1998 08 eylul

Page 1


ahim Karaca -Şiirler-

akta kalan

A YÜZÜ 1- Gökyüzünün Yedi Rengi 2- Mektup /Yağmura Yazılan/ Umutsuz Bir Şarkı /Sen Gidersen 3- Abidin /Gündüzler ve Gecelerde 4- Harman Yeri /Phoneix 5- Bağışla Beni /Giz /Yarın / Solmasın Yüzün

10.50 3.25 4.20 4.20 4.00

BYÜZÜ 1- Saklı /Ardından /Ne Çıkar /Uğurlama 2- Ruhi Su Ağıdı /Düş /Yanakta Kalan /Pusu 3- Göçmen 4- Ozan Bebe /Fırat'ın Türküsü 5- Yürek Çağrısı /Tacir /Zeytin Ağacı/ Balıkçının Türküsü /Yolculuk/ Demircilere Övgü /Pişman Etme/ Belki Bir Şarkı 6- İçe Dönü /Büyükşehir Gurbetçisi

8.35 4.00 2.00 2.00

5.55 4.35

ç

I K I Y O R


Eylül 1998 Sayı: 8

"Düşünceye Af" Değil, "Tutsaklara Özgürlük" Tavır

3

Işık Yurtçu-Röportaj Tavır

6

İdil Kültür Merkezi Baskını ve Tutuklamalar Tavır

7

Kültür -2- Yiğit Tuncay

10

Sevdalanmak Zamanı Bülent Özcan

14

Ölüm Orucu Destanı-"'Boran' Fırtınası" Grup Yorum

15

Niye Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz! Grup Yorum

19

Halk Türküleri ve Öyküleri man Altın

21

Düşmanlar Pablo Neruda

23

Kültürel Çalışmada Birleşik Cephe Mao Tse-Tung

24

İmaj ve Küfür Kitapları -2- Şaban Öztürk

26

Bir Destandı Sahneye Taşıdığımız Ayşe Gülen Halk Sahnesi

31

Oyun "Bedreddin Yiğitleri-Berdan Bölümü" Ayşe Gülen Halk Sahnesi

33

Çılgın Şehir-Savcı, hakim ve cellat: Medya Veli Göktaş

39

Semir Aslanyürek-Röportaj Yasin Ali Türkeri

41

Haber/Yorum Tavır

44 kültür sanatta

TAVIR Aylık Sanat Dergisi İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır. Sahibi İrşad Aydın Taksim Ayşe Nil Halk Kütüphanesi İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı Saadet Apt.4/2 Beyoğlu Abone Koşullan (6 aylık) 900.000.-TL (1 yıllık) 1.800.000.-TL

Yazıişleri Müdürü Yasin Ali Türkeri

İdil

Yazışma Adresi Kültür Merkezi Dereboyu C No: 110/55 Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 26132 19

İzmir Ege Kültür Sanat Merkezi 1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı

Adana İnönü C. Aydın Işhanı No:505

Hesap No: (TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul (DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul

Okmeydanı Okmeydanı Halk Kültür Merkezi Piyalepaşa C. No: 148

Antakya Cumuhuriyet M. Gündüz C Murat S. Bakırcı Psj. No:8 Tel: (326) 2140115 Ofset Hazırlık Tavır Yayınları

Almanya Hagedornstr. 15 47169 Duisburg Tel:(00 49 203) 40 11 26 Baskı Başak Ofset


TAVlR'dan HEMEN HEPİMİZ FİLMLERDE izlemişizdir; gazetelerde iki satır bile olsa yer alan "af" sözünün adli koğuşlarda yarattığı heyecanı... Daha bir hızlanır voltalar, tespihlerin turum... Umutla pırıldayan gözler, delecekmişcesine dikilir taş duvara. Ona eşdeğer bir heyecan da dışarıda yaşanır. Hısım-akraba, bir umuttur beklerler. Evlat kokusuyla sızlar burun direkleri; yar özlemidir saran yürekleri... İşin aslında ise, özgürlük özleminin iğrenççe sömürülmesi vardır. Kokuşmuş düzenlerinin birazcık olsun yaşaması için kudurmuşçasına uğraşanlar, ulaşabildikten ne varsa kirletmek isterler. Halkın kanıyla yıkadıkları ellerini, utanmazca uzatırlar halkın ekmeğine, yaşamına, umuduna... Yine "af" demekte karanlığın sahipleri. Kimi affediyorlar? Özgürlüğünü, bir bebenin gözlerinde doğacak olan umut için feda eden devrimcileri mi? Yoksa, pisliklerine bulaştırdıkları insanları mı? Hangi cüretle?.. Ne hadlerine?.. Kim verdi size o hakkı? Biz vermedik, halk da vermedi; tarih ise çoktan aldı o hakkı elinizden. O hak, ancak ve ancak yarınları çalınanların, umutlarını kör kuyularda yitirenlerindir. Affedecek birileri varsa, o ancak halktır, biziz. Ama sizin için ne çare; çünkü "biz unuttuk bağışlamayı"... Yine saldırdılar... İnsanlıklarını kahpe dehlizlerde çoktan yitirenler, bütün kinlerini kusarak saldırdılar kültür merkezimize. Saçlarımızdan sürükleyerek, kafalarımıza vura vura götürdüler bizi. Yine meşruluğumuza saldırmışlardı; haklılığımıza, doğruluğumuza... Fırtınalar arasında büyüttüğümüz bir top gülümüzü, narinliğine bakıp kolayca ezebileceklerini sandılar. Göremedi, göremezdi bakışları; kıskançlıkla toprağa tutunan köklerimizi. İrşad'ı tutukladılar, bir gün sonrasında ise konser çıkışı Ufuk'u... Daha bir bilendi Yorumcular; "boran fırtınası" türküleriyle... Eylül zamanı, yaprak dökümü aylarıdır. Bu hazan ayında yolculadık ustalarımızı, toprağın sonsuzluğuna. Ruhi Su, Yılmaz Güney, Pablo Neruda... Çağrımız var Ruhi Usta'ya: "Susma be hey ozan / Susma / Soluğunu kat sesine / Sesini vur dağlara / Gümbür gümbür gümbürdesin yüreğin..." Pablo Neruda, halkın ekmeğini, adaleti haykırıyor dizelerinde. İflah olmaz bir şarapneldir saplanıyor "düşmanlar"ın göğsüne; kanımıza "Salut!" diyen hainin boğazına takılan yumruk: "Bir Ceza İstiyorum!" Yılmaz Güney, arka iç kapağımızdan yolluyor selamını... Her zamanki gibi dimdik, her zamanki gibi vakur... Onlardan öğrendik kavganın sanatını; ve yine onlardan öğrendik sanatın kavgasını... Ne mutlu ki bize, sadece üç-beş değil, onlarca-yüzlerce onlar. Ve bir usta şefkatiyle bakıyorlar bize; gözlerinde sevgi, gözlerinde gurur... Onların çizdiği portede yazmaya devam ediyoruz umudun şarkısını. Ve onların tualinde renkleniyor özgür yarınlarımız... Ekim ayında görüşmek üzere...

2

Dostlukla...


GÜNCEL

tavır

"DÜŞÜNCEYE AF" DEĞİL, "TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK"

M

illi Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından bir operasyonla kurulan hü­ kümetin henüz bir yılı olmadan erken seçim tartışmaları başladı ve karar altına alındı. Erken seçimin yanı­ na "af" tartışması da katılarak kamu­ oyunun gündemi bunlarla doldurul­ maya başlandı. Erken seçim ve affın gündemi gelmesi, aslında yaşanan si­ yasal sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Susurluk sonrası siyasi iktidar, halkın gözünde katliamlarıyla, uyuştu­ rucu ticaretiyle, vurgunculuğuya, mafyacılığıyla, kısaca tüm kokuşmuşluğuyla ve kontrgerillacılığıyla iyice teş­ hir olmuştu. Egemenler, halkın yüzbinler olup alanlarda, sokaklarda ada­ let taleplerim haykırması karşısında iyice köşeye sıkışmıştı. Halka karşı sürdürülen savaşın ana kaynağı olan MGK, halkın yükselen mücadelesi karşısında politikaya çok daha açıktan müdahale ederek, yeni bir süreç baş­ latmıştı. Bu sürecin temel politikaları­ nı; Susurluk gerçekliğinin üstünü örte­ rek, kontrgerillaya çeki düzen vererek denetim dışı davranışları kontrol altına almak, düzen partilerim ve el altından besleyip büyüttükleri islamcı kesimin rahatsızlık verici gelişmesini disipline etmek, sonuç olarak, devleti yeniden toparlayıp sömürü ve zulüm politika­ larına yeniden istikrar kazandırmak oluşturuyordu. MGK, bu çerçevede belirlediği laiklik-şeriat karşıtlığı gündemiyle dev­ letten, düzenden uzaklaşan tüm ke­

simleri düzen içi bir saflaşmaya yeni­ den kazanmaya yöneldi. Refahyol hü­ kümeti tasfiye edilerek ANASOL-D hükümeti kuruldu. Kurulur kurulmaz da halka karşı saldırılara hız verdi. Bu süreçte bir Ekonomik-Sosyal Konsey oluşturuldu. Konseyde işçi, memur, esnaf, çiftçi, bir çok kesimin temsilcisi sıfatıyla konfederasyonlar, sermaye ve hükümet temsilcileri başbaşa verip miyonları oyalamaya çalışırken "demokrat-aydın" çevreler de MGK poli­ tikalarına hizmet eder tarzda laiklikşeriat ekseninde tartışmaya, yazıp çiz­ meye başlamıştı. Sonuç olarak MGK bu politikalarında, özellikle de "soldemokrat" kesimin yardımıyla hiç de azınsanmayacak oranda mesafe almış­ tı. Hükümet, siyasi partiler ne yapar­ larsa yapsınlar halk kitlelerinin güncel somut sorunlarına ve taleplerine hiç­ bir çözüm sunmadıktan gibi, vaatler, sözler göz boyama taktikleri de işe ya­ ramaz haldedir. Özellikle, Susurluk sonrası devletten ve demokrasicilik oyununun başaktörleri olan siyasi par­ tilerden halkın herhangi bir beklentisi kalmayıp, düzenden daha da uzaklaş­ maktadır. Hiçbir parti, bir önceki oy oranım dahi tutturabileceğinden emin değil. Kamuoyu anketlerinde karşıları­ na çıkan gerçek, demokrasicilik oyu­ nunu devam ettirebilmelerim ciddi olarak tehdit eden bir tablodur. Top­ lam seçmen sayışınım hemen hemen yarısı ya hiçbir partiye oy vermeyece­ ğim ya da birbirlerinden hiçbir farkı kalmayan burjuva düzen partileri için­ de kararsız ve umutsuz olduklarını be­

lirtiyorlar. Kriz giderek derinleşiyor ve çarkın başında bulunanların da birbirleriyle çelişkileri büyüyor. Bütün taraflar bu gidişatta ayakta kalabilmek için bir di­ ğerinin ayağım kaydırmaya çalışıyor. Özellikle halkın giderek büyüyen hoş­ nutsuzluğunun ve düzen dışına çıkma eğiliminin artması karşısında kitleleri yeniden düzene bağlamak için yeni manevralara ihtiyaç duyuyorlar. Bir süre önce başlayan erken seçim tartışmaları ile birlikte; en son gündeme ge­ tirilen "af" konusu da, işte bu manev­ ralardan birisidir. Af konusu gündeme girer girmez medya, belirlenen görevine sarılıp, af konusunu çeşidi yönleriyle çarpıtarak, kamuoyunu yönlendirmeye çalışarak ele aldı. Hükümette yer alan partiler­ den diğer burjuva düzen partilerine, reformist soldan çeşitli demokratik kitle örgütlerinin temsilcilerine, köşe yazarlarından demokrat-yurtsever çevrelere kadar hemen her kesim, af konusunu tartışıyor. Burjuva düzen partileri, af konusu­ nu siyasi çıkar malzemesi olarak kul­ lanma hesaplan yaparken affın sınırla­ rını belirlemeye çalışıyorlar. Diğer çevrelerin tartışmaya yaklaşımları ise yüzeysel, faydacı ve özünde düzenin adaletini, yargı mekanizmasını meşru­ laştıran bir çerçeveyi aşamamaktadır. Tartışmalarda çeşitli kesimlerce dile getirilen görüşler, şu başlıklarda topla­ nıyor: 1- Adli tutuklu ve hükümlüler affe­ dilsin, "teröristlere" kesinlikle af uy­ gulanmamalı. 3


2- Adli tutuklu ve hükümlülerden "kader kurbanları" dışında hiç kimse aftan yararlanmamak. 3- Düşünce suçluları da af kapsa­ mına alınmalı. 4- Ayrımsız genel af uygulanmalı. 5- Devlet yalnızca kendisine karşı işlenen suçları, siyasi suçları affede­ bilir. Birinci görüş, af tartışmalarının ilk günlerinde tüm burjuva düzen partile­ ri ve burjuva medya tarafından ilk ağızdan koro halinde ileri sürüldü. Egemenlerin hiçbir yol ve yöntemle devrimci mücadelenin gelişimini engelleyememelerinin paniği ve korkusu içinde olduklarınım somut bir yansı­ masıydı. Öte yandan kamuoyuna siya­ si tutsakların "asla affedilmeyecek te­ röristler" olarak sunulması ile halkın gözünde bir kez daha devrimcileri ka­ ralama çabasını taşıyordu. Burjuva medya, çeşitli adli olay­ larda mağdur olanların, yakınlarım kaybedenlerin duygularını kullanarak "suç" kavramın kişiselleştirmeye (yani "suç"u kişilerin hata ve eksikle­ rine bağlama), suç işlemenin maddi zemine olan sosyal adaletsizlikleri ört­ meye çalıştı. Yozlaşmayı, baskılan, yasaklan, her tarafından kan, irin akan zulüm düzenim ve sahiplerini gizle­ meye çalıştı. Böylece tek suçlunun ki­ şiler olduğu, bunların da cezayı hak et­ tiği, devletin bu cezayı uygulamakla adaleti yerine getirdiği propagandasıy­ la zulüm düzeni meşrulaştırılmaya ça­ lışıldı. Kimi "demokrat" kesimler ise

4

çeşitli yazı­ lan, konuş­ maları ve davranışları nedeniyle yargılanıp hapsedilenlerin af kapsamına alınması gerekteğini, bunun dış kamuoyuna olumlu me­ saj olacağı­ nı söyledi­ ler. Bu konuda çeşitli etkinlikler, açık­ lamalar yaparken ısrarla "düşünce suçluları" vurgusu yaparak, düşünce­ yi affedilmesi gereken "suç" olarak kabullenen bir çizgide iktidardan ica­ zet bekliyorlar. Aynı zamanda "dü­ şünce suçluları" diyerek, düşünceyi ve eylemi birbirinden özenle ayırıp, si­ yasi tutsaktan düşünceleri olmayan, şiddet düşkünleri olarak suçladıklarım ve devletle bu noktada aynı zeminde buluştuklarım unutuveriyorlar! Ağırlıklı olarak İHD, EMEP, ÖDP gibi çevrelerde şekillenen bir başka yaklaşım ise "Ayrımsız Genel Af' sloganında ifadesini buluyor. insan haklarına burjuvazinin penceresin­ den bakan, haklıyı-haksızı, suçu-cezayı bir türlü netleştirmeyen bir bakış açısından yansıması olan bu yaklaşı­ ma göre, Susurluk gerçeğinin failleri, affedilebilirler. Bir başka yaklaşım, genel hukuk ilkelerinden yola çıkılarak belirtilen, devletin bir taraf, bir kişilik olduğu ve yalnızca kendisine yönelik suçlan af­ fetme yetkisi olduğu yaklaşımıdır. Ki­ mi baro yetkililerinin hukukçu mantığı niteliğine, halklara karşı uyguladığı tüm zulüm politikalarına bakmadan, onu bir "af mercii" olarak gören ve her türlü karşı çıkışı affedilmesi düşünülen "suç" olarak ele alan bir bakış açısıdır. Bu yaklaşımın sahipleri ne bu zulüm düzenini, ne de devrimcileri ya hiç ta­ nımıyorlar ya da bilerek, isteyerek dü­ zenin hukukunu, yargısını, tüm zulüm politikalarını meşru görüp devrimcile­ ri karalıyorlar.

Sonuç olarak bütün bu yaklaşım­ larda ortaya çıkan sorun; "af* konusu­ nun hangi bakışla ele alınması gerekti­ ğidir. Daha somut söylersek suçun, suçlunun, cezanın ve affın nasıl tanım­ landığı ile ilgilidir. Doğru değerlendi­ rilmediğinde yukarıda belirtilen gö­ rüşlerin savunucuları gibi adaletsizli­ ğin haksızlığın, yozluğun, ve bütün suçların asıl sorumlusu olan zulüm dü­ zenini ve uygulamalarım meşru gören, destekleyen bir çizgiye düşmek kaçı­ nılmazdır. Suç Nedir-Suçlu Kimdir? Milyonlarca emekçiyi ekonomik terörüyle açlığa, sefalete, köleliğe mahkum edenler, ülkenin her türlü zenginliğim emperyalizme peşkeş çe­ kenler, karlarına daha fazla kar kat­ mak için milyonlarca emekçiye yaşa­ mı zindan edenler değil midir suçlu olan? Binlerce yıldır bu toprakları alınteriyle, kanıyla sulayan, vatan edi­ nen halkların kimliklerini, dillerini, kültürlerim yok sayan; baskıyla, katli­ amlarla, sürgünlerle halklara zulüm edenler suçlu değilse kimdir suçlu? Halklar, tarih boyunca hak ve öz­ gürlüklerini egemenlerin gerici, baskı­ cı sistemlerine karşı büyük bedeller ödeyerek elde etmiştir. Bugün burju­ vazi dünya çapında, insanlığın kazan­ mış olduğu tüm hak ve özgürlükleri sı­ nırlandırmaya, geriletmeye yönelmiş­ tir. Ancak tarih, halkların bugüne ka­ dar elde ettiği tüm hak ve özgürlükle­ rin çok daha ötesinde, insanın insanca yaşayabileceği bir düzene doğru ilerli­ yor. Emekçi halklar baskının, zulmün kaynağı olan sömürünün, ezenin-ezilenin olmadığı, gerçek özgürlüğün ya­ şanacağı bir toplumsal düzenin kavga­ sını veriyor. Her sınıflı toplumda ege­ menler kendi sömürü ve zulüm düzen­ lerinin devamı için belirli bir hukuk sistemi oluşturmuş, yasalara, yasakla­ ra toplumsal yaşamın sınırlarım kendi çıkarlarına göre çizmiştir. Açıktır ki; egemenlerin koyduğu her yasak, ezi­ lenlerin en doğal, en insani davranışla­ rım, yaşamlarım sınırlamaya, denetim altına almaya yöneliktir. "Suç" deni­ len şey de, her baskıcı sistemde ege­ menlerin kendi çıkarlarına aykırı bul-


dukları davranışları içermiştir. Burjuvazinin feodalizme karşı emekçilerin gücünü de yanına alarak sürdürdüğü mücadelesinde ana şiar olan "eşitlik, kardeşlik, özgürlük", bu­ gün en alçakça yöntemlerle ezmeye, yok etmeye çalıştığı, "suç" olarak gördüğü, "tehlikeli" kavramlar ol­ muştur. Burjuvazinin adaleti de, huku­ ku da bugünkü egemenlik sisteminin en gerici biçimi olan faşizmin adaleti ve hukukudur. Gerçek adaletin, eşitli­ ğin, özgürlüğün mücadelesi, emperya­ lizme ve faşizme karşı emekçi hakla­ rın omuzlarında yükselmektedir. Eğer "suç"tan, "suçlu"dan söz edilecekse, halkların kurtuluş mücadelesine karşı burjuvazinin her türlü saldırısı bütü­ nüyle "suç" olarak kabul edilmek du­ rumundadır. Böyle değerlendirildiğinde "af" ne anlama geliyor? Halklara karşı diz­ ginsiz saldırıların sorumlusu, hak ve özgürlük düşmanı, "suçlu" olan kontrgerilla iktidarına "af" yetkisinin bah­ sedilmesi, onun her türlü kurumunu, bütün suçlarını meşru görmek değil midir? Eğer suç, haklı olana karşı haksız olan her türlü davranış ve uygulama ise, haklı kim, haksız kimdir? Kim hak ve özgürlükleri yok sayıyor, saldırı­ yor, kim bütün bunları var etmenin, kalıcı kılmanın kavgasının veriyor? Bu sorulara cevap verildiğinde fa­ şizmden, onun kurumlarından başka suçlu aramak pusulayı şaşırmaktır. "Düşünce Suçluları ve Düşünceye Özgürlük" Kimi çevreler " demokrat"lıklarının kanıtı olarak af tartışmalarına "dü­ şünce suçluları da af kapsamına alın­ malıdır" diyorlar. Yalnız, onlara "af" istemenin, düşüncelerim ifade ettikleri için "suç" işlemiş olduklarım kabul et­ mek olduğunu, devlerin tam da bunu kabul ettirmek için nasıl çaba gösterdi­ ğini unutuveriyorlar. İfade edilmeyen düşünce, düşünce sayılmaz. Bu gerçek, herkesçe kabul edilir. Düşünmek ve düşünceyi ifade etmek, onu gerçek kılmak-için çaba göstermek insana özgüdür, insanı in­ san yapan özelliktir. Bilimsel onur, bi­

limsel namus düşünceyi, doğru ve ger­ çek olanı her koşulda, ne pahasına olursa olsun savunabilmektir. Doğru­ lan, gerçeği yazmak, söylemek, sa­ vunmak böyle bir düzende zulmün hışmına uğramayı, bedel ödemeyi gö­ ze almayı gerektirir. Baskılar karşısın­ da sinmek, susmak, bildiklerini, gör­ düklerini, gerçeği söylemekten, sa­ vunmaktan kaçmak, gerçek anlamda o düşüncenin taşıyıcısı olmamaktır. Böyle olanlar, hiçbir özgürlüğün de savunucusu olamazlar. Yazılarından, sözlerinden, eserle­ rinden dolayı burjuvazinin baskısına, işkencesine, hapis cezalarına maruz kalanlar, zulmü, gerçek suçluyu teşhir ettikleri için, doğrunun ve haklının sa­ vunucusu oldukları için hapsedildiler. Onlar adına asıl suçlu olan devletten "af" talep etmek, "düşünceye özgür­ lük" konusunda samimiyetsizliktir. Düşünceyi ifade etmeyi, onu savuna­ bilmeyi, gerçekleştirme hakkım gaspedenlerden, işlenen "suç"a verdikleri "ceza"dan bir seferliğine vazgeçmele­ rini, bağışlamalarım istemek değil mi­ dir? Bu, açıkça düzenin yasaklarını, uygulamalarım meşrulaştırmak, ona hak vermek, "affetme" yetkisi taraya­ rak boyun eğmek değil de nedir? Hapishanedekilerin de önünde işte böylesi bir tuzak durmaktadır. "De­ mokrat" larımız, "düşünce suçluları da affedilsin" demekle, içerde olanla­ rın fiziksel olarak dışarda olmalarım talep ederken içerdekilere "suç" işledi­ klerini kabullenmeyi tercih olarak su­ nan iktidarın istediği zeminde hareket etmiyorlar mı? Bir büyük yanlış da "düşünceye özgürlük" sloganını yalnızca yazılan, sözleri, eserleri nedeniyle hapsedilen aydın-yazar-sanatçıları kapsayan bir çerçevede ele almaktır. Elbette sanatçı-aydın-yazarlar üzerindeki baskılara karşı, özellikle de bu alana özgü mü­ cadele biçimleri, araçları, sloganları olacaktır, olmalıdır ama bu, baskıların kaynağı olan faşizme karşı emekçi halkların her alanda süren mücadele­ sinden ayrı ele alınamaz. Bu mücade­ leyi bütünlüklü görmeyen, "düşünce­ ye özgürlük" ile yalnızca hapsedilen aydın-yazar-sanatçıları ele alan bakış

açısı, zulüm düzenine karşı halkın haklı savaşını örgütleyen, savaşan ve tutsak düşen devrimcileri-yurtseverleri düşünceleri olmayan, şiddet düşkü­ nü teröristler olarak görmektedir. Ni­ yet ne olursa olsun, sonuçta düzenin her gün, her saat yaptığı anti-propagandaya destek veren bir yaklaşımdır. Bütün çarpık, tutarsız, yanlış bakış açılan ve hareket tarzı asıl olarak kay­ nağını düzenden kopamayan, güçsüz, cesaretsiz, halka güvensiz ve bedel ödemeyi göze alamayan bir çizgiden, bir yaşam biçiminden almaktadır. So­ run, asla bilmeme sorunu değildir. So­ run, statükoları parçalayıp halkın saf­ larında kararlılıkla yer alamamaktadır. Bütün muhalif düşüncelerine karşı so­ nuçta düzeni temel alan, ondan icazet bekleyen reformist bir tavrın dışına çı­ kamamaktır. Haklı Olanın Talebi "Af Değil Özgürlük"tür Haklı ve meşru olan halktır. Suçlu olan, artık bütün halkın gözünde de tüm kirli yüzüyle açığa çıkan zulüm düzeni ve onun uygulayıcılarıdır. Bas­ kının ve sömürünün olmadığı bir dün­ ya istemek, her şeyden önce zulme karşı haklılığına inanarak mücadele et­ meyi gerektirir. Bu ülkenin aydınlan, sanatçıları, demokratları gücünü hal­ fan haklı mücadelesinden alan, ayak­ lan sapasağlam toprağa basan, değer­ leriyle, gelenekleriyle gelişmekte ola­ nı görmeli ve bu kavgaya omuz ver­ melidir. Bu kavga, bütün çirkefliğiyle, yozluğuyla, çürümüşlüğüyle her türlü özgürlüğün önüne dikilen zulmü ve onun tüm kurumlarını gerçek yerine oturtan bir kavgadır. Bu ülkenin hapis­ hanelerinde tutsak edilenler ise, özgür­ lük ve bağımsızlık inançlarından asla taviz vermeyenlerdir. Silkinmeli, halkın haklı mücadele­ sine sarılmalı, gerçeğin, doğrunun pe­ şinden kararlılıkla yürümeliyiz. Ancak o zaman kendi özgürlüğümüzü elleri­ mize alacak, gerçek özgürlüğün anla­ mını iliklerimize kadar hissedecek, coşkuyla "özgürlük" diye haykırabileceğiz. Çünkü "af" suçlunun, "öz­ gürlük" ise haklı olanın talebidir. •

5


RÖPORTAJ

tavır

ışık yurtçu:

Af Dilemek, Suçunu Kabul Etmektir!

Son dönemde iktidar tarafın­ dan ortaya atılan bir af tartışması var. Bu tartışmaların odağı ise "dü­ şünce suçluları ve siyasi tutsaklara af çıksın mı, çıkmasın mı" nokta­ sında. Bu tartışmalara baktığımız­ da siz de uzunca bir süre düşünce suçu diye tabir edilen davalarınız­ dan dolayı tutuklu kaldınız. Bu tar­ tışmalara nasıl bakıyorsunuz? Zaten en başta özgürlükleri iade edilmesi gerekenler siyasi mahkum­ lardır. Siyasi mahkumları kapsama­ yan tırnak içerisinde bir af hedefini bulmuş sayılmaz. Darbe hukuku, anti­ demokratik yasa maddeleriyle dolu­ dur. Başta anayasa olmak üzere, te­ rörle mücadele yasası, TCK bu anti­ demokratik maddelerle doludur. Bu nedenle bu maddelerin cezaevine gönderdiği insanların özgürlüklerinin iadesi gerekiyor. Bu anlamda düşün­ 6

celerini ifade ettikleri için cezaevinde bulunanlar ve "terör suçlusu" sayı­ lanlar. (Çünkü terör suçları da belir­ sizlik içindedir. Duvara bildiri asan da terör suçlusu sayılıyor, arkadaşı­ nın evine çay içmeye giden de terör suçlusu sayılıyor, duvara yazı yazan da terör suçlusu sayılıyor). Yani te­ rörden devlet ne anladığını açıkça belirtmelidir. Örneğin; ben bir gaze­ tenin yazıişleri müdürü idim. Yayınla­ nan yazılardan, haberlerden dolayı yaklaşık 17 yıla mahkum oldum. Ben de terör suçlusu sayıldım. Bu nedenle cezaevleri bence çeteler, uyuşturucu kaçakçıları ve buna benzer bir takım suçluların dışında tamamen boşaltıl­ malı ve hemen yargı reformuna gidil­ melidir. Geçmişte düşünce suçlusu oldu­ ğunuz gerekçesiyle... Düşüncelerini ifade ettikleri için cezaevinde bulunanlar kesinlikle suç işlemiş sayılmaz. Çünkü düşünceyi sı­ nırlayan, bilgi kaynaklarına ulaşıl­ mayı önleyen, sansür uygulayan, bil­ gilenme sürecini saptıran bir siyasal sistem demokrasi sayılamaz zaten. O nedenle bunların affedilmesi değil bir hakkın iadesi anlamını taşıyan özgür­ lüklerinin geri verilmesi söz konusu­ dur. Af dilemek suçunu kabul etmek­ tir. Bana gelince, ben cezaevine girdi­ ğimden çıkıncaya kadar hiç bir za­ man kendimi suçlu görmedim ve bu nedenle cumhurbaşkanlığı nezdinde girişilen af önerisini de reddettim. Ta ki yasal düzenleme yapılınca­ ya kadar. Yasal düzenleme yapılıp ce­

zaevinden çıkarken dahi içim elver­ medi. Çünkü benimle aynı konumda olan arkadaşlar cezaevindeydi. İşte o sırada İsmail Beşikçi cezaevindeydi, diğer genç arkadaşlar cezaevindeydi. Daha sonra da Haluk Gerger ceza­ evine girdi. Ragıp Duran cezaevine girdi. Eşber Yağmurdereli cezaevine girdi. Şimdi onlar da aynı konumda. Hiçbirinin bunu af olarak kabul ede­ ceğini sanmıyorum. Ülkemizde yargının bağımsızlı­ ğına inanıyor musunuz? Şimdi DGM'ler nedir? DGM'ler olağanüstü mahkemelerdir. Bugün, Avrupa da bunların yasallığını red­ detmektedir. Çünkü DGM' lerde aske­ ri hakimler vardır. Askeri hakimler nedir? Asker nedir? Asker, devletin güvenliğini sağlayan unsurlardır. As­ keri hakimler de devlete karşı (siste­ me karşı) gelen unsurları yargılayan kişilerdir. Dolayısıyla bunlar taraftır. Bu nedenle yargının bağımsızlığı, DGM'ler nezdinde söz konusu değil­ dir. Diğer taraftan da sivil mahkeme­ lere bakıyorsunuz; bu mahkemeler de Adalet Bakanlığı'na, dolayısıyla siya­ si iktidara bağlıdır. Hangi siyasi ikti­ dar başa gelirse gelsin, onların tali­ matıyla dava açabilmektedir. Adalet Bakanlığı'nın bireysel dava açma hakkı vardır, talimat verme hakkı var­ dır. Nitekim ben bu davalardan bir­ çok kez yargılandım. Böyle bir adalet sisteminin bağımsız olduğundan söz etmek mümkün değildir. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. •


GÜNCEL

tavır

idil kültür merkezi basıldı grup yorum elemanları TUTUKLANDI!

