Merhaba, Ay lık S a n a t Dergisi Sahibi: idil Kültür Sanat Bilims el Araş tırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. adına İRŞAD AYDIN
ön kapak r esmi : A vni Mem edoğlu ön iç kap ak (ko laj) Tavır Y ayınl arı aı ka kaak fotoğ ıafi : FOSM Aşi vi
Yazıişleri Müdürü: YASİN ALİ TÜRKEN Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ DEREBOYU C. NO: 110/55 80810 ORTAKÖY/İSTANBU I. TELFAX:( 212) 26l 32 19 Okmeydanı OKMEYDANI HALK KÜLTÜR MERKEZİ PİYALEPAŞA C NO: 148 OKMEYDANI/İSTANBUL Taksi m A Y Ş E NİL HALK KÜTÜPHANESİ İSTİKLAL C. KORSAN ÇIKMAZI SAADET APT. NO: 4/2 TEL: (212) 251 86 01 BEYOĞLU İSTANBUL İzmir EGE KÜLTÜR SANAT MERKEZİ 1. B E Y L E R NO: 22 KAT: 4/403 KEMER A L T I / İZMİR Antakya CUMHURİYET M. GÜNDÜZ C. MURAT S. BAKICI PSJ. NO: 8 TEL (326) 214 01 I5 ANTAKYA Almanya HAGEDORN STR. 15 47169D U İ S B U R G T E L : (0049-203) 401126 Abone Koş ullan (6 Aylık) 3.000.000.TL (1 Yıllık) 6.000.000.- TL Hesap N o (TL): 11160346785 HAKAN A L A K IŞBANKASI ORTAKÖY/İST ANBUL (DM): 1116-301000 HAKAN ALAK IŞBANKASI ORTAKÖY/İST ANBUL Ofset H azırlık T A V I YAYINLARI
arka ı c kapak: Willie Sitte
Üç aylık bir aradan sonra yepyeni çehreyle sizlerle birlikteyiz. Dergimiz 1999 yılının bu ilk ayından itibaren biçiminden içeriğine yenilenmiş olarak yayınlanacak. Umuyoruz beğenirsiniz. Dergimizin yeni çehresine ilişkin eleştiri ve önerilerinizi adresimize bekliyoruz. Yayınımıza iradi olarak bir süre ara vermiştik ama bizim hesabımızda bu kadar uzun bir ayrılık yoktu. Dergimizin yayını, dergimizin yeni sahibinin bildirimi yapılmadığı gerekçesiyle durduruldu. Bu yüzden de ayrılık, yaklaşık üç ayı buldu. Dergimiz bu sayıdan itibaren her ayın 15 inde yayınlanacaktır. Biçimindeki farklılaşmaya bağlı olarak fiyatımızda da bir artış sözkonusu. Çok zor koşullarda alım gücümüzü zorlamamaya çalışarak size ulaştırmaya çalıştığımız dergimiz maalesef bundan böyle 500.000 TL'den satılacak. Bu konuda bizi anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz. Yayınımıza ara verdiğimiz günlerde, 4 Kasım'da İdil Kültür Merkezi'ne bir polis baskını yapıldı. Bu baskının ardından abone kayıtlarımızın yeraldığı defterleri bulmakta zorluk çekiyoruz. Abonelerimiz bu konuda bize yazar, ya da telefonla ulaşırsa önemli bir sorunumuzu çözmüş olacağız. DGM Boykotu, 5 Ocak'tan itibaren sona erdi. Dergimizin sahibi ve Grup Yorum elemanı İrşad Aydın da, dergiyi okuduğunuz şu günlerde ikinci mahkemesine çıkmış olacak. İlk mahkemesine boykot nedeniyle çıkmayan İrşad Aydını özgürlüğe kavuşturmak için yoğun gayret sarfedeceğiz. Dergimiz yine baskılarla, soruşturmalarla, toplatmalarla dolu bir süreç geçirdi. Haber Yorum sayfalarımızda bu konulara ilişkin haberleri okuyabilirsiniz. Tüm baskılara, zorluklara rağmen şiirlerimizi daha gür okuyoruz. Sesimizi size ulaştırmamızı hiç kimse engelleyemeyecek!
Bas kı: ÖZDEMİR MATBAACILIK tavı r / merhaba / ocak '99 / sayı : 10
müzik
enternasyonalizm
Kozalaklar Açıldı 4-6
Kenan Temiz Eli Kanlı Diktatör Tutuklandı Tarık Kılıç
49-50
sanat ve tavır Müziğimiz Devrimcidir Grup Yorum
39-40
Halk Türküleri ve Öyküleri -5Güleycan Özcan Şenver
eylül sanatçıları
Gerilla ve Sanat Pınar Arda
43-44
Küba Devrimi ve Kültür Sanat 22-24
Tavır Che Gibi Tavır
7-10
11-13
Enver Gökçe'yi Anmak İbrahim Ka r a c a Eylül Sanatı Düş Bozgunları
Unutulmadı Unutulmayacak Nevin Has
Kem al Koray
Seni Unutma Barış Yıldırım
31
33
17-21
Semih Er kmen Hasretiy le Yanımızda
Üretemeyen Bir Sanatç ı Zülfü Livaneli Murat Ceyhan 5 1-52
İdil Kültür Merkezi
tavır / içindekiler / ocak '99 / sayı: 10
Emekçileri
41-42
55-56
biyografi
sinema
mektup Bu Türküler Onların Daha Çok Uykularını Kaç ıracak İrşad Aydın
47-48
haber-yorum Devletin Sanatçılığı mı Halkın Sanatç ılığı mı?..57-56
Yorumcular 15 Ocak'ta DGM'de Deniz'in Olmadığı Bir Deniz G e z m i ş Filmi Hakan Alak Onurlu Aydın Biyografileri Halikarnas Balıkçısı Tavır 25-30
Yüreği Devrimle Çarpan Bir Halk Ozanı Enver Gökçe Tavır 32 -33
56
34-36
Sığ Tartış maları Skandallarıyla Altın Portakal VeliGöktaş 53-54
Grup Yorum Neden ÇHM Demediğini Anlatıyor 59 O, Bir Ustaydı
60
Avni Memedoğlu
telif tartışması Türkiye'nin İlk A matör Tiyatro
ortadoğu
Örgütü (ATÜK) Kuruldu
60
İdil Kültür Merkezi'nde Kısa Metrajlı Film Gösterimleri Sürüyor Baskılar Sürüyor. Halk EserlerininTelif Hakkı Halkındır Bedeli Ödenmiştir Ufuk Lüker 45 -46 Bağdat Noel Ağacı Gibiydi Her Yer Iş ıl Iş ıl Hüseyin Gedik 14-16 tavı r / içindekiler / ocak '99 / sayı : 10
61-62 63
Kürt ve Ermeni Müziği Üzerinde Genelkurmay Y as a ğ ı
64
Nokta Haber
64
öykü kenan temiz
Dorukları heybetlidir Bozdağ'ın, dumanlıdır. Dumanları ak buluttandır. Çünkü gökyüzünde salına salına gezen bulutlar Gökbelen Tepesi'ne geldiğinde parçalanır, tepenin iki yamacı da beyaza keser . Parçalanan bulutlar ö n c e ağaçları, otları, sonra da kahverengi toprakları ağır ağır bir sis perdesiyle örter; gözgözü görmez olur. Biraz daha aşağılara inildiğinde beyazın yeşile döndüğü yamaçlarda karaçamların, meşelerin ve kestane ağaçlarının birbirine karıştığı görülür. Vadi içlerinde ise kutsal defne ağaçları vardır. Defne ağacının kutsallığı ta Ege yurdunun tanrılarca yönetildiği çağlara rastlar. Efelerde de bir kutsallıkifade eder bu defne a ğ a cı. Gün ağarırken dağlara çıkan efeler, kutsal defne ağacının etrafında zeybekleri ve kızanlanyla toplanırlardı.E fe , ze yb e kte n aldığı yatağanı d e fn e a ğ a c ına saplar ve zeybekbu yatağanın altından tam yedi kez geçerekefesinin karşısına gelir ve bağlılıkandını içerd i. Vadileri süsleyen bu kutsal defnelerden sonra Bozdağ'ın güney yamaçlarında ölümsüz birer canlı olan kızılçamlar vardır. Yangınlara karşı korunaklıdır kızılçam. Bir kıvılcım ortamı tutuştursa, ateşler gövdesini, dallarını sarar ve t a m a m e n yakıp kül etse bile kızılçam ölmez, küllerinden yeniden doğar; çünkü alevler gövdesini sardığında kozalaklar hemen içe kapanır ve tohumlarını bir a n a şefkatiyle korur. Y a n gın dindiğinde ise yeniden açılır kozalaklar ve tohumlarını kestane rengi topraklara dağıtır. Tohumlar, yanan kızılçamın külleriyle toprakta harmanlanır; kısa bir süre sonra dağın yamaçları yeniden kızıl çamlarla kaplanır. Ölümsüz birer canlı olan kızıl çamların hemen güneyinde rengarenk bitki topluluklan bitiverir. Kermez meşeleri, yabani zeytinler, k o c a yemişler, yaban mersinleri, keçi boynuzlanyla beraber; rengini güneşin sarısından alan katır tırnakları, beyaz çiçekli fundalar ve yemyeşil sandallar Bozdağ'ın yamaçlarını sa n ya ,b e ya za ve ye şi l e b o ya r.Türlü bitkiler ve ağaççıklarla bir gökkuşağını andıran yamaçların zemini kestane renginden kırmızıya döner. Buralar, Bozdağ'ın etekleridir. Ve Ege'nin, güneye inen dağ sıralan arasına sokulan ırmaklarından birisi olan Dalaman Çayı deli dolu akarken, Bozdağ'ın eteklerini ıslatarak, yıkayarak yoluna devam eder . Sonra B o z d a ğ , kuzeye kıvrılarakTavas ve Acıpayam'da düze iner. Bozdağ'ın bu yakasında sırtını d a ğ a yaslayan Balkıca köyü vardır. Bozdağ'ın eteklerinde küçük bir köydür Balkıca. Bozdağ'ın yamaçlarından bakıldığında ilkin kırmızı kiremitli çatılan görülür,
tavı r / öykü / ocak '99 / sayı : 10
sonra da birbirleriyle iç içe geçmiş tek ve çift katlı badanalı evleri... Yakın bir zamana kadar Bozdağ'ın yamaçlarında sadece kızılçamların, meşelerin, karaçamlarını, fundaların; koyakların, kopup gelen pınarların; vadileri süs-leyen defnelerin ve bağrında yaşayan onlarca canlının uğultusu duyulurdu ama yaklaşık yedi-sekiz gündür doğanın bu ezgisinin yerini askeri cemselerin, jiplerin motor se sl e r i almıştı. Eteklerinde kırmızılaşan, y a m a ç larında kestaneleşen, doruklannda ise kahverengiye çalan topraklar, Denizli ve çevresinden getirilen binlerce asker tarafından günlerdir işgal ediliyordu. Küçük bir gerilla birliğinin dağlarda dolaştığını öğrenmişlerdi. O gün bugündür, Denizli ile çevre illerinden getirilen binlerce asker ve polis, dağlarda gerilla arıyordu. Bir süredir küçük bir gerilla birliği dolaşıyordu dağlarda. Belki küçüktüler ama kocaman bir umuttu-l a r . Anadolu'nun birçok dağında süren gerilla sa v a şı -na bir mevzi de E g e ' d e a ç m a k ; E g e köylüsünün yüzlerce yıldan beri süre gelen ortakça düzen hasretini dindirmek; Türkmen'i,Rum'u, Yahudi'si, Kürt'ü, Ç e r kes'i, Gürcü'sü, Alevi'si, Sünni'si ve hristiyanıyla tüm E g e halklarını bir kardeş sofrasında birleştirmek için dağlardaydılar. Efelerden bu yana onlan bekliyordu dağlar; Tütün, üzüm,zeytin ve incir daha bir hareketlenmek, ağaçlar dallarını yerlere sürebilmek için onları bekliyordu. Gelmişlerdi işte! Ayak basılmadık bir tek vatan toprağı bırakmamak için yine dağların doruklarına çıkmışlardı. E g e köylüsünü de bir telaştır almıştı. Dile kolay neredeyse 7 0 - 8 0 yıldır efesiz, yiğitsiz kalmıştı E g e dağları. Demek yine gelivermiş, defne ağacına yatağanlarını saplayıp andiçmişlerdi ha ? Düşünceleriyle, duygulanyla, tüm hücreleriyle kendini halkına, vatanına, partisine adayan Erhan; h e nüz 22 y a şı n d a , g e n ç ve kararlı bir devrimciydi. K a v ganın her alanında çalışabilirdi ama O, ille de dağları arzulamıştı. B e ş yıl önce hareketle bağ kurduğunda henüz yepyeni bir insandı ve ilk randevusuna g e l e n yoldaşıyla sohbet ederken,yoldaşı,"biliyor musun Ege dağlarında gerillalarımız varmış"diye fısıldamıştı. E r han'ın dağlara,h e l e d e E g e dağlarına olan se v d a sı t a o zamanlar başlamıştı. Uzun bir tutsaklığın ardından tahliye olduktan so n r a E g e dağlarına çı ka ca ğ ın ıö ğ re n diğinde sevinçten havalar uçmuştu. Komutan yardımcısı Mehmet de yılların tecrübesini yüklenip gelmişti E g e dağlarına. Erhan'la k ı s a bir süre de olsa aynı mahpusta tutsaklığı pavlaşmıştı.O,Erhan'dan daha ö n c e kavuşmuştu özgürlüğüne. İstanbul'un mahallelerinde emek vermiş sonra silah ını
kuşanıp Tokat dağlarına çıkmıştı. Soğuktan donma tehlikesini atlatmış a m a ayak parmakları kesilmişti. Savaşm a azmi ve dağlara olan düşkünlüğü Onu yeniden ayağa kaldırmış ve Erhan ile birlikte E g e dağlarına gönderilmişti. Günlerdir süren kuşatmayı yaramamışlardı. Gün, a k ş a m a dönerken Balkıca'ya inmiş ve köy evlerinden birine girmişlerdi. Şimdi iki katlı köy evinde s o n h a zırlıkların yapıyorlardı. Onlar hazırlıklannı yaparken köyün çevresi ve içi de binlerce asker tarafından sarılıyordu. Kaldıkları ev, askerler tarafından tespit edilmişti. Kadını, erkeği yaşlısı, genci ve çocuğuyla tüm Balkıca köylüsü d e şa ş k ı n a dönmüştü. O güne kadar bu kadar askeri ve polisi bir arada görmemişlerdi. Bir yandan kalabalıklaşıyor, kalabalıktan büyük bir uğultuyükseliyorken; biryandan da kendi aralarında hararetli hararetli sohbet ediyorlardı. Evdeki gerillalardan bahsediyorlardı. Gerilaları gördüğünü söyleyenler vardı, insanlar onların çevresinde toplanıyor, birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Kocaman silahlarının olduğunu söylüyordu genç bir köylü. Herkes kendince evdeki gerillaların sayısı hakkında yorumlar yapıyordu. Kimi üç , kimi beş kimileri de daha fazla olduğunu söylüyordu. Dağlarda 2 0 - 3 0 kişinin daha dolaştığını, hatta köye birazdan inip çatışmaya katılacağını s ö ylenler de vardı. Bir eve sığınm ışbir kaç gerilla için birlerce askerin, polisin köyü işgal etmesi köylüleri ş a ş k ı n a çevirmişti. Bu kadar büyük bir gücün köye yığılması evdeki gerillaları daha da efsaneleştiriyor, bire bin katılan sohbetler devam ediyordu. Asker ve polislerin yanlarında getirdiği kocaman sihalar da köylüyü tedirgin etmişti. Bu kadar silahtan çıkacak olan merminin, bombanın köyü harabeye çevireceğini düşünüyor, kaygılanıyorlardı. Yaşları geçkin olan kimi köylüler ise köylerindeki bu ortamı yadırgamıyordu, çünkü bir zamanlar efelerin de peşinde onlarca müfrezenin dolaştığını, hatta tam da bugünkü gibi bir çok kez efelerin bir köy evinde kızanlanyla birlikte kıstırıldıklarını biliyorlardı. Kimileri çocuktu o zamanlar, kimileri de dedelerinin, ninelerinin dilinden duymuştu
bu hikayeleri. Çakırcalı öleli 87 yıl olmuştu her şeyde, hep beraber olmak isteyen Balkıca am a efsaesi ve ona dair anlatılanlar ha f ızala r köylüsü dururken; öte yandan o iki katlı da hala tazeliğini koruyordu. E g e de çocuklar badanalı evde Börklüce Mustafa, Ça-kırcalı efelere dair analatılan masalMehmet E f e ve iki gerilla tetikb e k -liyorlardı. larla,hikayelerle büyütülürlerdi; gelenek Beyazıt Paşa, Kadı Şerafeddin ve Cellat Ali dededen toruna anlatılılarak devam edi- de tarihin karanlıklarından çıkıp gelmişlerdi. yordu. Çakırcalı öleli yıllar g e çm e si n e rağ- Darağaçlarını bu kez de Balkıca'ya kurmuş; men, bugün bile Çakırcalı'nın mezarının Kadı Şerafeddin, Hakikat Savaşçılan'nı bir bulunduğu yoldan g e ç e n l e r m e z a ra ya- kez daha yargılamanın; Cellat Ali, Börklüce'ye rım sa a t kala; "Çakırcalı E f e ! Çakırcalı Efe ! bir kez daha işkence yapmanın; Beyazıt Paşa da Yol ver geçelim, yaban değiliz!" diye Osmanlı köylüsüne "haydut dervişlerin, zınseslenmeye devam ediyorlardı. Ege köylüsü dıkların", padişah efendilerine karşı çıkanların dağlardaki yiğitlere hiç yabanadeğildi. sonunun nasıl olacağını bir kez daha "Efeler dağlarda silah çattılar ha..." dedi göstermenin telaşındaydı. yaşlıca bir teyze. Yanındaki genç kız daha Kara Sait Paşa'yla, Takip-i Eşkiya Kusessiz konuşması için dürtükledi onu. As- mandanı Hafız ismail de müfrezelerini kerlerin duymasından korkuyordu belli ki. toplayıp gelmiş, Balkıca' da mevzilenmişBu arada askerler de köylüye gürültüyü lerdi. Çakırcalı'yı sonunda kıstırdıkların kesmelerini emrediyor, onları "can güdüşünüyor; "Çakırcalı yakalandı ve imha venlikleri" için çatışma alanının dışına çı- edildi!" tel'ini hükümete çekmek için sabırkartmaya çalışıyorlardı. Oysa onlar can sızlanıyorlardı. derdinde değillerdi. Genareller oradaydılar. Paşalarla, celKöy tamamen boşaltılmıştı. Gerillaların latlarla, kadılarla, kumandanlarla birlikte bulunduğu evin yanına yaklaşamaya çirkef düzenlerini sürdürmek için görevcesaret edemeyen askerler ve polisler evin başındaydılar. uzağındaki ağaçların, duvarların ve iki Gece karanlığı tamamen Balkıcayı katlı evlerin ardına saklanıyorlardı. kaplamıştı. S a a t 2 1 . 0 0 ' e geliyordu. BalkıAkşam karanlığı Balkıca'nın üzerine ca'daki herkes fırtına öncesi sessizliği yaşıçökmüş, köylüler soluğunu tutmuş,çatış- yordu. Askerlerin subayı son hazırlıkları manın b a şl a y a c a ğ ı anı bekliyorlardı. S o - kontrol edip saldın emrini verdi ve biranğuktan titreşerek bekleyen köylüler tarihi da yüzlerce silahın kopardığı gürültü Balbir ana tanık olacaklardı. Binlerce yıldan beri kıca'dan akıp, Bozdağ'ın kızılçamlarla sömürü ve zulüm düzeni altında ya- kaplı güney yamaçlarında onlarca kurşun şamıştı Ege köylüsü, ilkin tanrılar vardı yuvası açıyor, kovanlar dört bir yana s a ç ı zulmeden. Köylünün üzümüne el koyar, lıyordu. suyundan şarap yapıp zevk-ü se f a içinden Evin çevresinde mevzilenmiş olan Kadı şaraplarını içerek yaşarlardı. Sonra Spartalı Şerafeddin "Tövbe et, istiğfaret zııtdık!" diye köle tacirleri gelmiş ve E g e köylüsünü seslendi. Gülümsedi Börklüce ve olanca köleleştirmek istemişti. Kölelik bitmiş a gücüyle bağırdı "Yaşasın Hakikat!" m a bu sefer kulluk başlamıştı. Ağalar , Kadı Şerafeddin bu cevabı alınca, Cellat beyler, sultanlar derken bugünlere Ali'ye dönerek "Devam et!" dedi. Aynı anda gelmişlerdi. Bugün de durumları farklı yine yüzlerce kurşun yağmuru evin üstüne değildi. Tütün, zeytin, incir, pamuk, ve boşaldı. Silahseslerinin arasında, subay üzüm yine egemenlerce sömürülüyordu. "Teslim olun!" diye anons etti. Bu kezde: "Biz Tüm bunlar olurken susup oturma- teslim olmayız, teslim alamazsınız!" sesleri mışlardı tabi ki. Hep birlikte üretip, hep duyuldu. Erhan ve Mehmet hem sloganlanyla beraber paylaşabilecekleri bir düzenin öz- hem de silah tarakala-nyla cevapladılar lemiyle yaşamışlardı. Börklüce olmuş, Ça- düşman subayını. Börk-lüce ve Çakırcalı kırcalı olmuş, zulme karşı boyun eğme- gülümsedi bu tabloya; sevgiyle, gururla mişlerdi. Şimdi bu küçük köy tarihinyeni- baktılar gerillalara. den yazılmasına tanıklık edecekti. Bir yanKöyün dışına çıkartılan köylüler çatış dan ortakça bir düzende ka r d e şç e yaşa- mayı dikkatle izliyorlardı. Yaşlı bir a m c a mak; yarin yanağından gayrı her yerde, tav ır / öykü / ocak '99 / say ı: 10
bu tabloya baktıkça Çakırcalı'ya ilişkin an- şiddetiyle sürüyordu.. Tokat dağlarından latılan bir olayı anımsamıştı: Kara Sait Paşa bu yana kovalayan ölüm, Ege'de, BalkıKomutasındaki 3 - 4 bin kişilik bir müfreze ca'da bir kurşunun çekirdeğinde yakaladı Çakırcalı ve kızanlarını tıpkı şu an olduğu Mehmet'i. gibi bir evde kıstırmış ve o güne kadar Yanıbaşında kanlar içinde yatanMehköylünün şahit olmadığı bir çatışmaya- met' e bakan Erhan, dağlara çıkıp, and içşanmıştı. O gün dekurşunlar kum gibi tikleri günü hatırladı. Boyunlarında puşu, kaynıyor, evin üzerine yüzler olup, binler sağ elleri silahlarının üzerinde ve sol elleri olup düşüyordu .Çakırcalı ve kızanları da de yumruk halinde zafere dair and içKara Saif in müfrezelerine aman vermi- mişlerdi. yordu. Yaşlı amca bunlan düşünürken Erhan, artıkbu orduya karşı tekb a şı n a köydeki direniş üssünden sloganlar de- dövüşecekti. Çarpışma tüm hızıyla sürüvam ediyordu. yor; silah sesleri dört bir yandan duyuluArtık, "Teslim Olun!" çağrılan kesilmişti. yordu. Erhan durmaksızın asılıyordu tetiVakit gece yarısını çoktan devirmiş, şa -fak ğe. Günlerdir süren açlığı, uykusuzluğu, sökmek üzeriydi. Hiç susmayan silah yorgunluğu gücünü eksiltmiyor, kahraseslerinin yanında artık roket, havan ve manca çarpışmaya devam ediyordu. bomba sesleri de duyuluyordu. "Dayan yiğidim." diye fısıldadı ihtiyar. Tüm ağır silahlarına, binlerce a s ke r ve Bir ka ç köylü ona şa şa r a kbaktı. O, devam polisine rağmen kuşattığı gerilalaları tes - etti; "Bu dağlar hiç efesiz kalır mı, dayan lim almayan subaylar öfkeleniyor, etrafa Çakırcalım" küfürler savurmaya başlıyorlardı. Yaşlı Dayanıyordu Erhan. Devrimci y a ş a amca subayın bu halini görünce Çakırcalı- mının her anından gurur duyarak... 'yı kovalayan ama ele geçermeyi başara Askerler evi temilnden yıkmaya çalışımayan Kara Sait Paşa'nın yaşadığı Çare- yorlardı. T a ş üstünde t a şbırakmayarak sizliği anımsadı. Sanki Kara Sait P a şa yine korkularını dindirebileceklerini sanıyorBozdağ'da eşkıya takibine çıkmış türlü hi- lardı. Ellerinden g e l se Balkıca'yı d a B o z leler yaparak Çakırcalıyı teslim almaya ça - dağı da dümdüz edeceklerdi. lışıyordu. Arak evden silah sesleri gelmez ol"Teslimol Çakırcalı,h e r ya n ın sarıldı kaçmuştu. Çat ış m a baş la y alı 20 s aat i geç m işmazsın!" diye bir kez de Kara Sait Paşa ba- ti. Evin içinden çıkan dumanlan gördü ğırdı. köylüler. Duman evin kiremitli damını, "Seni kancık Osmanlı'nın dölü, sonra çevresindeki evleri ve ağaçlan kapdinli köpek,erkek olan silahını teslimetmez" Sonra B a l kı c a 'n ı n üzerini bir si s t a b a diye cevapladı Çakırcalı. kayla örttü. Köylüler kıpırdamadan, soÇatışmayı pür dikkat izleyen köylüler, luklanmadan dumanların yayılışını izligece boyunca gözlerini kırpmadan, so - yorlardı. Kalabalıktaki uğultu dinmiş; yeğuktan titremeye aldırmadan gerillaların rini derin bir sessizlik kaplamıştı. Kutsal direnişine, askerin ve polisin çaresizliğine bir şeye bakıyormuşcasına dikkat kesiltanık oldular. "Koskoca" bir ordu iki geril- mişlerdi. Dumanlar Bozdağ'ın eteklerine layı onca silahına rağmen teslim alamıyor- ulaştı. Toprağın kırmızısı beyaza bulaştı. du ama o iki katlı beyaz eve roketler, ha- Sonra kermez meşeleri, yabani zeytinler, van mermileri gönderiyor; gerillalarla bir- koca yemişler, yaban mersinleri, keçi boylikte evi, hatta köyü tamamen imha etmeye nuzlanyla; rengini güneyin sarısından çalışıyorlardı. B e y a z evden sıkılan kur- alan katırtırnakları, beyaz çiçekli fundalar şunlar bir askerin yeşil üniformasında kır- ve yeşil sandallar görünmez olmuştu. mızı dalgalanma yarara. "Yandım!" son s ö - Köylüler Bozdağ'ın s i s tabakasıyla kaplazü oldu askerin. Bunun üzerine ellerindeki nışını hareketsiz izliyorlardı. Eskiden Boztüm silahlarla eve doğru kinlerini kus- dağ'ın doruklarından başlardı duman; maya başladı askerler. O sırada ablan bir Gökbelen Tepesi beyaza keser, önce yahavan mermisi evin alt katındaki duvarda maçlan, sonrada etekleri geliliğini giyerdi. koca bir delik açtı. Bu g e c e i se her şe y tersine dönmüştü. DuVakit öğleye geliyordu ve ç a t ı şm a t üm manlar dağın eteklerinden başlayarak yutavı r / öykü / ocak '99 / sayı : 10
kanya ağıyordu. Dumanlar yamaçlara tırmanıyor, k e s t a n e rengi topraklar, ölümsüz kızıl çamlar yitip gidiyordu. Dumanlar en son Bozdağ'ın doruklarına vardılar, G ö kb e l e nT e p e ' si yine dumanlandı, h e ybedendi. - Bozdağ'ın doruklarını yine duman bürüdü. Kalabalıktaki sessizliği genç bir kızın yanık türküsü bozdu: "Eğilmez başın gibi/gökler bulutlu efem/ dağlar yoldaşın gibi/ sana ne mutlu efem" Türküyü duyan bir a s ke r , kalabalığa bakıp türküyü söyleyen kızla gözgöze geldi.S o n r a suçlu suçlu geri çevirdi bakışlarını. Kalabalık, harabeye dönen e v e yöneltti bakışlarını. Yalımlar evin kırık dökükd uvarlarından ça tı ya doğru sı ç ra m ı ştı. Gecenin karanlığında ışıdı alevler. Köylü şaşkındı . "Çocukcağız yanacak" dedi yaşlıca bir kadın, derin bir iç çekti, ihtiyar, "üzülme" dedi ona dönerek "Bilirsin bir kıvılcım yangına çevirir ormanı, canlı cansız her şey yanar. En çabuk pürler tutuşur. Çıtır çıtır sesler çıkararak yanmaya, yağını ormana yaymaya başlar. Kestane rengi toprak kızıla keser. Pürlerden yayılmaya başlayan yalımlar ağacın bedenini sardıktan, sonra kollarına ulaşır. Beden tutuşur, kol tutuşur ama kızılçam-ların kozalakları tutuşmaz. Yangın çıkıverdiğinde kapanıverir kozalaklar; bir ana şefkatiyle sarmalar tohumlarını. Yangından sonra ise tekrar açılır kozalaklar. Kestane renkli topraklara tohumlarını saçıverir. Sen yandı dersin, kül oldu dersin ama kızılçamlar küllerinden yeniden doğarlar. Bir bakıvermişsin dağların yamaçları yeniden kızılçamlarla kaplanmış" İhtiyar bunlan anlatırken bir çift ateş topunun çatıyı delerek dağın eteğini tutuşturduğunu gördüler. Alevler y a m a ç l a ra ağdı, ö n c e bedeni sardı kızılçamların, sonra yükselerek dallarına ulaştı, bir çığlık koptu dağlarda; "Çocuk yandı." dedi y a şl ı c a kadın,g ö z -leri nemlenmişti. "Kozalaklar içe kapandı." dedi ihtiyar. "Eşkıyanın kökünü kazıdıkl" diye b a ğ ı r -dı subay. "Kozalaklar açıldı." dedi ihtiyar... •
inceleme tavır
Küba Devrimi
Kültür S a n
K
oskoca Amerika kıtasında, özgürlüğü avuçlarının içine alan tek ülkedir Küba. Dünya halklarının istediği, özlediği kurtuluşun simgesidir. Bu küçük adada gerçekleştirilen devrim, Amerikan emperyalizmini adeta beyninden vurmuş, yakılan devrim ateşi çok geçmeden diğer Latin Amerika ülkelerini de sarmıştır. Kimi hata ve eksikliklerine rağmen, emperyalizmin saldırılarına karşı direnen, dimdik ayakta duran, halkı, önderi ve yaşattığı değerleriyle emperyalizme meydan okuyan teslim olmayan bir kaledir Küba... 1 Ocak 1959'da, Havana sokaklarını zafer naralarıyla inleten devrim, yeni-sömürge Küba'da pek çok şeyi değiştirdi, yeniden yarattı. Che tarafından, kocaman kafalı, şiş karınlı bir cüceye benzetilen az gelişmişlik, yerini adayı batırma pahasına direnen bir kararlığa bıraktı... Devrim, ABD'nin arka bahçesi, eğlence merkezi, fuhuş ve kumar başkenti Küba'yı aldı götürdü... Devrim, ABD bankalarını, United Fruit Co., Tobacco Co. gibi emperya-
list tekelleri sildi süpürdü... Devrim, açlığı, baskıyı, evsizliği, işsizliği, eğitimsizliği, sömürüyü aldı götürdü Küba'dan... Kübalılar başlarını sokabilecek evlere, tedavi olabilecekleri hastanelere, cahilliklerini söküp atabilecekleri eğitim kurumlarına kavuştular. Devrim, Kübalılar'a çocuklarının geleceğine güvenle bakabilen, yaşamın, doğanın, ezenin ve ezilenin farkına varmalarını sağlayan sağlam bir bilinç kazandırdı. Bugün Kübalılar'in emperyalist saldırılar karşısında en temel gücü bu bilinç ve bu birikim ışığında yaratılan yeni-insan kişiliğidir. Yeni-insan kişiliği, devrimin ilk gününden itibaren iradi bir şekilde hayata geçirilen politikalar sonucu yaratılmıştır. Bu politikalar, hayatın her alanında Küba Halkı'nm, elde edilen ve edilebilecek olan tüm zenginliklere eşit bir şekilde paylaşması ve bunun kültür haline getirilmesi şe klinde özetlenebilir. Devrimi ayakta tutan sosyalist Yeni-insan kültürü enternasyonalizm, devrimci adalet, halka güven, tavı r/ enternasyonalizm / ocak '99 /sayı : 10
bağlılık, sahiplenme bilinci gibi değerlerin üzerinde yükselir. Küba, devrimden sonra enternasyonalist dayanışma amacıyla Cezayir'de, Fransız emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşır. Vietnam, Laos, Kamboçya, Yemen, Etiyopya, Portoriko'da yaşayan halklara, emperyalizme karşı sürdürdükleri mücadelelerinde siyasi, askeri teknik her türlü yardım ve destek sunulur. Che'nin "Dünyanın başka bir köşesinde bir insan öldürüldüğünde endişelenecek ve daha başka bir yerde yeni bir özgürlük bayrağı dalgalandırıldığında heyecanlanacak kadar duyarlılığını geliştirmektir" diye ifade ettiği enternasyonalizm bilinciyle, Küba ezilen dünya halklarıyla kardeşlik duygularını geliştirir. Che'de somutlanan enternas-yonalist dayanışma, devrimi, devrim mücadelesini, sosyalizmi salt kendi topraklarıyla sınırlı tutan milliyetçi bakış açısını da yerle bir eder. Bu anlayışla Küba'nın, onbinlerce savaşçısı, merkez komite düzeyindeki yöneticileri, Che gibi bir devrim önderi, ezilen dünya halklarının kurtuluşu için savaşır, şehit düşen
Çünkü, Che'nin de ifade ettiği gibi, onlar dünyanın diğer ülkelerinde kazanılacak zaferlerin kendi devrimlerine kan taşıyacağı inancındadırlar. "İnsanın, bayrağı altında doğmadığı bir ülkede döktüğü her kan damlası, sonradan kendi halkının kurtuluş mücadelesinde kullanılmak için, hayatta kalanların birlikte götüreceği, kazanılmış bir deneyim ve kurtulan her halk, insanın kendi halkının kurtuluş mücadelesinde zaferle sonuçlanmış bir aşamadır." Yani devrimin adaleti de, devrimin geleceği açısından vazgeçilmez önemdedir. Fidel Castro, devrimci mücadele için yola çıkarken "Tarih Beni Beraat Ettirecektir!" diye seslenir geleceğe... Devrim zafere ulaştıktan sonra adalet her zaman titizlikle uygulanır. Domuzlar Körfezi Çıkarmasının ardından yapılan Havana Duruşmalarında karşı-devrimciler tüm dünyanın gözleri önünde yargılanarak dosta, düşmana devrimin adaleti gösterilir. Keza yine Parti'nin Merkez Komite Üyesi Ochoa ve çetesinin yargılanması da devrimci adaletin uygulanmasında gösterilen hassasiyetin ve kararlılığın bir başka örneği olur. Angola'da sürdürülen savaşa, komutasında 25 bin kişilik bir güçle Angola halkına yardım amacıyla gönderilen Ochoa'nın 'dev rime ekonomik katkıda bulunma' adına uyuşturucu kaçakçılığı yapması ve bunu gizlemesi devrime vurulan önemli bir darbedir. Konumuna, daha önceki yararlılıklarına, üstlendiği görevlere bakılmaksızın Ochoa gerektiği gibi yargılanır ve çetesiyle birlikte cezalandırılır.
rimi sahiplenme duygusu, emperyaDev rim Sonrası Sanat Alanında lizme karşı ülkeyi savunma için tek Sağlanan Gelişmeler bir kişi, tek bir silah kaldığı sürece Küba'da gerillanın kazandığı zadirenme şeklinde ifade edilen halka fer, her alanda olduğu gibi kültürel güvenle bütünleşir. alan da da büyük dönüşümlerin yaİşte bu nedenle '90'lı yıllara gelin- şanmasını sağlar. Devrimin hemen diğinde revizyonist iktidarlar, birer ardından oluşturulması amaçlanan birer emperyalizm karşı sında teslim yeni kültür, halka bütün zorluklar bayrağı çekerken Küba direnir. Kü- aşılarak, bütün sınırlar zorlanarak ba'nın Türkiye Büyükelçisi Jorge götürülür. Castro Benitez, geçtiğimiz yıl Ekim Küba'da, henüz ada keşfedilmeayında Küba'nın yaşadığı bu "özel den önce yerli halk tarafından bindönem"i şu sözlerle özetlemektedir; lerce yıl öncesinden geleceğe taşı"1989 yılı sonunda Küba düşmanları nan, kültürel bir birikim vardır. İsbir kampanya başlattı. Sovyetler yıkı- panyollar'ın adayı işgalini izleyen lınca onun yavrusu Küba'da yıkılır, de- yıllarda, yerli halkın kültürüyle, İsdiler. Ama bu geçen sekiz yıl içinde düş- panyol kültürü arasında bir kaynaşman ne kadar güçlü idiyse, bizim de ma sağlanır. Sömürgecilerin yerli inancımız o kadar güçlüydü. Hiçbir ek- halkı köleleştirmek amacıyla yaptığı mek parçası değerlerimizden daha önem katliamlarla adada çalışacak insan li değildir." kalmayınca, bu sefer adaya binlerce Emperyalizmin 90'lı yıllarla bir- Afrikalı köle taşınır. Farklı kıtalardan, likte iyice azgınlaştırdığı ablukaya, uluslardan gelen bu insanların oluşturduğu ortak kültür, Küba'daki spekülatif haber ve komplolara, sosyalist ülkelerde yaşanan geri dönüş- kültürel zenginliğin kaynağıdır. lerin yarattığı olumsuzlara rağmen, Kuşku suz Devrimci Şair Jose Küba, sosyalizme olan bağlılığından Marti'nin bu tarihte önemli bir yeri birşey yitirmez. Yaşanan ekonomik vardır. Marti bir yandan Küba topzorluklara ve yoksulluğa teslim raklarına silahıyla isyan tohumları olunmaz, yoksulluk da paylaşılır. ekerken, diğer yandan bağımsızlıDevrimin yarattığı zenginlikler, za- ğın, kurtuluşun sanatını yapar. Jose ferler, devrimle bütünleşen değerler Marti'nin savaşı ve sanatı, O'nu Küsahiplenilir. ba Halkı'nın ulusal kahramanı haline Bu değerlerin en başta gelenlerin- getirmekle kalmaz, Marti, tüm Latin halklarının kurtuluş den biri, devrimin komutanı, enter- Amerika nasyonalist savaşçı sı Che Gueva- savaşında hiç sönmeyen bir meşale ra'dır. Che, bundan 31 yıl önce yaşa- olur. Daha sonra takipçileri, mücamını yitirmesine rağmen bugün de delesini omuzlar. Öneğin Küba Koilk günkü gibi sahiplenilmektedir. münist Partisi yöneticilerinden olan Çünkü Che, sosyalizmin değerleriy- ozan R. Martinez Villien gibi, daha le, enternasyonalizmle, vefa ve bağ- 1930'lu yıllarda yazdığı şiirlerde diklılıkla, devrimci adaletle, emperya- tatörlüğe karşı olmayı, toplumsallığı lizme duyulan sınıf kiniyle özdeşleş- işleyen Nicolas Guillen gibi sanatçılar, sanatlarını devrimci mücadeleye miştir. Küba Halkı'nın, devrimi teslim sunarlar. Devrim yaratılan bütün bu almak isteyen emperyalistlere cevabı olumlu değerleri sahiplenir.
