T A V I R MAYIS 1 9 9 6
1
BU SAYIDA
kültür ve sanatta halktan yana TAVIR aylık sanat dergisi mayıs'96 sayı:2 anadolu kültür sanat bilimsel araştırma yay. org. film. tic. san. ltd. şti. adına sahibi: sadık çelik yazıişleri müdürü hüseyin avni akkaya yazışma adresi anadolu halk kültür sanat merkezi şahkulu mah. ilk belediye cad. no: 10/3 beyoğlu/istanbul tel-fax:(0212) 243 03 13 iletişim adresleri Okmeydanı halk kültür merkezi piyalepaşa cad. no: 148 okmeydanı/istanbul tel:(0212) 238 20 23 izmir ege kültür ve sanat merkezi 859.sok. no:5/a saray işhanı konak ankara ekin sanat merkezi sağlık sok. no:28/7 sıhhiye adana inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:55 tel: (322) 352 17 44 duisburg/almanya hagedorn str.15,47169 duisburg tel:(00 49 203) 40 11 26 abone koşullan (6 aylık)500.000.-TL (1 yıllık) 600.000.-TL hesap no (TL): 1116-0317930 işbankası ortaköy-istanbul şb. (DM): 1011-3168468 işbankası beyoğlu-istanbul şb. ofset hazırlık: tavır yayınları baskı: gürtaş ofset
ön kapak/ Grafik Tasarım: FOSEM ön kapak i ç i : Ronald Paris "Quilapayun"
Merhaba
2
Tavır
Kültür Cephesi
3
Tavır
6
İbrahim
Gökyüzünün Yedi Rengi -1 Şeyh Bedreddin Ayaklanması -1 -
8
Yasemin Ozdemir
Hele Bir Anadolu Topraklarına
17
Ümraniye Cezaevi
Ayak Basalım
Devrimci Tutsakları
Parti
19
Ana Guadalupe Martinez
Çorba
20
Tolga Karadeniz
Ver Elini Dağlara
23
Erdem Aydemir
Bu Bayrak Sizin İçin En Yüksekte
24
Tavır
Biz Vardık, H a l Vardı
27
Hakan Alak
Duvar Nakışçıları
32
Barış Yıldırım
Kinimizi Hafifletmeyelim
33
Ali Rıza Kurt
Devrim Şehidi
38
Tuğrul Yılmazsoy
Dalgalanacak
Olmuşuz
Nilay Dündar
Yaşam Ellerimizde
39
Nuray Peyda
Nota "Gazi Marşı"
40
Grup Yorum
Dilim Varmaz Gülüm Demeye
42
Canan Yıldırım
Röportaj/Tarık Tolunay
43
Tavır
Haber/Yorum
46
Tavır
arka kapak: Mağma Arşivi arka kapak i ç i : Aşkın Ayrancıoğlu
Karaca
2
TAVIR
MAYIS
1996
MERHABA Soluklarımızı göğüs kafeslerimize doldurup akıyoruz sokağa. Söylenmemiş şarkıları söylemek, çekilmemiş halayları çekmek, dönülmemiş semahları dönmek için; o büyük alanda, 1 Mayıs alanında bayrak olup dalgalanmak için... Üzerine dünyanın en güzel türküsünün adı işlenmiş bayraklarımızla, pankartlarımızla sarıyoruz meydanları. Güvenin ve erdemin evlatları el eleyiz; otuz bin can, otuz bin dost, otuz bin yoldaş... Kartopuyduk, şimdi büyüyüp çığ oluyoruz. Coşkumuzu bir yumak, öfkemizi bir yumruk yapıp yürüyoruz. Ayak seslerimizle çınlıyor sokaklar. Sarsılsın diye zulmün kaleleri daha güçlü basıyoruz toprağa, toprağımıza-. Biziz bu kalabalık. Geliyoruz ok yayından fırlar gibi, yıkar gibi sular bendini. Analarımız, çocuklarımız, gençlerimiz, işçilerimiz, memurlarımız, varoşlardan gürül gürül akarak, şarkılar söyleyerek, halaylar çekerek, semahlar dönerek geliyoruz; zaptetmek için meydanları! Yine pusu kuruyor köşede hançeri paslı birileri. Yine kan kusuyor namlular çatılardan, sokak aralarından, ambulanslardan. Üç çift göz kapanıyor, üç yıldız kayıyor gökyüzünden, üç canımızı daha veriyoruz toprağa. Topraklarımız bereketlidir, doğurgandır; topraklarımız nice Yalçınlara, Dursun'lara, Hasan'lara gebedir. Öyleyse, yeniden hazırlayalım bayraklarımızı, yeni şenlikler var bizleri bekleyen. Hasan'larımız var, Mehmet Akif'lerimiz var. Salih'lerimiz, Şengül'lerimiz var yüreğini kavgaya sunan. Haydi! Baharda patlayan tomurcuk olup; çağlayıp, taşan ırmaklar olup coşkunca akalım sokaklara. Şimdi bizimdir, sizindir bu yol! Sizinle büyüdü kavga, sizinle büyüyecek! 1 Mayıslarla adımlıyoruz zafer yolunu. Sizleri ikinci sayımızda zafer yürüyüşümüzün coşkusuyla selamlıyoruz!
Dostlukla...
3
T A V I R MAYİS 1 9 9 6
TAVIR
DÜZENİN YOZLUKLARINA KÜLTÜR CEPHESİ İLE KARŞI KOYALIM! Hayatın her alanında örgütlenen cepheleşmelerle organik bir bağ yaratan ve sadece bir aydın hareketi olmaktan öte halk hareketinin bir parçası olan bir örgütlenmeyi yaşama geçirebilmeliyiz. İşçilerin, memurların, öğrencilerin cepheleşmeleri ve demokratik zeminde düzene karşı olan tüm halk kesimlerinin örgütleyeceği Demokratik Muhalefet Meclisleri'nin bir parçası olarak hareket edebilmelidir Kültür Cephesi.
A
ydın ve sanatçıların, ülkemizde yürütülen politik mücadelede, mücadeleye olan katkılarının, bünye lerinde barındırdık ları olumluluk ve olumsuzluklarıyla her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Siyasal düşünceleri itibariyle halkın yanında yeralmış ilerici, yurtsever, demokrat, sayısız aydınımızın var lığına rağmen, bu kesimin kalıcı bir örgütlülük ve etkili bir hareket ya rattığından sözedemiyoruz. Çünkü, ülkemiz aydını bugüne dek, hak sızlıklara ve zulme duyduğu öfkeyi daha çok örgütlü mücadelenin dı şında ifade etmiş; varolan potansi yelini bireysel karşı çıkışlara ya da, düzen sınırları içindeki örgütlenme lere hapsetmiştir, Ülkemiz aydını nın karakterine baktığımızda bariz bir örgüt fobisi"nin varlığını görü yoruz. Bunun da sorunun her iki muhatapından kaynaklanan başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, sol bugüne dek dev rimci sanat ve örgütlü sanatçı kav ramını sağlıklı temeller üzerinde şekillendirememiştir. Sanatsal uğ raşılar ve sanat örgütlülükleri, sos yalist kültürün yaratılması ve yay gınlaştırması ile birlikte iktidar mü cadelesinin bir parçası olarak kav
ranmamış, bu alan daha çok kitle lere ulaşmanın pragmatik bir aracı olarak benimsenmiştir", Diğer yan dan, sanatçıların da yaşanılan so runları devrimci bir yapı içerisinde çözmek, örgüt işleyişini yerleştir mek ve örgütlülüğü içselleştirmek yerine örgütlü mücadeleden kaçışı tercih ettiklerini görüyoruz. Ülkemiz aydınının örgütlülükten böylesi uzak durmasının sebebini mücade lenin getirdiği bedelleri ödeme nok tasındaki cesaretsizliğine, örgütlü mücadelede kendilerini ifade ede meyecekleri yönündeki kaygılarına ve ülkemiz koşullarında şekillenen aydın kişiliğinin örgüt disiplinine, Nazım'ın deyişiyle, "zora geleme mesine" bağlayabiliriz. Bu, bir an lamda aydının, aydın olma sorumluluğunu içselleştirememesidir. Aydınlar, bugün halk nezdinde büyük ölçüde öncü olma ve yön gösterme misyonlarını yitirmişler dir. Halk, yarattığı örgütlülükler ve mücadeleyi getirdiği boyutla politik olarak günümüz aydının ilerisinde dir. Bugün hayatın her alanında aydınlarımızın halktan öğreneceği çok şey vardır. Birçok küçük-burjuva aydını ör gütlü sanatta özgür yaratımın öldüğünü iddia etmesine karşın, üretim lerini özgürce gerçekleştirdiklerini düşündükleri günümüz Türkiye'sin de, ne özgür yaratım olanaklarına
4
TAVIR
1991 yılındaki Körfez Savaşı sürerken oluşturulan Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri içerisinde yaralan "Sanatçılar Patformu"nun düzenlediği bir basın açıklaması. ne de eserlerini, düşüncelerini öz- • gürce yayabilme olanaklarına sa hiptirler; Burjuvazi, tüm emek ke simlerinde olduğu gibi, kendi safına çekemediği her aydının üzerinde de tahakküm kurmaya çalışmakta dır. Haluk Gerger, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi'ye yönelik baskılar bunun gözle görünür örnekleridir. Devletin, aydınlarımıza göster diği yaklaşım, tüm halk katmanları na yönelik sömürü politikalarından bağımsız değildir. İşte, başlı başı na onurlu aydın ve sanatçıları sus turmaya yönelik çıkarılmış olan 8. madde... Bu, aydınlar cephesin den, kıyımlara işten atmalara, ka yıplara, insanca yaşam hakkının gaspedilmesine karşı duyulan tep kinin eyleme dökülmesi önünde engel olabilmek amacıyla yapılan bir girişimden başka birşey değildir. Aydınlarımız, kendi hakkı olanı almak, özgür yaratım olanaklarına sahip olabilmek, düşüncelerini da ha özgür ortamlarda ifade edebil mek için mücadele etmelidir. Bu olanakları devlet kimseye bahşet mez. Bunlar ancak, emek vererek, ter dökerek kurulacak bir aydın-sanatçı örgütlülüğünün kazanımları olabilecektir. Bu örgütlülük de, emekten ve halktan yana olan tüm aydın ve sanatçı kesimlerinin biraraya geldiği kendini özgürce ifade edebildiği, iç işleyişin oturtulduğu, hak alma mücadelesinin iktidar mücadelesine taşındığı Kültür Cephesidir. Aydınlarımız belki bugüne dek
istisna diyebileceğimiz kadar az olumluluklar yaratmıştır. Fakat ay dınlarımızın bünyesinde, yaşanan olumlu örnekleri istisna olmaktan çıkaracak bir potansiyel vardır. Kimse, bugüne kadar yaşananların aydınlarımızın geleceğini de ipotek altına alacağını iddia edemez. On lar, dünya halklarına esin kaynağı olabilecek adımları atabilecek güç tedirler. Bu gücü farketmelidirler. Aydınlarımızın kendi çaba ve emekleriyle şekillendirecekleri Kül tür Cephesi işte böyle bir güçtür. Kültür Cephesi'ne Halkın İhtiyacı Vardır Kültür Cephesi'nin oluşmasın daki ısrarımızın amacı, çok sayıda aydın ve sanatçıyı devrimci bir ör gütlenmenin kuyruğuna takmak, onları bu yapının amigoları haline getirmek değildir. Kültür Cephesi, içinde yeralan her aydın-sanatçının düşündüğü, ürettiği, katkılarıyla halkın mücadelesini zenginleştirdi ği bir örgütlenme biçimidir. Bu hal kın zaten, politik öngörüden uzak, kendi özgün düşüncelerini oluşturamayan, kişiliksiz aydınlara ihtiya cı yoktur. Savunduğumuz, bünye sinde yeralan her aydının varlığıyla zenginleşen, büyüyen bir cephedir. Kültür Cephesi'ni yaşama geçi rirken birçok sorunla karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü, hayat hiçbir za man kitaplarda, tartışmalarda biçimlendirildiği gibi idare edilemez. Fakat sorunların önü, üzerinde tar tışılarak, kafa yorularak, karşılıklı
MAYIS
1996
diyalog içerisinde çözümler üretile rek açılabilir. Kültür Cephesi'nin içinde de çoğu zaman sorunlarla boğuşacak olabiliriz... Ancak, tüm bunları halkımıza karşı hissettiği miz sorumluluk, samimiyetimiz ve kalıcı bir cepheyi örgütleme inadı mızla aşabiliriz. Bu örgütlülük, yaşamın bizlere oluşturulmasını adeta dayattığı bir ihtiyaçtır. Devlet, halkın devrimci, demokratik hak alma mücadelesi karşısında kendi bileşenleri arasın daki ayrılıkları bir kenara itip, birle şerek zulüm politikalarını bir mer kezden yönetmektedir. Bu sebeple biz halk güçlerine düşen de bölükpörçük olmuş güçlerimizi birleştir mek ve egemenler cephesinin kar şısına daha güçlü çıkmaktır. Devletin halka yönelik imha, sindirme ve sömürü politikalarına karşı aydın ve sanatçıların ortak bir cephede hareket etmeleri acil bir sorundur. Herkesin asgari düzeyde de olsa duyarlılıklarını birleştirebi leceği, sorunlara karşı etkili bir ce vap arayışının sürdürüldüğü, çö zümlerin de acilen yaşama geçiril diği bir Kültür Cephesi'ne hem hal kımız, hem de aydınlarımız büyük bir ihtiyaç duymaktadır. Aydın ve sanatçılar cephesinde birliktelikler oluşturma, birlikte ha reket etme noktasında bugüne ka dar bazı adımlar atıldı ama bunlar da sağlam bir temel üzerinde şekil lenmediği için devamı getirilemedi. Geçmişteki ortak örgütlülük arayış larının bir hayli eleştirilecek yanı vardır. Hep, "uzun uzun tartışıldığı ama bir türlü somut kararlar alına madığı, tartışmalara boğulunduğu" yana yakıla anlatılır. Bu doğrudur! Ne yazık ki, yıllardır aldığı kararları asgari düzeyde de olsa yaşama geçirebilmiş, uzun süreli bir aydınsanatçı örgütlülüğü yaratılamamış tır. Dönem dönem birlikte hareket etmenin zeminini yaratılmış, bun lardan olumlu sonuçlar alınmış, fa kat bu birlikteliklerde uzun ömürlü olamamıştır. Örneğin, 1991 yılın da, emperyalist savaş döneminde oluşturulan ve "Emperyalist Sava şa Hayır Komiteleri" içinde yeralan "Sanatçılar Platformu" bu süreçte ilerici-devrimci-demokrat sanatçıla rı bünyesinde biraraya getirmiştir.
5
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
Sanatçıların bu girişimi aslında "Savaşa Hayır!" kampanyasının kamuoyunda yarattığı duyarlılığın bir göstergesi ve önemli bir halka sıdır. Fakat, kampanya sürecinde binbir emekle yaratılan bu platform, emperyalist savaş sonrasında de vam ettirilememiştir. Dolayısıyla, daha çok olumlu yanlarıyla öne çıkmış böyle bir platformun da öm rü çok kısa olmuştur. Sanatçılar kendi elleriyle kurdukları bu birlikte liğe sahip çıkmamışlardır. Yaşadı ğımız süreçte anlık, kısa süreli bir liklere tahammülümüz yoktur. Kültür Cephesi'nin kapıları halktan yana olan, emperyalizme ve faşizme karşı tüm aydınlara ve sanatçılara açıktır. Burada, en ge niş demokrasiyle donatılmış plat formlarda herkesin görüşlerini ifa de etme ve savunma hakkı vardır. Cephemizde yürüteceğimiz tartış malarda "radikallik" ya da "pasiflik" gibi önyargılar taşınmadan her öneri üzerinde titizlikle durulmalı ve ortak doğrular bulunmaya, öneriler zenginleştirilmeye çalışılmalıdır.
Frederic Joliot-Curie (1900-1957) 20. yüzyılın en büyük fizikçilerinden biridir. Ancak, insanlık onu bilim adamı olmasının yanısıra İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı yürüttüğü mücadelesiyle de tanıdı. Curie, Fransız vatanseverlerin örgütlediği direniş hareketine katılmakla kalmamış Ulusal Cephe'nin genel başkanlığını Naziler Fransa'dan temizleninceye kadar sürdürmüştür.
Halkın iktidar mücadelesini ileriye taşıyacak her görüş ve öneri de ğerlidir. Bu örgütlenme, birçok so runun tartışıldığı geniş bir meclis, ideolojik mücadelenin yürütüldüğü büyük bir arena olmalıdır. Bu pers pektifle hareket edilerek, içine her kesi katabilen nitelikli eylemliliklere gidilmeli ve cephe siyasal bir etki yaratmalıdır. Bugünlerde kamuoyunda sıkça "düşünce özgürlüğü", "düşünce su çu" gibi kavramlar ve buna karşı bir aydın hareketinin varlığı sıkça du yulur olmuştur. Peki soruyoruz, Halkın özgür olmadığı, vatanın esirleştirildiği bir ülkede düşünce nin özgürlüğünden sözedilebilir mi? Böyle bir düzene karşı verilen "düşünceye özgürlük" sağlama mücadelesi, halkın özgürleşme mücadelesinden bağımsız ele alı nabilir mi? Ya da düzenden bu hakkı kazandığımızı varsayalım; içeriği boşaltılmış, güdükleştirilmiş, eyleme dönüşmeyen bir "düşünce nin" özgürlüğünden bahsedilebilir mi? Sadece düşünceye özgürlük talebiyle biraraya gelmek, düzeni teşhir etme mantığının bir ürünü dür, halkın iktidar savaşına güven memektir ve yalnızca birkaç re formcu talep için örgütlenmektir. Bu günümüz Türkiye'sinde ayakları yere basmayan bir örgütlenme biçi midir. Devrimciler, reformlar için de mücadele ederler; fakat bu, reform ları da iktidar mücadelesinin başa rıya ulaşmasında bir araç olarak gördüklerindendir. Bizim savundu ğumuz Kültür Cephesi de, hayatı tüm zenginliklerini, detaylarını gözönüne alarak yorumlayan bir yapı dır. Tabi ki, bu cephe içerisinde dü şünce özgürlüğü mücadelesi veri lecektir. Ve bu cephe içerisinde sa dece Marksist-Leninistler değil, emperyalizmin ve faşizmin karşı sında olan herkese yer vardır. Ve onların talepleri de gözönünde bu lundurulacaktır."Düşüncenin" öz gürleşme mücadelesi de halkın öz gürlük mücadelesinden ayrı düşü nülmeden sürdürülecektir. Yani, düşünceye özgürlük talebiyle dü zene başkaldıran tüm kesimlerin de mücadele vereceği yer yine Kül tür Cephe'sidir. Cephe içerisinde geniş bir katı
lımla ve demokratik bir işleyişle or tak bir şekilde kararlar alınmalıdır. İç işleyiş oturtulmalı, cepheyi oluş turanlar işleyişi kendileri belirleme lidir. Hayatın her alanında örgütle nen cepheleşmelerle organik bir bağ yaratan ve sadece bir aydın hareketi olmaktan öte halk hareke tinin bir parçası olan bir örgütlen meyi yaşama geçirebilmeliyiz. İşçi lerin, memurların, öğrencilerin cep heleşmeleri ve demokratik zemin de düzene karşı olan tüm halk ke simlerinin örgütleyeceği Demokra tik Muhalefet Meclisleri'nin bir par çası olarak hareket edebilmelidir Kültür Cephesi. Bugüne dek aydın-sanatçı kesi min yakındığı bir konu da bu örgüt lenmelerin günlük pratik içinde boğulmasıydı. Gerçekten de, Kültür Cephesi gündemi yakalamaktan öte sürece yön verecek politikaları gündeme getirmeli ve hayata geçir melidir. Bunların tümünü örgütleye cek olan yine cepheyi hayata geçi recek, ona emek verecek aydın ve sanatçılardır. Bugün, bilimsel namusunu ko ruyan, onur, namus, bağımsızlık gi bi kavramların kendilerinde çok şeyler ifade ettiği, düzenin dayattı ğı yozluklara tepki duyan yüzlerce aydın ve sanatçımız vardır. Tüm bu insanlarımız Kültür Cephesinde örgütlenmeli, düzenin halka empo ze etmeye çalıştığı dejenere kültü re ve yoz akımlara karşı mücadele etmelidir. Yaratılacak bu süreç, bu günden yarına ertelenebilecek bir iş gibi görülmemelidir. Hiç kimse bu çalışma içinde yeralmakla birile rinin güdümüne girdiğini de düşün memelidir. Düşüncelerinin doğrulu ğuna inananlar, görüşlerini açıkça tartışabilmelidir. Kültür cephesi ön celikle halkın gücüne, kendi yapa bileceklerimize, başarabilecekleri mize inanmakla, böylesi bir özgü vene sahip olmakla yaratılabilir. Halkımızın mücadelesini ileriye ta şıyacak olan böylesi bir örgütlen me, tarihe olan sorumluluğumuzun bir ifadesidir. İçimizdeki cevheri çı karıp, bunları biraraya getirdiğimiz de halkımızın önüne ışıklı bir yol serebiliriz. Zor ama gerekli olan da budur.
6
TAVIR
MAYIS
IBRAHIM KARACA
GÖKYÜZÜNÜN YEDI RENGI -1Her sabah geçilen çamurlu yol
Öyle bilge, öyle insan, öyle çok
Taş kaldırım
Gözlerinde gökyüzünün yedi rengi
Uzaktan bakılan sofra
Dördü Ümraniye'den oy benim anam
Kutsanan kölelik
Üçü Buca'dan Gündüzüm pus içinde
Yerin yedi kat altında kendi ciğerini yiyor madenci
Kalan ömrüm senin olsun Ay doğuyor geceden
Ey ısınmayan odalar Tek göz kondular
Vatan diye kucaklayın şimdi
Doktor kapıları
o gülen fotoğrafları
Rehin hastalar
Ey oğlunu yitirmiş analar
Sizden sözetmeye fukara edebiyatı diyorlar
Yakınsınız bana bilirim Umudum, düşüm, gözyaşım kadar
Bu sirenler kimin için Çalan kimdir, çaldıran kim
İstediği kadar sıkı yağsın kar
Kamında ne saklıyor bu tahta at
Ağır ağır gelecek bahar
Gün dönüyor
Göğsümüzün en sıcak yerine uğurladık
Varoşlardan akıyor hayat
şehitlerimizi
Ey öfke, ey büyük direniş, ey acı
Bak işte tohum
Kim diyet ödüyor kimin yerine
Daha düşen ilk buğuda çatlamakta
Kim celladına duacı
Karalar giyinen toprak Ak umutlan sarmakta
On yaşında bisikletli küçük kız
Sığınacak yer yok artık tanrılara
Onsekizinde kahraman
Varsın davul sesiyle gelsin gece
Erken büyüyor çocuklarımız
Ateş bizim elimizde
1996
7
TAVIR MAYIS 19 9 6
Açlığı bir karabasan gibi duyalım etimizde
Hızlı akıyor hayat Gökyüzü bildik
Yediğimiz ağaç kökleriyle dönsün midemiz
Ağıtlar bildik
Yüzümüz duru
Acılar bildik bize
dingin
Ya sürünerek geçiyoruz bir bir yanına temiz
Ya halaya duruyoruz omuz omuza Ey baharın muştucusu
Ey borular
büyük bahçevan
kışlalar
Kulağımız sende şimdi
sabah içtimaları
Vakit yok konuşmamıza
Ey kavrulan dağlarım Ey benim yirmi yaşım
Aynı şehrin içindeyiz
Delifişek çağlarım
Gazetede, işportada, okul önünde
"orda bir köy var uzakta"
Aynı evde ve sokakta
Ey çocukluk şarkılarım
Sorgusuz
Giden kimdir
Silahsız
Gidilen yer neresi
Pusatsız Toprak oldu döşeğimiz
Ey saray ışıklan
O kadar çok yaslandık ki
Bankalar, banknotlar, hisse senetleri Ey imparatorlar
selvi ağaçlarına Rüzgarda sallanır beşiğimiz
Biraz da siz üşüyün fildişi kuleler Titreyin bu ansızın gelen tipide
Ölüm nedir diye soruyorum
Resimlere sarılıyor analarımız
Bağcıksız bir kundura
Biraz da siz ağlayın çaresiz, yalnız
Ve kırık bir dal getiriyorsun bana Beykoz ormanlarından
Dilsiz sokaklara dil olup geldik
Oysa istemiyorum hiç
Alev alev yanar avuçlarımız
ölümden sözetmesini
Biz bu halkı sevdik bir kez Artıyor suçlarımız
Elimi yumruk edip ağlıyorsam
Kalkın ayağa, konuşalım diyorum iki çift söz
Senin için ağlıyorum Ey ekmeksiz kalabalık
Ekmekten
Korkutuyor beni susmalarınız
Gülden
Bir başka sevdayı anlatıyor türküler
Özgürlükten
O türküyü söyleyin
Ama, olmuyor işte
Halkın ve haklının türküsünü,
Karbeyaz bir martı düşüyor ayaklarımızın dibine Gagasında bir damla okyanus mavisi Kanlar içinde
türkümüzü Yoksa aşağılayacak hayat Hepimizi
8
TAVIR
MAYIS
1996
YASEMİN ÖZDEMİR "İnsanlar... Tanık olunuz ki, bugün olmazsa yarın, mutlaka sömürünün tüm çarkları kırılacak, nice direnirse dirensin, sömürgen yeryüzünden kalkacaktır. Tanık olunuz ki, bunu kaç kez söylediğimiz gibi yine belirtiyoruz. Yaşamı bugünden yarına kendi küçümencik ömrüyle bir tutanlar belki anlayamazlar. Ama, tarihin geleceği, insanlığa bunu hazırlamaktadır. Tüm toprak işleyenin, tüm tezgahlar üretenin, tüm sular kullananın ve dahi tüm egemenlik, salt emekçinin olacaktır. Siz çocuklarınıza iletiniz, bugün olmazsa bile. Çocuklarınız, çocuklarına iletsinler. Hükümdarlıklar, taçlar nice görkemli görünseler de, üstünde durdukları başlar için giderek taşınmaz olmaktadırlar. Birgün mutlaka, insanlar başlarından egemenleri atacaklardır. Sultanların, kralların, ruhbanların yerini, birbirine kenetlenmiş, dayanmış ve her işini danışma üzerine kurmayı alışkanlık haline getirmiş emekçilerin egemenliği alacaktır... ... İnsanlar bunun için vuruştular. Bir kişi inancı için vuruşurken ölürse, inancı da doğruysa, o ölmüş sayılmaz... Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık uğruna vuruşanları hiç unutmaz...
Şeyh Bedreddin
ŞEYH BEDREDDİN A Y A K L A N M A S I -1 nadolu'yum ben, ta nıyor musun? Ana dolu topraklarında yaşayan her insan değişik nedenlerle bu soruya muhatap olmaktadır. Herkes nerede yaşadığını bilmek zorundadır. Bugünün ege men sınıflarının bütün yabancılaş tırma çabalarına rağmen bu zorun luluğun hiçkimse için istisnası yok tur. "Anadolu'yum ben, tanıyor mu sun?" Yanıt vermek için ne iş yaptığı nız, şu an neler düşündüğünüz, geleceğe dair ne tür idealleriniz ol duğu çok önemli değildir. Hangi milliyetten ya da dinden olduğunuz da... Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Gürcü, Rum, Ermeni, Boşnak... olabilirsiniz. Müslüman, Hristiyan, Yahudi olabilirsiniz... Alevi, Sünni, Süryani olabilirsiniz; veya hiçbir di ne, mezhebe bağlı hissetmeyebilir siniz kendinizi.
