1996 04 aralik

Page 1



TAVIR ARALIK 1 9 9 6

1

kültür ve sanatta halktan yana TAVIR

BU SAYIDA

aylık sanat dergisi aralık'96 sayı: 4 anadolu kültür sanat bilimsel araştırma yay. org. film. tic. san. ltd. şti. adına sahibi: sadık çelik yazıişleri müdürü hüseyin avni akkaya yazışma adresi anadolu halk kültür sanat merkezi şahkulu mah. ilk belediye cad. no:10/3 beyoğlu/istanbul tel/fax:(0212) 243 03 13 iletişim adresleri: Okmeydanı halk kültür merkezi piyalepaşa cad. no: 148 okmeydanı/istanbul izmir ege kültür ve sanat merkezi 859 sok. no:5/A saray işhanı konak ankara ekin sanat merkezi sağlık sok. no:28/7 sıhhiye adana inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:505 tel:(0322) 352 17 44

2

Tavır

Aydın-Sanatçı Meclisleri

3

Tavır

Görüşler/Öneriler

6

Tavır

Gökyüzünün Yedi Rengi-2 12

İbrahim

14

Sadık Çelik

Belgesel Habercilik

17

Can Dündar

Hangi Çatlı'nın Fikri?

18

Hakan Alak

Yürek Büyüdükçe Korkular Küçülür

20

Nu Jiyan

Özgürlük Türküsü

22

Hasan İzzettin Dinamo

24

Meliha Çobana

25

Barış Yıldırım

26

Pınar Arda

28

Yasemin Özdemir

36

Hayati Azim

38

Tavır

Bir Film: Işıklar Sönmesin 42

Tavır

Ateşin

İşçileri

Zımex'te Çarpar Yüreğim Şeyh Bedreddin

Ayaklanması-3

Mektup Göndermişsin, Aldım

ofset hazırlık: tavır yayınları baskı: gürtaş ofset

ön kapak fotoğrafı: Brian Griffin arka kapak resmi : Helmut Goettl kapak içi fotoğraf: Güler Çelik (FOSEM)

Karaca

Sanatçı, Savaşçı Kadın: Ayçe İdil

Tersine Döndürecek O Çarkı Yürek Gücümüz

duisburg/almanya hagedom str. 15, 47169 duisburg tel:(00 49 203) 40 11 26 abone koşulları (6 aylık) 450.000.-TL (1 yıllık) 900.000.-TL hesap no (TL): 1116-0317930 işbankası ortaköy-istanbul şb. (DM): 1011-3168468 işbankası beyoğlu-istanbul şb.

Merhaba

Röportaj/Mustafa

Altıoklar

Kızılcık Şerbeti

43

Menderes Samancılar

Karikatür

44

Yarın Bizimdir/Nota

45

Grup Yorum

Haber/Yorum

46

Tavır


TAVIR ARALIK 1996

2

MERHABA S a p s a r ı bir ışık s e l i n i n y a t a ğ ı n a set çekip bizi g ü n e ş s i z , h a v a s ı z b ı r a k t ı l a r . T o p l a n d ı l a r . . . K a r a bir b u l u t gibi ç ö k t ü l e r A n a d o l u t o p r a k l a r ı n ı n üzerine. Bereketli tarlalarımızın n u r u n u çekip aldılar; onu kıraç, verimsiz tarlalara çevirdiler. O n l a r d a h a güzel evlerde yaşasın, daha çok yesin, daha çok t ü k e t s i n diye; en güzel ç o c u k l u k g ü n l e r i m i z d e bir b a h ç e d e sırılsıklam terleyerek koşmadık, salıncakta sallanmadık. Soğukta simit, p a z a r d a l i m o n s a t t ı k ; bir t a m i r h a n e d e yağın, p a s ı n , k i r i n içinde tanıdık yaşamı. Gençlik çağımızda yokluğa, yoksulluğa ayak d i r e d i k ; bir l o k m a için k a n ı m ı z ı terimize k a t t ı k . Yoksulluğa ş ü k r e t m e y i d a y a t t ı l a r b i z e . S e k i z i n d e işe g i t t i k , y i r m i s i n d e evlendik, kırkında öldük... O y s a y a n ı b a ş ı m ı z d a y d ı b o l l u k . Ballı ç ö r e k l e r , t a d ı n a d o y u l m a z t u l u m peynirleri ve d a h a nice bereket... U z a n a m ı y o r d u k . H e m e n yanımızda ama çok da uzaktı bize. Ancak onlar lütfettiğinde yiyebilirdik. O z a m a n da aşımıza zehir akıyor, paraya kan bulaşıyor, giydiğimize leke d e ğ i y o r d u . Çul giyer, aç gezer yine de almazdık, harama el uzatmazdık; uzatmadık. Onlar ceplerini halkın paralarıyla doldururken halk aç kaldı, ç o c u ğ u n u o k u t a m a y a n bir b a b a i n t i h a r d a g ö r d ü k u r t u l u ş u n u ; bir ipi d o l a y ı p b o ğ a z ı n a son verdi y a ş a m ı n a . Onlar vatanımızı mahpusa çevirirken ve bu mahpusa ördükleri her tel için ö d ü l l e n d i r i l i r k e n , bizim genç kızlarımız k a r a n l ı k caddelerde bedenini satıyordu; beyaz zehir akıyordu kıpkırmızı, t e r t e m i z k a n ı n d o l a ş t ı ğ ı d a m a r l a r a . H e r g ü n bir y a p r a k s o l u y o r d u insanlık b a h ç e s i n d e , bir yıldız k a y ı y o r d u g ö k y ü z ü n d e n . K ö y l e r i m i z i , o r m a n l a r ı m ı z ı , e v l e r i m i z i a t e ş e , d u m a n a , ise boğdular. D u m a n dağıldığında yanmış, yıkılmış y u r d u m u z u gördük. Şırıl şırıl a k a n d e r e l e r i n h u z u r v e r e n sesini değil a k a n k a n l a r ı n sıcaklığını d u y d u k , sefaleti g ö r d ü k , k u r ş u n yangınını bağrımızda hissettik. Ve isyan ettik! Dağlardan aktı isyanımız; kondulardan, fabrikalardan taştı kentin saraylarına. Şimdi daha da büyüyor; Fuhuşun, uyuşturucunun ve yozluğun, bunca zulmün, baskının ve sefaletin sorumlularını; halkın tepesine çöreklenmiş çeteleri mahkum ediyoruz. Üretimlerimizi özgürce yaratabilmek, sergileyebilmek, d ü ş ü n c e l e r i m i z i özgürce ifade edebilmek için, h a l k ı n a y d ı n l a r ı n ı n ü z e r i n d e bir baskı c e n d e r e s i k u r a n bu çeteleri m a h k u m e d i y o r u z isyanımızla. D ö r d ü n c ü s a y ı m ı z d a h e p i n i z i k u c a k l ı y o r u z . Bir s o n r a k i sayımızda görüşmek dileğiyle...

Dostlukla...


T A V I R ARALIK 1 9 9 6

3

TAVIR

AYDIN VE SANATÇILARIN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ A Y D I N - S A N A T Ç I MECLİSLERİ'DİR

A

ydın-sanatçı kesimin üretim ve faaliyetle­ rinde karşılaştıkları doğrudan ya da do­ laylı engeller; kuşku­ suz sistemin politika­ larından kaynaklan­ maktadır. Düzene bir şekilde muhalif olan her aydın-sa­ natçı yasal ya da keyfi bir zorla ve engellemelerle karşılaşabiliyor. Kültür-sanat kurumlarından mesleki ör­ gütlenmelere kadar pek çok yapı, halk için üretimlerini sağlayacak ko­ şullarda bulunmak yerine, yıllardır iş­ levleri önündeki engelleri aşmak için çırpınmakta, doğal olarak da bu çır­ pınışlar içerisinde boğulmaktalar. Ve gerçek olan şu ki; engellerin büyük­ lüğü karşısında umutsuzluk, yılgınlık ve bunların getirdiği, kişiselliğe ka­ dar varan çekişmeler, ayrışmalar, küskünlükler bugün ön plandadır. Ve daha da ötesi bu gerçeklik, süreç içerisinde sorunları tartışmamaya, hatta giderek düşünmemeye, kafa yormamaya kadar varmıştır. Bu du­ rum yalnızca kültür-sanat örgütlülük­ lerinde değil, zor koşullar, olanaksız­ lıklar içinde üretimlerini devam ettir­ meye çalışan, kendi özgünlükleri

içinde farklı sorunlarla uğraşan sa­ natsal gruplar, topluluklar ve bireyler için de geçerli. Birer dev haline gelmiş ve yıkıl­ maz gibi görünen sorunlarımızı aş­ mak için gösterilecek çabaların, bir araya gelindiğinde daha verimli ola­ cağı inancıyla tartışmaya açtığımız "Aydın-Sanatçı Meclisleri" önerisi; konuyu açtığımız aydınlar ve sanat­ çıların bir çok sorusunu ve kimi kay­ gılarını da gündeme getirdi: "Bu birliğin işleyişi nasıl ola­ cak?", "Her kafadan bir ses çıkacak mı?", "Birey olarak mı gelinecek, ku­ rum olarak mı?", "Kimler çağrılıyor, herkes gelecek mi?", "Şu, şu insan­ lar ne zaman bir soruna sahip çık­ mışlar ki, böylesi bir birliktelikte yeralacaklar?", "Ben, kendi adıma baş­ kalarının konuşacağı bir birliğe kar­ şıyım. ", "Bir görüşe angaje olmuş gir bi görünmek istemiyorum.", "Benzeri birçok örnek yaşandı, ama kısır tar­ tışmalar sonucu dağıldı, aynı olum­ suzlukları yaşamak istemiyorum.", "Bu bir tür dernek m olacak?", "Bu kadar geniş tutulması meclisleri şekilsiz ve işlevsiz kılmaz mı?"... Benzeri bir çok soru ve yaklaşım sıralanabilir. Böylesi yaklaşımların

bir bölümü yukarıda da değindiğimiz umutsuzlukların, yılgınlıkların başka­ larına ve kendine güvensizliklerin, ki­ şisel çekişmelerin getirdiği küskün­ lüklerin kısacası sistemin engelleri­ nin, yasaklarının ve empoze ettiği yoz, çarpık kültür-sanat politikaları­ nın aydın ve sanatçılara yansıması sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ancak her ne olursa olsun bu soruların so­ rulması ve daha da çeşitlenmesi ge­ rektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu so­ rular cevaplanmadan, kimi kaygılar ve tedirginlikler giderilmeden oluşa­ cak bir birlik, daha baştan daralmaya ve işlevsizleşmeye mahkum olacak­ tır. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, tüm bu soruları cevaplayacak, so­ runları çözümleyecek olan da aydın ve sanatçıların kendileridir. "Nasıl bir işleyişken, "Meclisin kime mal olaca­ ğı"na kadar önümüzde duran her so­ ru ve kaygı bu konudaki görüş ye önerilerin zenginliğiyle giderilebilir. Ama daha da önemlisi, aydın ve sa­ natçıların birlik konusundaki istekle­ ri, ısrarları ve samimiyetleridir. An­ cak böylesi bir içtenlik içerisinde ku­ rulacak bir meclisin temelleri sağlam olarak atılabilir, ilkeleri ortak olarak saptanabilir, bir güven oluşturabilir,


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

demokratik bir işleyişe oturabilir. Aydın-Sanatçı Meclisleri'nin oluşturulması için atılacak olan ilk ve en önemli adımın; böylesi bir birlikte­ liğin gerekliliğine inanmak olduğunu düşünüyoruz. Bu gerekliliğe inanç, birliğin gerek oluşum sürecinde, ge­ rekse oluştuktan sonraki süreçte or­ taya çıkacak sorunları aşmada bir yaklaşımı da beraberinde getirecek­ tir. Bugünden öngörülemeyen bir çok sorun çıkabilir karşımıza. Bu so­ runlar sistemden kaynaklı ya da birli­ ğin iç mekanizmalarının oluşması ve oluşan mekanizmaların işleyişinden kaynaklı olabilir. Katılan aydın ve sa­ natçıların dünya görüşlerindeki kimi farklılıklar; günlük yaşam içerisinde, dışarıdan bakıldığında belki fındık kabuğunu bile doldurmayacak kimi küskünlükler, dargınlıklar; belki de halklarımızın kültür-sanat yaşamına ilişkin kalıcı üretimlerde bulunacak­ ken, örneğin ekonomik ve ailevi ne­ denlerden dolayı içine düşülen ticari kaygıların yaratacağı problemler; alı­ nacak kimi kararlarda görüş ve öneri çeşitliliğinin zaman zaman karar al­ manın önünü tıkayacak durumlar ya­ ratabilmesi ve daha aklımıza gele­ meyecek çok çeşitli sorunlar yaşa­ nabilir. Ancak tüm bunlar meclisin önünü tıkayan, gelişmesini engelle­ yen değil tam tersi meclisin gereklili­ ğini ve önemini bir kez daha vurgula­ yan gerçekliklerdir. Çünkü bu sorun­ lar, oluşturulması gereken böylesi bir birlikten önce de vardı, şu anda da yaşanıyor ama çözülemiyor ve aşıla­ mıyor. Ve çözülemediği için de so­ runlar giderek büyüyor, derinleşiyor, altından kalkılamaz hale geliyor. So­ runlar derinleştiği için umutsuzluk hakim oluyor. Umudun olmadığı yer­ de ise çözülme, çürüme başlıyor. Umutsuz kalındığı için halktan ko­ puk, hayatın acı gerçeklerine yaban­ cılaşmış bir aydın-sanatçı tipi çıkıyor ortaya. Ve tabi işlevsiz, üretemeyen, üretse de anlaşılamayan ya da halk­ la arası kopuk olduğu için ona ulaşa­ mayan bir kesim olarak ortada duru­ yor aydınlarımız, sanatçılarımız. Acı ama gerçek olan budur. Aydın ve Sanatçı Meclisleri'nin bu nedenlerle oluşması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü meclis, adı üzerinde tartışma, söz ve karar alma zeminidir. Ortaya çıkacak sorunlar öncelikle olgun, anlayışlı, hoşgörülü,

ısrarlı, inançlı ve emekçi yaklaşım­ larla çözülebilir. Bu ise bir kültürdür; özümüzde var olan ama yok olmaya yüz tutmuş bir kültür. Farklıklarımızla ama bu farklılıkları gölgede bırakacak ortak yanlarımızla biraraya gelmek; hepi­ mizde var olan ama özünde aynı noktada odaklanan sorunlarımızı paylaşmak ve çözümler üretmeye çabalamak; birlikte kararlar alabil­ mek ve alınan kararları hayata geçir­ mek için adımlar atmak, çaba gös­ termek; sorunlarımızı sahiplenmek; yalnız olmadığımızı görebilmek ve belki de en önemlisi özgüvenimize tekrar sahip olabilmek; bunları da demokratik ilkeler ve kurallar çerçe­ vesine oturtabilmek... Tüm bunlar yok edilmek istenen demokrasi kül­ türünün kazanımları olarak ortaya çı­ kacaktır, buna inanıyoruz. Bir Örnek: Gazi Halk Meclisi Meclislerin nasıl bir işleyiş meka­ nizmasına sahip olacağına, o mecli­ sin içerisinde yer alan kişi ve kurum­ ların karar vermesi gerektiğini düşü­ nüyoruz. Ancak bu konuda emekçi halk kesimlerinin, kendi özgünlükleri içinde başlattıkları benzeri çabaların örnek alınabileceğini de düşünüyo­ ruz. Bugün birçok emekçi mahallede halk kesimleri hiçbir siyasal görüş ve inanç farklılığı gözetmeksizin kendi sorunlarına sahip çıkmak için "Halk Meclisleri"nin adımlarını atıyorlar. Özellikle Gazi Mahallesi halkının kendi meclislerini oluşturduklarını görebiliyoruz. Esnafından ev kadını­ na, işçisinden emeklisine kadar ma­ halle halkı tarafından seçilmiş yakla­ şık 140 kişilik bir meclise sahip Gazi Mahallesi. Yıllardır, hatta onyıllardır o mahallede yaşayan, tüm mahalle­ nin tanıdığı, sevip saydığı ve mahal­ lenin sorunları için emek vermeye aday olmuş insanlardan oluşan bir meclis. Kararlar meclis tarafından ve oy çokluğuyla alınıyor. Kendi içlerin­ de komisyonlar oluşturmuşlar; esnaf komisyonu, yerel sorunlar komisyo­ nu, eğitim komisyonu, kadın komis­ yonu, spor komisyonu, hukuk komis­ yonu vs. Ayrıca 5 kişilik bir "sözcü­ lük" kurumu oluşturulmuş; kararları halka ve kamuoyuna, basına duyur­ mak için. Alınan kararlar ise yine meclisin seçtiği bir kurul tarafından organize ediliyor ve hayata geçiril­

mesi sağlanıyor. Meclisin oluşum sürecinden ve oluşturulmasından bugüne kadar dört ya da beş ay geç­ miş olmasına karşın ücretsiz sağlık taraması, yaklaşık 80 yoksul çocu­ ğun sünnet ettirilmesi gibi sonuç alı­ cı kararları hayata geçirmiş Gazi Halk Meclisi. Ayrıca okullardaki eği­ tim sorununa ve öğretmen açığına el atma, okuma-yazma bilmeyen çok sayıda mahalle sakini için okumayazma kursları düzenleme, mahalle içinde giderek artan atari ve bilardo salonlarına karşılık, gençlerin sağlık­ lı yetişmelerine katkıda bulunacak sportif faaliyetlerde bulunma gibi bir dizi de kararlar alınmış durumda. Peki kimler girebiliyor bu meclise? Bu sorunun cevabını da meclisin kendisi veriyor. Mahallede yaşayan ya da işyeri olan, 18 yaşını bitirmiş ve halka karşı suç işlememiş herkes bu meclisin üyesi olabiliyor. Hangi si­ yasi görüşe sahip olursa olsun; ANAPlı'sından Refahlı'sına, DSPli'sinden ÖDPli'sine ve devrimcilere kadar her görüşten insan bu meclis içerisinde yer alabiliyor. Ancak bura­ da meclis bir noktayı önemle vurgu­ luyor. Hiç kimse meclis içerisinde kendi siyasi görüşünü dayatamıyor, propagandasını yapamıyor. Böylesi yaklaşımlara kapalı olduklarını belir­ tiyor meclis. Her kim olursa olsun Gazi'nin sorunlarını sahiplenen ve onun için çıkar gözetmeden emek harcayan herkese açık Gazi Halk Meclisi. Halk Meclisleri konusunda bilgi sahibi olan ve Gazi Halk Meclisi'nin oluşumunu ve gelişmesini izleyen aydın ve sanatçılarımız da coşkulu sözlerle ifade ediyorlar böylesi bir çalışmayı. Bu görüşlerden bir kaç ör­ nek vermek istiyoruz: Ataol Behramoğlu: Demokrasi­ nin en dolaysız şekilde doğrudan doğruya gerçekleşmesinin yolu; top­ lumun bütün fertlerinin çeşitli top­ lumsal temellerde örgütlenmesinden geçmektedir... Halk yararına çalış­ malara zorlanmak için de bu türden dolaysız, birinci elden halk örgütlen­ melerini son derece önemli ve yarar­ lı buluyorum. Öner Yağcı: Çürümüş bir sis­ temde sistemin çürüyen yanlarını halk kendi yöntemleriyle çürümekten kurtarmaya çalışıyor. Bu hem siya­ setin halklaşmasının hem de halkın


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

kendi geleceğine sahip çıkmasının somut örneklerinden biridir. Böylesi girişimlerin çoğalması, siyaseti bir avuç soyguncunun sürdürdüğü bir eylem olmaktan kurtaracaktır. Esat Korkmaz: Onlarla görüşülmeli. Çünkü onların dilinden, onların kafasından insanlara ulaşılması da­ ha etkili ve doğru olacaktır. Halk Meclisi doğrudan demokrasinin uy­ gulandığı bir organ; herkes söz söy­ leyebiliyor ve karar verebiliyor. Bun­ lar da yaşama geçirilebiliyor. İbrahim Karaca: ...edilgen ve tek başına kalmamayı hatırlatıyor bana... Yukarıdan aşağı politikanın hayata yedirilmesi değil, hayatın aşağıdan yukarı örgütlenmesi bura­ da daha anlamlıdır. Halk Meclisleri doğrudan demokrasinin bir adımıdır. Ruhan Mavruk: Bu meclisin bence en önemli özelliği bütünleştiri­ ci olması. Değişik kültürlere mensup insanları bütünleştirmek; sermaye­ nin oyunlarına karşı bilinçli ve güçlü kılar. Bu meclislerde kültürel-sanatsal gelişmeye katkıda bulunmaları için, yaşamın sorumluluğunu taşıyan tüm aydın ve sanatçılara çağrıda bu­ lunuyorum. Cengiz Gündoğdu: Halk, Halk Meclisleri'nde insanın kendini nasıl yönetebileceğini öğrenmeli... öğren­ diğini de öğretmeli. Buna demokrasi bilinci denir. Halk Meclisleri kısır tartışmalarla, kısır kavgalarla heder edilmemeli. Türkiye bu yoldan ay­ dınlığa çıkar. Haluk Gerger:... halka inisiyatif sağlayan her girişim... özünde dev­ rimcidir. Gazi mahallesi özgür İstan­ bul ve giderek özgür Türkiye için halk inisiyatiflerinin geliştiği ilk yer­ lerden biridir. Gazi Halk Meclisi'nin oluşum ve işleyiş seyri ve diğer emekçi mahal­ lelerin bu yöndeki çalışmaları, bir ör­ nek teşkil etmesi açısından daha da detaylandırılabilir. Kendi alanımıza ilişkin bir birlikteliğin nasıl oluşturula­ bileceğine ve işleyiş mekanizmala­ rındaki demokratik ilkelerin nasıl sağlanacağına ilişkin somut bir ör­ nektir Gazi Halk Meclisi. Böylesi bir işleyiş elbetteki alanımızın kendi öz­ günlüğü içerisinde farklılıkları içere­ cektir. Ancak öz olarak sorunlara ve kendi geleceğimize sahip çıkmada, herkesin söz ve karar sahibi olabil­ mesinde, bütünleştirici özelliği ile

5

edilgenliğin ve tek başına kalmama­ nın önüne geçebilmede ve bunların doğal bir yansıması olarak da kültürsanat üretimlerini daha özgür kılabilmede bir olanak olacaktır Aydın ve Sanatçı Meclisleri. Aydın Sanatçı Meclisleri'nin Kapsamı ve İşleyişi Daha önceki yazılarımızda ve bu yazımızın girişinde de vurguladığı­ mız gibi; Aydın-Sanatçı Meclisle­ ri'nin, muhalif olan, üretimlerinin ve halkla bütünleşmesinin önü sistem­ den kaynaklı tıkanan, her kişi ve ku­ ruma açık olması gerektiğini düşü­ nüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, Ay­ dın-Sanatçı Meclisleri'ne katılım en geniş kesimi kapsayabilmelidir. Dü­ zenle işbirliği içinde olmayan tüm ay­ dın ve sanatçılar, meclisin doğal üyesi sayılabilmelidirler. Böylesine geniş bir katılımın meclisi şekilsizleştireceği ve işlevsiz kılacağı kanısında değiliz. Çünkü ya­ şadığımız ülke gerçeğine baktığı­ mızda, böylesi bir genişliğin gereklili­ ği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu genişliğin oluşturulmasındaki en temel nedenlerden birinin,' bugüne kadar egemenlerin aydın ve sanatçı­ lar üzerindeki ekonomik, siyasi, kül­ türel tahakkümüne karşı çıkış olması gerektiğini söyleyebiliriz. Yakın za­ manda Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdapan'a, Grup Yorum'a yönelik bas­ kılar, aslında düzene muhalif tüm ay­ dın ve sanatçıları da kapsamaktadır. Böylesine geniş katılımlı bir meclisin "şekilsiz" olacağı kaygısı, geçmişte yaşadığımız olumsuzluklarımızın, zaaflarımızın bir sonucundan başka ne olabilir ki? Birbirimize böylesine güvensiz ve tahammülsüz olmaya hakkımız olmamalı. Oysa önemli olan; meclis çatısı altında hangimizin ne söylediği değil, birlikte ne düşü­ nüp, ne karar alıp, ne yaptığımız ol­ malıdır. Karşılıklı ikna yöntemi ve ço­ ğunluğun almış olduğu karara uyma­ mız ve o kararı kendi kararımız ola­ rak sahiplenmemiz esas olabilmeli­ dir. Böylesi bir demokratik işleyişe katlanabilir miyiz? Bireysel kaygıları­ mızı ve bencilliklerimizi ön plana çı­ karmadan, birbirimizi bütünleyebilir miyiz? Meclis işleyişi, böylesi sorula­ ra vereceğimiz net cevaplarla bir "demokratik tarz"a oturacaktır. Mecliste yeralmak isteyen bir sa­

natçı örneğin bir kurumun başkanı ya da yöneticisiyse, bu o kişinin ku­ rum adına mecliste yer almasını ge­ rektirmez. Bu konudaki karar o kişi­ nin ya da kurumun iradesine bağlı­ dır. Elbetteki süreç içerisinde o aydın-sanatçının varlığı kurum temsil­ ciliğine dönüşebilir: Bu da meclisin güvenilirliği, işleyişindeki demokra­ tiktik ve istikrarıyla ilgili bir durumdur. Ve önemli bir yan olarak da, mecli­ sin; içerisinde yeralan kurumlar üze­ rinde hükmü olan, o kurumların iç iş­ leyişine müdahale eden, bu noktada bağlayıcı hükümlere varan bir yapı olarak algılanmaması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Tam tersi meclislerin; içerisinde yeralan ku­ rumların sorunlarına ilişkin emek harcayan ve katkı sunan bir oluşum olması gerektiğini düşünüyoruz. Ör­ neğin yazarların, müzisyenlerin telif hakları konusunda ya da sinema emekçilerinin sendikal örgütlenmele­ rinde yapılacak düzenlemelere iliş­ kin çalışmalara, o alana ait olmayan aydın-sanatçılar tarafından da des­ tek verilebilir, oluşturulacak baskı unsurunu güçlendirici bir sahiplenme yaratılabilir. Kuşkusuz, Aydın-Sanatçı Mec­ lisleri'nin oluşturulmasına ilişkin detaylandırılması ve yanıtlanması ge­ reken daha pek çok soru var. Ancak önemli olanın varolan öneri ve dü­ şüncelerin değerlendirilmesi, yeni düşünce ve önerilerle beslenmesi, bu önerilerin, birliği arzulayan ve ina­ nan kişi ve kurumların da önerisi ha­ line gelip ulaşılabilecek aydın ve sa­ natçı kesimlerine götürülmesi oldu­ ğunu düşünüyoruz. Bu, birlik çalış­ malarını hızlandıracak ve giderek de zenginleştirecektir. Alınan kararlara saygılı, kısır tar­ tışmalara düşmeyen ama tartışmak­ tan da kaçınmayan, herkesin söz, karar ve yetki sahibi olabileceği, de­ mokratik bir kazam ma ve mevziye dönüştürülebilecek Aydın-Sanatçı Meclisleri'ni, iddialı ama emek veril­ diğinde başarılabilecek bir birlik ça­ lışması olarak ifade etmek istiyoruz. Bunu başarmak da birbirimize gü­ venmekten ve kenetlenmekten geçi­ yor. İşte bu noktada yoz ve çarpık düzenin, halk kesimlerinden koparıp kendi pisliğine çekmek istediği biz aydın ve sanatçılar, ülkemiz için çok önemli bir işlevi yerine getireceğiz. •


6

TAVIR ARALIK 1 9 9 6

RÖPORTAJ

AYDIN-SANATÇl MECLİSLERİ ÜZERİNE

GÖRÜŞLER VE ÖNERİLER -2füsun erbulak tiyatro sanatçısı-yazar

Aydın-sanatçıların ülkemizde yaşanan sorunlara duyarlı olmak ve kendi sorunlarını sahiplenmek konusunda istekleri olmasına kar­ şın, bu örgütlü bir çabaya dönüş­ müyor. Bunun önündeki engeller sizce nelerdir? Sanıyorum işin niteliğinden kay­ naklanan bir şey bu. Mesela eskiden TİSEN vardı; Tiyatro Oyuncuları Sendikası. Sonra TODER oldu; Ti­ yatro Oyuncuları Derneği. Tiyatro konusunda deneyimim olduğu için o kanaldan yanıtlamaya çalışıyorum. Şimdi insanın oraya aidat ödemesi gerekiyor. Oyuncu işsiz kaldığında , orası size iş bulmadığı için gene siz kendiniz iş buluyorsunuz. Aidat bile ödenmemekte sarfi nazar edili­ yor genelde. İkincisi, gemisini kurta­ ran kaptan gibi insanlar tek tek kendi sorunlarını halletme yoluna gidiyor­ lar. Dolayısıyla da böyle bir örgütlen­ menin bire bir yararı olmadığı düşün­

cesine kapılıyorum. Ancak devrimci bir politika yürütecek de, başka türlü yararları olduğunu düşünücek. İde­ olojik yararları olduğunu düşünücek. Öyle bir durum da yok. Şimdiki tiyat­ rocularda, özellikle şarkıcılarda belki vardır bilmiyorum. Dolayısıyla boş veriliyor. Ya zaman ayrılmıyor, kendi kendilerine okuyorlar ama topyekün bir kültür faaliyetine pek yanaşmıyor­ lar diye düşünüyorum. Çok mutluluk veren bir iş, bire bir olarak yani, sah­ neye çıktığı anda o kadar keyif alıyor ki, oynadığı oyunun niteliği ne olursa olsun işsiz kalmamak en büyük dert oluyor. Dolayısıyla da böyle bir ör­ gütlülüğü kendisine dayatmıyor. Bir işçi sendikasında olduğu gibi ya da bir emekçi olarak para kazanmak için çalışıp tat almadan çalışılan in­ sanlar daha kolay örgütleniyorlar di­ ye düşünüyorum . Bir sendika ya da vakıf örgüt­ lenmesi gibi değil de, tüm sanat dallarını kapsayan, geniş katılım ve ortak duyarlılıklarla gelişebile­ cek bir aydın-sanatçı örgütlenme­ si yaratılamaz mı? inanın ki bilmiyorum. Yani biz öy­ le insanlarız ki, duyarlıyız muhak­ kak... Acıma duygularımız çok geliş­ miş, cenazelerde falan o tabutu kal­ dırabilmek için... işte şimdi de bir ar­ kadaşımız var gene hastanenin bi­ rinde ölüyor (Duygu Ankara). Para yok, pul yok. Hadi Çaman çok duyarlı bir in­ sandır. Hep cenazelerde o konuşur, bütün yükleri o kaldırır, sahnesini açar, ta mezara kadar gider, gelir fi­ lan, öyle bir şeyi var onun. Yani acı­ ma duygusunun ağır bastığı konular­ da yardımlaşırız da onun dışında pek bir ihtiyaç olmuyor herhalde . Özellikle ülke gerçeklerine karşı bir duyarlılık geliştirme anla­ mında böyle oluyor galiba.

