1998 05 nisan

Page 1



Nisan 1998 Sayı: 5

Tavır'dan

2

Dağlar Var Dağlardan Yüce, Dağ mı Dayanır 6u Güce? Hakan Alak

3

Bayraklar Nasıl Doğar? Pablo Neruda

5

Bir Yaşam Ustası: Bertolt Brecht Yiğit Tuncay

6

Mart Esintisi İbrahim Karaca

16

Aydın Sanatçılar Kendi Meclis lerini Kuracaklarına İnanmalıdır Tavır

17

Şehitlerimiz ve Grup Yorum Arşiv

20

Belam Değil Kerbelamsın Savaş Ezgi

24

"Okmeydanı" Devrimcileşen Halk Kültürü -3- Selçuk Demirci

26

Al Gel Hasan Biber

36

Rüsum Vergis i Veli Göktaş

37

Nota "Sibel Yalç ın Destanı-Selam Yoldaş" Grup Yorum

40

Mektup Aynur Cihan Alak

42

Haber/Yorum Tavır

44

Aylı k S an at D ergi si İdil Kültür S an at Bilimsel Araştı rm a Y ay. Org. Film. Ti c. S an. Ltd. Şti. tarafınd an yayınlanmaktadır. Sahibi Aynur Cihan Taksim Ayşe Nil Halk Kütüphanesi İstiklal Cd.Korsan Çıkmazı SaadetAp.4/2Beyoğlu Abone Koşulları (6 aylı k) 900.000.-TL (1 yı llı k) 1.800.000.-T L

Yazıişleri Müdürü Yasin Ali T ürkeri

Yazışma Adresi İdil Kültür Merkezi Dereboyu C. No: 110/55 Ortaköy/lstanbul T el/Fax:(212) 261 32 19

İzmir Ege Kültür Sanat Merkezi 1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı Hesap No: (TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul (DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-İstanbul

Adana İnönü C. Aydı n İşhanı No:505 Ofset Hazırlık T avı r Yayı nları

Okmeydanı Okmeydanı Halk Kültür Merkezi Piyalepaşa C. No: 148 Almanya Hagedorn str. 15 47169 Duisburg T el:(00 49 203) 40 11 26 BASKI: BAŞAK OFSET


TAVIR'dan EMEĞİ VE ONURU YAĞMALANANLARA UMUT olarak doğana selam olsun! Sen ışığımızsın, hürriyetimizsin, ekmeğimizsin... Soğuktan elleri çatlamış, kel kafalı, ayakları çıplak çocuklar senin yolunu gözledi. Sen önderimizsin, yol göstericimizsin. Senin adınla çınlıyor sokaklar, senin adın yazılıyor engin maviliklere. Işıkları sönmüş, hayata küsmüş sokaklar senin sesinle şenlendi, senin adın kondu caddelere, bulvarlara... Yeni yetmelikten gençliğe adım atarken kabzayı sıkı sıkıya kavrayanlarımız, bıyıkları daha yeni terlemişken büyüyenlerimiz, senin adından beslendiler, güç aldılar. Gencecik yüreklerin ömrünü içirdik sana. Ömürlerimizi bir gül ağacına diktik sayıp, yumduk gözlerimizi. Ellerinde büyüdük, ellerinde öldük. Ellerinde büyüttü halkımız seni. Ellerinde kurtulacak vatanımız. Duvardan atlayan, ele avuca sığmaz bir sarmaşık gibi yayılıyorsun yurduma, seni büyütüyoruz içimizde, kök salıyorsun. Bu kök, Anadolu'ya kopmamacasına bağlandı. Bu kök halkın sarılacağı tek umuttur, ölürüz halel getirmeyiz, toprağı çatlatana dek büyütürüz. Parti biziz. Sen, ben, hepimiz. Parti senin içinde kardeş, Parti kafandaki düşünce. Sen nerede oturursun orası onun evi, Nerede sana saldırırlarsa odur karşı koyan orda. Bertolt Brecht... 100. yılını devirip geçiyor büyük ozan ömür çınarının. Sosyalizmin, devrimci sanatın, sanatçının mayalandığı bir göl. Brecht şiirleriyle ve yaşam öyküsüyle Yiğit Tuncay'ın kaleminden süzülüp geliyor dergimize, konuğumuz oluyor. Okmeydanı... Üç sayıdır devam eden dizimiz bu sayımızda sonlanıyor. Padişahların gönül eğlendirdiği bir meydanı diktik zalimin karşısına, her karış toprağına emek verdik, can verdik. Bu emeği büyüteceğiz. Onları herkes yazdı. İyi, kötü, yorumsuz... Grup Yorum'u şehitlerimizin dilinden, kaleminden anlatıyoruz bu kez. Bu yazılarda Grup Yorum'dan öte yeni, coşkulu ve direngen bir hayatın Çekirdeğini bulacaksınız. 30 Mart-17 Nisan... Bayraklarımız... Kocaman bezlerden örülmüş, vatanımızı çepeçevre saran o kızıl ışık halesi. Bu bayrağı semalarımıza dikecek, Anadolu'yu bu bayrağın kanatlarının altında koruyacağız. Borana, tipiye göğüs gerip koruyacağız. 30 Mart-17 Nisan Devrim Şehitleri'ni Anma Günleri'nde bağımsız, demokratik bir ülke için tohum olup toprağa düşen, yanar al gelinciklerimizi, şehitlerimizi, İdil'imizi, Nil'imizi, Ayşe Gülen'imizi saygıyla ve hasretle anıyoruz. Son sözleri hala kulaklarımızda, verdiğimiz söz kazınmışçasına aklımızda. Bu sözü tutacağız. Er ya da geç vasiyetleri yerini bulacak.

2


DENEME hakan alak

K

uru ayaz bi r gecede, küçük bir köy evinin önüne yığılmıştı karaltılar. Rüzgarın sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kuru ayaz bi r gecede türkü söylüyordu bizimkiler, küçük bir köy evinde. Altınova'dan Harput'a akan, oradan da Niksar' a kanat takıp uçan bir turnanın taşıdığı türkü dolanmıştı dillerine. "Önceden

ikrar verip sonradan dönüş m'olur?" Olur mu hiç! Dışarıda kuru ayaz ve ıslık çalan bir rüzgar veriyordu rengini geceye. Bir de biriken karaltılar... Boğazım yırtarcasına haykırdı bir karaltı; "Teslim Ol!" Rüzgar sustu, kuru ayaz utangaçtı. Gizledi yüzünü bu onursuz çağrıya. En üst perdeden bir s es duyuldu camları titreten cinsten. Bu sefer bi zimkilerdi seslenen; "Biz Buraya Dönmeye Değil, Ölmeye Geldik!" Sular buza kesti. Ayaz değildi

ama suyu kristalleştiren; inancın soluğuydu. Üstlerinde dolanıp duran ecel kuşl arını bir kurşund a yere devirdi bizimkiler... O gece, insanlığa sunul an yepyeni bir yaşamın, yepyeni bir dünyanın müjdesiydi. Ekmeğin, tornanın üretenin olduğu; yeni doğanların süte, ş ekere doyduğu bir dünyanın müjdesiydi. Bu müjde, türküleri kanatlarına alıp uçan, Niksar'ın Kızıldere Köyü'ne konan turnanın kanatlarında taşındı bugüne. Karanfil kokulu, gül ren3


ginde bir bayrağa türkünün sözlerine eklendi. Dengbejler aşıklar onu çaldı, yazdı.

rengini veren yeni mısralar onu söyledi, öyküler onu

Kızıldere'de Soğuk Bir Mart Gecesi Bestelenen Türkü, Destanlaşarak Sürüyor! Ecel kuşları, bir Temmuz günü dolanıyordu şehrin üstünde. Deniz ' yakamozlanıyor, çarşaf gibi sakin suların üstüne martılar konup kalkıyordu gagalarında bir avuç okyanus mavisiyle. Yakamozlar çakmak çakmak parıldı-yordu; yeşile, maviye çalan suyun üzerinde. Türkülü turna martıların arasından süzülüp geldi. Kanadında yılların izi, yorgunluğuyla... Yüreklerinin karanlığı bedenlerine vurmuşlar biriktiler yine bir sokağın başında. Dillerinde aynı nakaratla kustular cümlel erini; "Teslim Ol!" Aldıkları cevap, bir tokat gibi çarptı yüzlerine. Gök karardı üstlerinde. Yüzleri görünmez oldu. Kuşatılan kaleden bir marş gibi yükseldi sözler; "Bize Ölüm Yok!" Yakamozl anan s akin deniz hırçınlaştı, bıçak gibi keskin bir hal aldı. Kar beyazı martılar, fırtı na kuşlarına döndü. İstanbul, kurşuni bir renge büründü. Turnalar semaha dönerken kurşunladı bi zimkiler üstlerindeki ecel kuşları nı. Düşmeden önce karanfil kokusunu genizlerine çektiler bayrağımızın; rengine renk kattılar. Gül bahçemize diktiğimiz birer fidan oldular. Nisan'da sokağa çıkmak, her yiğidin harcı değildir. Gökyüzü gri ile siyah arası bi r renge bürünür. Sanki bulutlar bütün gücünü toplar, yağmur olup yeryüzüne inmek için. Yerini bahara bırakmanın hıncıyla düşer yağmur taneleri yeryüzüne. Eğer bu yağmurun 4

altındaysa insan, kemiklerinin içi ne bile dolduğunu düşünür yağmurun. Böyle bir yağmurun Nisan'ında, böyle bir yağmurun hıncıyla yağdı zulmün üstüne bizimkiler. Sözleri, burçları yerle bir eden top atışlarından daha güçlüydü.

Yüzlerce yılın imbiğinden geçip damıtılan bu söz, sa dec e bir meydan okuma değildir. İnançtır, ka rarlılıktır, özve ridir, fedaka rlıktır... Bir zincirin kopmaz halkas ıdır. Zincir orada düğümlenmedi. Yeni yeni halkalar örste dövüldü, çelikleş ti, katıldı zincire. Bağcıla r, Sibel, Gültepe, Kağıthane, Dersim, Mes udiye... B u zincirin çeliği madenlerde bulunmaz; bu zincirin çeliği halktır, halkın yüreğidir. B u zincirin çeliği, şe hitlerimizin av uçlarına

aldıkları ömür leridir. Bu zinciri kimse koparamaz!

Yükseklerdeki pencereden şehre bakıyordu son kez. Aşağıda birikmişti yine aynı karaltılar. Gün sabaha dönüyordu. Yükseklerdeki pencereden şehre bakıyordu son kez. Amanoslar'ın tepesine oturmuş, tüm Anadolu'yu seyreder gibiydiler. Karlı doruklardan aşağı inince yeşili başlayan

Amanoslar'a oturmuş, kerpiç kerpiç üstüne dizile dizile evleri seyrediyordu. Kerpiç evlerden, dağlara akan hayatı düşünüyordu. Amanosların üzerindeyken belirdi üzerlerinde ecel kuşları. Tetiğe bir şahinin sırtını okşar gibi dokundu. Ecel kuşları, yamaçlara düşüp parçalandı. Pencereden şehri seyrederken düşündü bunları. Elinde karanfil kokulu, gül renkli bayrağımızla daldı gitti yücelere. O bildik nakaratı bir koro halinde söyleme hevesindeyken kurşun olup yağdılar. Teslim olmak mı? O, bizim kitabımızda geçmez bir emirdir. Bakar bakar da yer bulamaz kendine, kös kös döner geriye. Bizimkiler, her şeyi yaktı kalelerinde, gemileri bile. Yalnız, bir tek şeyi yakmadılar, kitabımızı... Sayfalan açtılar yeni sözler eklediler oraya. "Cesaretiniz Varsa Gelin!" Yüzlerce yılın imbiğinden geçip damıtılan bu söz, sadece bir meydan okuma değildir. İnançtır, kararlılıktır, özveridir, fedakarlıktır... Bir zincirin kopmaz halkasıdır. Zincir orada düğümlenmedi. Yeni yeni halkal ar örste dövüldü, çelikleşti, katıldı zincire. Bağcılar, Sibel, Gültepe, Kağıthane, Dersim, Mesudiye... Bu zincirin çeliği madenlerde bulunmaz; bu zincirin çeliği halktır, halkın yüreğidir. Bu zincirin çeliği, şehitlerimizin avuçlarına aldıkları ömürleridir. Bu zinciri kimse koparamaz! Şeyh Bedreddin'den Çakırcalı'ya, Baba İshak'tan Pir Sultan'a, Anadolu halklarının umudunu geleceği taşıyacak olan bir yüreğe, bir beyne ve silaha sahibiz. Bu silah umudumuzdur;

UMUT, 4 YAŞINDA UMUDU BÜYÜTÜYORUZ! ■


ŞİİR pablo

neruda

Bayraklarımız her zaman böyle doğmuştur Halk işlemiştir onları Tüm sevgisiyle Onun parçalarını dikmiştir Bütün yoksulluğuyla Ve yıldızı çivilemiştir Canı gönülden Gökte ya da gömlekte vatanın yıldızı için Bir mavi kesmiştir Ve damla damla Kırmızı doğmuştur

5


BİYOGRAFİ

doğumunun 100. yıldönümünde

BİR YAŞAM USTASI

BRECHT "Ben Bertolt Brecht, kara or manlardan. Karnında getirmiş şehr e ana m beni. A ma çekip giden e dek ben bu dün yadan Çıkma yacak or manların soğuğu içimden. Asfalt şehird e evimde g ibiyim. Donan mışım son ku tsal tör enle: Gazeteyle, şarapla, tütünle, Güvensiz, ayla k, ama sonu mu tlu. İnsanlarla iyi ara m. Durur başı mda şapka m herkesinki gibi. İn sanlara bakar d eri m: "Bunlar başka türlü kokan b irer ha yvan." "Ne çıkar, der im sonra, ben im onlarda n ne farkım var? " Kadınlarla otururu m yan yana salın caklı koltuğumda sabahları. Seyred eri m onları umursamadan ve der im: "İşt e karşın ızda güvenilmez bir ada m." Akşamları da toplarım er kekler i. "Bayım" d eriz birbirimize hep konuşurken. Ayakla rını dayar lar masa ma ve derl er : "Düzelecek işler!" Sorma m: "Ne zaman? " Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar, kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.

6

Dikeri m ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar, atıp iz maritimi, daları m tedirg in bir uykuya. Biz, uçarı kişiler, otururuz yıkılmaz sanılan evlerd e. (Yü ks ek yap ılarım biziz kura n Manhatta n adasının. Biziz kuran incecik antenler i, Atlantik üstünden konuşan. ) Bu şehirlerden arta kalaca k ne: Sokakları dolaşan bir rüzgar kalacak. Evleri kuranlar mutlu olurlar a ma, onlar da bir gün bırakır evleri giderl er. Hepimiz bugün var, yarın yokuz, ne düşünürse düşünsün bizden sonrakiler. Umarı m k, bir deprem olunca yakında, söndürmem puromu üzüntü yle. Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan, anasının karnında gelmiş asfalt şehr e." Bildiğ imi z k adarı ile B ertolt B recht; geçen yü zyılın sonund a kağ ıt, ip ek, pamuk ve yün {san ayisinin ku rulmas ına k arş ın henüz köy gö rünümü nde, ancak, h er hafta Bavy eralı köylülerin pazard a ü rettiklerini

satm ay a geldikleri büyük bir kas ab a dam gasını taşıy an Augsbou rg 'un bir iş çi m ahallesin de, 1 0 Şub at 18 98'd e doğdu. B recht'in annesi, Kara Orman 'ın yük sek memurların dan birin in kızıydı. Böylece B recht, ann esi yoluyla, "Baar"ın köylü soyun a b ağlanıyo rdu. Son ab e yay lası ite Bade aras ınd a yer alan B aar, büyük kökn ar ağ açları, çim enlik ler ve otlaklarla k aplı bir bölg e idi. İş te Brecht, Kara Orm an ins anın a özgü o sertliği, o yalnızlık eğilimin i, o p ratik gö rüşü, o ölçülü ku rnazlığı bu h alk tan aldı. Bab asın dan is e B rech t, mim ik ve h areketlerin de kendini gös teren bir açık sö zlülük, b elirgin, yapm acıksı z bir zevk ve halk san atına eğilim gös teren bir ilgiyi ald ı. Bu iki köy lü soyun k arış ımı, Brecht'i basit ama gü ven li zevk leri o lan bir ins an halin e g etird i. B rech t'in bab ası, aile geleneklerin e bağ lı, iyi d avranm aya ö zen gös teren , ş efkati az, ağzı sı kı, mes leğ inin ve top lum yaş am ının zo runlulu kları altınd a ezilmiş bir ins andır. Bab a B recht, oğlu Bertolt'u n susku n, dikk afalı, isyan karlık, ih malk arlık ve taşkın lık gö steren tavırların dan hoş lan mamak tad ır. B recht'in ço cuklu ğunu, bu aile ortamı içind e tas arlam ak pek


zor olmasa gerek; ateşin başında geçirilen uzun kış akşamları, şehirde pazarları yapılan sonu gelmez gezintiler, pazar elbisesi, annenin tenceresi, babanın işi ve okul ödevleri... Biraz tekdüze, sıkıntılı, durgun bir çocukluk... Brecht, bu dönemden büyük bir boşluk, yitirilmiş bir zaman, alışılmış bir eğitim anısı taşıyacaktır kendinde. Bu günlerden O'na kalan tek şey ise; sokakta geçirdiği günlerdir. Gidip gelenleri, satıcıları, tüccarları, sokak çocuklarını, dilencileri, tüm yasaları ve alayları görecektir. Sokak, O'nun için, tam anlamıyla dünyayı tanımanın bir yolu ve oyunda yenilmenin acı yaşantısıdır. Dünyayı tanımaya başlayıp eşitsiz gelişmenin sonuçlarını gören Brecht, tüm geleneklerden bunalmaya başlar. İnsanlar arasındaki bu ayrımları, bu küçültücü bölünmeleri kabul edemez hale gelir. Baba evinde yediği hazır ekmeği açlarla paylaşmak ister. "Bilin: Halkın ekmeğidir adalet. Bakarsınız bol olur bu ekmek, bakarsınız kıt, bakarsınız doyum olmaz tadına, bakarsınız berbat. Azaldı mı ekmek, başlar açlık, bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya. Bozuk adalet yeter artık! Acemi ellerde yoğundan, iyi pişirilmemiş adalet yeter! Yeter katıksız, kara kabuklu adalet! Dura dura bayatlayan adalet yeter! Bolsa insanın önünde ekmek, lezzetliyse, gözler öbür yiyeceklere yumulsa da olur. Ama her şeybollaşmaz ki birdenbire... Bilirsiniz, nasıl bolluk doğurur emek: Adaletin ekmeğiylebeslene beslene. Ekmek her gün gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o, günde bir çok kez gerekli. Sabahtan akşama dek,iş yerinde, eğlencede, hele çalışırken canla başla, kederliyken, sevinçliyken, halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe, günlük, has ekmeğine adaletin. Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli, onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin? Öteki ekmeği kim pişiren?

Adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın, gündelik ekmek gibi. Bol, pişkin, verimli" diyen Brecht, liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gider. O da, iyi aile çocuklarının yolunda yürümektedir. 18 yaşında tıp öğrenimine başlar. Önünde, ailesine uygun bir meslek kapısı açılmıştır. Gelgelelim, iki yıldır süren savaş, bu tasarıları gölgeler. Brecht, o sıra Münih Üniversitesi'ne yazılmıştır. Hocalar, gençliği bekleyen kaderi düşünerek, disiplini gevşetirler ve Brecht, öğrenciliğine meyhanede devam eder. Önünde büyük bir bira bardağı, arkadaşlarıyla birlikte askeri olayları ve günün felaketini yorumlamaya koyulur. "OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir deBabil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil'i her seferinde? Yapı işçileri hangi evindeoturmuşlar altınlar içinde yüzen Lima'nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma'da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer dillere destan olmuş koca Bizans'ta? Atlantik'te, o masallar ülkesinde bile, boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı, bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. Hindistan'ı nasıl aidiydi tüysüz İskender? Tekbaşına mı aidiydi orayı? Nasıl yendiydi Galyalılar' ı Sezar?

7


E bir ahçı olsun yok muydu yanında? İspanyalı Filip ağladı derler batınca tekmil filosu. Ondan başkası ağlamadı mı? Yedi yıl Savaşı'nı 2.Frederik kazanmış? Yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kimler zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. Ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana Ve bir sürü soru." Ait olduğu sosyal sınıfa başkaldırış, Brecht'de çok genç yaşta başlamıştır. Daha 16 yaşında bir lise öğrencisiyken, sol eğilimli yayın organlarında şiirler bastırmış, öğretmenlerin otoritesine karşı saygısızlığı nedeniyle sınıfta kalma tehlikesine düşmüştür. 1915 yılında, "En tatlı şey, vatan uğruna ölümdür" konulu bir kompozisyonda, anti-militarist görüşünü şiddetle savunup kompozisyon konusunu yalnızca bir propaganda aracı olarak niteleyince, okuldan kovulması sözkonusu olur. Bir öğretmeni, Brecht'in kompozisyonunu, kafası karışmış bir öğrencinin işi olarak değerlendirerek olayı yatıştırır. "Bu gelen ilk savaş değil. Çok savaş oldu bundan önce. Bittiği gün en son savaş bir yanda yenilenler vardı gene,bir yanda yenenler vardı. Yenilenlerin yanında kırılıyordu halk açlıktan. Yenenlerin yanında halk açlıktan kırılıyordu." Gelen Emperyalist Paylaşım Savaşı'yla Brecht, savaşın sonuna doğru sıhhiye hizmetinde çalıştırılmak üzere askere çağrılır. İstemeye istemeye orduya katılır. Oysa 4 yıl önce, Almanya'nın gençleri, hükümetin çağrısına sevinçle masalarını yumruklayarak cevap vermişler, defterlerim ve kitaplarını yakmışlar, dükkanlarım kapamışlar, tezgahlarım bozmuşlar, yurtseverlik şarkıları söylemeye koyulmuşlardır. Brecht, çevresinde karışıklığın, ailesinde düzensizliğin hüküm sürdüğü bir sırada, kışlaya yalnız gider. Artık sokaklarda ne resmi geçitler vardır, ne de sevinç haykırışları. Dükkanla-

8

rın kepenkleri kapalıdır, yaslıdır. Kır hastaneleri can çekişen, son nefesini veren, cinnet getiren insanlarla dolmuştur. Hastaların acıdan attığı çığlıklar altüst etmiştir Brecht'i. Yurt savunması bahanesiyle savaşa gönderilen "meçhul askerin", memleketine götürülüşündeki garip ve ikiyüzlü güldürüyü düşünür. Savaş bitince Brecht, memleketine dönerek işçi/asker meclisinde birkaç gün bulunur. 1918 yılının sonrasında, Alman genelkurmayı ile emekçi halk arasında baş gösteren sivil savaş ve Hitler'in iktidarı aldığı 1933 yılına kadar olan bir süreç başlamıştır artık. Brecht önceleri, tüm aydınların ve sanatçıların girdiği savaş bunalımına düşecektir. Ekspresyonizm, yani dışavurumcu sanatın etkili olduğu yıllardır bu yıllar. Tüm vahşeti ile yaşanan savaş, sanatçılarda, korkunun ve acının getirdiği tepkilerle çığlıklara dönüşmüş ürünlerin ortay a çıkmasına neden olur. Öznel-idealizmin yaşandığı bu süreçte Brecht, barikatlar arkasında girdiği çatışmalardan çıkarak Münih'e gitmeye karar verir. Münih'te tüm aydınların, sanatçıların toplandığı kahvede savaşına devam edecektir. Bu kahvede, siyasetten, edebiyattan, sanattan, hekimlikten ve devrimden konuşulur. Birbiriyle çatışan, birbirini tamamlayan, çürüten, zenginleştiren bir düşünceler dünyası, bir masanın çevresinde doğar ve gece bastırıncaya kadar sürer. Brecht, ilk şiirlerini bu kahvede kaleme alır. Onları dergilere, gazetelere gönderir. O günlerde, kimsenin söylemeyi göze alamadığı şeyleri söyler bu ürünler. Eski cephe arkadaşlarının öfkesini, memleketin geleceği için beslediği yıkılmaz inancı ve onların boşu boşuna ölmelerim ele alır. Emperyalistlerin girdikleri paylaşım savaşında öten "Ölü askerin efsanesi"ni anlatır. Eski askerler, alkışlamak yerine, bardaktan fırlatırlar Brecht'in kafasına. Ancak, daha sonra yenilmiş askerler, içerdeki siyasetin bir kere daha kurbanı olurlar. Ülkesinden kaçan imparator, Almanya'nın simgesi olarak kalacaktır. Erkekler, kadınlar, çocuklar, sefil şehirlerde açlıktan kırılmaya başlarlar. Ülke içinden yükselen sesleri, kovuşturmaları ve kuvvetleriyle ezeceklerdir. Brecht, bunların yaşandığı süreç içinde her yerde görülür. Çarşı meydanlarında, satıcılarla, işsiz güçsüz dolaşanlarla ve hınca hınç ihbar ve homurdanmayla dolup taşan meyhanelerde; kara listelerin düzenlediği gazete idarehanelerin-

de... Her şeyi duyar ve her şeyi görür. "Oyun yazarıyım. Gördüklerimi gösteririm. İnsanların nasıl alınıp satıldığım gördüm insan pazarlarında. Bunu gösteririm ben. Oyun yazarı. Birbirlerinin odalarına nasıl girerler, hileyle, ya da parayla. Sokakta nasıl durup beklerler, nasıl tuzaklar kurarlar birbirlerine? Nasıl sözleşirler, nasıl asarlar birbirlerini, nasıl sevişirler? Çapulculuktan kazandıkları parayı nasıl savunurlar ve nasıl yerler? Bütün bunları gösteririm. Birbirlerineneler söylerler, onları anlatırım. Ananın oğluna neler dediğim, işçiye neler buyurduğunu patronun, nasıl yanıt verdiğini kadının kocasına. Tüm yalvaran sözcükleri, tüm buyuran sözcükleri, yaltaklanan, aldatan, yalan söyleyen, yaralayan sözcükleri, bir bir ışığa çıkarırım, hepsini." Büyük bir tutkuyla çalışan Brecht, ilk ürünlerinin pratiğini sergiler. "Baal", Brecht'in ilk tiyatro oyunudur. 1922'de Leipzig'de sergilenen "Baal", insandan çok toprağa yakın varlıklardan birinin hikayesidir. Bu, yan bitki, yan hayvan, yapışkan otlan ile su yosunlarının oluşumundan hoşlanan bir varlıktır. Şair, yabancı, oduncu "Baal" topluma duyduğu tiksintiyi şarkılarla dile getirir; şarap, şehvet, sadizm ve ölüm şerefine cümbüşlü, azgın bir yaşam sürer. Zındıkların bu yeni tanrısı, bu alkol ya da şiir sarhoşu, bu yerle gök arasındaki çıplak yaratık, sonunda bir köpek gibi kuyruğu titretir. Bu oyun bir toplum eleştirisidir, ancak, siyasal anlamda bir eleştiri özelliği taşımaz. Yapıcı eleştiriyi içermeyen bu oyun, yolu üstündeki kurumlan, sözleşmeleri ve özellikle insanların korkunç gururunu ezip geçen bir buldozer gibidir. Sadece doğa, gök, deniz ve bulutlar ölümsüz ve coşkun bir gözleyiş içinde değişmeden, kaygısız kalırlar. İkinci oyunu "Kentlerin Ormanında", ilk kez 1922'de, Münih'te sahnelenir. Bu


oyunda, birbirinden nefret eden iki kişinin, karşılıklı kinlerine ve onların birbirlerine oynadıkları acımasız oyunlarına karşı, suç ve ahlaksızlığın hüküm sürdüğü büyük kentin ilgisizliğini anlatır. Brecht, bu dram karşısında seyirciye şunları önerir: "Kavga motifleri üstüne kafa yormayın, hikayenin insancıl yanıyla ilgilenin. Taraf tutmaksızın, savaşçıların talihleri üzerine düşüncenizi söyleyin ve sonuca göre çıkarınızın nerede bulunduğunu hesaplayın." Toplumsal eleştiriden henüz yoksun olan Brecht, bu dönemin Avrupa'da insanlar üzerine yığdığı gerçeklere karşı duyduğu tepkileri, naif bir şekilde dile getirmektedir. Henüz bilimsel bir temelden yoksun olan Brecht, aslında bir çıkış yolu, yani çözüm aramaktadır. Peki neydi bu gerçekler? Bu gerçekler, Emperyalist Paylaşım Sava-şı'nın yoksul insanlara yüklediği acılar ve sanayileşme ile birlikte kentlerin büyüyerek yeni bir savaş alanına dönüşmesidir. Bu kaos ortamı içinde, yüzyıllar önce Avrupa'dan "Yeni bir dünya kuracağız" diye, yeni keşfedilmiş Amerika kıtasına göç eden Avrupa burjuvazisinin, orada yarattığı yıkıcı değerlerin tekrar Avrupa'ya gelişidir bu. Yaşadığı düzenin değerleriyle boğuşan insanların, birdenbire karşı karşıya kaldığı gerçeklerdir bunlar. Belki de kapitalizm, ciddi anlamda ilk defa kendini hissettirmek-tedir. Zaten "Kentlerin Ormanında" adlı oyunda sözü geçen kent, Şikago'dur. Brecht'in bu yıllarına rastlayan 3. çalışması ise; "Ev Vaazları" adını taşıyan bir şiir kitabıdır. Bu kitabın oluşumu bu yıllara rastlar, ama basılış tarihi 1927'dir. "Ev Vaazları"nda, bütünüyle alaycı bir havaya bürünmüş olan elli şiir, Brecht'in uzun süredir beklediği şeyi bir anda elde etmesine neden olur. Nedir beklediği? E, tabii ki rezalet çıkarma... Bu yüzden yıllarca sırtında anarşist, yıkıcı, bozguncu damgasını taşıyacaktır. Kitabın, "Ayinler" adlı birinci bölümü, doğrudan doğruya okurun duygusuna seslenir. Yine de ona, her şeyi bir çırpıda okumamasını, şiirlerine yüreğiyle bağlanmasını öğütler. Bu bölüm, kentte yaşayan insanların çıldırmışlıklarına işaret eder. Örneğin; 16 yaşındaki bir çocuğunu öldüren anayı, ana babasına kıyan, ondan yaşça biraz büyük olan kardeşi işler bu bölümde. Böylesi olaylara, o yıllarda Münih ve Augsbourg gazetelerinde sıkça rastlanmaktadır. Ozan, burada sözü geçen kişilerin acı serüvenleri-

ni anlatınca, "niçin ayağa kalkılıyor, niçin sövülüp sayılıyor, onların da acınmaya hakkı yok mu?" diye sorarak şöyle der: "Fakat sizler, yalvarırım öfkelenmeyin. Çünkü her yaratığın yardıma ihtiyacı var." Daha çok insanın aklına seslenen, "Ruhsal-Alıştırmalar" adlı ikinci bölüm ise; daha yavaş okunması gereken yaşama açılan kapıları dile getiriyordu. "Arpa bana diyordu: bence dünyada en sevgili yer ambarlardır. Bilirsin neye benzediğini orada: Ambarın üstünde tıkman bir adama..." Doğada şiddetli olayların ortaya çıktığı dönemler için "Öğceler" adlı 3. bölümde, "dünyanın yabancı bölgelerinde yaşayan gözüpek erkekler ile yürekli kadınların serüvenlerine dört elle sarılınmalıdır" diyordu. Son olarak, anılara ve geçmiş olaylara günler ayırır. O günlerde boğulan bir genç kıza, savaşta ölen askerlere, hatta aşktan ölenlere ve bütün tanıdıklara seslenilir. Bu şiirler, insanın manevi değerlerini en mutlak, en köpeksi bir biçimde inkar ettikleri ölçüde gerçekten "şeytanın dua kitabı"nı oluştururlar. İnsan varlığını, hayvanlık düzeyine indirirler. "Ev Vaazları", çürümeye, kişinin bitkileşmesine bir sunudur. Su yosunları, deniz bitkileri, mantarlar, ağulu otlar, akbabalar, köpekbalıkları, sırtlanlar, insan varlığında bulunan hasta, ko-. kuşmuş, iğrenç her şey bu durmaksızın ayrışıp vahşi, esrarlı, cesedimsi doğa freskinin arka yüzünü kaplar. "İçinde her şeyin çözüldüğü, oluştuğu doğa" diye yazar, "en uzak, cephesiz, kapsayıcı varlıktır: her şey ondan gelir ve ona döner." Brecht, savaşın sarstığı bir insanlığın umutsuzca bağlandığı bütün değerleri, bilinçli bir biçimde silkeler. Çıkardığı rezaletten hoşlanır ve kahkahalar atar. Ne var ki; tiksintisine, yoksunluğuna, yalnızlığına eşittir sevinci. İlk dramlarındaki kişiler de, toplumun yalnız bıraktığı kişilerdir.