A
Ne olursanız olun, yanıt verme
lisiniz: "Anadolu'yu tanıyor musu nuz?" Yanıt vermelisiniz, çünkü bu topraklarda yaşıyorsunuz. Torna ve tezgah başında ter akıtan da, tohumun bereketi için bir yıl bekle yen de bu topraklarda yaşıyor. Ka ra tahta başındaki öğretmen de, ameliyat eldivenlerini giymiş bir he kim de bu topraklara aittir. Eğer Anadolu'nun can düşmanı bir avuç işbirlikçiyle, asalak zorbayla, sömörücüyle ilginiz yoksa ve özlem leriniz onursuzluğun, namussuzlu ğun yok edilmesine bağlıysa, yani "ben halkım" diyorsanız; soru size dir... Soru sizedir, bizedir ama Ana dolu'yu "tanımama" hakkına sahip miyiz? Farkında olalım veya olma yalım biz Anadolu'yuz, Anadolu da biz. Anadolu'nun esareti bizim esa retimiz, Anadolu'nun umudu bizim umudumuzdur. Kim olursak olalım, sorumlulu ğumuz büyük. Borcumuz büyük. Anadolu'ya borçluyuz. Hele bir de "Bu düzeni yıkaca
ğız, Anadolu özgür olacak" diyor sak, sorumluluğumuz daha da bü yük. O zaman, "Anadolu'nun bir umudu bizde"demektir. Anadolu toprakları ve onun di reniş dolu tarihi devrimcileri izliyor. Anadolu'nun emekçi halkları, tari hinde yarattıklarıyla devrimcilere yol gösteriyor; bugün devrimcilerin kanlarıyla yazmaya devam ettikleri tarihi kıvançla, umutla gözlüyor. Umut etmek ve umuda dört elle sarılmak, en çok Anadolu'nun hak kı. O Anadolu ki, bugüne dek, kaç bin yıldır fırtınalar kırıp geçti kapıla rını; bıçak kemiğine dayandı sayı sız kez. Ama durmadı yürüdü Ana dolu. Milyonların kanı, gözyaşı ile sulandı da topraklar, ihanet etmedi kana ve gözyaşına. Açlık sarısı ve zincir sesi arasında, yeni evlatlarını yarattı, kendine bunca zulmü, sefa leti, ızdırabı reva görenlerin karşı sına dikilsinler diye. Bütün sömürülmüşler gibi bir parça ezikti Anadolu, ama vazgeç-
9
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
medi kavgasından. "Birgün" dedi, "Bir gün kurtulacağım. Mutlaka!" Bütün uyananlar gibi kızgın ve do luydu Anadolu'nun sesi. Hınç dolu, umut dolu. "Anadolu'nun bir umudu biz de!..." Anadolu halklarının kurtuluş umudunu gerçeğe dönüştürmenin bir yolu da Anadolu'yu "tanımak"tan geçiyor. Tanımak, tarihini bilmektir. Tarihimizi biliyor muyuz? İtiraf etmek gerekir ki; bilmiyo ruz; ya da yanlış, eksik biliyoruz. Böyle bir eksikliğin çok çeşitli nedenleri olabileceği gibi, temel neden, egemen güçlerin halkın ta rih bilincini çarpıtmaya, insanları kendi geçmişlerine yabancılaştır maya dönük politika ve faaliyetleridir. Egemenler öteden beri insanla rın geçmişlerini öğrenmelerini en gellemeye, öğrenilecek şeyleri de resmi tarih ve resmi ideolojinin ge rici sınırlarına hapsetmeye çalış mıştır. Topraklarımızda yaşayan pek çok insan için, tarih dendiğinde ak la gelen, çoğunlukla Osmanlı'nın Bizans'a, Müslüman aleminin Haçlılar'a ve bilcümle "kafirlere" karşı giriştiği cihat ve fetihlerdir. Abartılı hatta hayal mahsülü kahramanlık menkıbeleridir. Buna uygun olarak egemenler ister ki, Türkiye halkları ataları olarak Fatih'leri, Yavuz'ları bellesin; kendi tarihlerinde varolan ilerici, devrimci kişilikleri ve onların önderlik ettikleri halk hareketlerini tanımasın. Egemenler ister ki; "toprakta, tohumda hakça" diyerek, dönemin toplumsal haksızlıklarına başkaldıran Baba İshak'ları tanımayalım; "yarin yanağından gayri her yerde, her şeyde, hep beraber" diyen Bedreddin'leri, Börklüce Musta fa'ları, Torlak Kemal'leri tanıma yalım; zalim karşısında düşüncele rini ölüm pahasına savunan, "işte kement işte boynum, dönen dön sün ben dönmezem yolumdan" diyen Pir Sultanları tanımayalım. Baba Zünnun'ları, Şah Kulunu tanımayalım... "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz" deyip, Kürt halkı nın onurunu kavga alanında bayraklaştıran Seyit Rıza'ları öğren
meyelim ister egemenler... Çünkü bilirler ki, bir kez geç mişten ders alınmaya başlandımı, hayatı anlama ve değiştirme dü şüncesi daha da güçlenir. Bu ise egemenlerin işine gelmez; bundan hep korkarlar. Korkulan yersiz de değildir. Kendi tarihini bilmek, bu tarih boyunca yaratılan ilerici değerleri, devrimci kahramanları ve düşünür leri tanımak bir devrimciye güç ve rir. Üzerinde yaşanılan, mücadele edilen toprakların emekçi halkları na, onların yaratıcılığına ve gücüne, duyulan güvenini artırır. Böylesi bir miras, devrimciler için değil, yurdu muzda yaşayan bütün bir halk için gurur vesilesi olmalıdır. Her milliyetten emekçiler ve devrimciler olarak biz de gurur du yulacak bir tarihe sahibiz. Övünebi liriz ki, üzerinde yaşadığımız top raklar, yalnız büyük katliamlara, sı ra sıra darağaçlarına, sürgünlere ve bunlar sayesinde devam edebi len sömürüye değil; namus, adalet, eşitlik, özgürlük ve insanca bir ya şam uğruna verilen, kahramanlık lar ve fedakarlıklarla dolu şanlı kavgalara da sahne olmuştur. Bu gerçek, bereketli Anadolu toprakla rının yetiştirdiği insanların tarihten bugüne gelen onur kaynağıdır. Bize bu onuru yaşatanlardan biri de Şeyh Bedreddin'dir. Şeyh Bedreddin adına ve onun öncülük ettiği halk ayaklan masına günümüzde egemenlerin ders ki taplarında rastlanmaz. Sınırlı sayı daki resmi tarihçi ise ondan "bozguncu" diye söz etmektedir. Onlara göre Bedreddin insanlar arasına ni fak tohumları eken bir din sapkını dır ve öncülük ettiği hareket de, toplum yaşamını yok etmeyi hedef lemiştir. Bedreddin hakkında söylenen ler, günümüz devrimcileri hakkında iteri sürülen yalan ve iftiralardan farklı değildir. Çünkü, Bedreddin yaşadığı çağın devrimcisidir ve tıp kı bugün yaşayan devrimciler gibi yaşamını insanlığın kurtuluşuna adamıştır. Bu yüzden Bedreddin'i tanı mak, öncülük ettiği hareketi öğren mek tarihe ve insanlığa karşı so rumluluğumuzun bir parçası olarak
değerlendirilmelidir. Tanıyacağız, öğreneceğiz ve unutmayacağız, unutturmayacağız. Unutkanlık, insanlık açısından yok oluşun ilk adımıdır. İnsanlığı yüceltmek ise, onun tarihini bitip, bugünün insanlık düşmanlarına karşı, geçmişten öğrenilenlerle di renmek ve savaşmaktan geçiyor. ŞEYH BEDREDDİN KİMDİR? Şeyh Bedreddin, 1364 veya 1365'te (kimi kaynaklarda bu tarih 1458 veya 1459 olarak geçiyor) dönemin Simavna Kadısı İsrail Bey'in oğlu olarak doğdu. Ona Mahmut adını koydular. Çocukluğu ve ilk gençliği, babasının konumun dan dolayı varlık içinde ve saray çevresinde geçti. Dönemin tanın mış şahsiyetlerinin ilişkilerine vakıf oldu. Birçok komutan, bey ve İs lam alimiyle tanışma olanağı buldu. Çok ünlü bilginlerden çeşitli konu larda ders aldı. Mahmud'un kişiliğinin kimi özel likleri daha bu dönemde kendini gösteriyordu. Eğitimi esnasında hiçbir şeyi körü körüne kabullen mez, hocalarının söylediği her şeyi eleştirel bir gözle değerlendirirdi. Bu, onun kendine duyduğu güve nin bir ifadesiydi. Bazı öğrenciler hocanın söylediklerini hiç itirazsız dinlerken, o, kendine ters gelen yerlerde (hatta yapılan ayet yorum larında dahi) düşüncelerim sakın maz, söylemek istediklerini, sert tartışmalar pahasına dite getirirdi. Yaşadığı çağa ve ortama uymayan bu tür tavırlar, hepsi kendi alanında birer bilgin olan hocalarını kızdırsa da O, bu özelliğini hiçbir zaman terk etmezdi. Bilimin pek çok dalında hızla yetkinleşiyor, yaşıtlarında görülme yen birikimiyle çevresindekileri kendisine hayran bırakıyordu. Da ha o yaşlardayken Mahmud'un he defi sadece çağıyla ilgili değildi; geleceğe, farklı bir geleceğe olan tutkusuydu onu o denli çalışkan ve bilge kılan... Edirne'de eğitimi sürerken ka rarını verdi; Bursa'ya, Emir Buhari'ye gidecekti. Onun derslerine ka tılmak istiyordu. Ayrıca, Bursa Kazaskeri'nin bilgisinden faydalan mak istiyordu. Öğrenmeye tam bir
10
TAVIR MAYIS
1996
alimlerden dersler alır ve pek çoğuyla tartışma olanağı bu lur. Matematik, tıp, astronomi, fizik, kim ya gibi bilim dalların da kendisini yetiştir meye devam eder. Ancak Bedreddin'de asıl öne çıkan özellik, din ve dünya işlerinin açıklanmasında sa hip olduğu rahatlıktır. Devlet yönetimine dair görüşleri de bu dönemde giderek ol gunlaşmaktadır.
açtıktı onunkisi. Bursa'ya gittiğinde artık genç ama sözü dinlenen bir bilgin adayıydı. Hatta yetenekleriyle tam bir bilgin sayılabilirdi ama O, önünde daha uzun bir yol olduğunu görüyordu. Bulunduğu bütün mec lislerde, çıktığı cami mimberlerinde insanlar onu merakla ve şaşarak dinliyorlardı. Bursa'da iken egemenlere ilk tepkileri de boyverir. Bayezit Bey'in, Germiyanoğlu'nun kızını alacağını ve düğünün şatafatlı bir şölenle gerçekleşeceğini öğrendi ğinde şöyle der: "... Böylesi şenlik belli ki, yığı nın gözünü kamaştırmak amacıyla düzenleniyor, ama beyliğin hazine sine girip halkın gelişmesine har canması gereken değerler, bir kibir ve göz boyama aracı olarak çarçur edilecektir..."(Azap Ortakları, Cilt I, Erol Toy, s. 75). Aynı dönemde iktidar kavramı hakkında ilk sorular belirir kafasın da. Yüzlerce, binlerce yıl hüküm sürmüş, pek çok açıdan medeniye tin gelişimine katkıda bulunmuş ko ca koca imparatorlukların nasıl olup da yıkıldığını tartışır kendi kendine. Oysa yönetenler gücü ve aklı elinde tutarlardı hep... Önceleri net sonuçlara ulaşamaz. Ancak başlangıç olarak tespit ettiği bir şey vardır: o da imparatorlukların deği
şik, bir başka uygarlık tarafından yıkıldığı ve bunun da biçim değil öz değişikliğine tekabül ettiğidir. Son ra, sorunu bir adım daha iteri götü rerek yeni bir yanıta ulaşır: Düzen toplumla çatışmadığı sürece gör kemli olabilirdi. Çatışma başlayın ca çeşitli bölünmeler ve hatta yok olmalar peşi sıra gelecekti. Bedreddin, Bursa'da gökbilim (astronomi) başta olmak üzere yine pek çok konuda kendini geliştirmiş tir. Burada geçirdiği süreyi yeterli gördüğünde ise şehri terketmeye ve daha yeni ufuklara erişmek üze re farklı alimlerle tanışmak için farklı bölgelere gitmeye karar verir. Şehri terk etmeden önce arka daşları Müeyyed ve Musa Kadızade ile birlikte dönemin en saygın alimlerinden olan ve o sıralar Bur sa'da bulunup kendilerine de ders veren Emir Buhari'nin huzuruna çı karlar. Yaşlı bilgin özellikle Mahmud'da çok parlak bir gelecek gör mektedir. Bu inançla "siz dinimizin bedri (dolunayı) olacaksınız" der ve Mahmud'dan isminin yanına bir de Bedreddin'in eklenmesini ister. Böylece Mahmud, Simavna kadısı oğlu Bedreddin Mahmut olarak anılmaya başlanır. Bedreddin'in Bursa'dan sonraki durağı Konya'dır. Konya'da, Feyzullah başta olmak üzere çeşitli
Ardından Ku düs... Her geçtiği yö rede derin etkiler bı rakan, etrafında çar çabuk bir saygı ve bağlılık halesi oluştu ran Bedreddin, ora dan da Mısır'a geçmeye karar ve rir. Kahire'de Seyit Şerif, Mübarek Şah, İbn-i Haldun gibi kendi dalla rında, ünleri sınırları aşmış olan bil ge şahsiyetlerle tartışmalar yürüten Bedreddin, burada iken Mısır Sul tanı Berkok'un oğluna öğretmenlik yapma görevini üsttendi. Sultan'ın etrafında bulunan onca bilgine rağ men böyle bir şeyi Bedreddin'e önermesi, Bedreddin'in her düzey de insan üzerinde yarattığı etki ile açıklanabilir ancak. Bedreddin, Sultanın oğluna verdiği derslerden arta kalan za manını sürekli okuyarak ve yaza rak geçirmektedir. Öğrenmeye olan duyumsuzluğu tarif edilir gibi değildir. Bir gün Sultan Berkok'un Kahire'deki bilginler ve bilge kişilikler onuruna verdiği bir davette, Bed reddin, daha önce sadece adını duymuş olduğu biriyle karşılaşır. Şeyh Hüseyin Ahlati diye anılan bu sufi şeyhiyle tanışması, Bedred din'in yaşamında tam bir dönüm noktası olmuştur. Van Gölü kıyısın daki Ahlat'ta doğduğu için bu adı almış olan sufi şeyhi daha ilk ko nuşmalarında sıradan bir tarikat şeyhi olmadığı izlenimini yaratmış tır Bedreddin'in üzerinde. Bu süreç, Bedreddin'in yaşa-
11
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
mındaki bir diğer önemli yeniliğe daha sahne olur... Sultan Berkok en değerli cariyelerinden ikisini Şeyh Ahlati ve Bedreddin'e arma ğan eder. Cazibe, Bedreddin'in eşi olur. Ahlati'yle, Bedreddin'in buluş ması gerçekten de tarihi bir olaydır. Ahlatı, Bedreddin için olağanüstü derinlikli kavrayışı olan bir Sufi Şeyhi; Bedreddin ise çağının en ünlü fakihidir. (Fakih: Fıkıh alimi: Şeriat yasalarını yorumlayan kişi, İslam hukuku alimi.) Bedreddin günler geceler boyu Ahlati'yle hemen her konuda tartış malar yürütür. Başlarda bu tartış malar, ikisinin de birbirinden öğren diği sohbetler şeklindedir. Adalet ten özgürlüğe, ilahiyattan hukuka kadar pek çok konuda birbirlerini tamamladıklarını farkederler. Ancak, bu tartışmaların asıl önemli yani Bedreddin'in sahip ol duğu birikimin ne kadar temelsiz olduğunu yavaş yavaş farkediyor olmasıdır. Ahlati'yle tartışmaların dan arta kalan zamanı bildiklerini gözden geçirerek, ama daha çok da düşünerek geçirir. Kafası da pek çok şeyin yanıtsız oldunu, da ha doğrusu yanıt diye kabul ettiği şeylerin pek çoğunun, gerçekte so mut yaşamla örtüşmediğinil farkeder, bu ise ona derin bir ızdırap vermeye başlar. Bu ızdırap, tüm geçmişini sorgulama üzerine kuru lan bir iç hesaplaşmayla bütünleşti ğinde daha da dayanılmaz bir hal alır. Bedreddin bir anda, o güne de ğin öğrendiği ve hatta aralarında ünlü İslam alimleri de olan pek çok kişiye öğrettiği şeylerin boş olduğu duygusuna kapılmıştır... Ardından da, her biri dönemin bilim dünyası için birer hazine değerindeki kitap larını Nil Nehri'ne attırır... Tarifsiz sıkıntılar içindeyken, kendini Şeyh Ahlati'nin ellerine bırakır. Hiçbir şey ama hiçbir şey bilmeyen biri olarak müridliğe kabul edilmesini diler Ahlati'den. Ahlatı büyük bir gurur ve sevinçle kabul eder bu dileği. Bedreddin'in bu şekilde kendini sıfırlaması, Ahlatı ve kendisinden başkasının anlayabileceği bir şey değildi. Bedreddin ulemadandı; ila hiyat ve hukuk ve daha başka bi
limler üzerine sahip olduğu geniş birikimiyle nice sultanın, beyin pe şinden koştuğu, bütün, bilginlerin ondan feyzalmak için can attıkları biriydi. Böylesine değerli bir alimin kalkıp da bir tarikatın basit bir müri di olması gerçekten de kolay benimsenebilecek bir durum değildi. Bedreddin bu kararıyla kendisi ni öldürdüğünün bilincindeydi; ama bu yeniden doğmak içindi... Bedreddin bilme, kavrama, öğ renme, kendini yetkinleştirme yeti sine sahipti. Başlangıçta ne istedi ğinin bile tam olarak farkında oldu ğu söylenemezdi. Gerçek olan bir tek şey vardı. Yüreği ve tüm duy guları, görüp bildiği şeyler karşısın da tam bir isyan halindeydi. Bu is yanın nedenini kısaca özetlemek gerekirse, yaşadığı çevrenin içinde yüzdüğü ihtişamla halkın yaşadığı sefalet arasındaki inanılmaz uçu rum Bedreddin'i bir anda tüm öğ rendiklerini sorgulamaya itmiş, ya nıt buldukça da egemenlere, hü kümdarlara lanet yağdırmaya baş lamıştı. Kendisi de böylesine kabul edilemez bir düzen içinde, düzen sahiplerinin himayesinde, sözde in sanlara akıl veriyor, onlara yeni şeyler öğretiyordu. "Sen bu dünya hakkında ne biliyorsun W?" sorusu kafasında büyüdükçe ruhundaki is yan fırtınaya dönüşüyordu. Bu fırtı nayı dindirmeliydi; aksi taktirde savrulup gitmesi kaçınılmazdı. Bu durumu Ahlatı de farketmiş, Bedreddin'e söyle demişti: "Yüre ğin aşırı büyük. Bilincinin onu hak sızlıkla, adaletsizlikle barıştıramayacağı kadar büyük. Başkalarına kör oldukları için kızıyorsun. Peki ama neden işe kendinden başla mıyorsun?"'{age, 143). Ve Bedreddin işe kendinden başladı. Gençliğinde açık bilgiye olan tutkusu nasıl idiyse artık o tutkuyu, eski "benini yok etmek, doğmalar dan, kitaplardan, kendisinin ve başkalarının yargılarından kurtul mak için taşıyordu. Bu yöndeki is? teği tarif edilmez boyuttaydı. Şeyh Ahlati, bu biraz da tehlikeli görünen isteğin önünü kesmiyor. Bedreddin de Şeyhin gösterdiği yolu santim santim izliyordu. Bedreddin kendini yürüdüğü yol
üzerinde defalarca çile odasına ka patıyordu. Çile odasında geçirdiği süreler zarfında bir şey yemiyor, on günde bir su içiyor ve neredeyse hiç uyumuyordu. Kendisini böylesi ne katı bir disipline tabi tutmasının nedeni, onu yolundan çevirebile cek her şeyden kurtulma tutkusuydu. Bu yöntem, düşüncenin bede ne ve onun arzularına galip gelme si için bir araçtı. Bedreddin'in kendini aşma, ye nileme uğruna katettiği ve hiç ke sintiye uğratmadığı süreç Bedred din'in sevenleri için dayanılmazdı. Babası Kadı İsrail de oğlunun bu "perişan" halini duyunca subaşılarından birini, oğlunu alıp Edir ne'ye geri getirmesi için Kahire'ye gönderdi. Görevli elçi Bedreddin'e babasının soyunun umutlarını ger çekleştirmesi için yalvardı. Bütün Türk topraklarının Bedreddin'in ışı ğına ihtiyaç duyduğunu anlatmaya çalıştı. Bedreddin'in şu sözleri karşı sında zavallı elçi geriye dönmek zorunda kaldı: "İnsanlar şu dünyada birbirleri nin beklentilerini gerçekleştirmek için yaşamazlar. Herkesin kendi yazgısı vardır. Bana gelince, ken dime bile hayrım dokunmayacak kadar acınası bir durumdayım, ne rede kaldı ki soyuma, yurduma, yuvama hayrım dokunsun? ... Var memlekete git, anama babama ellerini öptüğümü söyle. Beni bilen, adımı yadeden herkese hayır dualarımın onlarla olduğunu ilet. Sanmasınlar ki, ömrümün so nuna kadar bu karanlıkta kalaca ğım. Ya yırtacağım bu karanlığı, ışığa kavuşacağım, ya da ölece ğim." (age, 156) Bedreddin'in yaşadğı bu zorlu süreç öğrenme değil, bir anlama süreciydi. Öğrenme fikir yürütme ye, bellemeye ve hüküm vermeye dayanır. Oysa anlamak için ruhsal çaba zorunluydu. Ve inançsız ba şarılamazdı. "Bedreddin, hakikat yolu yolcu sunun kendini tıpkı evren gibi öncesiz ve sonrasız duyduğu, dalga ların denizden ayrılmazlığı gibi kendini evrenin bir parçası olarak duyumsadığı bir manevi konuma ulaştı." (age, 158)
12
TAVIR
Bu duruma ilişkin Bedreddin "Varidat" adlı ünlü eserinde şunla rı yazdı: "Sözcüklerle anlatılacak bir hal değildi bu. Başından geç meyen anlamaz." Bedreddin çile odalarında bun ları yaşarken, Anadolu toprakları bir başka çileye ev sahipliği yapı yordu. Yıldırım Beyazıt Ankara Savaşı'nda (1402) Timur'a yenilmişti. Anadolu'nun köyleri ve kentlerin den dumanlar yükseliyordu. Timur, doğudan getirdiği filleriyle yoksul topraklar üzerinde kasırga gibi esiyor, vahşeti inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Osmanlı varlık-yokluk savaşı içindeydi. Ankara'da yenilen Sultan Beyazıt esaret acısına da yanamayıp intihar etmişti. Yıldırım Beyazıt'ınkinden daha farktı bir acı yı da Anadolu'nun durumunu öğ rendiğinde Bedreddin duydu. Çün kü Bedreddin için bu topraklar onun kendisiydi. Yakılan, yıkılan her kent onun kendisiydi. Her katil, her soyguncu, her yağmacı yine kendisiydi. İşte Bedreddin'deki halk sevgisi bu denli ilen boyuttaydı. Bu acı üzerine bir çile süresini yeni doldurmuş olan Bedreddin yü reğini sağaltmanın tek yolu olarak yeniden çileye saldı kendini. Bu se ferki öncekilerden çok daha katı ve zorlu oldu. Öyle ki Bedreddin tam ölmek üzereyken müdahale eden Ahlati'nin, onu tamamen ayağa kal dırabilmek için 1 ay uğraşması ge rekti. Ahiati'ye göre Bedreddin artık yolun sonuna gelmiş, sınıra dayan mıştı. Geçirdiği bu çetin dönem bo yunca bildiklerini unutmuş, susma yı öğrenmişti. Bundan böyle sus mak zarar verirdi. Ustalığı yakala mış olan Bedreddin bu ustalığı yaymalıydı. Bu aşamaya gelmesi onun acılarını dindirmemiş hatta patlamaya hazır bir volkanın sıkın tılı haline yol açmıştı. Bu hali gide recek fek şey anlamaktı. Anlamak ise öğrenmekle düşünmekle olabi lecek bir şey değildi. Mutlaka ey lem gerekliydi. Hocası Şeyh Ahlati, onu hava değişimi telkiniyle Tebriz'e yolladı. Yanında refakatçi dervişlerle yola çıkan Bedreddin''in yolu muzaffer ama yorgun Timur ordularının geri çekilme güzergahıyla aynıydı. Bed
MAYIS
1996
reddin bu yeri göğü inleten orduyla çok geçmeden karşılaştı. Yürüyen savaşçı seli içinde Timur'dan yana geçmiş olan Osmanlı askerlerini görünce dayanamadı. Refakatçile rinden ayrılıp, askerlerin arasına karıştı. Beyazıt'a ihanet edip güçlü den yana tavır alan askerlerin ve beylerin bu ihanetlerini yüzlerine vurdu. Timur'un askerleri tarafın dan tutsak alındığında katli kesin gibiydi. Onu bu sondan kurtaran geçmişte bilgin kimliğiyle edindiği şöhret oldu.
düşünmeden boynunu vurduraca ğını biliyordu. O gece Timur'un ka rargahından kaçtı. Yeniden Şeyh Ahiati'ye döndü. Timur'la araların da geçenleri anlattı. Ahlati, gurur ve saygı duyuyordu müridlerinin bu en kutlusuna. Ve çok az müridine nasip olabilecek bir mutlulukla onurlandırdı onu. Bedreddin mürşi di Şeyh Ahlati'yle "Erbain" denilen 40 günlük çileye yattı. Bedreddin'in katettiği yolda görkemli bir final an lamına gelen bu çile 40 değil tam 90 gün sürdü.
Timur dönemin diğer hüküm darlarında görülen bir özelliğe sa hipti. Bilgine, ulemaya büyük değer veriyor, yanında, yöresinde sayısız düşünür bulunduruyordu. Bunun sebebi, hem kendi idaresi için fikir almak hem de zulme dayanan ikti darını daha meşru gösterebilmekti. İşin diğer bir yanı da tüm hüküm darlarda görülen kompleks ve kendini tatmin istekleğinden kaynakla nıyordu. Dönemin hemen tüm hü kümdarları yanlarında bulundur dukları sayısız bilgine sınırsız ça lışma olanağı tanıyorlardı. Bu bilginler söyledikleriyle hükümdarların çıkarlarına ters düştüklerinde ise itibarları kellelerini kurtarmaya yet miyordu.
