1999 12 mayis

Page 1



KÜLTÜRi SANATTA

Aylık Sanat Dergisi Sahibi: İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. adına İRŞAD AYDIN Yazıişleri Müdürü: YASİN ALİ TÜRKERİ Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ DEREBOYU C NO:110/55 80840 ORTAKÖY/İSTANBUL TEL/FAX: (21» 2613219-26146 53 izmir İDİL KÜLTÜR MERKEZİ 863 S. 23/2 KEMERALTI/İZMİR Antakya CUMHURİYET M. GÜNDÜZ C MURAT S. BAKIRCI PSJ. N08 TEL (326) 214 0115 Almanya HAGEDORNSTR.15 47169 DUİSBURG TEL: (49-203) 401126 Abone Koşullan (6 Aybk) 3.000.000 .-TL (1 Yıllık) 6.000.000.-TL . Hesap No: (TL): 11164346785 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL (DM): 1116-301000 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL Ofset Hazırlık TAVIR YAYINLARI Renk Ayrımı DİAC AN GRAFİK Baskı SENTEZ MATBAACILIK

Merhaba, Vatan topraklan kutsaldır. Bağımsızlık uğruna dökülen her damla kan onu daha da kutsallaştırır. Kölelikse onursuzluktur. Ve biz onurumuza ve bağımsızlığımıza düşkün bir halkız. Bu yüzden onyıllardır bizi köleleştirmeye çalışıyorlar. Bizi kendi topraklarımızda yabana, kendi topraklarımızda ikinci sınıf bir halk haline getirmeye çalışıyorlar. Heryerde postal izleri var. Amerikan patentli postallar. Her yerde yabana yüzler var. Amerikan patentli.... Amerikan patentli giyineceksin, yiyeceksin, ona özeneceksin. Amerikan patendi düşünecek ve yaş ayacaksın. Amerika'nın kültürüyle donanacak ve kendi kültürünü, değerlerim unutacaksın. Yani kendin olmaktan çıkacaksın. Yani ulusal hiçbir değer, gelenek, töre kalmayacak. Yani kendi topraklarımızda özgür değil, köle olarak yaşayacağız. Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Ermeni, Gürcü, Alevi-Sünni olarak yılların kardeşliğini bırakacak ve birbirimize düşman olacağız. Peki bu mümkün mü? Kendi vatanımızda bizi hiçe sayacaklar ve biz buna suskun kalacağız. Biz, bağımsızlığımızı elimizden almaya çalışanlara kafa tuttuk. İsyan ettik ve direndik, işte o gün, gün doğdu ve uyandık. 6. Filoları denize dökerek, vatan topraklarımızı postallarıyla çiğneyerek kirletenlere karşı meydanları doldurarak ve "Yankee Go Home", "Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye" sloganım hep bir ağızdan tek yürekle haykırarak kafa tuttuk. Kanımızla sulayarak bağımsızlığımızı kazanacaksak feda olsun dedik ve bağımsızlık uğruna al kanlara boyandık. Vatanımız kan ağlarken, Halklar hapishanesine çevrilmişken, faşistlerce işgal edilmişken, susmadık, yılmadık. Bağımsızlık şiarı hiç düşmedi dilimizden. Bağımsızlık bayrağı hiç düşmedi elimizden. Dün olduğu gibi bugün de en gür sesimizle bağımsızlık şiarımızı haykırmaya ve tüm gücümüzle bağımsızlık bayrağım taşımaya devam ediyoruz. Ulusal onurumuzu korumak için, halklarımıza özgür bir vatan armağan etmek için dün olduğu gibi bugün de siperlere dayanmaya devam ediyoruz. Marşlarımızsa dilimizde. 1970'lerden beri söylenen bu marşlar, ulusal onurumuza, bağımsızlığımıza olan ölümüne bağlılığımızı faşizme ve emperyalizme olan kinimizi anlattığı için on yıllardır her mitingde, her gösteride haykırılmaktadır. Ve zafere ulaşana kadar da dilimizden hiç düşmeyecek. Dergimizin bu sayısını ağırlıklı olarak çocuklarımıza ayırdık. Bu sayımızdan itibaren her sayımızda çocuklarımız için yazılmış masallar bulacaksınız dergimizde. Bu sayımız, savaşlarda katledilen, emeği sömürülen çocuklara ayırdı sayfal arını... Dergimiz, geçen sayısından itibaren tüm gazete bayilerinde okuyucularımıza sunuldu. Bu konuda, yaşanan aksaklıkları, dergimize ulaşamadığınız yerleri bize bildirirseniz bu aksaklıkları da çözmek için elimizden geleni yapacağız. Haziran sayımızda buluşmak üzere hoşçakalın..

Dostlukla.




değerlendirme f ikr iy e kıl ınç

18 nisan seçim sonuçları bir yanıyla MGK açısından da süpriz olmuştur, MHP'nin hükümeti kuracak partilerden biri olması MGK'nın da tercih ettiği bir sonuç değildir. Yıllardır bir maske altında sürdürdükleri demokrasicilik oyunu MHP ile, daha itinalı davranması yanıyla zor olacaktır.

1

8 Nisan seçimlerinin ardından bir çok aydın ve sanatçı arasında "MHP ve milliyetçi dalga yükseliyor", "sandıktan faşizm çıktı, faşizm geldi" söylemleri duyulmaya başlandı. Sanki bu seçimlerde ortaya çıkan tablo bir süprizdi ve şimdiye kadar ülkemiz, faşizmle yönetilen bir ülke değilmiş gibi tahliller yapıldı. Bu sonuçlara bakarak halkın faşistlerden medet umduğu sonucunu çıkarmamak gerekir. Bu noktada biz, ülke tahlilini bir kafa karışıklığı içerisinde değil olayları ve gelişen süreci iyi tahlil ederek, bunun nedenlerini ortaya koyarak tartışabilmeliyiz. Ülkemiz faşizmle yönetilen bir ülkedir. Bu kurumlaşma 1950'lerden İtibaren şekillenen bir yapıdır. Bugüne kadar başa gelen bütün partiler açık veya gizli faşizm politikalarını uygulamıştır. Bu kurumlaşmanın başında MGK vardır. Açık faşizmin kurumsallaşması kısacası MGK'nın yani MGK içinde ordunun belirleyiciliğidir, iktidara hangi parti getavır / güncel / mayıs '99 / sayı: 12

lirse gelsin uygulayacağı politika MGK'nın politikalarıdır. Bu politikalar emperyalizmin ve egemenlerin çıkarları doğrultusundadır. Emperyalizmin çıkarları doğrultusunda şekillenen bu politikalar yaşamın tüm alanlarında uygulanmış ya da ona ters düşmeyecek kararlar alınmıştır. Bu kararlar çerçevesinde halkın ekonomik, sosyal yaşam koşulları her gün daha da çok ağırlaştırılmıştır. Ağırlaşan yaşam koşullarında derinleşen çelişkileri görüp daha iyi bir yaşam mücadelesi vermek istendiğinde iktidar zor kullanarak bu tepkileri bastırma yoluna gitmiştir. Emperyalizmin çıkarlarına göre şekillenen bu yönetimler işbirlikçi bir tutumla birlikte iç ve dış gelişmeleri-gözönüne alarak yönetim biçimlerinde değişiklik yapmışlardır. Öz olarak değişmeyen bu biçimlenme sadece görünüştedir. İktidara gelen her parti bu kararlan uygulamış M GK ile oluşan bir uyumsuzlukta ise iktidarda yaşama şansı olmamıştır. Düzen partileri MGK'nın bu misyonuyla şekillenir. Partiler kurar kapatır, yenilerini açar,


hükümet kurar. Bunların başarılı olmadığı yerde cuntalara başvurmaktan kaçınmaz. Ülkemizdeki sömürge tipi faşizm, ordunun belirleyiciliğinde ve görünüşte demokratik bir ortam yaratılarak seçimlerin yapıldığı, hükümetlerin gelip gittiği; bunlarla çözüm bulunamadığında c untalarla açık faşizm şeklinde sürer. MHP'n in son seçimlerde ortaya çıkan tablosuna baktığımızda çok ciddi bir oy patlaması yaptığı gerçekçi değildir. Bu seçim sonuçları sistemin çıkmazının derinleştiği ve artık halkın umudunu geleneksel partilerden kestiği ve bunun sonucunda diğer seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de bir arayış içinde olduğunu gösterdi. Partilerin vaadlerinin kitlelerin gözünde artık hiç bir inandırıcılığı kalmamıştır. Bunun için bütün düzen partileri oy oranlarını yükseltmek için her türlü yönteme başvurmuşlardır. Bu kendi aralarında kavgayı da şiddetlendirmiştir.MGKnın müdahaleleriyle bu dönemde öne çıkarılan ve geriletilen partiler olmuştur. MHP'de, MGK'nın eliyle her zaman el altında tutularak 12 Eylül sonrası ordu, polis, bürokrasi gibi noktalarda devlete kadrolar sunmuştur. Elbette MHP'nin bugünkü durumunu sadece bu nedenlerle açıklayamayız. Özellikle DSP ve MHP son süreçte öne çıkan Kürt milliyetçiliğine karşı yaydıkları T ürk milliyetçiliği söylemlerini kullanarak süreci kendi lehlerine çevirmişlerdir. 18 nisan seçim sonuçları bir yanıyla MGK açısından da süpriz olmuştur. MHP'n in hükümeti kuracak partilerden biri olması MGK'nın da tercih ettiği bir sonuç değildir. Yıllardır bir maske altında sürdürdükleri demokrasicilik oyunu MHP ile daha itinalı davranması yanıyla zor olacaktır. Bu sonuç her ne kadar istenmese de eli mahkum var olanla bu oyunu sürdürmek zorundadır.

pışını doğru tahlil edemeyenler MHP'n in yerini belirlemekte de zorlanacaklardır. MHP, egemen sınıfların her sürece göre şekillendirdikleri bir yapıdır. 12 Eylül öncesi devrimci mücadeleyi engellemek amacıyla, bu uğurda katliama varan yöntemler uygulayan MHP, 12 Eylül sonrası ordu, polis, bürokrasi gibi noktalarda devlete kadrolar sunmuştur. 12 Eylül'ün sivil faşistleri 12 Eylül'den sonra üniformalarıyla düzene hizmet etmişlerdir. T üm bunların yanısıra gerçek iktidar her dönem ordu elinde olmuştur. Bugün mecliste ikinci büyük parti olmalarına bakarak dengelerin alt üst olacağı sonucunu çıkartmamak gerekir. Belki politikalar daha pervasız hayaca geçecektir ama o da MGK'nın onayladığı kadardır. Aydın ve Sanatçıların Seçim T avrı Aydın ve sanatçılar seçim sonuçlarıyla birlikte "MHP geldi", "faşizm geldi" söylemleriyle tipik bir T KP kafasıyla hareket etmişlerdir. Geçmişte de MHP iktidara geldiğinde 'Faşizme Geçit Yok*, sloganları atanlar bugün gelinen süreçte faşizmin MHP üe birlikte gelmediğini, zaten ülkemizin 12 Eylül ile birlikte daha da kurumsallaşarak bir yönetim biçimi haline geldiğini göreceklerdir. Bu değişiklik bir rejim değişikliği değildir. T ürk milliyetçiliğinin gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri, Kürt milliyetçi hareketinin yanlış politika ve tahlilleri, kaba Kürt milliyetçi çizgisidir. Bununla birlikte son süreçte PKK gelen başkam Abdullah Öcalan'ın yakanlanması, T ürk milliyetçisi şövenist dalgayı yükseltmiştir. Bu seçim sonucu var olan iktidar ile halk arasındaki çelişkileri daha da derinleştirecektir. Çünkü halk aradıtavır / güncel / mayıs '99 / sayı: 12 .

Ülkemiz gerçekliğini, faşizmin ya-

Türk

milliyetçiliğinin gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri. Kürt milliyetçi hareketinin yanlış politika ve tahlilleri, kaba Kürt milliyetçi çizgisidir.

ğı milliyetçiliği MHP'de bulamayacaktır. Bu milliyetçilik içi kof bir milliyetçiliktir. MHP'nin de milliyetçilik demogojileri çok geçmeden açığa çıkacaktır. O da vaadetlerinin hiç birini yerine getirmeyecek, halkın yararına olan hiçbir şeye çözüm bulamayacaktır. Kurulacak hükümetle halkın iktidarla var olan çelişkileri daha da derinleşecektir. MHP'n in iktidara gelecek bir parti olması burjuva medya tarafından ne kadar aklanırsa aklansın böyle bir iktidar, istikrarı değil istikrarsızlığı getirecektir.' Halk bu noktada ülkesi ve bağımsızlığı ve halkların çıkarları doğrultusunda her türlü bedeli ödeyenin devrimciler olduğunu bir kez daha görecektir. Bu seçimlerde tabi en çok hüsrana uğrayan düzenin solu olmuştur. Batıcı, emperyalist kamptaki gelişmelerle, yeni dünya düzeni solculuğu yapmaya çalışanlar, seçimlerin sonuçlarıyla eşekten düşmüş karpuza dönmüşlerdir. Düzenin icazeti altında politika yürütmek onları daha da eritmiştir. Bu seçimlerde görülmüştür ki halkın devrime ve devrimcilere olan ihtiyacı daha da çoğalmıştır.


Bu seçimlerde tabi en çok hüsrana uğrayan düzenin solu olmuştur. Batıcı, emperyalist kamptaki gelişmelerle, yeni dünya düzeni solculuğu yapmaya çalışanlar, seçimlerin sonuçlarıyla eşekten düşmüş karpuza dönmüşlerdir. Düzenin icazeti altında politika yürütmek onları daha da eritmiştir. Bu seçimlerde görülmüştür ki halkın devrime ve devrimcilere olan ihtiyacı daha da çoğalmıştır.

lize etmelidir. Eğer seçimlerde çıkan tabloyu önlerine koyup, ciddi ciddi düşünürlerse bunun aciliyetini anlayacaklardır. Seçim kampanyası medyanın da desteğiyle şirin gösterilmeye çalışılmış, bazı aydın ve sanatçılar da bu kampanyanın içinde yer almışlardır. Kimisi köşe yazısında kimi seçim şenliklerinde, mitinglerde türküleriyle, şarkılarıyla yer almış ve bu oyuna alet olmuşlardır. Özellikle kimi seçim bölgelerinde aydın ve sanatçılarda özellikle ODFde yoğun olarak aydın ve sanatçılar aday olarak gösterilmiş, IP’in gazetede çıkan bir ilanında bazı sanatçı ve aydınlar desteklerini sunarak halkla olan bağlarının çok güçlü olduğu düşüncesiyle kazanılacağı umudu be slenmiştir. Seçim sonuçlarında bunun böyle olmadığı halkın sadece bu isimleri yazılarından, filmlerinden, oyunlarından tanıdığı ve bunun ötesinde kurulan bir bağ olmadığından ve kendi çıkarma bir yarar getirmeyeceği düşüncesiyle oylarım vermemiştir. Biz, hemen her sayımızda yazıyoruz, ülkemiz sanatçılarının, aydınlarının halkla en küçük bağı kalmamıştır, ispat mı? işte seçim sonuçları!

Böylesi bir süreçte aydınların ve sanatçıların üstleneceği rol halkı suçlamak ve faşizm geliyor söylemleri yaymak değil derinleşen bu çelişkiyi görüp tavır almaktır. Bu tavır alış varolan çözümsüzlüğün içerisinde taze kan arayışı içinde seçimlerle yemlenmeye çalışan egemenlerin seçim oyununa gelmemekle başlar. Sanatçılar bu noktada daha baştan sınıfta kaldılar. Aydın ve sanatçılar üstlendikleri misyon gereği ülke ve halk gerçeğini görüp, halkla olan bağlarım güçlendirerek var olan bu umutsuzluğu doğru rotaya kana-

Bunun bir örneği yine bir önceki seçimlerde Beyoğlu'dan bele diye başkan adayı Halil Ergün olmuştur. Halil Ergün halkla aydınlar arasından oluşan bu kalın duvara çarpmıştır. Bu duvar elbette kendiliğinden oluşmamıştır. Aydınların genel olarak halkın sorunlarına ve ülkede yaşanan sorunlara yeteri kadar duyarlı olmamalarının bir sonucudur.

tavır / güncel / mayıs '99 / sayı: 12

Eğer olumlu örnek aranıyorsa, halkla nasıl bağ kurulacağını yaşamlarıyla ve ürünleriyle gösteren Rıfat Ilgaz, Yılmaz Güney, Grup Yorum gibi bir çok sanatçının kurduğu bu bağ gözden kaçırılmamalıdır. Asıl sorun budur. Bu sorunu çözmek en başta bu gerçekliği görerek yaşamımıza yön vermeyle başlar. Artık tarafların daha da netleştiği bu süreçte safımızı halkın yanında belirleyerek halktan yana bir tutumla ortak noktalarda birlikteliği sağlayarak bu savruluşun içinde yerimizi sağlamlaştırmalıyız. Yoksa bugün olduğu gibi halk bunları görüp kendi tepkisini kendi olanaklarıyla gösterecektir. Seçim sonuçlarına bir de bu gözle bakarak gelişmeleri kendimizi dışında tutarak değil biraz da suç u eksikliği kendimizde görerek doğru sonuca varabiliriz. Kendini dokunulmaz bir çemberin içine koyup halkı suçlamak kendi suçunu örtbas etmek, kendini dışında görmek gibi bir psikolojiye girmek ne bize ne de halka bir yarar getirecektir. □

Artık tarafların daha da netleştiği bu süreçte safımızı halkın yanında belirleyerek halktan yana bir tutumla ortak noktalarda birlikteliği sağlayarak bu savruluşun İçinde yerimizi sağlamlaştırmalıyız. Yoksa bugün olduğu gibi halk bunları görüp kendi tepkisini kendi olanaklarıyla gösterecektir.


deneme can y ı l d ı rı m

var

V

urdukça davula, da vul sesi "yükseliyor, bulutlara değiyor. Dağlar ardından gelen davul sesi tüm ovaya yayılıyor. Yanaklara doldurulmuş bütün nefes, üfleniyor, parmaklar ezgilere can veriyor. Bu sesin geldiği yerde renk renk giyinmiş, genç-yaşlı canlar yanyana, dizi dizi bir ırmağın akışına durmuşlar. Durgun, nazlı nazlı salınırlar önce, önünde bir büyük kaya varmış gibi biriktirir sularını. Yükselir, yükselir duygular ve kayalığın tepesinden aşıp en coşkun akışına başlar, taşıp gider kayalardan aşağı. Halay başının elinde mendili, belinde acem kuşağı. Mendil ırmağın akışına yön verir. Parmaklar kenetlenir birbirine. Omuz başında dost yüzleri, görenlerin içleri güven doludur, sevinç doludur. Hele aynı anda aynı yönde vurdukça ayakları, yenilmez bir gücün sahibi oluverir herbiri. Güç birlikteliktir, kenetlenmedir. Adı halaydır... Güneşi, toprağı, dağları, ırmakları, emeği, alınterini, bilenlerin sevinçlerim coşkuyla

ifade edişidir. Halay omuzdaşlıktır. Sevince ortak olmadır. Acıları, zorlukları, yoklukları baskıyı, zulmü yaşayanların sevinmeleri de bir başkadır, acıda, tasada ortak olmayanlar, sevinçlere de ortak olamazlar. Halay bu ortaklığın en güzel ifadesidir. Omuz başındakilerle bütünleşmedir. Gözler sevinçle parıldar, sevgiyle bakar birbirine, elleri ayakları bütün bedenin hareketleri halaya duranların hepsinde aynıdır. Çünkü duygu aynıdır,coşku aynıdır, sevinç aynıdır. Halay güçtür, güvendir. T ek başına halay olmaz. Halay bütünleşmedir. Onlarcası, yüzlercesiyle aynı sevinci paylaşırken uzak görülen, tek tek kişiler değil, halayın kendisidir. Ayakların toprağa her vuruşunda sanki yer titrer. Hep birlikte birden bire öne fırlayıp geri çekilen bedenler, büyük bir dalganın kıyıya vuruşu gibidir. Halaydaki insan dalgayı oluşturan bir damladır. O bir damla ki, kocaman dalgayı yaratmanın kıvancını yaşar. Bu güç tür. Birlikteliğin ortaklığın, aynı tavır / halaylar / mayıs '99 / sayı: 12

duygularla hareket etmenin sonucu doğan bir güç. Bu güç, büyük bir güven verir halaydakilere. Hepsi bilir ki, yanı başında, omuz başındaki olmazsa bu güç yaratılamaz. Yine hepsi bilir ki, halayın coşkusunda nasıl birlikteyseler, acıda, tasada da yine birliktedirler. Ve bu güvenle coşar her birinin yüreği. Bu güveni duymayan halayda aykırı düşer. Onun coşkusu kendisinedir. Adımları ritme uymaz. Davul bir yanda, o bir yandadır. Halay başının seslenişi de kar etmiyorsa, halay dışına düşer. Kimse yanına almak istemez onu. Onunla yanyana olmak zulümdür artık. Onunla halay, omuz omuza bir coşkuyu paylaşmak değil, omzunun üstünde adımları yavaşlatan, halayın ahengini bozan bir yük taşımaktır. Halaya duran, kendini bırakıverdi mi, omuz başındakilerin coşkusuna, yüreğini açıverdi mi güvenle ayaklar, omuzlar, eller kısa sürede bütünleşiverir, halayın güzelliğine katılıverir. Yeter ki kasmadan, kaygısız, tasasız bırakıversin kendini... Bunu bilir toprağın insanları. Acemice başlarken halaya,


bu yüzden kısa sürede öğrenir halayı. Bu güvenle halayda yeralanların usta birer halaycı olmalarının önünde engel kalmaz. Halayın coşkusuna, hızına, yavaşlığına yön veren halaybaşıdır. Halaybaşı önünü görür. Adımları ayarlarken basılacak yerleri özenle seçer. T oprağı, taşı, dikeni kayayı bilir. Önceden görür, ona göre yön verir halaya. O artık kendisi değildir, kendisinin hareketlerinin, attığı adımın halaya katılanların hepsinin de atacağı adım olduğunu bilir. Bastığı yer çamursa, bütün halaydaki-ler çamura bulanacaktır. Bu yüzden herkes halaybaşı çekemez. En usta olan çeker halaybaşını. Onun ustalığı halaylarda sınanmıştır. En acılı, en zor günlerde bile coşkusunu kaybetmeyen, sevinçler yaratabilen ustalıkta olanlar çekerler halaybaşını. Böyle olmayanların halaybaşı ol-

duğu halaya katılmayı kimse istemez. Ya yalnız kalır, ya üç beş kişi. O halaya ses veren davulun ritmi, zurnanın ezgisinde de bir tuhaflık olur. Ne zaman hızlanacağı, ne zaman durulacağı belirsizdir. Bir engele rastgeldiğinde, önceden görmediği için şaşırıp kalır, ya aşayım derken abartılı bir coşkuyu taşımaya çalışır, ya da durur halay, sonra yeniden kurulmaya çalışılır. Ama halayın coşkusu yarım kalır, halaydakilerin sevinci buruklaşır. Baskının, zulmün acılarının ortasında kurulabilen halaylar, aynı zamanda bir direnişin, yaşam ve sevincinin geleceğe güvenin de ifadesidir. Gülüşleri sevinçleri yoketmek isteyenlere, böyle bir yaşamı, köleliği dayatanlara karşı inatçı bir karşı koyuştur. Coşkuyla dövülen davul, nefes nefes yüreğe işleyen zurnanın ezgisi bir çağrıdır aynı zatav ır / halaylar / mayıs '99 / sayı: 12

manda. Öyle bir çağrı ki, dağların ardına, vadilere, ovalara yayılır. Bulutlara yüklenmişse diyar diyar dolanır bu çağrı... Zulmün şiddetinden sinmişlere moral, güç aşılar. Bu yüzden halay bir eylemdir... O eylemden, küçük küçük zaferlerin sevinçlerinden, en büyük zaferleri doğurur. En büyük zafer ise zulmün yıkıldığı, acıların son bulduğu gündür. En büyük halayları kuracağımız günlere hasretle bir halayın içindeyiz. Kızıldere'de aldık ilk komutunu halaybaşımızm. Ve vurdu davullar, kenetlendi parmaklar, omuzlar tutuldu, hep bir ağızdan söyleniyor halay türküsü: Omuzdan tutun beni Halaya katın beni Düşersem bu kavgada Dosta anlatın beni. □


E

mperyalizmin, Yugoslavya'da uyguladığı vahşete alkış tutan burjuva gazetelerden birinde, ilk sayfada yeralan haberin baş-lığı şöyle; "O artık gülüyor". Bu başlığın hemen altında ise küçük bir kız çocuğuna ait iki fotoğraf. Küçük kızın adı Albenite... Fotoğraflardan birinde Albenite gözyaşlarına boğulmuş, ikinci fotoğrafta ise Albenite yeni elbiseleriyle bir salıncağa tutunmuş, etrafa gülüc ükler saçıyor. Olayın öyküsü ise kısaca şöyle; Albenite Yugoslavya'da emperyalistlerin yıkıma uğrattığı yüzbinlerce çocuktan yalnızca birisi. Annesini, babasını, evini ve vatanını bu savaşta "yitirmiş", kendisini, insanlık dışı koşulların hüküm sürdüğü mülteci kamplarından birisinde bulmuş.

Yaşadığı korkunç olayların şaşkına çevirdiği Albenite'nin ağlarken çekilmiş fotoğraflarından birisi dünya basınında yer alınca, bu küçük kızın "kaderi" de değişmiş. Fotoğrafı yayınlayan Alman gazetelerinden Bild'in telefonları kilitlenmiş. Albenite'yi evlat edinmek isteyen binlerce kişi gazeteye telefonlar yağdırmış. Sonuçta gazete, ilanlarla, 250 bin mülteci arasında küçük kızı bulmuş. Albenite Almanya'da bir ailenin yanma yerleştirilerek, kurtarılmış! Yine burjuva basında yer alan bir başka haber; "1994 yılında, bir mülteci kampında bulunan altı yaşındaki Emir adlı bir çocuk, kendisine ilgi gösteren bir hemşireye 'kirpi' olmak istediğini söylemişti. 'Neden' diye sorulduğunda, küçük Emir, 'Çünkü dikenlerim beni korur ve kim se bana zarar veremez demişti."* tavır / çocuklar ve mücadele / mayıs '99 / sayı: 12

Şimdi kaç çocuk Emir gbi 'kirpi' olmak istiyordu kim bilir? Albenite "kurtarılıyor". Ayrıldığı mülteci kampında 250 bin insanı arkasında bırakarak hiç de kendi tercihi olmayan yeni bir hayata adım atıyor. Geride bıraktıklarının da çoğunluğu kendisi gibi daha çocuk. Kafasında dolaşan bir yığın soruyu ise beraberinde götürüyor... Neden? Neden ülkesi haftalardır bombalanıyor? Neden ailesi gözlerinin önünde yokedildi? Neden bahçesinde oyunlar oynadığı evi yerle bir edildi? Neden ayrılmak zorunda kaldılar evlerinden? Neden daha dün özgürce yaşadığı ülkesinden koparıldı? Peki ya arkasında bıraktığı ve insanlık dışı koşullarda yaşayan yüzbinlerce çocuğun hali ne olacak? Ve daha cevaplanmayı bekleyen pek çok 'n eden' sorusu... Albenite herşe-


ye rağmen, kendisiyle aynı kaderi paylaşan yüzbinlerce, milyonlarca çocuğa kıyasla "şanslı" sayılır. En azından şimdilik sıcak bir yemeğe ve başım sokacağı bir barınağa kavuştu. Peki ya, bugünün Emirler'i?.. . Emir'ler de kendisine aynı sorulan soruyor. Ama onların şu anda cevap arayacak durumu yok. Şimdi onlar için asıl mesele hayatta kalmak. Ve bugün milyonlarca Emir aynı kaygıyla yaşıyor. Emperyalist medya tekelleri, efendilerinin suçlarını gizleyebilmek için Albenite gibi t ekil örnekleri öne çıkararak dünyanın gözünü boyamaya çalışıyor. Bizler bu haberi okuyacağız ve şöyle düşüneceğiz; "Ne kadar da merhametliler. Savaşın perişan ettiği çocukları kurtarmak için nasıl da çabalıyorlar. Bakın işte, birini daha kurtarmışlar."(!) Albenite'lerle gizlenmek istenen Emirlerin gerçekliğidir. Ve Emir'ler yüzbinlerce, milyonlarcadır. Ve Emirleri yaratanlar kendileridir... Emperyalistler dünyada pençelerini geçiremedikleri tek bir halk kalmasın istiyorlar. Ve bugün kurtlar sofrasında paylaşılmak istenen Yugoslavya halkları. Diyor ki aç kurtlar, "Öylesine ufak parçalara bölelim ki avımızı, hem paylaşması, hem de yutması ve hazmedip sindirmesi kolay olsun." Bunun için en gelişmiş teknolojiye sahip savaş aygıtlanyla kan gölüne çevriliyor Yugoslavya. Bunun için bir ülkenin tarihi, ekonomik, kültürel, sosyal kurumları, okulları, hastaneleri, kısacası her şeyi ateşe veriliyor. Boyun eğmemenin, direnmenin cezası böyle kesiliyor. T üm bunlar yine "özgürlük ve barış getirme" yalanlarının arkasına sığımlarak yapılıyor. Bu yalanlarına, emperyalist propagandanın etkisinde kalmış birileri inanır belki. Ama, bu haksız savaşta yaşamları karartılan, açlığa, hastalığa mahkum edilen, sıcak bir yuvadan ve ana şefkatinden mahrum bırakılan, ucu bucağı belirsiz bir karanlığa itilen yüzbinlerce Yugoslavyalı çocuğu, yüzbinlerce Emir'i asla inandıramazlar. Çünkü herşey onların gözleri önünde yaşa-