Hayır. Hiç öyle birşey yok. İnanın yani kesinlikle yok. Teorik kitapları yutmuş olan insanlar bile eskiden, ya da hala Marksist olan in­ sanlar bile, sosyalizme inanan, ko­ münizmin gelmesini umut eden ve bunun ille geleceğine de bilimsel ola­ rak inanan insanlar dahi bu gereği duymuyor. Sanıyorum çok paraya endeksli olduk. Dolar bazında yaşı­ yoruz. İşin ideolojik yanı ağır basmı­ yor, daha maddeci bir duruma gelin­ di . Allahımız para oldu diye düşünü­ yorum. Mesela Ölüm Orucu sürecinde daha geniş bir aydın-sanatçı kesi­ minin ortak bir şekilde gösterdik­ leri bir tavrı, tepkisi oluşsaydı bel­ ki de ölümler henüz yaşanmadan daha güzel sonuçlar yaratılabilir­ di. Çok çok iyi olur da, lafınızı unut­ mayın gene şöyle bir şeyde inanç­ sızlığımız var bizim. Sanatçılar veya emekçi sanatçılar olarak fazla ciddi­ ye alınmıyoruz. Bir imza kampanya­ sı yapılmıştı, bunu unuttum. O sıra­ da Altan Erbulak'la da görüşülüyor­ du. Altan gidiyordu, geliyordu Anka­ ra'ya. Türkan Şoray'dan İbrahim Tatlıses'e herkes imzalamıştı. Çok fazla bir ilgi, hapishanenin durumlarının iyileştirilmesi ile ilgiliydi yanılmıyor­ sam. Demişti ki; yani hepimizi tutuk­ layabilirlerdi ama stadyum bile yet­ meyecekti. 12 Eylül'den sonra imzalanan Aydınlar Dilekçesi'nden bahsedi­ yorsunuz. Evet. Fakat hiçbir ağırlığı olmadı. Yani bütün sanatçılar, milyonlarca insan bile Avrupa'da belki çok ciddi­ ye alınır, onların bir kararı, bir tepkisi vardır ama bize vızıltı gibi geliyor. Dolayısıyla birey de kendi başını derde soktuğu halde hiçbir işe yara­ mayacağını bildiği için baştan sarfı


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

nazar ediyor. Bu işe ben bulaşmaya­ yım diyor, kenarda kalıyor. Yani Jean Paul Sartre... gibi ağırlığımız yok. Cezayir savaşında Sartre hapise gir­ diğinde savaşı durdurmaya kadar bir etkisi olabildi. Bizde öyle birşey yok. Yani çok fazla bir ağırlığımız ya da bir ciddiye alınırlığımız yok. Kırk yıl­ da bir bizi köşke çağırırlar, bazıları­ mız protesto ederiz, gitmeyiz Cum­ hurbaşkanlığı köşküne o kadar. Ara­ da bir para yardımı yaparlar. Tiyatrolara yapmıyorlar mesela. Yani sana­ tı isteyen bir toplum değil ya da ciddi­ ye alıp saygı duyan bir toplum değil. Biz devlet taralından hasta insanlar olarak değerlendiriliyoruz; bu işi çok seven, çok tasalanan, canını verme­ ye hazır, para kazanmadan bu işi yapmaya hazır bir takım evlekler. Yani Türkiye koşullarında, 20.yy'da ciddiye alınan bir konu değil sanat. Cezaevlerinde birçok yazar ve aydın var. Egemenlerin, gerçekle­ ri ifade eden insanlara karşı gös­ terdiği bu politikaları geriletecek bir birliktelik oluşturulabilir. Hiç bilmiyorum. İnanın ki bilmiyo­ rum. Ben zaten sanıyorum oldukça da yaşlıyım artık. Gerek tiyatro ya­ parken, gerek yazınsal serüvenimi gerçekleştirirken çözüm hiç bir za­ man öneremedim, hiç bir zaman bir çare bulamadım ki. Ancak sergile­ meyi iyi biliyorum, yani durum nedir, saptayabiliyorum, görüyorum. Hatta hep o tip oyunları, o tip romanları se­ viyorum. Ama çözüm?.. Ne yapılabi­ lir, hakikaten bilmiyorum. Çok ka­ ramsarım, yani bir nihilist olacak ka­ dar karamsarım. Biz Aydın-Sanatçı Meclisleri'ni önerirken bu cephe, çok kısa va­ dede, dört dörtlük bir çalışma temposuyla çalışarak sorunları bir anda çözecektir demiyoruz. Ama sanatçıların ve aydınların kendi sorunlarını ele alıp çözüm konusunda ciddi adımlar atabile­ ceği bir birliktelik olmalı diyoruz. Bu düşünce konusunda neler söyleyebilirsiniz? Yani Aydın-Sa­ natçı Meclislerini'ni yaratmak ola­ naksız mı? Şimdi ben çok karamsarım. Bunu böyle yanıtlamak istemezdim. Ama hem iş kolunu çok iyi tanıyorum, hem de bu iş kolundaki insanları çok iyi tanıyorum. Çok bencil insanlar sa­ natçılar. Yani küçük başarılarla çok

çabuk avunabilen, çok çabuk mutlu olan, gezmeye, tozmaya, yemeye, içmeye çok meraklı oldukları için böyle bir cepheyi oluşturabilecekleri­ ne kesinlikle inanmıyorum. Özellikle tiyatroculara. Çünkü zaman bula­ mazlar. Senede bir kere bir toplantı yapsanız gelmezler. Zaten sendika­ larda o ilk günler toplantıya katılma şartı konulur, ancak sonradan üç beş kişiyle yürür. Yani o tip bir örgüt­ lülüğümüz olmadı, olamadı. Niye, bilmiyorum. Bencillikle mi ilgili? Ben kendi derdimi kendim hallederim de orada gidip laga luga dinleyeceğim diye mi, bilmiyorum. Ağızları laf ya­ pan insanlar fakat, dinlemeye alış­ mış insanlar değil. Okurlar ama din­ lemezler. Oynamaya gelmezler, yani çok oldu bunlar. Cepheyle ilgili olma­ yan meselelerde, ideolojik olmayan birşeyde dahi, yani kaç para yevmi­ ye alınacak gibi doğrudan ilgilendi­ ren konularda bile bir arada bulunup da bir güç birliği yapmazlar. Dolayı­ sıyla bu cepheye kim katılır önce saptamak lazım, değil mi? Fransa'da Fransızca ya da İngilizce oyunlar oy­ nuyor. Oradan öbür tarafa turnelere gidiyor, yani kendi başarısıyla o ka­ dar sarhoş ki, solcu olmasına rağ­ men, her çıktığı televizyon progra­ mında Nazım Hikmet'ten şiirler oku­ masına rağmen bu tip birşeyde fay­ dalı olmaz. Onların dışında Ferhan Şensoy geliyor aklıma. Komedilerini daha güzel yazmak, matrak bir film çevirmek gibi şeylerle o kadar meş­ gul ki, iki de çocuğuyla ve günde üç oyun oynuyor. 3-6-9 oynuyor, peri­ şan oluyor zaten, kendine ayıracak zamanı kalmadı. İşte hep burdan gi­ rer burdan çıkar. Ama imza atar, bir bildiri götürseniz meclis konusunda ne diyorsunuz diye, "destekliyoruz" der ama fiili olarak destekleyeceğini sanmıyorum. Zaman yetmez ya da üşenir, sıkılır. İnşallah yanılırım. Kimdir bunu yapabilecek, yani on ki­ şi çıksa, sizin gibi böyle dört tanesi, olacak bu iş, oldu derim. Daha doğ­ rusu o on kişi her an değişir. Bir ay on kişi, bir başka ay başka on kişi, yirmi kişi birden hiç bir zaman ola­ maz. Hep belli süreçler dayattığında bir araya gelmiş sanatçılar. Örne­ ğin 1991 yılındaki emperyalist sa­ vaş döneminde Amerikan Konso­ losluğu'nun önünde "Emperyalist

Savaşa Son" pankartı açılmıştı ama bakıyorsunuz hep dönemsel şeyler bunlar. Ölüm Orucu süre­ cinde sanatçıların bir açlık grevi var. Bunların hepsi birbirinden kopuk. Sine-Sen'in yaptığı bir ba­ sın açıklaması vardı Şanar Yurdatapan'la ilgili. Şanar Yurdatapan'ın başına gelenler bugün her­ kesin yaşadığı, yaşayabileceği bir olay. Ne yapar sahiplenirse? İmza top­ lar, Cumhuriyette imza çıkar, işte başka birşey yapmaz, yapamaz yani somut olarak ne yapılabilir? İsmail Beşikçi'nin, Işık Yurtçu'nun, Şanar Yurdatapan'ın ce­ zaevinde olması insanların vicda­ nında bir rahatsızlık yaratmıyor mu? Çok hayati birşey değil tabii. Oy­ sa şöyle biraz rahatsızlık yaratmalı, yani kendimizi o insanın yerine koya­ rak ya da başka insanlar da olabilir. Bırakalım politik, aslında en insani temelde duyarlılığımız ol­ malı. İşte bunların hepsini ele ala­ bilecek ve çözümler üretecek meclislerimiz mutlaka yaratılmalı diyoruz. Zor da olsa, güçte olsa yaratılmalı. Ö zaman herhalde sayısal olarak çok kısıtlı tutmak lazım. Biraz solcu olan, bilinçti olan insanlar kendilikle­ rinden katılırsa belli bir sayısal ço­ ğalma olabilir. Yani işin başında bu Kültür Cephesi'ni çok geniş tutmak mümkün değildir gibime geliyor. Kimse buna hayır demez. Asgari bir insan sayısı lazım işi götürecek olan, toplanacak olan, basın bildirisi yapa­ cak olan ve hapishaneye ziyarete gi­ decek olan... angaryasını çekecek insan grubu olursa... çok geniş kap­ samlı bir cephe olabileceğini ben pek ümit etmiyorum. Her tarafa bir­ den ulaşmak lazım tabi, mesela dev­ let tiyatrosunun bir sürü kentte şube­ si var, şehir tiyatrosunun burda 5-6 tane tiyatrosu var. Önce onlarla başlansa, sonra şarkıcı grupları... Tek tek şarkıcılar yazarlar nasıl örgütle­ nir? Ne kadar gelirler? Ama cephe ne demektir? Hiç değilse 365 günün 100 gününü oraya verecek insan de­ mektir ya da 50 gününü. Öyle bir in­ san düşünemiyorum ben. Bizce geniş katılımlı olması önemli. Meclis, farklı düşünen in­ sanların ortak kararlar çıkarabildi-


8

TAVIR ARALIK 1996

ği zeminlerdir. Yani farklı düşün­ celerin ifade edildiği, olumlu tar­ tışmaların yaşandığı, çelişkilerin çözüldüğü ve o yabancılaşmanın, kopukluğun giderildiği, sanatçıla­ rın yakınlaşmasının dayanışması­ nın öne çıktığı, güçlendiği zemin­ lerdir. İşte bir başlamak lazım demek ki. Ucundan bir başlamak sonra yaşa­ dıkça görmek. Yani bunun zaten bir reçetesi olabileceğini sanmıyorum. Çok geniş, sayısal olarak çok geniş bir platformda yürüyebileceğini ben sanmıyorum. Yani ben ayda 100 bin lira bile verebileceklerini tahmin et­ miyorum. Disiplinli olarak her ay bı­ rak i milyonu, 100 bin lira dahi ver­ mezler. Ben bile Yazarlar Sendika­ sına iki senedir aidat ödemedim. Güvenmediğim için ödemedim. Gençler öyle değil tabi. Peki şöyle bir sorun yok mu? Yani bugün var olan örgütlülükle­ rin kendi içinde üretememelerin­ den kaynaklanan bir tıkanma yok mu? Kesin, çok doğru. Yani bir gönüllülük ve sahip­ lenme olsa, bir sanatçı orada ara­ dığı ortamı bulabilse sahiplenir ve kendisinden de birşeyler katabilir. Ama Kültür Cephesi'nin bunu sağlıyacağını nereden bile biliyorsu­ nuz? O ortamı bu kadar örgütlü yapı, bu kadar zaman sağlayamamış, bu nasıl sağlanacak? Yani bu örgütlülük büyük bir disiplin işi. Kültür Cephesi'nin, örgütlen­ melerin kendi içindeki sorunları çözmede dolaylı etkileri olabilir. Ama kurumların özel çalışma programına, işleyiş tarzına, anla­ yışına müdahale etmemeli bizce. Belki örnek alınabilecek yanlarıy­ la, tek tek örgütlülüklerde dönü­ şümlere yol açabilir. Bu tip şeyler olabilir. Ayrıca şunu doğru bul­ muyoruz biz. Örneğin bu öneriyi açarken görüştüğümüz arkadaş­ lara hiçbir zaman biz böyle bir cepheyi oluşturuyoruz siz de ge­ lin katılın demedik. Çünkü bu sa­ dece bizim cephemiz değil. Bizim devrimci yaşam tarzımızın getirdi­ ği, doğal olarak gördüğümüz ve hayata geçirdiğimiz şeyler de var. Biz bunları zaten yapıyoruz. Me­ sela Grup Yorum militansı bir ta­ vır gösterir, gider CHP'yi işgal

eder. Bu onun kendi ideolojik yak­ laşımı sonucu ortaya koyduğu si­ yasi tercihiyle ilgilidir. Hapse girer. Bu kendi yaşantısıyla ilgili bir konu. Ama bizim kastettiğimiz, demokratik muhalefetin sanatçı­ lar cephesinden bir parçasını ya­ ratabilmek ve herkesi katabilmek. Kültür Cephesi, ortaya koyacağı tepkilerin yol, yöntem ve araçları­ nı kendi gerçekliğini göz önüne alarak saptar. Bu mümkündür, bir kısmını amaçlıyorsanız bu mümkündür tabi. Sonradan kendi içinde genişleyebilir. Dal budak salar belki. Salmazsa da ne yapalım. Küçücük bir nüve olur.

ruhan mavruk şair

Ülke gerçekleri karşısında ay­ dınların bugüne kadar birlikte ha­ reket edemediğini, kalıcı, sürekli birlikler yaratamadığını görüyo­ ruz. Sizce bunun sebepleri neler­ dir? Aydın ve sanatçıların toplu ola­ rak birarada bulunması mümkün ol­ madı bugüne kadar. Bir korku hakim. Ben şuna inanıyorum. Bugün düşü­ nen her insan, yazıp çizen her insan düşündüğünün tümünü söyleyebil­ men, ifade edebilmeli. Örneğin top­ lumcu, gerçekçi ürün verdim diyenler bile açıkça her düşündüğünü ifade edemiyor. Pek az» ifade edebiliyor. Bu konuda bütün sanatçıları bir ara­

da toplayacak kurumlar yok. Çeşitli sanat merkezleri var. Bunlar da yine kendi içinde kaldı. Önemli olan sol yelpazede değişik düşünceden ay­ dınları, sanatçıları bir arada toplayıp, baskılara tepki açısından bilinçli bir birlik oluşturmaktır. Onların kendi iç­ lerindeki sorunlarına eğilmek... yani bir cephe içerisinde güçlü kalmak gerekli. Bugüne kadar bunun boşlu­ ğu hissedilmiyordu. Partilerin ya da sendikaların kültür sanat komisyon­ ları yeterli olmadı bu konuda. Korku var, kurumsuzluk, ekonomik neden­ ler, Türkiye'de sanatçı olmanın kendi sorunları var. Sanatçıların kendi so­ runlarından yola çıkılırsa çok daha kısa sürede toparlanacağına inanı­ yorum. Aydınlar cephesinden bakı­ lırsa; örneğin ben ünuversitede öğ­ retim görevlisi olarak çalışıyorum, özel olsa da... örneğin bir asistan, bir profesör, bir doçent bir konuda de­ meç vermekten çekiniyor. Çünkü bir yere kadar asistan, konuşabiliyor ama doçent olabilmesi için susması gerekiyor. Bunlar ortada, bilinen şey­ ler. Aydın-Sanatçı Meclisleri'nin kapsamı hakkındaki düşünceleri­ niz nelerdir? Geniş çapta bir yelpazeye yönel­ tilmiş bir çağrıdır bu. Yani bu, birlikte aşılabilir. Çünkü orada özel olan sa­ nat ve kültür insanlarını bir araya toplamak, onların muhalefetini güçlü ve bilinçli kılmak. Biraz emekle şekilleniyor. Bence yüreklilik de çok önemli. Sizce sınır koyulmalı mı? Birkaç kişiyle, yalnızca sosyalist çizgide yazan insanlarla değil de çağrımız geniş bir aydın-sanatçı ala­ nı olmalı. Ama benim burada bir kaygım var. Bunu oluşturacak çekirde­ ğin gerçekten insandan, emekten yana olması. Bu konudaki tavrında açık olmalı. Çekirdek benim için çok önemli. Gerçekten güvenebileceği­ miz inançlı insanlarla, o çekirdekten yola çıkalım. Çağrımız gene o geniş alana olsun. Şunu özelikle vurgulu­ yorum: Popüler kimi sanatçılar az ya da çok o sisteme bir ödün vermişler­ dir. Belki içlerinde tek tük son derece dürüst davranarak yaşamın, düşün­ düklerinin bedelini ödeyerek bir yere gelenler var. Bunlar da zaten baskı­ ların üzerinde yoğunlaştığı insanlar­ dır. Gelsinler... belki o zaman geç-


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

misleri de gelir. Burada bambaşka bir sanatçı olur, bambaşka bir aydın olur. Kesinlikle geniş bir cepheye açık olunmalı ama başlangıç için ha­ kikaten inanan, yürekli ve kalıcı in­ sanlar olması gerekli. Ayrıca sanatçı ve yazarlarla sınırlı kalmamalı. Aka­ demisyenler, meslek odaları... Ben­ ce aydın; aydınlık veren, ışık veren­ dir. Karanlık bir çağda yaşıyoruz, ama ışık tutabilecek insanları biz çağıracağız, yoksa sanatçıyla ya da sadece kitabı yayınlanmış olan dü­ şünürlerle sınırlı kalmamalı. O mec­ lis içinde yavaş yavaş alt birimlerin kurulması, akademik çevreler, Mi­ marlık, Mühendislik Odalar'ı... hepsi­ ne yayılması lazım. Tabi bunlar za­ manla oluşturulacak şeyler. İlk önce çekirdeğin sağlıklı insanlardan oluş­ ması, bunların genele çağrı yapma­ sı, daha sonra onun içinde iş bölü­ mü, kendi içinde komiteler kurularak üniversitelere, odalara da çağrı ya­ pılması. Yani düşünen ama insan­ dan, emekten yana düşünen insan­ ların lokomotif olması. Önderliği ise, en çok emek veren, en büyük yürek­ lilikle katılan belirleyecek. Meclislerin işleyişine ilişkin düşünce ve önerileriniz var mı? Kültür cephesiyle sanat cephesi­ nin ayrı ayrı komisyonları olması, bunların kendi aralarında alt birimle­ ri. Mesela sanatçıların tanıtım, dağı­ tım sorunları, medyaya ulaşma so­ runları, kültür emekçilerinin, kültür insanlarına ulaşma sorunları var. Gazi Mahallesi Halk Meclisi'nde ol­ duğu gibi çeşitli komitelerin kurula­ rak aralarında işbirliği yapılması... Buna katılacak insanların bahane ileri sürmeksizin o komisyonlarda, çalışmalarda düzenli olarak bulun­ ması lazım. Mesela ileride bir dağı­ tım sorununu, bir basım sorununu bu birlik halledebilir. Şimdi için erken ama belki yayınevi oluşturulabilir. Çoğu tiyatro grubu ürünlerini, yapıt­ larını sergilemek için izin alamıyor. Bunlar sağlanabilir. Kültür Merkezileri'nde belirli günler ayrılarak bunun toplantıları yapılabilir. Komitelerin bi­ na sorunu, ekonomik olarak bizlerin aşamayacağı bir sorun olabilir ama elimizde var olan imkanlarla, örneğin OKM'de belirli günler ayrılarak komi­ teler toplanabilir. Komitelerin sağlıklı belirlenmesi önemli. Kesinlikle çok iyi örgütlenmiş komiteler lazım. Hat­

9

ta bunların birarada toplanabileceği bir üst komite. Yani son derece dik­ katle planlanmış bir işleyiş.. Bunun için ilk önce örneğin bir "gece" yapıl­ dıktan sonra radyolarda bir çağrı, açıklama yapılarak, o çekirdek in­ sanların çağrıcağı insanlarla ilk önce küçük toplantılar düzenlenebilir. On­ dan sonra yavaş yavaş katılan in­ sanlarla birlikte büyük toplantılar. Onlarla birlikte en kısa zamanda o komitelerin belirlenmesi. Çünkü iş­ lerliğe geçmezse, sanatçıda her za­ man kaygılar vardır. Tamam duygu­ saldır, coşkuludur, insan hakkı ihlali­ ne karşıdır. Bir yaprak düştüğü za­ man üzülür, bir kedi zehirlendiği za­ man üzülür ama biraz da çabuk te­ dirgin olan, çabuk alınan kesimdir. Bunun üzerinde durmak lazım. Bir an evvel bir varlık göstermek zorun­ dayız. Yani komiteler bir an evvel iş­ lerliğe geçsin, bir an evvel düzenli bir şekilde kurulsun. Hepsinin görevi belli olsun. Yazdığına gerçekten inanan ay­ dınların bu cepheye katılacağına inanıyorum. Ve şu önemli; tüm yüre­ ğiyle, tüm emeğiyle katılmak, bahanesiz olarak. Ne kadar kaçarsak, ne kadar korkarsak sistem zaten poli­ siyle, polisiyle elele mafyasıyla üze­ rimize gelecek. Onun için sanatçı ol­ sun, emekçi olsun, işçi olsun ya da aydın olsun, akademisyen olsun, toplumsal muhalefet koymadan, kaçmanın hiç bir çözümü yok. Ben başarılı olacağına inanıyorum. Kültür Cephesi ve Sanat Cep­ hesi diye birbirinden ayırarak bir nitelemeniz oldu? Çünkü sorunlar farklı, ifade bi­ çimleri farklı. Ama yine de ortak bir komitede birleşiriz. Örneğin onbeş günde bir sanat cephesi, kültür cep­ hesi ayrı olarak toplanıp da ayda bir ya da bir buçuk ayda bir genel komi­ te olarak toplanır. Bunlardan birine katılmış olan diğerine de katılmış olacaktır. Ya da birbirlerini destekle­ yip karşılıklı iletişim şeklinde fikir ile­ teceklerdir. Yani ayrı örgütlenmeler olmalı ama bunlar işbirliği ve fikir alışverişi yapmalı. •

hayati azim yazar

Geçmişten bugüne sanatçıla­ rın ve aydınların birliği konusun­ da birçok çalışma yürütüldü. Bu çabaların sağlıklı bir temele oturmayışı, kısa sürede dağılması, ka­ lıcı bir birlikteliğe dönüştürülememesi konusunda neler söylebilirsiniz? Sanatçıların kalıcı birliktelikleri­ nin oluşmamasını bence önce sa­ natçıların kendi iç dünyalarında ara­ mak lazım. Sanatsal üretimin birey­ sel oluşundan kaynaklıdır bu konu. Sanatçının hem üretiminde hem de insani duyarlılıklarını ha­ rekete geçirmede kolektif bir ça­ lışma sürdürmesinin daha büyük sonuçlar yakalayacağı açık. Bu anlamda tepkisizlik ve örgütsüzlüğün nedenini yalnızca sanatçı­ nın iç dünyasında mı aramak ge­ rekir, yoksa başka nedenleri de olabilir mi? Kolektif çalışmaların bazı önemli örnekleri var kuşkusuz. Ben bunun en güzel örneği Grup Yorum diyece­ ğim. Fakat sanatın yani üretimin yine de bireysel olduğunu düşünüyorum. Yani müzik alanında çalışmalar ko­ lektif çalışmaya taşınıncaya kadar bireysel bir duyarlılıkla üretiliyor. Bel­ ki özellikle bu müzik alanında böyle, belki sinema alanında da... Tiyatro alanında bu böyle ama yazın alanın­ da kolektif bir şey daha zor gibi geli­ yor bana.


10

T A V I R ARALIK 1 9 9 6

O halde sanatçılar insani du­ yarlılıklarını bir araya getirme ve harekete geçme, bir arada ortak bir çalışma yürütme konusunda neden bir araya gelemiyorlar? Ne­ den çekiniyorlar veya uzak duru­ yorlar? Bunun bence birçok nedeni var. Benim sözünü ettiğim neden bunlar­ dan bir tanesi. Bunun yanında tüm sanatçıların bir araya gelmesi gerek­ tiğini düşünüyorum... Her sanatçının farklı sorunları var. Sanat gruplarının sorunları farklı. Bu temelde bütün sanatçıları biraraya toplamak da bence oldukça güç. Örneğin bir res­ sam, bir sinema oyuncusu farklı so­ runları yaşıyor, bir yazar farklı sorun­ ları yaşıyor. Bunun için bu insanları sorunları temelinde bir arada tutmak da oldukça güçleşiyor. Fakat bu so­ runların böyle sürgit yaşanacağını da düşünmüyorum. Farklı sanat dallarında da olsa­ lar, ülke sorunları temelinde yaşa­ dıkları ortak sorunlar yok mu? Bu sorunları çözme anlamında bir araya gelemez mi aydınlar ve sa­ natçılar? İşte bu temelde gelemez değil. Gelmek zorunluluktur adeta. Fakat, öyle şeyler yaşanıyor ki, "ne yapabi­ lirimin cevabını kendi kendine yine­ liyor ve yine ortada yapacak hiç birşey kalmamış gibi bir durum açığa çıkıyor. Bu örgütlülükler nasıl oluştu­ rulabilir? Hangi ilkelerle yürümesi gerekir? Öncelikle sanat bireysel dedik. Fakat genelde yaşadığımız sorunlar birbirinin aynı. Örneğin sanatçının özgür olup olmama sorunu var. Bu sorunu öyle sanıyorum bütün sanat­ çılar duyumsuyordur. Öncelikle, sa­ natçının özgürleşmesi sorununun, her sanatçının kendi beyninde çözül­ mesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi ki ortak sorunlar temelinde de biraraya gelinmeli. Veya işte biraz önce sözünü ettik. Türkiye'de öyle olumsuz gelişmeler yaşanıyor ki, "ne yaparım" sorusunu soruyorsun ve örgütlü değilsen hiçbir şey yapama­ yacağın ortaya çıkıyor. İşte o temel­ de, ortak sorunlar temelinde örgüt­ lenmeler kurulmalı. Yani ülkenin or­ tak sorunları karşısında, "ortak bi­ çimde asgari müştereklerde nasıl birleşebiliriz"in cevabını bulmak ge­

rekli. İdeolojik açıdan birbirinden farklı düşünen ve yaşamı birbirle­ rinden farklı kavrayan birçok in­ san var. Sanatçılar ve aydınlar açısından da böyle. Ortak bir cep­ hede buluşulabilir mi? Siz ne dü­ şünüyorsunuz? Ortaklığı, o cepheyi oluşturan sa­ natçıların bizzat kendileri bulabilir. Ortak hedefi paylaşan sanatçılar, birçok sorunda aynı temelde tepki geliştirmeyi isteyecek, sorun etrafın­ da kenetlenecektir. Sanatçıların, saptadıkları sorunlar üzerinde geliş­ tirdikleri çözüm yolları farklı olabilir. Ancak çok geniş bir mecliste herke­ sin özgür düşünceleri, farklı düşün­ celeri ortak bir çözüm noktasında birleşebilir. Çok farklı sorunlara, fark­ lı öneriler getirebilecek; daha radikal veya daha ılımlı düşünceler ortaya çıkacak. Şimdi bunları bir noktada birleştirmek gerekecek diye düşünü­ yorum. Bu sanırım daha önceki ör­ gütlenmelerde yaşanan bir sorun. Yani biri "biz susarak protesto ede­ lim bu olayı" derken biri "yürüyüş ya­ palım" diyebilir. Onları ortak bir pota­ da bir yerde buluşturmak gerekiyor. Ama bu, şunu da getirmemeli; örne­ ğin bir yerlerde buluşup ortak bir ta­ vır geliştirilebilir. Ama onun ötesinde bunu yeterli görmeyen sanatçılar ay­ rı bir eylemlilikte de bulunabilmelidir. Sonuçları, kazanımları sizce neler olur? Bence bu çok olumlu ve ileri bir adım olur. Demokratik hakları ka­ zanma bağlamında da yani daha zor demokratik hakları genişletme bağ­ lamında da olumluluktur. Baştan da belirttiğim gibi sanatçılar bireysel üretim yapan insanlar ve örgütlülük­ ten de genellikle uzak duran insan­ lar. Bu bağlamda herhangi bir olum­ suzluktan da en kolay etkilenen ke­ sim aynı zamanda diye düşünüyo­ rum. Sanatçıların büyük bir kesimi böyle. Bireysel düşündükleri için, bi­ rey olarak yaşadıkları için en ufak, olumsuz bir gelişmeden bile en fazla etkilenen ve en fazla savrulan kesim. Bu ortak mücadele, bu ortak birlikte­ likler sanatçıların yalnızlık duyguları­ nı da aşmalarının bence bir ön adımı olacak. Öncelikle sanatçılar kendile­ rini sorgulayıp "ben bu Kültür Cephesi'ne ne katabilirim"in cevabını bul­ malı. Bunu bulduktan sonra Kültür

Cephesi'nin işleyişi biraz daha ko­ laylaşacaktır. Görüş ayrılıkları orada oturulur, tartışılır. "Biz şunları şunları yapabiliriz" gibi. Yani herkesin katıla­ cağı, kendini ifade edebileceği bir yapı oluşur. Bu yapıda herkes dü­ şüncesini ifade eder. Farzedelim ki benim düşünceme daha aykırı veya daha aykırı demeyeyim de daha ra­ dikal bir öneri kabul edildi. Bu öyle ol­ du diye ben buradan çekilirsem o şey orada çöker. Yani yarın öbürgün farklı bir düşünce ortaya çıkar. O çe­ kilir, bu yapı burada bozulabilir. Bu­ nun için bu yapıyı, bu cepheyi ayak­ ta tutmak için "ben bu cepheye şunu katabilmeliyim" demeli insanlar ve onu katmaya devam etmeli. Orada ortak bir düşünce ortaya çıkacak. Yani aydınlanmamış insan, o konu­ da bilgilenmemiş insan bir konu hak­ kında oradaki tartışmalarda bilgile­ necek. Orada sıra çözüm önerilerine geldiği zaman birşeyleri göze alma da gündeme gelir. Ne kadar göze alacağı konusunda öneriler, çözüm önerileri getirebilir. Demokratik işle­ yişle gücünün farkına varabilir, birbi­ rine kenetlenebilir ve daha ileri bir aşamayı h e d e f l e y e b i l i r . •

esat korkmaz araştırmacı-yazar

Her insan, herkes karşısında herşeyden sorumlu mudur? Sorumlu ise bu sorumluluğu nasıl tanımlayabiliriz? Tanımlanan sorumluluk herkes için geçerli bir ortak payda mıdır? Herhangi bir insan açısından, ken­ di meslek/uzmanlık alanı dışında bir sorumluluğun doğması ya da doğma-


T A V I R ARALIK

1996

ması, insanlığa bir katkı ya da o yolda bir "eksiklik" olarak ele alınır. Birey kimliğini "örselemek"le birlikte tümden ortadan kaldırmaz. Ama sözgelimi sanatçı için bu so­ run "yakıcı"dır: Çünkü onun kimliğini belirleyen, kendi "uzmanlık" alanı dışı­ na taşan sorumluluğudur. Bir ayakabıcının, bir mühendisin, mühendis ya da ayakabıcı olarak bir sorumluluğu vardır. İyi ayakkabı üret­ mek, iyi proje yapmak gibi. Ancak, baskıdan, işkenceden ya da yargısız infazlardan sorumlu değildir. Herhangi bir insan, bir uzman, herhangi bir insan ya da uzman olarak herkes karşısında herşeyden sorumlu değilse, bir "uzmanlık" olarak algılaya­ bileceğimiz sanatçının sorumluluğu nedir? Bir sanatçının kimliğini onun so­ rumluluğu belirtiyorsa öncelikle bu so­ rumluluğu üreten/yaratan zemini ya­ kalamak gerekir. Genelde "uyumluluk", bir özgürlük olarak algılanır. Öte yandan aynı "uyumluluk", bir insan tipini geleceğe taşıma savıyla öne sürülen, uygula­ maya sokulan kuralların/ilkelerin "den­ gesidir. Uzantısında bu "denge"nin bir ürünü olarak görülen "eşitliğin", "etiğin", "estetiğin" dışa vurumudur. Demek ki, "uyumluluğun" anayasal ya da geleneksel olarak güvence kavuşturulduğu bir toprakta sanatçının işi çok zordur. Çünkü buradaki "uyumlu­ luk", çoğunluğun buyurgan otoritesi­ dir; hemen herşeye egemen olan "gö­ rünmez eli"dir. Bu nedenle "uyumluluğu" götür­ mek için sürekli çalışmak durumunda kalan bir sanatçı anlamsızlığa, hiçliğe düşer. Sanatçı herşeyden önce "uyumlu­ luk" olarak bilince çıkarılan toplumun genel yargısından, örfünden, etiğinden, estetiğinden bambaşka bir bakı­ şa/yaklaşıma sahiptir. Bu bakış/yakla­ şım, "uyumlu" çoğunluğu incitmek, ra­ hatsız etmek, aşağılamak değildir. Bugün azınlık ya da "uyumsuz" gibi gözükeni, yani yarının çoğunluğu ol­ maya aday olanı "çoğaltmanın" biricik ve tek yoludur. Artık günümüzde sanatçıyı güden, sanat yapıtının "orta yerinde" duran buyurgan bir otorite yoktur, olamaz da. Sanatçı açısından "gerçeklik"; farklı bakış/yaklaşımlarla üretilen ve 'toplumsal" olarak algılanan bir bütün­