"Geçti içimizden biri koca denizi, gide gide buldu yeni bir kara. Bir sürü insan koştu ardından, orda büyük şehirler kurdular alınteri ve akılla. Ama ekmeksatılmadı eskisinden daha ucuza. Brecht bu yıllarda, henüz Marksist bir yazar değildir. Genç bir yazar olarak, bilimsel temellerine oturtamadığı dünya görüşünün egemen olduğu döneme ait örnekler-

den biri de, ilk adı "Spartaküs" olan "Gecede Davul Sesleri" adlı oyundur. İlk kez, 30 Eylül 1922'de, Münih'te bir cep tiyatrosunda sergilenen oyun, halkın tepkisiyle karşılaşır. Oyunun yapı unsurları; Brecht'in memleketi Augsburg ve Kasım İhtilali'dir. 1919'da, Spartakist Birliği'ni kurarak, Berlin'de bir sosyalist devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa Luxemburg'un öldürülmesinin arkasından gelen bir oyundur bu. Oyundaki karakterlerden biri, Berlin proleteryasının isyanına katılıp savaşmaktansa sevgilisinin yanında kalmayı yeğ tutar. Oyun, burjuvazinin ilgisini çekip, üstüne üstlük Kleist Ödülü'nü alsa da, Münih Halkı, oyundaki gerçeği görmüştür. Bu oyunla birlikte popülaritesi artan Brecht'e, Berlin'in yolu gözükmüştür. Alman tiyatrosunun başkenti sayılan Berlin'de, Brecht'e olağanüstü bir tiyatro ile sınırsız olanaklar sağlanır. Artık Brecht'in ünü tüm dünyaya yayılacaktır. Brecht, Roza'nın öldürülmesi üstüne şunları söyleyecektir: Kızıl Roza'da göçtü, gitti. Belli değil yattığı yer. Gerçeği söylediği için yoksullara kovdu onu dünyadan zenginler. Arkadan gelen oyunu "Adam Adamdır", Galy Gay isimli bir komisyoncunun Kilkoa barakalarında geçirdiği değişimin hikayesini anlatır. Kargaşanın yazan Brecht, bu oyunuyla da yıkıcılığını sürdürür. Suçlularla köhnemişlerin yönettiği, hüküm sürdüğü, yozlaşmış bir toplumda insan, önemsiz bir niceliktir ancak. "Adam Adamdır"da vazgeçişe, edilgenliğe karşı bir çağrı, bir uyan görülür. Tiksinti uyandıran komisyoncu Galy Gay isimli tipoloji, anonimliğin karanlık ve trajik bir simgesidir. "II. Edouard'ın Yaşamı" adlı oyun ise; onun tersine, aşın bireyciliğin kahramanıdır; dünyaya, güçlülere ve halkın iradesine karşı ölünceye değin tek başına savaşır. Bu, piç oğlunu almaya yanaşmadığı için halkının öfkesini uyandıran bir kralın hikayesidir. Sarayın ileri gelenleri, O'nu tahttan indirir, hapse atar ve sonra öldürtürler. İyi insana bir-iki soru; Anladık iyisin. Ama neye yarıyor iyiliğin. Seni kimse satın alamaz. Eve düşen yıldırım da satın alınmaz. Anladık,dediğin dedik.

9


Ama dediğin ne? Doğrusun, söylersin düşündüğünü. Ama düşündüğün ne? Yüreklisin. Kime karşı? Akıllısın. Yararı kime? Gözetmezsin kendi çıkarını. Peki gözettiğin kimin ki? Dostluğuna diyecek yok ya, dostların kimler? Şimdi bizi iyi dinle! Düşmanımızsın sen bizim. Dikeceğiz sem bir duvarın dibine, ama madem iyi bir sürü yönün var, dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine; iyi tüfeklerden çıkan, iyi kurşunlarla vuracağız seni. Sonra da gömeceğiz, iyi bir kürekle, iyi bir toprağa." Görüldüğü gibi, Brecht'in ilk evresi olarak tanımlayabileceğimiz dönemde sahnelenen bu oyunlar, dışavurumcu akımın ikinci dönemini yansıtan oyunlardı. Çünkü, 19. yüzyılda tüm Avrupa'yı içine alan sanayileşmenin ve güçlenen kapitalizmin, toplumsal yaşamın her düzleminde yarattığı etki ve tepkilerden, sanat da payına düşeni almıştı. Romantizm, yerini doğalcılığa bırakmıştı. Ancak ilk elde, resimdeki izlenimci akımla birlikte gelişen, çoğu kez gerçekçilikle eş anlamlı kullanılan doğalcı anlayış, gerçekliğin derinindeki süreçleri kavramaya yanaşmayıp, onu salt görünüşü içerisinde ve insanı da yalnızca çözümsel bir yöntemle ele alması nedeniyle, gelişen toplumsal dinamik karşısında yetersiz kalmıştı. Kısacası; sadece görüneni gözlemleyen bu akımlar, görünenin özünü, yani bireyle toplumsal ilişkilerin bir bütün olduğunu göremiyorlardı. İster istemez, toplumsal eleştiriye yönelen eleştiriyel gerçekçiliğe ve yeni bir toplum amaçlayan, politik temellere dayanan toplumcu gerçekçiliğe basamak oluşturmuştu bu akımlar. Gerçekçiliği, taklitçiliğe mahkum eden anlayışlara bir tepkiden doğan dışavurumculuk, tiyatroda, Emperyalist P aylaşım Savaşı'nın öncesinde ve sonrasında etkili olmuştu. Kendini "ifadecilik" olarak tanımlayan bu akım, sanatta büyük bir devrim gerçekleştirmeyi, bireyin derinliklerinde yatan gerçekleri dile getirmeyi, diş dünyanın birey üzerinde bıraktığı etkileri kendi süzgecinden geçirerek dışa-

10

vurmayı, sanatı akılcı gerçeklerin dışına çıkarıp bireysel yaratıcılık ve düşsel bir güçle dünyayı yeniden kurmayı amaçlamıştı. Savaş öncesindeki ilk evresinde ütopik bâr çıkış yapan dışavurumculuk, savaş sonrasındaki ikinci evresinde, insan 'ben'ini önemsemeyen, onu yığının bir parçası olarak görüp, devlete mutlak itaatini bekleyen bir siyasal dayatmaya yol açan sorunlara, aynı zamanda ekonomik düzende artan enflasyon ve yoksulluğa karşı nihilist çıkışlar yapmıştı. Avrupa devletlerinde yaşanan bu bunalımlara karşı, sürekli "çökmek" ve "çöküş" sözcüklerini dillendirerek, siyasal ortama gönderme yapıyorlardı. İlk dönemlerinde, ütopik dışavurumculuktan ziyade, savaşan dünyaya karşı duyulan inançsızlığı dile getiren, kapitalist toplumun kalıplaşmış değerlerine, boş yargılarına ve her türlü sanat anlayışına cesur bir tepki olarak "sanata son" sloganıyla ortaya çıkan, emekleyen bir bebeğin kullanacağı "da da" sözcüklerinden temellenen dışavurumculuğun ikinci evresine dahil olan "dadaizm" akımından etkilenmişti Brecht. Ancak, Brecht'in tüm görüşlerini bilimsel bir temele oturtma dönemine giriş süreci, Piscator'un yaptığı çalışmalarla olacaktı. Alman Komünist Partisi üyesi olan Piscator, Almanya'da proleter-ya tiyatrosunu kurmuş ve çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu oyuncu kadrosuyla, güncel olayları yansıtan propaganda çalışmaları yapmıştı. Bolşevik Devrimi sonrasında, Sovyetler'de yapılan çalışmalarla bir paralellik gösteren bu çalışmalar, Meyerhold gibi, Piscator'un da yalnızca propagandayla yetinmeyip gösterilerinin sanatsal biçimini de geliştirmeye çalıştığı bir dönemde, proleterya tiyatrosunun kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. O yıllarda Almanya'da, Sosyal Demokrat Parti'nin kontrolündeki meşhur tiyatrolardan biri olan Volksbühne, yani "Halk Sahnesi" adlı tiyatronun gittikçe bir burjuva tiyatrosu görünümü almasına karşılık Piscator, proleter bir Volksbühne yaratmak amacı ile Merkez Tiyatrosu'nu kurar. Ancak, bu tiyatroda çok fazla sürmez. Bunun üstüne Piscator, Kaysserler'den sonra, Halk Sahnesi'nin sanat yönetmenliğine Fritz Holl'ün getirilmesiyle Volksbühne'de yine çalışmaya başlar. Almanya'nın enflasyon, işsizlik, ayaklanmalar, politik kavgalar ve dış borçlar içinde kıvrandığı bir dönemde, büyük yankı uyandıran Schiller'in "Haydutlar" adlı oyununu sahneye koyar

Piscator. Tüm basının "Piscator, Haydutlar'ı Potemkin'e benzetti." yorumunu yaptığı bu oyun, kısa episodik sahnelere dayanan yapısı, projeksiyon ve film kullanımı ile duygulardan çok olaylara ve düşüncelere yönelen sahneleme biçimiyle, güncel olaylarla paralellik kurmasıyla, Brecht'in epik tiyatro kuramının ilk nüvelerini taşıyordu. WEİMAR ANAYASASI'NIN BİRİNCİ MADDESİ

1. Devlet gücü halktan gelir: Nereye gider ama? Evet, nereye gider? Bir yer var elbet gittiği. Polis evden gelir. -Nereye gider ama? vesaire... 2. Bakın, yürür bir kalabalık. Nereye doğru ama? Evet, nereye doğru? Bir yer var elbet gidilen, Döner şimdi bu kalabalık evin köşesini. -Ama nereye doğru? Vesaire... 3. Devlet gücü zınk der durur. Oralarda bir şey var. -Ne görür oralarda? Oralarda bir şey var. Vebirden haykırır devlet gücü, Dağılın, hey,oradakiler! -Neden dağılacakmışız? Haykırır: Dağılın! 4. Kümelenmiş bir şey durur oralarda. Bu bir şey sorar: Neden? Neden sorar neden diye? Sen şu sorana bak hele! Elbet ateş açar devlet gücü ve oralarda bir şey düşer yere. Nedir oralarda böyle düşen? Neden yere düşer ki hemen? 5. Devlet gücü bir şey görür: bok içinde. Bir şey yatar bok içinde. Fare leşi mi yoksa bu yatan? Halk bu, halk ama! Gerçekten halk mı bu?


Gerçekten halk ya! Dünya görüşünü bilimsel temellere oturtmaya başlayan Brecht, burjuva idealizminin, yerini dehşete bıraktığı ikinci dönem dışavurumculuğundan sıyrılmaya başlamıştı. "Tiyatroyu politikaya yöneltme onuru, özellikle Piscator'undur. Bu yöneltme olmaksızın, benim tiyatrom düşünülemezdi." diyordu Brecht. İlk evresine ak oyunları duygusal bir temele dayanan Brecht, bu bakışla ürettiği oyunlarında, sürekli bir karamsarlık içinde olmuştu. Ancak, ikinci evresinde, karamsar tutumuyla ortaya çıkan nihilizmini boğabilmek için Brecht'in, bir disipline ve olumlu sonuçlara götürecek bir inanca gereksinmesi vardı. Piscator'dan etkilenen Brecht, bu çözümü politik bağlanmayla sağlayacaktı. Maddeci dünya görüşü O'na, kendini denetleme; disiplin ve akıla yöntemi öğretecekti. İşte Brecht bu döneminde, Marksizmle buluşuyor ve epik tiyatro yöntemini düşünmeye başlıyordu. 1929'da yazdığı "Mahagonny Kenti'nin Yükselişi ve Düşüşü" adlı epik operada, içgüdü ve duyguyu, obur kapitalist düzenin karmaşasının ve kötülüğünün kaynağı olarak görmektedir. Mahagonny'de polisin izlediği bir haydut çetesinin, kaçmayı başardıktan sonra kurdukları bir zevk şehrinin hikayesi anlatılır. Arkasından gelen oyunu, Brecht'in dünya çapında tanınmasını sağlayan "Üç Kuruşluk Opera" da. "Üç Kuruşluk Opera" adlı oyun, filme iki defa alınmış, ancak, Brecht bu iki filmi de beğenmeyerek, "Beş Paralık Opera" adlı romanı yazarak bastırmıştır. Brecht burada, Boer'ler Savaşı sırasında, Victoria'nın hükümdarlığı zamanında, Londralı aşağı tabakanın çarpıcı, sanrılı bir resmini çizer. Kuşkuculuğu geliştiren yazar, bilimsel düşüncenin temelinde, dondurulan düşünceye eleştiriyelliğini yöneltir. Oyundaki Mack adlı karakter, "insan neyle yaşar?" sorusunu şöyle yanıtlamaktadır "Başkalarının üstünden geçinir, öğüterek, terleyerek, yenerek, döverek, aldatarak ve başkalarını yiyerek yaşar." İyice görüyorum artıkdüzeni. Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda, aşağıda da bir çok kişi. Vebağırıyor yukarıdakiler aşağıya: "Çıkın buraya gelin ki,

hepimiz olalım yukarıda. Ama iyice gözlediğinde görüyorsun, neyin saklı olduğunu yukarıdakilerle, aşağıdakiler arasında. Bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta. Yol değil ama. Bir tahta bu. Ve şimdi görüyorsun açıkça; Bu bir tahtaravalli tahtası. Bütün düzen bir tahtaravalli aslında. İki ucu birbirine bağımlı. Yukarıdakiler durabiliyorlar orada, sırf ötekiler oturduğundan aşağıda. Veancak; aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece kalabilecekler orada. Yukarıda olamazlar çünkü, ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı. Bu yüzden isterler ti; aşağıdakiler sonsuza dek hep orada kalsınlar. Çıkmasınlar yukarı. Bir de,aşağıda hep daha çok insan olmalı yukarıdakilerden. Yoksa durmaz tahtaravalli. Tahtaravalli. Evet, bütün düzen bir tahtaravalli." 1930'da yazdığı "Kuralla Kural Dışı"nda hamal, O'nu döven, ezen ve sonra da susayan tüccara matarasını çıkartıp su vermek ister. Nefret edildiğinin bilincinde olan tüccar, hamalın matarasını taş gibi görür ve hamalın O'na büyük bir taşla saldırdığım sanarak tabancasıyla O'nu öldürür. Yargıç mahkemede, nefret ettiği birine şu vermenin akıl dışı oluşunu kabul ederek tüccarı beraat ettirir. Öyleyse hamalın yaptığı hareket, ne kadar insancıl olursa olsun, duygularıyla hareket ettiği için ölümü hak etmiştir. İyi ile kötü arasında bulunan insanoğlunun ikiciliğini kabul eden "Adam Adamdır" oyunundan sonra, bu oyun, toplumun ahlaksızlığını, bozulmuşluğunu ortaya koyar. "Küçük Burjuvanın Yedi Günahı" adım verdiği bale kantatındaki Arına adlı karakter, dans eden, içgüdüsel ve duygusal olmasının yanı sıra, şarkı söyleyen' akılcı ve pratik olarak iki yönlü bir topolojidir. Bu karakter, doğduğu kenti terk eder ve para kazanmaya başlar. Bu arada, duygusal bir yolda aşık olur, ancak tüm duygularına gem vurarak, kazandığı para ile memleketine geri döner. Bu oyunda irdelenen şey; ticarete dayanan bir düzende, içgüdü, yerini mantığa bırakmıştır. Brecht'in bu dönemle-

ri, kapitalizmde yaşayan insanın ikı yönlü karakterine vurgu yapar. Kendi emeğine yabancılaşan insanın, kaçınılmaz sonudur kendine yabancılaşması. Toplumsal pratiği inceleyen Brecht, gelmekte olan felaketin kaçınılmazlığını görmüştür. Çünkü, 1930'lar Almanya'sı, işsizliğin, yoksulluğun iyice tırmandığı bir dönemdedir. 1931 Mayıs'ında ünlü Reichbank'ın iflasıyla artına patlamış ve bankalar geçici- olarak kapatılmıştır. Böyle bir dönemde "Adil Düzen" sloganıyla çıkan Nazi P artisi, 1932 seçimlerinde on dört milyon oy toplayarak 235 sandelyeyle meclise girmiş ve 1933 yılında yaşlı başkan Hindenburg, kahverengi gömlekli serüvenci Hitler'e iktidarı, kendi elleriyle teslim etmiştir. Dünyayı sarsacak katliamlara imza atacak olan Nazi Partisi'nin kara listesine alınan bir çok insan gibi, Brecht de kara listeye alınmıştır. Brecht, bunun üstüne Danimarka'ya gider. 1. Şükrederiz tanrıya şimdi hepimiz gönderdiği için bize Hitler'i; Almanya'nın güzel topraklarından temizleyip atması için çöpleri, esti yolları bıraktık, yeni badanamız tertemiz. Onun için bize böyle birini gönderen tanrıya şükrederiz. 2. Ev çok eskimişti, soğuk giriyordu içeri. Yapmak zorundaydıkartık yenibaştan bir ev, ev çöker sanıyorduk, besbelliydi çürüdüğü, ama Hitler bir güzel boyadı onu, işte gene ayaktadır evimiz. 3. Her yerde kol gezerdi açlık, ekmek kalmamıştı mutfakta, giyecek bir şeyimiz de yoktu önderimizi ilk gördüğümüzde. -Eğer bugün daha bulan olsaydık, eğer daha açolsaydık bugün, kalabalıkmalabalık demez, tümümüzü tek saman demetiyle doyururdu. 4. yoksul kalır yoksul olan. Zenginlerindir artık ekmek. Allah rızası için, bize yeni bir badana gerek,

11


yoksa yoksul insan, sırf aç olduğundan, saldırır biz zenginlere vetıknır doyuncaya dek. 5. Ama gelince Hitler'imiz süsleyecek bizi yeniden. Ona tapan herkes, zenginse zengin kalacak, yoksulsa yoksul. Hem koyacak sınıfları yerli yerinde, hem sınıf düşmanlığı olmayacak. Yağmuru yağdıracakama ıslanmayacak hiç kimse. 6. Turşuyu tatlı yapacak. Şekeri ekşi. Yeni bir duvar örecek betondaki çatlaklardan. Boyayacak pisliğin, yozluğun üstünü olana dek yepyeni. Bu yüzden şükrediyoruz tanrımıza bize gönderdi diye Hitler'i. Sürgündeyken yazdığı, "Yuvarlak Kafalarla Sivri Kafalar" adlı oyunda, Hitler'in tayfasını ve iktidara gelişini anlatır. 1934'de yazılan bu oyun, basımının örnekleri az olduğu için bulunması çok zordur. Oyunda; İber, yani Hitler, dinsiz imansız bir serüvencidir. Kral naibi Missena, yani Hindenburg O'nu, önemli bir devlet görevine çağırır. Görevi; emekçi devrimini kötürümleştirmektir. İber, mevkiim sağlamlaştırmak için bir ırk kuramı ortaya atar: Halkı, yuvarlak ve sivri kafalı olmak üzere ikiye ayırır. Gelgelelim, bunlardan birinin geçici mutluluğu ve öbürünün mutsuzluğu uğruna, orakçılar takımı İber'in tayfasını alt ederler. "Arturo Udi’nin Yükselişi"nde ise, adı geçen Arturo Udi adlı karakter, Hitler'den başkası değildir. Brecht, Reichstag yangınından başlayarak Şansölye Dolfuss'un öldürülmesine ve Avusturya'nın işgaline kadar Hitler'in yükseliş dönemim, Chicago'da bir haydut çetesinin çevresinde geçirir. Arkadan gelen Schweyk, özel, garip bir kahraman değil, bütün göklerin altında ve bütün enlemlerde rastlanan bir insan tipidir. Bu oyunda Brecht sorar: "Acaba Hitler'in orduları kendi memleketini işgal etseydi, Schweyk ne yapardı?" "III. Reich'ın Korku Ve Düşkünlüğü", bir kaç portreyle, Nazi kargaşası altında ezi-

12

len bütün Almanya'nın dramım verir. Hiç kimse kurtulamaz, herkes Nazi damgasını yemek ve onun iradesine baş eğmek zorundadır. Brecht, bir yandan çalışmalarını sürdürürken, sürgün yıllarında birçok ülkeye gitmek zorunda kalır. Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Fransa, Danimarka, İsveç, Finlandiya ve Sovyetler Birliği'nde bulunur. Finlandiya'dan Amerika'ya göç eder. Amerika'da kaldığı süre içinde, Amerika'da tanınsa da, oyunları pek fazla ilgi görmez. Oyunları, idealist tiyatronun klasik yöntemiyle yorumlandığı için pek anlaşılamaz. Danimarka'da iken yazdığı, ama ilk kez Amerika'da sergilenen "Galileo Galilei" yani "Galile'nin yaşamı" adlı oyun, Galilei'nin bilimsel bakışı ile siyasi vurdumduymazlığının ortaya çıkardığı karşıtlığı inceler. Oyunun diğer bir yanı ise, egemenlerin bilimsel çalışmalara duyduğu ihtiyaçla, iktidarlarım tehlikeye sokan bu araştırmalara duyduktan düşmanlığın karşıtlığını ortaya koyar. "Kahramanları olmayan ülke mutsuzdur." sözlerine Galilei'nin cevabı; "Kahramanlara gerek duyan ülke mutsuzdur." olur. "Biliriz nedir bizi hasta eden! Söylenir bizi senin iyileştireceğin hastalandığımız zaman. Diyorlar ki, sen, tam on yılda öğrenmişsin hastaları iyi etmesini . halkın parasıyla yapılan güzel okullarda. Dünyanın parasını dökmüşsün olmak için bilgi sahibi. Senin elinde öyleyse iyileştirmek bizi. Ne dersin, elindemi? Seni gelince görmeye, çıkartıyorlar üstümüzdekileri, zor değil hastalığımızın nedenini anlamak, şöyle bir bak üstümüze başımıza, o saat öğrenirsin her şeyi. Çünkü elbisemizi yıpratan neyse,odur vücutlarımızı da yıpratan. Rutubetten diyorsun, vücudumuzdaki ağrı. Duvarlarımızdaki leke de ordan. Söyle öyleyse bize: Rutubet nerden? Ezdi bitirdi bizi çok çalışmak, az yemek.

Sense öğüt verirsin, ■ dersin, kanlı canlı olun! Suda büyüyen kamışa demeye benzer bu: çık başka yerde yaşa. Ne kadar vakit ayırırsın bizim için? Baksana, evinde bir halın var, en azından beş bin muayene eder. Haklı çıkarmak için kendini bunda benim suçum yok diyeceksin ister istemez. Bizim evin duvarındaki ıslak lekeye git sor: o da bundan başka bir şey demez." Galilei'nin birbirini izleyen uzlaşmaları, bilim ve gerçek adına doğrulanır. "Sezua'nın İyi İnsanı" adlı oyunda ise, tanrılarla uyuşarak, biraz iyilik yapmak için birçok kötülük yapar. Demek ki insan, aynı zamanda hem kendisi, hem de başkaları için iyi olamaz, hem kendine hem de başkalarına yardım edemez. Aslında, Brecht bu oyunda, bir davranışın tümüyle iyi olamayacağım gösterir. Brecht, bu çatışmaya hiçbir çözüm getirmez. Ancak, tanrıların bilmezlikten geldikleri, hatta yasallaştırmaya gittikleri uzlaşmayı öne sürer. Çünkü, her şeyden önce, burada görünüşlerin saygıyla karşılanması ve örnek alınacak sözün doğrulanması önemlidir. Söylenen söz ise, "dünyayı kurtarmaya bir tek insan yeter" sözü olacaktır. "Azize Johanna" adlı oyun, Brecht'in bugüne kadar hiç sahnelenmeyen bir oyunudur. Bu oyunda Brecht, Schüler'in yüzyıl savaşı sırasında odun yığınları üstünde yığılan kahramanı bir "Genç Kız'ın yansılamasını çıkarmıştır. "Genç Kız", 1929 bunalım döneminin Chicago'sunda, kurtuluş ordusunun bir havarisi, halkın yoksulluğunun itkisiyle bir devrimci kışkırtıcı olur, işçi sınıfının mezbahalarında olduğu kadar kapitalin borsalarında da savaşır. Devrim uğruna kavga alanında can verir; ne olursa olsun, başkaldıran vicdanının buyruklarına sonuna kadar bağlı kalır. Brecht'in daha önce mahkum ettiği saplan yoldaşın ideal bir portresidir bu. Brecht'in 1930'larda, Günther Weisenbom ile işbirliği ederek meydana getirdiği "Ana" adlı oyun ise, Maksim Gorki'nin romanı ile Sovyet Devrimi'nin hikayelerinden oluşur. Görüldüğü üzere Brecht, devrim olayından birçok kez yararlanmış, onu dramın merke-


zine yerleştirmiştir. "Önlem" de Çin Devrimi'ni, "Ana" da Sovyet Devrimi'ni işlemesi gibi... "Carrar Ananın Silahları"nda ise, İspanyol Devrimi'ni işler. Franco'nun zorbalığına karşı, kendini savunan halkın görüntülerine yer verir. Ruth Berlau, "Carrar Ananın Silahları" için mantıklı, yöntemli ' ve diyalektik bir biçimde oluştuğunu belirtiyor. Sahnede her şeyin, bir kabın damla damla dolması gibi geliştiğini, kap dolunca ise oyunun sona erdiğini söylüyordu. Brecht, "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyununda, biraz kendi ile çatışır. Oyundaki karakter, sanki kendi portresidir. Karmaşık olan bu tipoloji, sıkılgan, saldırgan, zeki ve saf, esprili ve ciddi, alçak gönüllü ve kendini beğenmiş, içten ve uzak bir karakterdir. Oyun, duygu ve aklın yani sağduyunun savaş alam gibidir. Sonunda sağduyu kazanır. Onun için de oyundaki karakter, doğruya yönelik bir insandır. Yapmak istediği şeyler, tasarladıkları, hep sezgi ve sağ duyusu ile suya düşmektedir. Tıpkı Brecht'in akılcı bir yolda yapmak istediklerinin, onun şiirsel yeteneğiyle çatışması gibi. Sonuçta duygu ve imgelem iyi düşünmenin, sağduyu ve halk bilgeliği ise güzel söylev çekmenin yerini tutar. "1. İyilik neye yarar, öldürülürse iyiler çarçabuk, ya da iyilik görenler? 'Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar? Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese, akıl neye yarar? 2. İyi insan olacağınıza, 'öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik beklenmesin! Özgür insan olacağınıza, öyle bir yere götürün ki dünyayı, kavuşsun özgürlüğe herkes, özgürlük sevgisi geçersiz olsun! Akıllı insan olacağınıza, öyle bir yere götürün ki dünyayı, akılsızlık zararlı olsun!" Brecht, ancak 1948'de dönebilir mem-

leketine. Batı Almanya'nın kabul etmediği yazar, sonra Avusturya ve Çekoslovakya üzerinden Doğu Berlin'e gelir. 1949'da, eşi Helena Weigel'le birlikte tiyatrosunu kurar. Berliner Ensemble, yani Berlin Kollektifı, artık kendi oyunlarının pratiğini kendi yorumuyla hayata geçirebileceği bir tiyatrodur. Yazdığı "Cesaret Ana İle Çocukları" adlı oyunda Brecht, bir yandan toplumsal çerçeveyi taşlarken, diğer yandan insan karakterinin derinlerine giden duygularım işlemiştir. Bir yanda, yozlaşan toplum düzeninin kötülüğünü gösterirken, diğer yanda açı çeken bir ana figürü yaratır. Böylece, akıla yanıyla bilinçli bir toplum taşlamasına yönelirken, duygusal yanıyla da büyük bir trajik figür yaratmıştır. Ardından gelen oyunu "Lucullus Davası", Demokratik Alman Cumhuriyeti yönetimi tarafından, oyunun bitiminden önce salon terkedilerek beğenilmemiştir. "Bay Puntila ile Uşağı Matti"de ise, P untila Ağa ayıkken akılcı, ferman dinlemez bir patron, sarhoşken duygusal ve sevecen bir kişidir. Puntila Ağa, genel olarak yanlışın yanında, kötü bir adamdır, ama akılcı yanını içkiyle yitirince kötülük yapan yanım da yok eder. Ticarete dayalı bir düzeni yansıtan tüm bu oyunlarda akıl, insanın olumsuz yanına eşittir.