nıyor. Emperyalist bombardımandan korunmak için evini, yurdunu terkeden bir milyonu aşkın insanın yansından fazlasını çocuklar oluşturuyor. Her üç kadından birinin kucağında bir çocuk taşıdığım yazıyor gazeteler. Yeni Emirler kimisi anasının kanunda geçiyor mülteci konvoylarında. Kimisi de bu cefa dolu yolculuk sırasında, bir kuytulukta açıyor dünyaya gözlerini. En bahtsız koşullarda alıyor ilk soluğunu ve "merhaba" diyorlar açlığa, soğuğa ve bombalara. Yeni Emirlerin kimisi ise daha doğmadan, ana karnında ölüyor, bu vahşetin ortasında. Kimisinin.de anası, daha yavrusuna sarılamadan yumuyor gözlerini hayata. Dayanıp da yol boyunca ölmezlerse eğer, ya da emperyalist haydutların, "teknik bir hata sonucu düşen" bombalarına hedef olmazlarsa zar zor bir mülteci kampına sığınmayı başarıyorlar. Yugoslavya'ya hergün yüz milyon dolarlık bomba yağdıran emperyalistler, bir ayda üç milyar dolar harcıyorlar halklan katletmek için. Ama yüzbinlerce insanın çektiği acılar İlgilendirmiyor onları. Çünkü NAT O mülteci örgütü değilmiş! Öyle ya, NAT O'nun asıl işlevi, katletmek, yoketmek, halklara kan kusturarak emperyalizmin çıkarlarını korumak, genişletmek. Kısaca, Emirleri yoketmek... İnsanlar ölüyormuş, salgın hastalıklardan kırılıyormuş, açlıkla boğuşuyormuş kimin umrunda? Öncelikli olan, Boeing, Raytheon ve diğer süah tekellerinin daha fazla kazanması ve haydutların uçaklarının bombasız kalmaması!.. Peki ne olacak emperyalist saldırganlığın yurdundan ettiği yüzbinlerce Emir'in hali? Emperyalist medya tekelleri Albenite gibi t ekil örneklerle çareyi yine halklara havale edecek. Yardım kampanyalarıyla, bağışlarla, "Bu çocukları yaşatalım" diyecekler. Kendileriyse katletmeye devam edecekler. Göğüslerini gere gere "Bir ayda Yugoslavya'ya yüz milyar dolarlık zarar verdik" açıklamasını yapacaklar. T abi, "Yugoslavya'yı Yugoslavya'da tavır / çocuklar ve mücadele / mayıs '99 / sayı: 12

yaşayan halkların iyiliği için bombalıyoruz safsatasını biraz daha "inandırıcı" kılmak için de bir miktar mülteciyi ülkelerine kabul edecekler. "Aman yerleşir kalırlar, bir daha gitmezler" diye de, aileleri parçalayarak, çocukları ana-babalarından kopararak, her birini bir başka sefalet kampına fırlatıp atacaklar. Emperyalist merkezlerde yazılan senaryo, en vahşi ellerde, kanlı bir oyuna dönüştürülüyor. Oyunun en masum ve en korumasız kurbanları ise çocuklar. "En korkunç ve en dehşetli yüz ifadelerini çocuklarda görüyoruz" diyor UNICEF yetkilileri. T ıpta buna "Post travma stress" sendromu deniyormuş. Çocuklara sorarsanız, korku, çaresizlik, umutsuzluk ve tarifi imkansız bir acı... Bilim adamlarının söylediklerine göre, tedavi edilseler bile, çocukların bu yaşadıklarının etkisinden kurtulmaları hiç bir zaman mümkün olmayacak. 20.yıl sonra bile görülecek bir yer, ya da yaşanacak bir olay, geçmişin kötü anılarına tekrar geri götürebilirmiş onları.Ve bu korkunç tablonun baş sorumlusu ABD'li haydutlar övünüyorlar; "Yalnız bizim uçaklarımız kötü hava koşullarında bile bombardımana devam edebiliyor"... Ve küçük Emir tüm çaresizliği ve çocuk saflığıyla "kirpi" olmak istiyor. Kirpi olmak kurtuluş değil be çocuk. Kirpi olsan da korumaz ki seni dikenlerin, nükleer başlıklı bombalardan. Silinmez ki yaşadıklarının izleri bilincinden. Diyelim ki şansın yaver gitti, açlığa, yıkımlara ve bombalara rağmen ayakta kalmayı basardın. Bak, taş üstünde taş bırakmamacasına saldırıyorlar yurduna. Havasını, suyunu, toprağını bile zehirlemişler ki, yüzyıllar boyunca gün yüzü görmesin buralarda yaşayan halklar. Yani sadece bugününü değil, geleceğini de karartmaya çalışıyorlar senin. Böyle giderse eğer, ülkesiz bir yaşam bekliyor seni. Acıların bitecek gibi değil anlayacağın. Ne çok çocuk var dünyada seninle aynı kaderi paylaşan biliyor musun? Bugün


dünyada 300 bin çocuğun büyükleriyle birlikte asker olarak savaştığını yazıyor gazeteler.. Kimisi henüz yedi yaşındaymış üstelik..._ Son 10 yıl içinde çatışmalarda iki milyon çocuk ölmüş, altı milyon çocuk ise ciddi biçimde yaralanmış ya da sakat kalmış. Bununla da sınırlı değil. Son 10 yıldaki çatışmalarda 12 milyon çocuk evsiz, bir milyonu aşkın çocuk anasız-baba-sız kalmış ya da ailelerinden ayrılmış. 10 milyon kadar* çocuk da psikolojik sarsıntı geçirmiş. Anlayacağın, milyonlarca çocuk... Milyonlarca 'kirpi'... Kimbilir belki de soruyorsundur kendi kendine, "Bize yaşamı yaşanmaz kılanların kendi çocukları yok mu acaba" diye. Var... Onların da çocukları var. Ve senin ülkene bomba yağdıranlar, kendi çocukları için yeni oyuncaklar yapmışlar. "NATO Harekatı" yazıyormuş üzerlerinde. Uçaklar, helikopterler, silahlı askerler. Bunlarla oynayan çocuklar, oyunla gerçekte yaşananlar arasındaki farkı ayırdetme yeteneklerini yitirerek ve tüm bu olup bitenleri kanıksayarak büyüyorlarmış. Bu durumdan korkmaya başlamış haydutlar, kendilerini vuracak bir silah yarattıkları için. Nitekim bunlar basında yer aldıktan birkaç gün sonra korktukları başlarına da geldi hani. ABD'de bir okulu basan, çocuk yaştaki birkaç cani, yine kendisi gibi birçok çocuğu öldürdü. Neden mi? Bugün senin ve halkının başına füze yağdıranların dizlerinde büyüttükleri Hitler'in doğum gününü kutlamak içinmiş... Anlaşılan, Hitler'lerin en çok da çocuk kanını sevdiklerini düşünüverdiler çocuk akıllarıyla... Ve bu çocuklar, belki de hala tüm bu olup bitenlerin bir oyundan ibaret olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü T V'lerden naklen verilen bombardımanları bilgisayar oyunu izler gibi izlemişlerdir. Sen kurtlar sofrasının or-

tasında dünyaya geldin çocuk...Bunca acıyı hiç haketmemiştin sen. Belki henüz akıl sır erdiremiyorsun yaşadıklarına. Daha dün senin ülkende, dilleri ayrı, kültürleri ayrı, ulusal kimlikleri ayrı olsa da bir çok halk aynı çatı alanda kardeşçe, birarada yaşıyorlardı. Sosyalizmin bayrağı birleştirmiş, kaynaştırmıştı onları. Ama çaldılar senin ülkenden o güzelim bayrağı. Şimdi onun yerini düşmanlıklar ve kirli çıkarlar uğruna tezgahlanan savaşlar aldı. Biraz daha büyüdüğünde bunları öğreneceksin. Ve artık senden çalmanı geri almak olmalı yaşamının tek anlamı. Dünyadaki tüm ezilen çocukların kalbi de seninle birlikte atacak o zaman... Bundan sonra hesap sormak için yaşayacaksın. Sana bunca acıyı tattıranlardan, küçütavır / çocuklar ve mücadele / mayıs '99 / sayı: 12

cük omuzlarına taşıyamayacağın kadar ağır yük koyanlardan hesap sormak bağlayacak seni yaşama. Yaraların ancak böyle kapanacak, izler böyle silinecek. Kininle, hırsınla, intikam ateşiyle yaşayacaksın. Yıkılan ülkeni yeniden kurmak için, yakılan tarlalarım yeniden yeşertmek için, bombalanan fabrikaların bacalarım yeniden tüttürmek için, ve bir daha böyle acılar yaşanmasın diye dünya üzerinde, ve senin çocukların gözlerim özgür bir dünyaya açsın diye... dişinle tırnağınla savaşacaksın. Bir daha Emirler, Albenite'ler olmasın diye anlayacağın. Kirpi olmak da kurtuluş değil be çocuk, sen özgürlük için savaşan bir kaplan olacaksın. □ *20 Nisan 1999, Hürriyet Gazetesi


V

ietnam... Cangıllar ülkesi.. Ho Amca ve yeğenlerinin emperyalistlere "Vietnam Sendro-mu"nu yaşattığı, dünya halklarına emperyalizmin hiç de yenilmez bir güç olmadığını gösterdiği Vietnam... "(..)bambunun modern silahların çeliğini yendiği, sivri iğneli arıların 'Amerikalı danışmanları kaçırdığı, yüz kez bombalanmış kasabaların yeraltında 'eskisinden daha iyi yaşadığı', ancak okuma bilen bir köylünün kurnazlığının kendisine karşı denenen her yoketme robotunu başarısızlığa uğrattığı bir ülke"(l) Vietnam... Kahraman köylü kadınların köylerinin yıkılmasını önlemek için kendini buldozerlerin önüne attığı, ya da köyüne ateş eden topların ağzım vücuduyla kapattığı, Genç kızların, türküleriyle düşman karakollarım teslim aldığı, yiğit savaşçıların silah tarakalarının ritmini müziğinde yaşatan bir ülke... Vietnam... Ve 30 Nisan 1975't e Vietkong'lann, Saygon'u ele geçirmesiyle emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine diz çöktürülerek halkların kurtuluşunun sağlandığı Vietnam... Fransız İşgali ve Kültür Sömürgeciliği: Vietnam halkı, Vietnam'ın haritadaki görüntüsünü, "her iki ucunda birer pirinç sepeti bulunan omuz sırığı"na

tavır / enternasyonalizm/ mayıs '99 / sayı: 12


benzetir. 4 bin yıllık tarihiyle Güneydoğu Asya'nın en eski ülkelerinden biri ve sömürgeci devletlerin hep gözdesi olmuştur. Yüzyıllar boyunca Çinliler, İngilizler, Hollandalılar, Fransızlar ve Portekizliler'in işgaline uğramış, ancak Vietnam halkı hiçbirini barındırmamıştır ülkesinde. Bağımsızlığını herşeyin üstünde tutmuştur. Yüzyıllar boyunca Vietnam topraklarım işgal eden bütün bu devletlerden sonra Fransızlar, çok daha güçlü saldırır Vietnam'a. 1860'lardan itibaren kurarlar sömürgeci düzenlerini. T arımdan güvenliğe, sağlıktan ekonomiye kadar tüm kurumları, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini denetimlerine geçirerek. Sömürgeciliğin ekonomik, siyasi, askeri ve aynı zamanda kültürel temellerini atarlar. Ulusal onurdan ve kültürden yoksun bir halkı sömürmenin daha rahat olduğunu emperyalistler iyi bilmektedirler. Bu nedenle Fransızlar bir yandan Vietnam'ı egemenliği altında tutabilmek için halka zulmederken, diğer yandan da Vietnam halkının kültürel değerlerini yoketmeye çalışır. İlk darbe eğitim ve dilde indirilir. 1862'de geleneksel Vietnam alfabesinin yerine Vietnam dilinin Latin alfabesiyle yazılışı olan "quoc ngu" uygulamaya konulur. Gazete ve kitaplar bu alfabeyle basılır. Ancak "auoc ngu" kısa sürede bağımsızlık ve ulusal kurtuluş fikirlerini yayma aracı haline gelir. 1903 yılında tüm öğrencilerin eğitimlerine devam edebilmeleri için Fransızca öğrenmeleri zorunlu hale getirilir. Ulusal dil ve tarih araştırmaları asgariye indirilir. Birçok araştırma kurumu açılır. Ancak bu kurumların araştırdıkları Vietnam'ın nasıl daha iyi sömürüleceğinden başka? bir şey değildir. Vietnam halkının en önde gelen taleplerinden biri, eğitimin Vietnamlılaştırılması ve yaygınlaştırılmasıdır. Çünkü, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının yüzde 90 olduğu Vietnam'da ortaokulların sayısı devrime kadar üçü geçmez. Vietnam halkı ül-

kesinin işgal edilmesine, zenginliklerinin, kültürel değerlerinin sömürülmesine hiçbir zaman sessiz kalmaz. Yüzyıllar boyunca ayaklanarak cevap verir sömürgecilere. Bu ayaklanmaların bazıları da sömürgeciliğe sessiz kalmayan aydın ve sanatçıların öncülüğünde gerçekleştirilir. Örneğin, 1885-1888 yıllan arasında Fransız sömürgeciliğine karşı "Aydınlar Ayaklanması" meydana gelir. Aydın ve sanatçılar hep halkın yanında, sürekli gelişip güçlenen ulusal kurtuluş hareketi içinde yeralırlar. Bunlardan biri yazar Nguyen Hang'dır. Nguyen Hang, Fransız sömürgecilerine ilk karşı çıkanlardan biridir. Onyedi yaşında, hapishanede başlamıştır yazmaya. Nguyen Dinh Chien 6-8'lik hece ölçüsüyle yazdığı "Luc Van Thien" adlı şiirinde, aşk ve bağlılık imgelerinin ardına sömürgecilere karşı nefreti saklar. Yine bu yıllarda sansür en kâtı haliyle uygulanmaktadır. Fransız sömürgeciliği döneminde kitapları sansüre uğrayan, yasaklanan aydınlar gizlenerek illegal koşularda kitap yazmaya devam ederler. Fransız emperyalistleri, 18 Haziran 1940^ta Hitler faşizmine teslim olup, ardından yerini bir anlamıyla Japon emperyalistlerine bırakana kadar, Vietnam'da her türlü zulmü, sömürüyü uygulamış, tek kazandığı Vietnam halkının öfkesi olmuştur. Vietnam Halkı Hochi Minh Önderliğinde özgürlüğe Yürüyor: 3 Şubat 1930'da Ho Chi Minh önderliğinde kurulmuştur Vietnam Komünist Partisi. T emmuz'da adı Çin Hindi Komünist Partisi olarak değiştirilmiştir. Yüzyılların kinini yüreğinde taşıyan Vietnam halkı, kurtuluş umudu olan Vietnam Komünist Partisini ve Ho Amca'yı sahiplenmiş ve onun önderliğinde bağımsızlığı için mücadele etmiştir. Fransız emperyalizmine karşı büyüyen öfke, 1940't an itibaren Japonlara Karşı Direnme Savaşı'na dönü-

tavır / yeşilçam filmleri / mayıs '99 / sayı: 12

şiir. Halkın tüm kesimlerini emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı savaştıracak olan cephe, Vietnam Bağımsızlık Birliği (VİETMİNH) 19 Mayıs 1941'de kurulur. Hemen ardından birçok bölgede kurulan "Ulusal Kurtuluş İçin Birlikler" ile, ülkemizdeki Halk Meclisleri örneğinde olduğu gibi halkın her kesiminin örgütlenmesi, kendi sorunlarına sahip çıkmaları, savaşa katılmaları hedeflenir. Aydın ve sanatçılar da "Ulusal Kurtuluş Kültür Örgütü" içinde örgütlenirler. 4 Haziran 1945't e milyonlar Vietnam Kurtuluş Ordusu'nu oluşturur ve 17 Ağustos'ta Ho Amca'n ın yayınladığı Genel Ayaklanma Çağrısı'yla Hanoi'y e hareket eder. 30 Ağustos günü Vietnam sokakları, caddeleri, meydanları "Doc Lap" (Bağımsızlık) ve "Tu Do" (Özgürlük) sloganlarıyla ve beş yıldızlı kızıl bayraklarla süslenir. 2 Eylül 1945'te Ho Amca, Hanoi'deki, Bo Dinh alanında yarım milyon Vietnamlı'y a "Bağımsızlık Bildirisi''n i okuyarak Vietnâm Demokratik Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilan eder. Devrimin İlk Kazanından Ve Fransız Emperyalizminin işgali: Halk iktidarı kurulmuştur kurulmasına ama, VİETMİNH ve devrimciler ülkenin Güney'inde oldukça güçsüzdür. Ve emperyalistlerin kar hırsı bürümüş gözleri Vietnam'ın üzerindedir. Daha aradan bir ay bile geçmeden Fransız emperyelizmi, İngilizlerin de desteğini alarak 23 Eylül 1945'te Güney Vietnam'ın en önemli kenti Saygon'u işgal eder. Demokratik Cumhuriyet’ in önünde zorlu görevler vardır: Kıtlığın önlenmesi, ulusal eğitim düzeninin kurulması, cehaletin yokedilmesi ve yeni bir kültürün yararatılması. Üstelik bu gö revlerin emperyalist işgale rağmen, emperyalizme karşı savaşla birlikte sürdürülmesi gerekmektedir. 1945 sonu, 1946 başında kıtlıkla mücadele başlatılır ve başarı sağlanır. 8 Eylül 1945't e Halk Eğirim Bakanlığı kurulur. Yüz bine yakın insan gönüllü öğretmenliğe yazılır. "Ceha-


lete Karşı Savaş Komiteleri örgütlenir. T apınak kulelerinden köy odalarına, fabrikalardan hastanelere, kuru bentlerden pazar yerlerine, ağaç gölgelerine kadar akla gelebilecek her yerdeyetmiş bini aşkın sınıf örgütlenir. Ey-lül 1945't en Eylül 1946'ya kadar, iki-, buçuk milyon insana okuma-yazma öğretilir. Sömürge düzeni boyunca . tüm ülkede geri plana itilmiş olan Vietnam dili, yüksek öğrenim de dahil her düzeyde uygulanır hale getirilir. Ho Chi Minh'in devrimci mücadelenin ilk yıllarında dağlık bölgelerde, sığmaklarda, mağaralarda kadrolara verdiği eğitim tarzı örnek alınarak planlı programlı bir eğitim politikası uygulanır, insanlar politik seviyelerine göre gruplara ayrılarak eğitime tabi t utulur. Eğitim düzeyinin genel olarak geri olması nedeniyle konular daha çok soru-cevap şeklinde işlenir. Eğitimin ilk aşaması "Ulusal bilincin canlandırılması"dır. Ho Chi Minh önderliğindeki devrimciler, halkı adım adım aydınlatır. Halka düşmanın emperyalizm ve işbirlikçileri olduğu öğretilir. Halkın savaşa katılımı sağlanır. Devrimin etkisi sadece işçi ve köylüler üzerinde de olmaz. Aydınlar ve sanatçılarda da köklü değişiklikler olmuştur. "Devrimden önce, ikimiz de şiir yazıyorduk. Alışılagelmiş konuları işleyen şiirlerdi bunlar; hayat, ölüm, aşk ve umut üzerine. Halkta meydana gelen büyük değişmeler ancak ayaklanmalardan sonra belirginleşmeye başladı. Bütün gücümüzle atıldık devrime. Mayakovski nasıl kendi devriminden söz ediyorsa, biz de kendi devrimimizi anlatıyorduk. Köylüler ve işçiler gibi yazarlar da tutsaklıktan kurtulup, özgürlüğe kavuştular, ölü değil, canlı insanlar haline geldiler.''(2) Sonuçta halk iktidarı, tüm zorlu koşullara ve emperyalist işgale rağmen iki büyük sınavdan başarıyla çıkar Halka pirinç ve e ğitim sağlanması. Emperyalist işgal 18 Mart 1946'da Fransız birliklerinin, Kuzey'deki baş-

kent Hanoi'ye girmesiyle sürdürülür. 25 Mayıs 1946'da Çin Hindi Komünist Partisi önderliğinde, Fransız emperyalizmine karşı olan bütün öreüt ve partilerin birleştiği Vietnam Halk Cephesi (LİEN VİET ) kurulur. Ho Amca şöyle seslenir Vietnam halkına: "(...) tüm Vietnamlılar Anayurdu savunmak için Fransız sömürgecilere karşt savaşlarını yükseltmelidirler. Tüfeği olanlar tüfeklerini, kılıcı olanlar kılıçlarını, kılıcı olmayanlar da çapalarını ya da sopalarını kullansınlar."'(3) Vietnam halkı Fransız emperyalizmine duyduğu öfkeyle Ho Amca'nın çağrısına büyük bir coşkuyla cevap verir. T üm halk tek vücut olup "Direnme Savaşı" boyunca hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan emperyalistlere karşı savaşır. Savaş ağırlıklı olarak Kuzey'de sürmektedir. Ve 1954 yılında General Giap komutasındaki Vietnam Kurtuluş Ordusu, Fransız birliklerini Dien Bien Phu Vadisi'nde bozguna uğratır ve Kuzey Vietnam emperyalistlerden temizlenir.

getirmek imkansızdır.' Bu noktada ABD emperyalizmi işbirlikçi Diem Hükümetini iktidara getirerek Güney Vietnam'da yeni sömürgeciliğin ilk adımlarım atmaya başlar. Ve Sosyalist Kuzey Vietnam'a saldırılarda kullanmak için bir üs yaratmaya çalışır. Diem Hükümeti, halka yönelik saldırılara başlamakta gecikmez. Baskıda, zulümde sınır' tanımayan Diem'e karşı Güney Vietnam'h devrimciler 1960 yılının basma kadar güçlü bir direniş için hazırlık yaparlar. 17 Ocak 1960'da Ben Tre eyaletinde başlayan bir ayaklanmayla Güney Vietnam Devrimi resmen başlamış olur. 20 Aralık 1960'da ise "Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi" (VIET KONG) kurulur, ikinci Direnme Savaşı ba şlamıştır artık. Halk uzun yıllar sürecek devrim yürüyüşünde savaşın en acımasız koşullarında yaşamayı öğrenecektir. Kısa bir süre sonra düşman bombardımanı altında sürmeye başlar yaşam.

Yankee 'lerin Güney Vietnam'ı Kuşatması Ve ikinci Direnme Savaşı Yılları: 26 Nisan 1954 yılında Cenevre Konferansı'y la, Kuzey ve Güney'in iki yıl içinde birleşmek üzere 17. paralel boyunca ayrılmasına karar verilir. Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği, Kamboçya, Laos, ABD, İngiltere ve Fransa'nın katıldığı konferans aynı zamanda Vietnam Demokratik Cumhuriyeti'n in uluslararası platformda tanınması anlamına da gelmektedir. Ancak bu Konferans'ın üzerinden iki ay bile geçmeden ABD, Fransa'dan Güney Vietnam'da milliyetçi, anti-komünist Ngo Dinh Diem'in başa geçirilmesini ister. ABD, Fransız emperyalizminin 1947'de yaptığı gibi açık bir işgal politikası izlemenin yanlışlığını görür. Eski yöntemlerle Vietnam halkına boyun eğdirmek, Vietnam'ı sömürge bir ülke haline

Bombardıman Altında Kültür Sanat: Çetin bir savaş verilir emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı. Savaş, kendi sanatım da yaratır. En ağır baskı koşullarında dahi, Vietkong çetecileri, sanatın devrimdeki rolünü bir an dahi unutmadan çalışırlar. Silahlı kuvvetlerin, Vietkong çetecilerinin başarısı, her zaman kültür-sanat alanındaki başarıyla birlikte değerlendirilir. Kadrolar, komutanlar sadece eylem yapmalarıyla devrimin görevlerini yerine getirmiş sayılmaz. Kadroların, kültür, bilim, ekonomi ve politika alanlarında da kapsamlı bilgilere sahip olmaları istenir. Çünkü, Vietnamlı devrimcilerin önünde, sadece düşman birliklerini imha etmek yoktur. Aynı zamanda yeniyi yaratmak, yeni kültürün, yeni-sosyalist insanın tohumlarını atmak Vietkong çetecilerinin asıl görevleri olarak görülür. Ülkenin birçok aydım, sanatçısı, savaşçıların içinden çıkar. T üm sa-

tav ır / enternasyonalizm/ mayıs '99 / sayı: 12


vaşçılardan kültürel-sanatsal üretimde bulunmaları istenir. Böylece yetenekli olanlar ortaya çıkarılır ve yetenekleri yönlendirilir. Aynı zamanda aydın ve sanatçılar da savaşın içindedirler. Sanatçılar sığınaklarda, tünellerde çetecilere şiirler okur, türküler söyler, ardından çetecilerle omuz omuza savaşırlar. T eknoloji harikası stüdyoları, büyük tiyatro salonları yoktur ama cangılları sahne, tünelleri stüdyo, köy meydanlarım konser salonu yaparlar. Ara vermeksizin sürdürülür devrimin kültür ve sanatı. Hava saldırıları, yokluklar, yoksulluklar içinde yaratıcılıkla, büyük fedakarlıklarla yürütülür faaliyetler. Kağıt sıkıntısı yüzünden kitaplar onyirmi binden fazla basılamaz. En değerli kitapların basımı bile elli bini bulmaz. Oysa bu kitaplar Vietnam halkı için çok yetersizdir. Basılan kitaplar çok kısa sürede tüketilir. Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (VİET KONG) resmi gazetesi de

aynı sorunla karşı karşıyadır. Gazete, Vietnam topraklarının derinliklerinde basılarak halka ulaştırılır. Matbaanın bulunduğu sığınağın etrafı en gelişmiş tuzaklarla çevrilmiştir. Matbaadaki her makinanın bir öyküsü vardır. Kimi, stratejik köycüklerden sökülen demir parçalarıyla, tren raylarıyla, kimi ise uçurulan köprülerin betonları arasından koparılan demir çubuklarla yapılmıştır. Matbaadaki kağıt ihtiyacını karşılamak için Vietkong savaşçıları elli kiloluk kağıtları altı ay boyunca yağmur altında, omuzlarına dek suyun içinde yürüyerek matbaaya getirirler. Ancak tüm bu zorluklara rağmen matbaa faaliyetine hiç ara verilmez, İngilizce ve Fransızca olarak ve iki renkli olarak günde beş bin adet basılır. "Kurtuluş Radyosu"nun da hemen her malzemesi düşmandan ele geçirilmiş, kilometrelerce yol yürünerek getirilmiştir. Stüdyo olarak kullandıkları yer ise ışığa hasret cangılda dik bir merdivenle inilen bir sıtav ır /enternasyonalizm / mayıs '99 /sayı: 12

ğınaktır. Günde dokuz kez savaş haberleri verilir, Vietkong'un savaş parolaları yayınlanır "Kurtuluş Radyosu"ndan. Vietnamlüann, Vietkong çetecilerinin bulunduğu her yerde emperyalizme karşı direniş bayrağı yükseklere kaldırılır. "Topraklarımızda çimen yeşerdikçe işgalcilere karşı direnecek insanımız eksik olmayacaktır." diyen eski bir Vietnamlı direnişçinin sözlerindeki gibi direnir, savaşa güç verir Vietnam halkı. ABD emperyalizmi her geçen gün daha fazla gücünü savaşa sürse de, bombardımanlarının şiddetini daha fazla arttırsa da savaşı kaybetmekten kurtulamaz. Savaş geliştikçe savaşın sanatı da gelişir. Savaşın olduğu her cephede, halkın olduğu her yerde geliştirilir devrimci kültür ve sanat. Bu cephelerden biri de stratejik köylerdir. Stratejik köyler Vietkong savaşçılarını halktan soyutlamak için 1960'larda kurulmuştur. Etrafı dikenli teller ve hendeklerle çevrilen hapishane ve toplama kampı olarak kulla-


dürülür kültür-sanat faaliyetleri. Vietkong birlikleri General Giap'm, 27 Aralık 1944't e kurulan Vietnam Propaganda ve Kurtuluş Birliği savaşçıları için söylediklerini örnek alırlar. General Giap seçme savaşçılardan oluşan bu birliği şöyle tanımlıyor: "Birliğin üyeleri uyanık ve cesur olmalıdır. Davranışları iyi olmalı, siyasal yönden bilinçli olmalı ve iyi silahlanmalıdırlar. (...) en ince ayrıntılara bile özen göstermelidirler. (...) şarkıları ritme mükemm el uymalıdır. Sözleri basit, ama neşeli ve akta, attığı sloganları uyumlu olmalıdır." (4) Vietkong'lar da, şarkı söyler gibi savaşırlar. Müziğin ritmi gibidir silah tarakaları. Milyonları peşlerinden sürükleyerek emperyalistlerin korkulu kabusları olurlar. Birlikler bir yandan düşmanla amansız bir savaş yürütür, şiddetli çatışmalar yaşarken diğer taraftan savaş görüntüleri un çuvalına gizlenmiş kamerayla kaydedilir.

nılan stratejik köylerde onbeş milyon köylü kalmıştır. Ancak "kukla hükümet" bu politikasında da başarılı olamamıştır. Vietkong çetecilerinin girememesi için alınan tüm önlemlere rağmen çeteciler tünellerle stratejik köylere ulaşır. Devrimin kültür-sanatı da çetecilerle birlikte girer stratejik köylere. Stratejik köylerde türkü, tiyatro ve dans toplulukları etkin olarak görev yapmıştır. T üm gereçlerini sırtlarına alıp, en tehlikeli bölgelerden geçen bu topluluklar stratejik köylerde her zaman büyük bir coşku ve güvenle karşılanmışlardır. Bölge halkı tarafından; "Ateşe dökülen yağ" olarak isimlendirilen topluluklar figürler ve hareketlerle bir karakola saldırma ve yoketme biçimlerini canlandırırlar.