11

dür. Sanatçı, halka ait olanla koşulsuz ilişki zemininde kendi farklılığını bu "bütün"e katmakla yükümlüdür. İnsanlık sorumluluklarını yüküm­ lenmedi diye bir sanatçıyı belki mah­ kum edemeyiz ama "ben yalnız sanat­ çıyım" demesini yargılayabiliriz. Çün­ kü sanatçı olarak sorumluluklarını bil­ miyor demektir. Kendini bilmemesini kınamak bizim sorumluluğumuz; ama kendini bilen ve bunun gereği bir mü­ cadeleye giren sanatçıyı kınama hak­ kına sahip değiliz. Tam tersine, onu onurlardırmak bizim görevimizdir. Sanatın ve sanatçının tam olarak özümsenemediği koşulda, sanatçının "sorumsuzluğu" yargısı öne çıkar. Bir şeyin estetik sunuluşu, sunulan nes­ nenin izleyenden biraz uzağa konul­ masını gerektirir. Bu durum estetik su­ nuşun, insanı bağlamayan bir sunuş olduğu yanılsamasını ve sanatçının "sorumsuzluğu" algısını besler. Bir estetik yargıya varılabilmesi için temelde iki şey önemlidir: Birincisi; estetiği yaratanın özgürlüğü, ikincisi ise; nesne ile yaratıcının özgürlüğü­ dür. Bu bağlamda estetiği "bir özgürlü­ ğün bir başka özgürlükle ilişkisinin ürünüdür", diye tanımlamak olanaklı­ dır. Bu ürün karşısında beliren beğeni ise nesne karşısında özgürlüğün uyanması, bilince çıkması olarak algı­ lanabilir. Özgürlük seyredilen birşey değil de gerçekten bir "şey" olduğuna göre sanatçı tarafından sanat; kendine öz­ gürlük tanıyan bir başkasının özgürlü­ ğüne başvurularak üretilir. Bu başvur­ ma, değiştirilmesi gereken bir şey ol­ duğu için yapılır. Sanatçı olamayan "biri" özgürlüğü gerçekleştirmek istediğinde; istediği özgürlüğü çiğnemek isteyenlere karşı en azından bir "zor" kullanmak duru­ munda kalır. Sanatçı ise bunun dışın­ dadır: Bir eserin güzel olmasını istiyor­ sa özgürlüğü, zor kullanmadan ses­ lendirmek durumundadır. Gelinen noktada sanatçı sorumlu­ luğunu bir kez daha tanımlayalım: Sa­ natçının, özgürlüğün sürekli tehlikede olduğu koşulda, özgürlüğü belirtme ve ona seslenme görevini üstlenmiş kişi, demektir. Bu koşula girmeyen, böyle bir koşulda yaşamayı yadsıyan sanat­ çı suçludur. Durumu süreklilik kazanır­ sa çok geçmeden sanatçı olmaktan da çıkar. Sanatçının yaşadığı ya da

girdiği koşulda, sanat ürünlerini yargı­ lama özgürlüğü yoksa sanatçı kişi ola­ rak anlamsızlaşır. Demek ki bir sanatçı, her zaman için "insan özgürlüğü"nden sorumlu­ dur. Şunu da vurgulamak gerekir: Sa­ natçı hiç bir zaman, önsüz-sonsuz olarak algılanan bir "iyiliğin", "doğru­ nun" peşinde de olamaz. Çünkü öz­ gürlük somut bir şeydir. Yaşanan an­ da, somut işler içinde somut davranılarak kazanılan bir şeydir Tersi durum­ da, önsüz-sonsuz "iyiliğin", "doğru­ nun" izinde bir toplumun özgürlük adı­ na ezilmesini, barış adına savaşa sü­ rülmesini açıklamakta zorlanırız. Sonuç olarak bir sanatçı, tarihin gi­ dişi yönünde davranır. Değiştirme kaygısının ötesinde yaratılan bir sanat ürünü, kendi özgürlüğünün tadına var­ maktan başka bir anlam taşımaz. Bu durum kendi, "insanı" ile buluşamayan, bu nedenle kimseye yararı do­ kunmayan bir sanatçının çaresizliği­ dir. Bu yüzden sanatçının kendi "insanı"yla buluşmasını engelleyen baskı toplumlarında sanat yoktur. Günümüzde baskının da ötesinde sanatçının kendi "insanıyla buluşma­ sını engelleyen kimi olgular var: Sa­ natçılar büyük çoğunlukla burjuva sı­ nıfından ya da küçük burjuva toplum katlarından çıkıyor. Sanat yapıtların izleyenler de genel de buralardan ge­ len insanlar. Bu sınıfsal zaaf sanatçının, asıl yaratan/üreten toplum kesimine ulaş­ masını engelliyor. Ezen sınıftan ya da ezen sınıfa yardım eden toplum katla­ rından gelen "iyi niyetli" insanlardan başka iletişim kurabildiği "kimseler" yok gibi. Asıl seslenmek istediği kim­ seler sanki kendisine ilgisiz. Durumun çarpıklığı sanatçıyı bü­ yük bir çıkmaza sokuyor. Onun için bir sanatçı, sanat yapıtını gerçekleştire­ bilme özgürlüğünü savunduğunda ço­ ğu kez içi "rahat" değildir. Çünkü sa­ vunduğu özgürlük, özünde kendi öz­ gürlüğüdür. Bugünün sanatçısı, daha boyutlu bir "kurtuluşun" gerçekleştiril­ mesi için sorumlu olduğunu sürekli canlı tutmak zorundadır; bu kurtulu­ şun gerçekleşeceğine yönelik umudu­ nu hiç bir zaman ve koşulda yitirme­ mek durumundadır. Sorumluluğun suçluluğa dönüş­ memesi için gelecek tehlike karşısın­ da susmamalıdır. •


12

TAVIR ARALIK 1996

İBRAHİM KARACA

GÖKYÜZÜNÜN YEDİ RENGİ -2Sordum kendime bir gün: Kimim ben? Herşey bu soruyla başladı Bu soruyla buldum kendimi. Bu soruyla kaybettim Bu soruyla sevdim dünyayı, Bu soruyla dar oldu» dünya bana Buralı değil miydi yoksa sözlerimiz Yine yollara düştük, sürgünüz yine Sırtımızda soytarılar mirasyediler krallar Yüzümüzü ateş yalar Bir de yıllanmış acılar Oysa güzel bir dünyayı selamlamıştık kendi anadilimizle Meydan okuma gibidir belki bu yüzden Ağıtlarımız, vedalarımız bile

Coşkun ırmaklar gibi yaşadık Büyüdük çalı dibinde Göl kıyısında Anayurt sevdasında. Biraz erken, beklenmedik gelse de bazen ölüm, Canımız sağolsun Yola yakın kazın mezarımızı Yorulmasın yoldaşlarımız Bir yanında Fransız'a kurşun atan dedeler Bir yanında öksüz bebeler yatar Ey Diyarbakır! Koca Amed Zindanında yeni yetme ölüler İyi bak şu bilet satan çocuğa Elleri üşümüş, donuyor besbelli Mavi başlığını annesi örmüştür


TAVIR ARALIK 1996

Ayakkabısı çamurlu, ıslak, boyasız Çorabı yok. Bir eli cebinde, avucunda ekmek parası Burnu pancar gibi soğuktan Salya sümük Birazdan otobüs gelecek Bineceğiz Gideceğiz O kalacak Ne dersin şair? Dalıp gitmiş gözlerin Diş gıcırtını duyuyorum Yazmaya başladın bile En yeni şiirini yüzünden okuyorum Farkımız budur belki, kimbilir Sen şiirini yazarsın İçinde insan saklarsın Ben çakarım kibritimi karanlığa O çocuğu düşünürüm Yakamazsam üşürüm Ben vururum saraylara O çocuğu düşünürüm Vuramazsam üşürüm Ben döğüşürüm Ben döğüşürüm a be şair Dolaşırım kuşatmaya Böyle yaz Kuşatılan bir kent değil Ömrümüz. Ne kumsal Ne güneş Ne deniz Temmuz ve biz Direnişteyiz Meyve yüklü bir dal gibi ağır Dala konmuş bir kuş gibi ince, hafif Temmuz ve biz Açlıkla besleniyor kavgamız Ne alınyazısı, ne mide sancısı Ey duvarlar Ey tarih Ey sağır kulaklar

13

Dinleyin ve not edin: Açlığın altmışüçüncü günü Uğurladık Aygün'ü Hey çocuklar Ölümü o kadar hafife aldınız ki Onlar bile şaşırıyor gidişinize Temmuz'da pus iner bu dağlara Bulutlar yağmur devşirir, küf kokar yorganım Gözlerimi kapasam, her yer kırmızı Buz tutuyor kirpiklerim Oysa ne çok nedenim var ağlamak için Lokmasını kanımıza banıyor, geğiriyor yarasa Dilinde bildik besmele Kalın bir sis dolduruyor odamı Bizim buralarda Temmuz Çürütür adamı Geceyarısı bir çığlıkla uyanıyorum, dışarıda köpek ulumaları Tamam diyorum, bir yıldız daha kaydı Sen de mi İdil! Etimi eziyor kemiklerim İşte Berdan, İlginç, Hüseyin, Osman Dile kolay, oniki can Oturmuş bize bakıyor. Anacığım! İçimde bir kan ırmağı akıyor Ey ölüm Ne de çabuk alışıyoruz sana Ne de kolay kanıksıyoruz hiç istemesek bile Ne çok şeyi anlattınız bize Bir siperden yükseliyor türküleriniz Yeniden hatırlıyoruz, Ayışığı gibi doğuyor o soylu düş Anacığım, sar göğsüne Evladından sana miras bu gülüş


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

14

SADIK ÇELİK

HAYATA VE HALKA BAĞLILIK ANDIMIZI TÜRKÜLEŞTİREN SANATÇI, SAVAŞÇI KADIN:

AYÇE İDİL

adın... Ezilen, horla­ nan, ağıtlar yakan, dünyaya gelmesi is­ tenmeyen, geldikten sonra sömürülen, öl­ düğünde cehennem­ lere layık görülen... Kadın... Yüzyıl sa­ vaşları, yıkım, sefalet ve barbarlıkla örselenen, onuru ve namusu kirletil­ meye çalışılan... Kadın... Zalimlerin talan, kan, yağma ve yangın yerinde adalet ve özgürlük için direnen; ana­ yurdunun onuru ve namusunu kendi onuru ve namusu olarak gören, bu uğurda ayağa kalkan, öc alan kahra-

K

manlaşan... Kadın... Kurtuluş sava­ şında; ayın altında, sırtında çocuğu, kağnılara yüklü top ve mermileri cepheye taşıyan ya da bir muharebe sonrası ateş, kan ve dumanlar ara­ sında, evladını, eşini, yakınını ara­ yan ve o büyük ürkütücü sessizliği, yürekleri sarsan ağıtlarıyla yırtan... Kadın... Çukurova'da kızgın toprağı, teriyle sulayan ırgat; toprağın bere­ ketini çalan zorbaya, öfkeyle direnen Irazca... Kadın... Törelerle çevrilmiş kimliklerini, 12 Eylül'ün yasakçı, bas­ kıcı, katliamcı gerçekleri karşısında terk eden, başlarına, umudumuzun karanfil işlemeli başörtülerini takan;

kaybedilen, katledilen, tutsak edilen evlatlarının ve dahası bütün bir hal­ kın onuru, özgürlük çığlığı olan... Ka­ dın... sokaklarda, meydanlarda, kondularda polis joplarına taşlarla karşı koyan... Kadın... Evlatlarının özgür vatan savaşına yaşlı bedenle­ riyle cephane olan; "oruç"a olan "kut­ sal inançlarını, evlatlarının "Ölüm Orucu" direnişiyle birleştiren, ölüme yatan... Kadın... Özürlü bedeninin yarattığı rahatsızlığa rağmen kendi­ ni, insanımızın gelecek kavgasına adayan... Kadın... Erkek yoldaşlarıyla aynı siperde, aynı inanç ve karar­ lılıkla, halkın adalet duygusuna sila-


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

hıyla tercüman olan; can atan, can veren gerilla, komutan... Kadın... Rollerdeki kahramanlıktan gerçek bir halk kahramanlığına uzanan kısa fa­ kat dolu dolu bir ömür... İdil... Anadolu'da Kadın Anadolu'nun mitolojik ve toplum­ sal tarihi incelendiğinde kadın hep en yalın, en gerçekçi anlarda üreten, koruyan, sadakatli, vefakar, savaşçı ve kahraman olarak çıkar karşımı­ za... Kadının özgürleşme serüvenindeki en önemli tarihsel kesit, Şeyh Bedreddin Ayaklanması'nda görülür: "Hakikat Bacıları..." Anadolu kadını­ mızın uyanıklığı, pratik zekası ve öngörücülüğüdür Hakikat Bacıları. Ha­ kikat savaşçılarının eşleri, bacıları olma onurunu, Osmanlı'nın zulmüne karşı yürütülen savaşta, cephe gerisi bütün işleri omuzlayarak ve kılıç ku­ şanarak elde eden Hakikat Bacıları, "Hakikat Erleri"nden hiç de geri kal­ mayacak kahramanlıklar göstermiş­ lerdir. Zalimin zulmüne karşı erke­ ğiyle birlikte kılıç kuşanmış olan, ni­ neleri "Bacıyan-ı Rumlardan devra­ lınan bu savaşçı gelenek; özgür ve kahraman kadınlar kuşağımızın da mayasıdır. Bu maya; 1.Dünya Savaşı'nda işgalci Çarlık Rusya'sının zulmüne karşı kahramanca direnen Nene Ha­ tunla; 1938 Dersim İsyanı'nın ilk ka­ dın komutan ve savaşçıları ve Kürt halkının özgürleşen ilk kadın kahra­ manları Bese (Seyit Rıza'nın eşi) ve Zerife Hanım'la yoğrulmuştur. Yeni Sanatçının Şarkısını Halkın Gerçek Sesiyle Söylemeliyiz Tarihte sömürü ve zulüm varol­ duğu sürece halkın direnişi de varo­ lacaktır. Halkın devrimci sanatçıları ve bitim adamları da bu direnişin içinde ve önünde olacaklardır. Tıpkı kendi tarihsel dönemlerindeki rolle­ riyle sürece damgasını vuran Phrynicehus, Sokrates, Bruno, Şeyh Bed­ reddin, Pir Sultan, Nazım Hikmet, Robson, Curie, Pablo Neruda, Langevin, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Victor Jara ve adını dahi bitmediğimiz bir çok aydın, sanatçı, bilim adamı gibi... Bugün insanlığın kültürel mirası­ na eklenen yeni değerler, gelenek­

15

ler, halkın ve devrimci sanatçıların can bedeli sergiledikleri direnişlerde yaratılıyor. Evet, büyük insanlık da­ vamızın yapı taşlarına, sanatçılar da harç taşımayı sürdürüyor, sürdüre­ cek. Ta ki dünyanın bütün ezilen halkları özgür ve kardeşçe bir haya­ tın baş mimarı olana dek. "Örgütüm al beni Halkımla yeniden yarat" {*) Devrimci sanatçı kişiliği, bir çırpı­ da ulaşılan ya da statükocu bir yak­ laşımla payelendirilen bir kişilik ol­ mayıp tam tersine sanalı bir süreci, yenilenmeyi, gelişmeyi içeren değer­ ler, gelenekler bütünüdür. Bu kişilikte; hayatı ve halkı sıkı sıkıya kucaklayan, ona sürekti bir iv­ me kazandıran devrimci iradenin saf, berrak, yalın kültürü vardır. Dev­ rimci sanatçı kişiliği, entellektüel, ahlaki, sosyal, ruhsal yanlarıyla dev­ rimci kültürümüzün, halk kitleleriyle dolaysız bağlar kurduğu "Yem İn­ san", "Yeni Sanatçı" tipidir.. Bugün devrimci sanatçı kişiliğini, halklarımızın kurtuluş kavgasında yaşamlarını feda eden devrimciler için yazılan bir tiyatro oyununda "Ya­ şamış sayılmaz zaten yurdu için öl­ mesini bilmeyen" diyen Ayşe Gülen'ler, Ayçe İdil'ler temsil ediyor. Devrimci sanatımızın feda kuşa­ ğı olarak da anacağımız bu şehitleri­ miz, devrimci halk kültürümüzün ku­ şaklar boyu yaşatılmasında bir sem­ bol olacaklardır. Bu noktada onları anlamak, onla­ rın sanatçı kişiliklerinde devrimci özü kavramak, Devrimci Halk Kültürümüz'ün yaratılışı ve geleceği açısın­ dan büyük bir önem taşıyor. Yeni bir dünya, yeni bir hayat kurmak için yola çıkanlar, bu dünya ve hayatın bugünden yarına evrilen bütün kültürel yanlarını devrimcileştirmek zorundadırlar. Devrim, bir çırpıda olup biten "kı­ sa bir an" gibi bilinir. Oysa, içinde on­ larca yıla dayalı binlerce küçük dev­ rimler vardır. Bu devrimlerin kültürel boyutu ise; "Yeni insan" dediğimiz halk adamlarıdır. Bunlar; işçiler, köy­ lüler, öğrenciler, memurlar, esnaflar, aydınlar, sanatçılar ve daha birçok katmandan insanlardır. İşte devrimci mücadelede sanat­ çılar bu engin birikim, deney ve de­ ğerlerle donanmış insanlarla, onların yaşamlarıyla doğrudan bağlar kurup,

geleceğin özgür kültür ve sanatını bugünden biçimlendirmek durumun­ dadırlar. Çünkü bu süreç aynı za­ manda devrimci sanatçının halka dönük yaşantısını da biçimlendire­ cektir. Devrimci sanatçı varlık nedeni olan halkın gündelik yaşantısındaki gerçekleri içselleştirmelidir. Onların acılarını, sevinçlerini, aşklarını, umutlarını, geleneksel, yöresel bü­ tün alışkanlıklarını, öfkelerini, otu­ ruşlarını, kalkışlarını, konuşmalarını ve farklı davranış biçimlerini; onun sosyal, kültürel psikolojisini, bu psi­ kolojinin devrimci dönüşüm seyrini izlemeli ve bunları yeniden üretime yani sanatsal yaratıya dönüştürmelidir. Bütün bunları, halkın acılarını kendi acıları, sevinçlerini kendi se­ vinçleri olarak gören sanatçılar yeri­ ne getirebilir. Yani halkla acı çeken, halkla sevinen, halkla umut eden, halkla direnen, halka inanan ve bu inanç uğruna ölmesini bilen sanatçı­ lar... "Dünyayı, Memleketimi ve Seni Seviyorum" adlı oyunda Nazım'ın di­ zelerini oyunlaştıran, oyundaki ger­ çekleri kendi kişiliğinde yaşayan Ay­ şe Gülen böyle bir örnektir. O büyük bir sevgiyle bağlandığı memleketi uğruna ölünebileceğini gösteren, bir sanatçı olarak feda kuşağındaki yeri­ ni böyle kazandı. Evet bu kuşakta yer almak bir kazançtır. Çünkü dev­ rimci sanatçı tipi bu feda kuşağının izleri üzerinde olgunlaşmaktadır. Sanatımız büyük insanlık dava­ mızda halkın kavgasına moral de­ ğerler taşırken, bir misyonu da üstle­ niyor. "Devrimci Halk Küttür Cephe­ si" olarak da tanımlayacağımız bu misyon, sanatçılarımızın öz yaşam­ larında yarattıkları değerlerle halkın kurtuluş umudunu besleyecektir. Sanatçı, Savaşçı Bir Kadın "O, Cesur yürekli bir kadın sanatçıydı Hayata ve halka bağlılık andımızı Ölümüne bir yaşamla yerine getirdi Adı: Ayçe İdil Erkmen'di." Devrimci kültür-sanat kavgamız­ da OKM geleneğinin yarattığı dev­ rimci sanatçı tipinin ilk kuşak temsil­ cilerinden olan İdil, bizlere yalnızca geçmişin güzel anılarında kalan duy­ gular bırakmamıştır. İdil'in devrimci bir sanatçı olarak bıraktığı gerçek


16

T A V I R ARALIK 1 9 9 6

miras, yaşamın bütün güzel, çirkin yanlarını karmaşık ilişki ve çelişkile­ rini, bu ilişki ve çelişki çatışmasından doğan sonuçları, emekten ve halk­ tan yana bir ele alışla yeniden üre­ ten, ürettikçe özgürleşen, özgürleştikçe olgunlaşan sekiz yıllık baskı, yasak, tutsaklık ve can bedeli yarat­ tığımız yeni değerlerdir. "Yaşamış sayılmaz zaten yurdu için ölmesini bilmeyen". Oyuncu İdil'in bu sözlerde yankısını bulan devrimci sanatçı kişiliği, asıl yankısı­ nı tutsaklık koşullarında (Ölüm Oru­ cu Direnişi'nde) şu sözlerinde bulu­ yordu: "Bu direniş kendimi yenileme, yoldaşlık sevgisi, bağlılık, kararlılık ve tarif edilemeyecek birçok duygu ve düşünceyi yaşattı bana..." Ve di­ renişin 68. günü İdil bu sözlerine la­ yık olmayı başardı. "Vatanı için öl­ mesini" bildi. O, kısacık ve bereketli ömrünün en güzel yemişlerini verdi hayata. İdil tarihe "Ölüm Orucu'nda şehit düşen ilk kadın" olma onurunu da ta­ şıdı. O, dünyanın ezilen bütün kadın­ larının gösterebileceği en büyük, en bilinçli özgürleşme eylemlerinden bi­ rinin baş mimarıdır artık. Bu, başta Anadolu ve Ortadoğu kadınları ol­ mak üzere dünyanın bir çok yerinde, anayurtları ve kendi özgürlükleri için savaşan kadınlara yeni bir moral de­ ğer demektir. Bugüne kadar sadece dünyanın başka ülkelerinin kadınlarını örnek alan kadınlarımız, bundan böyle kendi ülkelerinin rengini taşıyan ka­ dın kahramanlarını ve onların temsil ettiği ruhsal iradeyi de örnek alacak­ lardır. Bu örnek, Sabo'dur, Eda'dır, Sibel'dir, Adalettir, Zeynep'tir, Ley­ la'da. İdil, gün gün, hücre hücre öle­ rek yürüttüğü savaşta yenilenmenin, özgürleşmenin sembolü olmuştur. Temmuz '96'da dünya İdillerle sar­ sılmıştır. idil dünya ölçeğinde neredeyse nostaljik bir hatırlama boyutunda ka­ lan özgür kadınlar geleneğine yep­ yeni, dipdiri tarihsel bir boyut kazan­ dırmıştır. İdil'in bir sanatçı oluşu da aynı içerikte apayrı bir değer taşıyor. Baş­ ta devrimci sanatçılarımız olmak üzere, ülkemizdeki bütün aydın ve sanatçılarımıza direnme sembolü olmuştur. Vatan ve halk için direnmeyi çok

geri (örgütsüz ve edilgen) bir hat üzerinde karakterize eden, direnme savaşında halkın gerisine düşmüş olan aydın ve sanatçılarımıza da ye­ ni bir yürek tılsımı taşımıştır. Onların göğüs kafeslerine hapsettikleri vic­ danlarını da harekete geçirmeyi ba­ şarmıştır. Sanatçı ve aydınlarımız bu vicdanı korumalıdır. Bu, başta kendi kişilikleri olmak üzere, üzerinde ya­ şadıkları toprağın halklarına karşı, tarihe karşı zorunlu bir ödevdir. An­ cak bu ödevi de kuytu odalarda de­ ğil, halkın içinde vermelidirler. Çünkü halk, aydın ve sanatçının ana kayna­ ğıdır. Önce bu kaynağı beslemelidir­ ler. Bunu başardıklarında vatan ve halk için direnmenin yanında ölebilmenin erdemini de öğrenmiş olacak­ lardır. Halktan yana olma iddiası bulu­ nan bütün sanatçı ve aydınlarımız, İdil'i tanımalıdır. İdil'i tanımak, onun sanatçı aydın kişiliğini anlamak, bu "ana kaynakla olan bağını kavra­ maktan geçiyor. Bugün Yaşar Kemal'i Yaşar Ke­ mal yapan da bu kaynak değil midir? Ona bu payeyi veren o engin, uçsuz bucaksız topraklar üzerinde yaşayan doğa ve insan; ağaçlar, otlar, börtü böcekler, dereler, yusufçuklar, yalçın kayalıklar, ağalar, ırgatlar... Bilcümle bütün tasfirin kahramanı olan İnce Memed değil midir? Ya bugün... Ne yazıktır ki Yaşar Kemal aynı topraklar üzerinde yaşa­ yan doğayı ve insanı yeni kahraman­ ları ile tasvir edemiyor. İdil ve diğer bütün kahraman, şehitlerimiz bugü­ nün İnce Memed'leri, Irazca Kadınla­ rı'dır. İşte Yaşar Kemal'in bugünkü kaynağı. Benzer şeyler Zülfü Livaneli için de söylenebilir. Ona müzikte saygın bir nitelik, kişilik kazandıran yine aynı kaynak değil midir? Halkın devrimci değerleri, kahramanlıkları değil midir? Ya bugün ne değişmiş­ tir? Halkın devrimci değerleri '80'lerde mi kalmıştır? Hayır. Bugün bu de­ ğerler yeni kahramanlıklarla çok da­ ha ilerilere taşınmıştır. Geride kalan ise Livaneli'nin bilinci ve vicdanıdır. Fakat bugün onu da, Yaşar Kemal'i de heyecanlandıran, bilinçlerinde vicdanlarında deprem yaratan, İdil ve yoldaşlarının kahramanca yarat­ tıkları devrimci değerlerdir. Geçmiş değerler, kahramanlıklar bugün bir nostalji değil, kan, can bedeli yaşa­

yan ve insanlığı derinden etkileyen bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçi­ minde vicdanını dinleyen herkese yer vardır. İdil'in sanatçı, aydın kimliği; özümsediği bu yaşam biçiminin ürü­ nüdür. Orada engin bir halk sevgisi, yoldaş güzelliği vardır. İdil'in devrim­ ci sanat geleneğimizdeki yeri hep bu engin halk sevgisi ve yoldaş güzelliği ile anılacaktır. Bu konuda son sözü İdil'e vere­ lim. 17 Nisan 1992 günü Çiftehavuzlar'da dövüşerek şehit düşen önder kadın kahramanımız Sabo ve diğer kahramanlarımızla aynı gün katledi­ len tiyatro oyuncumuz Ayşe Gülen' e şöyle sesleniyordu: "Bir çocuk neşe­ si ile coşarak çıkıp gittiğin bu odada aldık haberini. Daha kendimizi toparlayamadan senin rolünü paylaş­ tık. Ne kadar da çok istiyordun o ro­ lü oynamayı... Şimdi ise aynı duygu­ larla biz seni oynuyoruz. Hem de Ay­ şe Gülen Halk Sahnesi olarak... Seslerimiz yanındadır, seninledir Ayşe" İşte bizi yarına götürecek değer­ ler İdil'in ağzından bu satırlarda dille­ niyor. Bize kuşaklar boyu yol vere­ cek erdemler Ayşe Gülen'den sonra İdil ile daha da perçinleniyor. Ne mutlu bize ki, bugün ve yarın aynı duygularla nöbeti devralacak yeni Ayşe Gülen'lerimiz, Ayçe İdil'lerimiz var. Çünkü bu kültürü kıskançlıkla koruyan, sahiplenen bir kültür suyu­ nu yudumluyoruz. Çünkü, yeni İdil'­ lere gebe bir geleneğimiz; OKM'miz, AKSM'miz var. Ölür, dirilir ama yeni­ den, yeniden açar kapılarını yoksul­ ların çamurlu ayaklarına. "Bir gün kapımıza vurulan zali­ min mührünü söküp atacağız." de­ miştik. İşte bugün kapılarımız sonu­ na kadar açık. Hergün şehitlerimizin gülüşleriyle, onların coşkuyla yürü­ yen adımlarıyla çıkıyoruz merdiven­ leri. Sahnemizde Ayşe Gülen ve İdil provalarına devam ediyor. Tavır odasında daktilo sesleri arasına ka­ rışan Ayşe Nil'in gülüşleri duyuluyor. Devrimci sanatımız ve onun mili­ tan geleneği yoluna devam ediyor. Gelecek, özgür kadın ve erkek sa­ natçılarımızın, savaşçılarımızın elle­ rinde daha da güzelleşecek. •

(*) Örgütün Gücü/Nihat Behram


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

17

CAN DÜNDAR Gazeteci Can Dündar'la televizyon haberciliği, basında kirlenme ve aydınlarsanatçılar hakkındaki düşünceleri üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi röportaj kalıplarına sokmadan yayınlıyoruz.

"40 Dakika" Programı ve

BELGESEL HABERCİLİK

B

elgesel Habercilik as­ lında çok aşina oldu­ ğumuz bir kavram de­ ğil. Habercilik özellikle son yıllarda daha çok kısa, "hap haber" şek­ linde karşımıza çıktı. O günün sıcaklığı için­ de kameraya ilişen olayları kısaca ekrana getirmek şeklinde anlaşılıyor­ du habercilik. Fakat bu izleyicide bir kafa karışıklığı, ne olup bittiğini tam anlayamama ve olayın daha çok şid­ det, kan gibi televizyonun sevdiği yanlarının öne çıkıp derinlemesine algılanamaması gibi bir sorun yaşatı­ yordu. Biz "40 Dakika" programıyla bunu aşmak istedik. Temelde yap­ mak istediğimiz; "araştırmacı gazete­ cilik" tabir edilen -ama günümüzdeki örnekleriyle bu kavram da kirlendiği için Kullanmaktan çekiniyorum- "de­ rinlemesine haber'de ne olup bittiğini anlamaya çatışan bir habercilikti, Ele aldığımız olayın kısaca tarihçesine girmeden, mazisini bilmeden olayı tam algılayamayacağımızı düşünü­ yorduk. Bir yandan da bugünkü un­ surlarını tümüyle verebilme kaygıları­ nı güdüyorduk. Bütün bunların içinde insan unsurunu es geçmemeye çalı­ şacaktık Bir de bugünden baktığı­ mızda geleceğe dönük bir projeksi­ yon yapabilme imkanını araştıracak­ tık. Bütün bu kaygılar biraraya gelin­ ce, yapmakta olduğumuz belgesel tarzının, habere uyarlama şeklinde olabileceği gibi bir sonuca vardık. Ve şu anda "40 Dakika" programında yapmaya çalıştığımız; gündemdeki bir konuyu ele alıp, bütün günlük ha­ ber bültenlerinin hay huyu içinde, gözden kaçan ayrıntılarını biraraya getirmek, belli bir tarihsel çerçeveye oturtmak, izleyicinin program bittiği zaman, işlenen konuya ait dörtbaşı mamur bilgi sahibi olmasını sağla­

mak. Yani sonuçlar çıkartan ve insan psikolojisi de hakim olsun diye düşü­ nerek yapılmış bir program bu aslın­ da.

Cezaevleriyle ilgili yaptığımız "40 Dakika" programını DGM Savcısı in­ celemeye almış durumda. Bir tahki­ kat sürdürüyor. Ne sonuç vereceğini şu anda kestiremiyoruz. Ama bize yansıyan tepkiler genelde olumluy­ du. Bu programda iyi bir gazetecilik yaptığımıza inanıyoruz. Yeniden ya­ yınlanması yönünde çok talep geldi ama sanıyorum bu tahkikat sürerken öyle bir şansımız olamayacak. Tahki­ katın sonucuna göre belki tekrar dü­ şünülebilir. Basın o kadar kontrol altına girdi, o kadar değişik ilişkilerin içinde olma­ ya başladı ki; bunu gazete manşetle­ rinin günlük değişmelerinden tutun da, televizyon haberlerinin gündemle oynamasına kadar bir çok örnekle hepimiz yaşıyoruz. Böyle kaygan bir zeminde tekerleri sağlam tutabilmek oldukça zor. Bir seyirci koşullanması da var tabi. Ülkedeki genel gerilim, bunun üzerine tekelleşmiş yapıda ve iktidarla iyi ilişkiler içinde olmaya çalı­ şan bir medya gerçeği içerisinde bu­ nu yapmaya çalışıyoruz. Üstelik de rakip arabalar her tür manevrayı ko­ laylıkla yapabilirken. Yani buna gizli kameradan insan hayatının hiçe sa­ yılmasına kadar pek çok unsuru ka­ tarak söyleyebiliriz; böyle pek adil ol­ mayan bir yarış sürdürülürken prog­ ram yapmaya çalışıyoruz. Hem piya­ sada tutunmak, hem haber almak, hem haberi hakkınca iletmek oldukça zor. Ama doğrusu bütün bu "komedi­ ye" rağmen, televizyon izleyecisinin gerçek haberi almak ihtiyacı içinde olduğuna da inanıyorum. Bütün bu kafa karışıklığından sıyrılıp, soğuk­

kanlılıkla ne olup bittiğini anlamaya ve olaya ilişkin işaretler bulmaya çalı­ şıyoruz. Bu bize umut veriyor. Yoksa şu anda televizyon üzerinde at oyna­ tanların mesleki yaklaşımlarına bakıp karamsar olmak için yeterli gerekçe var elimizde. ***** Ülkedeki bütün muhalefet odakla­ rı neredeyse tek tek susturuluyor. Sadece aydınlara, sanatçılara yöne­ lik değil. Bu baskılardan sendikalar da, üniversiteler de, memurlar da pay alıyor. Dolayısıyla sadece aydınlara yönelik bir baskı gibi algılamak ya da göstermek hatalı olur aslında. Fakat bir kısım aydın bu konuda sesini yük­ selttiği için doğrudan hedef durumu­ na geldi. Ve maalesef parlamento, yargı hatta hükümet iktidar karşısın­ da-bu iktidarı hükümetten ayrı olarak kullanıyorum- zaman zaman aciz du­ rumda kaldığı için, sesini yükselten­ ler iyice ön plana çıkıyorlar. (Özellikle medyada ya da sanat-düşünce dün­ yasında sesini yükseltenler). Bir tür muhalefet odağı olarak düşünüyor­ lar. İktidar mücadelesinde en önemli şeyin bilgi olduğu göz önüne alınırsa, bu bilgiyi ortaya çıkarmaya dönük her tür çaba, bir tür cezalandırılıyor. Artık bilim adamının, gazetecinin, düşünü­ rün, sanatçının tarafsızlığı gibi bir söylemden geçip bugünlere geldik. Bugün artık bütün düşünürler, sanat­ çılar, yazarlar taraf olma gereği duy­ maya başladılar. En azından özgür bir ülke ve bir düşünce adına taraf ol­ ma zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu da büyük bir rahatsızlığa neden oluyor. Çünkü bir tür saflaşma yaratı­ yor. Daha çok bunu engellemeye dö­ nük bir çaba olarak görüyorum son dönem baskıları. Ama en azından in­ sanlık tarihi gösteriyor ki, bu baskılar sonuçsuz kalmaya mahkumdur. •


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

18

HARAN ALAK

HANGİ ÇATLI'NIN FİKRİ? özlerini açtı... Bu sabah yine başını yastığından kaldı­ ramıyordu. Yine ye­ dikleri midesine oturmuştu. İçi sanki kaynıyordu. İçkiyi de yemeği de fazla kaçırmıştı. Ağrıdan, sızıdan yerinde duramıyordu. Acıdan kıvranıyordu. Biliyordu böyle zamanlarda yediği her lokma, içtiği her yudum vücudu­ nu harap ederdi ama onca yemeği, tatlıyı, tuzluyu birarada gördümü du­ ramaz atlardı üzerine. Tabağındakileri bitirmekten öteye taşardı yeme hırsı; sağındakinin, solundakinin ta­ bağına uzanmaya başlardı bir müd­ det sonra. Yerdi, yerdi, yerdi... Mide­ si tıka basa dolduğu halde gözü hep açtı. Az sonra sancıdan kıvranacağını bildiği halde tabak tabak yerdi. Tatlıyı, tuzluyu, acıyı birbirine karıştı­ rırdı. Çevresindekilerden çoğu onun bu halini iğrenerek izlerdi. Yalnız bir­ kaç dalkavuk vardı ki çevresinde, ona daha fazla yemesini öğütlüyor, sağlığının çok iyi olduğunu söylüyor­ lardı.