D

ergimizin de bünyesinde yayımlandığı İdil Kültür Merkezi, 21 Ağustos Cu­ ma günü Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube po­ lisleri, çevik kuvvet ve jandarma tarafından basıldı. Baskı­ nın sebebini soran, arama izinlerini görmek isteyen kültür merkezi çalı­ şanlarına herhangi bir gerekçe gös­ termeyen polis, arkadaşlarımızın zorlamaları üzerine DGM'den ara­ ma izinleri olduğunu, "şüpheli bir şahıs" aradıklarım, bunun için kim­ lik kontrolü yapacaklarını belirttiler. Yapılan kimlik kontrollerinin ardın­ dan "kimliklerini verdiğimiz kişiler dışarı çıksın. Onları gözaltına almı­ yoruz." yalanım söyleyerek olası bir direnişin önüne geçilmeye çalışıldı. Bu yalana kanmayan kültür merke­ zimiz çalışanları "Hiç birimiz dışarı çıkmıyoruz. Çıktığımızda bizi gözal­ tına alacağınızı biliyoruz." diyerek cevap verdi. Zaten bu yalan da kısa bir süre sonra açığa çıktı. İdil Kültür Merkezi'nin sahnesini kiralayan ve

yeni oyunlarının hazırlığını burada yapan Mahir Günşiray'ın da arala­ rında bulunduğu Tiyatro Oyunevi Sanatçıları dışarı çıkmalarına rağ­ men gözaltına alındılar. İdil Kültür Merkezi çalışanları­ nın polisin keyfi tavrına tepki gös­ termeleri üzerine "robocop" larını içeri çağıran polisler, içeride bulu­ nan herkesi zor kullanarak gözaltına almaya çalıştılar. Bu duruma karşı direnen arkadaşlarımızı, jandarma ve özel tim eşliğinde gözaltına aldı­ lar. Baskın sırasında kültür merkezi­ nin çevresini iki otobüs çevik kuv­ vet, iki minibüs jandarma, özel tim ve sivil polisleriyle kuşatarak terör estiren polis, çevrede biriken halka da saldırarak bu duruma tepki göste­ ren, Ortaköy halkından Suphi Gö­ ren'i de gözaltına aldı. Kültür Mer­ kezimize yapılan baskında gözaltına alınanların isimleri şöyle; Grup Yo­ rum elemanları İrşad Aydın, Fikri­ ye Kılınç, Vefa Saygın Öğütle, Öz­ gürlük Türküsü elemanı Mehmet Öztürk, Ayşe Gülen Halk Sahnesi

oyuncuları Aziz Akal, Hakan Hekimoğlu, Naciye Eyi, Derya Karahan, Tavır Dergisi muhabiri Muza­ ffer Aslan, Tavır Dergisi Antakya Büro Temsilcisi Nebiha Aracı, Grup Günışığı elemanları Gökhan Güney, Barış Gökgöz, Özgür Te­ kin, Cihan Keşkek, Grup Harman Yeri elemanları Kadir Kahraman, Serdar Güven, Koma Bertin ele­ manı Ersoy Daşkın, İdil Kültür Merkezi çalışanı İsmet Özdemir, misafirlerimizden Erdoğan Bilim, Aşkın Tuncer ile beş yaşındaki oğ­ la Anıl Tuncer, Nuri Gökhan Kozalan, Meliha Demirkol, Özgür Duman, Umut Küçükrecep, Ali Aracı, Okmeydanı Halkının Sesi Gazetesi muhabirleri Gülbahar Ün­ lü, Seda Güldü. Baskın sırasında gözaltına alınanların bir bölümü ay­ nı günün akşamı ve ertesi gün siyasi şubeden serbest bırakılırken, Grup Yorum elemanı, İdil Kültür Merkezi ve dergimizin sahibi İrşad Aydın, yine Grup Yorum elemanları Fikriye Kılınç ve Vefa Saygın Öğütle, Öz-

7


arı'ndaki konserlerini (elemanları­ nın üçünün gözaltına alınmasına rağmen) gerçekleştirmek için İz­ mit'e giden Grup Yorum, önce fuar­ da düzenlenen imza gününe katıldı. Akşam saatlerinde ise konserine başlayan Grup Yorum, burada yak­ laşık 2500 kişiye seslendi. Üç ele­ manı gözaltında olmasına rağmen yine de sahneye çıkan Grup Yorum, türkülerinin birer "Boran Fırtınası" olduğunu ve haksızlıklar, sömürüler var oldukça türkülerini her zaman

gürlük Türküsü elemanı Mehmet Öztürk, Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Aziz Akal, Okmeydanı Halkının Sesi Gazetesi muhabiri Gülbahar Ünlü, Koma Berfin elemanı Ersoy Daşkın, Özgür Duman, Ali Aracı 25 Ağustos Salı günü savcılığa çıkarıldı­ lar. Savcılıkta yapılan sorgu­ lamalardan sonra Grup Yo­ rum elemanları İrşad Aydın ve Vefa Saygın Öğütle ile Koma Berfin elemanı Ersoy Daşkın mahkemeye sevkedildiler. Hakimlikte yapılan hukuk dışı bir duruşmadan sonra, İrşad Aydın ve Ersoy Daşkın tu­ tuklanarak Ümraniye Hapishane­ s i n e gönderildiler. Özgürlük T ü r k ü s ü elemanı Mehmet Öz­ türk de hakkında gıyabi tutukla­ ma kararı olduğu gerekçesiyle tu­ tuklanarak gene iki arkadaşımız ile birlikte Ümraniye Hapishane­ sine götürüldü. Polis gerek İdil Kültür Merkezi sahibi ve Grup Yorum elemanı İrşad Aydın, gerekse de Koma Berfin ele­ manı Ersoy Daşkın üzerinde komp­ lolar yaratmak hesabıyla her iki dev­ rimci sanatçıyı da tutuklatmıştır. Bir Gün Sonra Grup Yorum Elemanı Ufuk Lüker, Konser Son­ rası Tutuklandı! İdil Kültür Merkezi'nin basılma­ sından bir gün sonra İzmit Fu­ 8

söyleyeceklerini be­ lirtti. Konser biter bit­ mez sahnenin etrafını kuşatan polis, Grup Yorum'u kulise adeta hapsetti. Seyircilerin etrafına da abluka ku­ ran polis, onları da sahne civarına yaklaş­ tırmadı. Grup Yorum elemanlarının kimlik­ lerini isteyen polis "kimlikleri kont­ rol edip hemen bırakacağız" deme­ sine rağmen. Grup Yorum elemanı Ufuk Lüker'i "savcılık tarafından aranıyor" gerekçesiyle gözaltına al­ dı. Asayiş Şubesi tarafından gözaltı­ na alınması gereken Ufuk Lüker'i, Kocaeli Terörle Mücadele Şubesi'ne bağlı polisler gözaltına aldılar. Gö­

zaltında kaldığı süre boyunca haka­ ret ve kaba dayağa maruz kalan Ufuk Lüker, iki gün soma 24 Ağus­ tos günü savcılığa çıkarılarak tutuk­ landı ve sadece adli tutuklu ve hü­ kümlülerin kaldığı Kocaeli Hapisha­ nesi'ne götürüldü. O'nun da tek "suçu" konser sırasında dinleyicile­ re seslenmesiydi. Sadece türküler değil Grup Yorum'u, Grup Yorum yapan; halkın dili, yüreği, öfkesi ol­ ması ve bu öfkeyi dile getirmesidir de. 1994 yılında Denizli'de verilen bir konserden dolayı Grup Yorum elemanı Ufuk Lüker'e dava açılmış ve bu dava sonucunda altı ay hapis cezası almıştı. İşte Ufuk Lüker, bun­ dan dolayı şimdi İzmit Hapishanesi'nde. Grup Yorum'un yine Denizli'de 1992 yılında gerçekleştirdiği bir konser sonrası dava açılmış ve Grup Yorum'un iki-elemanına 20 ay hapis cezası verilmişti. Grup Yorum elemanı Özcan Şenver, Oturma Eylemine Giderken Gözaltına Alındı! 29 Ağustos günü, her Cumartesi gelenek­ selleşen kayıp ve tutsak ya­ kınlarının oturma ey­ lemine po­ lis saldırdı. Saldırıda, Grup Yo­ rum ele­ manı Özcan Şenver ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Derya Karahan ile birlikte 150'ye yakın insan gözaltına alındı. Polisin yerlerde sü­ rükleyerek gözaltına aldığı insanlar için DGM Savcılığı, 4 gün gözaltı süresi verdi. Dergimiz yayma hazır­ lanırken, gözaltı süresi devam edi­ yordu.


jandarma destekli ge­ linmektedir. Çünkü bu sanat kurumu, tüm et­ kinliklerinde MGK'yı hedef göstermektedir ve saflaşmanın laikşeriatçı ekseninde yü­ rütüldüğü bir zeminde devrimci sanatçılar MGK'yı işaret etmiş­ lerdir. Bunun için teh­ likelidir ve bizzat as­ kerlerin eli, bu baskın­ da yeralmıştır.

"Susturulması Gereken" Müzik Grubu: Grup Yorum Grup Yorum isminin 28 Şubat Kararları'yla MGK'nın "susturul­ ması gereken müzisyenler" listesi­ nin en başında olması, aslında tüm bunları açıklıyor. Grup Yorum, söy­ lediği türkülerle, çektirdiği halaylar­ la MGK'nın baş hedefleri arasın­ da. Ve bu tutuklamalar, baskınlar, gözaltılar, MGK'nın talimatlarım yerine getirmeye çalışmaktan başka bir şey değiller. Bu düşün­ celeri pekiştiren bir etken de İdil Kültür Merkezi baskınında yaşa­ nanlardır. Baskının bir ilginç yö­ nü de, belki de gözlerden kaçan yönüdür ama üzerinde dikkatle durulması gereken bir yöndür bu; baskına diğerlerinden farklı ola­ rak jandarma katılmıştır. Ne böl­ ge jandarmaya ait bir bölgedir, ne polisin gücünün yetersiz kalacağı bir bölgeye gidilmektedir. Öyley­ se jandarmaya niye gerek duyul­ muştur? Çünkü, işler artık MGK eliyle yürütülmektedir. Bir sanat kurumuna dahi böyle özel tim ve

Baskına Tepki: İdil Kültür Merkezi'nde Basın Toplan­ tısı! Aralarında dergimi­ zin de bulunduğu İdil Kültür Merkezi, Grup Yorum, Öz­ gürlük Türküsü, Fo­ toğraf ve Sinema Emekçileri, Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi tara­ fından 24 Ağustos Pazartesi günü saat 12:00'de İdil Kültür Merkezi'nin basılması ve Grup Yorum ele­ manı Ufuk Lüker'in İzmit Fuarı'nda verilen konserden soma gözaltına

alınarak tutuklanması ile ilgili ortak bir basın toplantısı yapıldı. Yapılan basın toplantısında poli­ sin keyfice, kurumlarımıza girerek ortalığı talan etmesi ve birçok insa­ nımızı gözaltına almasının hiçbir hukuka sığmayacağı, ortalığın kan gölüne çevrilerek orada bulunanla­ rın zorla gözaltına alınmasının, ora­ ya yüzlerce asker ve polisle gelerek tam bir terör estirilmesinin, korkula­ rının ne denli büyük olduğunu gös­ terdiği belirtildi. Açıklamada şöyle denildi: "Teslim olmamak geleneği­ mizdir! Ufuk, 1994 yılında Deniz­ li'de verdiğimiz bir konser sonrası açılan davada 6 ay ceza aldı. Ceza­ sı kesinleştiğinden bu yana düzenin adaletine teslim olmadı. Niye teslim olmadı? Çünkü suçlu olan sömürü, baskı politikalarıyla halkın tepesine çöreklenenlerdir!" Açıklama, "MGK'nın listelerinde hedef olmak­ tan gurur duyuyoruz" sözleriyle bi­ tirildi. Basın toplantısında, gözaltına alı­ nan ve bir gün sonra serbest bırakı­ lan Grup Günışığı elemanı Özgür Tekin, gözaltına alınırken ve siyasi şubede yaşadıklarını anlattı. Ayrıca 'Haklar ve Özgürlükler Platformu Dönem Sözcüsü Oya Gökbayrak ve TAYAD'lı ailelerden Fatma Alcan da birer konuşma yaptılar. •

9


TARTIŞMA yiğit tuncay

Kültür -2

B

u yazımızda, kültürün çözümlenebilmesi ve çelişkilerin ortaya çı­ karılabilmesi için, ya­ zık ki, maddenin ve onun yansıması olan bilincin diyalektik iliş­ kisini anlatmaya çalış­ tık. Tüm bu anlattıklarımız, tarihsel akış içinde gerek sınıf savaşımları­ nın, gerekse gerçekliği özümleme­ mize yardım eden ve bizim kazanımımız olan sosyalizm aydınlanma çağının getirdikleridir. Bizim kültü­ rümüz buradan çıkacaktır ve bu bi­ linç bastığımız toprağı anlamamıza, geleneklerin, göreneklerin olumlu yönlerinin, Ekim Devrimi deneyimi­ nin sıçratılmasıyla mümkün olacak­ tır. Benim burada vurgulamak iste­ diğim bunalıma yol açan bilimle de­ ğil, bilimsel sosyalizm ışığında bili­ min kendisiyle sürükleyip getirdiği gerçek ile temastır. Yazarların kitap olarak sermaye karşısında değil, da­ ha çok sermayenin sermaye olarak karşısında sesi soluğu kesilmiştir. Kriz, kültürün gerçekten ne kadar bağımsız değil, tersine gerçeğe ne kadar bağımlı olduğunu kanıtlar. Gerçeği görmekten kaçan aydınlar, bunalımlarını felsefede yaşarlar. Yaptıkları cılız tespitse, insanileş-

10

meyi toplumun anlayabilmesi ve so­ runlarını aşabilmesi için felsefi "aş­ ma" ile birey olabilmesi açısından da varoluşunu kavramasıdır. Bu cılız tespitlerin önermelerini, devrimci ol­ duğunu söyleyenler arasında bile görebileceğimiz, "Sofi'nin Dünyası", "Simyacı" gibi kitapları okuyarak yapmaya çalışmaktadırlar. Bunalım, burjuvazinin bunalımıdır. O bunalıma ortak olmak, bilimsel sosyaliz­ min geldiği seviyeyi ve gerçeği gör­ mekten kaçmaktır. Burjuva biliminin yarattığı daral­ madan nasibini almamış olanların, genişlemeye, yani aslında hiç bir şey çıkmayacak olan kendi bireysel do­ ğasının zaaflarını "derinlik" zanne­ derek açılmaya kalkışması komik değil midir sizce? Bu gidip gelmeler, özellikle, küçük burjuvazi içinde vu­ cut bulan, ve onları "sarkaca" dön­ düren bir süreçtir. Marks modern ol­ mamıştır ve Marksizm de post-modern (modernizm sonrası felsefesi) olmayacaktır. Bu sorun, kendini Marksist zanneden, Marksizmin içi­ ne sızmış "modern sosyalistlerin" sorunudur. Sözünü ettiğimiz bu "modern sosyalistlerin" argümanlarına daya­ narak krizini aşmaya çalışan egemen sınıflar, felsefi idealizme dayanarak bir kere daha kendi "akılcılığı'na

saldırıyor. Daha doğrusu, eski kaba materyalizminin yerine yeni kaba materyalizmini koymaya çalışıyor. Bu da demek oluyor ki, tükenmiş "aklını" restore ediyor. "Modern sosyalizm, özünde, bir yandan günümüz toplumunda mülk sahibiyle mülksüzler arasındaki, ka­ pitalistlerle ücretli işçiler arasındaki sınıf uzlaşmazlıklarının, öte yandan üretimdeki anarşinin doğrudan ürü­ nüdür. Ama modern sosyalizm te­ orik yapısıyla, köken olarak görü­ nüşte, 18. yüzyıl Fransız materyalist­ lerinin koyduğu ilkelerin daha akli bir uzantısı olarak kendim gösterir. Her yeni teori gibi modern sosya­ lizm de, derin kökleri ekonomik ger­ çeklerde yatsa da, kendini ilkin elin­ deki zihinsel malzemeye bağlamak zorundaydı. (...) şimdi ilk kez olarak gün ışığı, aklın krallığı kendini gösterdi. Bun­ dan sonra boş inanç, adaletsizlik, ayrıcalık, baskı, yerine ebedi adale­ te, doğaya dayanan eşitliğe ve insa­ nın elinden alınmaz haklarına bıra­ kacaktı. Bugün aklın krallığının, burjuva­ zinin idealleştirilmiş krallığından başka bir şey olmadığını; o ebedi adaletin gerçekliğini burjuva adale­ tinde bulduğunu; eşitliğin, kendini burjuva yasa önünde eşitliğe indirge-


diğini; burjuva mülkiyetinin insanın temel haklarından biri olarak ilan edildiğini; akıl yönetiminin Rousseau'nun 'Toplumsal Sözleşmesi'nde vücut bulduğunu ve ancak bir de­ mokratik burjuva cumhuriyeti olarak vücut bulabileceğim biliyoruz. (...) İşte bu durum, burjuvazinin temsilcilerine, kendilerini sadece özel bir sınıfın değil, tüm acı çeken insanlığın temsilcisi olarak öne çı­ karmalarına olanak verdi. " (Engels) Şimdi burjuva aklının çöküşü karşısında hezeyana kapılan aydın­ lar, tekrardan felsefi idealizme, insan haklarına, sözde kadın haklarına, do­ ğaya ve hayvanlara, azınlık hakları­ na, tanrıtanımazlığa, varoluş prob­ lemlerine, Cumhuriyet Devrimi'nin güzellemesine, baş çelişki olarak ko­ yulan "ilerlemeci"lik ve "gericilik" kamplaşmasına sarılarak felsefi bu­ nalımlarını "aşma"ya çalışıyorlar. Bu da sonuçta karşımıza bir "üst ya­ pı" kültürü, yani muhalif "seçkin" lerin kültürel yapılanması olarak çı­ kıyor. Bir "ben'in içindeki ben" "Simya"sını yapanlar, emperyalist ülke­ lerden birinde yaşayan ünlü varoluş­ çu Sartre'ın şu sözlerine dikkat et­ melidirler: "Sömürgeci olduğumuzu çok iyi biliyorsunuz. Pençelerimizi önce altın ve madenlere, sonra "ye­ ni kıtaların" petrolüne geçirdiğimizi ve onları eski ülkelere geri getirdiği­ mizi de biliyorsunuz. Bunun müthiş sonuçlarına tanık olarak sarayları­ mız, katedrallerimiz ve büyük sanayi kentlerimiz yeter; fiyatların birden­ bire düşmesi tehlikesi olduğu zaman ise sömürge pazarları hemen bu dar­ beyi yumuşatır ya da başka yere yö­ neltirdi. Zenginliğin kaymağını yi­ yen Avrupa, insanlık konumunu yurttaşlarına doğal hak olarak ver­ di. Bizim için insan olmak demek, sömürgeciliğin suç ortağı olmak de­ mektir, çünkü istisnasız hepimiz sö­ mürge talanından yararlandık. " Diyalektik ilişkiyi, çelişkilerin özünü diyalektik gerçeklik temelin­ de ortaya koyan bu sözlerin, bir va­ roluşçunun kaleminden çıkması ve

varoluşçunun dayandığı noktayı farkedebilmesi çok da ilginç olmasa ge­ rek. Konuşan, "gelişmiş" Batı'nın aydınıdır. Kendi varoluşunu ve Av­ rupa "uygarlığı"nın dayandığı nokta­ lan bize anlatmaktadır. Anlaşılan odur ki, "seçkin"lik olarak sunulan ve sadece teknik ilerlemelere, üretim araçlarının gelişkinliğine göre belir­ lenen kültürün, "uygarlık" adı altın­ da emperyalizmle "özdeş"leştirilmesi, hep varılmak istenen bir seviyeymiş gibi karşımıza çıkarılmaktadır. Çünkü emperyalizm, özenilen "seç­ kin" insanların ve eşitsiz gelişmenin tepe noktasını oluşturan "uygarlığın" yansımasıdır. Eşitsiz gelişme yasası­ nın işleyişi çok açıktır. Bir piramidi andıran emperyalizmin hiyerarşisi aşağıdan yukarıya şöyle işler; ege­ men sınıflar egemen kentlere, ege­ men kentler egemen uluslara, ege­ men uluslar egemen kıtalara dönüşe­ rek, basamakları andıran çelişkili tır­ manışım katlayarak sürdürür. İde­ alist bakışta olduğu gibi parçalanma­ mış maddi ve manevi kültürün "öz­ deş" birliği de aynen bu şekilde çe­ lişkili işleyişini sürdürür. Fiziğin bir kuralı olan bir yerde azalma varsa, mutlaka başka bir yerde çoğalma vardır yasası bunu kanıtlar. Ayrıca, diyalektik ilişkinin belir­ leyici olan yanı aynen Lenin'in dedi­ ği gibi: "Dünyadaki tüm olayların kendi 'devinimleri', kendi doğal ge­ lişimleri, kendi canlı varoluşları içinde anlaşılması, karşıtlardan olu­ şan bir bütün gibi anlaşılmasına bağlıdır. " Ancak, burada üstünde durulması gereken ince nokta ise; sözünü ettiğimiz karşılıklı ilişkide bulunan çiftler vardır, ve sık sık Marksizmin "mekanik türü bu iki yönlü nedenselliği reddeder denir. "Bu mekanik Marksizm kavramıdır, diyalektik marksizmin değil. Üretici güçlerin, pratiğin, ekonomik temelin ilke olarak belirleyici rolü oyadığı doğrudur, bunu reddeden materya­ list değildir. Fakat, belli koşullarda üretim ilişkileri, kuram ve üst yapı­ nın, kendilerini önde gelen belirleyi­ ci, rol içinde ortaya koyduklarını da kabul etmek gerekir... " (Mao Tse

Tung) Bütün bu ilişkiler asimetrik iliş­ kilerdir çünkü, örnek olarak, altyapı sonuç olarak üstyapıyı belirler. Üst­ yapının son tahlilde altyapıyı belirle­ mesi aynı anlamda doğru kabul edil­ mez. Eğer birşeyin oluşumu, temel­ de, başka bir şeyin ortaya çıkışma yol açıyorsa, asimetrik nedensel iliş­ ki var demektir. Buna ilişkin olarak Engels'in şu sözleri örnek gösterilebilir: "Siyasi, hukuki, felsefi, edebi, sanatsal, vb., gelişme, ekonomik gelişmeye daya­ nır. Ama bütün bunlar hem birbirileri üzerinde, hem de ekonomik temel üzerinde tepki gösterirler. Diğerleri­ nin hepsi edilgen etkiyken, tek başı­ na etkin, neden (olan) ekonomik du­ rum değildir. En sonunda kendini her zaman gösteren ekonomik zorun­ luluk temeli üzerinde karşılıklı etki­ leşim vardır daha çok." Engels, aslında, diyalektik ilişki­ yi simetrik karşılıklılık temelinde değil de, görüldüğü gibi asimetrik bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Ancak, buradan yola çıkarak "baş çelişki" tespiti yapıp, buradan politika üretmeye kalkışanların ya­ nılgıya düştükleri zamanlarda vardır. Günümüzde bunun örneği olan; "ge­ riciliğe karşı mücadele" naraları atanlar, asıl gerici olan iktidarın üs­ tünü, örtmüşler ve materyalizmi de salt tanrı tanımazlığa indirgemişler­ dir. Eğer materyalizm salt tanrıtanı­ mazlık olsaydı ya da "dünyevileşme" (sekülerleşme) bu sistemden çı­ kış noktası olsaydı, o zaman Marks 1844 El Yazmaları'nda şu sözleri neden sarfetsin; Bu önemsizliğin yadsınması olarak tanrıtanımazlık Tanrı'nın olumsuzlanmasıdır, ve in­ sanın varoluşunu bu olumsuzlama yoluyla ortaya koymaktadır; ama sosyalizm olarak sosyalizmin böyle bir aracılığa gereksemesi yoktur. Sosyalizm, öz olarak, insanın ve do­ ğanın pratik ve kuramsal duyusal bilinçliliğinden kalkarak yola çıkarak. Sosyalizm artık dinin ortadan kaldı­ rılması aracılığıyla meydana gelme­ yen, insanın olumlu şekilde kendi bi­ lincine varışıdır: Ve gene aynı şekil11


de gerçek hayat insanın, özel mülki­ yetin ortadan kaldırılması aracılı­ ğıyla , komünizm aracılığıyla mey­ dana gelmeyen, olumlu gerçekliği­ dir. Komünizm, olumsuzlamantn olumsuzlaması olarak konumdur (position) ve dolayısıyla insanın kur­ tuluşu ve iyileşmesi sürecinde tarihi gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu olan edimli (actual) evre­ dir." Kaldı ki, 28 Şubat kararlan ken­ di varettiğini olumsuzlamıştır. As­ lında, olumsuzlayan hem yoksayıp, hem de varsaymaktadır. Peki gerici olan kimdir. Halk mı? Yoksa ekonomi-politiğin yeni yörüngeleri mi? Yine Marks buna ilişkin olarak şun­ ları söylüyor: "Özel mülkiyetin için­ de servetin özel özünü keşfeden bu aydınlanmış politik iktisat karşısın­ da, özel mülkiyeti sadece nesnel bir töz (değişenlerin özünde değişmeden kaldığı varsayılan idealist kavram, asıl cevher) olarak gören para tica­ ret sistemi savunucuları, bu yüzden artık putatapar, fetişist ve katolik du­ rumuna düşmüşlerdi. Adam Smith'e Politik iktisadın Luther'i derken bu yüzden haklıydı Engels. Luther diniimanı-dışsal dünyanın tözü saymış ve dolayısıyla katolik paganizmine karşı çıkmıştı-diniliği insanın içsel tözü yaparak dışsal diniliği ortadan kaldırmıştı-normal yurttaşın dışın­ daki rahibi ortadan kaldırarak rahi­ bi normal yurttaşın yüreğine yerleş­ tirmişti; servet de tıpkı böyledir: in­ sanın dışında ve insandan bağımsız, dolayısıyla ancak dışsal bir tarzda kazanılabilecek ve kullanılabilecek servet ortadan kalkar; yani, servetin dışsal, zihindışı nesnelliği yok olur, özel mülkiyet insanın kendinde cisimleşir ve insan kendisi özel mülki­ yetin özü olarak tanınır. Ama bunun sonucunda insan, özel mülkiyetin yö­ rüngesine sokulur, Luther'in insanı din yörüngesine soktuğu gibi." (1844 El Yazmaları, Marks) Yine Marks, Yahudi Sorunu'nu yazarken dinden özgürleşmek iste­ yenlerin ne istediklerini açıklamaya girişir. Bu incelemesinde hem Hegel'in Hukuk Felsefe'sinin eleştirisi­ 12

