyon gösterimi yapıldı. MKM emekçilerine yeni yerin­ deki çalışmalarında başarılar dili­ yoruz.


48

TAVIR

MART 1996

HABER/YORUM

NOKTA GRUP YORUM'A EVRENSEL YASAKLAMA Grup Yorum'a şimdi de Alman emperyalizmi baskı yapıyor. 10 aralık 1995te Castrop-Rauxel şehrinde yapılacak olan "Halkların Dostluğu Şenliği", şenlikte Grup Yorum'un yeralacak olması ve Grup Yorum'un da DHKP-C propagandası yapacağı gerekçesiyle Alman emperyalizmince yasaklandı. Şenlikte Grup Yorum'un yanısıra Musa Eroğlu, Ayşegül, Deste Günaydın, Tolga Çandar, Koma Amed, Fırat Başkale, Nilüfer Akbal, Sarah Alexander, Çerkes Halkoyunları, Semah ve Karadeniz Halkoyunları Ekibi ile bir sinevizyon gösterimi de yeralacaktı. Keyfi yasaklama sonrası, şenliği düzenleyen "Türk-Alman Dostluk Derneği" ve Grup Yorum, Fırat Başkale'nin de yeraldığı alternatif bir protesto şenliği düzenledi. Duisburg'ta gerçekleşen alternatif şenliği 1500 kişi izledi. 15 Aralık 1995'te Ulm'de düzenlenen Grup Yorum konseri ise, Alman polisi tarafından Grup Yorum'un Türkiye'de yasaklı olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Konserin yapılacağı saatte konser salonunun çevresi yüzlerce polis ve panzerlerle çevrildi. Şehir dışından getirilen takviye polislerle konserin yapılacağı bölgede olağanüstü önlemler alındı. Konser gecesi Grup Yorum elemanlarının kaldığı ev yine polislerce ablukaya alındı ve eve giren çıkanlar ev sahibi de dahil olmak üzere polis tarafından aranarak baskı altında tutulmaya çalışıldı. Grup Yorum'un daha önce de Almanya'da defalarca konserlerinin yasaklanması ve son yasaklar, Alman ve Türk hükümetlerinin nasıl içiçe çalıştığının birer göstergesiydi. Alman polisinin, Grup Yorum'u yasaklayarak halklarımızın özgürlük türkülerini Avrupa'da yaşayan Türkiyeliler'e ulaşmasını engellemeye çalışması boşunadır. Almanya ve Avrupa'nın dörtbir yanında yaşayan emekçi halklarımız Grup Yorum'a ve türkülerine her zaman sahip çıkmışlardır.

EGE KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ'NE POLİS BASKINI Kültür ve Sanatta Halktan Yana Tavır Dergisi İzmir Temsilciliği olan Ege Kültür-Sanat Merkezi 18 Ocak 1996 Perşembe günü Siyasi Şube ekiplerince basıldı. Aynı gün İzmir'de birçok demokratik kitle örgütü ve ev polis tarafından basılmış yaklaşık 100 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlardan ve aratırında EKSM çalışanları ile Grup Günışığı elemanlarının da bulunduğu 22 kişi 30 Ocak 1996 günü çıkarıldık­ ları mahkeme tarafından tutuklandı. Tutuklanan EKSM çalışanları ve Günışığı elemanlarının isimleri şöyle: Arzuhan Al, Vefa Sayın Öğütle ve Suat Turan.

OKM'DE

BAĞLAMA, GİTAR, KORO | K U R S KAYITLARI DEVAM EDİYOR iletişim için: ANADOLU HALK KÜLTÜR MERKEZİ İlk Belediye Cad. No:10/3 Tünel/Beyoğlu Tel:243 03 13

18 Kasım 1995; Paris'te düzenlenen "Sen Türkülerinle Özgürsün" isimli gece­ ye katıldı. Deste Günaydın, Özgür Yağan ve Grup Kardelen'in de katıldığı geceyi 600 kişi izledi. 19 Kasım 1995; İsviçre'nin Basel şehrinde düzenlenen şenliğe Deste Gü­ naydın ve Şair Nihat Behram ile birlikte katıldı. 25 Kasım 1995; Köln Aleviler Birliği'nin düzenlediği gecede yaklaşık 600 ki­ şiye seslendi. 2-3 Aralık 1995; Avusturya'nın Innsbruck ve Viyana şehirlerinde düzenlenen "Türkülerle Vatanımız" isimli gecelere katıldı ve yaklaşık 1500 kişiye seslendi. Gecelerde Deste Günaydın ve Adıyaman Halkoyunları Ekibi de yeraldı. 17 Aralık 1995; Londra'da Deste Gü­ naydın,Halkoyunları Ekibi ve sinevizyon gösteriminin yeraldığı geceye katıldı ve 2000 kişiye seslendi. 10 Ocak 1996; Metin Göktepe'nin ce­ naze törenine üzerinde "Bize Ölüm Yok/Grup Yorum" yazan bir pankartla ka­ tıldı. 14 Ocak 1996; Gazi Şehitliğinin açılı­ şına katılarak "Bize Ölüm Yok" adlı parçayı seslendirdi. 21 Ocak 1996; Ümraniye şehitlerinin mezarları başında yapılan anmaya katıldı. 22 Ocak 1996; Metin Göktepe için Ev­ rensel Gazetesi'ne bazı kültür merkezi ve müzik gruplarıyla birlikte bir destek ziyare­ tinde bulunarak gazete çalışanlarına küçük bir dinleti verdi. ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ 9 Eylül 1995; Genç Ekin Sanat Merke­ zi'nde yaklaşık 100 kişiye seslendi. 30 Eylül 1995; DLMK'nın Bağcılar'da düzenlediği şenlikte yeraldı. 1 Ekim 1995; Yenibosna Pir Sultan Abdal Canlar Derneği"nin düzenlediği ge­ cede yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 17 Kasım 1995; Bem-Sen'in 6. Kuru­ luş Yıldönümü şenliğinde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. "Devrimci Sanatçılarımız Serbest Bırakılsın" adıyla düzenlenen etkinlikler çerçevesinde 18 Kasım 'da Yapı Sanat Evi'nde, 25 Kasım 'da Genç Ekin Sanat Merkezi'nde, 3 Aralıkta Yüzçiçekaçsın Kültür Merkezinde, 10 Aralık'ta Okmey­ danı Kültür Merkezi'nde birer dinleti verdi. 19 Kasım 1995; OKM'nin açılış şenliğine katıldı. 1 Aralık 1995; "Devrimci Sanatçıları­ mız Serbest Bırakılsın" gününde çeşitli radyoları ziyaret ederek kısa programlar yaptı.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.