G

Solgun ışıklı, gecekonduların yol boyunca düzensiz dizildiği bu mahal­ lede gecenin karanlığı daha bir alaca söküyordu. Fenersiz sokaklar gece­ leri insanın içini bunaltacak bir ka­ ranlığa gömülüyordu. Kaç kez böyle karanlık vakti gelmişlerdi. Karanlığı besleyen yüzleriyle kapıları kırmış, sürükleye sürükleye götürdükleri in­ sanlarla kayboluvermişlerdi sokağın ucunda. Şimdi yine gelmişlerdi. Yolları üzerindeki evlerin tümünü gözleriyle bir kenara itip sadece birine yöneldiler. Tanıdıkları bir eve, tanıdıkları bi­ rine. Evin kapısına geldiklerinde duraksadılar. Soluklarını tutup cesaret­ lerini gözden geçirdiler. Hazır olduk­ larına inandırdılar kendilerini. Bu sı­ rada perdenin arasından küçücük bir ışık demeti vurdu yüzlerine. Bu kü­ çük hale gözlerindeki tüm cesareti alıp götürdü. Oysa o cesareti topla­ yana dek ne kadar çok uğraşmışlar­ dı. Tekrar toparlandılar; parmaklanın sıkıştırıp, nefeslerini tuttular ve kapı­ yı yumruklamaya başladılar. Açılan kapıdan, bir boğanın arenaya dalışı­ nı resmedercesine daldılar içeri. Kır­

mızı gören, etrafına gözü dönmüş* çesine saldıran azgın bir boğa gibi saldırdılar iki gözlü konduya. Hepsi­ nin biraraya toplandıkları yerde bir sandalye duruyordu; tekerlekli... Sandalyenin üstünde saçları sütü gi­ bi ak bir ana oturuyordu. Yanında, yöresinde dolaştılar bir süre. Tanı­ dıkları bir kokuyu arıyorlardı. Gözleri parlayarak atladı bir tanesi: "Bul­ dum!" dedi. Neyi bulmuştu? Kaybet­ tiğini bulur insan, aradığını bulur. Eliyle koyduğunun yerini unutmaz da lazım olunca almaya gelirse, ona bulmak denmez. Olsa olsa hile de­ nir, yalan denir, komplo denir. Böy­ le haykırdı aksaçlı kadın. Biraz rahatlamıştı. Ağrısı, sızısı yavaş yavaş diniyordu.İlacını almış­ tı. Tüm vücudu rahatlamış, kasları gevşemiş, göz kapaklarına bir ağırlık çökmüştü. Uyudu... Gözlerini kapar kapamaz rüyalar görmeye başladı. Hiç de renkli değil­ di gördükleri. İçiçe geçen karmaşıklaşan şeylerdi, Azerbeycan'a gitti bir ara, orada tankların arasında dola­ nıp kimi, nasıl izlediğini gördü. Kü­ çükken evde bibloları devirirdi. Ne


TAVIR.ARALIK 1 9 9 6

kadar kızardı annesi. Eline geçirdiği ne varsa onunla vurmaya başlardı. Şimdi büyümüştü ama devirme hu­ yundan vazgeçmemişti. Koltuk sa­ hipleriydi gez-göz-arpacığın karşı­ sındaki. Çocukken evdeki fareyi ya­ kalamak için hazırladığı kapanları, büyüyünce nasıl kısanlar için hazır­ ladığını gördü. Kibritle sobayı yakıp ısındığı günlerden, evleri, köyleri, şehirleri, hayvanları yaktığı günleri gördü. Bir bardak suyu şekerle tat­ landırdığı günlerden koskoca deniz­ leri, gölleri zehirle kirlettiği günleri gördü. Terliyordu; rüyası karabasa­ na dönüyordu. Uyanmak istiyordu. Çünkü rüyasındaki deniz kabarıyor, onu yutmaya hazırlanıyordu; yan­ mış, isten kararmış yıkık dökük evler ayağa kalkmış üzerine üzerine geli­ yorlardı. Evlerin pencereleri bir göz olmuş, alev saçıyordu. Uyanmak isti­ yordu. Dün gece sandalyesinden alıp karanlık, izbe bir yere götürdüğü kadın girdi rüyasına. Ak saçlı kadın parmaklarını gözüne sokarcasına zafer işareti yapıyor, susmamacasına konuşuyordu. Kulakları uğulduyor, kadının söylediklerini duyamıyordu. Kan ter içinde uyandı. Bu ka­ dın neler söylüyordu, neden böyle allak bullak olmuştu? Terden sırılsık­ lam olmuştu. Biraz soluklandıktan sonra acıktığını hissetti. Hizmetçile­ rine seslendi. "Ne varsa doldurup getirin" dedi. Tıka basa yiyecekti. Şairin dediği gibi "aksırıncaya, tıksı­ rıncaya kadar" yiyecekti. Aksaçlı kadın yanında dolaşanla­ ra öfkeyle baktı. "Bu komplonuzu da boşa çıkaracağız" sesi tüm binayı çınlattı. Ağzını kapamaya çalıştılar. Kadının söyledikleri ağzını kapatan elin parmaklarının arasından harf Harf çıkıyor, harfler havada yanyana diziliyor ve cümle tamamlanıyordu. "Bu komplonuzu da boşa çıkara­ cağız!" Arabasında buldukları küçük ama pahalı bu tozun; yüzbinlerce genci zehirleyip yaşamını bitiren küçücük beyaz zerrelerden oluşan ve insanoğlunun lanetlediği bu tozun ne işi ne işi olabilirdi ki bu kadının yanın­ da. O evladı gibi sevdiği insanların sararıp solmasına nasıl razı olabilirdi ki? Bir anne, oğluna "al bunu kanına kat" deyip onu zehirleyebilir miydi? Nasıl yapardı bunu?

19

Hem o, damarlarından kanı çeki­ lip, bir köşeye atılan, ardından ağıt­ lar düzülen bir fidan tazeliğindekilerimizin; sorup sorup bulamadıklarımı­ zın, ömrüne duyamadıklarımızın; demir parmaklıklar ardına kapatılan, gün gün erirken zafer nidaları atabi­ len kocaman yüreklilerimizin annesi değil miydi? Evlat acısını ondan iyi kimse hissedemezdi.. Çünkü nerede eline güneşi alıp, gülerek gözünü yu­ man varsa onun evladıydı. Yüzlerce, binlerce kez yaşamıştı evlat acısını. Böyle bir insan hangi gence bu be­ yaz zehirle kıyar da sonra huzurla geçirirdi lokmaları boğazından. Bu zehri üretenlere karşı adım adım dolaşmıştı ülkeyi. Beyaz zehirin saltanatı son bulsun diye gecesi, gündüzü bir olmuştu. Sadece beyaz zehir değildi ki bu topraklarda hüküm süren. Yalan, talan, kan günleriydi yaşanılan. Dayanılmazdı bir köşede beklenerek. O, bir anaydı. Varsın, oğlu, kızı olmasın içerde; varsın dü­ şenlerin arasında olmasındı. Hepsi evladı sayılmaz mıydı? Hepsi "ana diye diye, yar diye diye; savaş diye, aşk diye "düşmemiş miydi yola. Daha dün denecek günlerde kö­ mür karasıyken saçları şimdi pamuk beyazına dönmüştü. Derler ya, "de­ ğirmende ağarmadı bu saçlar" diye. Armutlu'nun yokuşlarında, Sağmal­ cılar'ın kapısında, Galatasaray'da ağardı bu saçlar. İlmek ilmek örülen bir yaşam ağarttı bu saçları. Acılı, kahırlı, sevinçli, kocaman gülücük­ lerle donanmış, sınanmış, dakikası dakikasına onur dolu bir yaşam ağarttı bu saçları. Yemek masası yiyeceklerle donanmıştı. Her zamanki gibi peçetesi­ ni yakasına iliştirip sandalyeye otur­ du. Bu peçeteyi hep takardı ki taba­ ğından, kaşığından dökülenler, yağ­ lar ilişmesin üstüne. Beceremezdi üstüne başına bulaştırmadan yemek yemeyi. Ne kadar titiz davransa bir yerlerden bulaşırdı üstüne yağlar. Yemek masasının üzerine adeta kapandı. Günlerce aç kalmışcasına hırsla yöneldi yemeklere. Rüyasında gördüklerini unutmuştu. Şimdi aklın­ da varsa yoksa yemek vardı. Önün­ deki börek tepsisi boşaldığında, kuy­ tu mahallede yalnız başına yaşayan bir genç elindeki şırıngayı düşürdü. Kolundan ince bir yol gibi kan boşa-

nıyordu. Kuytu mahallede yaşayan gencin gözleri karardı düştü. Yediği börek midesine bir asit gibi saplandı. Ah edenlerin acısıydı midesinde du­ yulan... Umursamaz bir tavırla kuzu etinden yapılmış muhteşem görü­ nüşlü başka bir yemeğe yöneldi. Ta­ bağa çatalı her götürdüğünde bir gencin sırtı, kafası üzerine inip kal­ kan jop darbeleriyle morarıyor, acı dayanılmaz bir hal alıyordu... Sindir­ mek için bir yudum içki aldığında bir köşede bir genç kız kimbilir kaçıncı kez fuhuş için pazarlığa girişiyordu. İçkisi boğazına takıldı. Öksürdü.. İçki dudağının kenarından peçeteyi gör­ mezden gelip gömleğine damladı. Keyfi kaçmıştı ama o yemeye devam etti. İzbe bir karanlığın ortasında ışık saçarcasına oturuyordu aksaçlı ka­ dın. Düşünüyordu... Evlatlarını, acı­ larını, özgürlüğü düşünüyordu. O ye­ meye devam ediyordu. Kapıyı utangaçca tıklatan hiz­ metçiler beklenen misafirlerin yola çıtığını bildirdiler. Gündoğumundan önce varırlardı. Bir yerlerden bir yer­ lere gitmek için bir otomobil yola çık­ mıştı. O yemeye devam ediyordu. Otomobil gidiyor, Aksaçlı kadın bu iğrenç komploya karşı tertemiz bir yaşamı örmeye devam ediyor, o ye­ meğini bitirmeye çalışıyordu. Oto­ mobil yola çıkalı üç saat olmuştu. Yemeğini bitirdi; sinirli sinirli düşün­ dü, neden hala gelmemişlerdi. Kaç gündür onları bekliyordu. Midesi yine ağrımaya, kulaktan çınlamaya baş­ ladı. Beynindeki uğultu bir gürlemeye dönüştü, gözleri karardı. Ve oda­ nın orta yerine kustu. Günlerdir, ay­ lardır yedikleri halının üzerine yığıldı. Ortalığı bir koku sardı; dayanılmaz bir koku, görüntü iğrençti. Midesine söz geçiremiyordu. Bir böğürtü ve yi­ ne ağız dolusu kustu. Artık herşey gözler önündeydi. DEVLET - MAFYA - AŞİRET ÇETESİ! KAZAYLA GELEN BİLMECE! K0NTRGERİLLA TESCİLİ! İŞTE ÇATLININ EROİN ÇETESİ! Aksaçlı kadın elindeki gazeteleri bir kenara bırakıp, düşündü. Araba­ sına konan zehir kimbilir hangi Çatlı'nın fikriydi? •


TAVIR ARALİK 1 9 9 6

20

NU JIYAN

YÜREK BÜYÜDÜKÇE KORKULAR KÜÇÜLÜR

B

aşı önüne düşmüş koşar adım ilerliyordu çatlamış asfaltta, be­ deni küçük, yüreği bü­ yük genç kız. Cadde­ lerde tek tük insanlar bir görünüp bir kaybo­ luyordu. Gök yere doğru hıçkırarak akıyor, kara bulut duvarı, üstten kalın bir tabaka şeklin­ de süzülüyordu. Yağmur demet de­ met düşüyordu; asfalta, kaldırımlara vuruyordu kendini, öldüresiye. Sert rüzgarları yüzüyle yarıyordu genç kız. Acelesi vardı. Giydiği mont su geçiriyordu. Üşüyordu. Güneş kara bulutlarla son boğuş­ masını yapıp günle beraber yuvası­ na dönerken, yağmur yeryüzünde ne varsa boğmak istercesine hızlanmış­ tı. Bu coğrafyada buz gibi bir kış hü­ küm sürer, geceler ise kan tadındadır. Kış ıssızlığını sürüp insanların ayağını kesmişti sokaklardan. Elle­ rinde buz gibi namlularla bazı insan­ lar tekellerine almışlardı caddeleri, sokakları. Yanakları soğuktan gül açmış, esmer, küçük bir kız yanından ge­ çerken, o ekmeğini arayan küçük kızla açlığın en sertini bağrında taşı­ yordu. Hayatı içinde taşıyan bu kız kim bilir hangi zemheriyle boğuşmaya gi­ diyordu. O ise bir dost sofrasına ko­ nuk olacaktı. Dostlarının bulunduğu sokağa girdiğinde yüreği büyük bir sevinçle çarpmaya başlamıştı. Kısa boylu, tombul evler sıra sıra dizilmişlerdi yan yana, üst üste. Baş­ larında şapka gibi duran kiremitten damlar kırık döküktü. Tahta kapılar

yarı baygın bir halde kapı eşiğine tu­ tunmaya çalışıyordu. Köhne, yırtık kaldırımlar upuzun yatıyordu çamur­ lu yolun kenarında. Bacalardan yük­ selen kara duman gökyüzüne doğru sıklaştırıyordu adımlarını. Rüzgar bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu hala. Bahçede tek başına duran yapraksız ağacın beli bükülmüş, ev de yüz yaşında in­ sanlar gibi çökmüştü. Kerpiçler, taş­ lar sarkmıştı her yandan. Sırılsıklam varabilmişti eve. İçerdeki dostları, karla kaplı olan ruhunda ekilmiş güllerdi. Kapıyı büyük bir sevinçle vurdu. Kapı astımlı bir hastanın nefes alışı gibi sesler çıkararak açıldı. Gözler serin bir ıslaklıkla kucak­ laştı. Ardından yüreklerinin tüm sıcaklıklarıyla kucakladılar teker teker birbirini. Yavru bir tay gibi coşuyordu yürekleri. Hayatın kuraklığına su ve­ rircesine akıyordu sevgileri. Diller suskundu, gözler konuşuyordu. Bakışlarında gül yüzlü yarınların tohumu çatlar, boy atıp delikanlı olurdu. Öyle bir dostluktu ki bu, yü­ rekleri kor ateşe düşürürdü. Dost sofrası kuruldu. Zeytinler, ekmekler, çaylar dizildi birer birer sofraya. Göz göze, diz dize oturdu­ lar. Çaydanlık yan tarafta kalın bir ezgi(!) tutturmuştu. Gülüşler yükseliyor sofradan, sert kayaları, buzları eriten sıcak gü­ lüşler. Dışarda herkes kendi içinde yaşarken, ölümler adsız işlenirken, bu küçük sıcacık evde mevsimlerin en renklisi yaşanıyordu. Baharla ku­ caklaşan canlarla birlikte atıyordu çünkü yürekleri. Sazlar çalınır, türküler söylenir, şiirler okunur ardından. Türkülerle birlikte kucak kucak sevgi uçuşur

gökyüzüne doğru. Birleşip dost ses­ lerle ak doruklara konuyordu ezgile­ ri. İşte alaca karanlık Hasreti kıldan ince Sevdası atomdan ağır Bir civan perçemi oturmuş Kepez Dağı'nın boranına Gözleri tenhalaşmış dalgın Gözleri yüreğinin ardına düşmüş Yani sevdası başında Bıraktığı sesi Yangılar çıkartıyor Akçadağ'da(*) Yıldız yıldız parladı gözleri. Gon­ ca güller açtı yüreklerinde. Her bir can, karanlık gecede parlayan ışık seliydi. Mutluluktan yüreği kanatlanı­ yordu genç kızın. Yudum yudum içi­ yordu her mısrayı Umut, sevda, hasret kokuyordu her yan. Zaman akıp gitmişti, gece ömrünün yarısını tüketmişti bile. Şiir tadı kulaklarındayken daha, tahta kapı kırılırcasına vuruldu. Kapı çığlık çığlık ses verdikçe yaşamı boğmaya çalışanların geldiğini anlamışlardı. İlktir anlamını yitirmiş gözlerle genç kızın göz göze geleceği. Elleri dostunun ellerinde birleşti. Yüreğini dayarcasına omuzuna, yanına so­ kuldu. İnsan azmanı daldı ilkin içeri. Sonra hepsi aç kurtlar gibi saldırdı her yana. Az önce paylaştıkları ek­ mek saçıldı hasırın üstüne. Saldırıya uğradı kalem, defter. Boylu boyunca yere serildi okudukları şiir. Sıcacık oda buz kesildi birden. Yürek çarpıntıları tüm vücudunu sarsıyordu. Hangi saz, hangi söz an­ latabilir yüreğinin korkuyla bu ilk tit­ remesini. Ne yapacaklarını düşünürken al­ nında donup kaldı korkuyla yeşeren


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

ilk terler. Cevap bula­ mayan sorular kemiriyordu içini. Sazın bam telinin belini büküp bıraktılar ortalık yerde. Karanlık bakışlarıyla yüklüyor­ lardı her şeyi. Sonra katıp onları namluların ürpertisi­ nin önüne, şiirsel bir yaşamdan alıp içi buz gibi arabalarına doğru götürdüler. Çelikte kaplı olan taşıt onları pençelerinde sıkarak emekleye emekleye ilerliyordu zulmün rahmine doğru. Arabadan izliyor­ du altında uzanan es­ mer geniş yolu. Gece gittikçe daralırken yağmur çoktan bulut­ lara yüklenmiş çekilmişti gökyüzüne doğru. Ay ışığı düşmüştü yeryüzüne. Sarı sarı yapraklar son nefesleri­ ni de verip, uzanmıştı asfalta. Toprağın soluğu ciğerlerine konuyordu. Bulutlar avuç avuç sisi serpmişler dört diyara. Ay ışığı ağaçların ardın­ dan gülümsüyordu. O soluğu ciğer­ lerine konsun diye derin derin emer­ ken toprağı dağlara doğru geçip git­ mişti. Göğe doğru uzanıyordu zulüm yuvası. Minibüsten aldılar, binanın pençelerine attılar onları. Baştan • ayağa karanlık sağnağı altındaydı­ lar. Zulüm kokuyordu her yan. Garip bir titremedir yüreğini kaplamıştı genç kızın. Silahlıydı, jopluydu düşman. O ise cevapsız merak dolusu soruları barındırıyordu içinde. Duvar dibine sıralamışlardı. So­ ğuk birer birer yokluyordu bedenleri­ ni. Adlarını, kimliklerini aldılar. Son­ ra ayrı ayrı hücrelere serptiler. Yal­ nızdı, bir başınaydı, korkuyordu. Hücresinin her yanı pas tutmuştu. Gün ışığından gayrı, acıdan yana her şeye konuk edilmişti bu hücrede. Duvar dibine çöktü. Düşünceleri paniklenmişti. Ne olacak sorusu kalp atışlarını her tarafında hissettiriyor­ du. Yan taraftan bir çığlık fırladı. Tüm koridor boyunca dolaştı ve sustu. Bir

21

kitapta okumuştu. Gördüğü filmleri gözünün önüne getirmeye çalıştı. Dağlar geliyordu aklına. Dersim dağ­ ları, Munzur Çayı... Çok özlediğini hissetti. İçi bin umutla doldu. İlk an­ daki paniği bitmişti. Kendini her şeye hazırlamaya başladı. Yan tarafta bir çığlık daha koptu. Biliyordu artık yeni gelenlerin paniklenmesini sağlamak, telaşlandırmak ve onları psikolojik baskı altında tut­ mak için geçmişten beri izlenen bir taktikti. Hazırdı artık. Uyku seli boşanıyordu gözlerinde, bazen dalıyor, bazen de uyanıyordu. Koridordan gürültüler geliyordu... Kapı sesleri, şakalaşma sesleri geliyordu. Sabah olduğunu anladı. Oturmaktan ayak­ ları uyuşmuştu. Biraz hareket etme­ ye çalıştı. Her yanı kaskatıydı. Kapı bağırarak açıldı. İri yarı biri­ si omuzlarından tutup koridora fırlat­ tı. Küfrediyordu. Saçını koparırcası­ na tutmuştu. Kurtulmaya çalıştı, kur­ tulamadı. Boğazında düğümlendi hıçkırık. Bir odaya soktular onu. Odanın içinde çiğ tutmuştu ışık. Gözlerine yuvarlanıyordu. Bir sandelyeye oturttular. Sorular, sorular, sorular... Yönünü kestiremediği to­ katlar iniyordu yüzüne. Hiç konuşmuyordu. Elle sarkıntı­ lık ediyorlardı. Aşağılamaya çalışı­ yorlardı. Ne acı duyuyor, ne de kor­ kuyordu. Onu başka bir odaya götür­ düler. İfadesini almak istiyorlardı.

Beraber getirdikleri arkadaşları da oradaydı. Gözleri buluştu. Konuşmu­ yorlardı. Ama bir bakış, oranın buz tutmuş koridorunun soğukluğunu aleve çevirmeye yetiyordu. Ellerini kelepçelediler. Arka arka­ ya sıraya dizdiler. Mahkemeye gidi­ yorlardı. Arabaya bindirdiler. Yanına oturmuş arkadaşının ellerine dokun­ du. Omzunu omzuna yasladı. Rüzgar ıslık çalarak geçiyordu camdan. Ağaçlar yazın tozunu sağa sola yalpalayarak, yağmurda yıkanı­ yorlardı. Yüzlerinde bir çok acılı yel taşıyan insanlar, yırtık kaldırımlarda ilerliyordu. Mutluydu. Bu ilk içeri dü­ şüşüydü. Ama şimdi yollardaydı. Mahkeme bir arkadaşları dışında hepsini serbest bırakmıştı. Kendileri­ ni o gece alıp götürenler anlamlı an­ lamlı baş sallıyordu. Umrunda değil­ di. Korkuyu yenmişti bir kez. Sevdiği insanın bir sözü takılmıştı aklına; "İnsan öyle mükemmel bir varlık­ tır ki nerede olursa olsun, uyum sağ­ layamadığı bir ortam yoktur. İster zemherinin içinde, ister akrep iğne­ sinde olsun, tutar soluğunu kıpırda­ maz, inancı yeter ki sağlam olsun, yeter ki sol yanı yıkılmasın". Yürek büyüdükçe korkular küçülüyordu... yürek yürüdükçe, korku kaçacak delik arıyordu. •

(") Savaş Ezgi


22

TAVIR ARALIK 1 9 9 6

HASAN İZZETTİN DİNAMO

ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ Ben, şair olmuşsam, özgürlük, Yalansız riyasız söylüyorum senin aşkından olmuşum. Ben, bacak kadar çocukluğumdan beri Hep sensizliğin yarattığı dayanılmaz serüvenlerin O korkunç ağusuyla dolmuşum. En son türkümde seni söyleyeceğim Bir emperyalist tankı altında şair yüreğim ezilirken Ya da dünyanın en güzel bir sabahında Bir duvar dibinde kurşuna dizilirken. Varsın ondan geri tonton şairler Çember çevire dursun asfaltında şehrin Varsın küçümencik aydınlar "Cennet Bahçesi"nde dondurma yesin.

Eğer sen yenilirsen özgürlük, Elveda artık serbest zamanlar, deniz türküleri, Çevirecek şiirimizin dört bir yanını Gamalı Haç markalı tel örgüleri. Elveda, artık şehrin kaldırımlarında Gülerek, oynayarak yürümek. Elveda, öyleyse elveda bundan geri sen, sevgili yemek.

Ben bu yeryüzünü neyleyeyim Aşksız, arkadaşsız, özgürlüksüz Denizlerin, dağların güzelliğini, Altındağın kekliğini Demir çizmeli hergeleler yerken? Böyle bir zamanda


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

Şairler, neyleyeyim bu şiirleri ben Tahta atlardan, uçurtmalardan sözeden. Boyuna ağlamak geliyorsa içimden Kendi küçük ekmeğimi yitireceğimden değil, Artık, yem giynek, yeni ayakkabı Yeni don, yeni gömlek alamayacağımdan Artık caddelerde sempatik yüzler bulamayacağımdan değil, Daha büyük, daha büyük sorun Ne şair diliyle, ne kuş diliyle, ne tanrı diliyle Ahbaplar, insanca konuşalım Uçurumlarında uyuduğumuz uygarlık Büsbütün yalınayak mı bırakıp bizi göçecek?

Durun, durun hele Bir matara suyumuz daha var içecek, Alnı gelincik çelengiyle süslü Kutsal özgürlük yiğitleri, Sarsarak bir kez daha göğü, yeri Tank-tank, top-top, mermi-mermi Türkü söylemek günü geldi.

Göğsümüzün altında çarptıkça yüreğimiz Savunacağız biz Güneşi, havayı, suyu ve insanı, Savunacağız biz Kalbin öğrettiği en güzel şeyi: VATANI.

23


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

24

MELİHA ÇOBANCI

TERSİNE DÖNDÜRECEK O ÇARKI YÜREK GÜCÜMÜZ oluk kış güneşi vurmuş odaya ve bir ses gezin­ mekte masalar arasında. Anlamsızlığını her hece­ sinde vurgulayan, kulaklar­ da hiçbir iz bırakmayacak, sevdanın ayağa düşürülmüşlüğünün sesidir bu; "Ah sevda vah sevda Böyle yaman sevda..." Yeni bir güne dair bekleyişle dolu gözler, dolaşıyor gazete sütunların­ da; "...'un naaşı kaçırıldı."

S

Koskoca bir ülke burası. Her ka­ rış toprak, zerrelerinde yakılmışlığı, sürülmüşlüğü, gözyaşı ve kanı ba­ rındırır. Kimbilir kaç çığlık delip ge­ çer her geceyi. Kimbilir kaç çocuk vatansızlığa açar gözlerini her gece ve kimbilir kaç insan tadamadan öz­ gürlüğü bir nebze, yiyemeden aşını ağız tadıyla, çekip gider yeryüzün­ den sessiz sedasız... "'... siyaset dinin hizmetindedir. Biz laiklik ve demokrasinin güvence­ siyiz' dedi." Koskoca bir ülke burası. Yemek­ lere tuz misali yalan atılır. Bir soluk fazla yaşamak için su yerine kan içenler, durmadan masallar üretir. Güne göre maske değiştirerek, ya­ lancı, hırsız, namussuz olup iltifata layık görülür. Ve bu ülkenin asıl sa­ hipleridir ki, her gece boğup içlerinde isyan çığlıklarını, susarlar. Belki de susacaklar, ta ki; hep birlikte haykır­ mayı öğrenene dek... Dalıp giden gözler, o sese doğru irkiliyor birden. Aynı berbat tarz, aynı yozluk ve sevdadan tek iz taşımayan aynı pervasızlık, hoyratlık... Her yan­ da gezinen çürümüşlüğün, yüreklere de sızmaya çalışan izdüşümü sanki; "Canısı canısı ömrümün yarısı

Ben senden ayrılmam alnımın yazısı..." Girdi, gölge gibi sessizce odaya. Yüzünden okunuyor hainliği, satılmışlığı. Gözleri felfecir okumakta. Öyle ya; yaranmalı sahibe ki, birkaç kemik kapabilmeli artanlardan. - Gece bekçisi geldi Kemal Bey. - İyi... iyi... Şimdi şöyle yapalım: Sen aşağıdaki camları silersin - ko­ lay iş- o da tuvaletleri temizlesin ve yerleri paspaslasın. Oldu...! - Peki efendim. Gelsin mi? - Çağır, gelsin! "... Finans kurumu açıldı." Koskoca bir ülke burası. Dağı, ta­ şı, kurdu, kuşu, insanlarıyla beraber satılır. Her türlü pisliği hayat felsefe­ si edinenler; ne banka hesaplarını ne de gayrimenkul kayıtlarını şişir­ mekten bıkmazlar. Kimbilir kaç çocu­ ğun geleceğini çalarak, kaç ananın gözyaşlarıyla yaptılar "yollarını" ve kimbilir ne kadar alınterine borçlu­ lar? O zaman pamuğu toplayan el­ lerdeki diken yarası, makinede kalan kolun yarısı ve gece yarıları götürü­ lüp de bilinmez karanlıklarda yitirilen evlatların acısı; koskoca bir yumruk olup ezmez mi dersin, insanlığı beş paraya sayanları... Ve geldin sen! Eller önde bağlan­ mış ama belli biliyor musun, daha önce hiç durmamış öyle. Bir an evvel kopup birbirinden, yanlara salına­ cak; öyle sabırsız, sıkıntılı durmakta. Bellidir, daha önce çok namussuza bildirmiş haddini. Onurunu işletip na­ sırlarına, taş kırmış, kum elemiş, kazma sallamış... O yüzden alışık değil, alışamaz öyle süklüm püklüm durmaya. Ama gel gör ki, açlık zor şey, hele de üç tane ufak çocuk var­ sa. O yüzden bütün şartlar kabul, de­

ğil mi? O yüzden istisnasız her gün bu koca handa, akşam yedi, sabah yedi, tüm gece tek başına ve daha bir sürü iş... Asgari ücret... Kabul de­ ğil mi? "Ne zaman gelecek 'ne iş olsa yaparım' denmeyeceği günler? Bir ömrün, karın tokluğuna tüketilmediği ve alınterinin baş üstünde tutulduğu o günler?" Durup düşünüyorsun, belli. Ve sözde kabuldür evet. Ama yürek çar­ pıyor hızla, lanet ediyor, "haksızlık" diyor. Gözlerde çelik bir ışıltıya dö­ nüşüyor o yürek çarpıntısı ve koca bir haykırış olup hapsediliyor olduğu yere, belli biliyor musun? Çünkü o sı­ nıftansın sen de. Sana bu tuzakları hazırlayanları yerle bir edecek, gü­ lümseyen bir dünyanın müjdecisi olan o sınıftansın. Bu susuş, aynı za­ manda bu yürek gümbürtüsü, bu yüz yanması ve parlayan gözler büyük depremlere gebe. Sen de katacak­ sın, şimdilik boğulup kalan isyan çığ­ lığını o milyonlarca sese ve baharla­ rı gülen çocuklar gibi getirecekler­ densin sen de, belli biliyor musun? Bir bulutlanıp bir açılıyor-soluk kış güneşi. Ve Saatler normalden da­ ha yavaş sanki bu odada. Oysa dı­ şarıda, akıp duran pırıl pırıl bir gün ve daha saat beşbuçuğa ne çok var. O çarkın bir dişlisi bu oda, bu in­ sanlar; masa, daktilo, telefon, herşey, herşey... Denir ki; tersine dön­ dürecek o çarkı bir yürek gücümüz, bir çoğalıp çağlayan sevdamız ve bir de tarihi yazmış alınterimiz... "IMF bütçeyi hayali buldu." Ve yinelenip durmakta, aynı an­ lamsız sözlerle yüklü, aynı düzmece ezgiler... "Geçsede gençlik çağım Boş kalsa da kucağım..." •


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

25

BARIŞ YILDIRIM

ateşin işçileri Ateşin işçileri ve kurtuluşun... bizimle birlikte her sabah yola düşenler, okula giden çocukları selamlayanlar, evlerine yorgun dönen işçilerin komşusu. Her sınıfta bir dostları var, her sokakta bir tane, her vardiyada türkü söylüyor biri bileklerinde ırmaklar gibi gücü öfkenin çalışanlar gecelerden sabahlara kadar ateşi büyütenler... Rüzgarlı günlerde işçi avuçlarında gizlenen kibrit çöplerinden biriktiriyorlar alevi. Yanmış köylerin közlerini katıyorlar yüreklerine ve alev alev kadın ve çocuk gözlerini topluyorlar; -onlar ki baktılar giden yiğitlerin ardından hangi yangın daha hınçlı yanar ki?Ateşin işçileri ve kurtuluşun... Ateşi büyütenler kentin sokaklarında, korkusuz yiğitlere kıymışın, anaları yıllar boyu boşuna bekletmişin, çocukların umudunu çalmışın, metreslerinin koynunda bile uykuya varamayanların çalan her kapının ardında bekledikleri Ateşin işçileri ve kurtuluşun gecenin burçlarında yangın çıkaranlar, alev salanlar namussuzun alın çatına, her sabah bizimle birlikte yola düşenler ve her gece şafak müjdecisi ateşler yakanlar kurt inlerinde.


26

TAVIR ARALIK 1 9 9 6

PINAR ARDA

ZIMEX'TE ÇARPAR YÜREĞİM

1. Tanımadın birtanesi Nazlıcan gelinini. Göçmeden, Güneşe gelin olmadan Nazlıcan Görmek istedi, "Olur da düşersem" dedi; Beni gömün göremediğim Zımex rüyasına! Daldı Nazlıcan gelini, Vuruldu sevdalı yüreğinden. Sonra, onu Zımex'e götürecek ayaklarından, Tutuştu Emirgan yatakları. Tutuştu sevdalı canlar! Zımex'in Nazlı'sı, Sevdalısını aradı son kez Bulacaktı gözleri aradığını "Ben önce düştüm" diyecekti, Birlikte varamadık köyüne, Zımex'e selam söyle!.. Olur ya toprağına karışamaz bedenim, Ruhum saracak Zımex deresini!