ni yapar, hem de özel Yahudi soru­ nunu bir yandan sivil (burjuva) top­ lum içinde ele alırken, öte yandan genel yabancılaşma sorunu içine ya­ yarak genel olarak kurtuluşun, insani özgürleşmenin, yeterli bir analizini verir. Çünkü, "Devlet, dinden, devlet olarak kendi biçiminde kendi özüne uygun bir tarzda, devlet dininden öz­ gürleşerek özgürleşebilir. Bu, devle­ tin devlet olarak hiçbir dini tanıma­ ması ama herşeyden önce kendini devlet olarak tanıması demektir. Dinden politik özgürleşme sonlandırılmış, dinsel özgürleşme değildir, çünkü, politik özgürleşme insani öz­ gürleşmenin sonlandırılmış, çelişki­ siz bir biçimi değildir." O zaman "gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde soğurup, bi­ reysel insan olarak, günlük yaşamın­ da, özel işinde ve özel durumunda cinsil varlık olursa, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamam­ lanmış demektir." (Marks) Siyasallaşmış İslam'ın tasfiyesi değil, tabam genişlemiş bir halk ha­ reketinin bütünlüğü arayışı sorun­ dur. Tespit edilen "gericilik" tehlike­ si, genişlemiş ve bütünlüğü oluştur­ maya başlamış bir gücün "kültürel" hakimiyetinin tehlikesidir. Gizli iş­ gali artık, açık işgale çeviren emper­ yalizm için önemli olan ise, burada, hangi güç olursa olsun açık işgalin "iş birliği"ni yapacak siyasi öznele­ rin ve bu öznelerin militarize edilmiş yaptırım gücüdür. Lenin ise bilimsel temellere da­ yanarak bu konudaki politik tavrını daha 1909'da şöyle belirtmiştir: "(...) Marksizm, abc ile yetinen bir materyalizm değildir. Marksizm da­ ha ilerilere gider. O, dine karşı mü­ cadeleyi bilmek gerekir, der; oysa, bunun için, kitlelerin inanç ve din kaynağını materyalist açıdan açıkla­ mak gereklidir. Dine karşı mücade­ leyi, soyut ideolojik öğütlerle sınır­ landırılmamak; buna indirgememeli; bu mücadeleyi, dinin toplumsal

kökenlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan işçi sınıfı hareketinin so­ mut pratiğine bağlamalıdır. Niçin din, kentli işçi sınıfının geri bıraktı­ rılmış tabakaları arasında, geniş,yarı-proleter tabakaları içinde, köylü kitleleri içerisinde varlığını sürdürü­ yor? Burjuva "ilericisi", radikal ya da burjuva materyalisti bu soruyu, halkın bilgisizliği yüzünden, diye ce­ vaplandırır. Öyleyse, kahrolsun din, yaşasın tanrıtanımazlık; baş görevi­ miz tanrıtanımaz düşünceler yay­ maktır. Marksistler ise şöyle der: Yanılıyorsunuz. Bu görüş, bir kültür eylemi üzerine yapay, burjuvaca sığ biçimde düşünüldüğünü kendiliğin­ den açığa vuruyor. Bu görüş, dinin kökenlerini yeterince tam olarak açıklayamıyor. Materyalist anlamda değil, idealist anlamda açıklamaya çalışıyor." Ayrıca İslam'ın konumu, Hristiyanlığın yanında kendine özgü fark­ lılıklar gösterir. Bir de bunun yanısıra Türk toplumuna etkileri vardır. Tüm bu etkiler bu coğrafyada farklı farklı özgülükler göstermiştir. Bu ta­ rihsel süreçleri ancak, bastığı toprağı tanıyan sosyalistler becerebilir. "ge­ ricilik" diye tanımladıklarınla müca­ deleye girişenlerin, en başta halkla karşı karşıya kalacaklarını bilmeleri gerekir. Zaten bu mücadele giriyo­ rum diyenlerin 28 Şubat kararlarının parolasına sığınmış ve devlet eliyle yaratılan '68 kuşağının karikatürü olmaları kaçınılmazdır. Parola bellidir; "Haydi Türki­ ye'm İleri!" daha daha ileri! İleri atı­ lan her adım, Mehter Bölüğü'nürı adımları gibi iki geri atmış ve Yeni­ çerilikten Nizam-Cedid'e geçişte ol­ duğu gibi modernize ya da post-modernize edilmiş bir orduyla bize dö­ nen, hatta parçalanmış, sahte politik özgürlüğün peşine takılmış bir sivil toplum felsefesinin "aşma" edimidir. Unutulan bir başka şey ise, kapita­ lizm Batı'da aşağıdan yukarıya ge­ lişmiş ve feodalizmden çıkmıştır. Bizim gibi ülkelerde ise, Batı'nın ge­ lişme evreleri yukarıdan aşağıya ve ordu eliyle yaratılmıştır. "aşma edi­ mi sonuçta" ileri felsefesidir. Ayrıca,


kimse Yön hareketinin gördüğü ha­ yalleri görmemelidir, çünkü, "tarihte bir olay iki kere ortaya çıkar; birinci­ si trajedi, ikincisi ise; komediye dö­ ner." Değinilmesi gereken bir diğer konuda, yukarıda maddenin tanımını yoksullaştırdığını söylediğimiz yön­ lere ilişkin olarak, maddeyi sadece "para"ya indirgemek sorunudur. Ön­ celeri bizlerde, felsefi materyalizmin karşısında duran felsefi idealistlerin ahlaki açıdan materyalist olduklarım söyleyerek, onların paraya, kariyerizme düşkünlüklerini vurgu yapmak isterdik. Oysa ki bu söylemle bizler de, aslında, onların yaptığı gibi mad­ denin tanımını salt parayla somutlamayan bir yoksullaştırmaya gidiyor­ duk. Felsefi idealizmin kültürü felse­ fi olarak varolmaktır. Felsefi olarak varolanlar, ekonomik anarşinin için­ de de ahlaki açıdan "yararcı" (ütiliteryanist) olacaklardır. Günümüzde ise, aydınlar arasında daha yaygın olanı felsefede kaba "materyalizm", ahlakta yararcılık; siyasette sivil top­ lumculuktur. Bu da sonuçta insanın parçalanmış yanım bir kez daha gös­ terir. Çağımızdaki burjuva felsefesi, idealist kültür anlayışı da kültürü maddi temellerinden sıyıran, üretim ilişkilerinden ve insanın pratik eylemselliğinden soyutlayan bu gele­ neksel burjuva idealist felsefesinin çeşitli değişik görünüşleriyle deva­ mından başka bir şey değildir. Bütün bu gibi görüşleri ortak kılan yan, kültürün oluşmasında toplumsal-tarihsel pratiğin küçümsenmesi, kültü­ rün nesnel karakterinin yadsınması ve tarihsel bakış açısından kaçınıl­ masıdır. Toparlayacak olursak, kültürün, emekle işlenmiş, dönüşüm, değişime uğratılmış, insani faaliyet sonucu or­ taya çıkmış yeni bir doğayla; gerek yaşadığımız coğrafyanın, gerekse kendi ehlileşmemiş doğamızın zaaf­ larını "insanileştirerek" gelişmemiz­ le ilintili olarak, insanın üretici faali-, yetinin bir sonucu olarak ortaya çık­ tığım görmekteyiz. Hiç kuşkusuz insan doğayı dönüşüme uğratırken

kendi de dönüşüme uğramakta, diş çevrenin koşullandırmalarıyla bi­ çimlenirken, kendisi de dış çevresini koşullayarak biçimlendirebilmektedir. Demek ki, burjuva idealist kültür görüşlerinin tam tersine, kültürü an­ cak insanın maddi varlık alanının be­ lirleyiciliğinde, insanın pratik etkin-

Bilimsel sosyalizmin ışığında oluşturulacak devrimci kültür, emekçilerimize yabana değildir. Onlar, sosyalizmin kültürünü herkesten daha fazla sahiplene­ ceklerdir. Çünkü bu bizim kültü­ rümüzdür. Halkımızın bunları anlamaması mümkün değildir. Ortak kültürümüzdür bu bizim. "Ortak düşman karşısında bir kader birliğine gidilmiştir. Ortak acılarda salt bilimsel denemeye­ cek bir birliktir bu. liğiyle, insanın toplumsal çıkarlarım karşılayacak üretim, ilişkileriyle bir­ likte ele alınabileceğini, dolayısıyla, kültürün tarihin bir ürünü olduğunu, tarihsel-toplumsal gelişme yasaları­ na bağlı olduğuna, tarihte belli bir toplumsal-ekonomik üretim tarzına karşılık verdiğim ve ancak yine insa­ nın toplumsal, pratik etkinliğiyle ge­ liştirilebileceğim görmekteyiz. Kül­ türel yozlaşmalar, başkalaşmalar ya da bunalımlar belli bir toplumsal üretim tarzı ve ilişkilerinin kendi özelliğinin bir anlatımından ve so­ nuçlarından başka birşey değildir. İşte bu yüzden biz Marksizmi in­ celiyoruz. Aynen Mao'nun dediği gibi "biz dünyayı,toplurmı, edebiyat ve sanatı diyalektik materyalizm ve tarihi materyalizm görüşüyle gözle­ mek için Marksizm'i inceliyoruz, yoksa, edebiyat ve sanat eserleri ye­ rine felsefe kitapları yazmak için de­ ğil. Marksizm yalnız edebiyat ve sa­ nat yaratmasında realizmi içine alır,

ama kendini realizmin yerine koy­ maz. Nasıl ki, fizikteki atom ve elektronik teorisini içine aldığı hal­ de, kendini fizikteki atom ve elektrik teorisinin yerine koymaz. İçi boş ve kuru doğmatik formüller yaratma duygusunu bozar, hatta yalnız yarat­ ma duygusunu değil, en başta Mark­ sizm'i de bozar. Dogmatik "Mark­ sizm" hiç de Marksizm değil, olsa olsa Anti-Marksizm'dir. Peki, Mark­ sizm yaratma duygusunu bozmaz mı? Evet bozar, derebeylik, burjuva, küçük burjuva, liberal, bireysel, ni­ hilist, sanat için sanat, aristokrat, çü­ rümüş, pesimist yaratma duyguları­ nı, halk yığınları ve emekçilerin ma­ lı olmayan daha başka yaratma duy­ gularım kati olarak bozar." Bilimsel sosyalizmin ışığında oluşturulacak devrimci kültür, emekçilerimize yabancı değildir. •Onlar, sosyalizmin kültürünü her­ kesten daha fazla sahipleneceklerdir. Çünkü bu bizim kültürümüzdür. Halkımızın bunları anlamaması mümkün değildir. Ortak kültürü­ müzdür bu bizim. "Ortak düşman karşısında bir kader birliğine gidil­ miştir. Ortak acılarda salt bilimsel denemeyecek bir birliktir bu. Ne var ki, çalışmalarımız söz konusu birliği gereğince göz önüne serememektedir. Biliyoruz böyle olduğunu ya da bilmek zorundayız. Üstelik, halk kavramımız yeterince gerçekçi nitelik taşımıyor. Aramızda hala birçok­ ları var ki, halkı puslu bulanık bir cam arkasından görmektedir. İçimiz­ den her biri yanılabilir halk konu­ sunda ya dayanılmalara yol açabilir. Bazılarımıza sorarsanız, yapılacak şey salt konuşmaktır; işin karmaşık yanlarıyla yüz yüze gelmemeye çak­ şır bunlar. Bazılarımız da vardır, karmaşık bir dille konuşur, 'temel nitelikteki büyük ve yalın doğrular­ la karşılaşmamaya bakarlar. "Halk karmaşık bir üsluptan anlamaz. Pe­ ki, ya Marks'ı anlayan emekçiler? 'Rilke kitleler için pek karmaşık bir yazardır.' Peki ya, bana onun aşırı ilkelliğini söyleyen emekçi­ ler?" (Brecht)

13


ŞİİR bülent özcan

SEVDALANMAK ZAMANI Susma be hey ozan susma Soluğunu kat sesine Sesini vur dağlara Gümbür gümbür gümbürdesin yüreğin... Susma be hey ozan susma Sevdanı kat sesine sevdanı... Zaman Sevdalanmak zamanı... 14


TANITIM grup yorum

ÖLÜM ORUCU DESTANI

'BORAN' FIRTINASI Cura, Kaval, Elektrik Piyano, Syntseizer, Blok Flüt: Grup Yorum Bas, Şelpe, Bağlamalar: Grup Yorum, Erdal Erzincan, Engin Arslan Akustik Gitar: Murat Köseoğlu-Bass: Şuayip Yeltan, İsmail Soyberk Elektrik Gitar: Selçuk Mısırlıoğlu-Akustik Davul: Volkan Öktem Keman, Viyola, Çello: Kalan Müzik Orkestrası-Arp: Şirin Pancaroğlu Kontrbass: Mahmut Yalay-Obua: Sezai Kocabıyık-Klarinet: Göksun Çavdar Piccolo Flüt, Orkestra Flütü: Celal Kara Trompet: Şenova Ülker-Trombon: Levent Çoker Duduki: Ertan Tekin-Sipsi: Sinan Çelik-Kabak Kemane: Fatih Görgün Vurmalı Çalgılar: Diler Özer, Vedat Yıldırım, Celal Özsarı, Deniz Selman Soprano Vokal: Nurdan Kızıldeli

"M

arşlarımız" adlı çalışma­ mızın dinleyicilerimizle buluşmasının ardından geli­ şen süreçte, daha öncesinden tar­ tıştığımız bir konu, gittikçe so­ mutlaştı. "Çağdaş Halk Müziği" tanımı, geldiğimiz aşamada müzi­ ğimizi ifade etmiyordu. Bunun, yanı sıra, ülkemizde yaşanılan bazı direnişler, olaylar, tek başına bir türküyle anlatıldığında yete­ rince anlatılamıyor, bir yanları hep eksik kalıyordu. Tüm bunla­ rın sonucu olarak, Kültür Sanatta TAVIR Dergisi'nin bu sayısında-

ki "Niye Çağdaş Halk Müziği De­ miyoruz!" adlı yazımızda içeriği­ ni ayrıntılarıyla anlattığımız "destan"ı koyduk önümüze. 69 gün süren, Anadolu ve dün­ ya halklarının bilincinde fırtına­ lar yaratan, bir çok erdemi içinde barındıran ve burjuva ideolojisi­ nin "sosyalizm öldü!" çığlıkları karşısında Marksizm-Leninizm'in zaferini muştulayan bir eylem vardı karşımızda: '96 Ölüm Orucu Eylemi. Faşizmin, ülkemizdeki dev­ rimci mücadeleyi ve demokratik muhalefeti tamamen ezmek için başlattığı saldırı dalgasının karşı­ sında, bedenleriyle barikat ördü

devrimci tutsaklar. Halka yönelik saldırıya karşı kendilerini feda ederek, yıllardır anlatmaya çalış­ tığımız "Yeni İnsan"\ kişilikle­ rinde somutladılar. Verdiği bir çok politik mesajın yanında, bir o kadar da duyguyu içeriyordu bu direniş. Ve bu eylemin yarattıkla­ rı, bir ya da birkaç türküyle anla­ tılamazdı. Bunun sonucu, bu eylemi "destan" formuyla anlatmak için çalışmalara başladık. Bu çalışma, yaklaşık 1,5 yıllık bir sürece yayıldı. Çalışmanın ilk adımını, geniş bir arşiv taramasıyla attık. Dönemin gazetelerin­ den ve televizyon haberlerinden oluşan arşiv dosyalarımızla bir15


likte, " ' B o r a n ' Fırtınası" kur­ gusunun ana hatları da şekil­ lenmeye başladı. "Destan" tarzına ilişkin, önümüze tam anlamıyla koya­ Ölüm Orucu Şehitlerine... bileceğimiz örneklerin olma­ ması, bir çok araştırmayı da beraberinde getirdi. Senaryo Tarihi insanlar yapar... O insanlar ki dinmeyen teknikleri, başlıca araştırma firtınasıdır sevdanın. Evet, sevdadır devrim, en sıcak yeri konularımızdan biriydi. Bu­ insanın... Toprak gibi ellerimizde büyüttüğümüz, toprak nunla beraber, kurgunun ne ol­ duğu ve diyalektik bakış açı­ gibi gerçek yıldızıyla sarmaş dolaş. Böylesine kucaklar sıyla nasıl şekillendiği yönün­ bizi, alev alevdir. Güneşe yelken açtırır bir başka iklimde deki araştırmalarımızı derinakıntıya göğüs göğüse. Yalınayak geçer çağlardan, leştirdik. Destan anlatımı, sonuçta tetutuşturur alnından doğmamış günlerin arka sokaklarını. atral bir anlatım olacaktı. Bu Hele bir de patladı mı, ateş parçaları yağar şehirlere anlamda, tiyatronun çalışma­ ölümü yenen ekmeğin vakti. mızda önemli bir yeri vardı. En basitinden, kuru ajitatif ve anBurada başlıyor. Durmaksızın yıkımlar biriktiriyor lık-gelip geçici etkiler yaratan şafağın kayalara çarpan kızıllığı. Yıkımlar ki bir anlatım yerine, kalıcı, de­ uçurumlarında kavga beslenir. Kınalı bir ananın ak sütü rinliği olan, "destan"sı bir an­ latıma yönelmeliydik. Şunu gibi akar ıssızlığın o geniş ovalarından, fırtınadan çok iyi biliyorduk: Bir şiiri ya fırtınaya göçer. da metni devrimci gibi oku­ Dağınıktır saçları dağların ağarırken öfke, mak, bağıra çağıra okumak de­ mek değildi. rüzgargülleri oğul; temize çekiyorlar tütün gibi Aslında bu durum, çalışma­ avuçlarından hayatı, oğul dediğim; hayatı anlatıyorlar ya başlarken duyduğumuz te­ bize. Biz oğul, salt sis gibi görünsek de yürür gideriz. mel kaygılardan biri idi. Ölüm Orucu Eylemi, dışımızdaki ör­ Çarpıyor şimdi dünyanın en doğru anı!.. Eriyen neklerinden de görüleceği gibi, gövdenin balkonundan kanatlanıyor, yüreğin tam orta slogancı bir anlatıma düşmeye açık bir konuydu. Ki bunu gös­ yerinden dikiliyor göğe... Artık kaldırıyor başını halklar terecek iki yer vardı: içerik ve bulutlara kadar, soruyorlar; hangi sevdadan, hangi anlatım biçimi. İçerikte; klişe­ fırtınalardan yoğurulmuşuz biz?... leşmiş, söylene söylene dillere Böyle bir anda ezberlenir onur. Ve böyle bir anda sıkılı pelesenk olmuş ve anlamını yi­ tirmiş imge ve söylemlere, sığ yumrukta büyüyen sevdadır. Sıcacıktır. Elleri, ellerim gibi anlatımlara düşmemek gereki­ yağız bir "BORAN FIRTINASIDIR "o... yordu. Diğer bir uçta ise; yeni imgeler, söylemler bulma uğ­ runa "şair elitizmi"ne düşüp, anlaşılabilir olmaktan uzaklaş­ anlatım biçiminin ve kurgusunun ğimiz sancıyı bizimle paylaşan­ ma durumu vardı. "Yeni" ama oluşumunda bizimle birlikte gün­ lar, bu kadarla sınırlı değildi kuş­ "yabancı olmayan" bir içeriği lerce gecesini gündüzüne katan kusuz. Direnişi anbe an yaşayan­ yakalamalıydık. Bunu da ölçüme Şair Savaş Ezgi ve Tiyatro Sanat­ lar, özgür tutsaklarımız vardı. Şi­ vuracağımız . tek yer; Anadolu çısı Yiğit Tuncay'ın büyük emeği irleriyle, besteleriyle, Ölüm Oru­ kültürünün terazisiydi. " ' B o r a n ' var. Gecenin bir yarısında, uyku­ cu şehitlerine ilişkin anlatımları Fırtınası"nın, bunu genel olarak dan sıyrılmak için kol kola halay­ ve ses' kayıtlarıyla, eleştiri ve başardığını düşünüyoruz. Bunda, lar çektiğimiz sıcak-kolektif orta­ önerileriyle önümüze kocaman bizimle aynı kaygıyı paylaşan ve mı bizimle paylaştıkları için onla­ bir derya açtılar. Çalışmanın her bunu kolektif üretimde yaşama ra teşekkür ediyoruz. aşamasında, onların yoldaş sıcak­ geçiren, çalışmamızın içeriğinin, "Yeni"yi oluştururken çekti­ lığı vardı.

TUTTU ELLERİMDEN... SICACIKTI...

Yiğit TUNCAY

16


"Destan" formu, müzikal bir formdu. Bu anlamda, aslolarak müzikal sound açısından "yeni"nin adımlarını atmak ge­ rekiyordu. Günümüz müzik pi­ yasasına baktığımızda "ye­ ni"nin risk olduğu görüşünün hakim olduğunu görürüz. Bu­ nun için "yeni", korkutur onla­ rı; oluşturdukları dengelerin bozulacağını düşünürler. Ade­ ta, "böyle tutturduk, böyle git­ sin" havasındadırlar. Halbuki "devrimci müzik", sadece içe­ riğiyle değil, biçimiyle de dev­ rimci olmalıdır. Bu ise, sürekli "yeni"nin arayışında olmak demektir. Geliştirdiğimiz "destan" formuyla, örneğin "Voltada Söylenen Türkü" gibi acapella bir türküyle "Ve Zafer" gibi senfonik bir ezgiyi ya da tama­ men otantik bir havanın hakim olduğu "Umudun Zeybeği"ni ay­ nı kurgunun içinde buluşturabildik. "Destan" formu, bize müzi­ kal anlatımda bu olanağı sağladı. Enstrümanların kullanımı için de aynı şeyi söylemek mümkün. Müzikal altyapı biraz dikkatli dinlendiğinde, örneğin akustik davulun çalımında 'cross'un ve 'hı-hats'in kullanılmadığı, 'bass'ın klasik piyasa çalımının dışında kullanıldığı, otantik vur­ malı çalgıların yoğunluğu ya da 'arp'tan 'duduki'ye hayata geçir­ meye çalıştığımız müzikal zen­ ginlik görülecektir. Bunlar, kuş­ kusuz bilinçli tercihlerimizdir ve müzikal soundda da "yeni" ye dö­ nük çalışmalarımız olarak değer­ lendirilmelidir. "'Boran' Fırtınası", 500 stüdyo saati süren bir çalışmanın ürünü. Stüdyo, masabaşı çalışma­ sında oluşturduğumuz tarifi, so­ mutluğa dökeceğimiz yerdi. Bir ressamın, tualde somutladığı re­ sim, hiçbir zaman kafasında oluş­ turduğu resmin aynısı değildir. Bu durum, diğer sanat dalları için de geçerlidir. Çünkü somutlukta, eserini düşüncede kurarken karşı­

na çıkmayan engeller -nesnel, hatta kimi zaman öznel somut ko­ şullar, teknik malzeme, eldeki materyal vb.- vardır. Aradaki far­ kı en aza indirmenin tek yolu ise; yine kendi gerçekliğinden, so­ muttan hareket etmektir. Somut koşullar üzerinden şekillenen bir soyutlama, ortaya çıkan eserde büyük oranda karşılığını bulacak­ tır, Stüdyo çalışmasının, kafamızdakinin somuta döküldüğü yer ol­ duğu gerçeğinden hareketle, ge­ nel olarak başarılı olduğumuzu ve "'Boran' Fırtınası"na ilişkin ka­ famızda oluşturduklarımızı bü­ yük oranda hayata geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Sonuç olarak; "'Boran' Fırtı­ nası", 65.5 dakika süren bir des­ tan çalışması olarak ortaya çıktı. Destanın 'bütün'ünü kavramak için, önce 'parça'ları doğru bir şekilde anlamak gerektiğini düşü­ nüyoruz. Çalışmamızın başında yer alan "Meşale", üzerindeki efektlerle birlikte destanın, daha doğrusu Ölüm Orucu sürecinin açılışını yapıyor. "Meşale", bir film se­ naryosundan esinlenerek şekil­

lendirdiğimiz destan kurgumuzun ana tema (Main Tema) müziği ve destanın ilerleyen bölümlerinde, anlattığı duygu ve olaya göre de­ ğişik versiyonlarıyla karşımıza çıkıyor. "Meşale"nin kesintisiz bir şekilde "Boran Fırtınası"na dönmesiyle birlikte, ölümü esare­ te tercih eden boran kuşlarını an­ latmaya başlıyoruz. Anlatımdan da anlaşılacağı üzere boran kuşla­ rı, Ölüm Orucu direnişçileriyle bir çok benzerlik taşıyor. Bu ben­ zerlikten hareketle, boranlar ile Ölüm Orucu savaşçılarını özdeşleştiriyoruz. Koğuş kapısının kapanmasıyla birlikte hapishaneye giriyoruz. Hapishanede "Voltada Söylenen Türkü" karşılıyor bizi "Dünyayı Sarsacak Ka­ ray'da, "Niye Ölüm Orucu?" sorusunu cevaplamaya çalışıyoruz. Bu bölümü müziklendirirken, an­ latmaya çalıştığımız duyguyu, Ermeni halk çalgısı 'duduki' ile ifade edebileceğimizi düşündük. Alınan karârın ardından, bü­ yük bir kararlılıkla Ölüm Orucu'na giriyor devrimci tutsaklar. "Açlığın Yürüyüşü Başlıyor", bu kararlılığı anlatan bir çalışma. 17


Marş formunda olan bu çalışma­ da, trampet v.b. enstrümanların yerine otantik vurmalı çalgılarla altyapının oluşturulmasının, par­ çaya ayrı bir dinamizm, bu top­ raklara özgü bir coşku kattığını düşünüyoruz. Bu parçanın ardından, duvar dibine dizilmiş Ölüm Orucu dire­ nişçilerini sahneliyoruz ve "Buca'daydı B e r d a n " adlı türkü­ müzle, deyim yerindeyse objekti­ fimizi Berdan'ın üstüne çeviriyo­ ruz. Berdan, Buca Barikatları'nı, bir dönemi paylaştığı yoldaşlarını düşünüyor. Bu düşünceyle birlik­ te geçmişe dönüyor. 21 Eylül '95'te, Buca Hapishanesi'nde ya­ şanan ve üç devrimci tutsağın şe­ hit düştüğü barikat direnişini, "Vatan Buca Olmuştu" adlı tür­ kümüzle anlatıyoruz. Ardından objektifimiz İl­ ginç'e dönüyor. İlginç; 4 Ocak '96'da, Ümraniye Hapishane­ si'nde yaşanan ve dört devrimci tutsağın şehit düştüğü direnişte, ağır yaralananlar arasında. "Üm­ raniye'deydi İlginç" adlı türkü­ müzle bu direnişi anlatıyoruz. Yemo'nun gözleri dalmış; doğduğu toprakları, Nurhak Dağ­ ları'nı düşünüyor. "Nurhak'a Özlem"de, Yemo'nun bu özlemi­ ni anlatıyoruz. Bir yoldaşı geliyor yanyına Yemo'nun, düşüncelerini bölüyor: "Yak hele kirve..." Ye­ mo'nun düşünceleri '84 Ölüm Orucu'na yöneliyor ve Metris Ha­ pishanesi'nin duvarından atlayıp içeri giren Yemo; Apo, Haydar, Fatih ve Hasan'ın uzattığı kızıl bantları alarak Bayrampaşa'ya geri dönüyor. Ve Yemo'nun kızıl bantları getirmesiyle birlikte "Tören Başlıyor". Bu parçada, Ölüm Orucu şehitlerinin kendi sesleri ve alkış efektleriyle, Ölüm Orucu törenini anlatıyoruz. Dışarıdayız... Ölüm Orucu Eylemi, ilk şehidini veriyor. Ey­ lemin, Ölüm Orucu'na evrilmediği ve henüz Süresiz Açlık Grevi'nin sürdürüldüğü günlerde, aç­ lık grevinin 34. gününde Adalet 18

Yıldırım, bu eylemi desteklemek için yapılan bir, eylemde şehit dü­ şüyor. Destanın bu bölümünde O'nu, "Halkın 'Adalet'i"ni anla­ tıyoruz. Müzikal altyapı ile anla­ tım arasındaki ilişkiye baktığı­ mızda ise, 'iki karşıt duygunun çatışması'ndan ortaya çıkan kur­ guyu görüyoruz. "İlk Boran Kalkıyor Göğe"de, "Kantinleri boşalttılar, yi­ yorlar" diyenlerin suratına tokat gibi inen Aygün'ü anlatıyoruz. Ve ardından "Aygün'ün Vasiyeti"ni söylüyoruz. Burada da duy­ gu yoğunluğunu, bizce en iyi acapella bir söylem yansıtıyor. Enstrümansız, yalın bir söylem bu, tıpkı direnişleri ve ölümü kucak­ lamaları gibi. Yalın ama deprem­ ler yaratan, derin bir sesleniş bu. "Bir ömür de benden asla­ nım" diyor Berdan, "Bîr Ömür de..." Alıyor yüzyıllar öncesin­ den Bedrettin'in selamını. "Ber­ dan Çayı'ndan Ege Dağları'na"da, verdiği ömrünü anlatı­ yoruz Berdan'ın; Mısırlı, Arap bir müzisyen olan Kemal El Tavil'in ezgisiyle. Ölüm Orucu Eylemi'nin her anını evlatlarıyla birlikte yaşıyor analar. "Tutsak Anaları"nda on­ ları anlatıyoruz. Burada, şehit anamız Şükran Ağdaş sesini katıyor çalışmaya. "Bir Görüş Kabi­ ninde", bir ana ile ölüm orucun­ daki kızı arasındaki diyalogu ak­ tarıyor bizlere. Çanakkale'de, umudun simge­ sini avuçlarına kına ile işleyenler, İdil ile bütünleşiyor "Halkımızın Gelini"nde. "İlginç de Düştü"de, mesleği insanların hayatını kurtarmak olan bir devrimciyi, İlginç'i anla­ tıyoruz. Ve O'nun türküsünü söy­ lüyoruz: "Yeniden Doğuyor­ sun". Bu çalışmanın şiirini, A.Kadir'in güçlü dizelerinden uyarlıyoruz. Ölüm Orucu Eylemi, dışarıda da yankısını buluyor. "Sokaklar Yürüyordu Düşman Üstüne", Gültepe'yi yangın yerine çeviren­

leri, Gültepe Şehitleri'ni anlatı­ yor. "Tedariğini Hazırla" diyor direnişçiler yarenlerine, "olur ya, düşerim senden ayrı." "Vatan Yeni Şehitlerle Sarsılıyordu"da, zafere atılan iki adım olan Hüse­ yin Demircioğlu ve Ali Ayata'yı anlatıyoruz. Bir Ege yiğidi de katılıyor bo­ ranların arasına. "Umudun Zey­ beği"nde, ak libaslı Bedrettin yi­ ğitlerinin ateşini bugüne taşıyan Müjdat'ı anlatıyoruz. "Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde"... Bir sanatçı İdil; müzisyen, tiyatrocu ve ya­ zar... Bir kadın aynı zamanda. Dünyada ve ülkemizde, ölüm oru­ cunda şehit düşen ilk kadın... Ti­ yatro salona artık Çanakkale. Çı­ kıyor sahneye İdilcan ve ölüme açılıyor perde... Ecel kuşunu kepaze ediyor bo­ ranlar. "Güneşe Gidiyorlardı", fırtınaya katılan yeni boranları, Tahsin Yılmaz, Hicabi Küçük ve Osman Aygün'ü anlatıyor. Ve he­ men ardından, Yemo katılıyor aralarına. Derin derin çekiyor son nefesini Yemo ve bir koşudur tut­ turuyor ölümün üstüne, "Düğüne Gider Gibi". Yaralı bir kaplan olan düş­ man, boylu boyunca seriliyor ye­ re. "Yemliha İle Doğrulduk Za­ fere"... "Ya Kazanacaklar­ dı..."da, zaferin söke söke koparılışını anlatıyoruz. "Ve Zafer!"... Durduruyor hayatın ve tarihin akışını Ölüm Orucu direnişçileri. Onur, namus, gurur; ne varsa insana dair, kaldı­ rıyorlar ayağa, yüceltiyorlar. "'Boran' Fırtınası" yaratıyor onlar... Ve bırakarak düşenleri şehirlerin ufkuna, fırtınadan fırtı­ naya havalanıyorlar... Onlar için ne söylesek, ne yazsak az. "'Boran' Fırtınası"nı onlara, onlarca yıllık devrim tari­ himizi 69 güne sığdıran Ölüm Orucu şehitlerimize ve gazileri­ mize armağan ediyoruz. •


TARTIŞMA

grup yorum

NİYE

çağdaş halk müziği DEMİYORUZ!