"1. Hey, Amerika'yla konuşmak istiyoruz, Atlantik Okyanusu'nun ötesindeki Amerika'nın büyük kentleriyle, hey! Düşündük ne dille konuşmamız gerekti mutlaka anlayabilmeleri için bizi. Ama işte, topladık türkücülerimizi bir araya hem burada,hem Amerika'da, hem dünyanın dört yanında, herkesin anladığı türkücülerimizi. Hey, sesini dinleyin türkücülerimizin, kara yıldızlarımızın, hey, bakın, bizim için türkü söyleyen lam...

Hey, türkücülerimiz bunlar, kara yıldızlarımız bunlar bizim, tatlı türküler söylemezler, ama çalışırken söylerler, söylerler ışığınızı yaparken, giysilerinizi yaparken, gazetelerinizi yaparken vesu borularınızı ve demiryollarınızı ve lambalarınızı ve ocaklarınızı ve plaklarınızı yaparken söylerler. Hey,şimdi hepiniz buradasınız madem, söyleyin bir kez daha o küçüktürkünüzü Atlantiğin ötesine

13


herkesin anladığı dilinizle. Akağaçlar arasında esen rüzgar değil bu oğlum, bir türkü de değil yapayalnız aya söylenen, vahşi kükreyişidir bu günlük emeğimizin. Hem lanetleriz biz onu, hem bir nimet sayarız, çünkü kentlerimizin sesidir o, çünkü en sevdiğimiz türküdür o, çünkü hepimizin anladığı dildir o, çünkü olacaktır çok geçmeden o dünyanın anadili." Gençlik dönemi olan ilk evresinde duyguyu mutlaklaştıran Brecht, gelişme dönemi olan ikinci evresinde akılcılığa vurgu yapmış ama, olgunluk çağı olan 3. evresinde ise, duygusallık çoğu kez yıkıma götürdüğü halde, temelde insanın iyi yanını yansılar. Diğer yanda akılcı tutum, bir insanı kötü yapabildiği halde, bozuk düzende, toplum içinde ayakta kalabilmesinin bir koşuludur. Yazar, doğru bir düzenin gelmesiyle bu akıl duygu çatışmasının yok edileceğine ve her ikisinin de dengeli bir yolda birbirini destekleyeceğine inanır. Brecht'in toplumsal başkaldırısı dışa dönük, yani nesnel, aktif, yenileyici ve gerçekçidir. Ama onun varlığına karşı olan başkaldırısı, içe dönük, yani öznel, pasif, çaresiz ve hatta romantiktir. İşte bu ikili durumun başkaldırısı ile Brecht'in oyunlarının diyalektiği de anlaşılabilir. Bu çatışma, yaşamı boyunca sürmüştür. O, bu çatışma içinde, bireyci değildir. Daha doğrusu O, bu düzen içinde bireyin gerçek olamayacağım, yine bu düzen içinde ahlaksal deneyin şarlatanlıktan başka bir şey olmadığına inanır. I. Dünya Savaşı'ndan sonra, daha önce O'nda uyanmış olan burjuvaya ve kurulu düzene karşı olan duygusu, O'nu, içinde yaşadığı düzeni sert bir biçimde eleştirme yoluna götürmüştür. Bazı oyunlarında kapitalist sistemi bir randevuevine benzetmiştir. Çünkü, sevgi bite ticaretin kurallarına bağlıdır. Böyle yozlaşmış bir kentte en büyük suç, parasızlıktır. Brecht, faşist ülkeler ile kapitalist ülkeler arasındaki ayrıcalığı şöyle tanımlar "Kapitalizmde 'Kasaplar eti getirmeden önce ellerini yıkarlar.' Bunun gibi, kapitalizmin, faşizme dönmeden yaşayabilmesi de tamamen faşistçe bir tutumdur." Brecht'in tiyatroda yapmak istedikten ve kuramları yanlış

14

anlaşılmış ve yanlış yorumlanmıştır. Marksist dünya görüşüne dayalı kuramları, Marx'ın yaptığı gibi, yüzyıllar öncesine, Aristoteles'e kadar varan idealist felsefe ve idealist estetiğe dayanan egemen görüşlere karşı oluşuyla başlamıştır. Gençlik döneminde nihilist çıkışlar yapan Brecht, bu döneminde öznel, yani lirik kalmıştır. Gelişme döneminde ise, nesnel olana, yani epik olana vurgu yapmıştır. Yeni bir estetik kuramını ortaya attığı bu ikinci dönem, Aristocu tiyatro ve Hegelyen estetikle hesaplaştığı dönemdir. Aristocu tragedya, Platon ve Sokrates'in eleştirisi üstünden gider. Yapılan eleştiri, mimesis kavramına, yani bir çeşit taklite dayalı olan gerçekçilik, daha çok temsil etme ya da yeniden yaratma kavramlarıyla ilintilidir. Burada sözü geçen, epik şiirdir. Aristocu tiyatro ise, kendi içinde bütünlük gösteren ve belli bir ölçü içine sığdırılmış, belli bir aksiyonun yeniden yaratılmasıdır. Sanat yönünden güzelleştirilmiş bir dili vardır ve ruhu, korku duygularıyla tutkulardan arıtmaya çalışır. Bu ıslah edici, ehlileştirici yöntem; gerçekten olan şeyi değil, tersine olabilir olan şeyi yani, olasılık ve zorunluluk kanunlarına göre mümkün olan şeyi ifade etmektedir. Burada, bireyin ortaya çıkan trajik durumuyla özdeşleşen, yani bütünleşen seyirci, önceden tanımlanamayan bir trajik hataya düşecek ve erdem gösterecek karaktere bağlar. Sonra da, karakterin ve seyircinin sahip olduğu kimi hatalara işaret eder. Trajik bir suçtan dolayı çatışmaya dönüşen karşıtlıklar, çatışmadan ve karmaşadan sonra, hata aklandığında, yani arınma yaşandığında, huzura kavuşularak denge yeniden kurulur. Burada örnek gösterilen ve seyircinin bütünleşmesi sağlanılan kahraman, genelde değişime ve dönüşüme yönelik bir tipoloji değil, daha çok onarıma yönelik bir karakterdir. Aristotales sunduğu, seyircinin bütünleştiği bu öznel birey yerine, nesnel olanı, yani hikayeyi ön plana çıkararak, antik Yunan tragedyasının bir birey tragedyası olmayıp, antik Yunan devletinin ya da toplumunun bir tragedyası olduğunu vurgulaması bakımından özel bir önem taşır. Bu tersine çevrilmiş diyalektik yöntem, felsefeye dayalı bir estetik olarak Hegel'de, tiyatroda ise dramatik anlayışta yüzyıllara dayanan evrimini tamamlamıştır. Burjuva idealizmine dayanan bu yöntem, "öznel olandan yola çıkarak, toplumsal düşünce toplumsal varoluşu belirler" demek-

tedir. Marksist dünya görüşüne dayalı estetik ise, toplumsal varoluş, toplumsal estetiği belirler demektedir. "Tankınız negüçlü,generalim, siler süpürür bir ormanı, yüz insanı ezer geçer.Ama bir kusurcuğu var: Bir sürücü ister. Bombardıman uçağınız negüçlü generalim, fırtınadan tez gider, filden zorlu. Ama bir kusurcuğu var: usta ister yapacak insan dediğin nice işler görür, generalim, bilir uçmasını, öldürmesini, insan dediğin. Ama bir kusurcuğu var: Bilir düşünmesini de." Epik olarak tanımladığı anlayışım, nesnelliğe vurgu yaparak, öznel duygusal boşalımlara karşı, akılcılığı üstün kılıyordu Brecht. Nesnellik ilkesi ile, öznellik ilkesini bir araya getiren dramatik yapı, Hegel'in diyalektik anlayışıydı. Zaten bu diyalektik anlayışın baş aşağı durduğunu söyleyen Marx gibi, Brecht de, sonuçta ■ öznelliğe teslim olan bu anlayışı ayaklan üstüne oturtmuştu. Akıl ve duygunun çatışmasını diyalektik bir bağ içinde incelemeye çalışan yazar, olgunluk evresinde, nesnelliği mutlaklaştıran epik tiyatro tanımlamasının yanlış olduğunu anlayarak, diyalektik tiyatro tanımlamasını benimsemişti. Bu durumda Brecht, idealist estetiğe biçimsel durumuna karşı çıkmaz. Ama bununla birlikte, karakterin tam anlamıyla özne olmadığım, aksine bağımlı olduğu ekonomik ve toplumsal güçlerin nesnesi olduğunu ispat ederek, ona kökten bir biçimde karşı koyar. Bu anlamda Brecht'in estetiği, epik değildir. Marksisttir ve Marksist olarak, lirik, epik ve onu bütünleyen dramatik olanı kapsayacaktır. Yalnız burada önemli olan; yabancılaşmadır. Brecht, yöntemim bunun üstünden kurar. Diyalektik gerçekliğe dayalı yabancılaşma e fekti, seyirci ile sahne, sahne ile oyuncu, oyuncu ite rol, rol ile mekan arasında belli bir mesafe yaratılması sonucu, sahnede tarihselleştirmenin gerçekleşmesine; oyuncu ite rolün bütünleştiği burjuva oyunculuğuna karşı çıkar. Çünkü, burjuva oyunculuğunda var olan oynadığı rolle hem özdeşleşip hem de eleştirerek oyna-


ma yöntemine, yani eleştiriyel gerçekçiliğe karşı şunları söylemektedir Brecht: "Özdeşleyimi amaçlayan her oynayışta eleştirinin aldığı şekildir karikatür. Bu şekil altında yaşamı eleştirir oyuncu ve bu şekil altında oyuncunun eleştirisiyle özdeşleşir seyirci. Bizim tiyatromuz ise, ancak karikatür çizme olgusunu göstermek istediği zaman karikatürleri sergileyebilir sahnede. Böylece karikatürler maskeli balodaki maskeler gibi çıkar sahneye. Gerçek bir kavrayışla gerçek bir eleştiri, ancak özelle genelin duruma göre değişik şekillerde gerçekleşen, özelin genelle olan ilişkisi gibi- kavranılmış ve eleştirilmiş olmasıyla mümkündür. İnsanların gösterileri kaçınılmaz olarak çelişmelidir; dolayısıyla çelişkiye tümüyle sahip olmak gerekir." Bu anlamda idealist estetiğe dayalı dramatik tiyatroda; sahne, eylemi ortaya koyar. Marksist dünya görüşüne dayalı estetikte ise; sahne, eylemi anlatır. Dramatik tiyatro; seyirciyi eyleme katar, etkinliğini yok eder, omla duygular uyandırır, böylece seyirci kendini eylemin içinde sanır. Diyalektik gerçekliğin tiyatrosu ise; seyirciyi, eleştiren bir gözlemci yapar, etkinliğini uyandırır. Ona yargılar verdirir. Böylece seyirci, eyleme karşı gelir. Dramatik tiyatroda; tiyatro, telkin yoluyla etkiler. Duygular, olduğu gibi korunur. İnsan, bilinen bir varlık kabul edilir. Diyalektik tiyatroda ise; tiyatro, belgelerle etkiler. Duygular, yargılarla ortaya konur. İnsan, araştırma konusudur. Dramatik tiyatroda; düğüm çözülürken gerilim belirir. Diyalektik tiyatroda; gerilim, oyun başlarken vardır. Dramatik tiyatroda; her sahne, bir başka sahne için vardır. Diyalektik tiyatroda; her sahne, kendisi için var olur. Dramatik tiyatroda; olaylar düz çizgide gelişir. Dünya, olduğu gibi sunulur. İnsan duruktur. Diyalektik tiyatroda; olaylar eğri bir çizgidedir. Dünya, oluş içinde sunulur. İnsan, oluş halindedir. Dramatik tiyatroda; içgüdüler söz konusudur. Diyalektik tiyatroda; motifler sözkonusudur. Dramatik tiyatroda; düşünce, varlığı belirler. Diyalektik tiyatroda; toplumsal varlık, toplumsal düşünceyi belirler. Hegel ve Aristotales, tiyatroyu, seyircinin "kuraldışı" özelliklerinden arıtılması olarak görmektedirler. Brecht ise, kavranılan aydınlatır, doğrulan açıklar ve karşıtlıktan göstererek değişimi önerir. İl-

kinin istediği; gösterimin sonunda huzurlu ve sessiz bir uyku halidir. Brecht, tiyatral gösterimin sonunun eylemin başlangıcı olmasını ister; bireyin tutkularından arınması değildir önemli olan; istikrar, değişken toplum tarafından yıkılmalıdır. Tiyatro, sükuneti tesis etmeye uğraşmamalıdır. Burjuva, polisi bunu yapmakla görevlidir zaten!..

"(...) Şu adama bakın sokağın köşesinde nasıl olduğunu anlatıyor kazanın. Şu anda şoförü sunuyor kalabalığın yargısına nasıl oturduğunu direksiyon arkasında. Ve şimdi ezileni taklit ediyor, belli ki Yaşlı bir adam.Her ikisinde de yalnızca Kazayı anlaşılır kılacak kadar veriyor ama Yine de yetecek kadar Onları gözünüzde canlandırmaya Kazaya mahkum gibi göstermiyor ama ikisini de Böylece anlaşılır oluyor kaza ve anlaşılmaz yine de Çünkü bambaşka hareket edebilirdi her ikisi de. Gösteriyor işte şimdi Kazadan kaçınmakiçin nasıl davranabileceklerim Hiç de batıl inancı yok Bu görgü tanığının Yıldızlara terketmiyor da.ölümleri Kendi hatalarına bağlıyor yalnızca Ciddiyetine ve özeninede dikkat edin Bu taklit sırasında Çok şeyin, suçsuzun yıkımdan kurtulabilmesinin, Zarar görenin zararının karşılanabilmesinin Kendi kesinliğine bağlı olduğunu biliyor o. Bakın nasıl tekrar ediyor daha önce yaptığı şeyi Duraklayarak, yardıma çağırarak hafızasını Tam da emin olmayarak iyi taklit edip etmediğinden Durarak ve bir başkasından şunu ya da bunu Düzeltmesini isteyerek. Saygıyla bakın buna! Veşaşarak bakmalısına bir şeyedaha Bu taklit edenin kendisini hiç kaybetmemesine Taklidinin içinde. Hiçbir zaman Tam olarak dönüşmüyor taklit ettiği kişiye. Her zaman Gösterici olarak kalıyor o, olaya karışmamış biri olarak,

Ne o kişiyle bütünleşiyor, ne duygularını Ne de düşüncelerim paylaşıyor onun. Çok az şey biliyor onun hakkında. Taklidinde üçüncü bir kişi de oluşmuyor, ondan ve diğer kişiden, ikisinin kaynaşmasından, Yerindedir bütün duyguları göstericinin Orada durur ve gösterir O yabancı tanıdığı. Sizin tiyatrolarınızda Soyunma odası ve sahne arasında Olagelen şu esrarengiz dönüşüme: Hani bir oyuncu ayrılırda soyunma odasından Kral olarak çıkar ya sahneye, Sahne işçilerinin ellerinde bira şişeleriyle Çok kez güldüğünü gördüm bu büyüye, Rastlanmaz burada. Seslenilmesi gereken bir uyurgezer değildir Sokağın köşesindeki göstericimiz, Yüce bir papaz da değildir tanrı huzurunda Her zaman sözünü kesebilirsiniz onun; Size cevap verir sanki bir şekilde Vesizinle konuştukları sonra Devam eder yine gösterisine Şimdi siz sakın demeyin ama: Bu adam sanatçı değil, diye Böyle bir ayrım duvarı çekerek Sizinle dünya arasına, yobazca kendinizi Dışlamış olursunuz dünyadan. Siz onu sanatçı olarak adlandırmazsanız, O da insan demeyebilir size. Ve bu daha büyük bir suçlama olur böylece. iyisi mi: Sanatçıdır deyin, insan olduğu için." Yoğun bir çalışmayla geçen yılların sonunda, 1956 yılında hayata gözlerini kapatır bu tiyatro ustası. Bu ölümün arkasından yaşayan, 60 ciltlik çalışmalar olur. 30'un üstünde tiyatro oyunu, 1300 kadar şiir ve şarkı, üç roman, birçok roman fragmanı, 150'den fazla nesir, çok sayıda makale, kısa hikaye ve konuşma metni, yaşamaya devam eder aslında. Ölümünün 41. yılında, Brecht'i anmak istedik. Ölümünün üstünden 41 yıl geçmesine rağmen, hala sınıf mücadelesinde sanatın önemini gösteren ve burjuvazinin estetiği bir silaha dönüştürdüğü dünyamızda, doğru bir duruşun sağlanmasında büyük katkıları olan bu ustayı anmak, bize gurur veriyor. Yalnız, sorun bununla bitmiyor. Ülkemizde yetişmiş, Brecht kadar önemli sanatçıların yanı sıra, bir o kadar daha önemli sanatçılar yetişmesini diliyoruz. ■

15


ibrahim karaca

MART ESİNTİSİ

Bir sabah uyandığında O eski fırtına dinmiş olacak Seher yeli sıcak Karanlığın gezindiği sokaklarda kargalar Son kahvaltıdan kalkmış olacak Düşüneceksin Şaşıracaksın ortalığın bu kadar sessiz bu kadar karmaşık olduğuna

16

Tutup silkeleyeceksin sokakları Bağırtılar dökülecek yere Temizlik işçileri geçecek yarımdan Elini vereceksin onlara Bir sabah uyandığında Giydiğinde en güzel elbiseni Kulağına sevda sözleri fısıldayacak rüzgar İşte o zaman M eydanlara sereceğim yüreğimi Ayakların bana getirecek seni


DEĞERLENDİRME

tavır

aydın-sanatçılar kendi meclislerini kuracaklarına inanmalıdır

A

ydın ve sanatçılarla meclisler ve KültürC e p h e s i ü z e r i n e yaptığımız tartışmaları sürdürüyoruz. Fakat bir süredir sanatçılarla yürüttüğümüz tartışmaları dergimizin sayfalarında yayınlarken, bunlar üzerinden bir değerlendirme yapmak gereğini de hissettik. Bu yazımızda, sanatçıların görüşleri üzerinden bir tartışma yürüteceğiz. Aydın ve sanatçıların gittikçe büyüyen sorunlarına çözüm üretilemeyişi, var olan örgütlenmelerin yetersizliği gibi yakıcı bir biçimde karşımızda duruyor. Görüş ve önerilerine başvurduğumuz aydın ve sanatçılar, bu sorunlardan doğan kaygılarım ısrarlı bir biçimde dile getirdiler. Bu kaygılardan, sorulan bazı sorulardan örnekl erle, bugün böylesi bir örgütlenmeye neden

ihtiyacımız olduğuna vurgu rın yaşadıkları sorunlara baktığıyapmak istiyoruz. Kuşkusuz, mızda, bunlar düzenden kaynaklaAydın-Sanatçı Meclis-leri'nin . nan sorunlar ol arak karşımıza çıkıoluşturulması, bütün sorunların bir yor. Düzen, halk katmanlarına bas çırpıda çözülmesi anlamına kı ve zor uygularken, aydın ve sagelmiyor. Ancak, bugün önümüzde natçıları da bu s aldırıların dışında duran sorunların çözümünde, tutmuyor kuşkusuz. Önemli bir adım olacağı Bu saldırılar hepimize bi r biinancındayız; çünkü ülkemiz aydın çimde yansıyor. Kimimiz doğrudan, ve sanatçılarının temel ihtiyacı örkimimiz dolaylı olarak bu baskılarla gütlenme, örgütlü mücadeledir. karşı karşıyayız. Bugün aydın ve Meclislerse yaşadığımız, çözüm sanatçıların en temel so runlarından üretemediğimiz sorunlarımızın da biri; kendisini özgürce i fade çözüm yeri olacaktır. Gerçek şu ki; edememesidir. Hemen her gün yüzeysel ve birtakım sınırlı tepkiyayınlar yasakl anıyor, toplatılıyor; lerle, çıkışlarla var olan sorunları yazarlar çi zerler hakkında davalar çözmek mümkün değildir. Yaşanan açılıyor. Müzisyenlerin "telif sorunlar karşısında güçlü bir karşı hakları", yazarl arın "kitap dağıtımı, koyuştan söz edemiyoruz. Eğer yayınlanması" gibi daha pek çok bugün sorunlarımız büyümekte ve sorunu sıralayabiliriz. Hiçbir sosyal her geçen gün içinden çı kılması güvenceye sahip olmadan yıllarca daha da güçl eşmekteyse bunun çalıştıktan sonra nedeni; birlikte hareket edip birlikte çözüm üretememekten 17 kaynaklıdır. Ülkemizde aydın ve sanatçıla-


Bugüne dek şu veya bu nedenle yeterince işletilememiş olan aydın ve sanatçı örgütleri de, meclislerin yaşam bulmasıyla beraber tıkanıklıklarını aşabilecektir. Bu kurumların işlerliği ve verimliliği artacaktır. Aydın ve sanatçı meclisleri üzerinde yükselecek bir Kültür Cephesi, kültür alanındaki tüm dinamikleri kapsayacak ve ileriye doğru yönlendirecektir.

hastanelerde bakıma muhtaç, bir başına kalan ya da cenazesi eşin dostun yardımıyla kaldırılan sanatçılara hangimiz yabancıyız? Kültürel dejenerasyon, gün geçtikçe değerlerimizi, halkın kültürünü yiyip bitirirken; emekten ve halktan yana tüm aydın ve s anatçıların ürettiklerinin tehdit ederken sessiz kalabilmek mümkün müdür? Peki, ya devletin göz göre göre emperyalist film tekellerinin pazar olanaklarını genişletebilmek uğruna ülkemizin sinema emekçilerini açlığa mahkum etmesini? Yerli filmlerde rüsum uygulanmazken şimdi % 10 oranına çıkartıldı ama, buna 18

karşın Amerikan filmlerinin rüsum oranlan % 25'ten, % 10'a düşürülüyor. Bu saydıklarımız, ülkemiz gerçeğinin aydın ve sanatçıların payı na düşen bölümünü oluşturuyor. Yani; baskıların sadece bir yönüdür. Tüm halk kesimlerine yönelen saldırılardan, köylerin yakılması, hapishanelere yönelik hücre tipi uygulamaları, katliamlar, kayıplar, işkencelerden; açlığa ve yoksulluğa mahkum edilen binlerce insanımızın sorunlarından ayrı ele alınamaz. Daha onl arca sorunu ekleyebi liriz. Ancak bize gerekli olan, bu sorunların çözüm yollarını tartışmaktır. Çözümü, örgütlü olmakta ve birlikte mücadele etmekt e aramak gerekiyor. Bu yanıyla görüşlerini aldığımız aydın ve sanat çılar kimi zaman kaygılı, güvensiz yaklaşımlar içerisinde olsalar da, birlik olmaya duyulan ihtiyacı ortaya koydular. Bu yaklaşımların bir nedeni; geçmişte yaşanan deneyl erin sonuçsuz kalmasıyken, diğer nedeni de; aydın ve sanatçıların birbirl erine duydukları güvensizlikten kaynaklanıyor. Örneğin; tiyatro sanatçısı ve yazar Füsun Erbulak, geçmişte örgütlenme noktasındaki çabalarının sonuçsuz kalmasını veya verimli olmayışını örnek göstererek, bugün de aynı sorunların yaş anabileceğini söylüyor: "Şimdi ben çok kara msarım. Bunu böyle yanıtlamak istemezdim ama, hem iş kolunu iyi tanıyorum, hem de bu iş kolundaki insanları çok iyi tanıyorum. Çok bencil insanlar sanatçılar... Yani küçük başarılarla çok çabuk avunabilen, çok çabuk mutlu olan, gezmeye tozmaya, yemeye içmeye çok meraklı oldukları için böyle bir cepheyi oluşturabileceklerine kesinlikle inanmıyorum..." Evet, oluşturulmaya çalışılan birliktelikler, kimi zaman Füsun Erbulak'ın belirttiği nedenlerden ötürü dağılmıştır. Bu noktada geçmişi sorgulamalı, birlikte olamayı-

şın nedenlerini açıklıkla ortaya koyabilmeliyiz elbette. Ancak bunlar, bizi karamsarlığa iten, örgütsüzlüğün devamına zemin hazırlayan tartışmalar olmamalı. Var olan örgütlenmelerde yaşanan olumsuzluklar da gözümüzü korkutmam alı. "Şu örgütlülüğe ne denli sahip çıkıldı ki, buna da çıkıtsın" biçimindeki kaygılardan sıyrılmak gerekiyor. Bizler tartışırken geçen zam an içerisinde, sorunlarımıza yenileri ekleniyor. O yanıyla meclîslerin 'neden olamayacağını' değil, 'nasıl olacağını' tartışmak yerinde olacaktır. Aydın ve sanat çılar, ne kadar sorunların ve gerçeklerin dişında kalmak istese de, akıp giden yaşam bazı zorunlulukları dayatıyor. Dün uzağında gördüğü birtakım gerçekler, bugün yanı başında beliriveriyor. Gelişen ülke ve mücadel e gerçeği, aydın ve sanat çıları da tavır belirlemeye itiyor. Bu nedenle, görüş ve önerilerini aldığımız aydınların pek çoğunda gördüğümüz "çok i yi bir öneri ama gerçekleşmez " düşüncesini, "nasıl gerçekleştiririz?" tartışmasına dönüştürmek gerekiyor. Bugüne dek şu veya bu nedenle yeterince işletilememiş olan aydın ve sanat çı örgütleri de, meclis lerin yaşam bulmasıyla beraber tıkanıklıklarım aşabilecektir. Bu kurumların işlerliği ve verimliliği artacaktır. Aydın ve sanatçı meclis leri üzerinde yüksel ecek bir Kültür Cephesi, kültür alanındaki tüm dinamikleri kapsayacak ve ileriye doğru yönlendirecektir. Bu konuda yazar Seyyid Nezir, üzerinde t artışılması gereken bir öneri sunuyor: "Sanıyorum, buradan olaya baktığımız zaman, sanatçı meclisinin hem mesl eki örgütlenmeyle bir teması olmak durumunda, öte yandan da onun sınırlarının çok daha dışında, çok daha kucaklayıcı biçimde sorunları el e almak durumunda. Başka bir deyişle; olayı iki ya da birkaç çember biçiminde düşünürsek, sanatçı meclisi, bütün bu mesleki sanat örgütlenmeleri-


nin çemberleriyle kesişen ya da iç içe geçen ama bütün bunların hepsini de halkalayan kendi alanını yaratmak durumunda" Meclisler; içerisinde yer alan kurumlar üzerinde bağl ayıcı hükümlere varan, o kurumların iç işleyişlerine müdahale eden bir yapı olarak algılanmamalıdır. Tam tersine meclislerin, içerisinde yer alan kurumların sorunlarına emek veren yanları olması gerektiğini düşünüyoruz. Biz meclislere emek verdikçe, sonuçlan da verimli olacaktır. O nedenle, geçmişte yaşanan olumsuzluklardan korkmamalıyız. Daha ötesi, örgütlenmekten korkmamalıyız. Çünkü ülkemiz aydın ve sanatçılarının bünyesinde taşıdığı olumsuzlukların en önemlilerinden biri budur. Örneğin örgütsüzlüğün nedeni şöyle açıklanabiliyor: "... Bir araya gelmenin getireceği zorluklar var. Bireysel çıkış lar, devlet tarafından pek baskı görmüyor. Örgütlü mücadelenin sonucunda bir güç olunacağı için, baskılar gelecektir. Bir de aydınlarda, disiplinden kaçan bir anla yış var... Bir başka nokta da, kimin öncülük ettiği meselesi. Birçok yerde belli bir gruba angaje olma korkusuyla hareket ediliyor. İlk soru 'kim öncülük ediyor?', 'kimler yapıyor?' oluyor..." "... Bu güvensizliğin kaynağında, yönlendirilme korkusunu görüyoruz. Bu insanlar birdenbire anlattığınız meclislerde, demokratik kitle örgütlerinde ya da eyleml erde kendilerini bir grubun içerisine düşmüş, erimiş olarak görüyorlar..." Sanıyoruz bu noktada, ilk önce şunu belirtmek gerekiyor; hiç kimse meclislerin içinde yer almakl a, birilerinin güdümüne girdiğini düşünmemelidir. Çünkü meclislerin öncülüğü de, örgütlenmesi de onan oluşumunda emek harcayan, sahiplenenlerin olacaktır. Meclisler;

yurdunu seven, halkın yanında olan, kendisini özgür ortamlarda ifade etmek, özgürce üretmek isteyen, kendi sorunlarım halkının yaşadığı sorunlardan bağımsız görmeyen aydın ve s anatçıların örgütlenmesi olacaktır. Kendilerini bu yapı içerisinde, demokratik bir biçimde i fade ettiğinde; "bu yapı ya benim katkım ne olacak?" diye düşünüp güç verdiğinde, "yönl endiriliyor muyum?", "bir görüşe mi angaje oldum?" gibi kaygılardan sıyrılacaktır. Burada sorun, meclislerin oluşturulmasına emek harcamak, öncülük etmek ve s ahiplenmektir. Ruhan Mavruk'un dedi ği gibi "Önderliği, en çok emek veren, en büyük yüreklilikle katı lan belirleyecek"'tir. Sorun; sahiplenmek ve bir şeyler katmaktır. Kaldı ki meclis, adı üzerinde tartışmamın, söz ve karar hakkının en geniş kesim tarafından kullanılmasının zeminidir. Kuşkusuz, bu zeminde ayrılıklarımız da olacak. Ama bu ayrılıklarımızı geride tutarak, ortak yanlarımızı öne çıkarmalıyız. Ortak sorunlarımızı çözmek için, yalnız olmadığımızı görebilmek, en önemlisi birleşmek için çaba sarfetmeliyiz. "Yazdığına gerçekten inanan aydınların bu cepheye katılacağı na inanıyorum ve şu önemli; tüm yüreğiyle, tüm emeği yle katılmak, bahanesiz olarak... Ne kadar kaçarsak, ne kadar korkarsak sistem zaten polisiyle, polisiyle el ele mafyasıyla üzerimize gelecek. Onun için sanatçı olsun, emekçi olsun, işçi olsun ya da aydın olsun, akademisyen olsun, toplumsal muhalefet koymadan, kaçmanın hiçbir çözümü yoktur." Ruhan Mavruk'un vurguladığı bu yan çok önemli. Sistem, aydın ve sanatçıları da çok yönlü saldırılarıyla cendere içinde tutmaya çalışıyor. Saldırıların böylesine çok yönlü ve kapsamlı olduğu günümüzde, elbette meclislerin kapsamı da geniş olacaktır. Bu noktada meclislerin, muhalif olan, özgürce üretemeyen;, üretimlerinin ve halk-

la bütünleşmelerinin önü sistemden kaynaklı tıkanan tüm kurum ve kişilere açık olması gerektiğini düşünüyoruz. Meclisler, düzenle işbirliği içinde olmayan tüm aydın ve sanat çıları içine almalıdır. Böylesine bir kapsayıcılığın bölünmesine neden olabilecek her türden anlayışın karşısında olabilmeliyiz. Birbirine güven ve tahammül gösteren, karşılıklı ikna yöntemi içinde olabilen, çoğunluğun aldığı karara uyan ve o kararı sahiplenen bir işleyişimiz olabilmelidir. Önemli olan meclis çatısı altında, kimin ne söylediği değil; birlikte neyin düşünüldüğü ve hangi kararın alınıp uygulandığıdır. Bilgileri ve yetenekleriyle, insanlığın gelişimine hizmet etmesi gereken aydınlar, misyonlarının gerisindedir. Bugün halk kesimlerinin pek çoğu, yaşadıkları sorunları aşmak için örgütlenmek ve çözüm üretmek konusunda aydınlardan daha ileri bir noktada bulunuyor. Bunun en somut örnekleri; İstanbul'un çeşitli semtlerinde oluşturulan Halk Meclisleri'dir. Gazi Halk Meclisi, Okmeydanı Halk Meclisi gibi deneyimler, halkın kendi sorunları etrafında nasıl birleştiğinin ve mücadele ettiğinin somut örnekleri oldular. Susurluk sonrası süreçt e taleplerinin takipçisi olarak, karanlık eylemlerinde binleri sokağa dökmeyi başararak, zulme ve baskıya karşı ezilenlerin cephesinden en ciddi karşı koyuşu örgütlediler. En geniş katılımı hedefleyişi; kapsayıcılığı, demokratik işleyişi, halkın doğrudan söz ve karar hakkını kullanması ile, bugün önümüzde örnek olarak duruyorlar. Önerimiz, herkesin katkısına ve düşüncesine açıktır. Birlikte tartışalım ve zenginleştirelim.. Aydın ve Sanatçı Meclisleri'ni, gerçekten istendiğinde baş arılabilecek bir çalışma olarak i fade ediyoruz. Bunu başarmak; birleşmek ve birbirimize güvenmekten geçiyor. Emek harcamaktan başka bir şeye ihtiyacımız yok. ■ 19


