1998 07 agustos

Page 1



Ağustos 1998 Sayı: 7

İçindekiler-Tavır'dan

1

Yeni İnsan ve Ölüm Orucu Tavır

3

Gözyaşının Hükmü Yok Süvari Yüreklerimize-51. ve 58. Gün Notları Barış Yıldırım

5

"Terörizm" İbrahim Karaca

7

Sergei M. Eisenstein Sefa Altın

10

Halk Türküleri ve Öyküleri İrşad Aydın

17

Mizahın Geriliği, Geriliğin Mizahı Sedat

19

Taşer

Defneler Gibi Rıfat

22

Ilgaz

Resim

23

Yine Bizimlesin, Güneştesin Tavır

24

Kültürel Kuşatmayı Parçalamak, Arınmaktır Zerrin Kayalı

27

Göç Muzaffer Dizman

29

Kültür-1- Yiğit Tuncay Kitaplara Bandrol Oyunu Kayhan Demir İmaj

ve

Küfür

Kitapları

36 -1

-

Şaban

38

Öztürk

Ateşkes: Zorlu Bir Yolculuğun Öyküsü Veli Göktaş

42

Haber/Yorum Tavır

44

Aylık Sanat Dergisi İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Vay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır. Sahibi İrşad Aydın Taksim Ayşe Nil Halk Kütüphanesi İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı Saadet Apt.4/2 Beyoğlu Abone Koşulları (6 aylık) 900.000.-TL (1 yıllık) 1.800.000.:TL

Yazıişleri Müdürü Yasin Ali Türkeri İzmir İdil Kültür Merkezi 863 5. No: 23/2 Kemeraltı

Yazışma Adresi İdil Kültür Merkezi Dereboyu C No: 110/55 Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 261 32 19 Adana İnönü C. Aydın İşhanı No:505

Hesap No: (TL): 1116-317930 Satılmış Lüker İşbankası Ortaköy-İstanbul (DM): 1116- 250114 Satılmış Lüker İşbankası Ortaköy-İstanbul

Okmeydanı Okmeydanı Halk Kültür Merkezi Piyalepaşa C. No: 148

Antakya Cumhuriyet M. Gündüz C Murat S. Bakırcı Psj. No:8 Tel: (326) 214 01 15 Ofset Hazırlık Tavır Yayınları

Almanya Hagedorn str. 15 47169 Duisburg Tel:(00 49 203) 40 11 26 Baskı Oruç Matbaacılık


TAVIR'dan HAFIZALARIMIZIN BİZİ YANILTAMAYACAĞI kadar az bir süre geçti aradan. Topu topu iki yıl... Binlerce yıllık insanlık tarihini göz önüne aldığımızda, "dün gibi hatırlarım" bile denemeyecek kadar az... İki yıl önce Anadolu ve dünya halkları, "yeni insan"ın ete-kemiğe bürünüşüne tanık oldular. Dedelerimizin, ninelerimizin, aklimiz ermeye başladığı günden itibaren kişiliğimizde yoğurduğu erdemler, "yeni insan"ın kişiliğinde daha da bir görkemlileşti. Sayfalar dolusu yazılarla anlatmaya çalıştığımız "yeni insan"ı, kelimelerle ifade edebiliyoruz artık. Berdan oldu, İdil oldu artık onun adı. İlginç, Yemo, Müjdat oldu... Görkemli sakalım elinin ayasıyla avuçlarken Bedrettin, gözlerini dikmiş bakıyordu size. 69 gün boyunca, bir an olsun ayırmadı gözlerini üstünüzden. Ve yüzyıllar öncesinden saldı selamını: "Ölümü yen, gel hele!" Hakikat Savaşçıları'nın sımsıcak elleri değdi ellerinize. Apo, Haydar, Fatih ve Hasan taktı alınlarınıza kızıl bantları... Sizi anlatırken, kalemlerimiz ne kadar da kifayetsiz kalıyor. Tarihin bile, önünde saygıyla eğildiği eyleminiz karşısında bize düşen, dilimiz döndüğüme sizi anlatmaktır. Dergimizin bu sayısını, '96 Ölüm Orucu'nda şehit düşerek boran fırtınası yaratanlara adıyoruz. Ecel kuşunu yerden yere çalan boranlarımıza özgür vatanı, al bir gelinlik içinde sunmak, boynumuzun borcu olsun... Koca bir çınar devrildi, bundan beş yıl önce bu ay. Onyılları ardı ardına deviren ve onca acıya rağmen inatla atan. kalbi, Sivas Katliamı'na dayanamadı Rıfat Ilgaz'ın. Tıpkı, Şili'de cunta tarafından katledilen Allende'nin hemen ardından, "O'nu öldürdüler" diye sayıklayarak ölen Pablo Neruda gibi... "Onurlu aydın" kimliğinin ülkemizdeki köşe taşlarından biri olan Rıfat Ilgaz ustamızı saygıyla anıyoruz. Dünyanın diğer ülkelerinde de can buluyor "onurlu aydın" kişiliği. Sergei M. Eisenstein da bu kişiliğin sinemadaki mimarlarından biri... Bütün yeteneğini ve bilincini Sovyet yurdunun sanatçısı olmaya adamış bir sinema yönetmem ve kuramcısı... Sinema kuramından kişiliğine kadar kendine rehber edindiği MarksizM-Leninizm, bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. "Kültür" konusunu tartışıyoruz dergimizin bu sayısında. Yiğit Tuncay, gelecek sayımızda da devam edecek olan yazısında "kültür"ün nasıl oluştuğuna ve gelişimine değinirken, bir diğer yazımızda da, emperyalizmin, ülkemiz aydınları üzerinde uyguladığı kültürel kuşatmayı ve dayatılan yoz-kozmopolit kültür karşısında arınmanın tek yolu olarak bu kuşatmayı parçalamak gerektiğini anlatıyoruz. İbrahim Karaca'nın kaleme aldığı "Terörizm" adlı yazı ile, emperyalizmin bombardımanı sonucu beyni dumura uğrayanlara bir çift sözümüz olacak. "Terör"ün ne olduğu ve "Terörist'"in kim olduğu konusunda kafası fena halde karışık olanların kafasını, bu yazıyla bir nebze olsun açabileceğimizi düşünüyoruz. "Yeni insan"ın en güzel tarifi olan İdil'imizin verdiği güçle çıkarıyoruz dergimizi. Her aşamasında hissediyoruz O'nun sımsıcak varlığını. Ve O'nun tuttuğu ışıkla ulaşıyor dergimiz sizlere. Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere...

Dostlukla... 2


PERSPEKTİF

tavır

YENİ İNSAN VE

ÖLÜM ORUCU Yeni insanın en güzel tarifine, Ayçe İdil'imize...

Y

eni... Eski olanın kar­ şıtı; üretilen, yeniden biçimlendirilen... Ye­ ni... Nitelik olarak bir değişim, bir dönü­ şüm... İnsanın yenisi, yani "Yeni İnsan", yani eskimiş olanın karşıtı; yeniden biçimlenen, nitelik olarak değişen, devrimin motoru, hedefi olan insan... Çürümenin, yozlaşmanın çepe­ çevre kuşattığı dünyamızda bir kez daha anlatıyoruz "Yeni İnsan"ı. Hem de Ölüm Orucu gibi tarihsel bir eylemliliğin ikinci yıldönümün­ de. Neden Yeni İnsan ve Ölüm Orucu Direnişi... Yeni, yenilenme sadece terimsel olarak bir eskimişliğin karşıtı değil­ dir. Yenilenme, bir arınmadır. Yeni­ lenme, yalın bir ifadeyle değişim ve dönüşüm değil, devrimci bilinç ve irade etkinliğidir. Bu etkinliğin so­ nucu olan bir gelişmedir. Esas unsu­ ru da insan ve onun iradesidir. Toplumların, halkların gelişimi sıradan ve kendiliğinden bir seyir iz­ lememiştir. Bu, tarihin hiçbir döne­ minde böyle gelişmemiştir. Ne bur­ juvazi, ne de devrimciler tarihin akı­ şını bîr köşeye çekilip izlememişler­ dir. Her kutup, bu akışı sınıfsal çı­

kartan gereği kendi lehine çevirme­ ye çalışmış, bunun için mücadele et­ miştir. İşte bu mücadele, bir yeni­ lenme ve değiştirme mücadelesidir aslında. Burjuvazinin terimindeki "yenilenme", öznel bir ifadedir ve özünde burjuvazi, yenilenmenin önünde sürekli engeldir. Fakat, 1980'lerin sonunda dünyada yaşa­ nan sosyalizmin tasfiyesi sürecinde adeta gerçekler ters yüz edilmiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist ide­ ologlar, dünyada devrimcilerin, dev­ rimi sahiplenenlerin ne kadar tutu­ cu, muhafazakar olduklarından, bur­ juvazinin çağdaşlığından, yenilen­ meyi esas almasından dem vurmaya başladı. Bu ideologların propagan­ dası, ilk elde destekçilerini buldu. Burjuvazinin çanağından beslenen­ ler, eski tüfekler, devrim düşmanları bu söylemi korolaştırdılar. Bu, bili­ min başaşağı çevrilmesinden başka bir şey değildir. Artık damga vurul­ muştu; devrimciler muhafazakar, burjuvazi ilericiydi. Muhafazakarlık ve devrimcilik hangi durumlarda yanyana gelir? Tartışılan, devrimin varlığı ve gele­ ceği ise devrimciler, sonuna kadar tutucudur ve bu mevziyi "muhafa­ za" etmek için her türlü bedeli öder­ ler. Bunun dışındaki durumlarda ise devrimcilik, toplumsal sürecin ve dinamiklerin geliştirilmesi ve kitle­

sel bir iradeciliğin hakim kılınması­ dır. Bu iradeciliğin hakim kılınması, insana dayalıdır ve bu, bir yenilen­ meyi gerekli kılar. Bu yenilenme ol­ maksızın toplumsal iradenin oluş­ ması ve hakim kılınması mümkün değildir. İşte burada "eski''nin "ye­ ni" ye direnişi sözkonusu olacaktır. Kıyasıya mücadele bundan sonra başlayacaktır ve yenilenme biç de öyle kolay ve bedelsiz olmaz. Bu zorluğundan dolayı burjuvazi, asla yenilenmez ve eski olanda ayak di­ rer. Emperyalist ideologların propa­ gandaları, en başta bu yanıyla çü­ rüktür. Her yenilenme adımı, yem gele­ cek adımların da habercisidir. Eski­ yi korkutan da budur. Ama yenilen­ me adımları bir yerde durdu mu, ge­ rileme de kaçınılmaz olur. Bu yanıy­ la ele alındığında yenilenme daima çatışmalar, hesaplaşmalar, muhase­ beler sürecidir. Bunlardan zaferle çıkma sürecidir. Zaferlere ara veril­ diğinde pusuya yatan "eski" ye mu­ hakkak gün doğacaktır. Yeni nisan olmanın ilk koşulu yenilenmekse eğer, yeni insan ola­ rak kalmanın koşulu da; yenilenme­ yi insanın kendisinde hakim ve iradi kılmasıdır. Sonraki aşamada da dı­ şındaki sürece müdahale edebilme­ sidir.

3


Yeni İnsan, Uzlaşmazdır Eski olan, eskiliğinde biçimsel olarak ısrarcı değildir. Onun ısrarcı­ lığı kültürüne yöneliktir, yoksa bi­ çimsel olarak "yenilenme" ye açık­ tır. Buradaki biçimsel ve yüzeysel değişimler de yine burjuvazinin iradeciliğiyle oluşmaktadır. Bu, toplu­ ma yeni bir şey gibi sunulmaya baş­ landığı noktada "gerçek yeni" kılı­ cını kuşanır. Bu biçimsel değişime en acımasız darbe vurulmazsa, yüz­ yılların iktidar tecrübesine sahip burjuvazinin yeni ile eskiyi er ya da geç uzlaştırması kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz sona, en başta eski ola­ nın biçimsel değişimine inanmak durumunda kalan halk katmanları tabi olacaktır. "Yeni", uzlaşmaz ol­ mazsa "eski"nin galibiyeti kaçınıl­ maz olacaktır. Yeni olmak, sürekli olmakla özdeştir. "Yeni İnsan, işe kendinden baş­ larken, dışındaki sürece de müdaha­ le edebilmelidir" demiştik.' Yani, halkın her kesimini kapsayan, katı­ lımcı, üretken, paylaşımcı, eşitlikçi, mücadeleci, fedakar, özverili bir kültür yaratma uğraşı verir. Bu, bir halkı yeni bir kültürle donatmakla mümkündür. Bunun temel yolu da en örgütlü ve en güçlü hareketlilik­ tir, yani devrimdir. Devrim denilen

4

organizasyon, yeni insanların başla­ tacağı bir hareketliliktir ve bu yanıy­ la değerlendirdiğimizde, yenilenme yani eğitim tam da bugünün sorunu­ dur. Devrim, en başta devrimcileri daha fazla yenilenmeye, "Yeni in­ san" olmaya zorlar. Buna ayak direyenler, öyle ya da böyle devrim mü­ cadelesinin dışına düşerler. Ölüm Oruca ve Yeni İnsan Ölüm Orucu, halkın mücadelesi­ nin büyüyen örgütlülüklere kavuştu­ ğu günlerde, egemenlerin şiddetli saldırılarına karşı hapishaneler cep­ hesinden halkın savunulmasıydı. Bu sadece bir savunma değil, bir saldırı biçimiydi de aynı zamanda. Eylemi doğuran sonuçların tahli­ li bir yana, eylem biçiminin şekillenişi ele alındığında yeni insan olma mücadelesinin seyri çıkar karşımıza. En gerici, en reformcu çevrelerin hakim kılınmaya çalışıldığı yerde, insan iradesiyle politik sürece dam­ ga vurulmuş, "Yeni İnsan", yenilen­ me yönündeki adımını zaferle so­ nuçlandırmıştır. Yukarıda üretkenliğin, fedakar­ lığın, özverinin, paylaşımın, "kendi için olandan" başka şeyler için de mücadele edebilmenin hakim oldu­

ğu bir halkın yeni bir halk olacağını belirtmiştik. "Yeni, uzlaşmazdır" demiştik. İşte Ölüm Orucu Savaşçı­ larını kültürel olarak şekillendiren, bu ruhtur. Bu ruhla yola çıktıkları için, büyük bir irade savaşı vermiş­ ler, bedenlerini bir silah gibi kullan­ mışlardır. Kapitalist üretim biçimin­ de hakim kılınmak istenen "yaşa­ mak için her yol mübahtır" felsefe- • sini yıkmak için, "yaşatmak" felse­ fesi temel alınmış ve bu uğurda ölü­ mün bile küçültülebileceği gösteril­ miştir. Böylesi bir tarz, yeni insanı oluşturan maya olmadan mümkün değildir. Bu maya, devrimi ve yeni­ leşmeyi yaratacak olan güçtür. Bedreddin felsefesini incelediği­ miz zaman karşımıza bir "çile" ol­ gusu çıkar. Çile, katıksız geçen gün­ lerdir. Çile, ruhun arınmasıdır, terbi­ ye edilmesidir, yenilenmesidir. Ölüm Orucu da bu yanıyla benzer­ dir. Yenilenmek; yoldaşlığı, paylaşı­ mı, üretkenliği hücrelerine dek his­ setmektir. Kapitalizmin insan ruhu­ na aşıladığı kir ve pastan arınmaktır. Kısacası; yenilenmenin köklü adımlarındandır. Yemlenmenin ön adım­ ları olmadan hiç kimse bu köklü adımları atamaz. Çatışmalarla mu­ hasebelerle geçen süreçlerden kesin zaferler alınmadan köklü adımlar at­ mayı hayal edenler sarsılırlar, sen­ delerler. Bu, kaçınılmazdır. Yenilenmek, Devrimdir İnsan ruhuna işleyen bencillik, korku, ön yargı, acımasızlık, adalet­ sizlik gibi yozlaşmanın sonuçlarıyla oluşan "değerler", "Yeni İnsan"'la vicdanlardaki oluşan kirlenmeyi sö­ küp atacaktır. "Yeni İnsan"la oluşan kültür; yaratıcılıktır, üretkenliktir. Paylaşımdır yani; güzel olandır. İşte anlatmak istediğimizin özcesi bu­ dur. İşte eski ve yeni olanın yüzyıl­ lardır süren müthiş ve kanlı savaşı, bu iki olgudan hangisinin iktidar olacağı üzerinedir. Yeni İnsan, sadece kendisiyle savaşmaz. Yeni İnsan'ın en somut savaşı, kapitalizmin kültürüne yöne­ liktir. Bu savaş süreci, aynı zamanda yenilenme sürecidir. •


ŞİİR

barış yıldırım

gözyaşının hükmü yok süvari yüreklerimize Gözyaşlarını birikmiş pınarlarına ağlamak dünyanın en kolay işi şimdi Biri bir öyküden bahsetse bana, bir türkü dinlesem radyodan, günün öfke ya da sevgi, farketmez. Her güzellik ağlatabilir beni Gece 01.30 da geldi haber, Buca'nın bir açlık gecesiydi Ranzalarda yatanlar, birazdan "Günaydın Yoldaşlar" denecekmiş de uyanıvereceklermiş gibi aynı huzursuz alışkanlıkla bu haberi bekliyorlardı sanki 64. gün açlık gecesiydi Buca 'da Haber 01.30 da geldi "Elimize ulaşan ve kesin olmayan bilgilere göre nokta nokta cezaevlerinde ... " Bir gecede altı ölü! Nasıl ödeyecekler bu bedeli? Hesabını nasıl verecekler bunun? Ben bu soruyu bir kez daha sormuştum. Yine yatıyordum böyle boylu boyunca Ama ellerim ensemde kenetli gözlerim tavana dikili değildi Ayaklarımdan kelepçelenmiştim bir hastane sedyesinin demirlerine Ardarda üç isim saydı yan sedye Ah! Keşke kurşun olsaydı sesim hançer olsaydı zehir olsaydı Ve ben böyle kelepçeli böyle yaralı bir hayvan gibi kan içinde ve tutsak olmasaydım Sorsaydım bu hesabı

ellerimle, sesimle kimseye bırakmasaydım Gözyaşlarım birikmiş pınarlarına Ağlamak dünyanın en kolay işi şimdi Belki de en zor işi Yağmuru hapseden buluta rüzgarı kesen kayaya ışığı tutsak eden geceye bile düşmanken biz, yasakladık ağlamayı kendimize. Oysa ne güzeldir ağlamak bir hasret gecesinde memleket türkülerine... Ama işte şahlanmışsa acının yılkısı öfke kısraklara binmiş, dörtnala koşuyorsa gözyaşının hükmü kalmaz süvari yüreklere. Ateş kurşun zafer sevdası kurutur göz pınarlarımızı Ve biz neredeyse kudurarak bu sevdadan ve yine de kıpırdatmadan kılımızı gecemize ateş gibi düşecek yeni haberler bekleriz. -Belki uzaktan gelir belki yanıbaşımızdan. Tespih taneleri gibi çekeriz Açlık taneleri gibi çekeriz Açlık, ölüm ve direniş günlerini. Not: Buca'nın 64.üncü açlık gecesine gelen haber henüz doğrulanmadı; ama bekleyişin ardının ölüm ve zafer haberlerine döneceği kesindir.

23 TEMMUZ 1996 Saat: 05.00-06.40

5


51'inci Gün Notları Açım, bin yıllardır aslan ağzında, kurt boğazında ekmeğim, gırtlağım kanıyor susuzluktan. Irmaklar kandırmaz tarlalar yetmez Ne dört başı mamur bir şölen sofrası, ne rakının iyisi, ne şarabın hası dindirmez susuzluğumu, doyurmaz beni. öyle çok kavruldum ki bozkır sıcaklarında çöl ikindilerinde öyle bunaldım ki, serinlemem fırtınalarda, kanmam okyanuslarla. Öyle açım, öyle açım ki bugün, ne umutlu yarınların sohbeti, ne sıcacık bir selam, ne toprak testilerde ıpılık düşman kanı Hiçbiri... Ancak zafer doyurur açlığımı... 2 TEMMUZ 1996

58'inci Gün Notları Havada barut kokusu havada benzin tadı havada bıçak ağzı Elimi uzatsam kanım akacak, benzin kanımı tutuşturacak hava alev alıp patlayacak... 2. Bir armağan vermek istiyorum size dokunacak parmaklarım radyodaki kızın gözyaşlarına Havada kesif bir öfke hissedebiliyorum ellerimle Yoldaşlar ateşi verdiniz siz bizim ellerimize yangınları parmaklarımızla tutabiliyoruz şimdi. Daha kucaklamadan siz ölümü gördünüz ektiğiniz tohumun yeşerdiğini... 19 TEMMUZ 1996

6


MAKALE

ibrahim karaca

TERÖRİZM*

B

aşlığı okuyunca, kültür-sanat sayfaları için ilgisiz bir konu olduğunu düşündü­ nüz belki. Ancak, amacımın bir siyaset bilimcisi gibi ders vermek olmadığını söylemiş olayım. Uzun zaman önce okuduğum bir yazı, kafamda bazı soru işaret­ leri yaratmıştı ve o yazı da bir sanat dergisinde yayınlanmıştı. Bu yazı­ yı okurken derginin kenar boşluk­ larına bazı notlar almıştım. Bu not­ larla karşılaşınca yeni ilaveler yap­ tım ve okumakta olduğunuz bu ye­ ni yazı ortaya çıktı. Bana esin kay­ nağı olan yazının başlığı da "Terö­ rizm" idi. Yazan ise Mehmet Fuat. (Adam Sanat dergisi, Aralık 1993, sayı 97) Mehmet Fuat, özetle şöyle di­ yordu: "Güç, kullanılarak, savaşarak, kan dökerek bir ülkeyi denetimine almak, doğru olduğuna inandığı yaşam biçimini bir topluma zorla yerleştirmeye çalışmak ne sonuç verir? Devrimci terörü düşünelim.

Devrim yapmak, bir ülkedeki yerle­ şik düzeni değiştirmek istiyorsu­ nuz. Yapmak istediğiniz değişikliğe güç kullanarak karşı koyacakları­ na göre, siz de güç kullanacaksınız. Karşılıklı terör uygulanacak. Karşı devrimciler var, umduğunu bula­ mayanlar var, yağmacılar, çoğul­ cular, çıkarcılar var. Karşı devrimcilere göz açtırmamak gerek. Bildi­ ğiniz, güvendiğiniz, inandığınız tek yöntem var: Terör... Korkutma, Ürkütme... Yıldırma... Çünkü kurduğumuz düzenin temelinde kan var, öfke, nefret, intikam duyguları var. Çünkü siz bir. savaşçısınız. Siz insanların mutlu­ luk içinde, özgürlük, adalet, eşitlik içinde, sevgiyle paylaşarak yaşa­ yacakları bir dünya kuramazsınız. Siz insanların iyiliğim onlar adına biçimlendirip ellerine vermek, düşürmesinler diye de bileklerinden tutmak istiyorsunuz. Elde silah, 'mutlu olsanıza ulan eşşoğlu eşek­ ler' diye kimsenin' mutluluğa ulaş­ tırılabileceğine inanılmaz. Terörün mantıkla Bir ilgisi yok, ama devrimciliğin var. Devrimci, belli bir amaca yöneliyor, o amaca giden yolda terörden yararlanmak

istiyor... Ama bakıyor ki terörden kurtulamaz olmuş. Kısacası, dev­ rimci de mantıksızlaşıyor. Artık ge­ ri dönemiyor." Toplumsal hareketlilikler ve toplumsal uyanış boyutlandıkça, bir anlamda bu hareketlenmeyi estetize eden edebiyatçılar-sanatçılar, aydınlar bu uyanışın insan boyutu­ nu güçlendirirler. Bir anlamda süz­ geç görevi görürler. Hem toplum­ sal uyanışın kendisi hem de bu uyanışı örgütleyip boyutlandıranlar, bu toplumca aydınlar, sanatçı­ lar tarafından üretilen sanat eserle­ ri Sayesinde kaba yönlerinden arı­ nırlar, devrimci hareket ve yükseliş kendi doğal akışında-hızında de­ vam eder. Çevremizde, toplumda, dünya­ da bazı gelişmeler bir çok kez şid­ deti de barındırır. İnsanlar etkile­ nir, korku boyutlanır. Korkuyu boyutlandıran soğuk ya da sıcak şiddetin insanların beynine-bilincine yansımaları da farklı olur. İrdelemesi yeterince yapılma­ dan uluorta kullanılan laflardan bi­ ridir. "terörizm" veya "terörist" lafı. Olmayan bir şeyin ifadesi de­ ğil tabi bu. Dünyada bol miktarda 7


var. Peki, sorun ne? Sorun; topluma, dünyaya ve in­ sana nereden bakıldığına bağlıdır. İlkel bir taraf tutma veya ilkel bir reddetme mantığıyla yaklaşıp yak­ laşmama sorunudur. Bu durumda, bir tarafın (genellikle güçlü ve ege­ men olan tarafın) anlayışını tekrar­ lamış olursunuz. Oysa hayat, çağ ve insanlık tarihi, toplumda zaman zaman dalgalanmalar yaratan, ama içinde şiddeti de barındıran her ge­ lişmeye "terörizm" şablonunu yapıştırmamayı öğretmiş olmalı bize. Tıpkı zulüm düzenine karşı her tür­ lü saldırının mübah olduğunu dü­ şünen bir anlayışın terör virüsüne yakalandığını anlayabileceğimiz gibi. Halk dilinde, "ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranabildi" diye bilinen bir söz vardır. Hayatı bilince dö­ nüştürme gibi kaygılar taşıyan, in­ sanın gerçekten insan gibi yaşaya­ bileceği bir toplum düşleyen insa­ nın Musa'ya ya da İsa'ya yaranma gibi bir derdinin olmaması gerekir. Beyninin merkezine insanı koyan, insan için ekmek, gül ve özgürlük düşleyenlerin buna ihtiyaçtan var­ dır. Korumacılık yöntemi, iyi bir yöntem değildir. Her koşulda sal­ dırma, olumsuzlama, dışlama yön­ temi de öyle. "içinde şiddet var, eylem var, öyleyse kötüdür" yakla­ şımı ne kadar yanlışsa, tam tersini söylemek o denli yanlıştır. Mehmet Fuat'ın yazısını bir bü­ tün olarak okuduğumda katıldığım bazı yerlerin olmasına karşın, ede­ biyata bu kadar yakın olan bir insa­ nın salt "kaba hümanist" duygu­ larla böyle bir yazı yazabildiğine şaşırmıştım. Dünyadaki her dev­ rimci yükseliş, doğal olarak güç kullanmak zorunda kalmıştır. "Güç kullanarak bir ülkeyi denetimine almak"tan söz ediyor yazar. Bura­ daki "güç"ün niteliği önemlidir.. Ayrıca denetime alman bir ülke de­ ğil, o ülkedeki sosyal yaşam seyri­ dir. O ülkenin yazgısıdır değiştirilmek istenen. Üretim ilişkileri ve bölüşümün niteliğini, şeklim, şid­ det kullanarak kurulacak bir top­ lum düzeninde yeniden oluştur­

8

mak, insana karşı kullanılan güç ile insan için kullanılan güç arasındaki farkı tanımlamaz mı? Her güç kul­ lanma eylemi, bir terör eylemi mi­ dir? Terör iktidarı oluşturmak ve varlığım teröre dayanarak sürdür­ meye çalışmak ile kurumlaşmış bir terör iktidarına karşı şiddeti de içe­ ren muhalif (devrimci) bir kalkış­ ma içinde bulunmak, sözkonusu ik­ tidarı ve devrimci muhalefeti "or­ tak paydada şiddet var" diye nite­ lik olarak aynılaştırabilir mi? Her

Dünyadaki birçok ulusal ve sınıfsal kurtuluş savası kendi edebiyatını-sanatını yaratmış, bu alanda çok önemli ve üst düzeyde örnekler verilmiştir. Baktığımızda, yazılan bu şiirlerde, yanlan şarkılarda, resimlerde veya çekilen filmlerde hep insanın o güzel gelecek özlemini görürüz. Bizzat ateşin içinden gelen insanların kuracakları (veya kurulmasına önayak olacakları) yarın, eskinin külleri üzerinde yükselecektir elbette.