Küba'da devrim onyıllarca emperyalizmin her türlü saldırısına direnir. Fakat, Küba Devrimi için en zor yıllar 1990'lı yıllardır. Bu yıllarda yeniden emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaktansa, ABD'nin genelevi, ilk günkü gibi açık. Bunu devrimin kumarhanesi olmaktansa "Sosyalizmönderi Fidel Castro şu sözlerle dile den vazgeçmeyeceğiz, sosyalizmden getiriyor: vazgeçmektense adayı batırırız" şiarıy la "Küba'da ilkelere dayalı bir devrim devrim sahiplenilir. Fidel Castro'nun her zaman varolacak, satılık hiçbir şeyi"Ben orduyum, ben anavatanım, ben miz yok" devrimim" sözünde somutlanan dev-
Devrimin hemen ardından uygulanan kültür politikalarıyla, halkın kültürel değerlerine yeniden biçim verilmeye, devrimle bütünleştirmeye yönelinir. Küba'nın ve diğer ulusların dansları, şarkıları, şiirleri, çizimleri, hikayeleri sergilenir. tavı r / enternasyonalizm / ocak '99 / sayı : 10
Devrim öncesi yıllarda gerçekleştirilen, sanatsal faaliyetler ABD emperyalizminin güdümünde, yoz ve çarpıktır. Irk ayrımı, kadınların aşağılanması ve asıl olarak bağımlılık ilişkilerinin kanıksatılması esastır. Devrim öncesi "sanat", Fidel Castro tarafından şu sözlerle ifade edilmektedir; "Duyumculuk (sensationalism), kolay eğlenme ve escapist* sanat teşvik edilmişti. Kaynaklar, halkımızın kültürel değerlerini ve tarihini çarpıtmak için kullanıldı. Varolan birkaç kültürel merkezden yalnızca ayrıcalıklı azınlıklar yararlandılar. Kitle iletişim araçları, esasen, cehalete ve en kaba kültürel sefalete batırılan halkı aşağılamak için kullanıldı. Ülkenin iç kısımlarında, ihmal edilmiş şehirlerde kültürel faaliyet kesinlikle bilinmiyordu." Devrimle birlikte halka kanıksatılmaya çalışılan bu kültürel dejenerasyona son verilir. Bu doğrultuda politikalar uygulanır. Hedefe ulaşmanın temel yolu Küba halkını kasıp kavuran cahilliği ortadan kaldırmaktır. Bunun için ilk başta, okuma-yaz-ma seferberlikleri, eğitim reformu gibi adımlar atılır. Ulusal televizyonlardan ikisi, yalnız eğitim hizmetine ayrılır, okul yapımı için iki yılda 48 milyon dolar harcanır. Küba'da günümüze dek uygulanan eğitim politikalarıyla halkın %99'una okuma-yazma öğretilir. Düzinelerce üniversite, 300.000 öğretmen, yaygın bilgisayarlı eğitim sistemi gibi her düzeyde eğitim olanağı kullanılarak bilinçli bir toplum yaratılır. Yine eğitim konusunda çarpıcı bir başka örnek de devrimden önce sayısı 15 bini bulan fahişelerin eğitimidir. Devrimle birlikte fahişeler eğitime tabi tutulur, fuhuş yapılan binalar yıkılır, yok edilir. Daha genel anlamda Kübalı Kadınlar Federasyonu, ülke genelinde yarım milyondan fazla kadının üretim ve çeşitli hizmetlere girmesi için yardım eder. Örgüt Kübalı kadınları, okumayazma kampanyası, gelişme kursları, tarımsal çalışma, kamu sağlığı dayanışma ve politik incelemeler ve ülke savunması gibi pek çok kitlesel görev
için seferber eder. Mart 1959'da ise Küba Sinema Sanatı Enstitüsü kurulur. Ardından Ulusal Sanat Okulu, Ulusal Dans Topluluğu, Ulusal Folklor Topluluğu, Ulusal Koro, Ulusal Tiyatro gibi kurumlar oluşturulur. Ulusal Bale Okulu açılır. Oluşturulan bu kurumlarla devrimin sanatsal alandaki alt yapısı oluşturulurken, sanatçılara karşı izlenecek politikalar da netleştirilir. Sanat ve sanatçı, devrim için önemlidir. Bu nedenle bu alandaki politikaların devrimin gerektirdiği ölçülere uygun olması da bir yerde zorunludur. Fidel Castro, yaptığı bir konuşmada, kültür-sanat konusundaki amaçlarını şöyle ifade eder; "Devrimin aydınlara ve yazarlara karşı bir politikası olmalıdır. Devrim, gerçek durumu kavramalı ve devrimci olmayan bütün sanatçı ve aydınların devrimde çalışacakları ve yaratacakları bir yer, devrimci olmamalarına rağmen yaratıcı ruhlarını ortaya koyacak fırsat ve özgürlük bulmalarına imkan vermelidir. Devrimin temel ilkelerinden birisi, sanat ve kültür hazinelerimizin gerçekten halkımıza ait olabilmesi için sanat kültürü geliştirmek olduğundan, devrim, sanat ve kültürü boğmaya kalkışamaz. Halkımız için maddi anlamda olduğu kadar ruhsal ve kültürel anlamda da daha iyi bir hayat istemekteyiz. Devrim, halkın bütün maddi ihtiyaçlarını karşılamak için bütün koşul ve kuvvetlerin gelişmesini amaç edindiği gibi, halkın bütün kültürel ihtiyaçlarını karşılayacak koşulları da hazırlamak ister." Halkın kültürel ihtiyaçları, sanatın hemen bütün alanlarında gösterilen özen sayesinde teknik ve maddi olanaklar elverdiği ölçüde karşılanır. Sinema Devrimden önce Küba sineması, Colombia Pictures'e ait bir film stüdyosundan ve sadece büyük şehirlerde varolan salonlarından ibarettir. Sinema salonlarında gösterilen filmlerin %50'sinden fazlası Amerikan tavı r / enternasyonalizm / ocak '99 / sayı : 10
yapımı iken geri kalan filmler genellikle Arjantin ve Meksi ka yapımıdır. Küba, egzotik doğası nedeniyle macera filmlerinin çekimi için de ender mekanlardan biridir. Emperyalizm, sinemayı Küba'da, diğer yeni-sömürge ülkelerde olduğu gibi kültürel egemenliğini yaygınlaştırma aracı olarak kullanır. Devrimden sonra tüm teknik olanaksızlığa rağmen, Küba sineması önemli başarılar elde eder. Her şeyden önce film kar elde etmek için değil, devrim için yapılır. Sinema basit bir iletişim aracı olarak değil, bir sanat dalı olarak değerlendirilir, önemli görevler üstlenir. Sinema aracılığıyla halk bilinçlendirilerek, sorunların aşılması yönünde önemli adımlar atılır. Halkın önemli bir kesimi sinemayı bilmemektedir. Buradan yola çıkılarak, sinema için gerekli olan araç ve gereçler, kamyonlara, sandallara, at arabalarına, kağnılara yüklenerek ülkenin en ücra köşelerine ulaştırılır. Sinema gösterimleri yapılır. Seyyar sinemalar, gezici sinema grupları, sinemayı Küba Halkı'na tanıtmayı başarır. Önceden ayrıcalıklı kesimlerle sınırlı olan sinema, halka mal edilir. Küba sinemasında dökümanter film ilk sırada gelmektedir. Dökümanter film, emperyalizmin devrim hakkındaki demagojilerini boşa çıkarma ve devrimci propagandayı geniş ke simler üzerinde etkili kılma olanağını sağlayan bir işleve de sahiptir. Dökümanter filmin yanı sıra uzun metrajlı filmler de çekilir. Sinema alanında çok geri noktalarda olan Küba, kısa sürede sinemanın hem teknik hem de endüstriyel temellerini oluşturur. Küba film sanayisi, 1976 yılına kadar uluslararası festivallerde 136 ödül kazanır. Tiyatro Devrimden önce yoksullukla boğuşan, sadece bir sahne topluluğuna sahip olan tiyatro alanında atılan adımlar sonucu devrimi izleyen yıllarda sahne topluluklarının sayısı
13'e çıkartılır. Sahnelenen oyunlar artar. Ulusal Opera ve Operet Evi ile pekiştirilir. Çocuk ve gençlik tiyatroları oluşturulur. Tiyatro binaları 1959'da 14 iken, 1974'te 65'e yükselir.
devrimle birlikte yeniden canlandırılır. Ulusal Bale Okulu açılır ve genç ku şaklara benimsetilir. Küba Ulusal Balesi, uluslararası alanda kabul görür ve önemli başarılar kazanılır.
Müzik Hemen her so kak ara sında gitar çalıp şarkı söyleyen gruplara rastlamanın mümkün olduğu Küba'da devrimden sonra müzikal zenginlikleri değerlendirmek için Kübalı müzisyenlerin çabaları desteklenir. Ulusal Senfoni Orkestrası kurulur. Koro Hareketi geliştirilir. Profesyonel topluluklar ortaya çıkar. Geleneksel politik ve toplumsal şarkı anlayışı, Yeni Şarkı Hareketi'nde de sürdürülür. Küba'lı müzisyenler, dünyanın dört bir yanını dolaşarak, Küba Devrimi'nin mesajını başka halklara da taşırlar.
Afiş Yine Küba afişleri de, devrimin, devrimci önderlerin kişilikleri etrafında yaratılan zengin ürünlerle devrimci propagandaya önemli hizmetler sunar. Devrimin uluslararası alanda temsili, estetik değerlerinin korunması, zenginleştirilmesi gibi pek çok konuda önemli bir işlev yüklenir. Küba afişleri, halkın yoğun ilgisini çektiği gibi uluslararası alanda da devrimle birlikte anılır olmuştur. Çünkü kapitalist ülkelerin aksine Küba'da afiş, bir malın görselliğe hitap ederek satılmasını amaçlamaz. Afiş, halkla devrim arasındaki kopmaz bağları daha da güçlendirmenin, halkın devrimi daha çok sahiplenmesini sağlamanın aracıdır. Afişlerde devrimci değişim, devrimci liderler, faşizmin sonu gibi konular işlenir.
Edebiyat Devrim, Küba edebiyatının devrimci çizgide gelişmesi için önemli olanaklar ve geniş bir okuyucu kitlesi yaratır. Kübalı yazarların eserlerinin yayını alabildiğine artar. Küba Yazarlar cave Sanatçılar Birliği kurulur. Gerek eski, gerekse de genç kuşa k yazarlar eserlerinde devrimi, devrimin yaşandığı toplumsal süreci işleyerek bu sürecin zenginliklerini eserlerine katarlar. Okuma alışkanlığı alabildiğine artar. Öyle ki fabrikalarda, uygun işyerlerinde işçilere kitap okuması için özel görevliler belirlenir. Böylece örneğin puro fabrikasında işçilerin bir yandan tütün sararken diğer yandan kitap okuması sağlanır. Dans-Bale Dans, Küba Halkı arasında oldukça yaygındır. Devrimden sonra kurulan Ulusal Dans Topluluğu ve Ulusal Folklor Topluluğu, halkın bu geleneksel özelliğini işleyerek devrimin kültürel hazinesini genişletir. Yöresel topluluklar kurularak önemli başarılar kazanılır. Öte yandan devrimden önce çökme aşamasında olan bale de
Devrim sonrası sanatın böylesine olumlu bir gelişim seyri izlemesinde Kübalı devrim önderlerinin kültürel gelişime verdikleri değerin, bakış açılarının önemli bir payı vardır. Che'yle özdeşleşen yeni insan kişiliği, Che, Bolivya dağlarında yaşamını yitirdikten sonra, eğitim çağındaki çocuklara ve tüm halka "Che gibi olma" bilinci aşılanarak süre klileştiri-lir. Yine devrimin ilk yıllarında sanatı halka götürme, halkın cahillikten kurtulmasını sağlama, kültür seviyesini yükseltme bakış açısı da olumlu sonuçlar verir. Fidel Castro bu bakış açısını şöyle ifade ediyor:
mize rağmen bütün sanat faaliyetleri aynı cinsten değildir. (...) Bütün yaratıcı faaliyetlerde halka yanaşmak gereklidir. Fakat aynı zamanda halkın daha çok, daha iyi anlamasına yardım etmeye de çalışmalıyız. Bu ilkenin hiç bir sanatçının amacının reddi olduğuna inanmıyorum. Hele insanların çağdaşları için yaratmaları gerektiğini gözönüne alırsak." Küba'da sanat yeni insanı yaratma mücadelesinin bir parçası olarak ele alınır. Ve bu araç, emperyalizmin tüm ekonomik, kültürel dayatmalarına rağmen aktif şekilde kullanılır. Bugünden bakıldığında, emperyalizmin türlü vaatlerle kandırdığı ve saflarına çektiği "sanatçıları" saymazsak kültürel, sanatsal alanda da Küba Devrimi'nin önemli mesafeler katettiğini, devrimden bu yana pek çok zenginliğin yaratıldığını görürüz. Yeni-sömürgecilik döneminde ekonomik ve toplumsal açıdan çaresizliğe sürüklenen sanatçılar, mevcut düzen tarafından dışlanır, muhalif olarak suçlanırken ya da sadece elit bir kesime hizmet etmeleri koşuluyla kabul edilirken; devrimden sonra eski ku şak sanatçıların pek çoğu devrime kazanılır. Ayrıca devrimi izleyen yıllarda yaratılan geniş sanatsal zemin üzerinde yeni kuşak sanatçılar yetişir. Devrimle birlikte başlayan Amatör Sanat Hareketi, Devrimci Silahlı Kuvvetler'in, İçişleri Bakanlığı mensuplarının, işçilerin, köylülerin ve öğrencilerin etkin katılımıyla estetik ve politik eğitimin bir aracı haline getirilir. Bu kesimlerin oluşturdukları topluluklar pek çok gösteri sahneler. Bugüne kadar devrimi ayakta tutan yeni insan kültürünün harcında, halkın her kesimine ulaştırılan sanatın önemli bir payı vardır. Küba'nın gelecek yıllara güvenle bakabilmesinin temelinde de işte bu kültürel değerlerin korunması, geleceğe taşınması yatmaktadır...•
"Aynı şekilde, bütün kültürel faaliyetlerin halka ulaşması için gerekli koşulları da götürmeliyiz. Bu, sanatçının halk için yaratmasına uğraşmamız demektir ki, karşılığında halk da, kendi bakımından kültür düzeyini yükseltip sa- Dipnot: natçıya yaklaşabilsin. Bu konuda genel escapist: firarcı, istenilmeyen olgularla karşılaşmaktan kaçınmak için fantaziye sığınan. bir kural koyamayız. Biz burada konuşurken hepsinden aynı şey gibi s ö z etmetavı r / enternasyonalizm / ocak '99 / sayı : 10
değerlendirme tavır
"G
ece zifiri karanlıktı. Çinko evde ilk pratik dersini verdi bize Che. Mütevazi ve yetenekli bir önderin nasıl davranması gerektiğini gösterdi. En ağır çuvalı seçip sırtına yükleyerek dönüş yolculuğunu başlattı. Seyahat sırasında, görüşün zayıflığından dolayı takılıp düştü. Yükünü birkez daha toparlayıp kampa kadar sürdürdü yürüyüşünü. Biz de onun örneğini izledik. Gerilla ordusu şekillenmeye başlıyordu..." (1) Bu pasajı 'Bolivya Günlüğü' isimli kitabın İngilizce baskısından aldık. Kitapta Türkçe baskıda olmay an ek bölümler y er alıy or. Bolivyalı sav aşçı İnti Peredo'nun Che ile ilgili anlatımları da bunlardan birisi. Peredo, y ukarıda kısa bir bölümünü aktardığımız anılar ının başında Che'y le ilk tanışmasını, bıraktığı etkiy i anlatıy or. Sav aşın henüz ilk aşamalarında, y olun daha başındadırlar. Ama komutanın bir dav ranışı dahi Peredo'y a geleceğe ilişkin güven verir. Gerilla ordusunun bu dav ranışlarla şekülenmeye başladığını görür.Çünkü, 'örneğini izley ebilecekleri' bir rehbere, bir komutana sahiptirler. Dev rimci ordu, sadece askeri bir güç, silahlı bir organizasy on değil, yeni bir kültür, y eni bir ahlakın da temsilcisi ve y ay ıcısıdır. Gerilla ordusunu herhangi bir ordudan ay ıran en önemli şey, devrimci ordunun, kurmak için y ola çıktığı y eni toplumun da nüv esi olmasıdır. Bu y üzden, şekillenen yalnızca gerilla ordusu değil, y eni bir insan, y eni bir toplumdur da ay nı zamanda. İşte tam da bu noktada dev rimci önderlerin rolü açığa çıkar. Devrimin kültürü, ideolojisi dev rimci önderde somutlanır. Öğretmenin en iyi yöntemi, yolu açmaktır ve bundan dolay ı Che tüm dev rimciler için çok büyük bir öğretmen, modeldir. Fidel bu konuda şunları anlatıy or. "Halkımıza şöyle diyoruz: Eğer çocuklarımızın nasıl olduğunu söylemek gerekirse, kısaca 'Che gibi' deriz. Hiçbir Küba ailesi, hiçbir Kübalı anne baba, hiçbir Kübalı çocuk yoktur ki, Che
tavı r / enternasyonalizm / ocak '99 / sayı : 10
şamını kendine örnek almasın... Kısaca Che, tüm dünya halkları için bir devrimci, bir savaşçı ve komutanist modelidir.'"(2) Böy le olduğu içindir ki Che'yi gerçekten öldürmey i hiçbir zaman başaramadı empery alizm. Küba Dev rimi 40 yaşında bugün, empery alist kuşatmaya karşı boy un eğmeden direniy or Küba Halkı. Dev rimin önderlerinden Che'nin son kareleri geliy or gözümüzün önüne. Katiller y aralı y akaladıkları Che'y i katletmek için hiç de sabırlı dav ranmadılar. Cesedinin başında bir hatıra f otoğraf ı çektirmeyi de ihmal etmediler. Cinay etin donduğu o siy ahbey az, biraz da eskimiş f otoğraf, katillerin gözündeki korku ve endişeyi gizley emiyor. Özellikle birkaçı, ölmemiş, az sonra canlanacakmış gibi korkarak bakıy or Che'nin cansız bedenine. Che hiç ölmey ecek, yattığı y erden doğrulacak, silahına sarılacak, silahı ateş kusacak, empery alizme karşı sav aş nidaları haykıracak gibi... Katlettiler v e kimsenin bulamayacağını düşündükleri bir ıssıza gömdüler cesedini. Efsanesi de erleriy le birlikte çürüy üp gitsin istiy orlardı. Ama olmadı. Che'nin 'hayaleti' empery alistlerin peşini hiç bırakmadı. Empery alistler, Che kabusunu görmey e hala dev am ediy orlar. Nereye baksalar O'nu görüy orlar; O'nun bilge v e belki biraz da çocuk y üzünü... Işıltılı, kararlı gözlerini... Kumandanın y ıldızlı beresiy le çekilen f otoğraf ı, dünyanın en çok basılan f otoğraf ı olup ellerde dolaştı. En çok O'nun posterleri taşındı belki gösterilerde. Kitapları elden ele dolaştı. Y alnızca bu da değil. Düny anın dört bir y anında O'nun gibi 'Che gibi' olmak istedi genç kuşaklar. Halklar, O n u n silahını kuşandı. İşbirlikçi orduları, O'nun y ıldızlı beresiy le önüne katıp kov aladı halk kurtuluş savaşçıları.
v aşçıları, Che gibi olmaya and içiyorlar. "Devri mci savaşçılarımızın parti üyelerimi zin, tüm neferleri mizin nasıl mı olmaların ı istiyoruz? Hiç duraksamadan açıklayalım. Che gibi olmal ılar. Gelecek kuşak devrimcilerinin nasıl mı ol malar ını istiyoruz? Che gibi olmalılar. Çocuklarımızın nasıl mı eğitilmelerini istiyoruz? Yine duraksamadan açıklayalım, Che'nin ışığıy-
la eğitilmeliler! Peki çocuklarımızın nasıl mı ol malar ını istiyoruz? Tutkulu devrimciler olarak yürekten lıaykıralım: Onların Che gibi olmalar ını istiyoruz"(3) 1) Bolivian Diary (Ek bölüm) inti Peredo, My Campaign with Che 2) A Memoir by Fidel Castro, syf 111 3) Fidel Castro, Devrim Meydanı Havana-18 Ekim 1967
Fİ DE L'E ŞA RKI
Haydi gidelim, ateşli peygamberi şafağın, gizli patikalardan ulaşalım o yeşil timsahı kurtarmaya, aşkla sevdiğim
Haydi gidelim, isyankar ve marslı yıldızlarla dolu cepheyle aşağılamayı bozguna uğratarak zafere erişmeye ya da ölümle buluşmaya yemin edeli m
Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla orada, yanıbaşında, olgun savaşçılar olarak, bulacaksın bizi
ERNESTO CHE GUEVARA
Ölüm bir son olmadı Che için. Savaş sloganları dilden dile, silahı elden ele y ay ılıy or çünkü. Ve de başkaları mitraly öz sesleriyle v e sav aş v e de zaf er naralany la ağıtlar yakıy or arkasından. Y alnız Küba değil, 'ev ladı' olduğu tüm düny a halkları, halk kurtuluş satavır / enternas yonalizm / ocak '99 / sayı: 10
CHE GUEVARA
hü seyin ge di k
Bağdat Noel Ağacı Gibiydi
Her Yer Işıl Işıl
yun oynamalı çocuk dediğin. Gülerek oynayarak büyümeli. Yere düşmeli, baakları yara-bere, kan-revan içinde kalmalı. Sonra iyileşmeli; gene düşmeli sonra; cam kırmalı, sonra kaçmalı; ağaçlara tırmanmak, ağaçtan düşmeli, sağın- solunu çizmeli, elbisesi yırtılmalı... Sözün kısası haylazlık yapmalı. Fakat,
açlık görmemeli çocuk; nasılsa büyüyünce fazlasıyla görecek. Okul görmeli, defter-kitap görmeli. Bilgi görmeli, öğrenmeli. Uzayı, Ay'ı düşünmeli. Çocuk hep gülmeli ama dünyanın pek-çok yerinde güle oynaya büyüyemi-yor çocuklar. Milyonlarcası yaşını görmeden ölüyor. Ya da Bağdatlı çocuklar gibi sığmakta büyüyor yüzbinlercesi. "Haydutlar geldiler uçaklarıyla, mağtavı r / ortadoğu / ocak '99 / sayı : 10
riplileriylel Kara papazlarıyla geldiler onları kutsayan/ Göğün yücelerinden geldiler çocukları öldürmek için/ Çocuk kanlarıydı boydan boya/ Çocuk kanlarıydı akan kentin topraklarından" ( Pablo Neruda) Emperyalist haydutlar bundan yedi yıl önce de bombalarla dövmüşlerdi Bağdat'ı. Sığınakta geçen günler boyunca, Bağdat'ta hiç gece olmamıştı.
adeta. Gökyüzü, uçakların yağdırdığı, ölüm saçan bombalarla aydınlanmıştı. Bağdatlı çocuklar ilk siren sesiyle önce irkilmiş, sonra oyun oynar gibi sığınaklara koşmuştu. Ne de olsa annebabaları, kundağa sarar gibi sarmış, adeta uçururcasına kaçırmışlardı sığınaklara onları. Sonra korkmuşlardı sirenlerden. Her siren sesinde büyümüştü korkuları. Her siren sesinde, Bağdat'ın evlerinden çocukların hıçkıra hıçkıra ağlayan sesleri geliyordu. Her siren sesinde sığınaklara çaresizce, ayaklarını sürüye sürüye gitti çocuklar, bunun bir kurtuluş olduğunu bilseler bile. Günler boyunca çıkamadılar sığınaklardan. Günlerce aç kalmayı ve ağlamamayı öğrendiler. Allah'a çok dua ettiler kurtulmak için. Birkaçı kurtuldu belki ama hepsi o kadar şanslı değildi. Şehrin kenar mahallelerindeki mezarlıklar küçük tabutlarla büyüdü. Yedi yıl önce sığmakta korkulu gözlerle ölümü bekleyen çocuklar eğer hava saldırılarında ölmedilerse, ambargonun neden olduğu açlık ve salgın hastalıklara yakalandılar. Şanslı olup da hayatta kalanlar ise bombardımanlara, sığmaklara ve ölüme alışarak, yedi yaş daha büyüdüler ama geçen bu yedi yıl boyunca büyük şeytanın haydutluğuhiç azalmadı. Bugün atılan bombaların üzerine "İyi Ramazanlar" yazan Amerikalı pilotlardan biri, bombaladığı şehri yedi yıl önce şöyle anlatıyordu: "Bağdat Noel ağacı gibiydi, her yer ışıl ışıl" Bağdat'ı ışıldatan o bombalar onlarca evi , ocağı söndürürken, bir insan nasıl söyler bunu? Hangi ağızdan akar bu pislik? Bu sözün sahibi, hava saldırılarına katılan bir pilottur. Düğmeye bir basışta tonlarca bombayı halkın üzerine yağdırmayı, yüzlerce insanı katletmeyi bir eğlenceymiş gibi anlatan bu alçağa ne sıfat yakıştırsak azdır. Bu pilot muhtemelen de Birleşik Devletlerin 'yüksek' ulusal çıkarlarını korumak için orada olduğunu düşünüyordu bu sözleri söylerken. ABD'nin ulusal çıkarlarını korumak için , bombalarla mezar kazıyordu çocuklara. Bu
sözlerin sahibi sıradan bir ABD pilotuydu. Adı John, Michael ya da her neyse... Füzelerin üzerine "İyi Ramazanlar" yazılmasını doğru bulmadığını söyleyen ABD'li yetkililer, muhtemel ki pilotlarının bu sözünü de savunamayacaktır. Ama her iki örnekte de sıradan Amerikalı pilotlara bu çarpıcı sözleri söyleten emperyalizmin ideolojisinden başka birşey değildir. Bu, emperyalizmin halklara düşmanca bakışıdır!.. Bombaların düğmesine basan el, bir piyonun elidir belki ama ona kumanda edenler emperyalist başkentlerde, tekellerin yönetim kuru l u odalarında oturur. S a v a ş cephesinde göremezsiniz onları ama o el emperyalizmin halkların boğazına sarılmak için bekleyen elidir. Aslında hiç de yabancı değildir o el bize. Çocuklarımızı dahi borçlu bırakan anlaşmaların sonu da IMF heyetlerinin işbirlikçilere uzatılan elidir. İkili anlaşmalarda yerel işbirlikçi orduların kurmaylarının sıktığı eldir. O eller 'bizim' işkencecilere bu işin en iyi nasıl yapılacağını gösterir. Hasan Tahsin'e kurşun sıkan da aynı eldir. Antep'te kadınlarımızın peçesini açan da... Halklara savaş açmıştı ama mertçe savaşmaz emperyalizm. Saddam'ın kimyasal silah bulundurmasıyla saldırganlığını açıklamaya, meşruluk kazandırmaya çalışır örneğin. Hep 'en masum'u oynar. Oysa emperyalizmin suç dosyası Halepçe gibi bir alçaklığa imza atan Saddam'ı çoktan geride bırakacak kadar kabarıktır. Varsın "uygar devletler" her yıldönümünde, savaşları lanetle andıkları törenler düzenlesin; savaşın faturasını uluslararası mahkemelerde "savaş suçlusu" ilan ettikleri birkaç askere ve subaya çıkartsınlar... Bütün dünya, savaşların sebebinin bir Sırp askerinin gerçekleştirdiği suikastın ya da bir psikopatın dünyayı fethetme arzusu olmadığını biliyor. Milyonlarca savaş kurbanı, hep bir ağızdan soruyor: Bunca ölümün, bu vahşi yıkımın sorumlusu kim, niye öldük biz, ne için, kim için? Emperyalistlerin daha çok sömürü ve talan için birbirine girmesinden tavı r / Ortadoğu / ocak '99 / sayı : 10
başka bir şey değildi savaşlar. Diplomasi masalarında görülemeyen hesabın cephelerde görülmesiydi. Ama savaşın gerçek yaratıcısı olan burjuvalar, tekelci patronlar, onların çıkarlarının üst düzeyde savunucusu olan devlet adamları o cephelerde olmadılar hiç. Her seferinde cepheye sürülen emekçiler oldu. Cephede soğuğa, açlığa ve her türlü zorluğa katlanmak zorunda bırakılan askerin silahını doğrulttuğu karşı siperdeki "düşman" ise aslında onun gerçek dostu, sınıf kardeşi, kader ortağıydı. Eğer cephedeki asker, sıtmadan ya da benzeri hastalıktan ölmezse, kurşun ve şarapnellerle bedeni parçalanıyor ama burjuvaların zevk ve sefahatinden hiçbir şey eksilmiyordu. Nice askerin evine "öldü!" pusulası gider, nicesi sakatlanmış bir şekilde eve dönerken, onlar ekonomideki iniş çıkışları, kar hesaplarını, borsayı, hisse senetlerini düşünürler. 1. Paylaşım Sa vaşı'nın faturası çok ağır oldu ama 2. Paylaşım Savaşı tam bir yıkım oldu halklar için. 30 Milyon insan öldü, 35 milyon insan da sokakta kaldı. Tam tutarı bugün bile hesaplanamayan ekonomik bir felaketti savaş aynı zamanda. Birçok şehirde taş üstünde taş kalmamıştı. 3 0 - 3 5 milyon insan; bugün ölçeğinde hatırı saydır nüfuslu üç dört ülkenin dünya üzerinde silinmesiyle eş anlamlıdır. Bu da şu demekti; emperyalizm insan soyunu tehdit ediyor. "Ve doymadı ve doymadı/ yeni kurbanlar arıyor/ atom ölümüdür adı/ karanlıkta bağırıyor" (Nazım Hikmet) 1945 yılında Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine, bir anda 250 bin insanı öldüren bombaları da Iraklı çocuklar atmamıştı. Atomu parçalayan bilim adamı, yıllar sonra buluşu yaptığı o günü sövgülerle ve pişmanlıkla anacaktı belki ama nafile... Elbette o, insanlığa hizmet için ürettiği bilginin emperyalistlerin elinde nasıl korkunç bir silaha dönüşeceğinden o gün için habersizdi. Önceki savaşlarda kan kusan ateşli silahlar yetmemiş
olacak ki, emperyalistler tüm teknolojik imkanlarını seferber ederek 'daha çok öldürenleri'ni üretmeye koyuldu. Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan bombaların yol açtığı sakat doğumlar, kalıcı hastalıklar geçen elli yıl sonra bugün bile devam ediyor. Emperyalist devlet yetikilileri ise, katliamın her yıldönümünde düzenlenen anma etkinliklerinde ikiyüzlüce boy göstermeye, timsah gözyaşları dökmeye, "Hiroşimalar Son Olsun!" diye dua etmeye devam ediyorlar ama Hiroşima son olmadı, barbarlık önceki dönemleri aratırcasına sürmektedir. S a -vaş bittiğinde "artık halklar rahat bir nefes alabilecek." diyemedi hiç kimse. S a vaşlar emperyalistlerin krizine çare olmadığı gibi, emperyalist zincir zayıf halkalarından bir bir kopuyordu. Dünyanın üçte birinde iktidar, "Kendi kendini yönetemez" dedikleri "baldırı çıplaklar" ın -biz 'halk'ı anlayalım- elindeydi artık. Komünizme karşı "hür diin-ya"nın geleceğini savunma görevi ge-
ne emperyalistlere düşecekti. Bu yüzden azgınca saldırdılar halklara. Bugün ğüs göğüse dikilmedi. Zaten "tüfek kimyasal silah bulundurduğu ge- icat olalı beri", hatta daha da öncesinrekçesiyle Irak'ı vurduğunu söyleyen den, teknolojiyi halkları katletmek ABD, Vietnam'ı adeta bir kimyasal silah için seferber etmiyor mu zorbalar? laboratuarına çevirmişti. Amerikan İşte emperyalizm yürekle ya da saldırganları, Güney Vietnam'da halkı halkın desteğiyle değil düğmelerle katletmek, bitki örtüsünü yakmak için idare ediyor bugün de savaşı. Ve tüm BM sözleşmeleri ile yasa klanmış maç seyrettirir gibi seyrettirmek kimyasal silah ve gazları kullanmaktan istiyor halkların boğazlanmasını. çekinmediler. ABD emperyalizminin Namerttir emperyalizm!.. Tankıyla "bağımsızlık ve özgürlük" götürdüğü(!) topuyla boyun eğdire-mediği Kore Halkı'nın kaderi de farklı halkların çocuklarının sütüne göz olmayacaktı. Dokunduğu her yeri dikecek kadar namert hem de. Hiç ateşle, acıyla kavuruyordu ABD. kurşun harcamadan sessizce ve Koreliler, emperyalizm karşısında zafer zamanla çocukları öldürecek kadar kazandıkları 1 9 5 3 yılına kadar geçen namert. Yenilecektir emperyalizm. üç yıllık sürede yüzbinlerce insanını yitirdi. ABD emperyalizmi, daha bir çok "Yıllanmış bir ağaç gibi köklü , gür ülkeye " demokrasiyi yeniden tesis etmek", yalan/ hiç yıkılmayacakmış gibi "bağımsızlık ve özgür lük götürmek", görünür/ Hükmü tarihin verilmiştir oysa/ "huzursuzluk ve karışıklıkları gidermek" y a yıkılacak çürümüştür" da "ülkedeki Amerikalıların güvenliğini Bakmayın siz onun yenilmez, yısağlamak" bahaneleriyle saldırdı. Nasıl kılmaz görüntülerine. Dendiği gibi olsa bir sebep mutlaka bulunurdu. "kağıttan bir kaplandır" emperyalizm. Nasıl olsa uygulanan BM kararlarıydı Ve bugün emperyalizm asıl olarak güç ya da BM'de karar haline gelen gösterileriyle, yalanlarla, dezenforemperyalist politikalardı. masyonla, dünyayı ahtapot gibi saran Kamboçya'dan propaganda araçlarıyla, kapitalizmin Lübnan'a, Güney Vi- bireyci kültürünün kitleler üzerindeki etnam'dan Grena- etkisiyle ayakta duruyor. Ezilen halkda'ya, Panama'ya, En- lar emperyalizmin gücünün ne kadar donezya'ya, Şili, Ar- "kof" olduğunu defalarca gösterdiler. jantin gibi Latin Ame- Tarih, "cahil" ve "köylü" diyerek aşağırika ülkelerinden Liblanan halkların karşısında emperyaya'ya dünyanın dört lizmin arkasına dahi bakmadan kaçtıbir köşesinde milyon- ğına defalarca tanık oldu. Halkın örlarca insanın kanını gütlü gücünün karşı sında hiç bir tekakıttı emperyalizm. nolojinin, hiç bir askeri gücün kar etTüm bunları yaparmediği defalarca kanıtlandı. Ama tüm ken de 'masum'u, bunlara rağmen "emperyalizm yenil'kurtarıcı'yı oynamakmez" diyenler, onu kadr-i mutlak götan vazgeçmedi. Kurrenler, kaba gücü karşı sında boyun tarmaya(!) gittiği halklara hiç tanıma- eğenler, Bağdat'ta sığınakta büyüyen dıkları acıları götürdü çocukların kara gözlerine bakmalıdır. yalnızca. Ve hiçbir za- Çocukların gözlerinde Ortadoğu man mertçe savaşma- halklarının onyıllardır biriktirdiği öfdı. Halkın karşı sına keyi, sorulacak hesapların ne kadar çok olduğunu göreceklerdir. Karşısınsüngü süngüye, göda hiç bir gücün dayanamayacağı büyük bir öfkedir, Bağdatlı çocukların gözbebeklerinde yanan.
tavı r / Ortadoğu / ocak '99 / sayı : 10
inceleme kemal karay
Eylül Sanatı
DÜŞ BOZGUNLARI
H
epimiz düşler kurduk, herkes düşler kurdu. Ne düşler h e m de,ne büyük düşler..Yıllarca besleyip büyüttük düşlerimizi, düşlerimiz uğruna yaşamlarımızı bilefeda ettik. Ama düşbozumu zamanı şimdi.Uğruna gençliğimizden vazgeçtiğimiz düşler iyi h a s a t vermedi. O kadar besleyip büyüttük, şimdi bir de bakıyoruz hepsi ezilmiş, parçalanmış, kavrulmuş, yok olmuş,düşle-rimizin hepsini kaybetmişiz."(1) Yıllarca nasıl da bu dünyanın zevklerinden, çocukluk alışkanlıklarından vazgeçmiş, içlerindeki kuşku kırıntılarını bastırıp, derinlere itmiş, kendilerine yasaklar, barikatlar kurmuş; özlemlerine gem vurup, sert bir kabuğun içine hapsetmiş; "Parti işlerinden sözedilince...Tanrıyı görmüş bir mümin gibi" her şeyi bir kenara bırakmış; gençliklerini harap ettikleri o düşler için ne kadar da çok acı çekmişlerdİ(!) Fazıla, Necip, Sibel, Ömer, Suat, Serkan ve daha nice düşbozgunun ortak düşünceleriydi bunlar... Bazılarını kalemleriyle devrimcilere küfreden Ahmet Altan, Latife Tekin, Kaan Arslanoğlu, Duygu Asena'lar; bazılarını senaryolarıyla sağa sola kirli sular sıçratan Sinan Çetin'ler, bazılarını da çizgilerini zehirli bir ok gibi insanların beynine saplayan Necdet Şen'ler, notalarıyla beyinlerin kıvrımlarına yılgınlık aşılayan Ahmet Kaya'lar yaratmıştı. Onları yaratanların da bir yaratıcısı vardı elbet: EYLÜL GENERALLERİ.
Eylül onların düşlerinin bozguna uğradığı zamandı. İsrafil sürunu üflemiş, o "güçlü rüzgar" ağaçların dallarındaki sararmış yaprakları sağa-sola savurmuştu. Caddelere düşenleri tankların paletleri, ara sokaklara düşenleri ise postallar çiğnedi. İsrafil'in süru ile sağa sola savrulanlar çareyi diz çökmekte, etek öpmekte buldu. Kraldan daha çok kralcı kesilerek milyonların umudunu karabasana çevirmek için büyük bir gürültüyle dönen paletlere ses; yılgınlığı, inançsızlığı ve yalnızlığı beyinlere kazımak ve yüreklere acının zehirini akıtmak için dönen manyetonun koluna güç; kurulan darağaçlarına ip; tetiğe asılan kalleş parmaklara mermi ve dört bir yanı zindana çevirmek isteyen zulme sis perdesi oldular. Romanları, filmleri, şarkıları, karikatürleri ve yazılarıyla Eylül cuntasının damarlarına kan taşıdılar. Eylül'e has senaryolardan, notalardan, mısralardan, çizgilerden, sayfalardan, fotoğraflardan çıkıp gelmişti bu düşbozgunları... Her şey umutsuzdu onlara göre, acı dolu, hüzünlü ve bastırılmıştı. FAZILA'lar, NECİP'ler, SİBEL'ler ve diğerleri filmin ilk karesinde henüz yoktular. Onlar o dönem, yeni doğacak olmanın sancısındaydılar. Bazıları sinmiş, gizlenmiş, bazıları hapislere düşmüştü. Ama ha-tavı r / eylül sanatçıları / ocak '99 / sayı : 10
yırsever kimi insanlar ellerinden tutup onları bu kuytuluklardan çıkarıp KEŞFEDECEKTİ. Filmin sonraki karelerinde görüleceği üzere Eylül zamanının sanat ve kültür üstadları olacaktı her biri. Gelin filmi biraz geriye alalım, Eylül'ün kendi sanatmı nerede, nasıl başlattığım, nereye taşıdığını hep birlikte görelim.