ARŞİV tavır

şehitlerimiz ve

ŞEHİR GERİLLASI VE GRUP YORUM

Altan Berdan KERİMGİLLER

Sıradan bir insan için ne kadar kolaydır. Yapılacak tek şey; kasedi teybe takmak ve tuşa basmak. Hepsi bu. Ardından istediğin gibi dinle, sesini sonuna kadar aç... Oysa şehir gerillası i çin, bir çok konuda olduğu gibi müzik dinlemek de istiyorsunuz. Kaseti teybe taktınız, tuşa bastınız. Buraya kadar her ş ey normal, ya sonra? İşte her şey orada başlı yor. Öyle istediğiniz bir ayarda dinleyemezsiniz çünkü, komşulara karşı bir görüntü (diyelim ki halim selim bir imaj bu), kendi halinde bir aile görünümü içindesiniz. Kendinizi böyle bir görüntü ile kamufle ediyorsunuz ve orada eriyerek kurumlaşıyorsunuz. O nedenle abartılı, dikkat

20

çeken her davranıştan uzak durmanız gerekir. Bunu ne ölçüde başarırs anız, o ölçüde profesyo nel bir gerillasınız demektir. Aksi halde kimliğinizi ele verecek bir açık vermek içten bile değildir... Bunca dikkate karşın, tutup Grup Yorum'u dinlemek istedi niz. Ama önce Grup Yorum kaseti bulmak zorundasınız. Sıradan bir alış-veriş gibi kas etçiye gidip "Bir Grup Yorum kasedi ver" diyemezsiniz. Çünkü böyle bir durumda ya "Ben devrimci yim" ya da "Devrimci sempatizanıyım" demiş olursunuz. Çünkü dikkat çekiyorsunuz. Kaldı ki şehir gerillası, sıradan bir gazete dahi alamıyorken... Dolayısıyla, kasetçiye Grup Yorum için uğramanız asla affedilmez... Yukarıdaki nedenl erden dolayı kaset, uygun yollardan m erkezi olarak temin edilir. Komutan,

üst sorumlusuna rapor edecek ki, kaset gelsin. Ama her zaman böyle olmayabiliyor. Ve binde bir rastlanan böyle bir durumda komutan, savaşçılarına kaseti kendilerinin almasını söyler. Savaşçılar i çin bu, bir eylem em ridir adeta... İlk iş; iyi bir istihbarat çıkarmaktır. En uygun yeri-polis denetiminin olmaması gerekirseçmek gerekir. Plan yapılır. Kesinlikle tek kişi gitmez. En az üç kişi şarttır. Bir kişi dükkana yönelirken, diğerleri uygun bir şekilde konumlanırlar. Sıra kaseti istemeye gelmiştir, yani hedefe ulaşılmıştır. Kasetçi, doğal olarak kaseti raft an al arak paketler ve kaset ellerinizde-dir. Bu an, sizin için olağan dışı bir faaliyet, daha doğrusu bir eylem disiplini çerçevesinde yaşanırken, kaset çi her şeyden habersiz, rutin faaliyetlerini yapmaktadır. Paranın ödenmesi ve dük-


kandan çıkış, eylemin geri çekilme evresini oluşturur. Bu aşama bitince, herkeste eylemi başarmanın huzur ve sevinci vardır. KIR GERİLLASI VE GRUP YORUM Altan Berdan KERİMGİLLER

Gerek şehi rde, gereks e de kırda gerilla yaşamını belirleyen, savaşın kurallarıdır. Ancak ikisi arasında farklılıklar vardır. Örneğin; kır, şehire göre mahrumiyet demektir. Şehirde yaşamın ayrıntıları olarak dikkat çekm eyen birçok şey, kırda lüks sayılıyor. Bu durumda, kırda müzik dinlemek lüksten öte bir şeydir. Radyo bile haberl erden haberlere dinlenirken, müzik dinlemek... Bunun çeşitli nedenleri vardır; pilin uzun süreli kullanı mı gerekmekt edir. Ancak her şeye rağmen, kırda Grup Yorum dinlemeden olmaz... Bu nedenle teyp için (küçük pille çalışmayacağından) özel olarak pili taşınır. Ki onun da yedekleri olmak zorundadır. Evet, bir gerilla Grup Yorum'u dinlemek ister ve bunun için teyp, pil ve yedek pil taşır, bunu severek yapar. Ama asıl sorun kasetlerdedir. Bir kas et gelinceye kadar, bir bakmışsınız

yeni bir kas et çıkmış bile... Gerilla, yeni kasedin çıktığını aylar sonra öğrenir. Komutan, kuryeye kaset getirmesini söyler. Ama kasetin dağa ulaşması, silah taşımak kadar zor ve maceralı bir yoldan geçerek gerçekleşir. Kuryenin olduğu köye, oradan da gerillaya ul aşacaktır kaset. Tüm işlemler tamamlanıp kaset gelince, sıra dinlemeye gelir. Disiplini olan gerilla, her yerde canı istediği gibi müzik dinleyemez. Bazen öyle olur ki, bas bas bağırarak hal ay çeker, teybin sesini sonuna kadar açarak dinleyebilir ama böyle yerler çok az ve istisna yerlerdir (Çoğunlukla her yer riskli sayılır gerilla için). Bu yüzden, yukarıda sözünü ettiğimiz ses disiplinini, yani ses kamuflesini uygular. Gerillalar, aralarında çok hafi f sesle konuşur, genelde böyle yerlerde bulundukları için. Grup Yorum'un kaseti birliğe böyle yerlerde ulaştığı için, ilk kez buralarda dinlenir... Gerilla için Grup Yorum dinlemek (hem de ilk geldiğinde) çok önemlidir. Teyp çıkarılır, piller ayarlanı r ve kaset teybe takılarak ses ayarı da yapıldıktan sonra dinlemeye başlanır. Nöbetçiler, sesin kısık olmasına rağmen, işaretle ikaz ederek s esin kısılmasını istedikçe, müzik dinleyen gerillaların keyfi kaçar ama, ses yine de kısılır. Teyp dinlenirken birliğin en mutsuz kişisi nöbetçidir. Ancak kas et bitmeden nöbet değişimi olunca, nöbetçi keyi fle teybin başına giderken, nöbeti devral an gerilla, pek de aynı keyfi duymaz... Bütün parçalar beğenilmesine rağmen, her zaman en çok rağbet görenler, dağl arı anlat an türkü lerdir. Issız bir koyakta yürüyüş anında, ya da eğer bir yerde konaklanmışsa, işte o an gerilla patlar. "Cesaret", ardından "Gerillanın Türküsü", "Serüvenciler"... Bitmek bilmez YO-

RUM. Ateş de yakılmışsa hele, "Alnında yıldızlı bere" diye başlanır ki, işte o zaman savaşçılar coşar, kendilerinden geçerler. Bu en son sözünü ettiğimiz parça, gerillanın en beylik parçası dır. Yalnız bu parça, bir tek Dersim Dağları'nda revize edilmeden söyleniyor olsa gerek. Çünkü "çıkıp Dersim Dağları'nda türkü söylemek var ya" kısmı, Ege'de değişikliğe uğrayarak söylenir,.. Yorum'u dinlemek, önemli bir faaliyettir. O nedenle kas et ikinci dinlenişte tüm parçal ar ezbere söyleniyordur. Sesi karga sesine en çok benzeyen gerilla bile "bülbül" kesilir, türkü söylemeye başlar... Gerilla, "bu türküyü beğenmiyorum" demez. Her seferinde "çok güz eldir" der. Bu, bir yanıyla zaten öyle olduğu içindir. Öte yandan kavganın ateş hattında olan gerillanın kavga türküleriyle olan bağından kaynaklanır. O an, Yorum'un ne anlattığını, ondan daha iyi kimse anlayamaz. Salt estetik bir haz değildir. Hissettiği; kavgadır, mücadeledir, inançtır, gerillanın duygularını kabartan, coşturan... 1993 HAPİSHANELER VE GRUP YORUM Bülent Pak 12 Eylül sürecinde '87'ye kadar hapishanede teyp yoktu. '87'den itibaren teyp alındı da kaset dinleyebildik; İlk kasetçalarımız bir "walkman"di. Hani şu kulaklıklarla dinlenen walkmanler var ya işte onlardan. Bu, ailelerimiz başk a işe yarar teyp bulamadıklarından değildi. Onca direnişlerden sonra, ancak basit bir walkman hakkını elde edebilmiştik. Aynı dönem, kitle hareketleri de yavaş yavaş kabarm aya başlamıştı. Tabi "sol" içerikli şarkı ların da piyasayı kaplamaya baş ladığı bir dönem oldu bu süreç.

21


Bazı uyanıkların biraz işkence, biraz sloganvari bir söylem içeren sözlerle yaptıkları kaset ler peynir ekmek gibi gidiyordu. Kapitalist zeka işte toplumdaki açlığı görmüş değerlendi riyordu. Hele ki, şarkısının içinde 'Metris' geçen Ahmet Kaya, bir anda popüler oldu. Zülfü de bu arada bir-iki kas et çıkarmış, O da yükünü tutmaya başlamıştı. Walkmanimiz gelince tabi bizde Ahmet Kaya'nın, Zül fü'nün, Selda'nın kasetlerini al dık (Selda o sıralarda yeni bir kas et çıkarmıştı). Ticari mantık sırıtıyordu ama, ne çare ki "sol" adına dinlenecek başka ne vardı ki? Teknisyenlerimiz, walkmanin kulaklık çıkışını, görüntüsü iptal edilmiş TV'nin amplifikatör girişine bağlamışlardı ve böylece dışarı ses vermeyi başardılar. Artık hep birlikte daha rahat kaset dinleyebilir olmuştuk. Dediğimiz gibi yeni çıkan kasetler bizi t atmin etmiyordu. Hatta rahatsızlık duyuyorduk. Direnen biziz, ama bu adamlar direnişi, devrimciliği hem yozlaştırıyorlar hem de sömürüyorlar diye kızıyorduk. Oportünistler ise klasik takılıyorlardı... Zaten cezaevi sürecinde devrimci kafa yapıları hepten törpülendiğinden aydın 22

özentisi olmuşlar. Yabancı dil, kadın sorunu, demokrasi vb. çalışmaları içinde iken t eyp olanağı doğunca "klasik" diye bilinen müzik hastası olmuşlardı. Ve nihayet bir gün "Grup Yorum" diye bir grubun kas eti gel di. Daha önce duymuştuk, bu grupta daha bir yıl önce birlikte olduğumuz bir yoldaşımız da vardı. Bu yoldaş hapishanedeyken, ıslıkla konserler verir, hepimizi hayran bırakırdı. Hapishanede koro çalışmaları klasikleşmiştir. Çoğu bilinen marşları ezberleme işiyle süren faaliyetlerin dışında halk türkülerimiz üzerine çalışır dururlar. İşt e bu yoldaş, cezaevindeyken çalıştığı koro içinde de yeni bir renk katışı ve benzeri özellikleriyle müzik konusunda yetenekli bir yoldaşımızdı. Kasetin gelişi, koğuşlarda bomba etkisi yaptı. Walkman-TV tesisatımızın bağlı olduğu koğuşa koştu herkes. Kaset, volkmane takıldı ve sessizlik sağlandı. Baştaki boş kısım o kadar- uzun geldi ki herkese, zaman sanki hiç akmıyordu. Akmıyordu çünkü, o derece sabırsızdık ki; her s aniye zulümdü adeta. Daha ilk parçadan sonra herkes son derece mutlu ve gururluydu. "Çok güzel, çok güzel" nidalarından geçilmiyordu. Hep birlikte baştan sona dinlendi kaset. Hemen oracıkta, koğuşlarda nasıl, hangi günlerde dinleyeceğimizin programı çıkarıldı. İlk kendilerinden başlayacak olanlar, son derece sevinçliydiler. Ertesi gün kasetin değerlendirmesi, kritiği baş gündemimizi işgal etmişti. Olumsuz değerlendirme yoktu, çok çok iyiydi. Ancak bir kaç gün geçtikten sonra müzikten anlayanlar, hafi f hafi f eleştirmeye başladılar. Çoğunluk olan bizler için bu eleştirilerin bir anlamı yoktu. Ses bizim sesimizdi, o yüzden her şe-

yiyle güzeldi bizim için. Derken koromuz da aynı parçalan seslendirmeye başladı. Fakat bu arada ciddi beste çalışmaları da yapmaya başladı yetenekli yoldaşlarımız. Onlar da ciddi bir müzik bilgisinden yoksundular. Islıkla, sazla, bidondan yapma dümbeleklerle, akerdeonla yeni besteler seslendirilmeye başlandı. Yeni gelen bir teybimizin kayıt yapma bölümü vardı ama mikrofonumuz yoktu. Teknisyen yoldaşlar hoparlörleri mikrofon gibi kullanarak ilkel kayıtlar yapm ayı başardılar. Bunun üzerine yeni bestelenen parçaların kayıtları yapıldı. Onlarca yeni beste çalışması yapılıyor, kayıt ediliyordu. Amaç; Yorum'a katkıda bulunmaktı. Dışarıda müzikten anlayanlar bunları küçümseyebilir-lerdi. Zira, müzik tekniği açısından bir çok olmadık hata ve eksiklikleri vardı muhakkak. Ancak yoldaşlarımız, o konuda iddialı değillerdi zat en. Yapmaya çalıştıkları, ezgiler yakalamak ve bunları yararlanması için Yorum'a sunmak, kendi çapımızda da olsa, bir katkıda bulunmaktı. Boş bir koğuşumuz vardı. Seminerleri, tartışmaları yaptığımız koğuştu bu: 9 numaralı koğuş. Artık stüdyomuz da olmuştu burası. Neredeyse her gün saat ler süren kayıt çalışmaları yapı lıyor, ertesi gün yeniden aynı ezginin, sözlerinin değişik bir versiyonu tekrar kayıt yapılıyor, dinleniyordu. Tabi kasetler yaz-boz tahtasına dönüyordu ama, sonuçta ortaya iyi bir ürün çıkarmaktı amaç. Bizim için, yoldaşların her yaptığı güzeldi. Yapılan her yeni çalışmayı dikkatle dinliyor ve görüşümüz sorulduğunda tabii ki "çok güzel" diyorduk. Artık bunca eğitim faaliyetlerimiz içine, böylece müzik çalışmaları da girmişti. Ve bazı yoldaşlarımız, ciddi ciddi uğraşıyorlardı müzikle. Kısa bir sü re sonra yeni t eypler getirildi.


Hatta illegal yollardan gazet eci lerin kullandığı kayıt yapabilen, küçücük teypler getirildi. Müzikle uğraşan yoldaşımız, sürekli yanında taşıyordu bu müzik aletini. Aklına bir ezgi geldiğinde hem en bir köşeye çekiliyor, ıslıkla bu ezgiyi kaydediyordu. Artık beste çalışmaları, epey ciddiye alınır olmuştu. Biz çoğunluk ise 'şoven' Yorumcuyduk. Aynı kaseti, bir ters bir düz, onlarca kez çıkarmadan dinliyorduk. Ve hiç bıkma diye bir şey söz konusu değildi. İkinci kaseti de çıktı Yorum'un. Yine bir heyecan yarattı tabi. Bir kaç gün boyunca tek gündemimiz Yorum'du. Elbette çok güzeldi. Hep bizi anlattı Yorum. O yüzden güzeldi. Biz mücadeleyi savunuyorduk ve işte onun müzikle ifadelenişi karşı mızdaydı. Daha ne isteyecektik... 1993 ANADOLU VE GRUP YORUM Müjdat YANAT

"Merhaba Dostlar..." Bu sözlerle başlıyorlar konserlerine, gencecik, güleç yüzlü, coşkulu insanlar... Hemen her konserleri politik bir gösteriye dönüşüyor. Grev yerinde, miting

alanlarında, yürüyüş kolunda, cezaevleri önünde... Kısacası kavganın ve insanın olduğu her yerde, Grup Yorum; türküleriyle, halaylarıyla yerini almıştır. Grup Yorum'un hemen hemen her konseri, emekçi kitlelerin kavgasıyla buluştuğu, kucaklaştığı bir coşku seline dönüşmesi boşuna değildir. İzmir'den Uşak'a, Denizli'den, Akhisar'a, Antalya'ya uzanan "Türküler Susmaz, Halaylar Sürer" zinci rinin halkla kaynaşması... 1986'dan bu yana değişik bir ses duyulur; Ege'nin taşralarında... Artık Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli'lerin vb. küçük burjuva sanatçıların "devrimci söylemlerle söyledikleri" yılgınlığın, kavga kaçkınlığının, karamsarlığın değil, kavgadan, insandan yana ne varsa tüm güzelliklerin harmanlandığı, yürekleri tutuş turan direniş türküleri yükselecek... Grup Yorum'un politik gösteriye dönüşen konserl erine değinmekte yarar var. Grup Yorum öncelikle elit bir kesimin dinlediği kastlaşmış bir müzik topluluğu değil, hangi anlayıştan, siyasi oluşumdan olursa olsun, hemen her kesimin insanlarının severek ve beğenerek dinlediği bir gruptur. Bu nedenle de Grup Yorum'un katıldığı etkinlikler, politik atmosferin yükseldiği gösterilere dönüşür. Adeta tüm siyasal yapılanmalarınkatıldığı bir platform niteliği taşır... 12 Eylül sonrasında özellikle küçük kas abalar-ilçel er; insanl arın depolitizasyon içinde apolitikleştiği ve dejenerasyonun güçlü olduğu yerler olmaları özelliklerini taşırlar. Adet a insanlar, yıllardır politik atmosferden yalıtılmışlardır. İşte Grup Yorum, bu tür yerlerde de depolitizasyonun kırılmasında, insanların politikleşmesinde önemli bir işlev de görmüştür... Örneğin kimi kasabalarda "burada Yorum konseri olmaz,

olsa da katılım çok düşük olur" vb. söylemlerle bu tür etkinliklere ayak direyebilmişlerdir. Ancak Yorum konserinde kitlesel katılım sağlandığı gibi, kitlesel coşkunun da yüksek olması karşısında şaşırmışlardır... Yorum, katıldığı etkinliklerde, yıllardan bu yana ilk kez devrimci atmosferden uzak kit lelerin devrimci havayı solumalarını sağlamıştır. Ege'nin çeşitli yerlerinden salonlara gelen binlerce işçi, köylü, öğrenci, memur biraz sloganların, biraz da coşkunun heyecanıyla ş aşkınlık içindeydiler. "Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz"., "Kahraman, Faruk, Olcay Öl medi, Yaşıyor" vb. sloganlarla ilk kez karşılaşan kitle, sınırsız bir coşkuyla adeta s arsılıyor. Bu sarsıntıyı sağlayan yine Yorum'un kendisinden başka bir şey değildir... Yorum, adeta devrimcilerl e kitlelerin buluştuğu bir çekim alanı olmuştur. Yorum, devrimcimücadelenin kitlelere açılan bir pencere olma işlevini yerine getirmiştir... Halkevi ya da herhangi bir DKÖ'nün açılışı, memur sendikasının gecesi, insan hakları etkinliği vb. vb. etkinlikler, Grup Yorum'la daha çekici ol muştur. Yorum'u seven binlerce kitle bu tür etkinliklere coşkuyla katılmıştır. Adeta Yorum, kitle-selliğin sağlanmasında, birçok etkinlikte ön koşul olabilmiştir. Devrimci mücadel enin gelişmesinde önemli bir misyon yüklenen Grup Yorum, polis baskısından da nasibini almıştır. Konserleri yasakl anmış, birçok kez gözaltına alınmış, işkencelerden geçirilmişlerdir... Konya'da DGM'deki duruşmanın binlerce insanın katılımıyla politik bir hesaplaşmaya dönüşmesinde Yorum'la kitlelerin bütünleşmesinde önemli bir örnektir... 1993 23


savaş ezgi

belam değil kerbelamsın Birbirine sarılmış ağaçlarda dal değiştiren güneş yere düştü. Nereyi bulsa uzanan karanlık kalktı. Dağın üst yanında birleşen iki ırmak dağın alt yanında birbirlerinden küsüp ayrıldılar. Karanlık kalksa da dağlardan, sevdaya düşmüş adamın başından efkar kalkmaz. Üç gün, üç gecedir yürüyorum karda. Dağa tırmanan rüzgar yanımdan geçerken çarpıyor bana neredeyse yere düşürecek beni. Üç gün, üç gecedir, yürüyorum karda. Duş alsaydım Şimdi gülüşünden Sırtımı mazı ağacına dayıyorum. Dağılmış bakışlarımı toparlayamıyorum. Dudağımdan bir öpüşlük uzaklık Kar getiriyor Sevdiğim, ayrılıklar olacak elbet yaşamımızda saçımızdan teller koparıp vereceğiz birbirimize. Belki de ancak bu kadarlık bir zenginliğimiz olacak. İçimizdeki bütünü bulmak için hiç yürümedik içimizde. Hep ayrıntılarında boğulduk yaşamın. Yitirmişim dört yönümü Yürüyorum kendi içimde Her insan fırtınasını da, karını da, yağmurunu da, mahpusunu da, ateşini de, kendi içinde taşır. Ama ben seni sevdim seveli İçimdeki ateşin alevini söndüremiyorum. O kadar çoksun ki bende, bana sığmıyorsun. Baktığım her şeye dökülüyorsun. Ebelerin çok olduğu bir oyunda Sobelediğimsin sen Gözlerinden, Gözlerinden başka Bir avuç yerim yok Bu şehirde. Sular kadar çıplaklığım Yaş yaban olmuşum Salkım saçak borani... 24


Artık ürkmez oldu yerdeki kuşlar benden Seni çok göresim geldi. Sağa bakıyorum yoksun, sola bakıyorum yoksun; nihayet buldum seni, bir kayanın altına oturmuş yaban lalesi. Bir resmin yok bende, hep çiçekleri seyrediyorum senin yerine sevdiğim, Tek kalabalığımsın. İnsan kendi katilini, kendi içinde taşımamalıdır. Yani umutsuzluğu; o katili yanlızlıkla besleyip büyütmemelidir. Bir çekirdeksin sen Bir meşe ormanının saklandığı. Boyu uzun bir bozkırda soyunmuş toprak yıkamıyor. Bir cigara yakıyorum. Gezdirdiğim gözlerim yoruldu. Yüreğim bir avuç topraktır. Senden gayrısına bastırmadığım Gücüne karşı durulmaz Kendi toprağında boy vermiş ağaca

Bir turna olsam şimdi. Türküden kalkan bir turna... Diyarbekir üzerinden geçerken baksaydım gökyüzüne tetik çeker gibi açıp kapatsaydım gözlerini. Döne döne düşseydin ayaklarımın ucuna. Belam değil kerbelamsın Efkarımın çıkarttığı rüzgar, fırtınaya döndü. Canımın vekili, karınlık birazdan inecek Diyarbekir ovasına. Karacadağ'da kardan kalkamayacak keklikler. Senin gözlerinden dökülen bir damla yaş, bendeki ırmakları sürükleyip götürüyor. Burada başladı, Kestan karası fırtınası ve kar. Kalkıp yürüyorum. Ayaza ve tipiye döndü kar. Canına yandığımın Bir sen kaldın içimde sıcacık Bir de DİYARBEKİR.