iki tarafın uyguladığı şiddete de " t e r ö r " denilebilir mi?. Ama öyle şiddet olayları olur ki, kimin yaptı­ ğına bakmadan onun bir terör oldu­ ğunu söyleyebilirsiniz. Dünya'da örnekleri vardır. Kal­ dı ki, terör kavramını kullanmak için mutlaka fiziksel şiddetin olma­ sı da gerekmez. Herhangi bir şey­ den mahrum bırakma korkusu ya­ yarak gayri insani bir amaç için bo­ yun eğdirmek de terör sayılmalıdır. Zaman içine yayarak uygulanan asimilasyon, o halk için. " t e r ö r " demektir. Çünkü bu şekilde kendi köklerinden, kültüründen koparıl­

maktadır. Her güç kullanımı terör sayıla­ caksa eğer, "Anadolu toprakları iş­ gal altındayken ne yapılmalıydı?" şeklinde bir soru yöneltirsek, M. Fuat ne yanıt verirdi? Ege'de efe­ ler, Antep'te karayılanlar ve Urfa çeteleri direnmemeli miydi? Her şiddet hareketi terör sayılacaksa ve şiddet kullanarak mutlu bir toplum kurulamayacaksa, işgale karşı bir "yalvarma harekatı"mı başlatıl­ malıydı? Şiddete başvurmak terör sayılacaksa, başvurana da "terö­ rist" denilecek doğal olarak. Bıra­ kalım, geçmişte İsrail, Yaser Ara­ fat için; Güney Afrika'da ırkçı yö­ netim, Nelson Mandela için; Ceza­ yir'deki yönetim, Ahmet Ben Bella için; Vietnam'daki işbirlikçiler ve ABD, Ho Chi Minh için; Küba'da Batista diktatörlüğü, Che ve Fidel için; işgal güçleri ve manda yanlı­ ları M. Kemal için "terörist" de­ miş olsunlar. Tarih kimin ne oldu­ ğunu gösteriyor: ABD yönetimi Vietnam'ı, "hür dünyanın düşmanı" olarak ilan et­ mişti. Vietnam'da vatanları için çarpışan gerillalar birer teröristti onlara göre. Gerçekte kimdi terö­ rist? "Hür" dedikleri dünya, hangi dünyaydı? Hiç sormadılar mı ABD'ye: "senin orada işin ne?" diye. Fransa yönetimi ise Ceza­ yir'in bağımsızlığı için mücadele edenleri "eli kanlılar" olarak yan­ sıtıyordu. Onlar, Fransa'nın toprak bütünlüğünü tehdit ediyorlarmış. Cezayir topraklarını savunmak, Fransa'nın toprak bütünlüğünü teh­ dit ediyormuş yani. İnsanın tabi­ iyeti ne olursa olsun, kendi halkı, için istediklerini diğer halklara çok görmemeli. Anadilini öğrenmek geliştirmek için; değil okul, dersane bile açılmayan bir halkın varlığı sizi rahatsız etmeli mi, yoksa, "iş ararken Fransızca daha geçerli" gibi bir yanıt mı vermelisiniz? " T e r ö r " denilen şey üç-beş yerde patırtı çıkartmak mıdır yalnızca? Muhalif basına yönelik şiddete "te­ r ö r " demeyecek misiniz yoksa? "Devrimci, belli bir amaca gider-


ken terörden yararlanmak istiyor. Ama bakıyor ki terörden kurtul­ amaz olmuş. Kısacası, devrimcide mantıksızlaşıyor" öyle mi? Ne ka­ dar da sığ ve zorlama laflar bunlar. Devrimci, terörden yararlanmaz. Terör, devrimci için bir yöntem de­ ğildir. Devrimcinin uyguladığı şid­ dete "devrimci şiddet" derler ki, bildiğimiz terörle hiçbir akrabalığı yoktur. Dünyadaki birçok ulusal ve sı­ nıfsal kurtuluş savaşı kendi edebiyatını-sanatını yaratmış, bu alanda çok önemli ve üst düzeyde örnekler verilmiştir. Baktığımızda, yazılan bu şiirlerde, yazılan şarkılarda, re­ simlerde veya çekilen filmlerde hep insanın o güzel gelecek özle­ mini görürüz. Bizzat ateşin içinden gelen insanların kuracakları (veya kurulmasına önayak olacakları) ya­ rın, eskinin külleri üzerinde yükse­ lecektir elbette. Siz istediğiniz ka­ dar "terör bağımlısı" olarak kabul edin, o insanlar herkesten daha bü­ yük bir heyecanla savunmaktadır­ lar geleceği, özgürlüğü, dünyayı, hayatı ve insanı. Özgür bir ülkeyi onlar daha çok hissederler ilikle­ rinde. Ve gerçek barışın anlamını onlar bilirler. Değerinin de... "Şid­ det kullanan bu adamlar, nasılsa bugünden daha iyi bir yarın kura­ mazlar" yargısıyla hareket ederek hiçbir sömürü düzenine karşı çıka­ mazsınız. Kurulacak olan yeni top­ lum düzenine ait işaretleri, bizzat mücadeleyi yürütenlerin halk ile kurdukları ilişkilerde görmek mümkündür. Size düşen bir şey var yalnızca: Bunu görebilmelisiniz, görmeyi istemelisiniz. Edebiyatçı kişiliğinizle bu sıcak-candan-çıkarsız ilişkiyi derinleştirmen, estetize etmelisiniz. İşte o zaman, kurula­ cak yarına ilişkin duyduğunuz kay­ gılar sıfıra yaklaşacaktır. ABD, zaman zaman dünyadaki terörist devletlerin ve örgütlerin listesini yayınlar. ABD sizi bu "antoloji"ye aldıysa eğer, "yandı­ nız" . Kahrolmaksınız. Bütün geliş­ miş, "uygar" ülkelerde adınız "terörist"e çıkacak çünkü. ABD'nin

tekerine çomak sokmayı reddedi­ yorsanız, siz mutlaka teröristsiniz. Bir kaç yıl önce Cenevre'de dü­ zenlenen bir toplantıda, Hafız Esad'ın, Bili Clinton'a söyledikleri şöyleydi: "Kendi ülkesini kurtar­ mak için işgalci İsrail ordusuna karşı savaşan Filistinli bir genci nasıl terörist olarak nitelendirebi­ lirsiniz? O genç, terörist değil, öz­ gürlük savaşçısıdır. Eğer bu genç teröristse, Amerikan kurtuluş sava­ şını da terörizm olarak nitelendir­ mek gerekir. İşgalcilere karşı sa­ vaşmadınız mı? George Washing-

Baskıya ve sömürüye karşı mücadele ediyorsunuz. Mücadele, şiddeti de içeren bir hal aldı. Siz, toplumsal kurtuluş düşünü kutsal bir amaç olarak düşünüyorsunuz. Devrimcisiniz. Kullandığınız araçlar ve seçtiğiniz yöntem, amacınız kadar temiz değilse eğer, o amaçtan adım adım uzaklaşırsınız. İş gelir, basit bir kan davasına dönüşür, orada kilitlenir. Ne sizin devrimciliğiniz kalır, ne de verdiğiniz kavganın haklılığı, meşruluğu. Devrimci, hangi hareketinin hangi haneye yazıldığını iyi bilendir. ton ve arkadaşları terörist miydi?" Baskıya ve sömürüye karşı mü­ cadele ediyorsunuz. Mücadele, şid­ deti de içeren bir hal aldı. Siz, top­ lumsal kurtuluş düşünü kutsal bir amaç olarak düşünüyorsunuz. Dev­ rimcisiniz. Kullandığınız araçlar ve seçtiğiniz yöntem, amacınız kadar temiz değilse eğer, o amaçtan adım adım uzaklaşırsınız. İş gelir, basit bir kan davasına dönüşür, orada ki­

litlenir. Ne sizin devrimciliğiniz kalır, ne de verdiğiniz kavganın haklılığı, meşruluğu. Devrimci, hangi hareketinin hangi haneye ya­ zıldığını iyi bilendir. Zaman zaman dünyanın bazı merkezlerinde işkence aletleri fuarı düzenlenir (müze değil). Fuar, bi­ lindiği gibi bir pazara dönük olarak organize edilir. Bu fuarlara birçok ülkeden yöneticiler katılırlar. Ülke­ lerine döndüklerinde ise sorulan sorulara böyle bir fuardan haberdar olmadıklarını söyleyerek cevap ve­ rirler. Siz de inanırsınız. Yutarsı­ nız. Soma, "örgüt üyesi" diye gö­ zaltına alınan insanları okursunuz gazetelerden. "O çocuğu sana do­ ğurtmayacağız, polis çocuğu do­ ğurmak ister misin?" diyerek taz­ yikli su sıkıldığını, çırılçıplak so­ yulduğunu, falakaya yatırıldığını, askıya alındığını okursunuz bir an­ ne adayının. Birden kendinizi onun yerine koyarsınız. Askıda olan siz­ siniz artık. Göğüslerinize elektrik verildi, belinize basıp karnınızı yumrukladılar. Bayıldın. Kendine geldiğinde kanamayı hissettin ve çocuğunu düşürdün. Henüz birbuçuk aylıktı. Belki de o sırada tele­ vizyon haberleri veriyordu. "köy basan teröristler çocukları öldür­ düler" . Adli tıpa gittin, doktor darp izlerine bile bakmadı. "Bebeğimi düşürdüler, kanamam devam edi­ yor" dedin ve yanıtını aldın: "Bu­ nu niye söylüyorsun, sizin amacınız polisi karalamak". Öyle ya, sen bir "teröristsin. Tahlil yaptırdın, so­ nuçlarını almaya gittin, kayboldu­ ğunu söylediler. Savcılığa suç du­ yurusunda bulunman bile engelle­ niyor. Diyelim ki etkili isimler buldu­ nuz, olayın üstüne gittiniz. Aldığı­ nız en doyurucu yanıt nedir? "Bun­ lar münferit olaylardır. İşkence bir devlet politikası değildir." Karakollardaki o aletler kimin demirbaşıdır? İşkenceciler o aletleri evden mi getiriyorlar? O aletleri indirimli satışlardan mı aldılar? Yoksa onlar gökten zenbille mi indiler? Belki de öyledir gerçekten, kimbilir... 9


BİYOGRAFİ

sefa altın

100. doğum yıldönümünde

sinemada sovyet devrimi'nin mimarı

Sergei

M.

EİSENSTEİN

D

evrim başarılmış, sos­ yalizme giden yol düzlenmiştir. Artık, devrimi dünyaya an­ latmalı, propaganda­ sını en iyi şekilde yapmalıdır. Dünyada devrimler çağını baş­ latan Ekim Devrimi'nin muzaffer komutanı V.İ. Lenin, devrimin ar­ dından gösterir hedefi: "Sinema, bizim için sanatların en önemlisidir." Ve 1919'un 27 Ağustos'unda devrim, sinema için start verir. 1919'dan '24'e kadar süren ha­ zırlık döneminde, üç okulda yetiş­ miştir Sovyet yönetmenleri. Bunlar; Lev Kuleşov'un "deneyliği", Trauberg, Kozintsev ve Yutkeviç'in "Ayrıkçı Oyuncu Okulu" ve Dziga Vertov'un "Kinoks"udur. Bu döne­ min en önemli ürünleri arasında şu filmleri sayabiliriz: Aleksandr Razumni'nin Gorki'den uyarladığı "Ana" (1920), Vsevolod Pudovkin ile Vladimir Gardin'in birlikte çektiği "Açlık...Açlık...Açlık..." (1921), Kule­ şov'un "Bay Batı'nın Bolşevikler Diyarındaki Akla Durgunluk Veren Serüveni" ve Protazanov'un "Aelita" sı.

10

Bu dönem Sovyet sinemasında, birbirinden değişik kuramlar ortaya atıldı. Bu kuramlar arasında, Dziga Vertov'un Kino-glaz'ını (sinemagöz) anmadan geçmemek gerek. Vertov, kuramında, yaşamı belli bir ön hazırlık yapmadan, olduğu gi­ bi saptamak gerektiğini savunuyor. Sinemada oyuncu, dekor vb. öğeler­ den vazgeçilmesi gerektiğini savu­ nan Vertov, alıcının tamamiyle nes­ nel kalması gerekliliğine vurgu yapı­ yor. Bunun yanında Vertov da, yeni ve çok önemli bir öğe daha var: Kur­ gu. Vertov'a göre bir sinema eseri, nesnel olarak saptanan film parçala­ rını ölçüp biçerek, aralarında bağlan­ tı kurarak, seçme yapıp belli bir ritm sağlayarak oluşacaktır. Vertov bu kuramı ile, diğer ülke sinemalarındaki pek çok sinemacı üzerinde etkili olmuştur. 1924'ün sonlarına gelindiğinde ise, Sovyet ve dünya sineması, bir si­ nema dehası ile tanışacaktır. Tiyatrodan Sinemaya Sergei Mihailoviç Eisenstein... 1898'de, Letonya'nın Riga kentinde "merhaba" diyor dünyaya Sergei M. Eisenstein. Takvim yaprakları, Ocak'ın 23'ünü göstermektedir. Ba­ bası Mihail Osipoviç Eisenstein, Al­

man Yahudisi bir mühendistir. An­ nesi Julia İvanovna Konyetskaya ise, zengin bir Rus ailesinin kızı... 1906 yazında ailesiyle birlikte Paris'e giden Eisenstein, burada ilk kez sinema ile tanışır. Grevin" Müzesi'ndeki sinema, O'nu derinden etki­ ler. 1915'te Petrograd Üniversitesi Mühendislik Enstitüsü'ne giren Ei­ senstein, Ekim Devrimi'ni burada karşılar. 8 Mart 1917'de, Petrograd'da ge­ nel greve gidilmesi karan alınırken, aynı günler Eisenstein'ın hayatında­ ki dönüm noktalarından birine sahne olur. Eisenstein, Aleksandriski Tiyatrosu'nda Meyerhold ve Golovin'in sahneye koyduğu Lermontov'un "Maskeli Balo" adlı oyununu izler. "Yazgımı iki darbe çizdi. Önce Nezlobin Tiyatrosu'nun 1913'te Riga'daki turnesinde sahne­ ye koyduğu 'Turandot'. (...) Kendimi 'sanat'a vermek üzere mühendisliği bir yana bırak­ maktaki gizli kararımı belirleyen ikinci ve bu kez kesin darbe, Petersburg'daki eski Aleksandriski Tiyat­ rosu'ndaki 'Maskeli Balo' oldu." Ekim Devrimi'nin ardından, ül­ kede bir iç savaş başlar. Devrim ile


karşı-devrimin savaşıdır bu. Eisenstran, yönünü devrimden yana çevirir ve 18 Mart 1918'de üniversiteden bir grup arkadaşıyla birlikte gönüllü olarak Kızılordu'ya katılır. Tarihin ne garip cilvesidir ki; aynı dönemde Eisenstein'ın babası da karşı-devrimci Beyaz Ordu'ya girecek ve dev­ rimin zaferi üzerine Almanya'ya sı­ ğınacaktır. Kızılordu'da istihkamcı olarak görev yaparı Eisenstein, cephede ti­ yatro bölümüne girerek birliklere ti­ yatro yapar ve sokak tiyatrosu çalış­ malarına katılır. 27 Eylül 1920'de ordudan terhis olan Eisenstein, Proletkült Tiyatrosu'nda çalışmaya başlar. Dekorcu olarak girdiği Proletkült Tiyatro­ su'nda, kısa sürede yönetmenliğe yükselir. "Çarpıcılıklar Kurgusu" adını verdiği kuramın ilk nüvelerini de bu dönemde ortaya koyar. 1923 yılında, Mayakovski'nin yönettiği LEF (Levi Front İskustvo-Sol Sanat Cephesi) dergisinde, bu kuranım il­ kelerini açıklar. Bu yazı, Eisenste­ in'ın ilk kuramsal yazısıdır. Eisenstein'ın sinemacılığının, Proletkült Tiyatrosu'nda, Östrovski'nin "Her Akıllının Saf Yanı" adlı oyununu Mart 1923'te, Moskova'da sahnelemesiyle başladığı yönünde genel bir düşünce varsa da, O bunu kabul etmez. Eisenstein'a göre sine­ ma eğiliminin ilk belirtisi; bölümle­ rin gerçekliğini amaçlayarak, olayla­ rı en az bozulmayla göstermektir. Bu eğilim ise O'nda, 1920'de, Jack London'ın bir öyküsünden sahneye koyduğu "Meksikalı" adlı oyunda görülmektedir. Bu oyunda, bir boks karşılaşması sahnesi vardır. Oyunda bu boks karşılaşması, sahne gerisin­ de yer alacak, sahnedeki oyuncularsa, yalnız kendilerinin görebilecek­ leri karşılaşmadan duydukları coşku­ yu, karşılaşmanın sonucuyla ilgili kişilerin çeşitli duygularım yansıta­ caklardır. Eisenstein ise, boks karşı­ laşmasının, izleyicinin görebileceği bir şekilde verilmesini önerir. Öneri­ si kabul görür ve sahnenin tam orta­ sında kıran kırana bir boks karşılaş­ ması yapılır. Eisenstein'ın ise, bu

oyundaki resmi görevi; dekorculuk­ tur. Ardından, "Her Akıllının Saf Ya­ nı" ve "Moskova İşitiyor musun?" oyunlarıyla güçlenen bu eğilim, Tretyakov'un "Gaz Maskeleri" adlı oyunuyla Eisenstein'ı sinemaya fır­ lattı. Bunun nedeni; bir gaz fabrika­ sını konu alan bu oyunda, Eisenste­ in'ın, gerçek bir gaz fabrikasını ti­ yatro sahnesine taşımak gibi "il­ ginç" bir düşünceye kapılmış olma­ sıydı. "Araba devrilip parçalandı, sü­ rücüsü sinemaya yuvarlandı." Eisenstein'a göre, film özelliklerinin ikinci yönünü "kurgu" oluştu­ ruyordu. İlk kez "Her Akıllının Saf Yanı"nda kurguyu deneyen Eisens­ tein, daha sonraki tiyatro oyunların­ da bunu geliştirir. Eisenstein, ilk film kurgusu de­ neyimini, Ester Şub ile birlikte, Fritz Lang'ın "Kumarbaz Dr. Mabuse" adlı filminin yeniden kurgulanma­ sında gerçekleştirir. Bu yeniden kur­ gulama anlayışı, derleme film türü­ nün doğmasına yol açmıştır ki, bu türün yaratıcısı ve en büyük ustala­ rından biri, yine Ester Şub'tır. Yukarıda anlattığımız üzere, "Gaz Maskeleri" adlı oyunda gaz fabrikasını sahneye taşımayı beceremeyen(!) Eisenstein, ilk film çalış­ ması olan "Grev" de, "Gaz Maskele­ ri"ndeki sahnelemeyi beyazperdeye yansıttı. Ama film, Eisenstein'ın de­ yişiyle "kendisine yabancı olan su katılmamış tiyatroluk öğelerin içinde batıp çıkıyordu". Eisenstein, bunun hemen ardın­ dan, tiyatronun en önemli unsurla­ rından biri olan "öykü"yü de kaldı­ rıp atarak tiyatroyla ilişkisini tama­ men kesti. Burjuva sinemanın birey­ ciliğine karşı, beyazperdeye ortak­ laşmayı ve kitle devinimini yansıtan Eisenstein, burjuva sinemasındaki "birey kahraman" m yerine, kitleleri filmin kahramanı yapmıştır. Büyük Ekim Devrimi'nin, sinemada yarattı­ ğı devrimdir bu bir yerde. Filmde öyküye karşı gelişen bu kesin karşı duruşu şöyle açıklıyor Eisenstein:

"1924'te, büyük bir tutkuyla şöy­ le yazmıştım: 'Kahrolsun öykü ve olaylar örgüsü!'. O zaman devrimci sinemamıza karşı, neredeyse 'bir bi­ reycilik saldırısı' olarak görünen öy­ kü, bugün (bu yazı, 'Sovyet Sinema­ sı' dergisinin Aralık 1934 tarihli 12. sayısından alınmıştır-b.n.-) yepyeni bir biçimde, asıl yerini almaktadır. Öyküye doğru bu dönüşte, Sovyet si­ nemacılığının üçüncü beş yılının (1930-35) tarihsel önemi yatmakta­ dır." Öykünün tamamen reddi döne­ minin geçirilmesinin zorunlu oldu­ ğunu söylüyor Eisenstein. Çünkü O, genel kayram yolu açmasaydı, sine­ manın sonraki dönemlerinde istenen daha derin anlamlı "ortaklaşma için­ de bireylik" in giriş olanağı bulama­ yacağına inanıyor. Buradan yola çı­ karak, ileride anlatacağımız Aleksandr Nevski, Korkunç İvan gibi "ortaklaşma içindeki bireyler"in köklerini, Sovyet sinemasının bu çı­ kışında aramak gerektiği sonucuna varabiliriz. Velhasılı, "Grev" ile birlikte dünya sineması, bir büyük sinema dehasıyla tanışıyordu. "Grev"den bir yıl sonra çektiği filmle ise Ei­ senstein, sinema tarihine adını altın harflerle yazdıracaktır. Devrimin Beyazperdede Şahla nışı: POTEMKİN ZIRHLISI Pek çok filmde görmüşüzdür. Bir merdivenin basamaklarından gitgide hızlanarak bir bebek arabası iniyordur. Bebek arabası, kısa bir süre içinde yuvarlanarak inişe geçer. Bunların hepsi, "Potemkin Zırhlısı"ndaki "Odesa Merdivenleri" sahnesinin kötü birer kopyasıdır as­ lında. Çünkü bu sahne, ancak Ei­ senstein'ın gün geçtikçe geliştirdiği kurgu anlayışının içinde bir anlam kazanıyor. Eisenstein'ın, "Potemkin Zırhlısı"nda oluşturduğu muazzam kurgu diyalektiğinin içinden bebek arabası sahnesini koparıp aldığınız­ da, elinizde, belki göze hoş görünen ama hiçbir anlam taşımayan bir sah­ ne kalıyor. "Potemkin Zırhlısı", Odessa 11


kentinde, 1905 Ayaklanması'na ka­ tılan bir zırhlının hikayesini anlatı­ yor. Bir ayaklanmayı anlatmasına rağmen kesinlikle kaba slogancı bir anlatıma düşmeyen Eisenstein, tam aksine bir kurgu mucizesiyle izle­ yenlerin karşısına çıkıyor. Filmin, izleyiciyi adım adım belli bir hedefe sürükleyen kurgusu, son tahlilde devrimci bir coşku ve bilinç aşılıyor. Ekim Devrimi'nin yarattığı devrimci uyanışı "Potemkin Zırhlısı", dalga dalga tüm dünyaya yayıyor. Burada, filmin 21 Aralık 1925'de, Moskova'daki Bolşoy Ti­ yatrosu'ndaki ilk gösterimine ilişkin bir anıyı aktaralım. Eisenstein'm yardımcısı Grigori Aleksandrov'dan dinliyoruz: "Büyük bir titizlikle düzenlenmiş yıldönümü saati gelip çattığında, biz hala filmin kurgusuyla uğraşıyor­ duk. Gösterim saati gelip çattığında, son makaralar henüz hazır değildi. Görüntü yönetmeni Tisse, bitmiş olan ilk makaralarla Bolşoy Tiyatro­ su'na doğru yola çıktı. Böylelikle gösterim başlayabilecekti. Sondan 12

bir önceki makara hazır olur olmaz Eisenstein O'nu iz­ ledi. Ben son ma­ karayı yapıştırmak için kaldım. Bitirir bitirmez makarayı alıp yola düştüm ama motorsikletim İberian Kapı­ sı'ndan öteye git­ memekte direndi; buradan Bolşoy Tiyatrosu'na koşa­ rak gittim. Merdi­ venlerden gösterim odacığına koşarak çıkarken alkış ses­ lerini duymak, be­ ni sevince boğdu. Bu, filmin başarı­ sının ilk mutlu işa­ retiydi." Filmdeki bu dev­ rimci ruh, özgürlükçü(i) devletleri korkutmakta ge­ cikmedi ve Fransa'da 1950'lerin sonlarına dek gösterimi yasaklanan "Potemkin Zırhlısı", İngiltere'de ise ancak 29 yıl sonra gösterilebildi. "Potemkin Zırhlısı" aynı zaman­ da, yukarıda bahsettiğimiz, kitleleri filmin kahramanı yapan kuramın da beyazperdeye görkemli bir biçimde aktarımıdır. Madem ki devrim, kitle­ lerin eseridir; o halde filmin kahra­ manı da kitleler olacakta. Filmde za­ man zaman gözüken ve izleyicinin özdeşleşmek için yeterli zaman bula­ madığı kişiler ise, filmin "birey kah­ raman" lan değil, sadece belli bir kitlenin temsilcileridirler. Yani be­ yazperdede gördüğümüz; İvan, Aleksandr, Ahmet, Mehmet değil, bir denizci ya da bir işçidir. Ve bir kesim denizciyi ya da bir kısım işçi­ yi temsil ediyordur. Filmin ilk çevrildiği dönemdeki müziği, Alman müzisyen Edmund Meisel'e aittir. 1976'da ise bu mü­ zik, Sovyet yönetimince Şostakoviç'in müziğiyle değiştirildi. Sonuç olarak bir gerçek vardır ki o da; bugünkü onca teknolojiye rağ­

men, 73 sene önce çekilen bu filmin düzeyine, henüz hiçbir filmin ulaşa­ mamış olmasıdır. Ki bu gerçek, bur­ juva sinema yazarı ve eleştirmenleri­ nin dahi kabullenmek zorunda kaldı­ ğı kadar karartılamaz açıklıktadır. Amerika ve Meksika Serüveni: YAŞASIN MEKSİKA '26 Kasım'ında "Eski ve Yeni"yi çekmeye başlayan Eisenstein, Ekim Devrimi'nin 10. yıldönümü dolayı­ sıyla bu filmin çekimlerini yanda bı­ rakarak "Ekim" i çekmeye başlar. "Ekim"in ilk gösterimi, 20 Ocak 1928'de Leningrad'da yapıta. Bu­ nun ardından kolektif üretimin pro­ pagandasını yapan "Eski ve Yeni"nin çekimlerine tekrar başlayan Eisenstein, Stalin'in önerileri üzeri­ ne filmin bazı bölümlerinde değişik­ likler yapar ve film, 7 Ekim 1929'da gösterime girer. Ancak film gösteri­ me girdiğinde Eisenstein, Sovyetler Birliği'nde değildir. 1926'da Moskova'yı ziyaret eden Mary Pickford ve Douglas Fairbanks'ın çağrısını kabul eden Ei­ senstein, kararını verir ve 19 Ağus­ tos 1929'da Hollywood'a gitmek üzere yola koyulur. Bu yolculuğun­ da O'na, değişmez görüntü yönetme­ ni Edouard Tisse ve asistanı Grigori Aleksandrov eşlik edecektir. Önce bir süre Avrupa'da dolaşan Eisenstein, Paris, Londra ve Ber­ lin'de konferanslar verir. Bu arada, İsviçre ve Fransa'da kısa birer de­ neysel film çeker. Ardından da Hollywood'un yolunu tutar. O yıllarda Amerika'da gitgide yoğunlaşan anti-komünist politika­ lar, Eisenstein'ı doğrudan hedef alır. Hiçbir senaryo önerisi kabul edilme­ yen Eisenstein, ikamet iznini dahi yenileyemez. Açıktır ki, özgürlük­ ler(!) ülkesi Amerika, Eisenstein'ı ülkesinde istememektedir. Hollywood'da yapacak bir şeyi kalmayan Ei­ senstein, yazar Upton Sinclair'in önerisi üzerine, bir film çekmek için Meksika'ya gider. Meksika'ya iner inmez gözaltına alınır Eisenstein ve ekibi. Meksika'yı ve halkını çok seven


Eisenstein, Meksika Halkı'nın dev­ rim mücadelesini konu alan bir filme girişir: Yaşasın Meksika. Film için aylarca çalışır ancak, filmin bütçesi­ ni karşılayan Sinclair, O'nu yarı yol­ da bırakır. Ve Eisenstein, çektiği fil­ min negatiflerini bile, bir daha haya­ tı boyunca göremez. Birbirinden farklı birkaç kurgu­ laması yapılan "Yaşasın Meksika", 1973'te nihayet Sovyetler Birliği'ne geri verilir. O tarihte hayatta olan Eisenstein'ın görüntü yönetmeni Eduard Tisse, filmi tekrar kurgular. Fil­ min en iyi kurgusu, Tisse'nin yaptığı kurgudur. Böylece Amerika ve Meksika se­ rüveninde acı bir ders alan ve emper­ yalizmin gerçek yüzünü bir kez daha gören Eisenstein, sanatım gerçek an­ lamda sürdürebileceği tek yer olan Sovyetler Birliği'ne, vatanına geri döner. Berlin'de tanıştığı Moholynagy'nın, Sovyetler Birliği'ne dön­ memesi yolundaki önerisi üzerine Eisenstein, şu cevabı verir: "...Hayır, ben dönüyorum. İn­ san, yurtsuz yaşayamaz."

yarattığı sessizliği, Goebbels'in ko­ nuşması bozar: "Bunun gibi bir film istiyoruz!" 22 Mart '34'te, Yazın Gazete­ si'nde yazdığı "Dr. Goebbels'e Açık Mektup" unda., cevabını vermekte gecikmez Eisenstein: "Gerçek sanat, hiçbir zaman Na­ zizm'le bağdaşmaz." 1935 yılında, 8-13 Ocak tarihleri arasında Sovyet Sinema İşçileri 1. Toplantısı gerçekleştirilir. Toplantı­ nın başkanlığını Eisenstein yapmak­ tadır ve tartışmaların odağında yine

O vardır. Uzunca bir dönemdir film çevirmeyen ve kuramsal çalışmalara ağırlık veren Eisenstein, bu yüzden eleştirilere uğrar. Dönemin sinema­ dan sorumlu başkanı Şumyatski'nin okları, özellikle Eisenstein'ı hedef almaktadır. Eisenstein'ın, Şumyatski döneminde gündeme getirdiği bütün film tasarıları reddedilir. Eisenstein bu arada, "Bejin Bataklığı" adlı fil­ minin çekimlerine başlar ancak, bir kilisenin mahzenini araştırırken ya­ kalandığı çiçek hastalığı ve bunu at­ latmasının üstünden birkaç ay bile