"K

armaşıklaşan, çok yönlü bir yaşam etkinliği içerisinde yürütülen insanca yaşam mücadelesi, vatan toprakları­ mız üzerinde yürütülen bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine de yansıyor kuşkusuz. Bu mücadele içinde yaşanılan bazı direnişleri ve bu direnişlerin yarattığı etkileri göz önüne alırsak... Örneğin bu direnişlerde coşku, kararlılık, hüzün, yoldaşlık, devrime ve halka inanç duygularını çok rahat bir şekilde görebiliriz. İşte böylesi olguları tek bir marş formu ya da türkü formuyla anlatamayacağımızı, böyle bir anlatımın yetersiz kalaca­ ğını düşünüyoruz." Kültür Sanatta TAVIR Dergisi'nin Ocak '98 tarihli 4. sayısında "Artık Çağdaş Halk Müziği Demi­ yoruz" isimli yazımızın • "Neden Destan?" sorulu alt başlığında, bunu kısaca yukarıdaki şekliyle gerekçelendirmiştik. Destanı, teknik olarak yaratacağı etki yanıyla da "destan­ lar form olarak duygunun en yalın ve en iyi ifadelendirme biçimleri olacaktır." şeklinde ifade etmiştik. Kuşkusuz yukarıda yazdıkları­ mız, bugüne dek gerçekleştirmediği­ miz bir çalışmaya ilişkin sözlerdi ve doğal olarak düşüncede oluşanların sofraya nasıl geleceğinin anlaşıl­ mamasının da haklılık payı vardı. Çünkü destan tarzı, müzik alanında sıkça başvurulan bir yöntem değildi.

Biz de daha önce buna ilişkin bir-iki ön adım (Sibel Yalçın Destanı) at­ mıştık ama bu da hedeflediğimiz destan tarzının bire bir karşılığı de­ ğildi. Kısacası, kapsamlı bir destan çalışmasını hayata geçilmemiştik. 1996 Ölüm Orucu'nu anlatan "Boran Fırtınası" isindi çalışma­ mız düşündüklerimizin büyük bir bölümünü hayata geçirdiğimiz bir çalışma oldu. Destan Nedir? Klasik ve genel tanımlamalarıyla ele alındığında destanlar, önemli ta­ rihsel olayları ya da kişilikleri anla­ tan epik olarak yazılmış ve yine ku­ ral olarak kapsamlı yapıtlardır. Des­ tanda kişilerin karakterleri ayrıntılı olarak işlenmez ama çok sayıda kah­ ramanı barındırır bünyesinde. Des­ tanlarda kahramanların temsil ettik­ leri bir bireyin duygularından öte toplumun duygularıdır. Destanlar, ayrıca çok uzun bir zaman dilimini anlatmaz. Edebiyatta destanlar diğer kolla­ ra oranla kesin ve kural koyucu, bel­ li bir çerçevenin dışına çıkmayan ya­ pımlardır. Belirtmek gereğini hissediyoruz ki; gelinen Süreçte destanı klasik ka­ lıplarıyla ele almadık. Yüzlerce yıllık birikimi ve yaşadığımız çağın in­ sanlığa kazandırdığı deneyim ve bi­ rikimleri ele aldığımızda, bu tarzın küçük bazı değişiklere uğraması ge­ rektiğini düşündük. Belki bazı ede­ biyatçılara ters gelebilir ama biz des­ tan formunu ele alırken, bunun bir reçete gibi harfiyen uygulanmasın­

dan değil; bunun yeniden yorumlan­ masından ve ele alınmasından yana­ yız. En azından yaşadığımız çağın içinde gelişen koşullan ele aldığı­ mızda, belli başlı formların yeniden uyarlanması ve geliştirilmesi gerek­ liliğini göz önünde bulunduranlar için, bu daha belirleyici ve sanatsal faaliyetlerin önünü açıcı bir işleve sahip olacaktır. Bize göre destan formu, duygu­ lan ve olayları nasıl bir kurgu etra­ fında çerçevelemek istediğimize gö­ re genişler veya daralır. Anlatımın, biçimin kalıplaşmış sınırlamaları ol­ mamalıdır. Hayatın kendisi ve onun içinden alınabilecek en küçük konu bile aslında destanın konusu olabi­ lir. Bu da seçeceğimiz temanın fark­ lılığına göre biçime de yansıyacak­ tır. Örneğin Ölüm Orucu'nun kurgulanmasıyla bir işçinin bir gününü an­ latmak arasında muhakkak bir fark olacaktır. Ya da örnek olarak yakılan köylerden göç etme olgusunu ele alalım. Nereye göçer bu insanlar? Ya köyün bağlı olduğu şehre ya da büyük şehirlere ya da çok zor ama yurtdışına çıkarlar ve orada bir ya­ şam kurmak zorunda kalırlar. So­ nuçlar, hepsi için çok zorlu olur. Bu üç durumu, öykülemek üzere yarattı­ ğımız üç aileye uyarlarsak, her bir ailenin içine girdiği çevre, toplumsal ilişkiler vs. farklı farklı olacaktır. Öyleyse, biçim de buna paralel bir seyir izlemek zorundadır. Böyle ol­ madığında tabi ki oluşturulmak iste­ nen duygu, verilmek istenen mesaj yerli yerine oturmayacaktır. 19


Bu küçük örnekten somut bir ör­ neğe, "Boran Fırtınası"na, dönecek olursak; buradaki biçim ilk bakışta şiirlerin ve şarkıların ardarda sırala­ nışı gibi gelebilir ama çalışmayı dik­ katle dinlediğimizde, hikayenin kur­ guya dayalı bir anlatımı olduğu ve bunun alışılmış müzik kalıplarının dışında olduğu görülecektir. Kurgunun 29 ayrı bölümü vardır. Her biri, kendi içinde bağımsız, ken­ di hikayesiyle başlayıp biten bölüm­ lerden oluşmaktadır ama her hikaye­ nin bir diğeriyle bağlantısı vardır. Yani, hikaye topluca bir bütünü ifa­ de etmektedir. "Bütün", kendisini oluşturan parçaların tümü hatta daha fazlası­ dır. Bu yanıyla kendisini oluşturan parçalardan daha başkadır da! "Bo­ ran Fırtınası", öykünün anlatım tar­ zı, kurgulanışı yanıyla da bu tanım­ lamaya uymaktadır. Bu, diyalektik bir bakıştır. Her bir bölüm ve bunun içindeki imgeler, bütünün içindeki bağlantıyı simgeler. Bazı cümlele­ rin, göndermelerin ya da müzikal motiflerin yer yer tekrarlanması bu bütünlüğü farklı yerlere taşıma ve hikayenin birleştiriciliğini sağlama işlevini görür. Örneklersek; a) Berdan Çayı'ndan Ege Dağları'na: Takvim yaprakları birer bi­ rer ölüyordu ve Berdan sayıklıyor­ du... b) Vatan Yeni Şehitlerle Sarsı­ lıyordu: Takvim yaprakları birer bi­ rer ölüyordu, vatan yeni şehitlerle sarsılıyordu. İlginç'in ardından... Kasetin A ve B yüzlerindeki iki bölüm, hikayenin birleştiriciliğini simgeler. Yine, İlginç'i anlatırken kullanılan "yarana sarma" sözü. Bu söz, birinci bölümde Ümraniye Katliamı'nı ve buradan yaralı 'çıkan İlginç'i anlatırken, ikinci bölümde İl­ ginç'in şehit düşmeden önce bilinci­ nin kapanması ve sayıklamasını an­ latır. Kapanan bilinci O'nu, yine Ümraniye'ye götürmüştür. Böylece bu iki olayın gelişim kurgusu bu sözle sağlanmıştır. Aynı yaklaşım müzikte de var­ 20

dır. "Meşale" isimli ezgi, kasetin as­ lında ana ezgisidir. Bu ezginin versi­ yonları, hikayenin akışına ve duygu­ suna göre çeşitli isimlerde birleştiri­ ci bir işlev görmüştür ("Halkın 'Adalet'i", "Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde" vb...). Bu tarz çalışma film müziklerinin hazırlan­ masında sıkça kullanılır. Film mü­ ziklerinin de ana teması olan bir ez­ gi oluşturulur ama filmin akışına gö­ re ana ezginin çeşidi versiyonları çe­ şitli düzenlemelerle kullanılır. "Meşale"nin kurgulanması da bu yanıy­ la ele alınmıştır. Biçim ve İçerik Destan tarzının belki de üzerinde en çok uğraşılan yanıdır, biçim ve içerik. Neyi, nerede, nasıl anlataca­ ğını bilmek ya da bunu doğru bir şe­ kilde uyarlamak işin, belki de en zorlu kasımıdır. "Boran Fırtına­ sında biçim ve içerik, kimi yerlerde zıtlıklar gösterir. Kimi yerlerde de sözü besleyen duygular, müzikal formda öne çıkarılmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz zıtlıklara en çarpıcı örnek, "Halkın 'Adaleti" bölümüdür. Sözdeki duygusal yo­ ğunluk müzikte yoktur. Aksine mü­ zikte daha coşkulu bir hava vardır. Bu, kimilerine yanlış gelebilir. Bi­ çim ve içerik açısından bir uyumsuz­ luk gibi de gelebilir ama müzikte ey­ leme gitmenin, yapılan eylemin coş­ kusu vardın Metinde ise Adalet Yıldırım'ın şehit düşüşü anlatılmıştır. Söz ve müziği bir araya getirip bir eylemin coşkusu ve sonucunda veri­ len bir şehidin acısı iç içe geçirilmiş­ tir. Bu yanıyla düşündüğümüz için, biçim ve içerik arasında bir uyum­ suzluk bizim için söz konusu olma­ mıştır. "Boran Fırtınası"nda hiçbir mü­ zik, aslında sözün yarattığı duygu­ dan bağımsız değildir ama bu ba­ ğımlılıktan anladığımız, sözü harfi harfine takip eden bir müzikal anla­ yış değildir. Söz ve müzik, kurgunun kimi yerlerinde karşıt duyguların ça­ tışmasını anlatarak da bir kavram oluşturur. Zaten kurgudan anladığı­ mız, hikayelerin birbirine yapıştırıl­

ması değildir. Kurguda ortaya çıkan hikaye, bazen karşıt duyguların, çe­ lişkilerin çatıştırılmasından ortaya çıkar ki, bu ortaya bambaşka bir kavram çıkartır. "Boran Fırtınası"nda biçim ve içerik sorununa yaklaşım, temel ola­ rak bu perspektifle olmuştur. Çağdaş Halk Müziği Kavramı Bu Yüzden Yetersizdir! Daha önce tartışmaya açtığımız ve yer yer tartışmamıza katılımların olduğu "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz" yazımızın ardından, bu konuyu yeniden gündemimize ala­ cak olursak, belirli bir alamı ve dü­ şünce sistematiğini adlandırmada kavramlar tam olarak yerli yerine oturduğu gibi biçimin ve içeriğin ge­ niş bir yelpazede dolaştığı müzikte, bete, bizim müziğimizde belli bir kavramlara sıkışıp kalmak, müziği daraltmak ve sınırlamaktır. ÇHM, böylesi destan tarzı bir çalışmada, kendine nasıl bir yer bulacaktır? Biz söyleyelim; bu çalışma, ÇHM kavra­ mının bire bir dışlanmasıdır. Müzi­ kal kalıplarda yeni, daha geniş baka­ bilme perspektifinin bir sonucudur. Dünyaya daha geniş bir perspek­ tifle bakıldığında, müziğin anlatım dilinin de genişletilebileceğini görü­ rüz. Bunu sağlayacak olan da, yine sanatın diğer kollarıdır ama sorunun çözümü, bu sanat dallarından nasıl yararlanılabileceğini bilmekte yatar. Bu tür sanat dallarının müzikle uyu­ şan yanları doğru kavranıp böylesi türden deneysel çalışmalara yönelindiğinde, müziğin anlatım kalıpları da genişletilecektir. Sonuç olarak; müzik, bir sinemaya göre daha dar bir anlatım diline sahiptir ama bu, şu anki sınırlarının genişletilemeyeceği, "Boran Fırtınası"nı da aşan de­ ğişik tekniklerin hayata geçirileme­ yeceği gibi bir anlama da gelmiyor. Bu yüzden müzikal olarak yeni bir ufka açılmanın gerekliliği hala önü­ müzde duruyor. Ve bu yüzden de ÇHM kavramını şiddetle reddediyoruz. •


ARAŞTIRMA inan altın

HALK TÜRKÜLERİ VE ÖYKÜLERİ-3

sepetçioğlu

E

şkıyalık ve eşkiya türkülerinin doğuşu­ nu, biçimini, ortaya çıkış şeklini ve tarih içindeki gerçek yer­ lerini Haziran '98 ta­ rihli 6. sayımızda yazmıştık. Gene aynı yazıda "Eşkiya suç işleyerek de­ ğil, adaletsizlik sonucu yasalara karşı gelir. Adaletsizliklere kar­ şıdır, zenginden alıp fakire verir, kendini koruma ve öç alma dışın­ da adam öldürmez. Bu yüzden de halk tarafından sevilir, sayılır, yardim görür, desteklenir. Halk onları 'ele geçmez kurşun işle­ mez' olarak bilir." diyerek "er­ demli eşkıyalığı" tanımlamıştık Bu sayımızda ise, Sepetçioğlu Osman Efe'yi tanıyacağız. Kimdir Sepetçioğlu? Sepetçioğlu; 18. yy'da yaşa­ mıştır. Kastamonu'ya bağlı Araç ilçesinin Boyalı Bucağı Yukarıavşar köyünde doğmuştur. Baba­ sı, isminden de anlaşılacağı gibi sepetçilikle uğraşan kendi halin­ de bir köylüdür. Sepetçioğlu he­ nüz çok küçükken askere giden

babası, bir daha geri dönmez. Çok küçük yaşta anasıyla bir ba­ şına kalan Sepetçioğlu, yıllar yılı köyde ağanın baskısı, zulmü al­ tında yaşar. Delikanlı çağına gel­ diğinde ağanın zulmüne dayana­ mayıp Kastamonu'ya yerleşir. O vakte kadar köydeki ağadan kur­ tulduğunda tüm baskılardan kur­ tulacağını, rahata erişeceğini dü­ şünür. Ancak Kastamonu'ya gel­ diğinde ağanın zulmünden çok daha beter zulümle karşılaşır. Zalim ve zorba derebeyi, Kasta­ monu'da halkı haraca kesmekte­ dir... Sepetçioğlu, burada baba ya­ digarı mesleği sürdürmektedir. Açtığı küçük sepetçi dükkanında günde birkaç sepet yapmakta, kendi yağıyla kavrulmaktadır. Günlerden bir gün derebeyinin adamları, Sepetçioğlu'nun da ka­ pısını çalarlar. Sepetçioğlu so­ nunda belanın kendisini de bul­ duğunu anlamıştır. Derebeyinin adamları Sepetçioğlu'na bir hafta süre tanımış, bu sürenin sonunda yüz tane sepet yapıp derebeyine vermesi gerektiğini bildirmiştir. Fakat Sepetçioğlu, "bu süre için­

de bu kadar sepeti yapmam im­ kansız" dese de onları ikna ede­ mez. Günler günleri kovalar, ver­ dikleri tarih gelir geçer ama Se­ petçioğlu sepetleri götürmez. Bu tarihten sonra da derebeyinin he­ defi olur. Çok ağır koşullar altın­ da tutulur. Ve günlerden birgün, derebeyine kötü söz söylediği ge­ rekçesiyle zorla yakalanarak de­ rebeyinin huzuruna çıkartılır. Se­ petçioğlu, yakalanmadan önce başına gelecekleri bildiğinden saldırmalığını koltuğunun altına almıştır. Derebeyi, Sepetçioğ­ lu'na ağır hakaretlerde bulunur, O'nu öldürmeye kalkışır. Bunun üzerine Sepetçioğlu, asılır koltu­ ğunun altındaki saldırmalığa ve zorbanın hesabını görür. Hemen ardından yakalanır ve zindana atılır. Sepetçioğlu bunun bir ko­ layını bulur ve henüz yeni girdiği zindandan kaçar. Artık O'nu tu­ tabilene aşkolsun! Kaçtıktan son­ ra Araç'ın Gülpü Dağı'na sığınır ve derebeyine karşı tek başına savaşa girer. O, bu zamana kadar kimsenin kaçmayı başaramadığı zindandan kaçarak, dağlara yas­ lanmıştır. Artık bu tarihten sonra

21


adı "Sepetçioğlu Osman Efe" olur ve adını tüm yöre halkı bilir, övgüy­ le söz eder. Zalim derebeyi ölmesine ölmüştür ama değişen bir şey olmamıştır. Hatta derebeyinin yerine geçen oğlu, babasının zulmünü arttırarak sürdü­ rür. Bir yandan da Sepetçioğlu'nu arar. Sepetçioğlu, savaşını tek başına sürdürür ve bu ara­ da vaktiyle sözlü olduğu biriyle ev­ lenir. Günün birinde Sepetçioğlu'nun anasının ve karısının kaldığı köyü basan derebeyinin adamları, Sepetçi­ oğlu'nun anasını ve karısını alarak Kastamonu'ya gi­ derler. Derebeyi, Sepetçioğlu'na ha­ ber salar: Ya gelip teslim olacaktır, ya da anasını ve karısını öldürecek­ tir. Bunun üzerine çok öfkelenen ve yerinde durama­ yan Sepetçioğlu, bir geçe yarısı esir tuttukları sarayı basarak anasını ve karısını yanına ka­ tar ve dağların yo­ lunu tutar. Artık üç kişilerdir ve birlikte savaşacaklardır. Nice sa­ vaşırlar da. Ancak günün birinde Gülpü Dağı'nda, derebeyinin sipahilerince çevrilirler. Ve saat­ lerce süren kahramanca bir dire­ nişin ardından üçü de öldürülür­ ler. Sepetçioğlu'nu diğer efeler : 22

den ayıran en büyük özelliği; ya­ nında anası ve karısından başka hiç kimsenin olmayışıdır. Gönül rızasıyla verenlerin dışında hiç kimseden zorla para almamıştır. Büyük bir savaşçı olan Sepetçi­ oğlu Osman Efe, aynı zamanda çok güzel saz çalıp türkü çağıran ozan ruhlu bir yiğittir.

Sepetçioğlu, yaptığı kahra­ manlıklar karşısında başta civar köyler olmak üzere tüm yöre hal­ kı tarafından sahiplenilmiş, adın­ dan saygıyla söz edilmiştir. Yö­ rük soyundan gelme Sepetçioğlu adına, geçen iki yüz yıllık zaman içinde pek çok türkü yakılmış ve oyun yaratılmıştır. •


ŞİİR

pablo neruda

DÜŞMANLAR Barut dolu tüfekleriyle geldiler Ateş buyruğu verdiler acımadan Şarkı söyleyen bir halkla karşılaştılar Sevgiyle Ve görev aşkıyla birleşmiş bir halk Ve incecik genç kız Bayrağıyla beraber düştü Ve köşede vuruldu genç adam Halkın şapşallığı Ölülerin şapşallığıyla düştüğünü gördü O zaman bu yerde Katiller Bu yerde halkın düştüğü Bu yerde bayraklar Kanı emmek üzere alçaldılar Ve yeniden katillerin anlacında yüceldiler Bu ölüler adına Ölülerimizden bir ceza istiyorum Vatana kan sıçratanlara Bir ceza istiyorum Bu ateş emrini veren cellatlar için Bir ceza istiyorum Bu suçla iktidara gelen hayın için Bir ceza istiyorum Can çekişmeye başlatan için Bir ceza istiyorum Bu suçu savunanlar için Bir ceza istiyorum Elleriyle elimizi tutanlar için Bir ceza istiyorum Onları ne evlerinde rahat Ne de elçi olarak görmek istemiyorum Onları burada bu yerde Hüküm giymiş olarak bir arada Bir ceza istiyorum Çeviren: Enver GÖKÇE 23


MAKALE

mao tse-tung

Kültürel Çalışmada

BİRLEŞİK CEPHE

3

0 Ekim 1944... Bütün çalışmalarımızın ama­ cı, Japon Emperyaliz­ mi'ni altetmektif. Tıp­ kı Hitler gibi, Japon Emperyalizmi de kaçı­ nılmaz sonuna yaklaş­ maktadır ama çabaları­ mızı sürdürmemiz gerekmekte­ dir. Çünkü Japon Emperyaliz­ mi'ni kesin olarak altetmeniz, ancak böyle mümkün olabilir. Çalışmalarımızda savaş başta ge­ lir, sonra üretim, ondan sonra da kültürel çalışma gelir. Kültürsüz bir ordu, ruhsuz bir ordudur; ruh­ suz bir ordu ise düşmanı yenemez. Kurtarılmış bölgelerdeki kül­ türün daha şimdiden ilerici yan­ ları vardır ama hala geri yanlan da vardır. Kurtarılmış bölgeler daha şimdiden yeni bir kültüre, bir halk kültürüne sahip ama fe­ odalizmin kalıntılarının bir çoğu da varlığını hala sürdürüyor. Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi'nde yaşayan bir buçuk mil­ yon insandan bir milyon kadarı okuma yazma bilmemekte, iki bi­ ni büyücülükle uğraşmaktadır. Geniş kitleler, hala batıl inançla­ rın etkisi altındadır. Bunlar, hal­

24

kın kafasının içindeki düşmanlar­ dır. Halkın kafasının içindeki düşmanlarla mücadele etmek ço­ ğu zaman Japon Emperyaliz­ mi'ne karşı savaşmaktan daha zordur. Kitleleri kendi cehaletle­ rine, batıl inançlarına ve sağlığa aykırı alışkanlıklarına karşı mü­ cadele etmek üzere harekete geç­ meye çağırmalıyız. Böyle bir mücadele için geniş, birleşik cephe zorunludur. Nüfusun dağı­ nık, haberleşmenin yetersiz ve başlangıç için var olan kültür te­ melinin düşük olduğu ve ayrıca savaş içinde bulunan Şensi-Gan­

su-Ningsia Sınır Bölgesi gibi bir yerde, bu birleşik cephe, özellik­ le geniş olmalıdır. Dolayısıyla eğitim alanımızda sadece düzenli ilk ve orta okullara değil, aynı zamanda düzenli olmayan ve da­ ğınık köy okullarına, gazete oku­ ma gruplarına ve okuma yazma sınıflarına da sahip olmalıyız. Modern tarzda okulların yanında eski tarz köy okullarını da işe ya­ rar hale getirmeli ve değiştirme­ liyiz. Sanat alanında, sadece mo­ dern oyunlarımız değil, aynı za­ manda Şensi operamız ve Yang-


Bizim görevimiz, yararlı olabilecek bütün eski tip aydınlarla, sanatçılarla ve hekimlerle birleşmek, onlara yardımcı olmak, onları düzeltmek ve değiştirmektir. Onları değiştirebilmek için ünce onlarla birleşmemiz gerekir. ko dansımız da bulunmalıdır. Sa­ dece yeni Şensi operalarıyla ve yeni Yangko danslarıyla yetinmeme­ li, aynı za­ manda eski opera toplu­ luklarını . ve bütün Yangko topluluklarının yüzde 90'ını oluşturan eski Yangko toplu­ luklarını da işe yarar hale getir­ meli ve yavaş ya vaş değiştirmeli yiz. Böyle bir yal laşım, tıp alanın daha da gereklidir. Şensi-Gansu-Ningşia Sınır Bölgesi'nde gerek insanların, ge­ rek hayvanların ölüm oran çok yüksekken, birçok kimse halen büyücülüğe inanmaktadır. Bu ko­ şullarda, sadece modern hekimle­ re bel bağlamak hiçbir çözüm ge­ tirmez. Elbette, modern hekimle­ rin eski tarzda hekimlere kıyasla üstünlükleri vardır ama eğer hal­ kın dertleriyle ilgilenmez, halk için hekim yetiştirmez, sınır böl­ gesindeki binlerce eski tarzda he­ kim ve baytarla birleşmez ve on­ ların ilerlemesine yardımcı ol­ mazlarsa, fiiliyatta büyücülere

yardımcı olacaklar, insanların ve hayvanların yüksek ölüm oranı karşısında kayıtsız kalacaklardır. Birleşik cephe için iki ilke var­ dır. Birincisi birleşmek, ikincisi ise eleştirmek, eğitmek ve değiş­ tirmektir. Birleşik cephede hem teslimiyetçilik, hem de başkaları­ na tepeden bakan, hor gören sekterlik yanlıştır. Bizim görevimiz, yararlı olabilecek bütün eski tip aydınlarla, sanatçılarla ve hekim­ lerle birleşmek, onlara yardımcı olmak, onları düzeltmek ve de­ ğiştirmektir. Onları değiştirebil­ mek için önce onlarla birleşme­ miz gerekir. Eğer bunu doğru uy-

gularsak, onlar bizim yardımımızı memnunlukla karşılayacaklardır. Bizim kültürümüz, bir halk kültürüdür. Kültür işçilerimiz halka büyük bir istek ve bağlılık­ la hizmet etmeli, kitlelerle birleş­ meli ve kitlelerden kopmamalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için kitlelerin ihtiyaçlarına ve is­ teklerine uygun hareket etmeli­ dirler. Kitleler için yapılan bütün çalışmalarda, ne kadar iyi niyetli olursa olsun herhangi bir bireyin isteğinden değil, kitlelerin ihti­ yaçlarından yola çıkılmalıdır. Sık sık şöyle bir durumla karşıla­

şılır. Kitlelerin nesnel olarak bel­ li bir değişikliğe ihtiyaçları var­ dır ama öznel olarak henüz bu ih­ tiyacın bilincine varmamışlardır ve bu değişikliği yapmak için is­ tekli ya da kararlı değillerdir. Böyle "durumlarda sabırla bekle­ meliyiz. Çalışmalarımız sayesin­ de kitlelerin çoğunluğu o ihtiya­ cın bilincine varıncaya ve deği­ şiklik için istekli, kararlı bir hale gelinceye kadar, o değişikliği yapmamamız gerekir. Aksi tak­ dirde, kendimizi kitlelerden ko­ parırız. Kitleler bilinçli ve istekli olmadıkları sü­ rece onların katılmalarını gerektiren bütün çalış­ malar kağıt üzerinde ka­ lır ve başarısızlığa u ğ r a r . "Acele işe şeytan ka­ rışır" dey i m i , "acele e tme 'meli yiz" anla­ mına gelmez, "aceleci ol­ mamalıyız" anlamına gelir. Ace­ lecilik sadece başarısızlığa yol açar. Bu, her türlü çalışma için ve özellikle de amacı kitlelerin düşüncesini değiştirmek olan kültür ve eğitim çalışması için doğrudur. Burada iki ilke sözkonusudur. Birincisi, kendi kafa­ mızdan kitlelere yakıştırdığımız ihtiyaçlar değil onların gerçek ihtiyaçlarının belirleyiciliği; ikincisi de bizim kitleler adına kararlaştırdığımız istekler değil kitlelerin kendi başlarına karar­ laştırdıkları istekler. • * Bu yazı, Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi kültür ve eğitim işçileriyle yapılan söyleşiden alınmıştır. • 25


DEĞERLENDİRME

şaban öztürk

İMAJ VE KÜFÜR KİTAPLARI -2-

E

le alacağımız kitaplar, her ne kadar anı-belge türü kitaplar olarak ad­ landırılsalar da, yakın geçmişe ilişkin içerikle­ re sahip olduklarından, öncelikle tarih ve tarih bilinci üzerinde durmak

istiyoruz. Tarih yaşanmış, geçilmiş olayla­ rın, olguların tamamıdır; aynı zamanda yorumudur da. Tarih donuk, durağan değil, aksine akışkandır, sıç­ ramak, sarmal gelişim içindedir. Geçmiş olay ve olgular, bugünün bir bakıma önseli de olduğundan, anın anlaşılmasında derinliğe ulaşmamızı da sağlar. Konunun bizim için anla­ mım ve önemini Dr. Hikmet Kıvıl­ cımlı şöyle aktarıyor: "Bilimcil sos­ yalizmin yolu: Diyalektik Maddeci­ liktir. Diyalektik Maddeciliğe göre, olaylar boyuna değişirler. Onun için gerçeklik, yalnız bütün çelişkili gi­ dişler içinde ele alınırken, pratikle değiştirilmek zorundadır. Her şey gi­ bi insan ve toplumun kendisi de deği­ şir. Ve bu değişme, insanla ilgili ol­ duğu ölçüde insanın düşüncesi de davranışı ile yapılır. Toplum gerçekliği -son duruş­ mada- hangi mekanizma ile değişir? Toplumun maddi üretimi temelinde dolaysızca etki yapan üretici güçler­ le değişir. Üretici güçlerin başında ne gelir?... 'İnsan gücü' der demez, iki karakter göz önüne gelir. 1-İnsan önce planladığı tasarı ile yapacağını düşünür.