Kare 1 İlkin acılı bir arabeski duydu insanlar. Minibüslerden, kahvelerden, sokaklardan yayılan bu sesler kulakla-
n tırmalamaya başladı. Her türlü tükenmişliğin, bitmişliğin, boşvermişli-ğin, kı sacası kaderciliğin ve kederin felsefesiydi duyulan. Dün umut yoktu diye vızıldıyordu notalar. "Yarın da olmayacak". "Batsın bu dünya" d i y o r d u , "acıların kucağından kopup gelen çocuk lar" bir başka sı "Yalnızım dostlar, yalnızım" feryadındaydı. Arabesk, Eylül'ün kan ve barut kokan havası içinde "doğmadan ölen" insanlara bir ilaç gibi enjekte edilmeye, mutsuzluğun, yarrnsızlığın, bunalımın felsefesi beyinlere işlenmeye çalışılıyordu. Müzikle başlayan uyuşturucu dalgası, sinemalarda peşpeşe vizyona giren erotik filmlerle de desteklendi. Eylül'ün ilk "sanatsal" ürünleri bunlardı. İşkencenin, katliamın kol gezdiği bir zemin üzerinde yükselen kameralar, objektiflerini "çağdaş ve modern fahi şelerin" -Ahu Tuğba, Serpil Çakmaklı vb.- üzerine çevirmiş, ahlaksız, bayağı, mide bulandıran filmler ortalığı kaplamıştı. Zulüm kaynağının belirsizleştirilmeye, korkunç bir kaderciliğin geliştirilmeye, topluma umutsuzluk tohumlarının ekilmeye çalışıldığı bu ortamda, insanlara ağlayıp sızlanmak, yakarmak ve çaresizlik denizinde boğul-
maktan başka bir yol bırakılmıyordu. Toplumu ahlakça da çürütmeyi temel alan bu filmler furyası ile arabesk müzik filmin ilk karesinde üzerine düşeni yaptı ve yerini senaryonun sonraki kahramanlarına bıraktı.
mış insanlardı. Kalıpların içine sıkışıp kalmışlardı(!) Eylül işkencehaneleri ve zindanları bir ölüm makinası gibi devrimcileri katlederken, Eylül romancıları da bu zulüm senaryosunun tamamlanmasında üzerlerine düşenleri hakkıyla yapıyorlar; "serüvenler" in unutulmasıKutsal Emirlerin Yerine nı, "kutsal emirler"in dinlenmemesini, Kutsanan Bireyler FAZILA hapisteydi o dönem, koğuşta örgütlerin dağıtılıp bireyin kutsanpencerenin kenarına dayanmış, "etinin masnı öğütlüyorlardı. içinden gelen bir sesle türkü söylemeye" "Ben serüven istemiyorum... Sessizlik başladı. istiyorum...Bir adaya gitmek istiyorum, ıssız bir adaya"'diyordu Fazıla . Diğerleri de aynı "Odam kireçtir benim/ Yüzüm güleç- görüşteydi. Sonra çağdaş bir Robenson tir benim/ Soyun da gir koynuma/ Terim oldular. Kendi adalarını kurdular. "Kutsal ilaçtır benim" emirler" yoktu bu adada. Herkes özgürdü. Artık birey olmuş, eski kalıpları "Ranzaların üstünden gelen sert bir reddediyorlardı. Serkan kaleme şevkle uyarı" ise bölmüştü Fazıla'nın türküsünü:sarıldı. "Tabuları yıkıyoruz" deyip bir başlık attı yazısına. O günden sonra, her -Bu ne biçim ses Fazıla? Ne biçim türkü türlü ahlaksızlığın giz perdesi bu slogan oldu. Tabuları yıkan Eylül dergileri söylüyorsun? kapladı. Önce "Vücudun Kız kaşlarını çatarak Fazıla'ya bakıyordu. ortalığı özgürleştiril-mesi" tartışıldı. Sonra da Bu haliyle felsefe öğrencisinden çok, bir cadıya benziyordu... Fazıla'nın o an bir erkeğe özgürlük adına, ayakları altına alınmayan duyduğu özlemi ele vermişti" kirletilmeyen bir tek değer bırakmamak için, "Cadı" rolündeki kız öğrenci, dev'tabuları' yıkmaya devam ettiler. rimcileri simgeliyordu tabi ki. Yani hiçbir şeyden anlamayan, geri, Aradan çok uzun bir süre geçmetekdüze, zevksiz bir masal camişti ki, adaya iki yeni konuk geldi: navarı... Eylül romancıları, İhtiyar ve Delikanlı... Tarık Buğra'nın devrimcileri böyle karaladılar. "Gençliğim Eyvah" adlı romanından Fazıla ise örgütün eline düşmüş çıkıp gelmiş, zehir yüklü iki düşbozbir zavallıydı... Yıllardır öfkesini gunuydu bunlar, ihtiyar, Buğra'nın bastırmaya çalışmış, öfkesini deyimiyle "Tıpkı mağara devrindeki gibi partinin emirlerine saygısızlık bırakma sapıklığının milyarlarca kırıntısının 14 olarak görmüş, "kutsal emirlere" bir sembolü" ' idi. İhtiyar, çok bilmiş hep uymuş, ama artık tüm edalarıyla, tıka basa yediği ama bunlara isyan etmek, yalnızca sindiremediği geçmişini burada alçakça kendisini, duygularını dinlemek, kusuyor, ada gecelerinin vazgeçilmez kendini yaşamak isteyen bir muhabbetçilerinden biri oluyordu. portreydi. BÜLENT, SİBEL, Yine bol yıldızlı bir geceydi. İhtiyar, NECİP ve diğerleri de hep Lenin için "benzeri görülmemiş kancık kişilikleri "öldürülmüş", aşklarına demagoji"'" diyerek salyalarını akıtırken; cinsel isteklerine gem vurulmuş, Serkan, Stalin'in despotluğundan dem özel hayatlarına hiç zaman vurup, Eylül öncesine hep ideolojik ve ayrılmamış, konuşmalarına, at gözlükleriyle baktıklarını söylüyor; türkülerine, kılık-kıyafetlerine, Sibel ise Latife Tekin'in gece sevgilerine kadar her şeylerine derslerinden aldığı feyzle birçok değeri karışılnasıl es geçtiklerini bu halk yüzünden ömürlerinin en güzel çağlarıtavı r / eylül sanatçı ları / ocak '99 / sayı : 10
nın nasıl da heder olduğunu iç çekerek anlatıy ordu. Mehmet Eroğlu'nun "Issızlığın Ortasından" adlı romanından çıkıp gelen Halit'in "işçi sınıfı (...) öyle ağır anlıyor ki, öyle kanı donmuş bir kitle ki, yerinden kımıldat mak için altındaki [h> toprağı havaya uçurmak gerekir sanki" sözleriy le ortalık kahkahalarla çınlıy ordu. Fazıla'nın ise Necip'in bir grev esnasında "arkadaşlar işçi sınıfının çıkarları" demesi üzerine işçilerden birinin "kes ulan velet senden mi öğreneceğiz işçi sınıfını" diy e onu itmesini ada sakinlerine anlatması da dinley icilerin gülmekten karınlarını ağrıtmıştı.
Düşbozgunlarının Yeni Hayatları Ey lül yalnızca "usta" kalemlerden çıkan roman "kişilik"leriy le saldırmıy or y ılgın-laşmış, dönekleşmiş, kompleksli, psikopat tipli dev rimci portrelerinin ortalığı kapladığı f ilmlerin de önünü açıy ordu. Serpil Çakmaklı, Ey lül'ün ilk y ıllarında oy nadığı f ilmlerle "iyi" bir ün kazanmış, Ey lül ahlaksızlığı v e kültürünü halka taşımak, toplumu kirletmek için elinden geleni y apmıştı. Bu kez de dev rimcileri karalamak için geçmişti Gecenin ilerley en saatleri ise delikanlının şiir üzerine görüşleri ile son buldu: kameraların karşısına. Ve Sinan "Bu sessizlikte -işte- ancak şiir olabilirdi. Çetin'in elinde y epyeni bir kimlik A ma ancak insanları inkar eden, insanların kazandı: O artık ey lemci bir kızdı. birtakım ilişkilerine lanet okutturan, topluma Kod adı: PRENSES... Filmin bir başkaldıran ve intiharın da başkaldırman ın karesinde masanın etraf ında oturan da işe yaramadığ ı kavrayı--ını getirdiği ey lem planları y apan bir grup v ardır. Prensesin yanındakilerin devrelere has hüzünle tüllen-miş şiir. Bir şey ummayan, umudu, küçülüşün en çirkini hepsi psikopat hay dut tipli sayan... Ve elbette en önemlisi yol insanlardır. Ey lemlerinin ise amacı v e hedef i belirsizdir. Senary onun replikleri, göstermeyen, toplumun iğrençliklerini, sanki Kenan Evren'in telev izy on aşağılıklarına başkaldırı iddia ederken bir başka iğrenç toplum kurma hö düklüğüne konuşmalarmdan alınmış birer metindiler. "Sudaki İz"den f ırlay ıp gelen düşmeyen şiir." Kenan ise y ine asık yüzlü bir dev rimci Latife Tekin, Mehmet Eroğlu, Ahrolündey di. Zavallı kızcağıza, Prenses'e met Altan ve Tank Buğra'lar, romanşu kırmızı koltuktan v azgeçmesini, bütün larında kurdukları adalarında y arattıkları bunların küçük burjuv a zaaf lar olduğunu kişiliklerle dev rimci önderlere, örgütlere, söy ley ip duruyordu. Necip'ler, Fazıla'lar, halka mücadeleye işte böy le küf ürler ihtiy arlar, delikanlılar artık f ilm setlerinde ediy or; "yıkılan" sosy alizmin "çağdışı" y erlerini almış, ikili oy unların "Su da Yagörüşlerin v e inanışların y erine "yeni" bir nar"ların v e "Sis"lerin başrol oy uncuları f elsef e, ahlak v e kültür inşa etmey e olmuşlardı. Y eşilçam'm y eni tipte çalışıy orlardı. Y eni teorik gıdalar aday a oy uncuları onlardı artık. Klasik aşk v e bunlar taraf ından ithal edildi. Artık onlar köy f ilmlerindeki jön tiplerin y erini de siv il toplumcu, f eminist, y eşilci v e y eni trav estiler, eşcinseller, modern telekız-lar düny a düzeni solcularıy dılar. Toplumu da v e 'mankenler' almışlardır. Gelecek böy le şekillendirmek istiyorlardı. Bu toplumun ideal tiplerinin, bunlar olması nedenledir ki sanat "ürün"lerinin düşünülüy ordu. Filmler, diziler bu y eni kahramanları, hep liberalizmi seçtiler. içerikleri ve kişilikleriy le Ey-lül'ün tüm Dev rime "elveda" dediler. Serbest pislik v e ahlaksızlıklarını kusuy ora, piy asanın nimetlerinden y ararlanmak için toplumu bunlarla kirletmeye çalışıy ordu. birbirlerinin omuzlarına basmaya, gemileri kurtaran birer kaptan olmay a Düşbozgunlarının y eni meslekleri başladılar. Kıblelerini kaybettikleri için arasında, oy unculuğun y anı sıra rekgemileri hep ANAP binalarına lamcılık v e gazetecilik de rev açtaydı. demirlemey e başladı.
tavır / eylül sanatçıları / ocak '99 / sayı: 10
Serkan, tam da kendine uy gun bir uğraş bulmuştu: Reklamcılık... Adarım müdav imlerine durmadan mesleğinde ne kadar başarılı olduğunu anlatıy or, kendisini de bir reklam aracı olarak pazarlıy ordu. "Nerede ise hiç kafa yormadan aklıma geldiği gibi bir şeyler söylüyorum; çevremdekiler şaşırıyor, ağızları açılıp hayran kalıyor. Ya çok zekiyim ya da farkında ol madığ ım kadar bilgili. Bizi m patron (arkadaşımın abisi), sen dom ğuştan reklamcısın diyor bana." Çok zeki v eya bilgili olmasından kay naklanmıy ordu başarısı. Sadece, dev rimci literatürü burjuvazinin hizmetine sürmüş her "yeni" kelimeyi dev rim, isyan kelimeleriy le reklamlaş-tırıy or, Che'nin f onda olduğu reklam f ilmleri çekiyor, yeni üretilen Rena-ult'ları "o bir devrimci" diy e pazarlıy ordu. Reklam hem bir pazarlama aracıyken hem de dev rimci değerleri, halkın gelenek v e göreneklerini dumura uğratmay ı amaçlıy ordu. Sibel de, Serkan'ın reklam filmlerinde oy namay a başlamıştı. Sempatik bir genç kız rolüy le mutfağa giriy or, çeşit çeşit y emekler y apıy or, telev izy on ekranlarından mily onlarca genç kadına "Siz hala annenizin margarinini
diy erek anneler nezdinde "eski" alışkanlıkları sorguluy or, insanların y eni "değer"lerle tanışmasına önay ak oluyordu. mi
k ullanıyorsunuz ?"
Dev rimcileri karalayarak düzende kendine uy gun bir yer arayan Arslanoğlu'nun bir başka "kişilik"i de basına atmıştı kapağı. Bu kişilik, "yazarlara düş en ş ey y alnızc a insanları
la'lar rollerine çabuk ısınmışlardı. Feminist özgür kadın kimlikleriy le bastırılmış duy gularını şaha kaldırıy or, hapisteyken söyledikleri o türküye karşı çıkan felsefe öğrencisinden adeta intikam alıy orlardı.
Her şey bunlarla da sınırlı kalmadı. Necdet Şen gibileri Cumhuriy et bilgilendir mece çalış maktı,birazcık ufuklarını açGazetesi'ndeki köşelerinden "bacı" mak, belki ç ok gittikleri yönde birkaç derecelik edebiy atına hakaretler yağdırarak narota değişikliğine neden ol mak... hem sonra bir mussuzluğun propagandasını y aptılar. sarayda yoks ul bir kulübedeki gibi düşünül mezdi" Tabuları y ıkmakla başlay an cinsel tartışmalar da sınırlarını aşmış, özgürdiy e teorize ediy o r d u yaptıklarını. Eh tabi leşme, eşitlik kisv eleri altında her türlü plazalarda dolarlar ceplere dolarken, rezillik meşrulaştırılmay a başlanmıştı. okuy ucuların da hangi rota değişikliğine uğratılacağı ortaday dı. Y eni dünya düzenini- Uluslararası tekeller bu piy asaya el atmakta gecikmedi, önce Penthouse v e nin tüm "y eni"likleri bu basınla girdi Play boy, sonra onları daha ucuz taklitleri düny amıza. Serbest Piyasa Ekonomisi, izledi. Çağdaş f ahişeler de bu pazarda Globalleşme, Tek Kutupluluk, Özgürlük v e pazarlanmay a başladılar. Duy gu Demokrasi, Zafer Mutlu'nun deyimiyle Asena'nın f eminist kadınları, güzellik "yükselen değerlerin gaz etesi" Sabah'ta y arışmaları adı altında buluy ordu y ankısını. Filmin üçüncü pazarlandılar. Önce kraliçe oldular, karesinde adadakiler yaratıcıları olan sonra manken. Tam olarak, Alo bilmem y önetmenlerin, yazarlarm, çizerlerin, ne hatlarıy la da bedenlerini pagazetecilerin kendilerine açtıkları y oldan, zarladılar. Penthesileia'u elinde bir def ilelerden setlere plazalardan stüdyolara metadan başka bir şey değildi. koşturuyor; "hızla geliş mekte olan düny amız"a Kadının olmadığı f ilmin dördüncü yeni "yükselen değerler" katıy orlardı. Eylül'ün karesinde, düşbozgunlarının f eminizm marketi, Manukyan'ın sermayeleriy le dolup dört bir yandan süren ideolojik ve kültürel taşmıştı. bombardımanında gazeteler v e dergiler de mev ziy e girmiş y alan, demagoji ve Yorgun Demokratların ahlaksızlıklarıy la en ön saf larda sal dırmaya Son Durağı: Cafe-Barlar başlamışlardı. Tabuları y ıkan, feminizmi, birey i cinsel özgürlüğü keşf eden, reklamcıAdı Olmayan Kadınlar lıktan, y azarlığa, artistliğe, gazeteciliğe Binlerce y ıl öncesinin Penthesile- kadar her tür meslekte Ey lül karanlığını ia'sını(10) da Troy a Sav aşı'ndan çekip alacalaştırmak için ellerinden gelenleri alarak aday a misaf ir ettiler. O artık modern y apan düşbozgunları y orgun bir günün bir amazonun Duygu Ase-na'nın akşamında soluğu "hoşsohbet, dost romanında bir kadın kahramandı v e ortam" Töre Caf e Bar'da almışlardı. kocasına "her yeri gör mek, herkese aşık ol mak Ey lül'ün sararan y aprakların üzeistiyorum,
göreceksin
bak
herkesle
birlikte
olacağım, ben istemesem bile beni isteyenlerle birlikte olacağım, onları kendi mden yoksun bırak mayac ağım"(11) diy erek kitlelere
f eminizmin nimetlerini anlatıy ordu. Achilleus, bu kez Pentehesileia'y a "yenilmişti". Kadının adı y oktu. Ve ona y eni bir kimlik, -f eminizm- v ermek gerekiy ordu. Fazı-
ni y apıy orlardı. Fazıla bir y andan dans ediy or, bir y andan da Ömer'in kulağına "Belki de ki mseyi sev miyorum, haklıs ın ki mseyle ol mak istemiyorum as lında, ne s eninle ne de Bülent'le. İkiniz de s ürekli bir şeyler istiyorsunuz benden, sıkıştırıyorsunuz, bunaltıy orsunuz beni... Ki mseyi gör mek istemiyorum artık. Her kes korkutuyor
sözlerini f ısıldıy ordu. K u ralsız ilişkiler, özgürlük adına y apılmay a başlanmış, sev danın yerini hoşlanmak, ev liliğini y erini çıkmak almış; Sezen Aksu'nun şarkılarındaki gibi evliliğin olmadığı dağınık ev lerde pay laşılanların y eterli görüldüğü; ama hep "yarım kalan bir şeylerin" olduğu ilişkiler yaşanmay a başlanmış; topluma da "böyle yaşayın!", "böyle sevin!" mesajları v erilmey e çalışılmıştı. beni,y alnız baş ıma kal mak istiy orum"
Fazda ile Ömer, diğerlerinin y anına döndüklerinde dostlarım eski günlere dair koy u bir sohbete dalmış buldular. "Terkedil miş inançların intik amı kor kunç oluyor." diy ordu Suat: "Ben kabus larımdan kurtulamıyorum biliyor musun? Her gece kabusl ar görüyorum" Necip ise inançları
uğruna terkettiği o küçük burjuv a kızla birlikte yaşadığı anıları anlatmay a başlamıştı ki Fazıla girdi aray a: "İnançsız insanlardan, yarım insanlardan, inançları uğruna yaşamın ı vermeyenlerden hoşlan ma m. A ma bütün yaşamı boyunca hep aynı inancı hep aynı güçle sürdürecek kadar kişiliksiz ve salak olanlardan da hoşlanmam" "Suat
bac aklarını
topladı; 'Ki mlerden
hoşlanırsın peki s en' 'İnananlardan sonra da inançlarından vazgeç enler den.'
Ömer ise iş olsun diy e "döneklerden hoşlanıyorsun yani" dedi. Bu sözler üzerine Fazıla sinirlenmişti. Bir an elektriklenen, sessizleşen ortamı y ine kendisi y umuşattı. Söy ledikleri hepsinin ortak duy gularıy dı aslında; "Bizimkisi
rinden, tankları v e postalları ile geçişinin ardından nice sonbaharlar tükendi. Ve eski dostlar Sezen Aksu'nun müziğiy le kendilerinden geçmiş "gitme dur ayrılığa çocukların oy nadığı evcilik oy unu daha hiç hazır değili m'' i ezgisiy le Fazıla, gibi bir şey di, gecek ondularda oturuy orum, Ömer'i dansa kaldırmıştı. "Y arım kalan fabrikalalar da ç alışıyorum, halktan biriy miş gi bi numara y apıy orum sonunda dayanamıyor um aşk"ların ezgisiy le dans ederken patlıy orum tabi. Şi mdi bunalımlarının sohbeti-
tavır / eylül sanatçıları / ocak '99 / sayı: 10
Dejenere olmuş düşlerin "prens"i: SİNAN ÇETİN
düşününce biz önemli işleri çok hafife almışız çocukların yapacağı şeyler değilmiş bu işler."
Fazıla konuşmasını bitirdiğinde filmin dördüncü karesi de bitmek üzereydi. Cafe-Bar'ın loş ışıklarına usul usul bir müzik karıştı, ses gittikçe gürleşti. Elinde viskisi, altında BMVV'si ile Boğaz Köprüsü'nde "özgün müzik" resitalleri veren Ahmet Kaya'nm sesiydi bu. Yorgun Demokratlar iç çekerek bu ezgiye kaptırdılar kendilerini. "Başkaldırıyorum hey varın benim farkıma" diye bağırdılar içlerinden. Ömer kederlendi bir an ve garsona seslendi: "Bana bir kadeh Bloody Mary getirsene!"
Filmin Son Karesi Vakit gece yarısını geçmişti, hesabı ödeyip ağır ağır yürüyerek dışarıya attılar kendilerini, yine bir Eylül gecesindeydiler. İsrafil süru ile sağa-sola savrulan sarı yaprakların, paletlerin ve postalların çiğnemesinden bugüne kadar nice eylüller gelip geçmiş; düşbozgunları yeni değerleri felsefeleri ve keşifleriyle eylüle kendi dallarından epeyce destek vermişlerdi. Cafe-bardan çıkınca dört bir yana dağıldılar... Cafe-bardaki görüntü filmin son karesi değildi. Zaman ilerledikçe halkın kanına girmede daha ince yöntemler buldular. Senaryolar birbirini izledi. Romanların, öykülerin sayfalarından, şiirlerin dizelerinden, karikatürlerin çizgilerinden, filmin karelerinden yeni yeni figüranlar çıktı piyasaya. Oyuncular değişti ama oyun değişmedi. Trendy görünüşlü, umursamaz felsefeleriyle pasif direnişçi gençlerin fotoğraflarıyla süslü dergiler kapladı ortalığı. Yeni bir gençliğin, MTV gençliğinin tohumları atılmaya başlandı. Gökten yağan asit yüklü yağmur damlacıkları gibi dört bir yana Tarkan'lar, Bendeniz'ler, Doğuş'lar, Azer Bülbül'ler, Mirkelam'lar düştü. Ucube tipleri, aykırı saçları, uzaylı giysileri, çarpık dilleri ve kısa metrajlı porno küpleri ile gençliğe yeni idoller olarak sunuldular. "Mum Kokulu Kadınlar", "Karışık Pizza"ların arasına Eylül iş-
kencecileri ile gerillayı uzlaştırmaya çalışan "Işıklar Sönmesin'li filmler de karıştı ve Fazıla'lar, Sibel'ler, Ömer'ler yeni hünerlerini buralarda da sergilemeye ödüller almaya devam ettiler. Eylül, her alanda olduğu gibi kültür ve sanatta da halka saldırının adıydı. Saldırılan şey; halkın benliği, tarihi, gelenekleri ve kimliğiydi. Saldırılan şey örgütlülüktü, halkın kurtuluş mücadelesiydi. Saldırı ideolojikti. Bu saldırılarla halkın önce bireycileştirilmesi, yozlaştırılması, sonra da sürüleştirilmesi ve duyarsızlaştırılıp dejenere edilerek çürütülmesi hedeflendi. Bundan dolayıdır ki eylül "sanatçıları aydınları, ideologları", bir furya halinde gerek bir roman, öykü, şiirle gerekse de bir film, fotoğraf, gazete ve televizyon kanalıyla en güzel değerlerimize saldırdılar. Eylül dönemi sinemasının önemli vurdulu kırdılı filmlerinin kahramanları olan mafya babaları, kara para aklayıcıları, eroin tüccarları ve katillerin peşine düşen polis şefleri de gerçek hayatta rollerine uygun davranarak '80 '90'lı yılların gerçek oyuncuları oldular. Ve Susurluk'ta bir kamyona taslayıp filmin karelerinden çıkarak ortalığa saçıldılar. Bu pisliğin kültür alanındaki lağımından yıllarca Playboy'lar, Kadının Adı Yok'lar, Sudaki tavı r / eylül sanatçı ları / ocak '99 / sayı : 10
İz'ler, Serpil Çakmaklı'lar, Tarkan'lar, Ahmet Kaya'lar aktı durdu... Ama düşbozgunlarıyla da ahlaksızlıklarıyla da çürüyen kendileri oldu. Ne tankları-topları, ne işkenceleri katliamları ne de filmleri romanları, basını ve televizyonları ile ideolojik ve kültürel olarak yaptıkları saldırılar istedikleri sonucu vermedi onlara. Sararıp her rüzgarda sağa sola savrulan yapraklar da kurtaramadı eylülü. Çünkü dört mevsim yedi iklim yeşil kalan iğne yapraklı ağaçları vardı Anadolu'nun. O ağaçlar damarlarıyla kö k salmışlardı ana toprağa ve ormanlar kadar çoktular.
1- Sudaki İz- Ahmet Altan 2- ag e syf: 4 9 3- ag e syf:224 4-Gençliğim Eyvah- Tank Buğra s yf: 446 5- age syf: 447 6- Issızlığın Ortasında- Mehmet Eroğlu s yf: 205 7- Gençliğim Eyvah- Tarık Buğra syf: 3 3 0 8- Kişilikler- Kaan Arslanoğlu s yf 42 9 - a g e s yf: 4 9 10- Penthesileia: Amazon Kraliçesi. Troya S a vaşı'nda Akha'lı Achilleus tarafından kadın olduğunun far kına varılmadan öldürül dü. 11- Kadının Adı Yok- Duygu As ena s yf: 237 12- Sudaki İz- Ahmet Altan s yf: 241 13- ag e syf: 2 3 5 14- ag e syf: 1 7 6 15- age syf: 177 16- ag e syf: 2 3 6
inceleme pınar arda
S
anat, birçok kişiye göre, işigücü yazmak-çizmek ya da gezmektozmak olan kişilere mahsustur. "Sanatçılar", ansızın gelen "ilham perileri" sayesinde, "dudak ısırtan" sanat eserleri y aratırlar. Çoğu zaman bu insanların sanat alanındaki yetenekleri, atadan kalma, kalıtımsal bir özellik olarak da görülür. Oysa sanat eğitim işidir. Eğitimse yaşamın ta kendisidir. Sanatçı, eserlerinde yaşamı işler, çeliği işler gibi ustaca, özenli ve titizdir... Sanatçının en güzel ürünlerinin kaynağı; acıları, sevinçleri, korkuları, kaygılarıyla, yaşamın her alanını dolduran, sanp sarmalayan halktır. Halkın içinde olan, halkla birlikte y aratan, halkın mücadelesini veren, bu mücadeleye öncülük eden sanatçı, sanatıyla geleceğin de habercisi, temsilcisi olur. Egemen sınıflar, halk için savaşanları, hep kabasaba insanlar olarak gösterir. Bu y alanlara göre, halk kurtuluş savaşçıları, sanatla uzaktan y akından ilgisi olmay an, duy gusuz, vahşi birer "terörist"'tirler!.. Oysa burjuvaziye göre sanat bir incelikler bütünüdür ve dağlarda, bay ırlarda yatıpkalkan, y ıllarca kültürelsanatsal etkinliklerden uzak, yeraltı ilişkilerinde kalan bir gerillanın zaten kendisi "vahşi" bir eylem olan öldürmek dışında bir etkinliği olamaz!.. Emekçi sınıflara sömürü ve zulmü dayatan vahşi bir sınıf ın en ikiyüzlüce, en alçakça propagandalarından, y alanlarından biridir bu... Onlara göre sanat, deniz manzaralı atelyelerin, pahalı müzayede salonları-
nın yani, egemen sınıf ların kendi tekelindedir. topraklarına çevirendir. Bu yüzden ge Bunu ısrarla, bıkıp usanmadan halka da kabul rillanın sanatı doğrudan ve y alındır. Halkın yaşamının en duru, en saf , en te miz halidir. ettirmeye çalışırlar. Oysa gerçeklerin böy le olmadığı bilinir. Bu yalan en başta, Dünya devrim mücadeleleri, gerilla ve yüzy ıllardan, biny ıllardan süzülüp gelen halk sanatın bütünleştiği, unutulmayan, dilden ozanları taraf ından su yüzüne çıkarılır. dile y ay ılan şiirlerle, türkülerle örülü Dadaloğlu, Köroğlu gibi halkı için canını say ısız örnekle doludur. f eda eden, egemene meydan okuy an, Latin Amerika'nın efsaneleşmiş kahramanı J o s yaktıkları türkülerle halkın isy anına e Marti, aynı zamanda bir ş a irdir. Önderliğini tercüman olanlar halkın yüreğindeki yerlerini yaptığı isyanı anlatırken, "Sefer donatımları ve korumaktadır. Y ine sanatını halkı için kullanan silahlarla, maki ler arasında ilerleyerek insanları ve bu uğurda tereddütsüzce ölümü savaşa kaldırdık." der. Küba Halkı'nın savaşçı onukucaklayan Ayşe Gülen, Ayşe Nil Ergen, Ayçe runu, y arınlara olan özlemini şiirleriy le anlatır. İdil Erkmen de egemenlere, hal Amansız kav gasma duy duğu sarsılmaz kın sav aşçılarınca vurulan ağır birer inançla, ölümü, y aşamında olduğu gibi şiirlerinde darbedir. Özcesi sazını silah ey leyen de sıradanlaştırır, tıpkı şu dizelerde olduğu gibi: ozanlar, zalime boy un eğmeyen y iğit savaşçılar her zaman egemenlerin y a"Aynı yalınlıkta ölmek isterim / Kırda bir lanlarını açığa çıkaran korkulu rüyaları olur. çiçek gibi sakin, gösterişsiz. / Mum yerine Gerilla, halkı için en zor bedell eri ödeyen, y ürüttüğü savaşımla mutlu ve yaşanır yarınları kurma mücadelesi verendir. Halkın umudu, y arınıdır. Y eni yaşam biçiminin, y eni kültürün temsilcisidir. Bu kültür gerillayla, savaşla birlikte gelişir, yaygınlaşır v e zaferle tüm halkı kucaklayan toplumun yeni yaşam biçimi haline gelir. Savaşın gerillayla hiç aracısız, doğrudan bir bağı vardır. Çünkü gerilla, yeniyi büny esinde barındıran, halkın acılarını, özlemlerini en içtenlikli, en hesapsız yaşayan, halkın kurtuluş umutlarını namlusunda taşıyandır. Savaşta bulunduğu en ön cephey i özgür v atan
tavı r / sanat ve tavı r / ocak '99 / sayı : 10
yıldızlar / parlasın üstümde Yeryüzü uzansın altımda sessiz." II. Paylaşım Savaşı'nda faşizme karşı sav aş, düny anın dört bir yanındaki partizanlarla özdeşleşir. Bulgar partizanlarının direniş türküleri, İspanyol partizanlarının "Non Passaran!" haykırışları dilden dile yay ılır. Fransız partizan direnişinde, simge şarkılardan biri olan "Kurtuluş Şarkısı", yeraltı radyolarında sürekli çalınarak dünya halklarına ulaşır; "Bizimle g e l e n bilir davamızı, / D a -
vamız sıcak, davamız şanlı / Arkadaş, bil: Sen d üş e rs e na ş a ğı / Ba ş k a biriçıkıp / Kurşunlara a ç a r bağrını / Kızgın g ü n e ş ışınları, dağlar kanayan yaramızı / Şarkılar s ö y l e y e r e k gidiyoruz / S a v a ş a ve özgürlüğe / Geceleri susun dinleyin şarkılarımızı." Latin Amerika'da isyan geleneği de, gerilla mücadelesi de köklüdür. Jose Marti'lerin, Sandino'larn, Farabundo Marti'lerin yeri, yeni devrim savaşçılanyla doldurulur... Gitarı sırtında yürüyen El Salvador gerillalarının, klarnet çalan Sandinistler'in, Barbudolar'ın savaştaki coşkusu, gitarlarından, klarnetlerinden yayılan ezgilerle halka ulaşır. El Salvador'da; "Yaşasın Özgürlük / Yaşasın halk için dövüşenler I Gerçeğin yolunda / Ölüme gidenleri" diyerek,
savaşı selamlayan şaire; FMLN saflarında savaşıp şehit düşen gerilla komutanı Carlos Aragon'un dizeleri cevap olur: "Bugün kükredi silahlar , deniz ağlama-
ya başladı / Felipe'ydi vurulan / ve artık rinde sapan düşmana öfkelerini fırlatırkavga I zamanı." ken, "Ey halkım yükselt silahını, s i l a h ı n ı yükselt" dizeleriyle halk direnişe çağrılır. Komutan Che Guevara, tüm dünyada İşgal altındaki Beyrut'un direniş türkügerillacılığın efsaneleşmiş ismidir. Savaş sü, işgal altında olmanın acısıyla hüzünsanatındaki ustalığı, şiirlerinde lüdür. Fransa'nın sömürgesi olan Cezasosyalizme, halkın savaşına olan inana, yir'de, sömürünün ezikliği bir türkü davaya bağlılığı dizelere dökülür. olur halkın diline düşer; "Kurt iskeletlerime çirkindirler şimdi / Ölülerim vurulmuşlar alınlarından / DüşBiliyorum ki ölümüne çarpışma günü / Halk çocukları benimle / Omuz omuza vere- müşler Akdeniz'e doğru /Özgürlükler kalcek, I Halkın savaştığı amacın kesin zaferini mamış artık / Al benimölülerim, ey gece" I Göremezsem eğer / Fikri en yüksek geleceğe I Götürmek içini mücadele verdiğimdenDünyanın dört bir yarımda direnişdir, I Eski kabuğun tüylerini yolarken / do- lerin, savaşların ortasında gerillanın diğan umudun kesinliğiyle / Biliyorum bunla- linden dökülen türküler, şiirler yankıları." nır. Gerillanın sanatı bağrından çıkıp geldiği halkın binlerce yıllık birikiminin Che Guevara, "fikri en yüksek geleceğe ee n yalın, en yeni, en zengin halidir. Ülgötürmek için" tutar dağların yolunu, şiiri kemizde onyılları bulan devrimci mügibi savaşır. Abartısız, yalın, keskin bir cadele, kendi halkımızın kültürüyle kılıç gibi ve başka gökler altında, başka yoğrulan sanatsal ürünlerle doludur. Bizim ülkemizde de "Dersimde Doğan halklara "doğan umudu" sunmak için düşer toprağa... Güneş" gibi gerillanın dilinden tüm İntifada'nın çocuk generalleri elle- dünyaya yayılan kavga türküleri, düştavı r / sanat ve tavı r / ocak '99 / sayı : 10
mana "...sen titre... diye meydan okuyan direniş şiirleri vardır... Evet, bizim de dağ başlarını mesken eyleyen, belinde silah şehrin varoşlarını adımlayan, halka umut olan gerillalarımız var. Savaşımız dağlarda, şehirlerde coşkulu bir türkü gibi, dilden dile, yürekten yüreğe yayılarak sürüyor. Ülkemiz gerillalarının yüreklerinden kopup gelen ezgiler, dillerinden dökülen türküler, devrim inancımızı haykıran güçlü bir silah şimdi. Latin Amerika dağlarında dolaşan gerillaların omzundaki gitar, Afrika gerillalarının yöresel çalgıları, gerillanmızın elinde bağlama oluyor, diyar diyar çalınıyor. Yürüyüş kolunda tozlu patikaları dize getiren, engel tanımayan adımlar, Dersim dağlarındaki m e ş e ormanlarının derinliklerinde söylenen şarkılarla birlikte doğaya karışır. ' 9 4 Aralıkayında ş e hit düşen Erkan Akçalı yoldaşımız, közleşen gerilla ateşi başında ıslıkla besteler türküsünü. Türküsü dilden dile yayılır. Çocuklar zafer işaretleriyle, analar öfke dolu gözyaşlarıyla, onbinler büyük bir coşkuyla söyler "Dersimde Doğan Güneş"i... "Şu Dersimin dağları vay le le Şu Dersimin dağları vay Yiğitlerin odağı vay lele Yiğitlerin odağı vay"
Şehitlerimize bağlılık, savaştaki yalınlık Erkan Akçalı yoldaşımızın duygulu sesiyle türkü olur, koyaklarda yankılanır. Söylediği türkülerde şehitlerimize verilen devrim sözü, zafere olan inanç ve kararlılık vardır. "Unutmadık sizleri / Unutturmayacağız / Adınızı dağlara / harflerle yazacağız." Sanat, savaşımızdaki acıyı, özlemi, sevinci kurtuluş umutlarıyla, geleceğe olan inançla birleştiren, halkı örgütleyen bir araçtır. Gerillalar, faaliyet yürütmek için gittikleri köylerde bir yandan propaganda çalışması yaparken bir yandan da saz çalıp, kavga türküleri söyler; halaylar çekip, halkı savaşa çağırırlar. Savaşın orta yerinde namlu namlu düşmandan, halkımızın acılarının hesabını soran yoldaşlarımız, kavganın yü-
çatlatır gibi karpuzu / Dağlarda yangınımıza/ Dağlarda silahlarımıza yaslanıp / Mun-zur borçtur, namus borcu / Yaşamak gerek yaşatmak elden ele" diyen Ahmet Güder un doruklarını çatlatacak j Güneş doğacak I bizi m güneşi miz." yoldaşımız gibi devralır. Ve elden ele
künü; ' Devralmak gerek koçum / bu bir
yaşatmak için, en amansız kavgalara tutuşarak, mevzi mevzi çarpışarak şehit düşer, geleceğe taşır. Halkın savaşçısı olan gerilla, halkın acılarını en derinden hisseden, halkın yaşamına en duyarlı olandır. Gerilla yoldaşlarımız halkın acılarını, umutlarını, özlemlerini büyük bir duyarlılıkla yaşar. Bu duyarlılık Dersim şehitlerimiz den H. İbrahim Ekicibil'in yazdığı şiirde, çok yalın bir dille ifade edilir:
Yoldaşlarımız düşmana kinlerini, şiirlerinde ifade ederler. Hamiyet Yıldız yoldaşımız; "Sımsıkı kavrarım silahımın kabzasını / Ve... Bamm... / karışır barut kokusu I karanfil kokusuna / geberir köpek" derken şehitlerimize ve halkımıza layık olmanın arzusuyla doludur. Yine O'nun şiirlerinde kavganın içinde, orta yerinde olmanın verdiği mutluluk vardır;
"En çok sevdiklerimden uzak / Ve en çok sevdiklerimle yanyana / Boğup pis kokulu "Yoksul ülkem ocaklarda kanını işler Çocukçadır yüreğinde sevda besler atların tümünü I Kır çiçekleri yeşertmek I Ve estirmek için yurdumun / Her yerinde tertemi z Yoldaşımızın bu şiiri şehit düştükten dağ havasını, / Orta yerindeyim savaşımızın"
kısa bir süre sonra başta Erkan Akçalı ve Ahmet Güder olmak üzere yoldaşları Şehit düşmek, geleceğe, arkadan getarafından bestelenir. Onun savaşma len yoldaşlarına kavgasını miras bırakazmini gösteren satırları, türkü olup dild en mak en büyük değerdir. Duyguların en dile yayılır; ulaşılmazı, en kutsal olanıdır. Kahraman Altun yoldaşımız bu şerefli duyguyu dizelere döker: Alıp şahan kamdım /Ava gider / Senin yiğit oğlun / Cenge gider / Yüreğine aşk dü"Neslim; / Şimdi ben / Şerefimle ölmenin şene zulüm neyler /Ölüm neyler..." doruğundayım / Neslim; / Unutmadan
geçmişi I Unutmayın sözlerimi / Ve bekliyoGerillalar, s a d e c e dağlarda değil, ş e - rum, seyrederken / Gökyüzünün kanlı şafahirlerde de halklarımızın adalet özlemi, ğını I Bekliyorum sizi" kurtuluş özlemidir. 1 9 9 1 yılında e m p e r yalizme yönelik bir eylemde şehit düş e n Gerilla olmak bir tutkudur kavgaKahraman Altun yoldaşımız, kararlı bir mızda. Eline silah alıp savaşmak, düşsavaşçı olduğu kadar, "kavga benim her mana silahının namlusundan çıkan şeyim" diyen devrimci bir şairdir de. kurşunlarla halkın öfkesini yağdırŞiirleri yalındır, kararlıdır, inatçıdır. mak... Kavga yüklüdür. Düşmana cesur bir Ve savaşımın, halkı örgütlemenin tınmeydan okuyuş, baştan aşağı kindir. bir aracı olarak sanat... Kavgamızı, acılarımızı, mutluluklarımızı, düşmana olan "Nasıl sen vurdukça kılıcını / Taa ciğeri me, / kinimizi anlatmak için s a n a t . . . S a vaşın Nasıl akacak kan / Damarda dur madıysa / Öyle bu aracını en etkin şekilde, zafere kadar ezileceksin ayaklarımın altında I Kendi kanımla kullanmalı, devrimimizin güzelliklerini boğacağım seni / Gün beni m... I ...Sen titre..." ilmek ilmek, türkülerimizle, şiirlerimizle, tiyatromuzla, resimlerimizle örmeliyiz. Gümbür gümbür, zaf ere aşık, coş- Unutmamalıyız ki sanatımız, halkın kun, sav aşkan bir yürektir, "Gerillanın sanatı, devrimin sanatıdır. Şehitlerimizi Yüreği''dir onunkisi; örnek aldığımızda, bu aracı en etkin şekilde kullanma olanağına sahip "Ve mutlaka şafak / Munzur sularında olacağız.
tavı r / sanat ve tavı r / ocak '99 / sayı : 10
dizi tav ır
Onurlu Aydın Biyografileri -1Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar havada Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun? Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun, Ses ol, ışık ol, yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol
Tam çağı, işe başlamalısın doğan günle Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden Her satırında buram buram alınteri Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil Yırt otuzunda aldığın diplomayı Alfabelik çocuk ol Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu yanına Korkuluk ol...