Kısa bir süre sonra Şeyh Ahlati öldü. Ölmeden önce yerini diğer müritlerinin de onayıyla Bedreddin'e bıraktı. Ahlati hep buna hazır lıyordu Bedreddin'i. Onu, kendisi olmaksızın yoluna devam edebile ceği, kendisini aşan bir noktaya ta şımaktı isteği. Bu yönüyle bir öğret menin bir ustanın taşıması gereken bir erdemi sergiliyordu Ahlati. Yö nettiği insanın, öğrencisinin kendi sini aşmasına fırsat tanımak hatta bunun için yanıp tutuşmak. Simavna Kadısı oğlu Mahmut Molla, çok kısa sürede yüzlerce, binlerce müride sahip olacak olan Şeyh Bedreddin'di artık... Vakit ge çirmeden bir kervanla yola çıktı. Uzun bir aradan sonra ilk defa sev gili eşi Cazibe ve oğlu İsmail de ya nındaydı. Onlarla birlikte olmanın mutluluğunu tatmayalı o kadar çok olmuştu ki... Ama onun mutluluğu asıl olarak onlarla içi rahat bir şekil de bir arada olmasını sağlayan yol ları alnının akıyla geçebilmiş olma sıydı. Kafasındaki kuşkulardan ona ayak bağı olabilecek eski "ben"inden kurtulmuş olarak tekrar insan larla bir arada bulunabilmesi, me şakkatli bir evrimin huzur veren do ğal sonucundan farklı bir şey değil di... Hatta huzurdan sözetmek için henüz erkendi bile. Yeni kimliği ve ağır yükümlülüğü ile kendini "okya nusta bir yonga, çölde bir kum ta nesi, iğne atsan yere düşmez bir pazar yerinde ana-babasını kay betmiş bir çocuk" gibi hisseden Şeyh'in önünde yapacak çok işi vardı. Kendisini hem çok küçük ve yalnız, hem de çok güçlü hissedi yordu. Yunus Emre'nin tek bir su damlacığının dahi deryanın bütün izlerini taşıdığını anlatan dizelerini
Bedreddin Timur'un huzuruna daha ilk alındığında onun gözlerin deki zulüm ifadesini farketti. Ama korkmadı. Timur'un huzurdaki diğer alimlerin yaptığı gibi doğruları çar pıtarak, suyuna gitmeyi seçmedi. Hangi konuda ne düşünüyorsa te reddütsüz söyledi. Moğol hükümdarıyla birçok konuda günleri bulan tartışmalar yürüttü. İktidardan ada lete kadar birçok konuda süren tar tışmalar sırasında Timur, Bedred din'deki cüreti ve ilmi cevheri farkederek her şeyin en iyisine sahip ol mak istediğinin verdiği alışkanlıkla ona kendi hesabına çalışmasını teklif etti. Böylesi değerli cariyeleri ni, en uygun çatışma olanaklarını hatta zaptettiği topraklardan istedi ği bölümün sultanlığını verebilirdi. Bedrettin bu teklifi kabul etme nin de tersinin de kendisi için ölüm demek olduğunu anladı. Kabul ederse bir zalimin eteklerinin altına girerek kendi kendini öldürecekti. Hayır dediğinde ise Timur'un hiç
13
TAVIR MAYIS 1 9 9 6
hatırladı. Bu hatırlama, önündeki son engeli de ölü müyle ortadan kaldıran öğ retmeni Şeyh Ahlati'ye karşı içinin bir gönül borcuyla dolmasına yol açtı. "Bin yılın içinden geçip giden kerva nın başına geçmesi o gün oldu Bedreddin'in; ken di yolunu ken di açacaktı bundan böy le." (Age, s. 183) Bir düşün ce adamı olan Şeyh Bedreddin geçmiştekinden çok daha farklı dü şüncelerle, yeni ve onurlu bir serü vene adım atmış oldu. Onu bu se rüvene sürükleyen, yüreğini son suz bir kaynaktan beslercesine dol duran insan sevgisiydi. Yine bu in san sevgisinin yönlendirmesiyledir ki Bedreddin, doğayı, toplumu ve insanı tanıma çabalarını İnsanüstü bir enerjiyle yoğunlaştırmış diya lektik yönteme ulaşmıştı. Bu düşünceleri doğrultusunda, dünyayı ve en yüce varlık olarak gördüğü insanın ezilmişlik tarihini değiştirmeye soyunmuş bir eylem adamı olarak insana yaraşır bir dünyanın nasıl kurulabileceğini adım adım öğrendi Bedreddin. Bu nun, egemene, zorbaya karşı sa vaşmakla mümkün olduğunu gör düğünde ise, hangi dinden ve halk tan olursa olsun ezilen tüm yoksul ları ayaklanmaya çağırdı. O artık onbinlerce insan için bir kurtuluş umudu, bir öğretmen ve dişe diş verilen savaşta bir kurmay, bir ko mutandı. Bu özellikleriyle hep insanlara örnek olan Şeyh Bedreddin, öncü lük yaptığı ayaklanma yenilip de, zalimin eline tutsak düştüğünde kendisinin ve temsil ettiği halkın onuru yere düşmedi. Zulüm karşı sında düşüncelerini olduğu gibi sa
vunarak, başı dimdik gitti darağacına. ŞEYH BEDREDDİN HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE OS MANLI DEVLETİNİN KURULUŞ DÖ NEMİ ÖZELLİKLERİ Fetihler ve Büyüme: Anadolu Selçuklu Devleti'nin Moğol istifasıyla yıkılmasının ardın dan (1243) bu topraklarda ortaya çıkan onlarca beylikten biri de Os manlı Beyliği'dir. Orta Asya'dan bü yük kitleler halinde göçeden Oğuz Türkleri'nin Kayı boyundan olan Osmanlılar'ın Anadolu'daki ilk yer leşim alanları Söğüt-Bilecik dolay larıdır. Bu bölge Bizans topraklarına komşudur. Gelişimini fetihlere da yandıran Osmanlı, çeşitli nedenler le güçsüz düşmüş bulunan Bi zans'ın topraklarını fethetmede ciddi bir engelle karşılaşmamıştır. Bizans topraklarında yaşayan halk Batı devletlerinin saldırılarından yılmıştı ve Osmanlı fetihlerine mu-: kavemet gösterebilecek durumda değildir. Gelişme olanaklarından yoksun durumdaki diğer beyliklerin idari ve askeri kadrosundan Osmanlı Beyliği'ne büyük katılımlar gerçekleş mektedir. Böylece askeri ve siyasi olarak daha da güçlenen Osmanlı
Beyliği'nin devletleşmesinin koşul ları da oluşmaktadır. Osmanlı fetih lerinin temel gücü gazileridir. Gazi ler fetihlerin kazandıracağı ganimet ve zenginliklerden pay kapabilmek amacıyla Anadolu'nun dört bir ya nından gelerek, Osmanlı egemenli ği altına giren Türkmen aşiret ve beyliklerinin askeri kadrosudur. Üretimden kopuk, yağma, çapul ve talan üzerine kurulu yaşamları, Os manlı fetihlerinin temel gücü olarak akıncı beyleri olduklarında da de ğişmemiştir. Gazilerin fetihlerdeki belirleyici rolüyle birlikte, Osmanlı Beyliği'ni Batıya karşı müttefik olarak değer lendiren Bizans egemenlerinin önemli bir kesimi de uzlaşma ve iş birliğini seçerek, Osmanlı fetihlerin de önemli roller oynayabilmişlerdir. Fetihlerin bir diğer gücü de ule malardır. Ulema şeriatı yorumlama da dahil, o dönemin tüm bilgileriyle donatılmış sivil idarecilerin, kadıla rın, medrese hocalarının, islam alimlerinin, şeyhlerin vb. genel adı dır. Onlar da Gaziler gibi çıkarları gereği Anadolu'nun çeşitli yörele rinden Osmanlı Beyliği'ne üşüşmüşlerdir. Ulema sınıfının asıl amacı, dev let idaresinden pay almak, yani bir bürokrasi oluşturarak, vergilendir me vb. yollarla artı-ürünün büyük
14
TAVIR MAYIS
kısmını merkezde dolayısıyla elle rinde tutmaktır. Bu yönüyle yayılma ve fetihleri gerçekleştiren gazilerle, ulema sınıfı arasında ele geçirilen toprakların mülkiyeti ve denetimi konusunda çıkar çelişkileri mevcut tur. Ulema, mülkiyetin ve iktidarın merkezileşmesinden yanayken, yayılmanın ilk dönemlerinde ele geçirilen ganimetin-çapulun beşte birini sultana gönderme dışında hiçbir yükümlülükleri olmayan gazi ler, merkezi denetimden uzak kal maya çalışmakta, kendi iktidarları nı oluşturma, eğilimi taşımaktadır lar. Osman ve Orhan beyler döne minde gerçekleşen ilk fetihlerde, klasik Osmanlı devlet ve iktidar ya pısından bir hayli uzak olan Os manlı Beyliği'nin yapısı, 1. Murat'ın iktidara gelişiyle merkezileşmeye doğru hızla evrilmiştir. Bu aynı za manda gazilerle ulemalar arasın daki çelişkilerin ulemalar lehine ge çici de olsa çözümlenmesi anlamı na gelmektedir. Yıllardır merkezin denetimin den uzak kalmış Rumeli'de fetih savaşları yapan, barışlar imzala yan ve genel olarak güçlenmeye başlayan gaziler, Osmanlı'nın kar şısında boyun eğmek zorunda ka lacaklardır. Buna neden olan geliş meler; Bursa ve İznik'in alınışıyla (1356) Anadolu'da hız kazanan Osmanlı Devleti'nin yapılanması nın, Bizans'ın sorumluluklarının üstlenilmesine ve Akdeniz ekono mik düzeniyle bütünleşmeye yol açarak güçlü bir devleti ortaya çı karmış olmasıdır. Aynı dönem An kara'nın ele geçirilişi ise iktidarın iyice sağlamlaşması anlamına gel mektedir. . Osmanlı Beyliği artık askeri, merkezi feodal bir devlet olabilme gücüne sahiptir. 1. Murat'ın bu amaçla uyguladığı tedbirler; adım ları daha önce atılmış olan tımar sisteminin ve Kapıkulu sınıfının ya ratılması, kurumlaştırılması olmuş tur. Osmanlı Devlet ve İktidar Yapısı: İlk fetihler Osmanlı Beyliği'nin iktidar güçleri tek elde yoğunlaşmamış, merkezi otorite yerel iktidar güçleri arasında dengeyi ve eşgü
dümü sağlayan bir denetleyici ol manın ötesine geçememiştir. Yerel iktidarlar üzerinde tasarruf ve mül kiyet hakkı son derece sınırlı oldu ğundan, yayılmanın temel gücü ga ziler ve onların uyguladığı yayılma siyaseti neredeyse denetim dışıdır. Ulemaların sultanla ittifak için de geliştirdiği "tımar sistemi"yle bu durum değişti. Bu süreçte yerel ikti dar güçleri denetim altına alınarak, gelirleri sarayın ve ulemanın da or tak olmasıyla iyice kısıtlanmıştır. Tımar sistemi, tüm toprakların devlete ait olması temelindeki bir sistemdir. Bu sistemle fethedilen topraklar üzerinde özel mülkiyet de kaldırıldı. Mülkiyetini kendi elinde tutmak koşuluyla, devletin işletmeciliğini ve denetleme yükümlülüğünü bı raktığı topraklara tımar deniliyordu. Tımar sahipleri olan sipahiler has, zeamet ve tımar olarak farklı bü yüklükteki parçalara bölünen top raklardan, en küçük idari ve askeri birimi temsil eden "tımar"a sahip ki şilerdi. Devlet memuru statüsünde olmalarına karşın devletten maaş almazlar, işletilmesinden sorumlu tutuldukları topraktan elde edilen artı-ürünü ve çeşitli vergilere el ko yup, gelirle orantılı olarak köylüler den devlete asker (cebeli) devşirirlerdi. Bu askerlerin eğitiminden, bakımından, silahlandırılmasından ve her türlü ihtiyaçlarının karşılan masından sorumluydular. Tımar sistemi ile devlet, sipahi leri kullanarak toprakları ve halkı yoğun bir denetim altında tutuyor du. Bunun yanında her an, her böl gede elinin altında hazır birlikler bulundurmuş oluyor, bu durum üre time askeri bir nitelik kazandırıyor du. Tımar sistemi dışında kalan vergilendirmelerle, devletin sayım defterine girmemiş olan gelir kay naklarından alınan vergiler devlet tarafından iltizama devrediliyordu. İltizam sahibi ise bunun karşılığın da devlete önceden saptanmış yıl lık bir meblağ ödüyordu. Yani, halkı soyma hakkı satılığa çıkarılmıştı. Çünkü iltizam en yüksek meblağı ödemeyi vaat edene devrediliyor du. Mültezimler bu sınıf adına ve bu sınıfla kaynaşmış olarak mükel
1996
leflerden vergileri toplayan, halkın düşmanlığını kesin olarak kazan mış bir sınıftı. Tımar sistemiyle bey tarafından sömürülen köylü, mülte zimler eliyle doğrudan devlet mer kezi tarafından soyuluyordu. Kapıkulu sisteminin odağındaysa, "yeniçeri ordusu" vardı. Hıristi yan devşirmelerden oluşturulan bu ordu Osmanlı'nın kuruluş devrinde henüz gelişmekte olan bir güçtü. Tımarlı sipahi ordusunun yerini al ması zaman içinde gerçekleşecek olsa da, tımar sahiplerinin bağım sızlık eğilimlerini dizginleyen bir rol oynuyordu. Kapıkulu sınıfının te meli Yeniçeri Ordusu olmakla bir likte, bu sınıf, salt askeri bir sınıf değil, aynı zamanda yönetici bir sı nıftır da. Bu sınıf saray okulu olan Enderun'da eğitilen Hıristiyan dev şirmelerden suni olarak yaratılmış ve üretim dışında olan sadık kullar dır. Devlet yapısında önemli görev lere kadar yükselebilmekle birlikte kendilerine ödenen maaş dışında hiçbir hakları yoktur ve istenildiği an öldürülebilmektedirler. Ulemalar, devletin egemenliği altında bulunan alanlarda adli ve idari olarak sultanı temsil eden sivil idarecilerdi. Miri toprak sisteminin egemenliği için şeriat hukukunu uy gulayan ve çeşitli yerel vergilerle, evlendirme, arazi kütüklerinin tutul ması gibi işlerin gelirlerini ellerinde bulunduran bu kesim, her türlü adaletsizliğin, rüşvet ve yolsuzlu ğun temsilcileri olarak halk düşma nıdır. Düzenin örgütlenme birimlerini sancaklar oluşturmaktadır. Kuruluş döneminde şehzadelerin hüküm sürdükleri sancakların sayısı ge nişlemesiyle birlikte artarken, 1. Murat devrinde bunların üzerinde bir beylerbeyliği kurulmuş, Yıldırım Beyazıt döneminde ise beylerbeyi nin sayısı önce ikiye sonra üçe çık mıştır. Beylerbeyleri, eyaletlerinin en büyük yerleşim birimlerinde oturu yorlar ve başkentin küçük bir mo delini oluşturacak tarzda örgütleni yorlardı. Yanlarında mali işlerini düzenleyen bir defterdarları, adli ihtilafları çözümleyen bir kadıları ve düzeni sağlayan bir yeniçeri garni zonları bulunuyordu. Sancak bey-
15
TAVIR MAYIS 1996
leri ve daha küçük idari birimin ba şında bulunan subaşıları da beyler beyinin modelini uygulamaya çalı şıyorlardı. Osmanlı devleti, statülerini pe kiştirme ve egemenliklerini güçlen dirme eğiliminde olan bu yönetici zümreyle sürekli bir çatışma halin deydi. O yüzden, her sancakta bey ve kadıyı birbirinden bağımsız kıla rak merkeze karşı daima bunlar dan birini müttefik haline sokuyor, diğer yanda bunları sık sık değişti rerek bulundukları yerlerde mahalli bir güç kazanmalarını engelliyordu. 1. Murat'ın ölümüne dek süren Osmanlı devletinin kuruluş süreci nin ilk dönemi, devlet ve iktidar ya pısını iç çelişkileriyle birlikte merke zi feodal ve despot tarzda şekillen dirirken Osmanlı devletinin etnik ve dinsel yapısında da dikkat çekici sonuçlar doğurmuştur. En başta, Marmara bölgesinde kurulmaya başlanan ve kuruluşu Rumeli ve Balkanlar'da devam etti ği sürece ekonomik çıkarları aynı yönde olan diğer devletlerin ege men çevrelerini kendi iktidar ve devlet yapısı içinde eriten Osman lı'nın giderek Türk toplumuna son derece yabancılaşması gelmekte dir. Türklüğü bir hakaret kelimesi olarak kabul etmiş Osmanlı, özel likle iktidar içinde Türk unsurunu azınlık haline getirmiştir. Bu koz mopolit niteliğiyle Osmanlı devleti çeşitli etnik ve dinsel gruplardan egemenlerin Anadolu toprakları üzerinde yaşayan Türklere yönelik egemenliğidir. Osmanlı Türkmenle ri Balkan Halkları'nı fethederken, Balkan aristokrasisi de Osmanlı devletini fethetmiştir. Halkın dışın da cereyan eden bu süreç, etnik kimliğinden soyunarak ne olduğu belli olmayan bir Osmanlı kimliğini benimsemiş olan ve ulusal devrim ler çağında hiçbir ilerici akıma ön cülük edemeyecek soysuz bir yö netici sınıfı ortaya çıkarmıştır. Çeşitti etnik ve dinsel grupları, toplulukları hem yönetici hem de yönetilen olarak bünyesinde barın dıran Osmanlı devletinin kuruluş döneminde görülen toplumsal direnişlerdeki müslüman-hıristiyan iş birliği ve dayanışması müslüman toplulukların başvurduğu bir taktik
değil, nesnel bir sonuçtur. Çünkü farklı etnik ve dinsel özelliklere sa hip olsalar da aynı sınıfsal çelişki leri yaşamaktadırlar. Ortak hareket edebilmelerinin, hareketin sınıf niteliği taşımasından başkaca bir ne deni yoktur. Sınıf çıkarları tüm et nik ve dini önyargıları yerle bir ede bilmiş ve halkları kardeşlik temelin de bir araya getirebilmiştir. Türk ulusunun kendi tarihiyle övünebile ceği anlar da işte bu anlardır. Soy suz ve asalak bir devlet yapısının kana, gözyaşına, acıya, yağma ve talana dayanarak gerçekleştirdiği fetihler değil, halkların kardeşçe dayanışmasıyla Anadolu toprakla rında bu fetihçi ordulara karşı dire niştir övgüye layık olan... Çürüme, Timur Yenilgisi ve Fet ret Devri 1. Murat'ın ölümünden sonra gelen Yıldırım Beyaztt dönemi manlı devlet yapısında tam bir çü rümeyi ve yozlaşmayı ifade etmek tedir. Saray tam bir sefahat içeri sindeyken, devletin idari yapısı egemenlik kurulan her alanda ule malar eliyle iyice yozlaştırmakta dır. Savaşlardan elde edilen zen ginlikler sarayın lüksüne aktarılır ken, ulemanın yolsuzlukları, rüşvet ve kayırma Osmanlı adaletini halkın gözünde bir hiç haline getirmiş tir. Ulema takımına yani kadılara ve medrese hocalarına büyük bir öfke vardır. Halkın bu öfkesinin ya nında gaziler ve ulemalar arasın daki çelişkiler de gittikçe derinleş mektedir. Ulemalar, gazilerin gelir lerini kısıtlayacak tedbirler için hü kümdarı zorlarken sarayın içinde bulunduğu durumun akıncı Türk men geleneklerine aykırı olduğu düşüncesinde olan gaziler de mer keze karşı daha fazla sorun çıkarır olmuşlardır. Bu koşullarda Timur orduları karşısında yaşanan bozgun (1402 Ankara Savaşı) Osmanlı için yeni bir dönemin başlangıcını ifade et mektedir. Bozgun, Timur orduları nın gücü ve savaş sanatındaki us talığı kadar, Osmanlı devlet ve ikti dar yapısı içindeki çelişkilere de dayanmaktadır. Çelişkiler savaş meydanında tüm açıklığıyla belir miştir. Timur'un Osmanlı'nın ele
geçirmiş olduğu beyliklere ege menliklerini tekrar geri verme sözü etkili olmuş, zaten merkezle derin çelişkiler yaşayan beyler, çıkarları için Osmanlı'yı gözü kapalı satmış lardır. Osmanlı, yaşanan çürümenin ve kendi iç iktidar kavgalarının kaçınılmaz sonucuyla karşılaşmış ve Anadolu'daki egemenliği param parça olmuştur. Egemenlerin öve öve bitiremediği şanlı Osmanlı tarihinin gerçek yüzü işte budur; iha netler, saltanat kavgaları, entrika lar, kardeş katli... 1402'den 1413'e kadar sürecek olan taht kavgalarının başlamasıy la Osmanlı, "fetret devri" denen dö neme girdi. Başıbozuk, başsız an lamına gelen bu adlandırma ger çekten de mevcut durumu tanımlı yordu. Hiç kimse iktidar değildi. Ama herkes iktidar olacağına inanıyor, binbir entrikayla güç toplamaya ça lışıyordu. Dört kardeş arasında başlayan taht kavgası bir dönem sonra iki kardeşin çatışmasına ine cektir. Bu iki güçten biri Rumeli'de Sü leyman'ın ulemalara dayanan gü cünü onların gazilerle olan çelişki lerinden faydalanarak yıkan ve kendi iktidarım kuran Musa Çelebi, diğeri ise Çelebi Mehmet'tir. Musa Çelebi İktidarının Niteli ği ve Yenilgisi Musa'yı iktidara getiren gazile rin, Musa'nın yenilgisinde temel rol oynayacak olan ihanetleri ve Meh met Çelebi saflarına geçmeleri 1413 yılında taht kavgasının sona ermesine yol açmıştır. Beylerin bu ihanetinde hiç kuşkusuz Şeyh Bedreddin'in Musa Çelebi iktidarında kazasker olarak yaptığı düzenle melerinde etkisi vardır. Şeyh Bedreddin öncelikle kendi müridlerinden oluşan bir kadroyu devletin yargı sistemine egemen kılmış, böylece halk üzerindeki haksız çıkarların ve baskıların en gellenmesi gündeme gelmiştir. Beyler yönettikleri, tımar sahibi ol dukları bölgelerde yolsuzluk ve rüşvetlerle halkı iliğine dek sömür dükleri eski günlerini arar olmuşlardır. Bedreddin'in atadığı kadılar
16
TAVIR
devlet merkezine kendi hiyerarşile ri ile bağlı olduklarından, verdikleri fetva ve kararlara beylerin yapabi leceği hiçbir şey yoktu. Yakınmalar ve Musa Çelebi'ye gönderilen şika yet dilekçeleri Bedreddin'e güve nen Musa Çelebi'nin de beylere karşı daha da sertleşmesine yol açmaktaydı. Musa Çelebi'nin saf larına geçen beylerin ihaneti ve Bi zans'ın da onunla işbirliği yapması Musa'yı iyice güçsüzleştirmişti. Bu nun yanında Mehmet Çelebi hem gazilerin hem de ulemanın çıkarla rını geçici olarak uzlaştıran ve Mu sa Çelebi'yi düşmanlığa yönelten bir siyaset uygulamaktadır. Musa Çelebi karşısında birle şen bu ittifak krallar, beyler, impa ratorlar ittifakıdır. En son kuşatmada Musa Çele bi kendisine bağlı kalan birkaç kü çük beyliğin, beylerinden şikayetçi olan bir kısım köylülerin zanaat karların silahlı güçlerine dayanarak direnmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Çünkü o ana dek da yandığı esas güçlerden yoksun ve zayıf olduğu kadar karşısındaki or du da son derece güçlüdür. Direni şe kattığı kesimler nedeniyle bir halk hareketi görünümünde olma sına rağmen, geniş bir katılımı sağ layamamıştır. Katılan kesimlerin çoğu da Şeyh Bedreddin'in müridlerinin çağrılarıyla harekete geç miş, ancak onlar da örgütlü olma maları nedeniyle kısa sürede yenil mişlerdir. Çelebi Mehmet bu yengiyle, Osmanlı devletinin birliğini tekrar sağlamanın koşullarını yaratmıştır. Musa Çelebi iktidar olduğu dönem de ortaya çıkan halk muhalefetinin potansiyel güçlerini ezmek, devlet ten tümüyle tasfiye ederek iktidarını perçinlemek, Timur ordularının parçaladığı Osmanlı Devleti'nin bir liğini yeniden oluşturmak Çelebi Mehmet'in ilk işleri olmuştur. Bu çerçevede Şeyh Bedreddin İznik'e sürgün edilmiştir. Halkın Durumu Osmanlı devlet yapısı son de rece karmaşık ve güçlü tarzda oluşturulan bürokrasi çarkı, ordu su, yargı sistemi ile egemenliği al tında bulundurduğu halklara karşı
tam bir soygun ve baskı mekanizm masıydı. Elinde tuttuğu feodalizm sopasıyla halkı iliğine dek sömürüyordu. Gerek yerel otoritelerin ge rekse merkezi devletin çok yönlü ve sistemli saldırıları birbirini bü tünler tarzda durmaksızın artarak, toprağını terketme hakkı dahi ol mayan köylüyü sefalete sürüklüyordu. Yıldırım Beyazıt döneminde başlayarak iyice derinleşen bu sü reç Timur istilasıyla Anadolu halkı için katlanılması zor acılara, açlık lara, yıkımlara dek vardı. Taht kav galarının ve iktidardaki belirsizlikle rin yarattığı boşlukta çeşitli ege men kesimlerin birbirleriyle yarışır casına sürdürdükleri sömürü ya nında başını alıp gitmiş olan eşkiyalık, yağmacılık halkı canından bezdirmişti. Sömürü ve zulüm özellikle Mehmet Çelebi'nin iktidarı alma sından sonra batı Anadolu'da yo ğunlaştı. Çünkü verimli topraklarıyla Batı Anadolu bilcümle asalak ta kımını buraya toplamıştı. Sömürü pastasına ortak olanların sayısın daki bu artışla beraber sefalet de artmıştı. Rumeli'de ise Musa Çele bi döneminde gelirleri biraz da olsa kısıtlanan beyler, kadılar o döne min acısını çıkarırcasına vergileri artırıyorlar, her türden tepkiye karşı katliamlar düzenlemekten çekinmiyorlardı. Rumeli yöresinde de hal kın durumu içler acısıydı. Yeni alı nan toprakların müslümanlaştırılması amacıyla yerleştirilen Türk menler, uzun süre üretici olmama nın ve ürünün düşüklüğünün yarattığı sorunlarla boğuşmaktaydılar. Sarayın sefahati ve lüksü hal kın acılarının üzerinde yükseliyor du. Sarayın ve çevresindeki küme lenmiş olan asalak takımının lüksü ne aktarılan gelirler yetmedikçe halk daha ağır vergilere bağlanı yordu. Üretim, tüketimi karşılaya maz durumdaydı. Gelirleri sabit ka lan beyler, zenginliklerinin artması için halka daha fazla yüklenmeyi tek yol olarak değerlendiriyorlardı. Tüm halk kesimleri benzer bas kı ve sömürüyle karşı karşıyayken bunlar arasında Türkmenlerin du rumu daha da ağırdı. Türkmenlerin uğradığı zulüm, Selçuklu dönemin
MAYIS
1996
den beri olduğu gibi Osmanlı dev letinde de en büyük tehlike olarak görülmelerinden kaynaklanıyordu. Gerek kültürel olarak gerekse ku rulmasına çalışılan düzenin yapısı na ters düşerek göçebe geleneklerini sürdürme eğilimleri, yerleşik ta rım ekonomisine dayanmak iste yen egemenlerin onları denetim al tına alma çabasını, bunun karşısın da da Türkmenlerin direnişini ve sonuçta büyük toplumsal çatışma ları ortaya çıkarıyordu. Osmanlı Devleti'ne tekrar tekrar başkaldıran Müslüman-Hristiyan bey ve aris tokratlar tekrar tekrar affedilmeleri ne rağmen Türkmenler en küçük tepkilerinde akla hayale gelmeye cek zulümlere uğratılıyorlardı. Zanaatkarların örgütlü olduğu Ahi Ocakları da devlet tarafından tehlikeli ve denetim altına alınması zorunlu kesimler olarak ifade edili yorlardı. Kendi içlerindeki demok ratik yapıları ve özerk eğilimleriyle Osmanlı merkeziyetçiliği çatışma halindeydi. Ahiler gerek ekonomik gerekse politik ve askeri olarak bir güçtürler. Ankara başta olmak üze re Anadolu'nun birçok şehrinde ör gütlü ve Osmanlı ile çelişkileri olan bir kesim olarak toplumsal muhale fetlerin içinde değişik ölçülerde yer almışlardır. Çelebi Mehmet'in ilk iş lerinden biri Ankara ahilerinin zorla dağıtılması ve denetim altına alın ması olmuştur. Toplumsal yaşam açısından önemli bir nokta halkın içinde bu lunduğu cehalet ve hapsedildiği din karanlığıdır. Halk din kılıfı giydiril miş yalanlarla kandırılmaktaydı. Devlete koşulsuz boyun eğilmesi nin telkin edildiği bu yalanların ya nında, yaşadıkları karşısında tam bir inanç bunalımı içine girmişti. Çünkü yaşanan, devletin en başta da din görevlileri eliyle sürdürdüğü soygun, rüşvet, yolsuzluklarla karşı karşıyaydı. Bu koşullarda halk kitleleri doğ ru ve adaletli olan her türlü inanca ve örgütlenmeye açıktır. Tasavvuf tarikatlarının şeyh ve dervişlerinin insana yönelik yaydıkları inançlar halkın karnını doyurmuyordu. Top lumsal direnişi ve ayaklanmanın koşulları oluşmuştu... (Sürecek)
TAVIR
17
MAYIS 1996
ÜMRANİYE CEZAEVİ DEVRİMCİ TUTSAKLARI
Hele Bir Anadolu Topraklarına Ayak Basalım eton zemin önceki gün yağan yağmur dan dolayı ıslaktı ve gökyüzü kurşuni si yah bulutlarla örtü lüydü hala. Bir saat kadar önce yakılan ateşin közleri, şimdi havalandırma duvarına sırtlarını vererek tek sıra halinde dizilmiş in sanlar çevresinde halay çekerek dönerken, adeta körüklenivermişti. Yükselen her kıvılcım, her alev bir savaş çağrısıydı; her adım, her dö nüş yeni bir yüzüştü devrime doğ ru. Kırksekiz tutsak 16. Koğuş'un önünde yoldaşlarının ellerini tek tek sıkmaya başladı. Rızada uzattı elini. Yüzü güleçti, kahkahalar sak lıydı yine dudaklarında. Dilinden veda sözleri dökülse de; gözleri her an şaka yapmaya hazır insan lar gibi etrafı taramaktaydı. Onun da içinde bir burukluk vardı aslın da; ama karşısında duran yoldaşla rın gözbebeklerinde biriken yaşlara teselli olmak gidene düşerdi.