Sürekli olarak bombalanan bölgelerde halk bu gruplardan öylesine etkilenir ki, bombardıman başladığından oyunu kesmemek için sığınaklara dahi girmez. Yeni kurtarılmış bölgelerde de faaliyet gösteren bu topluluklar halkı öylesine etkilenmişlerdir ki, köylüler oyundaki kahramanlarla birlikte ağlamış, gülmüş, coşmuştur. Amerikan askeri kılığına girmiş oyuncuları t aşlamışlardır. Oyuncular taşlanmaktan kurtulmak için oyundan önce halka şöylesi çağrılar yapmak zorunda kalmışlardır: "Amcalar, halalar, erkek ve kız kardeşler, karşınızda oynayacak olanların tümünün, zalim kuklalarla Amerikan askerlerini oynayanların da, vatansever olduklarını bildiririz." Vietkong birlikleri içinde de sürtav ır / enternasyonalizm / mayıs '99 / sayı: 12

Yine çok zor şartlarda "Kurtuluş Stüdyoları''n da, bu görüntülerle kısa metrajlı filmler üretilir. Bir keresinde, Amerikan uçaklarının bombardıman sırasında açık unutulan bir teybe yanlışlıkla kaydedilen seslerle film müziği yapılmıştır. Bu filmler uluslararası festivallerde gösterilmiş ve hakettiği beğeniyi almıştır. Yine cangılın orta yerinde parmaklarının ucuna kalkmış, balerinlerin provalarına sıkça rastlamak mümkündür. Vietnam'da en eski çağlardan beri olağanüstü zenginlikteki halk türküleri ve şiirleri de Vietkong çetecilerinin molalarını, talim aralarım süslemiştir. Bu aralarda Amerikalılardan ele geçirilen gitarlar eşliğinde türküler söylenir. Hayatın her alanında 6/8'lik ritimlere göre yazılmış halkın acısını, umudunu, özlemini, coşkusu-


nu, öfkesini ve kararlılığını ifade eden kısa türküler vardır. T iyatro da Vietkong çetecilerinin yaratıcılığıyla savaş koşullarına göre yeniden şekillendirilir. Yokluklar içerisinde gerçekleştirilen tiyatro oyunları petrolle yanan fenerlerin ışığında, perdeleri paraşütlerden kesilmiş, bambu sahnelerde oynanır. Bisiklet ziliyle perdelerin bittiği haber verilen oyunlarda, ABD uçaklarının hava saldırısı başlayınca sahnenin ışıkları söndürülür, tehlike geçince oyun kaldığı yerden devam eder. Savaş Halkın Geleneklerini, Kültürünü de Dönüştürüyor: Onyıllarca süren emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin ve bu müca dele içindeki kültür-sanat faaliyetlerinin halkın kültürel dönüşümüne etkileri de oldukça fazladır. Devrimci kültür, savaşın içinde geliştikçe yeni insanın tohumları da onunla birlikte her geçen gün daha da büyür. Vietnam Demokratik Halk Cephesi yazarlarından Xuan Dıeu, köylülerin kültürel-sanatsal gelişimini şu sözlerle ifade etmiştir: "Ülkemizde yepyeni bir okuyucu kitlesi doğmuştu. Müzikli tiyatronun klasik şiirleri ve şarkıları hiçbir zaman okulu olmamış köylerde bile biliniyordu artık. Yaşlı köylüler uyaklı destanları ezbere okuyorlardı. Şimdi bizim şiirlerimizi ve hikayelerimizi de öğreniyorlar. Her ay köylere gidiyoruz; yaptığıma toplantılarda en azından ikiyüz-üçyüz dinleyicimiz bulunur her zaman."(5) Devrimci mücadele halkın bilincinde de devrim yaratır. Halk, devrimcileri günden güne daha çok sahiplenir. Onları düşmana vermemek için türlü yöntemler geliştirir. Yaşlı kadınlardan ve genç kızlardan oluşan "Topuzlular Ordusu" bu yöntemlerde adeta uzmanlaşmıştır. "Topuzlular Ordusu"ndan birisi, gözaltına alınan insanları kurtarmak için polislere şöyle seslenir: "Gelin bakın, polis ... bir Vietkong yakalamış." Polislere hayranmış gibi, sevinçli bir ses tonuyla bağıran kızlar, polisin adım açığa çıkardığın-

dan polisler hemen gözaltına alınan insanı serbest bırakırlar. Stratejik köylerde genç kızlar akşamları karakolların yanında askerlere "Kayıkçının Çağrısı" adlı türküyü söylerler: "Kasabanı, evinin yanındaki salkım ağaçlarının kokusunu hatırla Bizimkine benzer bir kasabaydı Neden Öz anasının kümesine yılan sokanlardansın sen." ilk gecelerde söylenen türküleri karakollardan ateşlenen silah sesleri cevaplar. Ancak çok güzel söylenen bu türküler ilerleyen gecelerde karakol komutanlarını etkiler; "Bu akşam türkü söyleyen, Ly hanım olursa ateş etmeyin; sesini çok beğeniyorum." Bu türkülerle karakoldaki askerlere suçlu oldukları tekrar tekrar hatırlatılır. Sonraki akşamlar türkülerin yerini askerlere evlerine dönmelerini söyleyen çağrılar alır. "Asker Truong, Cephe senin bölgeni kurtardı. Ailene toprak dağıtıldı. Evine dönebilirsin. Amerikalılardan ayrıl. Tüfeğini de götür giderken. Kasabana dön." "...köyünün çocuğu asker Tam! Sen burada onlara hizmet ettiğin sırada Amerikalılar köyüne yangın bombaları attılar." Yaşlı kadınlar, genç kızlar bu yöntemle pekçok "kukla askeri" savaş dışı bırakmayı başarmışlardır. Kurtarılmış bölgelerde Vietkong'ların karakolları ele geçirme haberleri üzerine eğlenceler yapılır. Eğlencelerde en güzel yemekler, meyveler yenir. Genç kızlar ayrı ayrı en çok beğendikleri türküleri söylerler. T ek tek söylenen türkülerden sonra hep bir ağızdan savaşa ça ğrıyı, kararlılığı dile getiren türküler söylenir, işte bunlardan biri: "Güney Vietnamımız kinle dolup taşıyor, "Köylüler, işçiler kalkın! "Aydınlar kalkın! "Halkımızı kurtarmak için ayrılıyoruz yuvamızdan "Döneceğiz bir gün yeniden "Düşman kovulduktan sonra yalnız." Halkın gelenek ve göreneklerini de dönüştürür savaş yılları. Örneğin misafirliğe gidilen evlerde misafire ilk gösterilen şeyler güzel kazılmış, derin sığmaklardır. En güzel t üneller, sığınaklar övünç kaynağı olur. Misafirin can güvenliğini sağlamak misafirperverliğin gereğidir. Savaşta şehit tavı r / enternasvonalizm / mavı s '99 / savı: 12

düşen evlatlarının cenazelerine büyük önem verir Vietnam halkı. Ne kadar büyük zaferler kazanılsa, önemli üsler ele geçirilip düşmana büyük kayıplar verdirilse de ilk sordukları kendi şehitleridir yaşlı kadınların: "Bizimkilerden ölen var mı?". Analar evlatlarının cenazelerine saygılarının ifadesi olarak görkemli törenler yapar; "Köylüler onların son temizliğini yapmak için dayattılar. İri şamdanların ışığı altında yan yana uzatılmış arkadaşlarımız Cephe'nin renklerini taşıyan bir bayrakla örtülüydüler. Bir 'a sker anası' her bayrağı kaldırıp, tanımadığı her yüze bakarak sessizce ağlamaktaydı. Birinin gözlerinin açık kalmış olduğunu görünce kapattı. Ama gene kalktı göz kapakları. 'Uyu, uyu yavrum' diye mırıldandı kadın. Ölünün gözleri kapandı sonunda."(6) Halkın yüzlerce, binlerce yıllık gelenekleri, olumlu değerleri sahiplenilmiş, geliştirilmiş, devrim sonrasında da özenle korunmuştur. Örneğin; evlenen her çiftin düğün öncesinde "Ho Chi Minh Anıtı"nı ziyaret etmesi bir gelenek haline gelmiştir. Bu Vietnam halkının Ho Amca'sına duyduğu sevgi ve saygının ürünüdür. Yine halkın geleneksel sanat dalları da sahiplenilmiş tir. Vietnam'da önemli bir yeri olan geleneksel su kuklacılığı 1960'lı yılarda Kuzey Vietnam hükümeti tarafından "Ulusal Sanat" ilan edilmiştir. Yalnızca halkın geçmiş değerleri değil, onlarca yıl süren savaş yıllarında yaratılan değerler de devrimin himayesi altına alınmıştır. Savaş yıllarından kalmış ikiyüzkilometre uzunluğundaki yeraltı şehirleri, iki binden çok savaş malzemesinin tanıtıldığı müzeler, çeşitli kültürlerin senteziyle inşa edilmiş ve dünyada bir örneği daha olmayan evler ve tapınaklar bugün hala ilk günkü haliyle durmaktadır. Vietnam halkı bugün ülkelerine gelen turistleri bu yerlerde büyük bir gururla gezdirmektedir. Yankeelerin Bütün T eknik Gücü Ve Vahşetine Rağmen Vietnam Hal-


ki Zaferi Ho Amca'sına Armağan Etmiştin 1968 ilkbaharında Vietkong genel bir saldırı başlatır. Ardarda aldığı yenilgilerle "Vietnam sendromu"na giren ABD emperyalizmi, "sınırlı savaş"ının iflasım kabullenmek zorunda kalır ve savaşı "Vietnamhlaştırma'' yoluna gider. Bunun için, ABD Başkam Nbcon 14 Mayıs 1969'da "yabancı kuvvetlerin karşılıklı olarak çekilmesini, ateşkes yapılmasını ve Güney Vietnam'ın kendi kaderini tayin etme hakkının tanınmasını" önerir.(7) Ancak bu bir aldatmacadan ibarettir. ABD ordusu çekilirken bütün askeri-teknik gücünü Güney'deki işbirlikçi hükümetin hizmetine bırakır. Yani, artık savaşı kendi üniformasıyla değil, işbirlikçi hükümetinin ordusunun üniformasıyla sürdürecektir. Emperyalistlerin bu oyunu da Vietkong'un devrime ilerleyişini durduramaz. Bu arada Ho Chi Minh önderliğindeki Kuzey Vietnam, bir yandan Amerikan emperyalizminin fiziki ve psikolojik saldırılarım boşa çıkarırken, diğer yandan da Güney'deki savaşa büyük bir destek sunar. Halkın tümü seferber edilerek, düşmanla yüz yüze çarpışmalar yaşanır. Özellikle halkın, hava savunmasına doğrudan katılması sağlanır. Sadece iki yıllık bir sürede ABD'ye ait 2300 savaş uçağı düşürülür, pilotların bir kısmı tutsak alınır, birçok komando botu, savaş gemisi battırılır ya da tahrip edilir. Ho Chi Minh'in "Zafer ne kadar yakınlaşırsa, güçlükler de o kadar artar." sözünde ifadesini bulduğu şekliyle, Vietnam halkı zafere ulaşmak için her türlü zorluğa göğüs gererek, hiç bir fedakarlıktan kaçınmayarak hem savaşa, hem de üretime dört elle sarılır. Bunun sonucu olarak da ekonomi gelişir, tarımsal üretim artar. Haberleşme ve ulaşımda hiçbir kesinti olmadığı gibi, eğitim ve kültür-sanat faaliyetleri de sürdürülür. Çünkü, Kuzey Vietnam halkı, Güney'deki yurttaşlarına yapacakları desteğin aynı zamanda sosyalizmi geliştirmek oldu-

ğunun bilincindedir. Böylelikle Kuzey Vietnam ordusu ve halkı "Her Şey Cephe İçin, Her Şey Zafer İçin" sloganıyla gece gündüz ça ba harcayarak, "Büyük Cephe", yani Güney Vietnam için görevlerini yerine getirirler. Sonuçta, Vietkong önderliğindeki Güney Vietnam halkının kahramanca mücadelesi sonucunda ABD'nin imha savaşı bozguna uğratılır. ABD, Saygon'daki Amerikalılara geri dönme emri verir. Vietkong 18 Nisan 1975't eki "Ho Chi Minh Harekatı" ile Saygon'a saldırır. Ve 30 Nisan 1975'te Saygon ele geçirilir. 1976 Temmuz'unda ise Kuzey ve Güney Vietnam birleşir ve "Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti" kurulur. Vie tnam Halkı Sosyalizm De ğe rlerini Sahiplendiği Süre ce Empe ryalizm Amacına Ulaşamayacaktır: Emperyalist haydutlar Vietnam'da halkın üzerine yağdırdıkları binlerce ton bombaya, halka yaptıkları işkencelere, 14 milyona yakın Vietnamlıyı katletmesine rağmen Ho Amca'nm önderliğindeki Vietnam halkının devrim yürüyüşünü durduramamışlardır. Halk emperyalistleri ülkelerinden atıp, "Anayurdu" birleştirerek, ezilen dünya halklarına önemli bir miras bırakmıştır. Bu emperyalizmin yenileceği olgusudur. Bugün on yıllar geçmesine rağmen, hala emperyalistlerin korkulu düşüdür Vietnam. Irak ve son olarak Yugoslavya'ya yapılması düşünülen kara harekatında bile, emperyalistleri en çok düşündüren Vietnam'da yaşadıkları bozgun, "Vietnam sendromu"dur. Bun nedenledir ki, emperyalistler hiçbir zaman rahat bırakmamıştır Vietnam halkını... 70 yıllık Sovyet sosyalizmim ve daha pek çok ülkede sosyalizmi tasfiye eden emperyalizm pusudadır. Her zaafı, zayıflığı lehine değerlendirmek istiyor, değerlendiriyor. Artık tek başına veya yanına aldığı suç ortaklarıyla halklara saldırıyor ABD emperyalizmi. tav ır /enternasyonalizm / mayıs '99 / sayı: 12

Vietnam halkından yediği tokadı unutmayan emperyalizm en fazla da burjuva değer ve ilişkileri geliştirerek halkı teslim alıyor. Vietnam halkı bugüne kadar ekonomik, siyasi, askeri saldırılarla birikte emperyalist yoz kültür bombardımanına da tutulmuştur. Emperyalizm, sosyalizmin ve halkın kültürel değerlerine saldırıp emperyalist yoz kültürü egemen kılmak için olmadık yöntemlere girişmiştir. Örneğin 30 yıl öncesinin pop gruplarından ABBA'nın Vietnam'da çok sevildiğim öğrenen İsveçliler, Vietnam'a ABBA grubunu taklit eden "Arrival" müzik grubunu göndermiştir. Vietnam'ı bugün hala boyunduruğu altına alamayan emperyalizm, işbirlikçileri eliyle "kültürü" ve "sanatıyla" girip yoz kültürünü egemen hale getirmeye, sosyalizmin değerlerini, erdemlerini çürütmeye çalışmaktadır. ABD Büyükelçiliği'nin açılması, emperyalist kültürün Cola'yla, fuhuşla, turizmle sokulmaya çalışılması bunun kimi örnekleridir. T üm bunlara karşın, Vietnam halkı emperyalizmin yoz kültürünü reddetmeli, sosyalizmin değerlerine sahip çıkmalıdır. Vietnam halkı fedakarlıklarla, yaratıcılık ve kahramanlık örnekleriyle, yokluklar içinde zaferler kazanarak gerçekleştirdiği Vietnam Devrimi'n e ve yaratılan sosyalist kültüre sahip çıktıkça emperyalistlerin çabalan başa çıkacaktır. Aksi, onca yaşanan acıların sonunda gerçekleştirilen devrimin ve devrimin kazanımlarının emperyalizme ve işbirlikçilerine teslim edilmesini getirecektir. Dipnotlar 1) Madeleine Rıffaud, Vietkong Çetecileri Arasında, May Yayınlan, Syf :17 2) Kültür ve Sanatta Tavır, Aralık 1992, Sayı:22, Syf :35 3) Vietnam Savaşıyor, Syf :101 4) Vietnam Kazanacak 5) Kültür ve Sanatta Tavır, Aralık 1992, Sayı:22, Syf :35-36 6) Madeleine Rıff aud, 'Vietkong Çetecileri Arasında, May Yayınlan, Syf :191 7) Sosyalizm Ansiklopedisi, Syf:1214


Bir Hal Geldi ki Başıma Geçen akşam bizim sokakta baktım mahalleli toplanmış Ayşe Hanım tutmuş oğlunu elinden, Ahmet karısını takmış koluna kız, kızan, kadın, erkek çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes bir arada,

İ^;V:

yazan elin elleri. Sen ne diyorsun emmi! Bu ne biçim adalet bu ne şekil özgürlük bu ne çeşit demokrasi? Tokmağı eller vursun davulu sen sırtla olur mu böyle dava?! Hele gel bir bakalım çık bir şuraya...

Çağırdılar, gittim. Keşke gitmez olaydım! , Yok, yok... Gitmişim iyi ki de. Sormayın, başıma bir bal geldi de biraz iyi biraz fena sanki bu yaşımda düştüğüm kara sevda.

Derken dostlar o dakka bendimi yukarda buldum. O çıktığım yer benim kürsümmüş güya. Duraladım birazcık, şöyle bir kuruldum.

Aldılar beni. -İşte, dediler, bu meydan senin bu şehir senin, bu sokak senin bu kalabalık hep senin gibi. Bundan böyle biz deriz ki; kendi ellerimizle yazalım kendi kaderimizi. Etmeyin çocuklar, eylemeyin çocuklar anacım eylemeyin aman bacım eyleme eylemeyin komşular. Çizgi bile çizmemişim ben kendi başıma yazılmışı yeni baştan nasıl yazayım? nasıl diyeyim ki: "ben bundan böyle..." es tövbe tövbe! Günaha sokmayın beni suça teşvik etmeyin... dedim de anlatamadım. Tutturdular: -Kader senin kaderin

-Konuş amca konuş! -Anlat derdini!.. Bizde dert gani, başladım anlatmaya: Yaşamak en büyük dert yemesi dert içmesi dert çay, ekmek, katık kıza defter, oğlana harçlık hanıma papuç gerek anama fistan gerek bir de ceryan, tüpgaz, su gün boyu ağız kokusu... -Peki sendika-sanduka? Ne gezer! -Peki ya grev-mrev? Ne gezer! Herifçioğlu çalıp çırpmış bir güzel olmuş mu büyük baş? Beriki demiş "bu nasıl düzen?" atmışlar mı hapise? Sıkıysa sen de söyle!

tav ır / şiir / mayıs'99 / sayı: 12


Yahu çok şey mi istemiş, ne istemiş? - Adalet/ Sanki kendi için mi istemiş, kim için istemiş? - Halk için! Peki kötü şey mi demiş, ne demiş? Hak! Ulan deyyus, ulan namussuz, ulan alçak!.. Tükürdüm bir güzel suratlarına... Anlattım ben bir güzel söyledim en bir güzel dilledim ben bir güzel. Karşımda kalabalık ardımda kalabalık sağım-solum kalabalık kalabalık içinde alkış tutan mı dersin, horon tepen mi dersin halay çeken mi dersin, ateş yakan mı dersin. Valla aşkolsun size çocuklar komşular aşkolsun billahi aşkolsun be! Bunca yıldır yaşarım da bu memlekette kardeşim, biri de çıkıp demedi ki: - Şu taşı surdan alıp şuraya koysak mı ki? Sen ne dersin, böyle durmasa da şöyle mi dursa? E aşkolsun çocuklar nerden gelir aklınıza: "nasıl bir ülke ister"miş amcanız... Amcanız ah amcanız ah amcanız varolmuş da yaşamamış amcanız "sen ne dersin?" sorulmamış amcanız öyle bir şey dediniz ki amcanıza ah gülsem mi ağlasam mı? şaşırdım billah.

Biz kendimiz alacakmışız da kendimiz yönetecekmişiz tsteyecekmişiz de hep böyle sokağa çıkacakmışız da memleket özgür olacakmış güzel olacakmış biz hep böyle mtş mışız da, memleket ecekmiş acakmtş! Kış geldi evlat kış! Odun derdi kömür derdi yollar çamur, iş uzak Yağmur yağar sel olur koca sokak göl olur sizin garip amcanız bakar bakar del olur. Bırakın hele şu mış mışları... Yahu bu gençler çok yırtıcı, yahu bu komşular çok yaman yahu bu millete ne olmuş böyle? Onu da biz isteyecekmişiz de yapacakmışız da alacakmışız! Biz neymişiz be!.. İşte böyle dostlar bir hal geldi ki başıma geçen akşam bizim orda, ne siz sorun ne ben söyleyim -sormasanız da söylerim ya!-Bana bir haller oldu... Dedim: Ulan bal gibi de yaparım ben de yaparım ulan ben de isterim de ben de çıkarım ulan benimki can da elinki patlıcan mı? ulan benim herkesten neyim eksik? Ağız yerinde dil yerinde yumruk yerinde hele bir de yürek ki maşallah mangal gibi! Mert de ben yiğit de ben. Dertlerse benim derdim derman da merhem de ben.

Ben çok şey isterim de kim verecek çocuklar? Sizde gönül zengin de kese tamtakır. Memleket yağlı ballı bize kim bırakır? Dedim de anlatamadım... Bu çocuklar çok şey vallahi her bir şeyden anlıyorlar da bir bundan çakmıyorlar.

Yürürüm alimallah alırım alimallah tutarım alimallah yakarım alimallah! Bu kaderi bozar doğru düzgün yazarım tutarım bu çarkları tersine dönderirim.

-Kimse bize vermez amca... diye tutturdular.

... Vakit geldi artık söndür ışığı banım kalk eyleme gidelim...

tavır/sllr/m ayıs ‘99/sayı:12


Taziyede n

eçtiğimiz Nisan ayında düzenlenen ve 2 Mayıs't a sona eren ve organizasyonu Mayıs ayı ortalarına dek devam eden İstanbul ve Ankara Film Festivalleri'nin en gözde bölümü İran Sineması filmleri oldu. Bu yıl İstanbul Film Festivali' nde İran sinemasına hatırı sayılır bir bölüm ayrılmıştı. Ayrıca, organizasyonuna sonunda İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'ye Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilmesi yine festivalin önemli bölümlerin dendir. Peki ne oldu da İran filmleri böyle ani bir şekilde değere bindi? Sadece İstanbul ve Ankara festivallerinde değil tüm dünyada İran sinemasına şu günlerde ilgi doğuyor. Yıllardır İran'a çeşitli ambargolar uygulayan Amerika'da bazı İran filmleri 150'y e yakın sinemada gösterime giriyor. İran filmleri katıldıkları festivallerden ödüller toplayıp dönüyor. Basın, sinema eleştirmenleri bu ülke sinemasına övgüler düz üyor. Bu ülke sineması neden, birden kıymete bindi? İran sineması hangi süreçlerden geçerek bu noktaya geldi ve bu ilgiyi doğuran sebep nedir? Basının günlerce yazdığı ama yüzeysellikten öteye geçmeyen aktarmalardan öteye götürmediği İran sinemasının gelişimi ve aşamaları üzerinde durmak gerekirse neler söylemek gerekir? Bu yazımızda kısa başlıklar altında bu noktalara eğilmek

istiyoruz. 1979 İslam Devrimi Öncesi İran Sineması Bu bölüme, İran'a sinemanın ilk girişiyle başlayacak olursak bu girişimin saraydan başlayan bir hamleyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Kaçar Hanedanı Muzarefeddin Şah'ın, 1900 yılında Fransa'ya yaptığı bir gezi sırasında kendisine yapıtavır / iran sineması / mayıs '99 / sayı: 12

lan bir film gösteriminden etkilenmesi ve bu sinema makinesinden satın alınması talimatını vermesiyle başlar İran'da sinemanın macerası. Batılılar tarafından saraya hediye edilen bu makina ile Şah'ın ölümüne dek kendisine özel gösterimler yapılmıştır. Bununla birlikte, ülkeyi verimli bir pazar olarak gören batılılar, dönemin iktidarın politikalarıyla birlikte ülkeyi batılılaştırma perspekti-


rın gizli servis SAVAK tarafından çıkarıldığı açığa çıkmıştır. (1) İran Sineması T arihi yazan Cemal Ümit, bunun askeri bir darbeye ortam hazırlamak üzere düzenlendiğini iddia eder. İran sinemasının sektörel açıdan da çalkantılı bir dönem yaşadığı günlerde İran'da da politik olarak çalkantılı bir süreç yaşanıyordu. İran'ı 1979 İslam Devrimi'ne götüren süreçte Iran Sineması dibe vurmuş, bundan da öte varlığının doğruluğu tartışılır bir noktaya gelmişti. İslam Devrimi ve İran Sinemasına Etkileri

fiyle ele aldılar. Yine saray eliyle yukarıdan aşağıya dayatmayla bu oluşum İran'a sokuldu. Bu dönemde gerek yapım şirketleri, gerek salon sahipleri aslen yabancılardan oluşuyordu. İlerleyen dönemle birlikte ülkemizle benzer bir gelişme seyreden İran sineması sektörü asıl olarak emperyalist tekellerin denetimi altına girdi Yerli filmlerin yapılma koşulları çok sınırlıydı. Yapılanlar da gösterim şansı bulamıyordu. Buna bir dönem yapılan Hint-Mısır filmleri taklidi Farsi filmleri eklemezsek, İran'da yerli filmlerin gelişim seyri bu dönemlerde çok durağandır. Özellikle 1970lerde tüm Avrupa'daki seks filmleri furyası İran'ı da vurmuştur. Yabana seks filmlerine ardına kadar açılan kapılar, bu filmlere rekabet etme amacı taşıyan yerli yapımcıları da bu alana yöneltti 1975-76 arasındaki bir yıllık dönemde bu ülkeye giren çoğu seks filmi olmak üzere yabana filmlerin sayısı 900'ü buluyordu, İslam Devrimi'nden önceki son iki yıla geldiğinde yerli film sektörü artık dibe vur-

muştu. Sinemalardaki bu düzeysizleşme, ülkenin batılılaşmaya fütursuzca açılması İran'daki İslami kesimlerin tepkisine neden oluyordu. Batı t üketim kültürünün ve ahlaki dejenerasyonun ban halkına empoze edilmeye çalışılması sinemanın bu kesimler tarafından haram ilan edilmesine neden olumuştu. Ülkenin birçok yerinde sinemalar İslama çevreler tarafından protesto ediliyordu. Bu gelişmeler yaşanırken iran'da sinemalara yönelik ilk şiddet girişimi gelişti ve kardı bir şekilde sonuçlandı. 19 Ağustos 1978'de, Abadan'da Raks Sineması'nda "Geyikler 0 isimli film gösterilirken yangın çıktı ve 600 kişi öldü. Bu olaydan sonra bir günlük genel yas ilan edildi. Üç gün sonra da hükümet istifa etti. Sonraki günlerde T ahran'da 25'den fazla sinema salonu yakıldı. Şah rejimi bu yangım islamcıların çıkardığını iddia e derken İslamcılar bunu kabul etmiyor, halkın servetine yönelik eylemler düzenlemeyeceklerini belirtiyorlardı. Sonraki günlerde bu yangınlatav ır / iran sineması / mayıs '99 / sayı: 12

1979 yılında İran'da gerçekleşen İslam Devrimi sonrası, sinemacılar meslek hayatlarının geleceği konusunda oldukça karamsardılar. Öyle ya, ulema adıyla anılan mollalar heryerde sinemanın haram olduğu yönünde fetvalar veriyorlardı. Yakılan sinemalar da bu kaygılara tuz-biber ekiyordu. Seks filmleri gösteren sinemalar, devrim sırasında, devrime katılanlar tarafından birer birer yakılıyordu. Bu süreçte birçok sinemacı, yönetmen batıya göç etti. Devrimle birlikte iktidarı alan mollalar sinemaların faaliyetlerini durdurdular. Fakat bu bir geçiş döneminin ilk adımıydı. Bu kararın bir ay sonrası, kurulan Kültür Bakanlığı sinemaların tekrar açılmasına karar verdi. Sinemalarda oynayacak filmleri tespit etmek için de bir komisyon kuruldu. Fakat bu gelişmelerle birlikte 1983'e kadar İran sinemasındaki belirsizlik devam etti. Birkaç yönetmen dışında kimse film yapmaya cesaret edemiyordu. 1985 yılından sonra İslami Kültür ve İrşad Bakanlığı, ülkede sinema


sektörünün oluşması için yabancı filmler karşısında yerli yapımlara destek verdi. Gençler sinemaya teşvik edildi. Bu kararların en önemlisi ise Amerikan filmlerine konan yasak oldu. Bu orta vadede İran seyircisini Amerikan film alışkanlıklarından kurtarmaya yaradı. Devrim sonrası önce ideolojik olarak değerlendirilen filmler, devrimin kurumsallaşmasıyla birlikte sanatsal düzeyleri öncelikli ele alınarak değerlendirilmeye başlandı. Bu filmlerin gösterileceği salonlar da buna göre sınıflandırıldı. 1986 yılı ile birlikte de dünya kamuoyuna açılma perspektifi ile İran filmlerinin uluslararası festivallere katılması yönünde girişimler başlatıldı. Tabi, ilk girişimler hayal kırıklığı ile sonuçlanıyordu. Emperyalist ülkelerin, İran'a yönelik ambargo kampanyaları sadece ticaretle sınırlı değildi kuşkusuz; ambargo sanat alanında da kendini kuvvetli bir biçimde hissettiriyordu.1989 yılında İstanbul film festivaline karılan ve Altın Lale Odülü'nü kazanan Said Ibrahimfer'in Nar ve Ney isimli filmi bu ambargoyu kırmada önemli bir adım olmuştur diyebiliriz. Iran filmlerin dışa açıldığı dönemlerde Amerika, bu filmlerin festivallerde ve Amerikan kültür merkezlerinde gösterimi yasaklanmışta-. 1992'de ABD Dışişleri Bakanlığı, New York Lincoln Kültür Merkezi Film Dairesi'n e, İran Filmleri Festivali'ni yasaklatmak için büyük baskılar yapmıştır. Görülüyor ki, tüm dünyada film tekelleri kuran, sömürdüğü ülkeleri her açıdan kendine bağlayan, o ülkelerin bütün kültürel değerlerini yerle bir eden emperyalizm, filizlenen en ufak karşı kültüre de tahammül edememektedir. Iran Sinemasının Dili ve Başarısı Iran sinemasını, ülkesi hakkında bunca olumsuz yargı gelişmişken dünya çapında -ticari değü- başarılı kılan şey nedir, sorusu akıllara takıla-

caktır kuşkusuz. Hem de batı kökenli bir sanat akımının "gerici" diye tanımlanan bir iktidarın bulunduğu bir ülkede böylesine başarılı işlenişinin ardında doğan etken nedir? Doğu kültürünün ve sanatlarının bulunduğu bir ülkede böylesine başarılı bir şekilde harmanlanması esası belirleyici etkendir. Bir de duru, dingin, inşam ve hayatı esas alan anlatım dilinin sinema dili olarak benimsenmesi bu başarıda etkendir. Özellikle Amerikan sinemasının yapay, gerçekdışı, zihinleri bulandırmadan başka bir işlevi olmayan aksiyon filmleriyle karşılaştırıldığında; en karamsar konulara bile sunduğu umut ışığı ve inşam esas alan diliyle bu filmler sinemanın unutulan gerçek tadım hatırlatmaktadır. Asıl olarak Avrupa sinemasına özgü olan bu dili İranlı yönetmenler kendi kültürleriyle biçimlendirmeyi bilmiş ve başarılı olmuşlardır. Kapitalist dünyanın televizyonlar kanalıyla en ücra köşelere dek ulaştığı, yoğun bir ahlaki dejenarasyonu böylece kampanya haline getirdiği dünyamızda, yaşantılarıyla sıradan, edilgen insanlar yaratmak artık öncelikli prensip olmuştur. Iran sineması ise bunun karşısında ilkeli ve doğru bir hat tutturmuş, gerçeği olayların örgüsünde silikleştire-rek seyirciyi dışlamaktan uzak, yalın ve düşünceleri harekete geçiren dili sinemada uygulayama koymuştur. İran sinemasının konulan ne olursa olsun temel felsefesi "arayış"tır der-

tavır / iran sineması / mayıs '99 / sayı: 12

sek sanırız abartmış olmayız. 1996 yapımı bir film olan Gebbe (Muhsin Mahmelbaf), görsel bir gazel olarak nitelendirilmektedir. Bu yazıyı hazırlarken de yararlandığımız, oldukça başardı bir çalışma ortaya koyan Cihan Aktaş ise, İran sinemasını "şarlan şiiri" diyerek tanımlamaktadır. Yine Kiyarüstemi'nin Kiraz'ın T adı filmi bu arayışın ve dilin başardı kullanımının en usta uygulayıcısı olarak dünyanın en iyi yönetmenleri arasında gösterilmektedir. İran sinemasına etkide bulunan en büyük akün islamiyet içerisinde kendi meşruluğunu kazanan T aziye oyunlarıdır. Burjuva gazetelerde İran sineması üzerine yazılar yazan hemen hemen bütün yazarlar bu etkilenmeyi ve gerçeği görmeksizin ele alıyor İran filmleri ve yönetmenlerini. Bu da aslında bilinçsizliğin bilinçlenmesi denecek bir durumdur. Bilinçsizdir; çünkü Iran sinemasını izler, beğenir ama tüm bunları bir batılı gözüyle yorumlar arka plana in-


mek istemez. Bilinçlidir; çünkü zaten bunları araştırmak ve ortaya koymak doğunun, o aşağılanan doğunun kültürel değerleriyle yüzyüze gelmektir. Bu gerçeği yansıtmak yerine başarıyı ve sinema dilini kişilere indirgeyerek ele almayı sever. Çünkü batının yorumu böyledir. Herşeyi bireylerin başarısıyla açıklamaya kalkmak ve onu böylece bir yere oturtmak bu kampta yeralan herkesin işine gelmektedir. Sözümüzü böldüğümüz yerden devam edecek olursak; Cihan Aktaş'ın "Şark'ın Şiiri Iran Sineması" isimli kitabında belirttiği üzere, araştırmacılar ve sinema tarihi yazarları Iran geleneksel oyunlarının sinemaya temel oluşturduğunu belirtiyorlar. Cemal Ümit, Kerbela olayının, bir perde üzerine yerleştirilen büyük resimler anlatılması olan perdedariyi bir tür sesli sinema olarak nitilendirir. Özellikle islam Devrimi sonrasında, her ne kadar eski talebi kalmasa da T aziye ve sinema karşılıklı etküenim içinde bulunmuşlardır. Daha önceleri taziyelerde kadınları, onların kılığına giren erkekler canlandırırken sinemada kadının yer almasıyla taziyelerde de kadınların yer almasında sakınca görülmemeye başlamıştır. Kuşkusuz, Iran sineması'nın kökenleri, başarılan, problemleri üzerine daha çokça yazılabilir. Bizim temel amacımız, son dönemde adından böyle sıkça sözettiren İran sinemasının gelişimi temel başlıklar altında size sunmaktadır. Yoksa, halen dini çevreler tarafından sinemanın işlevinden detaylarına birçok şey İran’da tartışılmaktadır. Ama bizim açımızdan konuya yaklaşıldığında temel olan nokta bu ülke yönetmenlerinin, iktidarın kültüre bakarken yola nasıl kendi değerlerinden çıktığı ve bunu nasıl bambaşka bir çehreye büründürdükleridir. Bu, sinemada, müzikte, tiyatroda, resimde... sanatın her alanında geçerli olabilecek bir perspektiftir. iran'daki iktidarı gerici diyerek, silip atabilirsiniz ama o zaman övgü-

ler dizilen Iran sinemasının gelişimini tam olarak kavramamız mümkün değildir. Asıl olarak bu deneyimlerden bizim sinemacılarımız nasıl bir ders çıkaracaktır. Hergün toprağından uzaklaşan taklitçi bir Hollywood zihniyetiyle film yapmaya soyunan, popülizmi göklere çıkartan yönetmenlerimiz öncelikle Iran sinemasını incelemeli ve gerekli dersleri çıkarmalıdır. tavır / iran sineması / mayıs '99 / sayı: 12