26

2-Sonra, o tasarının doğrultu­ sunda davranır. Marx'ın dediği gibi; insan eme­ ğinin hayvan çabasından (Mühendi­ sin arıdan ve örümcekten) ayrımı: Yapacağını önce kafasında tasarla­ yışında toplaşır. Engels'in dediği gi­ bi; inşan yemeyi içmeyi bile önce ka­ fasında geçirerek yapar. Yapılacak işin kafada bilinçle tasarlanışına ve planlanılışına TEORİ denir. Pratiksiz teori yaramaz kuruntuculuk ol­ duğu gibi, Teorisiz pratik de, biraz ustanın deyimiyle 'kafasız işgüzarlık'tır. Şimdi, Teori nedir? Gerçekliği değiştirmek üzere tasarlanan planlı düşüncedir. Bunu söyler söylemez, göz önüne iki türlü gerçeklik gelir: 1-Yaşanan gerçeklik, 2-Yaşanmış bulunan gerçeklik. Asıl, insana yararlı olmak üzere değiştirilecek olan gerçeklik, elbette içinde bulunduğumuz şimdiki olay­ lardır. Ancak, şimdiki olaylardan hiçbiri daha önceki olayların diya­ lektik ürünü bulunmaktan çıkamaz. Her şimdiki olay, geçmiş olayların sonucudur, bugünün gerçekliği, is­ ter istemez dünün gerçekliklerinden çıkagelmiştir. Bugüne dek gelmiş geçmiş gerçekliklerin topuna birden bilim dilinde TARİH adı verilir. Demek, nasıl teorisiz pratik ve pratiksiz teori olmazsa, tıpkı öyle gerçekliksiz tarih ve tarihsiz gerçek­ lik de bulunamaz. Bir ülkenin tarihi (dünkü olayları) gereği gibi bilinme­ dikçe, o ülkenin gerçekliği (bugünkü

olayları) iyi kavranamaz. Kavramak iddiasına kalkışılınca, gösterilen ça-. ba veresiye alış-verişe benzer. Teori ezbere kuruntuya döner, pratik ka­ ranlığa kubur sıkmaya. Onun için, bilimcil sosyalizmin soyadı tarihcil maddeciliktir. Onun için tarih incelenimleri, kimi alış­ kanlıkların yakıştırdığı gibi: Bir ek­ santrik müzecilik merakı, bir eskiler alayımcılık hevesi değildir. Tam ter­ sine, insancıl düşünce ve davranışın özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü 'Tarih'tir. Tarihi unutmak, teorinin ve pratiğin kökünü kurutmak olur." (DR. H.KIVILCIMLI; TARİH TE­ Zİ; S:17-18) Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın işaret ettiği gibi, günümüz gerçekliğini an­ lama ve değiştirme uğraşında tarihi bilmenin çok önemli yeri vardır. Te­ ori ve pratiğimizi geliştirmede de ol­ dukça önemli bir role sahip olan ta­ rih bilinci, aynı zamanda saplan si­ yasi çevrelerin pişkinliklerini, kök­ süzlüklerini, dönüp durmalarını da daha rahat görmemizi sağlar. Ülkemizde tarihi öğrenmenin çe­ şitli zorluklan da var. En önemlisi; tarihe yaklaşımdaki yöntem yanlış­ lıklarıdır. Bu yanlış yaklaşım sonu­ cu, ortaya çıkan ürünler de eksik ve yanlışlıklarla doludur. Bunun sebe­ bini Dr. H.Kıvılcımlı şöyle açıkla­ makta: "Türkiye'de düşünce ve teori basmakalıpçılığı ve dolayısıyla pra­ tik davranış tökezleyişleri en yaygın hastalığımızdır. Bunun objektif ne­ deni: Egemen çevrelerin her düşün-


ce ve davranışı ya Nemrutça kökün­ den kazıma yahut kendi yozlaştırıcılığı altında ansızın şımartma eğili­ minde olmasıdır. Ama bir de subjek­ tif neden var: Tarihcil Maddeci ol­ duklarını açıklayanlar, genel olarak tarih ve özellikle Yakındoğu ve Tür­ kiye tarihi üzerinde bir yabancıdan gelmeyen sabırlı çabaya dayanamı­ yorlar. O zaman ağızdan dolma top­ lar gibi, kulaktan kapma, hele şaira­ ne destan düşmeciklerini yahut ün­ lendirilmiş acayip romantizmleri ta­ rihle karıştırıyorlar. Oysa klassifikasyon bilimi ola­ rak tarih, henüz dünyada kurulama­ mıştır. Tarihi dünyada gelişi güzel olaylar kırkambarı: birikim bilimi olmaktan kurtarmadıkça, geri ülke­ ler içinde özellikle Türkiye' nin tari­ hini anlamak güç oluyor. Türkiye ta­ rihini anlamadan, Türkiye, gerçekli­ ğini anlamak ise, ondan da daha güçleşiyor. Bu yüzden, Teori topal kalıyor, Pratik aksıyor."(Tarih Tezi;S:18) Tüm bunların yanı sıra, yanlış bakış açılarıyla tarihin reddi de sözkonusu olabilmekte ve bu bakış açı­ larım bilinçli bir şekilde geliştirip yaymaya çalışanlar, mevcut yeni du­ rumlarına zemin hazırlamaktadırlar. Özellikle 12 Eylül sonrası devrimci hareketlere yönelik fiziki tasfiyeyi sağlamak için cunta tarafından geliş­ tirilen şiddet ve psikolojik harbin ya­ nı sıra, sözün şiddeti de devreye so­ kularak devrimci kültür-sanattan, devrimci düşüncenin her alanına yö­ nelik tasfiye harekatına girişilmiştir. Bu konuda da egemenler, nasıl ki fi­ ziki şiddet uygularken pişmanları, itirafçıları kulanmışlarsa, aynı şekil­ de dünün gayrı-resmi inkarcılarını kullanmışlardır. Kabeleri yıkılan sol­ cular, "dün olmadı ya allah, ya bis­ millah haydi YENİDEN" diyenler, hepsi devrimci geleneği tasfiyeye gi­ riştiler. Tam da bu hatta KOPUŞ te­ orileri ortaya attılar. Onların koptuk­ ları, düzenin üzerimizde bıraktığı yerleşik olumsuzluklar değildi, tarih­ sel devrimci çizgiydi. Bunlar tarihi ya kişiselleştirdiler, ya da tamamen inkar ettiler; üstelik kendi öznel ta­

rihlerini de. Bizim, tarihe ve tarihi kişiliklere geçmişten gelen bir yaklaşımımız vardır. O da şudur: "Türkiye' de Marksist hareket şerefli bir mücade­ le tarihine sahiptir.. CHP ve DP dö­ neminin zorbalık yıllarında, siyasi irticanın en azgın olduğu yıllarda, Türkiyeli proleter devrimciler yiğit­ çe ve mertçe mücadele vermişlerdir. Türkiye proleter devrimci hareket içinde, siyasi irticaya karşı baş eğ­ mez bir mücadele içinde olan arka­ daşlarımız, biz genç proleter devrim­ ciler için örnek olmuşlar ve büyük değer taşımışlardır. Ama bu geçmiş­ teki mücadelelerin hatalarını eleştir­ meyeceğiz anlamına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dü­ nün eleştirisinden çıkar. Biz Türkiye'deki Marksist hare­ ketin tarihine sonuna kadar saygılı­ yız. Ve onun bir devamı olarak ken­ dimizi görmekteyiz. Geçmişin mirasçısı, geçmişteki kararlı ve uzlaşmaz mücadelelerin mirasçısı olmak isteyen kimse, bu­ gün doğru devrimci çizgide, prole­ taryanın devrimci bayrağını yüksek­ lerde tutmak zorundadır. , Bugün kim Leninizm' in yüce bay­ rağını, hem teoride hem sosyal pra­ tikte emperyalizmin ve oportünizmin saldırılarını göğüsleyerek yüksekler­ de tutuyorsa, Türkiye'deki Marksist hareketin tarihi zincirlerinin haldeki halkası olur; devamı olur." (MAHİR ÇAYAN-Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup) Devrimci hareketin geçmişe iliş­ kin yaklaşımları böyle. Bunu daha bilinçli bir şekilde kavramak için, yukarıda arzettiğimiz gibi tarihi öğ­ renmek de zorunluluktur. Bu zorun­ luluğu yerine getirirken ilk elden göz atacağımız kitaplar; Mete Tuncay'ın sol tarih üzerine yaptığı çalışmalar, Sosyalist Yayınları'ndan çıkan Sul­ tan Galiyev, Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü gibi kitapların yanı sıra, yakın tarihimize ilişkin de ilk elden göz atacağımız kitaplar: Dava dosyaları, Savunmalar, devrimci önderlerimi­

zin teorik ve polemik yazılandır. Anı ve anlatı kitaplarına pek itibar edil­ memelidir. Özellikle, kendilerini "68 kuşağı" diye adlandıran, o dö­ nemden kalma eskilerin anı ve anlatı kitapları, daha çok kendi mevcut du­ rumlarını olumlamak için devrimci hareketin dününe-bugününe küfürle doludur; konular, olaylar çarpıtılmı­ ştır bu tür kitaplarda. Ele alacağımız kitaplar da, bu konuda itibarlı olma­ yan kitaplardan... Bunlardan biri, Turhan Feyizoğlu'nun 3. baskısı Doruk Yayınları ta­ rafından piyasaya sürülen "MA­ HİR" adlı kitabı; diğeri de Ali Taşyapan'nın Belge Yayınları'ndan çı­ kan "Anılarla Geçmişe YolculukKaypakkaya İle Birlikte..." adlı ki­ tabi. Turhan Feyizoğlu, Mahir ça­ yan'ın biyografisini yazdığı iddi­ asında. Ne var ki, yazdıklarından kendisinin de kafası karışmış olacak ki, önsözün sonunda şu ifadeleri kul­ lanmış: "...Sonuçta, elde edilen yazılı-sözlü bütün bilgiler kullanılarak, anı-belge türü bir kitap ortaya çıkar­ tılmıştır." Kitap, sadece yazanımı değil, okuyanın da kafasını karıştıracak bir kitap. Nasıl karıştırmasın ki; mübarek dedikodu ve spekülasyon kırkambarı gibi. Feyizoğlu, ne kadar P-C ve Mahir düşmanı hain varsa onlara tutmuş çanağım, onlar da bir güzel kendilerini kusmuşlar. Peyami Safa'ya da gidip Nazım Hikmet'i ve yaşadıklarını sorsaydınız, ancak böyle anlatırdı. Feyizoğlu'nun kita­ bına dayanak yaptığı kişilerin büyük çoğunluğu, yakın tarihimizin "yetim-i Safa"lan. Turhan Feyizoğlu bu kitabıyla adeta, TİP ve o dönemin TKP'sini olumlamak, onların revizyonist-pasifist çizgisini açığa çıkaran başta MAHİR ÇAYAN olmak üzere bütün devrimcileri ve P-C'yi olumsuzlamaya soyunmuş. THKP-C'nin aslında, sadece Mahir'in kafasından çık­ mış bir şey olduğunu, gerçekte böyle bir oluşumun olmadığını kanıtlama­ ya çalışmış. Tüm bunları da en zor anlarda Parti'ye ihanet ettikleri için, Parti'den atılan hainlere, Yusuf Kü27


periler'e, Münir Ramazan Aktolgalar'a; Kızıldere sonrası P-C'ye ihanet eden 23ya Yılmazlar'a, Necmi Demirler'e, İlkay Demirler'e, Sina Çıladırlar'a, Bingöl Erdumlular'a ve diğerlerine dayanarak ileri sürmekte. Tabi kendisine soracak olursanız; "ben söylemiyorum onlar öyle söylü­ yor" diyecektir. Fakat böyle bir "saflığının" olmadığını kitabı ince­ ledikçe kanıtlayacağız. Bilindiği gibi Y. Küpeli ve M. Ramazan Aktolga kliği, gö­ revlerini yerine getirmedikle­ ri, Parti'nin devrimci çizgisini tasfiye edip sağ çizgiyi hakim kılmaya kalktıkları için ve kı­ saca ihanet etikleri için Parti'den-Cephe'den atılmışlardır. Ve bu karara ilişkin bugün ha­ la orta yerde "THKP Genel Komitesi'nce verilen, sağ sap­ ma görüşü benimseyenlerin örgütten ihraç kararı: (...)" başlıklı ve Genel Komite üye­ lerince imzalanmış belge var­ ken, bunlar söylenebiliyor. Kime dayanılıyor. Ziya Yıl­ maz, Ertuğrul Kürkçü gibile­ re. Onlar, imzaları "Mahir is­ tedi" diye attıklarım söylü­ yorlar. Bunlardan Ziya Yıl­ maz, Kızıldere sonrası TKP'ye kapağı atmıştır ve Küpeli'yle a y n ı yerrde buluşa­ rak aynılaşmıştır. Ertuğrul Kürkçü de, ifadeleri boyunca her ne yaptıysa Mahir'i sevdi­ ği için yaptığım söylemiş dur­ muştur. Şimdi yıllar sonra böyle bir tavır göstermelerin­ den, diyet borçlarım ödemele­ rinden daha doğal ne olabilir ki. El­ bette kî bir şey olmaz, ama söyledik­ leri de tarihi doğrular olarak kabul edilemez. Böylesine donup kalmış, düzen tarafından önce kazınmış, soma şımartılmış unsurlara dayana­ rak tarih açıklamaya kalkmakla tarih açıklanamaz, sadece bu unsurlara ta­ rihin akışı içinde yer açılmaya çalışı­ lır ki kitapta da bu yapılmaya çalışıl­ mış. Bu ise yanıltıcı, aldatıcı, gerçek sorunlardan, olgulardan uzak tutucu bir şeydir. 28

Elbette Feyizoğlu, yakın tarihin hainlerini yeni kuşaklar nezdinde ak­ lamakla yetinmiyor, aynı zamanda eski bir hain olan Aclan Sayılgan'a da başvuruyor. MDD'cilerle TİP'liler arasındaki tartışma ve ayrışma dönemini anlatırken, öne çıkan Mihri Belli'yi O'na anlattırıyor. Ve Ac­ lan Sayılgan'ı, eski TKP'li olarak ni­ telendiriyor. 1951 tutuklamaları sıra­ sında pişmanlık dilekçesi verip iti­ rafçı olduğundan söz eftniyor. Kaldı

ki tüm sol çevreler, bu adamın niteli­ ği konusunda hemfikirdir. Feyizoğlu kitabından oynanmış bir belge örneği de verelim: KUR­ TULUŞ yayınlan tarafından Mart '71 'de çıkmış olan "1965-1971 Tür­ kiye'de Devrimci Mücadele ve DEV-GENÇ" adlı kitapçığı, Y. Küpeli'ye mal etmiş. Bir kere, ne kay­ nak gösterdiği Yar Yayınları'ndan çıkan "THKP-C Dava Dosyası/Yazı­ lı Belgeler" de, ne de orjinalinde Yu­ suf Küpeli diye bir imza yoktur.

KURTULUŞ imzası vardır. Marksist-Leninist örgüt bilincini azıcık da olsa almış herkes bilir ki; bir kolekti­ fin imzasını taşıyan yazılar kişilere mal edilemezler, hele hele o görüşle­ ri inkar etmiş, o görüşler doğrultu­ sunda mücadele edip canını vermiş olanlara, ihanet etmiş hain bir kişili­ ğe hiç mal edilemez. Kitabın (3. baskı) 109., 127., 155., 158:, 159. sayfalarında, 196970 yılları arasında değişik zamanlar­ da FKF ve MDD'ciler için­ de yaşanan tartışmalar an­ latılmakta ve '69'un Tem­ muz'undan başlayarak an­ lattığı her olaya "buna ka­ rşı Küpeli şunu dedi, Küpe­ li bunu yazdı" diyerek, san­ ki Küpeli'nin kendi imzası­ nı taşıyan ayrı ayrı yazılar, ya da başkalarının bu konu­ da anlatımı varmış kurgu­ sunu yapmış. Kaynak ola­ rak da yukarıda sözünü etti­ ğimiz Kuıtuluş'un broşürü­ nü göstermiş. Yine belirt­ miştik; o broşür Mart '71'de Kartaloş imzasıyla çıkmış kolektifin ürünüdür. Broşürü yok sayıp Y. Kü­ peli imzasım öne çıkaran Feyizoğlu Kesintisiz Dev­ rim 1, 2, 3 isimli broşürler­ de anlatılan görüşleri de çarpık yorumlar ve alıntı­ larla vermiştir. Örneğin 491. sayfada (3. baskı Do­ ruk yayınları) THKP-C ve THKO'nun birleşmediklerini, birleşemeyeceklerini anlatıyor, sonuçta Kesinti­ sizlerden bir cümlelik alıntı yapıyor: "öncü savaşı aşamasında olan THKP-C'nin küçük burjuva aydın çevrelerdeki, müttefiki ancak Kema­ listler olabilir." Kararını vermiş olu­ yor: THKP-C ve THKO birleşemezdi. Konu başlığına da yine Kesintisiz 2-3'den aldığı o cümleyi koyuyor fa­ kat" ... küçük burjuva aydın çevreler. ..;" "küçük burjuva çevreler ...." ola­ rak geçiyor. İkisi arasında önemli kategorik fark var ama biz ayrıntısı­ na girmeyelim, "tashih" hatasıdır di-


yelim. Diyelim ama yazardan da PC'liler nerede THKO'luları küçük burjuva aydını olarak kategorilendirmişlerdir, onu da bize göstermesini bekleyelim. Olaylar ve alıntılar yukarıda ver­ diğimiz örneklerdeki gibi kurgulanıp aktarılmış. Eğer her olayı, anlatıyı ve alıntıyı ele alıp düzeltmeye kalksak aynı kitabın kalınlığında iki cilt orta­ ya çıkar, fikir edinilmesini yeterli bulup kısa geçiyoruz. Fakat bu işin doğrusunu yapmak da devrimcilerin boynunun borcudur. Kitapta nasıl bir MAHİR ÇA­ YAN anlatıldığına gelince, onu da daha ilk satırlarda görmek mümkün. Dördüncü sayfada (3. baskı) kardeşi Hüseyin Ergün Çayan'ın şu anlatı­ mına yer verilmiş "Mahir, sinirli bir mizaca sahip olduğu için okul (ilk okul) müdürüne bir nedenle hakaret eder. Okul müdürü Mahir'in okulu bitirmesi nedeniyle ona birşey yapa­ maz ama Ergün'ü bir sene sınıfta çaktırır." Yazar tembel bir öğrenci gerekçesini kitaba almakta beis gör­ müyor. Zaten kitap boyunca Mahir birşeyler yapmıştır, yakınındakiler de cezasını çekmiştir. Mahir'in daha hayatının ilk yıllarından bir olayla kişilik çizilmeye başlanıyor, anla­ tımlar devam ediyor zeki, şehirli, kültürlü, marksist teoriye hakim, te­ orik soyutlama gücü çok yüksek fa­ kat, teori oluştururken "becerikli" değil, hırslı; biraz şizofren, biraz ma­ zoşist bir tip ortaya çıkıyor. Nasıl ki kitaba göre hayatının ilk yıllarındaki vukuatından dolayı kardeşi bedel ödüyorsa hayatının son vukuatından KIZILDERE eyleminden sonra da arkadaşları hayatları ile bedel ödü­ yorlar. Son çizgiyi de Ertuğrul Kürk­ çünün Niksar'daki ilk ifadesini ko­ yarak tamamlıyor: "Kürkçü, Nik­ sar'daki ilk ifadesinde, üç İngilizi beyinlerine kurşun sıkarak öldür­ düklerini, itiraf etmiş, Mahir Ça­ yan'ı, bütün işleri bozmakla suçla­ mış, "hepimiz onun kaprislerinin kurbanı olduk" demiştir. Kürkçü, ku­ şatma başlamadan önce Çayan'a herkesin değişik istikametlere dağıl­ masını söylediğini, ancak Çayan'ın

bu teklifi kabul etmeyerek, sözkonusu faciaya sebep olduğunu bildirmiş, şöyle konuşmuştur: 'Hepimiz toplu halde bulundukça güvenlik kuvvetle­ rinin elinden kurtulmaya imkan yok­ tu. Bunu Mahir'e izah ettim herbirimizin bir tarafa dağılmamızı teklifin­ de bulundum ama o bu teklifi kabul etmeyip 13 kişiyi ölümün kucağına itti. Ben ölmek istemiyordum, ancak arkadaşlarımı bırakıp kaçamadım, fakat daha sonra bir kolayını bulup samanlığa sığındım, başka çarem yoktu.' " (T. Feyizoğlu; MAHİR; DORUK yayınlan, S.524) İnanmadığı halde hasbelkader (siz buna arkadaş davasına da! diye­ bilirsiniz) çatışmanın içine düşmüş, ölmek istemeyen birinin, kan, barut içinden çıktıktan sonra, hayatım ris­ ke sokmamak için, herkes için her şeyi söylemesi doğal. Ancak o kişi­ nin (Ertuğrul Kürkçü'nün) resmini çizmeye yarayacak bu çizgilerle, Mahir'in resmini çizmeye kalkmakla tabloyu karmakarışık etmiştir Feyi­ zoğlu. Elbette ortaya bir Mahir resmi çıkmıyor, kimi yerde Küpelinin, ki­ mi yerde Ziya Yılmaz'ın, kimi yerde Münir Ramazan'ın, kimi yerde Er­ tuğrul Kürkçü'nün, böylesine pekçok resmi hatta Fatma Hikmet'i bile görebiliyoruz ama MAHİR'i göre­ miyoruz. Fakat aferin Feyizoğlu'na tüm Türkiye'ye bunu Mahir diye yutturmaya kalkıyor! Tüm bunların yanı sıra son yıllar­ da Devrimci hareketi tasfiyeye yöne­ lik faaliyetlerin bir parçası olarak Mahir Çayan hakkında söylenenler ona karşı samimi duygular içinde olanları isyan ettirmiştir. Bugün bur­ juva basınında çalışan siyasi olarak bu konuların uzağında olan, Mahir'i tanıma fırsatı bulmuş olan Tuğrul Eryılmaz'a şu sözleri ettirmiştir: "Mahir de şimdilerde kimilerinin ima ettiği gibi, bireyselliğini toplum­ sal kurtuluş için keyfinden feda eden bir mazoşist değildir." Aynı çevre­ ler, Mahirlerin açtığı yolda yürüyen devrimciler de aynı şeyi söylemiyor­ lar mı? Son olarak Feyizoğlu'na şunu hatırlatmak isteriz: "Hiçbir belge bi­

ze o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden, neyin olmuş oldu­ ğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki başka­ larının onu neyi düşündüğünü san­ malarım istediğinden ya da hatta kendisini ne düşündüğünü sandığın­ dan fazla birşey söylemez." Ta ki bi­ lim yöntemiyle, bilim adamı namusluluğuyla onlar üzerinde çalışıp, on­ ları çözmeye çalışana kadar. Belge yayınlarından çıkan, Ali Taşyapan'ın kitabına gelince, son yıllarda anı kitapları moda oldu. Faz­ la kafa yormayan, özel hayatlar ek­ seninde geliştirilen, her önüne gele­ nin de hayatım anlattığı bu kitaplar son dönemin en çok tüketilen ma­ mülleri arasında yer almakta. Sol çevrelerde de aynı kitaplar çok moda durumda. Ancak geçmişe ışık tuttu­ ğu iddia edilen bu kitapların, böyle bir niteliği olması söz konusu değil­ dir. Çünkü yazan kişilerin subjektif niyetlerine, mevcut durumlarını olu­ şturan, varlık nedenlerine bağımlı kı­ lınmış, doğru olmayan anlatımlarla dolu kitaplardır bunlar. Özellikle te­ levizyonların yatak odalarına kadar girip insanları özel hayatlara yönelik meraklandırmaları ve bu meraklan sürekli kışkırtmaları insanları top­ lumsal olandan ayırıp bireyselin ze­ minine çekmiştir. Bu bir politikadır, apolitikleştirmenin politikasıdır. So­ lun da bu eksene girmesiyle mesele­ lerin bireyler üzerinden tartışılmaya başlanmasına neden olmuştur, böy­ lece apolitikleşmenin kıskacında ideolojik-politik tartışmalar kısırlaşmıştır. Ali Taşyapan'ın kitabı da yukarıda değindiğimiz zemine oturan bir kitaptır. Önemsiz sayılabilecek bir kitabı önemli hale getiren ise anıların İbrahim Kaypakkaya'lı olmasıdır. Vakti zamanın da devrimciliğe bula­ şmış ya da devrimcilerle birlikte vaktinin bir bölümünü geçirmiş ları hatıraları ise kendi durumu­ na bakmadan devrimcilere akıl ver­ melerle doludur. Taşyapan da, bol bol bunu yapmakta. Kayseri'nin Develi'sinden çık29


mış bu insan, Develi yöresini en ufak ayrıntısına kadar anlatmayı ihmal et­ memiş. Bu yanıyla kitap Develi Yö­ resi Köyleri Kalkındırma ve Dayanı­ şma Derneği'nde Mansiyon Ödülü'ne layık görülebilir. Hiç niyeti yok­ ken bu arkadaşı yazmaya ikna eden­ ler ise ancak kötekle ödüllendirilmelidirler. Ali Taşyapan, 12 Eylülde hapis­ hanede ama örgütlü bir devrimci de­ ğil; örgütsüz olmanın kendisim özgürleştirdiğini, insanlaştırdığını söy­ lüyor, aynen bunlan anlatıyor: "An­ nemin ölüm haberi beni çok etkiledi. Açık konuşayım babamı annemden çok severdim. Yazdıklarımdan zaten bu anlaşılıyor. Babamın ölümünü dışardayken duydum. O zamanki ruh halim farklıydı. Oldukça katılık için­ deydim. Ölüm bir doğa yasasıdır, herkes için geçerlidir, üzülünecek nesi var! üzülünecek birileri varsa o da, kurşunlanan, asılan devrimciler­ di. Babam zaten yaşadığı kadar ya­ şamış. Benim için üzüldüyse problem kendisinin, üzülmeyeydi. Bu katılı­ ğım annemin kalbine bıçak gibi sap­ lanmıştı. Annemin ölüm haberini 30

duyduğumda içinde bulunduğum koşullar ve ruh halim farklıy­ dı. Koşullar drama­ tik. Cezaevindeyim ve açlık grevindeyim, örgütsel bağım yok, köprülerin altından epey sular akmış, eski katı ruh halinin yeri­ ni duygusallık almış. Aslında eskiden de duygusallık vardı. Ama bastırılmıştı. Şimdi ise serbestlik vardır, mübarek co­ şup duruyor..." (KAPAKKAYA İLE BİRLİKTE; Ali Taüyapan; S: 124; BEL­ GE YAYINLARI) Örgütten koptuktan sonra duygularına ve özgürlüğüne kavuştu­ ğunu söyleyen Ta­ şyapan, okuyucuya sık sık bu önerilerde bulunuyor haddini aşarak, dili geç­ miş zaman kipiyle İBRAHİM KAYPAKKAYA'ya da benzer önerme­ lerde bulunuyor. Yazar, İbrahim Kaypakkaya'yı da kitabın 397-400. sayfalarında anlatırken iyi, hoş, akıl­ lı, bilgili, önder fakat katı ve sekter olarak da nitelendiriyor, özellikle ka­ tı sınıfçılık ve ilkelerin tavizsiz savunulması onun karşı olduğu yönler. Yani tipik liberal havalar. Bu liberal arkadaş İbrahimli yıların tersine o günlere ilişkin değerlendirmelerinde bir zamanlar "sosyal faşist" dediği Sıtkı Coşkun, Veysi Sansözenler'e ilişkin hiçbir değerlendirme yapmaz­ ken onları tasfiye eden devrimcilere sol sekter diyebiliyor. (Bakınız 431. sayfa) "Devrimciliği" aşmış bu arka­ daşın kitap boyu yaptığı siyasi ve ta­ rihsel değerlendirmelere insan katıl­ madan edemiyor ama gülmekten ka­ tılıyor. Nasıl mı? Şöyle: "Bazı solcu örgütlerimizin iddia ettiği gibi ege­ men sınıf öyle düğün bayramla aske­ ri aracı davet etmiyor. Bunu ben de­ ğil egemenler söylüyor. Öyle sahte­ karlıktan demokrasi hayranı geçin­

mek için değil, bu konudaki sıkıntıla­ rını çok net ortaya koyarak düüünce beyan ediyorlar" (A. TAŞYAPAN; KAYPAKKAYA İLE BİRLİKTE Belge Yayınlan; S.470) Sivil toplumcu, barışçı, demok­ ratlar da aynı şeyi söylemiyorlar mı. Alatonlar, Sabancılar aslında ne ka­ dar barış sever, demokratlar; ne ge­ rek var katı sınıfçılığa? Yazarımızın bu konuda da fikri var. Bakın ne di­ yor: "Ben şahsen ülkenin bir numa­ ralı patronu Vehbi Koç'un Faşizan eğilimli olduğunu sanmıyorum...." (Aynı eserden S:471) Anlıyacağınız bu dünyada devrimciler olmasalar faüizm de olmazdı! Örnekleri çoğaltmak mümkün, 642 sayfalık bu kitabın satırları dev­ rimcilere, onun ustalarına, örgütlü­ lüklerine küfürle dolu. Ve biz de bu küfür kitabından İBRAHİM KAYPAKAYA gibi tarihimize adı altın harflerle yazılmış bir devrimciyi öğ­ renmeye kalkarsak yanılırız. Eğer İbrahim'i öğrenmek istiyorsak onun biyografisini ve Bütün Yazılarını ön­ celikle okumalıyız. Kapaklarına baktığınızda birşey zannedeceğiniz iki imaj ve küfür ki­ tabını ele aldık. Kuşkusuz bu tip ki­ taplar piyasada furya halinde. Yazar­ larının bazıları da "marksist kadro" olarak ortada dolaşmakta, devrimci­ lerin yanlış yaptığım, önlerinin tı­ kandığını söylemekteler. Oysa Marksist kadroyu kadro yapan en­ gelleri ve tıkanıkları aşması, devrim­ ci mücadelenin ihtiyacına cevap ve­ ren pratiğidir, sorunlar karşısında ağ­ layıp, sağa-sola küfür savurması de­ ğildir. Devrimciler bu kakafonik ortam­ da her zamankinden çok bilimsel sosyalizmin ışığında tarihi öğren­ mekle yükümlüdürler. Çünkü, sa­ vunduğumuzu söylediğimiz değerle­ rin altım doldurmaz isek, kendimiz­ de derinleştirmezsek, çok yönlü sal­ dırılar karşısında yukarıda adı geçen olumsuz tiplerden biri olur çıkarız. Onun için bunlara fazla gülmeyin, sizin de başınıza gelir soma. •