B
"Hoşçakalın Dostlarım Benim"
türküsü söyleniyordu hep bir ağız dan. Gözlerinde o mahçup ifade, her zamanki gibi sakindi Mecit. At tığı her adımla Anadolu toprakları na biraz daha yaklaştığının farkın daydı. Mecit'in bu özlemini bilenler, ona imrenerek bakıyor, ilk katarda gidememenin burukluğunu yaşı yorlardı. Havalandırma, köhne bir istas yonda az sonra dumanlar saçarak gelip, kavuşması zor uzaklıklara doğru hasret taşıyacak olan treni bekleyen insanların telaşlı heyeca nına tanık oluyordu. Katar, 48 sa vaşçıyı başka bir cepheye ulaştır mak için yola koyulacaktı. Bir an için çöken sessizlik, trenin kalkma vaktini duyuran zillerin yerini aldı ve ayrılığın duyurusunu yaptı ken dince. Mevsime uygun bir hüzün yüklendi kalabalığın üzerine. Son kez kucaklaştılar. Gidenlerin kalan lara uzanan elleri "başaracağız" di yordu. Kalanlar da "size güveniypruz yoldaşlar" diye uğurladı gözle riyle okşayarak onları. Bir katar da özgürleştirilecek başka bir vatan toprağına doğru
yol alıyordu. Vagonlarda marş söy lenmeye başlanmamıştı henüz. İs tasyonlarda bekleyenlerden biri "Ümraniye'yi teslim alacağız" dedi diğerine ve bir direniş türküsünün dizelerini mırıldanıverdi ıslıkla. Ölümlere yatarım da Başeğmem Buca sana Duvarların kale olsa Esir olur yine bana İşte böyle aktılar Bayrampaşadan yola. Yan taraftaki ahşap bi naları, ağaçlı yolu, çıkmaz sokakla rı, ellerini paltosunun ceplerine so kup hızlı yürümeye gayret eden şu yaşlı amcayı dost gözlerle izlediler. Sanki daha dün onlarla birlikteydi ler. Dört duvar içindeydiler, evet ama "dışarda yaprak kımıldasa" onlar içerde hissedenlerdi. Kiminin avucunda kabzasının eylem sıcak lığı saklıydı, ellerindeki benzin ko kusu daha çıkmamıştı kiminin. De mir parmaklıklar arkasından bakı yorlardı ama Gazi'nin varoşları var dı gözbebeklerinde; Munzur'da Ali Boğazı'ndan derinlikleri gözleyen
18
TAVIR
MAYIS
1996
düşman. Sezginler de tam altı kez haykırdılar "Heyy! Bir kez daha püskürttük onları" diye. O gün Gültekin'in ne elinde kara kalem ne de beyaz kağıt var dı. Ama o, hayat üzerine özgür tutsakların en başeğmez figürleri ni çizdi. 4 Ocak'tı; taşduvarlar, de mir parmaklıklar ufalanıyordu slo gan sesleriyle. Devrim ustalarının darbe ses leriydi C-1 den yükselen. "Yapmak için önce yıkmak gerektiğini vur guluyordu Mecit. Çatlayan duvar ların arasından ilk o çıktı dışarıya; ardından Rıza, Orhan ve Gültekin. Okmeydanı'nın ara sokakların da görmüşler Mecit'i. Elinde molotofuyla çıkmış belediye otobüsü nün önüne, otobüs alevler içinde kalmış. Yenibosna'da barikatların ardındaymış Orhan. Panzerlerin önünde yanan ateşin ışıltısıyla çakmak çakmakmış gözleri. Rıza ve Gültekin Beşiktaş'ta üstgeçite upuzun bir pankart asmışlar. 4 Ocak günü duvarların arasında bi le Silahlı Propaganda Birliği gibiy miş onlar. Onun için kıvılcımları fabrikalara, anfilere sıçramış.
yoldaşları saklıydı yüreklerinde. Ve katar ağır ağır yaklaşıp dört yanı taş duvarlarla çevrili bir tünelin önünde durdu. Cephedeydiler ye niden, zifiri karanlıktı içerisi. Cephede ilk büyük çatışmayı daha o gün yaşadılar. Düşman, yü reklerini ve bilinçlerini "ring"lerde bırakarak, başları önde girmelerini istemişti demir kapıdan. Oysa onlar öfkelerini kuşanarak girdiler içeri ye. Bir tek adım bile atmayacaklar dı geriye doğru. Daha birkaç saat önce Halıcıoğlu Köprüsü'nden ge çerken Mahmut Şevket Paşa Caddesi'ni aramıştı gözleri. Sokak so kak çatışarak elindeki MP-5'iyle "Siz hiç bizim teslim olduğumuzu gördünüz mü?" diyen Sibel'in sesi çınlamıştı kulaklarında. İşte o ses şimdi kapıaltında düşmanın kulak
zarına çarpıyordu yeniden. Cephedeki ilk yirmi günün herbirini öfkeli bir sabırla ve direniş tezgahında ilmik atarak geçirdiler, Üç sürgülü demir kapı maltaya doğru çaresizce devrildiğinde gün lerden 13 Aralık'tı. Direniş kolu Gazi'nin İsmet Paşa Caddesinden ge çip Zübeyde Hanım Mahallesi üze rinden Dörtyol Durağı'na vardı. 12 Mart barikatlarında alevlerin ara sından patlayan tüplerin sesi maltada, demir parmaklıklı kapının önün de yankılandı bu kez. Düşman kasklarını, kalkanları nı, bombalarını, mermilerini ve tüm kalleşliğini kuşanıp gelmişti. Malta ya çıkanlar ise bilinçten ve bağlılık tan zırha sahip cesaret silahıyla, bedenlerini siper ederek katşıladılar düşmanı. Tıpkı Sezgin gibi. Yirmidört saatte tam altı kez saldırdı
5 ay önce katarın ayrılığı du yuran sesi işitildiğinde Başaraca ğız" diye uzanan eller, "Sizlere gü veniyoruz yoldaşlar" diyerek ken dilerini kavrayan elleri hiç utandırmamıştı. Yoksul gecekondulardan 5 ay önce ağır ağır hareket eden katar dörtbir yanı taş duvarlarla ör tülü bir tünelden geçip, aydınlık ya rınlara doğru yol almıştı hiç durma dan. "Hele bir Anadolu topraklarına ayak basalım, Anadolu toprakları bereketlidir" diyerek binmişlerdi ka tara. Onlar, Anadolu toprağına umudu yeşertmek için düştüler. Katar bir kez daha ağır ağır ha reket etti. İstasyondan el sallayan lar yine güvenle sıkmıştı emekçi el leri. Vagonlardan marş sesleri geli yordu. Hızı gittikçe arttı katarın. Kaybedilecek zaman yoktu. Yaşat mak için ölünmesi gereken daha nice Anadolu toprakları vardı gi dilecek.
TAVIR MAYIS 1 9 9 6
19
ANA GUADALUPE MARTİNEZ
PARTİ(*)
Yüreğini ve hayatını getirmiyorsan beraberinde Hiç zahmet etme Aramıza katılmak için Katılmanla ayrılman bir olur Rahat bir yer arıyorsan Sıcak sudan soğuk suya girmeyecekse elin Hiç zahmet etme Yaranın en güzel çiçek olduğu Bu meydana gelmeye Bu yol, ancak baş koyanlar içindir Burada sen, Yemekte en sonuncu Edinmede en sonuncu Uykuda en sonuncu Ama ölmede en birinci Olmalısın "Ana Guadalupe Martinez'in "Salvador'un Gizli Zindanları" adlı kitabından alınmıştır.
20
TAVIR
MAYIS
1996
TOLGA KARADENİZ
ÇORBA ğzına soktuğu Kara deniz yapımı taban casının soğuk tetiği ile oynarken "çirkinleşeceğim" diye dü şünüyordu. Bir yan dan da bu gri kentte sığınmak zorunda kaldığı otel odasının ıslak sarı du varlarında dolaşıyordu gözleri. "Kafatasımı delip çıkan kurşun, bera berinde sürüklediği beyin parçasıy la birlikte arkamdaki duvara sapla nacak ve kafam yassılaşacak, çirkinleşeceğim!.." Birden tabancası na böylesine yakından hiç bakma dığının farkına vardı ve vazgeçti duvarlardan, kötü kara tetiğe dikti gözlerini.
A
Ve korkuyordu. - Tabanca ister misin?" - Gerekecek mi?" - Sanmıyorum, seni çoktan unutmuşlardır bile, çoğu öldü za ten. Namlunun ucunda, kendisine tabancayı veren sarışın genç polisi anımsadı. "Çoğunu öldürdük" mü demişti yoksa. Kesik kesik konu şan polis, dolu bir tabancayı kuca ğına fırlatmıştı, yüzüne bakmadan. Yüzüne bakılmamasına alışmıştı. "Hiçbir yere kayıtlı değil, rahat ol" derken gülümsüyordu. Birkaç yıl sonra, "bir iş için gönderildiği" An kara'da karşılaşmışlardı, yürüyen sokaklarında. Tanımamıştı onu, verdiği tabanca ise belindeydi hala.
Sol kaşının üstüne inen yum rukla oturtulduğu sandalyeden ye re yuvarlandı. Hiçbir şey sormuyor lardı. Yaptıkları yalnızca acımadan vurmaktı. Bu onun devletle pratikte ilk karşılaşmasıydı ve bedenine inen her yumruktan, her tekmeden sonra "daha kötüsü"nün olabilece
ğini düşünerek, o anki acısını hafif letmeye çalışıyordu. Üç gün süren bu ilk buluşma "fazla iz bırakmadan", az sonra parçalanacağını düşündüğü, zaval lı beyninin bir parçasına hapsedil mişti. O zamanlar övünç kaynağıy dı onun için, yüzündeki morluklar. Tabancası yoktu ama "coşkusu" vardı. Birkaç yıl sonra babası ta bancasını devlete teslim ederken tanıştı bu "aletle". Karşı çıkıyordu verilmesine. Günün birinde gerekli olabilirdi. Hiç kullanmamıştı, hatta elini bile sürmemişti ama bu gerek liliğin kaçınılmaz olduğunu çok iyi biliyordu. Kendi deyimiyle "faşizmin karanlık günlerinin karanlık gizlilikterinde" dolanırken, örgütteki konu mundan ve sorumluluklarından da ha çok önemsediği anlar oluyordu; belinde tabancası ile eyleme çık ması. Yadırgatıcı davranışlarının ise, dönemin koşulları içinde fazla üstünde durulmuyordu. Ufak bir açığın düşmana büyük bir koz ola cağı düşüncesi, gizlilikte, önce hoşgörünün sınırlarını genişletmiş, daha sonra da onu, gizliliği ortadan kaldırmıştı. "Ben olsam, beni en başında öldürürdüm". Sıkça söylerdi bunu kendisine. Kendisi ile yaptığı ko nuşmalar, hep duyması için yüksek sesle olurdu. Günlerce konuşmasa hiç sıkıntı duymazdı. Katlanabildiği tek ses kendisininkiydi ve bazı an larda, bir sesin, kurallara karşı gel mek anlamına geldiğini de bilirdi. Kendisine olan aşırı ve sorum suz güveni yakalattı onu. Bir çoğu na göre teslim olmaydı bu. Teslim olmayı kabul edebiliyordu o za manlar ama bu kadar ileri gidebile: ceğini ise hiç düşünmemişti. "Bire bir direnme nedir?", bilmiyordu. Hazırlıksız yakalanmak değildi bu, aksine oldukça hazırlıklıydı. Öyle sine hazırdı ki, gözaltına alınır alın maz çözüldü!
"Bu tabanca senin mi?" Sorgu ya başlamak için anlamsız bir so ruydu. Bir süre sonra, bir başka me kanda tekrarlanacağı gibi, önüne atılan tabancaya bakmadan yanıt ladı: "Evet" "Bu tabanca ile kaç polisin öl dürüldüğünü biliyor musun?" Laf olsun diye sorulan sorularla doldu ruldu sorgudaki zamanı. Onlar da onunla aynı tarafta olduklarını an lamışlardı. Nasıl olduğunu fazla düşünmedi. Ve hangi uyaran ken disine bu çağrışımı yapmıştı, anım samıyordu ama birden rahatlamış tı. Güvenlikteydi, çünkü o an için güçlü olanın, "devletinin" yanınday dı. "Yoksa hiç oradan ayrılmamış mıydı?" Birkaç yıl önce yere savrul duğu benzer sandalyesinde dik oturmaya başladı, vurmuyorlardı üstelik. "Evet... ama ben kullanmadım." Sınırsız ihanetinin kendisine sağladığı olanaklarla dilediğince konuşuyordu. İsimler, olaylar... Ço ğunu tanımıyordu, çoğunu bilmi yordu. Ağzından çıkan her kelime ile "yargısız infaz"larına başladı, böylesine bir infazdan kurtulmanın sevinciyle. Günlerce sürdü, bittiğinde kendisine bir süre tutuklu kala cağı söylendi. Beklediği gibi bir du rumdu bu, yalnızca "nerede" oldu ğunu sordu. "Seni özel bir koğuşa yerleştire ceğiz... Özel durumundan tabii..." Cezaevi müdürünün söyledikle rinden aklında kalanlar bunlardı yalnızca. Kendi kendisiyle konuş maya başladığından beri, başka in sanları dinlemez olmuştu. Sıkıntılı bir dokuz ayla -daha kısa da olabi lirdi- kurtulduğuna sevinmesi ge rektiğini de düşünüyordu diğer ta raftan. Garip bir duyguydu, çünkü o ne idamla yargılanmış ne de ölüm-
21
TAVIR MAYIS 1996
PROVOKATÖR cül işkencelerden geçmişti, hatta "kendisi gibi davrananların" çoğun da olduğu gibi ölümle bile tehdit edilmemişti. Açıklamasını çok ko layca yapardı kendisine; o gün o saatte, gittikçe küçülmekte olan za man birimlerinde, o andaki varlığı önemliydi sadece. Gerisinin hiç mi hiç önemi yoktu. Yaşamak da en az ölüm kadar kolaydı ve cezaevi müdürünün bahsettiği "özel durum" da bu olmalıydı. Birkaç kişinin kaldığı "adi suçlu lar" koğuşuna girdiğinde kendisiyle ilgilenen olmadı. Haberlerin mah kumlara çabuk ulaştığını duymuş tu, fazla önemsemedi. Yine de ra hatlığı açısından siyasi suçlulardan uzakta olduğuna da seviniyordu. Zaman zaman böyle sevinçleri ola bileceğinin farkına varınca şaşırdı. Deniz kenarındaki bu ünlü ce zaevindeki birkaç aylık zorunlu ko nukluğunu, cezaevinin ulaşılama yan hücrelerinde arsızca dolaşan tuzlu suların sesini dinleyerek ge çirdi. Onu ne duvarlara vuran dal galar ne de masmavi gökyüzü ilgi lendiriyordu. Koğuştakilerin ya da diğer koğuşlardan gelen seslerin varlığından ise bir süre sonra ra hatsız olmasına rağmen, "bu kada rını" da isteyemeyeceğini düşünüp, "buna da katlanacağız" diyordu yüksek sesle. Aylarca uyuyabilirdi hiçbir şey düşünmeksizin, birçok kapının, önünde açılacağını uma rak. Sessizce serbest bırakıldı, gü nün ilk ışıkları dahi ulaşmamıştı boş sokaklara, yüklüce para ve otobüs bileti cebinde. Zamanlama ya şaşırdı biraz. Üşüdü. Dar sokak ları aşıp kentin merkezine ulaşan dalga seslerine yöneldi ayakları. Yarımadanın ucunda günün ilk kızıllığıyla güneş, gelmemekte dire nen bahar ile uyum içindeydi. Işık ların sisi dağıtmasından endişelen di. Aç olduğun farketti. Balıkçıları izledi ıslık çalarak, az sonra küçük bir lokantanın önündeydi, camları buharlı, sıcak ekmek ve çorba tütsülü. Kapıya en yakın masaya ilişti. Arkasını döndü kalabalığa, gözleri sokaktaydı, uzakta motor sesleri. "Günaydın oğlum... Ne ister sin?" Çorbanın türünü soruyordu
Bu adam sattı arkadaşını; sattı altın bir tepside arkadaşının kanlı, kesik başını... Bu adamın ayaklarında dolaşıyor korku, gölgesi gibi Karanlık bir su gibi yaşıyor bu adam. Güneş batınca her akşam, kaldırımlarda karısının donunu sürüyerek, parmaklarının ucuna basıp yürüyerek size doğru yaklaşan odur. Siz tanıyın onu kalbinin boynunda sallanarak seslenen mel'un çıngırağından, ve bilin ki onun döküyor parça parça cüzzam illeti ruhunun etini... Bu adam bugün açtır. Açtır ama, kaybetti bu adamda kudretli ve büyük açlık bile kudsiyetini... A dostlar, bu adam güneş batınca bir akşam sattı arkadaşım; sattı altın bir tepside arkadaşının kanlı, kesik başını... NAZIM HİKMET yaşlı lokantacı. Kırlaşmış saçları, zayıf ve titrek elleriyle yanında. "Mercimek" dedi düşünmeden, yalnızca doymak ve ardından git mek istiyordu erken uyanan bu so
kaklardan. Yaşlı adamın, yanında ısrarla durduğunu görünce başını çevirdi, ufalmış ve meraklı gözlerle karşı laştı, üstelik ısrarlı.
22
TAVIR
"Geçmiş olsun oğlum". Ardın dan ekledi: "Ne kadar yattın?" Yanıtlamak zorunda hissetti kendini, yalan da söyleyemezdi. Her dört kişiden birinin gardiyan dostu ya da akrabası olduğu söyle nen bu kentte yok olabileceği kor kusuyla yanıtladı: "Dokuz ay ka dar!" "Dokuz ay kadar!" Açılmış göze leri ve kızgın dudaklarıyla tekrarla dı bu sözleri yaşlı adam ve ardın dan sordu emin olmak istercesine: "Hangi koğuştaydın?" Çaresiz yanıtladı bu soruyu da, sorgulardan güç. Birşey demeden yavaşça uzaklaştı yaşlı adam, lo kantanın cılız gürültüsünde kaybol du ve çorba gelmedi masasına. Yıllar sonra yalnız ve aç uyan dığında bir sabah, üstelik korkulu, bu çorbayı anımsadı ilk kez. Metro pollerde oldukça rahat bir hayatı vardı, önceleri unutturacak kadar tüm korkularını. Hayat paraydı onun için ve "verimliliği" ölçüsünde kazanıyordu. Okullarda çalıştı bir süre, dershanelerde, okullarda, kantinlerde. Birçok genci işkence ye sürükledi, kendi geleceğinden korkarak. "Takdir gördü" bu "hizmetleri. Birçok kez katliamlara ka tıldı diğer "itlerle" beraber, ama en çok da sorguda bulunmaktan zevk aldı tüm türdeşleri gibi. Kendisini tanıyan birilerinin varlığı düşüncesi daha da vahşileşmesine yol açtı. "Devlet" onun bu kontrolsüz saldır ganlığından çok hoşnut olmasa da katlanmayı seçti, oldukça yararlı oluyordu çünkü. Ne var ki, hiçbir şey akan zamana engel olamadı ve akan zamanla çağırılır oldu "araştırmalar"a. "Onlardan" bir kıs mı ortaklıklar kurarak devletin öz be öz temsilcileriyle, sermayedar oldu. Bir kısmı yurt dışına salındı, yeni kimlikler ve yeni yüzlerle yeni katliamlara hazırlık olsun diye. Ço ğu ise unutuldu. Yalnızca kendileri değildi unutulan, bankalardaki "kimliksiz" hesap numaraları da unutuldu çoğu kez. Devlet, unutu lunca korkacaklarını, korkunca da ha da düşeceklerini çok iyi biliyor du. Yalnızca "devrimci avlarında" değil, "iç sorunlarda" da kullanıldı lar böylece. Ne var ki, "nedensiz" korkusu gün geçtikçe arttı. İnsanla
rın devrim için savaştığı düşüncesi göğüs kafesini parçalamaya, "bazı gazetelerdeki" "devrimci adalet" başlıkları gözlerini kör etmeye baş ladı. Ve uykusuz sabahlarından bi rinde, son bir "miting işi" çıktı. Kala balıklarda herbir yüzü okuyarak kaybolmayı çok iyi biliyordu. "Tanıyorum seni" dedi genç bir kız. Parmağı ile işaret ederken çevresindeki gençlerden onaylan mayı bekliyordu. "Tanıdınız mı bu nu!". İlk kez olmuyordu bu, daha önceleri de çoğu kez benzer du rumla karşılaşmış, herbirinde de kalabalıktaki diğer dostları tarafın dan "güvence altına" alınmıştı. Bu da onlardan biriydi işte, az sonra önüne geçen bir "dostu" uzaklaşıp en yakındaki polis otosuna sığın ması için kendisini güvenlikte his setmez, uzaklaştırmaları için nere deyse yalvarırdı. "Tanıdım" dedi grup dışından biri. İrkildi birden, gürültüyü yarıp sağır etti kulaklarını bu ses. Yap maması gerekeni yaptı ve öğreti lenleri unuttu. Çelik gözlere takıldı gözleri. Korktu. Az sonra, kirli camlarından ekip otosunun, o gözleri arıyordu kala balıkta, yanında korkusu. Aynı otoyla ölüme gönderdiği devrimci leri çoktan unutmuştu. O günden sonra herşey daha de zorlaştı. "Gitmesi gerektiği" söy lendi kendisine, ıssız kentlere. "Taşraya gitmeliydi", "Unutulmak ve unutturmak" için. Hemen ardın dan "artık devletle işinin bittiği!" söylendi. Böyle birşey sözkonusu olabilir miydi, bunca yıldan, bunca "tehlikeli görev"den sonra? Devle tin sözlerini dinlemeyenlerin başla rına gelenler örnek gösterilirdi. Ve ardından herbir yakarışı bir önce kinden daha umursanmaz bir şekil de geri çevrildi: . "Devlet herkesi nasıl korusun!" İnsan ve insanla ilgili herşeyden korkuyordu, hızla yokolan biri kimleri de cabası. Savaşın gittikçe yoğunlaşmasından umutlanır gibi oldu, devletinin yeniden kendisine gereksinim duyacağını umdu. Ve bilinmez bir zamanda numarası ha la gizli telefonuyla göreve çağrıla cağı günleri boşuna bekledi. "Keş
MAYIS
1996
ke kendisine yapılan telkinlere ku lak verip özel orduya katılsaydı." Çok daha güvenli olurdu kuşkusuz ama ya "dağlar!" Ve hergünü bir öncekinden daha zavallı, daha yal nız ve aç. Dışarıda bitmek bilme yen ayak sesleri, zafer türküleri. Böylesine akıp giden günlerinde yalnız ve aç uyandığında bir sabah kaçmaya karar verdi, anılarında kalan o kenti anımsayarak. Güneşin çoktan doğmuş oldu ğunu gördü, denizde balıkçıların huzur veren telaşı. Denize inen dar sokaklara sapmadan, geçmişinin "hapisliğine" takıldı gözleri. İki as ker uykulu gözlerle nöbetlerinin sonlanmasını bekliyordu, tarihi ka pının önünde. Az sonra denizin se rin rüzgarı, önce mazot kokusu; bulandıran, ardından taze yosun. Deniz gören bir oda istedi genç ko miden. Nüfus kayıtlarının ardından "kahvaltı" diye sordu genç adam. "İstemez!" Kirli camından lokantanın, yaşlı adamı gördü, kırlaşmış saçları ve zayıf elleriyle. Yıllara rağmen yüzü nü hiç unutmadığının ayrımına var dığında bir korku düğümü boğazın da. Herşey aynıydı, yüzünü kapıya dönük oturdu her zamanki alışkan lığıyla. "Buyur" dedi lokantacı, arkasındaydı ve ardından ekledi: "Ne ister sin?" İkinci kez aynı şekilde yanıt ladı sorusunu yaşlı adamın, ne varki yüzüne bakıyordu bu kez: "Mercimek!" Kısa, çok kısa bir süre kızarmış gözleriyle baktı yaşlı adam yüzüne, sonra kapıyı işaret etti başıyla ve hiçbir şey söylemeden işine dönüp diğer müşterileriyle ilgilenmeye başladı.
Çirkinleşeceğinden korktuğunu anladığında tabancasını yandaki komidine bıraktı, gürültü çıkaraca ğından çekinerek. Gri kentin otel odasında yalnız, ıslak sarf tavan lar, kıpırdar gibi, sanki az sonra ya ğacak! Kalorifer çatlağına sığınmış iki hamamböceğinin yatağına tır manışını izledi uzun bir süre ve gece çökünceye dek uyudu.