Sovyetler'e Dönüş Eisenstein, Sovyetler'e dönmüş­ tür ama, aklı hala "Yaşasın Meksi­ ka"dadır. Yıllarca, filmin negatifle­ rini Sovyetler'e getirtmek için uğra­ şır. Negatiflerin getirtilememesi üze­ rine bunalım geçirir ve Ağustos '33'te Kislovodski'deki sanatoryu­ ma yatar. Kısa bir süre burada kalır. Çocuğunu kaybeden bir ana gibi öle­ ne kadar taşır bu acıyı. '47'nin Mart'ında, "Yaşasın Meksika"nın parçalarından derlenen "Meksika'da Fırtına" ve "Güneş'te Zaman"ı ilk kez seyreder ve Fransız sinema eleş­ tirmeni Georges Sadoul'e yazdığı mektupta şöyle der: "Kurgu diye yaptıkları şey, üzü­ cüden de öte..." Hitler'in Propaganda Bakanı Goebbels, Alman sinemacılarını büyük­ çe bir salonda toplamıştır. İçerisi ka­ ranlık olan salonda, bir beyazperde­ nin üzerinde "Potemkin Zırhlısı" oynamaktadır. Gergin bir bekleyişin 13


geçmeden ağır bir gribe yakalanma­ sı, filmin çekimlerinin kesintiye uğ­ ramasına neden olur. Tüm bu hasta­ lıkları atlatıp filme tekrar başladığın­ da ise, karşısına Şumyatski çıkar. "Bejin Bataklığı", yoğun eleştirile­ rin ardından, sinemacıların 19-21 Mart '37 tarihleri arasında yaptıkları tartışmalar sonucunda yasaklanır. Aradan bir yıl bile geçmeden, '38'in 9 Ocak'ında Sovyet yönetimi, Şum­ yatski ve çalışma arkadaşlarını gö­ revlerinden uzaklaştırır. Sebebi; Sovyet sinemasının gelişimini ve özellikle Eisenstein'ın tasarı ve film­ lerini engellemesidir. Eisenstein'ın başvurusu üzerine Stalin, O'nun ye­ ni bir film çevirmesi için aracı olur. ALEKSANDR NEVSKİ: Vatan Savunması Bilinci Avrupa'da Hitler Faşizmi, gün geçtikçe etkisini hissettirmektedir. İspanya'daki Halk Cephesi iktidarı­ nın, Hitler ve Mussolini tarafından boğulması, Fransa'daki Halk Cephe­ si iktidarının ve genel olarak Avrupa devletlerinin İspanya İç Savaşı'na tavırsız kalıp faşist işgale göz yum­ maları, Sovyetler için ciddi uyarılar­ dır. Nitekim, tekelci sermayenin ikti­ darı faşizm, ezeli düşman Sovyetler'e yönelmekte gecikmeyecektir. Bu durumda Sovyetler'e düşen; Sov­ yet halklarım vatan savunması bilin­ ciyle donatmaktır. Rus Halkı, bu saldırının bir ben­ zerini 13. yy*da yaşamıştır. Bu yüz­ yılda Töton (Alman) şövalyeleri, Rus topraklarına saldırırlar. Üst üste düşen kentlerin ardından, ulusal di­ renişin tek kalesi olarak Novgorod kenti kalır. Bunun üzerine Rus prensleri, içlerinden en akıllıları ve bilgeleri olan Novgorod Prensi Aleksandr Nevski'nin etrafında bir­ leşirler. Tüm halkı direniş için bir­ leştiren Nevski, 5 Nisan 1242'de, donmuş Peypus Gölü üzerindeki sa­ vaşta Töton şövalyelerini gölün buz­ lu sularına gömer. Bu film, Stalin'in önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin özel isteği üzerine çekilmiştir. Ve çekimler için; Eisenstein'a çok

14

geniş maddi olanaklar sağlanmıştır. "Aleksandr Nevski", Eisenstein'nın ilk sesli filmidir. Bakalım, Eisenstein bu konuda ne diyor: "Ses denen şey, sessiz sinemaya eklenmiş birşey değil, ondan çıkan bir şeydir. Bu sinema, ulaştığı plas­ tik kusursuzluk içinde sesi arıyordu ve mutlaka bulacaktı." Filmin bir diğer özelliği; film müziğinin de, kare kare görüntülerle birlikte kurgulanmasıdır. Prokofiev'in müziğiyle beslenen, görkemli bir kurgu vardır karşımızda. "Alek­ sandr Nevski", deyim yerindeyse bir savaş operasıdır. Filmin, konusu gereği bir kahra­ manı vardır. Filmin kahramanı Alek­ sandr Nevski'yi, Sovyetler'in ünlü tiyatro sanatçısı Nikolay Çerkassov canlandırır. Çerkassov, 26 Şubat '47'de "Halk Sanatçısı" unvanını alacaktır. "Aleksandr Nevski", 1 Şubat '39'da, Lenin Nişanı'na layık görü­ lür. Aynı dönemde SSCB Bilimler akademisi Sinema Bölümü, Eisens­ tein'a "sanat doktoru" ünvanı verir. Bir Usta Daha Aramızdan Ayrılıyor Görüntü yönetmeni Tisse ile bir­ likte "Büyük Fergana Kanalı" adlı filmin çekimlerine başlayan Eisenstein, filmin hazırlıkları için '39 Eylül'ünde Tisse ile birlikte Orta As­ ya'ya gider. Ancak, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın başlaması üze­ rine, bu filmin çekilmesinden vazge­ çilir ama Komünist Parti, savaş anın­ da bile halkın motivasyonunu sağla­ ma bilinciyle sanatsal çalışmaların güvenliğini alır: Bütün film stüdyo­ ları, bir iç bölge olan Alma Ata'ya taşınır. Burada Parti'nin şu inancı da kendini gösterir: Bu savaşı da dev­ rim ve devrimciler kazanacaktır ve savaş bittikten sonra yola kaldığı yerden devam edecektir devrimci ik­ tidar. Sinema tarihinde önemli bir yeri olan "Korkunç İvan"a savaş yüzün­ den gecikmeli olarak 1943 yılında başlanabilmiştir. Bunun üzerine Eisenstein, bir sinema klasiğinin daha

altına imza atmak için çalışmalara başlar: Korkunç İvan. "Korkunç İvan" filminin kadro­ su, "Aleksandr Nevski"yle aşağı-yukarı aynıdır: Müzikler Prokofiev, başrolde Nikolay Çerkassov ve de­ ğişmez görüntü yönetmeni Tisse'nin yanma bir diğer görüntü ustası Andre Moskvin... Bu arada filmde ilginç bir aktör daha vardır: Sovyet sine­ ması dendiğinde, adı Eisenstein ile birlikte anılan ve kendi filmlerinde de çoğu zaman irili-ufaklı roller üst­ lenen Vsevolod Pudovkin. "Korkunç İvan" da., Eisenstein için yeni olan bir şey daha vardır: Renkli film makaraları. Kızılordu'nun önüne kattığı faşist Alman askerleri panik içinde kaçarken, üst­ lerindeki "Agfa" marka renkli film makaralarını düşürürler. Bu filmleri ele geçiren Eisenstein "Korkunç İvan"ın son 20 dakikasını renkli çe­ kmiştir. Film, İvan adlı Rus Çarı'nın ya­ ­amını anlatmaktadır. Ama bu film­ de, "Aleksandr Nevski"den çok daha boyutlu ve kapsamlı bir çözümleme görüyoruz. Film, "Aleksandr Nevs­ ki" de olduğu gibi, sadece tarihteki bir tek olayı anlatmıyor; İvan'ın bü­ tün hayatım (1547'de taç giymesin­ den 1570'lerdeki Livonya savaşları­ na kadar) konu alıyor. Tüm bunların j yanı sıra "Korkunç İvan"da, destan: sı kişiliklerin yalınlığı yerine, çok değişik yapılardaki insanların birbir­ leriyle geliştirdikleri karmaşık ilişki­ ler yer alıyor. Yani "Korkunç İvan", yaptığı kişilik çözümlemeleri ile dik­ kat çekiyor. Tarihte Korkunç İvan, Aleksandr Nevski gibi istilacılara karşı tüm Rus boylarını birleştiren ve savaştıran bir kişiliktir. Film bu yanıyla, "Aleksandr Nevski"yle ben­ zer bir işlev görmektedir: Vatan sa­ vunması bilincini pekiştirme. Film, ilk başta iki bölüm olarak düşünülür. Ama '44 Ekim'inde yapı­ lan ilk gösterimle birlikte filmin, bü­ yük bir övgüyle karşılanması ye 26 Ocak '46'da birinci bölümün Stalin Büyük Ödülü'nü kazanması üzerine, üç bölüme çıkartılması kararlaştırı­ lır.


Potemkin Zırhlısı Filminden Bir Sahne

"Korkunç İvan"ın ikinci bölü­ münün kurgusunu 2 Şubat 1946 gü­ nü saat 22.30'da bitiren Eisenstein, Mosfilm yapımevinden doğruca Si­ nemacılar Evi'ne gider. Burada, bir yıl öncesinin sinema çalışmaları için verilen ödüller kutlanmaktadır. Ei­ senstein, orada bir kalp enfarktüsü geçirir. Bu sırada, Sovyet Sanatı dergisi­ nin başyazısında ağır bir biçimde eleştirilen "Korkunç İvan"ın ikinci bölümü, 4 Eylül '46'da SBKP Mer­ kez Komitesi tarafından kınanır. Par­ ti Eisenstein'ı, dönemin tarihini iyi araştırmamakla eleştirmektedir. Çar İvan'ın ikinci bölümünü Shakespeare'nin Hamlet'ine benzetiyordu Stalin. Kararsız, bunalımlı bir İvan anlatılmıştı ve bu tarihle bağdaşmı­ yordu. Bu yüzden filmin gösterimi iptal edildi. Kasım '46'da Eisenstein ve "Korkunç İvan"ın başrol oyuncusu Nikolay Çerkassov, Stalin'e bir mektup yazarak yanlışlarını düzelt­ mek için yardım isterler. Bunun üze­ rine, 24 Şubat '47'de, Kremlin'de; Eisenstein, Çerkassov, Stalin, Molotov ve Jdanov hazır bulunduğu bir toplantı olur. Bu toplantı sonucunda, ikinci bölümde eleştirilmeyen bö­ lümlerin üçüncü bölüme eklenmesi ve Eisenstein'ın sağlık durumu tü­ müyle iyileşince üçüncü bölümün çekimlerine başlanması kararlaştırı­ lır. Ancak, "Korkunç İvan'ın üçün­ cü bölümünü hiçbir zaman çekemez Eisenstein. 1948... 10 Şubat'ı 11'e bağlayan gece... Ölüm, Eisenstein'ı çalışma masasında yakalar. Kuleşov'un "Yö­ netimin Temelleri" adlı kitabının ikinci basımı için renkli film konu­ sunda hazırladığı yazıyı yazarken kalp krizi geçirmiştir. 11 Şubat saba­ hı cesedi bulunduğunda, radyosu ha­ la açıktır. Sergei Mihailoviç Eisenstein... 13 Şubat'ta yakılan naaşı, Mosko­ va'nın Novo-Diyeviçi mezarlığına defnedilir. Eisenstein, Marksizm-Leninizm'in Sinemada Vücut Bulması-

dır Eisenstein'ın temel dünya görüşü marksizm, yani diyalektik materya­ lizmdir. Ve bu, sadece dünya görüşü olarak da kalmaz; Eisenstein, diya­ lektik materyalizmin ilkelerini sana­ tına da uygular. Bu yanıyla, tam bir devrimci sanatçıdır Eisenstein. Diyalektiğin ana ilkesi olan "ça­ tışma" yı, sinema kuramının orta ye­ rine yerleştiren Eisenstein, bunu şu sözlerle açıklar: "Çatışma, her sanat yapıtının ve her sanat biçiminin var oluşunda te­ mel ilkedir. Çünkü sanat, her zaman bir çatışmadır. (1)" Eisenstein, sanatı, bir . çatışma olarak tanımlarken, üç yönden orta­ ya koyar: Eisenstein'a göre sanat, toplum­ sal görevinden ötürü bir çatışmadır. Çünkü sanatın en büyük görevlerin­ den biri; varlığın çelişkilerini ortaya koymak, izleyicinin kafasındaki çe­ lişkileri derinleştirerek doğru ve devrimci görüşler yaratmaktır. Sanat, doğasından ötürü de çatış­ madır Eisenstein'a göre. Bu çatışma­ yı, doğal varlık ile yaratıcı eğilim arasındaki çatışma olarak tanımlar. Yani varlığın, doğallığında taşıdığı durağanlık ile bir amaca yönelik gi­ rişimin arasındaki çatışma... Bu as­ lında, doğa ile endüstri arasındaki çatışmadır. Ve Eisenstein'a göre, do­ ğa ile endüstrinin kesiştiği noktada sanat yer alır.

Eisenstein'a göre sanat, yöntem biliminden dolayı da her zaman ça­ tışmadır. Çünkü, "toplumsal koşul­ lanmanın çatışması ile var olan do­ ğanın çatışmasının yanında yer alan sanatın yöntembilimi de yine aynı çatışma ilkesini ortaya koyar." Çekim ile kurguyu, sinemanın temel öğeleri olarak koyan Eisenste­ in, diyalektik yöntemini burada da uygular. Eisenstein'a göre "Kurgu, Sovyet sinemasınca sinemanın siniri olarak oluşturuldu." Yazımızın başında, Vertov'un Sinema-Göz kuramından bahsetmiş­ tik. Hatırlanacağı üzere bu kurama göre, sinemacının görevi; dış dünya­ dan çekilen kesitleri kurgulayarak, olduğu gibi, hiçbir öznel olguya yer vermeden aktarmaktı. Yani Vertov'a göre kamera objektifi, kelimenin tam anlamıyla objektif olmalıydı. Eisenstein ise, bu tür bir gerçek­ liğe tüm gücüyle karşı çıkar. Eisens­ tein'a göre sinemacının işi; gerçeği, hiçbir şey katmaksızın, olduğu gibi aktarmak değildir. "Tam tersine si­ nemacı varlıkların, nesnelerin, bun­ lar arasındaki ilişkilerin derinde ya­ tan gerçeğine varmalı, bu gerçeklik konusunda ideolojik bir yargıya var­ malı ve bunu izleyiciye en iyi biçim­ de aktarmalıdır." Yani; Vertov'un "gerçekliği", tamamen yüzeyseldir. Sinemacı, görünenin derinliğindeki gerçeği yakalamalı ve bunu kendi beyninin ve dünya görüşünün süzge15


cinden geçirip insanlara sunmalıdır. Çünkü, sanatçı tarafsız değildir. Marksist-Leninist bir sanatçının ta­ rafı ise; ezilen emekçilerin yanıdır. Kuramsal çalışmalarında yoğun­ laştığı en önemli konulardan biri olan "kurgu" da ise Eisenstein, Sovyetler'in o dönemdeki bir diğer önemli sinema kuramcısı ve yönet­ meni olan Pudovkin dahil, pek çok sinemacıyla ayrı düşer. Eisenstein'ın kıyasıya eleştirdiği bu sinemacılar grubu, kurgunun, tek tek çekimlerin tuğlalar gibi birbiri ardından sıralanmasından oluştuğu­ nu savunuyorlardı. Eisenstein'a göre bu anlayış, "yapıştırma gibi mekanik bir işlemin, bir ilke düzeyine çıkarıl­ ması" demekti. Pudovkin'in de için­ de bulunduğu sinemacılara göre kur­ gu; bir düşüncenin, tek tek çekimler aracılığıyla ortaya konmasıdır, Eisenstein'a göre ise kurgu, ba­ ğımsız hatta birbirine karşıt çekimle­ rin çatışmasından doğan bir düşün­ cedir. Bu kuram, sinemada bir dev­ rim gerçekleştirmiştir. Ve bu devri­ mi sağlayan yöntem; devrimci bir ideoloji olan Marksizm-Leninizm'in yöntemidir, diyalektik yöntemdir. Yazımızda da belirttiğimiz üzere; Eisenstein'ın çektiği her film, bu devrimin beyazperdeye görkemli bir yansımasıdır. Tüm bunların yanı sıra, filmle­ rinde genellikle geçmiş tarihi ele alan Eisenstein, bu filmleri, diyalek­ tik materyalizmin tarihe uygulanımı olan tarihsel materyalizmin ışığında çekmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Eisenstein'ı Eisenstein yapan, Mark­ sist-Leninist ideolojiyle donanmış ve bunu sanatına uygulamış olmasıdır. "Sanatçının Üretimini Kısıtla yan Komünist Partisi" Üzerine Bir Çift Söz "Örgütlülük, sanatçının ufkunu daraltır" j "Bir. örgütlülüğe bağlı olmayan sanatçı, özgür düşünür." "Sanatta politika olmaz." vb. vb. Ne yazık ki ülkemizde bu düşün­ celeri açıktan ya da utangaçça savu­ 16

nan onlarca sanatçı var. Ve bu sanat­ çılar, örgütlülüğe karşı duydukları fobiyi bastırmak için, her geçen gün örgütsüzlüğü, bireyciliği daha bir kutsuyorlar. Eisenstein'ın, yazımızda da ge­ çen "insan, yurtsuz yaşayamaz" de­ yişini hatırlayalım. Ayaklarının önü­ ne serilen "dünya nimetleri" karşı­ sında Eisenstein'ın verdiği cevap buydu. Yurt; devrim demekti. Yurt; devrimin her şeyiyle somutlandığı Komünist Partisi demekti. Çünkü Sovyet yurdu, devrimiyle, öncüsüyle ayrılmaz bir bütündü. Ve Eisenstein, Parti'nin ortaya koyduğu ideoloji­ nin, politikaların yolunu çizdiğini her fırsatta dile getirir. Eleştirildiği de oldu Eisenste­ in'ın. Bu eleştirilerin sahibi, kimi za­ man birebir Parti de oldu. Sovyetler'de Ajitasyon ve Propagandadan sorumlu Siyasi Büro üyesi Jdanov'un söylediği gibi; "Stalin yol­ daş, bize insan kaynaklarımızı koru­ mak istiyorsak, halka önderlik ve öğ­ retmenlik etmek istiyorsak, tek tek bireylerin kalbini kırmaktan kork­ mamamız ve cesur, açık, nesnel, eleştiriden çekinmememiz gerektiği­ ni öğretiyor." Kendisine yönelik eleştiriler karşısında, hiçbir zaman burjuva aydınının kibirliliğine ve hırçınlığına düşmedi Eisenstein. Çünkü, yapılan eleştirinin kendisini geliştirmek için yapıldığını biliyor­ du. Bunun içindir ki; hataları konu­ sunda Parti'den yardım istemekten çekinmedi. Sovyetler'in sanatçısı olmaktan gurur duyuyordu Eisenstein. Bunu, en iyi, Sovyet sinemasının 20. yıldö­ nümü dolayısıyla yazdığı yazıda an­ latıyordu: "Gurur, şunun bunun bir takım ufak tefek özsaygısından doğan ken­ dini beğenme, böbürlenme, şişinme değildir. Olumlu, canlı, son derece haklı bir gururdur bu. • Günden güne, yıldan yıla, beş yıllık plandan beş yıllık plana utku­ larını şaşmaz bir biçimde evrensel tarihin sayfalarına yazan insanların gururudur bu.

Öyleyse, yaşasın gurur!" Örgütlülüğün sanatçının ufkunu daralttığı meselesine gelince; 1905 Ayaklanması'nın kahramanlarından Potemkin Zırhlısı'nın hikayesini an­ latma fikri, Aleksandr Nevski'nin ya da Korkunç İvan'ın yaşamlarım an­ latma fikri, Eisenstein'a vahiyle gel­ memiştir. Ayrıca, bir önceki yazı başlığımızda belirttiğimiz Eisenste­ in'ın sinema kuramının temeline koyduğu Marksizm-Leninizm de Komünist Partisi'nin ideolojisidir. Eisenstein'ı Parti'den, Parti'yi Eisenstein'dan ayırmak için tarihi çarpıtan aklı evveller, boşuna bir ça­ ba içindedirler. Komünist Partisi'nden bağımsız bir Eisenstein Si­ neması, hayal bile edilemez. Kendi bunalımları içinde kıvra­ nıp duran, eserlerinde melankolik ruh hallerinden başka bir şey yansıt­ mayan "geniş ufuklu, özgür düşün­ celi" sanatçılarımıza şunu söyleye­ lim: Ne zamanki ağzınızı "sinema" diye açsanız karşınıza ilk çıkan Ei­ senstein olacaktır. Aynı Yılmaz Güney'de olduğu gibi... Ülkemizin sanatçı ve aydınlarına sesleniyoruz: Ufkunuzu açmanın tek yolu; yüzünüzü halka, o sonsuz der­ yaya dönmenizdir. Sarılınması gere­ ken tek şey; halkların kurtuluş umu­ dudur. Jdanov'un, dönemin edebiyatçı­ larına söyledikleri sözler, sanırız ki bugün de gerçekliğim koruyor. Hem de sarsılmaz bir doğrulukla... "Yetkin ustalıkla, ideolojik ve sa­ natsal içeriği yüksek eserler ortaya koyun! Halkın sosyalizm ruhuyla eğitil­ mesinin en etkin örgütleyicileri olun! Sınıfsız sosyalist toplumun kurul­ ması mücadelesinin en ön safında yer alın!"

Yararlanılan Kaynaklar: Film Duyumu-Serga M. Eisenstein Film Biçimi-Sergei M. Eisenstein 100 Yılın Yüz Yönetmeni-Atilla Dorsay Sinema-Nijat Özön Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine-Jdanov


İNCELEME

irşad aydın

H A L K TÜRKÜLERİ V E ÖYKÜLERİ - 2 -

gökçen efe

E

ge köyleri, dağlan yüz­ lerce efe tanımış, onları bağrına basmış, koru­ muş, saklamıştır. Bü­ yük, güçlü Osmanlı hü­ kümdarlarının zulmüne karşı, adaleti, hakkı, paylaşımı, kardeşliği savunmuş, bu uğurda onlarca yıl sa­ vaşmış pek çok efeye barınak ol­ muştur. Atçalı Kel Mehmed Efe'yi, Çakırcalı Mehmed Efe'yi, Demirci Mehmed Efe'yi ve nicelerini zali­ min zulmüne karşı korumuştur. Ona yar olmuştur, ana, baba, kardeş ol­ muştur. Yaşanan haksızlıklara karşı, zul­ me, sömürüye karşı her türlü güzel­ liği, kahramanlığı erdem edinmiş, bu yolda destanlar yaratmış, dilden dile ulaşan, kulaktan kulağa yayılan bir gelenektir efelik. Ne zaman bir soygun, haksızlık olsa, almış başını dağların yolunu tutmuştur Ege genç­ leri. Düzde gerçek adaleti bulama­ yınca, halkı için dağlan seçmiştir bu gençler. Sizlere bu gençlerden birini, Gökçen Efe'yi anlatmak istiyoruz. Kimdir bu efe? Nerede, nasıl yaşa­ mış? Neler yapmış adalet, özgürlük, bağımsızlık yolunda? Bunlara kısa­ ca bir bakmak, hafızamızı zorlamak istiyoruz. Asıl adı Hüseyin'dir, Gökçen

Efe'nin. 1891-1919 yıllan arasında yaşamıştır. Ödemiş'in Fata, şimdiki adıyla Gökçen köyünde doğmuştur. 16 yıl boyunca Ege Dağları'nda efe­ lik yapmıştır. Çakırcalı Mehmed Efe'nin kızanlarındandır. Aynı zamanda da akrabasıdır. Karayusufoğulları ailesindendir. Efelik yıllarında, Tire yö­ resindeki Gümce dağı sırtlarında ya­ şamış, savaşmıştır. Önceleri Halil Efe ile birlikte yö­ re, halkım örgütleyerek çete kuvvet­ leri kurar Gökçen Efe. Daha sonra kızanları ile birlikte Demirci Meh­ med Efe güçlerine katılır. Bir süre Demirci Efe'nin yanında savaştıktan sonra kendi birliğiyle ayrılarak De­ mirci Mehmed Efe'den aldıkları yüz silahla birlikle Gümce dağlarında efeliğe devam eder. Yöredeki halka baskı, zulüm uygulayan yönetimlere karşı adamlarıyla birlikte savaşır. Bu yıllarda bölgedeki zenginlere yaptığı baskınlardan elde ettiği geli­ ri halka dağıtan Gökçen Efe, kısa sürede yöre halkının sevgisini kaza­ nır. 16 yıl süren bu efeliğinin ardın­ dan, 1914 yılında Mahmut Celal Bey'in (Bayar) aracılığıyla İzmir Valisi Rahmi Bey ve Jandarma Yüz­ başısı Edip (San Efe) Bey'le anlaş­ maya vararak düze iner. Ancak o yıllarda, Avrupa'daki emperyalist it­ tifakın uşağı Yunan ordularının İz­

mir ve civarını işgal etmeleri üzeri­ ne, kızanlarıyla birlikte yine dağla­ rın yolunu tutarak vatan savunması­ na katılır. Efelerin, Kurtuluş Savaşı sıra­ sındaki mücadeleleri bilinmektedir. Vatanı savunma mücadelesi sırasın­ da efeler ve kızanları, oldukça bü­ yük savunmalar yapmışlar ve işgal kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmişlerdir. Yunan kuvvetleri, zaman zaman bu efelerle anlaşmalar imza­ lamak istemişler ancak bu yöntemin etkili olmadığı koşullarda ise katli­ amlarla bu efelere saldırmışlardır. Tabi bu saldırıların ciddi bir etkisi olmamıştır. Zira yöre efeleri bölgeyi çok iyi tanımakta ve bölge halkı da efeleri sahiplenmektedir. Gökçen Efe ve adamlarının Kur­ tuluş Savaşı sırasında sürdürdükleri savunma hatlı, oldukça etkili olur. Bu savunma sonucunda Yunan or­ dularına ağır kayıplar verdirirler. Yunan ordularının Tire'yi işgal et­ melerinin ardından ilk tepkiyi 29 Mayıs 1919'da gösterir Gökçen Efe. O günden sonra Fata'da bulunan Jandarma karakolunu ve bir ilkoku­ lu karargah olarak kullanan düşma­ na başarılı bir başkın yapar (16 Ağustos 1919). Kemerdere'de işbir­ likçi Yunan ordularını mağlup eden Gökçen Efe, ardından Poslu Mestan Efe ve Mürselli İsmail Efe'yle anla17


şarak Torbalı-Ödemiş tren yolunun geçtiği Küçük Menderes üzerindeki köprüleri yıkarak işbirlikçi Yunan ordularının ilerleyişini engeller, on­ ları zor durumda bırakır (22 Ekim 1919). Gökçen Efe'nin Ödemiş mer­ kezine baskın yapacağı sırada ağır hastalandığım haber alan Yunan or­ duları, Gökçen Efe'nin bulunduğu siperi top atışma tutar (13 Kasım 1919). Buna karşın Efe, savaşı hasta yatağından yönetir. Hasta olduğu günlerde, savaşan diğer efelerden Bakırlı Efe'nin zor durumda olduğunu öğrenen Gökçen Efe, hasta olmasına karşın, kızanla­ rını toplayarak Bakırlı Efe'nin yar­ dımına koşar. Bunu yapmakta hiç tereddüt etmez Gökçen Efe. Çünkü, O'nun kitabında böyle yazmaktadır. Bu sırada hastalığı oldukça ilerleyen Gökçen Efe, işgal kuvvetleriyle gir­ diği çarpışma sırasında, makineli tü­ fek ateşiyle vurularak şehit düşer (16 Kasım 1919). Şehadetinin ardın­ dan, savunmasını sürdürdüğü Fata bucağına, "Gökçen" adı verilir. Gökçen Efe, Çakırcalı'nın yetiş­ tirdiği bir efedir ve onun taktikleriy­ le yetişmiştir. Gerilla taktiklerini kullanan Gökçen Efe, vur-kaç biçi­ minde savaşmışta. Güçlü hazırlıklar yapmış ve ardından büyük ve vuru­ cu darbeler indirmiştir düşmana. Vatan savunmasında çok büyük kat­ kıları olmuştur Gökçen Efe'nin. Ve­ fa duygusu çok gelişmiştir ve nerede düşman kuvvetleri bir yere saldırı düzenlese, karşısında Gökçen Efe'yi bulmuştur. Kızanlarını ve savunma hattında bulunan diğer efeleri hiçbir zaman yalnız bırakmamış, yardımla­ rına koşmuştur. Hastalığı çok ciddi boyutlarda olmasına rağmen, nerede darda kalmış bir birlik olsa, kızanlarıyla birlikte oraya gitmiş, savaşmış­ tır. Çünkü böyle öğretmiştir O'na Çakırcalı. Ve yaşamı boyunca bu kurallarından vazgeçmedi, savaştı... Kendisi şehit düştükten sonra yerine Hacı Halil Efe geçti. Hacı Halil Efe ve nice kızanları, Gökçen Efe'den öğrendikleri mücadeleyi sürdürdüler... • 18

Gökçen Efe Türküsü Ödemiş-İzmir

Gökçen Efe'm iner gelir inişten Her yanları görünmüyor gümüşten Gökçen Efe'm şimdi gelir döğüşten Gökçen Efe'm, efelerin efesi Altın gümüş para dolu kesesi Gökçen Efe'm efelerin efesi Altın gümüş para dolu kesesi Bozdağı'ndan gelir onun gür sesi Gökçen Efe'm, efelerin efesi Altın gümüş para dolu kesesi


ELEŞTİRİ

sedat taşer

mizahın geriliği geriliğin mizahı

M

izah güldürür, dü­ şündürür, sorgulatır. Eleştirir ve rahatlatır. Güncel olaylar, ekono­ mik, toplumsal, siyasal gelişmeler ve yaşanan çar­ pıklıklar, bunun yanı sıra düzenin insani ilişkilerde yarattığı yozluklar mizahın konusudur. Bugüne kadar mizah, toplumsal yaşam içerisinde bu yanları işleyerek eleştiri görevi­ ni yerine getirdiği, halkın sorunları­ nı, düzenin pisliklerini anlatabildiği oranda politik ve egemenlere karşı bir silah olma özelliğini kazanmış­ tır. Birçok mizah dergisi, eksikleri­ ne rağmen, geçmişte çizdikleri olumlu çizgileriyle kendilerine bir yer edinmeyi başarmıştır. '80 önce­ sinin Gırgır Dergisi'ni buna örnek gösterebiliriz. Hatırlanacağı üzere Gırgır, o dönemde seviyeli ve poli­ tik duruşuyla toplumsal muhalefe­ tin önemli odaklarından biri idi. '90'larda ise, bu konuda bir kaç gi­ rişim olmuşsa da bunlar, maalesef uzun ömürlü olamamışlardır. Ama bugün geçmişin mizah an­ layışından, olumluluklarından eser kalmamıştır. Ne yazık ki, okuduğu­ muz birçok mizah dergisinde ne gü­ lebiliyor, ne de düşünebiliyoruz.