25


selçuk demirci

Devrimcileşen Halk Kültürü -3Yazımız, bu bölümle son buluyor. Bu son bölümümüzde, Okmeydanı'nın sokaklarına can katan şehitlerimize, geçen sayımızda Güz el Otluçimen'le ara verdiğimiz yerd en devam ediyoruz. Nebi Akyürek (13 Ağustos 1993) Sürekli Aydınlık eylemleri dönemi... Okmeydanı Halk Meclisi, her gün olduğu gibi o gün de yürüyor. Bir çok sokağı geçerek ve giderek artan kalabalığıyla önce Fatih Sultan Caddesi'ni trafiğe kapatıyor. Caddeden coşkulu bir ş ekilde akarak yol ağzından Fetihtepe Mahallesi'ne giriyor. Mahallenin dar sokaklarından birine dönüyor kortej. Ağıtlardan, Susurluk Devleti'ne olan öfkeyi açığı çıkaran sloganlar... Kalabalığın sokağa girmesiyle birlikte bir çok insanın başı sola dönüyor. Sokağın hemen girişindeki binanın merdivenle inilen zemin katındaki kahvehaneye bakıyor insanlar. Bu kahvehanenin, 26

1993 Ağustos'unda Perpa'da dört devrimciyle birlikte katledilen Nebi Akyürek'e ait olduğunu bilenlerin öfkesi, o an daha da artıyor. Çünkü Nebi Akyürek de, Susurluk Devleti'nin katillerince katledilen insanlardan biri. Sloganlar daha gür ve öfkeli yükseliyor ağızlardan. Daha eskilere, 90'lı yılların başlarına geri döndüğümüzde, o kahvehaneden Müslüm Gürses şarkılarının yükseldiğini duyabilirsiniz. Ocağın başındaysa Nebi Akyürek vardır. Evli, iki çocuk babası ve halktan bir insan... Kahvecilik, baba mesleği... Kasımpaşa'da da bir kahvehaneleri var. Okmeydanı'na, Yolağzı bölgesinde açtığı kahvehaneyle birlikte geliyor. Nebi Akyürek, titiz ve temizliğe meraklı biri. Kahvehanesinde yanında çalışan işçileriyle sürekli koşturuyor. Koyu bir Fenerbahçe taraftarı, hatta kimi tanıdıklarına göre fanatik. Devrimcileri tanıyor, seviyor ama devrimci hareketle tanışması ise, bir yanlış anlaşılmayla gündeme

geliyor. Kahvehaneye gelmesi, önce O'nu mahalledeki devrimcilerle karşı karşıya getiriyor. Polisin ihbarcı ve işbirlikçi yaratma çabalarının içinde, bir an Nebi Akyürek'ten şüpheleniliyor. Ancak böylesi bir durumun olmadığını, aksine devrimcilere olan yakınlığını daha ilk karşılaşmada vurguluyor Nebi Akyürek. Ardından önce dergi okuru ve sonra da tüm olanaklarını devrimci harekete sunan bir halk ilişkisine dönüşüyor. Eşiyle arasındaki sorunları, ailesiyle olan ilişkisi konusunda kültürel bir dönüşüm de sağlıyor. Artık koyu bir futbol taraftan değil. Kahvehaneden ise artık arabesk değil, Grup Yorum'un türküleri yükselmektedir. Bir süre sonra kahvehanesini devredip Perpa'daki kafeteryayı açıyor. Nebi Akyürek, 13 Ağustos 1993 tarihinde, kontrgerillanın Perpa'da gerçekleştirdiği katliamda Mehmet Salgın, Hakan Kasa, Selma Çıtak ve Sabri Atılmış'la birlikte şehit düştü. Katliam sırasında


ise Erdoğan Şakar, polis tarafından kaybedildi. Murat Çuhacı Düzen her türlü pisliği ve ahlaksızlığını içinde barındıran kültürünü emekçi halka taşırken ve politikalarını çok çeşitli araçlarla yaygınlaştırırken, devrimci saflara geçip bu pisliklerden arınmanın zorluğunu da yaşı-

yor mahalle gençliği. Çünkü devletin, emperyalist kültür politikalarının ilk uygulandığı ve yaşama geçirilmek istediği yerler; emekçi mahallelerdir. İçkiden kumara, fuhuştan uyuşturucuya kadar pek çok uygulama, öncelikle em ekçi mahallelerde şırınga edilir. Emekçi halkın sınıf kardeşliği, alevi-sünni ayrımına kurban edilerek bozulmak isteniyor. Aynı sıkıntıları çekmesine, aynı sömürünün içinde olmasına ve aynı sorunlara sahip olmasına karşı, insanlar arasında soğukluk vardır. Çünkü mezhepleri farklıdır. Kendi inancına ve geleneklerine uygun bir yaşam tarzı bile baskılar ve zorluklarla karşı karşıyadır. İğrenç politikalara alet edilmek isteniyorlar. Semtte açılan oyun salonları, çocuğuyla genciyle dolup taşıyor. Zararsız gibi görünen bilardo salonları, ilkokul çağındaki çocukların sigaraya ilk başladıkları yerlerdir. Ve bir o kadar da onları yaşamın gerçeklerinin çok uzağına iten yerlerden biridir. Birahanelerde müşterilere su-

nulan, yalnızca bira değildir. İçkiyle birlikte kadın da satılır. Ardından da uyuşturucu... Her gece polisler gelir o batakhanelere. Ama uygunsuz çalıştığı için basmaya ve kapatmaya değil, göz yummasının karşılığı olarak haraçlarım toplam aya gelirler. Belediye "yetkim sınırlı, fazla bir şey yapamam" der. Kaymakamlık "haberimiz yok" der. Emniyet "bize hiç bir şikayet gelmiyor" der. Ve politikalar gerektiği gibi işler. Çok geçmeden, aynı alışkanlıkların esiri olan gençler birbirlerini bulurlar. Önce sokakta, caddede naralar atarak dolaşırlar. Bir süre genç kızlara ve kadınlara laf atarak dolaşırlar. Cinsel tacize ve tecavüze kadar varır bu birliktelik. Serseri çeteleri üretir batakhaneler. Sivil faşistlerin en önemli uğrak yerleridir buralar. Geleceğin Çatlılar'ını ararlar genç yüzlerde. Gözlerine kestirdiklerini ocaklara götürüp kaydederler. Ulusal ve kültürel değerlerim tanıması, geliştirmesi gereken gençlik, o değerler içindeki paylaşım, dayanışma, haksızlığa karşı direnme yerine bireyciliğe yönlendirilir. Düzen politikalarına göre gençliğin gideceği mekanlar; kültürel ve siyasal gelişimlerine katkıda bulunacak devrimci kurumlar değil, birahaneler, Capi-tol, Akmerkez gibi özenlilerini besleyen yerler olmalıdır. İşte, tüm bu yozluk ve dejenerasyon ortamı ve baskı ve sömürü politikaları içinde, mahalle gençliğini çekip alacak, düzen pisliklerinden arındıracak, yeni bir kimlikle tanıştıracak bir ortam daha vardır. Mahalle gençliği bir yanda düzen alışkanlıkları, diğer yandan ise onur, namus, adaletle arındırılacak erdem dolu bir yaşamın ortasında atılırlar mücadeleye. Birbirlerine zıt olan değerlerin yarattığı çelişkileri uzun süre yaş arlar. Ve nihayetinde gerçek saflarını bulurlar. Mücadeleye tümüyle sunarlar kendilerim. Ancak eski alışkanlıklarla devrimcilik, sürekli birbirlerine karışır. Ve devrimci ortam içinde, devrimci olmayan davranış şekilleri de ortaya çıkar. Ancak önemli olan; ilk adımın ' samimiyetle atılmasıdır.

Murat Çuhacı da bu ilk adımı samimiyetle atanlardandı r. Her adım, doğallığında atılıyordu O'nun için. Düzen kültürünün pek çok alışkanlığı O'nda da vardı. Lüks giyim merakı, özenle ve sık sık değiştirdiği saç şekli, bilardo tutkusu, aşın futbol merakı onu devrimcilerden ayrı tutarken sıcakkanlılığı, ağırbaşlılığı, paylaşımcılığı, O'nu devrimci arkadaşlar edinmeye itiyordu. İçki alışkanlığı yoktu. Çalıştığı işyerinde, emekçiliği ve efendiliğiyle kendinden yaş ça büyük işçilerde saygı uyandırıyordu. Şehit düşmeden birkaç gün önce, pantolon ihtiyacı olan bir arkadaşına kendi pantolonlarından birini vermiş, pardesüsünü de bir başka arkadaşına hediye etmişti. Tüm düzen alışkanlıklarına ve sakinliğine karşın, faşistlere karşı öfke doluydu. Kurtuluş okuru olması ve kısa sürede bir dağıtımcı olması, O'nun için doğal bir davranış biçimiydi. Aynı şekilde eylemlere, gösterilere bile katılımı yaşamının doğallıklarından biriydi. Tüm davranışları, aynı mütevazilik içindeydi. Yaşamın çelişkileri içinde hızla devrimci bir dönüşüme doğru ilerliyordu. Gazi Ayaklanması, O'nun devrimci dönüşümündeki temel adımlardan biriydi. Provokasyonu duyduğunda her Cepheli'nin gösterdiği tavır, O'nda da gelişti; sokağa çıktı, halkı çağırdı, Direniş Parkı'nda halkla birlikte yürüdü ve ön safl arda Gazi'y e girdi. Çatıştı, barikat oluşturdu ve ayaklanma sona erene kadar barikatın arkasında bir savaşçı olarak yer aldı. Yaratılan onurlu direnişin bir neferi oldu. O anda ne düzen alışkanlıkları, ne bireysel özlemler; Murat Çuhacı için tek önemli olan; halkın onurunu, geleceğini, devrim için önemli bir adım olan Gazi Ayaklanması'nı yaratmak ve sahiplenmektir. Ayaklanmaya katılımı ve enerjisi, devrimci hareket içinde ortaya çıktı. Gazi süreci sonrası,, Murat Çuhacı'da hareketi sahiplenm e daha da belirginleşti. Düzenin pisliklerinden sıyrılıp örgütlü devrimci yapı içinde yer alması, doğallığın ötesinde bir iradiliğe dönüştü. Şehit düşmesi ise, 27


tam böyle bir süreçte oldu. Yol ağzı'nda, Hacı isimli bir faşist serserinin içkili bir şekilde bir mahalle sakinine, bir Cephe taraftarına saldırması karşısında izleyen ve müdahale etmeyen onca insana karşın sessiz kalmadı. Sıradan bir kavga olsa belki yalnızca ayırırdı. Ancak, saldıran bir faşistti. Murat Çuhacı ise, tüm öfkesiyle kavganın ortasına atıldı. O anda faşistin savurduğu bıçak darbesi kalbine isabet etti. Halk tarafından hast aneye kaldırıldı. Fakat kurtarılamadı. Şehit düştü. Cenazesi, büyük bir kitlenin mahallede yürüyüş yapması sonrası, memleketi Tokat'a gönderildi. Murat Çuhacı'nın ş ehit düşmesi, semtteki sivil-faşistlere karşı halkın öfkesi ve tepkisini arttırırken, mahallede içki içip ortalıkta dolaş anlara karşı da büyük bir tepki oluştu. Bugün Okmeydanı'nda, Okmeydanı Halk Meclisi tarafından batakhanelere karşı kitlesel eylemlilikler düzenleniyorsa, bu batakhanelere karşı vurulan her darbe, aynı zamanda Murat Çuhacı'nın hesabım sormak içindir.

Mürsel Göleli (19 Mart 1994) Ailesi İstanbul'a göçtüğünde henüz küçük bir çocukta Mürsel Göleli. Bir süre soma babası ölünce, ailesinin tüm yükünü, çok sevdiği, değer verdiği annesi, aslında tüm devrimcilerin anası Kudi Ana yüklendi. Bir 28

yandan ev, bir yandan iş ve yoksulluk ve sıkıntı dolu bir yaşam içinde Kudi Ana'nın direnci, emekçiliği, fedakarlığı ve çocuklarına ol an düşkünlüğü, Mürsel Göleli'nin devrimciliği seçmesindeki en önemli etkenlerden biriydi. Mürsel Göleli, devrimci hareketle lise yıllarında tanışıyor. Ve süreçle birlikte okuduğu Hasköy Lisesi'nde ve Okmeydanı-Şişli bölgesindeki tüm anti -faşist eylemlerin ve gösterilerin en önünde yer alıyor. Mürsel Göleli, faşist odakların dağıtılmasında ve halkın faşist saldırılara karşı korunmasında, giderek artan sorumluluklarıyla halkın sevgisini kazanıyor. Bugün Örnektepe Mahallesi, uzun ve geniş bir caddenin etrafında yükselen yapılara, mahalle içlerine doğru dar sokakların üzerine kurulu 2-3 katlı binalara karşın devrimcilerle iç içe olan ve devrimcilere olan saygının, sahiplenmenin yoğun yaşandığı bir mahalle. Kuruluşundan bu yana böylesi özelliğini hiçbir zaman yitirmeyişindeki en önemli etkense; Mürsel Göleli gibi halkın kendi bağımdan devrimci harekete kazandırdığı insanların mücadelesi ve emekçiliği... Mahallenin kurulmasında, evlerin yapılmasında, elektrik, su gibi halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunlarının çözülmesinde ve gecekondu halkının örgütlenmesinde, halkın sürekli yanında olan biridir Mürsel Göleli. Tek tek her eve rahatlıkla giren ve halkın sorunlarını güvenle anlatabildiği bir devrimcinin, bıraktığı iz, tüm baskılara karşı silinmemecesine Örnektepe M ahallesi Halkı'nın yaşanıma kazındı. Devrimci Hareket'in Mürsel Göleli'yle yarattığı değerler, Okmeydanı ve Örnektepe Halkı'nın kültürel ve siyasal yaşamının önemli bir parçası haline geldi. Mürsel Göleli, 19 Mart 1994 tarihinde, Dersim'de bağlı bulunduğu kır gerilla birliğinin girdiği çatışmada, komutanı Nazım Karaca ve Feride Karaca ile birlikte şehit düştü.

Ali Yıldırım (12 Mart 1995) Kontrgerillanın Gazi M ahallesi'nde kahvehaneleri taray arak ve Halil Dede'yi katlederek yaratmaya çalıştığı provokasyon geri tepmiş ve halkın tepkisi bir ayaklanmaya dönmüştü. Sadece Gazi Halkı değil, İstanbul'un bir çok emekçi mahallesinde on binlerce insan, yılların ezilmişliğinin ve hor görülmüşlüğünün he-

AIi Yıldırım sabim soruyordu. İsmetpaşa Caddesi'nde bir yandan polis-asker, diğer yandan ise halk; kimsenin belleğinden silinmeyecek bir görüntü oluşturuyorlardı. Halkla asker ve polisin arasında ise, panzerl erin sıktığı tazyikli su, halka bir adım bile geri attırmıyordu. O esnada panzerin üzerine üç genç fırl adı. Ellerindeki sopalarla panzeri dövmeye başladılar. İçlerinden biri, eline geçirdiği çekiçle daha güçlü vurmaya başladı panzere. Suyunu kesti. Ardından alev alev yanan gözleriyle halka döndü ve zafer işareti yaptı. İşte o genç; Ali Yıldırım'dı. Ali Yıldırım'ın bu duruşu, tüm Türkiye halklarının zulme, katliamlara ve sömürüye karşı duruşunu simgelerinden biri oldu. O anda polis, halkı taramaya başladı. Özellikle seçilen hedefl erden biriydi Ali Yıldırım. Son duruşuyla birlikte şehit düştü. Cesedini yerlerde sürükleyen polislerin ellerinden zorla aldı O'nu halkı. Zalime bırakmadı.


Ali Yıldırım, şehit düştüğünde 22 yaşındaydı. Endüstri Meslek Lisesi Yapı Ressamlığı Bölümü'nü bitirdi. Devrimci Hareket'le 1990 yılında tanıştı. 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı'nı protesto gösterilerinde faal bir çalışma yürütmüş ve Okmeydanı'ndan Zincirlikuyu Mezarlığı'na kadar yapılan yürüyüşte, güvenlikte yer almıştı. Aynı şekilde, '94 1 Mayıs'ında Devrimci Hareket'in korteji içinde yürümüştü: Gazi Katliamı ise, Ali Yıldırım'ı tüm öfkesiyle ayağa kaldırmıştır. Kahvehaneye Dönüşen Köy Dernekleri Okmeydanı, halkın çok büyük bir kısmının üyesi olduğu ve kendisini ifade eden köy dernekleriyle örülü bir bölge aynı zamanda. Buradaki köy derneklerinin büyük çoğunluğu Giresun-Alucra bölgesinden gelenler tarafından kurulmuş. Diğerleri ise, Sivas ve Tokat bölgesinden gelen insanlara ait. Bütün derneklerin tabelalarında il, ilçe ve köy isimlerinin yara sıra "Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneği" diye bir ifade olmasına karşın, bugün hepsi birer kahvehane işlevi görmekteler. Düğünler, cenazeler, bir kısmının yılda bir gün düzenlediği piknik gezileri yada zaman zaman dayanışma geceleri dışında işlevlerini ifade edebilecek hiç bir etkinliğe raslanmıyor. Bunların nedenleri, köy derneklerinin işlevleri, amaçları, hedefl eri ve halkın gözündeki önemine ilişkin Sivas Karlı Köyü Derneği başkanı Turhan Çerikçi'yle yaptığımız röportajı yayınlıyoruz: Bugün köy derneklerinin yaşadığı en büyük soran nedir sizce? "Köy derneklerinin en büyük sorunlarından biri, eğitim eksiliği bence. Gerek toplumsal olaylara duyarlılık kazandırması açısından, gerekse çalıştığı işyerinde ekonomik, sosyal, demokratik konulara duyarlılık kazandırması açısından temel sorun; eğitim. Ama genele baktığımız zaman, köy dernekleri bu sorunu yıllardan beri aşamamış. Bizim köy derneği de bunlardan biri. 1966 yılında

kurulmuş olmamıza rağmen en büyük handikabı olan eğitim eksikliğini aşamamış. Bunun nedeni de, gerek yöneticilerin eksikliğinden gerekse tek tek insanların duyarsızlığından. Köy derneklerinin lokallerine baktığımız zaman, lokalden çok birer kahvahane gibi çalışıyorlar. Anadoludaki kahvehane kültürü burada da devam ediyor." Sizin eğitime yönelik çalışmanız oldu mu? "Belli ölçülerde, insanları tam tatmin edememiş olmasına rağmen bir takım eğitim çalışmaları yaptık. Bu doyurucu olmadı. Özellikle demokrasi nedir, Alevilik nedir, Alevilik toplumun neresinde, kültürel açıdan, ülkemizin sorunları açısından bakış açısı ne vb. gibi bir takım seminerler gerçekleştirdik. Ancak katılım ve ilgi sürekli tutulamadığı ve insanlar yeterince duyarlılık göstermediği için bitirmek zorunda kaldık. Bir eğitim ve kültür komisyonumuz vardı. 30-40 gencimiz bu komisyonda gönüllü olarak yer almıştı. Başında da yönetim kurulumuzdan bir arkadaşımızın yer almasına rağmen, eğitim çalışmaları 4-5 haftalık periyodik toplantılar biçiminde devam etti, sonra dağıldı. 5-10 kişi kaldı. Ama biz de hata yaptık. Vazgeçmek yerine toplantılarda ısrar etseydik, belki de yerleşecekti bu çalışmalar. Normal zamanda lokali tıklım tıklım dolduran insanlar bu çalışma süresinde lokali boş bıraktılar. Biz de lokal boş kalmasın diye çalışmaları durdurduk. Oysa ısrar edebilirdik." Yani dernekler insanları kaybetmemek, ellerinde tutabilmek adına her türlü işlevlerini bir yana bırakmak zorunda kalmışlar. Peki köy dernekleri kültürel değerlerini koruma ve yaygınlaştırma, işlevlerini yerine getirebilecek bir tüzüğe sahipler mi? "Kendi derneğimizin tüzüğü açısından söyleyeyim; örneğin eğitim anlamında fonksiyonumuzu yerine getirebileceğimiz bir tüzüğe sahip değildik. Geçtiğimiz yıl derneğimizde tadilat yaparak, lokalde bir kitaplık

oluşturduk. Ayrıca en son kongrede eğitim çalışmaları yapılabileceğine , ilişkin tüzüğe bir madde ekledik. Ancak tüzüğün diğer maddeleri köyle ilgili sorunların çözümüne ilişkin maddeler. Yani köydeki bir derneğin ' tüzüğü diğer dernekler de aynı. Bizim dernek 1966'da İstanbul'da kurulmuş ama merkez ilk etapta köy olmuş. Daha sonra merkez İstanbul'a taşınmış. İstanbul'da kurulmadığı için şu anda bile fonksiyonlarını yerine getiremiyor. Diğer köy derneklerinin hepsi de aynı. Biz tüzük maddelerinde birçok değişiklik yaptık. Ama bizim eski tüzüğümüzden yararlanan pek çok köy derneği var. Biz o derneklere, eskimiş tüzüklere bağlı kalmamalarını, avukatlardan yararlanmalarını istediğimiz halde, tahmin ediyorum pek dikkate alınmadı ve hala pek çoğu eski tüzüğe sahip. Biz tüzük tadilatı ile 'Dernek üyelerine her konuda eğitim verme' maddesi ekledik. Ama bu madde diğerlerinde yok." Bu eğitimler aksaksı z gerçekleşmiş olsa, almak istediğiniz sonuç ne olacaktı? "Toplulumuzda okuma alışkanlığı yok. Gerek kitap, gerekse günlük yayınlar okunmuyor. İnsanların belli konularda duyarlılık kazanabilmesinin yolu eğitimden geçiyor. Bizim amacımız da insanlara ■ bu konuda yardımcı olmak. Yani düşünmelerini sağlamak. Bu alışkanlığı kazandırmak istiyoruz. Yani karar vermeden önce bilgi sahibi olmalarını istiyoruz." Yani köy dernekleri çevresinde insanların bir araya gelmesinin yanı sıra toplumsal konularda da bir duyarlılık kazanmasını mı amaçlıyorsunuz? "Genel amacımız bu. İnsanlarımız, ülkemizin genel durumunu kaba hatlarıyla biliyorlar ama bu konuda nerede yeralacaklarını detaylarıyla bilmiyorlar. Bizim amacımız insanları sınıfsal açıdan bir yerde durmaları. Ama bu yan eksik olunca, insanlarımız mezhepsel açıdan bir yerde duruyorlar. Türkiye'nin aydınlık geleceği için insanların bulundukları 29


yerin birer birer mevziye dönüşmesi gerekiyor. Bu da sınıfsal duruşlarıyla mümkün. Ama bugüne kadar bunu istediğimiz şekilde başaramadık." Köy derneklerinin birbirleriyle ilişkileri nasıl? "Yüzeysel olarak var ama dayanışma, eğitim gibi konularda yok. İnsanlar birbirleriyle görüşüyorlar ama bu bir değer, kalıcılık haline gelmemiş." Kendi kültürel değerlerimizi, geleneklerimi zi korumak geliştirmek adına hiç adımlar atıldı mı? "Köy dernekleri tarafından böylesi adımlar atılmadı. Ben, şahsen katı alevi geleneklerine bağlı kalınmasına taraftar değilim. Temel prensibimiz, alevilik adı altında örgütlenmekten ziyade, insani değerler açısından birlik olmak gerekiyor. Felsefi anlamda, aleviliği belirleyebilecek "Eline, beline, diline sahip ol!" felsefesi de, zaten temel insani bir değer. Ama katı gelenekler zaman içerisinde yok olmak durumunda." Köy derneklerinin kültürel ve eğitsel çalışmaları Halk Meclisi'nin çalışmalarıyla bütünleştirilebilir mi? "Tüzel kişilik anlamında bir katkısı olamaz. Zaten derneklerin özellikle siyasi faaliyetleri Dernekler Yasası'nca engellenmiş durumda. Köy derneklerinin yapabileceği, bu konularda kendi üyelerine önermelerde bulunmak olabilir. Katılmaları istenebilir." Kaç üyeniz var? "Okmeydanı'ında 315 civarında. İstanbul genelinde 450 civarında. Geri kalan Gazi ve Pendik't e. Merkez Okmeydanı, şube köyde var." Köydeki değerler, gelenekler nasıl muhafaza ediliyor? Düğünler ve cenazeler dışında. "Özellikle bizim toplum açısından söyleyeyim. Alevilik, bir ibadet biçimi. Mesela köyde zamanı gelir bir hafta Cem yapılır. Bu ibadet biçimi burada da gerçekleşiyor. Kışın bir hafta burada da çeşitli yerlerde Cem yapılıyor. Kurban kesme ve yedirme Dede'nin duasıyla burada da yapılıyor. Aleviliğin de mistik yönle30

ri var: Ali'ye olan bağlılık gibi. Onun kılıcı 70 arşın uzarmış. Bir salladığında 40- 50 kişi gidermiş. Buna inanan birçok insan var. Ama yaşadığımız koşullara uymayan bu gibi inanışları bir kenara atıp, gerçeklerimize uygun değerleri ele almalıyız. Cem töreni bugün daha çok folklorik yöntemleriyle varlığını koruyor. Gezilerimizde Semah dönüyoruz." Alevi köy dernekleri dışında Alucra köy dernekleriyle gündelik yaşamda ilişkiler var mı? "İnsanlar birbirlerini değerlendirirken öncelikle nereli olduğu onları ilgilendiriyor. Alevi misin, Sünni misin, Kürt müsün, Laz mısın? Diyaloglar çok iyi değil. Eğer o kişi Giresun'luysa bir mesafe oluşuyor. Bu insanların, suçu değil. Egemenlerin, insanları birbirlerine düşürüp daha rahat yönetebilme politikalarından kaynaklanıyor. Örneğin bir MHP'li, alevi olan insana komünist der, terörist der. Bu anlayış devletin merkezi idaresinde var. Alevi toplum üzerindeki baskıların kaynağında bu anlayış var. Gazi, Sivas gibi. Oysa aslında Anadolu insanının gelenekleri birbirine çok yakın. Aradaki tek fark biri camiye gider, birisi Cemevine. Bu durumu düzeltip insanları bir araya getirmek çok zor ama gerçekleşmesi gerekiyor." Okmeydanı Halk Meclisi Kuruluş Çalışmaları: Emek ve Sabır '96 yılının ortalan... Ev ev, dükkan dükkan dolaşanlar var Okmeydanı'nda. Konuğu olduğu insanların bir yudum çaylarını yudumlarlarken bir yandan da bir öneriyi onlara taşıyor ve görüşlerini almaya çalışıyorlar. Öneri; Okmeydanı'nda bir halk meclisinin kurulması üzerine... Mahallenin kuruluşundan bu yana sürekli sorunlarla boğuşuyor Okmeydanı Halkı. Devletle sürekli çatışma halinde... Çelişkileri giderek artıyor. Bir yandan polisin baskısı, diğer yandan durmaksızın çoğalan yerel ve alt yapı sorunları... Aleviler semtin bir bölgesinde, Sünniler diğer bölgesinde yoğunlaşmış. Aralarındaki ilişkiler

çok zayı f. Sürekli kesilen elektrikler ve sular, esn afı ve mahalle halkını zor durumda bırakıyor. Okullardaki eğitim öğretmensizlikten, takılmamış camlardan ve yanmayan kaloriferlerden dol ayı sürekli aksıyor. Halk, kültürel ihtiyaçlarını karşılayamıyor, geleneklerini uygulayamıyor. Ama buna karşın sürekli çoğalan bar-pavyon türü batakhanelerle karşı karşıya... Sadece Okmeydanı Halkı'na değil, çevre mahallelerin insanlarına da sesleniyor bu batakhaneler. Batakhaneler, halkı değerlerinden koparmaya çalışırken, bir yandan da sivil faşistler bu yolla m ahalle içine giriş yapmaya çalışıyorlar. Semt halkının yaşadığı daha onlarca sorun, bire bir görüşmelerle toparlanıyor ve sorunların çözümünün halkın kendi ellerinde olduğu vurgulanıyor. Zaten devlet yaratmamış mı bu sorunları? Ondan bir çözüm beklemek, hala bir umut beklemek ne kadar doğru? İşte bu nedenle Halk Meclisi öneriliyor halka. Bu görüşmeler aynı zamanda bir toplantı çağrısı niteliğinde. Tek tek görüşmelerin yanı sıra, toplu olarak da sorunlar tartışılıp öneri halka sunulmak isteniyor. İlk toplantı Turhal Köyü Yardımlaşma Derneği'nin binasında yapılıyor. Çoğunluğu esnaf olmak üzere 60 kişi toplanıyor o akşam. Gelenlerden bir kısmı ev kadını... Toplantının divan heyetinde bir esnaf ile Mahmut Şevketpaşa muhtarı Güzel Otluçimen var. Divan başkanının açılış konuşmasının ardından sözü öneriyi halka taşıyacak olan kişi alıyor. Semtin, tüm halkım ilgilendiren ortak sorunları bir bir açıklanıyor. Bu sorunlardan etkilenmeyen yok ve tüm semt halkı tek tek şikayetçi... Ancak bu yakınmalar ve bireysel duyarlılıklar bir araya getirilmeden, paylaşılmadan ve ortak bir çözüm yolu oluşturulmadan çözülemez. Halk Meclisi, tüm sorunların bir arada tartışılıp paylaşıldığı ve çözüm için ortak hareket edildiği bir zemin... Böylesi bir oluşum içinde farklı siyasi düşüncelerden, farklı inançlardan insanlar olabilmeli. Ancak hiç kimse kendi siyasi düşüncesini propaganda ama-


cıyla bu ortama taşımamalı. Herkes o semtin bir sakini olarak, semtin sorunlarına çözüm aramak amacıyla orada olabilmeli. Halk meclisleri siyasetlerin değil, halkın birliğini amaçlar. Bugünün ihtiyacı da böylesi bir birliktir. Halk meclislerine ilişkin temel açıklamalar yapıldıktan sonra, bunun bir öneri olduğunu, bu önerinin ise kendilerinden çıkıp halkın önerisi ve düşüncesi haline gelmesinin istediği de vurgulanıyor konuşmacı tarafından. Katılanların bir çoğu öneriye sıcak bakıyorlar. Böylesi bir bi rliğin ihtiyaç olduğundan' bahs ediyorlar. Esnaflar, yoğun oldukları için kendi sorunlarını aktarıyorlar. Öneri karşısında düşünme payı isteyenler ise; toplantıya temsilci ya da gözlemci göndermiş olan kimi siyasetler... Toplantı, yeni ve daha geniş katılımlı bir toplantı tarihinin saptanmasıyla sona eriyor. Bu konuda bir çağrı komitesi oluşturuyor. 15 gün sonra aynı yerde yeni bir toplantı almak üzere halk meclisine ilişkin ilk halk toplantısı sona eriyor. İlk toplantının ardından yoğun bir tanıtım ve çağrı faaliyeti başlıyor. Bu kez, öneriyi halka ilk taşıyanların yanı sıra halktan insanlar da var. Tek tek görüşmeler, ev ziyaretleri, esnafla tanışmalar ve halk toplantıları... Toplantılar, Turhal Köy Derneği'nin

yanı sıra Pir Sultan Abdal Canlar Derneği'nde, köy dernekl erinin yönetim kurullarının katılımıyla Hacı Bektaşi Veli Vakfı'nda, Göges er Köy Derneği, Düğer Köy Derneği, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi ve Çağdaş Sanat Atelyesi'nde her hafta aksatmaksızın yapılmaya başlıyor. Katılım her seferinde artıyor ve semtin halk mozaiği, toplantılarda tüm zenginliği ile ortaya çıkıyor. Dördüncü toplantı sonrası toplantılar artık bir öneriden öte kararların alındığı, hedeflerin belirlenmeye başladığı bir sürece dönüşüyor. İlk Halk Karan: Okmeydanı Batakhane Olmayacak! Dördüncü toplantı, Sivas Zara'ya bağlı Düğer Köyü Yardımlaşma Derneği'nde gerçekleşiyor. Toplantıya bir çok köy derneği ile vakı f temsilcileriyle muhtarların da olduğu 150'nin üzerinde semt sakini katılıyor. Ev kadım olarak yalnızca iki kadın var. Bunun dışında Alibeyköy Halk Meclisi Girişimi'yle, kuruluşu henüz ilan edilmiş olan Gazi Halk Meclisi Hukuk Komisyonu da konuk olarak toplantıya katılıyorlar. O sürece kadar halk meclisinin kurulması için çok büyük çaba harcayan muhtar Güzel Otluçimen, hastalığı nedeniyle toplantıya gelemiyor. Toplantıda

halk meclisi önerisi ve nedenleri halka bir kez daha aktarılıyor. Gazi Halk Meclisi temsilcileri, kendi deneyimlerini ve o güne kadar gerçekleştirdikleri faaliyetleri halka anlatıyorlar. Yoğun bir düşünce alış verişi ve bunun sağladığı zenginlik içerisinde geçen toplantıda kimi semt sakinleri tarafından farklı bir yan vurgulanıyor: "yıllardır benzer toplantılar yapılır, hep 'el ele verelim' denilir. Ama hiç bir sonuç alınamaz. Gene kendimizle baş başa kalırız. Bu da öyle olacaksa hiç başlamayalım!", "Biz böyle toplantıları çok gördük." ... Daha önceki toplantılarda ve görüşmelerde açığa çıkmış olan bu yaklaşım, bir güvensizliği ve kuşkuyu içeriyordu. Yıllardır "sol", halkın karşısına "birlik olmalıyız" diye çıkmış, ama çoğu daha bir karar bile alınmadan dağılmıştı. Halkı toplanmaya çağıranlar faydacı yaklaşımlarıyla, iradelerini dayatmalarıyla ve salt propagandi f yaklaşmalarıyla böylesine zeminlerin dağılmasına neden olmuşlar. Bu tip olumsuzluk, örneklerin halkta yarattığı güvensizlik, halk meclisi için yapılan toplantılarda doğal ol arak vurgulanıyor halk tarafından. Oysa Halk Meclisi, bu öneriyi halka taşıyan Cephe de dahil olmak üzere içerisinde yer alan ya da alacak 31


olan hiç bir siyasetin meclisi değil, halkın meclisidir. Hiçbir siyaset kendi düşüncesini orada dayatamaz, propaganda yapamaz. Bir tek karar alma mekanizması vardır orada; halkın, meclisin kendisi... Siyasetlerin yalnızca öneri getirme hakkı vardır. O da isim kullanmadan... Ancak halkın gerçeğiyle uyuşan, halkın yaşam tarzına, özlemlerine, gelenek ve kültürlerine ters düşmeyen, sosyal ve siyasal yanlarıyla bağdaş an öneriler, Halk Meclisi tarafından kabul edilir ve karar haline gelir. Öneri, politik olsun ya da olmasın, kimden gelirse gelsin, alınan karar halkın kararıdır. Bu karar da oradaki siyasetlerin düşünceleri ve perspektifl eriyle uyuşsun ya da uyuşmasın, o siyasetin yapacağı tek şey vardır; halkın kararma saygı göstermek ve bu kararın hayata geçmesi için emek harcamak... Ve tabi ki, bu durum o siyasetin kendisine, ideolojisine ve halka duyduğu güvenle ilgili bir şeydir. Ancak Halk Meclisi'nin en önemli yanı; içerisindeki siyasetlerin varlığından öte, halkın değişik kesimlerinin bir araya gelmiş olmasıdır. On yıllardır devlet politikalarıyla birbirlerinden koparılan ve birbirine düşman edilmek istenen halk, böylesi bir zeminde bir araya gelme imkanı bulabilecektir. Farklı inançlardan, milliyetlerden ve kesimlerden olsa da aynı bölgede aynı sorunları yaşadıkları için, bu sorardan paylaşabilmek ve çözebilmek için karar alabilme yanlarını geliştirecektir. Sorunlarıyla kendi kaderlerine terk edilmiş ve birey kalma düşüncesinin dayatmasıyla kendine olan güvenleri yok edilmiş olan halk, bu zeminde yalnız olmadığını görecek ve kendine olan güvenini tekrar kazanabilecektir. Bu nedenle Halk Meclisi, asıl olarak halk tarafından sahiplenilmeli ve kurallarına uygun olmayan bir davranış söz konusu olduğunda uzakl aşmak yerine gene halk tarafından korunmalıdır. Önceki olumsuzlukların halkta yarattığı güvensizliği gidermek için, gerekli açıklamaların yapılmasının yanı sıra bir gerçek daha vardı. O da; bu önerinin başkaları tarafından de-