T A V I R MAYİS
23
1996
ERDEM AYDEMİR
ver elini dağlara lveda dememiştim sa na. Hüzün ve karam sarlık taşımayan bir veda töreni istemiştim. Yüreğinin temizliğiyle uğurlayıp arkamdan el sallamanı istemiştim. Dağlarımız çıkarsız yi ğitliği temsil ediyor. Senin de yüre ğin dağlarımızın yüreğiyle birleşsin istiyorum. Hüzün ve karamsarlık umudun düşmanıdır. Yoket içini karartan bü tün düşünceleri. Kaldır başını! Kar şında tüm heybetiyle Munzur Dağ ları duruyor. Sıra sıradır; üzeri karla kaplıdır. Zirvesini duman almış gidi yor. Üşürüm diye üzülme karagöz lüm. Bakma zirvesini kaplayan karın soğukluğuna. Dumanı ürkütücü gö rünse de, yüreği sıcaktır Munzurlar'ın. Sönmeyen bir sevdanın ate şiyle yüklüdür. Yükseliyor alevleri; ışıkları, zirvedeki dumanı yırtarak yayılıyor. Dalga dalga sarıyor her yanı. Buza kesen yüreklerin ısınma sı uzak değildir... Önümüz bahardır karagözlüm. Dayanılmaz bir çekiciliği vardır Munzurlar'da baharın. Toprak da, kayalar da, insanlar da kabına sığamaz baharleyin buralarda. Renga renk çiçeklere bezenir dağ, taş. Ge linliğini giymiş, heyecanlı yüreği ve ışıldayan gözleriyle dünyaya bakan bir gelini andırıyor Munzurlar. Etra fında davullu, zurnalı halaylara du rulur. Kandan kına yakılır nasırlı el lere. Sen de kat sevdanı, halaya dur... Sıkı kavramalısın ellerinle, namluların sıcaklığından kayalaşan dost elleri. Kulak ver yükselen zılgıt seslerine. Bir sesten ne çıkar deme. Bir bir çoğalır. Birler onların, onlar binlerin muştusudur dağlarımızda.
E
Bir coşku selidir Munzur'dan akan sular. Coşkusu isyanındadır. Kaç defa kana bulandı. '38 kıyımı nın kanıyla hala kızıl akıyor Munzur suyu. Kurşunlanmış cesetleri sürük ledi deli coşarlığıyla. Belki de sayı
larını kendisinin de bilmediği kesik başların, parçalanmış kol ve bacak ların sırrını gömdü yatağının derin liklerine. Kıyıya vurmuş ak duvakla rın, kana boyanmış kesk, sor u zer renklerinden entarilerin acısı, gözpınarları kurumuş anaların yüreğinde gömülüdür. Adına türküler yazıldı vahşetin. Ağıtlar dizildi. Ama sön medi yüreklerdeki isyan ateşi. Laç Deresi geçit vermiyor düş mana. Sırları dipsiz mağaralarının derinliklerine işlenmiş çizgilerde saklıdır... Seyit Rıza'nın gölgesi ko ruyucu bir şemsiye gibidir Ali Boğazı'nın üzerinde. Umudu dağa taşı yan torunlarından gurur duyar gibi bakıyor. Celladın suratına yeniden tükürmeye hazırlanıyor... Yasaklı topraklardır karagözlüm Dersim toprakları. Hani bir ülkeden bir ülkeye geçiş gibi de değildir. Damgasız, pulsuz ve imzasızdır ta şınan pasaportlar. Nasıl olur deme, olmazı olur kılan cinstendir Dersim'e ayak basmak karagözlüm. Adına illegal koyarak noktala... "Eşkiya dünyaya hükümdar ol maz" türküsüyle direniyor Dersim. Ambargo kavramıyla söndürülmek isteniyor yüreklerdeki isyan ateşi. Hani emperyalistlerin istemediği mallara uyguladığı kota da değildir bu. Boğaza giren her dilim ekmek ten, ağız tadıyla yudumlanan bir bardak çaya ve iştahla içilen bir tek cigaraya kadar her şeye düşmandır Yavuz'un çocukları. Namluların, ateşin ve barutun söndüremediği yürekler buna da direniyor. Körük lendikçe harlanıyor sevda ateşi. Ateşi benzinle söndürmek gibi dü şün... Sevecendir, sıcakkanlıdır genci ve yaşlısıyla Dersim balkı. Küçücük gözlerdeki umut, aksakallardaki kudret ve özenle taranmış gür bıyık lar herşeye inat yaşama sarılmanın ısrarıdır. Tek düşman, evlerini baş larına yıkan, yakan, kirli elleriyle tüm güzelliklerine el atan Yavuz'un
çocukları değildir. Tabiat ana da bir o kadar acımasızdır burada. Ama bir farkla; doğayla savaşları, kan ve barutun yasalarıyla yürümüyor. Di yalektiğin yasaları geçerlidir bu sa vaşta. Güzelliklerin sonsuzluğuyla ya şam doludur dağlarımız. Geçit ver mez, uçsuz bucaksızlığıyla. Patika dandır yolları. Yüklenir sırt çantala rı. Göğüsleri kabartıyor kütüklükler. Mataradan yudumlanan bir yudum su, kaya koyuklarından sonsuzluğa dikilen göz bebeklerindeki ışıltı yerlebir etmiş korkuyu. Yaşam mı? Karagözlüm, keli melere sığdırılır mı bilmem ama, en güzelini Nazım'ın bir şiirindeki dize lerle anlatmak mümkündür sanırım. "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"dir. Elbette anlatılamayacak kadar tehli kelerle doludur. Ölüm, kuşanılmış silahların gölgesinde yaşamla kar deştir. Koyun koyunadır gece ve gündüz ayrımını yapmadan. Ölüme inat bir meydan okuyuştur. Benliği mizi teslim almaya çalışan zorbalığı sarsmak, insanlık adına teslim al mak için bir meydan okuyuştur bu. Doğallığıyla güzelleşiyor yaşam. Kenetlenen yüreklerin gücüyle aşılı yor zorluklar. Paylaşmanın hazzı, tartışmanın ve yaratıcılığın coşku suyla günler günlere ekleniyor. Beyinlerdeki temizlikte, berraklıkla alt ediliyor kir ve pas. Gönüllerin tokluğuyla bastırılıyor açlık. Özlem mi karagözlüm? Yürekle rin kor alevine gömülüdür şimdilik. Soğuğu soruyorsan yüreklerdeki sı caklık yetiyor insana. Evek karagözlüm. At üzerindeki korkuyu. Katıl sen de halaya. Bu ses senin de sesindir. Bırak sırma saçlarını Munzurlar'ın fırtınalı rüz garlarına. Okşasın al yanaklarını. Tertemiz yüreğinle kenetlenmelisin yüreklerimize. Özgürlük, korkuyu ezmekle kazanılır. Ver elini dağlara. Dağlar geleceğimizin umududur.
24
TAVIR
TAVIR
BU BAYRAK SİZİN İÇİN EN YÜKSEKTE DALGALANACAK!
MAYIS
1996
TAVIR MAYIS 1996
D
oğruluyor artık yüzyıllardır ezilenler bir zifiri karanlık ağından. Geliyorlar üstleri başları yırtık pırtık, aç bilaç; sarı sıcaktan yanmış, acı so ğuktan d o n m u ş suratları; çalışmaktan bir deri bir kemik kalmışlar, dilim dilim derileri... Geliyorlar sıra sıra dağlardan, aç ovalardan, çamurlu kasabalardan, köylerden, kentlerden; viran evlerden ve kulübelerden... Fabrikalardan, gar lardan, ambarlardan geliyorlar, çiftlik lerden, değirmenlerden... Yollar, döne m e ç l e r , sarp g e ç i t l e r aşarak, h e r b i r i ağırlığınca hınç ve öfkeyle kavrulmuş... Bunlar bizimkiler. Biziz bu kalabalık... Geliyoruz ok yayından fırlar gibi, yıkar gibi sular bendini... Çünkü ekmek bere ketsiz; küfür ve yalan küstah, cüretkar... Çünkü sabahın taptaze ciğerinde tank lar, polis kordonları var ve zindanlar halkın evlatlarıyla dolu. Yine pusu kuruyor köşede hançeri paslı biri, yine kan kusuyor işkence odaları ve polislerle çevrili fabrikalar, sınır boyları mayınlarla döşeli, köyler ateşe veriliyor, ama yalan ve ihaneti geveliyor ajanslar... tüccarlar, tefeciler, bankacılar ve patron halka yargıç koltuğundan bakıyor. Artık zamanı değil susmanın. Bak her adımı kan ter karşılı ğı bir umut besleniyor... cefakar, saygın, ateş gibi bir yara işleniyor. O yara senin de omuzlarında... Şimdi senindir bu yol. Avucunun içinde tutuyorsun. Bir dost elini tutup na sıl dinlersen yürek atışlarını, öyle dinle. Bir güvenli el, bir güvenli yol... Bu ambleme iyi bak. Parıldayan yıldızına, orağına, çekicine... Yaşamlar bo yu araştırdık bu işareti, sınadık. Ama güvenince bir kez ona, verdik yüreğimizi, ellerimizi. Ve binlerce acılı insanın baktığı o işaret birşeyler ediniyor gözlerimiz den, bakışlarımızdan ve büyüyor, büyüyor, büyüyor... nasıl büyüyorsa hamur tek nede, ağaç güneşte, umut yüreğimizde. Sokakların dağınık sesini toplayalım; ser pilmiş adımları, yürekleri toplayalım, bayraklara ulaşalım. Tüm yüreklerde, tüm dudaklarda kardeş sözlerini bulacağız. Evet, birgün gelecek, devireceğiz acıyı... Ellerimizi uzattık. Açacağız evrenin kapısını. Kulak verin bu kapının sesine! Ka-
25
26
TAVIR MAYIS 1996
rar aldık haramileri yeneceğiz, bitecek sömürü ve zulüm. Hürriyet! Hepimize. Ekmek de, kitap da... Sen bensin; sen ve ben biziz... ve daha söylenmemiş nice şarkılar var. Kim sorumlu yokluktan, yoksulluktan, kederden. Sen ve ben... biz sorumluyuz. Kulak verin açtığımız kapının sesine... Gelin sizde gelin... Yeniden hazırlayalım bayraklarımızı, çünkü savaş yeniden başlıyor, yeniden başlıyor şenliklerimiz... En iyi bayrak, savaşçılarımızın kanla boyadığı bayraktır ve en güzel şenlikler yarınlardadır. Hadi öy leyse yüreğini h e r ş e y e karşı hazır t u t . Geldi artık kalkmanın saati. Bekleme biri gelip kaldıracak diye. Zamanıdır haydi kalk... Herşeyimizi aldılar elimizden, bel kemiği çatırdıyor ülkenin... Ne bekliyo ruz? İnsanlar alınlarını gölgelerinden doğ rultup kavuşturuyorlar birbirlerine, dir sek dirseğe... ve emekçiler yalın ve sağ lam yürüyorlar... Haydi gel sen de yaslan omuzuma. Siz de yaslanın omuzumuza.
Sizinle büyüyecek!
büyüdü
kavga,
sizinle
TAVIR
27
MAYIS l996 HAKAN ALAK
naklarına dek çekmişler. Bugün de öyle bir esiyor ki rüzgar, dilinde acı ıslığıyla. Bindiler... Üç kişiler... Eliyle "çek" dercesine gösterdi ileriyi ön de oturanı. Garip bir ifade oturmuş yüzlerine. Buza kesmiş gibi beniz leri. "Har desem uçup gidecek yü rekleri. Önde oturan hiç konuşmu yor, hep eliyle gösteriyor gideceği miz yönü. Eli sanki dil olmuş ona. "Belki yoktur konuşmaya dermanı" diyorum, "belki de sevmez yolcu lukta yarenlik etmeyi". Hoş, ben de pek ısınamadım ya bunlara. Gel mez dilime bir türlü sözcükler, soramam bir hal hatır. "Havalar çok bozdu bu ara" bile diyemem laf ol sun diye. Önümde içtimaya dur muş arabalara, uzayıp giden kon voya ağız dolusu küfür etmek bile gelmez içimden. Çok arabalı yollar dan çok ıssız yollara geliyoruz. Kaç ölüm duydum aynı meslekten arka daşın başına gelen. Böyle adamlar binerlermiş arabalarına, çekerlermiş bir tenhaya, sırf cebindeki bir kaç kuruşu keyifle harcayabilmek için alırlarmış canını garibanın. Bunlar gibi miydi acaba onlar da?
oğuk... Radyodan ince ince nağmeler geliyor kulağıma. Dilim döndüğünce katılıyo rum türküye. Biri el ediyor az ötemdeki kaldırımdan. Sula rı sıçratmadan yanaşsam yanına. Yol da öyle bozuk ki... Önümsıra
S
dizilmiş arabalar; irili ufaklı, dolu boş, yanıp sönen ışıklara uyumlu bir durup, bir kalkıyorlar. Soğuk, bir bıçak gibi kesiyor bedenleri. Yolda, telaşla evlerine yetişmek için ko şuşturan insanlar yüzlerini soğuk tan korumak için yakalıklarını ya
Dikiz aynasından, hemen ar kamda oturana takılıyor gözüm. Pek hin bir eda yayılmış çehresine. Böylesine, "çakal bakışlı" derler bi zim oralarda. Eli hep montunun ce binde. Ben bakadururken elini ce binden çıkarıyor; bir ışık yansıyor gözüme. Hemen yola kayıyor göz lerim. İyiye yormaya çalışıyorum; "Belki saatidir; kolundan düşür müş, cebinde gezdirir" diye düşü nüyorum... Bakarım yeniden "ne ola?" diye elindeki. Şimdi yok o yansıma elinde; herhalde yeniden bıraktı cebine. Böylesine sessiz, cümlesiz gi derken yolun karanlığında ansızın bir çeliğin soğuğu yapıştı boğazı ma. Bir sıcaklık aktı boğazımdan aşağı. Kan bu... benim kanım... bir seferinde ekmek keserken bıçak kaymıştı da elimi kesmiştim. Yine akmıştı ince ince, kırmızı kırmızı. Ağzımla emip kesmiştim kanı. Oy sa şimdi benim değilmiş gibi hoyrat akıyor, sanki izin vermişim gibi deli akıyor. Gömleğim kızıla kesti önce, koltuğu boyadı kendi rengine. Da marlarımdan çekildi büsbütün, be-
28
TAVIR
denime can katan. İlk lafını etti önde oturup yön gösteren; "İndirelim" dedi. Sanki öl memi bekliyormuş gibi hiç konuş mamış, şimdi ilk lafını etmişti. Ça kal bakışlı olanı kollarımdan tuttu. Arabadaki varlığıyla yokluğu belli olmayanı, kirli sakallısı da hırsla çekti bacaklarımdan. Yarı paçam dan, yarı etimden tutup savurdu arabanın bagajına. Canım yok şim di bedenimde. Kanım akmaz oldu damarlarımdan. Gözüm açık, ba kar ama görmez dünyayı. Akan kanım hala sıcaktı az ön ce oturduğum koltukta. Yüzündeki silinmez ifadeyle şimdi şoför koltu ğuna geçti önde oturan. Kimbilir bu kaçıncı kandı eline bulaşan. Mesut Efe... 12 Mart 1995'te Gazi Mahallesi'nde kahvehanele ri taramak için gaspedilen taksi nin şoförü. Kontrgeriila tarafın dan boğazı kesilerek katledildi. Tüten sigaranın dumanları ağızdan çıkar çıkmaz donup kalı yor, kımıldayacak alan bulamıyor du. Onlarca ağız, onlarca ses ve dumanı biriktirip yağıyordu kahve hanenin küçücük salonuna. Herke sin dikkati salonun bir ucunda te pede duran televizyona odaklan mış, ekrandaki maçı takip ediyor du. Kulaklar onlarca sesin arasın dan spikerin sesini ayırmaya çalışı yordu. O da, bir masanın etrafına dizil miş, maç izleyen, bağıran çağıran, yorumlar yapan insanların arasına düşmüştü. Düşünceliydi... Yanın dakiler gözlerini maça yoğunlaştır mışken o, bambaşka bir dünyayı yaşıyordu; dalmıştı. Yarıladığı ça yın buğusu yavaş yavaş dinginleşiyordu. Bir yudum, bir yudum daha derken bardağındaki çayı bitirdi. Uzaktan izliyordum onu. Yanına gittim. "Bir çay daha alır mısın?" dedim. Yüzüme baktı, güldü. "Ever" dedi. Sonra da kısık bir ses le ekledi; "Sağol". Ardından daldı gözleri... Uzun zamandır tanırım onu. Cemevi'nde bekçilik yapar. Arasıra uğrar, çayını içer ve döner yine işi nin başına. Bu caddede, bu sokak ta, bu Gazi'de tanımayan yok gibi
dir onu. Sakalları ve şapkası onu tanımlar adeta. Hepimizin Halil Dede'sidir O. Halil Dede'nin çayını hazırla malarını söylemek için ocağa git miştim ki, bir saniyeye sığan üç acı sesi ardarda duydum. Önce boğuk, öksürür gibi duyuldu silah sesleri, sonra kırılan camların sesleri, son ra da bir "ah!' sesi duydum. Bir kaç saniye sonra az ötede sesler tek rarlandı. Hemen önümde duran masanın altına gizlenmiştim. Ses ler dinince kafamı kaldırdım. İlk gördüğüm onun cansız düşmüş bedeniydi. Hemen oturduğu yerde, doğrulmaya bile fırsat bulamadan girmişti kurşun bedenine. Canı da kanıyla birlikte akmıştı vücudun dan. Başı sandalyeden arkaya düşmüş, ağzı haykırır gibi açık kal mıştı. Ölmüştü... Az önce son yu dumunu almıştı çayından; az önce gülmüştü bana, "sağol" demişti; az önce onun için çay hazırlıyorduk. Peki şimdi hepsi anı mı olacak? Ona bir daha halini, hatırını sora mayacak mıyım? Bu mahallede sövülen, dövü len, ölen hep biz mi olacağız? Hep bizim mi ekmeğimize el uzatacak lar böyle? Hep bizim mi analarımı zın gözünden yaş dökülecek? Söy le Halil Dede, sen söyle! Halil Kaya... 67 yaşında... Kontrgerillanın kahveyi taraması sırasında katledildi. Gazi'nin ilk şehidi oldu, cenazesini onbinler kaldırdı. İsmet Paşa Caddesi... Gazi'nin kalbi... Şimdi hızla çarpıyor, hırsla çarpıyor. İnsanlar birikiyor yavaş yavaş sokaklarda. Sesleri duyan lar, meraklananlar bir bir iniyor so kağa. Ne olduğunu anlamaya çalı şanlar, anlayıp da yakınlarını me rak edenler, sağa sola koşuşturan lar... çığlıklar, beddualar, ağıtlar... Bir taksi, ağır ağır ilerleyen bir minibüsün peşine takılıp gidiyor. Üç kişi var içinde; Konuşmayan, çakal bakışlı, kirli sakallı... Siyahbeyaz, renkli ışıklar saçan bir mini büsün peşine takılıp gidiyor. Bir ho murtu gibi yayılan motor sesi yavaş yavaş kayboluyor sokağın içinde, gecenin karanlığında.
MAYIS
1996
Doğu Kıraathanesi... camları delik deşik, masaların üstüne kan düşmüş. Halil Dede öylece kalmış oturduğu sandalyede. Ötede, Ya vuz Kardeşler Kıraathanesi; onun da camlarında kurşun izleri var. Daha ötede bir pastane, bir kahve hane daha... kurşun, kurşun, kur şun... Kan... Bunca homurtunun, çığlığın arasından gür bir ses duyuluyor. "Faşistlerin saldırısı"; Bir başkası tamamlıyor onu, "polis kılını kıpır datmamış!" En genç olanı bir çağ layan heybetiyle tamamlıyor tüm sözleri; "Hedef Karakol!" Şimdi sokaklardalar. Birken on oluyorlar, yüz oluyorlar, bin oluyor lar. Toplanıyorlar, biraraya geliyor lar. Karakola, sömürünün ve zorba lığın bekçilerinden hesap sormaya gidiyorlar. Korkunun, tükenmişliğin yıllar yılı ördüğü barikatları kazma larla, sopalarla, baltalarla yıkarak ilerliyorlar. Geriden gelecek olanın yolunu düzlüyorlar. Adımlarını bas tıkları yerlere bereket tohumları ekiyorlar. Geçtikleri yerlerde acı ve gözyaşı değil, özgürlüğün misk-i anber kokan çiçekleri boyveriyor. Sırtlarını onurla andıkları tarih lerine yaslayıp güvenle yürüyorlar. Onur, erdem, namus ve ne varsa halktan yana, şimdi onlarla birlik ol muş yeri göğü sarsarak yürüyor lar... Saatler ilerledikçe sokaklar ka labalıklaşıyor. Evlerin ışıkları gece nin geç saatleri sönmeye başlıyor. Bu kez uyumak için söndürülmüyor ışıklar. Sokağa inmek, halk deni zinde bir damla olmak için, odaları nı gecenin karanlığına katıyor in sanlar. İniyorlar meşalelerle aydın lanan Gaziye. Bayraklarımız açılsın! Sokak larda dalgalansın, ön saflarda, ba rikatların başına dikilsin. Umutları mız, yüreklerimizin dehlizlerine gö mülmesin, aksın sokaklara, cadde lere. Bak, barikatlar seni bekliyor, beni, bizi, hepimizi bekliyor. Dağlarımız, ovalarımız, ırmak larımız bizi bekliyor... Bak, düşman yuva kurmuş herbirinin. köşesinde, yuvamız işgal edilmiş. Söküp at mak gerek, evimize, yerimize, yur dumuza, ırzımıza göz koyanları.
29
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
Saat 4.00... Ortalık biraz dingin ama sokaklar hala dolu, öfke hala yüreklerde. Şimdi öfkemizi örgütlüyoruz, düşünüyoruz. Savaşsa ku rallarına göre. Sokak başlarına nö betçilerimizi yerleştiriyoruz. Bari katları sağlamlaştırıyoruz. Gedik yok... Ne kadar şişe, ne kadar yakıt varsa biraraya topluyoruz. Silahsa bizde de var. Cemevi'nin önüne geliyoruz. Soğuk yalayıp geçiyor bedenlerimi zi. Uzaktan barikatçıları görüyoruz. Yanlarına doğru gidiyoruz. Uzak tan bir ışık yaklaşıyor bize doğru. Bir panzerin projektörü bu. Sıkıca kavrıyorum yerden aldığım taşı. "Tek atışta vurmak şart" diyorum; "Panzerin göğsüne patlatmak şart." "Ateş!" İlk taş buluyor panze rin göğsünü. Yetmiyor ama göğsü nü delmeye... Ardından yüzlerce taş deli poyraz atılıyor Heri, panzeri yerle bir etmeye... Sonra silah ses leri. Teslim almışız yine bir düşman üssünü. Yüzlerce kurşun sesinin arasın dan her defasında seçilen o sesi yi ne duyuyorum. Bağrıma bir hançer gibi saplanıyor bu ses. "Ah!" diyor can dostum. Mehmet'im düşüyor yere. Her sabah, her akşam adım ladığı toprağa düşüyor. Çok sevdi ği vatanına düşüyor. Tutamıyorum elinden. "Bir taş da onun için atayım"diyorum. Babam derdi ki, "Sa na taş atana ekmek atma." Babalarımız böyle derdi ya Mehmet! Onun için tutamadım elinden, sen düşerken. Bir taş da senin için ata yım diye tutamadım elinden... Mehmet Gündüz... 12 Mart gecesi kalabalığın üzerine açılan ilk ateş sırasında şehit düştü. Oğlum, Seni anlatıyorlar bana. Sanki benden daha iyi tanırlarmış gibi. Yiğitliğini, atılganlığını anlatıyorlar. Bilmez miyim oğlum? Ben büyüt medim mi seni? Geceleri ateşler içinde inlerken, ben beklemedim mi başında? Sokakta oynarken düşer din de kanardı bacakların. Utana sıkıla gelirdin, ben yüreğimi mer hem edip sürmez miydim yarana? Küçüktün; otobüs duraklarında bi let satardın da akşamları eve ek
mek getirirdin. Koca adam hali ta kınırdın ya bir de; adım gibi bilmez miyim seni yavrum? Seni anlatırlar yine de bana. O gece olanları duyunca hop oturup, hop kalkmıştın öfkenden. Uçarcasına inmiştin sokağa. Duy dum en öndeymişsin yine benim gül yürekli oğlum. Köpeklerin şefi, susalım diye, gömelim diye acımı zı, öfkemizi yüreğimize, yalanlar söylüyormuş. Atlamışsın üstüne, çıkarmışsın yalanlarını bir bir... Her gören söylüyor. Bütün gece bir ateş topu elinde, dolanıp dururmuşsun. Savuruyormuşsun gördü ğün her yılan deliğine, çakal inine... Ateş topunu bırakınca taş kavrarmış ellerin, üstüne üstüne yürürmüşsün ölümün. Bu yaşında nasıl da yendin ölümü? Çatal yürekli oğ lum. Yanında olsam, seni böyle gör
sem, tutabilir miydim acaba kolla rından? Tutamazdım oğlum, kayıp giderdin ellerimden. Postanenin önü var ya, hani gi dene dek çamura bulandığımız postane; şimdi dünya biliyor orayı. Ama yine, gidene dek çamura bulanır üstümüz başımız. Neyse, işte o postanenin önünde kaçırmıştınız ya korkaklar sürüsünü; herkes an latır hala, nasıl gürlediğini yürekle rinizin. Şimdi herkes anlatır Gazi'nin sokaklarında asılı duran hay kırışını; "Hey... Düşmanı yine berta raf ettik" nidalarını. Sen de o gün düşenlerdensin yavrum. Doğrultmuşlar kara vic danlılar, kara kara namlulu silahla rını vücudunuza. Düşmüşsün oğ lum; postanenin önünde... Her televizyon gösteriyor nasıl kaçıştıklarını zalimlerin. Hiçbirinde göremedim oğul, düştüğünü. Düş-
30
TAVIR
tüğünde bırakmamışsın elindeki ta şı. Dilindeki "katiller" sözü kurşun lara cevap gibi yağıyormuş. Ateş düşsün yüreklerine oğul... Oğlum... 17 yaşına binbir yiğitli ği sığdıran yavrum, övünüyorum oğlum. Övünüyorum; gördükçe ar kadaşlarının ellerinde yükselen re simlerini. Övünüyorum duydukça, adını kuşanıp kan kusturanları, zul medenlere. Duydukça, yüreğim ka bına sığmıyor. "Bu yiğidi, bu yağız delikanlıyı ben büyüttüm" diye haykırıyorum heryerde. Bana, "halk için, vatan için ca nımı feda ederim" derdin. "Benim için üzülme" derdin. Ben de, "sen Ölürsen yaşamak haramdır" derdim her böyle dediğinde. Şimdi kanın yerde kalırsa helal geçmez boğa zımdan lokmalar. Geçmez oğul. Eğer o postanenin önü unutur sa seni, eğer her andığımda seni, bir düğüm takılmazsa boğazıma, o zaman benim de bedenimi delsin geçsin kurşunlar... Şimdi buralarda doğan her ço cuğun anasına öğütlüyorum, senin gibi büyütsünler diye çocuklarını. Sezginim... oğlum... Senin gibi büyürse tüm yenidoğanlar, o za man dikilir sancağımız zalimlerin burcuna. Sezgin Engin... 17 yaşında, li seli barikat savaşçısı... Postane nin önündeki çatışmada polis kurşunlarıyla can verdi. Şehit düşmeden önce çarşafa kanıyla DHKC yıldızı çizdi ve DHKP-C adını yazmaya çalıştı. Şimdi ne bulduysak savuruyoruz düşmanın üstüne. Taş, sopa, molotof... Alışık değiller bu öfkeye. Öyle ya, "her zamanki gibi joplayıp, ateş edip sustururuz" diyorlardı herhalde. Oysa biz yıllardır bu anı bekliyoruz. Öfkemizi, kinimizi bileyliyoruz. Yıllardır her düşen yoldaşı mızın acısını duyduk bedenimizde. Herbirinin adı dağladı yüreklerimizi; acıyı, açlığı, soğuğu tanıdık ve öyle biledik öfkemizi. Gün gün, da kika dakika, saat saat... Analarımız da girmiş savaş ala nına; cenge katılmış analarımız. Hep bizi tutan, "yapma, etme" di yen analarımız şimdi en önde mey
dan okuyorlar silaha, panzere, dev lete. Bir güz mevsiminde dökülen yapraklar gibi düşüyor sevdikleri miz toprağa. Öyle duraksız, öyle pervasız, öyle tereddütsüzler ki ya şamı savunurken... Uzaktan Fadime Abla'yı görü yorum, tek solukta haykırıyor slo ganlarımızı. Polisler saldırıyor... dağınıklık... Katiller güç buluyor gördüklerinden. Fadime Abla, abla mız, çocuklarını kanatları altına toplamak için çırpınan, didinen kuşlar gibi oradan oraya koşuyor. Bir kurşun değiyor canına, canımı za. Fadime Abla'mız kanlar için de... Derdin ki; "Bu memleket bizim! Onun için ölüme bile gidilir. Kim demiş sözünün eri olmak erkeklere mahsustur diye? Kadın, erkek ne farkeder, önemli olan namuslu ola bilmektir." Sen namusluydun. Fadime Bingöl... 40 yaşında... Devrimcilerin dert ortağı, can yoldaşı, ablası. Dağılan kitleyi toplamak isterken açılan ateş sı rasında şehit düştü. Yürüyüş yeniden başlıyor. Ölü mü ayaklarının altına alıp eziyor yürüyüşçüler. Ölüm, onbinlerce ayak altında biçare. O korkutucu yüzü, o hışmı kaybolmuş. "Ölmek Var, Dönmek Yok" diye bağırıyor gözlerinden başkasını seçemediğimiz biri, ciğerlerini patlatırcasına. "Ölmek Var, Dönmek Yok!" Sanki Mahir çıkıp gelmiş Kızıldere'den; dilinde yine o kararlı söz: "Biz Bu raya Dönmeye Değil, Ölmeye Gel dik!" Yürüyüş kortejinin önüne ardı na binlerce, insan katılıyor. Yaşlılar, gençler, işinden gelip de boğazın dan bir sıcak çorba geçmeden so kağa akanlar... binlerce insan katı lıyor yürüyüşe. Köşe başları tutul muş. Şimdi bizimkiler var köşe başlarında. Yüzlerinde alelacele çi zilmiş yıldızlarıyla fularları. Ve üze rinde o, dünyanın en güzel türkü sünün sözleri, cephenin adı. Gü ven veriyorlar halka. Gazi'ye, mahallemize yığılan binlerce polis kar etmiyor. Teslim alamıyorlar Gaziyi. Gazi bizim. Sel olmuşuz, bendimizi yıka yıka ilerli
MAYIS
1996
yoruz. Coşkuyla kabarıyoruz. Kor kuyorlar... Şimdi askerler dikiliyor önümüze. 68. Zırhlı Tugay dedikle ri de gelmiş. Vız gelir... Durdura mazlar bizi. Bir panzer... Her barikatımıza gelip dayanan, yıkmaya çalışan, katillerin, işkencecilerin korunak di ye sığındıktan o kasvetli yapı. Seni de ezip geçmesini bilmez miyiz sa nıyorsun? Üstünde bitiveriyor üç ki şi. Birini tanıyorum. Hasan bu. Aynı mahalledeniz. Yeni yeni katılıyordu mücadeleye, aramızda yeniydi. Kavga nasıl da olgunlaştırmıştı onu. Elinde keserle zıplayıveriyor panzerin üstüne. Dövüyor panzeri. Her vuruşu yeniye, güzele, kardeş liğe, özgürlüğe uzanan bir yol açı yor önümüzde. O el, panzeri döven keser; yarınlarımızda onlarca yapı yı ayağa kaldıracak, can verecek. Bu eller, tarlalarımıza bereket götü recek, bereketi yaymak için tohum saçacak toprağa. Şimdi bu el, bu keser tüm bunlar uğruna dövüyor panzeri; "olsun diye dediklerimiz, destanlarımız gerçek olsun diye vurmak gerek panzere" diyor. "Da ha da sert dövmek gerek, dövmek gerek..." Bu topraklarda kim yaşıyorsa biraradayız bugün. Aleviler, Sünni ler, Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler, Gürcüler... hep beraberiz. Akşam hep beraber tuttuk nöbeti barikatın başında. Ailelerimizin ge tirdiği bir şişe suyla, bir kap yemeği paylaştık. Birlikte siper ettik göğsü müzü kurşunlara. Çünkü bu topra ğın nimetini paylaşırız yıllardır. Şimdi de birlikte yüreğimizi koyup ortaya çatışıyoruz sokak sokak, barikat barikat... Bir pazar tahtasının üzerinde bir şehit geçiyor eller üstünde. Slo gana kesiyor dörtbir yan. Pazar tahtasının üstünde yatanın beyaz gömleği allaşmış kanıyla. Eller iki yanına düşmüş. Heybetli.., sığmı yor o kuru tahtaya. Hasan bu... bi zim Hasan. Aynı mahalledeniz. Ye ni yeni katılıyordu mücadeleye, aramızda yeniydi. Hasan bu, bizim Hasan... Hasan Gürgen... Emekçi... Panzeri tahrip edenlerden... Ba rikatlarda şehit düştü.