TAVIR ARALIK 1996

2.

Göçtü Nazlı gelini... Yakıldı sevdalı oniki canın bedeni, Göğe karıştı, Sardı ovalan, dağları Yakılan oniki canın kokuları. Duydum... Kanlı geçit vermez ellerde Yakılmış bedenleri, Nazlıcan çoktan varmış Zımex Köyü'ne Kucağında mavzeri, Nergis çiçeği gibi. Nazlı şimdi, çoğaltır devrimi Sandık sandık gelin çeyizi. Büyür Emirgan yatağında Kardelen çiçekleri... Zımex hergün yeniden giyinir tüm güzelliğini Bilir, Gelecek Nazlı çiçeğin sevdalısı Haydar. Bilir, Kayalarına kafa tutan sevdalı yiğit gelecektir. 3. Reyhan bakışlı yoldaş, Zımex deresinin coşkun akışında gülüşün Sabahın serinliğinin güne karışması, Sonra alnımızı okşayıp, Bağdaş kurduğumuz soframıza konması, Senin köyün burası. Birlikte öğrendiniz Zımex'le coşmasını, Delice şeyler yapmayı. Sen gideli Zımex sevdalını almış koynuna bekler seni. Yankılanır ağız dolusu kahkahaların kayalarında şimdi. Sarmış Zımex Nazlı gelinin yaralarını suyunda, Çelikleşmiş, çoğalmış Nazlı gelinin sevdası Çaytaşı'nda düşmüş Dokuz yiğit tuzağa,

Dokuz kızıl ok olup sökmüşler şafağı vakitsiz, Dokuz kızıl ok olup hançerleşmişler zebanilerin göğsünde... Bir Kemal varmış Çaytaşı'nda Nazlı'nın yüreği akar Çaytaşı'nda Bir Haydar varmış Çaytaşı'nda Nazlının yüreği volkan olur Dayanır kapılarına Çaytaşı'nın... Haydar göçmüştür, Kimbilir belki yıldızlar ülkesine Belki güneşe. Zımex aynı akıyor Zımex başında uzanmış kayalarını Yıkmak, yoketmek istemiyor Biliyor sevdalı Zımex Haydar'ın sevdalısı Zımex Birgün sevdalı şahanların, Çılgın yolcuların gelip suyuna dalacağını Kayalarına tırmanacağını 4. Sakın ola, sakın ola ha Zımex Kan damlamasın suyuna! Olur da türkülü gecelerine Yas katan çıkarsa Delir Zımex! Hırçınlaş, deli bir dalga ol. Koyma suyuna kirli katilleri Akmasın pislik bağlamış yaralan duruluğuna Gelecekler Zımex Dargın olma n'olur Onlar, Sevdalısı olmaya gittiler başka ülkelerin Serin tut bağrını, Hergün yeniden giyin tüm güzelliğini Bil ki Haydar gelecek. Say ki sevdalısını almaya... Zımex: Dersim merkeze bağlı bir köy adı. Çaytaşı: Dersim-Hozat'a bağlı bir köy adı. Emirgan: Dersim-Ovacık'ta bir bölge adı.


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

28

YASEMİN ÖZDEMİR

ŞEYH BEDREDDİN AYAKLANMASI HAREKETİN rtaçağda kadın in­ san yerine konul­ muyor, neredeyse yok sayılıyordu. Kadına değersiz bir nesneymiş gibi ba­ kıldığı, mal-mülk seviyesinde görül­ düğü koşullarda Bedreddin, Kahire'de Sultan Berkuk tarafından ken­ disine cariye olarak "armağan" edi­ len Cazibe'ye büyük değer verir. Gelenekleşmiş "köle-efendi" ilişkisini reddeder. Çünkü böyle bir ilişkinin içinde yer almak, yani bir insanın Öz­ gürlüğünün sahibi olmak onu rahat­ sız eder. Öylesine ki, özgürlük kav­ ramını tartışmaya, kendisini sorgula­ maya başlar. Bedreddin, Cazibe'ye özgürlüğü­ nü verir. Evlilik ilişkisi saygıya, sevgi­ ye dayalı, birbirine değer veren, bir­ birine yoldaşlık eden insanların ilişki­ sidir. Bedreddin Cazibe'yle görüşle­ rini paylaşacak, onun görüşlerine değer verecektir. Kadının neredeyse insan yerine konulmayışı, Bedreddin'in özgürlük, ve adalet anlayışına uygun değildir. Bedreddin hakkaniyet peşindedir ve

O

-3-

YENİLGİSİ saray ve saltanatın kendi çıkarları­ nın, zorbalık düzenlerinin tayin ettiği ideolojilerini ve kültürlerini de parça­ layarak kendine has bir kültürü şekil­ lendirmeye çalışmıştır. Kurmayı öz­ ledikleri düzenin tohumlarını atmaya başladıkça, yeni toplumun ihtiyaçla­ rına göre şekillenen kültür ve doğallığıyla kadın-erkek ilişkisi de değiş­ miştir. Osmanlı tüm sınıflı toplumlar gibi güce dayalı ve ataerkil bir toplumdur. Ve toplumsal yapıda kadının konu­ mu da buna göre şekillenmiş ve kül­ türe yansımıştır. Ayrıca Osmanlı, toplumsal hu­ zursuzlukları, hoşnutsuzlukları bastı­ rabilmek için kendi ideolojisini ezi­ lenlerin kafalarında da egemen hale getirmiştir. Börklüce Mustafa bu ko­ nuda şöyle diyor: "Beylerin zulmü altında inleyen yoksul, karısının kendisinden de aşağı durumda olduğu düşüncesiyle avutur kendini. Karısını aşağıladıkça avunması artar. Emrindeki yoksul­ lardan bir bölümünü ötekilerden üs­ tün tutmak da beylerin alabildiğine işlerine gelir. Hem sözde üstün tut­ tuklarını hem de ötekilerini boyundu­

ruk altında tutarlar. Kadını erkek kar­ şısında aşağılamak, onlara bu çifte imkanı verir." (Ben de Halimce Bedreddinem, s. 241) Oysa Bedreddin hareketi, kolektif bir toplum yaratmaktadır. "Yarin ya­ nağından gayri, her yerde, her şey­ de, hep beraber" diyebilecekleri bir toplumdur bu. Bu toplumda herkes gücü, yeteneği oranında çalışacak, üretecek, ihtiyaçları oranında da ala­ caktır. Ezen-ezilen ilişkisi yoktur. Do­ layısıyla da asalaklık, özel mülkiyet olmayacaktır. Böyle bir toplumda ka­ dın, emeği ve kişiliğiyle değer taşı­ maktadır. "Hakikat karşısında yalnızca din­ ler ve halklar değil, kadınlar da er­ kekler de eşittir." diyerek ihtilalin ya­ salarını yazmaya başlamışlardır. Tüm emekçiler eşittir ve. kardeştir. Kadın da erkeğin emekçi kardeşidir. Bu yüzden savaş kurulunca kadınlar da erkeklerin yanıbaşında yeralmaktadır. Osmanlının ve binlerce yıllık zor­ balık düzenlerinin anlayışları parça­ lanmakta, savaşın içinde özgürleş­ meye doğru adım atan kadının yete­ nekleri, becerileri ve savaşçı nitelik-


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

leri ortaya çıkmaya, görülmeye baş­ lamaktadır. Kadınlar akıllarıyla nice gün gör­ müş erkeği geride bırakabilmişlerdir. Gerçekte Anadolu kadını uyanıklığı, pratik zekası ve öngörüsüyle kendi­ sini kabul ettirmiş, tüm ezilmişliğine, horlanmışlığına karşın bu üstün özelliğini kuşaktan kuşağa aktarabilmiştir. Ayaklanma içinde kadınlar özgür kişiliklerini yaratmaya başlarlar, ayaklarındaki zinciri kırmış, özgürlük yolunda erkek yoldaşlarıyla omuz omuza yürümeye başlamışlardır. Bu yürüyüşte giderek özgürleşecek, dü­ zenin üzerlerine çöken kültüründen, alışkanlıklarından kurtulacak ve öz­ güven kazanacaklardır. Bu, yürüyüş­ lerini hızlandıracak, savaş onlardaki mücadeleci kahraman kişiliği ortaya çıkaracaktır. "Hakikat Savaşçıları'nın eşleri, bacıları, yaptıkları bir toplantıda sa­ vaşa destek olacak tüm cephe gerisi işlerini üzerlerine almalarının yanı sı­ ra, eli silah tutabilecek kadınların tıp­ kı nineleri Bacıyan-ı Rum örneğinde olduğu gibi kılıç kuşanıp erkek yol­ daşlarıyla omuz omuza savaşmaları kararını almışlardır. Artık kadınların halkların özgürlük savaşında yer al­ ma tutkuları dizginlenemez durum­ dadır. Savaşa katılmak için kendileri ısrar etmektedir. "Hakikat Bacıları" kılıç kuşanmış "Bacılar Başı" adıyla kendilerine has komutanlık kurum­ laşmalarını yaratmış, "Hakikat Erleri'nden geri kalmayacak kahraman­ lıklar göstermişlerdir. Kadınlarda savaşçı kişilik öylesi­ ne içselleşmiştir ki, bir toplantıya çağrılmamalarını yanlış yorumlayıp Börklüce'nin karşısına dikilmişlerdir. "Bizden, bacılarınızdan ne isti­ yorsunuz siz? Beylerin zamanında olduğu gibi, ocakbaşında aş pişire­ rek ya da beşik sallayarak sizlerin bi­ zim yazgımızı belirlemenizi bekle­ memizi mi? Yoksa, içi boş kelleriniz artık omuzlarınızın üzerinde durmaz olduğu zaman sizin yüzünüzden beylerin zulmüne, aşağılamalarına, tutsaklıklara yeniden katlanmamızı mı? Hayır! Geçti artık bunlar! Biz bu kılıçları boşuna kuşanmadık, haberi­ niz olsun." (A.g.e., s. 272-273) der­ ken kararlı, cesaretli ve inançlıydılar. Anadolu kadını tutsaklık zincirle­ rini koparmış, silahını kuşanmış sa­

vaşta yerini almıştır. HAKİKAT SAVAŞI VE ÖNDERLER "... Duyduk ki; cümle derdinden kurtulup piri pak olsun diye on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, ağalar topyekün kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkar beylerinin timar-ı zeameti." Eşitlik ve Kardeşlik İçin Kahramanca Savaştılar Bedreddin yiğitleri ayaklanmanın ilk aşaması başarıya ulaştıktan son­ ra özgür topraklardaki örgütlenmeye paralel olarak bir taraftan da hızla halkı silahlandırmaya başladılar. Çünkü, Edirne günlerinden Bedreddin'in çıkardığı en büyük ders, iktidar olmanın güç olmaktan geçtiği idi. Ayaklanma başladıktan sonra yerleşim bölgelerinde bulunan kolluk güçleri, mültezimler, bey adamları kovulurken bir bölümü cezalandırılıp silahlarına el konuluyordu. Diğer yandan da ahilerin öncülüğünde ör­ gütlenen gruplar ile bütün halkı silah­ landırmak için yeni atelyeler açılıyor­ du. Çünkü daha ayaklanma başla­ madan biliyorlardı ki egemen, iktida­ rının etinden kaydığını gördüğünde amansız bir şekilde saldıracak ve ayaklanmayı ezmeye çalışacaktı. Bunun için silahlanmak, amansız bir kavga için hazırlıklı olmak gerekiyor­ du. Ayaklanmanın başarıya ulaştığı ilk bölge olan Aydın-Karaburun civa­ rında ayaklanmanın ilk günlerinde, adalardaki Bedreddin taraftarları ile kurulan ilişkiler sonucu bol miktarda silah sağlandı. İki gemi dolusu aybaltası, el yapımı kalkanlar, kısa kılıçlar, kundaklı oklar, mancınık vb. silahlar­ dan oluşan silah sevkiyatı yapıldı. Buralardan getirilmiş silah örnekle­ riyle Karaburun'da, Akdağ'dan geti­ rilmiş cevheri işleyen demirci işlikleri açılıp, kılıç, kargı, aybaltaları, tem­ renler yapılarak yaygın bir şekilde si­ lahlanıldı. Bölgedeki bütün silahlı bir­ likler, müfrezeler şeklinde örgütlene­ rek atlı ve yaya olarak konumlandırılmıştı. Ayrıca sakız teknesinden ve beşyüz savaşçıdan oluşan bir deniz gücü oluşturulmuştu. Manisa yöresindeyse Karabu­

run'da olduğu gibi demirci ahilerinin öncülüğünde gruplar oluşturuluyor, işlikler açılarak fırınlar kuruluyordu. Buralarda kılıç, teber, gürz ve kalkan yapılırken köylülerin hem savaşlarda hem de hasatta kullanabilecekleri orak ve tırpan üretilmekteydi. Manisa'da ayaklanma başladığı zaman beylerin adamlarının elindeki silahlara el konulmuş ve Yahudi ma­ hallesinden de beşyüz kadar Yahudi silahlı bir şekilde Bedreddin kuvvet­ lerine katılmışlardı. Buradaki silahlı güçler de ahilerden, yoksul köylüler­ den oluşan müfrezeler şeklinde ör­ gütlenmişlerdi. Daha sonraları başta Hakikat Sa­ vaşçıları olmak üzere, hak düzenin kurulduğu yerdeki bütün halk, Os­ manlı'ya başkaldırdıklarında savaşın soluğunu hissetmeleriyle birlikte si­ lahla içli dışlı olmuşlardır. Üretimde de kullanılan türlü silahlar (orak, tır­ pan, çekiç vb.) yapan savaşçılar, eğitim faaliyeti içinde silahla bütünle­ şirler. Savaşta her şeyin bir silah ola­ bileceği gerçeği Hakikat Savaşı'nda bir kez daha görülür. Bedreddin ayaklanması birçok hazırlık evresinden geçerek açık ça­ tışma, savaş aşamasına kadar gel­ miştir. Savaşın kendisine has eğitici­ liği, öğreticiliği bir kez daha kendisini gösterir. Bazen uzun yıllar boyunca öğrenilecek, kavranılacak şeyler, sı­ cak savaşın kızgın pratiği içinde bir­ kaç ay hatta birkaç haftaya sığdırılmıştır. Savaşan güçlerin kendilerine ait adaletleri, kuralları ve kültürleri, sa­ vaşın içinde çok daha çıplak bir bi­ çimde ortaya çıkar. Savaş, Bedred­ din yiğitlerinin düşmanla ve onun ideolojisiyle aralarındaki çizgiyi kalınlaştırır. Düşman boş durmaz, çok geç­ meden hakikat düzeninin kurulduğu Batı Anadolu'ya yönelik saldırılarına başlar. İlkin İzmir Beyi'ne bağlı bir bölük asker Aydın yöresine saldırıya ge­ çer. Torlak Kemal yapılacak saldırıyı önceden öğrenir ve Agamemnon Geçiti'nde düşmana pusu kurar. Düşman geçitte karşılanacaktır. Yö­ reyi iyi bilen köylüler pusu kurmada Torlak Kemal ve savaşçılarına yar­ dım ederler. Torlak Kemal, askerler kalabalıksa geçitten geçmelerine izin vermeyi düşünmektedir. Sayıları


30

TAVIR ARALIK 1 9 9 6

azsa kendisi saldıracak, çoksa geçi­ din arasında sıkıştıracak ve yok ede­ cektir. Fakat gelen askerlerin fazla kala­ balık olmadıklarını anlayınca asker­ lere propaganda yapar. Yanlış yerde savaştıklarını, kendi kardeşlerine kı­ lıç çektiklerini söyleyerek etkilemeye çalışır. Askerler Torlak Kemal'in üs-, tüne saldırırlar ama aynı anda pusu­ dan karşılık alınca dağılırlar. Topar­ lanmadan yeni bir baskına uğrarlar. Geçit tümden tutulmuştur. Ve Torlak Kemal yeniden askerlerin komutanı Bölükbaşı'ya seslenir, teslim olmala­ rını söyler. Bölükbaşı kurnazdır, Tor­ lak Kemal'i tuzağa düşürmeye, kaç kişi olduklarını öğrenmeye çalışır. Torlak Kemal tuzağa düşmez ve ge­ reken yanıtı verir. Ve yeniden propa­ ganda yapmaya başlar. İnsanların mutluluğu için savaştıklarını anlatır ve saflarına çağırır. Bölükbaşı teslim olmaz bundan dolayı öldürülür. Askerlerse Hakikat Savaşçıları'nın saf­ larına geçerler. Ege'deki bu gelişmeler, yöre beylerinden başlayarak bütün Os­ manlı'yı tedirgin' ediyordu. Karabu­ run yiğitlerinin basit bir taht kavga­ sında olmadıkları gittikçe daha iyi anlaşılıyordu. İzmir Beyi, karşısında­ ki gücün büyüklüğünü anlar ve biz­ zat kendi komutasında onbinlerce asker toplayarak saldırıya geçer. Torlak Kemal daha İzmir Beyi asker toplarken düşmanın yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu ve saldırı zamanını öğrenir. Düşmanın yine Agamemnon Geçiti'nden saldı­ racağını öğrenen Torlak Kemal ha­ zırlıklarını buna göre yapar. Geçidi ve bölgeyi taşından topra­ ğına kadar iyi bilen Torlak Kemal karşılama hazırlıklarına savaş hilele­ ri kullanarak başlar. Daha önceki ça­ tışmada olduğu gibi aynı geçitte pusu kurulmasını öneren' köylülerin önerişini kabul etmez. Üzerlerine bir ordunun geldiğini, kendilerinin bir bölümünü kayıp verdireceğini ve ge­ riye kalanının geçidin ilerisinde hal­ ledileceğini söyler. Geçidi iyice kontrol ettikten son­ ra, çok farklı bir pusu kurmayı düşü­ nür. Köylülerle birlikte savaş için son hazırlıklara başlarlar. Önce geçidin sarp yamaçlarındaki kayalıkların dip­ lerini açarak iyice temizlerler. Daha sonra ise buraları kuru otlarla doldu­

rarak kamuflajını sağladıktan sonra boğazdan iyice uzaklaşırlar. Bir yan­ dan da çevre köyleri boşalttırarak herhangi bir olumsuz gelişme karşısında önlemlerini almış olurlar. Bölgeye ulaşan bey ordusunun atlı öncüleri, geçide gelerek kontrol ederler. Canlı bulamayınca ordunun asıl gücü geçitten geçmek üzere ha­ reket eder. Torlak Kemal ve savaşçıları ise karanlığın çökmesiyle birlikte orman­ dan, geçidin dik yamaçlarındaki ka­ yalara ulaşarak bir an önce geçitten geçmek isteyen orduyu karşılamaya hazırlanırlar. Ordu geçidi geçmeye başlar ve tamamen geçidi kapladı­ ğında yüzlerce, binlerce kaya üzerle­ rine yağarak yaya birliklerinin yarısı­ nı yok eder. Osmanlı ordusu panik içindedir. Torlak Kemal gece baskın­ larıyla orduyu dağıtmayı planlar. Ge­ ce ordunun güvenliğinin olmadığı bir bölgeden baskın yaparak, hemen geri çekilirler. Paniğin iyice artması için iki yerden, bir kez daha vur-kaç taktiğiyle saldırırlar. Ve onbinlerce askerden oluşan bey ordusu dağıl­ ma aşamasına gelir. Savaşa köylü­ lerin de katılmasıyla binlere ulaşan Hakikat Savaşçıları ormanda aydın­ latma için odun toplayan yüzlerce askeri ya tutsak alırlar ya da imha ederler. Börklüce tüm pusuların, baskın­ ların, savaş hilelerinin ayrıntılarının haberini alıyor ve inceliyordu. Savaş, kararı almadan savaş başlamıştı. Onbinlerce ölü pahasına geçidi ge­ çen düşman Ayasluğ üstüne yürür. Fakat bir kez daha yenilgi alarak or­ du dağılır ve Vali gemiyle kaçar. Kazandıkları başarılar halka ken­ di iktidarını ancak savaşarak kurabileceklerini kavratır. Savaş öğretici­ dir, öğretmektedir. Bölgede tüm köy­ lüler savaşa katılarak savaşın asli unsurları haline gelirler. Torlak Ke­ mal savaşın geldiği bu aşamada hal­ kın savaşa katılımının öneminin far­ kındadır ve buna göre hareket eder. Bu arada Saruhan Beyi zafer kaza­ narak güçlenmeye başlayan ayak­ lanmayı bastırmak üzere Aydın-Karaburun yönüne doğru hareket eder. Börklüce Mustafa da ordu. üzerine gelmeden onları karşılamaya karar verir. Börklüce Manisa'ya doğru ha­ reket eder, Torlak Kemal de ele ge­ çirdiği Manisa'da Kurultayı toplaya­

rak beyin yaptığı hazırlığı anlatır. Be­ yi Aydın'a gitmeden Sipil Dağları'nda karşılamayı önerir. Öneri Kurultay tarafından kabul edilir. Torlak Kemal Saruhan Beyi'ni Sipil Dağları'nda sı­ kıştırarak dağıtır. Bir kez daha yenilgiye uğrayan Osmanlı yeni hazırlıklara girişir. İlkin Beyazıt Paşa, Börklüce Mustafa'yı yok etmek için İzmir eyaletine Kralzade Süleyman'ı atar. Kralzade, Ha­ kikat Savaşçıları'nın vur-kaç taktiği sayesinde başarı kazandığını anla­ dığından askerini bu savaş biçimine göre eğitir ama yine başarısız olur. Niçin savaştığını bilmeyen ve haksı­ zın, zalimin safında yer tutmuş olan askerler hayatlarında ilk defa kendi davaları için savaşan yoksul halkın karşısında savaşın bu evresinde hiç­ bir sonuç alamadılar. Hakikat Savaş­ çıları'nın yaratıcılıkları ile gerçekleş­ tirdikleri pusularda ve vur-kaç eylem­ lerinde şaşkına dönen, psikolojileri alt-üst olan Osmanlı askerleri tarh bir dağınıklık içine düştüler. Bedreddin yiğitleri düşmanla gir­ dikleri her çatışmada kahramanca savaşa atılıyorlardı. Hakikat Savaşı mazlumun zalimden hesap soruldu­ ğu bir savaştı. İnsanlar büyük bir sa­ hiplenme duygusuyla sarıldılar sa­ vaşlarına. Canlarını vermekten çe­ kinmeden kahramanca öne atıldılar. Her çarpışma Hakikat Savaşçıla­ ­­'nın yeni kahramanlıklar yarattığı bir destana dönüştü. Savaşın haklılığı ve zaferin geti­ receği ile hakkaniyet onları dönüş­ türmüş, ölüm korkusunu savaşarak yenmişlerdi. Onlar "Hakikat Savaşçı­ larıydı ve hakikati kazanmanın be­ del istediğini çok iyi biliyorlardı. Şehitler vererek yürümeye de­ vam ederler. Savaşta verilen şehitler onları sarsmış, ardından bunun sa­ vaşın bir kuralı olduğunu da öğren­ mişlerdi. Düşman da ölüler vermişti. Ölmüşler, öldürmüşlerdi. Börklü­ ce'nin dediği gibi: "... Şehit düşenler, kişilikleri ve yapıp eyledikleri hatırlandıkça yaşa­ yacaklar. Onların ölümsüzlükleri, ha­ kikatin kendisindedir..." "Adalet uğruna şehit düşenler ölümsüzlüğe erdiler."(Bende Halim­ ce Bedreddinem, s. 297) Bedreddin yiğitlerinin kazandığı bu zaferler halkın içinde "hakikat bi­ zimle" düşüncesini güçlendiriyor.


T A V I R ARALIK 1 9 9 6

Bedreddin Hareketi güçlenerek ge­ nişliyor ve bütün Anadolu'ya yayılma eğilimi gösteriyordu. Ege'deki Bedreddin yiğitleri top­ lumsal ve askeri zaferlerin altına im­ za atarken Şeyh Bedreddin de sür­ günde bulunduğu İznik'ten kaçarak Rumeli'ye, Deliorman bölgesine ge­ çer. Şeyh Bedreddin Deliorman'da yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan Mumcular Köyü'nde dört bir yandan gelerek toplanan halka gönderdiği mesajda şunları söyler: "... İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar. Dirlik, düzenlik değil zorbalık var bu yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar, dünya nimetlerinden daha az pay alanlar değil, tam tersine bütün zen­ ginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin üzerindeki ölü toprağını ve ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek, zindanlara kapatılanların dillerinde, köylülerin feryatlarında, cellat kütük­ lerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. "Öğrencilerimiz Börklüce Musta­ fa'yla, Kemal Torlak'ı insanlara doğ­ ru yolu, hak yolunu göstermeleri için Aydın vilayetine gönderdik. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın or­ tak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sul­ tanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücüyle tepelediler... Biz bilim gücü­ müzle, evrenin birliğinin gizlerini bili­ şimizle, dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasak­ ları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidarda olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!" (Ben de Ha­ limce Bedreddinem, s. 372-373) Şeyh Bedreddin Deliorman civa­ rında stratejik bir alanda çeşitli tah­ kimlerle askeri karargah diyebilece­ ğimiz bir şekilde konumlanır, Rumeli bölgesindeki örgütlenmeyi yönetir­ ken savaş için hazırlık yapar. Ayak­ lanma güçlerinin ihtiyacı olan silahla­ rın üretilmesi için işlikler kurulur. "Kayalık bir platoda buldular ken­ dilerini. Ağaçlar kesilerek açılmış boş alanda, kereste yığınları arasına çırpıştırıverilmiş sundurma ve çar­ daklar göze çarpıyordu. Herkes key­

31

fince bir köşeye çekilmiş, bir işle uğ­ raşıyordu; kimi ok, yay yapıyor, kimi kargı yontuyor, kimi tırpanını kontrol ediyor kimi balta sapı kesiyordu. Bir­ kaç kişinin, zırhlara öküz gönü geçir­ diği görülüyordu. Ötede birkaç kişi de meşeden bir gürz yapmakla meş­ guldü." (Ben de Halimce Bedreddi­ nem, s. 376) Şeyh Bedreddin Rumeli'deki ayaklanmayı hazırlarken Mehmet Çelebi de Batı Anadolu'daki isyanı ezmeye yönelik hazırlıklar içindedir. Osmanlı ordusunun bu hazırlıkları önceliklerle karşılaştırılamayacak denli güçlü olur. Sayıca çok daha üs­ tün bir ordu hazırlanır. Sultan Meh­ met Çelebi, komutanlığına Başveziri Beyazıt Paşa'yı atadığı orduyla bir­ likte oğlu Şehzade Murat'ı da gön­ dermişti. Murat henüz 13 yaşınday­ dı, ama varlığıyla Osmanlı'nın karar­ lılığını simgeliyordu... Rumeli'de ise Sultan Mehmet Çelebi'nin Ege'ye onbinlerce asker toplayarak sefer yapmak için hazırlı­ ğa giriştiğini öğrenen Şeyh Bedred­ din bu saldırıyı boşa çıkarmak ve Osmanlı güçlerini bölmek için Rume­ li'den saldırmaya karar verir. Sultanın ordusunun büyük bir kısmının Ege'de olması ve bir kısmı­ nın da Şehzade Mustafa'nın kuvvet­ lerinin ardından Balkanlar'ın içlerine yönelmesi, Edirne'nin savunmasız kalmasına neden olmuştu. İyi bir ha­ zırlıkla Zagora üzerinden Edirne'nin zaptedilmesinin olanağı vardı. Ve bunun sonucunda Osmanlı'nın yıkıl­ ması kaçınılmazdı. Bedreddin, ordunun geçeceği yerlerde savaşçılardan başka kimse­ nin bulunmamasını, tamamen boşal­ tılmasını, ordunun bölgenin dışında karşılanmasını içeren haberi Ortaklar'a iletti. Torlak Kemal, Börklüce Musta­ fa'ya Osmanlı ordusunun yola çıktı­ ğını haber verir ve Osmanlı ordusuy­ la, Saruhan beyliğiyle vuruştukları gibi vuruşmanın kaçınılmaz olduğu­ nu söyler. Tüm halk savaş için hazır­ lıklara başlar. Ordu, İzmir'den Agamennon Geçiti'ne doğru hareket eder. Agamen­ non daha önceden baskın yapılan geçittir ve arkasında orman vardır. Osmanlı ordusu bütün ormanı yakar. Hakikat savaşçıları ise ordunun üze­ rindeki tüm geçitlere, ormanlara pu­

su hazırlamışlardır. Ordunun İz­ mir'den istihkam sağlayacağı düşün­ cesiyle İzmir bölgesindeki güçlerini ikiye bölerler. Düşmanın ormanları yakması üzerine Hakikat Savaşçıları ağır kayıplar verirler. Çok değerli sa­ vaşçılarını yitirirler. Arkasından düş­ man ordusu ormandan geçer. Sa­ vaşçılar orduyu orman çıkışında vur­ maya başlarlar ama düşman buna hazırlıklıdır. Hakikat Savaşçıları'na yönelik kuşatma başlar. Bunun üzeri­ ne Hakikat Savaşçıları Aydın yöre­ sinden gelenlerle birleşebilecekleri şekilde geri çekilirler ve Aylasuğ'a kadar gelirler. Burada Aydın'dan ge­ lenlerle birleşirler ve deniz yönünde çekilmeye devam ederler. "Geceyle beraber çarpışma da kesilmişti. Sağ kalanların tümü, ge­ cenin kalın örtüsü aldında Akdağ eteklerine çekilmişti. (Çarpışma o zaman Aylasuğ, bugünse Selçuk di­ ye adlandırılan bölgede gerçekleş­ mişti.) Bedreddin yiğitlerinin elinde bir tek Karaburun ve oraya yakın bir­ kaç köyle, küçük bir kıyı parçası işte bu dağ yamacı kalmıştı. Bir sayım yaptılar; ikibinden daha az oldukları çıktı. Sekizbin kardeşleri orada, sa­ vaş alanında kalmıştı." (Ben de Ha­ limce Bedreddinem, s. 401) Hep bir ağızdan türkü söyleyip, hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı indileri hep beraber yiyebilmek yarın yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için onbinler verdi sekiz binini..." (N. Hikmet) Börklüce, toplandıkları mağara­ da, yaralı ve yorgun savaşçılarına, bilge yoldaşlarına bakarak şunları söyledi; "Şehitlerimize şan olsun! Dava­ mız, kalanların omuzları üstünde bundan böyle..."(A.g.e., s. 401) Börklüce Mustafa, Torlak Ke­ mal'e arkadan düşmanın cephe geri­ lerine vurması için haber gönderdi. Bir ara üstünlüğü ele geçirdiler, ama arkasından geri püskürtüldüler. Ge­ ce baskını yapmaya çalıştılar ama başarısızlıkla sonuçlandı. Düşman