Gerçi haksızlık etmemek lazım, ki­ minde güldüğümüz olmuştur. Ama bu mizaha değil, yapılan mizahın geriliğine... Düşünmüşüzdür. Miza­ hı değil, çizeni... Bu insanların nasıl çizgi değiştirdiğini, nasıl bu hale gelip de bu kadar yozlaştıklarını... Türkiye'de bugün, azımsanamayacak kadar çok sayıda mizah der­ gisi ve gazetelerde mizah köşeleri, ekleri çıkmaktadır. Ne var ki, çıkan bu mizah dergilerinin hemen hep­ sinde işlenen konu, yapılan espri, çizilen tiplemeler, mizahın düzene muhalif olma özelliğini kaybettiği­ ni gösteriyor. Geçmişin olumlu çiz­ gisinden uzaklaştıklarım görüyo­ ruz. Medya tekelleri tarafından piya­ saya sürülen ve burjuvazinin yarat­ maya çalıştığı bireyci-yoz kişiliği ve ahlaksız ilişkilerini kitlelerde ha­ kim kılmaya çalışan Fırt, Hıbır vb. mizah(!) dergilerine bir sözümüz yok. Onlar, zaten saflarını belirle­ mişlerdir. Sanatının yönünü halktan yana koyan mizahçılara düşen gö­ rev ise; yukarıda saydığımız mizah(!) dergilerinin kitleler nezdinde yarattığı etkiyi kırmak ve alternatif bir mizah anlayışı yaratmaktır. Bunun için bu yazımızda sözü­ müz, kitlelere belli bir politik duru­ şu olduğu görüntüsünü veren ve bu­ nu da belli oranlarda başaran mizah

dergilerine olacak. Ki bunların için­ de, birkaç yıl içindeki değişimi göz önüne alındığında Leman Dergisi, trajik bir vaka olarak yerini almak­ tadır. Bu anlamda bir prototip ola­ rak karşımızda durmaktadır. "Limon" adıyla okurlara ulaşır­ ken, çok sınırlı da olsa belli bir du­ yarlılığı taşıyan bu dergi, adıyla birlikte kimliğini de değiştirdi. İlk önce biçim ile başlayan bu "deği­ şim" (varın siz buna yozlaşma ya da çürüme deyin), kısa sürede içeri­ ği de sardı. Ve karşımıza, halkın ya­ şantısında olmayan ilişkileri konu alan, küfürlü konuşmayı üslup edi­ nen (hatta yeni yeni küfürler icad etmeyi marifet sayan) ve cinselliği, işkence ile ilgili bir karikatürde da­ hi kullanabilecek kadar her şeyin üstüne oturtan bir ucube çıktı. Bu arada yeri gelmişken şunu da söyle­ yelim: Bu tür mizah anlayışında, iş­ kence vb. konulara eğilinildiği nok­ tada, bunların meşrulaştırılması, hafifsetilmesi vardır. Ülkemizdeki işkence gerçeği, mizahın bu anlatım tarzıyla perdelenmekte, kanıksatılmaya çalışılmaktadır. Aynı kadronun son dönemde pi­ yasaya sürdüğü "Lemanyak" adlı dergi ise, bir mizah dergisinin ala­ bileceği en yoz, en aşağılık biçimle karşımıza çıkmaktadır. İstanbul'un İstiklal Caddesi'nde açtıkları ve 19


bodyguardların, kapısında insanları komalık hale gelene kadar dövdüğü Leman Bar (asıl adı; Leman Kültür Merkezi'dir ama kusura bakmasın­ lar, kültür merkezi demeye kalemi­ miz varmıyor) ise, ne tür bir kültü­ rü yaşattıklarım açıkça ortaya ko­ yuyor. Bir derginin okur mektupları köşesi, sokağa açılan penceresidir. Okur, bu köşede kendim ifade eder. Leman Dergisi'nin okur mektupla­ rında ise, haftalar boyu homoseksü­ ellerin, travestilerin kendilerini an­ latan yazılan yayınlanıyor. Anlaşı­ lan odur ki; Leman Dergisi'nin so­ kağa bakan penceresinden içeri, gi­ re gire bunlar girmektedir. Daha doğrusu, sokağa Beyoğlu pencere­ sinden bakan Leman yazar ve çizer­ lerinin bütün gündemlerini bu çev­ renin yoz-çarpık ilişkileri doldur­ maktadır. Yoksa, düşünce özgürlü­ ğü vs., bunun teorize edilmesidir. Dergilerinde haftalarca bunların ilişkileri, sorunları tartışılıyor. Peki neden o köşede bunlar yayınlanı­ yor? Neye, kime hizmet ediyor? Denilecek ki; düşünce özgürlüğüne, halkın sorunlarına duyarlı olmaya vb. Peki ne veriyor halka? Halk kim? Çöplükten ekmek toplayarak. 20

kolunu, bacağını iş makinalarına kaptırarak, işkence görerek, köyün­ den göç ettirilerek sürgünde yaşa­ maya çalışan halkla ne ilgisi var böylesi bir mizah anlayışının? Unu­ tulmamalıdır ki; burası Amerika de­ ğildir ve faşizmin en kanlı biçimiy­ le yaşandığı ülkemizde, halkın hiç­ bir kesiminin kendini özgürce ifade etme hakkı yokken, bu hakkı en başta travestiler, homoseksüeller vb. için istemek, ülkemiz için fazla­ ca lükstür. Bu arada ilginç bir durum da "sol" açısından yaşanmaktadır. Yu­ karıda saydığımız meziyetlere sahip olan bu dergiyi "sol", kendi içinde görebilmektedir. Sol'un, Leman'ı kendinden görmesi, bir çarpıklıktır. Leman Dergisi'nin üç sayfasında "politika yapması", onun kalan sayfalarındaki yozlaşmayı, çürüme­ yi gölgelemez. Lümpenliğin yeni üslubu, Leman üslubudur. Mizah adamı; halkım tanıyan, sorunlarını bilen ve bunlara çözüm­ ler sunabilen kişidir. Halbuki bu­ günkü mizahçıların (özellikle genç kuşağının) bir çoğuna baktığımız­ da, bırakalım bunları bilip çözümler üretmeyi, bu konuda konuşmaktan bile aciz olduklarını, iki kelimeyi

bir araya getiremediklerini görüyo­ ruz. Tam bir apolitikliktir bu cami­ ada yaşanan. Halbuki mizahı besle­ yen damar, politikadır. Mizahında politika yapamayan mizah adamı, düzenin politikalarının kuklası olur. Ve en acısı; bunun farkında bile ol­ maz. Mizahında politika yapmaktan, vebadan kaçar gibi kaçan mizahçı­ nın ise, argoya, küfüre, cinselliğe yöneldiğine ve bunu arz-talep soru­ nu olarak ele aldığına tanık oluyo­ ruz. Buna da "okurun isteklerine cevap vermek" diyorlar. Oysa sa­ natçı ve aydın olmak, okurun peşin­ den sürüklenmek değil, okurun önüne geçmek, okuru yönlendire­ rek doğrudan yana yol-yöntem gös­ terebilmektir. Okurun isteklerine cevap vermek adına yapılan mizah, ticari kaygılarla yapılan mizahtır. "Okurun istediği bu" demek, ticari kaygıların üstünü kapatmak için söylenen gerekçedir. Bu durum, sa­ natın ve sanatçının işlevine ve mis­ yonuna aykırıdır. Bugün Türkiye'de halktan yana ve en azından muhalif olma işlevi görecek mizah yapmanın her türlü zemini ve koşullan vardır. Baskıla­ rın sürgit devam ettiği, halkın üze­ rinde devlet terörünün estirildiği, işkencelerin, katliamların, meydan­ larda coplanmaların yaşandığı bir ülkede, mizahın politik bir silah olarak kullanılmasının önünde hiç­ bir engel yoktur. Halkın yükselen mücadelesi, sa­ vaşın gelmiş olduğu boyut, müca­ delenin meşruluğu, halktan ve hak­ lıdan yana sanat yapmak isteyen herkesin önünü açmış, onlara sanat­ larını politik bir silah olarak kullan­ manın zeminlerini yaratmıştır. Tüm bunlara rağmen bugün hala mizah adına yapılan birçok şeyde adeta mizahın geriliği yaşanmakta, gerili­ ğin mizahı yapılmaktadır. İşlenen konularda, çizilen tiplemelerde, ya­ pılan eleştiri ve esprilerde ülke ve halk gerçeğimizden alabildiğine uzak olunmakta, halk değerleriyle alay edilmekte, soytarılıklar yapıl­ maktadır. Durumun böylesine içler


acısı olması, mizah yazarlarının kendisini mizah konusu haline ge­ tirmektedir. Mizahtaki gerilikleriyle, geriliğin mizah konusu oluyor­ lar. Bizim gibi demokrasicilik oyu­ nu oynanan ülkelerde mizahın ko­ nusu; faşizmin yalan ve demagojisi­ ni açığa çıkartmak, düzenin çelişki­ lerini halka yansıtmaktır. Bunu ba­ şaran mizah, halkın mücadelesinde düzeni vuran politik bir silahtır. Çünkü her şaka, her güldürü, belli bir eleştiriyi taşır. Gerçeklerin görülmesindeki dikkat çekiciliği ile insanlara sorunlarının, sıkıntılarının nedenlerini gösterir. İçinde taşıdığı espriyle güldürüp rahatlatırken, eleştirisiyle düşündürmeyi sağlar. Böyle bir mizah anlayışıyla hareket etmek, mizahın halkın egemenlere karşı mücadelesinde, toplumun en geniş kesimlerine gerçekleri göster­ mek için bir araç olarak kul­ lanmak, kendisine "aydınım, sa­ natçıyım" diyen her mizahçının sorumluluğudur. "Bizim" mizah­ çılarımız halka ger­ çekleri anlatma, mi­ zahını düzeni vuran politik bir silah olarak kullanma anlayışından uzaktırlar. Mizahçıları bu noktaya getiren, bedel ödemeyi gö­ ze alamayışlarıdır. 12 Eylül cuntasıyla birlikte devletin aydın ve sa­ natçıları da hedef alması, onları hal­ kın mücadelesinden koparmış, ay­ dın olma sorumluluğundan uzaklaştırmıştır. Bu uzaklaşmayla da kal­ mayan mizahçılarımız, giderek devletin yönlendirmesi altına gir­ miş, onun yoz kültürünü, politikası­ nı halka taşıma onursuzluğunu ka­ bullenmişlerdir. Bugün işlenen mi­ zahın birçoğunun konusundaki ar­ go, küfür, cinsellik, çarpıklık, yoz­ luk ve birey özgürlüğünün temel alınması, halkın değerleriyle alay edilmesi, devletin toplumu yozlaş­ tırma, soysuzlaştırma politikasının bir sonucudur.

Mizahta kurguyla başlayan gericileşme, yozlaşma, bunu ticaret için mizah yapma anlayışına dönüştür­ müştür. Ticaret için yapılan mizah da, böylece toplumsal mücadelede bir silah olmaktan çıktı. Cıvıdı, su­ landırıldı. Oysa, "mizah, güçsüzün güçlü­ den öç alışıdır." Halkın adalet, öz­ gürlük, eşitlik, kardeşlik özlemleri­ nin farklı bir biçimde dile gelişidir. Halkın böylesi istemlerini dile ge­ tirmek ise; halkı tanıma, halkın içinde yaşama, dertlerine kulak ve­ rip sounlarına ortak olmayı gerekti­ rir. Halkın içinde olmayan, halkı ta­ nıyıp onların dertlerine kulak ver­ meyenler halkı anlatamazlar. Çün­ kü halkın içinde olmayan­ lar, sanatlarını masa başında, bar

şelerindeki içki masalarında yaparlar. Sahip oldukları korkulan, bu­ lanık bilinçleriyle doğru düşünme sistematiğine sahip değillerdir. Sap­ lan ve yoz düşüncelerin ortaya çık­ ması, biraz da bu belirsizliğin, ne yapacağını bilememenin ürünüdür. Düzenden kopamamıştır. Bu, düze­ nin yaratmak istediği kültürdür. Kurtulamayanlar, düzenin çarkları arasında erir ve yok olurlar. Değer­ lerini, geleneklerini yitirirler. "Duyarlılık" örneği olarak kar­ şımıza çıkan bir başka mizah anla­ yışı da; reformist bakış açısının ürünleridir. Doğal olarak, politik yergi yanıyla diğerlerine göre belli bir olumluluğu içinde taşır. Ancak reformizmin kendisi düzen içilik olduğu için, onların da gösterdiği hedef bulanıktır. Bu da ayrı bir teh­ like olarak ortaya çıkıyor. Çünkü, bir bütün olarak bu düzeni hedef al­

mıyor. Sorunların sadece kötü hü­ kümetlerden kaynaklandığının, ya­ şanan olumsuzluklara kötü yöneti­ cilerin neden olduğunun mesajını vererek sınırlıyor kendini. Kısacası, reformist bir anlayışla çiziyor karikatürlerini. İsteği, reformlarla sınır­ lı kalıyor. Bu anlayış, hedefin bulanıklaşmasıyla birlikte, kitleleri ol­ ması gerekene değil, olmaması ge­ rekene yöneltiyor. Yaşanan adalet­ sizliğin, baskının, zulmün, sömürü­ nün bir sistem sorunu olduğunu an­ latması gerekirken, bunu anlatma­ mayı tercih ediyor. Bu anlayışla ya­ pılan üretimler, gelişen sınıf müca­ delesinin gerisinde kaldığı gibi, sistemin deyişine geli­ yor. Çünkü düşmanın de­ mokrasicilik oyununun bir parçası oluyor, onu tamamlayıcı bir işlev görüyor. Mizahta geriliği ya­ şatan, mizahçıları geriliğin mizah ko­ nusu haline geti­ ren; kendilerinden bekleneni, misyonlarım yeri­ ne getiremeyişleri, düşüncelerine ve kalemlerine vurulan zincirleri parçalayamamış olmalarıdır. Bugün mizah gibi politik bir silahı, yozlaş­ manın aracı haline getirenler, kendi kalemlerine ihanet ediyorlar. Bu ihanetin ve ihanetçilerin ortasında, büyük mizah ustası Rıfat Ilgaz'ı arıyor gözlerimiz. O'nu ve düzene ok gibi yönelmiş sivri uçlu kalemi­ ni anmadan edemiyoruz. Aydın onurunu hiçbir zaman ayaklar altına aldırmayan kişiliğiyle ve Anadolu halklarının yanında saf tutan politik duruşuyla Rıfat Ilgaz, genç mizah­ çılar için en büyük örneği oluşturu­ yor. Sonuç olarak; mizahçının nabzı, gelişen sınıf mücadelesinde atmalı­ dır. Ne zaman ki mizahçılarımız, zincirlerini parçalar, korkuyu aşıp saflarını halktan yana belirlerse, iş­ te o zaman egemenlere hizmet eden birer mizah soytarısı olmaktan kur­ tulur, halkın sanatçısı olmayı başa­ rırlar. • 21


ŞİİR

rıfat ılgaz

"Aydın mısın?" diye sormuştun bir şiirinde. "İki kolunu açıp korkuluk olanlar"ın dahi parmakla sayıldığı günümüzde, daha da bir duyum­ suyoruz yokluğunu. Oysa ki ne güzeldir "aydınım!" diyebilmek. Yıllarım hapishanelerde geçirmiş, yer yer nükteli, yer yer alabildiğine duygu dolu, halkın içinde, halkça bir yaşam... Kısacası, "Aydın"sın be usta!..

defneler gibi Sevdim döl döş t o r u n torba Taflan gürlüğü çoğaldım Kimi tek başıma bozkır yalnızlığı K i m i çift yaşadım sarmaşıklarca Neler geldi geçti, bir sevgiyi ayırdım Yaşamayı defneler gibi u z u n ömürlü Pıtrak pıtrak üremeyi kök verip İçlerinden bir sevgiyi ayırdım FOSEM

G ö t ü r ü l d ü m s e özgürlüğü yüzüstü koyup Ben bir yanda sen bir yanda suç k i m i n İşsizsem güçsüzsem onlar mı haklı Ben mi taktım bileklerime kelepçeyi Duvarları b e n mi ç e k t i m boylu boyunca Ben mi v u r d u m kapılara çifte kilidi Yılmadımsa dişe diş savaşmaktan h e r çağda Sevişip kökleşmekten yorulmadımsa Söyleyin hadımlar kısırlar güçsüzler Boş öğretiler çığırtkanı yüreksizler Kötü mü e t t i m size karşı çıktımsa Sevdim haklıdan yana olabilmek için Çalışıp ezilenden s e n d e n yana Sevdim aldığım soluğu hak e t m e k için Ama sevdim halkımca (1970) 22



MEKTUP

tavır

Merhaba

Yoldaş,

Aradan tam iki yıl geçti, sen son nefesini gökyüzüne saldığından beri... İki yıl... Umudun sizlerle büyüdüğü iki yıl... Analar yavrularını ilk kucakladıklarında sizin isminizi fısıldıyor kulaklarına. Sizler gibi olsun istiyor bebeleri. O yumuşak, küçücük, boğum boğum eller, onurun, namusun, erdemin 24

bayrağını taşısın istiyorlar. Vatanımızın dört köşesine bire bin veren tohum olup saçıldınız. Toprağı çatlatan filizi selamlayan güneş oldunuz. İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Rize'de, Kürdistan'da... Yeni yeni Ayçe İdil'ler doğuyor, yaşama "merhaba" diyorlar. Gittiğimiz her yerinde vatanımızın, seninle yeniden yeniden tanışıyoruz. "Ölüm, bir başlangıç mı, bir yok oluş mu?", "Niye yaşadım?", "Neden var

oldum?" sorularının cevabını ağız dolusu verebilmek kendi kendine... Yaşam bir maratonsa, sorun pistte en uzun süre kalabilmek değil, öne fırlayıp ipi göğüslemektir, "Yaşadım" diyebilmektir yani... Ne güzeldir ölümün böylesi... O kasveti, korkutuculuğu, ürkütücülüğü bir anda silinip kayboluyor. Çünkü cevabını biliyorsun, nereden nereye gittiğini biliyorsun. Ölümde


ölümsüzlüğü, bir bitişte sonsuz bir başlangıcı yakalamak budur işte. Ne güzeldir ölümde ölümsüzlüğü yakalamak. Bir bitiş gibi görünen son nefeste, binlerce yüreğe ırmak olup akmak... Sen çağlayan oldun yoldaş... Yüreklerin en sert yerinde kabukları çatlatan, kuruyan, nasırlaşan duygulara tertemiz bir bahar tazeliği sunan hayatın adı oldun... Kökü toprağın derinliklerinde gezinirken, başını güneşe yaslamış ulu bir çınardır şimdi örtümüz; sıkı sıkıya sarıldığımız. Yaslandığımız, güç aldığımız ulu bir çınarsınız... Mevsimlerin birbirini nasıl takip ettiği bilinir. Karın, zemherinin bahara nasıl yenildiği bilinir. Ulaşacağız bahara da... Mutlak ulaşacağız. Çünkü kışın ortasında dünyayı kucaklayan, doğaya canlılık veren, baharı müjdeleyen güneş sıcaklığımız var. Eriyor karlar yoldaş, eriyor. Sizin sıcaklığınızla toprak, güneşle kucaklaşıyor...

İki yıl...

Kavga dolu, özlem ve hasret; sizin içindir bu kavga... Verdiğimiz sözler içindir... Biliyoruz; savaşın gerçekliğidir acılar, özlemler öfkeler, sevinçler, umutlar, hüzünler... İnsanı

insan yapan duygular ancak bizim savaşımızda, bizim yüreğimizde konuşur en coşkun, en sert, en yumuşak dilini... Savaşta ayrılıklar kaçınılmaz... Şairin dediği gibi; "Ben düştüm, yerimi başkası alacak";..

Bu kadar doğal ve sade, bu kadar gerçek. Ancak yine de yüreğimiz bir isyan tutar. Bu isyandır; öfkemizi, kinimizi bileyen... Biliyoruz bilmesine, ama yine de... Sığdıramayız yüreğimizi göğüs kafesimize. İki yıl... Yüreğimizde seninle birlikte geçirdiğimiz dopdolu iki yıl... Eskiden kalma bir ağız alışkanlığı olsa gerek; "İKM'ye gidiyoruz" diyor kimi arkadaşlar. "Hayır" diyoruz, "Yanlışınız var, İdil'e gidiyoruz." Sana geliyoruz yoldaş, sana geliyoruz. Her sabah, koşar adımlarla geliyoruz yanına. Işıl ışıl hareler içinde açıyorsun kapıyı. Birazcık geç kalsak, kendimize kahrediyoruz. Bizimkiler harıl harıl çalışıyor. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin oyuncuları bir heyecan, bir sıkıntı, bir stres hazırladılar Ölüm Orucu oyununu. Doğum sancısıydı çektikleri. Yeni doğan bir bebenin geleceğine duyulan sevincin tarifsiz sancısıydı. 25


var bu çalışmaların. Sizi anıp, sizi hatırlayıp bir coşkuyla giriştiler çalışmaya. Onların da yüreği depremlerle sarsılıyor şimdi. Biz mi? Biz hep seni yaşıyor, seni yazıyoruz...

Perdeyi açtıkları gün heyecandan tir tir titriyorlardı. Tecrübesizlikten değildi heyecanları. Sizi anlatacak olmanın heyecanıydı. Perdeleri açtıklarında, 300 insanın gözü üzerlerindeydi. Beyazlar içinde geldin. Berdan, Bedreddin yüreğini alıp gelmişti. Bizimkiler, harıl harıl çalışıyor, "Yetmiyor" diyorlar; "bu bile anlatamıyor depremimizi. Yeni yeni bölümler ekliyorlar oyunlarına. Ya Yorumcular? Onlar da bir kapılmış ki destanın havasına. Her şarkıyı bitirdiklerinde yürekleri, göğüs kafeslerine sığmıyordu. "Boran Fırtınası" koydular yeni çalışmalarının adını. Her birinizi mavi, hırçın boran kuşlarına benzettiler. Her anında sesiniz, kokunuz 26

İki yıl... Hep yanıbaşımızdasın; alnında yeryüzünü kucaklayan sarı yıldızlı kızıl bandınla... Hatalar yaptık, kızdın bize. Gün oldu yüzüne bakmaktan utandık. Elini uzattın bize... İleri doğru adımlar attık; gülen gözlerle seyrettin bizi. Coşkumuzu paylaşmak için ilk sana koştuk. Sana danıştık, senden öğrendik.. Öğrenmeye de devam ediyoruz. Biliyoruz, öğrenecek o kadar çok şey var ki... Bıkmadan, yılmadan, sonsuz bir sabırla öğretmeye devam ediyorsunuz. İki yıl... Yüzümüzün hatlarına, çizgiler daha derinden oturdu. Yaşlandık mı dersin? Belki öyle; belki acının sertliği var yüzümüzdeki çizgilerde. Ama yüreğimiz hep genç kalıyor.... Damarlarımızda dolaşan kan, hep sıcak... Göğe savurduğumuz yumruğumuz daha da güçlü... Çünkü sizlerden besleniyor bilincimiz.

Gözlerimizdeki ışıltı, sizlerin yüzünüzün aydınlığı... Kızıl katafalkındasın... Şehitler kervanına ülkemizde ve dünyada ilk kadın Ölüm Orucu şehidi olarak katılmışsın. Dudağında tatlı bir tebessümle bizleri seyrediyorsun. Mutlu ve huzurlusun, yaşama güç kattığını biliyorsun. Bunun için gözün arkada değil.. Beyinlerde yarattığınız depremlerle sarsıyor, yıkıyor, yerle bir ediyorsunuz çürümekte olanı... Yıkıntılar arasından yeni güzellikler boy veriyor... Toprağında, suyunda, tohumunda, havasında güneşinde... siz varsınız. Sizlerle büyüyor umut... Sizlerle güçleniyor gelecek... Sizlerle geliyor... İki yıl... İki yıl geçti aradan. Araladık zafere açılan kapıyı. Işığı gözlerimizde aydınlığın. Yürüyoruz... Önümüzde, sıramızda, omuzbaşımızdasın... Seninle vedalaşmıyoruz halklarımızın gelini, MİTRALYÖZ'ümüz. Yine sıcak bir "hoşçakal" diyoruz. Biliyoruz, yüreğimiz rahat, yine hep seninleyiz, yine hep bizimle olacaksın... Senin TAVIR'dan...