Onurlu yazar Rıfat ILGAZ'a ait yukarıdaki dizeler. Öldüğü ana kadar yazdıklarına denk biçimde yaşamayı başarabilmiş yazarlarımızdan... Onlarla tanıdık başkaldırının ilk heyecanlarını.Yaşadığımız toprakların ilk gerçeklerini onlardan öğrendik. İnce Memed'i, Irazca'yı, Kara Ahmet'i, Köroğlu'nu, Bacaksızlar'ı onlarla öğrendik. Korkusunu bir taşın ardında gizleyen Karayılan'ı, Temmuz Bildirileri'ni okurken, Pırıltılı Yalancı Dünyaların kime hizmet ettiğini Sırça Köşklerde kimlerin oturduğunu onlardan öğrendik. İlk isyan tohumlarını onlar ekti yüreklerimize. Belki sonrasında düşüncelerine katılmadık kiminin, kiminin hayatın güçlükleri karşısında eğilip bükülmesiyle hüzünlendik, kiminin cesareti, direngenliği, vefası, fedası tarifsiz sevinçler doldurdu içimize... Her biri için pek çok şey söylenebilir ama çoğunun en belirgin yanı halk sevgileri, vatan sevgileri, insan sevgileriydi. Çoğu bu sevginin bedelini ödediler, aç kaldılar, sürgüne gönderildiler, katledildiler. Çoğu resmi tarihin yazıcıları tarafından uzlaşmazlıkları dolayısıyla inkar edildiler. Ama yine de unutulmadılar. Şairdiler, ressamdılar, yazardılar, ozandılar, sinemacıydılar... Tüm eksikliklerine, kimi yanlışlıklarına rağmen bu toprakların insanlarıydılar, bu toprakların insanlarını anlattılar, bu toprakların insanlarına adadılar hayatlarını. Bundan dolayı onlar ve yarattıkları bize aittir. Bu dizimizde Halikarnas Balıkçısı ile başlayan biyografik anlatımları bulacaksınız. Her sayımızda kültürel değerlerimize katkıda bulunan sanatçılarımızın hayatlarını, yarattıklarını okuyacaksınız. tavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
Halikarnas Balıkçısı
H
er şe y , 13 Nisan 1 9 2 5 günü, I. Paylaşım Savaşı sırasında dört asker kaçağının sorgusuz-sualsiz asılmalarını anlatan hikayenin, Resimli Hafta Gazetesi'nde yayınlanmasıyla başladı. Zor yıllardı. Anadolu insanı Balkanlar'dan Yemen'e dek büyük bir coğrafya üzerinde cepheden cepheye sürülüyor; kadınlar, Yemen'e gidip de dönmeyen eşleri, kardeşleri, evlatları için ağıtlar yakıyordu. İşte o sıralarda bu dört asker Afyon'dan cepheye sevkedilirken köylerine yakın bir bölgede trenden atladılar. Bir i k i günlüğüne -ki belki de son görüşleri olacaktı- eşlerini ve çocuklarını gördüler. Ardından da tekrar cepheye gitmek üzere evlerinden ayrılıp, Afyon'daki askeri birliğe teslim oldular. Askeri mahkemenin "yargılaması" sonucu idama mahkum edildiler. Dağları, taşları kaplayan asker kaçaklarına ibret olsun diye asıldılar.
niz" dediler. "Mavi Sürgün"ün öyküsü işte böyle başladı. Cevat Şakir, gazetenin sahibi Zekeriya Sertel ile birlikte Ankara'ya getirildi. Mahkeme idam istedi onlar için. Her şey onların iki dudağı arasındaydı. Sonra cezaları üç yıl kalebentliğe çevrildi. Zekeriya Sertel Sinop'a gönderilirken, Cevat Şakir cezasını Bodrum'da çekecekti. Bodrum bir muamma, bir karanlıktı Cevat Şakir için. Bodrum ismi ona ürkünç geliyor, büyük bir zindanın en alt katında, karanlık bir delhizi çağrıştırıyordu. Sultan Hamit döneminde tehlikeli siyasi mahkumların da buraya kapatılmış olması, durumun pek de içaçıcı olmadığını gösteriyordu. Özcesi, Bodrum bir belirsizlikti Cevat Şakir için. Uzun bir bekleyişin ardından, bir sabah erkenden Bodrum yolculuğu başladı. Cevat Şakir her şeye rağmen içinde bir sevinç duydu. Ne de olsa bu mavi sürgün, Cebeci Zindanı'ndan kötü olamazdı. Tüm ihtimalleri de hesaba katan Cevat Şakir, 1012 gün sonra Bodrum'a varabileceğini düşünüyordu. Evdeki hesap ise çarşıya hiç mi hiç uymadı. Kimi zaman yaya, kimi zaman da atlı, kimi zaman tren, otobüs vb. ile devam eden; bir yandan bürokrasi, bir yandan da çıkarılan tüm zorluklar ve olanaksızlıklarla geçen bu serüvende Cevat Şakir, savaştan çıkalı üç-beş yıl olan Anadolu'nun harap ve yoksul olan tablosuna da tanık oldu.
"Hapishanede İdama Mahkum Olanlar, Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?" adlı bu öykü öylesine çetin bir dönemde kaleme alınmıştı ki, uçan kuştan hesap soran İstiklal Mahkemeleri'nden yakasını kurtarabilene aşkolsun. Şeyh Sait Ayaklanması başlayalı henüz bir ay olmuş, hükümet Takrir-i Sükun Yasası'nı çıkartmış ve kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde ayaklanma bahane edilerek, toplumun tüm muhalif ke simlerine yönelik bir sindirme ve saldın harekatı başlatılmıştı. Pek tabii böylesi bir öykü de İstikÇoğu zaman ise sürgünün belirlal Mahkemeleri'nin gözünden kaçsizlik yüklü biçimi kafasını kurcaladı madı. Polisler, Cevat Şakir'in kapısını durdu. Bodrum Kalesi yıkıldığı için çaldılar bir gün, "Karakola geleceksihapishaneye mi kapatılacağı yoksa tavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
sürgün cezasını kentin sınırları içinde mi geçireceği henüz belli değildi. Bu ikilem içinde süren yolculuğu sıra sında yolda rastgeldiklerine hep Bodrum'u soruyor, herke s de sanki sözbirliği etmişçesine "deniz kıyısında güzel bir kasaba" diye cevaplar veriyordu. Yolculuğun sonlarına gelmişlerdi. Cevat Şakir denizi özlemiş, yanındakilere sık sık "denize ne zaman varacağız?" diye sormaya başlamıştı. Deniz görünmemişti henüz ama, çok derinlerden gelen güçlü uğultuyu duyar gibi oluyordu. Rüzgarm fısıldayışları değişmiş, topraktaki kum oranı artmaya başlamış, eğrelti otları, ılganlar, zakkumlar, hindibağlar bu fısıltıyı doğrular bir tarzda Cevat Şakir'l e denizi muştuluyorlardı. Sonra fısıltı gitgide yaklaştı ve Cevat Şakir heyecanla bir kayaya tırmandı. "Neredeydin?" diye sordu ak köpüklü dalgalar, "sorma!" dedi Cevat Şakir: "Karakollar, koğuşlar mı istersin?" diye başladı öyküsünü anlatmaya. Anlata anlata dili kurudu. Son olarak da "Ver mavini serinleyeyim biraz, al canımı." dedi. B a ş ka da bir söz çıkmadı ağzından. Halikarnas Balıkçısı Bodrum'a geldiğinde, cezasını kent içinde sürgün olarak çekeceğini öğrenince bir hayli sevindi. Bodrum sınırları içinde kısıtlı bir özgürlüktü O'nunkisi. İlk işi deniz kıyısında beyaz badanalı şirin bir ev tutmak oldu. Deniz "gel, gel!" diyordu ona. Ama denize açılması yasaktı. Kayalarda, koylarda dolaşmakla, balık tut makla gidermeye çalıştı bu özlemini Bir yandan yazmaya devam ediyor
çeviriler yapıyor; e s a s olarak da insanı, doğası ve tarihiyle çekici bir güzelliğe sahip olan Bodrum'u derin derin soluyordu. Gözleri bir kez görmüştü bu hırçın maviliği, bir kez vurulmuştu insanına, dağına, taşına... Ege'nin "gel!" diyen sesine daha fazla dayanamadı ve o günden öte, Bodrum'un havasına, toprağına, insanına, ama ille de maviliğine karıştı durdu. Ünlü tarihçi Heredot'un şehrinde balık tutarak, üzerinde binlerce yıl öncesinin gizemini taşıyan harabelerini gezerek, araştırmalar yaparak günlerini geçiren Cevat Şakir, artık Halikarnas Balıkçısı olmuştu. Çünkü eski adı Halikarnasso s olan Bodrum'un sakinlerinden; yakın gelecekte öykülerine, romanlarına konu olacak Egeli denizcilerden, dağ köylülerinden, kıyı ka sabalılarından biriydi artık. Bu mutlu mavi sürgün tüm hızıyla akıp giderken, İstiklal Mahkemeleri'nin ani bir kararı düşlerini kabusa çevirdi. İstiklal Mahkemeleri, güya lütfedip, geri kalan bir buçuk yıllık sürgün cezasını İstanbul'da, ailesinin yanında geçirmesini kararlaştırmıştı. Halikarnas Balıkçısı için gerçek sürgün işte böyle başladı. Ne yazık ki, elinden gelen bir şey yoktu. İster istemez İstanbul'a doğru yola çıktı. Akdeniz'in aklığından, İstanbul'un griliğine dönüş tam bir talihsizlikti onun için. İstanbul' da geçireceği iki uzun kı ş onun gerçek sürgünü olacaktı. İstanbul'da yazmaya, çeviriler yapmaya devam ettiyse de, tüm planları Bodrum üzerineydi. Sabırsızdı. Bir an evvel cezasının bitmesini beklerken boş da durmuyor, Bodrum'da satın almayı düşündüğü bir kayık için para biriktirmeye çalışıyordu. Sürgünün kalan kısmı da bittikten sonra Halikarnas Balıkçısı, hiç vakit kaybetmeksizin soluğu Bodrum'da aldı. Sürgün olarak ayrıldığı Bodrum'a, özgür bir insanın iç rahatlığı, sevinciyle geldi ve kendisini mavi suların coşkun akışına bıraktı.
Balıkçı'nın Deniz Gurbetçileri
"Yatağan" isimli gemisiyle denize açıldı ve tok ve gür s e s l e komutunu verdi: "Burina!... Burinata!.." Balıkçı, en güzel eserlerini işte bu yelkenlide yazdı. O'nun öykülerindeki, romanlarındaki kahramanların bir çoğu denizcilerdi. Yöre insanları için deniz bir tutkuydu. Bir yanıyla da geçimlerini sürdürdükleri, tükenmek bilmeyen engin bir derya. Edebiyatımızda denizi ve gemicileri, tayfaları, Ege kıyılarının insanlarını en güzel anlatan Cevat Şakir'dir dersek yanlış olmaz. Çünkü Halikarnas Balıkçısı o toprakları, doğayı, denizin derinliklerini ve gurbetçilerini çok yakından tanımış; onlarla ağlayıp onlarla gülmüştü. Dıştan bir gözlem değildi O'nunkisi. Bizlere, denizlerin ve deniz insanlarının iç dünyasından bakan bir çift gözdü. Balıkçı da, bahar vakti günler öncesinden kurmaylarını, dalgıç takımlarını hazırlar, gece vakti gökyüzündeki yıldız kaynaşmasını ta içinden duyar sefere çıkıp da dönmeme ihtimalinin tüm ağırlığına inat o da sefere çıkmadan önce deniz gurbetçileriyle birlikte vur patlasın çal oynasın eğlenirdi. Zeus gökyüzünden şimşe kler yağdırıp, mavilikleri alabildiğine hırçınlaştırdığında, Poseidon'un denizi kasıp-kavurduğu fırtınalarda tüm tayfalar gibi o da yelkenleri sarar, direklere atılır, dümen sapını tutmaktan avuçları kanardı. Hava açar da deniz süt liman olunca "Yaşasın deniz!" diye çığlıklar atıp, "Haydi süngere!" diye bağırırdı. İşte bundan dolayıdır ki, Halikarnas Balıkçısı'nın eserlerinden kıyı insanları ve deniz gurbetçileri etiyle-buduyla, kanlı-canlı tüm halleriyle açıkça resmedilir. Öykülerini, romanlarını okurken siz de, denizin elli kulaç dibine iner, sünger toplamaya başlarsınız. Balıkçı'nın kahramanları arasında emekçi insanların yaşamı, ilk sırayı alırdı. Zordu sünger avcılığı. Sefere çıkılır da, aylarca evlere dönülmezdi. Hele bir de denizci evliyse, çoluk çocuğu varsa, ya da yavuklusu dört tavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
gözle onu bekliyorsa, bu ayrılık daha da zor gelirdi. Kadınlar ise sevdiklerini ellerinden aldığı için denize beddualar yağdırırlardı. Çünkü gidip de dönmemek vardı ama bunların hiçbiri de seferlere engel olmazdı; çünkü Balıkçı'nın kahramanları için deniz bir tutkuydu. O tutku da, ekmek parasından öte bir şey değildi aslında. Bir yanıyla denize hem mecburdular, hem de deli divane aşık. Heyamolalı türküler eşliğinde yelkenler ağır ağır yol alırken, kıyıda el sallayanların içine bir hüzün çöker; yelkenliler maviliklerde kaybolduktan sonra kayalara çıkıp da yol gözlemekten başka ellerinden bir şey gelmezdi. Deniz bir yanıyla deniz gurbetçilerinin emek kapısı, bir yanıyla da kefen bezleriydi. Ama yine de kalleş değildi. Balıkçı'nın romanları içinde kalleş olanlar da sıkça anlatılır. Kendi pis çıkarları uğruna tayfaları alabildiğine derinliğe indiren, dinlenmelerine izin vermeksizin defalarca süngere salan, can güvenliklerini hiçe sayan patronlar da tüm asalaklıkları, bencillikleri ve düşmanlıklarıyla bu öykülerde yerlerini alırlardı. Karakulak ve Göbekoğlu gibileri denizlerin tefecisiydiler. Borçlandırdıkları insanları kendi gemilerinde ölüme sürükler, kendi denetimi altına girmeyen gemicilere de ellerinden gelen her türlü kötülüğü yaparlardı. Bu kötülük kimi zaman o gemicileri takip ederek, avlandıkları koyları tespit edip, sünger yataklarını kurutmaya; kimi zaman da gemilerini batırmaya ve tüm tayfalarını öldürmeye kadar varırdı. Yerel yöneticilerle ve Ankara'yla da bağlantıları sağlamdı. Yeri gelir, sanki babalarının çiftliğiyimiş gibi tüm Ege'yi parseller ve deniz gurbetçilerine mavilikleri yasaklamaya kalkarlardı. Gemileri battığmda düzenleri ni sarsan deniz emekçilerinden kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda denizin derinliklerine gömülen gemi enkazlarını yok pahasına satın alırlardı. Leş
kargası Zaharyadis'in tüm ticareti, bu kirli iş üzerineydi. İster fırtınadan, isterse de bombaları vasıtasıyla olsun, bir gemi battı mıydı, hemen oracıkta bitiverir; işe yarar ne varsa -demir, çelik, bronz, bakır, sancak, iskele- kendince bir fiyat saptar, her zaman için gerçek fiatın üçte birini öder ve zenginliğine zenginlik katardı. Kısacası zordu denizcilerin işi. MÖ. III. yy'da yaşamış olan ünlü tarihçi Oppianus, ta o zamanlarda Güney Ege'nin denizcileri için "hiçbir çile sünger
garlarına direnirlerdi. Türk ve Rum gemiciler de kardeştiler bu maviliklerde. Ne Türk denizcileri birer karakulak Tevfik Reis'ti, ne de Rum tayfaları birer Zaharyadis. Kayıkları karşılaştığında birbirlerine sigaralar tutar, dumanlarını neşe içinde gökyüzüne savururlardı. Bir Rum denizci süngere dalıp da vurgun yedi mi, o vurgunu kendi kollarında, bacaklarında hissederdi Türk denizci. Öylesine dost ve kardeştiler işte. Deniz gurbetçileri kadar olmasa avcılarınınkinden daha korkunç, hiçbir çaba da, karada yaşayan insanlar da Balıkonlarınkinden daha zor değildir." demişti. Bu çı'nm öykülerinde, romanlarında zorluk Balıkçı'nın eserlerinde çok çarpıcı kendilerine bir yer bulur. olarak anlatılır. "Parmak Damgası" adlı Tahtacı Mustafa, dağlardan kesip öykü kitabından alınan aşağıdaki biçtiği odunları, tomrukları, katırlabölüm, deniz gurbeçilerinin acıklı rıyla yükler getirir ve en güzel yelöykülerini anlatmaya yetiyor da artıyor kenliler onun kesip biçtiği odunlardan bile. yapılırdı. Denizciler, O'na takılır; ille de denizi över dururlar; Mustafa da "Dalıp sünger çıkarma sırası Ahmet'in kardeşi Memet'teydi. Kardeşinden geri kalmaz dağların heybetinden, . çıkardıkları kanlı miğferi başına geçirdiler yüceliğinden ve yoldaşlığından bahParayı veren armatör işaret düdüğünü çaldı. sederdi. Ege'nin kıyı köylerindeki inOğlan daldı. Aşağıya inerken, ağabeyinin sanların açlığı ve yoksulluğunu da kafa parçaları, pembe renkler sala rak ve bir Balıkçı'nın eserlerinde görmek mümkündür. Göbeklioğlu'nun yerini karasağdı.a bir sola kayarak kendisine eşlik ediyorlar da Hacı Resul'ler alırdı. Köylünün ırzına, namusuna göz koyan; bin türlü Güvertede sıra bekleyen dalgıçlar, bir hileyle köylüleri kendine muhtaç sürü karabatak gibi sıraya dizilmiş, dıdılıeden Hacı Resul, tam bir Abdi Ağa yorlardı. karakteriydi. Köylü ise kimi zaman Geçim savaşıydı bu..." (1) Armatörlerden, acımasız patron- açlığından, kimi zaman da başka çalardan kurtulup da bir araya gelerek resi kalmadığından dolayı onun eline kendi gemilerinde sefere çıkan gemi- bakardı. Çıkar ilişkileri, suskunluklar, ciler de vardı. İçlerinden biri fazla mı görmezden gelmeler her geçen güderine gitti, hemen işaret verir, uyarırlar; nün rutin işlerindendi. Ama Hacı Reyaşlıları süngere indirmez; bir denizci sul gibilerine papuç bırakmayan, diz kaza eseri öldü müydü, aralarında para kırmayanlar da vardı bu öykülerde. toplayıp, ölen denizcinin ailesine Yiğit Türkmen kızları, derin kara gözverirlerdi. Aynı ekmeğin peşinde, aynı leri, inatçılıkları ve tüm direngenlikledenizin yolcusu olan bu yoksul riyle karşı koyarlardı ağaların zulmüinsanların birbirlerine olan bağlılıkları, ne. Bundan dolayıdır ki, başlarından içtenlikleri tam bir emekçi dayanış- bela hiç eksik olmaz, yeri gelir canlamasıydı. Sefer zamanı hele deniz çarşaf rını verir ama Hacı Resul gibi ırz düşgibi kıpırtısız, ay hilal ve yıldızlar da manlarına asla teslim olmazlardı. Samanyolu halindeyse birbirlerine Bir de bu toprakların, denizlerin deniz maceralarını, sevdiklerini, öz- eşkıyaları vardı. Anadolu'daki her eşlemlerini anlatır, dertleşirlerdi. Bir de kıya gibi Kerimoğlu da tefecilerin, fırtına çıktı mıydı, kaptanı, tayfası ve ağaların can düşmanıydı. Haklarında yelkenlisi bir tek beden olur, Pose- türlü karalamalar yapılsa da halk kiidon'un dalgalarına, Zefiros'un rüzme güveneceğini bilir, eşkıyasına ya-
taklık ederdi. Kıyı kasabalarında yaşayanlar da Halikarnas Balıkçısı'nın eserlerinde önemli yer tutar. Balıkçı'nın tarifiyle bir eli yağda bir eli balda olan; dünya bankasına para, ahiret bankasına da bol bol sevap istif eden Dümberekoğlu gibilerinin astıkları astık, ke stikleri ke stiktir. Çalar, çırpar, mahkemeye çıktıklarında da para yedirir, halktan insanları hapse attırırlar. Halikarnas Balıkçısı ka sabaların bürokratlarını, hele hele kaymakamlarını gayet güzel anlatır. İstanbul'dan Anadolu'ya gelince sudan çıkmış balığa dönen, Anadolu insanını tanımayan, küçümseyen, halkın yararına birşey yapacağına, bando-mızıka takımıyla köylere vergi almaya giden bu bürokrat tipler, ince bir alayla Balıkçı'nın eserlerine yedirilmişlerdir. Tüm bu asalaklar birliğine karşın, herkesin horladığı çingeneler onun öykülerinde sevimlidir. Zaten halktan insanlar tüm s e vimliliğiyle, yoksulluğu, acıları ve çelişkileriyle, olumlu ve olumsuz yanlarıyla Balıkçı'nın öz çocuklarıdır. Yani lafın kısası Halikarnas Balıkçısının kişilikleri, halk bilimci Bora-tav'ın da belirttiği gibi "küçük kasabaların esnaf, zanaatkar, mütekait, me mur tipleri, balıkçı ve gemiciler, hususiyle fakir gemiciler, ufacık yelkenlerin tayfaları, büyük vapurlardaki ateşçiler, garsonlar (...) Nihayet toprak ağası ve ırgat, çeşit çeşit köylüler..." dir. Ve
Halikarnas Balıkçısı bunları "türlü münasebetleri; çatışmaları ve anlaşmaları içinde gözlerimizin önüne " se rer.
<2>
Doğanın, İnsanın ve Mitoloj inin Harmanlandığı Şiirsel Bir Anlatım Halikarnas Balıkçısı'nın öyküleri, romanları kendi deyişiyle " . . . O cennet ellerin, dağ otlarının, kıyıların, vahşi kayalarının ve açık denizlerin ürünüdür."
Ege'nin, Akdeniz'in o girintiliçıkıntılı kıyılarında, hırçın akan sularında, kekik kokan, eşkiya yatağı dağlarında ve denizlerinde yaşayan insanlar, Balıkçı'nın kaleminde tüm güzellikleri ve çirkinlikleriyle bir aradadır. tavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
Ağız dolusu gülen insan kahkahaları bir yandan maviliklerin fısıltılarına bir yandan da dağlarındaki çam dallarının hışırtısına karışır. Doğa ve insan tüm çıplaklığıyla ve gizemiyle ikiz kardeştir. Tüm bunlara binlerce yıldan bugüne dek Ege'de yaratılan tarih ve mitolojik anlatımlar da karışınca Balıkçı'ın öykülerini okurken Anadolu'nun batısından başlayarak tadına doyulmaz bir yolculuğa çıkarsınız. Batı A n a d o l u ' n u n dağı, taşı, rüzgarı, denizi, yıldızı insanlarından ayrı bir varlık değildir. Çoğunlukla dile gelir insanoğluyla söyleşir. Acıları, sevinçleri aynıdır; hani neredeyse içtikleri su ayrı gitmez. Yeri gelir gökyüzünün gri bulutları sarar gövdesini; kemiği çatırdar yeri gelir gökyüzünün gri bulutları balıkçıları uyarır; samanyolu, tayfalara yol gösterir; kıyılara vuran ak köpüklü dalgalara heyamolalar karışır. Balıkçı'nın eserlerindeki bu doğa harikası, dostu ve düşmanı tıpkı bir insan gibi ayırt etmesini bilir. Armatörler, koca göbekli Haşmet Bey'ler, Karakulak Tevfik Reis'ler motorlarla üzerlerine geldi mi, onlara yar olmak istemeyen adalar, denizle işbirliği yapar; mavilikler köpürür; deniz sömürücülerin üzerine tükürür, kayalar dişlerini gösterip hırlar. Gökyüzü kaşlarını çatar, griye boyanır. Kimi düşsel, kimi gerçek olan bu atmosfer sonrası Halikarnas Balıkçısı tari\sel bir yolculuğa çıkartır sizi. Çıplak gerçeklikle mitolojinin karıştığı şiirsel ve gizemli bir anlatımdır bu. Bir bakmışsınız Egeli sünger avcılarının yanıbaşın da, Anadolu'lu büyük kadın amiral Halikarnasso s'lu Artemesia, o görkemli filosuyla tarihin derinliklerinden kopup gelmiş, savaşa tutuşmuş; bir bakmışsınız Artemesia, dağların yiğit Türkmen kızı Tiycan olmuş, Fatma olmuş; Bakhos alayları, bektaşilerin cem törenlerine karışmıştır. Anadolu topraklarında binlerce yıl önce yaşamış olan kavimler, uygarlıklar, türlü ilişkileri ve bugüne bıraktıklarıyla gözlerimizin önünü serilir. Balıkçı, Anadolu'yu dünyanın beşiği,
sevgisi, sevinci olarak tanımlar. Bugünün Nevvroz'unun ilk çağlardaki kökenine iner. O çağ toplumlarının türlü gelenek-göreneklerinden yola çıkarak bugünü açıklamaya çalışır. Domuz etinin neden yasaklandığını, bugünkü bağbozumu şenliklerinin ilk yüzyıllardaki biçimini; günümüz dinlerinin ilk kuramlarının hangi yaşam şartlarından doğup boy verdiğini; İzmir'in, Efes'in adalarının hangi uygarlıklardan kaldığını ve daha bir çok inanışın-geleneğin kökeninde neler olduğunu onun eserlerinde fazlasıyla görebilirsiniz. Anadolu kaynaklı destan örneklerini inceleyen hatta birazdan da değineceğimiz gibi bu konuda epeyce araştırma yapan Halikarnas Balıkçısı, Ege ve Akdeniz doğasını, insanı ve tarihini harmanlamış; her birinin ayrı ayrı tadını, görkemini şiirsel ve akıcı bir dille edebiyatımıza kazandırmıştır. Düşünsel Planda Halikarnas Balıkçısı Halikarnas Balıkçısı'nm özellikle Anadolu uygarlıkları ve toplulukları üzerine büyük araştırmalar yaptığına yukarıda değinmiştik. Halikarnas Balıkçısı "Türkiye'nin ve Türkiyelilerin -ki buna kısaca Türk deniyor- tarihi, Türkiye'nin gelmiş-geçmiş koşullarınca etkilenmiş bütün etnik ve kültürel varlıklarının tarihidir." (3) diye özetler görüşleri--i. Halikarnas Balıkçısı'na göre: "Türkler ve onlarla birlikte Selçuklular ve Oğuzlar ve onlardan önce Anadolu'nun taş döneminden gelen Anadolu kuşaklarının kanları karışınca Anadolu'nun Türkiyeli Türk'ü denilen adamı peydahlanmış ve böylece Türkiye denilen bir etnik birliği, bir gerçeği ve bir kültürü yaratmıştır. Bu kültür Selçuklu ve Os4 manl ı uygarlıklarını ortaya koymuş-tur."' '
Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'da belli bir süre egemenlik kuran Hitit, Frigya, Urartu ve benzer topluluk ve kültürlerinin birbirlerine karıştığını; bu halklara sonradan Selçuklular" ın ve Osmanlıların da eklendiğini ve tüm bunların kanının günümüz tavı r/ biyografi / ocak '99 / sayı : 10
Anadolu insanının damarında aktığını savunur. Türkiye halk geleneklerinin geçmişini, Anadolu'nun ilkçağ uygarlıklarında arayan Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat da aynı görüşü benimsemişlerdir. Aslında üçü de, Boratav'ın da belirttiği gibi "Anadolu kültür mirasının tü münü Türklerin eski yurtlarından getirdikleri yargısında direnenlerin; öte yandan da kökü Anadolu'da olan kültürde Türkler'in hiç bir payı olmad ığı düşüncesiyle, bunun gerçek sahipliğine sadece Türkler'in yurttaşları ya da komşuları, a ma onlardan dince ve dilce ayrı toplulukları layık görenlerin tarihe 5 görüşlerine"' ' bir tepki olarak bu dü-
şünceyi benimsemiş ve Doğan Avcıoğlu'nun da belirttiği gibi "Romantik bir ulusal tarihi" savunmuşlardır. Halikarnas Balıkçısı, hem ırkçı bir ulusal tarih anlayışı olan Turancılık'a hem de "Evren ne için yaratıldı?" sorusuna "Batılılar, batı uygarlığını yaratsın diye" karşılığı verenlere karşıdır. Anadolu uygarlıklarını yok sayarak, her şeyi batıyla başlatanlara inat, Halikarnas Balıkçısı da "hemen hemen muhakkaktır ki, ilk Helenler Anadolu'da idiler."(6) diyerek, aslında batı uygarlığının Anadolu'dan gitme olduğunu savunmuştur. Özellikle bir çok batılı yazar düşünürün, tarihin, uygarlığın beşiği olarak hep kendilerini gösterdikleri, Doğu'yu küçümsedikleri, her türlü ilerleme ve gelişmeyi V.etvdiletVvf\e başlattıkları bilinen bir gerçektir. Hatta Tanzimat dönemi Osmanlısında da kendi halkını ve kültürünü küçümseyen, aşın batı hayranı da fazlasıyla çıkmıştır. Bu düşünceye karşı çıkmak elbette gerekir. Ama tepkisel bir bakış açısıyla yola çıkarsak, deyim yerindeyse Anadolu şovenistliği yapmak, Anadolu'daki kültürü ve halkları tek bir potada eritip, tek bir ulus ve kültüre indirgemek de aynı ölçüde yanlıştır. Bu düşünce; Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte çokça tartışılan tarih ve ulus anlayışlarından yalnızca biridir. Bu atmosferde kimi zaman Türk-
ler'i tüm uygarlıkların kaynağı olarak gösterenler de, ırkçılığa varanlar da çıkmıştır. Mustafa Kemal'in de bir dönem Türkler'in tarihini Hititler'e dayandırma girişimleri olmuş, Türk Tarih Kurumu'na bu doğrultuda araştırmalar yaptırmıştır. Çünkü Kemalistlerin gerçek amacı; Anadolu'daki diğer kültürleri ve azınlıkları yadsıyarak diğer halkları asimile etmektir. Bu politikalar doğrultusunda katliamlar da yapıldı. Başta Kürt, Laz halkları olmak üzere Anadolu insanı aşağılandı. Kültürü yok edilmeye çalışıldı. Halkların anadili yasaklandı. Bilimsel temellere oturmayan, tepkisel bir tarih ve ulus anlayışı objektif olarak yurdumuzdaki tüm halkları Türk ve Türkiyeli diye tanımlamaya; Kürt, Laz, Arap, Çerkez vb. halklarını yok saymaya götürür. Ne ki, Halikarnas Balıkçısı'nın böyle bir anlayışa düşmesi, onun Kemalistler gibi düşündüğü, bilinçli olarak halkları yok sayma amacı güttüğü anlamına gelmez. Halikarnas Balıkçısı hiçbir öykü, roman veya deneme yazısında halkları küçümsememiş veya aşağılamamış-tır. Tam tersine Halikarnas Balıkçısı'nın eserlerinde örneğin Türk ve Rum deniz emekçileri dosttur, kardeştir. Düşmanlık yapanlar ise, ister Türk, isterse de Rum olsun sömürücülerin bizzat kendisidir. Bir başka örnek daha verecek olursak, genel olarak toplumumuzda hor görülen Çingeneler bile, Balıkçı'nın öykülerinde tüm sevimlilikleriyle anlatılır. O'nun hiçbir eserinde herhangi bir halkın, azınlığın kültürünün küçümsendiğini görmek mümkün değildir. Tepkisel bir tarih anlayışı sonucu vardığı düşünce tarzı ise, Balıkçı'nın eleştirilmesi gereken bir yanıdır. Bu düşüncesiyle eserleri arasmdaki paradoksu bu özgünlük içerisinde değerlendirilmeli, Anadolu'daki halkları ve kültürleri bilinçli olarak yok saymak amacı taşımadığını da belirtmeliyiz. Halikarnas Balıkçısı'ndan Günümüze Kalan Halikarnas Balıkçısı, dostlarının
deyişiyle tam bir kültür kurumudur. Resimli Hafta Gazetesi'nden başlayarak çıktığı yolculuk, Balıkçı'yı "Mavi Sürgün" dediği Ege ve Akdeniz ile buluşturmuş, sonsuz bir yurt ve insan sevgisiyle kaleme aldığı eserleri, O'nu uluslararası çapta bir üne kavuşturmuştur. 1910-25 yılları arasında Resimli Ay ve İnci gibi dergilerde yazılar yazan, kapak resimleri ve süslemeler yapan, karikatürler çizen, sonraki yıllarda ise öykü, roman ve inceleme biçiminde eserler veren Balıkçı'nın günümüze ulaşan 22 kitabı vardır. Birçok öyküsü ve deneme yazıları, Balıkçı'nın "Mavi Oğlum" dediği Şaban Gökovalı tarafından kitaplaştırılmıştır. "Mavi Sürgün" de, İstiklal Mahkemeleri'nde aldığı sürgün cezasını anlatan, Balıkçı'nın en güzel romanları arasında yer alan "Deniz Gurbetçileri" ve "Ötelerin Çocukları"nı sayabiliriz. Fethi Naci'nin deyimiyle bugün için geçmişte kalmış bir Bodrum'un nesli tükenmiş insanları vardır bu romanlarda. Ama bu romanlar, öyküler hala zevkle okunuyorsa, bunu da Balıkçı'nın yurt ve insan sevgisinde, Anadolu'ya olan aşkında aramak gerekir. Çok sevdiği Anadolu'nun emekçi insanlarını bir şiir tadında bizlere sunması da bunda etkilidir. "Sonsuz Sessizlik Büyür", "Anadolu Efsaneleri", "Anadolu Tanrıları" ve "Hey Koca Yurt" kitapları ise, en başarılı eserlerindendir. Bu kitapları elinize aldığınızda, bulunduğunuz atmosferden sıyrılır ve Balıkçı ile birlikte Anadolu'nun binlerce yıl öncesine, tarihsel bir yolculuğa çıkarsınız. "Hey Koca Yurt", Balıkçı'nın en sevdiği kitabıdır. Bu başyapıtı için; "Bu yapıtın konusu, Anadolu'nun düşünce bakımından değil, sanat bakımından tarihidir. O yüzden düşünürler konusunun uzatılması gerekli görül me z" demektedir. "Buraya dek, Anadolu'nun ırmak ve sularıyla akıldı. Dağları ve taşlarıyla sarmaş dolaş olundu. Denizlerin de yolu anıldı, efsaneler anıldı. İlk çağın tarihleriyle gezildi. Hacılara, Çatalhöyükler'e tavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
uğrandı. Uzak geçmişin olayları göz ve gönülden geçirildikten sonra, tüm bu yerlere, 'HEY KOCA YURT!..' denmez de ne denir." diye yazarak bir bakıma kendi düşünsel ve edebi yolculuğunu da özetler. Halikarnas Balıkçısı, bir ç o k e s e rinde düşüncelerine yer vermiştir. Anadolu uygarlıkları, tarihi ve kökleri üzerine çeşitli görüşleri birçok kitabında bulmak mümkündür. Ama çoğu düşüncelerinin bir araya toplandığı "Düşün Yazıları" da, bu konuda okurlar için önemli bir kaynaktır. Balıkçı'nın ününün Anadolu sınırlarını aştığını söylemiştik. Balıkçı, yurtdışında "Çağdaş Homeros" diye anıldı. Brüksel'de yapılan Dünya Ozanlar Toplantısı'na Türkiye'yi temsilen Balıkçı çağrıldı. Bunun dışında Dünya Düşünce Adamları Komitesi, Türkiye'den Halikarnas Balıkçısı'nı seçmiş ve komitenin yayın organının 1971 tarihli 8. sayısında kendisine, yaklaşık 20 sayfa ayrılmıştı. Özellikle Akdeniz ülkelerinde büyük ilgi gören Halikarnas Balıkçısı'nın "Akdeniz'in Ebedi Gençliği" yazısı, ünlü Carre Four Dergisi'nde, dergi özel sayısı olarak çıkmış, Balıkçı'ya, düşün ve yazın konusunda doruğa yükseldiği bu yazısını görmek ise nasip olmamıştır. 13 Ekim 1973'te İzmir'de hayata gözlerini yuman Halikarnas Balıkçısı, çok sevdiği Bodrum'a gömülmüştür. Ölümünün 25. yılında Halikarnas Balıkçısı'nı saygıyla anıyoruz.•
Kaynakç a: 1) Parmak Damgası, Syf 16 Halikarnas Balıkçısı 2) Folklor ve Edebi yat 1. Cilt, syf 4 5 3 Pertev N aili Boratav 3) Anadolu'nun Sesi, s yf 151 Halikarnas Balıkçısı 4) Anadolu'nun Sesi, s yf 9 Halikarnas Balıkçısı 5) Folklor ve Edebi yat 1. Cilt, syf 1 8 0 Pertev N aili Boratav 6) Sons uzluk Sessiz Büyür, s yf 70 Halikarnas Balıkçısı 7) Hey Koca Yurt, syf 3 4 7 Halikarnas Balıkçısı
şiir barış yıldırım
SENİ UNUTMA Gün olacak Kaygılar kemirecek beynini, sıkıntılarla burkulacaksın. Güneş bile donuklaşacak sanki. Mevsimler geçecek; kederlenemeyecek, neşelenemeyeceksin. Ama hiç unutma... Olur mu? Gün olacak haksızlık edecek sana en sevdiklerin. Gözlerin inanmaz olacak gördüklerine. Güvendiğin dağlarda karlar, tuttuğun dallar elinde. Sen sakın unutma... Olur mu?.. Gün olacak sevdiklerin o kadar sevilesi gelmeyecek sana, şahitlik ettiklerinden şüphe duyacaksın. Sallanacaksın ince bir dalda, altında dipsiz bir uçurum. Dalı tutmaktan sıkılır olacaksın. Tam da vazgeçtiğin anda, Hatırla... Olur mu?.. Gün olacak bin yıllık bir yalan kör edecek seni. Bir ayna olacak ağaçlar, evler, insanlar, hep seni gösterecek sana. Tapacaksın aynadaki yalancı yansına. Sen yine de unutma.. Olur mu? Yıllar geçecek, ağaçlar büyüyecek koca dünya kocadıkça kocayacak. Ve sen binlerce kez tanık olacaksın insan denen şeyin insanlaşmamışlığına. tavı r / şiir / ocak '99 / sayı : 10
Şaşırma! Bitimsiz bir öyküdür bizim öykümüz. Kahramanlar değişir, değişmez maceramız. Dünya fethedilecek insan güzelleşecektir. Sevda bundan ibarettir, bunun içindir kavga. Kaygılar içinde de olsan, umutsuzluklar batağında da, yangın da olsan, yıkılmış da, hatırla! Bir amacın var senin, göklerde yüce, ufuktan engin. Sevdaların var; kurakta taze, kıtlıkta zengin. Ve türkülerin; her duyuşta yürek sazından teller ürperten türkülerin. Sen amacın, sevdan ve türkülerinsin. Seni unutma!.. Olur mu?..