31
TAVIR MAYIS 1 9 9 6
- Ben gidiyorum baba. - Nereye gidiyorsun kızım? Oralar şimdi mahşer yeri olmuştur. Yutar o ateş seni de. Gitme! - Gitmeliyim. Orada bana da ih tiyaç var. Benim de yurdum o so kaklardır şimdi. - Eğer gideceksen oraya, ben götüreceğim seni. Ellerinden tuta cağım ve öylece gireceğiz Gazi'ye. Eğer canına kastederlerse önce beni bulsunlar karşılarında. Ben götüreceğim seni. Kızını elleriyle gelin edenler gibi götüreceğim seni Gazi'ye. Akşamdı. Radyoyu dinliyorduk ki, aldık bu kara haberi. "Gazi Mahallesi'nde..." diye başlayıp süregidiyordu haber. Duyar duymaz bir ateş düştü canına bizim kızın. Du ramaz oldu yerinde. İlle de gitmek ister. "Ben orda olmalıyım, halkı mın bana da ihtiyacı var" diye dö nendi durdu evin içinde. Dürüsttü kızım. Her gün ahkam kesenler, o akşam evlerine tıkılmış, korkudan yorgan altına sığınmışlardı. O, on lardan değildi, aynı tastan su içmek bile haram gelirdi ona. Gözünü kırpmadan, "acaba...?", "keşke..." sözlerini ağzına bile almadı. Düş tük yola, tuttuk Gazi'nin yolunu. Karakolun önü ana-baba günü gibi. Binlerce göz var öfkeye bürü nen.' Elini sımsıkı tutuyorum. Kay bedeceğim korkusu daha bir güçlü oturmuş yüreğime. Karakolun önü hareketlendiğinde sıkı sıkıya tut mama rağmen akıp gitti avuçlarım dan avuçları. Yoktu; onbinlerin için de bir başıma kalmış gibi hissettim bir an kendimi. Bir ara karakola hü cum ederlerken gördüm, o da ara-
larındaydı. Bir daha da göremedim. Sadece duydum barikatın başında düştüğünü. Düşerken elinde o çok sevdiği kırmızı karanfillerden bir ta ne bile yokmuş. Yalnız, yamru yumru bir taş tutuyormuş sıkı sıkı ya. Ve vücudu yere değerken bağ rına basmış onu, kırmızı bir karan fili koklar gibi. Zeynep Poyraz... 25 yaşında. Faşist saldırıyı duyar duymaz Sarıyer-Derbent'ten Gazi'ye koş tu. Dayanışmacı kişiliği, sıcaklığı ve dinamizmiyle örnek bir insan dı. Barikat savaşlarında şehit düştü. O gün, barikatların başında ye diden yetmişe, insanlar vardı, biz vardık, halk vardı. O gün, karnında iki aylık bebeğiyle Dilek Şimşek te reddütsüz atıldı ileriye. Onuruyla yaşasın diye doğacak bebeği, ko pup geldi sıcak yuvasından. Bari kat başında yaralandığında, katiller başında bekleyip kimseyi de yanı na yaklaştırmamışlardı. Dilek, şehit düştüğünde yalnız değildi; karnın daki iki aylık canı da yoldaş olmuş tu ona. Bu yüzden, Ayaklanma Şehitleri'mizi anarken hep o isimsiz canı da anmak gerek. Daha yaşa ma gözlerini açmadan barikat sa vaşçısı olan o doğmamış bebeği hiç unutmamak gerek. Gazi kıvılcımı, çakıldıktan iki gün sonra yangın olup İstanbul'un dörtbir yanını sardı. 1 Mayıs Mahallesi'nde çaktı ilk ateş. O gün, Ümraniye'ye de Gazi'nin ateşi, so pası, pazar tahtaları taşınmıştı. Orada da halk, Genco Demir gibi
yiğit evlatlarını yüreğine bastı. Sağ kolunu bir iş kazasında kaybeden Genco, "onur tek kolla da savunu lur, taş sol kolla da atılır" diyerek indi sokağa. Son nefesini verirken, düşmanı vuracak tek silahı vardı: Yüreği ve namusu. Sürüp namluya, bastı tetiğe... Artık yaşamın iki rengi var: Ba rikatın ardı ve ötesi... Ya barikatla rın ardında paylaşmayı, dostluğu, yoldaşlığı, adım adım özgürleşme yi yaşayacağız ya da barikatların ötesinde tüm bu yaşananlara göz lerimizi kapatıp, şakağımıza bir si lah gibi dayanmış duran ve istedik lerini yapmazsak bizi öldürmekle tehdit edene bu kahpeliğe, pisliğe, çirkefliğe boyun eğeceğiz. . Barikatların ardına geçmeye te reddüt edenler!.. Eğer ölümün korkusuysa gözle rinizin akına sinen, bilin ki o korku hiç terketmez göz aklarınızı. Hep kirli bir sarı kalır gözlerinizin rengin de. Ölüm ergeç yapışır yakamıza. Kimimizi barikat başında, kimimizi işkencehanelerde, kimimizi de dağlarda bulur. Sizi ise, belki sıcak bir yatakta, eş dost, akraba başı nızda beklerken, başınızı yastığa gömüp Azrail'i dakika dakika bek lerken bulur. O zaman geriye dö nüp baktığınızda acı bir tebessüm kalmasın yanaklarınızda. "Yaşa dım" diyebilmek için "o barikatın başında olmalıydım" sözü takılır kalır aklınıza. Fakat geriye dönüş yoktur. Oysa bugün yüzlerce bari kat bizi bekliyor; yüzlerce sokak köşelerinde kimlik soracak milisleri mizi bekliyor. O sen olmalısın. Öf keni kuşan sokağa çık!..
32
TAVIR
MAYIS
1996
BARIŞ YILDIM
DUVAR NAKIŞÇILARI
Birdenbire seçiliyorlar
Bir ağaç dikiliyor toprağın bedenine
bir sokağın başında
bir türkü söyleniyor; halay, horon içiçe
ceplerinde boya kutuları,
bir bina yükseliyor; tuğla, tuğla üstüne
ellerinde sevda sözleri süslüyorlar evlerin duvarlarını
Ve her gece
ve karışıyorlar gecenin kuytusuna
yeni nakışlarla süsleyenler bu duvarları her sabah meyve topluyorlar dallarından ağaçlarının
Her gece bir sürü sokakta duvarlar giyiniyor gelinliklerini
korolar söylüyor türkülerini
ve gökyüzü maviye boyanınca her sabah
iskelelerini bulutlara kuruyorlar,
bir yüreğin gönlüne giriyorlar
yeni yüreklere çırpmıyor kanatlan kuşlarının
oradan çoğalıyorlar kuşlar gibi
3-3.
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
ALİ RIZA KURT
Kinimizi Hafifletmeyelim azım'ın gelmesiyle birliğin beş üyesi de toplanmıştı. Fatih ve İlyas, genç ve devrimci dene yimleri az olan in sanlardı. Deneyimsizliklerine rağ men; cüretli olmaları onları birer savaşçı yapmıştı. Ancak, eğitimleri birliğin kendi bünyesinde sürdürü lüyor, böylece deşifre olmaları da önleniyordu. Deneyimsiz olmaları, birliğin fa aliyetlerinden en son haberdar edil melerini gerektiriyordu. O gün de Fatih ve İlyas, Göztepe-Merdivenköy bölgesini neden öğrenmeleri gerektiğini, kamyone tin ne işe yarayacağını öğreneme diler. Toplantıdan sonra Ekrem, Nazım'ı yanma çağırarak; İstanbul polisi için alınan dörtyüz aracın Devlet-Malzeme Ofisi'nde tutuldu ğunu, araçlar dağıtılmadan imha etmeyi düşündüklerini söyledi. - Sen yarın DMO'nun etrafını kolaçan et; oraya nasıl gideriz, gü venliği ne durumda bir bak. Araba lar her gün azalıyor. Hemen birkaç gün içinde girelim, yoksa araba kalmayacak. - İçeri girmeyi deneyeyim mi? - Hayır! Genel güvenliğini çıka ralım, baskını yapalım. Baskında ön kapıdan mı girileceği, yoksa du vardan mı atlanacağını sen belir lersin. - O zaman oraya gece gireriz. Gece basmak daha iyi olur. Gün düz neyin nerede olduğunu gere lim, gece nasıl olduğuna bakarız. - Tamam sen yarın planı çıkar, akşam tartışırız. Bu konuşmalardan sonra diğer arkadaşlarının yanına geçtiler. Ek rem, eğitim çalışmalarının nasıl git
N
tiğini sordu. Fatih ve İlyas'ın eğitim lerini Emine yürütüyordu. Emine, sitemle anlatmaya baş ladı: - İkisi de beni dinlemiyor. Gelir gelmez ellerine silahlan alıyorlar. Ben konuyu anlatıyorum, onlar el lerinde silah, masanın altında si lahla oynuyorlar. Nazım gelince de diğer odaya geçiyorlar. O gün neler yaptıklarını konuşuyorlar. Böylece çalışma ortadan kalkıyor. Dergide ki yazıları dahi okumuyorlar... Bunun üzerine Fatih ve İlyas atıldı: . 1 Dergiyi daha dün aldık, oku maya zamanımız olmadı. - Ne yani, Emine yalan mı söy lüyor? İlyas: - Emine yalan söylüyor demiyo rum. Sadece abartıyor. Eve geldi ğimizde gün boyu yürümüş oluyo ruz. Haliyle yoruluyoruz. Gelir gel mez, 'dergiyi okuyun' d i y o r . Biraz beklese okuyacağız, herşey bir an da olmaz ki. - Eğitim çalışmaları önemli. 'Za man bulamıyoruz, yoruluyoruz' ol maz. Dergileri mutlaka okumalısı nız ve tartışmalısınız. Kavrayama dığınız yerleri tartışalım. Bize sa dece asker değil, yönetici insan da lazım. Savaşı yönetecek, yönlendi recek, ideolojimizi net ifade edecek insanlar... Ben, Volkanla birlikte çı kıyorum; söyleyeceğiniz birşey var mı? Hatalarını anlamışlardı,ikisinin de sesi çıkmıyordu. Nazım da elindeki broşürü göstererek, okuyup okumadıklarını: sordu. İkisi de okumamıştı. Nazım: - O zaman, programınıza bunu da alın. Ekrem ve Volkan yolda Fatih'le
İlyas'ın gelişimlerini konuşuyorlar dı. Ekrem: - Bu arkadaşlarla, görüşmeleri nizde neler konuşuyorsunuz? Volkan: - Eylemleri, taktikleri, güvenlik açısından bazı kuralları... - Yetmez! arkadaşların aklı hep silahta, eylemde... Tabi, bunları düşünmeleri gerekli. Fakat ülkeye ve dünyaya bakışımızı, tespitlerimizi de ebilmek zorundalar. Genç in sanlar, okumak pek cazip gelme yebilir ki öyle de oluyor, siz ısrarla anlatmalısınız. Ben fazla zaman ayıramıyorum, siz daha fazla gö rüşme olanağına sahipsiniz. Unut mayın, onların gelişiminden sizi so rumdu tutarım. Sabah altıda ilkin Nazım uyan dı. Kahvaltıyı hazırladı. Devlet Mal zeme Ofisi'ni saat sekizden önce görmek gerektiğini düşünüyordu. Hızla evden çıktı. Ofisin köşesine geldiğinde mesai saatinden önce geldiğini düşünerek sevindi. Yakla şınca yanıldığını anladı. İçeride ça lışanlar vardı. Etrafı dolaşıp, çevredekilere İstanbul'u bilmeyen birisiymiş gibi adresler soruyordu. Bu sı rada, içeridekilerden ikisinin koru ma görevlisi olduğunu, bir telsizleri nin ve santrale bağlı telefonlarının olduğunu, bir tanesinde de silah bulunduğunu farketti. Ofisin arkası 1,5 metre yüksek liğinde taş duvarla çevrilmişti. Du varın üstüne de 1 metre yüksekli ğinde demir korkuluk çekilmişti. "Bir demiri keserek rahatlıkla içeri girebiliriz", diye düşündü. Bu arada 50 metre aralıklı iki nöbetçi kulesini farketti. Kulelerin ikisinde de nöbet çi yoktu; etrafında bekleyen kimseterde... Binaların yerine iyice bakarak
34
TAVIR
oradan uzaklaştı. Bir pastanede kahvaltı ederken binaların yerlerini düşünüyor, nereden, nasıl girecek lerini planlamaya çalışıyordu. Pas taneden çıkarak Merdivenköy-Göztepe taraflarında iki saate yakın do laştı. Daha sonra tekrar Ofis'in et rafında bir tur atarak, üst geçitten E-5'in öbür tarafına geçti. Oradan yürüyerek Çamlıca'ya çıktı. Daha önce buraları hiç görme mişti, şaşırdı. Evler çok düzensizdi, düz ve uzun sokaklar yoktu. Bura da takip sürdürmenin çok zor ola cağını düşündü. Bir, birbuçuk sa attik bir yürüyüşte Ümraniye'ye çık tı, oradan da otobüsle Üsküdar'a geçti. Randevunun güvenliğini al ması gerekiyordu. Ekrem, sokakta bir bakkalın önünde bekliyor, yaşlıca bir kadınla konuşuyordu. Nazım'ın geldiğini gördü. - İşten ayrıldın, şimdi aylak ay lak geziyorsun değil mi? Ne yapı yorsun, nereye gidiyorsun? - Ne yaparsın, işten ayrıldık. Yemek yemeğe gidiyorum. - Yahu saat iki, bu saate yemek olur mu? - Çalışmayınca acıkıyor insan. Kahvede oturmaktan sıkıldım, eve gidip yemek yiyeyim dedim. Sen nereye? Eğer, aynı yöne gidiyor san, birlikte gidelim. - İyi, gidelim bakalım. Birlikte yürümeye başladılar. Nazım, hem yürüyor hem de neler yaptığını anlatıyordu. Ekrem: - Bir yere oturalım da bana ora yı kabaca çiz. Bir lokantaya girdiler. Yemekler geldikten bir süre sonra, Nazım masanın üzerinde bir bardağa dol durulmuş, peçete yerine kullanılan teksir kağıtlarından bir tane alarak, binaları, kuleleri ve araçların nasıl dizildiklerini, kaç tane olduklarını yazarak Ekrem'e verdi. - Peki buraya nasıl patlayıcı kullanırız? Önceki eylemde kullan dığımızdan olur mu? - Ne yapıyorsun Ekrem? Çevre deki tüm binaları da yıkacaksın herhalde! Orası için ebatları küçül tüp, sayılan artırmak lazım. Patla yıcıların yanına molotof da hazırla yalım; daha çok yangın çıkar. - Sen kendini yine üniversitede
sandın galiba. Molotoflarla oynadı ğına göre... - Anlatamadım galiba. Biz ora daki arabaları mı yakacağız, yoksa çevre binaları mı yakacağız? Patla yıcı, işin biraz sansasyon yanı. Önemli olan arabaları yakmak. Ben diyorum ki, yedi-sekiz tane küçük patlayıcı alalım, tamircilerden üç, dört teneke yanık yağı, bir o kadar da benzin... Yağ ve benzini kava nozların içinde karıştıralım. Patla mayla birlikte molotoflar da parça lanarak etrafa dağılır, parçaların her düştüğü yerde yangın çıkar, arabaların da her tarafı boya oldu ğundan yangın çabucak yayılır. - Olabilir tabii. Ama yine de pat layıcıları fazla küçültmemek lazım. Ne zaman girersek uygun olur? - Oraya sabah yedi otuz gibi gitmistim, işçiler gelmişti. Bir de ak şam bakacağım. Gece kaç tane nöbetçi kalıyor, nerelerde duruyor lar öğrenirim. Ona göre uygun giriş zamanını saptarız. Ortalık yavaş yavaş kararma ya başlıyordu. Nazım tekrar ofise gitti. Yaya geçidine çıkarak bir süre etrafı seyretti, kuleleri tekrar göz den geçirdi. Tamirhanenin önünde duran bir kamyonun kasasına çıka rak orada uzunca bir süre bekledi, içeriyi seyretti. Bu süre içinde, ar kadaki iki kuleden birisine bir tane bekçi gelmişti. Üzerinde silah yok tu. Soğuğun etkisiyle kuleye çıkı yor, oradan aşağıya iniyor, biraz dolaşıyor, tekrar kuleye çıkıyordu. Onu seyrederken Nazım da üşüdü ama oradan ayrılmadı. Saat dokuz olduğunda bahçede bekçiden baş ka kimse kalmamıştı. Soğuğun et kisiyle sokaklarda da kimseler yok tu. Kasadan aşağıya indi. Otobüs durağına giderken, yolunu uzata rak yürümeyi göze alıp, ön kapıdan bir daha geçerek içeriye iyice baktı. İki bekçiden başka kimse yoktu. Kapı rahat açılabilecek durumday dı. Herhangi bir kilit görünmüyordu. Üsse geldiğinde saat on'u geç mişti. Herkes onu bekliyordu. Ek rem "Nerede kaldın? Artık endişe lenmeye başlamıştık'' dedi. Başka bir odaya geçtiler. Ek rem hemen söze girdi. - Farklı birşey var mı?
MAYIS
1996
- Akşam beş buçuktan sonra muhtemelen biri silahlı, üç tane bekçi kalıyor. İkisi kapıda, birisi ar ka tarafta oluyor. Silahlı olan ön ka pıda... Ofise akşam girmemiz daha kolay. - Pekala, o halde yarın akşam. Sen ayrıntıları arkadaşlara anlatır sın. Herkes eyleme hazır olarak çı kar yarın. Biz seninle merdivenli yolda ikide görüşelim. Ekrem, "Yarın sen Volkan'la görüşecek misin?" diye sordu. Nazım "Hayır görüşmeyece ğim" diye yanıtladı. - Öyleyse oraya yakın bir ran devu yeri ver, oraya gelsin. - Daha önce belirlediğimiz bina nın yan tarafındaki sokak uygun. - Tamam, öğleden sonra üçte oraya gelin. Sizin Volkan'la rande vunuz var mı? İlyas "Benim var. Sabah dokuz da Apo'da görüşeceğiz" diye seslendi. Ekrem "Tamam, ben onu göre ceğim, her ihtimale karşı Nazım'ın söylediği yeri sen de öğren, bilmi yorsa tarif edersin, olmazsa sen götürürsün. Ben çıkıyorum; çok geç kaldım. Nazım, sen herkesle randevuları ayarla. İstediğimiz an toparlayabilelim. Ayrıntıları yarın görüşürüz" diyerek aceleyle çıktı. Nazım "Gelin önce yemeğimizi yiyelim, daha sonra konuşalım. Ko nuşmamız uzun sürebilir" dedi Ekrem çıktıktan sonra. Yemekten sonra çaylarını yan larına alarak yan odaya geçtiler. Nazım: - Konuşmalardan, nereden bahsettiğimizi çıkardınız mı? - Hayır, ben anlamadım. - Ben de. - Peki bugün nerede dolaştı nız? "Göztepe, Altunizade, Merdivenköy, Yeni Sahra ve Bostancı'da dolaştım." dedi İlyas. Fatih de aynı yerleri gezdiğini, hatta İlyas'la iki defa karşılaştığını söyledi. - Gezdiğiniz yerlerde hedef bir yer, bir şey görmediniz mi? - Oralarda hedef çok, polis ka rakolları var. Altunizade de şirketler var. -Başka? . - Devriye gezen polis otoları
35
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
var. -Başka yok mu? Ortalığı bir sessizlik kapladı. Nazım daha fazla uzatmadı: - Devlet Malzeme Ofisi var. Onun yerini biliyor musunuz? - Elbette, şimdi içerisinde bir yı ğın polis aracı var. - Orası hedefimiz olamaz mı? - Tabi ya, asıl hedef o! Nasıl düşünemedik? - Yaa... oradaki arabaları bom balayarak yakacağız. Sabah kalktıklarında saat altıy dı. Nazım ve Fatih kahvaltı etme den çıktılar. Devlet Malzeme Ofisi'ne geldiklerinde saat yediye geli yordu. Ofiste, bekçilerden başka kimse yoktu. Etrafında bir tur attık tan sonra uzaklaştılar. Nazım, Fatih'e, "Dediğim gibi, buralarda ol. Aradığım zaman seni bulabileyim." dedi ve ayrılırlarken, kamyonet du raklarına ve tenha yollara tekrar baktı. Uygun bazı yerler seçti. Bir den, randevuya gecikebileceği ak lına geldi. Saatini kontrol ederek mesafeyi düşündü. Yetişebilirdi, ancak ucu ucuna... Herhangi bir terslik olursa alternatifi kalmazdı. Şansını zorlamadı. Dolmuşa bine rek randevu yeri yakınına kadar geldi. Sokaklarda kısa bir süre dola şıp randevu yerine gitti. Ekrem görünmüyordu, çevrede de kimse yoktu. Bir süre etrafına bakındı. Bu arada Ekrem orada bulunan ilko kuldan çıkarak geldi. - Ne o, okula çocuğunu mu bı raktın? Yoksa yaramazlık yapmış da öğretmeni mi çağırdı? Ekrem güldü. -Arkadaşlarıyla arası nasıl diye öğrenmeye geldim. Neyse! Ne var ne yok? - Bende yaramaz bir şey yok. Sabah altı kırkbeşte ofiste kimse olmuyor. Ortalık tenha. Hava da karanlık... - Bende çok şey var. Biraz önce durakta bir tip peşime takıldı. Oku la onun için girdim. Yanımda bir si lah olsaydı, sokaklar çok uygundu. Ama... - Takibi hangi duraktan aldın? - Şu ilerikinden. - Gel, bir bakalım. Hala oraday sa içeriye çekip bitirelim işini.