(1) Radikal Gazetesi Cumartesi ekinde Iran sinemasına ilişkin bir yazı yazan Banu Bozdemir, Raks sineması yangını hakkında eksik ve yüzeysel bilgilere sahip olduğunu göstermiştir, olayın acı yara, bu yalan-yanlış bilgileriyle okurlarını da yanlış bilgilendirmektedir, işte olayları çarpıtan, yüzeysel yaklaşımlar diyerek eleştirdiğimiz yaklaşım tarzının somut örneği budur. Kaynak: Şarkın Şiiri Iran Sineması Cihan Aktaş (Nehir Yayınlan)


Lanet Olası Asalaklar

B

ardaktan boşaltırcasına yağan yağmurdan zar zor kurtulup kendini kahvehanenin içine atabildi. İçelli girdiğinde sırılsıklam olmuş ceketini, sırtına yapışmış gibi hissetti. Kahvehane, yağmurdan olsa gerek, tıklım tıklım doluydu, içeridekilerin çoğunun üstünü kuru görünce, "müdavimleri bol bir kahvehane" diye geçirdi içinden. Yine de kendisi gibi sırılsıklam olanlar da yok değildi. Mustafa, BOSSA T ekstil Fabrikasında yeni çalışmaya başlamış bir işçiydi. Kahvehanedeki koyulaşmış sohbet havasını bozmaktan korkarcasına, cam kenarında tek başına duran tahta sandalyeye yöneldi. Oturmadan önce, bozuk para kesesiyle dolaşan çaya çocuğa seslendi ve bir bardak çay getirmesini istedi. O gün çok çay içmişti, ama içi buz gibiydi; ısınmak için çay iyi gelirdi. Üst tarafından dönüp duran aspiratöre takıldı gözleri bir an. Aspiratör, kahvede en hızlı çalışan çenelerden bile hızlıydı. Fakat ne içeri girer girmez üstüne sinen sigara kokusunu dışarı atmaya yetiyor, ne de her biri başka alemde olan insanların konuşmalarına galip geliyordu. 6u gülüşmeler, bağrışmalar sırasında en suskun gibi görünen yine aspiratördü. İçeri arı kovanım andırırcasına süren uğultuya, televizyondan gelen gümbür gümbür müzik sesi eşlik ediyordu. Hemen yanındaki masada, tiplerinden görmüş, geçirmiş oldukları belli olan yaşları hayli ilerlemiş insanlar oturuyordu. Onların yanındaki masada ise kağıt oynayan gençler vardı. Kendi dünyalarına dalmışlardı. Bir konuşuyor, bir susuyor, bir coşup kahkaha atıyor, bir kederleniyorlardı. Çaycıdan çayı aldığında çoktan

camdan dışarıyı seyretmeye dalmıştı bile. Yağmur, sokakları boşaltmış, ıssızlaştırmıştı sanki. Ara ara karşı caddeden patinaj yapmaktan zorlandığı belli olan araçlar geçiyordu. Yanaklarım cama iyice dayayarak görebildiği en uzak yeri görmeye çalıştı. Çocuklar, zengin birilerine ait olduğu belli olan bir evin bahçe duvarının önünde toplanmış, duvarın üzerinden dışarı sarkan dallardan portakal almaya uğraşıyorlardı. Boylan yetişmediği için, gerileyip gerileyip zıplamaları da hep boşa gidiyordu. Çocukları izledikçe keyifleniyor, daha iyi görmek için ağzından çıkan nefesle buğulanan camı siliyordu. Bu arada kahvede ani bir sessizlik olduğunu farketti. Az önce başlayan haberleri izleyen yanındaki masada bulunan ihtiyarlar, kahvedekilere bağırıp sessizliği sağlamışlardı. Haberleri sunan spiker, Adana BOSSA fabrikasına ilişkin bir haber veriyordu*. Spiker, kahvehanenin iki sokak ilerisindeki fabrikanın sahibi olan Sabancılar" in, dünya çapındaki krizden etkilendiğini, bu nedenle de aldıkları pek çok tedbirin yanı sıra, fabrikanın mallarım satmaya başladıklarım söylüyordu. Haber biter bitmez içerdekiler haber üzerine konuşmaya başladılar. "Kaç zamandır belliydi böyle olacağı" dedi orta boylu, temiz giyimli biri. "Müdür, patronların sıkıntıda olduğunu söyleyip duruyordu." İlerideki masada okey oynayanlardan esmer bir genç, böylesi durumlarda neler yaşanacağını kestiremediğinden- fabrikada çalışan babasının maaşının kesilip kesilmeyeceğini sordu deneyimli tekstil ustalarına. "Bilmem" dedi biri Öteki, "Bizim patronlar iyidir. Hem. '96'da cenazelerini biz kaldırdık. Bize bir şey dokunmaz." dedi Mustafa ilgisini çeken konuşmalatavır / işçiler / mayıs '99 / sayı: 12

rı dikkatle dinliyordu. Yan masadaki kısa boylu, kır saçlı ihtiyar kendinden emin, bir o kadar da öfkeli dinliyordu bu konuşmaları. "Cahiller!" dedi kısık sesle. Konuşmaya başlamasıyla birlikte, Mustafa da dahil hepsinin gözü O'na çevrildi "Pehh!" dedi ilk önce, derinden gelen hırıltılı sesiyle. "Patronlar iyiymiş! Hadi ordan! Kemik düşmanı, kuyruklu it seni." T ekstil ustası hoşnutsuz bir saygıyla suskun kaldı ihtiyarın sözleri karşısında. Herkes ağır ağır konuşan ihtiyara bakıyordu. İhtiyarın sözlerinin yarattığı gerginliği, elindeki t epsiyle çay dağıtan çaya bozdu: "Sinirlenme be Hacı Dayı, al bir çay iç." Sanki çaycıyı bekliyormuşçasına süren sessizlik, yerini önü alınmaz bir gürültü korosuna bıraktı. Haa Dayı, konuşmasını yan masada oyun oynayan gençlere yöneltti. Öfkesi dinmemişti. Gençler bir an önce oyuna kaldıkları yerden devam etmenin sabırsızlığında olsa da Haa Dayı'nın konuşmasına kulak vermek zorunda hissediyorlardı kendilerim. Mustafa, gözünü kır saçlı ihtiyardan ayırmıyordu, ihtiyar ağzından çıkan her sözcüğün üstüne basa basa sürdürdü konuşmasını. "Yine böyle bir Kasım ayıydı çocuklar, o zaman saçlarıma böyle aklar düşmemişti. Halim, vaktim yerindeydi anlayacağına. Esasında o yıl taa Haziran'da başlamıştı olaylar. Başta yine Demirel vardı. O zaman başbakandı. Biz, şimdi başında Bayram Meral'in olduğu Türk-îş'ten ayrılıp DİSK'e geçmek istiyorduk. Türk-İş hiçbir hakkımızı savunmuyordu. Sabana ne derse o da ayntsını söylüyordu. Neyse, sözleşme zamanı geldiğinde TEKSİF sendikası ile oturduk sözleşme masasına. Tabii biz işçiler olarak dayanamadıkhaklarırmzın böyle çalınmasına. Zaten eve iki ekmek götürecek para zar zor geçiyordu elimize. Dayanamadık çocuklar... O zaman şimdiki gün miydi?..


Btzim işçilerin her biri dağ gibiydi. Dayandık fabrikanın kapısına, daldık içeriye. Çok geçmedi fabrika elimizdeydi. O gün ve gece orada kaldık." "İşgal mi ettiniz fabrikayı?" diye sordu gençlerden biri. Sandalyesini çekip ihtiyarın yanına oturdu ve hayretle dinlemeye başladı. Diğerleri de oyunu unutmuş, Hacı Dayı'n ın anlattıklarını pür dikkat dinliyorlardı. Yaşlı adam; "He ya işgal tabii Bakma sen şimdi olmadığına. Biz o zamanlar... sorma gitsin. Neyse etraf polislerle, jandarmalarla doluydu. Biz durmadan slogan atıyor, türküler söylüyorduk. Fabrikanın karşısına buldozerler getirmişlerdi. Bizim işgalden önce Ekim ayında, İstanbul'da Gislavet Fabrikası'nda bir işgal olmuştu. Fabrikanın duvarlarını buldozerlerle yıkıp saldırmışlardı. Üstelik saldırıda bir işçi de ölmüştü... Hepimiz 'Olsun' dedik. 'Anasını satayım, öldükse öldük. Bu dünyaya kazık çakmaya gelmedik ya. Hiç değilse hakkımızı aradığımız için ölürüz. Bok yoluna gitmekten daha iyi!' Neyse, dedim ya, biz kararlıydık. Buldozerler motorları çalışıp duvarlara dayandığında kolkola girip iyice perçinlendik birbirimize." Mustafa, ihtiyarın konuşması kulaklarında, ısınmanın verdiği ağırlıkla çocuklara çevirdi başını, iki çocuk ellerini kenetleyerek durmuş, üçüncüsü diğerlerinin ellerine çıkmış, gözlerine vuran yağmura direnerek koynuna portakal dolduruyordu. Çocuklar zafere ulaşmıştı. Yukarıdaki çocuk, bazen yağmurdan nefessiz kalıp, göğe, portakal dallarına çevirdiği başım nefes almak için öne eğerek ellerini portakal dallarının üzerinde gezdiriyordu. "Polis, jandarma yetmiyormuş gibi, TEKSÎF"in köpeklerini de getirmişlerdi. Bir yandan saldırıyor, bir yandan uluyorlardı: 'Komünistlere ölüm!'' Başızın üzerinde kurşunlar vızıldıyordu. Attıkları gaz bombalarından birbirimizi görmez olmuştuk..." Çocuklar portakallarım almış, paylaşma işlemlerini yapıyorlardı. Portakalları toplayan, her birine birer tane verdikten sonra geri kalan üç taneyi dar olan pantolonun ceplerine sokuş-

turdu. Diğerleri, memnun kalmamış olacaklar ki, yeniden duvara yöneldiler. Biraz önce üste çıkan kenarda durup gülüyor, diğerlerine yardım etmiyordu. Beceriksizce yukarıya çıkan çocuk, portakala elini atar atmaz, kenarda duran çocuk ev sahibine duyurmak istercesine bağırmaya başladı. Çocuklar korkudan kenetledikleri ellerini aniden bıraktılar. Boşluğa düşen üstteki, ne olduğunu anlayamadan şaşkınlıktan kaçmaya başladı. Bağrışmaları duyan ev sahibi, elinde şemsiye, çocukların peşine düşmüştü bile. En önde, ilk yukarı çıkan çocuk, arkasında diğerleri kaçıyorlardı. Nefes nefese koşarlarken çocuklardan biri yağmur sularının biriktiği bir çukura düştü. Panik halinde yeniden ayağa kalkmaya çalışırken, korkudan ağlamaya başladı. Yemden koşmaya başladığında biraz önce birkaç adım ötesine kadar yaklaşan ev sahibinin, koşmaktan yorulduğunu, pes ettiğini farketti. Ev sahibi durduğu yerden çocuklara küfürler savuruyor, lanetler okuyordu. Çocuğun yüreği ferahlamışti... Mustafa, çocukların kurtulmalarına sevindi içten içe. Bir tek, ev sahibine bağırıp, arkadaşlarım ispiyonlayan çocuk, Mustafa'nın yüzünde beliren tebessümü gölgeledi. T emiz ama eski elbiselerinden, bu havada sokaklarda gezmelerinden, yoksul çocuklar oldukları anlaşılıyordu. "O portakallar herkesten çok, bu çocukların hakkı" diye düşündü. T ekrar Hacı Dayı'y a kulak verdi. "İçimizden 60 kişi hastaneye kaldtnldı. Hastaneye kaldırılanlar arasında ben de vardım. Jandarmanın jop darbelerinden kaşım yarılmıştı. 160 arkadaşımızı da gözaltına alıp her türlü işkenceyi yapmışlar. O zaman sene 1970 idi, fabrikanın sahipleri ise Sabancılar. Şimdi sene 1998, fabrika yine Sabancılar'in. Şimdi tek fark var o zamandan; zenginliklerine daha çok zenginlik kattılar... Hep bizim iliğimizi em erek..." Meraklı genç hemen söze atıldı. "Peki Hacı Dayı, hiç bir hak alamadınız mı?" "Alamadık evlat." dedi ihtiyar. tavır / isçiler / mayıs '99 / sayı: 12

"Ama biraz daha güçlü kenetlenseydik birbirimize, dışarıdan biraz destek görmüş olsaydık, almamamız için hiçbir neden olmazdı." "Desene, size gerekli destek yıllar sonra geldi." diye tekrar söze girdi genç. "Nasıl yani?" "İki yıl önce cenazesini kaldırdılar, unuttun mu?" Hep birlikte gülüştüler. Yüzü asılan tek kişi tekstil ustasıydı. "Unutulur mu hiç?" diye tekrar söze girdi ihtiyar. "Onlarca yaralının acısı, yıllardır içimi yakıp duruyordu. Yıllar sonra da olsa içim biraz soğudu, adalet yerini buldu." Ama Sabancılar vurmakla tükenmez. Ancak birlik olup onların saltanatını da mezara gömmek gerek." Mustafa başım çocukların biraz önce durduğu iki katlı lüks binanın önüne çevirdi. Önü bomboştu. Elin- , deki çay çoktan bitmişti. Çaya çocuğu çağırdı yanına, çayın parasını verdi. Kahvehaneden çıkmak için ayağa kalkarken "İyi günler Hacı Dayı" diye seslendi. Haa Dayı, konuşmasını bölen bu sese doğru yöneldi Hiç tanımadığı bu a damın sözlerine başıyla karşılık verdi. Kendi anlattıklarını dinleyen biri olduğunu anlamıştı bu gidenin. Kapıyı kapatıp çıkıncaya kadar, gözlerini ayırmadı Mustafa'nın üzerinden. Ardından kaldığı yerden anlatmaya devam etti. Karanlık, göğü kaplayan bulutlar yüzünden daha erken çökmüştü o gün. Sokak lambalarının ışığı hafif hafif çiseleyen yağmur damlacıklarını aydınlatıyordu. Mustafa hızlı adımlarla yürüyor, Haa Dayı'y ı ve çocukları düşünüyordu. BOSSA Fabrikası'nın önünden geçerken, yüzünü fabrikaya çevirdi. Haa Dayı'nın dudaklarından dökülen sözlerin etkisini üzerinden atamamıştı. Suya düşen çocuğun ağlaması bir kez daha burktu içini... Portakallar çocukların hakkıydı, örgütlenmekte işçilerin... Direnen işçilerin, saldırı sırasında aldığı yaralan düşündü en son... Önünde duran "BOSSA" tabelasına hınçla tükürdü ve "Lanet olası asalaklar" diye söylendi sesli sesli. Yağmur yeniden hızlanıyordu... □


E

skiden sadece gazete ve radyolarda olan reklamları, günümüzden 40-45 yıl ön-ce iki film arasında ya da T RT 'nin ana haber bülteninden Hava Durumu'na geçişlerde "Bir Reklam" olarak görüyorduk. Ancak günümüzde reklamlar televizyondan radyoya, radyodan gazeteye, sinemaya, sokak panolarına, dijital reklam panolarına kadar çok geniş bir alana sahip bir sektör haline geldi. Günümüz de bu sektör oldukça gelişmiş, hatta tekelleşmiştir. Peki yaşamımızın her alanında karşılaştığımız reklamlar, ülkemize nasıl geldi? Reklam kültürü, kapitalizmin rekabetçi kar hırsı sonucu oluşan bir sektördür. "Dilimize Fransızca 'Reclame' sözcüğünden geçen 'reklam', genel olarak kabul edilen tanımıyla, 'bir ürün, marka, kurum, görüş ya da.bir fikrin kitlelere iletilmesi amacıyla çeşitli mesajların bir bedel karşılığında, reklam verenin, kimliği bilinerek değişik mecralarda yayınlanması'dır. 'Reklam' sözcüğü iki dilde de 'dürüst olmayan ve kaba yöntemlerle ikna ve istismar edici' şeklinde bir ek anlama da sahiptir."(Reklamcılık-Süleyman Nebioğlu Cumhuriyet Dönemi T ürkiye Ansiklopedisi: cilt-6. sf:1656)

Reklamcılık, nasıl bir meslek, neleri dikkate alır, nasıl çalışır? Ana malzemesi, insandır ve psikoloji yöntemlerin her biçimini kullanır. Günün her saatinde tüketicinin ne yaptığı gözlemlenir ve ona uygun bir mesaj belirlenir. Böylece ürün tüketiciye sunulur. Reklamcılık anlayışına baktığımızda genel mantık, öncelikle ailemin, satılacak ürüne ihtiyacı olduğuna ikna edilmesidir. Ardından, reklamı yapılan malın markası verilir. Bu "ihtiyaç", bilimsel açıklamalarla da desteklenir. Örnek verecek olursak; temizlik maddeleri bilimsel laboratuarlarda test edilip onaylatılır. Doktor tipli insanlar konuşturulur. Sa ğlıksız görüntülerle hedef seçilen kitle için yönlendirme yapılır. Örneğin, bir evin mutfağı ya da oturma odası seçilir. Sağlıklı bir yaşam için buraların mikroplardan arındırılması gerektiği değişik şekillerde anlatılır. Ve temel soru izleyenin aklına yerleştirilir. Peki bu temizlik nasıl olacaktır? işte bu görüntülerin tümü insanın kafasında bu soruyu oluşturmak için verilir. Her taraf mikrop doludur. Ve reklamı yapılan ürün dışında hiçbir temizlik maddesi mikroplan öldürme gücüne sahip değildir. Bu düşünce görüntülerle de desteklenir. T üketici tav ır / tüketim kültürü / mayıs '99 / sayı: 12

buna inandırıldıktan sonra da piyasaya sürülen ürünün markası övülür. Bu sayede, aynı zamanda bir tüketim kültürü de yaratılır, ihtiyaç olmadığı halde reklamlardan dolayı ürünü satın almak zorunda kalırız. Peki sadece ürünler mi tüketiliyor? Reklamlarla bu düzenin kültürü ve ideolojisi yaydır. Bu nedenle de tüketilen yalnızca ürün değildir. Halk kültürü de, emperyalizmin yoz kültürü ve dejenerasyonu sayesinde tüketilmeye çalışılır. Bu nasıl oluyor? insanlarla her gün reklamlar aracılığıyla bir iletişim kurulur. Reklamlarla insanlara "bir yaşam biçimi" ve "yeni düşünceler" taşınır. Ancak taşman bu kültür kendi kültürümüz, halkın kültürü değildir. Bu tür reklamlarda bencillik "her şey birey için" mantığı, milliyetçilik, teşhircilik vardır. Bunları örneklendirecek olursak: Bir çok reklamda ön plana çıkarılanlara şöyle bir bakalım; "Her şey senin için", "yalnızca sana ait", "sana özel", "ben her şeyin en güzeline layığım" vb. Bu şekilde ürünün satılması sağlanırken, yozlaştırma politikası da gerçekleştirilir. Peki bu nasıl yapılır? Reklam filmindeki oyuncular, bize ait olmayan davranışlar ser-


gilerler. Havada zıplanır, eller havada şaklatılır, yürüyüş ve koşma tarzı değişiktir. Ayrıca saniyeler içinde aynı marka ürünü kullandıkları için bir görüşte birbirine aşık olan tipler geliverir görüntüye. Ama bu kadarla kalmaz. Reklamlarla daha fazla yoz kültür aşı-• lanmalıdır. En belirgin olanı teşhirciliktir. Cinsellik ön plana çıkar. Bir çok reklam türlerinde parfüm, şampuan, araba vb. yarı-çıplak kadın ve erkekler kullanılır. Reklamlar daha fazla nasıl dikkat çeker? Bir yanda, tanınmış "saygın" diye bilinen oyuncuları Haluk Bilginer, U ğur Yücel, Ferhan Şensoy, Derya Baykal; bir yanda son sürecin sanatçılarından, daha doğmamış bebeğin reklamını yapan, en kutsal analık değerini ayaklar altına alan Hülya Avşar gibileri, bir yanda da halktan insan tiplemeleri... Ev kadınları, yaşlı teyzeler, amcalar, jargon ağzıyla konuşanlar ve yöresel kıyafetler içinde köylü kadınları... Saydığımız bu tiplemeler dikkat çekmeyi sağlar. Bu, reklamların birinci başarısıdır. Başarıdır, çünkü inşam reklama bağlar, ikincisi; merak uyandırmasıdır. Bunu da görüntünün yanısıra birkaç çarpıcı söz ve davranışlarla yapar. Üçüncüsü; reklamın son aşamas ı değerlerimizi, kültürümüzü dejenere etmesidir. Bir diğer nokta da; reklamlar aracılığıyla milliyetçiliğin körüklenmesidir. Bu da algıda seçicilik yöntemiyle yapılır. Örneğin uzunca bir süre tüm medyada "Cumhuriyetimizin 75. yılı" spotlu milliyetçilik işlendi ve halkımız bu konuya duyarlı hale getirildi. Ardından Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatan reklam dizileri yayınlanmaya başlandı. Reklamın neye bağlanacağı merak ettirildi. Ardından çıka çıka bir lastik firmasının reklamı çıktı. Zaten o konuda hassas hale getiri-

len kitlenin, milliyetçi duygularına hitap edilerek ürünün reklamı yapıldı. Bu sayede milliyetçilik farklı yöntemlerle de desteklenmiş oldu. Bu sadece Kurtuluş Savaşı'yla da yapılmıyor. Kristal Su, Kristal Kola, Ülker markalı ürünler, Türk imalatı denilerek milliyetçilik körüklenir. Yalnızca "Türk" firmalar milliyetçiliği kullanmıyor. Ülkemizde yabancı şirketler de milliyetçiliği kullanıyorlar. Eurogold şirketi'nin reklamı buna tipik bir. örnektir, ilam şöyledir; Ay yıldızlı bir Türkiye haritası; bu haritanın üstünde Bergama'nın olduğu yere nazar boncuklu, Cumhuriyet altım koyulmuş. Haritanın hemen alana da Atatürk'ün yeraltı zenginliklerinin işlenmesine ilişkin bir sözüne yer verilmiş. Bir halkın milliyetçi duygularına hitap edebilecek her türlü malzeme kullanılmış. Onların tek dertleri; Eurogold'un çalışıp karına kar katmasıdır. Türkiye topraklarının ve halkın zehirlenmesi, vatan topraklarının yaşanmaz hale gelmesi onları ilgilendirmez. Ama reklamına baktığımızda, onlardan koyu milliyetçi yoktur. Emperyalizm bununla da sınırlı kalmaz. Bu düzene alternatif olan devrimci değerlere ve kültüre de saldırır. Reklamlarda içi boşaltılmaya çalışılan bir simge ya da belli başlı kavramlarla yapar bu saldırıyı. Örneğin kızılbayraklar ya da "Çağın devrimi", "devrim", "ayaklanma", "grev" gibi sözcükler kullandır. Örneğin "ayaklanma" sözcüğü bir ayakkabı reklamında kullanılıyor. Hiç bir değer, ilke, kural, ahlaki normlar tanınmıyor kapitalizm tarafından. Peki böyle çok yönlü, işlevli reklamlar, nasıl bir kültür yaratıyor. Öncelikle halkın kültürünü dejenere eden, yoz ilişkileri yaygınlaştıran bir kültür yaratıyor. tav ır / takatim kültürü / mayıs '99 / sayı: 12

Albenisi yüksek ürünlerle bir markacılık anlayışı şekillendiriliyor. Ve insanlar, tamamen özentilerle hareket eder hale getiriliyorlar. "Ödeme kolaylığı", "taksit", "kampanya" adı altında insanlar tüketime yönlendiriliyor. Satın alma gücün yoksa kredili satışlar, vadeli satışlarla ürünlere sahip olunabileceği söyleniyor. Böylece insanlar aldığı ürünün işlevinden çok markasına, modasına bakmaya başlıyor. Bu kültür sayesinde insanlar borçlarla yaşar hale getiriliyorlar. Tüm yaşantısı ödeyeceği krediler ve kredi borcu bitince de yeni alacağı ürünün hayalini kurmak oluyor. Bu ürünleri alamayanları da kendi düzenine bağlamak için hayal dünyasında yaşatıp bunalım kültürü yaratılıyor. Tek düşüncesi, bu sömürü düzeninin ayakta kalması olduğu için de, halkın kültürü, ahlaki değerleri, namusu hiç önemsemiyor, ayaklar altına alıyor. Kapitalizmin dizginsiz sömürüsünün önemli bir ayağı olan reklamlar, tam bir aldatma ve yozlaştırma aracıdır. Öyle ki; tekeller, reklamlar aracılığıyla hem elinde kalan, işlevi bitmiş birçok malı, hem de yeni çıkardığı ürünleri çok rahat pazarlayabilmektedir. Teknolojiyi de bu amaç için kullanan ve geliştiren tekeller, insanların yaratıcılığını da kullanarak sömürü mekanizmasının hizmetine sunar. Halkın bilinçsizce tüketim kültürüne yöneltilmesi için de reklamlar, burjuvazi için çok önemlidir. Gazete, televizyon, radyoların yanı sıra reklam dergileri, özel olarak çıkarılan reklam broşürleri, afişler hep bu amaç için' kullanılır. Tüm bunlar burjuvazinin daha fazla kar elde etmesi ve sömürü mekanizmasının sürmesi için bu işe ne kadar önem verdiğini göstermektedir. □


inceleme şaban öz t ür k

Düşüncelerde ve Hedeflerde Saptırmalar

B

ir önceki yazımızda; yöntemsizlik ve şablonculuk üzerinde durmuş, bu bağlamda yaşantımızda önemli bir yere sahip olan aydınlanmacılığın olumsuzluklarını ele almıştık. Bu yazımızda da, son yıllarda gündem ve hedef saptırıcı olarak nitelediğimiz, emperyalist merkezlerde oluşturulmuş kavramlar üzerinde duracağız. Modernizm sonrası (postmodernizmin) yeni anlayışların ifadesi olarak iddia edilen; gerçekte siyasal liberalizm sınırlı alan içinde algılayabileceğimiz kavramlardır ele alacağımız kavramlar. Elbette bu alan pek çok kavramı içermektedir fakat biz muhalif kesimleri etkisi altına alan; demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, azınlık hakları, çok kültürlülük gibi kavramlar üzerinde duracağız. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar, epey zamandan beri gündemimize oturtulmuş durumda. Kulağa hoş gelen bu kavramların, içerik bakı-

mından tümünün emperyalist metropollerde şekillenmiş olduğunu bilmekteyiz ve ikiyüzlüce piyasaya sürüldüğüne tanık olmaktayız. Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi kavramların gündem işgali daha eskiye dayansa da, azınlık hakları, çok kültürlülük gibi kavramların gündem işgali biraz daha yenidir. Fakat Wilson prensipleri gibi emperyalizmin böl-parçala-yönet taktikleri hatırlanacak olursa, bunların varlığının da yeni olmadığı söylenebilinir. Aslında bunların hepsim özgürlük kavramı çerçevesinde de ele alabiliriz. Zaten yıllardır tartışılan, uğrunda mücadele edilen olgu da özgürlüktür. Elbette mücadele ve tartışmalara anlamını veren de çıkış noktaları -net tanımlamalar- varılacak hedeflerdir. Bakış noktamız ve buna bağlı olarak yapacağımız özgürlük tanımı; özgürlüğün diğer bölümlerinden sayabileceğimiz; insan hakları, demokrasi, azınlık hakları, çok kültürlülük, düşünce özgürlüğü gibi kavramları da nasıl tavır / demokrasi ikiyüzlülüğü / mayıs '99/sayı: 12