biyografi tavır
yüreği devrimle çarpan bir halk ozanı
enver gö Enver Gökçe. 1 9 2 0 yılında Erzincan'a bağlı Kemaliye İlçesi'nin Çit Köyü'nde doğdu. 10 yaşında geldiği Ankara, O'nun ölümüne kadar yaşadığı kent oldu aynı zamanda. 1929 yılında özel bir ilkokula başladı. 1935 ve 1936 yıllarında Cebeci Ortaokulu'na devam ettikten sonra Gazi Lisesi'nde okudu. Şiir ve edebiyata olan ilgisi, ilkokul yıllarındaki öğretmeni Celalettin Tevfik Bey sayesinde açığa çıktı.Gökçe, kendi anlatımlarında; "Bu öğretmene karşı 'bana okuma sevgisi ve şiiri aşıladığı için saygım büyük olmuştur." der. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde üniversite yaşamına ve bu sürelerde "Ülkü" adlı halkevi dergisinde çalışmaya başladı. Görevi düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerineydi. Şiirleri ilk olarak Ankara'da çıkan bir dergide yayınlandı. "Ülkü" dergisine sıkça uğrayan Ahmet Kutsi Tecer, yayınlanan şiiri beğenmediğini ve O'nun düzyazı yazması gerektiğini söylediğinde, Enver Gökçe, "Ben daha kötüsünü de yazarım" diye cevap verir. Tecer7in kötü bulduğu şiir şöyledir: Anamız birdir / aynı memeden emmişiz dostlar / kan kardeşiz, / Sizlere kanım
kaynıyor. / Sizlerle beraber herk ettik toprağı I beraber yattık hapiste I Beraber teskere aldık Daha da yatarız dostlarım daha da I Gün gelirse eğer / Halay çeker / Türkü söyler gibi yan yana / Mavzer mavzere verip de / Düşmana kurşun da atarız / Sizlere kanım kaynıyor / Yabancı değilsiniz bana. Enver Gökçe bir taraftan dergi çıkarırken, diğer yandan şiir yazmaya ve şairlerle ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Bir yanda meyhane kültürünü benimseyen Garipçiler diğer yanda, O'nun tabiriyle temiz halk yüzleri olan halk ozanları vardı. Gökçe, aralarında, Aşık Veysel, Aşık Ali İzzet, Habip Karaaslan'm da bulunduğu halk ozanlarıyla bir bir tanışıp ilgilenirken, içkiyi kültür haline getiren şairlerden uzak durdu. 1945'li yıllarda Garipçiler'in edebiyata egemen oldukları bir dönemde toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştavı r / biyografi / ocak '99 / sayı : 10
ti. Gökçe ve arkadaşları "Ant" çevresinde, küçük bir topluluk da olsalar, devrimci sanat sorumluluğunu üstlendiler. 1 9 4 8 yılında anti-faşist bir dernek kurdular. Çok geçmeden çalışmalardan rahatsız olan faşistler, derneğe saldırdı. Orada bulunanları dövüp kitapları yırtarak sokağa attı. Dernek faaliyetini sürdüren Enver Gökçe ve arkadaşları, "komünizm propagandası yapmak" suçundan tutuklandı ve Ankara Hapishanesi'ne konuldu. Hapisten çıktıktan sonra 1 9 5 0 yılında, Yurtlar Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı. İlk görevi; Çarşı Kapı Öğrenci Yurdu'ndaydı. Çalışmaları beğenildiği için pek çok yurt kuruluşunda görev aldı. Kısa bir süre sonra tutuklandı. Bu dönem, "1951 Tevkifatı" olarak tarihe
eleştiri hakan alak
Uzun bir zamandır tartışı lan, hakkında çeşitli spe külasyonlar üretilen "Hoşçakal Yarın" filmi sonunda gösterime girdi. Daha çok, "Deniz Gezmişi anlatan film" denilerek kamuoyuna sunulan film hakkındaki tartışmalar, film gösterime girdikten sonra da aynı hızda devam etti. Fakat daha baştan belirtmek gerekirki, bu tartışmaların hiçbir ilerletici yanı olmamıştır. Da ha çok medyanın pompaladığı kısır ve magazinel tartışmalar belirleyici olmuştur. Doğaldır ki, Türkiye devriminin önderlerinden birinin, Deniz Gezmiş'in ve yoldaşlarının hayatı veya hayatından bir kesiti sinemaya uyarlanıyordu ve bu tüm kesimlerin ilgisini çekiyordu. Çünkü bu türden çalışmalara yerli sinema alanında bugüne kadar pek rastlanmamıştı. Böylesi bir çalışma doğal olarak da yönetmeninden, oyuncusuna, set işçisine kadar bu işin içinde olan herke sin omzuna ağır bir sorumluluk yüklüyordu. Anlatılan kişi Türkiye devrimci hareketinde silahlı mücadelenin kıvılcımını çakanlardan biridir. Onu ve tüm dönemi doğru anlatmak bu işe başlarken ilk kaygı olmalıdır. Ama sonuçlar ne oldu? Biz bu yazımızda daha çok bunun üzerinde duracağız. Biz asıl olarak filmin sanatsal yanından çok niteliğini tartışmak istiyoruz. Tartışmalar, vaatler, sonuçlar ve ortaya çıkan ürünün neye hizmet ettiği üzerinde durmak istiyoruz. Ne Söylendi Ne Yapıldı? Adını "Işıklar Sönmesin" filmiyle tavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
duyuran, kendini tartıştıran (kendini diyoruz filmini değil) yönetmen Reis Çelik, bu filmin hemen ardından yeni çalışmasını kamuoyuna duyurdu. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını beyaz perdeye yansıtacaktı. Bu demeç bile kamuoyunun dikkatini çekmek için yeterliydi. Derken, Reis Çelik oldukça büyük bir ilginin odağı oldu. Burjuvazinin çeşitli kesimlerinden, halk ke simlerine kadar bu filmin nasıl olacağı bir biçimde tartışılmaya başlandı. Her anı medyaya yansıyan oyuncu seçiminden, çekimlerin başlama tarihine, sinema ile ilgili kurumların filme yönelik tepkilerine dek hemen herşey gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında tartışıldı. Dedik ya, tartışmaların içeriği aslında koca bir hiçti. Berhan Şimşek, Deniz Gezmiş'i oynayabilir miydi, oynayamaz mıydı? Deniz Gezmiş'in aşkı kimdi? O muydu yoksa bu muydu? Tüm bunlar olurken meselenin özü kaçıyordu. Peki, film ne olacaktı? Bu yoktu! Devrimci Mücadelede Sanatçılar, böylesi tartışmaların sürdüğü bir ortamda belirli çevrelerin bu tip tartışmalarına katılmayı gereksiz bulmuştur. Çünkü bu tartışmalara katılmak tam da burjuvazinin istediği mecrada dolanıp durmaktan başka birşey değildi. Bundan daha önemlisi halka sunulmamış bir üretimi, görmeden, bilmeden yargılamak bizim tarzımız değildir. Biz somut olan üzerinden tartışır, değiştirir, dönüştürmeye çalışırız. Eğer ortada bir iyiniyet yoksa zaten dönüştürme çabasının bir anlamı da olmaz. O zaman yine somut gerekçelerle bir üretim gerekirse açık bir dille mahkum edilir. Ve sonuç olarak, senaryosunu bile okumadığımız bu çalışma hakkında çok da fazla konuşmayı o dönem içinde doğru bulmadık. Kaldı ki, bu türden tartışmalar zaten bizim gündemimiz değildir. Bu filmin nasıl bir film olacağı hakkında kafamızda beliren düşünceler yok muydu? Tabi ki vardı. Ama konuşmak için henüz erkendi. "Hoş-
çakal Yarın" filmi ile ilgili tek sözümüzü Kültür Sanatta Tavır Dergisi'nin ikinci sayısındaki "Yerli Sinemada Politik Filmler mi?" başlıklı yazıda sarfettik. O da daha çok filmin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir temenni niteliğindeydi ve yazının odağında Reis Çelik'le yapılan röportaj vardı. Tartışmak istediğimiz biraz da film öncesi süreçte yönetmenin söyledikleri ve ortaya çıkanlar üzerinedir. Öncelikle, "Yerli Sinemada Politik Filmler mi?" başlıklı yazıdan, Reis Çelik'in sözlerinden kısa bir alıntı yapmak istiyoruz. "Denizi, o dönemi, yaşananları, o döne mdeki hareketi en doğru biçimde anlatmak, tarihi sorumluluk olarak ortaya koymaktır temel a macım. Bu beni m temel ilke mdir. Meseleyi doğru koyduğu m za man taşları yerli yerine oturtursun ve olayı böyle anlatırım dersin. O zaman insanlar kabullenir ve der ki: 'Tama m! işte bu Deniz'. ... 1968'den idama kadar olan dönem içerisinde darbe vardır, işçi hareketleri vardır, öğrenci hareketleri vardır. Amacımız o döne min fotoğraflarını bir bakışla vermektir. ... Çok özel bir yaşam biçimine gir me yaklaşımım yok. Sadece Deniz'i anlatmak gibi bir şeyim yok. Ama o döne mi bire bir ortaya koymak... ... Kullanacağımız biçi m, çok büyük bir prodüksiyon olduğu için, o binlerce insanın yürü mesi, hareket etmesi, o döne mi canlandır ması bu anla mda prodüksiyon olarak, efekt olarak da... ... Yani 6. Filo'yu yeniden denize dökmek mü mkün ol mayacağı için, 6. Filo boğazday mış gibi bilgisayar tekniği kullanarak halledeceğiz..."
Buraya kadar söylenenlerden biz şunu anlıyoruz. Yönetmen, Deniz Gezmiş'i odağına koyarak aslında tavı r / sinema / ocak '99 /sayı : 10
bir dönemi anlatmak istiyor. Bunu da bir röportaj sırasında sık sı k vurguluyor. Bunun yanı sıra teknik ola rak da 6. Filo eylemlerini binlerce ki şilik yürüyüşleri emek vererek filme alacak. Buraya kadar bir sorun yok. Önümüzde filmin yapımcı şirketi RH Politic Productions İnternational'in 13 Eylül 1997 tarihli basın bildirisi duruyor; başlığı "Bir Sevda Gerçekleşiyor." Filmin çekimlerine başlandığını duyuran bir bildiri bu. Aynen şu satırlara yer veriliyor bu bildiride. "Türkiye'de sivil siyasi tarihe yönelik geniş kapsamlı ilk film olma özelliği de taşıyan 'Hoşçakal Yarın' hikayesi günümüzden başlayıp 68'li yıllara uzanan bir çizgi izliyor. ...Çalışmaları yaklaşık bir yıl sürmesi beklenen 'Hoşçakal Yarın' film projesinde 300 dolayında ana karakter rolün yanında 50 bine yakın figürasyonun kullanılacağı belirtiliyor. Özellikle 68'li yıllarda Amerika'nın 6.Filo'sunun İstanbul'a gelişi, ve askerlerin denize dökülmesi olayı, İstanbul Üniversitesi işgalleri, ODTÜ olayları, 12 Mart darbesi, Deniz ve arkadaşlarının idamları filmin önemli bölümlerini oluşturuyor." Asıl vurgulamak istediğimiz bölüme geçmeden önce bildirinin giriş bölümündeki bir terime değinmeden edemeyeceğiz. Türkiye'de sivil siyasi hareket denen nedir? Filme yaklaşımdaki sakat bakış açısı bir bakıma buradadır. THKP-C ve THKO, Türkiye'de dev rimci hareketin mihenk taşlarındandır. Hedefleri bellidir; dev rimdir. Bu hareketin önderleri ve savaşçıları, dev rimin yolunun silahlı mücadeleden geçtiğinin tespitini yapmış v e hayata geçirmişlerdir. Bunu sivil toplumcu bir hareket olarak adlandırmak ya da bu anlayışa yamamaya kalkı şmak hangi aklı evvelin işidir? Sakatlıklar asıl olarak böylesi bir bakı ştadır. Yaratılmak istenen; düzenin vurguladığı ve empoze etmeye çalıştığı hümanist, masum Deniz Gezmiş kişiliğidir ve yönetmenin sahibi bulunduğu yapım şirketi daha yola çı-
karken rotasını bu yönde çizmiştir. Yukarıda yaptığımız alıntılar '97 yılının Ağustos ve Eylül aylarına aitti. Tavır Dergisi'ne ait röportaj derginin Ağustos '97 tarihli sayısında yayınlanmıştır. "Bir Sevda Gerçekleşiyor" başlıklı bildiri ise Eylül '97 tarihlidir. Filmin çekimleri tamamlandıktan sonra gösterime kısa bir süre kala Negatif Dergisi'nden Onur Baştürk'ün, Reis Çelik'le yaptığı röportajda bakın neler yer alıyor. Onur Baştürk, Çelik'e "6. Filo protestosu ya da üniversite işgallerini çekebildiniz mi?" diye soruyor. Yönetmenin verdiği cevap yukarıdaki alıntıları okuyanlar için dikkat çekici olacaktır diye düşünüyoruz. "Hayır, biz o dönemi anlatmıyoruz aslında. Biz daha çok Denizlerin yakalanma, mahkeme ve asılma evrelerini anlatıyoruz." Gerçekten de filmi izleyenler bu görüntüleri değil, bir mahkeme filmini bulacaktır karşı sında. Bu da bir yöntemdir,
bir hikaye bu yanıyla da anlatılabilir tabi ama sorun bu değildir. Sorun, madem sonuçta böyle bir film sunulacaktı da niye aylarca bunun yaygarasının yapıldığı üzerinedir. Aslında, görmesini bilene niyet çok açıktır. Ancak böyle iddialı sözlerle ortaya çıkıldığında medyatik olunabilirdi ve bu başarıldı. Şimdi şöyle bir savunma gelebilir. Olayın maddi külfetinin yükü üzerine bir açıklama yapılabilir. Ama bu ne kadar tutarlı bir açıklama olur ki? Basın bildirisi, filmin çekimlerine başlandığı tarihte yapılıyor. Böyle bir projeye daha doğrusu boyutu ne olursa olsun bir film projesine başlayan bir yapımcı, yönetmen önce ayağına, sonra yorganına bakar. Eğer bir uyumsuzluk varsa burada bir düzenlemeye gider. Ne oldu? Yönetmen filmin ortasında mı bütçesinin darlığını farketti? Artık bu türden duygulara hitap eden açıklamalar kabak tadı vermeye başlamıştır. Kaldı ki bu bildirinin neresinden tutsan
tavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
elinde kalıyor. Ne oyuncu listesi bugün izlediğimiz kadroyu tutuyor ne filmin müziklerini yapan kişi ne de İşte ortadaki durum budur. Gerçekler ayrıntılarda gizlidir. Bu gibi ayrıntılar da bize niyeti çırılçıplak gözler önüne seriyor. Bu çalışmanın özü halka Deniz Gezmiş'i anlatmak, sanatın değiştirici, dönüştürücü işlev inden yararlanmak değildir. Bunun amacı Che gibi, Nazım gibi; dev rimci kişiliklerin içini boşaltma kampanyasına kan taşımaktır. İtirazı olanlar "Hoşçakal Yarın"ı o sevdikleri deyimle "objektif bir gözle" yeniden izlemelidirler. Sonuçta dev rimci bir yüreğe, yaşam biçimine sahip olmayan hiçbir s a natçı dev rimi, dev rimcileri, dev rimin değerlerini gerçek kimliğiyle anlatamaz. Bu gibi kişiliklerin kafasında devrimin değerleri ancak onların anlayabildikleri, küçük dünyaları ile sınırlı ufukları kadardır.
Gerçek ise onların dünyalarından eleştirilere karşı savunma duyguçok daha büyüktür. suyla yüklü cevaplar vereceğini Bizim çok sert eleştirdiğimizi düumuyor. Ama ne mümkün! Reis Çeşünenler çıkacaktır. Belirttiğimiz gibi biz lik sanırız "en iyi savunma saldırıdır" bu yazımızı somut belgeler üzerinden perspektifinden hareket ediyor. yazmaya özen gösterdik. Bir alıntı daha Kendisine yönelik doğru veya yalnış sunalım. Radikal Gazetesi'nin Ağustos temelde de olsa yapılan eleştirilere '97 tarihli Cumartesi günkü sayısında bakın nasıl cevaplar veriyor. Aslında yine Reis Çelik'le yapılmış bir röportaj burada bazı noktalarda hiç olmadığı var. Röportajın başlığı "Denizler kadar samimi(!) de oluyor. Negatif Asılmasaydı." "Denizler asılmasaydı ne Dergisi ile yapılan röportajda Onur olurdu?" "Onlar asılmasaydı ne olacaktı? Baştürk'e "Bu konuda sana sadece şunu Buna örnek olarak da o gün aynı şekilde söyleyebilirim. Yapmak istediğim, yargılanan insanlardan günümüz çekmek istediğim filmi çektim" örneğini vererek filme başlıyoruz. Bunlar Ee, tabi Deniz Gezmiş senin baCelal Doğan, Gürbüz Çapan, Sefa banın oğluydu; sen de istediğin gibi Sirmen, Uluç Gürkan gibi üst düzeyde çektin öyle mi? bu ülkeye hizmet veren insanlar. " Yani yönetmen başından beri Bu düpedüz, Deniz Gezmiş'e on- böyle bir film çekmek istiyormuş dan öte devrimci harekete edilmiş bir ama resmen insanlarla oyun oynaküfürdür, büyük bir terbiyesizliktir. mış. Onları, işi bitene kadar yanında Aklı başında her so syalistin bu tutmayı başarmış. Film ortaya çıkdemece tavır alması gerekirdi. Bu rö- tıktan sonra da resti çekiyor. Hem de portajın hemen ertesinde Reis Çe- ne rest! lik'le yaptığımız görüşmede bu sözü "...Şimdi ben, Deniz ve Deniz gibiler sorduk. Yalan olduğunu, gazetenin hala yok ediliyor deyip insanlara bunu çarpıttığını söyledi. Öyleyse ne yap- anımsattığım vakit, kalkıyor vatandaşın ması gerektiği noktasında öneride birisi 'bunlar hatıralarımız bunlara bulunduk. Bu yalanı tekzip etmeliydi dokunma böyle kalsın'diyor. Yani, ama yapmadı çünkü bu sözler birebir Deniz de, Na zım Hik met'e yaptıkları gibi ona aitti. sadece rakı sofralarının me zesi olsun Türkiye devrimci hareketinin, si- istiyorlar. ...Dimitrov faşizmi ikiye ayır ır. Biri lahlı devrimci hareketin önderleri son nefeslerine kadar devrimi, halkın açık faşizmdir, silahı postalı açıkça gökurtuluşunu savunmuşlardır. Bunun rürsünüz. İkincisi örtülü faşizmdir. Devlet için genç yaşlarında katledilmişlerdir. yapacaklarını postalla, dipçikle yapmaz. Deniz Gezmiş'ler asılmasa, Kızıldere Dolaylı, hatta sivil toplum ör gütlerini olmasa ne olurdu? Bu hareketler kullanarak yapar. Bu filmi yaparken ben yine devletin hedefi olurdu. Bu de bu dolaylı engellemeleri gördüm. hareketleri ve önderlerini yok etmek ...Kimisi bilerek bu tuzağa düşüyor, yine devletin birinci amacı olurdu. kimisi alet oluyor." Onlar Celal Doğan gibi, Gürbüz ÇaHazret, lazım geldikçe solculuğu pan gibi olmadıkları için bugün ya- da elden bırakmıyor. Dimitrov'u anşamıyorlar, Doğan'lar, Çapan'lar, Sir- latıyor bize. Devlete hayatında bir men'ler de devrimci olmadıkları için kez bile faşist diyemeyen Çelik, bugün devletlerine üst düzeyde hiz- DKÖ'lerin eleştirilerini örtülü faşizm met veriyorlar. faaliyetine bağlıyor. Böyle de büyük laflar ediyor. Eleştirirsen faşizmin destekçisi oluyorsun. EleştirYavuz Hırsız Ev Sahibini meyeceksin. Kim olduğuna, ne olBastırmaya Çalışıyor. Tüm bunlardan sonra insan, kar- duğuna bakmadan; neyi, nasıl anlattığına bakmadan destekleyeceksin. şı sındakinin savunmaya geçeceğini,
tavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
Niye? Çünkü hazret "Türkiye'de sivil siyasi tarihe yönelik geniş kapsamlı bir
çalışma" yapıyor. Olmaz öyle şey! Senin yaşamın boyunca sahip olmadığın değerleri bu insanlar taşıyorsa mütevazi olacaksın ve saygı göstereceksin! Öyle büyük konuşmakla olmaz. Eleştirinin doğrusunu ve yanlışını ayırabilme erdemin olacak. Ama Reis Çelik'te bunun zerresini bile göremiyoruz. Kendi kendine bir düşman yaratmış ona saldırıyor. "Deniz e dokunma!" deniyormuş. Kim diyor? Kim 68'i rakı sofrasına meze etti? Söze girmişken bunu da açıklaman gerekmiyor mu Sayın Çelik? İyi diyorsun, hoş diyorsun ama bizim hiç Beyoğlu'nun göbeğinde bir barımız olmadı ki, öyle değil mi? Mahir Çayan'sız Bir Deniz Gezmiş? "Hoşçakal Yarın"ın Deniz Gezmiş'i anlatmaktan öte bir yapıya sahip olduğunu belirtmiştik. Bunun da bilinçsiz bir şekilde yapılmış olamayacağını yönetmenin kendi sözlerinden yola çıkarak somutlamaya çalıştık. Filmi izlemek için perdenin karşı sında yerlerimizi aldığımızda zaten bu hava kendini kolayca yansıtıyor. Belgesel görüntülerle kotarılmaya çalışılmış dönemsel görüntüler var ama bunlar çekimlerle beslenmeye çalışıldığında karikatüre dönüşen eylemliliklere dönüşmüştür. Mahkeme savunmalarından cımbızlanarak seçilmiş ve Deniz Gezmiş'i bir devrimci, Marksi st-Leninist olarak göstermemeye özel bir gayret gösterilerek Kemalist bir tip çıkarma gayretini de bunlara eklemek gerekir. Deniz Gezmiş'lerin idamına yaklaşan günleri anlatan bölümde Mahir Cayan adının geçeceğini, Kızıldere'nin bir biçimde vurgulanacağını bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Böyle bir şeyin adı bile geçmiyor. Y önetmen, "bunların hepsi ayrı birer hikayedir, bir filme sığdır mak mü mkün
değildir" dese de aslında bunun bir
inandırıcılığı yoktur. Çünkü filmin bir yerinde Tuncer Necmioğlu'nun canlandırdığı Halit Çelenk kara kteri, Deniz Gezmiş'le hapishanede yaptığı görüşmede dışarıda yürütülen kampanyanın yoğunluğundan bahsediyor. Neler bunlar? İmza kampanyaları; aydınların yürüttükleri kampanya... Ama o süreçte Deniz Gezmiş'lerin idamını engellemek için yapılan en büyük eylem, Mahir Çayan ve yoldaşlarının Amerikan askerlerini kaçırması ve ardından Kızıldere'de çatışarak şehit düşmeleridir. Bu eylem yarattığı etkilerle o sürece damgasını vurmuştur. Devrimciliğin, siper yoldaşlığının can pahasına savunulduğu bir süreci yok saymak, bu dönemi gerçek özelliklerinden koparmaktan başka bir şey değildir. Yine filmin son bölümünde Deniz Gezmiş'lerin son sözlerini söylediği bölümde Deniz Gezmiş'lerin "Yaşasın Marksizm-Leninizm" sloganı es geçilmiştir. Deniz Gezmiş'in gerçek kimliği Marksizm-Leninizm'dir, bu kimlikten bağımsız olarak ele alınamaz. Nitekim egemenlerin mahkemelerinde çaptırıldığı ceza da M-L kimliğinden ötürüdür. Fakat filmde darağacına giderken bu slogan yok sayılmıştır. Bu anlayış filmin mahkeme sahnelerinde de vardır. Burada Deniz Gezmiş ve yoldaşları Kemalist bir kimliğe hapsedilmek istenmiştir. Evet, belki Deniz Gezmiş'ler SamsunAnkara Yürüyüşü organize etmişler, ellerinde Türk bayraklarıyla da yürümüşlerdir. Ama bunu o dönemin özgünlüğüyle yorumlamak gerekir. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci önderler reformizme ve revizyonizme karşı uzlaşmaz, radikal bir tavır almışlardır. Bu tavrakaynaklık eden teori Marksizm-Leninizm'dir. Bunu reddetmek, düzenin devrimci önderler üzerindeki ayrıştırma politikasına hizmet etmek demektir. Ortaya çıkanlar ve tartışılanlar bu temelde ele alınmadıkça tartış-
maların içi hep boş kalacaktır. Ne Kadar Namuslu Bir Film? Film gösterime girdikten sonra yeni bir sav atıldı ortaya. Bu da filmin yetersizliklerine karşın "namuslu bir film" olduğu yönündeydi. Nedir namuslu olmak? Ya da şöyle soralım bir filmin namuslu olması için temel kıstas nedir? Eğer "Hoşçakal Yarın" filmi çeşitli olanaksızlıklar yüzünden bu durumda olsaydı ve iyi niyeti sonuna kadar bünyesinde barındırsaydı bu filmin birçok eksikliği olduğunu ama iyi niyetli, namuslu bir çalışma olduğunu söyleyebilirdik. Fakat, daha çekimlerine başlanmadan önce filmin yönetmeni "ben yasaklanacak bir film yapmak istemiyorum." demişti. Hiçbir sanatçı üretimlerinin baskı görmesini, yasaklanmasını istemez. Ama bu onun düşüncelerini ifade etme kararlılığına set çekmemelidir. Bu ülkede bir faşizm gerçeği vardır. Reis Çelik'te ifade etmese de bunu biliyor ve yasaklanmayacak bir film yapmak istediğini söylüyor. Fakat bazı olaylar vardır ki onun kendisi faşizmin düşmanıdır zaten. O zaman sanatçı böyle bir konuyu ele aldığında şu tercihi yapmalıdır. Ya bunu böyle anlatacağım ya da başka bir konuya yöneleceğim. İlla ki yatavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
sa klanmayacak bir film olsun diye istiyorsa yönetmen herhangi bir aşk öyküsünü çekebilirdi. Buna Deniz Gezmiş'i alet etmek gibi bir yanlışa düşmemeliydi. Böyle olduğunda onun altında başka bir niyet aramak gerekir. Niyet, halkın gözünde faşizmin baskılarına rağmen değerinden zerrece kaybetmeyen dev rimci önderlerin sırtından ünlü olmak, şöhreti yakalamaktır. Niyeti bu kadar açık filmin ne kadar namuslu olduğunu tartışmak abesle iştigal değil de nedir? Yasaklanmayacak bir şekilde anlatmak kaygısıyla faşizmin idam ettiği üç devrimcinin öyküsünü anlatmak, daha baştan gerçeklikleri çarpıtmaya meyilli olmaktır. Buna bu filme destek veren hemen herkes az ya da çok ortak olmuştur. Fakat, filmin asıl vebali yönetmenin omzundadır. Bir filmin sevapları da, günahları da yönetmeni üzerinden tartışılır. Biz de bu yanıyla değerlendiriyoruz ve Deniz Gezmiş'in öyküsünü filme almak gibi büyük bir prodüksiyona imza atmanın yaratacağı şöhreti düşleyen Reis Çelik, halkla alay edercesine yarattığı bu eserle şimdilik övünebildiği kadar övünsün. Zira şöhretler ve ünler hep gelip geçici olmuştur.
tartışma grup yorum
Müziğimiz
Devrimcidir Tavır Dergisi'nin Ocak 1 9 9 8 tarihli 4. sayısında yayınlanan "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz" başlıklı yazımızla, müziğimizle ilgili olarak başlattığımız tartışma birçok yönüyle hemen her sanat dalını da ilgilendirmektedir. Bu tartışma yaşamın bütün alanlarında burjuva ideolojisinin belirleyiciliğinde şekillenen kültürel yozlaşmaya ve bunun sanat alanındaki biçimlenişine karşı, devrimci ideolojinin hem teorik alanda, hem de pratikte kendini yeniden üreterek, ileriye doğru atılması ve ufkunu genişletmesinin bir sonucudur. Devrimci savaş, sömürü ve zulüm düzenini bir bütün olarak karşı sına alıp, onu halka, insanlığa düşman alan nitelikleriyle mahkum ederken, sömürüsüz, özgür, eşit, paylaşımcı bir toplumu hedefleyerek büyüyor. Bu savaşın hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacağı, Marksi st-Leninist ideolojinin ülke koşullarında somutlanmasıyla ve yaşam içinde doğruluğunun sürekli kanıtlanmasıyla, her geçen gün çok daha geniş kesimler tarafından görülmektedir. Devrimci savaş, politik alanda kendine azgü biçimleriyle sürerken, onu şekillendiren teorik kavrayı ş, en ince ayrıntılarına kadar sürekli kendini tavı r / müzik / ocak '99 / sayı : 10
yenileyerek gelişmektedir. Politik mücadele, diğer bütün mücadele biçimlerini de belirleyerek ilerlerken, hukuktan spora, şehir planlamasından ekonomiye, eğitimden kültürsanata kadar yaşamın tüm alanlarında yeni olanı, alternatif olanı, bugünden yarına şekillendirmektedir. Bu genel gelişim içinde, kültür-sanat alanında burjuva ideolojisinin her türden yansımalarıyla mücadele etmek, devrimci sanatçıların neyi, nasıl, neden yaptıklarını, bugünkü mücadeleye bu alana nasıl katıldıklarını ve yarına neyi taşıyacaklarını devrimci tarzda kavramalarını ve bunu sürekli geliştirmelerini zorunlu kılıyor. 13 yıldır, bu bilinçle sürdürdüğümüz mücadelemizin her sürecinde misyonumuzun farkında olarak, sürekli tartışarak, halktan öğrenerek yarattığımız gelenek, devrimci mücadelenin gelişimine paralel olarak zenginleşiyor. Öte yandan, çürümüş, köhnemiş burjuva düzenin fiziki ve ideolojik saldırıları da yoğunlaşıyor. Bu saldırılar çoğu zaman açıktan düzen kurumlarından ve onların yanında saf tutanlardan gelmekle birlikte, kendilerini muhalif gören, "demokrat" olarak nitelendiren çevrelerce bu saldırılar daha sinsice, bilinçleri bulandıran, yozlaş-
mayı, çürümeyi meşrulaştıran tarzda güçlendiriliyor. Yaşamın her alanında olduğu gibi müzikte de bu iki yönlü gelişme, birbirleriyle çatışarak sürüyor. Gelinen aşamada devrimci olan ile çürüyenin, yozlaşanın arasına kalın çizgiler çekmek ve her türlü belirsizliği ortadan kaldırmak, hem bu gelişimin doğal sonucu, hem de kaçınılmaz bir görev olarak ortaya çıkıyor. Bu durum, bizler için ne beklenmedik bir durumdur ne de yeni bir gelişmedir. "Çağdaş Halk Müziği" adıyla başlayarak bugünlere getirdiğimiz müziğimizle ilgili olarak ortaya koyduğumuz devrimci bakış açısı, süreç içinde sürekli gelişip zenginleşirken, öngörülerimiz de bir bir gerçekleşmiştir. Bunlardan konumuzla ilgili olan en önemlisi, Çağdaş Halk Müziği'nin devrimcilikle uzaktan yakından ilgisi olmayanlar tarafından giderek daha fazla yozlaştırılacağı saptamasıydı. Yaptıkları müziği ifade ederlerken, Çağdaş Halk Müziği'ni içeriğinden, ideolojik temellerinden uzak, sadece teknik yönleriyle ele alarak, bu tekniği de eğip-bükerek kendi yozluklarına alet edenler müzik dünyasına doluştular. Çağdaş olmaktan, müziğin çağdaşlığından ne anlaşılması gerektiği belirsizleştirildi. Oysa çağ, emperyalizm çağıdır. Ezilen halklar cephesinden baktığımızda ise ulusal kurtuluş mücadeleleri ve proleter devrimler çağıdır. Ne "Yeni Dünya Düzeni", ne "globalleşme" demogojileri bu gerçeği değiştirebiliyor, tam tersine daha da yakıcı bir gerçek haline getiriyor. Çağdaşlığı, salt müzik aletlerinden çıkan notalara indirgeyerek, ceplerini doldurmanın etiketi olarak kullananların ne emperyalizm, ne halk, ne de devrim diye bir dertleri yoktur. "Çağdaş" kavramı, içini kimin, nasıl doldurduğuna bağlı olarak, birbirleriyle asla uzlaşmayacak kutuplarda olanların aynı zeminde kendini ifade edebildiği bir kavram olarak belirsizleştirildi. Bugün de her türlü yozlaşmayı, yozlaştırmayı meşrulaştıran bir örtü olarak kullanılmaktadır. "Pro-
test", "özgün" vb. gibi ne çerçevesi ne de anlamı belli olmayan kavramlarla "piyasa" yapanlardan, müziğine "poparabesk" diyenlere kadar hemen herkes kendisine daha ciddi(!) bir isim ararken, Çağdaş Halk Müziği'ne sarıldılar. Velhasıl, ortalık "çağdaş" tan ve çağdaş halk müziği sanatçı (!)'larından geçilmez oldu. Devrimci çizgimizle mücadelemizi sürdürürken, her türlü belirsizliği ortadan kaldıracak temel bakış açımızı, "Çağdaş Halk Müziğimiz Devrimcidir" diyerek ortaya koymuştuk. Müziğimizin içeriğiyle ilgili olarak, "Müziğimize özünü veren devrimci savaşım, ideoloji ve değerlerdir" demiştik. Bu doğrultuda mücadelemizi sürdürürken her alanda zulme karşı can bedeli, kan bedeli gelişen devrimci mücadelenin zenginliği müziğimizi de hiçbir kalıpla sınırlandırılamayacak biçimde zenginleştirecekti. "Gelişen mücadele bizim müziğimizi de etkileyecektir" derken, bu gerçeği ifade etmiştik. Bugün, "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz!" başlıklı yazımızla kamuoyuna sunduğumuz tartışmanın özü, Grup Yorum olarak yola çıkarken ortaya koyduğumuz bu temel belirlemelerin doğal sonucudur. İki yıldır sürdürdüğümüz tartışmalar ve değerlendirmelerle gelinen noktada müziğimizi "Devrimci Müzik" olarak adlandırabiliyoruz. Devrimci müziğimiz, mahallelerden işyerlerine, okullardan meydanlara, hapishanelerden dağlara uzanan bir türküye kan veren, can verenlerin müziğidir. Onbinler olup kortejlerde, en açık haliyle devrimin meşruluğunu haykıranların müziğidir. Devrim umudu emekçi halk kitlelerinin omuzlarında yeni değerler yaratarak büyürken, müziğimiz de yeni değerleri kucaklayarak bu gelişmeyi yaşıyor, her türden burjuva, küçükburjuva yoz, çarpık anlayışla arasına kalın çizgiler çekerek devrimci gelişmeyi kimliğine daha açık ve zengin biçimde işliyor. Devrimci müziğimiz, geçmişten bugüne yaşamda, üretimde ortaya tavı r / müzik / ocak '99 / sayı : 10
Çağdaş olmaktan, müziğin çağdaşlığından ne anlaşılması gerektiği belirsizleştirildi. Oysa çağ, emperyalizm çağıdır. Ezilen halklar cephesinden baktığımızda ise ulusal kurtuluş mücadeleleri ve proleter dev rimler çağıdır. Ne "Yeni Dünya Düzeni", ne "globalleşme" demogoj ileri bu gerçeği değiştirebiliyor, tam tersine daha da yakıcı bir gerçek haline getiriyor.
koyduğumuz pratiğin bir sonucu olmakla birlikte, bugünden yarına yaşamımızla ve müziğimizle mücadelenin bizlere yüklediği devrimci sorumluluğun da bir ifadesidir. Tekniği, yenilikçiliği, yaratıcılığı ve estetik ölçütleriyle müziğimizi kavganın hizmetine sunmanın sorumluluğunu ifade eder. Kavganın bir parçası olmak, bizlere, yalnızca ürünlerimize esin kaynağı olmakla kalmayıp, aynı zamanda devrimci üretimin en önemli unsuru olan kolektif üretimi gerçekleştirme sorumluluğunu yükler. Devrim asıl olarak politik-askeri bir savaş olmakla birlikte, bu savaş, yaşamın bütün alanlarında burjuvaziye karşı elde edilecek irili-ufaklı zaferlerin toplamıyla kazanılacaktır. Devrimci müziğimizle bu kavganın sesi olmayı sürdürecek, binlerce ağızdan yankılanan türkülerimiz, marşlarımız, destanlarımızla yeni yeni zaferlere yürüyeceğiz.
deneme n e v in
has
Unutulmadı Unutulmayacak Al kanlar içinde yatıyor gardaş" endilerinden ol mayan herkese karşı işkence ve katliamlar uygulayan faşistler, tüm benzerleri gibi insanoğlunun alçalabileceği en hayvani ve aşağılık düzeyi temsil ediyorlardı. Ama onlardan da aşağılık olanlar, onları maşaları olarak kullanan işbirlikçi tekelci burjuvalardı. Faşist terörün asıl sahipleri, bugün olduğu gibi o dönem de faşistlerin döktükleri insan kanıyla kadehlerini dolduran holding va mpirleriy-
di..." (Haklıyız Kazanacağız-1 syf: 302) Kristal avizelerin sahte ışıklarıyla aydınlatılan salonlarda kahkahalarla patlatılan şampanya şişeleri kan doluydu. Sahte ışıklarla aydınlatıyorlardı salonlarını. Çünkü güneşten korkuyorlardı. Güneş, karanlığın sonu demekti. Güneş, beslendikleri kan şişelerinin parçalanmasıydı. Güneş, insan görünümlü yüzlerinden maskelerin sökülüp atılmasıydı. Yürüyordu Anadolunun her yerinden çıplak ayaklılar. Taşlı, çamurlu yolları, aşılmaz sarp kayalıkları, geçilmez uçurumları inatla, sabırla ve umutla bir bir arkalarında bırakarak yürüyorlardı. Her biri yürek coşturan onlarca dilden türkülerle yürüyorlardı. İnançları kardeşti, türküleri kardeşti, ellerini birleştirip halaylara kalktılar. Onlar, kaderleri ortak olan halktılar. Önü kesilmeliydi bu yürüyüşün. Yürüyenler, karanlığın ortasına güneşi getiriyorlardı. Bunun için kadehlerinden taşan kanlan azar azar içirerek beslediler; kan koku su aldığında başka hiçbir şey hissetmeyen, düşünmeyen, sahibinin emrini alır almaz kan dökmeye fırlayan köpek haline getirdiler
"Maraş Maraş derler de bu nasıl Maraş
işsiz, güçsüz serseri takımını. "Onlar din düşmanı" deyip kan içirdiler kadeh kadeh. "Müslümanları kese-
" . . . 1 5 - 2 0 gün ö n c e üç memurun gelerek kapılara tebeşirle işaret vurcekler" deyip içirdiler. "Malınıza, mülduklarını..." künüze, evinize, karınıza el koyacaklar" Tüm bir kent elden, gözden geçirildeyip içirdiler. miş, alev i olanlar, demokrat olanlar, "Sen Türk'sün. Türk'ün Türk'ten baş dev rimci olanlar tespit edilip ev lerine ka dostu yok" deyip, yanıbaşındaki "yeni mi mara için" işaret konulmuştu. 15Kürt'ü, Laz'ı, Arap'ı, Çerkeş'i... düş20 gün önceden Maraş daha kalaman bellettiler. balıklaşmıştı. Çev re illerden, ilçelerden, Silah verdiler, para verdiler. İşsiz, köy lerden taşınan yüzlerce f aşist militan güçsüz, geleceksiz ve düşsüz iken, y urtlara, yatakhanelere, misaf irhanelere "sensin" deyip "güç" verdiler. İktidarın y erleştirilmişti.
en tepesinden başlayıp, en ücra illere, ilçelere, köylere kadar uzatmaya çalıştılar kollarını. İktidarın en tepesinden en altına, bütün kurumlarını arkalarına alarak salındılar sokaklara... Kendilerinden olmamak, kanının dökülmesi, işkence, dayak, ölüm için yeterliydi. "Ufak ufak taşlatman bina yapılmaz Bir ben ölmeyinen Maraş yıkılmaz." Yıl 1978... Sivas, Malatya, Elazığ, Tokat, Muş, Erzurum, Iğdır, Manisa, Isparta ve Maraş... Kan döktükçe bitecek, duracak bu yürüyüş sandılar. Bitmedikçe, sinmedikçe, korkup gerilemedikçe, en tepedekilerin keyfi kaçtı. Daha kan, daha fazla kan istiyorlardı. Bundan sonra "toplu imha" denilerek senaryo çizildi; "komünistler, aleviler,
19 Aralık'ta, Çiçek Sineması da ka labalıktı. Güneşten korkanlar, "Güneş Ne Za man Doğacak?" f ilmini seyredip karanlığa alkış tutuyorlardı. Bir dina mit lokumu ateşlendi aniden. Alınan emrin tam zamanında yerine getirildi ği merkeze aktarılırken, telefondaki, ellerine barut kokusu sinmiş olan, bi raz önce f itili ateşley en Ökkeş'ti. Şu, milletv ekili koltuğunda oturan, güneş ten korktuğu için soyadını değiştiren Ökkeş'in ta kendisi...
kürtler...", "camileri bo mbalıyorlar...", "Kuran'ı yakıyorlar" ve ardından "Komünistler Moskova'ya!", "Kanımız Aksa da
Patlama sesini, arka sıralarda oturan Mustaf a Özdemir duy du. Etraf ında Türkoğlu beldesinden getirdiği 20-25 f aşist ile birlikte birden ay ağa f ırlay ıp "Müslüman Türkiye, Komünistler Moskova'ya!" sloganlarıy la kitley i dışarıy a y önlendirdi. Dışarıda bekleyenlerle birlikte 300 kişi olup kan için koşmay a başladılar. İlk saldın CHP binasına, sonrası alev ilerin işyerlerine, demokratik kurumlara, PTT'y e...