TANITIM ayşe gülen halk sahnesi

bir destandı sahneye taşıdığımız "Düşenler,

kişilikleri ve yapıp ettikleri hatırlandıkça yaşayacaklar. Onların ölümsüzlükleri, haki­ katin kendisidir... Adalet uğruna şe­ hit düşenler ölümsüzlüğe erdiler." 1400'lü yıllar... Bedreddin Yiğit­ leri, Osmanlı'nın karşısındalar. Bayezid, korkusunu saldığı dehşetle gizliyor. Bayezid Paşa, Osmanoğlu'nun tüm askerini getiriyor üs­ lerine... Bedreddin Yiğitleri inançlarıyla, çıplak ayakla­ rıyla çıkıyorlar karşısına ve başlı­ yorlar vuruşmaya; öleceklerini bile bi­ le direnmeye devam ediyor yiğitler ve düşledikleri bir yaşam için veriyorlar yirmi bin can... Börklüce sesleniyor Bayezid Paşaya: "Bre Bayezid paşa! Eğir bizim düzenimiz yan­ lış olsaydı, nice utanmaz sömürücü varsa, bizi yok et­ meye çalışır mıydı? Eğer bi­ zim inancımız insanları mutluluğa kavuşturmasaydı, sizin gibi yaratık­ lar buna düşman olur muydu? Bunca tanık varken sen benden inancımı in­ kar etmemi istersin öyle mi? İşte ca­ nım işte siz... Dilediğince harcayabi­ lirsiniz"

Ve 96'lı yıllar... Bedreddin Yi­ ğitleri, karanlığı Ölüm Orucu'yla yırtarak geliyorlar. Ve yine Osman­ lı'nın karşısındalar. Ve yine inançla­ rını inkar etmelerini istiyor düşman. Tüm güçleriyle saldırıyor devlet. Bu sefer daha güçlü; askeriyle tan­ kıyla... Ve Bedreddin Yiğitleri, ak

libaslı bedenlerini ya­ tırıyorlar ölüme... Uzun bir aradan sonra ilk defa bir sahne oyunumuzu beğeninize sun­ duk. Bütün halkın gözlerini bir anda hapishanelere çeviren, tüm dünyada çalkıntılarla ses bulan ve 12 insanı­ mızın ölümüyle zafere dönüşen "Ölüm Orucu"nu anlattık.

"Ölüm Orucu"... İsmiyle dahi in­ sanda ürperti yaratan bir kelime. Ve yüzlerce insanın inançları için ölme kararlılığını dile getiren, "Yeni İnsan"ı yaratan bir direniş, savaş... 12 Eylül döneminin suskunlu­ ğu ve karardığı içinde hapisharilerden umut ışığı olan, 1996'da ise büyük bir direnişi ve zaferi ör­ gütleyen eylem biçi­ mi... Ve biz ürerim gü­ cümüzü, tarihimizin ve halkımızın derin­ liklerinden gelen di­ reniş geleneğini her dakika, her sa­ at feda edilen be­ denlerle biraz daha büyütülen bu tohumdan aklık. Oyunu yaz­ maya başla­ dığımızda, içine düştüğümüz sıkıntı­ yı anlatmak gerçekten çok zor. Nasıl bir oyun? Bu soru, sıkıntılarımızın temelini oluşturuyor fakat, aynı za­ manda yeni ve kolektif bir tartışma, ürerim aşamasına götürüyordu. Bu aşamada imdadımıza koşan "Direniş Ölüm ve Yaşam-2" kitabı oldu. Kitapta, 69 gün an an anlatıl­ mış. Ölüm, acı, coşku, sevinç... Ses­ sizce, acılarla ağır ağır yaklaşan ölüm... Bu sefer ansızın yakalayama­ yacak onları; çünkü davetliydi gittiği 31


yere. Ölüm Orucu gönüllüleri, büyük bir kıvançla ve zafere olan tutkularıyla çağırmıştılar ölümü... Ve mil­ yonlarca insanın gözyaşları arasında kucaklıyorlardı ölümü umut veren gülüşleriyle. Bu gülüşler, bir tebes­ süm olup oturdu Anadolu insanının yüzüne. Bir tebessümün sıcaklığında yoğruluyordu Anadolu insanının gerçek kimliği.. Kitabı okurken, işte bu duygularla bir kez daha Ölüm Orucunu yaşamaya başlamıştık... Diğer bir yardımı ise hapishane­ lerdeki özgür tutsaklarımızdan aldık. Ölüm Orucu'nun canlı tanıklarıydı onlar, duygularım kim daha iyi ifade edebilirdi ki? Onlar, yoldaşlarına olan sevgilerini, ayrılmanın acısını ve zaferin en güzelini bize gönder­ dikleri oyun metinlerine sığdırmışlardı. Oyunumuzu bu zor, sıkıntılı, ama bir o kadar da güzel bir çalışma ortamı içinde çıkarabilmeyi başar­ dık. Oyunuzun ismini ise "Karanlığı Yırtanlar-Bedretin Yiğitleri" koy­ duk. Karardığı Yırtanlar; Evet, onlar halkın üstüne" öbeklenen karanlığı,

32

hapishanelerden fış­ kıran bir ışıkla, Ölüm Orucu'yla yır­ tanlardı. Ve kökleri tarihimizden gelen bir ses; "İşte bizden istediğiniz. Ve dahi bizim vermeyi kesinlediğimiz... Karara varırsanız, canımız yolunuza kurban­ dır..." diyen Bedreddin Yiğitleri'rin bu güne ulaşan sesiydi onlar. Ve Bedreddin yiğitleri yeniden ses­ leniyordu "Biz dev­ rimciyiz ve bugün, Ölüm Orucu direni­ şimizin 52. günü...". Oyunumuzun çıkma­ sıyla birlikte, hepi­ mizin sabırsızlıkla beklediği bölüme "rol paylaşımı''na gelmiştik. Heyecanı­ mız, başrol oyuncusu olup olmama nokta­ sında değildi, herkes şehitlerimizin canlandırıldığı bölümde bir rol al­ mak istiyor, aynı zamanda alacağı rolü layıkıyla yerine getirip getire­ meyeceği ile ilgili karamsar düşün­ celere dalıyordu. Oyunumuzda genel olarak 12 şehidimizi de anmamıza karşılık, bizim için simgeleşen İdil ve Berdan için ayrı bölümler yaptık. Bunun nedenleri üstündeki tartışma­ larımızda, hepimizin isteği, 12 şehi­ dimizi ayrı bölümlerde ele alabil­ mekti. Ama gerek teknik olanaklar, gerekse süre olarak-bunu yapabile­ cek gücümüz olmadığı açıktı. Bunun üzerine İdil ve Berdan bölümlerinin, sadece kişileri değil, tüm şehitlerimi­ zi ve direnişi kapsayacağını düşün­ erek olmasına karar verdik. Oyunumuz 2 perdeden oluşuyor. İlk perdede Ölüm Orucu'nun sebep­ lerini ve o günlerin soluğunu verme­ ye çalıştık. İlk bölümünde oynanan Hücre-Bakan bölümünde, devletin her zaman başka kılıflar uydurarak tutsaklar üstünde oynadığı hücre tipi uygulamasını; onları onlar gibi can-

landırarak, ama daha açık bir şekilde. oynayarak verdik. İkinci bölümünde belli bir politik görüşü olmayan ama halkın içinde yaşayan ve insani bir dostlukları olan iki inşaat işçisinin, yapmakta oldukları hücrelere karşıtutumlarını ve en insani tepkilerini canlandırdık. Son bölümde ise, Ölüm Orucu'nun bütün ihtişamıyla yaşandığı görkemli bant takma töre­ nini, gölge oyunuyla yaşayarak ve gözyaşlarımızı tutamayarak oynadık. İkinci perdede; yaratılan, ileriye taşınan geleneği ve direnişi vermeye çalıştık. İlk bölümünde, Anadolu ka­ dınının gerçek kimliğini, sokaklarda coplanarak, sürüklenerek, gözaltına alınarak, bedeller ödeyerek, gösteren analarımızdan birini Ölüm Orucu şe­ hitlerinden aldığı mektupla saklana­ maz olan duygularım öfkesini ver­ meye çalıştık. İkinci bölümünde daha önce Ay­ şe Gülen Halk Sahnesi'nde oynayan. bir devrimci sanatçıyı, "İdil"i sahne­ ledik. Çoğumuzun göremediği ama tanıdığı "İdil' imizi beyazlar içine sarmıştık. Beyaz, temizliği ve saflığı ifade ediyordu. İdil'in üstünde ise saflık onura, temizlik namusa dönüş­ müş bir gelinlik olmuştu. Son bölü­ münde ise Bedreddinleşen Berdan'ı oynadık. Berdan, "Ne ki dedik ne ki ettik; tümü doğrudur gerçektir..." di­ yen Bedreddin'in sözlerini, şimdi bir kez daha dosta düşmana haykırıyor­ du; "...bu insanlık ailesinin önü çok açık, bunu biliyoruz, buna inanıyo­ ruz; biz başarırız." Berdan'ın haykı­ rışı çığlık olup döndü Bedreddin'e. Berdan Bedreddin'de, Bedreddin Berdan'daydı artık. Onlar yine gelecek... Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıp­ lak gelecek yine. O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün so­ luğu gibi... Yine gelecek... Sözü, bakışı, so­ luğu bizim aramızdan çıkıp gelecek. 12 Bedreddin yiğidini oyunları­ mızla ülkenin dört bir yanma götüre­ cek ve onları daima yaşatacağız... •


OYUN ayşe gülen halk sahnesi

Karanlığı Yırtanlar: BEDREDDİN YİĞİTLERİ (Berdan

Bölümü)

(perde açıldığında Berdan, yatağında yatmaktadır. Başında bir yoldaşı, kitap okumaktadır. Berdan sayıklamaya başlar.) Berdan: Toprak adamları, toprağı fethe gideceğiz. Ve biz milletlerin ve mezheplerin kanunları­ nı iptal edeceğiz. Yoldaşı: Berdan! Berdan! İyi misin? Kendinde misin Berdan? Ne dediğini anlamadım. Berdan: İyiyim, iyiyim. Sayıkladım galiba. Yoldaşı: Evet sayıklıyordun. Rüya mı görüyordun? Berdan: Evet. Ne söylüyordum, anlıyabildin mi? Yoldaşı: Vallahi, tam anlayamadım ama toprak diyordun, fethetmek diyordun, kanun diyordun. (gülümseyerek) Gene ne rüya görüyordun? Berdan: (O da gülümser) Kimi gördüm, bil bakalım? Yoldaşı: Eee, doğrusu... Sayıklarken söylediğin sözler hiç yabancı değil. Daha önce duymuş­ tum. Bir kitapta da okumuş olabilirim ama hatırlayamadım. Berdan: Ak sakallı bir ihtiyar gördüm. Yoldaşı: (gülerek) Yoksa ermiş mi gördün? Asasını sana doğru sallayıp "ey fani" deyip sana bilgece sözler mi söyledi? Demek ak sakallı ihtiyar ha! Berdan: (gülerek) Evet ak sakallı ihtiyar ama ermiş değil, Bedreddin'di O. Köylüleri isyana çağı­ rıyordu. Yoldaşı: Gerçekten? Şeyh Bedreddin ha? (gülerek) Buna hiç şaşırmadım Berdan. Bir ara nere­ deyse özdeşleşmiştin onunla. Hatırlıyor musun, geçen sene Bedreddin oyununu hazırlarken onunla yatıp onunla kalkıyordun. Çok da güzel bir oyun olmuştu. Sahi Berdan, o oyundan bir bö­ lüm okusana. Okuyabilir misin? Berdan: Rüyamda tarladaydı Bedreddin. Yanında köylüler vardı, etrafına toplanmışlardı. Ama oyundan sözleri hatırlamam biraz zor olacak. Yoldaşı: İstersen o kadar zorlama kendini Berdan. Fazla yorma kendini. Berdan: (bir sûre bekler, müzik başlar) 1400'lü yıllar...İznik Gölü durgundur, karanlıktır, derindir. Dağların içindedir, bir kuyu su gibi.Burada göller dumanlıdır. Balıkların eti yavan olur. Sazlıklar­ dan sıtma gelir. Ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik Gölü'dür. Gölün yanındaki İznik Kasabası'nda kırık bir yürek gibidir, demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa benzer kadınların memeleri ve delikanlılar türkü söylemez. İznik kasabasında, esnaf mahallesin­ de bir ev, bu evde bir ihtiyar vardır. Bedreddin adında. Boyu küçük, sakalı büyük, sakalı ak ve sarı parmakları saz gibi Bedreddin. Ak bir koyun postunun üzerine oturmuş, "Varidat"ı yazıyor.

33


(berdan bu sözleri söylerken ışıklar yavaşça kararır. Berdan yataktan çıkar, altında Bedreddin kıyafeti vardır. Bir sakal ve sarık giyerek sahnenin ortasına gelmiştir. İlk başta kesik kesik konuşan Berdan, giderek ses tonu­ nu da değiştirir ve Bedreddin'in sesiyle konuşmaya başlar. Bedreddin'in etrafına bir güneş gibi uzanmıştır müridleri. Işıklar yanar. Bedreddin: Bir ateş ki kalbimin içindedir. Tutuşmuştur günden güne artıyor. Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna, eriyecek yüreğim. Ben gayri zuhur ve huruc edeceğim. Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. Ve kuvvet-i ilmi, sırr-ı tevhiti gerçeklendirip, biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz. (diğer oyuncular kalkar ve ortaya gelip çalışmaya başlar.) Bedreddin: Güç ve dahi el birliği, nice iş çıkarmakta bir yerleştirin kafanıza. Eskiden her har­ mandan gelirdi yanık türküler. Şimdi tümümüz üç harmanda toplanmışız. Tüm Yeniköy burada. Ve dahi türkülerimiz değişik Bir kıvanç var içimizde. Bir sevincin tomurcuklandığını, giderek açtı­ ğını, geliştiğini görüyoruz. Neden? Çünkü bu topraklar, bu ürünler, bu ürünlerin sağlıyacakları, yarın, yarının mutluluğu, karındaş olmanın onurlandırıcı keyfi. Hepsi bizim, hepsi. Ve dahi egeme­ ne verdiğimiz paylar da bizim. Bizim olanda salt siz ve biz varız demektir. Öyleyse nice doğrudur bellettikleri? Hiç aklımızdan geçmekte miydi? Bu topraklar bizim... Nice olur ki, biri sahiplenip bize de, toprağa da efendilik ede? Nice bir haksızlıktır bu? Ve dahi insan olmak, haksızlığın kar­ şısına dikilmeyi gerektirmektedir. Aklımıza gelmezdi, gelemezdi. Neden derseniz, bir başımızaydık biz. Şimdi öyle mi? Bakın yörenize tüm Yeniköy burada... Derbentçisi, menzilcisi, ormancısıyla tümünün palaları bilenmiş, tümünün dişleri kenetli. Ve dahi güçlü olan biziz. Haksızlığı, sömü­ rüyü sezinlesek bile güçlenmenin gerektiğini bilmiyorduk biz. Sövüyor, söyleniyor ama katlanıyor­ duk sessizlikte. Şimdi öyle değil türkülerimiz dağlarda yankılanmakta, gücümüz harmanlarda. (bedreddin de çalışmaya başlar. Köylülerden biri türkü söyler, diğerleri de ona katılırlar.) Hep bir ağızdan türküler söyleyip Hep beraber sulardan çekmek ağı Demiri oya gibi işleyip hep beraber Hep beraber sürebilmek toprağı Bedreddin: Ve dahi bilmekteyiz ki, yeryüzünde bizden güçlüsü yoktur. Tüm Aydın Ovası, Bozdağlar'dan, Kaz Dağlanrı'na, deniz kıyısından Menderesler kaynağına biziz. Bitmez, tükenmez in­ san... Ve dahi her biri ne ettiğinin bilincinde. Hakkı için vuruşmaya kararlı. 1. Köylü: Kararlıyız Şeyhim! Köylüler: Kararlıyız Şeyhim! Bedreddin: Bir kez karara vardı mı kişi, korkuyu yitirdi demektir. Korkumuz kalmadı gayrı. Kimsede kalmayacak. Hele bu yılı bir geçirelim. Bir anlasın yöre insanları, direnmenin karşılığın­ da yaşamı kurtarmakta. 2. Köylü: (neşeyle) O zaman seyreyleyin şenliği. 3. Köylü: Seyreyleyin ki, beyler tası, tarağı topladıklarıyla seğirtip kaçmaktalar. Bedreddin: Ama kaçacakları bir yer kalmaz. Daha şimdiden bize özenen köyler var. Gelen ha­ berlerden bizimle, olmak istedikleri anlaşılmakta. Bir kez anlaşılırsa bizim yaptığımızın değeri, tüm köyler, bucaklar ve dahi kentler bize katılırlar. Her insan kendi kendisinin efendisi olacak demektir. Her çalışan kendi emeğinin karşılığını alacaktır. Öyle olanda kimse insanları sömürmeyecektir. Sömürmeyende ayrıcalıkların, rütbelerin, makamların da değeri yitecektir. Sen nasıl bir insansan, Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşoğulları ve dahi Osmanoğulları da öyle bir insandır. Birbirlerinden ayrıcalıkları, salt geliştirdikleri bilgileri, salt harcadıkları emekleriyle belir­ lendi mi, gelsin beylerim benimle bile ter döksün, emek versin. Benimle bile elde etsin toprağın ürettiğini, hünerin yarattığını. Ve tüm insanların düzeni olanda din ayrıcalıkları da anlamını yitire- . 34


çektir. Bizim düzenimiz bu işte... (tekrar çalışmaya başlarlar. Türkiye devam ederler.) Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek Yarin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber diyebilmek Savaşçı: Ovanın yüzüne uzandı sözcükler. Güneşin aydınlığında ışıldadı. Ve türkü Aydın Ovası'nda, bir dev ağzın gökyüzünde yankılanan güçlü, tatlı, okşayıcı nefesi halinde harman yerin­ den harman yerine, köylüklerden bucaklara doğru uzayıp gitti. Savaşçılar: Düştük dağlara dağlara... Aştık dağları dağları Savaşçı: Bedreddin Yiğitleri ufka baktılar. Bedreddin halifesi baktı. Baktı Köylü Mustafa. Bak­ tı korkmadan, kızmadan, ürkmeden. Baktı dimdik dosdoğru. Henüz ne kadar olmuştu ki şeyhlerinin elini öpeli, al atlarının kolanını sıkalı ve iznik kapısın­ dan dizlerinde çırılçıplak bir kılınç, heybelerinde el yazma bir kitapla yola çıkalı. Kitaplarının adı Varidat'tı. Bedreddin Yiğitleri kayalardan ufka baktılar. Git gide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla. Bu kayalardan bakanlar onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu da­ varları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar. Birden bire, kayalardan dökülür, gökten yağar, yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin Yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar. Dikişsiz ak libastı, baş açık, yalınayak ve yalın kılınçtılar. Mübalağa cenk olundu. Aydın'ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafı, on bin mürhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın, düşman ormanına on bin balta gibi daldı. (savaşçılar Bedreddin'in yanına gelirler) Bedreddin: Gelin şöyle yanıbaşıma. Savaşçılar: Başüstüne şeyhim. Bedreddin: Dinlenmişsinizdir umarım. Savaşçı: Buyruğunuz üzere dinlenmişiz şeyhim. Bedreddin: Uyku gerekliydi size. Savaşçılar: Sağolun şeyhim. Bedreddin: Anlatın. Savaşçı: Bunca savaşa girdim, çıktım şeyhim. Hani, yiğit yüreğinden ölüm korkusunu nice at­ mış olsa da, yine de savaşta bir ürküntü gelir çakılır. Oysa bu kez hiç öyle değiliz. İlk kez sava­ şa gireceklerimiz bile öylesine sağlam, öylesine heyecansızız. Bir akşam üstü gün, ormanların arasına kızıllığını tutuşturarak battı. Biz öyle sanmışız şeyhim. Meğer Bayezid, ordusuna buyruk vermiş, dağları indireceksiniz, ormanları tutuşturacaksınız, demiş. Ve dahi başlamışlar buyruğu­ nu uygulamaya. Biz güneşin batışı zannederken, yelle birlikte bir alev devi yetişip sıçramakta. Öyle bir gelmekte ki, insani, hayvanı, nice varlığı var ise tutuşup gitti orman. Kalan kaldı, ölenle­ ri yüreğimize gömdük. Savaşçı: Bayezid Paşa acımasızca yürümekte. Bir köye rastladı değil mi şeyhim. Hiç bakma­ makta, köy nedir, nicedir. Kadını çocuğu, yaşlısı bebesi bir bir kılıçtan geçirilmekte. İnsanların hayvanlardan daha vahşi olduğunu orda gördüm ben. Ve inandım ki, insan belli bir sömürünün kulu olanda köpekleşmekten öte sıradanlaşıyor. Savaşçı: Bunun hıncı biledi bizi şeyhim. Elimizdeki kılınçtan- daha keskin, daha bir güçlü ol­ duk. Toplandık biraraya. Torlak Kemal'le birleştik, öylesine hınçla beklemekteyiz. Hele bir geçsin ordu, hele bir geçidi aşsın Bayezid. 35


Savaşçı: Aştı... Ucunu gösterdi saldırdık biz. Öyle bir budamaya giriştik ki anlatılamaz. Biz vu­ ruyoruz, arkadan Torlak Şeyhimiz vuruyor. Ancak yeniçeri bitmek bilmiyor. Karşımızdaki ordu gibi de değil. Bayezid Paşa neredeyse Osmanoğlu'nun tüm askerini salmış. Biz topu topu yirmibin ki­ şiyiz, Osmanoğlu'nun üstümüze getirdiği ordu ise yüzelli bini aşmakta. Savaşçı: Getirsin... Bizim için önemli değil. Yine de öylesine kıvançlıyız. Neden derseniz, biz inandığımız bildiğimiz için vuruşmaktayız. Onlar bilinci yitirmek için. Ama bu vuruşma anında bile bir iyice doğradık Çelebi Mehmet'in ordusunu. Bu insanın demirle, bilincin hınçla vuruşmasıydı. Karşımızdaki ordu şaşalıyor. Hemen hemen bozulacak duruma geliyor. Her saldırımızda kırıyor, tüketiyoruz onları. Ama tükenmiyorlar ki. Savaşçı: Akşamüstü Börklüce Şeyhimiz buyruk verdi. Karaburun'a doğru çekilmeye başladık. Vuruşa vuruşa Karaburun'a geldiğimizde yeniden, sayıyor bizi şeyhimiz. Beş bin bizim yanımızda var. Arkamızdan gelen Torlak Şeyhmizin yanında ise ikibin kalmış. 0 zaman topluyor tümümüzü Börklüce Şeyh. Yöresinde bir çember olduğunda "Bakın karındaşlar!" diyor... Börklüce: Bakın karındaşlar! Görmektesiniz ki, Osmanoğlu bizden güçlü bu kez. Biz gücümü­ zün tümünü topladık, yine de başedememekteyiz. Siz varın gidin. Sadece bir savaşçı takımı bıra­ kın. Vuruşa vuruşa gerileriz biz. Deniz Kıyısında, kayalıklarda, dağlarda sinip orasından burasın­ dan bir iyice kemiririz bunları. Ama sizin yaşamanız gerek. Nice can kurtarırsak, onca yararlı olu­ ruz. Savaşçı: Bre şeyhim! Biz ki insan olmanın onurunu paylaştık seninle. Biz ki yaşamanın anla­ mını yudumladık bunca yıldır. Tam yerleşemedik belli, tam oturtamadık düzenimizi. Ama yine de insan emeğinin değerini, özgürlüğün anlamını, kardeşliğin temelini, barışın niteliğini gördük. Öl­ dük, öldürdük... Sevdik, inandık. Hakikat dedik, ortakça yaşam dedik... Bunları yitirdikten sonra ölümün sözü mü olur? Savaşçı: Siz nice bir öndersiniz ki, bize bunların tümünü öğrettikten sonra varın tutsak yaşa­ yın diyorsunuz. Kuşça can bunca değerli olsaydı, burada ne işimiz vardı? Elbet bizde sizinle kalı­ yoruz. Ve dahi ya yeniyoruz, ya ölüyoruz. Savaşçılar: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz! Börklüce: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz! Savaşçı: Ordu yeniden üzerimize atıldı. Çembere aldı bizi. Öyle bir direnme ki, bizden vurulan düşmüyor, yaralanan ağzını açıp ses vermiyor. Savaşçı: Hani şeyhim, tarlalarda ortak nice çalışmakta, nice türküler söyleyerek iş görmekteysek öyle. Ağızlarımızda ölüme meydan okuyan türküler. Bir kısmımız çemberi yarabildik. Ben dağa varıp baktım ki, Börklüce şeyhmiz yerde. Yeniçeriler üşüşmüşler başına, Bayezid en başta. Biz bir avuç kalmışız, onların yüzelli binden fazla ordusundan yirmi bin kişi ya kalmış ya kalma­ mış. Savaşçı: Savaş bitmişti. Dolanıp kente girdiler. Dede Sultan'ımızı önde götürdüler. Ben bir kı­ lık uydurup karıştım Karaburunlu'nun arasına. Dede Sultan'ım bacağından boynuna al kanlar içinde... Börklüce: Bre Bayezid Paşa! Eğer bizim düzenimiz yanlış olsaydı, nice utanmaz sömürücü var­ sa, bizi yok etmeye çalışır mıydı? Eğer bizim inancımız insanları mutluluğa kavuşturmasaydı, si­ zin gibi yaratıklar buna düşman olur muydu? Bunca tanık varken, sen benden inancımı inkar et­ memi istersin, öyle mi? İşte canım, işte siz... Dilediğinizce harcayabilirsiniz. Bayezid: Hemen çarmıha gerin şunu. Bakalım kuş kadar canı değerli mi, değil mi? Börklüce: Sağolasın bre koca köçek. Sen Romalı'sın ben İsa, sen Harun'sun ben Mansur. Çok sevindirdin beni. Yenikliğin acısını duyardık içimizde. Şimdi bir zalimin, son zulmünü göster­ mekten mutluyuz. Bayezid: (Kızgın) Tez davranın! (Cellad, Börklüce'yl alıp çarmıha bağlar. Bir elini çivilerken...) Börklüce: Bre cellad, sen nasıl bir insansın ki, bizi işkence için çarmıha gerdiklerini unutmak36