Sözünü ettiğimiz olgulara getirilen tanımlamalar emperyalist merkezlerdeki burjuva ideologların, kendi sistemlerinin sürekliliği w sınıfsal çıkarları doğrultusunda yapılmış tanımlamalardır. Onların tanımlamalarındaki çıkış noktaları genelleştirilmiş ve soyut insan olsa da, asıl olarak insandan kasıtları; aidiyetlerini burjuva sınıfında bulan insanlardır, ötekiler, onların tanımlamalarından ve egemenliklerinden yola çıkarak şekillenmiş toplumsal hayatta bir renk bile değildir


ele alacağımızı ortaya koyar. Sözünü ettiğimiz olgulara getirilen tanımlamalar emperyalist merkezlerdeki burjuva ideologların, kendi sistemlerinin sürekliliği ve sınıfsal çıkarları doğrultusunda yapılmış tanımlamalardır. Onların tanımlamalarındaki çıkış noktaları genelleştirilmiş ve soyut insan olsa da, asıl olarak insandan kasıtları; aidiyetlerini burjuva sınıfında bulan insanlardır, ötekiler, onların tanımlamalarından ve egemenliklerinden yola çıkarak şekillenmiş toplumsal hayatta bir renk bile değildir. Bilindiği gibi o hayata şeklini veren somut maddi olgu, mülkiyet ve üretim ilişkilerinin biçimidir. Bu biçimi belirleyen de kamuculuk de ğil de, özel mülkiyetçilik olduğundan; özel mülkiyet alanına dokunmak bir yana, varlığı dahi tartışma konusu yapılamaz. Böyle bir tartışmaya girmeden, o alana saldırmadan özgürlük-hak-hukuk-kültür tartışmaları yapabilirsiniz; pratik faaliyetlerinizi bu çerçevede yürütebilirsiniz, hatta onlardan destek dahi görebilirsiniz. Çerçeve böyle çizilmiştir. Oysa emekçiler açısından özgürlüğün anlamı da tam karşıt noktada açığa çıkmaktadır. Yani özel mülkiyet ve sömürücü sisteme vurarak, hatta onu yıkarak gerçekleştirecekleri bir durumdur. Özgürlük, emperyalist ülkelerdeki emekçilerle, sömürgelerdeki emekçiler açısından farklılıklar arz etmektedir. Dünya bugün, emperyalistler ve ezilen, sömürülen halklar olarak ikiye bölünmüştür. Dünyadaki gelişmelerin yönünü de, bu bölünmüşlüğün oluşturduğu ba ş çelişki belirlemektedir. Meseleye bu eksenden baktığımızda, bizim gibi ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki farklılığın esas.noktası, tarihsel, sosyal, siyasal nedenlerden dolayı iç dinamiğinde burjuvazi filizlenmeyen ve kapitalizm yeşerme-yen toplumlar olmamızdır. Bilindi-

ği gibi, bizim gibi ülkelere kapitalizm yukarıdan aşağıya enjekte edilmiştir. Yani aşağıdan yukarıya doğal evrim ve de devrim sonucu gelmemiştir. Dolayısıyla, özgürlük gibi kavramlara da yaklaşım anılan nedenlere bağlı olacaktır. Emperyalist sistemin dünya çapındaki erkinin mağdurları daha çok sömürgelerdir. Dünyanın özgürleşmesi de buralardaki anti-emperyalist mücadelelerin başarıya ulaşmasına bağlıdır. Buralarda, özgürlüğün temel karakterini sınıfsal yanı ağır basan bir ulusallık belirlemektedir. Yani bizim gibi ülkelerde özgürlük ulusallığı da içeren bir toplumsal karaktere sahiptir. Emperyalist ülkelerde ise; burjuva karşıtı özgürlük tanımı da toplumsal çıkış noktasını içerir, ama ulusal nitelik taşımaz; hiçbir bulanıklığa yer bırakmayacak şekilde sınıfsaldır. Pratik alanda da, buradaki işçi sınıfı hareketleri, emperyalizme karşı özgürlük ve iktidar mücadelesi veren ezilen halklarla tam bir bütünlük içinde olmalıdır. Ne yazık ki, II. Enternasyonalle çıkan çizgi ve Avrupa komünizmi gibi emperyalist burjuvaziye yedeklenmiş hareketler bu işlevi gerçekleştirecek durumda değiller. Zaten bu hareketlerin oluşmasının maddi zeminini de oralardaki işçi sınıfının aristokrat yapısı oluşturmaktadır. Özel mülkiyet alanlarına yönelik saldırılar yapmadıkça politik özgürlükleri vardır. Aynı zamanda, refah düzeyleri onları mevcut yapıları bozmaya itmeyecek kadar da iyidir. Hatta buralardaki işçi partileri, Komünist Partileri, Sosyalist Partileri hükümet ya da hükümet ortağı olabilmekteler. Fakat ne sömürgelerin kaderi değişmekte ne de kapitalist düzen. Zaten hükümet iktidarın üçte biridir. Ola ki bunlar üçte birlik dilimle yetinmeyip iktidarın tamamını isteyip, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaya en ufak bir teşebbüse yeltendiklerintavır / demokrasi ikiyüzlülüğü / mayıs '99 / sayı: 12

de Allende'nin sonuyla karşı karşıya kalırlar. Özgürlük şampiyonu burjuvazi asıl yüzünü, faşist yüzünü gösterir. Zaten faşizm, kapitalizmin bir ürünüdür ve burjuvazinin zora, baskıya dayanan yönetim biçiminden başka da birşey de ğildir. Bizim gibi ülkelerde de süreklilik arz eder. Demek ki özgürlüğün şuurları kar ve şuurları oluşturan da sınıfsal çıkarlardır. Özgürlük gibi, diğer kavramlar da bu şuurlar içerisinde; yani emperyalizmin varlığını ve çıkarlarını zedelemeyecek şekilde önümüze konmaktadır. Hal böyle olunca, bunlara göre kürdü de, travestisi de, eşcinseli de, marjinali de azınlıktır. Azınlık hakları deyince hepsini bir arada anabilmekteler. NAT O'y u kurt sorununu çözmeye çağıran şoven de bu yozlaşmaya çanak tutmaktadır. Çok kültürlülükte, asıl sosyal bölünmüşlüklerin üstünü örten; toplumu atomize etme, zerreciklere ayırma projesinden başka birşey değildir. Fakat globalleşme (küreselleşme) derken dünyada iktisadi bütünlüğü yada entegrasyonu savunuyor, yerleştirmeye çabalıyorlar. Ne var ki bu iktisadi yaşam içinde üreten sınıf ve halkların ortak değerleri yokmuş gibi, hayatta böyle bir bölünmüşlük yokmuş gibi, daha doğrusu sömürücü ege men güçler yokmuş gibi, sanal bir dünya sunuyorlar. Bu sanal dünya içinde kimse özel mülkiyet alanlarına dokunamaz ama herkes dilediğini yapabilir. Daha açıkçası, kapitalizmi ve onun şekillendirdiği insanları değiştirmeden, bu insanlara giydirilmiş renkli elbiseleri çok kültürlülük olarak algılayabilirsiniz. Yani dilinizi konuşun, yemeklerinizi pişirin, şarkılarınızı söyleyin (sakıncasız olanları), nostalji yapın (tarihi de bunun için okuyun, tarih bilinci oluşturmak için değil), hatta bunlar için etnik ve kabile savaşları da yapın, bölünün bölünebildiği-


niz kadar, mümkünse savaşın birbirinizle (çünkü barışı da onlar getirir), fakat salcın onların (emperyalistlerin) egemenliklerine karşı çıkıp, onlardan kurtulmaya çalışmayın; işte o zaman ileri sürdükleri hak ve özgürlüklerin hepsi rafa kalkar. Onların tanımıyla özgürlük, hak, hukuk buraya kadardır. Düşünce özgürlüğü ve diğer özgürlüklerinizin sınırıdır da bu anti-emperyalizm. Aynı zamanda, sınırı böyle belirlenmiş zeminlerde, özgürlüklerin ve bu amaçlı mücadelelerin hamiliğini de kimseye bırakmazlar. Bu amaçla, emperyalist ülke yöneticilerinden, kendilerine bağımlı ülkelere yönelik sahte "özgürlük ve insan hakları" nasihatları duyarız. Bu sahteliklerini, onların ideolojik argümanlarında gizli satır aralarını okuyarak açıklamaya da gerek yok. Somut pratikte o kadar çok örnekleri var ki bunlara bakmak, onların ne mal olduklarını anlamaya yeter. En somut ve yakın örneklerden bici, Almanya'da ellinci uluslararası Frankfurt kitap fuarında yaşandı. Uluslararası yaymalar birliği ile Alman yayıncılar birliği, insan hakları evrensel beyannamesinin ellinci yıldönümü nedeniyle, "Uluslararası Yayın özgürlüğü" ödülünü ilk kez bu fuarda verdi ve ödülü Belge yayınlan sahibesi Ayşe Nur Zarakoğlu aldı. Ayşe hanıma zamanında pasaport verilmediği için bizzat gidip ödülünü alamadı, ödülü bir yakım onun yerine aldı. Bu ödül töreninde, o zamanın Alman Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel ve Alman kitap borsası başkanı Dr. Gerhard Kurtze birer konuşma yapmışlardır. Her ikisi de, bu yayıncımızı "yayın dünyasındaki özgürlük mücadelesinden" dolayı kutlamışlardır. Gazetelerin aktardığı kadarıyla Klaus Kinkel: "T ürkiye'de fikir özgürlüğü, basın özgür lüğü ve insan hakları konusunda mücadele eden" örnek insan olarak tanımlamışlardır Ayşe Nur Zara-

koğlu'nu. Yaymcı arkadaşın öyle olup olmadığım tartışma konusu yapmadan; çeşitli Alman militarist kurumlarında (ajanlık da dahil) görev almış bu Alman devlet adamının ve Alman hükümetinin ikiyüzlülüğüne bakalım. Bay Kin-kel'in de içinde yer aldığı o zamanın Alman hükümeti, fuardan bir süre önce Alman mahkemelerinin yasaklamaya gerek görmediği "KURT ULUŞ" gazetesini mahkemeye müdahale ederek, mahkeme kararını hiçe sayarak yasaklamıştır. Görüldüğü gibi, anti-emperyalizmin bayrağını taşıyanlara, fikir özgürlüğü olmadığı gibi, basın özgürlüğü de yoktur. Buralarda da, iddia ettiklerinin aksine mahkemeler de ba ğımsız değildir. Kinkel gibilerin ağzında basın özgürlüğü, fikir özgürlüğü, insan hakları gibi kavramların ne anlama geldiği bu örnekte de açıktır. Bunun yanı sıra, ABD'deki idamları, hapishanelerdeki işkenceleri, Avrupa başkentlerindeki silah ve işkence aletleri fuarlarım da hesaba katacak olursak, mesele daha da açıklık kazanacaktır. Başta özgürlük olmak üzere, hayatımıza giren diğer olguların gerçekleştirilmesi de halkların kendi özgücünden çok, emperyalizmin hamiliğine bırakılmıştır. Yani emperyalist kurumlar, bizim gibi ülkelerde umut olmaya başlamıştır. Böylece de kendi halkına, değerlerine güvensizlik hatta saldın; her alanda yozlaşma hakim kılınmıştır. T abii bunun anlamı da, bizim gibi toplumların tüm değerlerini, direnme noktalarını çökerterek, kişiliksizleştirerek, iktidarsızlaştırarak, bağımlılık hallerinin devamını sağlamaktır. Sözünü ettiğimiz uygulamaları üstlenmiş unsurlar, kurumlar yaratılıp karşımıza çıkarılmıştır. Resmi-sivil, aydın-sanatçı, sağcı-solcu çeşitli kılıklarda, genellikle karşımızda, zaman zaman da kolumuza girmiş olarak görmek mümkündür bunları. tavır / demokrasi ikiyüzlülüğü / mayıs '99 / sayı: 12

Başta özgürlük olmak üzere, hayatımıza giren diğer olguların gerçekleştirilmesi de halkların kendi |özgücünden çok, emperyalizmin hamiliğine bırakılmıştır. Yani emperyalist kurumlar, bizim gibi ülkelerde umut olmaya başlamıştır. Böylece de kendi halkına, değerlerine güvensizlik hatta saldırı; her alanda yozlaşma hakim kılınmıştır.

Sözünü ettiğimiz kulağa hoş gelen dayatmaların hayattaki karşılığı Ortadoğu'dur, Orta Asya'dır, Kosova'dır, Bosna'dır. Sömürgeciler kargaşa ve kaos ortamlarında işlerini yürütüp, halkları birbirine düşman ederken; umudun ve sorunların çözümünün de kendilerinde olduğunu dikte ederler. Bu doğrultuda da çok çeşitli kurumlar oluşturmuşlardır. Hedeflenen şey de, bizim gibi halkları ve emekçi sınıfları iktidarsızlaştırmaktır. Emperyalistler, açıkça mücadeleyi, sınırlarını kendilerinin çizdiği "özgürlük ve kimlik" mücadelesine indirgemeye misyonerleri aracılığı ile uğraşmaktadırlar. Bize düşen de, bu eksene girmeden özgürlük ve iktidar zeminini kaybetmemektir. İddia edildiği gibi, kimlik sorunumuz yoktur. Kimliklerimize, kültürümüze, tüm değerlerimize her cepheden saldın söz konusudur. □


erhaba T avır Okuyucuları. Bizler Halk Sahnesi oyuncuları olarak Halk Sahnesi'ne katıldığımız tarihten şimdiye kadar olan süreci ve bizlere kazandırdığı bilinci anlatmak istiyoruz. Öncelikle Halk Sahnesi, halktan insanların da tiyatro alanında üretim yapabileceğinin, tiyatronun da halktan kopuk işlenemeyeceğinin göstergesi olarak öğrencisiyle, emekçisiyle bir araya gelmiştir. Bizler böyle bir projenin oluşmasına ilk başta şaşırmış, ürkek ve tepkiyle karşılık vermiştik. Çünkü içinde olduğumuz süreç sanatı halktan koparan, sanatı bir metaya dönüştüren, herşeyin parayla karşılık bulduğu kafaları örümcek ağına çeviren ve düşünceleri kemiren kapitalizm çağıdır. Halk Sahnesi'n e başlamadan önce bu ayrılıkları, çelişkileri çoğumuz görüyorduk. Fakat ortada bir sorun vardı. Bizleri t a* kip eden sürekli enselerimizde eller, kulaklarımızda sesler dolaşıyordu. "Kimseden fayda gelmez bencü ol, çok çalışıp zengin ol, toplum gerici kendine çekidüzen vermeli, teknolojiyle uymalısın. Sen hala halkın sanatını mı yapıyorsun? Kendini bul. Kendinde sanatı bul. Sen emeğin ürünü değil, tarihin ürünü değil, sistem in ürünüsün." Sa dece bu mu? Sisteme hizmet eden medya ka-nalları doğrultusunda evimizde, sokakta, inşam halktan koparmaya çalışılıyordu. Peki, sisteme hizmet eden aydınlarımızı, sanatçılarımızı nasıl görüyorduk? Hepsi ilk başta mükemmeldi; doğruyu onlar bilir, yazdıklarına ve söylediklerine değer verirdik. Bu yüzden her alanda edilgen hissederdik kendimizi. Görülen gerçekçiliğe sıkıştırılan,

görsellikten kurtulamamış filmler 1tırmak, araştırmalarımızı toplumsal seyrediyor, sistemin dayattığı kitap]pratikle ilişkilendiren bir bütünlük lan istemesek de okuyorduk. Peki ssağlamalıydık. T oplumsal pratikler olaylara ve tarihe bakışın yöntemi ne cdoğrultusunda sanata gerçekçi bakıp olmalıydı? T iyatro ne demekti? Halk tteorilerimizi pratiğe dökmeliydik. için üretime nerden başlamalı? <Öğrendiğimiz gibi tarih sömüren ve İdil Kültür Merkezi'ne adımımızı ssömürülenlerin savaşlarıyla doluydu. attığımızda İdil çalışanlarının etkin<Bu savaşların maddi temelleri oltiklerinden, üretiminden ve toplum<duğunu, bir Spartaküs Ayaklanmasal bilincinden hareket aklık. Bu üre- ssı'nı, bir Fransız İhtilaH'n i, bir Sovyet temi ve toplumsal bilinci kavramak 1Devrimi'ni, 'Vietnam Devrimi'ni, Çin için tiyatro tarihini, dolayısıyla top1Devrirni'nin yaşandığı süreçler incelumlar tarihini üreten insanın doğay- 1lendiğinde görebiliriz. Yaşadığımız la iletişiminden, sınıflı toplumların isüreçte içinde barındırdığı çelişkilerortaya çıkışından, bu sınıfsal yaşam- <de elbette maddi temelden yoksun la birlikte insanlığın meydana getir<değildir. Dolayısıyla kazandığımız diği uygarlıkları incelemeye başlaItarihsel bilinç kendi t oprağımızı tanıdik. Bu süreçleri incelerken yaptığıımanın anahtarı olacaktır. Sistemin mız çalışmalar, okuyacağımız kitap- <dayattığı apolitik tutumlara karşılık lar, belli bir bilimsel yöntem doğrul- 1bakın Augusto Boal ne diyor; "Tiyattuşunda belirleniyordu. İlk okuduıro eylemi zorunlu olarak politiktir. Çünğumuz Jack London'ın "Adem'den lkü, insanların bütün eylemleri politiktir Önce" adlı kitabı bizi ilk insanın ya- ive tiyatroda bu eylemlerden yalnızca bisamına götürüyor ve sonrasında ıridir. Tiyatroyu politikadan soyutlamaya okuduğumuz Maksim Gorki'n in <çalışanlar bizi temel bir yanlışa sürükle"Küçük Burjuva tdeolojisi"de bireyin ımek istiyorlar ki bu da politik bir tutumzaaflarım, çelişkilerini su yüzüne çı- tdur." kartıyordu.Kendinevetoprağına "Halkın istediği sanatı yapıyoruz ve yabancılaşan insanın izini sürmekisanat apolitik ohnalıdtr" yargısına sığıteydik. Okudukça öğreniyor, öğrenınıp, sistemle... birebir ilişki kurmasıyla birlikte dikçetiyatrotarihinininsanlık tarihiyle kopuk olmayan tarihin ve nes- isanatı meta haline getiren sanat ve nel maddi temellere dayalı açıklantsanatçı anlayışına karşı, halkın sanaması gerektiğim arılıyorduk. 1tım yapma temelinde oluşan halkın incelediğimiz Mezopotamya, Mı- isahnesinde yerimizi aldık. Her alansır, Çin, Anadolu ve Hint uygarlıkla- <da üretim sıkıntısı yaşayan bukalen, sınıflı toplum gerçeği olan sınıflı ımun gibi aynı bedende farklı kalıplatoplumun zor aygıtı olan devletleri ıra giren kapitalist sisteme karşı t opoluşan tarihle birlikte üreten insan 1lum sanatım yaymak, inşaa etmek ve emeğinin sonucuydu. Tarihi sıçratan ıtarihle sırtlamak isteyen emekçi halaltüst oluşlar bizleri bugüne taşımış- 1kımıza kapılarımız ardına kadar ti. "Tarih tarihte kaldı ya da tarih teker- <açıktır... Bu bilincin oluşmasında emeği rürden ibarettir'' sözleri insan bilinci geçen hocamız Yiğit T uncay'a ve İdil nin en yozlaşmış gerçeği olarak çıkı- \ yordu karşımıza. Böylece bilimsel Kültür Merkezi emekçilerine teşekyöntem ışığı altında daha fazla araş- !kür ederiz. □ tav ır / tiyatro / mayıs '99 / sayı: 12


'lardan itibaren hızla çoğalan ve bugün sayıları binlerle ifade ledilen "Folklor" derneklerinin büyük çoğunluğunda, isminin başında ya da sonunda mutlaka turizmi ifade eden bir kısaltma vardır. Adları "Folklor ve Turizm Derneği"dir. Folklor sözcüğünü yalnızca halk oyunlarım ifade et mek için kullandılar. Dolayısıyla aslında yalnızca halk oyunlarıyla ilgilidirler. Bu ilgi, a dlarında da olduğu gibi "turistik" bir ilgidir. Yalnızca eğlendirmektir amacı ve kokteyllerde, partilerde, resmi karşılamalarda ya da

büyük restoranlarda, gazinolarda para kazanmanın aracı olarak kullanılır. T V'nin yaygınlaşması üe birlikte birer uyutma, yozlaştırma aracı olarak hazırlanan "eğlence" programlarında bir müzik eşliğinde arkada fon görevi görürler. Bütün bunları yapabilmek için dernekler, Kültür ve T urizm Bakanlığı'nın her yıl düzenlediği denetleme yarışmalarına katılmak zorundadırlar. Aksi takdirde devletin "teşvik fonu"hdan yararlanamazlar. Devletin "denetleme"si dışında her yıl gazetelerin, Milli Eğitim Bakanlığı'nın, üniversitelerin düzenlediği yarışmalarda da dernekler ve okullar kendi ekipleriyle boy gösterirler. Yanıbaşlatav ır / folklor / mayıs '99 / sayı: 12

lan, birinci, sonuncu ilan edilen, çok farklı yörelerden oyunlardır. Yani, her biri kendine özgü değerleri ifade eden halkın, halkların kültürleridir. (Bu konuda Kültür ve Sanatta T AVIR Dergisi'nin Ekim 92 tarihli 20.sayısında, halk oyunları yarışmalarının niteliği, işlevi oldukça açık yazılmıştır.) Faaliyetlerinin niteliğinden de anlaşılacağı gibi, derneklerde halk oyunları, onu vareden, yaşayan halktan, oyunlarda ifadesini bulan değerlerden tümüyle kopmuş, yalnızca "göze hoş gelen figürler"e indirgenerek ele alınmıştır. Dolayısıyla, yapılan her yeni düzenleme, verilen her biçim, bu anlayışa dayandığından, her


geçen gün halk oyunları daha da yozlaştırılmakta, bozulmaktadır. Derneklerde, birkaç yıl içinde doğrusu-yanlışı ile halk oyunları öğrenenler, öğretici olmakta, kendine uygun biçimlerde kurgulayarak yozlaştırmayı, çarpıtmayı daha da derinleştirmektedirler. Bu, yıllarca böyle sürüp giderken artık ne halk oyununun gerçek içeriğinden, ne onun taşıdığı değerden, ne de onu varedip, yaşatan halkın kültüründen eser kalmamaktadır. İktidarın geniş olanaklarıyla, ciddi görüntüsüyle, profesyonel dansçılanyla Devlet Halk Dansları Topluluğu aynı işi, yozlaştırmayı kurumsal düzeyde yerine getirmektedir. Uluslararası kamuoyunda gıptayla izlenen, çok zengin figürleri, çalgıları, giysileri vb. ile hemen her uluslararası etkinlikte ödüllendirilen Anadolu halklarının oyunları, "Türk" patentiyle pazarlanıyor. iktidarlar bu alandaki "başarılarıyla", faşist niteliğini, zulmünü perdeliyor, meşrulaştırıyor. Artık halk oyunlarının yöresel biçimlerinden iyice rahatsız olmalı ki, bütün oyunları karıştırarak içeriğinden tümüyle soyutlaştırıp arabeskleştiriyor. Üzerine bir de halk oyunu üe hiç ilgili olmayan göbek figürleri de eklenince arabeskleştirme, yozlaştırma tamamlanmış oluyofc Bütün bu yozlaşmış ortam içinde halk bilimi alanında amatör çabalarıyla yozlaşmaya direnmeye çalışan, halk oyunlarını kültürel değerleriyle korumaya çalışan ve hal-

kın sorunlarım mücadelesini konu edinen gösterilerde özüne sadık kalarak sunmaya çalışan dernek ve kurum sayısı bir elin parmaklarım geçmiyor. Bu kurumlar demokrat-ilerici nitelikleriyle çalışmalarım sürdürürlerken, muhalif olma mn ötesinde ciddi bir direniş odağı olmaktan uzaklar. Buna karşın, gerçekleştirdikleri kimi etkinlikler ve diğer sahne sanatlarından ve müzikten yararlanarak halk oyunları ile bugünü, bugünün toplumsal sorunlarım anlatma çabaları, halkların binlerce yıllık kültür ürünlerini bugünün mücadelesi ile bütünleştirme konusunda atılan ilk adımlardır. Mücadelenin sanatında halk oyunları, halk oyunlarının tarihsel kökleri, insanın doğaya karşı sürdürdüğü yaşam mücadelesinde konuşmayı öğrenmeden önceki dönemlere kadar uzanır. Birbirleriyle ilk iletişim aracıdır. Av mevsiminin geldiğini, hayvanların hareketlerini taklit ederek anlatır. Bolluk, bereket olsun diye, iyi tanrıları sevgiyle çağırmak, kötü tanrıların gazabından korunmak için ritmik hareketlere başvurur. İlk çağlardan bugünlere uzanan halk oyunları, halkın yaşam koşullarıyla iç içedir. Hemen her figürü bir somutluğu ifade eder. T arih içinde yaşam koşullarındaki değişimle figürler de değişikliğe uğrayarak,, içerik ve anlamlarım yitirerek, ya da farklı anlam yüklenerek, bugünlere aktarılmıştır. Bugün birçoğunun neyi ifade ettiği bilinemese de, her figürün bir somuttan yola çıktığı, bir ihtiyacı karşıladığı gerçektir. Halk oyunlarımız içinde şöyle yüzeysel bir bakışla bile bunu görmek mümkündür. Halk oyunları figürleri, onu üreten, yaşatan halkın yaşadığı bölgenin coğrafi koşullarım yansıtır. Yapılan araştırmalar, etrafı sıradağlarla çevrili yörelerdeki oyunların çoğunlukla düzgün sıra halinde, dağların çember oluşturduğu yörelerde ise halka şeklinde oynandığını belgeler. Halk oyunları, halkın yaşamım sürdür düğü ür ünü, üretim biçimini tav ır / folklor / mayıs '99 / sayı: 12

yansıtır. Karadeniz horonlarında eller havada durur. Bu tarladaki mısır bitkisinin durumunu ifade e der. Ayak ve vücut hareketlerinde denizin kabarıp alçalmasını, ağa takılmış balığın, hamsinin titremesi ve kuyruk sallamasını simgeleyen figürler ağırlıktadır. Adıyaman'da oynanan "Galluç" oyunu, başından sonuna buğday tarlasındaki çalışma aşamalarım anlatır. Urfa yöresinin "Kımıl" oyunu, halkın kurul zararlısıyla mücadelesini anlatır. Mersin'de, portakal bahçelerinde portakalın toplanışım anlatan oyunlar vardır. Halk oyunlarında yöredeki evcilyabani hayvanların hareketlerine öykünülür. Efelerin zeybek oyunlarındaki kolları, yüksek kayalıklardaki kartalın kanat açışıdır. Adana'da oynanan bir oyun, serçenin hareketleriyle oluşturulmuştur. Halk oyunlarında doğayla ve vahşi hayvanlarla mücadele konu edilir. Adıyaman yöresinde bir oyunda Fırat't an karşıya sal ile geçiş canlandırılır. Birçok yörede kurt-kuzu oyunları, çobanın kuzularını kurda, kartala karşı koruma mücadelesi anlatılır. Halk oyunlarında toplumsal yaşam içinde acılar-sevinçler, en açık halleriyle yer alırlar. Kürdistan'da hemen her yörede aşiretler arasındaki ya da aynı aşiret içindeki kavgaları anlatan dövüşme figürleriyle dolu oyunlar vardır. Kafkas kökenli halkların oyunlarında asıl belirleyici olan savaşçılıktır, savaştır. Yaşama ait diğer bütün öğeler, savaşın hızlılığı ve sertliğim ifade eden üslup içinde yer alır. Bunlar gibi daha onlarca, yüzlerce örnek verilebilir. Görüldüğü gibi taklit etme, öykünme, canlandırma yöntemleriyle yaratılan figürlerle halk, vaşamını belirleyen, etkileyen hemen her şeyi ve yaşadığı hemen her duyguyu, halk oyunlarında dile getirmiştir. Halk oyunlarının düğünlerde, şenliklerde olduğu gibi dinsel törenlerde de oynanıyor olması, onları salt eğitmekle sınırlı ele almanın yanlışlığını gösterir. Halk oyunlarımız çok zengin içe-


riği, anlatım yeteneği, kolektif niteliği ve estetik düzeyi ile halk kültürümüzün en güzel değerlerinden biridir. Yaşam koşullarının çarpık kapitalizm ile hızla değişmesi sonucu giderek doğal işlevini kaybetmeye, unutulmaya yüz tutmuştur. Kapitalizm ile birlikte halk kültürünün en önemli özelliği olan anonimleşme süreci, yerini kapitalizmin piyasa kurallarının belirleyiciliğine biralarken, halk oyunlarımız kentlerde kendilerine "folklorcu" diyenlerin elinde, özünden, kaynağını aldığı kültürden koparılarak yozlaştırılmaktadır. Bütün bu yozlaştırma çabalarına rağmen, geçmişten bugüne eylemlerde, kutlamalarda, devrimci direnişin, kararlılığın, coşkunun en güzel ifadesi olarak omuz omuza çekilen halaylar hemen her alanda gelenekleşmiş, mücadeleye güç katan işlev görmektedir. Bu işlevin yanı sıra halk oyunlarımız çok daha geniş çerçevede ele alınmaya muhtaçtır. Halk kültürüne doğru yaklaşım, onda var olan tüm değerleri, olumlu nitelikleriyle geliştirerek geleceğe aktarmaktır. Bunu yaparken halk kitlelerinin bugünkü yaşam koşullarını, bu koşulları değiştirmeye yönelik mücadelesini temel alarak, bir yandan yozlaştırmaya karşı mücadeleyi sürdürmek, bir yandan halkın bugününü ve bugünden yarına mücadelesini içerecek tarzda geliştirmek zorunludur. Bu yapılmadan yapılan çalışmalar, ne kadar iyi niyetli olursa olsun ya halk oyunlarını dinamik, değişken hayattan kopararak müzeye hapsetmek, ya da yeni, çağdaş üretimler adına yozlaştırmaya, bir başka boyutta katkıda bulunmaktan kurtulamaz. Halk oyunlarını devrimci bakışla yeniden ele alırken bu alanda yapılacak çalışmaları belli başlıklarda toplamak mümkündür. Halk oyunlarının yozlaştırılması, içeriğinden kopuk ele alınmasına ve unutturulmasına karşı yapılacak çalışmalar Bu konuda en önemli nokta, halk oyunlarım ait olduğu halkın kültürüyle, ulusal kimliğiyle bağının ku-