Zafer İslam'ın!" diyecekler. Merkezde yapılan planlar, uygulayıcılarına aktarılıyor, silah, para, araç-gereç, güvenlik desteği sağlanarak başlanacak katliamlara.
20 Aralık... Alevilerin oturduğu Akın Kıraathanesi'ne bomba atıldı. 21 Aralık... TÖB-DER'li iki öğretmen, Hacı Çolak v e Mustafa Y üzbaşı-oğlu sokak ortasında kurşunlandı.
tavı r/tarih /ocak '99/sayı : 10
Kan döküldü, kokusu yayıldı. 22 Aralık... Cenaze kaldırılacak. Kitlesel bir anti-faşist eyleme dönüşmeli. Ve o ana kadar ortalıkta görülmeyen "güvenlik kuvvetleri" cemseleri, kaskları, haki üniformalarıyla tam teçhizattı bir şekilde hazır ve nazırlar. "Kortej hareket etmeden önce, kortej de bulunan şahısların üzeri aranmış, kortej sopa, kırmızı boya ve fırçalardan arındırılmıştır..." Yani anti-faşist güçler silahsızlandırılmış, faşistlere karşı savunmasız bırakılmıştır. Şimdi "güvenlik içinde" katledilebilirler... Haydi faşistler nerede kaldınız, işte yaşlı-genç, kadın-erkek öldürülmeye hazır... "...Alevilerin, komünistlerin namazı kılınmaz... Oruç tutmak, namaz kılmakla hacı olunmaz. Bir alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklamalıdır. Çevremizde bulunan Alevileri, CHP'li sünni imansızları temizleyeceğiz..." Camilerde, sünni mahallelerde gece-gündüz faşist propaganda böyle yapılıyor; satırlar, nacaklar, silahlar, benzin-gaz bidonları dağıtılıyordu. Cenazedekiler silahsızlandırılmışken, askerler "güvenliği" sağlamışken geldiler... Onlarca yaralı, üç şehit kanı daha... Maraş'ta gökyüzü her ölümle birlikte biraz daha kan rengine bulanıyor, kan ko kusu giderek yayılıyordu... O gün, gece ve sabah kan döküldü. Ardından oluk oluk akıtılacak kanın, cayır cayır yakılacak insanlann, evlerin, binaların habercisiydi her ş e y . 23,24,25 Aralık... Kahramanmaraş, Kanlı Maraş'a döndü. Maviş Ana, yıllarca yan yana, iç içe yaşamış, kardeşi bilmiş muhtarı. O muhtar ki, şimdi "Allah Allah, komünistlerin kökünü kazıyacağız}" diye bağıran grubun en önünde kapıya dayanmış. Kapıyı kırarak içeri girenler yiğidini, Kalender Toklu'yu döverek bahçeye çıkarmış. "... Kocası Kalender Toklu'yu gözünün önünde öldürdükleri, öldürülürken kocasına sarıldığını, üstünün başının hep kan olduğunu..."
Kendilerinden başka herkes "kökü kazınacak" olanlardı. Kapı bir komşu da olsa, aynı sofraya bağdaş kurdukları da olsa ömrünün yetmişinde, analık hakkının kutsallığını bin kez hak etmiş Cennet Ana da olsa, anasının kucağında dünyaya yeni yeni gözlerini açan da olsa, hatta dünyaya gelmek için sabırsızlanıp tekmecikleriyle anasını uyaran bile olsa... "...Saldırganların d a h a s o n r a karşı taraftaki bir gözü görmeyen yaşlı kadın Cennet Çimen'in evine gittiklerini, bu kadını 'gel nine gel' diye dışarı çıkardıklarını...Bu kadının gözünü tornavida ile oyarak silah sıktıklarını ve öldürdüklerini, yakındaki hela çukuruna b a ş üzeri atıp, oradaki at a r a basını kadının üzerine devirdiklerini..." Yapılanlar din adınaydı. Vatan adına, Türk olmak adına... Oysa gerçekte, kan içicilerin aşağılık düzenlerini koruma adınaydı, ötesi yalandı. Bunun içindi komşuluk ettiklerinin, abla, teyze, kardeş, bacı dediklerinin ırzına yönelmek... "...Bunları dağa kaldıralım. Onlar nasıl bizimkilerin ırzına geçtilerse, biz de bunların ırzına geçelim..." Ya sabi çocukların, sakat olanların suçu neydi? "...Musa Suna'nın deli çocuğu Ali'nin 'teslim oluyorum' diyerek dışarıya çıkıp merdivenlerden aşağıya indiğini, o zaman buna silah sıkıp vurduklarını ve kolundan tutup caddeye çıkararak 'içerde kaç kişi var?' diye sorduklarını, 'altı tane adam, üç tane avratv a r " diyen buç oc u ğu s o pa larla vurarak öldürdüklerini..." Eline Kuran'ı alıp "Siz ne yapıyorsunuz, biz de müslümanız" diyenlerin, eğer tanıdıkları varsa, belki ölümden dönebildikleri de oldu. Ardında ailesinin kanlı cesetlerini tutuşturan alevler bırakarak. Ama, işte faşist terör sınır tanımıyor. "...Bu müslümanmış, bizdenmiş, ama gavurun evinde oturuyormuş, evini yakalım..."
du. Maraş, ölümü bile utandıran bir katliam kentiydi artık. Maraş yangın yeriydi. Maraş acılı ağıtlar yeri... "...Saldırganların evin her tarafına g a z dökerek tutuşturduklarını... S a londaki halı da a t e ş alınca babalarının cesedinin yanmaması için dış kapıya kadar götürdüklerini, saldırganların 'bırakın kafir yansın' diyerek cesedi tekrar a t e ş e doğru..." Can pazarında ölülerine, yaralılarına sahip çıkamaz oldu halk. Sağlık ocakları, hastaneler kuşatıldı. Yaralı olanlar sedyelerden ya da ambulanslardan indirilip oracıkta öldürüldüler. "...Oradan kocası İbrahim'le birlikte Şekerin Dere'ye inerek oğulları Mahmut Unver'i bulup sağlık ocağına götürdükleri, saldırganların bu defa bulundukları sağlık ocaklarına gelerek, zorla kapıyı açarak ibrahim Unv er'i dışarıda öldürdüklerini..." Oluk oluk kan akarken Maraş'ta, sadece Alevi oldukları için devrimcidemokrat oldukları için devrimci-demokratların ağırlıkta bulunduğu mahallelerde yaşadıkları için, sokakta yürüdükleri için, deli oldukları için, yaşlı oldukları için, gelecekten umutlu oldukları için, halk oldukları için katledildiler. Faşistler halkı katlederken, hükümetin başı olan "Karaoğlan" halkın mücadelesini boğmak için yeni baskı yasalarıyla meşguldü. Tam 13 ilde sıkıyönetim uygulandı. Artık "sivillerin" arkasında değil, onlarla birlikte, onların önünde resmi güçleriyle de kan taşınacaktı holding vampirlerinin kan çanaklarına Resmi açıklamalar katledilenlerin yalnızca lll'ini saydı. Yakılan evlerden 220'sini, talan edilen işyerlerinden 72'sini... Gerisi, acılı ağıtlarla yürekleri dağlanan, ölülerini bile gömmeden yollara düşen binlerce canın belleğinde... Unutturulabilir mi bunlar? Unutulmadı, unutulmayacak! Kadehlerini halkın kanıyla dolduranlar, içtikleri kan içinde boğulacak...
Tutuşan evlerin içinde yanık insan etinin kokusu kan kokusuna karışıyortavı r/tarih /ocak '99/sayı : 10
* Alıntılar; Maraş Ola yları Dav ası Tu tanaklarından
nota özcan şenver
halk türküleri ve öyküleri-5
Güleycan Güneş bile yasak (gülüm güley gülüm) İçim sarı sıcak Duvarları deler Sevdanın k özü, güleycan...
Bu yol uzun, ırak Varılacak mutlak Şu k ork uyu çık ar at Gürül gürül hayat, güleycan... Söz-Müzik: Grup Yorum
Dertlerim nice Ne giz ne bilmece Bek liyor zalim Tel örgüden gece, geleycan...
12
Eylül'le birlikte bütün devrimci, demokrat, yurtseverler başta olmak üzere halkın birçok kesimi hapishanelere doldurulmuştu. Bir kısmı da mültecilik, teslimiyet ve ihanetlerini meşrulaştırmak için teoriler üretiyordu. Böylesi bir süreçte direnişlerin odağı hapishaneler olmuştu. Düzenin oluşturmaya çalıştığı "Cezaevi" mantığına, yani "Cezadır çekilir, yatılıp çıkılır, burada direnilmez" mantı ğına karşı durulmalıydı. "İşkence kuruluları Marksist Leninistler'i, devrimcileri, yurtseverleri sindirmek, kendi iradesine baş eğdirmek, sömürü düzenini n muhalifleri ol maktan çıkarmak için, giderek beyinlerini teslim alıp halkın davasına, devrim kavgasına, insanlığa, çevresine, hatta ailesine ihanet ettirmek; devrimci ilerici düşünceleri çamura bula mak ve bunu halka karşı kullanmak için çalışıyor ; böyle bir gelişmeyle birbirini tama ml amaya çalışıyordu. Yani siyasi şubelerde işkenceyle teslim alına mayan, sindirilip susturulamayanlar, daha uzun bir sürece yayılmış işkence, baskı ve yasakların hükmünü sürdürdüğü zindanlarda, daha bilimseli!) yöntemlerle uzanan işkencecilerin eline aynı amaç için teslim ediyordu."
(Bir Direniş Odağı Metris-Sinan Kukul: syf. 1 2 9 ) Yine bir tutsağın; "Dört duvar arasında işkence beklemek, bu işkencelerin ne zaman biteceğini bilememek ve üzerindeki yaralara kabuk bağlatacak zaman bulamadan yeni acılar eklemek ..." diye anlattığı böylesi bir süreçte hiçbir şey kolay değildi. Zaten zor olan, devrimci olmaktı. Bunun için devrimcilerin olduğu bir yerde teslimiyet, yılgınlık olamazdı. Devrimcilerin hepsi hapisteyse, o zaman mücadele hapishanelerden sürecekti. Çünkü halkın gözleri devrimcilerin üzerindeydi. Devrimciler de susarsa faşizme gün doğacaktı. Faşizm, devrimcileri sindirme politikası gereği hapishanelerde tek tip elbise uygulaması getirmişti. "Elbiseyi giyenler işkence görmeyecekti." Ama tek tip elbiseyi giymek demek, inançlarından soyunmak demekti. Teslim, olmak ve kişiliksizleşmek demekti. Bütün bunlar için tutsaklar, tek tip elbise giymeyi kabul etmediler. Bunun karşılığında ise yeni bir işkence şekli başlamıştı. Tekme-tokat tutsa kların üzerindeki giysiler parçalanarak çıkarılıyor ve bayılana kadar dayak atılıyordu. Üstelik soğuk kı ş tavı r / müzik / ocak '99 / sayı : 10
günlerinde bile üzerlerinde bulunan tek bir donla duruyorlardı. İşte böyle soğuk bir kış gününde tutsaklar, jandarma "nezaretinde" havalandırmanın bir yerinde toplandıkları sırada, tutsaklardan birisi havalandırmanın güneş gören yerine gidip oturur. Jandarma bağırır: "Kalk lan oradan!". Tutsak sorar: "Niye?" Jandarma; "Yasak" der. Tutsak, umursamaz bir tavırla oturmaya devam eder. Bunun üzerine jandarmalar tekme tokat sürükleyerek tutsağı diğerlerinin yanına getirmeye çalışırlar. Fakat şimdi bütün tutsaklar güneş gören yere gitmektedir. Jandarmalar, tekme tokat sürükleyerek tutsakları eski yerlerine atar. Tutsaklar tekrar güneş gören yere geçerler. Bu durum, tutsaklar dayaktan bayılıp kıpırdayamayacak hale gelene kadar devam eder. Devrimci tutsaklara güneş bile yasaktır ve o kısacık sürede güneşi görmek bile bedel ödemeyi gerektirir. İşte böylesi bir süreç yaşandıktan sonra tutsaklar, "Güleycan" şiirini yazar ve bestelerler.
tav覺 r / m羹zik / ocak '99 / say覺 :10
inceleme ufuk lüker
Halk Eserlerinin Telif Hakkı Halkındır
BEDELİ ÖDENMİŞTİR
S
on günlerde, Anadolu halk kültürünün önemli bir bölümünü oluşturan halk türküleri, oyunla-n, öyküleri, şiirleri gibi çok çeşitli halk eserleri üzerinde yeni bir tartışmanın başladığına tanık oluyoruz. Halk eserlerinin kime ait olduğu dolayısıyla telif ücretlerinin kim tarafından alınacağı ekseninde yürütülmeye çalışılan bu tartışma, ne niyetle olursa olsun, ahlaki bir yan taşımaktadır. Halka karşı saygı ve sorumluluk kavramlarını ayaklar altına almaya ve buradan ticari kazanç elde e t m e y e çalışanlar, hiçbir şekilde gerçeklerin üstünü örtemez. Kültürümüz, parayla alınıp satılamayacak kadar değerlidir. Önce halk eserlerinin anonimleşme sürecini açalım: Halkeserleri, adından anlaşılacağı gibi halkındır. Hiçbir kişi, kurum ya da zümreye ait değildir. Binlerce yıl içerisinde şekillenmiş ve halk tarafından sahiplenildiği için bugünlere ulaşabilmiştir. Bilinen pek çok türkünün, öykünün, şiirin ilk söyleyeni, üreteni belirsizdir. Kaynağı belirsiz ürünler, halk bilim içerisinde anonim olarak tanımlanır. Anonim halk eserleri, ağızdan ağıza değişerek, uzun yıllar içerisinde oluşmuş ve genellikle de ilk halinden uzaklaşmıştır. Bu bir eserin anonimleşmesinin doğal süreçlerindendir. Konularını genellikle yaşamın içerisinden alır. Yiğitlikler, göçler, düğünler, şehitlikler, sevda, öfke... Hemen her şey, halk eserlerinin konusunu oluşturabilir. Ülkemizde birden çok dilin konuşulduğu, birden çok dinsel inanışın kendine
taraftar bulduğu göz önüne alındığında, zenginleşmenin boyutlarının ne kadar geniş olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Kendi özelliklerini, birlikte yaşadıkları diğer kesimlerle buluşturan Anadolu halkları, dünyanın pek az yerinde görülebilecek bir zenginliğe sahiptir. Sanatsal üretimin, başlangıçta bireysel olduğu genel olarak kabul edilebilir bir düşüncedir. F a ka t e se r , üretildiği andan başlayarak sınıfsal, ekonomik, coğrafik pek çok koşulla birlikte değişikliğe uğrar. Bu durum, eserin bireysel üretimle sınırlı kalmadığını, doğal bir kolektivizmle birlikte değişerek yaygınlaştığı bir durumdur. Kısa bir süre içerisinde anonimleşen halk eseri artık, bireye ait olmaktan çıkmış ve halkın olmuştur. Radyo, televizyon gibi iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde yaşananlar, konuyu biraz daha açaca kt ı r. Anadolu'da gezgin halk sanatçılarına sıkça rastlanır. Bu kişiler halke se r lerinin yaygınlaşmasında büyük bir rol oynamışlar-
tavı r / telif tartı şması / ocak '99 / sayı : 10
dır. Eserler, kısa sürede bölgesellikten çıkarak bütün ülke topraklarına yayılabilmiştir. Yine ülkemizde sıkça yaşanan g ö ç de, halk eserleri üzerinde benzer bir etki yapmıştır. Örnekler anlattıklarımızı pekiştirecektir. "İki Keklik" adlı türkünün Balıkesir'de ve Elazığ'da iki farklı söylenişi vardır. Ezgide ve sözlerde benzerliklerin yanı sıra farklılıklar da gözlenir. Bu türkü, her iki yöre halkı tarafından kendilerinin kabul edilir. Bu iki yöre arasındaki coğrafik uzaklık, sözünü ettiğimiz anonimleşerek yaygınlaşmaya iyi bir örnek oluşturur. TRT'nin arşivinde türkü, Balıkesir yöresine ait olarak gösterilir. Bu durum, TRT'nin derlemeyi Balıkesir'de yaptığının dışında b a şka bir şe yifade e d e m e z. Yine Bilecik'te söylenen "Aşağıdan Gelen Hanım" adlı türkü ve bu türküyle
birlikte oynanan kaşık oyunu, hemen hemen hiç değiştirilmeden Burdur'da da söylenir ve oynanır. Bu türkü ve oyun her iki yöre halkı tarafından sahiplenilir. Geçmişten bugüne uzanan bu kültür ki gelişim içerisinde zaman zaman bireylerin de öne çıktığını görürüz. Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan gibi halk sanatçılarında da anonimleşmenin farklı bir yanı görülür. Nasrettin Hoca'ya ait olmayan pek çok fıkra, halk tarafından Nasrettin Hoca'ya mal edilmiştir. Karacaoğlan'a mal edilen pek çok Çukurova türküsü ya da gerçekten kendisi tarafından yazılıp söylendiğine emin olamadığımız Pir Sultan Abdal türküleri gibi. Bu devinimi yaratan halkın kendisidir. Halk sanatçıları, içlerinde mutlaka muhalif bir yan taşırlar. Eserlerinin ana teması yaşamdır, toplumcudurlar. Yakın zamanda yaşayan pek çok sanatçı da aynı görevi paylaşır. Nazım Hikmet, Rıfat İlgaz, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif, Yılmaz Güney gibi onlarca sanatçı, sanatın farklı dallarında da olsa halk için üretmişler, konularını halktan almışlardır. Yakın zamanda yaşamış olmaları, bu kişilerin eserlerinin halk eseri olmadığı şeklinde bir düşünceye yol a ç a maz. Farklı olan yanlan, teknolojik gelişmelerle doğrudan ilintilidir. Kayıt cihazlarının ortaya çıkması ve iletişim alanında yaşanan gelişmelerle birlikte anonimleşmenin önünde ciddi sorunlar oluşmuştur. Bu gelişmeler, pek çok alanda olduğu gibi halk eserleri üzerinde mülkiyeti de beraberinde getirmiştir. Girilen kapitalist ilişkilerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan bu dönemde ilk mülkiyetleştirme, devlet tarafından yapılmaya başlanmıştır. 1930-1950 yıllan arasında devlet tarafından yaptırılan derleme çalışmalarında kayıt altına alınan eserlerin değişimine nokta koyulmuştur. Artık, türkü ya da öykü neyse odur, nerede derlenmiş ise o r a y a aittir. Arşivleme, özünde zararlı b u yan taşımamaktadır ama bizdeki gelişim kısa sürede devlet eliyle tekelleştirilmiş, hemen herşey TRT'nin eline bırakılmıştır. Daha sonra ortaya çıkan eserler bu kuruma götürülüp onaylatılmıştır. Artık her ürün, üretene aittir, mülk durumundadır.
TRT'nin tekeline rağmen halk sanatçılan, geleneksel çalışma tarzını uygulamaya çalışmış ve kısmen başarılı olmuştur. Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş tarafından üretilen e s e r ler, her ne kadar Ertaşlar"a ait olsa da pek çok kesim tarafından Kırşehir türküleri olarak bilinir. Ruhi Su tarafından üretilmiş pek ço k e s e r de, bugün anonimleşmiştir. "Şişli Meydanında Üç Kız" gibi eserler kısa sürede anonimleşerek halk eseri durumuna gelmiştir. •Yine Yılmaz Güney'in oynadığı, yönettiği, senaryosunu yazdığı pek çok filmde halklaşmanın açık örneklerini görürüz. Pir Sultan'ın türküleri ne kadar kendininse, Yılmaz Güney'in filmleri de o kadar Güney7 indir. Kısacası; bu topraklarda üretilen her şey halkın ortak malı durumundadır. Bütün yeraltı, yerüstü kaynaklan, üretim araçlan gibi kültür de halkındır. Son dönemde bazı kişi ve kuruluşlar, halk sanatçılarının eserlerini mülkiyet altına alma çabası içerisindedir. Bu eserler üzerinden telif istemektedir. Sanatçılar üzerinden para kazanılmak istenmektedir. Hiç kimse, Nazım'in, yaklaşık 17 yıl yattığı mahpusluğu ticaret malzemesi yapamaz! Nasıl Pir Sultan'ın Sivas zindanlarında yatmasının, katledilmesinin ticaretini yapamayacağı gibi kimsenin "aile mağduriyeti" gibi bahaneleri ortaya atmaya hakkı yoktur. Halk eserleri herhangi bir ailenin değildir. Bunu iddia etmek, Anadolu halklarına saygısızlıktır. Binlerce yıllık tarihi tersyüz etmektir, faydacılıktır, duygu sömürüşüdür. Yılmaz Güney Vakfı tarafından ortaya ahlan telif hakkı iddiası, tam da bu noktada anlam taşımaktadır. Güney'in vatanından uzakta, sürgünde ölmesinin,
tavı r / telif tartı şması / ocak '99 / sayı : 10
çektiği acıların sorumlulan bellidir. S o rumlu devlettir, Güney'in çok sevdiği halkı değil! Güney'in varisleri olmak isteyen ve adını alan bu vakıf, sorumlularla iç i ç e geçmiştir. Ü ç b e ş kuruş için Yılmaz Güney, devlete satılmak istenmektedir. Güney'in varisleri Anadolu halklarıdır, eserleri halkın eserleridir, bu eserler üzerindeki s ö z hakkı halkındır. Bu, bütün halk sanatçıları ve eserleri üzerinde kirli hesaplar yapanlara söyleyeceğimiz tek sözdür. Gelelim telife... Ortada telif için ödenmesi gereken bir bedel varsa bu bedel hiçbir şekilde para olamaz, olmamıştır; bu bedel candır. Halk, eserlerinin telif bedelini savaşlarda, ayaklanmalarda, katliamlarda, depremlerde, sel sulan altında ödemiştir, ödemektedir. Güney'in filmleriyle, Nazım'ın şiirleriyle, halk kültürü ile büyüyüp özgür vatan mücadelesinde yerini alan ve kanını döken binlerce kahraman, bu bedeli ödemiştir. "Sürü" de, "Umut" da halkındır. "Şeyh Bedreddin Destanı" gibi, "Haziran da Ölmek Zor" gibi, "Hasretinden Prangalar Eskittim" gibi, "Yemen Türküsü", "Fidayda", "Çökertme", "Alageyik Destanı", "Köye Dersim", "Avlaskani Cuneli"... gibi. Bedelini ödeyenler mi? Mehmet Sait, Nene Hatun, Mahir, Sabo, Sibel... Yüz milyonlar saymakla biter mi?
mektup irşad aydın
'bu türküler, rın daha çok nı kaçıracak' erhaba; bir kez daha mektupla da olsa sizlerle buluşmak beni çok sevindirdi. Kaleme aldığım bu ikinci mektubumun satırlarını karalarken hapishanedeki günlerimiz yaklaşık iki ayı bulmuştu... Şimdilik burada daha ne kadar kalacağımızı tam bilemiyoruz. Uzun bir süre burada kalabiliriz, bu süre çok uzun da olmayabilir ama bildiğimiz o ki; tarihimize bir sayfa da Ümraniye Hapishanesinden yazılacak... Günlerimiz oldukça hareketli geçiyor. Çalışıyoruz, okuyoruz. Yanımızda müzik aletlerimiz de var. Bağlamamız, gitarımız... Ayrıca bir koromuz var. Çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Hapishaneye geldiğimiz günden itibaren elimize bolca mektup ulaştı. Bu gelen mektupların i l k i de, o günlerde İzmit Hapishanesi'nde kalan Ufuk'tandı. Herhalde hapishaneye gider gitmez hemen kaleme sarılmıştı. Bir an önce iletişim kur-
mak, üretimlerimizi kaldığımız yerlerden sürdürmek için ilk mektubunu karalamaya başlamıştı. Ufuk'un mektubu benim elime ulaştığında, benim mektubum da O'na ulaşmıştı. Hapishaneye gelir gelmez ilk işim İzmit Hapishanesi'nde kaldığını öğrendiğim Ufuk'a mektup yazmak oldu. Ondan haber almak istiyordum.. Ayrıca İdil'deki arkadaşlarımı da özlemiştim, onları bir an önce görmek istiyordum. Belki onları sımsı kı kucaklayamacaktım ama karşılıklı bir çift lafın belini kıracaktık görüş kabininden... Ve dışarıdaki gelişmeleri bir bir öğrenebilecektim onlardan... Dedim ya bir sayfa da Ümraniye Hapishanesi'nden yazılacak tarihimize... Ekim'in 23'ü... Günlerden Cuma...Ve bir görüş günü sonrası... İşte ilk geldiğimiz günler böyle geçti. Daha sonraki günlerde ise b i raz daha tanıdık hapishaneyi ve bu sayede çalışmalarımızı biraz daha düzenleyebildik. Müzik çalışmalarımız da artık daha düzenli ilerliyor. Dedik ya kaldığımız, bulunduğumuz her yer bir üretim alanı, tavı r / mektup / ocak '99 / sayı : 10
bizim çalışma mekanımızdır. Ve bu nedenle türkülerimiz taşmalıydı Ümraniye Hapishanesi'nden. Öyle de olacak... 25 Ağustos günü hapishaneye geldik. İşte, bugünden sonraki her günümüzü sizlere bir bir anlatmak isteriz. Bilinmeli ki her saatimiz, her dakikamız tarihin sayfalarına kaydedilecek nitelikte, hem de o tarihin en temiz sayfalarına, özenle nakşedilecek güzelliktedir... Dünya devrimci sanatçılık mirasının üzerine eklenen birer yapı taşıdır... Hapishaneye geldiğimiz ilk gün, kapıda askerlerle karşılaştığımızda tepkileri ilginçti. Herhalde onların da dikkatini çok çekmiş olacak ki "bugüne kadar buraya hep kasetleriniz geliyordu, demek ki şimdi de siz geldiniz.." diyorlardı. Evet şimdi de biz bu duvarların ardındayız ve birer özgür tutsağız... Tabi bu karşılaşma hiç de sıcak geçmemişti. Nasıl mı?.. Öncelikle karşılıklı birbirimizi süzer tarzdaydık.... Onları dikkate almaz görünümdeydik. İçinde bulunduğumuz durumu, hiçbir şekilde yasal ve meşru görmüyorduk. Onlar ise sıradan tavırları olan saldırgan tutumlarını takınmışlardı bile... Bir yandan işlemleri tamamlamaya ça-
lışıyor, diğer yandan ise tehditler savuruyorlardı, "bu hapishaneye bir girerken karşılaşırız, bir de çıkarken, unutmayın..." diyorlardı. Hapishaneye giriş-çıkı şlarda, hastaneye veya mahkemeye gidip gelirken tutsaklara öldüresiye saldırdıklarını zaten biliyorduk. Neyse... Giriş işlemlerimiz tamamlanana kadar karşılıklı tutumlarımız devam etti. Ve bir süre sonra tutsaklarımızın yanına gidebildik. Onlarla kucaklaştık, hasret giderdik. Peki ya askerlerle olan karşılaşmamız burada son mu bulmuştu? Elbette hayır. Asıl olarak işte bundan sonra daha hareketli günler başlıyordu. Gelin size anlatalım... Buraya geldikten bir süre sonra ziyaretimize gelen arkadaşlarımızdan "Boran Fırtınası" isimli kasetimizden getirmelerini istemiştik, bir de davulumuz olmadığını ve bir davul almayı düşündüğümüzü söyleyip, davul getirmelerini istemiştik. Tabi bir hafta sonra isteklerimiz gelmişti. Ancak şimdi de asker bunları içeri almak istemiyordu. Bunun üzerine bazı girişimlerimiz oldu. Ancak bunların hiçbiri sonuç vermiyordu. Asker, inatla kaset ve davulumuzu içeri almıyordu... Daha sonraki günler ortam biraz daha hareketlenmeye başladı. Ve tabi bizler de yöntemler üretmeye başladık. Durumu kabullenmek elbette olmazdı... Madem ki bize "Boran Fırtınasını vermiyorlardı, öyleyse biz de onlara rahat vermeyecektik. Bu yüzden sonraki her gece 03:00 civarında müzik setimizle, çok güçlü bir seste "Boran Fırtınası"nı onlara dinletmeye başladık... Tabi bu durumdan oldukça rahatsız oluyorlardı... Gece yarısı, Grup Yorum'un türküleriyle uykularından uyanıyor ve bu türkülerin eşliğinde tekrar uyumaya çalışıyorlardı. Ancak tabi bu müziğin yanı sıra karşılıklı bağırışmalarımız da cabası... Bu, müzik dinletme işi hemen
her gün olmaya başladı. Artık gece yarısı Yorum'un türkülerini dinlemek olağan birşey olmuştu. Peki bunun karşı sında onlar ne yaptı? Onlar da elektrikleri kestiler. Ancak malum burası bir hapishane ve burada uzun süreli elektrik kesintisi onların da işine gelmiyor. Hani "karanlıktan faydalanarak ..." Bir süre sonra tekrar elektrikler geliyor ve Yorum türkülerini söylemeye devam ediyorduk. Günler geçtikçe karşılıklı atışmalarımız artıyordu. Her gece, çok güçlü bir seste söylenen türküler adeta çılgına çeviriyordu onları... Bunun üzerine onlar da yöntem geliştirmeye başladılar. Saat 03:00... Grup Yorum'un türküleri bütün hapishanede yankılanıyor, tam da askerlerin kaldıkları blokların karşı sında, koskoca man bir teyp Yorum'un türkülerini çalıyordu. Tabi bu zaman zaman "Onlar İçin Herşey Bitti" ya da "Varsa Cesaretiniz Gelin" olabiliyordu. Daha sonraki günler de de yapacak birşey bulamadıklarından havaya ateş açmaya başladılar. Bizler de yer yer koridorlarda, yer yer teybin başında nöbet tutmaya başladık... Günler ilerliyor ve her gece uykuları kaçmaya devam ediyordu. Yolu yok, ka set ve davulumuzu vereceklerdi... Gece, saat 03:00-04:00 türküler söylenmeye devam ediyor ve bunun üzerine farklı yöntemler geliştiriyorlardı... Bu kez ne mi yaptılar?.. Bu kez kaldığımız koğuşun hemen yan tarafında sabaha kadar, bizim olan davulu çalmaya başladılar.. "Ee! Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş..." Onlar çaladursunlar, bizler de türkülerimizi sabahlara kadar dinletmeye devam edeceğiz.. Türkülerimizden kendi paylarına düşen bölümleri ise özenle seçip, ayıklayıp çıkartacaklarına da eminiz... Bu mektubu yazdığım günlerde tavı r / mektup / ocak '99 / sayı : 10
onlarla süren savaşımız henüz sonuçlanmamıştı. Ancak biliyoruz ki 'bu türküler onların daha çok uykularını kaçıracak...' Sonuçta ise elbette biz kazanacağız... Söz ettiğim üzere buradaki günlerimiz oldukça yoğun ve hareketli geçiyor. Dışarının coşku su tüm görkemiyle, hapishane duvarlarının ardında da kendini hissettiriyor. Ancak bununla birlikte dileğimiz, bir an önce türkülerimizi dışarıda, alanlarda, meydanlarda, mahallelerde haykırmak. Hep birlikte türkülerimizi söyleyip, omuz omuza halaylarımızı çekmek... İşte, bugün sizlere anlatacaklarım bu kadar. Bilin ki daha yazacak, sohbetini yapacak çokça konu var. Her anımızı paylaşmak, buradaki günlerimizin hepsini dile getirmek isteriz. Ancak bugün sözlerime burada son veriyorum, diye kalemi bir yana, kağıdı diğer yana bırakmıştım ki bir haber geldi. Yüreğimizin ta içlerine kadar sızısını hissettiğimiz ve bununla birlikte bir o kadar da öfkemizi bileyen bir haber... Son birkaç gündür, biliyorduk ki Ceyhan Hapishanesi'nde yoldaşlarımıza saldırmışlardı. Pek çoğu yaralıydı ve hücrelere atılmışlardı... Günlerdir süren direnişimiz vardı ve daha bu konuda bir gelişme olmamıştı ki bunun üzerine, bir de Çankırı Hapishanesi'ndeki insanlarımıza saldırdıklarının haberini aldık. Evet... Şimdi de Çankırı... Bu işler duyulur da durmak olur mu? Bizler de durmuyoruz... Ardından bir 'boran fırtınasıdır' ki esiyor hapishanede. Sonra zaptediyor bir duvardan diğer duvara, ardından yayılıyor tüm mahpushaneye ta ki zaferi muştulayan gün ışıklarına dek... Hepinizi sımsıkı kucaklıyorum. Sevgilerle...