- Neyle bitireceğiz? - Benim silahım yanımda. - Ne arıyor yanında? - Sabah evden silahlarımızla çıktık. - Hepiniz silahlarınızla mı çıktı nız? - Evet, hem bunu akşam sen söyledin. - Nasıl! ben mi söyledim? - "Sabah hazırlıklı çıkın" demiş tin ya? - Evet dedim. Bunu "silahlarla çıkın" diye mi anladınız? - Bizim, evden çıkarken başka ne hazırlığımız olabilir ki? - Arkadaşlara bir şey olursa, ne sen anlatabilirsin, ne de ben. Bu günü kazasız belasız atlatırsak bundan daha iyi bir şey olamaz. Başka bir şey var mı? - Evet. Ofis Müdürlüğü'nün ya nındaki çeşmenin orada iki sivil po lis var. Nokta nöbeti tutuyorlar gali ba. Sabahtan beri oradalar. Ön lemleri, daha çok otobüs durağına yönelik. - Bize engel olabilirler mi? - Sanmam. Eylemi ne zaman yapacağız? - Oraya akşam gireceğiz. Eyle me Sevil de katılacak. Arabayı sen hazırlarsın. Bu konuların hiçbirisine karışmıyorum. Araba işini nasıl hal ledeceksin? - Arabayı Çamlıca'dan alırım. Şantiyelerin yanındaki yol ıssız; Orada paketleriz. - Kontrol ettin mi? - Ettim. - Volkan'la görüşecek misin? - Öğleden sonra üçte. - Organizasyonu tamamen sa na bırakıyorum. Arabayı alıp beni lunaparkın sokağında yedibuçukta bekle. Sevil'le birlikte oraya gelirim. - Sevil'e ne gerek var, oraya beş kişi yeter. - Senin evinde bayan yok mu? "Ben de eylemlere katılacağım" di ye başının etini yemiyor mu? - Sırf onun için mi götüreceğiz? - Onlar da en az senin kadar savaşçı. Nasıl savaştıklarını, silah kullandıklarını sen de gördün. - Söylediklerine katılıyorum. Yalnız bu eylemde altı kişiye ihti yaç yok. Beş kişi yeterli. Ya arka daşlardan birisini gönderelim, ya
da sen katılma. Bana sorarsan sen katılma, Sevil gelsin. Biz beş kişi gidelim. - Malzemeleri almam için yine oralarda olmam gerekiyor. Eyleme katılırım daha iyi. Hiç değilse ne ol du diye merak etmem. Sen bekle menin ne demek olduğunu biliyor musun? - Anlaşıldı, anlaşıldı... Bu iş böyle planlanmış zaten. Ben, Volkan'ın yanına gidiyorum. Saat yedi buçukta lunaparkta görüşürüz. Nazım sokağa girdiğinde, Vol kan duvarın üzerinde oturuyordu. - Ne yapıyorsun duvarın üstün de? - Oturuyorum. - Ben de, uzanmış kitap oku yorsun sanmıştım. Lise yıllarını mı özledin? İn de yürüyelim. - Öylesine oturdum işte. Ne ya pıyoruz bugün? - DMOyu basıyoruz. Ayrıntıları biliyor musun? - Evet ama sen yine de anlat. - Şimdi araba alacağız. Yedibu çukta Ekrem'le görüşeceğiz. O malzemeleri getirecek. Ondan son ra baskını gerçekleştireceğiz. Şo förü bağlamak için ip, bant, pamuk falan alalım... Şoförü ve bekçileri bağlamak için gerekli malzemeleri aldılar ve İlyas'ın yanına gittiler. İlyas'ı da al dıktan sonra, Nazım arabayı nere den alacaklarını ve nereye götüre ceklerini anlattı. Daha sonra Volkan'a, Fatihin nerede olacağını da anlatıp, "onunla birlikte bizi bekler siniz" dedi ve ayrıldılar. Nazımla İlyas Çamlıca'ya gide rek uygun bir kamyon buldular. Şo förle bir müddet pazarlık ettikten sonra şantiyedeki yataklarını Ha rem Garajı'na götürmek için anlaş tılar. Şoför yirmi yaşlarındaydı. Yol boyunca sohbet ettiler. Herkes gibi şoför de hayat pahalılığından şika yet ediyor, geçinemediklerini anla tıyordu. Şantiye yoluna girdiklerin de yolun her, iki tarafına geçmiş olan Volkan'la Fatih'i gördüler. Na zım, "Bunlar da bizim şantiyeden arkadaşlar. Dur da alalım." dedi. Araba durduğunda İlyas aşağı indi. Nazım aracın kontağını kapa tarak silahını çıkardı. Bu arada Vol kan da arabanın kapısını açarak
36
TAVIR
şoförün kolunu tuttu. Nazım, "Bak arkadaş, sana bir şey yapmayaca ğız. Biz devrimciyiz. Bize araban lazım. Kısa bir süre kullanacak, da ha sonra geri vereceğiz. Korkmana gerek yok." dedi. - Abi bana birşey yapacak mısı nız? - Sana hiçbir şey olmayacak. Al bakalım şu parayı da. - Abi tamam! Para kalsın, iste miyorum. - Bak sana söyledim, korkmana gerek yok. Hadi şimdi arka tarafa geç. Arkadaşlarla oturursun orada. Yalnız seni bağlayacağız. - Abi bağlamasanız, vallahi kaçmam! - Kaçmayacağını biliyoruz. Zira kaçırmayız. Bu senin güvenliğin için gerekli. Polis sorduğunda ne diyeceksin sonra. - Polise birşey söylemem. - Bizim işimiz bitince arabanı polis arayacak ve bulacak. O zaman ne diyeceksin? "Beraber yap tık mı" diyeceksin? - Ne yapacaksınız abi? - Niye sordun? Beğenirsen sen de mi katılacaksın? - Hay kafamı emi! Akşam ol muş, çekip gitsen ya evine! Şoförün ellerini, ayaklarını ve ağzını iyice bağladıktan sonra, Vol kan aşağıya inerek aracın tentesini de kapattı. Direksiyona Nazım geç ti ve randevu yerine geldiler. Nazım, arabayı uygun bir yere çe kerek, içerdekilere hiç hareket et memelerini ve ses çıkarmamalarını söyledi. Nazım, Ekrem'i bekleyece ği yere gitti. Ekrem henüz görünmüyordu ama saat de yedibuçuk olmamıştı. Beş, on dakika sonra Ekrem geldi. -Ne oldu? - Tamam arabayı aldık, uygun bir yere çektik, bekliyoruz. - Nerede? Biraz yürüdükten sonra araba nın yanına geldiler. Ekrem, "Ne var; ne yok?" diye sordu. - Yaramaz bir şey yok. -Çocuklar nerede? -İçeride şoförle oturuyorlar. Ekrem, "Dört tane bidon aldım. İkisine benzin alacağım. Bidonları dördüne paylaştırırız. Siz burada
biraz bekleyin. Ben yarım saate ka dar gelirim." diyerek ayrıldı ve ya rım saat sonra da döndü. Sevil de yanındaydı. Hepsi arabaya binerek yola çıktılar. Ekrem bombaları ala cakları yer için yolu tarif etmeye başladı. Önceden tespit ettikleri ye re gelince, "Burada dur ve beni bekle." diyerek ayrıldı. On dakika sonra sokağın başından el sallaya rak çağırdı. Hemen onun yanına gittiler. Ekrem'in yanında beş bom ba kutusu vardı. Nazım hemen aşağıya inip, arabanın tentesini aç tı. Kutuları yükledi. Ekrem küçük bir paketi kucağına alarak arabaya bindi ve yola çıktılar. Kamyonetin önünde dört kişi oturmuşlardı. Biraz kalabalıktan, biraz da alışkın olmadığı bir araç olması nedeniyle Nazım arabayı kullanmakta zorluk çekiyordu. Yol da bir iki defa çukura denk geldiler. Ekrem duruma müdahale etti: - Nazım biraz dikkatli ol, kucağımızdakiler patlarsa parçalarımızı denizden toplarlar. - Böyle şaka yapılır mı? Bunun şakası bile kötü. - Öyleyse arabayı biraz dikkatti sür. Ofisin kapısına geldiklerinde Nazım, kapıyı açmaları için arabının ışıkları ile işaret verdi. Bekçilerden birisi dışarıya çıktı. Bu nun üzerine Ekrem'le Volkan aşağıya inerek, bekçiyi kollarından tu tup içeriye aldılar. Nazım Sevil'e: - Sen de aşağı in, kapıyı aç. Ben girince kapıyı kapatıp, orada beklersin. Sevil aşağıya inip Nazım'ın de diklerini yaptı. İçeriye girerek doğ ruca araçların yanına gittiler. Na zım inip arabanın tentesini açtı. Fa tih ve İlyas'ı da Ekrem'i yanına gönderdi. Kendisi de bombaları araçların arasına yerleştirmeye başladı. Ofis binası duvarlarla bö lünmüştü. İlk dört bölmede polis minibüsleri, bunların yanında da ambulanslar vardı. Daha sonraki bölümdeyse trafik araçları duruyor du. Nazım, ambulansları ve arada ki mesafeyi de düşünerek, trafik araçlarına bomba koymadı. Mini büslerin olduğu bölüme iki kalıp yerleştirdi. Kalıpların her biri elli ki loydu. Her bombanın yanına da
MAYIS
1996
benzin bidonlarını yerleştirdi. Yer leştirme işlemi bittikten sonra Ek rem'i beklemeye başladı. Bir, iki dakika sonra Ekrem bombaların nasıl yerleştirildiğini öğrenince, "Olmaz Nazım, bir tane sini o sıraya koyacağız. Hemen sen onu oraya taşı. Fatih de benzi ni götürsün. O poşet nerede?" de di. - Arabada koltuğun üzerinde. - Saat tam olarak kaç? -Ona yirmibeş var... - Onlar tam saat ona ayarlaya caklardı. Biz de öyle yapalım. - Kimler ona ayarlayacaklardı? - Şu sıralar başka bir birliğimiz de aynı eylemi başka bir yerde ya pıyor. Yarın gazetelerden okursu nuz. Haydi işimize bakalım. Nazım, sen şunu en soldakine yerleştir. Saat onda patlayacak şekilde ayar la. Bir, iki dakikanın önemi yok. Bu arada ben de diğerlerini yerleştiri rim. Nazım, saat, fünye ve pillerden oluşan düzeneği alarak oradan ay rıldı. Ambulansların yanına geldi ğinde, gökgürlemesini andıran ve iki, üç saniye süren şiddetli bir pat lama duydu. Patlamanın şiddetiyle kendini yere attı. Her tarafı turuncu ile kırmızı arasında bir renk kapla mıştı. Üzerine araba parçaları, ça tıda bulunan eternit ve bombanın külü yağıyordu. Başını hafifçe kal dırarak, fısıldar gibi, "Biraz dikkat etsenize." diyebildi. Sözünü tamamlarken, girdiği şoktan kurtuldu. Yerinden fırlayarak, patlamanın olduğu yere geldi. Bombayı aralarına yerleştirdiği dört minibüs tamamen yok olmuş, diğerleri de birbirinin üzerine çık mış yanıyordu. Çatıda kocaman bir delik vardı. Orada bulunan yüzlerce aracın siren lambaları yanmaya başlamış, ortalık bir anda yanıp sönen mavi ve kırmızı ışıklarla aydınlanmıştı. Arabaların her birisinden ayrı ayrı korna, siren ve alarm sesleri yük seliyordu. Nazım, yangına ve arabaların altına bir iki saniye baktıktan sonra, "Ekrem!, Fatih!" diye bağırmaya başladı. Ateşin içine giremiyor, et rafında koşuşturuyordu. Bir yandan "yoldaşlar" diye bağırıyor, yere ya-
37
TAVIR MAYIS 1 9 9 6
tarak arabaların altına bakıyor, sonra tekrar bağırarak koşuyordu. Kamyonete yöneldi. Arabanın ar kası patlamanın olduğu yere dö nüktü. Bağladıkları şoför ağlıyordu. "Bir şeyin var mı?" diye sordu ona - Yok ama korkuyorum. "Korkma seni kurtaracağım." dedi. Arabayı çalıştırıp kapıya gel di. Kapıdakiler patlamayı duymuş, olanları merak ediyorlardı. Araba nın geldiğini görünce, Volkan ona doğru koştu. Nazım arabayı durdu rup aşağı indi. - Bomba Ekrem'in elinde patla dı, ne oldukların» bitmiyorum. İçeri deki çocuk korkuyor. Ben etrafa baktım, yoldaşları göremedim. Volkan, "Hemen geri dön, bir daha bak." dedi. - Tamam, araba burada kalsın. Koşarak patlamanın olduğu ye re döndü. Çevredeki bütün binala rın balkonlarına insanlar doluşmuş, yanan arabaları ve elinde silahıyla oradan oraya koşuşturan Nazım'ı izliyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Patlamayı duyarak lojmandan dışarı çıkan Ofis Müdürü, arabala rın yandığını görünce, alelacele arabasına binmiş ve Ofıs'e gelmiş ti. Elinde silahla kapıda duran Volkan'ı görünce durdu. - Ne oldu burada? - Sen kimsin? - Ben buranın müdürüyüm. - Kıpırdama. Şimdi beni oraya götür. Votkan müdürün arabasıyla Nazım'ın yanına geldi. Kendine doğru bir arabanın geldiğini gören Nazım, silahını arabaya doğrulttu. Volkan, duran arabadan inerek, "Ne oldu?" diye sordu. -Yoklar... Bu kim? - Buranın müdürü. Bu arada balkonlarda ve yollar da birikenler çoğalmıştı. Nazım, Volkan'a, "Haydi, gidelim artık." de di. - Onları bulmadan bir yere git mem. - Tamam dedim, bitti! Yapacak birşey yok, çekiliyoruz. Müdür! Ara badan in! - Ne yapacaksınız? - Arabanı alacağız. - Arabayı vermem.
- Sana verir misin diye sorma dım. Ver dedim. Arabanın direksiyonuna geçen Nazım, kapıya gelip orada bekle yen arkadaşlarına arabaya binme lerini söyledi. Bu arada Volkan da aşağıya inerek kamyonette kalan eşyaları aldı. Kapıdan çıkarlarken, polis aracı da gelmişti. Kozyatağı'ndan, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yoluna girdiler, Ümraniye'ye gelince, kavşaktan dönüp, Altunizade'ye yöneldiler. Önlerinde giden belediye otobüsü nü sollarken Nazım "Nereye gidi yor, bakın" diye seslendi. Volkan bakarak yanıtladı: - Mecidiyeköy'e. - İki durak sonra ara bir yola gi rip duracağım. İlyas'la ben otobüse bineceğiz. Siz de aracı temizleye rek Çamlıca'ya gidersiniz. Ara bir yola girdi; aracı kamufle ederek park etti. Çıkarken de: - Yarın onda aynacıda görüşü rüz, dedi. Durağa kadar koşup otobüse yetiştiler. İlyas otobüste sessizce ağlıyordu. Nazım "kendine gel!" diye uyardı. Emine evde heyecan içinde bekliyordu. Daha gün ağarmadan silahları alarak evden çıkan üç yol daşından saat onbire yaklaşması na rağmen hiçbir haber yoktu. Bir yandan televizyonda haberleri izli yor, radyoya kulak kabartıyor, bir yandan da sokaktan geçen her araba sesiyle irkiliyor, pencereye koşuyordu. Şimdiye kadar hiç böyle olma mıştı. Zaman zaman gecikenler oluyordu ama diğerlerinin evde olması onu rahatlatıyordu. Herşeyin en kötüsü de bilmemekti... Bugün ne olacak, nereye, niçin gitmişler di? Daha önce mutlaka eve erken gelirler ve o gün yapılan eylemi ha berlerde seyrederler, birşey söyle meseler de O, eylemi arkadaşları nın yaptığını anlardı. Otomatik lam banın sesini duydu. Kalbi çarparak kapıya koştu. Birileri merdivenler den yukarı çıkıyordu. Bulundukları kata gelince durdular. Kalbi daha da hızlı atmaya başladı. Kapının zi li çaldığında kapının gözünden dı şarı baktı. Yoldaşları kapının önün
deydi. Sevinçle kapıyı açtı. Biraz önceki duyguları sanki o yaşama mıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Bu duygu yoğunluğu içinde, gelenlerin sadece iki kişi olduğunu bile ferketmedi. - Nerede kaldınız? Karşısınakiler de hiçbir yanıt yoktu. Hatta neredeyse yaşam be lirtileri bile yoktu. İlyas yaşlı gözler le, Nazım, adeta bacaya girmiş gibi simsiyah olan yüzünde boş gözler le bakıyordu. Emine'nin sorusu dudaklarında dondu kaldı. Gelenlerin içinde Fa tih yoktu. Belli belirsiz bir sesle, "Fatih nerede?" diye sordu. Nazım, daha bir dolu bakıyordu şimdi. Onu hiç böyle görmemişti. Nazım konuşmak için kendini to parladı: - Bugün iki şehit verdik. - Olamaz! - Ekrem ve Fatih'i şehit verdik. Savaşıyoruz! Bilmeliyiz ki, bu sa vaş bedel istiyor... Nazım, Fatih'i çocukluğundan beri tanırdı. Köyde çobanlık yaptı ğını bilirdi. Diğer çocuklarla kumar oynar, kazandığı paralarla, kendi lerinin okuması için kitap alırdı. Ve bu işten, çok önemi bir görevi başarmışcasına hoşnut olurdu. "Şim di Fadime Ana'ma ne diyeceğim?" diye iç geçirdi. Sormayacak mıydı; "Nazım, ben sana bu çocuğa mu kayyet ol demedim mi?" diye... Emine ve İlyas sessizce ağlı yorlardı. Nazım da ağlamamak için kendini zorluyordu. Biliyordu ki, bu rada o da ağlarsa sonunu kimse alamaz. Ağlayabildikleri için yol daşlarına kıskanırcasına baktı. - Yoldaşlar, acımız sonsuz. Benim de en az sizler kadar içim yanı yor. Ama bir savaş içerisindeyiz. Şehit verilmeden hangi savaş ka zanılmış? Bizim savaşımız da en sevdiklerimizi alıyor bizden... Dü şenlerin ardından gözyaşı dökmek, bize göre değil. Ekrem ile Fatih bu savaşta ne ilk şehitlerimiz oldular, ne de son... Savaşıyoruz. Savaş mak da bedel istiyor. Gözyaşlarıyla kinimizi hafifletmeyelim. Gözyaşla rı, yüreğimize akan kin olsun, düş manın yüzüne vurun...
38
TAVIR
DEVRİM ŞEHİDİ
MAYIS
Gözümü kapadım durmadı dünya Öyleyse yaşamak görmek değilmiş Elimi uzattım güneşin dalına Tutmaz olaydım; sevdalandım
Tuğrul YILMAZSOY
Elimi kopardım dinmedi sevdam Öyleyse sevgi tutmak değilmiş Yoldaşımı aradım kuytuda buldum Dökmüş yüzüne gül perçemini Yazıldı taşma: "devrim şehidi" Böylesi ölmek ölmek değilmiş
OLMUŞUZ
Sonsuza kanat çırpan kuş Derine süzülen balık İlkyaza açan çiçek İlikleri titreten buz Tenimizi yalım yalım yakan köz
Nilay DÜNDAR
Olabilir miyiz? Biz ki yoklukta varlık Gecede ışık olmuşuz Sevmişiz Yürümüşüz Direnmişiz İnsan olmuşuz Neye yarar şimdi Kuş Balık Çiçek Köz ya da buz Hayatın ta kendisi olmuşuz...
1996
39
TAVIR MAYIS 1996
NURAY PEYDA
YAŞAM ELLERİMİZDE Gökyüzünün yuvalarına
yıldızları
sürüp,
uyanmasını; yıkayıp,
nazlı
nehirlerin
uykusundan elini yüzünü
toprağın pişirdiği
ekmek
çağlamasını
seviyorum.
kokusunda
Canlıların pırıl pırıl
bir Mayıs
sabahını
hücrelerinden yayılan
sıcağıyla
selamlamasını
yeryüzünün türküleri
alev
ve
haykırarak
söylediği
de.
Ve insanları seviyorum. En çok da zulmün cenderesinde ezilse bile, kınına çekilmeyip sokakların, yürekleri
dağların
sulayabilmişleri
ve
koynuna bulutlara
sokulanları; acılarını gülücükler
Çocukları seviyorum, bahar tazesi canları. halaylarının dölveren
serin
dağlara
rüzgarını; gözlerindeki canım Amed'i.
sokaklarını, acı topraklı, Hançepek'i, Fiskaya'yı ve ateş
Tutkunum
çığlığını
yanaklarını sızlatan kan Tohumlar
başka
kondurabilmişleri...
Yarının
dört mevsimini...
hasret yalımlarını,
Doruklarından
süzülen
umuttan damlı doğurgan evlerimi. Kawa'nın
ölümler
bileyli ortasında arınan
Ve Seyrantepe'yi,
Kürt kardeşlerinin canlarında yeri göğü aleve
kanımla, yüreğimle.
damlaları.
Silinecek
Biliyorum ki dinecek
yerine...
ülkemin
gecenin saçlarına sinen ağır ölüm
boynunu büküp susmayacak karanlığa.
çatlayacak
kar sularıyla
seviyorum.
sevdama; etimle,
kokusu. Ay ışığı
salıp
dikişlerini.
Amed'i seviyorum...
tutuşturan
ırmaklara
41
TAVIR MAYIS 1996
Gazi'nin yoksul kondularından
Adımlarımız yeri göğü sarsıyor
Aktık öfkeyle sokaklara
İhtilalimiz büyüyor
Kurtuluşumuzun bayrakları
Tankları, topları, tüfekleri olsa da
Dalgalandı barikatlarda
Zalimler korkuyor
Taş, sopa, benzin elde silahtır
Kadın-erkek, emekçilerin
Gücümüz vatana sevdamızdandır
Halkın öfkesi büyüyor
Onurlu, özgür bir yaşam için
Uğruna kanlar dökülen toprak
Savaşmak namus borcumuzdur
Düşmana verilmiyor
Omuz verirsen, kavga benimdir dersen
Haydi omuz ver kurtuluş cephesine
Bu kıvılcım yangın olur
Zafer bizi bekliyor! İhtilalimiz büyüyor! Zafer bizi bekliyor!
42
TAVIR
MAYIS
1996
CANAN YILDIRIM
DİLİM VARMAZ GÜLÜM DEMEYE arı Papatyam, "Gülüm" derdim ya sana öncele ri, dilim varmadı seni gönderdiğimiz gün artık "gülüm" demeye. Tez solar ya ondan. Benim "papatyam" dedim. "Sa rı papatyam, kır çiçe ğim..." Zaten orada doğdun sen. Nasıl da yakışıverdin dağlara... "Gülüm" diyemedim sana. Kır çiçeğim, hani en güzelleri şu sarı papatyalar var ya, kış demez dik tutar boynunu, hiç solmaz. Su bile istemez dayanır her zorluğa da, hani bir güneş ister ya, zaten güne şi görünce açıverirler öbek Öbek... İşte böylesin gözümde papatyam... Sarım, sarı tomurcuğum, Hepsini severim, hepsini ku caklarım kızlarımın oğullarımın ha ni, canımdan can verdim diye seni bir başka severim. Darılmazlar be nim yavrularım, bilirim. Senden ay rı tutmam hiç birini ama genede se ni bir başka koklarım. Hani dedim ya komutan yoldaşına "Saçını kes meyin sakın!" diye... Ayıp mı ettim, gücüne gitmiş midir bilmem ama deyiverdim işte gönlümden geçeni. "Olur ana, meraklanma." dedi ya, nasıl seviniverdim. Sekiz canım dan biriydin. O yaşa varasıya bo yunca uzattım saçını, her gün ta rardım saçını öpe koklaya, sonra örerdim incecik. Kıyamadım da öy le dedim işte. İçim sızladı gittiğin gün bir parçacık keserken ipik sa çından. O gün bu gündür yastığı mın altında durur sarı saçların. Her akşam öperim yatmadan. Bir al diktim yanına, bir de sarısından, bir de yüreğimi koyuverdim yanına; ol
S
du senin resmin. Seyretmelere, öp melere doyamam. Gün olur inci di zerim gözümün yaşından sarı saç larına. Üzüntüden değil ha! İçim kabarır işte, övünüveririm de se vinçten işte. -Dilim varmıyor gülüm demeye- Ama aynı öyle kokardın sen bebeyken. Bazen bir yel esiyor dağlardan, senin kokunu alıyorum sanki... Bizim buralar bildiğin gibi. Dili mizden düşmezsin yavrum. Sen hep buradasın. Gözümü kapatıyo rum düşümdesin. Çıkmışsın bir ya maca, bir elinde kocaman yıldızlı bayrak; bir etinde kleşin, yüzünde ise en tatlı gülüşün. Vay benim sarı papatyam... Daha dün bebeydin elimde. Gururlanıyorum, içim kaba rıyor işte. Yiğit anası olmuşum, bir şahan uçurmuşum ya dağlara... Gayrı açık gitmez gözüm!... "Gerillaya mı gönderdin?" dedi zebaniler bana. "He" dedim, "He ya kendi ellerimle gönderdim gerilla ya, gelin ettim yurduna, kırsın diye bu zincirleri, yıksın diye bu düzeni gönderdim dağlara; sıkıversin kurşunları karanlığa karanlığa..." Dilim varmıyor gülüm demeye. Sarı papatyam benim. Tam kanatlanmıştın uçuverecektin, yuvamızı basıverdi ya zebaniler. En çok da sana kıyamadım iki gözüm. Dedim şimdi koyarlar mı zindanlara? Erir benim yüreğim, solar benim kır çi çeğim, bir kurşun sıkamadan girer se zindana. Hani tam da yeni uça cakken, hem de böylesine deli deli sevdalıyken. Götürmediler seni. Duramadın yerinde gayrı... Zaten hep öyleydin sen. Hani uçmayı yeni öğrenir ya
serçeler, düşe kalka kanat çırpar lar... Baktım oradan da Öyle uçup gidiverdin dağlara sarı saçlarını sar vura savura... İşte böyle övünür dururuz se ninle. "Söz verdi" diyor baban. "Ha ni olur ya bitiverirse mermisi, yere getirmeyecek yüzümüzü..." "Geyik boynuzundan saplı bir bıçak aldım yavruma, biterse mer misi, saplayacak bu bıçağı düşma nın döşüne döşüne..." Kazak gönderdik sana. Her yavrumuz için bir ilmek attık öyle Ördük bu sevdayı. Bir gün... bir gün derim düşüverirsen uğruna savaştığın toprağa üstüne örtülürse o yıldızlı bayrak, Oy... delal oy... Ko yansın benim yüreğim o za man. Binler var ya ardında. Bin oğ lum, bin kızım var ya artık, yansın bu yüreğim ne çıkar? Düğün halayları hiç durmasın, zafer türküleri hiç susmasın da o zaman alırım ancak kokunu dağlar dan.... Kara gözlüm, sarı papatyam, benim yüreği çelikten yavrum, hep aydınlıktı ya yolun, dana bir aydın lansın. Düşme hiç korkulara. Dön me hiç yolundan, uğruna canını ve receğin canlara sarıl aynı sarıldığın gibi o bayrağa. Hiç bırakma. Hele bir gelsin zafer günü de, ulaşır zıl gıtlarım sana, mor dağların en ar dında olsanda. Ben alırım kokunu nasıl olsa... Dayanır bu yüreğim tüm acılara sen zafer gününde gel kıyıcığıma, bir elinde bayrakla, gözlerinde muştularla, dilinde marşlarla, gel omuz başıma halaya...
TAVIR MAYIS 1996
43
RÖPORTAJ
TARIK TOLUNAY
ÇİZGİLER SAYFALARA SIĞMAZ Mart ayında BEKSAV'da "İNADINA" adlı bir sergi açtınız. Hemen akla "Neden inadına" so rusu geliyor. Karikatür bir inat işi midir? Evet inat işidir. Eğer birileri kat letmekte, işkence yapmakta, sö mürmekte inat ediyorsa karikatür bir inat işidir. Bizimki gibi sömürü nün, baskının ve zulmün alabildiği ne yoğun yaşandığı bir ülkede kari katür elbetteki bu şartlara göre şe killenecek. İnatçı olmanın yanında bağıran, haykıran, hesap soran bir dili olmalı. Belki kısa bir cevap oldu ama işte bunun için inadına...
dim. Fakat mizah dergilerindeki muhalefet eleştirel olmaktan öteye gidemiyor. Oysa yanlışlıklar sade ce tespit etmekle değil, doğrusu nun ortaya konulmasıyla düzeltile bilir. İşte bunu başarmak isteği beni Mücadele Gazetesi'nde çizmeye iten nedendir. Bu bilinçli bir tercih tir. Hatta bu düzene muhalif, muha lefetinde iyi niyetli tüm çizerlerin ve sanatçıların zorunlu bir tercihidir. Belki bugün henüz değil ama bu kararı alacak olanlar devrimci mü cadelenin gelişimiyle birlikte arta cak.