MAKALE

zerrin kayalı

kültürel kuşatmayı parçalamak,

ARINMAKTIR

İ

ktidarını, hatta varlığını sürdürmek, ömrünü uzata­ bilmek için yaşamın her alanında daha fazla baskı­ ya, yasağa, teröre başvur­ mak zorunda olan düzen, halkın tepkilerini yumu­ şatmak, sindirmek ya da en azından düzen sınırları içinde tutabilmek için her türlü aracı devreye sokuyor. Özellikle son çeyrek yüzyılda dünyada gelişen teknolojik olanaklarla, kitle ileti­ şim araçlarıyla, değiştiriciliği dönüştürücülüğü hemen herkes tarafından kabul edilen kültürsanat a l a n ı n d a k i kuşatmayı da­ ha da geliştirebilecek yeni alan­ lar yaratıyor. Bu "yeni"likler içinde, yeni bir yöntem belirlen­ miştir. Artık tek tip, farklı be­ denlerde sunulmaktadır. Yani ar­ tık her siyasal renkten, her üs­ luptan, toplumun her kesimine hitap edebilecek tarzda düşünül­ müş ve eğitilmiş sanatçılara açıl­ mış pencerelerin özel bir yeri var. Kuşatma öyle boyutlandırılmıştır ki; artık aklı başında he­ men her sanat erbabı, bu kuşat­

manın farkındadır. Ama ne yazık ki bunu kaçınılmaz bir gelişme olarak görüp ayak uydurabilme­ nin yollarını arıyor. Dahası, açıktan savunur bir duruma geli­ yor. Edebiyattan sinemaya, tiyat­ rodan müziğe kadar hemen her sanat alanında yaşanan değer, kural, ölçü bilmezlik ve yozluk başını alıp gider bir durumda. Çarpıcı örnektir: Üç gün önce kendi halinde bir ev kadınıyken, üç gün içinde parayla soyunduru­ lup, sonra da kocasının katiliyle film çeken, barlarda şarkı söyle­ meye başlayanları yaratan bir mekanizma var ortada. Yozluğun en üst boyutlarda seyrettiği, kültürel çöküşün yaşandığı ve artık tek kuralın "yozlaş, yozlaştır, para kazan" olduğu bir kuşatma­ dır yaşanan. Bu kuşatma, dizgin­ siz yozluğun içinde hiçbir diren­ me dinamiği olmayan; menejerler, şirketler elinde oyuncak hali­ ne getirilenlerle sınırlı değil. Uğ­ raştığı sanat dalında az çok ciddi olarak bilinen, yaşananların far­ kında olan, kendisim siyasi yel­

pazenin solunda gören "aydınsanatçı" kesim bu kuşatmaya, neredeyse hiçbir direnç göster­ meden teslim olmuş durumda. Emperyalizmin yeni dünya düze­ ninin ve süslü-çarpıcı efektlerle yüklü imaj kültürünün etkisi al­ tındadır kendini solda tanımla­ yan aydınlar, sanatçılar. TV'lerin eğitim aracı vs. olma gibi duru­ munun sözkonusu bile olmadığı bir ortamda diziler, belgesel­ ler(!), tam bir uyutma aracıdır. Bu politikaların piyonları ise, maalesef bizim eski tüfeklerdir. Aile dizileri furyası içinde, geç­ mişte kimi tavırları ve açıklama­ larıyla halkın "demokrat, ilkeli, ciddi" olarak tanıdığı yüzleri oyunculuk yaparken görüyoruz. Üstelik gerekçeleri de hazır. "Salt ticari bakıyorum. Sanatçı yaşamak için kazanmak zorun­ da..." Ne kadar kolay ama ucuz ve basit bir açıklama. Özünde pi­ yasa kuralının itirafıdır: Yozlaş, yozlaştır, para kazan. Bu "demokraf'lar da bunu kolayca ka­ bulleniyorlar, para kazanmak için yozlaşmaya, yozlaştırmaya

27


mecburiyet 'lerini dile getiri­ yorlar. Kuşatmaya «teslim olmak, onunla uzlaşmak, yukarıda sözü edilenler açısından belli bir ölçü­ de anlaşılabilir. Ama, gıdasını halkın mücadelesinden, devrimci mücadeleden aldığını iddia eden­ ler de bir bir düşüyorlar kuşatma alanına... "Haramilerin saltana­ tını yıkacağız"lardan, "Ceva­ hir'im vurulmuş çarpışır gerilla­ lar" dan, sahilde yarıçıplak 'sev­ gili'ye kur yaparak şarkı söyle­ yen, gelinlik içinde dönüp dola­ nan birine ulaşamamanın acısını anlatan küplere uzanan bir savru­ luşu yaşayanlar hiç de az değil. İşkenceyi teşhir edeceği bir yazı­ ya, kim olduğu hiç önemli olma­ yan bir kadınla "sevişmenin haz­ zı"yla başlayıp onunla bitiren "Marksist edebiyatçı"lardan, proletaryaya, burjuvazinin aydın­ lanma çağının resmini öğretme iddiasından ve inadından asla vazgeçmeyen "Sosyalist" sanat çevrelerine kadar uzanıyor bu kuşatmanın alanı. Yıllardır söylüyor, yazıyor, anlatıyoruz. Yaşamın içinde de yüzlerce kez kanıtlandı ki; kuşat­ maya direnmek, onunla amansız bir kavgaya tutuşmadan, düzenle uzlaşma zeminlerini yıkmadan tek başına, birey kalarak müm­ kün değildir. Bu, bir süre sonra çürümeyi kaçınılmaz kılacaktır. İyiye, güzele, doğruya, yeniye, onurlu ve insanca olana düşman olan bir düzende, devasa olanak­ larla tüm bu erdemleri yok etme­ ye yönelik saldırılara direnmenin tek bir yolu var: Onu her yönüy­ le mahkum edip savaşa girişmek. Yapılacak olan, yeni bir sava­ şı başlatmak da değildir. Savaş­ maya niyeti olanlar, kendi gele­ ceğini, s a n a t ı n ı n onurunu dü­ şünenler atacakları ilk adımda, geleceği yaratacak emekçi halkın arındıran, yaratan, güç veren, sarsılmaz, yenilmez kavgasının sıcaklığını yanıbaşlarında duya­ caklardır. En önemlisi de; halkın 28

kavgasında, onunla iç içe olduk­ larında kendi gerçeklerini göre­ ceklerdir. Gördükleri gerçek ön­ ce çok ürkütücü gelebilir, bu yüzden kabullenmekte çok zorlanılabilir. Çünkü halktan kopuk, ondan uzak oldukları koşullarda kendilerini bir çok özelliklerini olumlu, doğru, erdemli olarak bi­ liyor ve bunlara sarılarak düze­ nin yozlaştırmasına direndikleri­ ni düşünüyorlardır. Doğrudur da. Küçük burjuva sanatçıların iğ­ rençlik boyutlarına varan, deje-

Yaşamın içinde de yüzlerce kez kanıtlandı ki; kuşatmaya direnmek, onunla amansız bir kavgaya tutuşmadan, düzenle uzlaşma zeminlerim yıkmadan tek başına, birey kalarak mümkün değildir. Bu, bir süre sonra çürümeyi kaçınılmaz kılacakta. İyiye, güzele, doğruya, yeniye, onurlu ve insanca olana düşman olan bir düzende, devasa olanaklarla tüm bu erdemleri yok etmeye yönelik saldırılara direnmenin tek bir yok var. Onu her yönüyle mahkum edip savaşa girişmek. nere ortamlarında, örneğin, dev­ letin katlettiği insanlar için, dü­ şünceleri yüzünden hapsedilen insanlar için, hapishanelerde ya­ şanan direnişler için, basın açık­ lamalarında yer alabilmek, bun­ lardan etkilenip birkaç dize şiir, bir şarkı oyun üretmek bile olumlu görülebilir. Daha fazlasını da yapıyor olabilirler. Sosyalizm düşüncele­ ri doğrultusunda kültür merkez­ lerinde, kolektif çalışmalar için­ de yer alıyor olabilirler. Her gün tartışıyor, yazıyor, çiziyor, kül­

tür merkezinin daha etkin çalış­ ması için sorunları üzerine kafa yoruyor, çaba gösteriyor olabi­ lirler. Hatta bu faaliyetler içinde faşizmin gazabına uğrayıp gözal­ tına alınıyor, işkence, tehditlerle karşılaşıyor, tüm bunlara karşı direniyor, duyarlı sanatçı kimlik­ lerini koruyor olabilirler. Ama işte, bunları hangi bakış açısıyla, nasıl yapıyor olduklarında dü­ ğümleniyor her şey. Ve asıl ölçü; halkın içinde, halkın mücadelesi­ nin gerektirdiği özelliklerdedir. Sanatçı ne üretiyor? Neyi an­ latıyor? Anlattığı şeyi hangi yön­ leriyle ve nasıl anlatıyor? Dili, üslubu nasıl? Halk onu anlayabi­ liyor, anlattıklarını paylaşabili­ yor mu? Anlattıklarının halkın yaşamındaki yeri nedir? Kime anlatıyor? Yaşamın içinde bütün sorunları yaşayanların emekçi halka mı, yoksa kantinlerde, kafelerde, yani yaşamın nabzının attığı yerlerden uzak ortamlarda, toplumsal yaşam üzerine bol ke­ seden laf eden, ettiği lafların ya­ rısını kendisi de anlamayan ay­ dıncıklara mı? Bütün bu ve bun­ lara eklenebilecek daha bir çok soruya verilecek cevapların mer­ kezinde, halkın yükselen müca­ delesi yok ise ya da tartışılanlar, üretilenler hayatın içinde kendi­ ne yer bulamıyor, bir anlam ifa­ de etmiyorsa, işte o zaman, ku­ şatmanın çemberinden kurtulunamamıştır. Bu kuşatmayı parçalamak, arınmaktır. Hem kültürel hem de insani değerler açısından bir arınmadır bu. Tüketim kültürü­ ne, dejenerasyona karşı saflaş­ madır. Sanatçı bu alanda, duygu­ ların en yoğununu, en boyutlusu­ nu yaşayabilecekken bugünkü durumda olduğu gibi sığlaşmamalıdır. Sanatçı bir duygu mima­ rıdır. Ama günümüzde emperya­ lizmin beyin işgali bu gerçeği yerle bir etmiştir. Bu ablukayı dağıtmak için kafalarımızı sok­ tuğumuz kumdan çıkaralım, yeter.


ŞİİR muzaffer dizman

GÖÇ Onlar, göçkün ağır taş dibekleriydiler o eski oba yerinin "bir tayımız doğacak" diye mutluydular söğütlükte aygıra çektikleri gün kısraklarını. Bir de oğulları oldu zemheriyi geçip son kar düştüğünde kış ayaklarından tutarak başaşağı, dağ gölünde buzları kırarak daldırıp çıkardılar çırçıplak acıya alışsın diye, töre bu. Ama, onüçüncü boğazdır diyerek bir karış asıktı suratları Peşi durur diye "Dursun" koydular adını her ihtimale karşı Dağlar kavrulup çatlayınca, tamtakıra durunca kel kayalar ve su sızmaz olunca gökbakırdan uzun ve ağır adımlar tutarak göç göç silbaştan gittiler adına İstanbul dedikleri cehennemin dibine doğru. Ve yine gün eğilip yettiğinde bıyıkları terleyip de, ölecek yaşa geldiğinde Dursun bir isyan yerinde gelip kapıyı çaldığında azrail, kör bir kurşunla gidip Galatasaray'ın orta yerinde analar imece usulü döne döne ağladılar.

29


TARTIŞMA yiğit tuncay

Kültür -1-

İ

dealizm, insanın parçalan­ ması ile doğrudan ilişkili­ dir. İnsan, madde (mater­ yal) ve düşünce (ide) birlik­ teliğini, "özdeş" birliğini, birbirinden koparıp ayrı ay­ rı ele alıp soyutlayarak ya da düşünceyi maddenin önüne koymakla parçalanmıştır. Tarihsel birikim içinden baktığı­ mız zaman karşımıza şöyle bir du­ rum çıkıyor: İnsan, madde ve dü­ şüncenin "özdeş" birliğini, birbi­ rinden koparılmış algılamada bi­ linçsizliğin kurbanı oluyor ya da düşünceyi maddenin önüne ısrarla koyma noktasında bilinçli tutumu­ nu sürdürüyor. Öncelikle maddenin tanımına dikkati çekmek gerekiyor. Çünkü yaşadığımız süreç, bilimsel temel­ lere dayanarak aşılmış tartışmala­ rın tekrar karşımıza çıkışıdır. İlk­ çağ maddecileri, "atomlardan ve onların içindeki boşluktan başka birşey yok" demekle doğruya işa­ ret etmişlerdi. Ancak, maddeyi salt atomlar şeklinde düşünmekle mad­ denin tanımını yoksullaştırıyorlardı. Madde: İnsan bilincinden ba­ ğımsız varolabilen, sonsuz evrenin ve yaşadığımız dünyanın inorga­ nik açıdan; mekanik (yeryüzü ve gökyüzü cisimleri), fiziksel (elementer parçacıklar, elektromanye­ tik alanlar, çekirdek etkileşimleri,

30

ışımalar), kimyasal (atomlar, mo­ leküller, katı-sıvı-gazlar) ve orga­ nik açıdan ise biyolojik bileşimle­ rini kapsamaktadır. Bütünüyle bunlar, toplumların işleyişini ve değişime dönük hareketlerini de içine alan geniş bir tanımı zorunlu kılar. Ancak, tüm bu sonsuz çeşit­ liliğin duyumlarla algılanılabilen, yani yansıması vardır. Madde, bi­ linç tarafından imgeleştirilip yan­ sıtılan nesnel gerçeği de ifade eder. Düşünce, ruh, bilinç gibi du­ rumlar doğrudan maddenin yansı­ masının ürünleridirler. Doğa gibi bir kavramla da ele alabileceğimiz madde tanımlama­ sı, insanın manevi alanının, tari­ hin, toplumun ve bütün bunların parçalanamayacak "özdeş" birliği­ ni de içine alan bir gerçekliktir. En temelde yaratılamayan ve yok edi­ lemeyen madde, onun en yüksek gelişme ürünü olan insan bilinciy­ le de bütünlenir. Dolayısıyla dün­ yanın maddeye dayalı tekliği söz konusudur. Bu teklik insan bilin­ cinden bağımsız var olabileceği gibi, aynı zamanda durmaksızın değişen-dönüşen bir etkinlik için­ dedir. Bu değişkenlik sürecinde bi­ linç, yalnızca maddenin bir ürünü olmayıp, "nesnel sürecin biçimle­ rinden biri olan" toplumsal prati­ ğin temeli üstünde, maddeyle kar­ şılıklı etkileşime girerek, madde­

nin biçimlenmesinde gitgide daha çok etkili olur; böylece maddenin, istenilen amaçlar doğrultusunda bilinçli olarak değiştirilmesi ve bi­ çimlenmesi de olanaklı olabilir. Aksi takdirde, değiştirme-dönüştürme olgusunun anlaşılabilir bi­ limsel temelleri oluşmaz. Ancak, şu var ki, yine temelinde maddenin nesnel-somut olan bir yansıması vardır ve bu yansıma insan bilinci tarafından değiştirici-dönüştürücü bir özellikte yansıtılabilir. Görül­ düğü gibi, burada düşünceyi, ruhu, doğanın önüne koymamış oluyo­ ruz. Böyle bir bilimsel yöntemden yola çıktığımızda, barbar akınları­ nın Batı Roma'nın yıkılışına yaptı­ ğı etkiyi, 1453'te İstanbul'un fet­ hinin Amerika'nın keşfine yarattı­ ğı nedeni, Sanayi Devrimi'ni, 1789 Fransız İhtilali'nin dünyada yarattığı değişim gibi tarihsel olayları da maddi temellerini bula­ rak çözümleyebiliriz. Çözümleme­ nin maddi temelinde göreceğimiz ise, tarihin sınıf mücadeleleri tari­ hi olduğu gerçeğidir. Tarih kavra­ mını geçmiş-şimdiki an-gelecek bağlantısı içinde görebilir ve bu diyalektik diyaloğu, nesnelerin, doğa olaylarının, toplumsal prati­ ğin, süreçlerin sonsuz çeşitliliğini bir kenara bırakarak sadece hep­ sinde ortak olan yanları, yani


"nesnel gerçek olma" durumlarını, "bilincimizin dışında varolma özelliği"ni vurgulayan soyutlama­ lar yapabiliriz. Yani, madde kate­ gorisi, duyumlarla algılanabilen nesneleri genel olarak ifade eden "bir düşünce ürünüdür, bir soyut­ lamadır."; tek tek nesneleri, so­ mutlukları içinde ifade etmez di­ yebiliriz. Geniş bir şekilde ele alınması gereken maddenin tanımım, artık bilinçli bir şekilde yoksullaştırarak günümüze ikame etmeye çalışanla­ rı görüyoruz. Bu yaklaşımlar fiziği tek başına diyalektik maddeciliğin yerine, tarihsel maddeciliğin yeri­ ne ise metafizik sosyolojiyi (top­ lum bilim) oturtmaya kalkışıyor­ lar. Çünkü doğa bilimlerini bugün yeniden diyalektik-tarihsel madde­ cilikten koparıp ele alarak ve ko­ parılanı tekrar bilimsel toplumcu­ luğun yıkılmasının emrine verme­ ye çalışıyorlar. Kuşkuculuğu, geli­ şimin, değişimin bilimsel kavranabilmesine değil de, korku ve iha­ netin maskesi yapıp, 19. yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20. yüzyılda tekelci finans-kapitalizmin çökmüş metafizik "toplum bi­ lim" argümanlarıyla bir kere daha pazarlanabilmesinin önünü açıyor­ lar. Bildiğimiz gibi kuşkuculuğun ilk biçimi Antik Yunan'da köleci toplumun bunalım ve çöküşünün dışlaması olarak doğmuştur. Son­ rasında 16.-17. yüzyılda feodaliz­ min dogmatik felsefi dinbilimsel dünya görüşüne karşı geliştirilmiş ve arkasından burjuva felsefesinin yaygın bir akımı olup, burjuvazi­ nin her düşünsel düzeydeki çöküş dönemlerinin sembolü haline gel­ miştir. Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de felsefe sorunudur. Çünkü felsefeciler, dü­ şünceyi maddenin önüne koyma tutumlarıyla Marks'ın da dediği gibi "gökyüzünden yeryüzüne in­ meye çalışmışlardır". Oysa ki maddeciliğin temeli "yeryüzünden gökyüzüne" çıkabilmektir. Parça­

lanmamış insanın tutumu olan, ya­ ni ikicil (düalist) olmayan bu ba­ kış, gökyüzü ve yeryüzü ikilemini yaratmayarak dünyanın maddeye dayalı tekliğini ve insan bilincinin maddenin en gelişmiş biçimi oldu­ ğunu ortaya koyuyor. "Yani biz, elle tutulur, canlı insana varabil­ mek için, insanların söylediklerin­ den, hayal ettiklerinden hareket etmiyoruz; anlatılmış, düşünül­ müş, hayal edilmiş, tasarlanmış insandan da hareket etmiyoruz. Biz, gerçek, etkin insandan hare­ ket ediyor ve onların gerçek yaşam sürecini temel olarak ele alıp, bu yaşam sürecinin ideolojik yansıla­ rının ve yankılarının gelişmesini açıklıyoruz." Bu anlamda idealiz­ min felsefe önermesi "vahiy" cidir (a priori). Maddenin önüne düşün­ ceyi koymakla toplumsal pratikten soyut, kopuk olan "aklını", artık "aştığını" söylediği ama, bir türlü de kurtulamadığı Tanrı'nın yerine koyar ve parçalanmayı yaratır. İdealist insanın parçalı algıla­ ması, "aklı" ve toplumsal pratiği ayrı ayrı yerlere koyarak, dünya sorunlarına felsefi çözümler ara­ maya girişiyor. Bildiğimiz gibi, "teoriyi gizemciliğe saptıran bü­ tün gizemler, akılcı çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin an­ laşılmasında bulurlar". Marks'ın bu yaklaşımını pragmatizmle ilgili olarak yorumlamak yanlıştır. Marks burada, maddi dünyada inancın doğrulandığını, çünkü pra­ tikte geçerli olduğunu söylemiyor. Tez, bizim maddi dünyaya olan inancımızın pratik ve bir başka şeyle doğrulanması sorunuyla ilgi­ li değil. Tersine tez felsefi bir çözüm arama gereksiniminin terkedilmesini savunuyor ve kendisi öz­ de akıldan bağımsız gerçekliğe inancımızın felsefi doğrulanması sorununu terkediyor. Burada parçalanmış insanın ak­ lının zembereği iki türlü çalışıyor ve idealizme saplanıyor. Birincisi; toplumsal pratiğe yaklaşımda ve sorunların çözümünde, insandan, onların eyleminden, onların maddi

varlık koşullarından kopuk olarak, aklında kurduğu düşüncelerini maddi dünyaya oturtmaya çalışa­ rak gökyüzünden yeryüzüne ini­ yor. İkincisinde ise; tarihsel-diyalektik açıdan kavranması gereken ve maddenin en gelişmiş bir biçimi olan bilinci bir kenara iterek, Amerika'da çok yaygın olan çağ­ daş burjuva felsefesinin temel an­ layışı pragmatizmin kölesi oluyor. Böyle bir gerçek anlayışı, önerme­ lerin nesnel gerçekle uyumluluğuyla değil de, yalnız ve yalnız ge­ tirdiği pratik yararla değerlendi­ ren, pratikteki doğrulanma hastalı­ ğı yüzünden somutun zenginliğin­ de soyutlayamayan, yani "yeryü­ zünden gökyüzüne" çıkamayan "doğalcılığa" (natüralizm) ya da kaba gerçekçiliğe (realizm) sapla­ nıyor. Çünkü pragmatizmin yarar­ cılığı, aslında, tasarımlarımızın, düşüncelerimizin, kavramlarımı­ zın ve önermelerimizin, nesnel gerçeği yansıtan imgeler olmayıp, tersine bunların pratik davranış kuralları oldukları görüşünü savu­ nur. Bu tutumun sonucu ise yaşa­ mın içinde kendi doğruluğunu, ge­ çerliliğini kabul ettirmiş, başarıya ulaşmış, yarar sağlayıcı tüm anla­ yışları, pratik eylemleri haklı gös­ termekten başka bir işe yaramayan salt göreceliliktir (rölativizm). Sovyetler Birliği'ndeki reel sosya­ lizmin çözülüşünün ardından "ak­ lın" zembereği böyle boşalmıştır. Boşalan felsefi aklın zembereği bir kere daha "aşma" kavramını orta­ ya atacaktır. Çünkü Hegel'de ol­ duğu gibi, yine "dünya aklının üs­ tünde durdurulacaktır". "Böylece aşıp geride bırakma edimi tuhaf bir rol oynamakta, hem yok sayıp hem muhafaza etmekte, yok saydığını olumlamaktadır." Felsefi akil yaşadığı sorunları­ nı, örneğin, ordu-sermaye-devlet üçgenini "hukuk felsefesi"'nin o muhteşem tutkalıyla yapıştırıp, so­ yut "adalet", "özel hak" ve ahlak­ la eşitleyip; "ahlak"ın aşılmasını "aile" ile, "aile"nin aşılmasını 31


"yurttaşlar toplumu" ile, "yurttaş­ lar toplumu"nun aşılmasını dev­ letle, devletin aşılmasını "dünya tarihi" ile eşitleyecektir. Karşımı­ za haliyle paramparça olmuş "sivil toplum" a dayanan, sömürü düze­ nini güden güçlü bir burjuva dev­ let mekanizması çıkacaktır. Bu mekanizma "kendimi küçültüyo­ rum" felsefesini yaparak, önceki "kamu"cu felsefesini, yani devleti küçültüp pantolon cebine girecek hale getirip, bir yandan da korkunç büyüklükte militarize edilen bir zor aygıtı meydana getirmektedir. Toplum tüm bu gelişmeleri iz­ ler ve "gerçek varoluşlarında", burjuvazinin koyduğu maddi ve manevi dünya ikilemini yaşamaya başlar. Topluma sunulan ve özel­ likle de burjuvazinin, kentlerin gö­ beklerine diktiği dev gibi binala­ rında kalorifer böceğine dönüşmüş bilgisayar kumkumaları tarafından benimsenecek olan bu özellikler, ilkin düşüncede, felsefede ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, onların ka­ çınılmaz olarak o biricik "akıl"la­ rından geçen şunlardır: "benim gerçek varoluşum 'din felsefe­ si'ndeki var oluşumdur; gerçek po­ litik varoluşum 'hukuk fetsefesi'ndeki var oluşumdur; gerçek do­ ğal varoluşum, 'doğa felsefe­ si'ndeki varoluşumdur; gerçek sa­ natsal varoluşum, 'sanat felsefesi'ndeki varoluşumdur; gerçek in­ ­­­­ varoluşum, 'felsefe'deki varo­ luşumdur. Aynı şekilde dinin, dev­ letin, doğanın, sanatın gerçek va­ roluşu da, din, doğa, devlet ve sa­ nat felsefesidir." Diğer "bir yan­ dan, bu 'aşma' edimi, düşünce varlığının aşılmasıdır; böylece, 'bir düşünce olarak' özel mülkiyet, ahlak 'düşüncesinde' aşılır." Gök­ yüzünden yeryüzüne inen temelsiz "soyutlama" larda sınır tanınmaz ve "aşan" bir "aşma" ya başladı ısa; "insan Hakları"yla insanileştiğini, hayvanları korumayla ve ih­ tiyaç fazlası üretimden kaynakla­ nan kendi çöplerinden nefret ede­ rek doğayı sevdiğini, kent merkez­ lerinde rahatça dolaşmakla kadın32

ların "özgür"leştiğini, hatta yok­ sulları gördükçe de felsefeye dö­ nüştürdüğü "sosyalizm" i hatırla­ yarak "aşar" ha babam, "aşar"; artık gerisini siz düşünün... Kendini, toplumsal pratikten kopuk (maddeden kopuk) "aklı"nda, "düşünce"lerinde felsefi ola­ rak gerçekleştiren insan için, "yine aynı şekilde, 'Nitelik'in aşılması 'Nicelik'e eşittir, aşılmış Nicelik 'Ölçü'ye, aşılmış Ölçü 'Öz'e, aşılmış Öz 'Görünüş'e, aşılmış Görü­ nüş insan bilinç ve faaliyetlerinin tek tek davranışlarına, aşılmış in­ san bilinç ve faaliyetlerinin tek tek davranışları 'Kavram a, aşılmış Kavram 'Nesnellik'e, aşılmış Nes­ nellik 'Saltık Fikir'e, aşılmış Sal­ tık Fikir, 'Doğa'ya, aşılmış Doğa 'Öznel Zihin'e, aşılmış Öznel Zi­ hin 'Ahlaksal Nesnel Zihin'e, aşıl­ mış Ahlaksal Zihin 'Sanat'a, aşıl­ mış Sanat 'Din'e, aşılmış Din "Saltık Bilgi"ye eşittir." İdealizmin dayandığı bu felsefi varoluş, "aklını" böyle işletir. Bil­ gi edinme sürecini de bu sıralama­ ya dayanarak "gerçek"leştirir. Sürekli "aklında" kurar ve yine "ak'lında" aşar herşeyi. Onun içindir ki baş aşağı durmaktadır ve "aklıy­ la" yürümektedir. Öyleyse ayakla­ rıyla mı düşünmektedir? Belki de ayakları olmayan bir insanı tasar­ lamaktadır. Çünkü nasıl olsa aklıy­ la da yürüyebiliyordur. Bu bakış, bilinci maddeye göre birincil say­ dığı için, üretim biçimlerini, sınıf­ ları, toplumsal pratiği ve daha doğ­ rusu tümüyle tarihin maddesini analiz etmez. İdealistin işi, idealize etmektir. Bu nedenle, toplum­ daki sözkonusu durumların olum­ suz, çirkin, estetiğe aykırı, daha doğrusu çelişkileri bir yana koyup, yalnızca olumlu yönleri öne çıka­ rır ve sadece bunları önemli sayar. Dolayısıyla bu tutumuyla da olum­ suzlukları da olumlu hale getirmiş olur. Şeyh Bedreddin örneğinde ol­ duğu gibi, tarihin o sürecindeki üretim biçimini, sınıfların çözüm­ lemesini yaparak ve Bedreddin'in

Gökyüzünden yeryüzüne inen temelsiz "soyutlamalarda sınır tanınmaz ve "aşan" bir "aşma"ya başladı mı; "İnsan Hakları"yla insanileştiğjni, hayvanları konmayla ve ihtiyaç Ması üretimden kaynaklanan kendi çöplerinden nefret ederek doğayı sevdiğini, kent merkezlerinde rahatça dolaşmakla kadınların "özğür"leştiğini, hatta yoksulları gördükçe de felsefeye dönüştürdüğü "sosyalizmi hatırlayarak "aşar" ha babam, "aşar"; artık gerisini siz düşünün., hangi koşullar doğrultusunda orta­ ya çıktığım incelemez. Çünkü ide­ alist bakışa göre, tüm koşullan ya­ ratan Bedreddin'in bilincidir. O dönemde, Anadolu'daki merkezi­ leşme eğiliminin, ilkel "sosyalist" birikime yaslanan feodalizmi tasviyeye girmesi görmezden gelinir. Anadolu'nun o tarihsel dönemecindeki üretim biçiminin bir başka üretim biçimine dönüşmesinin so­ nucu olan Karaburun Mağlupları'nın, belki de aynen Batı'da ol­ duğu gibi aşağıdan yukarıya gelen kapitalist gelişmenin son durağı olduğu gerçeği görülmemeli mi­ dir? Fetih, kendinden önceki fe­ odalizmi tasviyeye girişerek mer­ kezileşmeye yönelmiş ve aynen Rusya'da olduğu gibi kapitalistleşme sürecini Batı'nın tersine yuka­ rıdan aşağıya gerçekleştiren bir adım olmuştur. Ayrıca bu da çö­ zümlenmesi gereken bir gerçektir. Dolayısıyla, Bedreddin'in kişiliği­ nin idealize edilmesinin, bize bi­ limsel sonuçlar vermeyeceği ve bu sonuçlardan nedenler üretebilme­ mize engel olacağı kesindir. Ayrı­ ca "Varidat" incelenmeli, tarihsel


rolü verilmeli ama, bilimsel sosya­ lizmin ışığında eleştirisi yapılabil­ melidir. Doğu, İstanbul'un fethine ka­ dar olan süreç içinde, düşünsel planda hareketli bir bölge olmuş­ tur. Doğu'da İslam düşünürleri inanç ve bilgiyi kiliseyle, özellikle Aristoteles'in "bilimsel" sistemini uyumlu bir biçimde birleştirmeye çalışan Ortaçağ felsefesi olan sko­ lastiğe "taklid" adını vermişlerdir. Hemen hemen bütün tasavvufçular taklitçilere, yani skolastik olana saldırmışlardır. Gerek Ortadoğu, gerekse Anadolu'da böyle düşünen bir sürü düşünür yaşamıştır. Gaza­ li (1068-1109), Descartes'tan 500 yıl önce, insanların doğdukları topluma göre din ve kanı edindik­ lerini açık seçik yazmıştır. Çok önemli düşünürlerden biri de, dün­ yanın ilk toplum bilimcisi olan, yani "Ümran" ilminin yaratıcısı Tunus doğumlu İbn-i Haldun'dur. Bir diğeri ise; Anadolu'da, X y.y.'da gelişen, tümüyle maddeci­ liği savunan Dehirciler'dir. "Dehriye" sözcüğü materyaliz­ min karşılığı olup, kimilerine göre atomcu Grek felsefesinden, kimi­ lerine göre ise İran'da Sasaniler'den sonra Pehlevi dilinde yazı­ lan Şkand Gumanigvizar adlı" risa­ ledeki düşüncelerden, Zurvaniye sözünden Arapça'ya çevirilmiştir. Müslümanlıktan sonra daha da ya­ yılan bu sistemi düzene kavuştur ran, ona bir felsefe okulu niteliğini kazandıran İbn Ravendi (öl. 910), Başşar bin Burd, Salih bin Abdal Kuddus gibi maddeci filozoflar olmuştur. Yıldırım Beyazıt'ın muhalif kardeşi Musa Çelebi'nin yakını olan, Bezmi Nusret Kaygusuz'un Menakıp'tan yararlanarak yazdığı eserinde belirttiğine göre şeceresi; -Selçuk Sultanı Alaeddin'in kardeşi oğlu, dedeleri Selçuklu veziri olan, Mısır'da Fıkıh ve Kelam gibi za­ manın ilimlerini tahsil etmiş, Des­ cartes'tan 250 yıl önce gelen Şeyh Bedreddin, "Varidat", "Teshil" adlı eserlerini yazarken, işlediği

konuda kimseden bir şey öğrenme­ diğini açıklayarak, bütün klişeleş­ miş düşünceleri çürütmüş ve Spinoza kadar mantıklı bir panteizm ("bütün varlık Tanrı'dır" öğretisi: tüm Tanrıcılık) kavramını savun­ muştur. Ne var ki; sonraları Doğu, İstanbul'un fethinin ardından du­ rur. Kısaca bir şeye daha değinmek istiyorum, o da, idelizmin iki türlü olan biçimi nesnel idealizm ve öz­ nel idealizm... Nesnel idealizm; bilinci, düşünceyi, aklı ve ruhu maddi temelinden, insan beyninin faaliyetinden ve somut tarihsel ko­ şullardan koparır ve onu kendi ba­ şına varolan, bağımsız nesnel bir varlığa, yani Tanrı, mutlak akıl, düşünce (idea), düşünceler (ideler) alanına dönüştürür. Nesnel idealiz­ min kurucusu, düşünceler öğreti­ sinde, kavramları, mutlak ve ebedi düşüncelerin bağımsız bir dünyası sayıp onları mutlaklaştıran ve nes­ nel gerçekteki nesnelerde yalnızca bu düşüncelerin geçici birer kop­ yasını gören Platon'dur. Nesnelidealizmin en ünlü sistemleri Akinolu Torna, Leibniz ve Hegel tara­ fından kurulmuştur. Öznel ide­ alizm ise, öznenin bireysel bilinci­ ni mutlaklaştırır ve maddeyi, mad­ di dünyayı salt bilinç içerikleri olarak açıklar; duyum karmaşaları, irade, tasarımlar v.b. Görüldüğü gibi, nesnel ide­ alizm ile öznel idealizm arasında önemli farklılıklar bulunmasına karşın, her ikisinin de bilimsel maddeciliğe olan karşıt tutumla­ rında birçok ortak nokta vardır. "Felsefi idealizm, ancak kaba, ba­ sit, metafizik maddeciliğin açısın­ dan bakıldığında anlamsızdır. Bu­ na karşı felsefi idealizm, diyalektik maddeci bakış açısına göre, bilgi­ nin özelliklerinden, yanlarından, sınırlarından bir tanesinin -mad­ deden, doğadan kopuk tanrılaştırılmış- bir mutlak haline getirildi­ ği, tekyanlı, abartılmış, aşırılığa kaçar şekilde geliştirilmesidir. İdealizm, papazlıktır. Bu doğru. Ama ('daha doğrusu' ve 'ayrıca')

felsefi idealizm sonsuz karmaşık­ lıktaki (diyalektik) insan bilgisinin gölgelerinden birisi üzerinden pa­ pazlığa giden yoldur." (Lenin) Felsefe papazları, yukarıda de­ ğinmeye çalıştığımız parçalanmayı yaratarak önce din, ahlak, sanat gi­ bi felsefi bir bilinç içinde manevi (zihinsel) alanı başka bir yere koy­ maya çalışmıştır. "Manevi" alanı ise en genel anlamda "kültür" diye tanımlanmıştır. Öyleyse "maddi" alan onlar için nedir? "Maddi" alanı ise sadece ya ekonomik pla­ na, ya da doğa bilimlerine, yani fi­ ziğin yasalarına sıkıştırırlar. De­ ğişmeyen gelenekleri, görenekleri (aynen Türk-İslam sentezinde ol­ duğu gibi) "manevi" alan içinde, soyut bir "ruh" hali yaratarak be­ lirlerler. Bu söylediklerim, Mark­ sistler için de geçerlidir. Çünkü, Marksizmi bilimsel bir yöntem, yani evreni, dünyayı analiz etme