rulmasıdır. Karadeniz yöresi halk oyunları, Kürdistan yöresi halk oyunları, ya da Trakya yöresi gibi yalnızca bölge ismiyle tanımlanması, en masum haliyle, bir yörede yaşayan halkların kültürel farklılıklarını, dolayısıyla kimliklerini gözardı etmektir. Karadeniz yöresinde oynanan bir oyun örneğin Rum, Gürcü, Çerkes, Ermeni, Laz, Arnavut, T ürk halklarının hangisine ait olduğu, figürleriyle anlattığı olgularla, ait olduğu halkın kültüründeki yerini teslim etmek, onu gerçek yerine oturtmak olacaktır. Kimi oyunlarımız iç içe yaşayan farklı ulusal kimliklerden halklarımızın benimseyip kendi kültürüne kattığı da görülmektedir. Bu, geçmişten bugüne kardeşçe yaşayan halklarımızın zenginliğidir. Bu durumu da belirlemek, bize halklarımızın kültürel etkileşimi konusunda oldukça önemli bilgiler sunacaktır. Bir başka nokta, halklarımızın çok çeşitli nedenlerle Anadolu'nun farklı bölgelerine dağılmış, kültürlerini oralara taşımış olduğudur. Bu da örneğin "Çerkes Oyunu" ifadesini eksik bırakacaktır. Hangi bölgedeki Çerkes Halkı'nın hangi oyunudur, bu belirlenmelidir. Böylece halklarımızın nerelerde, hangi nedenlerle ve nasıl yaşıyor oldukları da ortaya konulacaktır. Aynı zamanda farklı yörelerde yaşayan aynı kökenden halkların kültürel gelişimini de belgeleyip, kavrama olanağı sunacaktır. Bu nedenle halk oyunlarımızın hangi bölgedeki, hangi halka ait olduğunu belirten tarzda ifade etmek, başta asimilasyon politikalarına karşı mücadelenin gereğidir. Halk oyunları figürlerinin biçimini ve içeriğini aslına uygun şekilde kavramak ve kavratmak için yapılacak çalışmalar: Daha derleme aşamasında başlayan bilinçli, bilinçsiz halk oyunları figürlerinin bozularak ele alınışım, kente indirildikten sonra onu gösteri aracı olarak kullanırken, sadece "göze hoş görünsün" diye aslından çok farklı biçimlere sokularak sürdürülmüştür. Figürlerin netav ır / folklor / mayıs '99 / sayı: 12

yi, niçin ve hangi biçimde anlattığı bir kenara bırakılmış, müziği, giysile-. ri, oyundaki tavırları yok edilerek özüne yabancılaştırılmıştır. Bu konuda yapılacak çalışmalar için en güvenilir kaynak onu üreten, yaratan halkın en bozulmamış koşullarda oynadığı biçimdir. Elbette hailem yaşam koşullan da değişmekte, oyunlarda da bu değişim çok çeşitli biçimlerde yansımaktadır. Değişimi yadsımadan, ancak figürlerin içeriğine uyumluluğunu da gözeterek sürekli yemlenecek çalışmalarla oyunlarımız belgelenebilir. Ve yozlaştırılmış biçimlerden arındırılabilir. Halk oyunları bugün halk tarafından oynandığı doğal ortamlar dışında sahne sanatı olarak ele alınmasında halk oyunlarının içeriğini ve biçimlerinin olabildiğince doğru kavranması, yapılacak sahneleme çalışmalarında yozlaştırmaya meydan vermeden çok yönlü değerlendirilmesinin de ön koşuludur. Bu çok yönlü ele alınışıyla halk oyunları; a) Halkın kültürel değerini geleneksel biçimiyle tanıtma; b) Halkın yaşamını ve mücadelesini konu alan programlarda içeriğiyle bugünü anlatacak şekilde düzenleyerek, güncelleştirme; c) Yeni halk oyunları (danslar) yaratmada kaynak olma işleviyle ele alınabilir. Geleneksel biçimlerde sunulurken yukarıda değindiğimiz, figürlerin oyunların konulan, işlevleri asla gözden kaçırılmadan, yöresel giysileri çalgıları ile çağdaş sahne teknikleriyle, ışık, ses düzeni, koreografı teknikleriyle zenginleştirilebilir. Amaç; o halk oyunu oynanırken halkın yaşadığı duygulan verebilmektir. Örneğin savaşı anlatan oyunlarda anlatılan içeriği onu yaşamayan insanlara en etkili tarzda hissettirebilmek, anlatabilmek hedefine uygun teknik düzenlemelerle beslenebilir. Yeni, güncel bir konuyu ele alıp sahnelemede halk oyunu figürlerinden yararlanırken dikkat edilmesi gereken şey, halk oyunu figürleriyle gü-


nü anlatan ürünlerle mesaj verirken halk oyunlarını yozlaştırmaya hizmet edecek yanlış kullanımlara düşmemektir. Örneğin; düşmanla çatışmayı anlatmak istiyoruz diyelim. Savaşma kararlılığını, savaşın sertliğini, acımasızlığını ifade edecek figürlere ihtiyaç duyuyoruz. Bunun için yalnızca sert, hızlı, keskin hareketlerden oluşan figürler aramak yetmez. Figürün asü olarak biçimden çok içeriği, neyi anlattığı önemlidir. Somutlarsak, savaşı anlatacak sert ve keskin figürler aradığımızda Laz oyunlarındaki "sallama" figürünün hızlı biçimi ile Gürcü oyunlarındaki savaşta savunma, gözetleme, saldırı vb. figürleri arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde elbette içeriği ağa takılmış balığın çırpınışı ya da fırtınalı bir günde Karadeniz dalgalarının tasfiri olan "sallama" yerine, savaşı anlatan Gürcü Halkı'nın figürlerinden yararlanmak gerekir. Diğeri, figürlerin içeriğini yozlaştırmaya hizmet eder. Bu yanlışlara düşmemenin koşulu; bu konuda birikimimizi artırmak, halk oyunlarını bu yönüyle kavramak, öğrenmektir. Kimi zaman anlatacağımız bir duyguya denk düşecek figürler bulunmayabilir, o zaman yeni olanı yaratmak gerekecektir. Halk oyunu figürlerinden yararlanırken çok farklı yörelerde yaşayan farklı farklı halkların oyunlarından alınan figürler eklektik bir şekilde birbirine eklenmemelidir. Anlatılacak bölümlerde bir kültüre ait figürler olabildiğince yanyana getirilip, diğerleriyle farklılığı konulmalıdır. Hemen her yörede aa, hüzün, sevinç, coşkuyu ifade eden ağır, yumuşak, hızlı, sert birçok figürü içeren oyun vardır. Bu nedenle bu konuda zorlanılmayacaktır. Yine de böyle bir durumla karşılaşıldığında müzik, çalgı, kostümdeki ufak bir belirt i vb. onun farklı halklara ait olduğunu hissettirecek bir araç olarak değerlendirilmelidir. T iyatro, şiir, müzik, çağdaş dans ve sahneleme teknikleri gibi birçok alanın birikimiyle birleştirilerek halk oyunlarımız sahne sanatında çok et-

kin bir işlev görebilir. Mücadele, her alanda yepyeni değerler yaratarak büyürken, halkın kültürüyle beslenerek aynı kültürü devrimcileştiriyor. Bu savaşta burjuvaziye karşı sağlam bir ideolojik donanımı ve kültürü yaygınlaştırmada sanatın çok yönlü işlevi vardır. Bu işlevi yerine getirmede halk oyunlarımız, omuz omuza tutulan halayların coşkusunu daha da büyütecek güçlü bir silahtır. Halk oyunlarımızın zenginliğini, kavgayı tav ır / folklor / mayıs '99 / sayı: 12

anlatmadaki işlevini kavradığımızda, bu silah, aynı zamanda halklarımızın kültürünü, kimliğini yok sayan faşizme karşı da güçlü bir direniş olacaktır. Bir Ölüm Orucu, bir Kızıldere, bir 1617 Nisan’ların omuz omuza coşkuyla oynanan yepyeni oyunlarım yaratma ve halklarımızın kültürel değerlerine katmada temelimiz, Anadolu halklarının çok zengin halk oyunları birikimi olacaktır.


E

vvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, yeşil ormanlarla kaplı bir vadide yaşayan mutlu insanlar varmış. İnsanların mutlulukları vadiyi kaplayan koyu yeşillikler kadar derin; vadinin ortasından beyaz köpükler saça saça çağlayarak akan dere kadar coşkuluymuş. Kasabaları hemen derenin yanına kuruluymuş. Derenin karşı tarafına bir köprü ile geçerler, el birliğiyle yaptıkları okul, hastaevi ve kütüphaneye giderlermiş. Bu kasabanın halkı çok çalış-

kanmış. Sabah gün doğarken kalkarlarmış. Yamaçları kaplayan meyve ve sebze bahçelerine bir an önce varmak için yola koyulurlarmış. 8u bahçelerde baldan tatlı şeftaliler, kayısılar, kirazlar, elmalar, armutlar yetiştirirlermiş. Öyle sulu, öyle güzel kokulu olurmuş ki, yetiştirdikleri meyvelerin her biri birbirinden güzel olurmuş. Bahçelerini hep beraber işler, ürünlerini hep beraber kaldırırlarmış. Sonra da koca koca kara kazanlar kurarlarmış. Harlı harlı ateşler yakarlar, meyvelerini ateşlerin üstüne koydukları bu kazanlarda kayna tırlarmış. Kaynatır da pekmez, pestil, reçel gibi yiyecekler haline getirir, uzun süre bozulmadan korurlartavır / çocuk / mayıs '99 / sayı: 12

mış. Bir dahaki yaza kadar bu yiyecekleri yerlermiş. Herşey bolluk içindeymiş bu kasabada. Tek bir kişi aç dolaşmaz, tek bir kişi açıkta kalmazmış. Bir gün kasabaya Saklayıcı Amca'nın oğlu Biriktirici Bey gelmiş. Saklayıcı Amca'mn oğlu, babasının kışlık yiyecekleri iyi saklayan biri olmasından sonra kendisi de ne bulursa biriktirdiği için kasaba halkı ona da Biriktirici adını takmış. Biriktirici Bey yıllar önce okumak için kasabadan ayrılmış. Büyük okullarda okumak için büyük kente gitmiş. Büyük büyük kitapları okuyup, büyük okulu bitirmiş. Büyük bir mevki sahibi olmuş. Adına "mühendis" demişler. Bi-


riktirici kasabanın onuru, gururu olmuş. Kasabanın tek mühendisi, tek büyük okul bitirmişi Biriktirici olmuş. Biriktirici Bey'in kasabaya döndüğünü duyan herkes kasaba meydanına toplanmış. Aşıcı Amca bir ağaç kütüğünün üstüne çıkıp gür sesiyle konuşmaya başlamış: -Arkadaşlar, Saklayıcı'nın oğlu Biriktirici dün akşam üzeri kasabamıza geri dönmüştür. Kendisine hoşgeldin demek, hayırlı günler dilemek için bugün akşam üzeri evlerine ziyarete gidelim diyorum. Ne dersiniz? Kasaba halkı hep bir elden Aşıcı Amca'yı alkışlamışlar. Hep bir ağızdan "Çok iyi olur" demişler. O gün her bir evden bir kişi en güzel meyvelerden bir sepet hazırlayarak Saklayıcı Amca'nın evinin yolunu tutmuş. Saklayıcı Amca'nın kuşların ötüştüğü, gölgelikler içinde yemyeşil, geniş bahçesi komşularıyla dolmuş. Yanlarında getirdikleri en güzel meyvelerle dolu sepetleri Saklayıcı Amca'nın kapısının önüne bırakmışlar. Öyle birikmiş öyle birikmiş ki meyve sepetlerinden ne komşular içeri girebilmiş ne de Saklayıcı Amca dışarı çıkabilmiş. Biriktici Bey koşup gelmiş. "Ben bunları hemen yerleştiririm" deyip sepetleri üçer beşer taşımaya başlamış. Meyvelerin güzelliğine bakakaldığından kollarına asılan sepetlerin ağırlığını farketmemiş bile. Meyve sepetlerini doğruca mutfağa götürmüş ve kapıyı kapatmış. Saklayıcı Amca misafirlerine bir yer sofrası kurmuş. Misafirleri buyur etmiş. Sofrada sadece kurumuş ekmek parçalarıyla kurutulmuş, büzüşmüş et parçalan varmış. Saklayıcı Amca: "Haydi buyurun, yiyin" demiş. Aşıcı Amca sofraya şöyle bir göz ataktan sonra yüzünü ekşitmiş bin -Sağolasın Saklayıcı. Biz oğlunu

görüp hoşgeldin demeye, halını hatırını sormaya gelmiştik, demiş. Saklayıcı Amca: "Oğlum içeride getirdiğiniz meyve sepetlerini yerleştiriyor. O gelene kadar siz de boş durmayın boş durmayın şunlardan yiyin" deyip sofradaki üç beş parça kurutulmuş et ve kuru ekmeği göstermiş. -Bunları oğlum okuduğu büyük okulda hazırlayıp getirmiş. Yiyecekleri daha uzun süre saklayıp biriktirebilmek için ne yapmak lazımsa herbir şeyi bir güzel öğrenmiş, biliyor şimdi, demiş. Bu sırada Biriktirici Bey elinde bir tepsi dolusu bardakla evin kapısında görülmüş. Bardaklar rengarenk sıvılarla doluymuş. Biriktirici Bey bu bardakları t ek tek misafirleri sunmaya başlamış. -Buyurun, bunlar sizin getirdiğiniz meyvelerden yapılmış içeceklerdir. Aşıcı Amca, Biriktirici Bey'in sunduğu içecekten bir yudum içmiş öyle ferahlamış, öyle hoşuna giden bir lezzet tatmış ki derin b„ir Oh... çekmiş. "Çok güzel olmuş, eline sağlık evladım. Meyveleri nasıl bu hale getirdin" demiş. Biriktirici yaptığı meyve suyunun böyle beğenilmesine için için gururlanmış. Gözucuyla diğer misafirlere bakmış. Hepsi de büyük bir hoşnutlukla bardaklarının dibindeki son damlaları yakalamaya çalışıyor, kendisine gülümseyerek bakıyorlarmış. "Değerli hemşerilerim, size sunduğum içecekler meyve sulanydı. Beğendiniz mi?" demiş. T üm kasabalı bir ağızdan, "Beğendik, elinize sağlık, kesenize bereket, pek güzel olmuş" demişler. Biriktirici Bey daha bir gurur lanmış, omuzlan kabarmış. -Bu meyve sularım sizin getirdiğiniz meyvelerden elde ettim. Yani bunları siz ürettiniz. Ben sadece suyunu çıkarıp içine sizin anlayamayacağınız bir yöntemle botavır / çocuk / mayıs '99 / sayı: 12

zulmasını önleyici, koruyucu madde koydum. Bu sayede bize sepetlerle getirdiğiniz meyveler demin içtiğiniz o güzelim meyve sularına dönüştü. Bu yöntemle kasabamızda yetişen o güzelim meyveleri bu şahane meyve sularına dönüştürüp zengin olabiliriz. Aşıcı Amca şaşkın şaşkın önce Biriktirici Bey'e, sonra diğerlerine bakmış, diğerleri de kendi gibi bir birine, bir Biriktirici Bey'e bakıyormuş, ilk soru Aşıcı Amcâ'dan gelmiş. -Nasıl olacak bu iş yeğenim? Allahın vadisinde yetiştirdiğimiz meyvanın suyuna kim.para ödeyecek de, biz zengin olacağız? Biriktirici, gayet kendinden emin tok bir sesle anlatmaya başlamış. -Bakın bu kasabaya bir meyve suyu fabrikası yaparsak, hem de tam şu derenin kıyısına kurarsak; bu fabrikada, bugün size sunduğumuz gibi meyve sularım üretiriz. Şişeleme, paketleme yaptıktan sonra kentte yaşayanlara satarız. Böylece Biriktirici Bey'in asıl niyeti açığa çıkmış. Kasabalılar Biriktirici'y e daha çok soru sormuşlar. Biriktirici tek tek gülen yüzle cevaplamış sondan. Kasabalı meyvelerini toplayacak, fabrikanın alım kapışma getirecek, teslim edecekmiş. Fabrikanın çıkış kapısından meyve sulan paketlenmiş olarak çıkacak, doğruca kentte satılacakmış. Elde edilen parayı Saklayıcı Amca ile Biriktirici Bey alacak, meyve teslim edenlere payı kadar dağıtacakmış. Bu planı kasabalılar kabul etmişler. Hemen fabrikanın yapımına başlamışlar. Kısa zamanda karşı kıyıda fabrika yükselmeye başlamış. Yanıbaşındaki okul ve hastaevinden daha da yüksek olmuş, kasabanın en büyük binası olmuş meyve suyu fabrikası. Kasabalı yeni yılın ilk


meyveleri olan kiraz ve kaysıları büyük bir heyecanla götürüp teslim etmiş. Fabrikadan çıkacak meyve suyu dolu kutuları, şişeleri heyecanla beklemeye başlamışlar. Şişeler, kutular çıkmış, arabaların kasalarına yüklenmiş, kente yollanmış. Kasabalılar da ellerine geçecek parayı beklemeye başlamış. Aradan haftalar, aylar geçmiş. M eyve ağaçlarının dallarından doğruca fabrikaya ulaştırılan meyvelerinden artık çoluk çocuk yemez olmuş. Varsa yoksa fabrikaya daha çok kayısı, kiraz, şeftali, elma, armut taşıyalım, daha fazla meyve suyu çıksın da daha çok para kazanılsın diyorlarmış. Ne varki, yaz sonu gelmiş, ama kasabalının ne meyve parası gördüğü varmış, ne de meyve suyu. Saklayıcı Amca ve Biriktirici Bey'in "Biraz sabredin, meyvvesuları daha satılmadı", "meyvesularmın hepsi satılsın, toplu para dağıtacağız" demeleri ar-

ak kasabalıyı oyalamaya yetmiyormuş. Birgün, Aşıa Amca bahçesindeki yabani kirazları aşılarken komşuları yanına toplanıp gelmiş: -Aşıa Amca, bu böyle gitmez. Bu fabrika kurulalı beri varlık içinde kıtlık yaşadık. Çoluk çocuk yokluktan bir deri bir kemik kaldık. Biriktirici gelmeden ne güzel bolluk içindeydik. Bu Saklayıa ile oğlu bize bir oyun oynuyor olmasın sakın. Aşıcı Amca biraz düşünmüş. Sonra elindeki aşıyı hızlı hızlı yabani kirazın gövdesine sarıp sarmalamış. Hep beraber ağacın dibine oturmuşlar. Aşıa Amca; -Aynı şeyleri ben de düşünüyorum. Biriktirici'y i kaç yıldır görmedik, tanımadık. Bugün nasıl davranır, haksızlık edebilir mi, hırsızlık edebilir mi, düşünmemiz lazım. Saklayıcı'yı zaten biliyoruz. Eline geçeni saklamayı düşünür. Bence onlara bir oyun kuralım. O zaman

akla kara çıkar ortaya. Kasabalıların hepsi de "olur" demiş. Aşıcı Amca'nın önerisini beklemeye başlamışlar. Aşıa Amca önerisini yavaş yavaş anlatmaya başlamış: -Yarından itibaren fabrikaya tek bir meyve göndermeyeceğiz. Önceleri nasıl yapıyorsak yine öyle işleyeceğiz meyvelerimizi. Varsın çoluğumuz çocuğumuz yesin. Saklayıcı ile Biriktirici gelip de bizden meyve isterse; bize paralarımızı, alnımızın terinin karşılığını verene kadar meyve teslim etmeyeceğimizi söyleyeceğiz. Zorlayacak olursa, her kim fabrikanın neresini yaptıysa, orayı sökecek. Böylece Saklayıcı da, Biriktirici de bizim kim olduğumuzu görecek. Çok geçmeden Saklayıcı'yla, Biriktiri'ci, Aşıa Amca'nın bahçesine gelip neden meyve teslim edilmediğini sormuşlar. Kararlaştırdıkları gibi cevabını vermiş kasabalı. Sonra da Aşıa Amca bir ağaç kütüğünün üstüne çıkmış : "Arkadaşlar" burada hepiniz adına sormak istiyorum. Halkın boğazından geçecek lokmaları esirgeyenlere biz lokma verir miyiz? Bizi sömürmelerine izin verir miyiz? Söyle Saklayıcı, sana teslim ettiğimiz meyvelere ne oldu? Sen söyle Biriktirici, yapıp yapıp satacağımız meyve sularının paraları ne oldu?" Saklayıcı'yla, Biriktirici bir şey diyememiş önce. Ardından oradakilerin hepsi "söyleyin" deyince korkmuşlar. Konuşmaya başlamışlar. -Vallahi billahi paralarınızı ödeyeceğiz. Ama şu fabrikayı biraz daha büyütüp biraz daha meyve suyu yapıp satana kadar paralarınızı biriktiriyorduk. Sabredin. Sonrası selamet. Kasabalı şimdi anlıyormuş ellerine neden para geçmediğini. M eyve sulan paraları birikecek, tavır / çocuk / mayıs '99 / sayı: 12

daha büyük fabrika yapılacak, daha çok meyve suyu ile daha çok para kazanılacak. Aşıcı Amca öksürmüş. "Öhö, öhö. Arkadaşlar, Saklayıa ve Biriktirici, halkımızın ihtiyaa olan meyveleri ve meyveden kazanacaklarını alıkoydukları için adaletsizlik yapmışlardır. Adaletsizlik olunca çoluk çocuk bütün kasabalı aç kalmıştır. Şimdi adaletin yerini bulması için fabrikayı sizden alıyoruz. Fabrikaya biz el koyuyoruz. Bundan böyle fabrikayı kasaba halkı işletecek. Biriktirici sen de bildiklerini gençlere öğreteceksin ve kasabadan hemen gideceksin. Saklayıa, sen istersen kasabada kalabilirsin, ama fabrikaya adımım atmayacaksın" demiş. Ertesi gün gençler meyve suyu yapmanın sırlarım öğrendikten sonra Biriktirici'yi kasabadan kovmuşlar. Saklayıcı da utanandan kasabada daha fazla kalmamış. O da, oğluyla kasabadan çekip gitmiş. Kasaba halkı bu olaydan sonra en güzel meyveleri yetiştirip, en lezzetli meyve sularım üretmeye devam etmişler. Ellerine geçen meyve sularım kentte satıp paralarım hakça pay etmişler. Kasaba halkı, yine aç kalan, açıkta kalan olmadan varlık içinde yaşayıp gitmiş. Biriktirici ile Saklayıcı'nın yaptıkları adaletsizlik çocuklara anlatılıp kulaklarına küpe olarak kuşaktan kuşağa geçmiş. M asal bu ya, çocuklar M eyveli Kasaba'nın meyve sularıyla büyüdüklerinde sanki o kasabanın çocukları gibi gürbüz çocuklar olurlarmış. Yanaldan o vadide büyüyen elmalar gibi kırmızı olup, gözleri ışıl ışıl parlamış. Bugün hala o vadideki o dere kenarında kurulu olan fabrika meyvesuyu üretilmiş. M eyvesularıdan içen sağlıklı çocuklar o bahçelerden meyve toplarlarmış ve kazandıklarım hakça paylaşarak mutlu mutlu yaşarlarmış. □


Gün Gün üstüne üstüne yürüme günüdür Mezarcı bekçilerinin. Gün barut kan Ve günlerce yanan meşalelerin ışığıyla aydınlanan Nasırlı ellerin ve müthiş beyinlerin günüdür. Gün o gündür. Yani artık ne lafızlar nede ahkam kesmeler kaldı Yani artık kavga onları geride bıraktı. Yani bir yerde kan ve o kanla aydınlanan kızıl bayrak dalgalanırken O masabaşı sosyalistlerin o mendebur burjuva kuyrukçusu reformistlerin Maskeleri tav ır /1 mayıs / mayı s '99 / sayı: 12


yere değen her kan damlasıyla bayandı. Yani artık beceri, kelimeleri ardı ardına dizip bir kaç fabrika gezip poz vermek değil, Artık fotoğraf makinası [değil düşmanın [elindeki. Artık politik taktik deyip Bir halt yiyip Nato'ya girmekten bahsetmekte \değil beceri. Asıl beceri , yani artık kan ve barut kokan kızıl bayrağı dikebilmektir faşizmin göbeğine. Çünkü bu günkü

gün Bayrakların açılmaya "köpeklerin" mezarlarının kazılmaya başlandığı gündür.

Kahraman Altun tavır /1 mayıs / mayıs '99 / sayı: 12


930'lu yıllar faşizmin bir karabasan gibi dünya üzerinde gezindiği yıllardır. Kriz ve bunalımdan çıkamayan emperyalizm kaçınılmaz olarak faşizmi doğurmuştu. Emperyalizmin içinde bulunduğu kriz, pazarların daralması, pazarların yeniden paylaşılmasını zorunlu hale getirmişti. Vögler, Reusch, T hyssen, Krupp, Von Bohlen, Bosh, Kf.Siemens, Froein ve Cuna gibi emperyalist tekellerin kuklası Hitler ve onun faşist ordusu Avrupa'da bir çok ülkeyi işgal e derek, efendileri için pazar haline getiriyordu. Alman faşizmi, Franco'nun faşist gönüllüleri ve Mussolini'nin faşist ordusu Avrupa halklarına karşı sistemli bir kitlesel imha başlatmıştı. Kurulan toplama kampları başta komünistler olmak üzere Yahudiler, sosyal demokratlar, işgal edilen ülkelerin yurtsever, ilerici aydın direnişçileri, savaş esirleri, Katolikler ve diğer muhaüf kesimlerle doldurulmuştu. Emperyalistler arasındaki bu savaşın bir ya-

nı birbirlerinin pazarlarını ele geçirmekken, asıl yanı ise Sosyalist Rusya'nın topraklarım ele geçirerek buraları yeniden pazarlarına dahil etmek, "sosyalizm tehlikesi"ni bertaraf etmekti. Dünya topraklarının 1/6'sıru kapitalist sömürge pazarlarının dışında kalması emperyalizmin krizini iyice derinleştiriyordu. Daha kötüsü, SSCB'nin varlığı dünya ezilen halkları için kurtuluş yolunu gösteriyor, umut oluyor, mücadele kararlılığı ve kazanma inancım simgeliyordu. 22 Haziran 1941 şafağında faşist ordular Sovyetler Birliği'ne karşı ani bir saldırı başlattı. Binlerce Alman uçağı, binlerce tank ve milyonlarca araçtan oluşan motorize birlikler sınırı geçip Sovyet topraklarına saldırdı. Bu saldırı Hitler'in deyimiyle dünya tarihinde görülen en büyük yürüyüştü. Dünyanın en büyük iki ordusu karşı karşıyaydı. Bu savaş farklıydı. Sadece iki ülkenin, iki güçlü ordunun savaşı değildi bu savaşı anlamlı kılan. Bu savaş dünyada o güne kadar egemenlerle ezi-

tav ır / tarih / mayıs '99 / sayı: 12

len halklar arasında verilen savaşların en keskiniydi. Dünya ezilen halklarıyla emperyalizmin, çürümekte olan kapitalizmle genç sosyalizmin savaşıydı bu savaş. Bu savaş faşizmin en azgın şekline karşı verilen savaştı. Stalin önderliğindeki SBKP ve Sovyet halkları dünya üzerinde o güne kadar yazılmış en büyük destanı yazmak üzere, "Anayurt un savunması" temelinde faşizme karşı kahramanca bir direniş başlattılar. Bu savaşın kaderi salt Anayurdun emperyalistlerin eline geçip geçmemesini değil, sosyalizmin kapitalizme karşı zaferini belirleyecekti. Sovyet halkı bunun bilinciyle olağanüstü bir kararlılık, olağanüstü bir fedakarlık örneği sergiliyordu. Stalin, faşist Alman işgalinin başlamasından iki hafta sonra yaptığı bir konuşmada; "Bu savaşın sonucunu yalnız silah gücü değil, mitiin dünyanın bir cephe halinde birleşmesi belirleyecek" diyordu. Evet bu savaş sadece Sovyetlerdeki "bütün bir halkın" savaşı değil, dünya ezilen halklar


cephesinin savaşıydı. Cephe yalnız topların gümbürdediği yer değildir. Her çiftlik, her atölye cephedir". Savaş sırasında kullanılan bu slogan Sovyet halklarının savaş stratejisiydi. Ön cephede yer alan bir milyon yüz bin parti üyesinin yanı sıra, bütün bir Sovyet halkı savaşın içerisindeydi. Faşist Alman ordusuna karşı kolektif çiftliklerde, atölyelerde, fabrikalarda... halkın bulunduğu her yerde bir savaş yürütülüyordu. Eşi görülmemiş bu direnişle yaratıcısı kuşkusuz Stalin ve onun önderliğindeki • Komünist Partiydi. Hitler, Almanya'dan sahte zafer çığlıkları atarken; Stalin, halkın Kızılordu'nun içerisinde onları t eftiş ediyor, yaptığı konuşmalarla onlara moral kaynağı oluyordu. Bir yandan savaşın kaderini belirleyecek taktikler üretirken, bir yandan da savaşın kaderini belirleyecek taktikler üretiyordu. Bir yandan sosyalizmin yeni insanın inşasına çalışan bu çelikten irade, kendi kararlılığını, zafere inancım, sosyalizme inancını, halka da yansıtıyordu. Düşmanları dahi bu savaşa ilişkin o dönem ve sonrasında yaptıkları değerlendirmede, onun ön-. derlik yeteneğinden, savaş ustalığından saygı ile bahsetmek zorunda kalacaklardı. Ve Stalingrad. Savaşın kaderini belirleyen bu kent için 1942 yazında Hitler, "Her ne pahasına olursa olsun ele geçirin" talimatını vermişti. Stalingrad'ın düşmesi, Moskova'nın ve hatta Sovyetler'in düşmesi olabilir-I di. Binlerce uçak ve top Volga nehri-: nin kenarındaki doğal savunması olmayan düz bir ova üzerindeki bir kente saldırdı. "Volga'dan Öte Toprak Yoktur!" şiarıyla hareket eden Stalingrad halkı olağanüstü bir kahramanlık direnişi sergiliyordu. So kak sokak, ev ev, dövüşülüyor; tüfek, el bombası, bıçak, demir sandalye, kaynar su... ne buldularsa silah olarak kullanıyorlardı. Faşist Alman ordusu Stalingrad'ı bölmüş, büyük bir bölümünü ele geçirmişti. Ama Stalingrad'ın kahraman halkım tes-

lim alamamıştı. Yıkılmadık bir bina kalmamıştı ama, halk "yüreğiniz varsa, her tuğla yığını bir kale olabilir" diyerek direnişi sürdürüyordu. Kilerden, bodruma kadar her yer bir mevzi, bir kale haline getiriliyordu. Stalin'in "geri alınan her tepe zaman kazandırır" talimatına karşılık halk, Stalingrad'ı tam 82 gün kahramanca savundu, teslim etmedi düşmana. T a ki, destek Kızılordu birlikleri gelip, düşman kuvvetlerini kıskaca alana dek. 300 binin üzerindeki Alman Ordusu, 2 Şubat 1943 günü teslim oldu. Bundan sonra üç yıl süren anayurt savunması artık faşizme saldırı ve onları ülke topraklarından kovalamaya dönüşmüştü. Alman faşizminin dünya halklarım köleleştirme, emperyalizmin pazar sahasını genişletme hayalleri, Stalingrad'ın yiğit halkı tarafından tuzla buz edilmişti. Stalingrad'dan sonra Almanlar sürekli kaçtı. Ve 1940't a Ukrayna'da, 1944 yazı başında Sovyet cephelerinden sökülüp atıldılar. T emmuz başında Varşova'yı faşist Alman ordularından kurtaran Kızılordu, 1945 Nisanı'n da Berlin'deydi artık. Alman orduları kaçarken önlerine çıkan her yeri yakıp yıkmaktan, kitlesel katliamlar yapmaktan Ve hatta hayvanları bile imha etmekten geri durmadılar, ispanya sınırına gelindiği zaman faşizm yıkılmıştı... Kızılordu 24 milyon komutan ve askerini faşizme karşı savaşta şehit vermişti... Stalin önderliğindeki Kızılordu askerleri dünya ezilen halklarının kurtuluşu için büyük bir kahramanlık örneği göstermişlerdi Faşizme karşı dünya halklarının kurtuluşu için savaşılması gerektiğini göstermişlerdi. Faşizm yenilmiş, sosyalizm kazanmıştı. Bugün sayfalara sığmayan bu eşsiz direniş, Sovyet halkının faşizmi ezen bu kahramanlığı sosyalizmin bu zaferi unutturulmaya çalışılıyor, ikinci Paylaşma Savaşı ve Alman faşizminin yenilgisi üzerine ne yapılan filmler ne de yazılan yazıtavır / tarih / mayıs '99 / sayı: 12

lardan hiçbiri bahsetmiyor bu des tansı direniş ve zaferden. Bu zafer hep emperyalist '" müttefik devletler"in zaferiymiş gibi sunulmaya çalışılıyor. Oysa onlar Sovyet halkı nın zaferi sonrası ve esasta da sos yalizmin yayılmasını önlemek için açmışlardı ikinci cepheyi. Ve "za fer" kazanmışlardı. Bugün bu ger çeği ters yüz etmek istiyorlar. Yıldö nümlerinde yapılan törenlere dahi ne Stalin'den ne de Sovyet halkının direnişinden söz etmiyorlar. Korku yorlar. Çünkü Stalin'in devrimci önderliğinde Sovyet halkının yenil giyi nasıl zafere dönüştürdüğünün bilinmesini istemiyorlar. Unuttur maya çalışıyorlar. Emperyalizmin dünyanın her yerinde terörünü az gınca arttırdığı günümüzde dünya halklarına hala nasıl direnilip, zafer kazanılacağını gösterdiği için kor kuyorlar, Korktukları için Stalin'e saldırıyorlar. Paylaşım savaşlarında milyonlarca inşam katleden, sakat bırakan kendileri olmasına rağmen bunun yerine Stalin'in "despotluğun"dan, "diktatörlüğünden bahsediyorlar. Stalin'in inana dışında her şeyini kaybetmiş bir halkla böylesi destansı bir direnişi yaratmış olmasının bilinmesini istemiyorlar. Korkmaya devam edecekler. Ezi len dünya halkları emperyalizmin tüm unutturma çabalarına rağmen yürüttükleri mücadelede Stalin gibi devrim önderlerinin gösterdiği yol da yiğit Sovyet halkının gösterdiği direnişler yol göstermeye devam ediyor. Stalin'e yöneltilen tüm ide olojik, psikolojik saldırılara rağmen halk yine sokaklarda Stalin posterleriyle yürüyor. Bu yalın gerçeklik bile emperyalizmin istediğini başa ramadığım, tüm çabasının boşa git tiğinin bir göstergesidir. Sovyet hal kının, Stalin önderliğinde Atman fa şizmini yenilgiye uğratmasının ve anayurdu kurtarmasının 52. yıldö nümünde bu kahramanlığın yaratı cılarının bir kez daha saygıyla anıyoruz. □.