Siz 4 yıldır sosyalist bir gaze tede çiziyorsunuz. Piyasada bir karikatürcü için çizecek bir sürü mizah dergisi ve gazete varken, böyle bir tercih niye? Ben uzun süre mizah dergile rinde ve gazetelerde karikatür çiz
"Daha önce mizah dergilerin de çalıştım" dediniz. Hangilerin de çalıştınız? O zaman çizdikle rinizde bugünkü gibi siyasi içe rikli miydi? İlk olarak Gırgır dergisinde, da ha sonra Avni, Fırfır, Dıgıl, Nankör,
Pişmiş Kelle, Tewlo ve değişik der gilerde çalıştım. O yıllarda çizdikle rimin tümüyle politik olduğunu söy leyemeyeceğim. Mizah dergilerin deki kurumlaşmış mizah anlayışını aşıp, kendi istediklerimi çizmem ol dukça zordu. Politik yanımın dergi yönetmenleri tarafından bilinçli bir şekilde törpülendiğini söyleyebili rim. İşte bu ortamda yani soluğu mun kesildiği, kendimi ifade ede mediğim ortamda mizah dergilerin den ayrılma kararı aldım. Bir çok çizer arkadaşla bu anlayışa alter natif olabilecek çabalar içine girdik. Yayın hayatı ancak dört hafta sü ren Nankör Dergisi de, ancak 13 sayı yayınlanan Tewlo Dergisi de hep bu çıkış yolunu arama çabala rıdır. Fakat bu çabalar, bize kazan dırdığı onca deneyime rağmen ka lıcı olamadılar. Bu deneyimlerden biri de örgütlü davranmayı öğren me ve bu konuda adım atmaktı.
44
TAVIR
1
970 yılında İstanbul'da doğdu. Liseyi
MAYIS
1996
Tekirdağ Otelcilik ve
Turizm Meslek Lisesinde yatılı olarak okuyan Tolunay; liseyi
bitirdikten sonra İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanallar
Fakültesi'nde öğrenimine devam etti. Bu dönemde karikatüre yönelen
çizer, fakültenin birinci sınıfında okulu bıraktı ve İstanbul'a geldi. istanbul'da ilk olarak Gırgır'da çalışmaya başlayan Tolunay, Gırgır kapanması üzerine Avni'nin kuruluş çalışmalarının Tolunay bunların çalıştı.
yanısıra
içinde yeraldı.
Tarık
Pişmiş Kelle, Nankör, Milliyet ve Sabab'ta da
Türkçe ve Kürtçe yayınlanan Tewlo'nun çalışmaları içinde de
yeralan Tolunay, son olarak, Mücadele ve Kurtuluş Gazetelerinde
Tarık Tolunay
Peki mizah dergilerinden ay rılmak sizi karikatürcülerin öznel sorunlarından uzaklaşmanıza neden olmadı mı? Hayır aksine sosyalist bir gaze tede çiziyor olmam beni bu sorun lara daha da yaklaştırdı. Çizerlerin dünyasından hiç bir zaman uzak laşmadım. Mizah dergilerindeki muhale fet sizin de dediğiniz gibi yüzey sel. Peki alternatifi nasıl üretile cek? Bugün ülkemizde devrimciler bu kirli düzene tümüyle alternatif, yepyeni bir kültür inşa ediyorlar.
"inadına"
çiziyor.
Karikatürü de bundan ayrı düşüne meyiz. Karikatür bu kültür içinde şekillenecek ve asli görevi olan muhalefeti halktan yana şekillendi rerek görevini yapacaktır. Bu dev rimci mücadelenin gelişimiyle para lel, iyiyi doğruyu ön plana çıkaran, kötüyü ve yanlışı yerden yere vu ran bir anlayış olacak. Karikatür Emekçileri... Bu isimle son zamanlarda bazı mi tinglerde ve en son 1 Mayıs ala nında karşılaştık. Kimdir Karika tür Emekçileri? İşte bu alternatif üretme çabası nın bir parçası. Çizgilerini sadece kağıtlarla sınırlamak istemeyen,
"Halkın olduğu her yerde biz de olacağız" diyen çizerlerin birlikte hareket etmekte kullandıkları bir isim. İsterseniz bu ismin ortaya çıkı şım kısaca anlatayım size. 1994 yı lında Haklar ve Özgürlükler Platfor mu, SİP ve bazı dergi çevrelerinin ortaklaşa düzenlediği "Zama Zul me Karşı Ayağa Kalk" mitingine mi zah dergilerinde çalışan bazı arka daşlarla birlikte katılma kararı al dık. Miting için belki de Türkiye'de ilk kez alanlarda kullanılacak olan karikatürlü pankartlarımızı hazırla dık. Sloganlarımızı yazdık. Altına bir tek imza atmak kalmıştı. Karika tür emekçileri imzasını önerdiği mizde "karikatürcü emek çi midir, değil midir?" tar tışması yaşandı. Ve bu tartışmayı "evet emekçi dir" diye noktaladıktan sonra kullanmaya karar verdik. O gün bugündür Karikatür Emekçileri adım adım gelişiyor ve mücadeleyle bütünleşi yor. Karikatür, yazılı ba sında kullanılan önemli bir anlatım aracı. Ve ol dukça da etkili. Devrim ci kültürde karikatürün yeri ne olacak? Bugün görsel sanatlar içinde belki de en fazla üretilip tüketilen dallardan biridir karikatür. Hani der ler ya "karikatür on sayfa yazının anlatamadığını
45
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
bir çırpıda anlatır" diye. İşte bu ya nıyla devrimcilerin kullanması ge reken bir anlatım yoludur. Dikkat edilirse mizah baskının yoğun yaşandığı her yerde ilk baş vurulan muhalefet yöntemi olmuş tur. İnsanlar direkt olarak anlata madıklarını, mizahın o örtülü diliyle dışa vururlar. Baskı altında yaşatı lan toplumlarda sözlü ve yazılı mi zah bu yüzden çok gelişmiştir. Ül kemizde Aziz Nesin kitaplarının bu kadar çok satması, mizah dergileri nin hatırı sayılır tirajlara sahip ol ması da bunun kanıtıdır. Ve bu si lahı en iyi kullanacak olanlar yine devrimciler olmalıdır. Küçük burjuvazinin kısa soluklu mizahı, devrimcilerin sınır tanıma yan, sansürsüz, özgür mizahı ya nında oldukça sönük kalacaktır. Sosyalist basının karikatüre yaklaşımını nasıl değerlendiri yorsunuz? Bugün sosyalist gazetelerde gelişkin bir karikatür kültürünün yerleşmediğinden sözedebiliriz. Bir iki gazete haricinde zaten sayfala rında karikatüre yer veremiyorlar. Bu kendi anlayışlarında çizgiler üretecek çizerlere sahip olmamala-
rındandır. Gazetelerinde karikatüre yer verebilenlerde ise bazı çarpık şeyler çıkıyor ortaya. Örneğin, işçi sınıfının sesi olduğunu iddia eden Evrensel Gazetesi'nde sadece uzaylılarla ilgili karikatürler çizen bir çizere ya da hiç bir şekilde esp rilerini anlayamadığımız bir "posta cı" tipine yer verilebiliyor. Bunun nedeni biraz da içi boş bir gövde gösterisi isteğidir. "Bizim de çizeri miz var", "biz çizerleri bile örgütleyebiliyoruz" diyebilmek için karika türcülere pragmatist bir yaklaşım içindeler. Aslında sosyalist bir ga zetede çizmenin düşünsel birlikten geçmesi gerektiğini herkes bilir. Bunun bir başka uç örneği ise yine çizgilere yer vermek adına karika türle hiç alakası olmayan çizimlere yer veriliyor olması. Sonuç olarak bu yaklaşımlarla sosyalist bir karikatür anlayışı inşaa edilemez. Biraz daha emek ve sabır gerekiyor. Karikatürcüler içinde örgüt lenmenin zorlukları neler? Karikatürcülerin çoğu çok zor koşullarda yaşasalar da bu düze nin onlara yapıştırdığı "aydın etike ti" bilinçlerinde bir bulanıklığa yola-
çıyor. Örneğin işçi sorunlarından öğrenci sorunlarına, dış politikadan iç politikaya hemen her konuda gö rüş üreten, baskıdan, sömürüden dem vuran bir karikatürcü kendi maaşını iyileştirebilmek için bir işçi kadar örgütlenemiyor. Düzenin kendisine sürekli yolladığı "sana bu toplumda ayrıcalıklı bir yer sağla yabilirim." mesajı onun örgütlen mesinin önündeki en büyük engel. Sorun biraz da güç sorunu. Devlet güçlüyse, karikatürcülere olanak sağlayabiliyorsa karikatür cüler onunla barışıktırlar. Devrimci ler güçlüyse ve karikatürcülere kendilerini ifade edebilecekleri ka nallar açabiliyorlarsa karikatürcüler onların yanında olacaklardır. Bizler emek verdiğimizde karikatürcülerle buluşmak, birlikte hareket etmek hiç de zor değil. Teşekkür Ediyoruz.
Tarık Tolunay'ın ''İnadına" isimli sergisi 19 Mayıs 1996 / 31 Mayıs 1996 tarihleri arasında Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde görülebilir.
46
TAVIR
MAYIS
1996
BILGESU ERENUS'A İKİ AY CEZA Sanatçı Bilgesu Erenus, Kristal-iş Sendikası'nın 31 Ekim 1992 tarihinde Lüleburgaz'da düzenlediği gecede yaptı ğı konuşmasından dolayı ceza aldı. Ko nuşmasında, analara seslenen ve Kürdistan'daki savaşa evlatlarını gönderme melerini isteyen Erenus'a, askeri mahkeme tarafından dava açılmıştı. Açılan dava sonucunda mahkeme Erenus'un "Halkı askerlikten soğutma telkininde bulunduğuna" kanaat getirdi ve iki ay hapis cezası verdi. 23 Nisan 1996 tarihinde cezaevine giren Bilgesu Erenus, cezasının infazı gereği 24 gün cezaevinde kalacak.
STRAN KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİNE FAŞİST SALDIRI Stran Kültür ve Sanat Merkezi'nin Maltepe şubesi 3 Mayıs 1996 Cu ma günü saat 24.00 sıralarında beş kişilik bir faşist grubun saldırısına uğradı. Kültür merkezinin ön ve arka cephesinin camlarını taş ve sopa larla kıran faşist çete içeriye T.C bayrağı bırakıp kaçtı. Görgü tanıkları nın ifadesine göre kaçarken "katiller" diye bağıran çeteye polisin hiçbir müdahalesi olmadı. Stran Kültür Merkezi adına Yönetim Kurulu Başkanı Turan İl'in 4 Mayıs'ta yaptığı açıklamada, "Bu saldırı, Stran Kültür ve Sanat Merkezi şahsında halkların kardeşliğine yapılan bir saldırıdır. Stran Kültür ve Sa nat Merkezi, Kürt halkının unutturulmaya, yokedilmeye ve asimile edil meye çalışılan kültürünü yaşatmak için mücadele veren bir kültür kuru mudur. ... Bu çalışmalarımız her zaman ırkçılığa ve şovenizme karşı olacak, halklar arasındaki dostluğu ve kardeşliği pekiştirecektir. Bu türden sal dırılar, bizi yolumuzdan alıkoyamayacağı gibi, başta Türk halkı olmak üzere, diğer kardeş Anadolu halkları ile olan bağlarımıza zarar ver meyecektir." dedi.
OKM'DE BELGESEL FİLM GÖSTERİMLERİ Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde Haziran ayından itibaren 20. yüzyılın önemli kesitlerini içeren belgesel filmler gösterime girecek. OKM yetkilileri, ilk planda Tenin" ve "Hİtler" isimli belgesel filmlerin gösterileceğini belirttiler. Sinevizyon gösterimi ile gerçekleşecek olan filmler anında (simultane) çeviri ile izleyicilere sunulacak. OKM tarafından yapılan açıklamada, filmlerin başlangıç tarihi ile ilgili geniş duyurunun basın ve radyolar aracılığıyla yapılacağı, ayrıntılı bilginin ise Okmeydanı Halk Kültür Merkezi ve Anadolu Halk KültürSanat Merkezi'nden edinebileceği belirtildi. Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi Tel: (0212) 243 03 13 Okmeydanı Halk Kültür Merkezi Tel: (0212) 238 20 23
NOKTA
GRUP YORUM 28 Ocak 1996; Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde düzenlenen ve iki seans halinde gerçekleşen konserde yaklaşık 600 kişiye seslendi. 10 Şubat 1996; Sivas Yöre Halkıyla Dayanışma Platformu'nun başlattığı açlık grevleri çerçevesinde Alibeyköy Cemevi'nde devam eden açlık grevine katıldı ve Cemevi'nin bahçesinde yaklaşık 500 kişinin izlediği bir dinleti sundu. Grup Yorum aynı gün Çevre FM'in Şişli'de gerçekleştirdiği dayanışma gecesinde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 11 Şubat 1996; Sivas Yöre Halkıyla Dayanışma Platformu tarafından Divriği Küftür Demeği'nde başlatılan açlık grevine destek olmak amacıyla bir dinleti verdi. 15 Şubat 1996; TÖDEF'li öğrencilerin, Yıldız Teknik Üniversitesi'nde "Halk İçin Bilim, Halk İçin Eğitim" şiarıyla başlattıkları okuldan çıkmama eyleminde bir dinleti verdi. 18 Şubat 1996; Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde iki seans olarak düzenlenen şenlikte yaklaşık 600 kişiye seslendi. 25 Şubat 1996; Açlık grevlerini bir şenlikle sona erdiren Sivas Yöre Halkıyla Dayanışma Platformu'nun Okmeydanı Pir Sultan Abdal Canlar Demeği'nde düzenlediği şenlikte bir dinleti vererek yaklaşık 200 kişiye seslendi. 28 Şubat 1996; Tüm Maliye-Sen'de düzenlenen söyleşi ve dinletiye katıldı. Etkinlikte yaklaşık 250 kişiye seslendi. 29 Şubat 1996; Üniversite öğrencilerinin har(a)çlara karşı başlattığı kampanya çerçevesinde Beyazıt'ta düzenlediği mitinge katıldı ve türkülerini binlerce öğrenciyle birlikte seslendirdi. 7 Mart 1996;Gazi Ayaklanması'nın birinci yıldönümünde, ayaklanma şehitlerini anmak amacıyla Gazi Cemevi'nde düzenlenen panelde bir dinleti verdi. 2 Mart 1996; Bartın'da düzenlenen
47
T A V I R MAYIS 1 9 9 6
8. MADDENİN BOYALARI DÖKÜLÜYOR!
NOKTA
konserde yaklaşık 750 kişiye seslendi. 5 Mart 1996; İstanbul Çağlayan'da Epilepsi hastası bir çocukla dayanışma gecesine katıldı. Fevzi Kurtuluş, Onur Akın ve Kutup Yıldızı'nın katıldığı geceyi yaklaşık 500 kişi izledi. 8 Mart 1996; Gazi Ayaklanması sırasında şehit düşenleri anmak amacıyla Gazi Mahallesi Futbol Sahası'nda düzenlenen şenlikte yaklaşık 2500 kişiye seslendi. Şenlikte ayrıca Özgürlük Türküsü, Fevzi Kurtuluş, Kutup Yıldızı, Yenigün Müzik Topluluğu, Grup Munzur, Haydar Bayar ve Sevinç Eratalay da yeraldı. 16 Mart 1996; Almanya'nın Köln şehrinde düzenlenen "1. Yılında Gazi Barikatlarını Selamlama Gecesi"nde yaklaşık 7000 kişiye seslendi. 30 Mart 1996; Hollanda'nın Rotterdam şehrinde düzenlenen "Halkların Dostluğu Şenliği"ne katıldı. Mahzuni Şerif, Nilüfer Akbal, Fuat Saka, Tolga Çandar ve Grup Kardelen'in de katıldığı şenliği yaklaşık 5000 kişi izledi. 7 Nisan 1996; Almanya'da, Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu'na bağlı Worms ve Çevresi Alevi Kültür Dernekleri'nin düzenlediği şenliğe katıldı. Şenliği yaklaşık 1500 kişi izledi. 14 Nisan 1996; Ankara TiYAD'ın Yükseliş Koleji'nde gerçekleştirdiği "Tutsaklarla Dayanışma Gecesi"ne katıldı. Fevzi Kurtuluş, Grup Munzur ve Kutup Yıldızı'nın da katıldığı geceyi yaklaşık 7000 kişi izledi. 19 Nisan 1996; İstanbul Üniversitesi'nde, Hergele Meydanı'nın tekrar açılması üzerine düzenlenen şenliğe katıldı ve burada 1000'in üzerinde öğrenciye seslendi. 21 Nisan 1996; İstanbul'da düzenlenen 1 Mayıs pikniğinde yaklaşık 1500 kişiye seslendi.. 27 Nisan 1996; Almanya'nın Köln şehrinde gerçekleştirilen "İbrahim Kaypakkaya'yı Anma Gecesi"nde yaklaşık 4000 kişiye seslendi. 1 Mayıs 1996; İstanbul Kadıköy Meydanı'nda, miting alanında hazırlanan alternatif kürsüde bir dinleti gerçekleştirdi. 11 Mayıs 1996; Çağlayan'da
DYP-CHP Koalisyon Hükümeti'nin, Terörle Mücadele Yasası'nın 8. maddesi üzerinde yaptığı değişiklikler sonucu bu kapsamda ceza alan davalar bir sûre önce yeniden görülmeye başlanmış, cezası kesinleşen birçok aydın ve sanatçı tahliye edilmiş, bazı davalar da beraatle sonuç landırılmıştı. Fakat, kısa bir süre sonra bu değişikliklerin nasıl bir aldat macadan ibaret olduğu görüldü. Mahkemeler, geçtiğimiz günlerde bu yasa kapsamındaki davaları hızla ve daha önce verilen cezaları onayla yarak sonuçlandırmaya başladı. İlk olarak, Doç. Dr. Haluk Gerger'e daha önce verilen ceza yeniden onaylandı. Geçtiğimiz Nisan ayında da İzmir DGM, Grup Yorum ele manları Elif Sumru Gürel ve Kemal Sahir Gürel'e verilen cezaların yeni den görüşüldüğü davayı, cezaları onaylayarak sonuçlandırdı. Şimdi, yargıtayın vereceği karar bekleniyor. 1992 yılında Grup Yorum'un Denizli'de verdiği konser sonrası açılan davada Grup Yorum elemanları Elif Sumru Gürel ve Kemal Sahir Gü rel'e, konserde "bölücülük" yaptıkları gerekçesiyle 20'şer ay hapis, 42'şer milyon da para cezası verilmişti. Grup Yorum elemanları ise bu kararı meşru görmeyerek teslim olmamışlardı. Fakat, Kemal Sahir Gü rel 15 Ocak 1994'te Edirne'de yakalanmış ve 15 ay cezaevinde kalmış tı. Elif Sumru Gürel ise halen kaçaklık koşullarında yaşıyor. İzmir DGM'nin bu kararı üzerine bir açıktama yapan Grup Yorum, "... karşılaştığımız bunca baskıya ve engellemeye karşın, hiçbir zaman geri adım atmadık. Tam tersine, halklarımıza daha da layık olabilecek bir devrimci aydın, sanatçı tavrı içinde olmaya çalışıyoruz. Üretimleri mizde ve yaşam biçimimizdeki temel değerlerimizden biri de kolektivizmimizdir. Yaklaşık 2,5 yıldır hakkında 'gıyabi tutuklama kararı' bulunan elemanımız Elif Sumru Gürel ise bu kolektivizmimizin bir parçasıdır. Şu çok iyi bilinmelidir ki, söylediğimiz her türküde, attığımız her adımda onun da bir payı var. Arkadaşımız hakkında bir kez daha onaylanan mahkumiyet kararı, sesimizin daha güçlü çıkmasını engelleyemeyecek ve Elif Sumru Gürel'in özgür bir Grup Yorum elemanı olduğu gerçeğini değiştiremeyecek. Çünkü, biz halkın sanatçılarıyız; halkın sanatçıları ise her koşulda özgürdür ve teslim alınamaz!" dedi.
48
TAVIR
MAYIS
1996
1 Mayıs I996'da yaşanan gelişmeler üzerine AKSM ve OKM tarafından yapılan açıklamayı kısaltarak yayınlıyoruz.
H A L K I M I Z A ! İKTİDAR, KATLİAMINI YALANLARLA GİZLEME TELAŞINDA! 1 Mayısla bütün halk kesimleri, işçiler, memurlar, gençlik, kadınlar, esnaflar, ay dınlar, sanatçılar, çocuklarımız, yüzbinlerce emekçi, emeğin bayramını kutlamak için, kendisini sömürenlere, ezenlere, ülkesini emperyalistlere satan işbirlikçi iktidara gücünü göstermek için alanlara aktı. Biz de, Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi ve Okmeydanı Halk Kültür Merkezi emekçileri olarak, 1 Mayıs'ta pankartlarımız, sloganlarımız ve türkülerimizle Kadı köy'deydik, emekçilerle omuz omuzaydık. İktidar ise, İstanbul'da 1 Mayıs bayramını provoke etmeyi, katliam yapmayı gün ler öncesinden planlamıştı. 1 Mayıs sabahı plan uygulamaya konuldu. İstanbul adeta işgal altına alındı. Halk, Söğütlüçeşme'ye geldiğinde polis, arama bahanesiyle halkı kışkırtmaya çalış tı. Halk, burada devrimcilerin öncülüğünde 1 Mayıs'ın sorumluluk bilinciyle hareket ederek provokasyonu bozma yönünde hareket etti. Ancak, polis programını uygula makta sabırsızdı. 34 FJU 79 plakalı siyah bir Renault'dan halkı hedef alarak ateş açıldı. Hasan Albayrak ve Dursun Odabaş da burada katledildi. ... Polis, mitingin dağılmasından sonra da provokasyona devam etti. Çatılara yerleştirilen özel timlerin açtığı ateş sonucunda Yalçın Levent şehit düştü. Halkın di renişi karşısında ateşi kesen polis bu kez gördüğü herkesi gözaltına almaya başladı. Gerçekler! Devrimci, demokratların çoğunluğunu oluşturduğu yüzbin kişilik miting alanında . sendika bürokratları bir avuçtu. Buna rağmen biz, tertip komitesinin organizasyonu nu bozmak, onları yok saymak ve kargaşa yaratmak şeklinde sorumsuz bir düşün ceye sahip olmadık. Kürsüden bizlere söz hakkı vermediniz. Biz yine de, mitingi sabote etmeden, al ternatif bir kürsüden emekçilere seslenmek istedik. Ancak bazı siyasi grupların kür süyü işgal etmeleri üzerine bu düşünce gündemden çıktı. Kürsünün işgal edilmesinden sonra sendikacıların mitingi terketmesi, polise istediğini yapma özgürlüğünü vermiştir. ... Sendika federasyonlarının yöneticileri provokasyona ortak olmuşlardır. Devrimcilere söz hakkı vermeyen, anti-demokratik tutumlar içine giren sendika bürokratları ile tüm devrimcileri ve demokratları hiçe sayan, sadece kendi grup çı karlarını yapmak için sorumsuzca hareket eden grup arasında özde bir fark görmü yoruz. Her ikisi de halkın değil kendi çıkarlarını gözetmişlerdir. Dükkanların, Arabaların Tahrip Edilmesi ... Halkın cephesi, faşizme hizmet etmeyen, emperyalistlerle işbirliği içinde ol mayan kimsenin malına, canına zarar vermez." irademiz dışında gelişen ve halka za rar veren hareketler olduğunda da bu zararları telafi etmekten asla kaçınmaz. Kadıköy'de yüzbinlerin coşkuyla izlediği, disiplinimizi, görkemliliğimizi takdir etti ği, 1 Mayıs'a damgasını vuran 30 bin insandık. Cephemiz, görkemine, haklılığına gölge düşürecek tek bir hareket içine girme miştir. Polisin saldırdığı koşullarda, yüreğimizi silah yapıp direndik. Kendimizi savu nurken kaçınılmaz olarak zarar gören yerler dışında hiçbir mağazayı, dükkanı tahrip etmedik. ... Tüm provokasyonlara ve saldırılara rağmen, 30 bin yürek büyük bir disiplinle hareket ettik; iktidarın 1 Mayıs oyununu kararlılığımız ve kitleselliğimizle bozduk. 1 Mayıs Katliamı'nın sorumlularına sesleniyoruz! ... Bizleri, halkın evlatlarının gün gün büyüyen gücünü, kulaklarınızı sağır eden, uykularınızı kaçıran rap rap seslerimizi her 1 Mayısta duyacaksınız. Çünkü, bu ses devrimin ayak sesleridir.
Yaşasın Yaşasın
1 1
M a y ı s Direnişimiz! M a y ı s Zaferimiz!
A N A D O L U H A L K KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ O K M E Y D A N I H A L K KÜLTÜR MERKEZİ
Sağlık-Sen'in düzenlediği dayanışma şenliğine katıldı ve yaklaşık 300 kişiye seslendi. 12 Mayıs 1996; Firüzköy'de Pir Sultan Abdal Canlar Derneği Genel Merkezi'nin düzenlediği geleneksel Hıdırellez şenliğinde bir dinleti sundu. Dinletiyi yaklaşık 2000 kişi izledi. ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ 9 Aralık 1995; Okmeydanı Kültür Merkezi'nde verdiği konserde yaklaşık 150 kişiye seslendi. 16 Aralık 1995; Genç Ekin Sanat Merkezi'nde bir dinleti verdi. Aynı gün Ümraniye'de bir düğüne konuk oldu. 31 Ocak 1996; İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüs'ünde düzenlenen etkinlikte yaklaşık 200 kişiye seslendi. 1 Şubat 1996; Yıldız Teknik Üniversitesi Merkez Kampüs'ünde açlık grevindeki öğrencileri ziyaret ederek bir dinleti verdi. 11 Şubat 1996; BEKSAV'da dinleti verdi. 17 Şubat 1996; Ankara'da Seyranbağları Halkevi'nin düzenlediği şenliğe katıldı. 18 Şubat 1996; Okmeydanı'nda DETUDAP'ın düzenlediği şenliğe katıldı. 24 Şubat 1996; Avcılar'da Piya Müzikevi ile dayanışma ve İnsa Lisesi 79. Dönem mezuniyet gecesine katıldı. 3 Mart 1996; Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi'nde "Tutsak Sanatçılara Özgürlük" şenliğine katıldı. 8 Mart 1996; Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüs'ünde "Emekçi Kadınlar Günü" ile ilgili etkinliğe katıldı. 30 Mart 1996; Pir Sultan Abdal Canlar Derneği'nin düzenlediği geceye katıldı. 31 Mart 1996; Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun düzenlediği piknikte yaklaşık 250 kişiye seslendi. 20 Nisan 1996; Maliye-Sen'in düzenlediği etkinlikte yaklaşık 200 kişiye seslendi. 26 Nisan 1996; Şişli'de, İşçi Hareketi Gazetesi'nin düzenlediği geceye katıldı.