32

TAVIR

şilecektir" demişti. Gerçekten de düşman tüm gü­ cüyle saldırmıştı. Yaşamın unutuldu­ ğu savaşlardan sonra, işte Börklüce ölümün aranacağı işkencelerle karşı karşıyaydı. Ama o ölmekten çekin­ miyor, ölürken bile düşmanlarına na­ sıl darbe vuracağını düşünüyordu. Sehpaya çıkardıklarında dimdik başı ve gülümseyen gözleriyle halkı se­ lamlar gibiydi. Kadı, Börklüce Mustafa'nın katle­ dilmesine dair hazırladığı gösterme­ lik fetvayı okuduktan sonra, cellatla­ ra işlerine başlamalarını emretti. Fet­ va,' Mustafa'nın "cehennem azabı çektirilerek" öldürülmesini buyuruyordu. İşinin ehli cellat, buyruğu aynen yerine getirmek için elinden geleni yapmaya başladı. Mustafa önce avuçlarına iri çiviler çakılarak tahta bir çarmıha gerildi. Çiviler ellerine gömülürken hiç kimse yüzünde bir acı belirtisine rastlamadı. Adeta "ha­ kikat düşüncesi feryat etmez" der gi­ bi mühürlemişti ağzını. Ardından cel­ Kalanlar aynı kararlılıkla omuzlalat, elindeki kerpetenle Mustafa'nın dılar kavgayı. parmaklarını tek tek kırmaya başla­ Ordu yeniden saldırdı. Dağlara dı. İşini bitirdiğinde kendi üstü başı çekilmeye çalıştılar, başaramadılar. kan revan içinde kalmıştı. İzleyenler Ordu tekrar saldırdı. Çok şiddetli bir korkunç bir sessizlik içerisindeydiler. çatışma oldu. Börklüce Mustafa'nın İşkencenin vahşiliğinden çok karşı­ (Dede Sultan) yakalanmasıyla Haki­ laştıkları direniş etkilemişti onları. kat Savaşçıları yenildi. "Yenildiler. Müslümanlar'ın yanı sıra, Musevi ve Hırıstiyanlar'ın da taraftarı olduğu Yenenler, yenilenlerin bir hareketin önderini çarmıha gere­ dikişsiz ak gömleğinde sildiler rek tarihe atıf yapabilecek kadar perkılıçlarının kanını, Ve hep beraber söylenen türkü gibi, vasızlaşan egemen güçlere karşı, bu kez halk kendi arasından çıkan ve hep beraber kardeş elleriyle sadece hakikate inandığı için infaz işlenen toprak sehpasında bile kazanacaklarına Edirne sarayında damızlanmış dair umudunu yitirmeyen bir kahra­ atların eşildi nallarıyla," manı izliyordu. (N. Hikmet) Börklüce ve yoldaşlarını, ortasın­ Börklüce o vaziyetteyken, yüzler­ da bir idam sehpasının bulunduğu ce Hakikat Savaşçısı'nı tek tek seh­ meydana topladılar. Halk da zorla panın önüne getirdiler ve onun göz­ getirilmişti. Şehzade Murat ve Başleri önünde başlarını vücutlarından vezir Beyazit Paşa düşmanlarının ayırdılar. Bu, Börklüce'ye işkenceler­ yokoluşunu ibret olsun diye herkese den kat kat daha fazla acı veriyordu. seyrettirmek istiyordu. Ama o yine de sehpaya getirilen her­ kesi, yüzündeki aynı ifadeyle karşıla­ Bedreddin, daha İznik'de eyleme dı. geçme kararı alıp da, bu kararını aralarında Börklüce'nin de bulundu­ Kafası vurulanlardan hiç kimse ğu müridlerine açıklarken, "eyleme pişmanım demedi, bağış dilemedi, kalkıştığımız anda, zorba nice gücü yazıklanmadılar bile. varsa, tepemize acı olarak yağdıra­ Kadının "tövbe, istiğfar et"sözle­ cak ve bizi yitirmek için harcayacak­ rini istisnasız tüm hakikat savaşçıları tır. Ölümün aranacağı işkencelere, "Yaşasın Hakikat", "İriş Dede Sul­ yaşamın unutulacağı kavgalara giri­ tan", "İriş Şeyh Bedreddin" nidalarıy­

baskına karşı tüm önlemlerini almış­ tı. Bu sefer iki yandan sıkıştırmaya çalıştılar ama başarılı olamadıkları için tekrar geri çekilmek zorunda kal­ dılar. Geri çekile çekile Karaburun'a gelirler. Karaburun'a geldiklerinde Börklüce savaşçılarıyla kalıp kitle­ den geri dönmesini ister. Şu cevabı alır: "Biz ki, insan olmanın onurunu paylaştık sizinle. Biz ki, yaşamanın anlamını yudumladık bunca yıldır. Tam yerleşemedik belli. Tam oturta­ madık düzenimizi. Ama, yine de. ki­ şi emeğinin değerini, özgürlüğün an­ lamını, kardeşliğin temelini, barışın niteliğini gördük, sevdik, inandık... Bunları yitirdikten öte, ölümün sözü mü olur? Siz nice bir öndersiniz ki, bize bunların tümünü öğrettikten sonra, varın tutsak yaşayın diyorsu­ nuz. Kuşca can bunca değerli olsay­ dı, burda ne işimiz vardı?.. Elbet biz de sizinle kalıyoruz. Ve dahi ya yeni­ yoruz ya da ölüyoruz..." (Azap Or­ takları, Erol Toy, II. Cilt, s. 509)

ARALIK 1996

la karşıladılar. Son sözleri bunlar ol­ du. Bu, tarifi mümkün olmayan bir zafer töreniydi. Savaşı savaş alanın­ da kaybedenler böylesi bir ölüm anında destan yazıyorlardı adeta. Yüzlerce kez indi kalktı celladın baltası. Börklüce Mustafa'nın hep omuz başında olmuş komutan yol­ daşları, korumaları, Karaburunlu ba­ lıkçıların önderleri, köylü önderleri, ellerinde silahlarıyla valinin eski as­ kerleri... Tümünün başları doldurdu birbiri ardına sepetleri. Satırı çaldı cellat... Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardınca düştü başlar. Ve her baş düşerken yere çarmıhından Mustafa baktı son defa. Ve her yere düşen başın kılı depremedi: —İriş Dede Sultan, iriş! dedi bir, başka bir söz demedi..." (N. Hikmet) Ertesi gün Börklüce Mustafa'nın çarmıha gerili cansız bedeni, bir de­ venin sırtında, tellalın "Allah isyancı­ ları ve din sapkınlarını cezasız bırak­ maz" haykırışlarıyla sokak sokak do­ laştırıldı. Börklüce Mustafa böyle ölümsüzleşti... Börklüce Mustafa (Dede Sultan) Börklüce Mustafa gençliğinden beri silahla ve savaşla içiçeydi. Ba­ bası gibi kendi de azaplığı seçmiş, Osmanlı'yla birlikte katıldığı seferler­ de gösterdiği yiğitliklerle nefer reisli­ ğine kadar yükselmişti. Azaplığının ilk yıllarında duyduğu heyecan, savaşların gerçek nedenini anlamaya başladıkça yerini bir sor­ gulamaya bırakıyordu. Göğüs göğüse geçen çarpışma­ larda Mustafa korkaklığı, kahraman­ lığı ve ihaneti öğreniyordu. Ancak onu diğer savaşçıların büyük çoğun­ luğundan ayıran en önemli özelliği adalet anlayışıydı. Savaşçıların bü­ yük çoğunluğu Osmanlı ordusuyla birlikte kazandıkları zaferlerin sar­ hoşluğunu yaşıyor ve Osmanlı Sultanı'na kendilerinin de bilmediği bir nedenle olağanüstü bir bağlılık du­ yuyorlardı. Osmanlı Sultanı'nın ga­ vur karşısında ki "ihtişamı" onlar için


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

kin bir haldeyken karşılaştığı Sufi de övünç kaynağıydı. Mustafa çok şeyhlerinden yardım gördü. Bu geçmeden bu ihtişamın gerçek içeri­ şeyhlerdeki öngörüden ve sezgi ye­ ğini anlamaya başladı. teneğinden etkilenen Mustafa, ru­ Bir keresinde Osmanlı ordusu, hunda kopmakta olan fırtınayı onlara çok güçlü bir Haçlı gücünü bozguna anlatıp yardımcı olmalarını istedi. uğratmıştı. Sultan Yıldırım Beyazıt, Şeyhlerin yanıtı ise aynen şöyleydi: kazanılan zafere rağmen, kaybettiği savaşçılardan dolayı çılgına dönmüş "Senin ilacın sende. Ama sen ve tutsakların öldürülmesini emret­ bunu bilmezsin. Ve senin hastalığın mişti. Sadece bir güç gösterisini ifa­ da sende; ama sen bunu görmezsin. de eden bu emirle Mustafa, belki de • Sen, kendin, yüceler yücesi bir ki­ ilk kez sarsılmıştı. Binlerce yoksul tapsın; harfleri kapalı olan bir kitap. Hıristiyan savaşın ardından yok yere Sana dışarıdan hiçbir şey gerekli de­ katledilmişti. Oysa bu esirleri savaşa ğil. Çünkü yüreğinde bütün bir evren süren beyler ve prensler "asaletleri­ var senin. Ama sen kendini minik bir ne" uygun bir şekilde ağırlanmış, şe­ kum taneciği gibi görürsün!" reflerine av partileri düzenlenmişti. (...) Mustafa savaşta yitirdiği arkadaşları­ "Yüreğinin sesine kulak vermen nı düşündü ve "neden" sorusu geldi gerek, ne var ki, bu, bilimlerin en zo­ takıldı düşüncelerine. rudur. Bu bilime sahip olanlar alimler Bir başka olayda da; Yıldırım Be­ değil, iki elleriyle onların eteklerine yazıt, tutsak aldığı Karaman Beyi'nin tutunmuş olanları gizli bilgiye ulaştı­ öldürülmesini emretmiş, ardından ranlardır. Eğer ne elde edeceğini bil­ emri yerine getiren komutanı, "Belki meden, hatta bir şey elde edip etme­ efendimin öfkesi geçer, yatışır diye yeceğini bilmeden yola koyulmaya beklemek yok mudur sende? Hem hazırsan, davran!" (A.g.e., s. 47) senin gibi bir solucan nasıl cesaret Hazır olduğunu söyleyen Musta­ eder de koskoca bir beye el kaldıra­ fa, yanındaki arkadaşını uğurlayarak bilir?" diyerek komutanı katlettirmişti. yeni yolunda ilk adımını attı. Su Şey­ "Mustafa ilk kez ta yüreğinin de­ hi Ebu Ali Ekrem'in müridleri arasına rinlerinde haksızlığa karşı bir öfke­ katıldı. nin kabardığını duydu. Yaklaşık bir yıl boyunca, Sufilerin Dost olsun, düşman olsun, gavur çok ağır eğitiminden geçen Mustafa olsun, Müslüman olsun, beyler her önce savaşçı gururundan kurtuldu. zaman her yerde bey olarak kalıyor­ Çünkü bu, onun kendisini tanımasını lardı. Hükümdara en sadık hizmet­ engelliyordu. Bu engeli aşabilmesi karların yaşamları, İslamın binlerce için, şeyhler ondan köy köy dolaşıp savaşçısının yaşamı, bir tek beyin elindeki sadaka tasıyla dilenmesini yaşamı kadar değerli değildi. Eğer istediler. Ardından ondaki dayanıklı­ söz konusu olan egemenlikse, yurt, lığı ve sabrı geliştirmek için çeşitli din, iman, tanrı yasaları, insan yasa­ yöntemler uyguladılar. Ağır işlere ları... hiçbirinin önemi yoktu." (Ben koştular, aç bıraktılar. Bütün sınav de Halimce Bedreddinem, s. 45) dönemlerini başarıyla geçen Musta­ Mustafa kafasında bu düşünce­ fa kendini ve dünyayı daha iyi tanıdı lerle attı yıl daha azap birliklerinde ve kendisinin hakikate hizmetin ba­ nefer reisliği yaptı. Osmanlı ordusu­ samaklarından biri olduğunu, kendi­ nun Timur karşısında uğradığı boz­ sini hakikatin bir parçası olarak algı­ gun esnasında, beylerin Yıldırım Belamayı ve onu kendinden daha çok yazıt'a nasıl ihanet ettiklerini ve çı­ sevmeyi öğrendi. , karları söz konusu olduğunda her Yeni öğrendiği şeyler onun yükü­ şeyi satabileceğini gördü. Hem sa­ nü daha da ağırlaştırmıştı. İçindeki dece beyler değil Yıldırım'ın öz oğul­ acıyı dindirecek bir öğretmen bul­ ları bile yenileceklerini anlayınca as­ mak üzere Anadolu'yu iki yıl boyun­ kerleri savaş meydanında bırakıp ca dolaştı. Gezdiği çeşitli yerlerde kaçmışlardı. Artık Mustafa kafasın­ Şeyh Bedreddin'in adını duyuyor, daki sorulara daha net cevaplar ve­ onun bilgeliğini, kendini insanlığa rebiliyordu. adamış olduğunu dinliyordu. Bed­ Timur ordularına yakalanmamak reddin'in Ankara Savaşı'nda ihanet için bir silah arkadaşıyla birlikte gün­ eden beyleri yüzlerine karşı aşağıla­ lerce dağlarda dolaşan Mustafa, bit­ mış olması dilden dile dolaşıyordu.

33

Mustafa, kimi aradığını biliyordu. Bir tesadüf eseri, memleketi Tire'de Şeyh Bedreddin'le karşılaştı. Ve Şeyh İznik'e sürgün edilinceye kadar yıllarca yanından ayrılmadı. İyi bir öğrenci olarak Bedreddin'in güvenini kazandı. Ve onun kazaskerliği döne­ minde kethudalığını (kahyalığını) yaptı. Yine bu güvenin sonucudur ki, Bedreddin ayaklanmayı başlatma kararı aldığında, Anadolu Şeyhliği'ne atadığı kişi Börklüce Mustafa'ydı. Börklüce, Hakikat Savaşı'nın ön­ derlerinden biri olarak da kendini ka­ nıtladı. Batı Anadolu yoksullarının gönlünde bir komutan, bir halk önde­ ri olarak taht kurdu. Yöre halkı ona bir yüceltme ifadesi olarak "Dede Sultan" adını taktı. Şeyhinin "yüreği ve aklı" olarak, savaşlarda kazanılan zaferlerde ve ortak yaşamın örgüt­ lenmesinde öncülük görevini yerine getirdi. Her davranışıyla, hem Bed­ reddin müridlerine hem de halka ör­ nek oldu. Gün oldu Büyük Kurultaya başkanlık yaptı, gün oldu tezgah ba­ şında ya da tarlada halkla birlikte ter akıttı. Her yaştan ve kesimden in­ sanla kolayca iletişim kurmasını sağ­ layan bir alçakgönüllülüğe ve örgüt­ çü yeteneğe sahipti. Kararları yol­ daşları ve halkla birlikte alıyor, uygu­ lamada ortaya çıkan sorunlarda yine yanındakilere danışıyordu. Bir ön­ derde bulunması gereken hem öğ­ renci hem de öğretmen olma özelli­ ğine sahipti. Börklüce Mustafa, yaşamı ağır işkenceler altında son bulana dek, davasına ve ideallerine bağlı bir dev­ rimcî olarak yaşadı. Halk üzerinde yarattığı etki, onun ölürken sergiledi­ ği kahramanlığının kitlesel bir karak­ ter kazanmasını sağladı. Her adı­ mında halka mesaj verme, onları eğitme ve değer yaratma anlayışıyla hareket eden bir önderdi. Nitekim savaş meydanında ölebileceğini bile bile korkunç işkenceleri tercih etmiş, düşmanla girdiği son hesaplaşmada da, müridlerinin ve halkın gözleri önünde egemen zorbayı dize getir­ miştir... O görevini yerine getirmiş komutanların huzuru içinde ölümü karşıladı. Dede Sultan kuvvetlerini yok eden Beyazıt Paşa, Aydın ve Saruhan beyliklerinin topraklarını eski sa­ hiplerine dağıttıktan sonra, Mani-


34

TAVIR ARALIK 1996

Şeyh Bedreddin'in Mezarı: Çemberlitaş'ta II. Abdülaziz ve II. Mahmud'un me­ zarlarının bulunduğu türbenin bahçesine, Osmanlı döneminin "ileri gelenlerinin" mezarlarının yanına gelişigüzel bir şekilde gömülmüş. Mezartaşı yok fakat sanki inadına bir çift karanfil boy vermiş Bedreddin'in mezarında. sa'ya Torlak Kemal'in üzerine yürü­ dü. Torlak Kemal, yanındaki 3 bin yoldaşıyla birlikte şehir dışına çıktı. Şehri Osmanlı'nın saldırısından ko­ rumak için, düşmanı şehir dışında karşılamaktı niyeti... Amansız bir sa­ vaş sonunda Karaburun yengisiyle morali yükselmiş olan Osmanlı ordu­ su Hakikat Ordusu'nu bozguna uğ­ rattı. Silahlı ele geçen herkesin boy­ nu vuruldu. Bütün Yahudiler bir teki kurtulmamacasına kılıçtan geçirildi­ ler. Geri kalanlar ise kadının ve vali­ nin insafına bırakıldılar. Torlak Ke­

mal ise en yakın yoldaşı Abdal Tor­ lak ile birlikte kale duvarında ipe çe­ kildi. Torlak Kemal böyle ölümsüzleşti... Torlak Kemal Torlak Kemal'in kesin olmamakla beraber Manisa'da doğduğu sanıl­ maktadır. Ailesi ve geçmişi hakkında kaynaklarda bir bilgi yoktur. Bazı kaynakların satır aralarında tekke eğitimi görmüş olabileceğine dair ifa­ delere rastlanıyor ki, bu eğitim büyük olasılıkla Sufi şeyhlerinin eğitimidir.

Şeyh Bedreddin'in Sufiler'e ait dü­ şüncelerini kolaylıkla anlayabilmesi bunun işareti olarak görülebilir. Torlak Kemal, Torlaklar diye anı­ lan bir topluluğun lideri durumunday­ dı. Bu topluluk devlet görevlilerine ve ulemalarına karşıydı. Bunun nedeni ise her türlü düzene muhalif oluşla­ rıydı. Torlaklar başına buyruk yaşa­ mı benimsemiş bir topluluktu. Bir gün Bedreddin ve müridleriyle karşılaşan Torlaklar, başlangıçta Şeyhi, hep tepki duydukları ulema­ dan biri sanarak sıkıştırırlar. Ancak daha ilk sözleriyle Bedreddin farklılı­ ğını ortaya koyunca onu konuk eder­ ler. Kemal, Bedreddin'in anlattıkla­ rından etkilenerek müridliğe kabul edilmesini ister. O andan itibaren de Torlaklar Bedreddin Hareketi'nin önemli güçlerinden birini oluşturur. Özellikte Manisa yöresinde savaşçı özellikleriyle büyük yararlılık göste­ rirler. Torlak Kemal de büyük olasılıkla Börklüce Mustafa gibi dervişlerin geçtiği çite hayatından geçmiştir. Çok uzun süreli açlık ve uykusuzlu­ ğa rağmen, yorulmadan çalışmakta, köyden köye, kasabadan kasabaya dolaşarak yaşamın ve savaşın ör­ gütlenmesi için olağanüstü bir ça­ bayla koşturmaktadır. Manisa'da kurutan düzende Ya­ hudilerin önemli bir yer tuttuğu düşü­ nülürse Torlak'ın da Yahudi olma ih­ timalinden bahsedilebilir. Nitekim ki­ mi resmi tarih kaynakları da ondan Yahudi diye bahsetmektedir. Gerçi, onların Yahudi nitelemesi egemen anlayışın etkisiyle bir aşağılama ifa­ desi olarak da kullanılmış olabilir. Bedreddin, Torlak Kemal'den doğruluğu ve titizliği yönüyle bahset­ mektedir. Gerçekten de Torlak Ke­ mal, Bedreddin'in diğer öğrencilerin­ de de mevcut olan halka açıklık ilke­ sini hep uygulamıştır. Neyin, nasıl gerçekleştirileceğini halka net bir şe­ kilde anlatmış, açmaza düştüğü, an­ larda da bunu açık yüreklilikle belir­ terek halkın desteğini istemiştir. Bu, onda varolan kendi düşüncelerine ve halkın değerlendirmelerine duyulan güvenin bir yansımasıdır. Titizliği ise adaletin uygulanması ve kimi önemli kararların arefesinde özellikte öne çıkmıştır. Öğretmeni Bedreddin'in "saygıdeğer amaçlara saygıdeğer araçlarla ulaşılır." uyarısı


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

Torlak Kemal tarafından taviz veril­ meyecek bir ilke olarak benimsen­ miş ve hayata geçirilmiştir.

- Güneş de batarken sararır! - Hangi yılan, zehrini akıttı da yü­ reğine, seni koyduğumuz yerde dur­ madın? - Yuvasına yılan giren şahin, da­ "Hakikat Ölmez" ha o yuvada oturup kalmaz. Osmanlı Ege'de ortakça düzeni zulüm ve vahşetiyle boğmuş, Börklü- Neden hükümdarının yüce buy­ ce Mustafa, Torlak Kemal ve binler­ ruklarına boyun eğmez, başkaldırır­ ce hakikat savaşçısını katletmişti. sın? Rumeli'de ise aylarca savaş için ha­ - Yüce buyruk, hakikatin buyru­ zırlık yapan Şeyh Bedreddin ve sa­ ğudur. Zorbalığı sineye çekmeyin, vaşçıları, Deliorman'da toplanıp bin­ zorbaya boyun eğmeyin, diyen bir lerce savaşçıyla Zagora'ya varmış­ buyruktur bu."(A.g.e., s. 422) lardı. Bedreddin, bir halk adamı, bir halk önderi, yetenekli bir öğretmen­ Her şahin di. Özellikleri salt bunlarla sınırlı ol­ peşine yüz aslan takıp gelmiş saydı; onu öldürmek ve tarihten sil­ Köylü, bey ekinini, çırak, çarşıyı yakıp,mek mümkün olabilirdi. Ancak onun Reaya zinciri bırakıp gelmiş," asıl gücü düşüncelerinde ve hedefleYani rindeydi. Dolayısıyla, katlinden önce . Rumeli'nde bizden ne varsa tekmil düşüncelerinin ve hedeflerinin mah­ Kol kol ağaç denizine akıp gelmiş.. kum edilmesi gerekiyordu. Sultanın Bir kızılca kıyamet! etrafındaki akıl hocaları, böylesine Karışmış birbirine ünlü bir bilginin şıradan bir düşman At, insan, mızrak denir, yaprak deri, gibi öldürülmesinin yakışık almaya­ Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. cağını anlattılar. Sultan da göster­ Ne böyle bir alem görmüşlüğü vardır, melik bir yargılamanın, çıkarlarına Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var daha faydalı olacağına inandı ve ule­ Deliorman deli olalı beri..'' madan hazırlanmalarım istedi. Zagora'daki güçlerle birleşen Kendilerine Bedreddin karşısın­ Şeyh Bedreddin kuvvetleri Edirne da hiç mi hiç güvenmiyorlardı, ama yolunda Osmanlı ordusuyla çarpışa­ yine de "tam üç gün hazırlık gördü rak yenildiler. Düşmandan çok daha ulema. Kanıtlar aradılar, sesleri kısı­ güçlü olmalarına rağmen egemenler lana dek tartıştılar, 'hadise'nin seri tarafından yüzlerce yıldır işlenen hükmünü tayin edebilmek ve Vazi­ halklar arasındaki güvensizlik ve Ön­ yete uygun bir ahkam' çıkarabilmek yargılar Hakikat Savaşı'nın zaferini için kitabullahtan peygamber sünne­ engelleyen önemli faktörlerden biri tine kadar başvurmadık kaynak, ki­ olur. tap bırakmadılar. Tek amaçları, hün­ Bu yenilginin ardından beylerin karın önünde rezil olmadan şu 'pis' ihaneti nedeniyle Şeyh Bedreddin işin içinden sıyrılmaktı. Bedreddin, Osmanlı'ya tutsak düştü. işi fazla uzatmadan cellada teslim Bedreddin, kendisini teslim alıp ediliverecek sıradan biri değildi. Ne sultana götürmeye gelen beye ve olursa olsun, devletin en yüksek ma­ adamlarına direnmedi. Kurtulma im­ kamında yer almış, bütün müslüman kanı olabilirdi. Bunu seçmedi. Bir kez ilim aleminin yıldızı olmuş bir şeriat daha engin öngörüsüyle hareket etti. bilgini, aşılamamış bir fıkıh kitabının Tarihe bırakacakları mirası ölümsüz­ yazarıydı. Böyle birinin başının vu­ leştirmek için yakaladığı bu fırsatı en rulması ülkenin tüm bilginlerini aya­ iyi şekilde değerlendirmekti amacı. ğa kaldırırdı. Bundan kaçınmak için, Gidecek ve düşmanlarını, kendilerini kendisini önce esaslı bir şekilde ka­ en güçlü hissettikleri anda, doğrulu­ ralamak, Şer'an mahkum etmek ge­ ğuna sonsuz inanç duyduğu görüş­ rekirdi. Böyle bir işi başarabilmek leriyle mahkum ettikten sonra ölümiçinse, değil üç gün, üç ay yetmezdi. süzleşecekti. Bu yüzden teslim oldu. Eksiksiz bir biçimde hazırlanmak, "Bedreddin'i huzura aldıklarında kanıtlar toplamak ve açabileceği bir (Sultan) Mehmet Çelebi hafif alaylı: tartışmada onu yenmek gerekiyor­ - Benzini sarı görürüm, dedi. Sıt­ du." (A.g.e., s. 422-423) ma illetine tutulmuş olmayasın sa­ Bedreddin, sultan yardakçısı kın. sözde hukukçuların bütün karalama

35

ve suçlamalarına kısa, net ve kurşun gibi ağır yanıtlar verdi. Hakikati sa­ vunuyordu. Tarihin en önemli siyasi savunma örneklerinden birini sergi­ leyen Bedreddin, bir süre sonra, ge­ tirilen mantıksız ve aptalca suçlama­ lara, hakaretlere yanıt vermekten vazgeçti. Katli vaciptir diye biten fet­ vanın altına kendi mühürünü bastı. Bedreddin gülümsedi. Aydınlandı içi gözlerinin, dedi; - Madem ki bu kerre mağlubuz, netsek, neylesek zaid. Gayri, uzatman sözü. Madem ki fetva bize ait Verin ki basak bağrına mührümüzü..." (Nazım Hikmet) Onu sehpaya çıkardıklarında, savaşta binlerce yoldaşını kaybet­ miş, ideallerini gerçekleştirememişti. Ama o, idam ipinin altında zafer ka­ zanmış mağrur bir komutan edasıyla duruyordu. Gerçekten de bir zaferdi bu. İnsanların hakikat uğruna ölebi­ lecekleri kanıtlanmıştı. Batı Anado­ lu'da ve Rumeli'de kanla boğulan Bedreddin müridleri, zulmün en kat­ merlisine rağmen, bir halkın direnme ve Savaşma kararlılığının yok edile­ meyeceğini göstermişlerdi. Ve işte, Şeyh Bedreddin de, ölümüne bir adım kala "hakkın ve doğruluğun gü­ cüyle dize getirmişti sultanın yar- ° dakçılarını. Bu yenilginin utancını, Bedreddin'i aşağılayarak silebileceklerini sananlar, üstünde ne var ne yoksa çıkarıp çırılçıplak ettikten son­ ra astılar onu... Yıl 1420'ydi. Yer, Batı Trakya'da bugün Yunanistan sınırları içinde bu­ lunan Serez kasabasının ortasındaki Bakırcılar Çarşısı'ydı... Şeyh Bedreddin Mahmud böyle ölümsüzleşti... •

gelecek sayı;

ANADOLU İHTİLALİMİZ SÜRÜYOR


36

TAVIR

ARALIK 1 9 9 6

HAYATI AZIM

MEKTUP GÖNDERMİŞSİN, ALDIM

aydi İdil! Siz içer­ den biz dışardan... Günün herhangi bir saati... sabah, ak­ şam, gece yarıla­ rı... çıkıveriyorsun karşıma. Boğazda­ ki vapurlardan birine bindiğimde, Sarayburnu'na, Eminönü'ne ilişiverdiğinde bakışlarım... Az sonra vapur iskeleye yanaşacak. Vapurdan indiğimde denizin esinti­ siyle dalgalanan düz ve uzun saçla­ rın, upuzun eteğinle seni görüvereceğim. Şaşkınlıkla karışık sevinç rüzgarları eserken gözlerimde "mer­ haba" demeden "hayrola" diyece­ ğim. Öylesine alışmıştık ki birbirimizi kültür merkezinde görmeye, başka bir yerde karşılaşamazdık sanki. Ne­ reden geliyordun o gün. Matbaaya mı uğramıştın, yoksa montajcıdan mı dönüyordun? "Hiçi Dolaştım bi­ raz" dedin. Birbirimizi görmenin se­ vinciyle ayrıldık. Sen kültür merkezi­ ne, ben Cağaloğlu'na. Kültür merkezinde ilk karşılaştı­ ğımız gün utangaçca; "Ben Ayçe İdil" demiştin. "Ayşe mi?" diye sor­ muştum. "Ayşe değil, Ayçe" dedin. Sesinde kararlılık vardı bu kez. Ya­ nında iki kız daha vardı. Onları anım­ samıyorum şimdi. "Kültür merkezine

H

ilk gelişin mi?" diye sordum. Gözle­ rinde sevinç, gözlerinde umut: "Öz­ gürlük Türküsü'ndeyim."dedin. Son­ ra birden hüzün kapladı yüzünü: "Ben gelmek istiyorum ama annem kızıyor". Kaç ayını aldı, "Oraya gider­ sen, teröristlere gidersen intihar ede­ rim" diye apartmanı inleten annenle cebelleşmen? Haydi İdil! Siz içerden, biz dışar­ dan... Sesimiz gür çıkmalı. Sabah işe giderken ikinci köprü­ den giden otobüsleri kullanıyorum nicedir. Çam ağaçlarının üstünden bir alçalıp bir yükselen üçgen duvar­ ları ilk gördüğümde irkildim. "Ümra­ niye Cezaevi" dedim birden. Oraya gitmiştim birkaç kez. Fakat TEM oto­ yoluna bu kadar yakın olduğunu bil­ miyordum. Bir an, senin çok yakının­ dan geçip de bir merhaba bile diyememenin ezikliğini hissettim. Senin Çanakkale'de olduğunu biliyorum el­ bette. O günden sonra oradan her geçişimde yaşadım bu duyguyu. Çamların üzerinden görünen gözet­ leme kulesine, çatıdaki kiremitlere, duvarlara... seni görüverecekmişim gibi baktım. Haydi İdil! dedim. Siz içerden biz dışardan... Sesimiz gür çıkmalı. Kazanacağız. Bu çocukların servis parası, bu ev kirası... elektrik ve telefon para­

sı... ayın onbeşinden onbeşine... Ye­ tişmiyor! Hesaplar bir türlü tutmuyor. Tutacağı da yok. Sen nasıl kalkıyor­ dun) küttür merkezindeki hesapların altından, üstelik para yokluğunda. Bu kültür merkezinin kirası, bu dergi­ nin kağıt, matbaa gideri, bu yemek, bu yol parası... Kadıköydeyim. Hasır tabureli, sı­ ra sıra dizilmiş çay bahçelerinin önünden insanları süzerek yürüyo­ rum. Tanıdık bir yüz görsem, oturup bir çay içsek... Karakola uzanıyor gözlerim. Silahlı iki polis karakolun önünde nöbet tutuyor. Birden senin çığlığın boşalıyor dışarı: "Ben Ayçe İdil Erkmen!... Tavır Dergisi çalışanı­ yım!.. Beni kaybedecekleri..." Posta­ neye, işhanlarına, şehir tiyatrosuna, iskeledeki vapurlara çarparak çoğa­ lıyor sesin. "Ben Ayçe İdil Erkmen!" Çay bahçesindeki ağaçlar fırtınaya tutulmuş sesinle. Dalgalar kabarmış. Burada değildin, biliyorum. Anka­ ra'da gardan almışlardı seni. DAL'da sorguda kaldın onbeşgün kadar. Kaybedememişlerdi. "Ben, Ayçe İdil Erkmen!..." diye haykıran sesin so­ kaklara taşmıştı. Haydi İdil. Siz içerden, biz dışar­ dan... Bir gelişimde, bilgisayarın başın­ da oturmuş "Gün Karanfil Kokuyor"


TAVİR ARALİK 1 9 9 6

kitabındaki öyküleri sayfalara oturt­ maya çalışıyorsun. Parmakların tuş­ larda, gözlerin ekranda dolaşıyor. Gelip oturuyorum yanıbaşına. Öykü başlığını biraz aşağı yukarı, ya da sağa sola çekelim gibisinden öneri­ ler getiriyorum. Bir an ekrandan uzaklaşıp bana dönüyorsun. "Panto­ lonun eskimiş, ihtiyacın var mı, ala­ lım mı?" diyorsun. Bayramlık alına­ cak çocukların sevinciyle "Alalım" diyorum. İçim içimi yiyor daha sonra. Devrimci emekle kazanılmış parayı kendim için, hele hele de pantolon için harcayamam ki ben. Birkaç gün sonra yine oturuyorum senin yanıba­ şına. Henüz alınmamış pantolon için teşekkür edip kendim alabileceğimi söylüyorum. Çok geçmeden göremez oldum seni. Yurtdışına gitmişsin. Gelir diye bekledim. Kültür merkezindeki oda­ lardan birinden çıkıp geliverecektin ve öğretmenine sokulup bir şey so­ ran, bir isteğini ileten bir ilkokul öğ­ rencisinin mahzunluğuyla yanıma yaklaşıp 'Sen yazmak istiyorum", di­ yecektin. Bayrampaşa Cezaevi'ne bir arkadaşını ziyarete gidip geldiğin­ de aynı kelimelerle, aynı böyle sor­ muştun. Bir an durup düşündüm. Dergide düzeltmenlik, mizanpaj, yer yer redaksiyon yapan, matbaaya, kağıtçıya, montaj işlerine koşan, üni­ versite öğrenciliğini bırakıp gelmiş idil'e ne söyleyebilirdim ki? "Ver ka­ lemi yüreğine yazsın" dedim sana. Yazdığın yazıyı beraber okuduk son­ ra. Bir daha dergiye gelmeyeceğini hissediyordum artık. Çay mı, kahve mi diye sorar gibi İdil yok mu, diye sordum arkadaşlardan birine. "Gitti" dedi. Gitmiştin. Dahasını sormadım. Soramadım. "Kendine iyi bak" bile diyememiştik birbirimize. Sana dair bir acı kalmıştı içimde. Vedalaşabilseydik; "haklıydın" derdim. Tek işin bilgisayar değildi ki se­ nin. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'ndeydin aynı zamanda. Daha doğrusu sana gereksinim oldukça oradaydın. Nerede bir boşluk varsa oradasın. Sahneler, ışıklar, alkışlar... bunlar değil istediğin... Verdin kalemi yüre­ ğine, yazdı. Söyledin yüreğine, oy­ nadı. Sahici sahici oynuyordun. Ba­ sın toplantısı için birkaç yazar, sine­ ma oyuncusu gelmişti kültür merke­ zine. Konu; yerinde infaz. Moda'da

37

Uğur ve Şengül katledilmiş. Fuaye her zamankinden daha kalabalık. Küçük odadan hep birlikte fırladınız ortaya. Çığlıklar, küfürler, itişmeler, sürüklemeler, silahlar, maskeler... Konukların tümü sıçrıyor oturdukları yerden. Herşey sahici gibi. Kültür merkezinin basıldığını düşünüyorlar o an. Ben oyun sergileneceğini bildi­ ğim halde ürperiyorum şöyle bir. Oyuncuları tanımasam daha bir deh­ şete düşeceğim. Bu bir oyun diyo­ rum kendi kendime. Az sonra öteki oyuncular da için için tekrarlıyorlar aynı tümceyi. Bu bir oyun. Sen Şengül'ü oynuyorsun. Evde üç kişisiniz. İki kız bir erkek. Sırt sırta vermişsiniz öteki oyuncuyla. O kaçıp kurtuluyor infazdan. Sen ölüyorsun. Erkek oyuncu da. Bu bir oyun. Az sonra doğrulup kalkıyorsun düşüp öldüğün yerden. Yüzünde, oyundan kalan iz­ ler... Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar­ dan... Sesimiz gür çıkmalı. İçimden geçen bu sözlere gülü­ yorum. Beni de aldılar içeri. Toplantı gösteri yürüyüşüne muhalefetten. Aydınlar, sanatçılar biraraya geldik sizin için. "Bıçak kemikte..." dedik Ortaköy'de. Hiç bir sese tahammül­ leri yok İdil. Hiçbir sese... cezaevin­ de ölümle bir başına kalasın diye. Görebildiğim hücreler dolu. Herbirinde beşer altışar... Açlık grevine baş­ ladık alındığımızda. Karnım karnıma yapıştı bir günde. Şeker yok, su da yok. Dün, Cumartesi Anneleri'yle be­ raberdim. Arkadaşlarla bir ayran içtik . lisenin önüne gelmeden. Ayran bar­ dakları dolanıyor gözümün önünde. Buradan çıktığımda, diyorum ayran bardaklarını her gördüğümde. Bura­ dan çıktığımda... Aslında dün orada alacaklardı beni. "Alın bunları!" dedi telsizli biri. Paniğe kapıldım bir an. Birkaç adım geriledim. Yanımdakileri aldılar. Uzaklaştım oradan. Seni düşündüm sonra, omuzlarımda seni orada ölümle bir başına koyup gitmi­ şim gibi ağır bir yük. Açlığımın ikinci günü. Karnım karnıma yapıştı. Bu bir oyun değil İdil. Sen 40'lı günlerdesin. Doğrulup kalkmak yok oyunun sonundaki gibi. Evvelki gün kitabı matbaadan aldık. "Gün Karanfil Kokuyor" kitabını. Dü­ zeltmeydi, mizampajdı derken defa­ larca okudun sen de benim gibi. Ki­ tap okuyacak durumda olmadığını

da düşünebiliyorum elbette. Ulaştırabilseydim sana. Emek verdiğin ki­ taba bir dokunabilmeni, kapağına bakmanı, sayfalarını çevirmeni isti­ yorum nedense? Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar-' dan. Sesimiz gür çıkmalı. Biz kaza­ nacağız. Ölmeyesin sakın. Kaç ayın kaldı ki şunun şurasında? Dergiden bir ar­ kadaş görüşüne gitmişti geçen hafta. Görüşe çıkamamışsın. "Mitralyöz...Mitralyöz" diye sayıkladığının haberini getirdi, yıldızları sarkıtıp camdan aşağı. Bir mermi, bir mermi daha...Vuruşa vuruşa ölmeyi yeğler­ din; mitralyöz mitralyöz. Ölmeyesin İdil! Okuyamıyorum. Yazamıyorum. Yemek yiyemiyorum. Yürüyemiyorum. Çığlıklar isim olup biteviye yan­ kılanıyor beynimde. Her biri ateş olup düşüyor içime. "Ben Aygün Uğur! Eskişehir tabutluğu kapatıl­ sın!...", "Ben Altan Berdan Kerimgil­ ler! Hastaneye, mahkemeye gider­ ken dayağa son!...", "Ben İlginç Özkeskin! Cezaevlerinde insanca yaşa­ mak istiyoruz!...", "Ben Hüseyin Demircioğlu! Cezaevi kapılarında ya­ kınlarımız gözaltına alınmasın, iş­ kence görmesin!...", "Ben Ali Ayatal", "Ben Müjdat Yanat!", "Ben Tahsin Yılmaz!", "Ben Yemliha Kaya!", "Ben Hicabi Küçük!", "Ben Osman Akgün!", "Ben Hayati Can!"... Bitip tü­ kenmeyen upuzun çığlıklar, onmaz yaralar açılıyor içimde. 26 Temmuz 1996 İstanbul üstü­ me yıkılıyor. Konuşamıyorum. Tele­ fon çalıyor. Tanıdık bir ses: "Gazete­ de bir isim" deyip duraksıyor. "Ayşe İdil Erkmen" diyor sonra. "Ayşe de­ ğil, Ayçe... Ayçe İdil Erkmen". Bir mektup göndermişsin İdil. Al­ dım. "... Bu onurlu görevi zaferle so­ nuçlandıracağız. Düşmanın devrim­ ci tutsakları, emekçi halkımızı teslim almasına izin vermedik, bugün de vermeyeceğiz... Direnen tüm yol­ daşlarımı, direniş ve zafer coşku­ suyla selamlıyorum. Hoşçakalın." (16.7.1996 Ayçe idil Erkmen)


38

TAVIR ARALIK 1996

RÖPORTAJ "İstanbul Kanatlarımın Altında" Filminin Yönetmeni

Mustafa Altıoklar

MEDYAYI NEDEN KULLANMAYAYIM?