Bildiğimiz gibi "kültür" kavramı, Latincedeki "cultura", "cultus", "agrikultura" gibi sözcüklerden gelmektedir. Bu sözcüklerin anlamı ise "işlemektir". Buradaki işleme anlamına gelen "kültür" kavram, aynen "toprağı işlemek"te olduğu gibi, insan emeği, insanın etkin, dönüştürücü eylemini ifade eden üretim biçiminin, maddi ve manevi alanının "özdeş" birliğinin kavramlaşmasıdır. Çünkü insanın maddi alanının yansıması, sonuçta bilincini belirleyecektir. 0 bilinç ki; soyut, nesnellikten, toplumsal pratikten kopuk bir bilinç değildir. Görüldüğü gibi, "kültür" dediğimiz zaman, öncelikle insanoğlunun maddi varlık alanım oluşturan üretim biçimini anlamış diniyoruz. 33


ve değiştirme noktasında algılaya­ mayanlar, onu felsefeye dönüştü­ rerek bir manevi alan yaratırlar. Yarattıkları bu donmuş, değişmezmiş gibi olan manevi alanın, yani "ruh" halinin ritüeli ise ya "Ekim Devrimi" yıldönümleri, ya da "1 Mayıs"lar olacaktır. Tüm bunların yanında, biz, "kültür" kavramına tarihsel ve diyalektik materyaliz­ min ışığında bakmaya çalışalım. Bildiğimiz gibi "kültür" kav­ ramı, Latincedeki "cultura", "cultus", "agrikultura" gibi sözcük­ lerden gelmektedir. Bu sözcükle­ rin anlamı ise "işlemektir". Buradaki işleme anlamına gelen "kül­ tür" kavramı, aynen "toprağı işle­ mek"te olduğu gibi, insan emeği, insanın etkin, dönüştürücü eylemi­ ni ifade eden üretim biçiminin, maddi ve manevi alanının "özdeş" birliğinin kavramlaşmasıdır. Çün­ kü insanın maddi alanıma yansı­ ması, sonuçta bilincini belirleye­ cektir. O bilinç ki; soyut, nesnel­ likten, toplumsal pratikten kopuk bir bilinç değildir. Görüldüğü gibi, "kültür" dediğimiz zaman, önce­ likle insanoğlunun maddi varlık alanını oluşturan üretim biçimini anlamış oluyoruz. Ancak tarih boyunca egemen düşünceler, egemen sınıfların dü­ şünceleri olduğu için, "kültür", sadece gökyüzünden yeryüzüne inen düşüncelerin ya da dondurul­ muş gelenek, görenekleri içeren manevi alana ilişkin bir olguymuş gibi ele alınmıştır. Tarih sahnesin­ de yükselmeye çalışan burjuvazi­ nin ortaya koyduğu burjuva "hü­ manist" kültür kavramı, insanın, kendini geliştirmek amacıyla hem çevresine, hem de kendi doğasına kattığı her şeyi, ama özellikle zi­ hinsel çalışmayı tanımlıyordu. Özellikle burjuvazi ve onun sadık filozofları, bir üretim biçiminin (köleci, feodal, kapitalist v. b. üre­ tim biçimleri) insana yansıması olan kültürel oluşumunu parçalı, çelişik duruma getirme noktasında sistematik felsefe kategorileri ya­ ratıyordu böylece.

34

Oysa ki, insanların dinlen, mil­ liyetleri, sanatsal etkinlikleri ve tüm bilinç durumları üretim biçi­ minin, yani nesnelliğin bir sonucu olmuştur. Bu yüzden, anlaşıldığı gibi yaşamı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen yaşamın ta ken­ disidir. Dolayısıyla baştan beri tanım­ ladığımız maddenin ve onun en gelişmiş bir biçimi olan bilinç, üretken, değiştirici, dönüştürücü etkinliği içinde durmaksızın, yeni­ den ve yeniden kendini üreten bir yol izlet Bu da, insanın kendi bir ürünü olduğu doğayı (toplumu) in­ sani kılışı demektir. Yani kültür, insanın kendisiyle birlikte doğayı da insanileştirmesi sürecidir. Bu süreç içinde kültür hep tarihsel so­ mut bir biçimde, belli bir topluma (toplumsal-ekonomik oluşuma) bağlı olarak var olur ve o toplu­ mun tarihsel-görece üretim tarzıy­ la bağıntısı içinde o toplumun ya­ pısının özelliklerini gösterir; yani sonuçta, sınıflı toplumlarda kültür de sınıfsal bir özellik taşır. Sınıfsal özellik, kültürü, üretim araçlarını özel mülkiyetinde tutan sınıfın "seçkin"ciliği temelinde üretmiştir. Böylece, burjuva filo­ zoflar, kültürü manevi faaliyetin, hiç kuşkusuz, burada, ayrıcalıklı sınıflardan gelen seçkin insanların manevi faaliyetlerinin sonuçlarına indirgemişlerdir. Kültürü maddiüretim faaliyetinden ayrı bir alanmış gibi ele alarak, üretim faaliye­ tinin kültürel gelişmedeki önemini yadsımışlar ya da görmezlikten gelmişlerdir. Sonuçta, kültürü ya bireyin dış koşul ve koşullanma­ lardan mutlak bağımsızlığı ve öz­ gürlüğü olarak, ya da tam tersine, bu koşulların insanoğlu üstünde onun yaratıcı etkinliğini engelle­ yen mutlak egemenliği olarak an­ lamışlar; dolayısıyla, bunun sonu­ cunda, kültürü toplumdaki "seç­ kinlerin kültürü" olarak aldıkları gibi, halk kitlelerini de kültür kar­ şısında bütünlükle edilgen, giderek onu bozucu bir güç olarak görmüş­ lerdir. "Kitle kültürü" kavramının

uzun bir felsefi geçmişe ve sınıfsal bir özelliğe sahip olduğu burada ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde bu durum çok daha çelişkili gelişmiştir. Ülkemizdeki Batı'ya bağlı egemen sınıfın, Ba­ tı 'daki değişen üretim biçimine endekslenmesi, Türkiye burjuvazi­ sini, Batı'nın egemen sınıflarının "kültürü"ne bağımlı kılmıştır. Çünkü, üretim araçları daha geliş­ kin olanın, daha az gelişkin üretim araçlarına sahip olanı teslim alma­ sı kaçınılmazdır. "Uygarlık" ya da "modem" denilen kültürel biçim­ ler bunlara bağlıdır. Türkiye burjuvazisinin kültürel "gelişme" diye sunduğu Batılılaş­ ma programıdır. Bu programın be­ lirleyici etkeni ise; Batı'daki üre­ tim araçlarının gelişkinliği ve bu gelişkinliği sürdürmesine neden olan sermaye birikiminin süreklili­ ği temelinde kendine bağımlı kılan emperyalist politikadır. Maddi te­ mellere dayanan bu emperyalist kültür, ülkemizin büyük kentlerin­ de vücut bulmaya başlamıştır bile. Böylelikle, diyalektik gerçeklikten uzak olan bu parçalanmış bakış, maddi olanı teknik ilerlemeler te­ melinde ele almaktadır. Ancak bu­ nun yaranda, bilindiği gibi, "uy­ garlığın" temeli ise bir çoğunlu­ ğun, bir azınlık tarafından sömü­ rülmesine dayandığı için ve tüm üretim araçlarındaki gelişmesini bu sömürüye dayanarak sağladığı için, eşitsiz gelişme ye onun daya­ nağı olan özel mülkiyete dayalı sı­ nıflı toplum geleneğinin üretim bi­ çimini sürekli gündemde tutacak­ tır. Burjuva "aydınlanma" çağının argümanlarını yine burjuvazinin kendisi tarafından tüketildiği çağı­ mızda, burjuvazi, maddi kültür arayışını "modern (ütopik) sosya­ list"lerin ekonomi-politik prog­ ramlarına yaslanarak aşmaya çalış­ maktadır. Bir örnek verecek olur­ sak; Avrupa kalite ödülünü alan Sabancı'yı sırtına alan işçi sınıfı­ nın "esnek üretim" illüzyonundan etkilenmesi, '89 sonrası Türki-


ye'sinin ilginç bir fotoğrafı olu­ yordu. Sözü geçen "esnek üre­ tim" in temellerini, 1772-1837 yıl­ ları arasında yaşamış olan ünlü "modern sosyalist" lerden biri olan Charles Fourier'in görüşleri ara­ sında bulabiliriz. Çünkü Fourier; her emekçiye ücret yerine kar payı (temettü) verilmesini, üretimin sı­ kıcı bir hal almaması için bir zev­ ke dönüştürülmesini ve üretim me­ kanlarının çekici kılınması için emekçiler arasında rekabetin doğurulması gerekliliğini vurgula­ mıştır. Yaşadığı derin krizi aşmaya çalışan egemen sınıflar, artık, modernizm sonrası toplumlarının fel­ sefesini yaparak, "modern (ütopik) sosyalist"lerin argümanlarına sa­ rılmışlardır. Bu yaklaşımlar onlara göre "alt yapı"yı, daha doğrusu maddi kültür planını oluşturuyordu. Çün­ kü Batılılaşma yolundaki Türki­ ye'nin ekonomik rejimiydi. Neoliberallerin hızla sunduğu bu prog­ ramların bir de "üst yapı"sı, yani manevi kültür planı gerekiyordu. "Üst yapı" ise, toplumun siyaset, hukuk, sanat, felsefe, görüşleri ve bu görüşlere denk düşen yeniden kurumlaşmalarıdır. Kurulu düzen, krizini zamana yayan restorasyon programlarına bağlanırken kurum­ larım yeniden kurumlaştırmak zo­ rundadır. Çünkü her temelin, o te­ mele özgü bir "üstyapı" sı vardır. Feodal rejimin temelinin kendine özgü bir "üst yapı" sı, siyaset, hu­ kuk, sanat, felsefe, görüşleri ve bu görüşlere denk düşen kurumları vardır. Bu noktalar, tüm üretim bi­ çimleri için geçerlidir. Baştan beri sözünü ettiğimiz parçalanma, aslında, doğrudan ilişkili olanı ilişkisizlendirme poli­ tikasıdır. Hatta Avrupa'da, özel­ likle Marksistler arasında bile, Marks'ın her şeyi ekonomizme in­ dirgediği şüphelerine ilişkin olarak bakın Engels ne diyor: "Maddeci tarih anlayışına göre, tarihte nihai belirleyici etken, gerçek yaşamda­ ki üretim ve yeniden üretimdir. Ne Marks, ne de ben, hiçbir zaman

bundan fazlasını öne sürdük. Bu nedenle, 'biricik belirleyici etken ekonomik etkendir' diyerek birisi onu çarpıtırsa, bu önermeyi an­ lamsız, soyut, saçma bir söze dö-

Oysa ki, insanların dinleri, milliyetleri, sanatsal etkinlikleri ve tüm bilinç durumları üretim biçiminin, yani nesnelliğin bir sonucu olmuştur. Bu yüzden, anlaşıldığı gibi yaşamı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen yaşamın ta kendisidir. Dolayısıyla baştan beri tanımladığımız maddenin ve onun en gelişmiş bir biçimi olan bilinç, üretken, değiştirici, dönüştürücü etkinliği içinde durmaksızın, yeniden ve yeniden kendini üreten bir yol izler. Bu da, insanın kendi bir ürünü olduğu doğayı (toplumu) insani kılışı demektir. Yani kültür, insanın kendisiyle birlikte doğayı da insanileştirmesi sürecidir. Bu süreç içinde kültür hep tarihsel somut bir biçimde, belli bir topluma (toplumsal-ekonomik oluşuma) bağlı olarak var olur ve o toplumun tarihsel-görece üretim tarzıyla bağıntısı içinde o toplumun yapısının özelliklerini gösterir, yani sonuçta, sınıflı toplumlarda kültür de sınıfsal bir özellik taşır.

nüştürmüş olur. Temel olan ekenomik durumdur, ama değişik üst ya­ pı öğeleri, yani toplumsal çatışma­ nın siyasal biçimleri ile onun so­ nuçları, örneğin, zaferi kazanan

sınıfın savaştan sonra koyup yer­ leştirdiği anayasalar, vs., hukuk biçimleri, özellikle de, bu mücade­ leye katılanların beyinlerinde bütün bu somut mücadelelerin yansı­ maları, siyasi, hukuki, felsefi ku­ ramlar, dinsel görüşler ile bunla­ rın giderek dogma sistemleri hali­ ne gelmeleri de, tarihsel mücade­ lelerin gidişi üstünde kendi etkile­ rini gösterirler ve bir çok hallerde onların özellikle biçimini de belir­ lerler." 1983'ten sonra Türkiye'ye, üretim biçimindeki farklılaşmaları gerçekleştirebilmek için; kendile­ rine II. cumhuriyetçi diyenlerin or­ taya attığı "üst yapı" tasarıları, ' bildiğimiz gibi eskiden beri antikomünist mücadelede başat olan "Türkçü" ve "İslamcı" sivil faşist örgütlenmelerin sentezlenmesi, şimdi ellerinde patladı. Bunu gö­ ren egemenler, şimdi, toplumu kültürel açıdan parçalamada belir­ leyici oldular. Bu gelişmeler, top­ lum üzerinde şöyle belirlendi; ön­ celikle, İslamcıların ve Türkçüle­ rin romantik tavırlarının ehlileşti­ rilmesi (çünkü "küreselleşen" dün­ yada iktisadi açıdan ulus-devletin çözülmesi gerekliydi), solun ise yine romantik bir tavra sürüklene­ rek, tükenmiş burjuva aydınlanma çağının argümanlarıyla oyalanıp, siyasal plandada I. Cumhuriyet "özlem" ine hapsedilmesi. Devrimciler ise, her gün tele­ vizyon kanalizasyonlarından sunu­ lan militarist neo-liberallerin psi­ kolojik savaşın etkisi altında, bey­ ni dumura uğratılmış, sivil parça­ cıklara ayrıştırılarak atomize edil­ miş topluma tepkisini, romantik bir reaksiyonerlik temelinde ver­ mektedir. Bu temel ise, ya Ekim Devrimi, ya da geleneklerimiz, gö­ reneklerimiz sığınağı olmaktadır. Bu tamamıyla siyasi özne yarata­ mayan, bulunduğu çağı çözümle­ mekte peygamberler kadar ağır ka­ lan bir romantik kuşağın sesi ol­ maktadır. Zaten, egemen sınıfların her kendini yenileyişinde ortaya çıkan bir tavırdır romantizm. • 35


GÜNCEL

kayhan demir

kitaplara bandrol oyunu

K

ültür Bakanlığı'nın korsan yayıncılık ve korsan kitaplarla mü­ cadele adına başlat­ maya çalıştığı band­ rol uygulaması, ya­ yıncılar ve yazarlar cephesinin son döne­ minin en önemli gündemi haline geldi. Bir süredir gazete sütunları, yaymaların ve yazarların bu konu­ ya ilişkin yazılarım resmediyor. Ya­ yıncıların büyük bir bölümü, bu uy­ gulamanın düşünce özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olacağım söylü­ yor. Bir kısım yazar ve Edebiyatçı­ lar Derneği ise bu uygulamayı, kor­ san yayıncılıkla mücadele ve yaza­ rın yayıncıya karşı haklarını koru­ ması adına destekliyor. Yani şu an­ da, bir yandan iktidar daha önce çık­ mış bu yasayı tekrar uygulamanın koşullarını yaratma hazırlığındayken edebiyatçılar cephesinde de hız­ lı bir tartışma yaşanıyor. Bandrol yasasıyla yapılmak istenen, Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın da dillendirme siyle korsan yayıncılara karşı mücadelede, kor­ sanı bitirme noktasında önemli bir adım olarak nitelendiriliyor. Peki gerçekten durum böyle mi? Kitapla­ ra bandrol uygulaması, korsan ki­ taplarla mücadeleyi galip getirmeye

36

yarayacak mı? Aslında önce korsan kitapların nasıl hayat bulduğunu belirlemek gerekir. Korsan yayıncılık, bugün devle­ tin desteği olmadan hayat bulamaz. Bu yüzden de, bu bandrol yasası, kendi çapında çeteleşmiş "korsancılık kurumu" mı bitiremez. Bunun bitmesini en başta devlet isteme­ mektedir çünkü. Tüm edebiyat çev­ resi de bilmektedir ki; korsan yayın­ cılık bireysel bir mesele değildir. Bu iş artık mafyalaşmıştır. Bizzat polisin denetiminde korsancılık ya­ pan insanların varlığı bilinmektedir. Çeteler, bu pazardan kendilerine rant sağlamaktadır. Ankara'da kor­ san kitapçıların deposunu basan bir avukatın ağzına silah dayayan kor­ san yayıncının, bu cüreti nereden bulduğunun cevabını bizzat Kültür Bakanı vermek durumundadır. Bü­ tün bunlar göz önüne alındığında bandrol uygulamasının, sadece gö­ rüntüyü kurtarmaya yönelik olduğu görülmektedir. Yoksa korsancılık pazarı alttan alta tüm yayılmacılığıyla sürecektir. Edebiyatçılar cep­ hesinde korsancı olarak tabir edilen, korsan yayıncılara yönelik her bas­ kından sonra, bu işin devlet bağlan­ tısı da açığa çıkmıştır. Bu işten rant yiyen bir kurumlaşmanın kendi rant

alanını yok etmesi, doğası gereği mümkün değildir. Bandrol yasasıyla uygulanmak istenen, kitap yayınlama hakkım ya­ yıncıların elinden almaktır ve asıl olarak engellenmek istenen devrim­ ci yayıncılardır. Çünkü bandrol uy­ gulaması, devlete, istediği esere bandrol verip istemediğine verme­ me hakkını tanımaktadır. Örnek olarak; bundan soma yayınlanacak devrimci nitelikteki bir kitabı "za­ rarlı bir unsur olarak görüp" band­ rol verdirmeme hakkı sonucu, bu kitabın dağıtılma hakkı yayıncının elinden alınmaya çalışılmaktadır. Bu kararı dinlemeden kitabını da­ ğıtmaya çalışan bir yayıncı ise, hem korsancı konumuna düşecek hem de yasalar önünde yasal olmayan bir kitabı yayınlamak ve dağıtmaktan ötürü suçlanacak. Geçtiğimiz gün­ lerde Yeni Yüzyıl Gazetesi ile bir söyleşi yapan Türkiye Yayıncılar Birliği Başkam Atıl Ant, bu bandrol uygulamasını dinlemeyeceklerini, bunun düşünce özgürlüğüne vurul­ muş bir darbe olduğunu ve bandrol yasasını tanımadıklarını ifade et­ mişti. İyi, güzel ama bu tavır tüm yayıncılar ve yazarlar tarafından ha­ yata geçirilmezse tek tük kalan ya­ yıncıların bunu başarması da açık­ çası pek mümkün görünmüyor.


Önemli olan; burada ortak bir nok­ tanın, kararın hayata geçirilmesidir. Kaldı ki bu süreç, sadece bandrol yasasının uygulamaya geçirilmeye çalışılma sürecidir. Kitaplara band­ rol tasarısı, Fikri Sağlar'ın bakanlığı sürecinde zaten yasalaşmıştır. O za­ man buna gerçek anlamda bir muha­ lefet gelişseydi, belki de Kültür Bakanı bugün böyle bir uygulamayı tekrar gündeme getirmeye cüret edemeyecekti. Bandrol yasasıyla yaratılan bas­ kılardan biri de; yayıncıları ekono­ mik anlamda da bir darboğaza sok­ mak ve mali açıdan tüketmektir. Çünkü bu kanunda kitap dağıtıma çıkmadan önce kaç adet basılmışsa o kadar bandrol alınması ve bunun parasının Kültür Bakanlığı'na peşin olarak ödenmesi öngörülüyor. Bir kitaba verilecek bandrolün fiyatı ise, şimdilik 6500 TL olarak belir­ lenmiş durumda. Bu kadar pahalı olmasının sebebi de şu: Bandrolün de korsancılar cephesinde taklidi icad (!) olunca, TÜBİTAK'ın üretti­ ği ve taklit edilemeyeceği öne sürü­ len hologramlar kullanıma sunuldu. Bu hologramların da tanesi tam 6500 TL. Bu zaten kendi yağıyla kavrulan devrimci, demokrat yayınevlerini ekonomik anlamda da ha­ reket edemez duruma getirme nok­ tasında düşünülmüş bir adımdır. Ki­ tap alanına da el atan basın tekelle­ ri, burada hiç zarar görmeden ayak­ ta kalacaklar ve bir de yayıncılık alanında da yeni yeni başlayan te­ kelleşmeden parsa toplayanlar bu­ nun sıkıntısını duymayacaklardır. Zaten bu yayınevleri şu anda da bandrol yasasını utangaçça destek­ ler durumdadırlar. Milliyet Yayınla­ rı, Sabah Yayınları gibi tekellerin elindeki yayınevleri ise, Temmuz ayının başında hologramlı kitapları standa çıkardılar. Bandrol yasasının yeniden gün­ deme gelmesiyle birlikte, işin bir de yazarlar cephesindeki boyutu ortaya çıktı. Kamuoyuna yansıyan haliyle yazarlar, kendi haklarının yayınevi­ ne karşı korunması noktasında bu yasayı olumlu görüyorlar. Haklan

koruma da bu yazarlar açısından şöyle gelişiyor: Bir takım yayınev­ leri bir kitabın baskısını, örneğin üç bin adet yaparken bunu yazara bin tane olarak belirtiyor ve ödeyeceği telifi bunun üzerinden yapıyor. Ya­ zarların haklarının korunmasını tabi ki biz de destekliyoruz ama bunun için bütün yayın dünyasını ipotek altına alma kararını nasıl destekle­ yebiliriz? Bu karan destekleyen yazarların içinde "çok satan kitapların yazarları" Ahmet Altan, Orhan Pa­ muk ve Buket Uzuner geliyor. Bun­ lar düzenle aslında en küçük bir çe­ lişkiyi bile yaşamayan ve tamamen ekonomik kaygılar yürüten bir kesi­ min temsilcileridir. Bu noktada, za­ ten devrimci yayınlara yönelik sal­ dın bu kesimi etkilememekte ve il­ gilendirmemektedir. İşte kamuoyu­ nun demokratlıklarıyla tanıdıkları yazarlarımızın bakışı bu olayda, kendini nasıl da ele veriyor. Buket Uzuner ise konuya "dahiyane" bir çözüm getirmiş. "İsteyene bandrol" şeklinde formülize edilen yöntemde yazar, korsan yayıncılara karşı ken­ dini korumak isteyen yayıncının bandrole başvurmasını ama bu yasa­ ya karşı olan ve bandrol istemeyen yayınevlerinin de kitaplarını bu şe­ kilde yayınlama özgürlüğünün ol­ masını öneriyor. Aslında bu da bir şekilde yalnızlaştırma ve hatta ken­ dilerince cezalandırma mantığıdır. O zaman bandrol yasasının korsana karşı bir çözüm olması bir yana, "kitabına bandrol bastırmayan bı­ rakın korsancıların eline düşsün" diyor, bu "çok satan yazar" ımız. Kitaplara bandrol tartışmasının yoğunlaştığı günlerde MÜYAP Başkanı Şahin Özer, yayıncıların kendi durumlarına düşmemesini söylüyordu. Bandrol konusunda sancıyı en çok çekenlerden olan, plakçılar çarşısındaki Kalan Müzik'in sahibi Hasan Saltık'la konuş­ tuk. Saltık, "Bandrolü destekleyen yayıncıların bindikleri dalı kestikle­ rini ve bunun hiç farkında olmadık­ larını" belirtiyor. Kasetlere verilen bandrollerin tanesinin 1500 TL. ol­ duğunu belirten Saltık, yasalara ba­

kıldığında bu gelirin müzik dünyası­ na kredi ve teşvik olarak kullanıl­ ması gerektiğini ama bu paraların ortadan kaybolduğunu belirtiyor. Peki, sizce bu paralar nereye gidi­ yor? Bütün ekonomisini savaşa ak­ taran iktidarların, bu paraları da bu kasaya akıttıkları kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek olsa gerek. Kitaba bandrol konusunda adım­ lar atılırken, soldan bir ses çıkma­ ması da ayrıca vahim bir durumdur. Bu yasanın birinci dereceden mağ­ duru olacak bu kesim, maalesef tek bir ses çıkarmamıştır. Bu konuyla ilgilenen ve iyi niyetinden kuşku duymadığımız bir takım yayınevleri de bunu, burjuvazinin peşine takıl­ mak olarak yorumlamaktadırlar. Bu, son derece yanlış bir bakış açısıdır. Devrimci sanatçılar, burjuvazinin de gündeme getirdiği bir olayda tabi ki, kendi tavırlarını ortaya koyacak halka ve bu konunun muhatap ke­ simlerine, tavırları etrafında birlikte hareket etme çağrısı yapacaklardır. Bu yasaya karşı mücadele, bizlerin görevidir! Bu yasanın zorunlu bir hale girdiği dönemde de bu bandrol yasası, bizi zerrece ilgilendirmeye­ cektir. Bugüne kadar elde ettiğimiz kazanından, bir kalemde burjuvazi­ ye teslim etmeyeceğiz. Her ne kadar Kültür Bakanı İstemihan Talay, "Benim dönemimde kesinlikle kita­ ba sansür olmayacak" dese de, biz biliyoruz ki; bu halkın, devrimcile­ rin, demokratların başına ne geldiy­ se başta sosyal demokratların iktida­ rında gelmiştir. Kaldı ki; Kültür Bakanı'nın yuvarlak cümleleri şu ger­ çeği ortaya koyuyor. Sansürün en­ geli İstemihan Talay'dır. Talay'dan sonrası tufan olacaktır o zaman. Sonuç olarak; bandrol yasası ve uygulaması, sonuna kadar mücadele edilmesi gereken bir yöntemdir. Korsan yayıncılığın kaynaklarını, yerlerini devlet çok iyi bilmesine rağmen bunu önleyemiyorsa, bunun pazarında payı var demektir. Bu yüzden, korsancılarla müca­ dele devletin değil, halk güçlerinin işidir.