32

ğil, Cephe tarafından getirilmiş olması... Düğer Köy Derneği'ndeki toplantıda bir diğer gündem ise; semtteki batakhanelerdi. Bu durumun yarattığı sıkıntılar ve yaşananlar toplantıya katılanlar tarafından dile getirildikten sonra, ortak bir düşünce şekilleniyor: Bu batakhaneler kapatılmalı. Bu durum, aynı zamanda daha girişim aşamasında olan Halk Meclisi'nin de ilk kararı oluyordu. Toplantı sonunda 15 kişiden oluşan yeni bir komisyon oluşturuluyor. Komisyonun görevi; batakhanelerin kapatılmasına ilişkin bir kampanya başlatmak ve semtte Halk Meclisi'ni yaygınlaştırmaya yönelik tanıtım faaliyetleri yürütmek... Tüzük Taslağının Oluşması ve Batakhanelere Yönelik Eylem Komisyonun ilk toplantısında kampanyanın çerçevesi belirlenir. Gerekli görev paylaşımları da yapılarak kampanya başlatılır. İlk olarak imza kampanyası için bir imza metni oluşturuluyor. Semt halkının bu batakhaneleri istemediğine ilişkin Şişli ve Beyoğlu kaymakamlıklarıyla, belediyelere hitaben yazdan m etinle birlikte imza çalışmaları başlıyor. Çok kısa bir sürede iki binin üzerinde imza toplanıyor. Bu arada kitlesel bir protesto gösterisinin de tarihi belirlenip hazırlıklarına başlanıyor. Eylem öncesi mahalle halkından oluşan heyetler, kahvehanelerde ve köy derneklerinde konuşmalar yapıyorl ar. Cuma namazı öncesi bir camide, bir komisyon üyesinin girişimiyle bir konuşma yapılıp batakhaneler t eşhir ediliyor. Halk Meclisi tanıtılarak eyleme katılım çağrısı yapılıyor. Eylem günü binin üzerinde semt halkı, giderek Okmeydanı Halk Meclisi'nin eylemlerinin başlangıç yeri haline gelecek olan "Anadolu Kahvesi Petek Market Önü"nde toplanıyor. Okunan basın açıklamasının ardından da yürüyüş başlıyor. Mahalle içinde Kuzey Sokak boyunca yürüyen halk, Fatih Sultan Caddesi'ne çıkarak cadde boyunca sıralanmış olan batakhaneleri "İşte burası pislik yuvası!"

sloganlarıyla teşhir ve protesto edip Şark Kahvesi'nde eylemi bitiriyor. Ve o eylemle birlikte Okmeydanı Halkı, devletin böylesine 'pislik ve ahlaksızlığı içeren ve kendisine bilinçli olarak dayattığı politikalarına karşı bir onur mücadelesine başlıyor. 1980'li yılların başlarında henüz bir tane birahanenin bulunduğu Okmeydanı'nda, bugün 30'a yafan bar, pavyon ve birahane hüküm sürüyor. Birahane olarak açılan yerler, önce siparişleri kadınların getirdiği ve sonrasında konsomatris olarak çalıştırıldığı yerlere dönüşmüş durumda. Gizli olarak yapılan fuhuşun yanı sıra, özellikle son yıllarda artan bir uyuşturucu trafiğinin de hüküm sü rdüğü yerler haline geldi bu batakhaneler. Çevre s emtlerden gelenlerle birlikte müşterilerin artması; fuhuşu, kumarı ve uyuşturucuyu da hı zla yaygınlaştırdı. Bugün Okmeydanı, bir çok insanın tanımlamasıyla artık "küçük Beyoğlu"dur. Son süreçte akşamlan, özellikle hava karardıktan sonra halkın ne tek olarak ne de aile olarak semtin merkezi yerlerinden geçmeleri olanaksız hale gelmiştir. Hemen her gün soygun, taciz ve t ecavüz girişimleri olmakta ve her ge•çen günde artan oranda buna yenileri eklenmektedir. Tüm bunlar da polisin gözleri önünde yaşanmaktadır. Bu tür yerlere gidenlerin önemli bir kısmı emekçi insanlardan oluşuyor. Alınteriyle çalışıp kazandıklarım bir gecede bu batakhanelerde tüketenlerin sayısı az değildir. Tüm bunların, semtin geleneksel aile yapısına ve ilişkilerine yansıması da kültürel ve ahlaki çöküntünün boyutunu artırmaktadır. Yaşananlar ve bu çöküntünün mekanının Okmeydanı olması, hiç de tesadüfi ya da kendiliğinden bir durum değildir. Dünyadaki uyuşturucu trafiğinin önemli bir payına sahip olan Türkiye'de fuhuş, kumar ve uyuşturucunun yaygın hale getirildiği yerlerin, Okmeydanı gibi emekçi semtleri olması; açık bir devlet politikasıdır. Çünkü Okmeydanı Halfa, onurlu bir geçmişe ve devrim ci bir potansiyele sahip. Bu nedenle kültürel dejenerasyon, özellikle böy-


le semtlerde yaş anmalıdır devlet e göre. Kampanya, toplanan imzaların oluşturulan bir halk heyetiyle belediye ve kaymakamlıklara teslim edilmesi ve yapılan görüşmelerle devam eder. Refah Partisi'ne ait Beyoğlu Belediyesi yetkilileri duyarlı gibi gözükseler de, ellerinden fazla bir şey gelmeyeceğini söylerler. Şişli Bediyesi ve kaymakamlıklar ise, oyalama taktiği izlerler. Görüşmelerle ve toplanan imzalarla bir sonuç alınamayacağını gören halkın, kendi gücüne güvenmekten başka bir yol ve alternatifi olmadığı, daha net bir ş ekilde ortaya çıkar. Kısa bir süre sonra konuya ilişkin paneller düzenlenir. Kısa aralıklarl a Pir Sultan Abdal Canlar Derneği'nde ve Mercan Düğün Salonu'nda düzenlenen panellerde duyarlılık genişletilmeye çaşılır. Panele konuşmacı olarak davet edilen Araştırmacı-Yazar Av. Suat Parlar, halkın bu konudaki mücadelesinin önemini vurgular. Suat Parlar'ın araştırmalarına göre; dünyada uyuşturucu ve onun etkilerine karşı üç yerde halk hareketliliği biçiminde bir mücadele sürdürülüyor: Birincisi Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Güney Afrika Halkı tarafından, ikincisi ABD'de Harlem bölgesinde zenci halk tarafından ve üçüncüsü ; Türkiye'de Okmeydanı Halkı tarafından... Batakhanelere karşı Halk Meclisi'nin kampanyası çeşitli biçimlerde devam ederken, diğer yandan Halk Meclisi'nin tanıtımı ve kurumlaşması için de çalışmalar, görevlendirilen komisyon tarafından yürütülür. Önce bir tüzük taslağı oluşturulur. Tüzükte Okmeydanı Halk Meclisi'nin tanımı, amacı, görevleri ve işleyiş biçimi yer almaktadır. Taslak geniş biçimde halka dağıtılarak bir t artışma ortamı yaratılır. Tüzük oluşturma çalışmalarının yanı sıra çeşitli bildiri, el ilam ve küçük afişlerle Halk Meclisi'nin tanıtımı için faaliyetler sürdürülür. Bu süreçte Halk Meclisi'nin kuruluş çalışmaları da hızlanır. Ve yeni bir kararla komisyon genişletilerek toplantılara devam edilir. Bir yandan Nisan ayma yönelik

kuruluş çalışmaları sürerken, Meclis Girişimi tarafından yeni kararlar da alınmaya devam eder. Ramazan ayında i ftar yem eklerinin verilmesi de bu kararlardan birisidir. İftar Yemeği Ve SİP (Sosyalist İktidar Partisi) 1997 yılının Ramazan ayı içerisinde bir aile tarafından değişik bir öneri getirilir Halk Meclisi'ne. Ramazan ayının son haftası da Alevilerin Muharrem ayıyla çakışıyor. Bugünlerden birinde Halk Meclisi tarafından bir i ftar yemeğinin verilmesini önerir. Bu düşünce toplantıya katılanlar tarafından benimsenir. Çünkü iftar yemeği sayesinde yıllardır birbirlerinden ayrı tutularak düşman edilmeye çalışılan Alevi ve Sünni inançtan halkımız buluşturulabilirdi. "Halkların Kardeşliği" düşüncesine bu sayede vurgu yapılıp geliştirilebilirdi. İftar yemeği, aynı zamanda Alevi halkın yoğun olarak katılımıyla devam eden Halk Meclisi çalışmalarına Sünni inançtan halkımızın katılımının önünü de açabilir, bir sıcaklığın yakalanmasına sebep olabilirdi. Katılan herkes tarafından kabul edilen bu öneriye bir grup karşı çıkar; o da SİP... SİP'e göre bu karar halkın geri yanlarını besliyor. "Sosyalistler ve komünistler, halkın gelişmesini ve ilerlemesini istiyorlarsa böylesi gerici bir karara ortak olamazlar!" Böyle söyler SİP'liler ve toplantıdaki insanlarında yoğun tepkisini alırlar; Toplantıya katılan halk tarafından saygısızlıkla suçlanırlar. Tartışma sırasında bir esnaf "sen benim inançlarıma laf söyleyemezsin" deyip SİP'lilerin üzerine yürür. Tartışma uzayıp, SİP'liler kendi yaklaşımlarını halka kabul ettiremeyince "biz böylesi bir oluşumda yer almayız" deyip toplantıyı ve meclisi terkettiler. Okmeydanı Halkı, ilk olarak SİP'i bu yanıyla tanıdı. Oysa halkın inançlarına saygılı olmak; halk gerçeğini tanımanın ve o değerler üzerinde devrimci bir anlayışı yükseltmenin gereklerinden biridir. Halkın kültürüne, değerlerine ve inançlarına saygılı olmamanın ne komünistlikle

ne de sosyalistlikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yaklaşım; halkı küçümsemek ve ona tepeden bakmaktır. Bunun sonucunda ise; toplantı sırasında yaşlı bir Halk Meclisi üyesinin dediği gibi "burnunun üzerine yumruğu yer ve oturursun". Sonra da Beyoğlu'nda başladığın "sosyalist" liğine yine orada devam etmeye mahkum olursun. İftar yemeği kararı, Ramazan bitimine doğru Mercan Düğün .Salonu'nda gerçekleştirilir. İftar öncesi bir Halk Meclisi üyesinin, halkların kardeşliğini, birliğini, iftarın getirdiği paylaşım geleneğini sahiplendiklerini anlatan konuşmasıyla birlikte yenen yemeğe her kesimden olmak üzere 400 yakın mahalleli insan katılmıştır. Bir kaç ay sonra geleneksel aşure yemeği ise Sibel Yalçın Direniş Parkı'nda verilir Halk Meclisi tarafından. Kadın Komisyonu tarafından evlerde büyük kazanlarda hazırlanan aşureler, görevli meclis üyelerince parka gelen halka dağıtılır. Çevik Kuvvet'inden Yunus'una, Robocop'una panzerli ekiplerine kadar, sanki ayaklanma varmışçasına parkın etrafı ablukaya alındığı halde, halk çok büyük bir katılımla geleneğim sahiplenerek aşu reye katılır. Yapılan konuşmalar, Grup Yorum'un söylediği türkülerle ve çekilen halaylarla aşure yemeği bir şölene dönüştürülür. Aradan aşure isteyen polislere ise aşure verilmez. Sürekli Aydınlık... Susurluk'taki trafik kazasının ortaya çıkardığı kontrgerilla devletinin pisliklerini Okmeydanı Halkı çok yalandan tanıyordu. Çünkü Susurluk Devleti'nin politikalarının en fazla uygulandığı yerlerden biri de Okmeydanı'dır. Bu nedenle Şubat ayı başında başlayan ve Mart ayıyla Ekim ayında da devam eden "Sürekli Aydınlık Eylemleri", kitlesel katilinim en yoğun olduğu bir yer olarak Okmeydanı'nda yaşanır. Özellikle Mart ve Ekim ayındaki eylemlilikler Halk Meclisi'nin iradesiyle, öncülüğüyle gerçekl eşiyor. Her akşam hiç

33


aksatmaksızın gerçekleşen eylemlere büyük bir katılım ve sahiplenme yaşanıyor. Eylemler boyunca düştürülen Halk Kürsüleri'nde gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine semt halkı konuşmalar yapıyor, duygularını, öfkelerini, umutlarım dile getiriyor. Bu süreç boyunca Okmeydanı'nda girilmeyen sokak, ş enlik alanına çevrilmeyen alan bırakılmıyor. Eylem sürecinde zaman zaman Örmektepe Halkı'yla coşkulu buluşmalar gerçekleşiyor. Eylemler, meclis tarafından belirlenen günlerde şenliğe dönüştürülüyor ve Direniş Parkı'nda çeşitli sanatçıların katılımıyla büyük bir zenginlik yaşanıyor. Çoğu zaman davul-zurna eşliğinde, katılım arttıkça bir kamyonetin arkasına bağlanan ses düzeniyle gerçekleşen eylemin ana sloganları; "Susurluk Devlettir, Hesap Soralım", "Yaşasın Bağımsız Demokratik Türkiye" ve "Yaşasın Halkın Adaleti"... Eylemler, hergün meşal elerle gerçekleşiyor. Belli zamanlar sokaklarda dia gösterileri yapılıyor, küçük konserler veriliyor ve oyunlar oynanıyor. Bu süreçte bir yandan da, mecliste olmayan "sol" kesimlerin yarattığı sorunlar giderilmeye çalışılıyor. Mart ayı başına kadar meclis girişimi toplantılarına temsilci düzeyinde satılan ÖDP, halka hesap vermeden ve bir açıklama getirmeden meclisten ayrılıyor. Ancak ayrılmakla kalmayıp "Meclis, Cephe'nin meclisidir", "Eylemlere onlarla katılırsanız polis saldırır" diyerek Halk Meclisi'ne yönelik karalamalara başlıyor. ÖDP dışındaki bir çok siyaset de "Halk Meclisi'nde kendimizi ifade edemiyoruz" gibi gerekçelerle ve "Halk Meclisi, halkın bütününü ifade etmiyor" türü yaklaşımlarla ayrı yürüyüşler düzenliyorlar. Ayrı yürüyüşlerin ve karal amaların yarattığı etkiyi giderebilmek için ailelerden komisyonlar oluşturuluyor ve özellikle karşı propagandaların yapıldığı evler dolaşılıyor. Bu çalışmalarla birlikte eylemlilikler boyunca yapılan Halk Meclisi propagandaları ve reklamcı bir siyasi anlayıştan uzak, halkın ortak sesinin çıkmasını sağlayan eylem 34

biçimiyle, meclise karşı olan yapıların karalamalar etkisiz kılmıyor. Bu durum eylemlere katılımlarda da açığa çıkıyor. Halk Meclisi pankartı arkasında yürüyen Okm eydanı Halkı'nın sayısı beş bini buluyor. Yaygınlaşma ve Halk Meclisi'nin İlanı (12 Nisan 1997) "Sürekli Aydınlık" eylemleri Okmeydanı' nda, bir yandan halkın Susurluk Devleti'ne öfkesini ve hesap sorma kararlılığını açığa çıkarırken diğer yandan, eylem biçiminin halkın gerçeklerini uygunluğu sayesinde Halk Meclisi'nin meşruluğunu da arttırıyor. Sürekli aydınlık eylemlerinin yanı sıra, o süreçte sık sık yapılan toplantıları, meclis komisyonları aracılığıyla oluşturulup duyurulan Halk Meclisi, Okmeydanı Halkı'nın önemli bir bölümünün gündemine giriyor. Bu dönemde, başta ekmek zammı ve hayat pahalılığına ilişkin kitlesel protestolar Halk Meçlisi Girişimi tarafından gerçekleştiriliyor. Yine, Halk Meclisi Girişimi'nin çağrısıyla, 12 Mart günü Gazi Katliamı'nın ikinci yıldönümünde binlerce kişinin katılımıyla, Okmeydanı'ndan Gazi Mahallesi'ne kadar yürüyüş düzenleniyor. 21 Mart Newroz günü, Direniş Parkı'nda Meclis Girişimi tarafından bir şenlik organize ediliyor. Aynı günlerde bir aile, meclis toplantısına katılarak bir sorununu dile getiriyor. Çocuğu Kasımpaşa Lisesi'nde okuyan aile, oğullarının lisede, Ülkü Ocağı'ndaki çetelerce kaçırıldığını ve derneğe götürülerek zorla üye yapılmaya çalışıldığını belirtiyor. Aynı günlerde ve yine aynı lisede bir öğrenci, aynı sorunla karşılaşıyor ve dernekte işkence yapılıyor. Bu durum öğrenilince Okmeydanı Halk Meclisi Girişimi, okul önünde bir protesto karan alıyor. Eylem bir hafta içinde ailelerin ve öğrenci velilerinin katılımıyla gerçekleşiyor. Okunan basın açıklamasında "Yeni Çatlı'lara izin verilmeyeceği" vurgulanıyor. Her yanıyla halkın karan olan ve halk tarafından s ahiplenilip hayata geçi rilen eylemlikler sonucu

Halk Meclisi'nin yaygınlaşması ve bir güven oluşturmasıyla birlikte meclisin kurulmasına karar veriliyor. 12 Nisan 1997 Cumartesi, kuruluş günü olarak belirleniyor. Grup Yorum'un yanı sıra, Grup Yankı, Ozan Çağdaş ve Ali Rıza Kanat'ın da türküleriyle katıldığı bir şenlikle Gazi Halk Meclisi'nden sonra İstanbul'daki ikinci Halk Meclisi de ilan ediliyor. Okmeydanı Halk Meclisi'nin ilanıyla birlikte, uzun zamandır meclisin gündeminde olan 1 Mayıs'a katılım çabalarına ağırlık veriliyor. 1 Mayıs öncesi afiş, el ilam ve bildirilerin yanı sıra kahve konuşmaları ve sokaklarda megafonlu duyurularl a halk, 1 Mayıs'a çağrılıyor. 1 Mayıs öncesi devlet eliyle basında ve televizyonlarda "olay çıkacak" görüntüsü yaygınlaştırılmaya ve mahallelerde ev baskınlarına ve devrimci-demokrat kurumlara yönelik baskınlara karşı on binlerce emekçi Çağlayan' a gidiyor. Okmeydanı Direniş Parkı'ndan yola çıkılarak ve öncesinde semt içinde sokaklarda yürüyüşler yapılarak toplanma alanına varılıyor. Sokaklarda yürüyüş boyunca analar ellerinde megafonlarla halka çağrılar yapıyorlar. Bu durum kitlenin dahada artmasında etkili oluyor. Halk Meclisleri, Piknikte Buluşuyor Sürekli farklı yerlerde ve çeşitli güçlükler içinde yapılan meclis toplantılarında artık kendilerine ait bir yerin olması gerektiği görüşü ağırlık kazanıyor. Uzun zamandır aranan yer ise, sonunda bulunuyor. Ve meclis, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi üzerindeki iki katlı daireyi kiralıyor. Okmeydanı Halk Meclisi'nin ilk konuklan; diğer semtlerdeki meclis ve girişimlerinin temsilcileri, konu ise ortak bir pikniğin düzenlenmesi... Toplantıya Gazi Halk Meclisi'nin yanı sıra Nurtepe-Güzeltepe, Gülsuyu, Alibeyköy, Çağlayan, Ümraniye Birlik ve Esenler Halk Meclisleri'nin girişimlerinin temsilcileri de katılıyorlar. Bu toplantı, Halk Meclisi'nin kendi yerel sorunlarının yanı sıra, or-


tak sorunlarına ilişkin oluşturdukları bir koordinasyonun da ilk adımı oluyor. Toplantı sonrası, önce ihtiyaç durumunda daha sonra düzenli olarak Halk Meclisleri ortak toplantıları gerçekleşiyor ve bir çok ortak karar alınıyor. Ekim ayındaki Sürekli Aydınlık eylemi sırasında gerçekleş en ve devam eden Bakırköy Özgürlük Meydanı'ndaki haftalık Pazar eylemleri; Susurluk'un yıldönümünde gerçekleştirilen üç günlük Ankara'y a Yürüyüş eylemi, Trabzon'da görülen Gazi Davası'na katılım; hapishanedeki baskıları ve hücre tipi saldırıları protesto eden; Gazi Halk Meclisi üyesi ve Gazi Davası Komitesi sözcüsü Mehmet Akdemir'in tutuklanması karşısında "Mehmet Akdemir'e Özgürlük" kampanyası, Halk Meclisleri'nin ortak kararlarından bazılarını oluşturuyor. "Halk Meclisleri'nin Tanışma Ve Dayanışma Pikniği"ni düzenlemek amacıyla yapılan ilk toplantı ise, ayrı bir heyecan içinde gerçekl eşiyor. Farklı mahallelerden gelen, birbirlerini ilk defa gören insanların tanışmaları, bir çok ortak yönlerin ortaya çıkması, ortak sorunların paylaşılması, kendi meclis çalışmaları hakkında birbirlerine bilgi ve deneyimlerin aktarılması nedeniyle sık sık toplantı gündeminden çıkılıyor. Daha sonraki toplantılarda ve ortak eylemliliklerde ise, çok yakın dostluklar oluşuyor. 21 Eylül 1997 Pazar günü gerçekleştirilecek olan piknik için görev paylaşımları yapılıyor. Piknik alanının keş fi için bir heyet oluşturuluyor. Davetiyelerin basılmasından otobüslerinin ayarlanmasına, toplanma yerlerine ye ses düzenine kadar bir çok teknik ayrıntı meclislerce paylaşılıyor. Tanışma pikniği ise ayrı bir coşkuda geçiyor. Grup Yorum'un yanı sıra Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi Girişimi içinde doğmuş olan Grup Yağmurla Gelen, türküleriyle pikniğe ayrı bir hava katıyor. Meclis sözcüleri, kendi çalışmaları ve deneyimlerini halka akt arıyorlar. Ekim ayında tekrar başlayacak olan Sürekli Aydınlık eylemlerinde kullanılan "halk kürsüsü" düşüncesi, bu pik-

nikte karara bağlanıyor. Binlerce insanın katıldığı piknik, bir yıl sonraki katılımın daha geniş olması sözüyle bitiriliyor. Onurumuzu, Ahlakımızı, İnaçlarımızı Korumak İçin: Okmeydanı Batakhane Olmayacak!.. Okmeydanı Halk Meclisi'nin yeni yerindeki ilk toplantısının konusu; batakhaneler. "Sürekli Aydınlık" eyleminin yoğunluğu ve semtin diğer sorunları nedeniyle kampanyanın bir süredir aksaması sonucu, batakhanelerin pislik ve ahlaksızlık üretmesi daha da artıyor. Bu nedenle toplantıda sonuç alıcı ve sürekli bir eylemlilik karan almıyor. Her zamankinden daha yoğun ve zengin bir katılımla gerçekleşen toplantıya bazı batakhane sahipleri de geliyorlar. Kendilerini savunma amaçlı yaklaşımlarına, özellikle kadınlar sert tepki gösteriyorlar. Önce 30 kişilik bir heyet oluşturularak bir uyan karan almıyor. Karara göre; batakhaneler heyet tarafından dolaşılacak, içerdeki müşterilere bir daha böylesi yerlere gelmemeleri, batakhane sahiplerine de buraları kapatmaları söylenecek. Ancak kulaktan kulağı yayılmasıyla heyetin sayısı bir anda 150'yi buluyor. Heyette yakın zamana kadar o yerlerin düzenli müşterisi olanlar da var. Meclis çalışması, o insanları oralardan çıkarıp kendi gerçeklikleriyle yüz yüze gelmelerine neden oluyor. Meclis'in içindeki ortak paylaşma ruhu ve kolektivizm; halkın haksızlıklara karşı mücadeleci yanlarım, olanca zenginliğiyle açığa çıkartıyor. Bir sonraki kitlesel eyleme yönelik bir çok karar almıyor. Çok sayıda büyük ve renkli afiş hazırlanıp Okmeydanı'nın dört bir yanma asılıyor. Radyolardan eyleme ilişkin duyurular yapılıyor, binlerce el ilam ve duyuru dağıtılıyor. Meclis üyelerinden oluşan ve aralarında ev kadınlarının da bulunduğu heyetler aracılığıyla Okmeydanı'ndaki tüm kahvehaneler ve köy derneklerinde konuşmalar yapılıyor. Cami imamlarıyla görüşülüp

afişler cami girişlerine asılıyor. Alınan kararlardan bir tanesi; batakhanelerin kilitlenmesi... Polisin tüm engellemelerine, SİP'lilerin eylemin yapılacağı gün Halk Meclisi afişlerinin üzerine kendi afişlerini yapıştırıp provokasyon yaratma çabal arına rağmen 1500 kişinin katılımıyla gerçekleşen eylemde, batakhanelerin çoğu halk tarafından basılıyor, içerisi boşaltılıyor ve kepenkleri indirilerek kilitleniyor. Her kilidin vurulmasında sonra, halk tarafından "Yaşasın Halkın Adaleti" sloganı atılıyor. Bu slogan, batakhane eylemlerinin temel sloganı haline geliyor. Eylemin yankısı ise büyük oluyor. Halkın her kesiminden destek almasının yanı sıra, kamuoyuna da geniş bir şekilde yansıyor. Eylem sonrası bir çok batakhane s ahibi, Halk Meclisleri'nin ve eylemlerinin yasal olup olmadığım gündeme getirerek, meclisler üzerinde bir şaibe yaratmaya çalışıyor. Başka bir kişi ise o anki toplantıda yer alan türbanlı kadınları kastederek "Bütün pislikler yalnızca bu yerlerden çıkmıyor, Sivas'ta insanlarımızı yakanlar da camilerden çıkmıştı" diyerek provokasyonu genişletmeye çalışıyor. Halk da gereken cevabı vermekte gecikmiyor. Bu insanları toplantıdan kovuyor. Batakhanelere yönelik Okmeydanı Halk Meclisi'nin onur dolu eylemleri bugün de kesintisiz bir biçimde, kararlılıkla devam ediyor. Halk Meclisi ise halkın katılımı, sahiplenmesi ve katılımının sağladığı güvenle giderek güçleniyor. Devletin son süreçte Halk Meclisi üyelerine yönelik saldırısı ve bunu bir suç kapsamına sokma çabalan ise, halkın böylesi bir öz örgütlülüğünün gelişimine ve devrimcileşmesine engel olamıyor Cepheliler, şehitler, eylemler, Halk Meclisleri... Okmeydanı, bu mayayla devrimcileşti. Bugün, Okmeydanı, Gazi, Nurtepe ve daha nice emekçi mahallesinde devrimcilerin döktüğü terle, emekle halk kültürümüz devrimcileşiyor. -BİTTİ-■ 35


hasan biber

AL GEL Bana gelirken Gök mavisinde bir avuç ve Birkaç yıldız topla gel Okyanus ortasında oturalım Soframızda gül bahçeleri Aşımıza ortak martılar Al gel Çalınan umutlarımızı Al gel Çamurlu yollardaki çocukluğumuzu ve Göklere fişek gibi saldığımız Uçurtmaları unutma Al gel Düşmana hesap soran Kinimizi, öfkemizi, mavzerimizi Gezden, gözden, arpacıktan hedefleri Dağları da unutma Al gel Ateşe tutuşturduğumuz halaylarımızı Toprak kokan sevdamızı ve Güzelliklerden yana ne varsa Al gel

36


veli göktaş

H0LLYW00D EMRETTİ, DÜZEN UYGULUYOR!