Y

önetmenliğini Mustafa Altıoklar'ın yaptığı "İstanbul Kanatlarımın Altında" adlı film yaklaşık altı ay boyunca gösterimde kaldı. Ya­ sakların, baskıların toplu halk katliamlarının, iktidar içindekiçatışmaların yoğunlukla yaşandığı 4. Murad devrinde, Hezarfen Ahmet Çelebi'nin uçma tutkusunun, bu konuda yaptığı bilimsel çalışmala­ rın ve iktidarla arasındaki sorunların anlatıldığı bir film "İstanbul Kanatla­ rımın Altında". Yönetmen Mustafa Altıoklar, filmiyle aynı zamanda Os­ manlı devrine de bir bakış açısı, bir yorum getiriyor. Film, okullarda okudu­ ğumuz ve beynimize kazınan resmi tarihe denk düşmediği için ve 4. Mu­ rad'ın kişiliğini zedelediği gerekçesiyle devlet eliyle yasaklanma boyutuna ka­ dar vardı. Uç ilde filmin gösterimi yasaklandı. Filme gelen eleştiriler yalnız­ ca bu yanlarıyla da değildi. Oyuncularının medyada çok öne çıkmış insanlar olmasından tanıtımındaki medyatik öğelere, 1400'lü yılların İstanbul'unu canlandırmadaki teknik eksikliklerden kimi diyaloglarda ve kostümlerdeki basitliklere kadar pek çok açıdan eleştirildi film. Buna karşın yaklaşık 400 bin sinemasever tarafından izlendi. İçeriği itibariyle filmin duyarlı bir çalış­ ma olduğuna ve yasaklanması nedeniyle sahiplenmesi gerektiğine inanıyo­ ruz. Film gerçekten bir takım eksiklikleri barındırıyor. Ama yüzyıllar önce­ sinin İstanbul tablosunu yansıtmada ya da kostümlerde bir takım yetersizlik­ lerin bulunması, filmin belirleyici yanları olarak görülmemeli. Ancak daha fazla izleyici çekebilmek adına medyanın olanaklarından yararlanırken, kimi sahnelerdeki anlatım tarzlarının gereksizliğine değinmek istiyoruz. Özellikle filmdeki abartılı cinsellik öğelerinin; o dönemin ve çizilmek istenen karekterlerin yansıtılmasında ve belirginleştirilmesinde ne derece önemi vardır? Böy­ lesi bir anlatımla, izleyicinin o dönemi ve yaşadığımız dönemi sorgulaması niyetimizi pekiştirebiliyor muyuz? Ama şöylesi bir gerçekle de yüzyüzeyiz. Amerika ve Avrupa film tekellerinin "sanat ve estetiklik" adına birçok filmde önümüze sürdüğü cinsel yozluğu içeren yapıtları neredeyse yaşamımızın bir parçası haline getirilmiş durumda. Ulusal film üretimlerinde de bu öğeler giderek ağırlık kazanıyor. Oysa yönetmen M. Altıoklar'ın da değişiyle "Bir film tartıştırıcı, aydınlatıcı, sorgulatıcı" olması gerektiği kadar, yokedilmeye çalışılan değerlerimizi de korumalı, yansıtabilmelidir. Filmi daha "çekici" kılmak adına getirilen bu yaklaşımın, yönetmen M. Altıoklar'ın kişisel terci­ hi olduğunu ve medyanın da "ilgisini" çeken yaşam biçiminin bir yansıması olduğunu düşünüyoruz. Ancak yasaklara, baskılara karşı olan ve eşit, özgür bir dünyayı özleyen her aydın-sanatçının, öncelikle halkın değerleriyle do­ nanması ve yaşam biçiminde emekçi halklarla daha sıkı bağlar kurması ge­ rekmektedir. Film, içerisindeki bir çok vurguyu zorlamadan izleyiciye ulaştırabiliyor. Hezarfen'in ve bir diğer bilim adamı olan Lagari Hasan Efendi'nin kadılar yoluyla iktidar tarafından sorgulanması ve bu sıradaki diyaloglar, bugünü­ müzle kıyaslamalar yapmada etkili oluyor. Filmde baskıcı düzenler ve uygu­ layıcıları için söylenen son sözler ise yapım amacını ortaya koyuyor: "Onlar hep vardı, varlar ve varolacaklar. Ama insanlık onları anmadı, anmıyor, an­ mayacak". Filmin henüz gösterimde olduğu dönemde yönetmeni Mustafa Altıoklar'la gerçekleştirdiğimiz bir röportajı yayınlıyoruz.

Filminizin engellenme nedenleri 'hakkındaki düşüncelerinizi açar mısınız? Gösterim yasakları şu anda Urfa, Kayseri ve Balıkesir'de. Tepkiler ise gerici ve milliyetçi kesimlerde her taraf­ ta. Aslında ben daha senaryoyu yazar­ ken bu tarz tepkilerin oluşacağını bili­ yordum. Benim için hiçbirisi sürpriz de­ ğil. Zaten filmin anafikrinde de bu var: Hazerfan uçtuktan sonra 4. Murad'ın "Senin gibi adamlar çok korkulacak adamlardır. Çünkü her ne murad edeceksen elinden gelir. Dolayısıyla bekaan caiz değildir". Filmi oluşturan bu sözdür. Tarihler boyunca otorite, ikti­ darlar mevcudiyetlerini korumak için, hep çıkış yapanlara, hayata bir parça aydınlık getirmeye, bir ışık tutmaya ça-. lışanlara, yeni bir soluk olarak ortaya çıkanlara korkuyla bakmışlardır. Hazerfan'a da korkuyla bakılmış. Bugün ortaya çıkan filme, daha önce Hazerfan'a yapılan muamelenin yapılacağı­ nı, bu filmden de korkulacağını biliyor­ dum. Konuyu 4. Murad'ın eşcinsel olup olmadığına indirgeyerek, aslında çok daha derinden korktukları meseleleri dile getirmeden bu konuyu ön planda tutarak, bu nedenle filme karşı çıkıyorlarmış gibi görünerek aslında iktidar kendini deşifre etmiş oldu gene. Ama tepkiler yalnız olumsuz tepkiler değil. Filmi oluştururken hangi düşün­ celerle hareket ettiniz? Aslında benim özelliğim olmaması­ na, yapıma göre olmamasına rağmen filmi popüler kültüre hitap edecek tarz­ da oluşturdum. İstediğim; apolitize edil­ miş genç kuşakların da sinemaya gel­ mesi, izlemesi, ilgilenmesi, meraklan­ ması ve filmin içindeki mesajları da be­ nim onlara aktarabilmemdi. Zannedi­ yorum bunda başarılı oldum. Filmin şu ana kadar 380 bin civarında izleyicisi oldu. İzleyicilerin de büyük çoğunluğu üniversiteli gençler. Hatta bir çoğu film-


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

den alkışlayarak çıkıyorlar. Benim amacım da buydu. Tarihte iktidarların, bireyler üzerindeki baskıcı, yasakçı tu­ tumunun nasıl olduğunu, hangi yön­ temlerle yaptığını ve bu yöntemleri ne­ den uyguladığını, kendi mevcudiyetini nasıl korumak istediğini genç kuşakla­ ra anlatmak içindi. Bu konuyu ben bu­ günkü topluma, düzene de indirgeye­ rek anlatabilirdim. Nazım Hikmet, De­ niz Gezmiş ya da Yaşar Kemal üzerine de bir öykü oluşturulabilirdi. Yahut da bugün uçmaya kalkan bir adamın öy­ küsü oluşturulabilirdi, Hazerfan'ın serü­ veni gibi. Aynı reji, aynı şekilde bugün­ de de geçebilirdi. Ama o zaman bugü­ nün gençlerini bu kadar çok sinema sa­ lonuna çekebilir miydim, onu bilmiyo­ rum. Böylesi tarihsel perspektife oturtu­ larak aynı zamanda genç kuşağa bas­ kıcı rejimlerin nasıl olduğunu ve neden baskı uyguladıklarını anlatmak istedim. Tarihi çarpıttığınız söyleniyor. Sanırız Hürriyet yazarıydı. "O dö­ nem düşünce özgürlüğü mü vardı ki, bu filmde düşünce özgürlüğün­ den bahsediliyor" demişti... Evet... Murat Bardakçı "Aydınlan­ ma devri oldu mu?" diye sordu. Bunlar tarihi çok iyi bildiklerini zanneden ve ta­ rihsel bilgilerin tekellerinde olduğunu düşünen insanlar. Bunların Hallaç-ı Mansur'dan haberleri yok. Farabi'den haberleri hiç yok. İbni Sina'dan, islami­ yet içi mülteci akımından hiç haberleri yok. İslamiyetin aydınlık çağında Ab­ basi Hükümdarı "Eski Yunan'da ne ka­ dar belge, bilgi, kitap varsa, her şeyi çevirin" diyor ve bütün felsefi araştır­ malar ve bilimsel çalışmalar yapılıyor. Ama daha sonra baktıklarında bu araş­ tırmalar onların dogmatik bakışlarının tam tersine, çok insani bir yaklaşım getirmeye başlıyor. Abbasi Hükümda­ rı'nın yerine geçenler korkuyorlar... İktidarları sarsılıyor... Sarsılmaya başlayınca bütün mül­ teci akımların temsilcilerini sürgüne yolluyorlar. Farabi sürgünde yaşamak durumunda kalıyor hayatının bir döne­ minde, İbn-i Sina da öyle. Ama İbn-i Rüşd, Fas'tan İspanya'ya Endülüs Emevileri'ne geçiyor. Ve o dönemde Avrupa'nın bütün felsefesinde bilimin temeli olan Yunan felsefi bilimini, Arap dünyası aracılığıyla Kuzey Afrika'dan dolaştırarak Avrupa'ya, Avrupa orta çağına tanıtıyor. Avrupa'da aydınlan­

39

ma İbn-i Rüşd sayesinde başlıyor. Bunları niye anlatıyorum? Otorite biraz aydınlanma, biraz ışık gördüğü zaman bastırmıştır. Bu batıda da ol­ muştu. Tek başına İslamiyet'le, Hıristi­ yanlık'la çok ilgisi yok. Her toplumda ol­ muştur. İktidarın kullandığı araçlardan birisidir din. Bizde 12 Eylülden sonra Franko'nun "3 F formülü çok net ola­ rak kullanıldı. "Fado, Fiesta ve Futbol". Yani kadın, dans, futbol... 12 Eylül ve arkasından gelen Özal döneminde bu formülün benzeri uygulandı. Futbol... hala futbol; Fiestanın yerine bizde ara­ besk ve pop kültürü devreye sokularak uyuşturuldu toplum... Ve din. Bu üç uyuşturucu maddeyle genç kuşak uyuşturuldu. Bana kalırsa bu nedenle zaten Türkiye'nin siyasi dengeleri alt­ üst olmuş durumda. Bir söyleşide diyorsunuz ki; "Ben bu filmde Hezarfen'i anlat­ makla, uçan ilk insanın bir Türk ol­ duğunu dünyaya göstermiş ol­ dum". Bu cevapla anlatmak istedik­ leriniz neydi? Onlara birşey anlatmak istedim. Kafalarını çok fazla çalıştırmadıkları bir kapı açmak istedim. İlk uçan insan; herhangi bir insan olabilir, herhangi bir ulustan, etnik kökenden gelebilir. Hiç sorun değil. Uçmayla ilgili çalışmaların Leonardo da Vinchi tarafından bilimsel temellere dayandırıldığını bildiğim için, bende de bilim adamı tarafı olduğu ve bilimin evrenselliğine inandığım için Leonardo'yu es geçemedim tümde. Ve filme Leonardo'yu kattım. O anlamda Hezarfen'in Türkiyeli, Suriyeli ya da Fransız olması hiç önemli değil. Uçma eğilimini gerçeleştiren bir insan olması önemli. Bilime, insanlığa katkısı önem­ li. Ama Türkçülüğü şiar olarak ele atıp yola çıkarken filmi eleştirmeye kalkan­ lar, filmin böyle bir tarafını göremiyor­ lar. Aslında onların gururlarını okşaya­ cak bir tarafı var filmin. Ama onlar deği­ şime, diyalektiğe o kadar kapalılar ki, filmin değiştirecek, diyalektiğe ivme ka­ zandıracak bir yapıt olduğunu gördük­ leri anda kendi sloganlarını bile gör­ mezden geldiler. Ben onlara kendi slo­ ganlarını göstermek için söyledim o cümleyi. Yoksa kişisel olarak çok önem taşımıyor. Ama tabi şöyle bir insani za­ afım olduğunu söyleyebilirim: Dünyada en çok sevdiğim insanlar, benimle bu topraklan paylaşan insanlar. Ne olursa olsun; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi. Ya­

ni bunu zaaf diye adlandırırsak... İnsan ayırdediyor olmaktan sözediyorum. Bir Fransız'a, Rus'a oranla ben Türkiyeli insanı daha çok seviyorum. Kendi in­ sanımı daha çok seviyorum. Onun için bu topraklarda uçan bir insanın anlatıl­ mış olması ve bu anlatımın benim üze­ rime kalmış olması bana gurur veriyor. Filmde anlatmak istediklerinizi, yakın bir dönemi konu alarak değil de daha fazla ilgi çekebilmek için böylesi bir tarihsel süreci seçerek gerçekleştirmek istediğinizi söyle­ diniz... Dikkati oraya çekmek için. Genç kuşağa hoş gelebilecek bir fonda anlat­ mak için Osmanlı dönemini seçtim. Ama buna birşey daha ilave etmek is­ terim: Tarihin, geleceğin aynası oldu­ ğunu düşünüyorum. Bugün yaşanan bir realite var. Güneydoğu sorunu var mesela. Yaklaşık 15 yıldır Güneydo­ ğuda insanlar bir yandan ölürken, öl­ dürürken, diğer taraftan korkunç bir ekonomik kayba neden oluyor bu. Ama bu kayıp bambaşka yerlere kanalize edilerek o bölgedeki bütün sorunlar rahatlıkla çözülebilirdi. Hala çatışma sürüyor; yarın, öbürgün ya da üç-beş yıl sonra bu çatışma nasıl sonlanacak, bunu görmüş değiliz. Ama biz dönüp tarihe baktığımız zaman, benzer çatış­ malar olduğu durumlarda hangi çö­ zümler uzun vadede gerçekçi çözüm­ ler olmuştur, bunları görebiliriz. Film bu meseleyi anlatıyor. Şu anda yaşanan olayın henüz sonu yok ama aynı olay geçmişte bizim toplumumuzda ya da başka toplumlarda mutlaka oldu. Olay­ ların çözümü için kullanılan yöntemler hangi sonuçları verdi? Yani bir Alevi uyanışını, Pir Sultan Abdal'ı katletmek­ le sonuçlandırmaya çalışmak hangi sonuçları doğurdu, ne çözüm getirdi otoriteye? Kısa vadede belki bir sindir­ me politikası uygulandı. Ya da Şeyh Bedreddin'e... Benzer örnekler çoğaltı­ labilir. Bunlar hangi sonuçları verdi? Hiçbirisi uzun vadede bir sonuç verme­ di ki, hala bu çatışmalar bugün bile sü­ rüyor. O zaman aynı yöntemleri uygu­ lamak; bir kere daha aptallık yapmak oluyor, Tarihi bir konu seçmenin bir ya­ nı da buydu. Bir de egemen iktidarların elle­ rinden başka çare gelmediği için, tek çare olarak... Baskı, şiddet olduğunu düşünüyor­ lar


T A V I R ARALIK 1 9 9 6

40

Yakın döneme ait, güncelliği ba­ rındıran ve daha yalın bir anlatıma sahip film yapma düşünceniz var mı? Tabi... Ben otoriteyle, iktidarla, şab­ lon düzenlerle sorunları olan bir insa­ nım. İnsanlarımızın da sorunları oldu­ ğunu düşünüyorum. Bunları göster­ mek, Çözüm yollarını oturtmak da sa­ natçının asli görevi değildir belki ama ben en azından kendi adıma, kendi fi­ kirlerimi deklare etmeyi bir eğilim ola­ rak düşünüyorum. Düşünen bir insa­ nım. Bu anlamda gerek tarihsel bir ke­ siti anlatan ama gerçeklere dayalı film­ ler tabi ki yapacağım. Ve bunların için­ de siyasal söylemler mutlaka olacak... Bu konuda ısrarcı olmak gereki­ yor gerçekten. Siyasi iktidarın insan yaşamındaki kültürel yönlendirmesi üst boyuna. Böylesi bir yönlendir­ menin ve dejenerasyonun karşısına çıkabilmek de özgürlükçü düşünce­ lerle ama ısrarcı bir biçimde üretim­ lerden, çalışmalardan, mücadele­ den geçiyor. Sonucunda baskılarla, yasaklamalarla ya da daha ağır be­ dellerle karşı karşıya gelecektir aydın-sanatçı... Şu aşamada bile daha ağır sonuç­ larla karşılaşabilirim. Ama bunlardan korktuğumuz sürece... Nazım'ın bir şiiri var; "Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa". Bu uyarılara hazır olarak yola çıkıyo­ rum. Yaşadığıma gerçeklere baktığı­ mızda cezaevleri, kayıplar, infazlar... Bir Metin Göktepe olayının filmi yapılmalı bence... Mutlaka yapılmalı. Bu­ nu ben mi yaparım, başka bir arkadaş mı yapar ama mutlaka filmi yapılması gereken bir olay. Çünkü Metin Gökte­ pe olayını gazete ve televizyonlardan izleyerek toplumun büyük bir çoğunlu­ ğu sorgulamıyor devletin neler yaptığı­ nı. Haber diye geçiyor; bir gazeteci öl­ dürülmüş. Ama "Yalan Rüzgarı" dizisinde neler olduğunu komşusuna anla­ tıyor. Metin Göktepe olayını filme ak­ tardığımız zaman, bunu komşusuna anlatacak; "Dün bir film izledim, gaze­ teciyi öldürüyorlardı, ne acayip polis teşkilatımız var" diye. Sinema sanatı astında toplumu eğitmek, yönlendir­ mek ve fikirlerini başka insanlara anlat­ mak için herşeyden çok daha güçlü bir araç. Mutlaka bu bilinçle olması gereki­

yor herkesin; sanatçının, sinema sa­ natçısının. Hepsinin olmasa bile hiç de­ ğilse bir kısmının. Peki, film üretiminde insanları bilinçlendirmeyi, aydınlatmayı he­ defleyecek ve bu konudaki sorunla­ rı aşacak bir çabayı, ortak çabayı görebiliyor musunuz? Ne yazık ki göremiyorum. Tabi ki Yılmaz Güney sonrasında ve 12 Eylül'ün "bir dönem sonrasında siyasal içerikli filmler yapıldı. Gerçi o dönemde yapılan tümlerin handikapı da; aydının, aydın bir sosyalistin, sosyalist bir yaza­ rın, sinemacının bunalımları türünden filmlerdi. Daha gerçek sorunlara çok fazla inilmedi ne yazık ki. Hatta bence yüz karası bir film yapıldı en son olarak: "Böcek". Bence açıkçası işkenceyi, in­ sani psikolojik temellere indirgeyerek işkenceyi... Aklamak... Evet işkenceyi aklamak çizgisinde bir film yapıldı. Sanıyorum bu niyetle yola çıkmamıştır yönetmen ama ortaya çıkan film böyleydi. Resmen, sonuç olarak işkenceci aklanıyordu. Yani ço­ cukluğunda dayısından dayak yediği için işkence yapıyor bu adam ve biz bu adama kızmıyoruz. Filmde Halil Ergün'e yani işkenceci polise "Paydos" filmindeki Sadri Alışık babacanlığı çizilmişti. Otomatik olarak daha ilk sahne­ den itibaren "yalnız yaşayan ihtiyar ya­ hu" demeye ve bu adamın gençliğinde yapmış olduğu işkenceleri görmezden gelmeye başlıyordum filmde. Tabi ki her türlü film olsun. En azından benim filmim yasaklanırken, yasakçı düşün­ ceye karşı çıkarken, böyle filmlerin ya­ pılmasına karşı değilim. Her kesim film yapabilir. Yahut da dinci kesimin yaptı­ ğı filmler de yapılsın. Onlara da engel koymadan oynatılsın. Zaten oynatıldığı sürece aradaki farkı görebilecek her­ kes. Ama son yıllarda siyasal söylemin filmlerde geri plana düştüğünü görüyo­ rum. Yanlış tespitler yapılıyor. Siyasal filmler yaparsak seyirci bulamayız diye düşünülüyor. Oysa Ali Kırca'nın "Siya­ set Meydanı'nı sabahlara kadar seyre­ diyor insanlar. Dolayısıyla siyasetten kopuk değil, tam tersine siyasetle son derece ilgili bir insan kitlesi var Türki­ ye'de. Ama yapılanlarda insanları bıktı­ rıcı, daraltıcı bir tarzda yapıldığı için se­ yirci bulamıyorlar. Bu bir yeteneksizlik, yetersizlik. Anlatımdaki bu yetersizliği

seyirciyi suçlayarak örtmeye çalışıyor­ lar. Bu durumun yaratılmasında si­ nemacılarımızın da payı var. Pek çok alanda olduğu gibi sinema da sektörleşememiş. Sektörleşmesi halinde sorunları aşması için kendince çabası olurdu zaten. Sektörleşmediği için küçük küçük, kendi kendine parla­ malarla ancak film yapılmış bugüne ka­ dar. Ya da tek başına sinema ve sinemacıların sorunu değil. Genel bir kültürel bir sorun aslında. Tabi ki. Şimdi, o kadar kızdığımız, sevmediğimiz, beğenmediğimiz Ame­ rikan sinemasından bir örnek vermek zorundayım. Çünkü şu anda filmlerini dünyada en çok seyrettiren, Amerikan sineması. Teknik nedenlerini anlatma­ yacağım, tanıtım tarafını anlatacağım. Pek çok parlak yanıyla beraber tanıtım da çok önemli. Hatta bu noktada tanı­ tımdan bahsederken bazı sol ve sosyalist dergilerde ve gazetelerde filmle ve benle ilgili, bazı eleştiriler var. Kalbi­ min kırıldığını söyleyebilirim. Çünkü yanlış yerden bakarak eleştiriler yapı­ yorlar. Doğmatik bir bakış ne yazık ki. Örneğin... Medyatik tarafıyla ilgili örneğin. Evet. Şimdi Amerika'da izleyiciler bir filme neden gider? Çok basit bir is­ tatistik yapılmış. Verilen cevaplar son­ rası, istatistiki değerlendirme sonucu oluşan sıralamada şöyle bir durum çık­ mış: 1- Fragmanlar, 2- Arkadaşım tav­ siye ederse giderim, 3- Oyuncu kadro­ su, 4- Yönetmen, 5- Eleştirmenlerin değerlendirmeleri, 6- Filmin afişleri. Birincisi tanıtımla ilgili. Ama özellik­ le ikincisinin altını çizmek gerekiyor. Şimdi tanıtımı yaparsın Benim filmim­ den örnek vereyim: Geçen sene çe­ kimlere başladık. Başladığımız günden itibaren başta Okan Bayülgen, Savaş Ay, Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer'in varlığından dolayı... Bu isimler de aynı düşünceyle mi bir tercihti sizin için? Evet. Çünkü ben söylemek istedik­ lerimi çok geniş kitleye aktarmak istiyo­ rum. Bu kişilerin varlığı nedeniyle bizim fazla tanıtım yapmamıza gerek kalma­ dı. Tanıtım yapmak için çok şeyi zorla­ dık. Medya ilgilendi ve daha çekim


TAVIR ARALIK 1 9 9 6

aşamasında bir ilgi ağı oluştu. Film gösterime hazır hale geldiğinde tekrar bir tanıtım gündeme geldi. Fragmanlar gösterilmeye başlandı. Yeniçeri kıyafe­ ti giymiş insanlar ellerinde davullar şeh­ ri dolaştı. Bir ilgi uyandı... Bütün filmler­ de aynı şey söz konusu. En son "10 Film, 10 Yönetmen"de de benzer tanı­ tımlar oldu. Orada da medyatik isimler kullanıldı. Filmim gösterime girdiğinde gelen izleyici arkadaşına tavsiye ediyor ya da etmiyor; artık ikinci basamağa geçiyor durum. Benim filmimi de izleyi­ ci birbirine genellikle görmesini öneri­ yor. Ama eleştirmenler"kötü" diyor. "Eleştirmenlere bakma, git gör". Benim filmimde oluşan bu oldu. Seyirci arka­ daşlarını göndermeye başladı. Oyun­ cular ikinci plana düştü. Şimdi artık on­ lardan bahseden var mı? "Medyatik film", "Mustafa Altıoklar; medyatik", "Pop yönetmen"... O kadar yanlış ki. Şu anda filmin içeriği konuşu­ luyor. Benim de yapmak istediğim buy­ du zaten. Ne ben, ne oyuncular... ama filmin bir tartışma ortamı yaratması. Sanat eseri olarak, bir fikir taşıdı toplu­ ma. Bu anlamda, filmin içeriği tartışılı­ yor olmasına bakılması lazım. Çok az bir sol siyasal grup içerisinden, çok az arkadaş kötü eleştirdiler. Büyük çoğun­ luğunda olumlu eleştiriler vardı filme. Bence en başta şunu aşmamız lazım. Bir olaya bakıp, "çok medyatik, çok po­ püler... Bu yaramaz". Hayır, öyle bir şey yok. Hayata daha derin bakmak zorundayız. Daha kapağına bakıp, bu çok medyatik, atın bir kenara derseniz arkasını göremezsiniz. Birşeyler anlat­ mak için kullandığım yöntemler neden rahatsız ediyor insanları. Filmde Okan'la, Savaş'ın oynaması; laisizmi, demokrasiyi, özgürlüğü anlatan filme genç insanların gitmesine yardımı olur­ sa neden olmasın? Bunun çirkin tarafı ne? Fikirlerimizi, yani bu hayattan, ül­ keden isteklerimizi, beklentilerimizi asık suratta anlatamayacağız. Onun için güleryüz kattım filme. Sağ kesim­ den gelen eleştiriler çok dehşetli, haka­ rete varıyor ama hiç üzmüyor beni. Ama beni doğru yola sevkedecek eleş­ tiriler geldiğinde, bana bir şeyler öğretecekse sonuna kadar açığım. Ben bu filmde radikal bakış biçim­ lerini, iktidarın yöntemlerini, bağnazlığı, filmin kahramanlarının bağnazlıkla ça­ tışmalarını anlattım. Bu çalışmayı anla­ tırken de medyayı kullandım. Medya­ nın promosyonunu kullandım. Medya