öykü t a r ı k kılıç
eli kanlı diktatör
tutuklandı inochet, tedavi için gittiği ingilte- ürküttü onu... B u r a y a gelirken t e ka m a c ı Gözlerine uyku mahmurluğu çökerre'de, "Şili'de yaşanan askeri tedavi olmak, birkaç eski dostunu gör- ken, hayatinin en önemli günlerinden bicunta sırasında İspanyol mek, bir de biraz dinlenmekti. Ne de olsa rini, 11 Eylül 1 9 7 3 sabahını düşündü! O vatandaşlarına yapılan insan yaşlı bedeni artık çok çabuk yoruluyor- gün hiç uyumamışti. Zaten birkaç günhakları ihlalleri" nedeniyle, du. Dinlenmek onun da hakkıydı. Fakat dür hep böyleydi. Uyku girmiyordu göİspanyol mahkemelerinin talebi üzerine, 17 17 Ekim günü hiç beklemediği bir anda züne. Kurmaylanyla plan üstüne plan Ekim 1 9 9 8 ' d e gözaltına alındı. tutuklanması tüm planlarını alt üst ermişti. yapıyor, bir k a ç gün sonra erişeceği iktiYine aynı düşünceler kafasını kurcala- darın gücünü hayal ediyordu. maya başlamıştı. Ya beni kurtarmak için Yaşlı vücudunu doğrultarak, az ö n c e Nihayet beklediği an gelmişti. İktidabaşının altında duran yastığa sırtını dayadı. hiçbir ş e y yapmıyorlarsa... Hiçbir işe ya- rına el koyacağı Ailende, B a şka n l ı kS a r a ramayan, posası çıkmış bir ihtiyan, kim yı La Moneda'daydı. Bir ültimatom gönKafasında bin türlü düşünce dolanıyor, içindeki huzursuzluk adeta beynini kemi- ne yapsın... Tekrar ürktü. Büzüldü yata- derdi Allende'ye. Ya teslim olacak ya da riyordu. Nasıl olmuştu da başına böyle bir ğın içinde. Tutuklanmasına neden olan o alaşağı edilecekti. Ailende, onurlu bir taş e y gelmişti!.. Onca yaptğı boşuna mıy- günler bir kez daha geldi aklına. Küfür- vırla reddetti teslimiyeti. Elde silah çarpışler ermeye başladı yeniden. "Sizin için bu dı? Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan mayı tercih etti. Bunun üzerine başkanlık kadarı bile az. Ah keşke, keşke daha çok öldiirs-arayı, tanklar ve uçaklarla yaşlı bir adamdan ne istiyorlardı? Dünya bombardımayüzünde ka ç kişi onun başardıklarını baseydim, daha çok kaybetseydim..." ' na tutuldu. Ailende direnerek yaşamını şarabilirdi ki? Farkına varmadan söylen(...) yitirdi. O gün bir tanığın anlatımıyla tarimeye başlamıştı. Kendisiyle gurur duyuMinibüslerini park edebilecekleri uy- he şöyle geçti: yordu. Bu düşüncelerle kendini avutur- gun bir yer bulduktan sonra, topluca lise"Moneda bombalanmaya başladı. (...) Kıken, kapının önündeki görevli geldi aklına. nin önüne doğru yürümeye başladılar. sa bir süre sonra büyük bir gürültü duyuldu, Kapıdaki, koruması değildi, yok! Bir Her zamanki gibi etraf polislerle doluy- bir patlama. Ne olduğuna bakmak için pencetutuklunun, hem de sıradan olmayan, du. Saldırmayı bekleyen bir halde, hırıltılar reye koştum ve bombardıman uçaklarını özel ve saygıdeğer birinin, yani kendisinin ç ı k a r a r a k bekliyorlardı. K a ç haftadır Haıvker Hunters-gördüm. İlk üçü bombalarıb a şı n d a n ö b e t tutuyordu... Nasıl oloturma eylemlerine saldınyorlardı. Bu- nın lıedeflerine, dağlara bizim elimizden dalıa muştu da tutuklanmıştı... Bir türlü aklına gün de saldıracaklardı. Bu kesindi. Birbir- yakın olan gecekondu mahallesine bıraktılar. yatmıyordu. Kafasındaki düşünceler bir- lerine daha çok kenetlenerek yürümeye Daha sonra Ailende'nin evi bombalandı. Bibirini kovalıyordu. Tutuklanmasının s e - devam ettiler. Analar kollarının arasındaki zim evin dört blok ötesindeydi." (Vıctor J a r a bebi onlardı, evet. Dostlarına övünerek resimleri kucaklarına alarak saldırıya Ölümsüz Şarkı syf:38) anlattığı kahramanlıklarını, tüm dünyaya, h hazırladılar kendilerini. Lacivert elbiseli İ şt e her şe y böyle başlamıştı. Üstelik e m de aldığı tüm tedbirlere rağmen yaykasklı polislerin şefi, yollarını kesip teh- karşısında derin kaygılar duymasına nemışlardı yıllar yılı. Dostlan geldi aklına; a ditler savurmaya başladığında, onlar bir- den olacak bir direniş de yoktu. Bütün c a b a dostlan ne yapıyordu şimdi? "Mutlaka birlerine dalıa sıkı sarılmaya başlamışlar- Şili O'nun emirleriyle b a şt a n b a ş a tank beni kurtarmak için uğraşıyorlardır." ye ddi ı bile. Kararlılıklarını z e r r e c e yitirmeden paletleri ve uçak sesleriyle doldurulmuşdüşündü. B a ş t a ordu olmak ü z e r e , sürdürüyorlardı eylemi. Şefin talimatıyla tu. Ve O, cuntaya karşı gelen her "anarABD'deki, ingiltere'deki p e k ç o k şirket sa - başlayan saldınya sloganlarla karşılık şist "in öldürülmesini emretmişti. hibi, pek çok ülkedeki devlet adamı, CIA verdiler. Başlarının üzerinde inip kalkan Emirleri aksatılmadan yerine getirildi. yetkilileri, kendi ülkesinin hükümeti, coplara, bacaklarına yapışan köpeklere, Genç-yaşlı, kadın-erkek demeden, binlermutlaka hepsi, sırf onu kurtarmak için el- yumruklara, tekme-tokata cevaplan öf- ce Şili'li stadyumlara dolduruldu. İşkenlerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor- keli bir haykırıştı s a d e c e : celerden geçirildi. Sokaklar, vücutlan madun A c a b a öyle miydi? Ya hiçbiri parmakineli tüfek mermileriyle delik deşik edil"KAYBEDENLER KAYBEDECEK" ğını dahi kımıldatmıyorsa? Bu düşünceler miş insan cesetleriyle doluydu. "Mark(...) tavı r / öykü / ocak '99 / sayı : 10
sist Kanser"i temizleme operasyonları sır a s ı n d a 3 5 0 bin kişi öldürülmüş, binlerce kişi kaybedilmişti. Şili Stadyumu'ndan, kulağındaki uğultusunu yıllardır bir türlü söküp atamadığı bir türkü yükseliyordu. "Beş bin kişiyiz / Şehrin bu küç ük bölümünde I beş bin kişiyiz. / Ne k adar olacağız bilemem I Şehirlerde ve bütün ülkede. / Yalnız burada / On bin el tohum ek en / Ve fabrikala rı
işleten." (Victor Jara-Ölümsüz Şarkı syf: 70) O günlerde Şili Stadyumu'nda ölümü bekleyen binlerce Şilili, Victor J a r a ile birlikte, hep bir ağızdan aynı direniş şarkısını haykırıyordu. Jara, halkının onuruna sahip çıkan, faşizme teslim olmayan, direnen bir sanatçıydı, ellerini kırdılar J a ra'nın, gitarın perdelerinde gezinmesin diye. İki gün boyunca her türlü işkenceyi yaptılar. Ve ardından makineli tüfeklerle bedenini kurşun yağmuruna tuttular. Gitarından yayılan ezgiler, en büyük düşmandı onlar için... Sanatını halkı için, zalime karşı yapan bütün sanatçılar gibi... Pablo Neruda da aynı günlerde yaşamını yitirir. Hastaydı. Allende'nin katledildiğini radyodan öğrendiğinde hastalığı daha da ağırlaşmıştı. Darbeyle birlikte evi basılmış, kitapları yağmalanmıştı. Büyük ozan, ölümünden kısa bir süre önce, arkadaşı Ailende için, "Onu katlediyorlar... On katlediyorlar..." diye sayıklıyordu. Allende'yi katleden ITT ve CIA rütbeli general; Neruda, 23 Eylül'de yaşamını yitirdiğinde, üç günlük yas tutulmasını emretmişti!...
fında kuş uçurtulmayan kalelerde sürdürüyor yaşamını. (...) Ülkesi Şili'de "Ömür boyu senatör sıfatıyla kalın bir dokunulmazlık zırhına sahipti. Fakat kendini en güvende hissettiği ülkede alıkonulmuştu. Çok içerlenmişti buna, çok üzgündü. Kaç gündür dört duvar arasında geçiyordu günleri. Thatcher'in ve diğer dostlarının kendisini nasıl sahiplendiklerini gazetelerden, televizyonlardan, gönderdikleri mesajlardan öğrenmişti. Thatcherla içtikleri sa a t b e ş çaylarını düşündükçe içini bir hüzün kaplıyordu. Çıkar üzerine kurulu bir dostluk değildi onlarınki. Öyle olsa, Thatcher en zor muydu? Yok yok, çıkar için değildi... Öyle miydi yoksa? Kendisini kandırmasının hiçbir anlamı yoktu. B a l gibi de ç ı k a r içindi. Hem 1982 ' d e Falkland Savaşı sırasında, İngiltere'ye ülkesinde üs kurduran kendisi değil miydi?
du; serbest bırakıldığı söylendi. Rüya gibiydi. "Yaptıklarının hesabı sorulmamıştı. Sorulacağı da yoktu zaten". Emperyalizmin adaleti adaletsizlik demekti, kendi uşaklarını yargılamaz, yargılasa bile hak ettiği cezayı vermezdi. Dünyanın dört (...) Yine bir Eylül sa b a h ı .. . Yer , bu kezTürTelevizyonda kendisi aleyhinde yapı- bir yanında onun gibi yaşayan, onun gibi kiye... Dört bir yana emirler yağdırılmaya lan gösterileri seyretti. Bir an düşündü: düşünen yüzlercesi vardı. Her biri siayn başlandı. Emektar yollar tank paletlerinin "Ya onların eline geçseydim?" Düşünm dilleri konuşuyor, ayn dinlere inanıyor, ayn altında ezildi. Binlerce kişi, tıpkı Şili'de ol- bile korku veririydi. "Hiç acımaz, parça uluslardan geliyorlardı. Fakat aynı duğu gibi makineli tüfek ateşine tutuldu, parça ederlerdi. İyi ki onların elinde değilim. yerlerde buluştukları, ortak bir noktalan işkencelerden geçirildi, hapishanelere dol- Bunlan düşündükçe bulunduğu durum- vardı. Patentleri emperyalizme aitti. Onlar duruldu. Tıpkı Şili'de olduğu gibi ülkenin dan memnun bile oluyordu. Nasıl olsa kar hırsıyla yanıp tutuşan, uluslararası dört bir yanını kayıp analanrun haykınş- fazla tutmazlardı onu. Her ne kadar artık şirketlerin insan kanıyla çalışan fablan sardı. Ruhi Su gibi ülkenin onurlu ay- pekişlerine yaramasa da, serbest bırakmak rikalarında üretilmişlerdi. Onlara hak etdınlan cuntanın faşist uygulamaları nede- onların da işine gelirdi. tikleri cezayı ancak tek bir adalet, halkın niyle Victor Jara, Pablo Neruda gibi ya"Ben kımıldatmazsam, bu ülkede tek bi adaleti verebilirdi. Tüm diktatörler gibi, şamlarını yitirdiler. Cunta generali emirler yaprak kımıldamaz" dediği günleri hatırla- Mussolini gibi, onun da hesap vereceği, ce yağdırdı yıllar yılı. Şimdi ' 8 2 Anayasa- dı. Şimdiki güçsüzlüğüne kahredip, g e ç - z a sı n ıç e ke c e ğ i yerülkesiydi.Er ya dageç sının kendisine kazandırdığı zırhla, etramişine imrendiği bir sırada beklediği ol- o gün de gelecekti. tavı r / öykü / ocak '99 / sayı : .10
değerlendirme m urat ceyhan
üretemeyen bir sanatçı
zülfü livane
S
anat; halkın yaşadığı acıları, sevinçleri, yoklukları, yoksullukları dile getirmek... Sanat; halkın umutlarını diri tutmak, gelecek güzel günlere nasıl ulaşılacağını anlatmak... Sanat; yeni insanı yaratma da, değiştirip dönüştürmede itici güç olabilmek... İşte sanatçı, tüm bu saydıklarımızı yerine getirebilmek için halkının yüreği ve sesi olmak, halkın zengin, bereketli, bire bin veren kaynağından beslenmek, onun bir parçası olmak zorundadır. Kaldı ki, halktan, onun yaşam kavgasından kopanlar, hayat suyunu kaybederler ve kuruyup giderler. Zülfü Livaneli, halka sırt çevrildiğinde, nasıl kısırlık ya şandığına, nasıl üretilemediğine, taklit ve tekrara düşüldüğüne çarpıcı bir ör-
nektir. Zülfü Livaneli, 1980 öncesinden bugüne kadarki sürecinde adım adım halktan koparak, düzende kendine bir yer araması ve üretemez hale gelmesiyle, bize, bir sanatçının nasıl ve neden çürüdüğünü göstermektedir.
Geçtiğimiz günlerde, gazetelerde, "Livaneli, Cu mhuriyetin 75. yıl kutlamaları nedeniyle bir konser verdikten sonra, artık konser vermeyeceğini açıkladı." şeklinde bir haber çıktı. 1980 öncesi, gelişen devrimci mücadeleden etkilenen, örgütlü bir mücadele yürütmese de, yüzü halka dönük, onun acılarını paylaşan, onun gibi yaşamaya çalışan, halkın öfkesine, acılarına tercü-
tavı r / eylül sanatçı ları / ocak '99 / sayı : 10
man olan bir Zülfü Livaneli vardı. Ve o süreçte egemenlerin halka dayattığı yozluğun karşı sında halkın değerlerini savunarak, halkın mücadelesini anlatmaya çalışan Livaneli, birçok olumlu beste çalışmalarına imza atmıştı. Çünkü gelişenden, yeniden, doğrudan, güzelden yanaydı ve taraftı. Bu durum, O'nun sanatının önünü açıyordu. Ancak O'nun artan baskı ve terör karşı sında sağa savrulmasının, müziğinde ve yaşamının bütününde kararlı bir çizgi izleyememesi-nin, halkla tamamen bütünleşememesinin temel bir nedeni vardı. Bu da sanatta ve siyasette sağlam bir ideolojiye sahip olmaması ve örgütlü mücadeleden uzak durma-sıydı. Livaneli, örgütlü mücadele vermemesine, halka çıkış yolunu gös-
termemesine, ona öncülük edememesine rağmen; halkın yaşadığı acıları, onun faşizme karşı patlayan öfkesini anlatmaya çalışmasıyla olumlu özellikler taşıyordu. Ancak, 12 Eylül sabahı, postalların kara izlerini görüp içi kararan pek çok "aydın" ve "sanatçı" gibi, O da yılgınlaştı ve düzen içinde kendisine bir yer tutmaya koyuldu. Nazım Usta'nın dizelerini bestelemeyi, (ticaret amacıyla içini boşaltması dışında) mücadeleyi anlatan türküler, besteler yapmayı bıraktı. Artık kendisi için, kendi "geleceği" için, içinde rahat rahat yaşamayı düşündüğü kapitalist düzen için müzik yapmayı seçti. Halktan iyice koptu ve öyle bir hale geldi ki... Yüreği kararan tüm sanatçılar gibi artık üretemez oldu. Yaşamındaki sağa savruluş, müziğine de yansıdı ve giderek kendini tekrar etmenin de gerisine düştü...
Gazetelerdeki haber devam ediy or: "Üretmek için fırsatım ol muyordu. Ankara'da olursam, bol bol zama nım olur. Büyük projelerim var."
Zülfü Livaneli, halka sırt çevrildiğinde, nasıl kısırlık yaşandığına, nasıl üretilemediğine, taklit ve tekrara düşüldüğüne çarpıcı bir örnektir.
Yaşamayan hiç üretebilir mi? Neyi, nasıl yaşıyorsun ki, neyi anlatacak, neyi üreteceksin? Ankara'ya gitmekten bahsediyor Livaneli... Belli ki soyunduğu burjuva politikacılığında "her şeyiyle" olmak istiyor. İşte o zaman bol bol zamanının olacağını düşünüyor... Livaneli çok haklı(!) Milletvekillerinin nasıl harıl harıl çalıştıklarını, tüm benlikleriyle halkı nasıl düşündüklerini (!) herkes gö rüyor, biliyor. Livaneli'nin de bol bol zamanı olacak... Öyle olunca da bütün projelerini hayata geçirebile-cek(!) Ama üretemeyecek... Bugün, Livaneli'nin yaptığı, yapmaya çalıştığı her müzik, kendini tekrar ediyor. Tekrar onun geçmişine, yarattığı, ürettiği dönemlerine, o süreçte mücadelenin kendisine yaptırdığı müziğine götürüyor. Yani cepten, sermayeden tüketiyor. Bu, çürümedir! Z.Liva-neli bu çürümüşlüğüyle, halkın kültürüne, sanata birşey katmadığı gibi, Nazım'ı, Hasan Hüseyin'i, Enver Gökçe'yi, onların yarattığı olumlu değerleri kirletiyor, sömü-rüyor. Yetmiyor... O da kendisi gibi üretemeyen sanatçıların (!) modasına uyarak, nostalji kasetlerini dizi dizi tekrar piyasaya sürüyor. Amaç ticari kaygı olunca, öz yitiri-lince, istediği sonuçta elde edilemiyor... "Crossroads" isimli enstrümantal ka setinde olduğu gibi kozmopolit bir tarza sarılıyor. Medyanın tüm nimetlerinden faydalanmasına rağmen, bu da kar etmiyor. 1980 öncesi yaptığı müzik piyasada biraz tutuluyor ama yine de buna tam olarak sarılamıyor. Çünkü geçmişte ürettikleri, devlete, yanında yer almak istediklerine keskin (! ) geliyor. Yani kısacası, çürü dükçe, halktan uzaklaştıkça üretemiyor; üretemedikçe daha çok çürüyor... Oysa, halka yüzünü dönüp,
tavı r / eylül sanatçı ları / ocak '99 / sayı : 10
şöyle bir çevresinde neler olup bittiğine bakınsa, Ölüm Orucu sürecinde olduğu gibi, şöyle olayların biraz içerisine girse; orada yaşamın, sanatın nasıl yüceldiğini, nasıl süre kli iyinin, güzelin, geleceğin yaratıldığını görecek. Çünkü orada, halkın umudunu, örgütlü gücünü, hakkına, insanlık onuruna sahip çıkışını, devrimi görecek. Orada, devrimci sanatçıyı, onun yaşam içindeki mücadelesini, neden sanatıyla taraf olduğunu, ide-olojisiyle bütünleştirdiği sanatının yüceliğini görecek. Üretimleriyle, YENİ İNSAN'ı yaratmadaki işlevini görecek. Orada, kendi yaşadığı süreçlerde tarihe mal olmuş, sanatlarıyla tarihe damgasını vurmuş, Kaygusuz Abdallar'ı, Pir Sultan-lar'ı, Victor Jaralar'ı, Eisensteinlar'ı, Grup Yorum'u görecek... 30 Ekim'de yazdığı bir makalede 10.Yıl Marşı'na övgüler yağdırarak; öyle bir marşı bugün kimsenin besteleyemeyeceğini söylüyor ve ekliyor: "Çünkü bu müzik değil, bir yürek işi." Doğru söylüyor Livaneli; bu bir yürek işi, inanç, bağlılık, özveri işi... Temizliği, saflığı, kahramanlığı, bugün destan destan tarihi yazanlarda, o tarihin müziğini yapanlarda, yaşayanlarda değil, geçmişte arıyor. Bu arayışı boşuna değil... Çünkü efendileri öyle istiyor... Livaneli, çoktan safını belirlemiş. Artık O'nun sanatına ticari kaygılar yön veriyor. "Nasıl daha çok kazanırım?" diye soruyor ve düzenin döşediği yolda daha hızlı ilerleyerek cevaplıyor. Devrimci mücadelenin yarattığı zeminde, halktan yana ürettikleriyle elde ettiği karizmasını düzenin hizmetine sunmakta sabırsızlanıyor... Ancak, ne sermayesinden tükettiği bu karizması düzen için bir çıkış yolu olacak, ne de halkın mücadelesinin ve sanatının geliştiği her yerde Zülfü Livaneli gibileri tutunabilecektir...
sinema veli göktaş
Sığ Tartışmaları, Skandallarıyla
ALTIN PORTAKAL Bu yıl 35 .si düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali, her yıl sorunlarla ve bitmez, tükenmez kavgalarla yapılıyor. Bu yıl, 11 filmin yarıştığı festivalde 'en iyi film' ödülünü "Yara" adlı film aldı. Fakat, yine festivale damgasını vuran, festival öncesinde ve sonrasında tartışmalardı. SODER ve ÇASOD'un başlangıcında protesto edip açılışına katılmadığı festival, geçen yıllara göre gösterişten uzak, sönük geçti. Festivalin açılışına, bugüne kadar, tanınmış bütün sanatçılar katılırdı. Arabaların üzerinde konvoylarla şehir içinde bir geçit merasimi yapılırdı. Göstermelik de olsa bir havası olurdu. Bu yıl, bu bile yapılamadı. SODER ve ÇASOD yöneticileri, festivalin açılışına katılmayışlarına sebep olarak, Antalya Altın Portakal Film F e s tivali'ni gerçekleştiren vakfın derneklerine bağış yapmamasını gösterdiler. Ancak ÇASOD yöneticileri daha sonra festivale katılma karan aldı. Artık festival, her geçen yıl eski havasından uzaklaşıyor ve gittikçe yozlaşıyor. Festivalin sanatçılara parlatılan görüntüsünün altında şiddetli çıkar çatışmaları yaşanıyor. Ve artık festivali de bu çatışmalar belirliyor. Kurulduğu yıldan itibaren her yıl düzenli bir şekilde organizasyonu yapıldı Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin. İlkfestival, 1 9 6 4 yılında B e l e d i ye Başkanı Avni Tolunay'ın başkanlığında yapıldı. O günden bu güne kadar da festivalin başkanlığını hep belediye
başkanları yaptılar. Tolunay'dan sonra belediye başkanı olan Selahattin Toğuç'un döneminde sürekli ve kalıcı hale getirildi. Bu süreklilik, 1980 cuntasıyla birlikte bir yıllık aradan sonra tekrar devam etti. Bütün toplumsal etkinlikler gibi Antalya Film Festivali de cuntadan nasibini aldı. 1980 yılında festival yapılamadı. Bu güne kadar yapılan festivaller bir çok kez çeşitli yasaklarla karşılaştı. Kimi zaman filmlerin gösterimi yasaklandı. Kimi zaman da cuntanın yaptığı gibi festival tümden yasaklandı. Cuntanın politikaları sa d e c e y a sa k lamalarla, sansürlerle kalmadı. 1981'de, niteliği değiştirilmiş bir seçici kurul oluşturularak sürdürüldü Altın Portakal. Seçici kurul, bugüne kadar sinema çevresinden insanlardan oluşuyordu. Cuntayla birlikte, 10 kişilik kurulun 8'i yerel temsilcilerden ve çeşitli bakanlık temsilcilerinden, geriye kalan 2'si ise, biri sinemayla ilgili bir eleştirmen, diğeri ise bir tiyatrocudan oluşturuldu. Bundan sonra da yasaklar ve sansürler bir çok kez uygulandı. Örneğin; yine 1981'de dört film birden, şenliğin yürütme kurulu tarafından yarışma dışı bırakıldı. Yasaklanan filmler arasında "Düşman" ve Yılmaz Güneyin "Sürü" filmi de yer alıyordu. Cuntanın yasaklama mantığı, yürütme kurulu tarafından da devam ettiriliyordu. Yasaklama ve sansürler herhangi bir tepkiyle karşılaşmıyor, uygulamalara karşı herhangi bir tavır da alınmıyor-tavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
du. Herkes bu uygulamalara karşı tavır almak yerine çıkar kavgası peşindeydi. Oysa geçmişte bu tür uygulamalara karşı alınan olumlu tavırlar da var. Örneğin 1979'da, buna benzer bir yasaklamaya karşı tavır alınmıştır. O dönemde yarışmaya katılan filmlerden üçüne gösterim yasağı konmuştu. Ancak seçici kurul bu gelişmeyi protesto edip s e çim yapmayarak, olumlu bir tavır sergilemiştir. Antalya Film Festivali, Türkiye'de hayata geçirilen ilk yerli film festivali olması yanıyla sinema çevrelerinde her zaman ayrı bir yer tutmuştur. Bugün Türkiye'nin "Oscar"ı diye adlandınlmaktadır. Festivalde yerli sinema, bir yerde yarışmayla da olsa kendini değerlendi-
riyor. Ancak bu değerlendirmenin kıstası, nitelikli, sanatsal bir yapım olup olmadığı ya da topluma olumlu ne sunduğu değil, "ortaya çıkan filmin devlete ne kadar hizmet ediyor?"dur. Bu kıstasla değerlendirilen filmler de daha ürerim aşamasındayken bu niteliğe uygun hale getiriliyor. Film yapımcılarının amacı, daha çok kar elde etmek. Bunun için yapılan filmler, daha çok pazara yönelik yapılıyor. Toplumsal gelişmeleri konu alan, ortaya koyan, yaşanan sorunları ele alan, onlara çözümler gösteren nitelikte değiller. Daha çok Hollywood filmlerine özenen, onların etkisinde kalan, toplumsal gelişmeleri görmezden gelen filmler üretiliyor. Festivaller de, bu tür filmlerin reklamının yapıldığı, pazarlandığı yerler durumundadır. Bu festivalden başka, bu alanda çeşitli etkinlikler de yapılmasına rağmen, Antalya Film Festivali en önemlisi olarak değerlendiriliyor. Ancak böyle görünmesine rağmen, festivalde bu önemine denk düşecek etkinlikler göremiyoruz. Ne sinemanın sorunlarına yönelik, ne de bu sorunların çözümüne yönelik bir çalışmayapılıyor. Sinemanın onlarca sorunu var. Bu sorunları sinema çevresinden kime sorsanız saymakla bitiremez. Sinemanın altyapı sorunu var. Kimse bununla ilgilenmiyor. Onlarca sinema emekçisi yoksulluk, sefalet içinde ölüyor. Cenazelerine bile sahip çıkılmı-
yor. Bir yanda bunlar yaşanırken, festivallerin, galaların yapıldığı, kokteyllerin verildiği eğlence havasında bir organizasyon olması, festivalin niteliğini de ortaya koymaktadır. Kimi zaman festival çerçevesinde görüntüyü kurtarmak için paneller düzenlenir, tartışmalar yapılır. Ancak bunlar somut sorunları çözmeye yeterli değildir. Yapılanlar daha çok festivalde zaman doldurmak içindir. Ya da tartışmalar, küçük burjuva sanatçıların bilgi pazarlayarak kendilerini tatmin etmelerinin aracı olmaktadır. Böyle olunca da, bu yıl olduğu gibi, panellere katılması gereken konuşmacılar dahi katılmaz. Amaç tabi ki daha iyi, nitelikli ürünlerin üretilmesine teşvik etmek, yönlendirmek, yol göstermek değil. Amaç belli. Özellikle 1980 cuntasıyla hızlanan sinemayı yozlaştırma, devletin hizmetine sunma, cuntanın devamı olan hükümetlerce de politika olarak uygulanmıştır. Seçici kurullar bunun için, bakanlık temsilcilerinden ve yerel temsilcilerden oluşturuluyor. Bu amaca hizmet edip etmedikleri denetleniyor. Kapitalizm kara dayandığı için, kültür ve sanat alanında da yapılan üretimler kara ve çıkara dayalı yapılıyor. Kapitalist mantıkla, eğer kar yoksa, ya da ona hizmet etmiyorsa o zaman o alana yatırım da olmaz. Sinema sektö-
tavı r / sinema / ocak '99 / sayı : 10
rü de bugün tam olarak bu mantıkla işler. Bir çok film yapımcısının sponsorluğunu tekeller yapıyor. Arkasında böyle bir sponsoru olmayan firmaların filmleri genellikle piyasada kendilerine yer bulamazlar. Bulsalar bile, birkaç salon dışında seyirciyle buluşamazlar. Her ş e y ekonomik kaynaklara dayanmaktadır. Eğer paran yoksa, şansın da yok demektir. Bugün piyasada iş yapan filmlerin hepsi aylar öncesinden reklamlarla insanların kafasına işleniyor. Merak ettiriliyor. Filmlerin piyasa bulması, reklam yoluyla iyi pazarlanmasma bağlı. Ne kadar gösterişli pazarlanırsa, o oranda piyasa bulunuyor. Bu koşullar sağlanmadığında piyasadan siliniyorlar. Bu koşullan sağlayan da tekeller oluyor. Yani filmlerin üretilmesini belirleyen de tekellerdir. Onların desteği olmadan olmaz. Bu nedenle de üretilen pek çok film, toplumsal olaylardan uzak, hangi konuyu işlediği belli olmayan, izleyiciye bir şey vermeyen yapımlardır. Daha çok burjuvazinin ahlaksızlıklarını, pisliklerini konu alan, bu ahlaksızlıkları tüm topluma yaymaya çalışan yapımlardır. Sonuçta, tekeller toplumu kendi düzenleri için uyuşturmayı amaçlarlar. Bugün üretilen filmlerin pek çoğu da bu amaca hizmet etmektedir. Bu koşullarda yapılan festivaller de, bugün olduğu gibi halktan kopuk, halktan uzak olacaktır. Sorunların asıl kaynağı düzenin kendisidir. Ancak şu anda var olan örgütlenmelerin yetersizliği ya da misyonunu yerine getirebilecek nitelikte olmaması sorunların , daha üst boyutta yaşanmasını sağlıyor. O zaman sinema emekçilerinin yapması gereken, sorunlarına sahip çıkan, tartışan, çözümler üreten, emekçi halkla da bütünleşmiş örgütlülüklerini yaratmasıdır. Ancak o zaman düzenin yaptırımlarına karşı direnilebilir. Yoksa halktan yana sinema da, sinema sanatçıları da bugüne kadar olduğu gibi, düzenin çarkları arasında öğütülerek yok edilecektir.
anı idil kültür merkezi emekçileri
bir şehit babası ve aydın bir insan:
SEMİH ER HASRETİY lllllllLE Y
K
endi halinde bir adamdı Semih Amca, ilk tanıştığımızda. Arada bir gelirdi OKM'ye. Sıcaktı sı cak olmasına, ama bir o kadar da sessiz, biraz da umutsuz, yaşadıklarından bıkmış; tutunduğu dallardan biri olan kızını görmek hem mutlu olmak, hem de İdil'iyle hasret gidermek için gelirdi OKM'ye. Varlığı, yokluğuna birdi neredeyse. Gençliğinde tiyatroculuğu vardı Semih Amca'nın. Yaşam zorlukları, günlerin getirdikleri derken, bir uktedir kalmıştı içinde. Sürdürememişti tiyatro çalışmalarını. Ama sahnenin tozunu yutmuştu bir kez; bu yüzden ki ölene kadar sa kladı bu ateşi yüreğinin derinliklerinde. İDİL'imizin babasıydı Semih Amca. Yüreğinin derinliklerinde alev alev taşıdığı ateşi verdi kızına. Sanatla açtı gözlerini dünyaya İdil ve sanatla büyüdü. Ve onu, devrimin ateşiyle birleştirdi. Onurlu adamdı Semih Amca, namusluydu... Çirkefti oysa düzen, bireyciliği kutsuyordu. "Gönlünce yaşa, çal, çırp, kurtar kendini" diyordu. Bir kez dönüp de bakma-
dı bile, çirkefin sahte çekiciliğine. Çevresinde yaşanan onca pisliğin ortasında, yekpare çelik gibiydi Semih Amca. Ve bunları da öğretti kızına bir bir: "Namustan, ahlaktan ve erdemli yaşamak ideallerinden asla vazgeçmeyeceksin." İdil ve Semih Erkmen... Böyle yaşadılar, böyle öldüler. Bir yanda sanat sevdası, diğer yanda onur, namus, halk sevgisi; devrimci sanatçılıkta buldu kişiliğini. İdil'i OKM'ye getiren yolu, adım adım döşedi Semih Amca. '96 sıcağında, İdil'in başladığı ölüm yürüyüşü, derin sarsıntılar yarattı Semih Amca'da. Üzüldü muhakka k, hem de çok; ama yıkılmadı. Yaşadığı sarsıntı, dönüştürdü O'nu. Salıvermedi kendini, sıkı sı kıya sarıldı yaşama. İdil Kültür Merkezi'ni açtığımızda ise, bambaşka bir Semih Amca vardı karşımızda. O'nu, Ayşe Gülen Halk Sahnesi'nin bir provasını izlerken hatırlıyoruz. Pür dikkat seyrettiği provanın bir yerinde fırlıyor ayağa; "Olmaz! Şu kelimeleri yanlış telaffuz ediyorsunuz.!" diyor ve gösteriyor doğrusunu. Midesinden rahatsızdı Semih tavı r / anma / ocak '99 / sayı : 10
Amca. Ve gittikçe artıyordu ağrıları. Buna rağmen hiç aksatmadı İdil'in adını verdiğimiz kültür merkezimize gelmeyi. Yüreğinde taşıdığı İdil'i, bizde yaşatıyordu. Rahatsızlığı dayanılmaz hale gelmişti. Hastaneye yatırdık O'nu. Ve bir an olsun ayrılmadık yanından. Hastalığı kanserdi ve yaşama şansı çok azdı. Hasta yatağında acılar içinde yatarken, tek bir cümleyle ifade etti bize olan sevgisini; "Siz benim çocuklarımsı-nız, dilemsiniz." Nasıl bırakırdık O'nu bir başına? O, bize İdil'in emanetiydi. Bakmayın O'nu Semih Amca diye andığımıza; O, bizim babamızdı. 18 Aralık 1998 Çarşamba günü, son deminde sıkı sı kıya sarıldığı yaşama yumdu gözlerini. Müteva-zi bir yaşamı, mütevazi bir sonla noktaladı. Onlarca şehidimizin yanında, Gazi Mezarlığı'nda toprağa verdik Semih Amca'mızı. Gözlerini uykuya yumduğunda ayrıldı aramızdan. Sessiz, sitem-siz... Kendi halinde bir adamdı Semih Amca, ilk tanıştığımızda. Binlercemizin Semih Amca'sı olarak göçüp gitti aramızdan...
Sözün burasında, satırlarımızı Semih Amca'ya bırakıyoruz. O'nun, İdil'imizin ölümünün birinci yıldönümünde, mezarı başında yaptığı konuşmayı yayınlıyoruz. Ana-baba olarak, bir Ayçe İdil geldi geçti kucağımızdan. Bir Ayçe İdil geldi geçti aranızdan, Nisan yağmurları gibi... Kendini ne de çok sevdirmiş. Ne de çok sevenleri varmış... Kan kustu, hücre hücre eridi. Ama, düşüncenin namusunu kirletmedi.
(...) Cezaevinden cenazesini alıp da ambulansa yerleştirince yancağızına oturdum. İncecik dudaklarında tatlı bir gülümseme vardı. Geleceğe olan güvenini yitirmemiş insanların mutluluğuydu dudaklarında. Ülke insanlarına aşık bir devrimci ruhun, yenilmez çelik iradesinin, ölüme bile severek koşabilmenin mutluluğuydu. ...Arkadaşlarının, O'nun adını verdikleri "İDİL KÜLTÜR MERKEZİ"ne giderim, arasıra. Çayımı getirirler, içerim. Orada, Ayçe'mi yaşarım. Ayçe'min hayaliyle yaşarım. Duvarda bir pano üzerinde üç resim vardır. Bir tanesi Ayçe'nindir. Kollarını arkaya vermiş, göğsünü germiş, başı dik pozuyla bana, Salahattin Batu'nun Güzel Helena adlı oyunundan Agamemnon'a karşı direnen Helena'nın şu sözlerini hatırlatır: "Bari
beni
de
öldür Agamemnon, haydi!/ açık
Şereftir kılıcınla ölmek göğsüm,
titremesin
vücudumu uzat yere, çekinme!/ Agamemnon unutma yalnız ne de dünyadan gömülen
gerçek, ölür
de
yaşayan
kılıçla kaldıramaz
Helana elin!/ Fakat şunu-./
için!/
İşte
Vur! Ne
Kanlı hak,
öldürülemez./ Gerçeği silahlar./ Mermere
Agamemnon/
Kalplerde
ölümlüler yok olmaz!"