A

ğızlarından, körpe çocukların taze kanlan damlarken, "Çocuklar ölmesin" diyerek, çığlık çığlığa bir yaygaraya boğdular bütün dünyayı... Herşey toz duman arasında birbirine karıştı. T eknolojinin bütün nimetleri ellerinin altındaydı. Hiroşima'da, Nagazaki'de, Irak't a kimyasal silahları, bombalarıyla öldürdüler çocukları. Kosova'da, Sırbistan'da emperyalizmin ve milliyetçiliğin kör kurşunları deliyor şimdi çocukların yüreğini. Çocuklar bombardımanlarda, göç yollarında yitiriyor yaşamlarını. Ve onlar savaşlarda tankları, topları, faşist ordularıyla bütün halklara kan kusturur, yaşamlarını cehenneme

çevirirken, yine onların kurduğu, "İnsan sever" kuruluşlar, insan haklan diye bas bas bağırdılar. Onlar, anaların karnını deşip daha doğmamış bebeleri katlederken, ana kucağında çocukları havaya fırlatıp, süngüyle yakalarken, onların sözcüleri, "Çocuklar ölmesin" diye gürlediler.'... Öldürdüler çocukları... Hem de hiç acımadan... Kimi zaman soykırıma uğrayan halkların, toplama kamplarında yiten umuduydu çocuklar. Kimi zaman yürekleri sızlatan, tüyleri diken diken eden aa bir vahşet tablosu... Gören, dinleyen, işiten, yüreğinin derinliklerinde dirhem vicdanı olan herkes lanet okudu her seferinde. Hiç mi hiç sorumlusu olmadıkları bir dünyada tavır / çocuklar / mayıs '99 / sayı: 12

tekellerin azgın kar hırsının, en masum kurbanı oldu çocuklar... Daha çok sömürmek, daha çok kazanmak, daha çok sefahat sürmek için ezilen halklara saldırdılar durmadan. Maden ocaklarında, fabrikalarda, dokuma tezgahlarında, her türden atölyede, tarlada büyükleri gibi soluğu kesilene, bitip-tükenene kadar çalıştırdılar çocukları. Kimi çöplüklerde doyurdu karnını, fazlasını evde ekmek bekleyen ailesine taşıdı. Çöplükler bir evi besleyen çocukların geçim umudu oldu. Kiminin boğazına giden kuru ekmeğe kömürün karası karıştı. Kimi daha ilikleri dolmadan, kemikleri kalınlaşmadan, sut ağrılarıyla uyanmaya başladı. Kimi fuhuş batağına itildi. Kiminin eroine, esrara, baliye,


tinere mahkum edildi incecik damarları. Kimi hep özlemle yaşadı ama, hiç gerçekleşmedi özlemleri... Dünyanın dört bir yanında açlıkla koyun koyuna yaşadı çocuklar. Şiş karınları, açlıktan incelmiş derileri, saklayamadı teker teker sayılan kaburgalarını. Köprü altlarında, göçüklerde, karanlık dehlizlerde yumdular gözlerini yaşama. Öldürdüler çocukları... Hem de j hiç acımadan, kahpece öldürdüler... Yunanistan'da 16 Haziran 1944't e, Partizan birliklerine yenilen Alman : orduları, geri çekilirken, Distamo köyüne uğradılar. Ve onların ardından; "Çocuklar bağırsakları deşilmiş ve deşilen bağırsakları boyunlarına dolanmış halde bulundular." (D Latin Amerika'da daha doğmadan ana karnında öldürüldü çocuk lar, dağlarda, şehirlerde gerilla olmasınlar diye... Arjantin'de, Şili'de kaybedilen onbinlerin arasına katıldılar. "Önce çocukları vurun" diye haykırdı İsrail'li komutanlar. "Vurun ki asker olacak kadar büyümesinler". 1968 yılında çıkardıkları bir kanunla çocukların suç ehliyet yaşını 16'dan 12'y e indirdiler. Halepçe'de korkunç bir gaz bulutu ve gözlerden süzülen yaşlar ile geldi ölüm. Kimyasal bombalar bir gün batımında, oyun oynarken yağdı çocukların üzerine. Guatemala'da "Komünist oldukları" gerekçesiyle çocukların tırnakları söküldü, taban derileri yüzüldü ve her türlü işkence yapıldıktan sonra köy meydanında diğer tutsaklarla beraber teşhir edilip yakıldılar. El Salvador'da kurşunlarla delik deşik edildiler. Vücutları parçalandı, organları koparıldı çocukların. T ürkiye'de panzerlerin altında kaldı çocuklar. Yaşlarına aldırış edilmeden kurşun yağmurlarına tutuldular. İşkencehanelerde en ağır işkencelere, tecavüzlere uğradılar. Maraş'ta ağaçlara çivilendiler, ana kamında katledildiler. Öldürdüler

çocukları... Hem de hiç acımadan kahpece öldürdüler... "Bizden üçyüz metre ötede, patlamanın biçtiği ağaçların altında küçük bir çocuk, karnı bir bomba parçasıyla deşilmiş mandasının yanında, cansız yatıyordu." Manda çobanı uçakların dalış yaptığını duyunca korunacak zaman bulamamıştı. Belki de korunmayı düşünmemişti bile. Yalnız yüzü ve tüm küçük çobanlar örneği, lastiğinden boynuna astığı sapanı sağlam kalmıştı."(2) Vietnamlı analar, makinalı tüfek mermileriyle biçilmesinler, uçaklardan atılan Napalm bombalarıyla kavrulmasınlar diye; çocuklarını, "Uyusun da büyüsün düşmanlarla satavır / çocuklar / mayıs '99 / sayı: 12

vaşstn" ninnileriyle büyüttüler. T ürkiyeli çocuklar açlık ve sömürü içinde olmayacakları yarınları kurmak için 1 Mayıslarda alınlarında yıldızlı bant, "Hepimiz Sibel'iz, Hepimiz Sabo'yuz, Hepimiz Sinan'ız" diye haykırdılar. Filistin'de evine, yurduna kavuşmak, kendi yurdunda özgürce koşup oynamak için düşmana avuçlar dolusu taş fırlattılar. "Nablus'ta altı yaşındaki bir kız çocuğu, yerden aldığı bir avuç dolusu taşı evlerinin çatısında bulunan asker grubuna atmaya başladı. Kızın üzerine yürüdüler. Fakat o, kaçmayı bile denemeden olduğu yerde kaldı. Askerler, 'Bize niçin taş atıyorsun?' diye bağırdılar. 'Çünkü' diye


meydan okurcasına bağırdı çocuk. Kız çocuğu, 'Defolun' diye haykırarak devam etti konuşmasına, 'Bu bizim evimiz ve gözyaşartıcı bombalarınız odamıza giriyor". Askerlerin dili tutuldu, küçük bir kızın bu cesareti karşısında. Ona vurmadılar ama, diğer çocukların böyle pek şansları olmadı."(3) Ülkesini işgal edene, topraklarını sömürene karşı savaşçı oldu çocuk. Süngü ve kurşunlarla, daha yürümeyi bile doğru dürüst becereme-den, konuşmayı öğrenemeden, ana karnındayken tanıştı. Büyüdükçe evine, vatanına, halkına doğrultulan namluları, kendisini, ana-babasını sömüren düşmanını tanıdı. Hayatın gerçeklerine okulda, evde, oyunda, gece gördüğü kabusta, yani yaşamınının her anında tanık olduğu için erken büyüdü çocuklar. Tankların, panzerlerin gölgesi allında oynamayı yediremedi çocuk gururuna, kurtuluşu için savaşmaya merak sardı. "Eylem dört yaşında. Küçük Armutlu'da doğmuş. Annesinden tabanca almasını istiyormuş sürekli. Yolda yürürken aynı istemini tekarlayınca polis de duymuş. Tabancasını vermiş Eylem'e. Eylem tabancayı aldıktan sonra şapkasını da istemiş polisten. Ne ana, ne de polis anlayabilmiş şapkayı neden istediğini. Şapkayı ne yapacağını sormuş polis. 'S eni vurucam' demiş Eylem ."(4) Saf ve temizdi çocuklar. Haksızlık edenle, haksızlığa uğrayanın, sömürenle sömürülenin ayrımına vardıkları zaman, yerlerinde duramadılar. Sömürüyü, açlığı paylaştıkları büyükleriyle beraber, kötülüklere, haksızlıklara, zulme karşı başkaldırdılar. Arkadaşlarıyla saklambaç oynar gibi faşist işgalcilerin cirit attığı sokakları yazılarla donattılar. "Almanlar bildirilerini, her gün Glavnaya caddesine asarlar, gelen giden de okur. Kimisi inanır, kimisi inanmaz, ama herkesin canı sıkılırdı. Bugünlerde, Alman bildirisinin altında, her gün, bir başka bildirinin yapıştırılmış olduğu görülüyor. Anltyor musun? Çocuk yazısıyla kaleme alınmış bir bildiri. Okul defteri-

nin bir sayfasına yazılmış, mürekkeple. Hem de -gülümseyerek- mürekkep lekeleriyle... '- Peki bildiride neler var? diye sordu Stepan. Şaşmış kalmıştı:'- Bir yalanlama! Her gün, dikkat et: Her gün, bacaksızın biri, Hitlere bir yalanlama gönderiyor: 'Hitler'e inanmayın, yalan söylüyor o pis köpek! Radyoyu dinledim ben. Bizimkiler Stalingrad'ı terketmedi. Bizimkiler Baku'yü terketmedi.' Almanlar bu yaprağı koparıyorlar, suçluyu arıyorlar, ama bir türlü bulamıyorlar. Bacaksız her allah'ın günü Hitler'i yalanlıyor da, Hitler buna birşey yapamıyor. Herkesin ağzında bu, kentte."{5) Dağların patikalarını adımlayıp, partizanlara ekmek taşıdı çocuk. Partizan eylemlerinde en kuytu, en dar, en ulaşılmaz yerleden geçip elektrik direklerine tırmanarak eylemleri başarıya ulaştıran sıra neferi oldu. Daha işgalcilerin doldurduğu sokağında bilye yuvarlayama-dan sevdalandı küçücük yüreği kavgaya, tamdı parmaklan tetiğin boşluğunu. Ve partizanları düşman karşısında korumak için, en değerli "Parti sırlarını" düşmana vermedi... T ıpkı, Küçük Armutlu'da "lllegalite olsun" diye Sevcan için topladıkları imzaların yanma adlarını yazmayan çocuklar gibi... Parti sırrına gelince... "Ben bütün işkencelere katlandım. Onu vermedim. Onu onüç arkadaşım da vermediler. Onlar ağızları kapalı, çeneleri kenetlenmiş olarak öldüler."{6) Latin Amerika dağlarında, silahı belinde gerilla oldu çocuklar. 1870Tİ yıllarda Paraguay'da çocuklardan oluşan birlikler ülkelerini yabana işgaline karşı korumak için savaştılar. Daha sonra El Salvador'da, Guatemala'da, Nikaragua'da, Kolombiya'da, Şili'de, Peru'da şekerkamışı ve tütün tarlalarından, altın, gümüş madenlerinden dağlara emperyalist şirketlerin vahşi sömürü düzenini yıkmak için koştular. Afrika'da açlığın pençesinden kurtulmak, sırtında şaklayan kırbacı söküp atmak için... tavır / çocuklar / mayıs '99 / sayı: 12

Emperyalist işgale karşı savaşta, yaşama gözlerini bomba sesleriyle birlikte açtı Vietnamlı çocuklar. Okullarda napalm bombalarıyla katledildiler. Cangıllardaki sığınakların, tuzakların, emperyalist işgalcilere karşı savaşın, düşman saflarına sızmanın ustası oldular çok geçmeden... "Bir süre sonra, köylere kadrolar sızdırdık. Bunlar oğul ya da kardeş gibi gördüğümüz, bizim kendi insanlarımızdı. Çoğu kez, gerçekten öyle idiler de. Stratejik köy halkası, içerideki halkın bilincinin artmasıyla sızmalara karşı bir engel durumunda olma yerine, sızmaların gerçekleşmesini mümkün kılan en büyük etken olmuştur. Kek satan yaşlı kadınların, subayların ayakkabılarını parlatan boyacı çocukların, çiçek toplayan çocukların ve zorla askere alınıp, üs içinde çalıştırılan köy gençlerinin yardımıyla, yavaş yavaş üssün mükemm el bir planını çıkardık. Uçakların park yerleri ve farklı uçak modellerinden tutun, mayın tarlalarının yerine, gözcülerin alışkanlıklarına kadar herşey biliniyordu." (7) "Yedi-sekiz yaşlarında olanlar şimdiden öncü müfrezelerine yardım ediyorlar. İki kolunu yitirmiş, ayaklarıyla yazı yazan çocuklar var. Ayaklarından aldıkları yaralarından dolayı kötürüm kalmış arkadaşlarını yıllarca sırtlarında taşımış çocuklar bilirim ben. Yüreklidir çocuklar. Korku nedir bilmezler. Küçük oğlum soruyordu bana: ' Bu Amerikalılar çok mu kalabalık?' 'Yarım milyondan fazla burada var" dedim. O zaman niye burada olduklarını öğrenmek istedi ve sordu 'Nerede gizleniyorlar?' Anlattım ona. 'Onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar biz daha çoğuz. Ve nerede gizlenirlerse gizlensinler biz bulacağız onları' dedi."(8) işgal altındaki Filistin'in isyancı, başkaldıran yeni kuşağıydı çocuklar. İntifada günlerinde mermilere karşı sapanlarıyla vuruştular. Vurulup düşerken avucundaki taşlara kam bulaştı çocukların. İntifada, generalleştirdi çocukları...


T ürkiye'de gecekondu mahallelerinin bakımsız bahçelerinde yetişen, sararmış bir gül gibi yolundular dalından. İşkencelerden geçirildi, sır vermedi çocuklar. Vatanlarını sevdikleri için sorgulandılar, eğitim görmek, okumak istedikleri için tutsak alındılar. Boyun eğmediler. Eylül karanlığında yaşları büyültülerek idam sehpalarına çıkarıldılar. Onların ardından, "Büyü de baban sana, idamlar alacak" diye şiirler yazıldı, şarkıları bestelendi. Dağlara çıkıp kurşun attılar, savaştılar. Filistinli, Vietnamlı, Latin Amerikalı yaşıtları gibi savaşta ustalaştılar, generalleştiler. Şehit düşerken kendi yaşını bir kaç defa katlayan yoldaşları gibi kahramanlıklar yarattılar. Dağlarda şehit düşerken umudunun, örgütünün adını kanlarıyla taşlara yazdılar. Gazi'de düşmana karşı molotoflarla, taşlarla korudular barikatlarını. Barikatın arkasını vatan bildiler. Zekalarıyla düşmana korkulu anlar yaşatıp, barikatları geçilmez kıldılar. "Biz alevi güçlendirip panzeri uzaklaştırmak için arayış içindeyken, 9-10 yaşlarındaki bir kız çocuğu elinde bir tüple çıkageldi. Oradaki bir tüp arabasından almış, 'Abi, bunu alın bir işe yarayacak' dedi. O an çatışmayla o kadar meşguldük ki, şaşırmadık bile. (...) Elinden alıp hemen alevlere atmak istedik. O, kendisi atmak için ısrar etti. 'Ne olur •ten atmak istiyorum' dedi. Biz, 'Olmaz canım' diyerek izin vermedik. Yanan arabaya yaklaşması tehlikeli olabilirdi. Tüpü atıp, bir süre daha bekledik birşey olmadı. Tam tüp konusunda karamsarlığa kapıldığımız anda patlama oldu. Bizim tarafımızdan sevinç çığlıkları ■yükseldi. Düşman ise korkmuş, bir geri adım daha atmıştı. Kaçmıştı. Hemen altı-yedi tüp daha attık alevlere. Artık düşman barikata yaklaşamıyordu."(9) Öldürdüler çocukları... Hem de hiç acımadan, hem de kahpece öldürdüler... Bunun için bütün ülkelerde ana babaları gibi ezilen, sömürülen, vatanı işgale uğrayan çocuklar erken büyüdü hep. Yazgıları ay-

nıydı hepsinin. Emperyalizm din, dil, milliyet demeden saldırdı hepsine. Bunun için çocuklar bütün ülkelerde; barikat başlarında, lastik sapanları, sopalarıyla; dağ başlarında silahlarıyla savaşçı oldular. İntifadalarda, Partizan savaşlarında, Vietnam cangıllarında, dağlarda, barikat başlarında özgür yarınlar için dövüşenlerin yanında yer aldılar... Generalleştiler... Ve özgür, sömürüşüz bir dünya kurulana kadar da savaşarak, özgürleşerek büyüyecekler...

tavır /çocuklar / mayıs '99 / sayı: 12

DİPNOTLAR: DKapetanios, Dominique EUDES, B elge yayınlan, Nisan 1995 2.B askı, Syf :168 2)Vietkong Çetecileri Arasında, Madeleine RIFFAUD, May Yayınlan, 1966 Haziran, Syf c27) 3)İntifada, Alexander FLORES, Çizgi yayınlan. Birinci Basım Şnbat 1991, Syf :134135 4)Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi, Aralık '92 5)B aşeğmeyenler, B oris G ORBATOV, Yar yayınlan, 2.Baskı Aralık 1994, Syf :190-191 6) Parti Sini 7)Vietnam Kazanacak 8)Aktaran: Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi, Aralık '92, Modern Edebiyatın Başlangıç Kıpırtıları 2- Vietnam Demokratik Halk Cephesi'nden Yazarlarla Konuşmalar 9)G azi, G ecekondulardan G eliyor Halk, Haziran Yayıncılık, Syf :55


Bu Cumartesi Yoktunuz

aklaşık beş yıldır, her Cumartesi günü orada olmasak da acaba "nasıl geçti?" sorusuyla yüreğimizin bir yarısının orada olduğu mekan: Galatasaray Lisesi önü... Yetiştirdiği öğrencilerle anılmıyor. Kaybedilen gençlerini arayan bir ülke halkının toplanma yeri olarak anılıyor artık bu yer. Kaç yıl geçti? Oğulları, kızları kaybedildi kimilerinin yıllar olmuştu. Kimilerinin ise eşleri, kardeşleri kaybedilmişti. Sayılan yüzleri bulmuştu. Eşya değildi ki bu, can parçalarıydı herbiri. Bir parçalarıydı haftalar, aylar, yıllar boyu yüzünü göremeyip sesini duyamadıkları. İlk kez 1995 yılının 27 Mayıs günü biraraya geldiler. Günlerden Cumartesi'ydi. Öğle vakti, İstanbul kentinin

en hareketli, insan kalabalığı yüklü mekanlarının birinde istiklal Caddesi'nde, Galatasaray Lisesi' nin önünde toplandılar. Ellerinde kayıp evlatlarının fotoğraflarım taşıyan analar, babalar kaldırımın üzerinde oturmaya başladılar. "İsmail Bahçeci, Ayşenur Şimşek, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, Düzgün T ekin, Hüseyin Morsümbül, Yusuf Erişti..." Kentin kalabalığı belki de ilk kez ellerindeki insan yüzlerini bu sayede tanıdı. Suskunluklarından kaybettikleri evlatlarının akıbetini soran çığlıklar yükseliyordu, istiklal Caddesi sakinlerine, Taksim Meydanı'n a, İstanbul semalarından dört bir yana soruyorlardı... Nerede? Açıklansın? Sessiz çığlıkların yüreklerle buluşup kaybedilen ömürlerin akıbetinin sorulmasına tahammülsüzlük T emtav ır / kayıplar / mayıs '99 / sayı: 12

muz'un ilk Cumartesi günü kendini gösterdi. O gün de; dipsiz kuyularda, dağ ba şlarında, orman kuytuluklarında belki deniz diplerinde, belki karanlık mahzenlerde, belki de dağ gibi çöp yığınları arasında kaybedilen can parçalarının akıbetlerinin açıklanması için mesken tuttukları lise önünde toplanmışlardı. Basın açıklaması yapanların, kaybedilen çığlıkların haykırışların yankısı olmasına tahammül edemedi, polisler. Joplar, kafalarına, kollarına, bedenlerine indi-kalktı, indi-kalktı. Saldırıya uğradılar, yerlerde sürüklene sürüklene gözaltına alındılar. İlk gözaltı 37 kişiyle oldu ama onlar yılmadılar. Her Cumartesi yine oradaydılar. Galat asaray Lisesi'nin önünde. Ellerinde kaybedilen evlatlarının fotoğraflarıyla sanki sözleşmiş gibi o kal-


dininin üzerinde oturuyor, bekliyorlardı. Ellerinde karanfilleri ve kaybedilen can parçalarıyla çığlıklarını t aşıyorlardı dünyaya. Onlarla beraber otobüsler dolusu polis, çevik kuvvet ekipleri de eklendi Cumartesi günlerine. T aksim Meydanı'm n olduğu gibi Galat asaray Lisesi'nin önünün değişmez dekoru haline geldiler. Korkuyorlardı. Kayıp yakınlarından korkuyordu egemenler. Onların sorularından; Neden kaybedildiler? Kim kaybetti? Şimdi neredeler? bu sorulardan korkuyorlardı. Suçlarının ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Şu bir kaç kadın, ihtiyar, çoluk çocuk haftalardır her Cumartesi gelip o kalduımlarda oturmasalardı, kaybetme politikaları rayında yürüyecekti ne güzel. Olmadı. Kaybedilenlerin çığlığı giderek yükseldi Galat asaray Lisesi'nin önünde. Analar bıkmadan usanmadan Cumartesi günü kaybedilen evlatlarım aramaya aktı bu mekana. Sayılan giderek arta. Yurdun dört bir yarımdan akıp geldiler. Sayıları üç yüzü, dört yüzü aşmıştı kayıpların. Hesapta artmıştı. Arjantinli kayıp analarına benzetildiler. Plaza Del Mayo'n un anaları gibi Perşembe anaları gibi, onlar da Cumartesi Anaları adıyla anıldı. Onlar sadece Cumartesi günüyle sınırlamadılar kendilerini. Evlatlarını her yerde aradılar. Çöplükleri, açık arazileri, duydukları her yeri aradılar. Yanlarına her hafta yeni yüzler katıldı. T utsak yakınlarıyla, kamu emekçileriyle güçlerini artırdılar. Soluklanın derinleştirenler. Sesleri yurtdışında yankılandı. 96 yılında 53. haftada da oradaydılar. Arak mevzi haline gelen Galat asaray Lisesi önünde sanki her Cumartesi o kaldırımları doldurmasalar ıssızlıkta kör karanlıktaki çığlıklar yalnız kalacak, sanki kaybedilenler için yaktıkları umut ışıkları sönecekti. O gün dünyanın dört bir yanında HABIT AT'a katılma amacıyla gelen yabana ülke temsilcileri sayesinde tüm dünyaya seslerini duyuracaklardı. Yüzlerce devrimciyi kaybeden,

akıbetlerini belirsiz kılan bir ülke yönetiminin maskesini düşüreceklerdi. Gözler istanbul İstiklal Caddesi'nde polis kaynayan köşenin önünde kilitliydi. Kalabalık devletin korkusunu paniğe ve saldırganlıkta sınır tanımazlığa çevirmişti. Saldırdılar. Kayıp yakınlarını, kaybettikleri evlatlarının peşini aramaya pişman etmek için azgınca saldırdılar. Saçlarından çekilerek yerlerde sürüklenen, tekerlekli sandalyesinde hoyratça itilerek götürülen analar, bacılar, kardeşler, genç delikanlılar, çocuklar... 700 kişi gözaltına alındı o gün. Ve ertesi haftalarda her Cumartesi günü saldırdı iktidar. Her Cumartesi parçalanan pankartlar, resimler, karanfillerle tanıştı kaldırımlar. Kan damlaları, çekilen saç tutamlarıyla tanıştı kaldırımlar. 1997 yılı başında Emniyet Genel Müdürlüğü bir uygulama başlattı. Kayıp kişileri araştırma büro amirliğine ait, kayıp otobüsü de Cumartesi günleri kayıp analarımızın yanında bekletilmeye başlandı. Kaybedilip, katledilenler bir muhalefet mevzisini yok etmek için bir yandan kan dökülerek soluk aldırmadan her tarafa saldırıp gözaltına alırken bir yandan da kayıp yakınlarına başvuru masası açıyordu. Kaybedenler, kaybeden olduklarım gizlemeye çalışıyordu. Kaybedenler kayıp listesi tutmakla kanlı ellerinin aklanacağını sanıyorlardı. Şimdi be ş yıla uzanan zamanda, her Cumartesi günü gözlerimizle buluşan kayıp yakınları bir süredir Galatasaray Lisesi önünde görünmüyorlar. Yerlerde sürüklenerek koparıldıkları kaldırımlardan önce İnsan Haklan Derneği önüne çekildiler. Bir yerlerden bir ses, bir ışık bekleyen, kör karanlıklarda, ıssız derinliklerde sabır mayalayanlar şimdi merakla soruyorlar. "Bu hafta yoktunuz!?" Bu lisenin önü bir mevzi olarak kalmıştı. Gözyaşlarıyla oturdukları kaldırımları yıkayabilecek kadar acı yüklü gözlerden yaş yerine kin dökmüşlerdi. Ağıtlarla dağladıkları yüreklerinden dudaklarına yükselen sesler slotav ır / kayıplar / mayıs '99 / sayı: 12

gan olup İstiklal Caddesi'ni çınlatmıştı. Ömürleri boyunca hiç kimseden yemedikleri dayaklan yemişlerdi şu kaldırımların üzerinde. Faşizmi öğrenmişlerdi. T ek sayfa kitap okumadan, evlatlarım ararken, joplar alanda ezilirken, işkencehanelerde ezilirken... Ve direnmeyi... zulme başeğmeden, inat edip direnmeyi, faşizme başkaldınp, her hafta o lisenin önünde olmayı öğrendiler. Bir adı öğrenir gibi evlatlarının adım söyler gibi yüzlerini görür gibi. Polislerin saldırısına uğrayacaklarım bile bile yerlerde sürüklenip şubelerde, işkencelerde sabahlayacaklarını, tutuklanacaklarını bile bile kayıpların akıbetini sordular. Peşlerini bırakmadılar; her Cumartesi adımladılar o lisenin önünü. T am iki yüz kez; iki yüz hafta yılmadılar, yağmur alanda, kar alanda ıslanıp üşümeyi hissetmedi bile yaşlı bedenleri. Yaz günlerini kavuran öğle sıcağında aman demediler. Kalpleri teklemedi. Fenalaşmalarına kulak asmadılar. Dişleri çenelerine geçti de dayandılar. Kayıp evlatlarının peşlerini bırakmadılar. Ya dirisi, ya ölüsü, ama ille de evlatlarım istediler. On değil, yüz değil, tam iki yüz hafta ornaklarıyla tutunurcasına direnerek kendilerine mal ettikleri bu lisenin önü artık kayıp yakınlarınındı. Ak baş örtüleriyle bezenmeden gün geçmedi o kaldırımların üzerinde. T am iki yüz haftadır. "Bizi buradan söküp atamazsınız" diyerek oturdukları kaldınmları t erk etmeyerek yıldırmışlardı devleti. O sözde kayıp otobüsünün niye dikildiğini biliyorlardı. O kayıp otobüsünü koyan devletin kıskaç içine aldığı caddede kayıp anaları haftalardır görünmüyor arak.- Sadece Galatasaray'ı değil, T aksim'i değil, tüm vatanı kıskaç alana alan bu düzen kaybetmemiş miydi can parçalarım? Şimdi İstiklal Caddesi girişini işgal eden polis, kızıl karanfillere düşman polis, bekliyor kaldırımları. Ellerinde kayıp resimleriyle analar, babalar, eşler, kardeşler... Haftalar oldu. Kaç haftadır yoksunuz...