RÜSUM VERGİSİ VE YOK EDİLMEK İSTENEN

B

ir duygu

YERLİ SİNEMA

toplumun ve düşüncelerini yansıtan ve yansıttıklarıyla toplumu etkileyen bir önemdedir sanat. Toplumun yaşamım, geçmişini, tarihini, kültürel zenginliklerini, insana ait olan ne varsa, en canlı ve kalıcı biçimde hem geleceğe, hem de toplumun bütününe aktarır. İnsanları, toplumu etkilemesiyle, tarihin çarklarında onun da önemli bir payı vardır. Bu nedenledir ki; gün olur yasaklanır, prangalar vurulmaya çalışılır, gün olur önüne engeller dikilmeye çalışılır, gün olur karalanır, tahri f edilir, sansürlenir: Türkülerimiz, şiirlerimiz, tiyatro oyunlarımız, sinemamız... Ülkemizde hiçbir sanat dalı olmasın ki, egemenlerin bu uygulamalarından nasibine düşeni almasın. Bu saldırıların sinemamız üzerindeki bugünkü adı, "rüsum" oldu. Ülkemiz sinema sanatına baktığımızda, genellikte çok olumlu bir tablodan söz etmek mümkün değil. Çoğu zaman "film", "sinema", adına, ne dediği, ne amaç taşıdığı belirsiz, anlamsız çalışmalar yapılmıştır. Toplumsal özellik gösteren, halkın, toplumun sorunlarına eğilen, çözüm yolla-

rı gösteren, gerek konusu, gerek içeriği, gerekse de görselliği ile adına uygun yapıtlar çok gelişkin değildir. Avantür filmler, arabesk filmler, dramlar, halktan kopuk uzun ve kısa metrajlı filmler, bol ağlamalı, klasik deyimiyle "zengin kız, fakir oğlan" türü örneklerle doludur film arşivleri. Ancak tüm bunlara karşın, başta Yılmaz Güney olmak üzere, sinema sanatımıza değerli yapıtlar kazandıran çalışmalar da gerçekleşmiştir. Geçtiğimiz '97 yılında da, halkla iletişim kurabilen, onlara seslenebilen -eksiğiyle, yanlışıyla da olsa- Eşkıya, Masumiyet, İstanbul Kanatlanırım Altında gibi filmler bu türdendir. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere karşın, sinema salonlarım dolduran, yine Amerikan filmleri olmuştur ve sinemamızın gelişebilmesi için gerek bakış açısı, gerekse de üretkenlik olarak alınması gereken daha çok mesafeye ihtiyaç vardır. Bu adımların atılabilmesinin önemli yanı da, maddi olanaklardır. 1997 yılma dönüp baktığımızda, Haftalık Sinema Gazetesi'nin verilerine göre, gösterime giren yabancı film sayısı 150-160 kadarken, sadece 14 yerli film afişe çıkabilmiş. Yıl süresince ise gösterilen filmlerin %81'i Amerikan, %14'ü yerli, %6'sı ise Avrupa ve Latin Amerika filmi. Hollywood filmlerinin büyük ço-

ğunluğu avantür, vurdulu-kırdılı filmlerken, toplumsal içerikli, izlenebilir diyeceklerimiz ise, yok denecek düzeydedir. Genellikle "eğlencelik" olarak sunulan ve son günlerde moda olan "sanal" dünyaların sanal düşlerine, kişiliklerine götüren bu piyasa filmleri, beraberinde emperyalist yoz kültürü, ilişki ağını da yaymaktadır. Kültürel dejenerasyonun, ahlaksızlığın taşıyıcısı ve yayıcısı olan bu fimler, özellikle genç kuşak insanlarımızı etkileyebilmektedir. 12 Eylül sonrası, cuntanın apolitikleştirme politikalarının önemli dayanaklarından biri haline getirilen "kültür-sanat" ortamında, bu tür filmler palazlandırılmış, özendirilmiş ve düşünmeyen, yoz, itaatkâr bir toplum yaratma noktasında bunlardan yararlanılmaya çalışılmıştır. Dikkat edilirse; yurtdışında yapılanlar dışında, cunta koşullarında çekilen toplumsal içerikli tek bir film bile bulunmamaktadır. Bu bir yana, cunta öncesi çevrilen bu tür yapıtların seyirciye ulaşması engellenmiş, Yılmaz Güney gibi sanatçılar, eserleriyle beraber yasaklanmıştr. Sinemamızda, bu süreçte halktan iyice kopulmuş, ağırlıklı olarak arabesk filmler çevrilmiştir. Sanat adına ortaya konulan tek bir eser yoktur desek, abartmış olmayız. Toplumsal içerikli olduğu iddia edilecek filmler 37


ise, devrimcilere küfreden cuntadan icazet dilenen ve günah çıkartan türdendir. '87-'88'lerden itibaren, alternatif olarak şekillenebilen birkaç eser ortaya konulmaya çalışıldıysa da, bunlar geneli belirlemeden uzak kalmıştır. Bu ortamda ise, video kasetçilerinin vitrinlerini Müslüm Gürses'lerin, Küçük Emrah'ların filmleri süslerken, halka hitap etmeyen Cüneyt Arkın'laın ve onun gibilerin filmleri ise, doğal olarak boş salonlara oynadı. Yerli sinema gösteren salonlar esas olarak, Kemal Sunal'ın halkla dalga geçen, komiklik adına şarlatanlıkların sergilendiği filmler ve ahlaki yozlaşmanın Üst boyutu olan pornografik filmlerle dolduruldu. Bu ortamda, sinema izleyicileri içerisinde yerli filmlere rağbet gösterenlerin oram, %3'lere kadar düştü. Burada, bir gerçek daha karşımıza çıkmaktadır. Ülkemiz sinemasında toplumsal içerikte, halkın yaşantısına, sorunlarına eğitebilecek nitelikte, kısmen gerçekliği yansıtacak filmler yapılacak bakış açısı, üretkenlik yok muydu? Kuşkusuz vardı. Ancak gerek maddi olanaksızlıklar, gerekse de küçük burjuva aydınların, sinemacıların cunta ve sonrasındaki baskılan, zorluklan göğüslemekten kaçınmaları ve korku girdabına girmeleri sonucu, bu tür yapıtlar güdük kaldı. Ancak '97 yılı göstermiştir ki; bu yönde küçük adımlar atıldığında bile, sinemaseverler tarafından ilgiyle ve beğeniyle izlenmiş, olumlu tepkiler almıştır. Ülkemiz sinemaseverleri, Hollywood filmlerine mahkum olmadığım, kendisine hitap eden yapımları ilgiyle karşıladığım göstermiştir. Örneğin "Eşkıya", 2,5 milyon kişi tarafından izlenmiştir. "Masumiyet" de geniş bir izleyici kitlesine hitap etmiştir. '97 yılı içerisinde yerli filmlerin salonlarda seyredilme oram, %3'den %11'e çıkmıştır. Ve bu artışı sağlayan film sayısı 3-4 tanedir. Trilyonluk bütçelerle çevrilen Hollywood filmleri karşısında, birkaç milyarlık bütçeyle çevrilen yerli sinemanın '97 yılı içinde ortaya koyduğu yapıtlar, bu yanıyla olumludur. Ve 38

maddi sıkıntıların bir şekliyle aşılabileceğini göstermiştir. Ne var ki; '97 yılı içerisinde, devlet eliyle bir engel daha dikildi yerli sinemanın önüne: Rüsum vergisi... Türkiye'de, zaten yıllardır vergiden muaf olan Amerikan sinema tekelleri ve onların Türkiye'deki dağıtım şirketleri, Hollwood filmlerinin karşısına yerli sinemanın üç-beş filmle dahi olsa dikilmesine tahammül edemiyor, yıllardır rüsum eşitlenmesinin uygulatılması yönünde baskı yapıyorlardı. Bu çerçevede Bakanlar Kurulu, "uluslararası anlaşmalar gereği olarak", yabancı yapımlarla yerli yapımların vergi oranlarını eşitledi. Bakanlar Kurulu, Mesut Yılmaz'ın ABD gezisi öncesine rastlayan 9 Aralık '97 tarihli kanun hükmünde Kararname ile aldığı ve hemen Resmi Gazete'de yayınlatarak yürürlüğe koyduğu yeni uygulama ile, yabancı filmlerden alınan rüsum vergisini %25'den %10'a düşürürken, yerli filmlerden alınmayan vergiyi ise %10'a çıkardı. 1949 yılında, "Türk sinemasının korunması" amacıyla alman rüsum indirimi karan, böylece ortadan kaldırılmış oluyor. Bu kararla birlikte, sinemalardan alman bir yıllık belediye rüsumu 8 milyon dolardan 3 milyon dolara düşürülüyor. Böylelikle, belediyelerin geliri azaltılırken, Avrupa genelinde yılda en az 4 milyar dolar kazanan Hollywood şirketlerinin kazancı arttırılmış oluyor. Bu, aynı zamanda, % 10 gibi bir karla çalışan yerli sinemaya da vurulan bir darbe anlamı taşıyor. Amerikan şirketleri ve dağıtımcılarına birkaç milyon dolar ek gelir sağlanırken, yerli sinemanın yılda üç-beş film üretme gücü de elinden alınmak isteniyor. Film Yapımcıları Derneği Başkanı Sebahattin Çetin, böyle bir kararın alınmasının nedenini, Avrupa'yla yaşanan çelişkiler sonrası hükümetin, "bari Amerika'ya yanaşayım" çabası olarak tanımlamaktadır. Karar sonrasında Atı f Yılmaz (Film Yönetmenleri Derneği Başkanı), Sebahattin Çetin (Film Yapımcıları Derneği Başkanı), Kadri Yurda-

tap (Se-Sam Başkam), Nur Sürer (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği Başkanı), Göksel Arsoy (Sinema Oyuncuları Demeği Başkam), Necmettin Çobanoğlu (Sine-Sen Başkanı) imzasıyla gazetelere verilen ilanda; "Amerikan sinema majörlerinin yıllardır Türkiye hükümetlerine baskı yaparak uygulatmak istedikleri rüsum eşitlemesini, sol destekli koalisyon hükümeti tarafından Amerikan yönetimine verilmiş bir ödün olarak telakki ediyoruz. Avrupa Birliği ile siyasi ilişkilerin askıya alındığı günlerde, Amerika'yla flörtü geliştirmek için Türk sinemasının 'kurban' olarak seçilmesini şiddetle kınıyoruz. Rant ve Borsa gelirlerine vergi konulması ertelenirken, Türk filmlerine alelacele vergi konulması ve hemen Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmesi, bu kararın 'siyasi' amacını ortaya koymaktadır. Nitekim Sayın Yılmaz, Amerika seyahatine bu kararı cebine koyup çıkarken, sinemaya hiçbir katkısı olmayan belediyeler, aynı gün polis ve zabıtalarla sinema salonlarının kapısına dayanarak rüsumlarım gişelerden peşin olarak aldılar." denilmektedir. Olayın bir yanı; açıklamada da değinildiği gibi, Amerikan şirketleri nin ve dağıtımcılarının karlarına kar katmanın yollarım aramaktır. Ve işbirlikçiliğin sonucunda, asıl amaç efen dileri memnun etmekken, yerli sine ma kendi kaderine bile terk edilme miş, deyim yerindeyse yok olması, gelişmemesi için, elden ne geliyorsa yapılmıştır. Olayın diğer bir yanı ola rak ise; ekonomik olarak iyice kriz içerisine sürüklenen devletin, ekono mik terörünü halkın tüm kesimlerine yayma politikasının belirginleşmesidir. Bundan sinemacılar da paylarına düşeni almışlardır. Bu kararla birlikte, sinema dernekleri, sendikaları vb. örgütlenmeler tepkilerini, gerek basın açıklamaları, gerekse de gazete ilanlarıyla dile getirmişlerdir. 26 Aralık'ta, İstiklal Caddesi'nde, birçok sanatçının ve sinema emekçisinin katılımıyla bir yürüyüş düzenlenmiştir. Ancak ortaya


konan tepki, devletin gen adım atmasını ve "Kültür ürünlerinden rüsum alınmasını istemiyoruz. Rüsumun bir fonda toplanarak, yeniden Türk sinemasını desteklemek için kullanılmasını istiyoruz. (Sebahattin Çetin)" talebinin yerine getirilmesini sağlamaktan uzaktır. İstiklal Caddesi'nde atılan "Özgür Sanat Susturulamaz", "Savaşa değil, sanata bütçe", "Özgür, özerk sinema" sloganları da havaya savrulup gitmiştir. Bunun bir yanı; belirttiğimiz gibi, tepkilerin güdük ve yetersiz olmasıyken, esas önemli olansa, devletten icazet dileyen anlayıştır. Amerika'nın desteği olmadan koltuklarında oturamayacaklarını bilen egemenler, Amerika'nın her emrini yerine getirirken, bu sendika ve dernekler, kararın altında imzası bulunan "Başbakan Sayın Mesut Yılmaz'ı, Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Ecevit'i ve hükümet üyelerini ulusal kültürümüzün en önemli parçası olan Türk Sineması'na karşı daha şefkatli olmaya davet ediyoruz" demektedirler. Yapılan basın açıklamasında, Mesut Yılmaz'ın bir zamanlar Kültür Bakanı olarak görev yaptığı belirtilip kendilerini anlayacağı dile getirilirken, tam bil' icazet vardır. Tüm bunların bir yanı, ANASOL-D hükümetinin bunca uygulamasına rağmen hala "demokrat" olarak değerlendirilmesiyken, asıl belirleyici olan, yılların yarattığı korku ortamından derin etkilenme ve buna bağlı olarak şekillenen yılgınlık, meşruluğa inançsızlık, aydın kimliğinden uzaklaşılmasıdır. Bunun sonucunda verilen "tepkiler" ise, icazetçi, uzlaşmacı ve bir yanıyla da devletten beklenti içinde olmaktan kurtulamama olarak şekillenmektedir. Bu derneklere, sendikalara göre birkaç basın açıklaması, gazete ilam ve yapılan yürüyüş ile "tepkiler dile getirilmiş"tir. Yapılacak olan "yapılmış" ta. Geriye, devletin şefkat göstermesini ve kararı kaldırmasını beklemek kalmıştır. Ancak ülkemiz gerçekliği, bunun böyle olmayacağını çok çıplak biçimde göstermektedir. 26 Aralık'ta yapılan yürüyüşte ta-

şınan bir dövizde ' Türk sinemasına ne verdiniz de ne istiyorsunuz?" diye yazıyordu. Gerçekten de devlet, bugüne kadar halktan yana sanat yapan, sanatı burjuva ideolojisinin yozluğundan, geriliğinden kurtarıp gerçek anlamda içeriğini doldurmaya çalışan hiçbir faaliyete katkıda bulunmamıştır. Yaptığı tek şey; engeller, zorluklar çıkarmak olmuştur. Bir bütün olarak sanat dıştalanırken, ayrılan kısmi bütçeler de, burjuva düşünce ve yaşam biçimini geliştirmeye, beslemeye yönelik faaliyetlere ayrılmıştır. Dönem dönem yapılan kısmi düzenlemeler, yumuşamalar, tamamen devletin demokrasicilik oyununun bir parçası olarak gündeme gelmiş ve ilk fırsatta bunu daha ağır baskı koşullan takip etmiştir. Bugün yerli sinema, ülkemizde kısmi bir canlanma yaşamaktadır. Ancak maddi olanaksızlıklar, yasaklar, zorluklar, tüm halka uygulanan baskı ve zor politikalarının bir parçası olarak artarak yaşanmaya devam etmektedir. Bu noktada yapılması gereken, aslında kimse için bilinmez değildir. Sinemacılık alanında birçok sendika ve dernek faaliyet yürütmektedir. Bu faaliyetin niyeti de ortadadır. Örgütlü bir örgütsüzlük, örgütlü bir hareketsizlik, tavırsızlık vardır. Rüsum vergisi özelinde yoğunlaşan baskılan, ekonomik zorluklan geriletmek ancak kararlı, inançlı ve örgütlü bir mücadeleyle mümkündür. Yaşananların sorumlusu devlettir. Kararın altında imzası bulunan Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Bakanlar Kurulu üyeleri vb.dir. Sorunun çözüm noktası; her şeyden önce buralardan icazet dilemek, şefkat beklemek değil, bunları teşhir edip mücadele etmek, tepkileri doğru hedefe yöneltmektir. Başta Kültür Bakam İstemihan Talay olmak üzere, çeşitli milletvekili vb.lerinin "destek" mesajları, tamamen göstermelik ve ikiyüzlücedir. Bunların mesajlarından beklentiye kapılmak, tam da istenileni yapmaktır. Sorun, yoğun ve çok boyutlu, kapsamlı.... Bunların çözümü için atı-

lacak adımlar da aynı nitelikte olmalıdır. Eğer niyet, gerçekten bir şeyler yapmak ve sinemacılığı sahiplenmekse, boş hayallerden çıkılıp olaya bu bakış açısıyla yaklaşmak gerekir. Böylesi bir örgütlenme ve mücadele ise, sinema sanatçılarının ve emekçilerinin kendi öz güçleriyle oluşturacaktan, kendi düşünce ve iradelerini yansıtacak olan meclisler çatısı altında sürdürülebilir. Bu meclislerde, sadece sinema emekçileri ve s anatçıları değil, tüm aydın ve sanatçılarımız, gerek kendi dallarına ilişkin olsun, gerekse de genel saldırılara ilişkin olsun, sürekli duyarlı olacaktır. Devletin herhangi bir sanat koluna ilişkin saldırılarında, tüm sanatçılar dayanışma içerisinde hareket edeceklerdir. Çünkü devletin saldırıları, tüm sanat alanlarında benzer şekillerde devam etmektedir. Ve bugün bir alana yapılan s aldırıları görmezden gelip dayanışma içinde olmaz ve onları yalnız bırakırsak, yarın bizim sanat alanımıza ilişkin bir saklında da yalnız kalacağız demektir. Rüsum vergisi sonrası süreç, buna örnektir. Ne açıklamalarda, ne de 26 Aralık yürüyüşünde tiyatrocular, müzisyenler, ressamlar, yazarlar vb. yoktu ya da yok denecek düzeydeydi. İşte, yaratacağımız meclislerle, aynı zamanda bu toparlayıcılık da sağlanmış olacak, dayanışma, duyarlılık arttırılacaktır. Oluşturulacak sanatçı-aydın meclisleri ve kültür cephesiyle düzeni zorlayacak ve sanat olanaklarını geliştirecek, halktan yana sanatın, toplumun sorunlarının, duygu ve düşüncelerinin sinema ekranlarına yansımasının koşullan yaratılacaktır. Sorun; neyi, neden istediğimizi bilmemiz ve kendi özgücümüze güvenmemizdir. Bunu başardığımızda, düzenin saldırılan karşısında açığa çıkan tek tek tepkiler, hem nitelik olarak, hem de merkezi olarak güçlenecek; halkın kültürünü emperyalizmin yoz kültürüne karşı geliştirecek mekanizmalar yaratılacaktır. Böylesi bir örgütlenmeyi, mücadeleyi yaratmamızın ve sanatı gerçek anlamıyla hayata geçirmemizin önünde hiçbir engel yoktur. ■

39




MEKTUP aynur cihan alak

halk için çalışmak ve yaşamak bizim için onurdur! Merhaba, Dün dışardaydık sizlerle birlikteydik; şimdiyse tutsağız. 17 Şubat'ta, Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan baskında gözaltına alındım ve tutuklandım. Artık, sesimizi, düşüncelerimizi sayfalarda duyurabileceğim sizlere. Bu ülkede düşünenler, düşüncelerini açıklayanlar, hapislere atılıyor, yargılanıyorlar. Bugün çete olduğu ispatlanmış Susurluk Devleti'nin yaptığı tüm pislikler yine gözler önünde. Devletin, sayısız katliam, işkence, gözaltında kayıplarla gerçek yüzü bir kez daha açığa çıkmıştır. Evet, Susurluk Devleti adına bunları yapanlar sokakta geziyor ya da birer birer tahliye ediliyor. Fakat tüm bu pislikleri, vahşilikleri teşhir edenler, gerçekleri ifade ettikleri için cezalandırılıyorlar. Devlet adına iş yapanlardan biri olan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı tahliye edildikten sonra yaptığı açıklamada diyor ki, "Türkiye'de hukuk işletiliyor..." Bu nasıl bir hukuk ki bundan yalnızca devlet adına her türlü kirli işi yapanlar yararlanabiliyor, Gazi'de onlarca insanın katili olanlar bile tahliye ediliyor? Devlet kendi adına iş yapan eli kanlı katil çetelerini aklamaya çalışıyor. Fakat siyasi düşüncesi nasıl ve ne boyutta olursa olsun bunca pisliğin karşısında temiz kalmaya çalışan, onurunu koruyan, mücadele eden, düşünen insanları tutukluyor ve yargılıyor. Bu yüzden defalarca TAVIR'ımıza açılan davalarla, faaliyet yürüttüğümüz kültür merkezimizin kapısına kilit vurulmasıyla, onlarca gözaltıyla karşılaştık. Sanatsal faaliyetlerimizin her anında bunları sıkça yaşadık, yaşamaya 42

da devam ediyoruz. İşte sonucu; işkence ve tutsaklık... Kısacası; düşünmek, yaratmak, demokrasi ve özgürlük istemek yasak. Bunun isteyen herkes devlet gözünde "suçlu" sayılıyor ve öyle muamele görüyor. Kültür-sanat faaliyetlerimizi engellemek için sürekli karşımıza çıkanlar bu defa da farklı bir şekilde karşımıza çıkarak halkın içinde olduğumuz için saldırıyor. Bizi sizden, halkımızdan ayırmaya çalışıyor, sesimizi boğmaya çalışıyor. Devletin gözünde halktan yana düşülen, mücadele eden herkes "suçlu"dur. Oysa, halk için yaşamak ve çalışmak, bizim için bir onurdur, namustur, ahlak anlayışımızdır. Bu değerler için yaşıyoruz biz. Susurluk Devleti, Kutlu Savaş'ın hazırladığı, allayıp pullayarak sunduğu "Susurluk Raporu"ndan hemen sonra icraatlarına başladı. İlk olarak Adana'da, ardından İstanbul'da yaptığı katliamlarla işe başlayan devlet, hızla gözaltı ve tutuklamalara yöneldi. Demokratik kitle örgütlerine ve sosyalist basına saldırmaya başladı. Adana'da katledilen üç devrimciden biri, Kurtuluş Gazetesi'nin Adana Temsilcisi Mehmet TOPALOĞLU'ydu. Bugün "Bağımsız Demokratik Bir Türkiye" istemiyle halkın ve mücadelenin bir soluğu olan Halk İçin Kurtuluş Gazetesi üzerinde baskıların yoğunlaşmasının nedeni de bundandır. Sözde "reform" maddeleriyle perdelenip, makyajlanmış yasa taslaklarıyla baskınların ve anti demokratik uygulamaların önü açılıyor. Bu ülkede demokrasinin ve hukukun esamesi bile okunmuyor. Olduğunu iddia edenler

bellidir. Bunlar düzenin her türlü yaptırımına uyan, kişiliğini satmış, boyun eğmişlerle, eh kanlı katiller, uyuşturucu çeteleri ve mafyacılardır. Gazete baskınına gelince; elle tutulur hiçbir gerekçe olmamasına rağmen arama bahanesiyle büroya gelen polisler, gazete merkezini talan edercesine dağıtarak herkesi kan revan içinde gözaltına almıştır. Tamamen keyfi bir şekilde gerçekleşen bu yasadışı baskında ben de oradaydım. Yüzlerce çevik kuvvet polisi, gaz maskeli robocoplar, resmi ve sivil polisler... Geldikleri yer ise bir basın kuruluşu. İçeride aranan bir şahsın olduğu ve arama yapılacağı söylenerek içeri giriliyor. Baro avukatlarının gözleri önünde büro dağıtılarak, adeta yağmalanarak "suç" olarak kanıt sayabilecekleri bir şeyler aranıyor. Terör havası yaşatılmaya çalışılıyor. Peki, polise terör estirme zemini yaratan, bu kararı veren savcıya ne demeli? Kimdir bu savcı? Bir gazete bürosunda ne bulacaklarını ummuşlardır? Acaba aradıkları silah mı, mermi mi ya da yasadışı herhangi bir şey mi? Ne umuluyordu ki, sonuçta ne bulundu? Elbette hiçbir şey. Avukatların bile gözleri önünde ayan beyan yaşanan bu baskın, tamamen hukuk dışıdır. Mevcut yasalar bile hiçe sayılmıştır, işletilmemiştir. Yapılan bütün bu saldırıların nedeni de devrimci basma yönelik baskıların meşrulaştırılmasından başka hiçbir şey değildir. Genel olarak pek çok kurum üzerinde gittikçe artan bir baskı var. Tabi ki öncelikle de kendisi için tehlike olarak gördüğü, öne çıkan devrimcide-


mokrat kurumlara yöneliyorlar. Bunlarda biri de Kurtuluş Gazetesi'dir. Hukukun çiğnendiği, devlet terörünün estirildiği bu baskında her şeye rağmen kendi meşruluklarının bilincinde olan onlarca yaralı gazeteci işkencehanelere taşındı. Onlarla birlikte gözaltına alınıp, Güvenlik Şube'ye götürüldüm. Beni aynı gece onlardan ayırarak Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Ertesi gün de kalanları getirdiler. Gözaltında kaldığımız yedi gün boyunca çeşitli işkencelere maruz kaldık. Devlet yetkilileri buna işkence değil de "fena muamele" diyor. Yani sıradan bir muamele değil, alası, fenası demek istiyor. Yaptığı işkenceyi ismen yumuşatmaya çalışıyor. Fiziki, psikolojik, cinsel taciz, tecavüz teşebbüsü, askı, elektrik, yaşamımız boyunca hiç duymadığımız kadar ağır küfürler... Bunların hepsini gözaltında bulunduğumuz yedi gün boyunca yaşadık. Halk için çalıştığımız, mücadele ettiğimiz için bu saldırılara maruz kaldık. Ve şimdi tutsağız. Adalet, hukuk nerede? Yalnızca çetelerin yararlanabildiği bir adalet işliyor bu ülkede. Susurluk Devleti, kendini aklamak için verdiği tavizlerin intikamını almaya ve güç kazanmaya çalışıyor. Hapishanede, gazetelerden ve televizyondan takip edebildiğimiz kadarıyla saldırıların boyutlanarak arttığını görüyoruz. Sendikal haklan için mücadele eden memurlara, eylemlerini yaygınlaştıran Halk Meclisleri'ne saldırıyorlar. Adalet için sokağa dökülen halkımızın üzerine ateş açıldığını, nasıl panzerlerin sürüldüğünü, daha gencecik çocuk yaştakilerin işkence gördüğünü, insanların gözaltınada kaybedildiğini, düşüncelerinden dolayı devrimci, demokrat insanların hapis cezaları aldığını ve tutuklandığını... Çeteleşmiş, her türlü pisliği ayyuka çıkmış böyle bir devletten, "Susurluk Devleti"nden başka ne beklenir ki... Bu düzenden artık en ufak bir beklentisi dahi kalmayan halk, artık bu düzene, devlete güvenmiyor. İşte bu yüzden kendi kurtuluşunu kazanmaya çalışıyor. Bugüne kadar devletin onlara göstermediği adalet yargısını şimdi Halk Meclisleri'nde oluşturuyor. "Adalet" için sokağa çıkıyor, kendi örgütlenme-

sini yaratarak Halk Meclisleri'nde, Susurluk Devleti'nden hesap soruyor. Böylesi bir halkın yanında yer almakbu nedenle "suç"sayılıyor. Bizler, halktan yana sanat yaptığımız ve halkın içinde yeraldığımız için, Halk Meclisi üyesi olduğumuz için suçluyuz devlet nezdinde. Ben yayıncıyım ama her şeyden önce Halk Meclisi üyesiyim. Halk Meclisi üyesi olduğum ve Kurtuluş Gazetesi'ni sahiplendiğim için bugün Ümraniye Hapishanesi'nde tutuklu bulunuyorum. Ama içim rahat. Çünkü bundan gurur duyuyorum. Ve bizler ne baskında ne de işkencede hiçbir şekilde boyun eğmedik. Halkımıza verdiğimiz sözü tuttuk ve onurumuzu koruduk. Yalnız olmadığımızı biliyoruz. Hiçbir zaman sahipsiz kalmadık. Halk, devrimcileri unutmaz, onları korur, sahip çıkar. Bunu baskında da gördük, DGM önünde de. Ziyaret günlerimiz dolu dolu geçiyor. Hepsi bizleri görmeye geliyor, kiminin gözleri doluyor, ağlıyor bizi demir parmaklık ardında görünce. Devlet kendisi gibi düşünmeyen herkese bunun bedelini ödetmeye çalışıyor. Bu nedenle politik düşünen, devrimci olan gazetecisi de, sanatçısı da gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Fakat devlet adına bunca katliamı, işkenceyi yapanlar ve bunların bizzat emrini verenler ise hala bu görevlerine devam ediyorlar. Devlet, göstermelik olarak tutukladıklarını da birer birer tahliye ediyor ama bizler, her şeye rağmen ne düşüncelerimizden ne de onur duyduğumuz mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Bu olayla ilgili gerçek tepki ve duyarlılık asıl olarak halkımızdan geldi. Bu olay karşısında bizi sahiplenen, destek mesajları gönderenlerin sayısı ne kadar da az. Ayrıca bizlerle dayanışma içinde olan dostlarımıza da buradan teşekkür etmek istiyorum. Yine bizimle dayanışmak ve yapılan baskını protesto etmek için Bayrampaşa, Ümraniye, Ankara, Çanakkale, Bartın, Sakarya ve Buca Hapishanesi'nde bulunan devrimci tutsaklar, bulundukları hapishanelerde sayım vermeme eylemi yaptılar. Malatya, Bursa Hapishanesi de dahil olmak üzere birçok hapishanedeki devrimci tutsaklar mesajları ve gazete ilanlarıyla yanımızda olduklarını

belirttiler. Onlara bu duyarlılıklarından dolayı teşekkür ediyoruz. Bir de düşünce özgürlüğü, insan haklan savunucuları devrimci-demokrat aydınlarımıza bakıyorum... Yıllarca ülke sorunlarından, sınıf mücadelesinden bahsedenler neredeler? Bir parça aydınlık onuru, namusu, vicdanı olanların bundan rahatsızlık duyacağım düşünüyorum. Böylesi bir olayda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeyenler yarın tarih önünde nasıl hesap verecekler? Biz, düzenden baskı gören herkesin, dostlarımızın, meslektaşlarımızın yanında olduk. Ve şimdi istiyorum ki bu hukuk dişilik unutulmasın. Bu gibi hukuksuzluklara eğer ciddi anlamda bir tepki gösterilmez ve protesto edilmezse daha da çok yaşanacaktır. İsmail Beşikçi"nin, Grup YORUM elemanlarının, Şanar'ın, Eşber'in yaşadıklarım şimdi bizler yaşıyoruz. Böyle bir ülkede bu şekilde daha birçok yazar, sanatçı dostumuz da bunları yaşayacak gibi görünüyor. Böyle bir olay karşısında tavır almak sahip çıkmak herkesin görevidir. Dediğim gibi bunları düşünenlerin meslek Onuru, vicdanı en azından rahatsız olur. Bu gibi hukuksuzluklar eğer ciddi anlamda bir tepki gösterilmez ve protesto edilmezse daha da çok yaşanacaktır. Her alanda, her yerde estirilen bu teröre karşı mücadele etmek için birbirimize sahip çıkmalıyız. Faşizm gerçeğiyle hepimiz az ya da çok ama bir şekilde yüzyüzeyiz. işte bu nedenle bütün dostlarımızı yanımızda görmek istiyoruz. Sanatçı, yazar, gazeteci ve yayıncı meslektaşlarımızın da halkımızın bizi sahiplendiği gibi bizi sahiplendiğini görmek istiyoruz. 15 Mayıs'ta İstanbul 6 No'lu DGM'de görülecek davamıza Halkın Hukuk Bürosu ve İstanbul Barosu'ndan çok sayıda avukat katılacak, mahkemede tanık oldukları bu yasadışılık ve hukuksuzlukla ilgili savunma yapacaklar. 15 Mayıs Cuma günü herkesi devletin bu keyfiyetini, saldırısını protesto etmek için özgürlüğün, demokrasinin olduğu bir ülke istemek için yanımızda görmek istiyoruz. Yeniden kavuşmak dileğiyle Aynur ALAK 43