tasın. Çiviyi ağır ağır ca­ kasın ki, daha çok acı­ sın. . (Cellad elindeki çekici ve çivi­ yi atar. Bayezid'e doğru diz çöker) Cellad: Efendim, beni öl­ dürün ama bu görevi ba­ na vermeyin. Savaşçı: Börklücemiz da­ ha bir keyiflendi. Sanki çarmıha gerilen o değil. Sanki çivi avucunun orta­ sından geçip etlerini, si­ nirlerini parçalamamış da, sizin yanınızda semaha durmuş gibi. Coşkulu... tutkulu. (Bayezid, celladı ensesinden tutup savurur. Yerdeki çekiç ve çiviyi alarak Börklüce'nin yanına gelir.) Börklüce: Bre paşa, yetmedi mi cellatlığın ha? Şimdi de kendi ellerini kana bularsın. Bak sa­ na şunu diyeyim. Yoksul hakkını yitirmek için kim ki celladlığa soyunur, kim ki köpekliğini işler egemenin, bir gün dişleri dökülür, gözleri körelir, uyuzlaşır, kötüleşir. Neden dersen, insana in­ san gibi ölüm yaraşır; bizimki gibi. Köpeğeyse köpeğinki gibi. Hadi öteki elimi de sen çivile çar­ mıha. Ama ağır ağır ki, efendin Mehmed Çelebi'nin keyfi bir iyice kızışsın. Ve dahi senin de kuy­ ruğun keyifle sallansın. (Bayezid, hısımla çekiç ve çiviyi cellada fırlatır.) Bayezid: Çak bre çak! (Cellad, ağır ağır doğrulur. Çekiç ve çiviyi eline alır, Bayezid'e bakar ve sonra elindekileri bırakır. Bunun Özeri­ ne Bayezid, kuşağından palasını çıkarır, boynundan tutarak cellada diz çöktürür ve tam kılıcı boynuna vuracak­ ken.*..) Börklüce: Sen emir kulusun cellad başı. Nice buyrulmaktaysa öyle yap. Biz bağışlarız seni. Ve dahi senin gibi bir buyruk kulunun çabalamasından hiç acı duymayız, tasan olmasın. Neden der­ sen, Şeyhimiz Bedreddin'imiz buradadır. Yanıbaşımızda. Ve dahi senin incittiğin yeri, o okşaya­ rak iyileştirmektedir. O yüzden bildiğin, dilediğince gör işlevini. Savaşçı: Ellerinden, ayaklarından çivilediler çarmıha. Ve dahi ordu gezinmeye başladı. Baye­ zid gittiğimiz her yerde tüm dediklerini yalanlamasını istedi Börklüce'den. Yalanlar mı Börklüce'miz... (Burada Börklüce, söylediği sözleri Bedreddin'den alarak söyler.) Börklüce: Ne ki yaptık, ne ki dedik, tümü doğrudur, gerçektir. Hakikat Savaşçıları ölümsüzdür. Bizler inançlarımızla daima yaşayacağız. Savaşçı: Bir kolunu kopardılar Ayasluğ'da. Ortaklar'a doğru hareket ettik. Ardımızdan büyük 37


bir cenaze töreni düzenlemişler. Kolunu bir tabuta koymuşlar, ağıtlar yakmışlar, şaşkınlıkları coş­ kuya dönüşmüş. Ortaklar'a geldiğimizde diğer kolunu ve bir bacağını kesti Bayezid. Yakıp yıktı Ortaklar'ı, oradan Aydın'a geçildi. Orada da inkar etmesi istendi. Nice bir dayanıklılık ki, her yanından kan aktığı halde, bir türlü ölmemekte. Bayezit dayanamadı; Bayezid: Bre ölmeyecek misin? Börklüce: Ölür müyüz hiç? Biz ki insanlığın geleceği için çaba harcamışız. Ve dahi milyonların gönlüne girmeyi başarmışız. Hiç ölür müyüz? Savaşçı: Bu kez dayanamadı Bayezid. Palasını sıyırdığı gibi aldı başını Börklüce'nin. Ve dahi bir yağlığın içine koyup Çelebi Sultan Mehmed'e gönderdi. Savaşçı: Bedreddin gülümsedi. Baktı kemerden dışarı. Dışarıda güneş var. Yeşermiş avluda bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Aydınlandı gözlerinin içi Bedreddin'in... Bedreddin: Madem ki bu kerre mağlubuz Netsek, neylesek zaid. Gayri uzatman sözü Madem ki fetva bize aid Verin ki başak bağrına mührümüzü (bedreddin darağacına yürür, bayezid Paşa, bedreddin'in yanına gelir.) Bayezid: Ne o şeyhim, sararmışsın? Bedreddin: Güneş de batarken sararır. (Bedreddin ipi boynuna geçirir.) Hakikat Savaşı'nda ölenler ölmüş sayılmazlar. Hakikat Savaşçısı olmak ve bu savaşta şehit düşmekten daha onur­ lusu yoktur. Hakikat Savaşı'mızı gelecekte onurun, özverinin, kahramanlığın bayrağı haline getirenler de çıkacaktır. Bu bayrak halkların kurtuluş bayrağı olacaktır. Savaşçı: Yağmur çiseliyor. Serez'in esnaf Çarşısı'nda, bir bakırcı dükkanının karşısında Bed­ reddin bir ağaca asılı. Yağmur çiseliyor. Serez Çarşısı dilsiz, Serez Çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü var. Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Bedreddin'in asılı olduğu ağacın al­ tına geldiler. En genç olanı çıktı ağaca. Düğümü elleriyle açarak ve uyuyan oğlunu anasının kol­ larına bırakan bir baba şefkatiyle, Bedreddin'in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kollarına teslim etti. Bedreddin'in çıplak ölüsünü, çıplak atın üstüne koydular ve terk ettiler orayı. Bir daha da gören olmadı Bedreddin'i ama inandı köylü, inandı halk. Dediler ki; "Bir gün gelecek". O gelecek yine... Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıplak gelecek yine. O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Yine gelecek... Sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecek. (ışık söner bedreddin'i taşıyanlar bedreddin'i berdan'ın yatağına götürür ve bedreddin, berdan kimliğine girer. Başında yoldaşı beklemektedir. Işık yanar.) Yoldaşı: Berdan...Berdan... (Berdan ses vermez yoldaşı katfaltı düzgün bir şekilde hazırlar.lşıklar söner ve iki yoldaşı kataifaltın başında saygı duruşunda "bir mermi de benden aslanım' şiirini okur...) • 38


veli göktaş

ÇILGIN ŞEHİR:

savcı, hakim ve cellat: Medya Filmin Orjinal adı: MAD CITY Yönetmen: Costa Gavras Oyuncular: Dustin Hoffman, John Travolta, Alan Alda, Mia Kirshner, Robert Prosky, Blyte Danner Senaryo: Tom Matthews Müzik: Thomas Nevvman Dağıtımcı Şirket: Warner Bros.

G

azetede bir haber; "Ce­ zaevlerine' hakim deği­ liz", ya da "Cezaevle­ rinden şu kadar silah, şu kadar telefon çıktı". Akşam televizyonda haberleri izliyoruz "Ör­ gütler cezaevlerinden yönetiliyor" diye bir haberle karşılaşı­ yoruz. Politik olmayan bir insan bası­ nın yalan-yanlış şeyler söylemeyeceği düşüncesinde olduğu için bunlara ina­ nacak ve doğal olarak kafasında, hapis­ hanelere yapılacak her türlü 'müdaha­ le' meşrulaşacaktır. Hatta "helal ol­ sun" diyecektir, tutsakların kafaları-beyinleri demir çubuklarla parçalanırken. Hapishaneler konusu o kadar çok işle­ nir ki; politik bir insan, bunun bir saldı­ rı hazırlığı olduğunu anlar. Çünkü ege­ menler, yaptıkları haberlerle, yapacak­ ları saldırının halk tarafından tepki gör­ memesini, en azından halkın 'tarafsızlaşmasını' ister. Bunu yapabilmek için ise elinde çok büyük bir olanak vardır: MEDYA! Televizyonuyla, gazetesiyle neredeyse ulaşamadığı ev yoktur. İste­ diği şeyleri, istediği şekilde yorumlaya­ rak hatta elindeki delil ve belgeleri bile cımbızlama dediğimiz yöntemle istedi­ ği hale getirerek sunar ve insanları is­ tediği gibi yönlendirir. Basın, egemenlerin elinde güçlü bir silahtır. Gazi'de halk mı ayaklanmış; televizyonlar, gazeteler hemen barikat­ ların arkasındakiler için bir avuç terö­ rist ya da provakatör edebiyatı yapma­ ya başlar. İşçiler eylem mi yapmış; he­

men taşkınlık ve haksızlık edebiyatıyla polislerin onlara saldırmasının meşru­ luğu sağlanmaya çalışılır. "Mad City (Çılgın Şehir)"de, işte tüm bunların kısa bir anlatımıdır aslın­ da. Max Brackett (Dustin Hoffman), zeki bir haber spikeridir. Sam Baily (John Travolta) ise, evli ve iki çocuk sahibi, mütevazi birisidir. Hava kuv­ vetlerinde bir dönem bulunmuş ama kolejli olmadığı için oradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Beş yıl boyunca ise, kısa bir süre önce atıldığı Doğal Tarih Müzesi'nde güvenlik görevlisi olarak çalışmıştır. Mas, daha önce büyük bir televiz­ yon kanalında oldukça iyi bir görevde­ dir. İşinin uzmanıdır ancak, bir uçak kazasından sonra yaptığı bir haberden dolayı bütün kariyerini kaybeder ve ar­ kadaşı Kevin Hollander (Alan Alda) ile arası açıldığı için sürgüne gönderilir. Bulunduğu yerde, geldiğinden beri raitingleri artmıştır. Şimdi ise müzede, müzenin sahibi bayan Banks (Blyte Danner) ile röportaja gelmiştir. Kendi­ si içeride, yardımcısı Laurie (Mia Kirshner) kamerası ile aracın yatımda­ dır. İşten atıldığını ailesine söyleyemeyen Sam, çocuklarını ve karısını dü­ şündükçe iyice bunalıma girmiştir. Son çare olarak, Bayan Banks ile görüşmek için müzeye gelir. Patronun kendisi ile görüşmeyi kabul etmek istemeyeceğini düşünerek yanında silah da getirmiştir. Hatta biraz daha ileriye giderek bir çan­ ta da dinamit almıştır yanına. Düşün­

düğü gibi, Bayan Banks kendisi ile gö­ rüşmeyi kabul etmez. Oysa Sam'in is­ tediği, patronunun kendisine sadece beş dakika ayırmasıdır. Kendisini din­ letebilmek için silahım çıkartır ve mü­ zenin bütün kapı ve pencerelerini kapa­ tır. Tartışma biraz büyüyünce patronu­ nun gözünü korkutmak için bir el ateş eder. İşte o andan sonra geri dönüşü ol­ mayan bir adım atmış olur. Çünkü, yanlışlıkla cam kapının arkasındaki es­ ki arkadaşı olan müze bekçisini vur­ muştur. Arkadaşım vurmuş olmanın paniğiyle ne yapacağım bilmez halde­ dir. Bir ara televizyonu açar. Televiz­ yonda biraz önce vurduğu arkadaşım görür. Arkadaşı yaralı bir halde müze önünde durmaktadır ve televizyondaki ses içerideki gelişmeleri canlı olarak aktarmaktadır. Sam böylece içeride bi­ risinin olduğunu anlamıştır. Max'i bu­ lur; O'da artık Sam'in "rehinidir". Max, Sam'i konuşturur ve O'nun gerçekte böyle bir şey planlamadığım ve çok saf birisi olduğunu anlar. Max, Sam'a, bir kişiyi istemeden de olsa vur­ muş olması ve içeride bir çok çocuğu da rehin alması yüzünden, herkesin O'nu bir cani olarak gördüğünü anlatır. Bu durumu lehine çevirebileceğini ama kendisiyle televizyonda canlı yayında röportaj yapması gerektiğini ve her şe­ yi burada olduğu gibi anlatmasını ister. Bu arada müzenin etrafı polis, am­ bulans, çocukların aileleri, sayısız med­ ya ve alakalı-alakasız bir sürü insan ta­ rafından kuşatılmıştır. Bütün Amerika­ nın gözü, artık müzededir. 39


Sam, Max ile röportaj yapınca in­ sanlar onun hakkındaki düşüncelerini büyük oranda değiştirir. Artık Ameri­ kan Halkı'nın %59'u Sam'in tarafındadır. Çünkü o işinden atılmış ve çocuk­ larına bakmak zorunda olan bir aile ba­ basıdır. işin içine FBI da karışmıştır fakat, Sam röportajla halkın sempatisini ka­ zandığı için FBI şimdilik Sam'a birşey yapamamaktadır. Fakat Sam'i halkın gözünden düşürmek için de elinden ge­ leni yapmaktadır ve so­ nunda, bunun için Sam'in karısını kullanır. Karısı, televizyondan Sam'a çağrılarda bulu­ nur. Herkesi bırakıp tes­ lim olmasını ister. An­ cak Sam, işin bu kadar basit olmadığım biliyor­ dur. Sadece işine geri dönmek istemenin bede­ li bu kadar ağır olmama­ lıdır. Karısının, çağrıla­ rına polis megafonun­ dan devam etmesine iyi­ ce kızan Sam, havaya birkaç el ateş eder. Böylece hakkında oluşan bütün lehte düşünceleri bir anda yıkar. Max, herşeyi tekrar toparlamak zorunda ka­ lır. Bunun için yardımcısından Sam'in bütün akraba ve dostlarıyla röportaj yapmasını ister. Sam, bu arada içeride çocuklarla oynamaktadır. Onlara kızılderilileri an­ latır. Kızılderili şefinin maketini göste­ rir. Şeflerin de bir çeşit patron oldukla­ rım ama onların kendi halkım düşündü­ ğünü, şimdiki patronların -bayan Banks'ı göstererek- halkım düşünme­ diğini sadece kendilerini düşündükleri­ ni anlatır. Bu arada FBI, müzenin tava­ nında uygun bir yerde, kendileri için uygun bir an beklemektedir. Ve öyle bir fırsat ellerine geçtiği an silahlar ateşlenir. Sam bu saldırıdan kurtulmayı başarır. Kamuoyunun gündemini bu haber oluşturmaktadır. Dolayısıyla Max da bu haberin sahibi olarak oldukça prestij kazanmıştır. Eski iş arkadaşı Hollander, bundan yararlanmak ister ve mü­ zeye gelir. Sam ile canlı yayında röpor­ taj yapmak istemektedir. Max'tan bu

40

haberi kendisine vermesini ister. Karşı­ lığında Max, eski işine dönecektir. Hollander, Sam ile röportaj yap­ mak ister ama sadece kendi prestiji ve raitingi için ister ve Sam'a ne olacağı umrunda değildir. Hatta bunun için Sam, halkın gözünde bir cani, tehlikeli bir sapık olarak gösterilebilir. Max bu­ na karşı çıkar, haberi O'na vermez. Hollander bunun üzerine kendisi dışa­ rıda bir haber hazırlamaya başlar. Bu­ nun için Max'in yardımcısına yaptırdı­

ğı röportajları cımbızlar ve kendi iste­ diği şekle sokar. Sam artık tehlikeli bi­ risi, Max ise Sam ile tuhaf ilişkisi olan garip birisidir. Hollander, haberi canlı olarak bütün Amerika'ya yayınlar. Bu sırada Sam'in yanlışlıkla vurduğu mü­ ze bekçisi de ölünce, işler iyice sarpa sarar. Bu olayların üst üste gelmesi, hem Sam, hem de Max için her şeyin bitmesi anlamına gelir. Amerikan Halkı'nın nabzım, yap­ tırdığı anketlerle sürekli ölçen FBI için ise, harekete geçmenin tam sırasıdır. 'Teslim ol' çağrıları yapılır. Sam umut­ suzluk içindedir. Kendisi için her şeyin bittiğini düşünür. Kapıları açarak ço­ cuklara gitmelerini söyler. Çocuklar, Sam'a başarılar dileyerek oradan çıkar­ lar. Max ise, FBI'ın Sam'i sağ yakala­ mak istediğinden kuşkuludur. Dışarı çıkarak silahlarım bırakmalarını, Sam'in teslim olacağım söyler fakat, FBI, O'nu dinlemez, aradan çekilmesi­ ni ister. Sam ise, kendisi için "kurtulu­ şu" bulmuştur. Yanında getirdiği kilo­ larca dinamiti ateşler... Max yaralı olarak kurtulur ama bir gerçeği iyi bilmektedir. Bu gerçeği bü­

tün televizyon kameraları karşısında haykırır: "O'nu biz öldürdük". "Çılgın Şehir (Mad City)", politik bir film değil belki ama, günümüz medyasının geldiği durumu oldukça iyi yansıtıyor. Günümüz medyası da, y a n ı başında yaşanan birçok şeyi görmez­ den gelmiyor mu? Kaçınılmaz olarak göstermek zorunda kalırsa da, ya kuşa çeviriyor ya da çarpıtıyor. İşte tam da bu noktada, filmi CNN ve bazı medya kuruluşlarının sahibi olan Times Turner'ın finanse ettiğini dü­ şünürsek, konunun önemi daha bir ortaya çıkıyor. Böyle bir çarpıklığın, medyanın düştüğü duru­ mun, halkın gözünde inandırıcılıklarını yitirmiş olmalarının, kendileri de bilincinde olacaklar ki; olayı hemen kendi açıla­ rından ele almak gereksi­ nimi duymuşlar. Ne de olsa kendilerini kurtarmak zorundalar; "Olay, mün­ ferit bir durum". Hangimiz yaşadığımız gerçekleri olduğu gibi televizyonlarda ya da gaze­ telerde görebiliyoruz? C e v a b ı n genel olarak olumsuz olduğunu düşünüyo­ rum. Çünkü medyada, "Kim kimin eşi­ ni aldatmış?", "Kim nerede, ne kadar para harcamış?", "Kedilerle köpekler de artık iyi geçinmeye başlamış" vb. haberleri izlemek zorunda' kalmıyor muyuz? Onlardan arta kalan saatlerde ise, aynı içerikte magazin programlan, sözümona spor programlan ve emper­ yalizmin yoz ve ahlaksız filmlerini gö­ rüyoruz. Bu filmde dikkat çeken bir şey da­ ha var: Filmde, Amerika'daki devletin kolluk güçleri, birisini öldürmek için en azından halkın nabzına göre hareket ediyor. Gerçi bu, bir katliamı meşrulaş­ tırmak için medya eliyle hazırlanan göstermelik bir demokrasi oyunu olsa da... Peki, ya ülkemizde? Ülkemizde onlar, kesinlikle böyle bir şeyi düşün­ mezler hatta onlar, kendilerini meşru­ laştırmaya çalışan medyaya bile yeri gelir, düşman olur: "Çekme karde­ şim" . •


RÖPORTAJ

yasin ali türkeri

semir aslanyürek'le sinema üzerine...

senaryo kuramı ve

BUGÜNÜN SANATÇILARININ GÖREVİ DOĞAYI TAKLİT ETMEK DEĞİL ONU ÖZÜMSEMEK VE YENİDEN YARATMAKTIR! Senaryo kavramı üzerine yaz­ ma sebebinizi bu alanda ciddi üre­ timler olmadığı sebebine bağlaya­ bilir miyiz? Senaryo kuramını yazma sebebi aslında senaryonun henüz rayına oturmamış olması Türkiye' de. Ben yıllardır bunu dile getirmeye çalışı­ yorum ve gerçekten kanaatimce, se­ naryo anlaşılamadı. Yani nedir se­ naryo? Edebiyat mı? Sinema mı? Roman mı? Şiir mi? Nedir. Bunların arasında anlaşılmıyor. Yani herkes bir senaryo yazabiliyor. Her eli ka­ lem tutan yazsa o zaman herkes ya­ zar. Hepimiz şiir yazmışızdır. O hani insanın belirli bir yaşamda böyle bir romantikliği tutar. İşte bir kaç şiir yazar, tabi şiir diye tanımlamamız zor onları. Şimdi onun için ben bazı şeyleri koymaya çalıştım bu kitapta. Dikkat ederseniz bugün gerçek­ ten herkes senaryo yazabileceğini sanıyor. Belirli bir şablon var piya­ sada dolaşan, Türkiye'de daha doğ­ rusu onu gören, bunu bende yapabi­ lirim, bende yazabilirim gibi bir şey var. Yani hele sinemayı görmüşse fa­ lan fistan. Bu doğru değil, bu çok zor. Tabi film göstermek mi daha zor, senaryo yazmak mı? Hangisi daha zor diye bir saptama yapmak yanlış olur. Çünkü herşeyin kendine göre zorlukları var. O anlamda se­ naryoda kendine göre büyük bir sa­ bır isteyen, çok ince bir matematik,

insani bir matematik isteyen bir mes­ lek, bir ve insanda bir edebiyat türü diyelim. Sizce Türkiye'de yaratıcı, ülke gerçeklerini özümsemiş "gerçek­ ten" senaristler var mı? Maalesef yok. Sinemada, daha doğrusu Hollywood'da yerleşen bu tekno­ loji kültürü sinemanın anlatım di­ lini mezara gömüyor diyebilirmiyiz? Şimdi öyle dememiz ne kadar doğru ben onu bilmiyorum. Açıkçası böyle bir saptama yapmaktan çekmi­ yorum. Neden? Çünkü, şimdi sizin dediğiniz gibi olabilir, ancak bu ta­ mamen doğru değildir. Teknolojinin sinemayı geliştirdiği tarafları da var. Tabi yıkıcı olduğu tarafları da, ben özellikle hep şunu söylemişim. Teknoloji bedel ödetir. Yalnız şöyle bir şey de var. Teknoloji sinemayı geliştiriyor evet geliştirmesine fakat teknoloji tek başına bir sanat olmu­ yor. Bunun için insan beyni lazım. Yaratıcı insan dehası demek daha doğru olur belki. Böyle yani, insan düşüncesi olarak onu icra etmesi için teknoloji bir araçtır sadece. Son süreçte yerli filmlerin geli­ şim içinde olduğu şeklinde yaygın

bir görüş var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yerli filmler bir gelişim içerisin­ de bunu inkar edemiyoruz. Çünkü gerilemede bir ilerlemedir. Diyalek­ tiğin gereği bu. Fakat bizim sinema­ mız şöyle gelişiyor. Bir adım ileri iki adım geri. Ben daha önce Antrak'ta yazmıştım. "Sinemanın Sefaleti" di­ ye. Onu okudunuz mu, gördünüz mü bilmiyorum, ama çok da uyuyor ben­ ce bu Marksizm klasiklerinin yapıt­ ları altında yani o başlıklar altında sinemayı analiz etmek çokta hoşuma gitmişti bir ara. Bu yazının ikinci se­ risi bir adım ileri, iki adım geri ola­ caktı. Özellikle ben bunu anlatacak­ tım. Şimdi dönüşme var gibi gösteri­ liyor. Yani Mahzuni Şerif'in bir lafı var. "Bir gül getirmez yazı". Evet gerçekten çok dikkatli olmak lazım. Bu bir taraftan sevindirici tabi ama bunu bir gelişme saymak çok erken. Yani "Eşkıya" çok ses getirdi. Çok kasa yaptı filan ama film değildi bir defa. Yani biraz bir geri adım aslın­ da. Yani çok eksik bir şeydi. Yani sa­ nat değildi benim tabirimle. Benim anlayışıma göre bir düşünceden yok­ sundu. Sırf kasa düşünülerek yapıl­ mış. Sırf Hollywood yapımına özen­ tiyle yapılmış. Hatta bazen şöyle de­ mişim. Çoğu zaman da buna inanıyorum da. Oradan Şener Şen'i ve Uğur Yücel'i atın filmde bir şey kalmıyor. Bunların belirli bir izleyici 41


kitlesi var. Onlar izlediler yani. Kitabınız da bir kayıp öyküsü­ nü fondaki bir milli marşla öyüleyerek bir örnekleme yapmışsınız. Ülkemizde yaşanan bu gerçeklerin beyaz perdeye aktarılmayışının se­ beplerini siz neye bağlıyorsunuz. Heralde bunca senarist, yönetmen bu yaşananlardan bihaber ola­ mazlar değil mi? S. A- Şöyle söyleyelim. Bir ülkede bir milletvekili neyse sanatçı da öy­ ledir. Sanatçı neyse tuvaletçisi de, öğretmeni de öyledir, işçisi de öyle­ dir, memuru da öyledir. Yani biz he­ nüz gelişmemiş ve maalesef çocuklu­ ğunu yaşamamış bir ülkeyiz, bir mil­ letiz daha doğrusu. Yani ben neyi kastediyorum. Türkiye de yaşayan millet kelimesi belki tabiri caizse di­ yorum gerçekten öyle. Şimdi eskiden beri bizim sanatçılarımız, bizim se­ naristlerimiz sorunsalı işlememişler. Yılmaz Güney "Sorunsalı", "Sorun­ sal" olanı işleyecek gibi oldu. O da çok erken gitti. Benim kanaatimce Yılmaz Güney tam olgun döneminde gitti. Yani olgunluğa adım atar at­ maz. Ben onun 'Duvar' filmini göre­ li çok olmadı ve 'Duvar'da onun res­ men geliştiğini, ortaya başka bir Yıl­ maz Güney çıktığını gördüm. "Yol" da henüz yoktu. Henüz bu olgunluk yoktu. Yol hala benim için ödüllü ol­

42

masına rağmen ödüller benim için çok belirleyici değil. Ödülü ben vermiş bile olsam, ertesi gün ben acaba yanlış mı yaptım diye düşünebilirim. Ödül çok çok göreceli bir şey. Neye göre ne? Ve o zamanki psikoloji , o zamanki filmler kıyaslanıyor ve benzeri vs... Buna rağmen ben Duvar'ı çok daha ilginç gör­ düm. Duvar çok daha olgun bir film. Politik bir filmdi, şiirsel bir filmdi. Neden olgunluk dönemi diyo­ rum biliyor musunuz? Sinema­ ya en çok benzeyen filmiydi Yıl­ maz Güney'in. Şimdi gerçekten bizim sanatçılarımız bunu gör­ mediler, bunu işleyemediler, veyahutta işletmediler. Bakın sinema tarihinden bu yana, yani ilk filmin yapılışında ki çok komik oluyor ilk filmin yapılışı. Fuat Uzkınay'ın "Bir Rus Abidesinin Yıkılışı." O film de­ ğildi tabi, o belgesel de değildi. O, bir elaman gitmiş bir kulenin yıkılışı­ nı izlemiş. Onun film yapmak gibi bir amacı yoktu. Onun için film sayılma­ malı. Ben itiraz ediyorum film olma­ sı için insanların film yapmak ama­ cıyla ortaya çıkmış olması gerekiyor. Bunu gerçekten ayırmak lazım.

Şimdi ilkel sanatçı da böyle resme­ der diyorum. Fakat günümüzün sa­ natçısı çocuk gibi resim yapmaya özenen bir çok sanatçı var. Çok önemli bir şey. Burada başka bir şey vurgulanıyor. Saflık değil bu. Objek­ tif olma. Naif ve objektif olma. Picasso'nun bir lafı var çok meşhur "Eskiden çocukluğumda Sezar gibi resim yapardım. Şimdi çocuk gibi re­ sim yapmaya çalışıyorum beceremiyorum" diyor. Bu sözün arkasında çok büyük bir anlam var. Bazıları bunu yapmaya çalışıyorlar ama tabi sinemada yapılmıyor bu başka sa­ natları kastediyorum. Şimdi bugü­ nün sanatçılarının görevi doğayı taklit etmek değil, onu özümsemek ve yeniden yaratmaktır. O'nu bir dü­ şünceye bürümek, yönlendirmek. Başka türlü olamaz. Günümüzün sa­ natçısı artık o layık sanatçı değil. Gününün sorunlarını bilen, gününün felsefesiyle yoğrulmuş, gününün bi­ linciyle, teknolojisiyle modern bir in­ san. Bütün bunların yanısıra sanatçı.

Kitabınız, sinema dili üzerine düşüncelerinizi en başlardan ele alarak ele almış. Böylesi bir yakla­ şımın özel bir sebebi var mı?

Siz Mimar Sinan Üniversitesi STV bölümü öğretim üyesisiniz. Ve bu yıl YÖK bu bölümü ÖYS kapsamına dahil etti. Yani artık si­ nema üzerine yetenek ve bilgiden öte, iyi bir tarih ve coğrafya ezber­ ciliği sinemacı olmak için yeter de­ niliyor. Bu yıl bir kaos yaşanır mı? Hem eğitimciler, hem öğrenciler açısından.

Yani yarım yamalak yapılıyor bu işler. Dışarıda oldu diye burada ol­ du. Biz hep taklit ettik. Biz çocukça sanat yapmıyoruz. Yapıyoruz diye­ cektim onu da söylemek zor biraz. Çünkü niye çocukca, çocuk taklit eder anlıyor musunuz. Ama çocuklu­ ğun taklidi ilkel sanatçının yaptığı işe benzer. İlkel toplumlardaki sa­ natçıya benzer. Çocuk öyle resim ya­ par, öyle sanat yapar. Taklit ederek; çok objektiftir. Bir evi resmederek evin duvarının içinden lambanın yandığını görürüz. Bir de televizyon seyreden adamı da görürsünüz. Bu çok objektif. Oysa dışarıda görün­ mez o yapılanlar. Oysa taklit eder.