37


DEĞERLENDİRME

saban öztürk

İMAJ VE KÜFÜR KİTAPLARI - 1 -

K

itap seçerken bilinç­ li tercihler yapmak, her zaman kolay ol­ mamakta. Yayıne­ vinin niteliği, yaza­ rın niteliği bilinçli seçimler yapmamızı kolaylaştırmakla birlikte, yanılmamıza da neden olabilmektedir. Genelde edebiyat ve sanat kitaplarında, eleştirmen­ lerin katkılarıyla yanılgılar aza in­ dirilmekle birlikte; kuramsal ve bi­ yografi kitaplarında her zaman ya­ nılgılar ortadan kaldırılamamakta. Bunun da nedeni; bu tür kitapların olumsuzlarına ilişkin tanıtım yazı­ ları yazılmamasıdır. Bu yazımız da böylesi bir tanıtım yazısıdır. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki; kişi eğer estetik kaygıların dı­ şında, eğitim amaçlı bir okuma uğ­ raşına girişmişse bir yönteme sa­ hip olmalıdır. Yöntemsiz okuma, insanda bilgi birikimi yaratmak yerine kafa karışıklığı yaratır. Ka­ fası karışık insan, düşünce bozuk­ luğu içinde olan insandır. Böylesi insanlar, sosyal pratik içinde tutar­ sız ve ilkesiz insanlardır. Zaten yöntem sorunu, hayatın her alanın­ da karşımıza çıkan önemli bir ol­ gudur. Gelelim üzerinde duracağımız kitaplara. Yazımızda iki kitabı ele

38

alacağız. Tavır'ın bir önceki sayı­ sında Zerrin Kayalı, "CIA, CHE'ye Karşı" adlı kitabı incele­ mişti. Dikkat ettiyseniz o kitaptan hareketle, CIA'nın yönlendirme­ siyle Che hakkında pek çok olum­ suz kitap yazıldığı belirtilmişti. Bizim de inceleyeceğimiz kitaplar­ dan birisi buna örnek bir kitap, di­ ğeri ise fikri planda eleştireceği­ miz bir kitap. İlk olarak; fikri plan­ da eleştireceğimiz kitabı ele ala­ lım. "Özgür Üniversite Kitaplığı: 8"; ÖTEKİ Yayınevi tarafından piyasaya sürülmüş bir kitap. Kita­ bın adı; "CHE, FİDEL, KÜBA..." Yazarları; Zekeriya Boztepe, Te­ mel Demirer, Özgür Orhangazi. Kitabı yazanlar objektif bir Che, Fidel, Küba anlatımından çok kendi öznel bakış açıları çerçeve­ sinde bir kitap hazırlamışlar. Kita­ bın içeriğine geçmeden önce kapa­ ğı hakkında bir iki şey söylemek gerekli. Daha doğrusu kapaktaki fotoğrafla ilgili... İlk bakışta ka­ paktaki fotoğrafın CHE'nin fotoğ­ rafı olduğunu sanırsınız, ama de­ ğil. Bu fotoğraf CHE kılığına gir­ miş bir artistin fotoğrafı, yani bir imaj çalışmasıdır. Ciddiyetin ölçü­ sü daha baştan anlaşılıyor. Kitabın kendisi de "düşünsel imaj"dan öte bir çalışma değil.

Kitabın içeriğine gelince: Yazarlar önsözü şöyle bitiriyorlar: "...sosyalist insan Che'yi tüm yön­ leriyle anımsamayı ve bunu yapar­ ken de yoldaşı Fidel'i ve uğruna dövüştüğü Küba'nın bugünkü du­ rumunu incelemeyi amaçlayan bir çalışma bu elinizde tuttuğunuz." (s:9) Kronolojik tarih sıralaması ve anektod bilgilendirme anlamın­ da söylediklerini yapmışlar. Küba Devrimi'nin izlediği yol, kullanı­ lan mücadele yöntemleri kitapta yer almamıştır. Bu yöntemlere ilişkin sanki ya­ zarların alerjisi vardır. Zaten Che'nin önemli yanlarını değer­ lendirirken gerilla savaşı teori ve pratiğini, diğer teori ve pratikle­ rinden daha önemsiz bulurlar. Da­ ha önemli buldukları "Che'nin sosyalist ekonomi ve sosyalist top­ lum hakkındaki görüşleri ve bu ko­ nuda zamanın SSCB'sine yöneltti­ ği eleştiriler ve Che'nin moral teşvik unsurunun önemi ve bürokrasi­ ye karşı mücadele konusunda sa­ hip olduğu görüşler"dir. Onların da "Küba'da uygulandığı kadarıy­ la başarılı olamadı"ğını kitabın 34. sayfasında iddia ederler. Üste­ lik, iddia ettikleri bu başarısızlık­ lara da çok önemli somut olgular gösteremezler. Yazarlar, Che'nin sosyalizm üzerine düşüncelerini


doğru bulmasalar da önemsiyorlar ve 45. sayfada da şu kehanette" bu­ lunuyorlar: "Che yaşasaydı, sos­ yalist ekonominin sorunları üze­ rinde düşünmeye devam edecek ve yazılarında ifade ettiği 'bürokrasi sosyalizmden kaynaklanmaz' gö­ rüşünün tersine ulaşacaktı" (S:45) kehanetinde bulunuyorlar. Kimbilir yaşasaydı belki de Türkiye'ye yerleşir, Temel Demirer'le beraber ÖDP'de mücadele ederdi! CHE'nin gerilla mücadelesi üzerine söyledikleri, yazdıkları ve gerilla pratiği, bu yazarlara göre Che'nin önemli yanı değildir. Che'nin önemli yanı olarak gördükleri sosyalizme ilişkin görüşle­ ri ise, bu baylara göre doğru değildir. "O halde Che'yi onların gö­ zünde önemli kılan nedir?" derse­ niz, o da sadece söylediklerinde samimi olması ve isyancı olması­ dır. Kitabın satırlarında, yukarıda söylediğimiz özelliklerinden arın­ dırılmış bol miktarda Che sevgisi bulabilirsiniz. Ne var ki kitabın 47. sayfasından başlayıp 51. sayfasın­ da biten "onu anlamak" başlığını taşıyan bölümde halkı aşağılayan satırları" okuduğunuzda, sadece Che'den değil bilimsel sosyalizm­ den de ne kadar uzak oldukları gö­ rülecektir. Zaten bilimsel sosyaliz­ min yerine "radikal sosyalizmi" ikame ederek terminolojiye katkı­ larını da sunmuşlar. Sözünü ettiğimiz bölümde ya­ zarların "dahice!" yapılmış top­ lum çözümlemelerine göz atalım: "Sevdaları ve kavgaları için verme fedakarlığına yabancı olanlar 'ba­ na dokunmayan yılan bin yıl yaşa­ sın!' diyerek karanlığı katmerlendiren 'Türkobesk'lerdir " (s, 49) Aşksız, eyyamcı, korkak olarak ni­ telendirdikleri Türkiye toplumunu, onurunu kaybetmekle suçluyorlar. Haksızlık etmemek için belirtelim; Türkiye'yi onlar "Türk(iye)" diye yazmışlar. Yani Anadolu halkları içinde daha çok Türkler'i böyle ni­ telendiriyorlar. Bu dahice kavram­ larını şöyle formüle ediyorlar

" 'Yüce Türk Milletinin Yüce Çıkarları' sopasıyla sayısal loto havu­ cunun umudu güdüyor artık! Derin devletin karanlıklarındaki Türk(iye) insan(cık)ı aşksız, kavgasız, yalnız, şaşkındır. Kendine güvenini-saygısını yitir­ miş ve duyumsuzlukla­ rın açgözlülüğüne tes­ lim olup; kapitalist tü­ ketim vahşetinin vida­ larına dönüşmüştür. Böylelikle üretmenin, çoğaltmanın umurunda olmadığı aşksız kavga­ sız insan(çık)ların top­ lumsal referansları yok edilmiş; Zübük+Murtaza+HACI-Bacı + ÇatlıŞahin+Morrison Sülo+vb.lerinin Türko­ besk sentezi yaratılmış­ tır" (S; 50) Topluma böylesine küfür ederek siyasi çözümleme yapmak, ancak halktan umudunu kesmiş aydm(cık)ların işidir. Bu küfürbaz yazar(cık)ların durumu aşmak için önerdikleri "Haksızlıklara, zulme başkaldırılmalı, yalan söylememeli, sahtekarlık yapmamalı, sözünü tutmalı, olduğu gibi olmalı ve yap­ tığını sahiplenerek, faturasını ödeyebilmelidir." ahlaki önermelerine en başta kendileri uyma zahmetine katlanmalıdırlar. Sonra da, eğer varsa somut siyasi önermelerini söylemelidirler. Elbette ki Che'nin ("Devrimciler olarak bizler, çaba­ larımızla yol açarak elverdiğince hızla ileriye doğru atılırız, fakat kitleyi KENDİMİZDEN VERE­ CEĞİMİZ ÖRNEKLERLE esinlendirirsek daha hızlı ilerleyebile­ ceğimizi biliriz." -Sosyalizm ve İnsan; CHE; YAR yayınları; Say­ fa; 90) manevi canlandırıcılık an­ layışını başarısız bulanlar, böylesi zahmetlere katlanamazlar. Anado­ lu insanlarını özellikle de Türkle­ r'i arabesk olmakla suçlayanların kendileri tam bir siyasi arabesktir­

ler. Söylediğimize en güzel örnek, Temel Demirer'in kendisidir. Bu­ na en somut örneği, kitabın 48-49. sayfasındaki dipnotta Temel De­ mirer'in söylediklerinde görebilir­ siniz(*). O söyledikleri, ancak ara­ besk bir şarkıya söz olabilir. "Türkoarabesk" başlığıyla ortaya ko­ nan argümanlar, BU halkın evladı­ nın ortaya koyacağı argümanlar değil, olsa olsa emperyalizmin misyonerlerinin argümanları ola­ bilir. Kitabın 61. sayfasından başla­ yıp 86. sayfada biten "KÜBA" bö­ lümü ABD emperyalizminin, Kü­ ba'ya karşı giriştiği ekonomik-siyasi-terörist saldırıları içermekte. Kitabı yazanların sadece derlediği bir bölüm olduğu için iyi. Kitapta "ucuz dönekler" diye nitelendirilen burjuva basını ya­ zarlarına cevaplar veriliyor. Elbet­ te burada olumsuz bir durum yok. Fakat Ertuğrul Özkök ve Hasan Cemal, hiçbir zaman sosyalist ha­ reket içinde bir yere sahip olma­ mışlardır. E. Özkök, öğrenciliğin39


de sadece sempati duymuştur, H. Cemal de, Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği "YÖN" hareketi içinde yer almıştır. Bilindiği gibi "YÖN" hareketi bilimsel sosya­ lizmle donanmış bir hareket değil, cuntacı bir harekettir. Bu nedenle böylesi tipleri abartıp, önemseme­ mek gerekir. Kitabı yazanlar her nedense yanıbaşlarında duran, şimdilerde Yapı Kredi Bankası'nın çöplüklerinde dolanan, dönekliğin teorisini o çöplüklerde tartışan, Ertuğrul Kürkçü ve Aydın Engin gi­ bileri görmemezlikten gelmişler­ dir. Bu iltimas niye peki? Kitabın son bölümleri ise Te­ mel Demirer "kaynaklı" bildik YDD üzerine düşünceler... Özgür üniversiteye giden genç­ ler bunlarla emperyalizmin ideolo­ jik, kültürel saldırılarına karşı donatılıyorsa yazık! Sonuç olarak "Özgür Üniversi­ te Kitaplığı"na dahil edilen bu ki­ tabın Che düşüncesiyle alakasız, içiyle dışıyla imajdan öte bir nite­ liği olmadığını, bir kez daha belir­ telim. Diğer kitap; 1973'de Alman­

40

ya'da basılmış, 1990'da da Türkiye'de Alan Yayıncılık tara­ fından birinci baskısı yapılmış. Elmar May tarafından kaleme alı­ nan " C h e Guevara" adlı kitap, Nesrin Oral tarafından dilimize çev­ rilmiş. Elmar May, Al­ man burjuva basınının kalemlerinden. Haliyle gerici bir yazar. Kitabın kapağına baktığınızda, ciddi ciddi bir Che bi­ yografisi okuyacağınızı sanırsınız ama öyle de­ ğil. İlk sayfalan çevir­ meye başladığınızda bu sefer de Che'yi sorgu­ layan, eleştiren bir ki­ tap izlenimi edinmeye başlarsınız. Sayfalar ilerledikçe içinize kurt düşer, yanıldığınızı dü­ şünmeye başlarsınız. Laf aramızda pek haksız da sayılmazsınız. Çün­ kü daha başlarda "Fidelist hare­ ket" gibi uydurma kavramlarla karşılaşmaya başlarsınız. 52. say­ fadan 62. sayfaya kadar olan bö­ lümlerde yazar saçmalamanın do­ ruklarına çıkar. Che'nin, Sanayi Bakanlığı sırasındaki uygulamala­ rını ve ekonomiye, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin görüşlerini tam bir burjuva liberal bakış açısıyla ele alır. Che'nin uygulama ve gö­ rüşleriyle Marx'ın değer teorisinin çeliştiğini iddia eder. En çok da merkezi planlama ve kamulaştırı­ lan üretim araçlarının yanlışlığına vurgu yapar ve işletmelerin özerk olmalarını savunur. Buradan hare­ ketle de diğer sosyalist ülkelerdeki ekonomik uygulamalarla Küba'yı karşı karşıya koyar (Bu konuda Marks'ın 1844 El Yazmaları ve Kapital birinci ciltten "değer teorisi"ne ve Che'nin, Ekonomik Yazı­ lar ve Sosyalizmin Kuruluşuna Doğru, Yar Yayınları'ndan çıkan eserlerine bakılabilir). Diğer sos­ yalist ülkelerle karşılaştırmalarda özellikle Küba'da manevi özendi-

riciliğin maddi özendiriciliğin önüne konmasına takılır ve diğer sosyalist ülkelerin maddi özendiriciliği ön plana koyduğunu ifade ederek, Che'yi yanlış davranmakla suçlar. Diğer sosyalist ülkelerin yıkılmasından sonra ortaya çıkan insan tiplerini göz önünde bulun­ duracak olursak, görürüz ki tarih Che'yi haklı çıkarmıştır. Yazar sürekli olarak CastroChe ilişkisine yönelik şaibe yarat­ maya çalışmaktadır. İşte bir örnek; sayfa 77'de Che'nin Castro'ya bı­ raktığı mektuba ilişkin şunlar ya­ zılmış; "...Castro'nun ifadesine göre yazı ona 1 Nisan'da verilmiş­ ti. Ancak şu açıklamayı yapıyordu. 'Tarih belirlenmemiştir, çünkü bu mektup biz uygun gördüğümüz za­ man açıklanacaktı' Mektubun aslı­ nı hiç kimse görmedi. Castro'nun gösterdiği 'CHE' imzalı bir dakti­ lo kopyasıydı. Bu mektubun tüm ayrıntılarıyla gerçek olduğu kuş­ kuluydu. Mektup, Guevara'nın ka­ rakterine ters düşen ifadeler içer­ diğinden tüm metnin yalnızca Che'den kaynaklandığı kabul edi­ lemez" (S: 77) kehanetinde bulu­ nuyor yazar. Peki bunu neye daya­ narak söylüyor; kendisi Che'yi ta­ nımıyor, hiçbir zaman birlikte ol­ mamış, Castro ve Küba yönetimiy­ le de hiç ilgisi olmamış. Bu iddi­ asını da, diğerleri gibi başka yazar ve gazetecilere dayandırıyor. Baş­ kalarının yazdığı iddiaları tekrar etmenin, ona bilimsel-gerçekçi bir yazar niteliği kazandırmadığı çok açık. Che'nin Küba'dan ayrıldık­ tan sonra çeşitli ülkelerde mücade­ leye katkıda bulunmak için dolaş­ tığı CIA'nın bile reddedemediği bir gerçek iken, 1973 senesinde oturup şu iddiaları yazmak daha da ilginç; "Che'nin saklandığı yer, daha doğrusu ortadan kaldırılışı konusunda garip bir haberi 9 Tem­ muz 1967 tarihinde Mario Busch, 'O Estado de Sao Paulo'da 'O fan­ tasma de Che Guevara (Che Guevara hayaleti)' başlığı ile yazdı. Buna göre Che, 1965'den Temmuz 1967'ye kadar Kolombiya, Peru,


Şili, Arjantin, Brezilya, Urugu­ ay'da ve hatta Meksika'da bir psikiatri kliniğinde kalmıştı (...) 'France Presse', Che ile Castro arasındaki tartışmada silahların patladığını ve Che'nin vurulduğu­ nu öne sürüyordu..." (S; 81) Bu şekilde saçmalamalar devam edi­ yor ve kitabın aynı sayfasında be­ lirtildiği gibi bu iddiaların kaynağı yine karşı devrimci ajanlar. Kitap, baştan aşağı Che ve Fidel düşma­ nı, karşı devrimci propagandayı içermekte. Kitabın 110. sayfasındaki şu satırlar, Che'ye saygınlık kazandı­ ran nedenleri ifade ediyor: "... Bu konuda özellikle belirleyici olan onun ideali uğruna koyulduğu ölü­ me giden yoldu." Yukarıda tartıştı­ ğımız "Özgür Üniversite Kitaplığı"na ait kitapta, CHE'nin düşün­ celerinin ve pratiğinin değil de bu uğurda samimiyetle uğraşmasının O'nu önemli kıldığı düşüncelerine ne kadar da benziyor. Kitap boyunca Che bazen Troçkist, bazen Çin'e yakın, ruh­ sal dengesi bozuk biri olarak res­ medilmiş. Ve yazar 110. sayfada gerici bir bakış açısıyla kendini ele veriyor, şunları yazıyor: "insanın kişiliği doğuştan gelen yetenekle­ riyle, edinilmiş niteliklerinin bir bileşimi olarak değerlendirmeli­ dir. Bugünkü ruhbilime göre dış dünyanın etkileri, yani eğitim, çev­ re, okuma vs., nasıl işlerse işlesin­ ler insanın doğuştan gelen karak­ terine bağımlıdırlar." İşte insanı toplumsal bir varlık olarak görme­ yen bu yazar, bu kafa yapısıyla Che'nin yapısını çözümlemeye kalktığında yukarıda sözünü ettiği­ miz portre çıkıyor ortaya. Kitabın son sayfalarına gelin­ diğinde, yazılış amacını daha iyi anlayabiliyoruz. Öncelikle" "gerilla kuramını" geçersiz saymaktadır yazar. "Latin Amerika ve diğer ül­ kelerdeki azgelişmişliğin, düşün­ meden kapitalizm ve emperyalizm gibi kavramlarla açıklanamayacağı kanıtlanmıştır" 113. sayfadan aktardığımız bu satırlarda çok açık

olarak emperyalizm ve kapitalizm savunulmakta. Geri kalmışlığın asıl nedenini, yine aynı sayfada "halkın yaşam düzeyini yükselt­ mekte isteksizliği ve yeterli eğilim göstermemesine" bağlıyor. Durum böyle olunca da emperyalizme karşı mücadelede gereksiz oluyor, zaten bunu da kitabın son satırla­ rında açıkça yazıyor. Balon ne diyor bay Elmar May: "'Artan' şid­ det ve devrimci savaşla insanlara ' ve halklara daha iyi bir yaşam ar­ mağan edilebilir mi? Yoksa top­ lumsal ve ekonomik koşulları ba­ rışçı önlemler ve ciddi reformlarla değiştirmek insanlığa daha mı ya­ rarlıdır? Che'nin şu yazdıkları in­ sancıl yaklaşımla bağdaştırılabilir mi? '...yer yuvarlağı üzerinde ölüm oranlarıyla ve korkunç trajedileriyle iki üç, pek çok Vietnam gelişseydi gelecek parlak ve yakın olurdu... bir atom savaşıyla mil­ yonlarca kurbana mal olsa da kur­ tuluşa giden yoldan ayrılmamak zorundayız.' Devrimci liderin tek bir birey değil de tarihsel bir yü­ kümlülüğün taşıyıcısı olduğuna inanması, kişiliğinin özündeki gi­ zemli itici güçtendir. Che bu yü­ kümlülüğün kurbanı olmuştur. Bu son çileli yolculuğun yok oluşa git­ tiğini Che'nin de anlamış olması olasıdır." (s; 114) Görüldüğü gibi kitabın yazılış maksadı; devrimci mücadelenin gereksizliğine vurgu yapmak, bir devrimci önderi, dün­ ya devrimcisi Ernesto Che Guevara'yı gözden düşürmek, karala­ mak. Kitabı yazanın, emperyaliz­ min bir ajanı olması kuvvetle muh­ temel. Ya basıp yayanların ne ol­ duğuna gelince, ona da siz karar verin. Son yıllarda ezellikle de Latin Amerika'yla ilgili batılı yazarların kitaptan ülkemizde çeşitli sol tandaslı yayınevleri tarafından dilimi­ ze çevrilmekte. Ve bu kitaplar, ge­ rilla mücadele yöntemlerinin söz­ de geçersizliğine vurgu yapmakta. Bununla birlikte yerli-yabancı ya­ zarların, devrimci önderlerin haya­ tını içeren yalan-yanlış kitaplar pi­

yasaya sürülmekte. Yukarıda ele aldığımız "CHE" biyografisi bun­ lara örnek teşkil eden bir kitap iken, MAHİR ÇAYAN'ın biyogra­ fisi olduğu iddia edilen, Turan Feyizoğlu'nun kitabı da başka bir ör­ nektir. Zaman zaman bu olumsuz kitaplar üzerinde duracağız. Her şeyin birbirine karıştığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi dö­ nemlerde bilimsel sosyalizmle do­ nanmak, onun ışığından faydalan­ mak daha da bir önem kazanmak­ ta. İdeolojik mücadele cephesini boş bırakmamak gerekir. Bunun için de bilgi silahını kuşanmak ge­ rek. •

(*) Ayrılık; başkaldıran insan(lık)ın Che sevdasını azaltmadı; onu hala çok se­ viyoruz. O günlerde parkalı, postallı ve balıkçı yaka kozaklıydık. Saçımız, yeni ye­ ni çıkan sakalımız, çoğunlukla düzensizdi; cebimizde kitaplarımız, belimizde eksik ol­ mayan itilamız, yüreğimizde sevdamız, di­ rengen umutlarımız, uğruna dövüştüğü­ müz eşitlikçi özgürlük ütopyamız vardı. "Kapansın el kapılan, yok edin insanın in­ sana kulluğunu" derken , "Yer yüzü aşkın yüzü olsun "isterdik; kasılı, çağın-toplumun gerçeğine taraftık; cüretkardık, sev­ dalıydık! Kimileri "gülünç" (!) bulsa da yüksek sesle itiraf ediyorum: O günlere ve "El Commandante" ye hala sevdalıyım. Beni ayakta tutan, "Amor meus, pondus meun: İllo feror, quocumque feror / sevgi­ lim benim ağırlık merkezidir. O nereye, ben de oraya giderim." (ST Augustine) di­ yen, ö çocuksu içtenliktir. Ayrılık; başkal­ dıran insan(lık)ın Che sevdasını azaltma­ dı; onu hala çok seviyoruz. Bunu, umudu, sevdayı, başkaldırıyı unutan insan(cık)a anlatmak çok zor! Ancak yine de deneme­ li: Yaşamı, uğruna ölmeyi göze alacak ka­ dar çek seviyorduk! Emperyalizmden, bur­ numuzdan kan fışkırtan öfkeyle nefret edi­ yorduk! Emek ve özgürlük için bozitlerin ve görünmeyen devletin terörünen"Hayır" diyorduk! Dağlarına çıkacak kadar aşkla seviyorduk Anadolu'yu! Eşkıya dünyaya hükümdar olmasın istiyorduk! Zamanı sor­ gulayan irdeleyen, cüretle eski(miş) dün­ yaya başkaldırmıştık! Yani, şafakta gele­ cek eşitlikçi-özgürlük ütopyasına sevdalanmıştık; hem de alev alev ve sırılsıklam aşkla! Bugünlerde saçları ağaran o kuşak "El Commandante"yi çok sevdi. Çünkü . dünya değiştirilmeye muhtaçtı o günlerde; hala da muhtaç. Kuşağımın zulasındaki anıların "El Commandante" sevdasının hala sevgili olması boşuna değil! (T. De­ mir er) sayfa(48-49) 41


ATEŞKES:

zorlu bir yolculuğun öyküsü Filmin Adı: Ateşkes (The Truce) Yönetmen: Francesco Rosi Oyuncular: John Turturro, Massimo Ghini, Rade Serbedzija, Stefano Dionisi

Y

az sezonuna girdiğimiz şu günlerde, özel­ likle sinemalarda güç­ lü yapımlara rastlamak oldukça güçleşiyor. Sinemalarda ikinci vizyon filmler, ardı ar­ dına gösterime giriyor. Yaz sinema şenliği ve benzeri biçim­ lerde yeni yapımların yanı sıra eski yapımlar da beyazperdeye yansıyor. Tabi buna rağmen, yine de aradan sıyrılan ilginç filmlerden de söz ede­ biliriz. Üzerinde durulması, tartışıl­ ması gereken çok güçlü yapımlar ol­ masa dahi, incelenebilecek yapımlar kendini gösteriyor. Bu eserlerin sayısı da bir kaçı geçmiyor. Bu yılki İstanbul Film Festiva­ li'nde gösterime giren ve politik film­ lerden biri olan Francesco Rosi'nin Ateşkes isimli filmi, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Auschwitz Kam­ pı'ndan kurtulan savaş esirlerinin ül­ kelerine yaptıkları yolculuğu ve bu yolculuk sırasında yaşadıkları zorluk­ lan anlatıyor. İtalyan eczacı-yazar Primo Levi'nin bakışıyla anlatılan bu "zorlu yolculuk"'ta yaşananlar, tabi ki filmin yönetmenin' bakış açısıyla da da kesi­ şiyor ve ortaya soru işaretleri cevap­ lanmamış bir film çıkıyor. İkinci Paylaşım Savaşı yılları... Ve bir toplama kampı... Yer, Auschwitz... Bugüne kadar bir çok filme konu

42

olmuş, Nazi Almanyası ve insanlık üzerindeki katliamcı, politikaları... Bugüne kadar benzer konularda bir çok film izlemişizdir. Yaşanan büyük vahşeti, eşine az rastlanır boyutta kat­ liamı ele. alan, onu pek çok yönüyle beyazperdeye aktaran yapımı izlemi­ şizdir. "Ateşkes"te özellikle değinmek istediğimiz yan; konu seçimi ve senaryo olacak. İşte son günlerde iz­ leme imkanı bulduğumuz "Ateşkes" adlı film, bu yönüyle oldukça farklı bir öyküye sahip. Bugüne kadar 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı yılları öncesi, savaş yılları ve toplama kamplarının içi, orada yaşananları konu edinen filmler hafızamızdadır. Ancak daha soması üzerine bir film izleme şansımız olmamıştır. Bu yön­ de, toplama kamplarının kapanması Ve ardından o kamplardan sağ olarak kurtulan insanların yaşamlarım, ruh hallerini, psikolojilerini ele alan ya­ pımlar pek fazla değildir. Bu yönüyle "Ateşkes", ilginç bir konu üzerine kurulmuştur. Yönetmen, fazla ele alınmamış bir yönü anlatmak istemiş. Ancak belki bu, düşünce aşamasında olumlu bir proje olsa da filmin bunu tam anlamıyla dile getirebildiği söy­ lenemez. Film, bir çok yanlış akımı ve düşünceyi, belki bilinçli, belki bi­ linçsiz açık kapı bırakarak ifade et­ miştir. Bu, temellerine oturtulmayan ve zaman zaman yaşanan savaşın bo­ yum verilmeden anlatılan kimi yön­ ler, bilinç karışıklığı yaratmaktadır.