HABER/YORUM baskılar sürüyor

Mahpusluk, Alnımızın Ak Cefası Olsun Ayşe H al k Kü tüp h an esi 'n e Poli s Saldı rı sı

Ayşe Nil Halk Kütüphanesi, 19 Ocak Pazartesi günü, saat 15.00 sıralarında sivil polisler tarafından basıldı. Kütüphanede satılan Devrimci Gençlik Dergisi'ni bahane eden polisler, kütüphanede bulunan Grup Yorum elemanı Özcan Şenver ile Ayhan Mimtaş, Deniz Yalçın, Derya Yalçın adlı misafirlerimizi gözaltına aldı. Gözaltına alınan arkadaşlarımız, bir kaç saat sonra serbest bırakıldılar. Ayşe Gül en H alk Sahn esi Oyun cu su A. Latif Tif tikçi T utu kl an dı

Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu, Ortaköy Kültür Merkezi(OKM) bünyesinde yayınlanan ve OKM'nin kapatılmasıyla birlikte yayını durdurulan Kültür ve Sanatta TAVIR Dergisi'nin Yazıişleri Müdürü ve Okmeydanı Halk Meclisi üyesi Ahmet Latif Tiftikçi, 2 Şubat Pazartesi günü, Gülsuyu'nda kaldığı evde iki kişiyle birlikte gözaltına alındı. İstanbul polisi, aynı gece emekçi mahallelerinde pek çok ev basarak 400'den fazla insanı gözaltına almıştı. Latif, emekçi halkın içinde çalışırken de devrimci sanatçılık misyonunu yerine getirmiştir. Devrimci sanatçıyı belirleyen en önemli özelliklerden biri, halkla iç içe olmasıdır. Bizi halkın sanatçısı yapan da, gerçekten halkın içinde, onun tüm sıkıntılarım, üzüntülerim, sevinçlerim paylaşıyor olmamızdır. Latif, bu görevini yerine getirirken devletin hedefi haline gelmiştir. Latif, uzun bir süredir, polisin gözaltı tehdidi altındaydı. Polis, Okmeydanı'ndan gözaltına aldığı herkese Latifi gözaltına alacaklarını söylüyor, kültür merkezimize de bunun için sık

44

sık geliyor, kültür merkezimizdeki insanları rahatsız ediyordu. Latif, bir hafta süren işkenceli sorguların ardından, çıkarıldığı DGM tarafından örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasına tahammül edemeyen DGM Savcısı, "Halk Meclisi de neymiş, belediye var ya, size ne oluyor" diye çıkışarak bu tahammülsüzlüğünü göstermiştir. A. Latif Tiftikçi ve tutuklanan diğer insanlarımız, şu anda Ümraniye Hapishanesi'nde yatmaktadırlar. Ayşe Gülen Hal k Sahn esi O yun cu su

Nimet Öztürk, Hapishan e Ön ünd en Gözaltın a Alındı

Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Nimet Öztürk, 10 Şubat Salı günü, Bayrampaşa Hapishanesi'ndeki görüşten çıkarken, yaklaşık 50 kişiyle birlikte gözaltına alındı. Nimet, Bayrampaşa Hapishanesi'nde tutsak bulunan ablasını ziyaret etmek ve sanatsal çalışmalarımızı devrimci tutsaklarla paylaşmak için görüşe gitmişti. Devletin hapishaneler üzerindeki saldırı politikası, hemen her dönemde gündeme gelmiştir. Bu saldırıların en önemli parçalarından birini, görüş çıkışı yapılan gözaltılar oluşturmaktadır. Devletin amacı; özgür tutsakları yalnızlaştırmaktır. Devletin hiçbir politikası, özgür tutsakları sahiplenmemizi engelleyemeyecek. Özgür tutsaklarla aramızdaki kolektivizmi, hiçbir güç koparamayacak. Halkın San at çı sı ve Hal k Meclisi Üyesi Aynu r Cihan Alak Tutu kl andı

17 Şubat Sah günü, Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'nin merkez bürosunu basan polis, saatler süren barikat direnişi sonrasında, 22 kişiyi azgınca saldırarak

gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar arasında İdil Kültür Merkezi'nin ve dergimiz Kültür Sanatta TAVIR'ın sahibi, fotoğraf sanatçısı Aynur Cihan Alak da vardı. Aynur, yüreği halkla atan her sanatçı gibi halkıyla iç içe olmuştur. Devrimci sanatçıların karşılaştığı gözaltı, işkence ve tutuklama terörüyle defalarca karşılaşmıştır. Aynur, aynı zamanda bir Halk Meclisi üyesidir. Halkın kendi örgütlülüklerinde, kendi sorunlarına sahip çıkmasında emek vermiş, meşru bir örgütlenmeyi, halk meclislerini sonuna dek savunmuştur. Bunun için de tüm halk meclisi üyeleri gibi sindirilmek istenmiş, baskı görmüştür. Aynur ve gözaltına alınan Kurtuluş çalışanları, yedi gün boyunca işkencelerden geçmiştir. Bu işkencelerin ardından çıkarıldıkları DGM tarafından tutuklanmışlardır. Bu tutuklama, o gün Halk İçin Kurtuluş Gazetesi merkez bürosunu basmaya gelen polislere karşı gösterilen direnme tavrına hazımsızlı-, ğın sonucudur. Aynur Cihan Alak ve Kurtuluş çalışanları şu an Ümraniye Hapishanesi'nde tutsaktırlar. Ahmet Latif Tiftikçi'nin duruşması, 14 Mayıs'ta İstanbul 2 No.lu DGM'de, Aynur Cihan Alak'ın da 15 Mayıs'ta İstanbul 6 No.lu DGM'de görülecek. Her iki duruşmada da, devrimci sanatçıları sahiplenmek için halkımızı davet ediyoruz. Tutsak düşen halkın sanatçılarını sahiplenelim. Destek mesajlarımızla, mektuplarımızla bu sahiplenmemizi belirtelim. Ahmet Latif Tiftikçi Üsküdar E Tipi Cezaevi D-7 ÜmraniyelİSTANBUL


Aynur Cihan Üsküdar E Tipi Cezaevi Siyasi Bayanlar Koğuşu Ümraniye/İSTANBUL Aynu r Cihan Alak İçin Dü zenlenen Bası n Açı kl am asın a Poli s Saldı rdı : 11 Gö zal tı

3 Mart Salı günü saat 13.00'de, Atatürk Kültür Merkezi önünde, İdil Kültür Merkezi çalışanları tarafından yapılmak istenen basın açıklamasına polis saldırdı. İdil Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta TAVIR Dergisi sahibi Aynur Cihan Alak'ın tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen basın açıklamasına, daha başlamadan saldıran polis, Grup YORUM elemanları İrşad Aydın, Vefa Saygın Öğüde, Fikriye Kılınç; Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Aziz Akal, FO-SEM çalışanı Olcay Karadağ; OKM çalışanı Orhan Açıkgöz, Kültür Sanatta TAVIR Dergisi İzmir Temsilcisi Şükran Aydın; Koma Berfin elemanı Yusuf Mengilli; Grup Yorum Korosu elemanları Erkan Munar, Levent Akkaya ve 105.7 Çevre Radyo çalışanı Martı Çağın'ı gözaltına aldı. Polis şefinin, devrimci sanatçıların her sözüne, sanki takılmışçasına "Ben sanattan, monattan anlamam, alırım" diye karşılık vermesi, korkularının en açık ifadesiydi. Gözaltına alınanlardan Olcay Karadağ, Erkan Munar, Levent Akkaya ve Martı Çağın aynı gün serbest bırakılırken, diğer sanatçılar ertesi gün çıkarıldıkları Beyoğlu Adliyesi Savcılığı'nca serbest bırakıldılar. Kurtuluş Gazetesi Satan Arkadaşlarımız Gözaltına Alındı 28 Şubat Cumartesi günü, Beşiktaş İskelesi'nde Halk İçin Kurtuluş Gazetesi satan Ayşe Gülen Halk Sahnesi

oyuncusu Hakan Hekimoğlu, Kültür Sanatta TAVIR Dergisi Adana Temsilcisi Kemal Gürsoy ve Seda Güldü, saat 15.30 sıralarında polisler tarafından gözaltına alındılar. 1 gün gözaltında tutulan sanatçılar, ertesi gün çıkarıldıkları Sultanahmet Adliyesi Savcılığı'nca serbest bırakıldılar. Kurtuluş, yayın hayatına başladığı günden bu yana halkın içinde olmuş, onurlu çizgisinden hiçbir zaman taviz

ver-memiş, gerçekleri, Susurluk'taki devleti yazdığı için defalarca çeşitli biçimlerde susturulmaya çalışılmıştır. Devrimci sanatçılar, her koşulda halkın onurlu sesi Kurtuluş'u sahipleneceklerdir. 16 Mart Anm ası Son rasınd a Gözaltı T erörü

16 Mart Pazartesi günü, 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde kontrgerilla tarafından katledilen öğrencileri anmak için, Beyazıt Meydanı'ndaki anma programına türküleriyle katılan Özgürlük Türküsü elemanlarından Yasin Ali Türkeri ve Tuna Sakar, konserlerini verdikten hemen sonra gözaltına alınarak, Vatan Caddesi'ndeki işkencehaneye götürüldüler. Aynı günün gecesi saat 03.30 sıralarında arkadaşlarımızın evini basan siyasi şubeye bağlı polisler, evde bulunan Grup YORUM elemanı Vefa Saygın Öğütle, Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Aziz Akal, Okmeydanı Halk

Kültür Merkezi çalışanı Orhan Açıkgöz, Koma Berfin elemanları Yusuf Mengilli ve Muzaffer Arslan'ı gözaltına aldı. Baskın sırasında evi darmadağın eden polis, yurtdışındaki bir geceye katılmak için pasaportları toplanmış olan Grup Yorum elemanlarından Fikriye Kılınç, Özcan Şenver, İrşad Aydın; Özgürlük Türküsü elemanı İnan Altın, Murat Gedik; müzisyen Gülbahar Uluer, TAYAD'lı ailelerden Şükran Ağdaş, Çeşminaz Ağdoğan, Elif Tekin ve Halk Meclisi Üyesi Musa Aykanat'ın pasaportlarına el koydu. Gözaltına alınan sanatçıların, "Gazi'nin provokatörleri" olarak basına yansıtılmaları ise, başlı başına bir hukuksuzluk örneğidir. Dört gün boyunca Vatan Caddesi'ndeki işkencehanede işkencelerden geçen arkadaşlarımız, 20 MartCuma günü çıkarıldıkları DGM ve Sultanahmet Adliyesi tarafından serbest bırakıldılar. Yazı İşl eri Müdü rüm üze Bir D ava D ah a

Dergimizin üçüncü sayısında yer alan "Bir Dosya, Bir Tarih; Emeğin Kavgası ve Müzik" yazısındaki "Emeği Unutma, Polisi de" başlıklı bölüme, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından dava açıldı. İddianamede, Sunay Akın'a, Şükrü Balcı Polis Eğitim Merkezi'nde verdiği şiir dinletisi üzerine yazdığımız yazıda "emniyet muhafaza kuvvetlerinin rencide edildiği" belirtiliyor. Yazıişleri müdürümüz, 5680 saydı kanunun 1612. maddesine göre yargılanıyor. Dava 28 Nisan tarihinde İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülecek. Yayınlandığımız hemen her sayıya toplatma veya dava için bir gerekçe aranıyor ve satır aralarında bunlara bir dayanak yaratılıyor. Dergimiz, bu baskıları aşarak yayın hayatını sürdürecek. ■ 45


HABER/YO RU M

PERTEV NAİLİ BORATAV'I YİTİRDİK Halk bilimci, araştırmacı, yazar Pertev Naili Boratav, geçtiğimiz günlerde uzun süredir yaşadığı Fransa'da yaşama gözl erini yumdu. Öldüğünde 91 yaşındaydı. 1907'de, Bulgaristan Darıdere'de doğan Boratav, küçüklüğünden itibaren halk kültürü ile ilgilenmeye başladı. Anadolu'yu, bazal eşek sırtında bazen yaya, köy köy dolaşarak folklor araştırmaları yaptı. 1940'lı yıllarda, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde halk bilimi üzerine çalışmalar yapmaya başladı. Fakülte içerisinde "halk edebiyatı" kürsüsü kurdu ve bu kürsünün başkanlığım yaptı. Kürsüsü, kısa bir süre sonra "komünizm propagandası yapıldığı" gerekçesiyle kapatıldı. Boratav, bu gelişme üzerine üniversiteden uzaklaşm ak zorunda kaldı. Baskıların yoğunlaşması üzerine Fransa'da yaşamaya karar veren Boratav'ın yurtdışına çıkışı sırasında askerler, üzerindeki Türkiye haritasına bile el koydu. Boratav, Paris'e yerleşerek bilimsel araştırmalarına hız verdi. Fransız üniversitelerinde dersler de veren Boratav, bu dönemde Pir Sultan Abdal, ve Köroğlu gibi halk şairlerinin şiirlerini, Nasreddin Hoca fıkralarını, halk hikayelerini, masal ve tekerlemeleri derledi. Halk kültürü ve folklor araştırmaları içerisinde en büyük kaynağı oluşturan bu çalışmaları ile yüzlerce yeni halk bilimcinin yetişmesini sağladı. Kürsüsü kapatılan ve ülkesinden ayrı yaşamak zorunda bırakılan Boratav'ın cenazesini binlerce kilometre uzakta yalnızca birkaç arkadaşı kaldırdı. Ama eminiz ki; tüm yasaklamalara inat Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Nasreddin Hoca, O'nun yanıbaşındaydı. Boratav, yaşamı boyunca, bütün olumsuzluklara inat çok iyi tanıdığı halkının kültüründen kopmadı, o kültürü yaşattı. Namuslu bir bilim adamı olarak yaşamını sürdürdü. İçeride ve dışarıda pek çok ödül aldı, okullarda ders kitabı olarak okutulan onlarca kitap yayınladı. 91 yıllık yaşamında bitmeyen bir enerjiyle Anadolu'yu araştırdı. Halk kültürüyle yoğrul arak oluşacak yeni bir ülke için engin bir miras bıraktı. Kendisini saygıyla anarken, yazımızı O'nun derlediği bir fıkrayla bitiriyoruz: "Yeniçeriler kazan kaldırmış. At Meydanı'nda toplanmışlar. 'İstemezüüük!' naraları göklere yükseliyor. Zamanın sultanı, vezirlerinden birini yollar: 'Sor bakalım, kullarım neyi istemiyor, elbet gereğini yaparız' der. Sorulur: 'Ne istemezsiniz?'. Hiç kimseden ses yok, ama 'İstemezük!' naraları çınlamaya devam ediyor. Bekri Mustafa da güruhun içindeymiş. Bakar ki kimseden ses yok. Elinde şarap şişesi ile bir taşın başına çıkar ve bağırır: 'Meyhaneci Apostol'u istemezük! Şaraba su katar, rakıyı pahalı satar; meyhaneyi geç açar, erken kapar' Yeniçeri güruhu gürler: 'Meyhaneci Apostol'u istemezük!' Zavallı meyhanecinin kellesi gider.

46

Grup Yorum 4 Ocak 1998; Ümraniy e Şehitleri'nin Alibeyköy Mezarlığı'nda gerçekleştirilen anmasında marşlar söyledi. 18 Ocak 1998; İdil Kültür Merkezi'nde düzenlenen "Demir Kapılar da Y anar" isimli şenliğe katıldı. 0 1 Şubat 1998; İdil Kültür Merkezi'nin 1. Kuruluş Y ıldönümü nedeniyle İdil Kütür Merkezi'nde düzenlenen şenlikte bir dinleti v erdi. 26 Şubat 1998; İstanbul Öğrenci Meclisleri taraf ından İstanbul Teknik Üniv ersitesi'nde gerçekleştirilen şenliğe katılarak türküler söy ledi. 2 Mart 1998; Çapa Tıp Fakültesi'nde Öğrenci Meclisleri v e İslamcı Gençlik'in Kılık Kıy afet Y önetmeliği'ne karşı birlikte gerçekleştirdiği mitinge katılarak türküler söy ledi. 7 Mart 1998; İdil Kültür Merkezi'nde y aklaşık 700 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 10 Mart 1998; Gazi Mahallesi'nde, 12 Mart'ta gerçekleşecek anma öncesinde Gazi Halk Meclisi taraf ından gerçekleştirilen şenliğe katılarak bir dinleti verdi. 11 Mart 1998; KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konf ederasy onu) taraf ından Sultanahmet'te gerçekleştirilen mitinge katılarak bir dinleti v erdi. 12 Mart 1998; Gazi Mahallesi'nde gerçekleştirilen anmay a "Gazi'nin Katili, Susurluk Devleti/Grup Yorum" yazılı pankartı ile katıldı. 16 Mart 1998; Beyazıt'ta TÖDEF (Türkiye Öğren-


HALK SAHNESİ TİYATRO ATELYESİ AÇILDI

ci Gençtik Dernekleri Federasyonu) tarafından gerçekleştirilen 16 Mart Anması'nda bir dinleti verdi. 21 Mart 1998; Okmeydanı HalkMeclisi tarafından Okmeydanı Sibel Yalçın Direniş Parkı'nda gerçekleştirilen Newroz Şenliği'ne katılarak bir dinleti verdi. 22 Mart 1998; Alibeyköy Kültür ve Güzelleştirme Derneği'nin açılışına katılarak bir dinleti verdi. 29 Mart 1998; Okmeydanı Sibel Yalçın Direniş Parkı'nda düzenlenen 30 Mart Anması'nda bir dinleti verdi. Özgürlük Türküsü 18 Ocak; İdil Kültür Merkezi'nde düzenlenen "Demir Kapılar da Yanar" isimli şenliğe türküleriyle katıldı. 30 Ocak; Çağlayan Halk Meclisi Girişimi tarafından düzenlenen dayanışma şenliğine katılarak bir dinleti verdi. 8 Şubat; Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi Girişimi'nin düzenlediği dayanışma şenliğinde bir dinleti verdi. 22 Şubat; İdil Kültür Merkezi'nde verdiği konserde yaklaşık400 kişiye seslendi. 28 Şubat; Ayşe Nil HalkKütüphanesi'nde bir söyleşiye katıldı ve ardından küçük bir dinleti verdi. 12 Mart; Gazi Şehitlerinin 3. yıldönümü için düzenlenen anmaya katıldı. 21 Mart; Gazi Mahallesi'nde, Gazi Halk Meclisi tarafından düzenlenen Newroz şenliğinde katılarak 500 kişiye seslendi.

Çalışmalarını İdil Kültür Merkezi'nde sürdürecek olan Halk Sahnesi/Tiyatro Atelyesi, çalışmalarına başladı. Kapsamlı bir tiyatro öğretim programına dayanan çalışmalar için öğrenci kayıtları sürüyor. Halk Sahnesi/Tiyatro Atölyesi'nin genel sanat yönetmenliğini Yiğit Tuncay yapıyor. Yiğit Tuncay imzasıyla yayınlanan basın bülteninde şu görüşlere yer verildi: "Ülkemizin gündemine düzeyli bir sanat anlayışının girmesinin mümkün olamadığı şu günlerde, bilimsel temellere dayanan bir öğretime ve düzeyli sanat üretimine ihtiyaç kendini fazlasıyla hissettirmektedir. 'Toplumun geneline yayılamayan sanat olumsuzdur' tespitiyle, aslında, negatif bir gelişme içinde olan sanatın da tekelleşmesine vurgu yapmış oluyoruz. Özellikle, gerçekliği sanatsal özümlemenin bilimi olan estetiğin tüm imkanlarını kullanmaya olanak veren bir alan olarak tiyatronun toplumsal pratikle olan ilişkisinin koparılması, bunun en bilinen örneğidir... ... parasız öğretim ile kendi öz dinamiklerine dayanan araştırmacı, özgür-leşmiş bir sanat üretimi ihtiyacını karşılamaya yönelik olan Halk Sahnesi/Tiyatro Atölyesi'ni kuruyoruz..." Halk Sahnesi/Tiyatro Atelyesi, 1 Mart'ta yapılan başvurular üzerinden bir ön değerlendirme gerçekleştirdi ve çalışmalarına başladı.

MKM'YE POLİS BASKINI 19.03.1998 Perşembe günü saat 10:00 sıralarında Mezopotamya Kültür Merkezi İstanbul Merkez binası TEM, Güvenlik Şube, Mali Şube ve Beyoğlu İlçe Terörle Mücadele ekipleri ve çok sayıda Çevik Kuvvet ekibince basıldı. Baskın sırasında aralarında yabancı heyetinde bulunduğu ziyaretçilerin kimliklerini kontrol eden polis, daha sonra da arama yapıp kültür merkezinden ayrılmıştır. MKM'ye yönelik bu baskını biz de protesto ediyoruz.

47


HABER/YO RU M

Ulu sl ararası İzmi r Film F esti vali 10. Yılı n d a

Uluslararası İzmir Film Festivali, bu yıl 10. kez gerçekleşecek. 28 Mart-4 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivale Tunus'tan Portekiz'e 11 ülkeden filmler çağrıldı. Bu festivalle birlikte, Akdeniz Ülkeleri Filmleri Yarışması'n ın da ikincisi yapılacak. Jüri başkanlığım "Cezayir Çıkmazı" gibi bir başyapıttan tanıdığımız yönetmen Gilia Pontecarva'nun yaptığı festivalde yarışacak filmlerin yanı sıra "İsviçre Sineması, Dünya

Sineması'ndan ve Kameranın Ardındaki Kadın" başlıkları altında film gösterimleri yapılacak. Festivalin yerli sinemaya ayrılan bölümünde Nuri Bilge Ceylan'ın, Ferzan Özpetek'in. "Hamam", Barış Pirhasan'ın "Usta Beni Öldürsene", Muammer Özer'in "Holywood Kaçakları", Zeki Demirkubuz'un "Masumiyet", Ersin Pertan'ın "Kuşatma Altında Aşk" ve T unca Yönder'in "Çökertme" isimli filmleri gösterilecek. An kara Film F esti vali'nin H azı rlı kl arı Sürü yor

1988'de Aziz Nesin, Haluk Gerger, Mahmut Tali Öngören, Cahit Talaş, Alper Aktan, Ülkü Orbay, Varlık Özmenek ve İlhan Alkan'ın bir araya gelerek kurduğu

Ankara Film Festivali de bu yıl 10 yaşına giriyor. Bu yıl 1-10 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan festival programı, yine film gösterimleri, söyleşilerle geçecek. Festivale filmleriyle konuk olacaklar arasında bu yıl dünyaca ünlü yönetmenler var. Bunlar; Pier Paolo Pasolini, Peter Gothar ve Krzysztof Kieslowsky... "Dünya Sinemasının Genç Yıldızları" bölümünde de yurtdışında çeşitli ödüller toplayan fakat T ürkiye'de gösterime girmeyecek olan filmler toplanıyor. Festival, 10 yıllık geçmişini önümüzdeki süreçte bir kitapta toplamak için çalışıyor. ■

O, dağıtımcıları, muhabirleri katledilen, baskılara maruz kalan Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'n in 17 Şubat'ta merkez bürosuna yapılan polis baskınında 23 kişiyle birlikte gözaltına alındı. 7 gün boyunca işkenceli sorgulardan geçti. Çıkarıldığı mahkemede aralarında Kurtuluş Gazetesi çalışanları ve okurlarının da bulunduğu 6 kişiyle birlikte tutuklandı. O, İdil Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta Tavır Dergisi'n in sahibidir. O, Halk Meclisiüyesidir. O, Halkının yanında, yüreği halkıyla atan bir sanatçıdır. O, tüm insanlarımız gibi Kurtuluş'u sahiplenmiştir. Bunun için gözaltına alınmış, işkence görmüş ve tutuklanmıştır. Amaçları halkın kendi gücünü, meclislerim yoketmektir. Halk Meclisleri'n in meşruluğuna gölge düşürmektir. O, işte bu yüzden tutuklanmıştır.

PROTESTO EDİYORUZ!.. AYNUR CİHAN ALAKA ÖZGÜRLÜK İdil K ül tü r Mer kezi, K ültü r San atta T avı r D ergi si, G ru p Yo ru m , Ö zg ü rl ü k T ü rkü sü, A yşe G ül en H al k Sah n esi, F oto ğ raf ve Si n em a Em ekçil eri (F O SEM), O km eyd an ı H al k K ül tü r Merkezi, A yşe Nil H al k K ütü p h an esi, Eg e K ül tü r San at Merk ezi, İ di l Kü ltü r Merk ezi Bu rh ani ye Şu b esi, Ko m a B ertin , H al kı n H u ku k B ü ro su , H al k İ çi n K u rtul u ş G azetesi , H alil T el ek (G azi H al k Mecl i si Sö zcü sü ), Mu sa A ykan at (O km eyd an ı H al k Mecl i si Sö zcü sü ), Şev ket A vcı (Ali b eykö y H al k Mecli si Gi ri şi mi Sö zcü sü ), Nu rtep e-G ü zel tep e H al k Mecl i si G i ri şi mi, R u h an Mavru k, (Şai r-Ç evre R ad yo G en el Yayı n Yö n etm eni ), Ali Ekb er Eren (Mü zi syen ), A yşe Sil i vri (Ti yatro Stüd yo su Yön eti ci si), A h m et L even d o ğl u (Ti yatro San atçı sı), A lp teki n Serd en g eçti (T i yatro San atçı sı ), B aşar Sab u n cu (Yazar-Yö n etm en ), Bi n ali İl g ün (Mü zi syen ), C el al Perk (Ti yatro San atçı sı ), C ezmi Ersö z (Yazar), D este G ün ayd ı n (Mü zi syen ), Ercan B ah adı r (A vu kat), Erd al Çi ftçi (Ti yatro T ekni syen i ), G ü ven K ı raç (Ti yatro -Si n em a San atçı sı ), H al u k Bi lgi n er (Ti yatro -Si n em a San atçı sı ) H il mi Bu lu n m az (Ti yatro San atçı sı ), İb rah i m K arac a (Şai r), K em al A ydo ğ an (Ti yatro Stü d yo Yö n eti ci si), Mu rat İ n ceo ğl u (Ç H D İ stan b ul Şu b e B aşkan ı ), Ru h an Ma vru k (Şai r), O n u r A kı n (Mü zi syen ), Sem a K ü çü k (Ti yatro San atçı ), Şeb n em D ö n m ez (T i yatro San atçı sı, T ol g a Ç an d ar (Mü zi syen ), Yi ği t T un cay (T i yatro San atçı sı ), Yu su f Ç eti n (İ HD G en el Mer kez Yö n eti ci si-San atçı ), Z uh al Ol cay (Ti yatro -Si n em a San atçı sı). 48


Ayçe İdil Erkmen

Ayşe Gülen

Ayşe Nil Ergen

Üç Kadın,ÜçSanatçı, Üç Cepheli "Yürüyünce ölüme karşı yaşamak sonsuz" deyip yürüdüler. Bir yanlarında, umut, güzellik; bir yanlarında yangın, yıkım...Yürüdüler...

ONLARI GÖĞSÜMÜZÜN EN SICAK YERİNE UĞURLADIK! "30 Mart-17 Nisan Devrim Şehitlerini Anma Günleri"nde bütün şehitlerimize verdiğimiz özgür vatan sözümüzü, onlara olan bağlılığımız ve hasretimizle tazeliyoruz. Bu sözü yerine getirecek, onlarla ete kemiğe bürünen umudumuzu büyüteceğiz!

Grup YORUM, Özgürlük Türküsü, Grup Yorum Korosu, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Fotoğraf ve Sinema Emekçileri (FOSEM), Kültür Sanatta TAVIR Dergisi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi, İdil Kültür Merkezi



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.