H a k için, adalet için, eşitlik için, barış için, demokrasi, kardeşlik için direndiler öldüler. Tarih bunu böyle yazacaktır. "ÖLDÜ M Ü DENİR ŞİMDİ O N L A R İÇİN?"...
tavı r / anma / ocak '99 / sayı : 10
HABER YORUM
Devletin Sanatçılığı mı Halkın Sanatçılığı mı? İSTANBUL- 7 Kasım 1 9 9 8 tarihinde "Devlet Sanatçısı Olacak ve Bu Haktan Yararlanacaklar ile Bunların Nitelikleri ve Seçimleri Hakkında Yönetmelik"te yapılan değişiklikle 75 kişiye "Devlet Sanatçılığı" unvanı verilmesi uygun görüldü. Ancak ortaya çıkan tepkiler ve "onlara var da bize yok mu?" feryatları üzerine bu sayı 85'e çıkarıldı. Eski yönetmeliğe göre "Türk sanatına üstün hizmetlerde bulunan ve uluslararası düzeyde yeteneğini kanıtlamış" sanatçılara bu unvan verilirken, yeni yönetmeliğe göre uluslararası ün yapma koşuluna, ulusal ün yapma koşulu eklendi. Sonuçta 15 Kasım 1 9 9 8 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanan yeni yönetmeliğe göre yapılan değerlendirme üzerinden tam 85 sanatçıya "Devlet Sanatçılığı" unvanı teklif edildi. Teklif edilmesiyle birlikte, 'sanat' çevresinde bir fırtına kopmuş. Bunun sebebi de yeni eklenen maddenin bu ödülü dejenere etmesi. Tabi, Devlet Sanatçılığı unvanını meşru gören zihniyetler açısından, bu ödülün çerçevesinin genişletilerek en pespaye kimliklere verilmesi hiç de hazmedilecek bir durum olmasa gerek. Fakat, bu unvanı devletin bugünkü şekillenişi üzerinden değerlendirdiğimiz noktada, bu unvanın bir ödül olmaktan öte bir utanç kaynağı olduğu açıkça görülecektir. 1971 yılından itibaren dağıtılmaya başlanan bu unvan, ilk dönemlerinden itibaren görülecektir ki, daha seçici ve daha titiz bir biçimde dağıtılmıştır. Bunun altını deştiğimizde de görülecektir ki, her zaman siyasi iktidarın istemleri doğrultusunda faaliyet gösteren burjuva sanatçılar bu
unvana layık görülmüştür. Bu yıl ise durum daha farklı şekillenmişti. "Bunun sebepleri ne olabilir?" diye b i raz düşündüğümüzde ortaya birkaç sebep çıkacaktır. Öncelikle tartışma konularından biri; Ajda Pekkan'a ve bu türden sanatçılara bu ödülün verilmesi bu unvanın niteliğinin düşmesi olarak yorumlanıyor. Kendi içinden bakıldığında doğru bir tespittir. Çünkü bugün burjuva sanat ölçütlerinden bile bakıldığında, sistem nitelikli sanatçılar üretemiyor. Bu alandaki yozlaşmanın -ki tabi bu da devletin birebir iradi politikalarıyla gelişen bir süreçtir- temel sonuçlarından biri de bu yansımadır. Uluslararası ün yapma maddesine "ulusal ün" kavramı da bu yüzden eklenmiştir. Çünkü halkın içinde bu yoz kültüre doğru bir yönelmenin önü açılmıştır ve bu anlamda da bu misyonu yerine getiren tipler, devlet tarafından çeşitli unvanlarla ödüllendirilmektedir. Neden Ajda Pekkan? Ajda Pekkan'ın genel müzikal geçmişinden öte bu noktadaki mihenk taşı Harran'da gerçekleştirdiği konserdir. Bu konseri diğerlerinden ayıran yan, devletin "doğuya yönelik götürdüğü kültür hizmetlerinden" kaynaklanmaktadır. Zira bu konser sıra sında Pekkan da, o çok özlediği Devlet Sanatçılığı unvanını artık hakettiğini ve beklediğini ifade etmiştir. Nitekim iktidar da bu özveriyi cevapsız bırakmamıştır. Neden bu tip sanatçılara bu unvanın verildiği noktasında ise, gerçek anlamda burjuva nitelikte bile çok fazla sanatçı bulunmadığını ifade etmiştik. Yalnız, tek sebep de bu değil tabi. Buna, bu seçkin kesimin tavı r / gündem / ocak '99 / sayı : 10
İŞTE 1998'İN DEVLET SANATÇILIĞI'NA LAYIK GÖRÜLENLERİNDEN BAZILARI Ajda Pe kkan (Şa rkı cı), i zzet Alt ın m eş e (T ü rkü cü ) , S e zen C um hu r Ön al (Sö z Ya za rı ), N ej at U yg u r ( Ti yat ro San at çı sı) , Orha n P am u k (Ya zar), Fi kret O t yam ( R ess am ), M elih Ce vdet Anda y (Ş air-Ya za r), A rif Sağ ( Mü zi syen ) , Turhan Sel çu k (Ka ri kat üri st ), Su n a K an ( Mü zi syen ) , Rah mi Dilligil (D e vlet K on se rvat ua rları Me zu nları Da yanı şma De rn eği Başkanı ), A vni A rb aş ( R essam ) , Tam er L event (Ti yatro San at çısı ), L even t K ı rca ( O yu n cu ) , Timu r S elçu k (Mü zi sye n), Em el Sayı n ( Şarkı cı), Mua zze z Erso y (Şa rkı cı ), Sam i m e San ay ( Şarkı cı ), Gön ül Ya za r (Şa rkıcı ), N esri n Sip ahi ( Şarkı cı ), Sezen A ksu (M ü zisye n), Nil ü f er ( Şarkı cı), Özd emi r E rdo ğa n (M ü zisyen ), O rh an G en ceb ay ( Mü zi syen ) , Oka y Te mi z (Mü zi sye n), Ç ol p an İl h an ( O yu n cu ) , M u sa Eroğlu (Mü zi sye n), Şen er Şen ( O yu n cu )...
iktidarın ihtiyaçlarını tam olarak karşılamadığını, iktidarın hızla hayata geçirmeye çalıştığı ve belirli oranda başarılı da olduğu yozlaştırma sürecini yerine getirebilen ve ekol olan sanatçılara yapılacak teşvikin daha önemli olduğunu düşündüğünü eklemek gerek. Yani bugün iktidara lazım olan Fazıl Saylar vs. değildir.'Asıl belirleyici olanlar, Sibel Can'lar, Doğuş'lar, Pekkan'lar, Sezen Aksu'lardır. Bu yılki tavırın temelle-
HABER YORUM rinde biraz da bu vardır. Peki durum böyleyken Orhan Pamuk, Fikret Otyam, M. Cevdet Anday gibilerine niye bu unvan teklif ediliyor? Aslında bize kalırsa buraya ilk elden girecek isimlerden biri de Ahmet Altan'dır, ama kısmetse ona da ikinci bahara böyle bir unvan layı k görülür. Orhan Pamuk, Fikret Otyam her ne kadar bu unvanı reddetseler de bu bazı gerçekleri gizleyemez. Neden iktidar, yukarıda belirttiğimiz nitelikler içerisinde bir Orhan Pamuk'u görmüştür? Orhan Pamuk herkesin bildiği üzere devleti eleştiren, muhalif bir kimliğe sahip bir yazar değil midir? İktidar bu cevheri Orhan Pamuk şahsında simgeleştireceğimiz sanatçılarda görmüştür; çünkü onlar da yeni dünya düzenciliği, globalizm ve küreselleşme çığırtkanlıklarının baş temsilcileridir. Batıcı, reformist, düzen içi bir muhalefet şekillenmesinin emniyet sübaplarıdır. Halkın devrimci kültüre yönelişinin önünü kesmekte iktidarın en güvendiği kesimler işte bunlardır, iktidar baskı ve zorla yapamadığını bu kesimlerle hayata geçirmeye çalışmaktadır aynı zamanda. Onlarca, yüzlerce devrimci yazar, gazeteci, yazdıkları ve ondan öte yaşadıkları, yeşertmeye çalıştıkları kültür sebebiyle bugün ya hapsediliyor ya da katlediliyor. Özünde hiçbir muhalefete tahammülü olmayan iktidarlar, neden Orhan Pamuk, Fikret Otyam gibilerine ödül verebiliyor? Tam bir anti-devletçi politikanın savunucularına ödül vermek, devletin doğasına aykırıdır. Ama tepeden tırnağa özelleştirmenin yaşandığı, devletin en büyük özelleştirme savunucusu olduğu bir süreçte, devletin de devletçiliği tartışılır bir durumdadır. Bu yüzden de, anti-devletçi kimlikleri ödüllendirmesi şaşırtıcı değildir. Tüm bu olanlardan, belki bu yazıyı okuyan birçok kişinin kafasındaki ilahlar devrilecektir, belki de yazdıklarımızı kabullenmek istemeyeceklerdir ama gerçekler de maalesef böyle-
dir. Bu ödülü reddetmiş olmak kişiyi aklamıyor. Kaldı ki, reddederken bile verilen demeçlerden anlıyoruz ki, hala doğru bir rota tutturulamamış. Ne diyor Pamuk, "...Gene de bir ilerleme var. Devletin eleştirilmesi gerektiğini savunan biri olarak ve pek çok durumda da eleştiren bir yazar olarak, bana bunu vermeye çalışmaları bir ilerlemedir. Ancak beni bir oldu bitti karşısında bıraktılar. Bunu reddetmekten de sıkılıyorum...." Tam bir, iki ucu pislenmiş değnek hikayesi. Kabul etse foyası meydana çıkacak; etmese siyasi iktidarla arası bozulacak. Tabi zor bir durum ne diyelim. Bu, unvan karmaşasında bir gerçek daha var ki; yıllarca sanatçının bağımsızlığı üzerine dem vuranlar, devlet sanatçılığı unvanına, deyim yerindeyse dört elle sarıldılar. Bu da en başta belli kesimlerin bu konuda nasıl bir samimiyet içinde olduğunu gösterdi. Gerçi sanatçının bağımsızlığının böyle ateşlice savunulduğu durumda objektif olarak bağımlılık durumu tüm gerçekliğiyle mevcuttu. Bu unvanla sadece küçük bir somutlanma örneği görülmüştür. Düşünce ve pratik, her zaman taraftır. Öyle ya da böyle taraftır. Son sözümüz de bu ödülü almaktan büyük sevinç duyanlara, bütün ömrü boyunca verdiği emeğin bir karşılığı olduğunu söyleyenlere. Belki Devlet Sanatçılığı unvanı sizin için büyük bir onur olabilir, ama ondan öte bir onur vardır ki, bu da halkın sanatçısı olabilmek. Ve maalesef sizin için böyle bir unvan, Kaf Dağı'nın ardındadır. Çünkü halkın sanatçısı olabilmek için halkın içinde, halkın sesini, soluğunu, acısını duyabilmekle mümkündür. Bu unvanın bedellerine göğüs gerebilmektir. Gerçek unvan ve mutluluk buradadır. EFENDİLER! HEPİNİZ DEVLET SANATÇISI OLABİLİRSİNİZ AMA HALKIN SANATÇISI ASLA!
tavı r / gündem / ocak '99 / sayı : 10
Yorumcular, 15 0cak'ta DGM'de HABER MERKEZİ- Yaklaşık 5 aydır Ümraniye Hapishanesi'nde tutsak olan Grup Yorum elemanı İrşad Aydın, DGM Boykotu'nun sona ermesi üzerine 15 Ocak'ta yargılanan diğer sanatçılarla birlikte mahkemeye çıkıyor. 5 Eylül 1998'de başlayan DGM'leri boykot eylemi 5 Ocak'ta sona erdi. Konuyla ilgili açıklama yapan tutsaklar, eylemin DGM'leri işlemez hale getirdiğini ve adalet sisteminin faşist yönünü açığa çıkardığını ve halka teşhir ettiğini, bu yüzden de şimdilik DGM boykotunun sona erdiğini belirttiler. DGM'leri boykot eylemi çerçevesinde mahkemelerine katılmayan Grup Yorum elemanı İrşad Aydın, Koma Berfin elemanı Ersoy Daşkın ve aynı davada tutuksuz yargılanan Grup Yorum elemanları Vefa Saygın Öğütle ve Fikriye Kılınç, 15 Ocak'ta yapılacak olan mahkemeye katılacaklar. 21 Ağustos 1998'de dergimizin de bünyesinde yayınlandığı İdil Kültür Merkezi 'ne yapılan polis baskınında aralarında misafirlerimiz ve Tiyatro oyuncusu Mahir Günşiray ve arkadaşlarında bulunduğu 27 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlar daha sonra serbest bırakılırken DGM'ye çıkarılan Özgürlük Türküsü elemanı Mehmet Öztürk hakkında gıyabi tutuklama kararı olduğu için İdil Kültür Merkezi ve dergimizin sahibi İrşad Aydın ve Koma Berfin elemanı Ersoy Daşkın örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklanırken Grup Yorum elemanları Vefa Saygın Öğütle ve Fikriye Kılınç aynı davadan tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.
HABER YORUM
Grup Yorum, Neden ÇHM Demediğini Anlatıyor HABER MERKEZİ- 28 Kasım Cumartesi günü, İdil Kültür Merkezi'nde, Grup Yorum'un katıldığı, "Artık Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz" konulu bir söyleşi düzenlendi. Grup Yorum, yaklaşık 2,5 yıldır kendi içinde ve dergimiz aracılığıyla devam ettirdiği tartışmayı, ilk kez bir söyleşide dinleyenleriyle paylaştı. Söyleşide, ilk olarak toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi, olduğunu söyleyen Grup Yorum, bu mücadelenin ezen ve ezilen sınıflar arasında süregeldiğini belirtti. Sanatı, bir üstyapı kurumu olarak açıklayan Grup Yorum, dolayısıyla sınıflar gerçeğinden bağımsız olamayacağını belirterek, sanatçınm önünde bir yol ayrımı olduğundan söz ederek "Sanatçı, ya ezen sınıfın yanında yer alacaktır, ya da ezilen sınıfın yanında..." şeklinde görüş belirtti. Bu yol ayrımında, seçimini emekçi halklardan yana yaptığını belirten Grup Yorum, buradan hareketle, başta Anadolu halkları olmak üzere ezilen halkların yüzyıllar boyu yarattığı kültürü ve sosyalist kültürü sahiplendiklerini ve devrimci bir anlayışla geliştirdiklerini söyledi. "Grup Yorum, bir kopuşun ürünü değildir." d i y e n Yorumcular, kendi var oluş sebeplerini, kendilerinden önceki devrimci müzisyenler ve onlarla yaptıkları muhasebe olarak açıkladılar. Grup Yorum'un bu muhasebeyi aynı zamanda kendi geçmiş pratiğiyle de yaptığını söyleyen Yorumcular, "Artık Çağdaş Halk Müziği
Demiyoruz" tartışmasının böyle anlaşılması gerektiğini ve bunun, kendi geçmişinin reddi değil, niteliksel bir gelişim ve varılan yeni bir aşama olduğunu belirttiler. Ardından, niye geçmişte yaptıkları müziğe "Çağdaş Halk Müziği" dediklerini ve bugün bu kavramdan neden vazgeçtiklerini anlatan Yorum elemanları, bu kavramın kendilerini tam olarak ifade etmediğini, o zaman da çeşitli yazı ve söyleşilerde söylediklerini belirterek, ama Çağdaş Halk Müziği ile ilgisi olmayanların bu kavramı kullanmaları ve bağlama ile gitarı yan yana getiren herkesin kendisine "çağdaş", müziğine de "Çağdaş Halk Müziği" demesi karşı sında bu kavramı sahiplendiklerini söylediler. "Evrensel" kavramının da iğdiş edildiğini savunan Grup Yorum, nerede halktan kopuk ve mücadele kaçkını varsa, k e n d i n i n "evrensel bir müzik" yaptığını savunduğunu belirtti. "Anadolu toprakları, bu evrenin dışında mı?" diye soran Yorumcular, "evrensel bir müzik" tavı r / söyleşi / ocak '99 / sayı : 10
yapıyorum diyenlerin, niye ısrarla Anadolu kültüründen, motiflerinden ve enstrümanlarından kaçtığını ve onları küçümsediğini sorguladı. Müzik dünyasında, kendileri için söylenen kavramlara da değinen Grup Yorum, "protest müzik" kavramı için şunları söyledi: "Grup Yorum, protest müzik yapmıyor. Çünkü, sadece protesto etmekle yetinmeyip, protesto edilenin değişmesinin yolunu, yani iktidarın yolunu gösteriyor." Grup Yorum'un açıklamalarının ardından, soru-cevap bölümüne geçilen söyleşide Grup Yorum, izleyicilerin sorularını cevaplandırdı. Soru-cevap bölümünün ardından söyleşi sona erdi. "Artık ÇHM Demiyoruz" isimli söyleşileri devam ettiren Grup Yorum, 26 Aralık'ta, Ayşe Nil Halk Kütüphanesi'nde de bir söyleşi gerçekleştidi. Grup Yorum elemanları, bu söyleşileri mahallelerdeki kültür merkezlerine de taşıyacaklarını ifade ettiler.
HABER YORUM 0, Bir Ustaydı... HABER MERKEZİ- Bir süre önce, bir usta daha ayrıldı aramızdan. Bir büyük usta daha öldü. Ortalıkta "sanatçı" diye dolaşan pek çokları, ne yaşarken adını bilirdi O n u n , ne de ölümünden haberdar oldular. Ölümünde de yıllardır yanyana, omuz omuza olduğu dostlarıyla, Onun ve Onun gibi devrimci, sosyalist sanatçıların ardından yürüyenler hatırladı yalnızca Onu. 70 küsur yıl bu ülkede yaşayan, halktan yana sanatın öncüleriden biri olan u st a se ssi z s e d a sı z ayrıldıaramızdan. Sessiz sedasız uzandı vatan topraklarına . Ressam Avni Memedoğlu öldü. 9 Ekim 1 9 9 8 tarinde dünyaya so n kez bakıp kapadı gözlerini. R e si m alanında sosyalist gerçekçiliğin yaratılmasında büyük bir emek sahibi olan Avni Memedoğlu, 1 9 2 4 yılında dünyaya geldi. Erzurum Aşkale doğumlu olan ressam, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde Cemal Tollu'nun öğrencisi oldu. 1951'de yaşanan "komünist fli;î"ında tutuklanıp işkenceden geçirilenler arasındaydı. 1 9 5 9 yılında toplumcu s o s -yalist g e r ç e k ç i sanatı savunan "Yenidal Grubu"nun kurucuları a r a sı n d a yer aldı. Y e -nidal Grubu'nun 1 9 6 3 yılında açtığı üçüncü sergisinde yer alan çeşitli resimleri nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı ve tutsak edildi. Sanatında ulusal ve yöresel temaları işleyen Avni Memeoğlu, bugüne kadar 20'ye yakın kişisel sergi açtı. Yaşamı ve fırçası ile daima halkının yanında, devrimcilerin yanında yer alan ve bu düzene karşı savaşan Avni Usta, galerilerle, atelyelerle sınırlı bir r e s s a m olarak kalmadı. Halka ve halkın sanatçılarına karşı yapılan saldırılarda halktan, haklıdan yana tavır alan Avni Memedoğlu, Ayşe Gülen şehit düştükten sonra yapılan bir röportajda; " A y ş e Gülen olayı ve bunun gibi insanlık s u ç u olan nice olay karşısında sanatçılarınsusmasıve pısması, s ö z konusu olay kadar ağır ve utanç vericidir" diyordu. Grup Yorum'un tüm baskılara karşı yılmadan türkülerini haykırdığını duyduğunda gözyaşlarını tutamayarak tebrik eden usta, halktan y a n a olmanın bedelini de d e f a l a r c a göğüsledi. Avni Memedoğlu, burjuvazi ve halkarasındaki sa v a şt a fırçasıyla halktan yana taraf olmuştur. Resimlerinde halkı, halkın yaşamını anlattı. S e s si z sedasız yaşadı, se s si z sedasız ayrıldı aramızdan. Evet, O bir ustaydı... Gözün arkada kalmasın Avni Usta. Bıraktığın sanat anlayışı ve bizlere emanet ettiğin fırça, düşmana karşı kullanacağımız en güçlü silahlardan biridir artık. Merak etme, öksüz kalmayacak resimlerin. Seni ve sanat anlayışını kavgamızda yaşatacağız. •
Türkiye'nin İlk Amatör Tiyatro Örgütü (ATÜK) Kuruldu ANKARA-Tiyatro sanatını yaşamdan ve halkın gerçeklerinden koparıp, sa d e c e bir seyir s a n a t ı n a dönüştüren burjuva tiyatro aıılayışının karşısında gerek sanatsal duruşuyla, gerek söylemleriyle ülkemizde tiyatronun nefes alıp vermesini sağlayan amatör tiyatroların örgütlenmesi, 1970'li yıllardan bu yana gündemde olan bir konu. Amatör tiyatroların bir örgütlülüğe sahip olması fikri uzun yıllar sonra gerçekleşti. Türkiye'den 45 topluluğun üye temsilcileri ve 20 topluluğun gözlemci temsilcilerinin katılımyla 2 1 - 2 2 Kasım 1 9 9 8 tarilıinde Çankaya'da "3. Amatör Tiyatrolar Kurultayı" düzenlendi. D a h a ö n c e 1 9 9 7 yılında Denizli'de "1 .Türkiye Amatör Tiyatrolar Kurultayı" t o p l a n m ı ş ve "amatör tiyatroların ulusal düzeyde örgütlü bir yapıya kavuşturulmasına" karar vermişti. Bu karar sonucu devam eden çalışmala rçerçevesinde ikinci kurultay 3 0 - 3 1 Mayıs1 9 9 8 ' d e Ankara Mamak'ta düzenlenmişve Amatör Tiyatrolar Birliği'nin Kasım 1 9 9 8 'd e g e r ç e kl e şe c e kolan 1. Kurultayda kurulması hedeflenmişti. 22 K a sı m 1 9 9 8 tarihinde d ü z e n l e n e n kurultayın ikinci günü uzun t a r t ı şm a l a r d a n so n r a Amatör Tiyatrolar Birliği'nin Kooperatif şeklinde örgütlenmesine karar verilip geçici yönetim kurulu oluşturulmasıyla Amatör Tiyatrolar Birliği ATÜK (Amatör Tiyatrolar Üretim Kooperatifi) kurulmuş oldu. Tiyatro sanatını yaşamdan ve halkın gerçeklerinden koparıp, en devingen sanat olan tiyatroyu durağan bir noktaya doğru sürükleyen burjuva tiyatronun karşısmda; halkın gerçeklerini konu alan, özgürce düşünen, tasarlayan, yaratan, yaşayan tiyatroyu yaratmak tüm amatör tiyatroların görevidir. Amatör Tiyatrolar Birliği ATÜK, bu önemli görevi yerine getiren çalışmalar yaptığı takdirde, ülkemizde tiyatro sanatının gelişimi için atılmış önemli bir adım sayılabilir. • tavır / haber yorum / oc ak '99 / sayı: 10
HABER YORUM
SELDA YEŞİLTEPE- 24 Ekim ve 28 Kasım 1998'de, İdil Kültür Merkezi'nde kısa metrajlı film gösterimleri yapıldı.. Yönetmenliğini Gani Rüzgar Şavata'nın yaptığı Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde en iyi kısa metrajlı film ödülünü alan "Sınır", festivalin ardından ilk kez İdil Kültür Merkezi'nde gösterildi. Kuzey Irak sınırının iki yakasında kalan bir Kürt ailesinin yaşadığı acıları konu almaya çalışan, ama sığ bir filmdi "Sınır". Sezgin Türk'ün yönetmenliğini yaptığı "Biri Zeliha, Diğeri Ayda" adlı f i l m i s e , devrimci mücadele içinde i l legal alanda çalışan iki kişinin gözaltına alındıktan sonra sorgu esnasındaki ruh hallerini anlatmaya çalışan bir yapım. Yine aynı yönetmenin "Kiralık Ev" adlı film etkinlik çerçevesinde gösterilen filmler arasındaydı.. Susurluk'ta meydana gelen kazayı konu alan ve iktidarın kontra faaliyetlerinin Susurluk'la son bulmadığını anlatan, yönetmenliğini Yasemin Ankan'ın yaptığı "Her şey Vatan İçin" adlı film de başarısız bulundu. Gösterimin en çok beğenilen filmi ise, yönetmenliğini Kadir Aksu'nun yaptığı "Underground Kadir" filmiydi. Gaziantep'te bulunan Gaziler Derneği üyesi gazilerin, amatör ruhla çekmeye çalıştıkları ve aynı zamanda oyunculuğunu da yaptıkları Antep'in kurtuluşunu anlatan filmin çekim çalışmalarını, yönetmen Kadir Aksu kısa metrajlı film haline getirmiş. Gösterimin son filmi, FOSEM'in
hazırladığı ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncularının rol aldığı "Git Gözümün Alası" isimli filmdi. Kısa metrajlı film gösterimleri çerçevesinde, iki belgesel film de gösterildi. İsmail Sancak'in yönettiği, Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı direnişini konu alan "Altının S'si" belgeseli ve son olarak da izleyicilerin ayakta alkışladığı, Aydın Bulut'un yönettiği Gazi Halkı'nın ayaklanmasını konu alan "Gazi Mahallesi" isimli belgesel gösterildi. Sinemaseverlerin ilgi gösterdiği, ücretsiz yapılan etkinliğin ardından "Biri Zeliha Diğeri Ayda" ve "Kiralık Ev" filmlerinin yönetmeni Sezgin Türk ile yönettiği filmler ve kısa metrajlı film üzerine söyleşi gerçekleştirildi. Bunların yanı sıra, kı sa metrajlı film gösterimleri, İdil Kültür Merkezi'nde, Ocak ayı içinde de yeni filmlerle devam edecek. Yönetmen Sezgin Türk ile İdil Kültür Merkezi'ndeki söyleşinin hemen ardında bir röportaj yaptık, okurlarımızı olanaklar dahilinde kısa filmciliğin bugünkü durumu ve sorunları hakkında bilgilendirmeyi hedefledik: Bildiğimiz kadarıyla, sinemaya uzun yıllar emek vermiş bir sinemacısnız. Okurlarımıza kendinizi tanıtır mısınız? Sinemaya 1 9 8 6 yılında yönetmen vardımcısı olarak başladım. Halen de tavır / haber röportaj / oc ak '99 / sayı: 10
sinema filmleri ve televiyon dramalarında yönetmen yardımcısı olarak çalışıyorum. K ı s a metrajlı filme 1 9 9 4 yılında, "Biri Zeliha, Diğeri Ayda" filmini çekerek başladım. Sonra 1995'te "Kiralık Ev", 1997'de "İnsanı Yitirmiş Kent Kaya Köyü" belgeselini çektim. Sinemaya nasıl başladınız? İnsanın kendisini ifade etmek üzere arayışları var ve bunların içinde sinema kendini ifade etmek üzere iyi bir yaşam alanı olarak geldi bana. Şu demek değil, yaşamın dışında tek başına tek ifade kanalı olarak sinemayı alıp işte her şeyi sinema yaparak yaşamak değil yani. Tüm bir yaşam, bu yaşamın içinde sadece bir ifade kanalı anlamıda. Bunu böyle diyebilirim. Kendimi ifade etmek üzere bir yaşam alanı. Sizce ülkemizde kısa metraj lı film alanı yeterince ilgi görüyor m u ? Şimdi yeterince ilgi görmeyi ne anlamda aldığımıza bağlı bu iş. Yeterin-
HABER YORUM ce ilgi görmek, dediğim gibi ticari sinemadaki gibi gişe rekorlarıyla mı açıklanıyor veya hutta o filmlerin yaşamıyla mı açıklanıyor? Eğer şöyle bakarsak kısa film çok fazla izleyiciyle buluşamıyor. Dolayısıyla da bu anlamda yaşam alanı çok sınırlı ve yeterli bir yaşam demlemeyebilir. Ve gerçekten bu anlamda çok büyük sorunlar var. İşte festivallerde veya sizde olduğu gibi kültür merkezleri ve bu tür yerler dışında bir yaşam alam yok. Sinema salonları, televizyonlar yani kitleye daha açık olan yerlerde yok. Ama tabi orada belki bir şey aklına geliyor. Şu yan önemli, bugün burada yaşadığımız gibi evet belki sınırlı yerlerde yaşıyor ama oradaki yaşamı hiç fena olmuyor. Çünkü paylaşım düzeyi yükse k yani ne denir azöz kaliteli gibi niteliği yükse k bir yaşam bu gün benim için öyleydi örneğin. Ama tabi ki şu var: Bildiğiniz gibi ticari olmadığı için dolayısıyla da kitleyle iletişim yolları, bir çoğu ticari özellikler taşıdığı için o alan içinde zaten olması beklenemez. Dolayısıyla da o anlamda daha geniş insan kesiminin buluşmadığını söyleyebiliriz. Neden kısa film? Tabi iki nedeni var. Birincisi; daha bağımsız sinema sağlama, daha bağımsız var olma ve dediğimiz gibi ticari olmadığı için kısa film dolayısıyla da bir takım şirketlerle yaklaşık şuraya buraya satış kaygısı olmadan kendi yapmak istediğimizi gerçekleştirmek doğrultusunda daha bağımsız davranabiliyorsunuz. Yani bence kısa filmin olumlu ve önemli bir özelliğidir bu. İkinci bir yan var. Kısa film tabi anlatım olarak da, uzun filmden farklı özellikler taşıyor. Daha kısa sürede çok daha yoğun bir anlatım sözkonusu. Yani şöyle diyebiliriz; roman yerine öykü yazmayı yeğlemek gibi. Yani anlatım olarak da tabi bu anlamda yeğleme var. Ama bence asıl önemli olan veya kısa filmciliğin bütününü kapsayacak bir şey, onun daha çok özgür var oluşu, tüm o ticari mekanizmalar dışındaki var oluşu. Kısa metrajlı filmler halka ulaşamıyor; ilginin azlığından s ö z etmek
de bu anlamda ç o k g ü ç . Kısa metrajlı filmin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu filmler halka ulaştırılacabil e c e k mi, sizler bunun için ç a b a s a r fediyor musunuz? Tabi ki bu özel kanallar, televizyon kanalları diyelim, televizyon kanalları, işte belki sinema salonları olduğu, yani tabi ki bir oranda çok fazlaca çaba değil, bir oranda çaba var. Ama dediğim gibi aslında tümüyle bu olanların hepsi ticari olduğu için herhalde, ticari olmayanların bunun dışında bir var oluşunu hedefleyen herhangi bir şey, kısa film ya da başka bir şey de olabilir. Olanlardan talep edilmesi veyahutta orada ve sadece orada var olması zaten düşünülemez. Belki asıl var oluş yeri de oralar değil ama eğer insanlar çoğunluğu kitleyle iletişime başlamaya uğraşıyorsak bu nedenle kısa filmle ulaşamıyorsak o zaman daha anlamlı bir yol var. Yani alternatif olan yollar. İnsanlar her zaman sadece sistemin içinde bir yerde buluşmuyor. Yani bunun dışında, örneğin bugünkü buluşma, tümüyle bu mekanizmamn dışında bir buluşma. O zaman demek ki tüm bunun dışındaki buluşma hayalleri fazlalaştığı sürece kısa filmin de yaşadığı yerler fazlalaşacaktır. Kısa film yoksa tüm bunların dışında tek başına var olacak değil, kısa filmlerin yaşadığı yerlerin çokluğuna bağlı. Bunu açmak gerekir mi bilmiyorum, çünkü dediğim gibi alternatif bir var oluşsa o zaman böyle yerlerin çoğalması. O zaman mesela televizyon kanalı da olabilir. O var olan sistem dışında bir televizyon kanalı varsa öyle bir yayın yeri varsa o zaman kısa film orada yaşayacak demektir. Kısa metraj lı film çekmenin zorlukları nelerdir? Ticari olmayan her şeyde yaşanan zorluk gibi, ama bu zorluk neler? Tabi ki finans sorunu. Bunlar bence birlikte bir şey yapma olanakları arttığı sürece rahat aşılabilir. Sorunlar yani her şey bir filmin gerçekleşmesi için salt teknik olanak değil, insanların bir aradaki bir şey yapabilme yaklaşımları bu olanaklar fazlalaştıkça kısa filme iliştavır / haber röportaj / oc ak '99 / sayı: 10
kin bu zorluklar aşılabilir. Ama belki finans bulma konusu; çünkü sonuçta sinema gerçekten pahalı bir şey, bir resme göre ve yahut da bir başka sanat alanına göre daha yüksek maliyet isteyen, bu anlamda daha zorluklan olan bir şey, ama dediğim gibi bu aşılabilir. Ama bundan çok zannediyorum bir arada bir şey yapmaya ilişkin yaklaşımların olması en fazla zorlukları aştırabilecektir. Bir de söyleşide belirttiğiniz gibi, kısa metraj lı film alanının halktan kopukluğu v a r . Bir ç o ğ u halkın s o runlarını değil, hayal mahsüü gerçek hayatta var olmayan olaylarla ilişkileri inceliyor. Sizce bu zincir nasıl kırılır? Tabi ki ben bu düşünceye katılmıyorum. Çünkü, belki şöyle bir şeyi mi kastediyorsun? Yani kısa film yeterince halkla buluşmadığı için kendi başına çok soyut ve de kendi başına tümüyle yaşamdan her şeyden kopuk bir yol alıyor gibi bir gözlemin var. Bunu belki tam anlayamadım ama ben kı sa filmle yapılan şeylerin halktan demeyelim, yaşamdan kopuk olduğunu düşünmüyorum. Ama bunu yeterince anlatabilir, anlatamayabilir, belki bu tarz şeyler olabilir. Bir kez daha ben onun bir şeyi anlatma çabası çok yeterince yaşama yönelik, yaşama yönelik bir değerde duyduğunu gösteriyor diye düşünüyorum. Ve de üstelik, birçok yanı dediğim gibi çok doğalında onu besleyen ayakta tutacak konuların da çok olmamasına ve her şeye rağmen üstelik ayakta duran bir şey kısa film. Bundan daha yaşama yönelik bir şey düşünemiyorum açıkçası. Kısa metrajlı film çekmeye devam etmeyi düşünüyor musunuz? Elbette devam etmeyi düşünüyorum. Ama buna şimdi sadece niyetliyim diyebilirim. Çabam diyebilirim bunun için, çabalayacağımı söyleyebilirim. Bu çaba umarım ki filme dönüşür ve umarım ki tekrar film yapabilirim. Ama bunların hepsi olanaklara ve de benim dışımda olan şeylere bağlı.
HABER YORUM
baskılar sürüyor... baskılar sürüyor... baskılar sürüyor Kültür Merkezlerinde Susurluk Terörü 3 - 4 Kasım 1 9 9 8 tarihinde İ d i l Kültür Merkezi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi ve Gazi Kültür Merkezi ile birlikte bir çok kültür merkezi, dergi bürosu,Siyasi Şube polisleri tarafından basıldı. Kültür merkezlerimizi talan eden polis, içeride bulunan herkesi döverek gözaltına aldı. İdil Kültür Merkezi'ne saat 1 5 . 3 0 sıralarında gelen Siyasi Şube'ye bağlı sivil polisler ve çevik kuvvet polisleri, kültür merkezimizin k a p ıs ın ı kırarak, silahlarını üzerimize d o ğ r u l t u p tehditler savurarak yağma ve talana başladılar. O e s n a d a İdil Kültür Merkezi'nde bulunan Grup Yorum elemanları Ufuk Lüker, Vefa Saygın Öğütle, Özgür Tekin, Serdar Güven, Cihan Keşkek, FOSEM elemanı Olcay Karadağ, Ayşe Gülen Halk Sahnesi oyuncusu Nimet Öztürk, dergimizin Antakya temsilcisi Nebiha Aracı ve Özgürlük Türküsü elemanı Umut Küçükrecep, İdil Kültür Merkezi çalışanı Birce Postacı ile üç misafirimiz dövülerek zorla gözaltına alındılar. Dergimizin Antakya Temsilcisi Nebiha Aracı'nın kaburgasını ve Grup Yorum elemanı Ufuk Lüker'in de burnunu kıran polisler, gözaltına alınanları Vatan Caddesi'nde bulunan Emniyet Müdürlüğü'nün Siyasi Şube'ye götürdüler. On arkadaşımız ikinci gün serbest bırakılırken; Vefa Saygın Öğütle, Olcay Karadağ ve Nimet Öztürk, 8 Kasım Pazar günü DGM Savcılığı'na çıkartıldıktan sonra serbest bırakıldılar. Aynı gün aynı saatlerde Okmeydanı Halk Kültür Merkezi de Siyasi Şube'ye bağlı polisler tarafından basıldı. Bütün kasetlere ve dergilere el koyan polis, orada bulunan Çevre Radyo muhabiri Selda Yeşiltepe, Okmeydanı Halkının Sesi Gazetesi Muhabiri Seda Güldü, Hüsnü Sur ve dört misafiri gözaltına aldı. Okmeydanı esnafı, kültür merkezlerine yapılan baskınları 4 Kasım'da kepenk kapatarak protesto etti. Gözaltına almanlar iki gün sonra serbest bırakılırken, Hüsnü Sur tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi 'ne götürüldü. Gazi Kültür Merkezi'ne yapılan baskında ise sekiz kişi gözaltına alındı. Gazi Kültür Merkezi'nin basıldığını öğrenen Gazi Halkı, bir kez daha Gazi'deki polis terörünü protesto etti. Gözaltına alınanların karakolda olduğunu öğrenen yaklaşık 2 bin kişilik kitle "Burası Gazi, Sabrımızı Taşırmayın" sloganını atarak karakola yürüdü. Karakoldaki beş kişiyi hemen serbest bırakan polis, Yüksel Beysüren, Ali Ekber . . . ve Dilek Çoban'ı çeşitli gerekçelerle Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube'ye götürdü. Bu kişiler, 8 Kasım'da savcılığa çıkartıldıktan sonra serbest bırakıldılar. Susurluk'ta meydana gelen ve devletin gerçek yüzünü açığa çıkaran kazanın üzerinden iki yıl geçti. Bu iki yıl içinde değişen hiç bir şey olmadı. Halka teşhir olan iktidar halkın tepkisini bastırmak için yine halkın kurumlarına saldırıyor. Kültür merkezlerine, dergi bürolarına yapılan saldırıları ve gözaltı terörünü protesto ediyoruz.
Dergimizin Ekim '98 Tarihli 9. Sayısına Üç Dava Açıldı! Yayın hayatı boyunca daima halktan, haklıdan yana olan dergimiz Kültür Sanatta TAVIR'in Ekim'98 tarihli 9. sayısı, "Susurluk'un Adalet Merkezleri: DGM'ler" başlıklı yazısından dolayı İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "DGM'lerin Şahsi İtibarını Toplum Önünde Zedelediği" gerekçesiyle toplatıldı. Bu toplatmanın yanı sıra, dergimizin yazıişleri müdürü Yasin Ali Türkeri'ye, yine İstanbul DGM ve İstanbul Adliyesi tarafından birer dava açıldı. Ayrıca, d e r g i m i z i n yine 9. sayısındaki, "Grup Yorum'un 'Boran Fırtınası' Adlı Son Albümüne Toplatma!" başlıklı yazıda, "DGM Savcısı Erol Canözkan'ın yasadışı örgütlere hedef gösterildiği" gerekçesiyle, yazıişleri müdürümüz Yasin A l i Türkeri ve dergimizin eski sahibi Aynur Cihan hakkında, İstanbul DGM tarafından dava açıldı. Yayın hayatımız boyunca her zaman gerçekleri yazdık. Halkın acılarını, sevinçlerini, adalet özlemini dile getirmeye çalıştık. Herkese hakettiği kadarını söyledik. Ve hiçbir zaman doğruları yazmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Antakya Büromuz Çalışanı Serdal Hasırcıya Faşist Saldırı! Dergimizin Antakya Bürosu muhabiri Serdal Hasırcı, 9 Kasım günü saat 22:00 sıralarında Antakya büromuzdan çıkarken bıçaklı saldırıya uğradı. Kalbine yakın bir mesafeden bıçak darbesi alarak yaralanan Serdal Hasırcı, hastaneye kaldırılarak ameliyata alındı. Serdal Hasırcı'ya saldıranın kim olduğu resmi yetkililerce belirlenemedi ama biz saldıranın kim olduğunu, muhabirimizin üzerine bu faşisti kimin saldığını çok iyi biliyoruz. Antakya'nın bağrındaki devrimci mayayı yok etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunu biliyoruz! . Sesimiz, Antakya topraklarında yankısını bulmaya devam edecek! tavır / bas kılar / oc ak '99 / s ayı: 10
HABER YORUM Kürt ve Ermeni Müziği Üzerinde Genelkurmay Yasağı İSTANBUL- "İstanbul Müzik Şenliği" kapsamında yer alan Grup Knar ve Reşo, söyledikleri Ermenice ve Kürtçe şarkılardan ötürü, bizzat Genelkurmay'ın verdiği talimat doğrultusunda şenlikten ihraç edildiler. Açık Radyo ve Pozitif Organizasyon'un sporsorluğunda, 4-5-6 Aralık tarihlerinde Harbiye Askeri Müzesi'nde gerçekleştirilen "İstanbul Müzik Şenliği", Genelkurmay engeline takıldı. Bu yıl ikincisi düzenlenen şenliğe, "Deneysel Kürt Müziği" alt başlığıyla katılan Reşo ve "Anadolu Ermenileri" alt başlığıyla katılan Grup Knar, "Devlet içinde bulunduğu durum ve bu etkinliklerin gösteriye dönüşebileceği" gerekçe gösterilerek program dışı bırakıldılar. Atlantic Records'un sahibi Ahmet Ertegün, konuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Mesut Yılmaz'la görüştüğünü ve kendilerinden "Bizi aşar" cevabı aldığını belirtirken, şenliğin sporsorları Açık Radyo ve Pozitif Organizasyon yaptıkları açıklamada, Genelkurmay'ın doğrudan müdahalesi karşı sında şenliği bundan sonra Harbiye Askeri Müzesi'nde düzenlesmeme kararı aldıklarını ifade ettiler.
Grup Yorum 3 K ası m 19 98; Alibe ykö y'de Su su rlu k'un yıld ön ü mü i çin düze nlenen şenlikte, yakla şı k 7 5 0 kişiye s e s lendi. 3 K ası m 19 98; Ga zi Ma halle si 'n de, S u su rlu k'u n yıld ö nüm ü i çin d ü zenl ene n şe nlikt e, ya kla şı k 30 00 ki şi ye se sle ndi. 28 K ası m 199 8; İdil Kült ür M erke zi'nd e, "A rtı k Ç ağ da ş Hal k M ü ziği De mi yo ru z! " kon ulu bir sö yle şi yapt ı.
idil kültür merkezinde
13 A ralı k 19 98; İdil Kült ür Me rke zi'nd e, ya kl a şı k 9 00 ki şini n i zle diği bi r kon ser g erçe kle ştirdi.
HALK OYUNLARI KURS KAYITLARI BAŞLAMIŞTIR
16 A ralı k 19 98; İsta nb ul Ü ni ve rsit e si Öğ ren ci Kült ür Me rke zi 'n de , "S an at ve S an at Tari hi" ko nul u bir sö yle şi ye ka tıldı . 19 A ralı k 19 98; Alibe ykö y Gü zelle ştirme ve Kült ü rel E tkinli kle r D erne ği'nin, so ka k ço cu kla rı i çi n Ali be ykö y'de dü zenl edi ği şe nliğe kat ıldı.
3 K ası m 19 98; 1 M a yı s Ma halle si'n de, Su surlu k'un yıldö nüm ü i çin dü ze nlen en şenlikte, ya kla şı k 3 00 0 ki şi ye se sle ndi.
idil kül tür merkezi dereboyu cd. no:110/55 ortaköy tel/fax: (212) 261 32 19 tavır / haber yorum / oc ak '99 / sayı: 10
7 K ası m 19 98; B E M - S E N tarafından, La Bella Düğün S a lonu 'n da d ü ze nlen en K urulu ş Yıld ön ü mü Şenliği 'n e katıld ı. 20 A ralı k 19 98; Ant a kya 'd a, de rgi mi zin An ta kya B üro su tarafı nd an d ü ze nle ne n şe nlikte, i ki se an s kon ser ve rdi.