H.Z. Muhammed söylemiş "Her kötünün iyi bir tarafı vardır." Şimdi bakın bu gerçekten böyle. Bu gerçek­ ten çok kötü yapıldı, bu resmen kötü­ lük. Bunu böyle kabul etmek müm­ kün değil ama bununda mutlaka iyi bir tarafı olacak. Doğruyu bulaca­ ğız. Doğruyu henüz bilmiyoruz. De­ neye deneye... Evet okullarda da böyle oluyor. Şimdi bir taraftan da öğrenciyi seçtiğimiz zaman çok mu iyi bir öğrenciyi seçiyoruz sanıyor­ sunuz. Hayır, neden? Çünkü seçtiği­ miz halde bize verilen imkan, seçme olanağı seçmekle seçmemek arasın­ da fazla bir şey bırakmıyor bize. Yani öğrencilere birşeyler yazdırıyor, ön-


ce testen geçiriyor, ezberleyen, kurs gören testi geçiyor. Ondan sonra birşey yazdırmaya kalkışıyorsunuz. Ne olduğu belli değil. Hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu ayıramı­ yorsunuz. Neden? Çünkü liseden çok kötü geliyor öğrenciler. Hiçbir yara­ tıcı yönleri yok. Kaldı ki mülakatta onun gerçekten yetenekli olup olma­ dığını anlayacağınız süre verilmiyor gerçekten. Beş dakikada insan ancak adını söyleyebiliyor. Zaten beş daki­ kada jürinin karşısına çıkma tedir­ ginliği gitmiyor, heyacan vb... Onun için mülakat çok uzun sürmeli. Gön­ ler sürmeli, yani çocuğun psikoloji­ sini çok iyi analiz edebilmemez la­ zım... Şimdi sanıyorum bunu değişti­ recekler, itirazlar sürüyor. Fakat bu­ nu değiştirebilmeleri için bizimde bazı şeyleri değiştirmemiz gereke­ cek. Yani "biz niye öğrenci seçmeli­ yiz" i çok iyi ortaya koymalıyız. Bunu daha önce ortaya koymamıştık açık­ çası. Bir de bir takım spekülasyonlar var. Dolaşıyor. Torpil, morpil. Ben öyle birşey olduğunu sanmıyorum. Açıkçası yani benim bildiğim kadar ama şöyle birşey olabilir. Ben bunu kötü görmüyorum. Şimdi bir çocuk geldi zayıf ama bu çocuk benim gö­ züme girdi. Neyleri gözüme girdi. Oturuşuyla, bakışıyla, gözleriyle vb... Ben bunu alabilmeliyim. Bu adam gelişime açık. Biz Sovyetler Birliği'nde eğitim gördüğümüz za­ man, hocalarla çoğu zaman konu­ şurduk. Bir de öğrenci seçildiği za­ man orda herhangi biri gelip dinle­ yebilirdi. Kenardan seyredebilirdi. Vilainçti Talankim diye bir yö­ netmen vardı. Atelye topluyordu. Bir Vietnam'lı çocuk geldi. Yani bu ada­ ma ne sordularsa, inanın bana abartmıyorum, bir kelime cevap ver­ medi, hiçbir şey söylemedi. On soru soruldu hiçbirine ne olumlu, ne olumsuz birşey söylemedi, cevap vermedi. Ondan sonra teşekür ederiz dediler. Adam dedi "aldınız mı beni?" -Bizler sonra açıklayacağız. -Hayır şimdi açıklayacaksınız. -Çıkın açıklayacağız. "Hayır çık­ mıyorum açıklayın. Şimdi bilmek is­

tiyorum" dedi. "Tabi almayacağız." dediler. "Hayır bana daha sorun." dedi. Baktılar çaresiz birkaç soru daha sordular yine cevap yok. Bu sefer de­ diler ki "lütfen çıkın!" "Hayır çıkmı­ yorum!" dedi. Ama kardeşim olmaz ki böyle. Oradaki görevlilere dedi-

Teknoloji sinemayı ge­ liştiriyor evet geliştirmesi' ne fakat teknoloji tek başına bir sanat olmuyor. Bu­ nun için insan beyni lazım. Yaratıcı insan dehası de­ mek daha doğru olur bel­ ki. ler, "lütfen bunu burdan çıkarın. Onunla uğraşamayız." Üç-döri kişi onu çıkaramadı. Ayaklarını dikleştirdi ve yere yattı adam. Sonra, "bı­ rakın şunu, gel!" dedi. "Bak biz sa­ na son bir soru soracağız. Eğer ce­ vap verirsen seni alacağız. Vermezsensen çıkıp gideceksin. Anlaştık mı?" "Tamam, anlaştık" dedi çocuk çaresiz. "Söyle" dedi "neden yönet­ men olmak istiyorsun?" Vietnamlı ofladı, pufladı şöyle tersten baktı. Talankime dedi ki, "sen niye yönet­ men oldun peki?" Talankim kahka­ hayla cevap verdi. Büyük bir kahka­ ha attı. 'Tamam" dedi "seni alıyo­ rum." Ve çok ilginç filmler yaptı. Adamın diploma projesi de Aziz Nesin'in bir uyarlaması; ilginçtir. Yani böyle birşey olabilmeli aslında. Buna karşı herhangi bir itiraz ya da yeni bir düzenleme yapılma­ sı yönünde okul idaresinin bir giri­ şimi olacak mı? Oldu. Ben on senedir bir prog­ ram öneriyorum. Umarım onu dikka­ te alırlar bundan sonra. Tabi bu uy­ gulamaya karşıyım. Bu yürümez böyle inanın. Ama okuldaki uygula­ malarda artık yenilenmeli, rayına

oturmalı. Bizim bütün arkadaşları­ mızın epey deneyleri oldu bu konu­ da. Tabi YÖK bunu böyle yapmadan önce gidip okullara bakıp, yani bun­ lar ne ile ders yapıyor diye bir sora­ bilmeli. Bir de her üniversitede bir sinema-televizyon açılacağına bir tek üniversite, yakutta enstitü, veya akademi neyse, olmalı. 'Sizin de kitabınızda geçen ve ülkemizde sıkı sıkı tartışılan bir düşünce suçu kavramı var. son sü­ reçte de ülkemizde yürütülen af tartışmasında düşünce suçluların da af isteniyor. Sizce tutsaklara özgürlük mü, yoksa düşünceye öz­ gürlük mü? Şimdi bakın gerçi Fazilet Partisi­ nin elemanları bunu söylüyor fakat bu doğru bir şey. Bir defa hiç kimse­ nin suç işlemiş birini affetmeye hak­ kı yoktur. Ben suç işlemişsem, top­ lum suçu işlemişsem, topluma karşı suç işlemişsem, onu gerçekten mağ­ dur ettiğim insanın beni affetmesi la­ zım. Onun için bütün mahkemeler yeniden yapılmalı, cürümler vb. ve bir katil zanlısının mağdur ailesi ge­ lip tamam biz bu adamı affediyoruz diyorlarsa; ki o bile kolay kolay affe­ dilmemeli. Yani kardeşim orda 400 milletve­ kili var. Çoğunluk neyse 276 millet­ vekili neyse 276 milletvekillinin hak­ kı yokki affetmeye şunu bunu. çünkü onlara karşı suç işlemediler ki. Ben iddia ediyorum. O milletvekillerine kendilerine karşıbiri suç işlemiş ol­ sun onlar bu kararda zorlayacaklar bu bir. Birde "Düşünce Suçluları" diyebir kavramdan söz ediyorsak ki ben düşünce suçlusu diye bir şey kab ul etmiyorum ısrarla kabul etmiyo­ rum. Çünkü düşünceyi ben suç kabul etmiyorum. O zaman düşünce suç­ lusu varsa bu ülkede o da devletin kendisidir. Evet düşünen insanı suç­ lu görmekle asıl suçu devlet işliyor. Onun affetmeye değil, affedilmeye ihtiyacı vardır. Teşekkür ederiz. •

43


HABER/YORUM

ANTAKYA BÜROMUZ, DÜZENLEDİĞİ PİKNİKTE HALKLA KAYNAŞTI Kültür Sanatta TAVIR Dergisi Antakya temsilciliği, 16 Ağustos 1998 tarihinde Hatay'ın Karaali beldesinde dayanışma pikniği düzenledi. Piknikte yapılan açılış konuşmasında, hayatın her alanında olduğu gibi, savaşı kültür cephesinde sürdüren TA­ VIR Dergisi tanıtıldı. Okunan şiirlerin ardından, Şems-ıl Cenubi (Güneyin Güneşi) müzik grubunun dinletisi pik­ niğe katılan insanları coşturdu. Türkülere eşlik eden anaların, piknikte kendi sesleriyle söyledikleri Arapça türküler, pikniğe katılanlara duy­ gu yüklü anlar yaşattı. Verilen yemek arasının ardından oynanan skeçler ve "Asker" adlı mizah oyunu herkesin beğenisini topladı. •

GELENEKSEL İDİL FUTBOL TURNUVASI BAŞLADI Birincisi geçtiğimiz yıl düzenlenen ve Gazi Halk Gücü'nün şampiyon olduğu; geleneksel olarak her yıl yapılması düşünülen İdil Futbol Turnuvası, bu yıl Nurtepe'de başladı. 10 takımın katıldığı turnuvada kura çekimlerinin ardından gruplar şöyle oluştu: A GRUBU: Armutlu Halk Gücü, Nurtepe Halk Meclisi, Güzeltepe Halk Gücü, Gazi Halk Gücü, Doğu Spor B GRUBU İdil Kültür Merkezi, Nurtepe Halk Gücü, Beyoğlu Çölemerik Spor, Alibeyköy Halk Gücü, Okmeydanı Halk Meclisi Tek devreli lig usülüne göre oynanacak maçlar sonunda A Grubu'nun birincisi ile B Grubu'nun ikincisi, B Grubu'nun birincisi ile A Grubu'nun ikincisi yan final karşılaşması yapacak. Bu maçların galibi de final maçı için karşı karşıya gelecek ve turnuvanın şampiyonu bu karşılaşmanın sonunda belli olacak. •

İLK UTANÇ BELGESİ 0XF0RD YAYINLARI'NIN... Bir, günlük gazeteden aktarıyoruz: "Oxford Yayıncılık, 'bandrol' adı verilen güvenlik holog­ ramlarını ilk alan yayınevi oldu. Bakanlığa başvurarak hologram talebinde bulunan Oxford Ya­ yıncılık, Bakanlık'ta düzenlenen törenle hologramları aldı. Tanesi 6 bin 500 liradan satılan ho­ logramlar için Oxford Yayıncılık, Kültür Bakanlığı'na 7 milyar 254 milyon 715 bin lirayı peşin ödedi." Dergimizin geçen sayısındaki "Kitaplara Bandrol Oyunu" adlı yazımızda, Kültür Bakanlığı'nın yere-göğe koyamadığı "bandrol"ün iç yüzünü sizlere anlatmıştık. "Bandrol" uygulaması aslolarak, hayatın pek çok alanında ortaya çıkan tekelleşme olgusu­ nu, yayıncılığa da hakim kılmayı amaçlıyor. Yayıncılık alanı, kitle iletişim araçları içerisinde tekelleşmeyen tek yer. Bu alandaki tekelleşmenin en büyük sonucu ise, devrimci-muhalif yayınev­ lerinin susturulması olacak. Böylesi astronomik rakamları ödeyemeyen yayınevleri, daha en baştan "kalbur altı"na düşecek. Kazayla bu rakamları karşılayabilenler ise, devletin sansür ku­ rumlarıyla karşılaşacak. Böylelikle, düzenle hiçbir alıp veremediği olmayan yayın tekellerinin bo­ rusu ötecek! Oxford Yayıncılık, bandrolleri, Bakanlık'ta düzenlenen törenle almış(!) Bize sorarsanız, tören az gelir, bu örnek yayıncılara madalya taksalar yeridir ve de her birinin alınlarından öpülmelidir(!) Bu durum karşısında, ağzı kulaklarına varan İstemihan Bey, "Hologram, yayınevleri açısın­ dan prestij meselesidir." buyurmuşlar. Sağolun, biz o prestijden almayalım! O şeref, Oxford Yayıncılık gibilerine aittir. Kültür Bakanlığı'nın yayın hayatına sokmaya çalıştığı bu sansür ve denetim politikasının ilk adımını Oxford Yayıncılık attı. Bu durum, yayıncılık adına bir utançtır ve bu utanç, Oxford Yayıncılık'ın boynunda hep asılı kalacaktır. • 44


BİR YAZAR DAHA OLDU SESSİZ: BEKİR YILDIZI YİTİRDİK... 7 Ağustos Cuma günü kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırılan Bekir Yıldız, 8 Ağustos Cumartesi günü, sabah 10:00 sıralarında hayata gözlerini yumdu. Bekir Yıldız, 1953 yılında Urfa'da doğdu. Babasının po­ lis olması nedeniyle çocukluk yılları, Van, Kastamonu, Urfa, Adana gibi bir çok şehirde geçti. İlkokuldan sonra Ada­ na Sanat Enstitüsü'ne girdi. Mersin ve İstanbul Sanat Ens­ titüleri'nde öğrenimini tamamladı. Bir yıl kadar değişik iş­ lerde çalıştı. Sonra İstanbul Matbaacılık okulunu bitirdi. Dizgi operatörlüğü yaptı. 1962 yılında Almanya'ya işçi ola­ rak gitti. Dönüşünde bir baskı makinası getirerek matbaacılığa başladı. Sonra dizgi makinası alarak Asya Matbaası'nı kurdu. Kendi de operatör olarak çalıştı. Bekir Yıldız, yazarın görevini: "insan sevgisi, yiğitlik, şefkat, namus duygularını coşturup, üretim araçlarının, sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin kavgasını vermektir" diye açıklarken, gerçekleri bütün çıplaklığı ve çarpıcılığı ile yansıtarak okuru silkeleyip amacına ulaşacağını düşünür: "Gerçekleri yoğurup dinamit haline getirmeye çalışırım. Okunduğunda bu dinamitin mutlaka patlamasını isterim oku­ yanın kafasında". O, yazılarında gereksiz süslemelerden ve dolaylı anlatımlardan kaçar, insan gerçeğine uygun yazılar yazmak ister. Herkesin, kitabım rahatlıkla okuyabilmesini ister: "Eğer öykülerim ilgi görmüşse, nedeni süte su katmamış olmamdır. Fazla laf etmekten, dolambaçlı ve yapışık bir anlatımdan kaçınmamdır." İlk öyküsü, 1951 yılında bir çocuk dergisinde çıktı. Almanya'daki gözlemlerini kitaplaştırdı. "Türkler Almanya'da", 1966'da yayınlandı. Çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Urfa ve çevresini konu alan öy­ küler yazdı. 1967'de "Reşo Ağa" ile adını duyurdu. Bekir Yıldız'ın yazılan Yeditepe, May, Halkın Dostları gibi dergilerde yayımlandı. 1968 yılında "Ka­ ra Vagon" adlı kitabıyla May Edebiyat ödülünü, "Darbe" adlı romanıyla 1990 Milliyet Yayınları Roman ödülünü almıştır. En çok okunan yazarlar arasında yer alan Bekir Yıldız'ın "Bedrana", "Halkalı Köle", "Kara Çarşaf­ lı Gelin" adlı öyküleri sinemaya uyarlanmıştır. Sanatçının yapıtları arasında Türkler Almanya'da, Reşo Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Harran, Beyaz Türkü, Alman Ekmeği, Dün­ yadan Bir Atlı Geçti, İnsan Posası, Demir Bebek, Halkalı Köle, Yaman Göç, Reform Masalı, Aile Savaş­ ları sayılabilir. Yazarın ayrıca Ölümsüz Kavak, Arılar Ordusu ve Şahinler vadisi isimli çocuk kitapları vardır. Anadolu roman geleneğinin bu büyük kalemini saygıyla anıyoruz. •

SABAHATTİN ALİ ÖYKÜ ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU Güre Belediyesi tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen ve Seçici Kurulu'nu Feridun Andaç, Talip Apaydın, Meh­ met Başaran, Osman Şahin ve Öner Yağcı'nm oluşturduğu "Sabahattin Ali Öykü Ödülleri", sahiplerini buldu. Seçici Kurul'un yaptığı değerlendirmeye göre "birincilik ödülü", Mehmet Güler'in "Arka Oda" ve Zeynep Aliye'nin "Raylardaki Merdivenler" adlı ödülleri arasında bölüştürülürken, "başarı ödülü", Özcan Karabulut'un "Baştan Sona Yalnızlık" ve Hakan Şenocak'm "Naj"adlı eserleri arasında paylaşıldı. Değerlendirmede ayrıca, Murat Bülent Tepebaşıh'nın "Kalıcı" adlı öyküsüne "özendirme ödülü" verildi. • 45


HABER/YORUM

BORATAV'IN ESERLERİ TÜRKİYE'YE GETİRİLİYOR! Uzun yıllar boyunca Halkbilimci Pertev Naili Boratav'a sürgün hayatı ya­ şatan siyasi iktidarlar, şimdi Boratav'ın 50 bin sayfayı aşan yazı ve bunun yanısıra ses kayıtlarım içeren halkbilim arşivini Türkiye'ye getiriyor. Ölmeden önce tüm eserlerini Tarih Vakfı'na bırakan Boratav'ın eserlerinin getirilmesi bunlar için yeni bir kütüphane düzenlemesinin oluşturulmasının toplam 750 bin dolara malolacağı açıklandı. Şimdi bu miktarın toplanması için yoğun bir şekilde sponsor aranıyor. Sponsor arayışına bir katkı(!) sunmayı amaçlayan Kültür Bakam da her bir eseri 7000 dolara satın alabileceklerini belirtiyor. İşin bu aşamasından itibaren zaten girişimin devlet nezdindeki samimiyetsizliği de kendini gösteriyor. Son zamanlann kültür kaharamanları holdingler ise gönüllü yardım yapmaya hazır olduklarını belirtiyorlar. Pertev Naili Boratav'ı sürgüne gönderen de, Halkbilim kürsüsünü kapatan da bugünkü düzenden farklı değildir. Bugün ardından methiyeler düzenler yıl­ lardır iktidar koltuğunu sırasıyla paylaşıyorlar. Ne olduysa birden Boratav'ın nasıl değerli bir kişilik olduğu akıllarına geliverdi. Bunun ilk etkeni de tabi ki Boratav'ın ölmüş olmasıydı. Bugünkü girişimleri devletin vicdani muhasebesi gibi görmek yanlıştır. Egemenler şimdi yeni bir pazar bulmuş ve bunu sömürmenin hesaplarını yapı­ yorlar, yine eserlerdeki, Boratav'ın kişiliğindeki ilerici yanlan boşaltmaya ve kendi çizgilerinde özdeşleştirmeye çalışıyorlar. •

GRUP GÜNIŞIĞI ELEMANINA GÖZALTI! Her Cumartesi İzmir Haklar ve Özgürlükler Platformu tarafından Konak Meydanında yapılan kayıplar için oturma eylemine 25 Temmuz'da polisler ta­ rafından saldın gerçekleştirildi. Polis, İzmir'de kaybedilen dört devrimcinin akibetini araştırmak için gelen Belçikalı heyetten iki kişiyi gözaltına aldı. bu arada heyete rehberlik eden Grup Günışığı elemanı Gökhan Güney'i de gözal­ tına alındı. Çalışmalarım izmir İdil Kültür Merkezi'nde sürdüren Grup Günışığı'nın gitaristi olan Gökhan Güney aynı gün serbest bırakılırken, Belçikalı heyette yeralan iki kişi sınırdışı edildi. Polisin bu keyfi gözaltısını İzmir İdil kültür Merkezi ve İstanbul İdil Kül­ tür Merkezi, Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, FOSEM, AGHS, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta Tavır Dergisi ve yaptıkları yazılı açıklamalarla protesto ettiler. •

HACI BEKTAŞ-1 VELİ ANMA TÖRENİ YAPILDI Geleneksel Hacı Bektaş-ı Veli Anma Törenleri'nin 35.si, Nevşehir'in Hacı Bektaş ilçesinde yapıldı. 15 Ağustos Cumartesi günü yapılan açılış törenlerinin ardından, çeşitli müzik grupları ve yerel sanatçılar müzik dinletileri verdi. Et­ kinlikler, Pir Sultan Abdal Derneği'nin hazırladığı "Sivas Katliamı" m anlatan slayt gösterisi ve söyleşilerle devam etti. Etkinlikler, semah gösterileri ve halk oyunlarının ardından 18 Ağustos Salı günü sona erdi. Anma törenlerinde der­ gimiz de açtığı bir standla yeraldı.. Geleneksel olarak yapılan Hacı Bektaş-ı Veli Törenleri'ne katılım, beledi­ yenin yaptığı çalışmaların yetersizliği dolayısıyla fazla olmadı. •

46

KISA KISA Grup Yorum 25 Temmuz 1998; Okmeydanı Sibel Yalçın Direni; Parkı'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri için düzenlenen anmaya katılarak bir dinleti verdi. 26 Temmuz 1998; idil Kültür Merkezi tarafından, '96 Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in mezarı başında düzenlenen anmaya katılarak "Mitralyöz" ve "Bize Ölüm Yok" türkülerini seslendirdi. 26 Temmuz 1998; Gazi Mahallesi'nde, '96 ölüm Orucu şehitleri için düzenlenen anmaya katılarak bir dinleti verdi. 26 Temmuz 1998; Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, '96 Ölüm Orucu şehitleri İçin düzenlenen anmaya katılarak bir dinleti verdi. 2 Ağustos 1998; TMMOB üyesi mühendislerin -düzenlediği motor gezisine katılarak bir dinleti verdi. 12 Ağustos 1998; Son albümü "Boran Fırtınası", dinleyicileriyle buluştu. 16 Ağustos 1998; Kadıköy Akyüz Kitabevi tarafından düzenlenen imza gününe katıldı. 22 Ağustos 1998; Izmit Fuarı'nda bir konser verdi. Konseri yaklaşık 2500 kişi izledi.

' Özgürlük Türküsü 16 Ağustos 1998; Zeytinburnu Halk Meclisi Girişimi tarafından düzenlenen pikniğe katıldı.


KISA KISA

Ayşe Gülen Halk Sahnesi 25 Temmuz 1998; Okmeydanı Sibel Yalçın Direni; Parkı'nda düzenlenen Ölüm Orucu şehitlerini anma programında "Karıncalar" adlı oyununu sahneledi. 26 Temmuz 1998; İdil Kültür Merkezi'nde, Ölüm Orucu direnişini konu alan "Karanlığı YırtanlarBedrettin Yiğitleri" adlı oyununu sahneledi. 26 Temmuz 1998; İdil Kültür Merkezi tarafından, '96 Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in mezarı başında düzenlenen anmaya katılarak bir şiir dinletisi sundu. 26 Temmuz 1998; Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, Ölüm Orucu şehitlerini anma programında, "Karanlığı Yırtanlar-Bedrettin Yiğitleri" adlı oyunundan bir bölüm sahneledi. 17 Ağustos 1998; Avcılar Pazarı'nda "Af Değil Özgürlük" isimli sokak oyununu sergilediler.

105.7 ÇEVRE RADYO'YA 90 GÜN KAPATMA CEZASI VERİLDİ. Emeğin, Özgürlüğün, Kardeş­ liğin Sesi 105.7 Çevre Radyo, 2 Temmuz 1998 tarihinde saat 15.00' da yayınladığı haber bülte­ ninde, bir habere konu olan tutuk­ lular için "Tutsaklar" ifadesi kul­ lanıldığı ve yayınlanan bir müzik parçasının sözlerinin " Toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk ettiği , toplumda nefret duy­ guları oluşturacak yayınlara imkan verdiği gerekçesiyle 90 gün kapatıldı. Gerekçe olarak Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun 3984 sayılı kanununun 4. maddesinin (g) bendi hükmünün ihlali olarak gös­ terilen kapatma cezası, 19 Ağustos 1998 Çarşamba günü saat 00.00 dan itibaren yürürlüğe girdi. Bilindiği gibi Emeğin, Özgürlüğün, Kardeşliğin Sesi 105.7 Çevre Radyo 15 Mayıs 1998 tarihinde yine aynı gerekçelerle 30 gün süre ile kapatılmıştı. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun açıklamasında" 3984 sayılı kanunun 4. maddesinin (g) fıkrasının tekrar ihlal edilmesi halin­ de 33. maddenin 2. fıkrası gereğince, ihlalin ağırlığına göre radyoya uygulanan kapatma cezası 1 yıla kadar uygulanacağı veya yayın iz­ ninin iptal edileceğini" duyurmuştur. Bu arada 95.1 Özgür Radyo da benzer gerekçelerle aynı tarihte yine üç ay kapatıldı. RTÜK'ün bu ceza yağmurundan diğer televizyon ve radyo kurumlarıda bolca nasibini aldı. •

Grup Günışığı 25 Temmuz 1998; '96 Ölüm Orucu şehidi Müjdat Yanat'ın mezarı başında gerçekleştirilen anmaya katılarak bir dinleti verdi. 26 Temmuz 1998; Denizli İHD'nin '96 Ölüm Orucu şehitleri anısına düzenlediği "Ölümü Yenenlerin Anısına" adlı geceye katıldı. 2 Ağustos 1998; Kuşadası'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri için düzenlenen bir pikniğe katıldı.

KARİKATÜRİST DOĞAN GÜZEL TUTUKLANDI. "Qırıx" adlı karikatür bandının çizerliğini yapan Doğan Güzel, 31 Temmuz 1998 Cuma günü Beyoğlunda "şüpheli" olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Üç gün süreyle Beyoğlu Merkez Karakolu'nda tutu­ lan Doğan Güzel, çizdiği karikatürlerin "Türkiye Cumhuriyeti Devle­ ti'nin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği" gerekçesiyle 3 Ağus­ tos 1998 tarihinde çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklandı. Devletin, kendine muhalif sanat yapan bütün sanatçılar üzerinde estirdiği terörü protesto ediyor, karikatürist Doğan Güzel'in, enkısa sürede özgürlüğüne kavuşmasını istiyoruz. •

47


HALK ŞENLİĞİ AFİŞİ ASAN ÜÇ KİŞİYE TUTUKLAMA Bem-Sen adına tertip komitesinin düzenlediği, Grup Yorum'un da katılacağı Halk Şenliği'ne valilik tarafın­ dan izin verilmedi. Öte yandan, Halk Şenliği afişi asan üç kişi tutuklandı. Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilecek olan ve Grup Yorum'un yanı sıra Grup Harman Yeri, halk ozanlarından Ali Kocaoğlu ve Aydın Günönü'nde katılacağı halk şenliğinin afişlerini asan Uç kişiyi polis arkalarından ateş ederek gözaltına aldı. Dört gün süren işkenceli sorguların ardından Evrim Turan, Şerif Turunç ve İnanç Yaman tutuklanarak An­ kara Merkez Kapalı Hapishansi'ne gönderildiler. Konuyla ilgili açıklama yapan Tertip Komitesi halk muhalefetinden korkanlar halkın acısını, sevincini, coşkusunu, umudunu türkülerini de dile getirmesinden kork­ tuklarını belirttiler. •

LİSE KİTAPLARINDA, TALİM TERBİYE KURULU ENGELİ: NAZIM HİKMET VE AZİZ NESİN YASAK! Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu tarafından hazırlanan Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabı, serbest okuma parçalarında Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol Behramoğlu'nun eserlerine yer verildiği gerekçesiyle, Talim ve Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından reddedildi. Talim Terbiye Kurulu'nun, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol Behramoğlu'nun eserlerinin yer aldığı Lise 1 Edebiyat kitabını reddetmesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Pen Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği'ni tarafından yapılan ortak bir açıklamayla protesto edildi. Yapılan ortak açıklamada; "Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu'nca hazırlanan ve serbest okma parçalarında Nazım Hikmet ve Aziz Nesin'in yapıtlarına yer veren Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabının Talim Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından yasaklanması, Milli Eğitim Bakanlığı içindeki gerici güçlerin ne denli etkin konumda olduklarını birkez daha göstermiştir. Ülkemizin aydınlık bir geleceği, çağdaş dünyada saygın bir yeri olsun istiyorsak, önce çocuklarımıza çağdaş yaşam kültürünü verecek eğitim olanaklarını sağlamalıyız. Çağdaş edebiyata yer vermeyen bir eğitim sistemiyle çağdaş bireyler yetiştirebilme olanağı yoktur." denildi. Talim Terbiye Kurulu tarafından yasaklamaya gerekçe olarak gösterilen yazarların ortak özelliği; eserlerinde halkın dertlerini, acılarını, sevinçlerini ve toplumsal sorunları konu alıyor olmalarıdır. Bu durum, açıktır ki, gençliği talim(!) ve terbiye(!) etmek isteyenlerin işine gelmemektedir. Ülkemizin gençliğinin Nazım Hikmet'le, Aziz Nesin'le buluşması, böylesi yöntemlerle engellenemez. Çünkü onların kökleri, egemenlerin düşünemeyeceği kadar derinlerdedir. Bu kökleri koparmaya, hiçbir kişi ya da kurumun gücü yetmeyecektir.

DÜZELTME! Dergimizin Ağustos '98 tarihli 7. say ısında, film aşamasındaki bir yanlışlıktan dolayı, ön kapaktaki logomuz yanlış basılmıştır.

Suat Parlar'ın Yeni Kitabı

Kirli İşler İmparatorluğu Uyuşturucu Kaçakçılığı-Mafya-Devlet

Doğrusu; bu sayımızda basıldığı gibidir. Düzeltir, tüm okurlarımızdan özür dileriz. • 48

ÇIKTIK!..




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.