Bunu da gerek senaristin, gerekse yö­ netmenin bilinçli tercihi olarak ifade etmek gerekmektedir. Film, Ocak-1945 yılında başlar... Yer, Auschwitz toplama kampıdır. Başta Yahudiler olmak üzere çok farklı Avrupa ülkelerinden partizan­ lar ve devrimcilerin bir yerde tutuldu­ ğu ve büyük katliamların yapıldığı Nazi Almanyası'nın hakim olduğu büyük bir toplama kampıdır burası. Faşizmin kanlı politikalarım hayata geçirdiği bir kamptır Auschwitz. 27 Ocak 1945 günü toplama kam­ pının önünde dört Kızılordu askeri belirir. Bu durum, kampta bulunanlar için özgürlük anlamına gelmektedir. Kızılordu askerleri, kampın kapılarım kırar ve artık o kampta bulunan her­ kesin özgür olduğunu, ülkelerine dö­ nebileceklerini söyler. Ancak bu, top­ lama kampından kurtulan insanlar için tüm eziyetlerin, zorlukların bitti­ ği anlamına da gelmemektedir. Önemli ve küçümsenmeyecek zor­ lukların başlangıcıdır bu özgürlük. O andan itibaren Kızılordu dene­ timinde öncelikle cephe gerisine çe­ kilen kamptan kurtulanlar, oradan uzun bir güzergah izlenerek ülkeleri­ ne gönderilmektedirler. Ancak bura­ da daha önce ifade ettiğimiz anlatım bozuklukları belirmeye başlıyor. Ger­ çeklik ve yaşanan koşullar hiçe sayı­ larak bu yolculuk anlatılırsa, "'Ateş­ kes''te anlatıldığı gibi bir yol izlenir. Anlatılan kimi sahnelerde sanki öz-


gürlüklerine, kavuşan bu insanların daha sonra karşılaştıkları bu zorluk­ lar, evlerine dönüş yollarında karşıla­ rına çıkan bu etkenler, 2. Paylaşım Savaşı gibi bir ortamda değil de, süre­ cin tamamen dışında gibi veriliyor. Bu da insanların karşısına özellikle çıkartılan zorluklar olduğu yönünde bir mantık doğuruyor. Hayır... Olayı tüm yönleriyle vermek gerekmekte­ dir. Eğer böylesine ciddi bir konuya vurgu yapmak isteniyorsa, yaşanılan sürecin tamamım ve tüm yönleriyle yermek gerekiyor. Yola koyulanların karşılarına çıkan zor­ luklar oldukça ciddi, boyutlu ye önemlidir. Ancak bu oldukça büyük bir savaşın ne­ denidir. Bu yönün ve­ rilmediği noktalarda ise, seyircinin yer yer yanlış yorumlarına meyil verilmektedir. Nitekim öyle sonuç­ lar da doğmaktadır. Örneğin; filmin bir sahnesinde kamp­ tan kurtulan Yahudiler'in cephe gerisine çekilmesi gerekmek­ tedir. Bu da kamptan kurtulanların evlerine ulaşmalarının yolunu uzatmaktadır. Güzergah değişmiş ve yol uzamıştır. Olay yoruma açık bırakıldığı ve tam verilmediği noktalarda sanki öne çı­ kartılan, onların evlerine ulaşmalarında Kızılordu askerlerinin yaptıkları yolu uzatmak niyeti gibi gözükebilir. Ancak diğer boyutuyla ele alınırsa da olay bir can güvenliği politikasıdır. Kamplardan kurtulan insanların can güvenliğinin sağlanabilmesi için on­ ların cephe gerisine çekilmesi gerek­ mektedir. Yine diğer bir sahnede ise, yollarına devam eden kamptan kurtu­ lanların trenleri, Kızılordu tarafından alınmaktadır. Bu da yine aynı man­ tıkla evlerine ulaşmaları yönünde ön­ lerine çıkan büyük bir sorun olarak gösterilirken, tarihsel gerçeklik; alı­ nan trenlerin, yüzlerce Kızılordu as­ kerini ölme pahasına, halkların öz­ gürlüğü, kurtuluşu için cepheye taşı­

dığıdır. Bu anlatım biçimi filmin tamamı­ na hakim olmaktadır. Ve ayaklan tam anlamıyla yere basmamaktadır. Sağ­ lam temellendirilmeden, olayın de­ tayları anlatılmaksızın verilen sahne­ ler, yanlış yorumlar doğurmaktadır. Filmin tamamına burjuva hüma­ nizmi hakim olmuştur... İnsan hayatı muhakkak ki çok değerlidir ve uğru­ na ölünecek kadar güzeldir. Milyon­ larca insan bunun uğruna ölmektedir ama koskoca bir savaşın yıkımım ya­ şayan bir kıtada bu zorluklan yaratan

sebepler, devrimcilerin suçu mudur? Yıkılan bir yerden yeni bir dünya in­ şa etmek, ağır bir sorumluluktur ve tabi olaya burjuva hümanizmi pence­ resinden bakıldığında, devrimcileri ve faşistleri yeri geldiğinde eşit dere­ cede zorba göstermek doğal bir geliş­ medir. Kurtulan Yahudi esirlerden İtal­ yan eczacı ve yazar Primo Levi'nin üzerinde kurulan film, yine O'nun anılarından senaryolaştırılmıştır. Uzun bir yolculuk olan eve dönüş sı­ rasında dolambaçlı bir yol izlenmek­ tedir. Yolculuk sırasında Beyaz Rus­ ya, Ukrayna, Romanya, Macaristan, Avusturya ve Almanya'ya uğranır. "Ateşkes", her ne kadar toplama kampı olan Auschwitz in kapanma­ sından sonrasını ve savaşın sonunu verse dahi savaş gerçeği verilmeden anlatılmak istendiğinde pek çok yönü

eksik kalacaktır ve öyle olmuştur. Örneğin kurtulan insanlara ulaşım aracı vermeyen olarak sunulan Kızılordu'nun neyi, niçin yaptığı es geçilmiştir ama Sovyet ordularının kahra­ manca savaşı sonucu, anayurdu savunma adına verilen 20 milyon şehit, fedakarlıklar yönetmenin baktığı vizörden görülmemiştir. Kızılordu as­ kerleri, Sovyet askerleri sadece kampın kapılarını kıran askerler değildir. Pek çok kesim tarafından eleştirilen Stalin'in askerleri, o güne kadar bü­ tün Avrupa'nın "aman bize dokun­ masın" diye uzaktan izledikleri Hitler ve fa­ şizmin üzerine yürü­ müş, altetmiş büyük bir halk ordusudur. Avrupa halklarının öz­ gürlüğü için çok bü­ yük bedeller ödemiş­ tir.. Bu savaşta sadece Sovyetler Birliği Ko­ münist Partisi üyesi iki milyon devrimci şehit düşmüştür. Bu, halklara duyulan sonsuz sevgiyi, vatan­ severliği, önderliğe olan bağlılığı, tüm gerçekliğiyle göstermiş­ tir. Film, aslında adından da anlaşıla­ cağı gibi, savaşın hiçbir zaman bitme­ diğini, durumun sadece bir ateşkesten ibaret olduğunu vurgulayan bir tema üzerine kurulu. Bu tema, kendini yer yer gösteren 'Kızılordu zulmü'nde belirginleştiriyor. Bütün Avrupa halklarına barışı getirmek için emper­ yalizm ve faşizmle kıyasıya bir sava­ şa girmiş bir halkın istediği barış, ni­ hai olarak ancak emperyalizme öldü­ rücü darbe vurulduğunda gelecektir. Bu yüzden, ezilenlerle ezenlerin sa­ vaşında, aslında bir ateşkese bile yer yoktur. Sonuç olarak film, belki bir iyiniyet çalışması gibi değerlendirilebilinir ama yeni dünya düzeninin "her­ kes, bütün 'diktatörler', tüm ideoloji­ ler kötüdür" felsefesinin vücut bul­ duğu bir yapım olmanın ötesine gide­ meyen bir Ateşkes! •

43


HABER/YORUM

SAMANDAĞ VE SERİNYOL'DA GRUP YORUM'A MGK ENGELİ

G

rup Yorum, 4 Torunuz Cumartesi günü, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi'nde, Antakya'nın Sa­ mandağ ve Serinyol ilçe­ lerinde yasaklanan kon­ serleri ile ilgili bir basın toplantısı yaptı. Açıklama sırasında basın emekçilerine, Grup Yorum'un bugüne kadar olan konser yasak­ larım anlatan bir broşür dağıtıldı. Saat 13.00'te başlayan basın toplantısı sırasın­ da, kütüphanenin önüne onlarca polisin yığıldığı görüldü. Olayla ilgili ayrıntıları sizlere, Grup Yorum'un okuduğu basın açıklamasından aktarıyoruz: "Sizlere verdiğimiz bro­ şürden de anlaşılacağı üzere, bugüne kadar bir çok konserimiz yasaklandı, konserlerimizden gözaltına alındık. Yaşadığı­ mız gözaltıları, tutsaklıkları, hakkımızda açılan ve on yıllara varan davaları ise zaten biliyorsunuz.

yoruz. Ankara'ya bir sempozyuma giden karşılaştık. Bu sefer yasaklamanın adı; İI Samandağ Kaymakamı'nın, yerine bı- Jandarma Komutanlığı'ydı. Festival, raktığı vekil; Yüzbaşı Sefa Ceylan'dı. 26'sında başlamıştı ve biz, festivalin ka­ Kovboy filmlerinin "kahraman şe- panışında sahneye çıkacaktık. Serinyol Belediyesi'nin girişimi üzerine İI Jandar­ rjf" gibiydi yüzbaşı. O'nun kasabasın­ da, O'nun kanunları geçerliydi. Konseri­ ma Komutanlığı'yla görüşen milletvekilmizi düzenleyen organizasyon şirketi yet­ lerinin aldıkları cevap şöyleydi: "Emir, kilileri, lehimize olan mahkeme kararını büyük yerden!" kendisine gösterdiklerinde, "kahraman "Büyük yer" denilen, MGK'dır. Su­ şerif, kahramanca savundu kasabasını surluk kazası ve sonraki gelişmeler gös­ (!): "Size burada Grup Yorum konseri termektedir ki; ipler, MGK'nın elindedir. yaptırtmam. Kime şikayet ediyorsanız Ve yine görünen odur ki; birbiri edin". Konserin güvenliğim ardına gelen hükümetler de, alamayacak­ MGK'nın direktiflerini harfiyen yerine getiren kurşun askerler­ dir. Ve biz, MGK'nın ve Genel­ kurmay'ın ardı ardına hazırla­ dığı "Gizli" ibareli raporlar­ da "susturulması gereken sa­ natçılar" arasına konularak hedef gösteriliyoruz.

MGK Listelerinde Hedef Olmaktan Gurur Duyu­ yoruz! Bunca yasaklanan, dava açı­ 13 senelik müzik yaşamı­ lan konserimizin içinde, yasaklan­ mızda, hep halktan yana ma hikayesi en ilginç olanlarından sanat yapmanın müca­ ikisini geçtiğimiz hafta sonu, Antakdelesini verdik. Türkülerimizin yanı ya'nın Samandağ ve Serinyol ilçele­ larını sıra yaşantımızla da halkın acılarına, se­ rinde yaşadık. söylüyordu yüzbaşı. Ama vinçlerine ortak olmaya çalıştık. Her şa­ 26 Haziran günü Antakya'nın Sa­ yasaklanan konserimizin saati geldiğin­ fak sökümünde karabasanlara uyanan mandağ ilçesine gittiğimizde, konserimi­ de, konserin olacağı salonun önünde be­ halklarımıza, taze bir soluk olsun istedik zin yasaklandığını öğrendik Konserden liren polis yığınağı, olmayan konserin sesimiz. birkaç gün önce bu yasaklama girişimin­ dahi ne güzel güvenliğinin alındığını Halkın elindeki bir avuç ekmeğe göz den haberdardık. Ancak elimizde, konse­ gösteriyordu (!) dikenler, 13 senedir boğmaya çalıştılar ri yapabileceğimize dair mahkeme kara­ Peki, bu Sefa Ceylan kimdir? Sefa sesimizi. Ellerinden geleni ardlarına rı olduğu için yasal olarak da konseri Ceylan, Antakya'da bir DEP'linin katle­ koymadılar. Susturmaya çalıştıkları bu verme hakkına sahiptik. Samandağ'da dilmesinden dolayı yargılanmaktaydı. Ve ses, yüzlerce yıllık hasretle ve sabırla karşımıza çıkan Yüzbaşı Sefa Ceylan ise bağlı bulunduğu çetenin elemanları ara­ doğrulan Anadolu halklarınındır. Bu se­ bizimle aynı düşüncede değildi. sındaki it dalaşında Sefa Ceylan'ın da si susturmaya hiç kimsenin gücü yetme­ "Bir yüzbaşıyla konser yasaklama­ Çatlı'nın ekibinden olduğu bölgede açı­ yecek! sının ne ilgisi var?" diye sorabilirsiniz. ğa çıkmıştır. Kar boranlar arasında büyüttüğü­ Ama sözkonusu yüzbaşı, kaymakam veki­ 28 Haziran günü, Serinyol Belediye­ müz bir top gülümüzü, postallara çiğnet­ li olunca ve bu ülkede ipler askerlerin si'nin düzenlediği festivale katılmak için meyeceğiz!" elinde olunca konserimizle bu asker ara­ Antakya'nın Serinyol ilçesine gittiğimiz­ sındaki bağlantıyı da kurabilirsiniz sanı­ de ise, yine aynı yasaklama kararıyla 44


İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ YANDI 30 BİN KİTAP KÜL OLDU

İ

skenderiye Kütüphanesi'nde çıkan ve nedeni belirleneme­ yen bir yangın sonrası, kütüp­ hanede bulunan yaklaşık 30 bin kitap kül oldu. 1994 yılın­ dan bu yana hizmette olan kü­ tüphane, yeniden faaliyet gös­ terebilmek için bir kampanya başlattı. İskenderiye Kütüphanesi, şu anda Beyoğlu Kallavi Sokak'ta hizmet veriyor. İskenderiye Kütüphane­ si müdürü Erkan Demir ile yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz. Yangının çıkış ne­ denini anlatır mısınız? Yangın, Pazar günü gece yarısından sonra saat 03.00'de meydana geliyor. Camların patla­ masıyla halk sokağa dö­ külüyor. Yangın yerin­ deki polis, itfeyiyeye haber veriyor. Saat 04.00 gibi sokağın başına ulaşı­ yorlar. Fakat belediyenin diktiği sü­ tunlardan geçemiyor, orada on, onbeş dakika oyalanıyor. Daha sonra yangın büyük bir aşamaya geliyor. Alevler üst katlara ulaşıyor. Daha sonra normal suyla yangın söndürü­ lüyor. Bunun için bir kampanya baş­ lattınız. Bunun hakkında bize bilgi verir misiniz? Bir kampanya başlattık. Yanma haberi üstüne kitap bağışlan için ad­ resi, irtibat bürosu telefonlarım büro­ ya ulaştırdık. Bunun üzerine bütün

müdavimler ve kütüphane okurları olaya dört elle sarıldı. Kütüphaneyi küllerinden yeniden yaratmak için çalışmalara başladılar. Yayınevlerine, derneklere, halka ulaşmaya çalış­ tık. Afişlemeler el ilanlarıyla kitap okurlarına ulaştığımızı zannediyo­ ruz.

Yangında neler kaybedildi? Tahmin ediyoruz ki otuz binin üstünde kitap, on beş binin üzerinde dergi, bunu yanı sıra bir çok el yaz­ ması Farsça, Arapça, Osmanlıca el yazmaları, çok değerli tarihi belgeler bu yangında yok "oldu. Şu an için yangının neden çıktığı ya da nasıl ol­ duğu bir anlam ifade etmiyor. Çün­ kü her şeyimizi yitirmiş durumdayız. Bizim için tek anlamlı olan şey; var olan kampanyanın büyümesi ve İs­ kenderiye Kütüphanesi'nin küllerin­ den yeniden yaratılması. Sağlam kalan kitap ya da eser yar mı?

Yan raflarda bir çökme olmuş, çökmeden en üsttekiler yanmış. Çok altta kalmışsa bir kaç bin kalmış, bu­ nu da itfaiye tonlarca suyla alabora etmiş. Hepsi ıslanmış ve parçalan­ mış, şu an sağlam hiçbir şey yok. Zaten basındaki görüntülerden de anla­ şılacağı gibi, her şey kül olmuş du­ rumda. Üsteki kattan al­ ttaki kata her şey yanmış. Peki kütüphaneyi yeni­ den kuracak mısınız? Yani biz çöktük aslında. Kütüphaneyi ellerimizle inşa ettik. Bugüne kadar yüzlerce insanın emeği geçti. Bir anda biz kaldık ama diğer yandan ise uzaktan pek çok insanın olaya duyarlılık gösterme­ si, sahiplenmesi bize bir nebze umut verdi ve bize bu kampanyayı başlatma­ ya yön verdi. Şu an elinize ulaşan kitap var mı? Ele ulaşan bine yakın kitap var. Bir kaç yayınevinin ve kitap okurla­ rının bağışlan oldu. El yazmaları yandı dediniz bu kaynakları tekrar bulabilecek mi­ siniz? Geriye getirmek imkansız bir şey. Çünkü tarihi kaynaklar... Bir ör­ neği yok gibi. Çünkü matbaadan ön­ ce elde edilen kitaplar. Üzücü olan bunca emeğin yanıp kül olması. Tekrar geçmiş olsun diliyoruz ve röportaj için teşekkür ederiz! • 45


HABER/Y0RUM

ÇGD OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULU YAPILDI . Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesi, 5 Temmuz'da olağanüstü Genel Kurulu'nu topladı. Tank Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde yapılan ku­ rulda, Yönetim Kurulu seçimlerinde 98 üye oy kullandı. Kongreyi toplayan yönetim adına bir konuşma yapan Nevzat Onaran, der­ nek üyelerine bir değerlendirme raporu sundu. Değerlendirmede "Sorunlar karşısında örgütsüz olduğumuz ve yabancılaşmanın arttığı koşullarda, basına yönelik güvensizliğin de had safhaya ulaşması, bir tesadüf olmasa gerek" . sözlerine yer verirken tüm gazeteciler 'bir' olmaya çağrıldı. Yapılan seçimler sonucunda, yönetim kurulu şu gazetecilerden oluştu: Murat İnceoğlu, Nevzat Onaran, Hakan Dilek, Sadık Çelik, Zehra Kurtay, Yasemin Özkul ve Seçkin Sertdemir. Yönetim kurulu başkanlığına Nevzat Onaran getirildi. •

BELÇİKA'DA İDİL'İN ANISINA BİR HEYKEL DİKİLDİ Belçikalı heykeltraş Mark Jambers, geçtiğimiz haftalarda Belçika'nın Galmaarden kentinde bir heykel açılışı gerçekleştirdi. Açılışı yapılan heykel­ de resmedilen kişi, bizleri de yalandan ilgilendiriyordu. Mark Jambers, yaptı­ ğı heykelde '96 Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'i resmetmişti. Heykel, dikildiği yerde üç hafta boyunca sergilendi. 1947 doğumlu olan heykeltraş, yaklaşık 30 senedir bu sanat dalında ürünler veriyor. Sizlere, Mark Jambers ile Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'nin yaptığı röportajdan bazı bölümler aktar­ mak istiyoruz: "(...) Sanatçı olarak çalışmasını halkların emperyalizmin baskısından, sö­ mürüsünden kurtulmasına adayan biri... Emperyalizmin merkez etkisinde yer alan, halkının demokratik hakları kısıtlanmış biri... Ayçe'nin bu koşullar için­ de ön saflarında dövüştüğü halkın kahramanca mücadelesinden esinlenerek sanatıma bir boyut kazandırmak istiyorum. Dahası, kapitalizm sanatçıyı bireyselleştirmiştir. Yaratıcılık sürecinin be­ raberinde gelen zor ve çetin koşullar, kararlılık içinde atelyede işlenir. Tereddüte düştüğümde, Ayçe'nin mücadelesini hatırladım. O'nu düşünerek daha da cesaretlendim. (...)" "(...) Daha gençti, halkının kavgasına adayacağı bir yaşamı vardı. Bir sanatçı olarak şehit düşüşü, devrim için ne anlam ifade etmiş olurdu? (...) O'nun ölüm orucuyla vardığı bilinç, işçi sınıfı veya halkı için bir zafere ulaşılmış olmasıydı. O'nun, yenilginin üstünde ölümü seçmiş olması, bize, O'ndan öğrenecek şeylerin olduğunu gösteriyor (...)" •

DÜZELTME! Dergimizin Haziran '98 sayısındaki İbrahim Karaca'nın yazdığı "Politik" başlıklı yazıda bazı dizgi hataları yapılmıştır. Doğruları şöyledir: * 5. sayfa, 2. sütun. 15. satırda "Şışli'de faşist darbecilerin..." cümlesindeki "Şişli" sözcüğünün doğrusu "Şili" olacaktır. * 6. sayfa, 3. sütun, 26. satırda "... savaş uçaklarına hangarda hesap veren genç kadına..." cümlesindeki "hesap" sözcüğünün d o ğ r u s u "hasar" olacaktır. * 6. sayfa, 3. sütun, alttan 10. satırdaki "yarın bir başka gündür" cümlesinin doğrusu "yarın bir başka bugündür" olacaktır. Düzeltir, yazarımız ve okurlarımızdan özür dileriz. •

46

KISA KISA Grup Yorum 4 Haziran 1998; Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsü'nde Mimar Sinan Üniversitesi Öğrenci Meclisi Girişimi tarafından düzenlenen şenlikte yaklaşık 200 kişiye seslendi. 5 Haziran 1998; 1 Mayıs Mahallesi'nde, Umut 1 Düğün Salonu'nda düzenlenen konserde yaklaşık 1200 kişiye seslendi. 7 Haziran 1998; Gazi ve Alibeyköy Halk Meclisleri'nin düzenlediği pikniğe katılarak bir dinleti verdi. 13 Haziran 1998; Yunanistan'ın başkenti Atina'da bir konser gerçekleştirdi. 13 Haziran 1998; Uşak'ın Banaz İlçesi'nde gerçekleşen konserde, yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 14 Haziran 1998; İşpor-Der tarafından düzenlenen pikniğe katılarak bir dinleti verdi.

2 Temmuz 1998; Okmeydanı'nda, Sivas Şehitleri'ni anma programına katılarak bir dinleti verdi.

19 Temmuz 1998; Çağdaş Hukukçular Derneği tarafından Belgrad Ormanları'nda düzenlenen pikniğe katılarak bir dinleti verdi.

Özgürlük Türküsü 31 Mayıs 1998; İdil Kültür Merkezi'nde bir konser gerçekleştirdi. Konseri yaklaşık 250 kişi izledi. 3 Haziran 1998; İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde Öğrenci Kültür Bilimleri Kulübü


KISA KISA tarafından düzenlenen kapanış şenliğine katılarak bir dinleti verdi. 21 Haziran 1998; Devrimci Memur Hareketi'nin düzenlediği pikniğe katildi.

28 Haziran 1998; Okmeydanı'nda Sibel Yalçın Direniş ' Parkı'nda düzenlenen Geleneksel 8. DLMK - Kapanış Şenliği'ne katılarak bir dinleti verdi. 2 Temmuz 1998; Gazi Mahallesi'nde, Sivas Şehitleri'ni anma programına katılarak bir dinleti verdi. 19 Temmuz 1998; '96 Ölüm Orucu şehidi Yemliha Kaya'nın mezarı başında, Ölüm Orucu şehitleri için yapılan anmaya katılarak "Bize Ölüm Yok" marşını seslendirdi. Anmanın öncesinde ve sonrasında çok sayıda insan gözaltına alındı. 21 Temmuz 1998; Armutlu'da hayata geçirilmeye çalışılan gecekondu yıkımlarına karşı, Armutlu'da küçük bir dinleti sundu.

ÖLÜM ORUCU OYUNU İDİL KÜLTÜR MERKEZİ'NDE SAHNELENİYOR 1996 Ölüm Orucu'nun ikinci yıldönümünde Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Ölüm Orucu Direnişi'ni anlatan "Karanlığı Yırtanlar-Bedreddin Yiğitleri" isimli oyunu sahneliyor. İki perde halinde hazırlanan oyunda Ölüm Orucu'nun başlama nedenleri tarihsel olaylardan kesitler de alınarak izleyiciye aktarılacak. Müziklerini Grup Yorum'un yaptığı "Karanlığı Yırtanlar-Bedreddin Yiğitleri", 19 Temmuz'da İdil Kültür Merkezi'nde sahnelendi. Yaklaşık, 300 kişinin izlediği oyun 26 Temmuz'da tekrar oynanacak. Ayşe Gülen Halk Sahnesi tarafından dergimize yapılan açıklamada, oyunu Anadolu'nun en ücra köylerine kadar götürmek ve bu direnişin erdemini her yerde, ulaşılabilen herkese anlatmak istediklerini söylediler.

KURTULUŞ GAZETESİ SATAN ARKADAŞIMIZA CEZA! 28 Şubat günü, Beşiktaş İskelesi'nde Halk İçin Kurtuluş Gazetesi satar­ ken polis tarafından gözaltına alınan ve Beşiktaş Emniyeti Müdürlüğü'nde gözaltında tutulan Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Hakan Hekimoğlu ve iki Kurtuluş okuruna, yargılandıkları İstanbul Adliyesi tarafından hapis cezası verildi. Mahkeme daha sonra, hapis cezasını, 550.000 TL. para ceza­ sına çevirdi. Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncuları, konuyla ilgili dergimize yaptıkları açıklamada, Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'nin halkın onurlu sesi olduğunu, bu sesi her şeye rağmen sahipleneceklerini belirttiler. •

İdil kültür merkezi

Ayşe Gülen Halk Sahnesi 28 Haziran 1998; " Okmeydanı Sibel Yalçın Direniş Parkı'nda düzenlenen, Geleneksel 8. DLMK Kapanış Şenliği'nde, öğrenci sorunlarını konu alan "Halk İçin Eğitim" adlı oyunu sahneledi. 19 Temmuz 1998; İdil Kültür Merkezi'nde, '96 Ölüm Orucu' şehitleri için hazırladıkları "Karanlığı Yırtanlar-Bedrettin Yiğitleri" adlı oyununu sahneye koydu. Oyunu yaklaşık 300 kişi izledi.

FOSEM 11 Temmuz 1998; İdil Kültür Merkezi'nde düzenlenen, Ölüm Orucu ile ilgili, ailelerin de katılımcı olarak yer aldığı panelde bir dia gösterisi sundu.

tarafından hazırlanan

kültür sanatta yorum pazartesi akşamları saat 20.30'da

emeğin, özgürlüğün, kardeşliğin sesi 105.7 ÇEVRE RADYO'da 47


HABER/YORUM

DERGİMİZİN ANTAKYA BÜROSU

AÇILDI

D

ergimizin bürolarına, mevzilerine 28 Haziran tarihinde bir mevzi daha eklendi. Kültür Sanatta Tavır Dergisi Antakya Bürosu Açıldı! Yılların birikimi olan Arap kültürünü araştırmak, bunu özümsemek ve ileriye taşımak perspektifi ile hareket edecek olan bu mevzimiz bölgenin tarihi, ilerici değerlerini araştıracak, bu­ nu devrimci kültürümüze rehber olacak bir kaynak olarak suna­ caktır. Tavır Antakya Bürosu, 28 Haziran'da yaklaşık 200 kişinin ka­ tılımıyla açıldı. Açılış, devrim şehitleri adına yapılan bir dakikalık saygı duru­ şuyla başladı. Tavır Antakya Temsilciliği adına yapılan konuş­ mada, özellikle 12 Eylül'den son­ ra halkın tüm güzel değerlerinin, kültürünün ayaklar altına alına­ rak, bireyci, yoz, kaderci ve ara­ besk kültürün yaygınlaştırıldığı; halka kadercilik ve çaresizliğin

dayatıldığı ve bu duru­ ma karşı çıkan1 a r ı n sürgünlerle, tutuklama­ larla karşı karşıya kal­ dığı vurgu­ landı. Açıkla­ mada ayrı­ ca, bütün bu baskılara rağmen, tür­ küleriyle, şiirleriyle, filmleriyle halka umut veren Ruhi Su, Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif ve Yıl­ maz Güney gibi halkın sanatçıla­ rının kültür cephesindeki müca­ delelerine vurgu yapıldı. Tavır Dergisi'nin Antakya Bürosu'nun açılışının, düzenin yoz kültürüne karşı kültür cephesinden verilen mücadelede cephenin genişletil­ mesi anlamına geldiği vurgulan­ dı.

Konuşmaların ardından açılışa katılan Grup Yorum, küçük bir dinleti verdi. Tavır Antakya Tem­ silciliği tarafından oluşturulan şi­ ir grubunun sunduğu şiir dinleti­ sinden sonra, Antakya TÖDEF'li öğrenciler tarafından kurulan mü­ zik grubunun bir dinletisi yer al­ dı. Açılış, sunulan bir tiyatro oyununun ardından, açılışa gelen kutlama mesajlarının okunmasıy­ la son buldu. •

Ayşe Nil Halk Kütüphanesi'ne üye olmak için, 2.000.000 TL.yi aşağıdaki hesap numarasına yatırmanız gerekiyor. Bu parayı yatırdığınıza dair banka dekontu ve iki adet vesikalık fotoğrafınızla elden ya da posta ile başvurduğunuz takdirde altı aylık üye olacaksınız. Hesap No: İrşad Aydın Türkiye İş Bankası 1 0 1 1 1 4 1 6 3 3 4 A Y Ş E

NİL

HALK

K Ü T Ü P H A N E S İ

Ü Y E

F O R M U

Adı-Soyadı:

Doğum Tarihi:

Medeni Durumu:

Baba Adı:

Ana Adı:

Nüfusa Kayıtlı Olduğu İl:

Öğrenim Durumu:

Mesleği:

İşyeri Telefon Numarası ve Adresi: Ev Adresi ve Telefon Numarası: 48

Başvuru Tarihi:


boran fırtınası ölüm orucu destanı Boran, bir yaban kuştur. Gökyüzünün mavisine bata-çıka, bir maviş kuş... Konmaz hiçbir yere. Yuvasından bozkırlara; koşan sulardan yuvasına... Çok zor yakalanır. Şahin bile tutamaz onu kanadından. Yabandır... Asidir ha; rengi kadar güzeldir. Güvercin sahipleri sevmez boranı. Girer evcil güvercin sürüsüne... Peşine mutlaka takılan olur. Bazen sürü bile düşer ardına. Ya vurulur ya da yaralıyken yakalanır... Diğer kuşlarla aynı kafese kapatılır. Hiçbir evcil kuşu yaklaştırmaz kendine. Hele bir de güvercin besleyenler, evcilleştirmek için kanadının tüylerini çekti mi?.. Vay vay... Yemez artık yemini... Ya açlıktan ölür ya da kafesin demirine kendini vura vura öldürür... Sesi çığlıktır artık, turna indirir... Ya gökyüzüdür, ya ölümdür Boran... Boranlar kalktı mahpushanelerden... Şehre sokulmamış evlerden... Dökerek renklerini şehirlerin ufkuna; gittiler dağların doruklarına...



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.