41

beni kullanmadı, ben medyayı kullan­ dım. Yani bizim medyayı teslim alma­ mız gerekmiyor ki. Biz medyayı teslim alabiliriz. Medyanın da bize ihtiyacı var. Son bir som... Birşey söylemek istiyorum. Ben Deniz Gezmiş'i anlatmak istiyorum. 68'liler Vakfı yıllardır yapacağız diyor. Ama ortaya birşey çıkmamış. Ortaya çıkacak şeyin nasıl olacağından da açıkcası endişeliyim. Belgesel türde birşey çıkacak galiba. Peki Deniz Gezmiş size neyi ifa­ de ediyor? Başkaldırıyı... Emperyalizme, ezil­ mişliğe başkaldırıyı, zulme başkaldırı­ yı, özgürlük karşıtlarına başkaldırıyı ifa­ de ediyor. Şimdi neden bu örneği ver­ dim. Deniz Gezmiş'i, mesala Daniel Day Lewis'e oynatmak istiyorum. (Sol Ayağım, Var Olmanın Dayanılmaz Ha­ fifliği, Babam İçin, Son Mohikan filmle­ rinin oyuncusu). Neden bizdeki oyunculardan değil de, o? O oynarsa bütün Türkiye, bütün dünya Deniz Gezmiş'i öğrenir. Kafası çalışmayan kızların büyük bölümü, sırf Daniel Day Lewis oynadığı için o filme gider. Med­ yayı neden kullanmayayım? Sanırız nasıl anlatılacağı daha önemli. Kim, nasıl anlatırsa anlatsın siyasal tartışmalara yol açar. Ama ben nasıl anlatacağımı söyleyeyim: Deniz Gezmiş'in insan tarafını anlatacağım. Yani Beyazıt Kütüphanesi'nde ki kıza nasıl aşık olduğunu, ona nasıl kur yaptığını, olumsuz yanıt aldığında ona nasıl çı­ kıştığını. Arkasından bir sütçü beygiri­ ne atlayıp evinin Önünde ona "beyaz atlı prensin geldi" deyip nasıl seranad yaptığını... Yahut da 6. Filo'ya karşı bayrağı kapıp Dolmabahçe'ye nasıl koştuğunu, hangi duyguyla gittiğini. Ya da Astsubay'a ateş ettiğinde karısının elini yaralaması karşısında gösterdiği insani reaksiyonu... Ve tabi ki siyasi çizgisini, tabi ki mahkemede yargılanır­ ken bütün yargı sistemini ve adaletini, otoriteyi nasıl yargıladığını anlatmak is­ tiyorum. Politik ve insani yanlar birbirin­ den ayrı ele alınıp değerlendirilebiliyor. 24 yaşında idam sephasına gitmiş bir insanın siyasal çizgisini bugünün

gençlerine sorarsanız; "Teröristmiş, komünistmiş, asılmış" cevabını alırsı­ nız. Ama onun siyasi çizgisini, kavgası­ nı arka plandaki ruhsal çizgisini de ona ilave olarak anlatmak... Bunlar birbirini bütünleyen du­ rumlar. Bizde bu tip meseleler anlatılırken hamasi bir şekilde, bir eli silahlı kahra­ man tarafı anlatılır. Öbür tarafı anlatıl­ maz. Esas olan bu tarafı da anlatmak. Mesela milliyetçilerin, filmde çok karşı çıktıkları taraflardan biri de, 4. Murad'ın insan tarafının gösterilmiş olması. Yani gözünün kenarında bir damla yaş biri­ kebiliyor olması, sevgi gösteriyor olma­ sı, üzülen bir insan olduğunu göster­ mesi. Geçenlerde bir söyleşide bir şey­ ler söylediler, aklınız durur. Ben "4. Murad'ı neden bu kadar koruyorsunuz, üç kardeşini asmış, altı tane sadrazamı boğdurmuş, ilk Şeyhülislam katleden padişahtır. Binlerce insan katletmiş; Ben filmde bunları göstermedim" dedi­ ğim zaman, "Bunları gösterseydiniz ya!" dediler bana. Yani böyle tarafı hoş­ larına gidiyor, insan tarafı hoşlarına git­ miyor. Kaldı ki şunun farkında değiller: 4. Murad insanları boğdurduğu zaman, belki de onun dedesini de boğdurdu. Katilin tarafını tutuyor. Şunu da ilave et­ mek istiyorum. Milliyetçiler tarihe dö­ nüp baktıkları zaman kendi ezilmişlik­ lerinin, toplumun alt katmanlarında yer "aldıklarının farkında değiller. Ama bozkurt işaretleriyle dolaşıyorlar, onları ezen sistemin uygulayıcıları oluyorlar, Oysa onları bu duruma getiren; toplu­ mun al katmanlarında yer alamlarına neden olan 4. Murad gibiler. Bunu on­ lara anlatmak gerekiyor. Aydınların ve sanatçıların, resmi ideolojinin siyasal ve kültürel baskı politikaları ve araçlarına karşı, so­ runları aşmak üzere ortaklaşa hare­ ket etmeleri gerekiyor. Kültür-sanat cephesinde bir birlikteliğin oluştu­ rulması gerekiyor. Sizin bu konuda önerileriniz var mı? Açıkçası... bir önerim yok ama böy­ le bir ortak tavrın gelişmesi için ümidim var. Gelişmiş demokratik platformlarda sanatsal faaliyetleri yeniden tartışmaya açmak ve konuyla böyle uğraşmak ye­ rine sanatsal içeriği tartışarak "daha iyi nasıl üretiriz"e bakmak gerekiyor. •


TAVIR ARALIK 1996

42

TAVIR

BİR FİLM: IŞIKLAR SÖNMESİN

RESMİ İDEOLOJİNİN KISKACINDA BİR BARIŞ ÖZLEMİ

Film başlar. Karlı dağlar arasında bir yolda gerillalar tarafından bir yol­ cu otobüsü durdurulur ve otobüste bulunan bir korucu gerillalar tarafın­ dan cezalandırılır. Gerilla dağa çeki­ lirken altı-yedi kişilik bir jandarma grubu gerillaların peşine düşer. Ge­ rilla ve jandarma grubu arasında ça­ tışma çıkar ve bu çatışma sırasında silah seslerinden dolayı düşen çığda gerilladan iki jandarmadan ise bir ki­ şi sağ olarak kurtulur. Bayan gerilla Zozan yaralanmıştır. Bir süre sonra dağda gerilla ve jandarma komutan­ ları arasında bir diyalog gelişir. Jan­ darma komutanı, gerillaya "infazcı olmadıklarını ve kendilerini Türk adaletine teslim edeceğini" söyler. Filmin bu dakikalarında yaralı Zozan ölür. Gerilla kaçarak yakılmış bir kö­ ye sığınır. Jandarma komutanı bir süre sonra gerillayı bulur ve kavgaya tutuşurlar. Bu sırada köydeki tek ai­ leden yaşlı bir köylü onlara müdaha­ le eder. Dışarıda ise köyü kontrgerilla sarar ve ateşe başlar. Eline bir köz alarak dışarıya çıkan köylü "Işıklar sönmesin lo!" diye bağırırken vuru­ lur. Bu kez dışarı yaşlı adamın üçdört yaşlarındaki torunu çıkar. Ardın­ dan dışarı çıkan gerilla ve jandarma küçük kızı kollarından tutup havaya kaldırırlar. Görüntü burada donar ve ekranda bir yazı belirir: "Yaşanan acılara bir damla su verilmesi dile­ ğiyle"...

Yaşanan acılara bir damla su vermek, bu acıları dindirebilmek için ter dökmek, emek vermek... Güzel bir dilek, güzel bir tasarı, güzel bir düşünce. Hem uykuya dalmış, dar pencerelere hapsolmuş sinemaya bir damla can vermek, hem toplu­ mun acılarını anlatmada cesaretle adım atmak istemek; olumlu bir adım, güzel bir düşünce. Ama tüm bunları yaparken kimin ne yaptığını bilmeli, özneleri ve nes­ neleri yerli yerine koyabilmeli ve öy­ lece anlatabilmeliyiz. İşte "Işıklar Sönmesin"de senaryonun hazırlanı­ şından karakter tahlillerine, savaşın niteliğinden çözüm önerilerine dek kavramların karıştırılmasından ve çarpıtılmasından doğan bir yanılgılar zinciri var. Böyle olunca da bir damla su olma esprisi ortadan kalkıyor. Yönetmen daha filmin başında ak ile karayı, sap ile samanı birbirine karıştırıyor. Yönetmen bu savaşta 'gerilladan, onun misyonundan ne anladığını ortaya koyuyor. Otobüs sahnesinde, yol kesen gerillaya ba­ kıyorsunuz, adeta bir çapulcu sürü­ sü; kaba-saba adamlar, küfürlü ko­ nuşmalar, disiplinsiz davranışlar... İşte size gerilla. Özgürlük savaşçısı olmak ne kelime tam bir dağ eşkiyası. Oysa diğer yanda kibar, alabildi­ ğine titiz, halka zarar vermemek için çırpınıp duran bir jandarma. Kimlik­ leri isterken ki "lütfen"li ifadeler. Bu

sahneleri izlerken kendi kendimize soruyoruz; bu adamlar ya hiç kimlik kontrolüne tabi tutulmamışlar, ya hiç özel timle, jandarmayla muhatap ol­ mamışlar ya da bunu anlatmamak için özel bir çaba içerisine girmişler. Yönetmen film boyunca -özellikle diyaloglarda- her iki tarafa da aynı duyarlılıkla yaklaşma çabası içerisin­ de. Ama yukarıda anlattığımız tür­ den sahneler bu objektivist(!) kaygıyı da silip götürüyor. Dolayısıyla, anla­ tılanlardan pek de rahatsızlık duy­ mayacak, resmi ideolojinin onayla­ yacağı bir film ortaya çıkabiliyor. Düşünün! Bir gerilla, ölen bir yol­ daşının mezarına kızıl bir eşarp ko­ yuyor ve yanıbaşında bir jandarma timi komutanı bu olanları sessizce iz­ liyor. Kulak kesenler, koleksiyoncu­ lar ne zaman sessiz kalmıştır böyle temiz bir törene? Özellikle son gün­ lerde gazeteleri açan halk hergün yeni bir skandal haberle sarsılırken, öfkesi Dilenirken, Çatlılar'ın, Bucaklar'ın, devletin iplikleri pazara çık­ mışken sinema salonunda bu filmi izleyen biri yönetmene sorar: Anlatı­ larınız doğru mu? Film genel yaklaşımıyla bir barış çağrısını da içeriyor. Yine düşünüyo­ ruz: Filmi çeken dostlarımız barıştan ne anlıyor? Bir tarafta ezen, katle­ den, köyleri yakan, boşaltan, dağları, ormanları bombalayan, ırza geçen, dışkı yediren bir siyasi iktidar yapısı var. Diğer tarafta ise zulme, aşağı­ lanmaya, asimilasyona, soykırıma karşı kuşaklar boyu mücadele veren bir halk var. Barış, yaşanan bunca acıya kayıtsız kalmayıp, bir katkı sunmak adına "gelin, silahları bıra­ kın, oturup konuşun, anlaşın, uzla­ şın" dilekleriyle mi gerçekleşir? Böy­ le mi kazanılır barış? "Milli Savun­ ma" adı altında savaşa bütçeden her yıl trilyonlarca lira aktaran, kendi ya­ salarını bile çiğneyip mafya-kontrgerilla çeteleri üreten, emperyalizmin vahşi çıkarları uğruna yıllardır ÇekiçGüç'ü topraklarımızda barındıran ve kan dökmekten başka hiçbir çaresi kalmamış bir siyasi yapıyla böyle bir


TAVIR ARALIK 1996

anlaşma nasıl gerçekleşebilir? Ba­ rış, böylesine vahşi bir siyasi yapı­ lanmanın ancak tüm kurumlarıyla birlikte tarih sahnesinden silinmesiyle mümkündür. Topraklarımız üze­ rinde yaşayan tüm halkların birlikte mücadelesiyle kazanılır barış. Barı­ şın siyasi literatürdeki karşılığı bu­ dur. Ona yeni açılımlar yüklemek as­ lında onu özünden saptırmaktır. Ba­ rış, baskının, sömürünün, insana hükmetmenin, eşitsizliğin, adaletsiz­ liğin barınmadığı bir toplumsal işleyi­ şin adıdır. Ne başka bir tanımı, ne de onu kazanmak için başka bir yolu vardır. "Işıklar Sönmesin" filmi yönet­ men Reis Çelik'in i(k uzun metrajlı film çalışması ve gerek yönetmenin gerekse diğer emeği geçenlerin iyiniyetinden kuşkumuz yok. Ama iyiniyetin göstergesi gerçekleri, ne kadar yerli yerinde ifade ettiğimizdir. Film, çekim aşamasında MGK'nın direk müdahalesi ile karşılaşıyor. Ekibin film üzerinde özgürce çalışmaları engelleniyor. Dünyanın birçok yerinde sanatçılar, baskıcı yönetimlerin yasakçı tavırlarına karşı yaratıcı bir şekilde anlatım dilleri bulmuşlardır. Açık açık söylenemeyecek birçok şey simgelerle de olsa çok radikal bir tarzda ifade edilebilmiştir. Tüm bu engel ve baskılara rağmen verilen bir emeği, bir özveriyi yadsıyamayız. Fakat "Işıklar Sönmesin"de bu bas­ kıların yarattığı kaygılardan dolayı tüm iyiniyete rağmen anlatım yapaylaşmış, süren savaşın içeriği çarpıtıl­ mış, kavramlar birbirine karıştırılmış., Filmin belki de en etkileyici yanı müzikleriydi. Daha önce "Mem-UZin" filminin, "68'den 6 Mayıs"a ve "Nazım Hikmet" belgesellerinin de müziklerini yapmış olan Mazlum Çi­ menin, dinleyenin yüreğine işleyen ezgileriyle Kürt halkının yaşadığı acılar dilleniyor ve filme bambaşka bir tad katıyordu.

Yönetmen: Reis Çelik Yapımcı: Ferdi Eğilmez Senaryo: Cemal Şan-Reis Çelik Müzik: Mazlum Çimen Oynayanlar: Berhan Şimşek , Tarık Tarcan, Sermin Karaali, Tuncel Kurtiz

43

MENDERES SAMANCILAR

KIZILCIK ŞERBETİ

Ağlaya ağlaya düşme yollara Yakışmaz kelepçe özgür kollara Salkım söğüt gibi çöz saçlarını Konsun börtü böcek yeşil dallara Karlı dağlar gibi dik tut başını Gösterme yaranı çat kaşlarını Kızılcık şerbeti içtiğin söyle Alçaklara inat kanlar kus ölme Yağmurun kervanı kara bulutlar Düşen damla damla sele ulaşır Yüreklerde sevdalıdır umutlar Büyür başaklarda göğe ulaşır Karlı dağlar gibi dik tut başını Gösterme yaram çat kaşlarım Kızılcık şerbeti içtiğin söyle Alçaklara inat kanlar kus ölme




46

TAVIR ARALIK 1 9 9 6

HABER/YORUM

YAŞAR KEMAL VE ŞANAR YURDATAPAN'A "CEZA" li kalem tutan ne kadar aydın varsa hapsetme­ ye niyetliler. Çocukları, onlar öldükten sonra soyadlarını değiştire­ cek utançlarından. Bunu devletin bütünü için söylüyorum. Türkiye, dünyanın işkence merkezlerinin ba­ şında gelmektedir. Türkiye, tutuklu­ ların cezaevlerinde başlarına vurula vurula öldürüldüğü, açlık grevlerinin yaşandığı ve grevler sırasında talep­ leri kabul edilmeyen tutukluların öl­ dürüldüğü bir ülkedir. Türkiye, çiğne­ diği insan hakları ihlalleri ile dünyaya meydan okuyor. İnsanlık bu zulmü kabul etmeyecek.

E

Bu sözler Yaşar Kemal'e ait. "Dü­ şünce Özgürlüğü ve Türkiye" adlı ki­ tapta yeralan "Türkiye'nin Üstündeki Kara Bulutlar" başlıklı yazısından dolayı İstanbul DGM tarafından 1 yıl

Devrim Demir (Demokrasi)

8 ay hapis ve 466 milyon lira para ce­ zasına mahkum edilen Yaşar Kemal ve . kitabın yayıncısı, yazar Erdal Öz'ün bu cezaları, beş yıl süreyle ay­ nı "suçu" tekrar işlememe şartıyla er­ telendi. Ardından bir ceza da Şanar Yurdatapan'a geldi. MED TV'de yayınla­ nan, öldürülen gazetecilerin anlatıl­ dığı "Kurşun Asker" adlı belgesel programda müziklerinin kullanıldığı ve Abdullah Öcalan'a yönelik suikast girişimini kınayan bir bildiriye imza attığı gerekçesiyle, Ankara DGM'nin kararıyla tutuklandı. Bir aylık tutukluluk süresinden sonra, tutuksuz yar­ gılanmak üzere serbest bırakılan Şanar Yurdatapan, "Yasadışı silahlı örgüte yardım ve yataklıktan" yargı­ lanıyor. Yaşar Kemal'in, ceza aldıktan sonra mahkeme çıkışı yukarıda söy­ lediği sözler, ülkemiz gerçekliğini çok açık bir şekil­ de ifade ediyor. Ülkesinin ger­ çeklerine gözleri­ ni kapamayan ve halkına yönelik saldırılarda aydın-sanatçı so­ rumluluğuyla tepkisini dile geti­ ren aydın ve sa­ natçılara yönelik baskılar giderek şiddetlenecektir. Önce Yaşar Ke­ mal ve Erdal Öz'e verilen ce­ zalar, ardından Şanar Yurdatapan'ın tutuklan­ ması ve kısa bir süre önce Grup Yorum elemanı Hakan Alak'ın, bu nedenle iş­ kencelerden ge­ çirilmesi; devle­ tin şiddetinin ile­ ride varacağı noktaların da işa­ retleridir.

Peki ya tepkisizlik? Asıl utanç ve­ rici olan bu değil midir? Cezaevlerin­ de onca aydın, sanatçı ve bilim ada­ mı varken ve daha da fazlası ceza almayı beklerken tavırsız kalmak, nasıl bir "sorumluluğun" ürünüdür? Ama bu kara tabloyu tersine çevire­ cek olan da aydın ve sanatçıların kendileri değil midir? Eksik olan aydın ve sanatçı dayanışmasıdır. Dayanışma; bencillik, yılgınlık ve korku duvarını parçalaya­ bilecek bir güçtür. "Başım belaya gir­ mesin" düşüncesiyle "rahat" yaşamını üç gün daha uzatmakla yerine getiri­ lemez aydın-sanatçı sorumluluğu. Eksik kalan tepkiler, öfkeler ya da bunların tek tek dile getirilmesi, sa­ dece bir sözle, bir yazıyla ifade edil­ mesi gün gelir hükmünü yitirir. Bu­ nun daha da ötesi vardır. Herşeyden önce gerekli olan dayanışma ve bir­ lik duygusu bir an önce açığa çıkarıl­ malı, sağlanmalıdır. Aydınlar ve sa­ natçılar kendi alanlarında sağlaya­ cakları bir cepheleşmeye ulaşmadık­ ları sürece, devletin her saldırısı ko­ rumasız, savunmasız "tek" kişiye yö­ nelik olacaktır. Sistem bunu görmek­ te ve bu yüzden bu kadar kolay ve pervasız saldırmaktadır. Oysa her aydın ve sanatçı bir diğerinin koruyu­ cusu ve savunucusu olabilmelidir. Nazım Hikmet 1930 yılında, ce­ zaevinde özgürlüğüne kavuşması için açlık grevine başladığında dışa­ rıda yoğun bir kampanya yürütül­ mekteydi. Dışarıdan destek açlık grevi yapanlar arasında Melih Cev­ det Anday, Oktay Rıfat ve Orhan Ve­ li Kanık gibi sanatçılar da vardı. Böy­ lesine değerli bir dayanışma ve sa­ hiplenme örneği önümüzde durmak­ tadır. Bugün bu örnekleri çoğaltmak, geleceğe onurlu miraslar bırakmak ve özgürleşme mücadelesinde ay­ dın-sanatçı sorumluluğunu yerine getirmek; herşeyden önce bir kültür cephesinin oluşmasıyla mümkündür. İşte o zaman devlet Yaşar Ke­ mal'in beynine 5 yıl süreyle pranga vuruyorsa, binlerce Yaşar Kemal'in o prangayı söküp atacağını anla­ yacaktır.


TAVIR ARALIK 1996

47

HABER/YORUM

GRUP YORUM SUSTURULAMAZ! TUTUKLU GRUP YORUM ELEMANLARI KEMAL SAHİR GÜREL VE UFUK LÜKER SERBEST, HAKAN ALAK'A GÖZALTI VE İŞKENCE

GRUP YORUM 11 Eylül 1996; Kocaeli Fuarı'nda yaklaşık 2500 kişinin izlediği bir konser gerçeleştirdi. 15 Eylül 1996; Antakya'da yaklaşık 4500 kişinin izlediği bir konser gerçekleştirdi. 5 Ekim 1996; Grup Yorum Korosu Gazi Halk Meclisi'nin düzenlediği sünnet şöleninde yaklaşık 3000 kişiye seslendi. 7 Ekim 1996; Çevre Radyo'da Şair Ruhan Mavruk'un hazırladığı bir söyleşiye katıldı. 16 Ekim 1996; Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği alternatif açılışa katıldı.

21 Haziran günü çalışmalarını sürdürdükleri stüdyodan çıkışta gözaltına alınan ve tutuklanarak önce Metris, Kütahya ve ardından Sakarya Cezaevine gönderilen Grup Yorum elemanlarından Kemal Sahir Gürel ve Ufuk Lüker, 13 Eylül günü İstanbul DGM'de yapılan ilk duruşmalarında tahliye edildiler. Mahkeme günü Grup Yorum'u desteklemeye gelen çok sayıda izleyici po­ lisin keyfi tutumu sonucu mahkeme salonuna sokulmadı. Grup Yorum elemanları toplu olarak yaptıkları savunmada, bu saldırının asıl olarak devrimci sanata ve sanatçılara yönelik olduğunu vurguladı. Tahliye talebi kabul edilen Grup Yorum elemanları serbest bırakılmak üze­ re Sakarya Cezaevi'ne geri gönderilirken mahkemeyi izlemeye gelenler tara­ fından 'Türküler Susmaz Halaylar Sürer!" sloganı ile uğurlandılar. Tutuksuz yargılanan diğer elemanlar ise "Güleycan" parçasını söyleyerek kazanmanın coşkusunu paylaştılar. Diğer yandan Grup Yorum elemanı Hakan Alak 5 Kasım 1996 Salı günü Sağmalcılar Cezaevi çıkışında gözaltına alındı. 12 gün boyunca Siyasi Şube'de işkence altında kalan Hakan Alak, çıkarıldığı DGM tarafından serbest bı­ rakıldı. Hakan Alak'ın gözaltına alınması, 8 Kasım günü İstanbul Tabibler Odası'nda yapılan bir basın açıklamasıyla protesto edildi. Basın açıklamasına AKSM çalışanları dışında şair Ruhan Mavruk, şair ve yayıncı Seyyid Nezir, müzisyen Hüseyin İlbey, Fevzi Kurtuluş, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Efkan Bolaç ve Marmara TİYAD'dan Fatma Şahin katıldı.

TİYATRO YE SİNEMA SANATÇISI DUYGU ANKARA'YI YİTİRDİK

Tiyatro ve sinema sanatçısı, ÇASOD üyesi Duygu Ankara (46), uzun süredir tedavi gördüğü kanser hastalığına yenik düştü. Sanatın giderek yozlaştırılÖzgür Radyo'da gerçekleştirilen bir söyleşiye maya çalışıldığı günümüzde demokrat sanatçı yapısıyla sanatçı onurunu koru­ maya çalışan ve sistemin halka yönelik baskıları karşısında duyarlılığını dile katıldı. getirmeye çalışan bir insan olarak tanıdık onu. Duygu Ankara ve onun gibi ola­ 18 Ekim 1996; naksızlıklar içerisinde hastalıklarla mücadele ederek yaşamını yitiren sanat­ HU öğrencilerinin düzenlediği alternatif çılara gerçek değerini ikiyüzlü devlet değil, halk verecektir. açılışa katıldı. Kendisini saygıyla anıyoruz. 17 Ekim 1996;

19 Ekim 1996; DLMK'lı öğrencilerin düzenlediği geleneksel şenlik öncesinde 150 öğrenciyle birlikle polis tarafından gözaltına alınarak 1 gün gözaltında kaldı 25 Ekim 1996; BEM-SEN'in 7. kuruluş yıldönömü nedeniyle düzenlenen geceye katılarak küçük bir dinleti sundu. 5 Kasım 1996; Radyo Umut'ta Aydın Öztürk tarafından hazırlanan "Sanat ve Yasaklar" kondu söyleşiye katildi. 6 Kasım 1996; Beyazıt'ta gerçekleştirilen. "YÖK'e Hayır!" mitingine katıldı. 10 Kasım 1996; TÜYAP Kitap Fuarı'nın son gününde kasetlerini imzaladı. 11 Kasım 1996; Polis tarafından gözaltına alınıp tutuklanan

ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ AÇILDI Geçtiğimiz yıl, 9 Temmuz tarihinde Valilik ve Emniyet Müdürlüğü'nün karar­ larıyla kapatılan ve faaliyetlerinden men edilen Ortaköy Kültür Merkezi, mah­ keme kararıyla tekrar açıldı. OKM tarafından açılan ve İdari Mahkeme tarafın­ dan görülen dava, önce kapatılmanın onaylanmasıyla sonuçlanmış, daha son­ ra ise Yargıtay bu kararı bozmuştu. Tekrar görülen dava sonucu OKM'nin açıl­ masına karar verildi. OKM'nin kapatılmasının üzerinden yaklaşık 15 ay geçti. Ancak bu süre içe­ risinde OKM gerçekten kapalı mıydı? Burjuva kültüre karşı halklarımızın öz kültürünü savunan ve koruyan, devrimci değerleri el üstünde tutan ve emekçi halklarımıza ulaştıran, devrimci sanatçı sorumluluğunu hiç bir koşulda yitirme­ den üretimleri ve faaliyetleriyle toplumsal gelişimin hep içinde olan yapısıyla OKM, kapısına mühür vurulmakla kapatılamazdı. Ve geçen 15 ay süresince OKM hep vardı, gene emekçilerin içindeydiler. Onlarla birlikte solumaya de­ vam ettiler yaşamı. Üniversite gençliğinin demokratik eğitim için her haykırışla­ rında OKM'nin de sesi vardı. Cezaevlerindeki baskı ve katliamlara sessiz kal­ madı, halkla birlikte OKM de hesap sordu. Ölüm Orucu Direnişi'nde savaşçıla­ rın dışarıdaki seslerinde analarla birlikte OKM'nin de haykırışları vardı. Bir Ölüm Orucu şehidinin OKM'liyse, Ayşe Gülen ve Ayşe Nil gibi vatanımızın böy­ lesine değerli evlatlarını şehit vermişse, OKM kapalı olabilir miydi? Şimdi tekrar aynı mekanında emekçi halklarımızın huzurunda OKM. Aynı coşku, aynı inanç ve kararlılıkla.


48

TAVIR ARALIK 1996

HABER/YORUM AYDIN YE SANATÇILARIN DOSTLUK YE DAYANIŞMA GECESİ 27 Kasım 1996 Salı günü La Bella Düğün Salonu'nda gerçekleşen gece, bu defa aydın ve sanatçıların birliğini ve dayanışmasını içeriyordu. Sunuculu­ ğunu şair Ruhan Mavruk ve tiyatro sanatçısı Mesut Akusta'nın yaptıkları "İnsa­ nı e Hayatı Sevmekle Başlar Herşey" adlı gecede Gülbahar, Mazlum Çimen, Onur Akın, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Metin Kahraman, Ayşegül, Bilgesu Erenus, Nevzat Karakış, Yasemin ve Grup Yorum türküleriyle, Sennur Sezer, Suna Aras, İbrahim Karaca, Cengiz Şahin, Aliye Özlü ve Cezmi Ersöz şiirleri ve konuşmalarıyla katıldılar. Katılan sanatçılar gece boyunca özellikle aydın ve sanatçıların dayanışmasının; siyasi iktidarın kokuşmuşluğunun tü­ müyle ortaya çıktığı bir dönemde birlikte hareket etmelerinin gerekliliğini vur­ guladılar.

KAMPANYAMIZ DEVAM EDİYOR

Ayçe

İdil

Erkmen

Sanatsal Ürünler Kampanyası O SANATÇI ELLERİYLE YAŞAMI YENİDEN YARATAN Ayçe İdil Erkmen... Bir sanatçıydı. Emekçiler hakettiği insanca ya­ şama kavuşsun diye yüreğini, bilincini kavgaya sundu. Önce türküledi yaşamı. En güzel notalara imzasını koydu, emekçi­ ler için yazdı, oyunlar sahneledi. Sanatsal yeteneklerini bir tanrı ver­ gisi gibi görüp kendisine saklamadı. "Tüm benliğim halkımındır" di­ yenlerdendi. O, halkın sanatçısıydı. ...Ve tutsak düştü. Halkı için yazdığı, halkı adına tiyatro oynadığı için tutsak düştü. Zindan karanlığını aydınlığa çevirmek, ezilenlerin mücadelesini yükseltmek için bedenini sundu yaşama; ölüm orucuna yattı. Direnişin 6 8 . gününde şehit düştü. Şehit olurken bize büyüyen bir onur bıraktı. Halkın sanatçılarının onuru oldu. Ayçe İdil Erkmen ve tüm Ölüm Orucu şehitlerinin anısını yaşatmak, mücadelelerini anlatabilmek için geçen sayımızda başlattığımız kam­ panyayı sürdürüyoruz. Onları anlatan öykülerinizi, şiirlerinizi, tiyatro oyunlarınızı, şarkıla­ rınızı, marşlarınızı bekliyoruz! Bugüne kadar çok sayıda ürün ulaştı elimize. Bu nedenle çok te­ şekkür ediyoruz. ÖYKÜLERİMİZLE, ŞİİRLERİMİZLE, MARŞLARIMIZLA, ŞARKILARIMIZLA, TİYATRO OYUNLARIMIZLA ve RESİMLERİMİZLE AYÇE İDİL ERKMEN'İ YAŞATALIM!

K ü l t ü r v e S a n a t t a H a l k t a n Y a n a T A V I R Dergisi A N A D O L U H A L K KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi Şahkulu Mah. İlk Belediye Cad. No: 10/3 Beyoğlu/İSTANBUL Tel-Fax: (0212)243 03 13

Özgür Halklar Komitesi /Information Zentrum für Freie Völker) Kalkarer Str. 2 50733 Köln/ALMANYA Tel: (00 49 221) 760 76 56 - 760 76 80 Fax:(00 49 221) 760 28 87

Oya Gökbayrak'ın tutuklanmasını protesto etmek' için evinde sürdürülen açlık grevine katılarak türkülerini seslendirdi. 26 Kasım 1996; La Bella Düğün Salonu'nda gerçekşen "İnsaflı ve Hayatı Sevmekle Baslar Herşey" adlı, aydın ve sanatçıların birlikteliğinin vurgulandığı dostluk ve dayanışma gecesine katıldı. ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ 9 Ekim 1996; İzmit'te Kocaeli Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği alternatif açılışa katıldı 16 Ekim 1996; Edirne'de Trakya Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği alternatif açılışa katıldı. 17 Ekim 1996; İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde düzenlenen alternatif açılışa katıldı. 19 Ekim 1996; İzmir'de Ege Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği alternatif açılışa katıldı. 20 Ekim 1996; Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde bir konser gerçekleştirdi. 24 Ekim 1996; İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü'nde düzenlenen alternatif açılışa katıldı. 26 Ekim 1996; Ütopya Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi. 27 Ekim 1996; Bulunmaz Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi.

2 Kasım 1996; Maliye-Sen'de düzenlenen bir panelde küçük bir dinleti verdi. 10 Kasım 1996; Tohum Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi. S Aralık 1996; İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi' öğrencilerinin Susurluk olayı üzerine yapmış

oldukları basın açıklamasına türküleriyle katıldılar.


BİZİ ÇETELER, MAFYACI POLİSLER YÖNETEMEZ! Reddediyoruz! Vatanımızın üzerine çöreklenmiş bir avuç zorbanın ülkemizin yeraltı yerüstü zenginliklerini, kültürünü yağmalamasını reddediyoruz. Bir trafik kazası ve gizlenemeyecek gerçekler... Bir aşiret reisi - korucubaşı, bir polis müdürü ve bir faşist katil, mafyacı... Sadece bunlar mı? Bunlar pandoranın kutusundan saçılanlar. Ya gizlendiğini zannedenlere ne demeli? Sarışın bayana, omzu apoletlilere, polis şeflerine... Onlar bu oyunu hem yönetenler, hem de oyunda rol alanlardır. Bunlardır ki, artık herşey gün gibi açıktır. Devletin ne bir hukuk devleti ne de sosyal bir devlet olma • özelliği yoktur. Ülkemizde halk adalet bulamaz. Düzenin mahkemelerinde mülkün temeli adalet değil; yalan, talan ve yolsuzluktur. Kontrgerilla çetelerinin hüküm sürdüğü topraklarımızda eğitim parayladır, hastane kapılarında rehin kalır yoksul insanlarımız, alevinin ibadethanesine panzerler girer, başörtü takmak yasak duvarlarına çarpar. Halkının acılarını paylaşan, bu acıların dinmesini isteyen, bunun için yazan, çizen, düşünen aydınlar kontrgerilla çetelerinin düşmanıdır. Yıllardır bu çetelerin baskılarına, terörüne rağmen müzik yapıyoruz. Nazım Hikmet, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Kemal Tahir. devlet çetelerinin talanına dur dedikleri için eziyet gördüler. Şimdi de Grup Yorum'a, Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdatapan'a, Erdal Öz'e ve daha birçok aydınımıza, sanatçımıza davalar açıyor, cezalar kesiyor, cezaevlerine dolduruyorlar. Çünkü onlar da biliyor ki aydın, halkın sesidir. Halkın sesini, soluğunu kesmek için aydınları da nefessiz bırakmak gerekmektedir. Tarlada, makina başında, okulda emek veren herkesin hakkını almasını savunacaktır halktan yana aydınlar-sanatçılar. Ama uyuşturucu, katliam batağına saplanmış mafya çeteleri; aydınları, sanatçıları, halkı teslim alamayacaktır. Bu Ülke Çetelerin Değil, Bizimdir! Biz sokaklarında özgürce dolaştığımız; işkencesiz, katliamsız, kayıpsız, halkların birarada, kardeşçe yaşadığı; köylerin yakılmadığı; fuhuşun, uyuşturucunun olmadığı; düşüncenin suç sayılmadığı; düşünenlerin, yazarların, türkü söyleyenlerin, sanat eseri yaratımcılarının, halkından yana tüm aydınların, sanatçıların yargılanmadığı, tutsak edilmediği, katledilmediği Bağımsız, Eşitlikçi, Özgürlükçü, Demokratik Bir Ülke İstiyoruz! Bunun için; Suçluları istiyoruz! Suçlular iktidardadın, iktidarın, polis, mafya ve faşist katillerden oluştuğunu biliyoruz. Susurluk'takilerdir iktidarda olanlar. Şimdi yaptıkları pis işler bir bir açığa çıkmaya başlamıştır. Halklarımızı, ilerici, namuslu aydın-sanatçılarımızı bu kontrgerilla çetelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.

mafya, kontrgerilla devleti türkülerimizi susturamaz!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.