özgürlük Ölüm taamdaki sessizliği bozan Bir tutam ateş devirirdi tüm geceyi güne... Közün alevle Alevin, dumanla kıskandıran dansım izlerdi Günışığını arayan gecelerde... Her sıcaklıkta gurbeti Her esen rüzgarda asiliği Ve özgürlük kokan hasret şiirlerini biriktirirdi yüreğinin yarısında.... Diğer yarısında ise Hasreti unutmuş özgürlüğü bulurdu tekrar tekrar El yordamıyla doğan güneşi izler Pusulası zaferi gösteren her özgürlük savaşçısı gibi yollara düşerdi. Dağlar, onun için, devrim kokuyordu Çünkü, meydan okurcasına boynundaki puşusiyle Ve kesik bakışlarıyla;.. Kardeşliği öğütlercesine hiçbir teline dokunmadığı sakalıyla... Ve geceleri yüreğini mavzer yapıp Karanlıkta savaşan Eski bir şövalyeydi

Özgürlüğün ılık sesini türkülere kattığı gecelerde Bildik bir öykünün Bildik sonunu beklerdi... Ve kendini bulurdu Mistik, hırçın dağ esintisiyle gelen mısralarda... Yalnızlığın çığlığını dinlerken Ailesi kokan sılanın özlemiyle, Uzaktan, kentin ışıklarını düşünürdü Gecenin sonunu tüketirken... Ve onlarca türküyü... Gecenin sonu... Silahların ayak sesleri... Bitirmek zorunda olduğu El yazısıyla yazılmış bir hayattı karşısındaki... Her savaştan olduğu gibi Bu savaştan da zaferle çıkmıştı ölüm karşısında... Bir sahan daha kazanmıştı gökyüzü. Sonunu bildiği bir düş bırakmıştı Düş kuran şövalyelere... İnsanlıkla paylaşılan bir düş... ÖZGÜRLÜK...

tavır / şiir/ mayıs '99 / sayı: 12


ürkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun Bütün Dünya Halklarına ve T ürkiye Halklarına Çağrısı; "Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadeleyle kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele etrafına çağırır ve hainlere karşı giriştiği kavgada en son savaşçısına kadar devam edeceğini bildirir."* T urnalar çıkmıştı yola. Büyük bir "V" harfi çizerek nazlı nazlı kanat çırpıyorlardı. Güneşli, güzel bir

memleket düşüyle, soğuğun, ayazın, sefalet in kol gezdiği diyarları arkasında bırakarak sabırsızlanıyorlardı menzile varmak için. En önde uçanlardan üçü, karanlığın, soğuğun, ayazın bekçileri t ararından vuruldular, yaralı bir halde kafese kapatıldılar. Bekçiler çok kızdı bu öncü turnalara. Herşeyden yararlandıkları turnaları kapıp başka diyarlara götüren bu öncüleri yoketmek, diğer turnaları başsız bırakmak gerekiyordu, ibret için öldüreceklerdi onları. Ve kopardılar boyunlarını turnaların bir bir. Biri Deniz, biri Hüseyin, biri Yusuf tu... Denizler öncü olmanın, halkın en tav ır / yıldönümü / mayıs '99 / sayı: 12

önünde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi vermenin bedelini canlarıyla ödediler. Kendilerinden önce bu "mücadeleyi" durgun sularda vermek isteyenlerin halkı kandıranların maskelerini Mahirlerle, İbo'larla birlikte indirerek kurtuluşun silahlı mücadeleden geçtiğini tüm halka gösterdiler, insan güzeliydiler. Düşünceleriyle, umudun temsilcisi olmanın ağırlığını taşıyan, onurla, namusla, ahlakla bezenmiş kişilikleriyle... Kolay olanı seçmediler. Durgun sularda kulaç atabilirler, onlar da birer tatlı su sosyalisti olabilirlerdi. O alternatif de vardı onların yaşadığı


süreçlerde. "Zor" olanı seçtiler. Ucunda ölümün de olacağı uz un, zorlu bir yolu seçtiler. Devrimin yoluna girdiler. Onları bu yolculuğa çıkaran sevdaydı. Halka olan, özgür vatana olan sevda... Düşmanın tüm hışmını üzerlerine çekeceklerini, tatlı su komünistleri tarafından dışlanacaklarım biliyorlardı. O güne kadar gelen bütün "geleneklerden" ayrı bir yoldu çünkü seçtikleri. Korkularını ellerine almışlardı. Halkın adalet inin uygulanacağı, halkın düşmanlarını yakıp, kavuracak olanı, silahı almışlardı ellerine. Vuracak, vurulacak, ölecek, öldürecek güzel günlere varacaklardı ya. Onların düşlerinin gerçeğe dönüşmesinin önüne geçebilmek için düşman, bütün güçleriyle saldırdı Deniz'lere. T abi saldıran sadece düşman değildi. "Sol"cular, "sosyalistler" de vardı karşı saldın cephesinde. Söylemler düşmanınkiyle bir değildi belki. Ama, aynı amacı t aşıyordu. Deniz'ler yok olmalıydı ki, onlar yaşayabilsinler, Deniz'lerin düşünceleri ortadan kalkmalıydı ki, onlar varlıklarını sürdürebilsinler. iktidar, bugün devrimcilere, silahlı mücadeleyi yürütenlere saldırmaya devam ediyor. Bugün devrimciler, kendilerine silahlı devrim yolunu çizenleri, Deniz'leri, Mahirleri kanı-canı pahasına kıskançlıkla sahiplenirken, egemenler yürütülen bu mücadeleyi yok edememenin sancılarını yaşıyor... Ve bu yüzden '71 silahlı çıkışının önderlerini "terörist", "vatan haini" gibi göstermeye çalışıyor. Onlar hakkında spekülasyonlara devam ediyor. "Ölülerimizden bile korkuyorlar" deriz ya, bu gerçek en fazla '71 silahlı çıkışının öncü kadroları, önderleri üzerinde kendini gösteriyor. Ve Deniz'lerin öfkeli, kabarmış dalgalarını durultmaya çalışanlar sürgünler, yılgınlar, dönekler, yumuşakçalar... Geçici yol arkadaşları... "Biz devrimi çok sevmiştik" şiarıyla nostalji batağında giderek dibe çökenler. Adlında hiçbir değeri olmayan "sevgi"den sözeden ama,

halkı, vatanı değil, yozluğu, ahlaksızlığı, içkiyi ve kendilerini pazarlamayı seven, bencilliği, bunlar narsistlik derecesinde yaşayanlar. Her yü sadece 6 Mayıs'ta, Deniz'leri hatırlayan, kerhen mezar anmasına gelenler ve hatta mezar anmasına bile katılmaya korkanlar... Vicdanlarını, Deniz'lerin mezar başlarında boyunlarını bükerek, ürkek bir şekilde kollarını kaldırarak ve cılız sesiyle slogan atarak rahatlamaya çalışanlar. "Onlara yapılan haksızlıktı. Onlar kimseyi öldürmemişlerdi", "yakışıklıydılar, romantiktiler", diyerek Deniz'lerin düşüncelerini yumuşatmaya, içlerini boşaltmaya çalışanlar. Kendi korkularını, kendi yumuşaklıklarım, böyle meşrulaştırmaya uğraşanlar. Yani 68'lüer, yani "ÖDP'liler", yani "Halkevi" tayfası... Onlar da boş durmuyorlar. Ellerini çekmiyorlar Deniz'lerin üzerinden. Onları sahiplenmenin, onları yaşatmanın gerçek mirasları olan silahlı devrim mücadelesini sürdürmek olduğunu çok iyi bildikleri halde bunun bedellerini karşılayamayacakları için onlar da saldırıyorlar Deniz'lere, Deniz'lerin düşüncelerine. Ya Deniz'lerle birlikte yola çıkanlar? Ya Deniz'lerin yoldaşları? Barışçıl, reformist mücadeleyi bayrak edinmiş durumdalar. Ve işçi sınıfının açık siyasal partisini kurup, Deniz'lere idam kararını onaylayan meclise girmek için kırk takla atıyorlar. Hem de geçmişlerine, Deniz'lere küfrederek, Deniz'lere ihanet ederek, hem de onurun, devrimci ahlakın temsilcileri olan Deniz'lerin yaşadığı dönemlerden çok daha fazla silahlı mücadelenin koşullan devam ettiği halde; halka, meclise güvenmeleri çağrıları yaparken yozluğun, çürümüşlüğün "sol"dan aktarıcısı olarak... Ve utanmadan hala Deniz'leri sahiplenin yalnızca kendi halkları olduğu "Çekin ellerinizi Deniz'lerin mezarları üzerinden. Deniz'lere layık olmak, onların bir zaman yoldaşlan olmakla başarılmıyor. Deniz'lerin, tav ır / yıldönümü / mayıs '99 / sayı: 12

yaşasalardı eğer yüzlerine tükürecekleri birer hiçsiniz siz. Ve Deniz'leri birer ticaret malzemesi yapmak isteyenler var öte yanda. Deniz'leri hiç görmemiş, onlarla hiçbir anısı olmayanlar, sayfalar dolusu anılarını yayınlıyorlar, kasalarını dolduruyorlar. Üstelik de Deniz'lere saldırarak filmler çekiliyor, Deniz'ler hakkında afişler, kartlar basılıyor. Ne için? Deniz'lerin düşüncelerini halka yaymak için mi? Yoksa hem para hem de Deniz'lerin düşünceleri için mi? Deniz'leri kendi çıkarları için kullanmaya kalkanlar Deniz'lerin gerçek devamcıları, Onların mücadelelerinin bugünkü temsilcileri tarafından tarihin karanlıklarına gömüleceklerdir. Deniz'leri menfaatleri için malzeme yapanlar, Denizlerin yarattığı değerlerin ağırlığı altında ezilecektir. Onurun, namusun, insan olmanın gereğini yerine getirenlerin, en güzel örnekleriydi Deniz'ler. bu topraklar Deniz'ler gibi kahramanların hiç tükenmeyeceği topraklardır. Yeni Deniz'lerin yetişmesi için bu toprağı kanlarıyla bereketeyenler, yeni Deniz, Hüseyin, Yusuf bugün onlar silahlı mücadeleyi her türlü bedeli göze alarak yaşatanların yüreklerinde, silahlarında, sloganlarında yaşıyorlar. Deniz'ler, idam edilirken dahi kısacık ama onur dolu yaşamlarına cellatların elinden değil, kendi tekmeleriyle son verirken dahi, halka iyinin, güzelin, doğrunun, onurun ve namusun yolunu gösterdiler. Kim saldırırsa saldırsın, düşman da "dosf'da, kim Denizl'eri halkın ve devrimcilerin yüreğinden koparıp, onların yarattığı coşkunun dalgalı fırtınalannı durdurmaya çalışırsa çalışsın. Sonu hüsran olacaktır. Fırt ına büyüyeyecektir. Denizler durulmayacaktır... □ * (Ankara'daki bir Amerikan üssünden dört Amerikalı hava askerinin 4 Mart 1971 tarihinde THKO tarafından kaçırılmasından sonra Deniz G ezmiş, Hüseyin inan, Yusuf Aslan taraf ından kaleme alınan bildiriden...)


Çerkes Ethem konusu uzun yulardır tartışılan ve ortaya farklı görüşlerin atıldığı bir konu. Bu konuda bizim görüşlerimiz saklı olmak üzere, Hikmet Akgül Çerkes Ethem ile ilgili kendi yaklaşımlarını sunuyor. Bu tartışmalara farklı bir yaklaşım getireceğini düşündüğümüz "Mustafa Suphi ve Çerkes Ethem" isimli yazıyı siz okuyucularımıza sunuyoruz.

B

irbirini taramayan ve arala-| rında organik ilişki de olmayan Mustafa Suphi ile Çerkez Ethem 1921 tarihinde aynı tasfiye politikasına , "muhatap oldular. Bu yazı, bu tasfiyenin, bu "kader" ortaklığının, tesadüf olmadığı üzerine, olacaktır. 1918-1927 arasında yaşananlar, bugünü anlamak isteyenler için, tam bir labaratuar işlevi görmektedir. Burjuvazinin sosyalist ve devrimci harekete yönelik politikaları, bu tarihsel kesitte değişik taktikler denenerek oluşturulmuş ve çeşitli evrelerden geçerek günümüze değin sürdürülmüştür. M. Suphi'y i 1921 başına götüren süreç, onun 1915 yılında sürüldüğü Urallar'da bolşeviklerle tanışması ve sosyalist olmasıyla başlar. (1) Ekim Devrimi'nin ardından Makedonya'ya gelen M. Suphiler bolşevik önderlerle görüşür ve hızla örgütlenme faaliyetlerine girişir. Suphi'nin başlattığı örgütlenmenin ilk ayağı olmuştur. Biri, Rusya' daki T ürk ve Müslüman halktan Ekim Devrimi sürecine katmak, emperyalizme ve beyaz ordulara karşı verilen savaşa kazanmak Diğeri ise, Anadolu'y a yönelik girişimleri başlatmak. Bir bütünlük içinde sürdürülen bu çalışmalar, hem siyasi hem de askeri alanda birlikte yürütülmüştür. M. Suphi'n in 1918 Nisan'ında çıkardığı Yeni Dünya Gazetesi, yürütülecek çalışmalar için etkili bir araç olmuştur. Öyleki bu gazete Osmanlı İmparatorluğu'nun Moskova Elçisinin protestoları-

na uğramış, buna rağmen yayınım sürdürmüştür. T emmuz'da T ürk Sosyalistler Konferansım toplayan Suphi, Eylül ayında askeri birlikler oluşturmaya başlamıştır. 1919 Ocak ayında M. Suphi ve yoldaşlarının Kırım'a geçmesiyle, yeni bir zafha açılmıştır. M. Suphi buradan Karadeniz sahillerine örgütçüler ve yayınlar göndermiş ve ülkeye geçişin imkanlarını hazırlamaya girişmiştir. (2) M. Suphi'n in 1919'un hemen başlarında Anadolu'ya yönelik bu girişimleri birçok açıdan dikkat çekicidir. Bilindiği gibi 1918 Ekiminde Mondros mütarekesi imzalanmış, ardından ittihatçı liderler ülkeden ayrılmıştır. Anadolu'da tam bir belirsizliğin hakim olduğu bir aşamada, M. Suphi'nin bu müdahelesi çok isabetli bir girişim olmuştur. M. Kemal'in Samsun'a çıkışı, M. Suphinin bu girişimlerinden sonrasına denk geliyor.Öyleyse bir ilgi olduğunu düşünmemiz gerekmektedir. Çünkü, M. Kemal Anadolu'ya gönderilirken, kendisine verilen görevlerden biri de şudur "Çeşitli yerlerde bir takım kurullar (şuralar)olduğu ve bunların asker toplamakta bulunduğu ve el alandan ordunun bunları koruduğu ileri sürülüyor.(...) bu gibi kurulların kaldırılması."(3) Burada sözü edilen kurullar, yani şuraların, bizim karikatürümüzdeki karşılığı Sovyet tir Bunların kurulmasında M. Suphinin müdahelesinin de payı olduğu acıkır. Yine M Suphi'n in göndertavır / tarih/ maya '99 / sayı: 12

diği teşkilatçıların M. Kemal ile görüştüğü, bazı kaynaklarca ileri sürülmektedir.(4) M. Suphinin Kırım üzerinden Anadolu'ya yönelik girişimleri, Denikin komutasındaki beyaz orduların buraya saldırısı üzerine kesintiye uğramıştır. Odesa'y a çekilen M. Suphi ve yoldaştan karşıdevrimci güçlere karşı cephelerde savaşırlar. Hatta bu çarpışmalarda M. Suphinin öldüğü şeklinde bir haber gazetelere yansır.(5) bunun doğrui olmadığı bir süre sonra ortaya çıkar. Şimdi buraya kadar anlatılanlardan çıkan bazı noktaların altının çizilmesinde fayda var. Bir: M. Suphi 1919 başlarında Karadeniz sahillerine örgütçüler göndermiştir. İki: Anadolu'da belirsizliğin hakim olduğu bu dönemde , M. Suphi ülkeye geçiş arayışında olmuştur.Üç: Samsun'a çıkan M. Kemal'in bir görevi de, o bölgede oluşan Sovyetleri araştırmak ve ortadan kaldırmaktır. M. Suninin Karadeniz'e örgütçüler göndermesinden bir süre sonra İzmir’e Yunanlılar asker çıkarmış ve bunun üzerine Ege'de bir direniş başlamıştır. Bu direniş haranın oluşturulmasında en önemli fonksiyonu Çerkes Ethem ve efeler görmüştür, tamamen gerilla mücadelesi veren bu güçlerin harekete geçmesi bir siyasi iradeden yoksun ve kendiliğinden olmuştur, işgale karşı halkın yerel bir tepkisidir. Ki, bu tepki Anadolu'nun birçok yerinde kendini ortaya koymuştur, bir halk cephesi, bir siyasi merkezden yoksun olduğu için,


bir süre sonra M. kemal liderliğindeki burjuva hareketin denetimine girecektir. Kuvayi milliye denen bu başkaldırı hareketi içinde en etkili olanı, Ç. Ethem'in Kuvayi seyyare güçleri olmuştur.

Ç. Ethem'in birliklerinin bu kadar etkili olmasının en önemli sebebi onun uyguladığı yöntemlerdir. Yayınlanmış anılarından (6) bunları ortaya çıkarabiliriz. Birliklerinin finansmanını bulunduğu bölgelerdeki zengin eşraftan zor yoluyla temin ediyor. Hem isyanlarda,

tav ır / tarih / mayıs '99 / sayı: 12

hem de cephede, devrimci bir adalet uyguluyor. Bunun Çerkes Ethem'in gücünü arttıran en önemli faktör olduğu kesindir. Yunanlılarla cephede esir mübadeleleri yapıyor. Gerektiğinde af ilan ediyor. Bütün bunlardan çıkan, Ç. Ethem kendi hukukunu uyguluyor, bulunduğu bölgeler de iktidarım dayatıyor. Ç. Ethem'in hareketi halkçı ve devrimci eğilimler taşıyor, bütün bu özellikler onu bir süre sonra M. Kemal'in hareketi ile karşı karşıya getirecektir. Bunu ileride göreceğiz. Çerkes Ethem'in birlikleri ilk başarılarım Ege'de yunan işgaline karşı göstermiştir.Anadolu'nun değişik bölgelerinde İstanbul hükümetinin çıkardığı isyanları Ankara hükümeti bastırmakta zorlanınca Ç. Ethem'in kuvvetleri çağırılmıştır. Ç. Ethem'in birlikleri anzavur, Düzce, Yozgat isyanlarını başarıyla ortadan kaldırmıştır, sonraki yıllarda M. Kemal ve İnönü hariç, bu isyanların bastırılmasının yürütülen mücadele açısından hayati bir evre olduğunu bütün kısımlar ifade edecektir. Yozgat isyanı bastırıldıktan sonra yaşananlar, Ç. Ethem ile Ankara hükümetini karşı karşıya getirecektir. Ç. Ethem'in Ankara hükümetine karşı kuşkuları bu dönemde ortaya çıkacaktır. Yozgat isyanına karışanları idam eden Ç. Ethem, bu isyanda eski Yozgat mutasarrıfı şimdiki Ankara valisi Yahya Galip'in parmağı olduğunu öğrenecektir(7). Bunun üzerine ankara'da bulunan Yahya Galip'i ister, ancak Ankara hükümeti bu adamı gözden çıkarmayı istemez. Bu çatışma bir bakıma iki gücün, iki iktidarın savaşıdır.Ç. Ethem'in savaş hukuku, asker toplaması, zenginlerden vergi alması burjuvaziyi artık ürküten, tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Bu dönemde Ç.Ethem'in popüleritesi çok yüksektir. BMM ve Ankara’daki siyasi çevreler bile onun birlikleriyle kazandığı başarılarla moral bulmaktadır. 1920 Eylülünde Seyyare-i Yeni dünya isimli bir gazete Ç. Ethem'in deste-


ğjyle çıkmakta ve yayın çizgisi bolşevizme yakın bulunmaktadır.Bu gazetede yayınlanan bir röportajdan şöyle bir aktarma var "milli kahramanıyla Mülakat, Eskişehir'de Münteşir Yeni Dünya refikirnizden: Ethem Beyefendi, iyi tatbik edilmek şartıyla bu memleket ve bu milletin ... bolşevikliği kabul etmekten başka çare kalmadığım beyan eylemişlerdir"® Bu röportajın devamında da, sorulan bir soruya Ethem'in verdiği bir cevapta, M. Suphi t arafından Ankara'ya gönderilen Süleyman Sami'nin adı anılmaktadır. Bu S. Sami kimdir? S. Sami'nin mevcut literatürde bilinmeyen bir özelliği, resmi belgeleri kullanan ve kısa süre önce yayınlanan bir kaynakta (9) açığa çıkmıştır O, Ankara hükümetinin bir ajanıdır. Peki M. Suphi onunla nasıl tanışmıştır; Anadolu'y a niçin ve nasıl göndermiştir? M. Suphi, Denikin kuvvetlerinin Odesa'yı ele geçirmelerinden sonra Moskova'ya oradan da T aşkent’e gitmiştilşte bu S. Sami ile orada tanış-i ta.(10)azerbeycan'da Bolşevik iktidarın kurulmasından sonra ise Bakü'ye geçti. Bakü'den Anadolu'ya geçme hazırlıkla[n sürdüren m. Suphi, oradaki durumu gözlemcivegerekli ilişkilerkurmakiçin MKemal'e yazılmış bir mektupla s. Sami'y i Ankara'ya gönderdi. Böyle önemli bir görevin bir ajana verilmiş olması, M.Suphi ve yoldaşları için,onarılmayacak tahribatlar yapmıştır. S. Sami Ankara’ya geldiğinde, devrimci ve sosyalistlerin durumu şöyleydi: Ş. manatof un çabalan, konferanslan ile Ankara ve Eskişehir'de bir devrimci çevre yaratılmıştı. Bunların bağlı olduğu bir gizli TKP vardı. Ayrıca Yeşilordu yavaş yavaş Sosyalistlerin eline geçiyordu. Meclis't e bolşevizme bağlı ve aynca sempati ile bakan milletvekilleri mevcuttu. S. Sami, bütün bu çevrelerle görüşmeler yapb. Elbette buradan edindiği bütün bilgileri M. Kemal'e ve Ankara hükümetine de iletti. Tabii bundan o sı-

rada ne M.Suphi'n in ne de Ankara sosyalist çevrelerin haberi vardı. S. Sami'nin Bakü'ye dönüşünden bir süre sonra, 1 Eylül 1920^ 1. Doğu Halkları Kurultayı toplandı. Mustafa Suphi'nin de başkanlık divanında yer aldığı Kurultaya, doğu halklarını temsilen 1831 delege katıldı. Başkanlığını Zinsuyev'in yaptığı Kurultay, sonuç bildirgesinde, bütün doğu halklarım emperyalizme karşı savaşa çağırıyordu. Kurultay'ın hemen ardından, 10 Eylül 1923'te TKPnin kuruluş kongresi toplandı. Anadolu, İstanbul ve Rusya'dan delegelerin katıldığı kongre, yetkili organlarını seçti, ülkeye yönelik politikalarını oluşturdu. Ve bir an önce Parti'yi, kadrolarım ve askeri birliklerini Anadolu'daki savaşa katma hazırlıklarına girişti. S. Sami gibi bir ajanıyla TKP içindeki gelişmelerden ve Parti'n în komütern ile olan bağlantısından haberdar olan M. Kemal'in Ankara yönetimi, bu yazının temel tezi olan gerçeği görmekte gecikmedi: M. Suphi'nin T KP’si ile Çerkes Ethem'in gerilla harekatının olası birliği, hem Ankara yönetiminin sonudur ve hem de Anadolu'nun ve belki de bölgenin sovyetleşmesi demektir. Yaşanan gelişmeler, su yüzüne çıkan çatışmalar, tarafların yaklaşımları bunu göstermektedir. Artik Çerkes Ethem, Anadolu’daki paşalardan ve ayaktakımlarında rahatsızdır. Kendisiyle yapılan mülakatta sergilediği tutum, CKnun bolşevizme sıcak bakabileceğim göstermektedir. Finanse ettiği Seyyarei Yeni Dünya bolşevik eğilimlidir. Kuvvayı Seyyare içinde bir bolşevik taburu da mevcuttur. Mustafa Suphi ve TKPsi için de Çerkes Ethem'in gerilla birlikleri ittifaka uygun yapıdadır. Çerkes Ethem'de eksik olar siyasal önderlik ve politika üretme, M. Suphi ve kadrolarınca tamamlanabilecektir. Yeterli emareleri ortada olan böylesi bir birlikteliğin, ittifakın Mustafa Kemal tarafından görüldüğünden kuşku duymamak gerekir. Kurnaz ve dengeleri iyi yönlendiren M. KemaL Lenin tarafından şöyle tarif edilmişti. "Mustafa tavır / tarih / mayıs '99 / sayı: 12

Kemal Paşa, doğal ki sosyalist değildir... Ama görülüyor ki,iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider, ulusal burjuva devrimini idare ediyor.' (ü)." Mücadelenin önderliğini ve istikametini kaptırmamak için, M. Kemal'in ilk uygulayacağı politika resmen bir Komünist Partisi kurmak olmuştur. Böylece hem bolşevizm sempatisi kenedisine kanalize olacak hem de farklı arayışların önüne geçilmiş olacaktır. Bunun ilk örneğini, daha T KP kuruluş kongresi devam ederken, Mustafa Suphi'ye bir mektup yazarak gösterir.(12). Burada, hedef ve gaye açısından bir olduklarının altım çizer. Resmi Komünist Parti 18 Ekim 1923'de kuruldu.(13). M. Kemal'in yakın çevresindeki ileri gelenlerin katıldığı bu partiye Çerkes Ethem'de alındı. M. Kemal bunu bur mekupla Çerkes Ethem'e iletti. M. Suphi de geldiğinde bu partide çalışmaya yeralacaktır. Resmi Komünist Parti t utmadı. S. Hacıoğlu ve arkadaşları bunun sahte bir parti olduğunu afişe ettiler. Komünist çevrelerden M. Kemal'in Komünist Partisine katılan olmadı. Ve zaten Ankara'lı komünistler bu oyunu iyice açığa çıkarmak için, bir süre sonra, kendileri legal olarak T ürkiye Halk İşkirakyun Fırkasını kuracaklar ve Yeşilordu'nun da buraya katıldığını açıklayacaklardır. M. Kemal, resmi Komünist Partinin etkili olmadığım görünce, bu potansiyel birliği tasfiye etmeyi, birleşmeden ortadan kaldırmayı temel politika yaptı. Bu politika iki önemli kararla uygulamaya kondu. Birincisi, düzenli ordu karan. Bu aynı zamanda Çerkes Ethem'in Seyyare bildirilerinin dağıtılması demekti. Bone kara, Batı Cephesi Komutam A. F. Cebesoy'un Ankara'ya çağrılması oldu.(14) M. Kemal A. F. Cebesoy'a Moskova elçeleğini önerdi ve kabul ettirdi, isterse Çerkes Ethem'i de yanında götürebileceğini söyledi. Elbette bütün bunların farkında olanlar da vardı. "Çerkes Ethem'in yalan arkadaşlarından Hacı Şükrü Bey, Mustafa Kemal'e çektiği telde, Ethem Bey’in Ali Fuat Paşa ile Mos-


kova'ya gönderileceği söylentilerinin dolaştığını bildirerek, 'Bu gibi kişilerin çevrenizde uzaklaştırılması, diktatör olacağınız asnısı uyandırıyor' dedi." (15) A. F. Çebesoy Moskova elçiliği için 1920 Aralık ayında Ankara'dan ayrıldı. M. Suphi ise 19 Aralık' ta Bakü'den Türkiye'ye doğru yola çıktı. Bu tarihten sonra M. Kemal ve Ankara yönetimi, Çerkes Ethem ve bolşevizm aleyhine yoğun bir kampanya başlattı. Tasfiye olacağını geç te olsa anlayan Çerkes Ethem 9 Aralık'ta Demirci Efe'ye durumu aktardı. "Seni, beni, Yürük Ali'yi imhaya karar vermişlerdir. Size Refet, bana ismet Bey memur edildi. Bu namussuzlar hazıra konmuşlardır. Sıkı bağlantı kuralım. Birbirimize sarılalım." (16) Artık çok geçtir. Ankara yönetimi bütün hazırlıklarını yapmış, gerekli önlemleri almıştır. Ne Mustafa Suphi Ankara'ya ulaşabilecektir ne de gerilla liderleri birlik olabilecektir. M. Suphi Kars'a 28 Kasım 1923 tarihinde geldi. Aynı gün Çerkes Ethem'in üzerine askeri birlikler gönderildi. Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir M. Suphi ve heyetinin Ankara'ya doğru yola çıkacağını söylediğinde(17); M. Kemal çektiği telgrafta şöyle demektedir. "Ankara'da komünist ceryanları arzu hilafındadır. Bakü Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi'nin bu ceryanları körüklemesi mahzuru vaid-i hatadır." (18) Bu iki yazışma, uzun süre gizlenen bu iki telgraf, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını ne ittihatçıların ne de Kazım Karabekir'in öldürtmediğinin de açık bir kanıtıdır. 1921 Ocak ortalarında Ankara'lı komünistler, başta S. Hacıoğlu olmak üzere tutuklandı. Çerkes Ethem 22 Ocak'ta yenildi, M. Suphi 28/29 Ocak'ta Karadeniz'de katledildi. Birbirini tanımayan bu iki yurtsever insan, aynı tasfiye politikasının kurbanı oldu. Tutuklananların yargılanması 21 Mart' ta başladı. Kendilerine iki büyük suçlama yöneltildi. Ç. Ethem'in başkal-

dırısına karışmak ve M. Suphi'nin harekatı ile ilişkili olmak. Mahkemenin açıkladığı karardan, Ç. Ethem'in de gıyabında yargılananlar arasında olduğu anlaşıldı. Ç. Ethem gıyabında idama mahkum oldu.(19) Mustafa Suphi'nin hükmü zaten infaz edilmişti. □ KAYNAKLAR 1- M.Suphi konusunda dökümanter bir çalışma için Bkz. Mustafa Suphi Yaşamı, Yazdan, Yoldaştan, Sosyalist yay, İst 1992,270.sf 2- Yavuz Aslan, Türkiye Komünis Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi TTK, Ankara, 1997, sf.73 3- Baki Öz, Atatürk'ün Anadolu'ya Gönderilişinin İç Yüzü, Okan Yay., İst, 1987, sf .52 4- Stefanos Yerasimos, Türk- Sovyet İlişkileri, Gözlem Yay., İst 1979, sf. 108 5- Y. Aslan, Age, sf.73 tavır/tarih/mayıs' 99/sayı: 12

6- Çerkes Ethem, Anılarım, Berfin Yay, İst, 1993,150 sf 7- Çerkes Ethem, Age, sf. 53-54 8- Zeki Sarman, Çerkes Ethem'in İhaneti, Kaynak Yay., İst, 1986, sf. 165 9-Y.Aslan, Age, sf. 271 10- Age, sf.77 11- S.İ. Aralov, bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anılan, Birey Toplum yay, Aıtk, 1985, sf.29 12-Y. Aslan, Age, 279 13- Feridun Kandemir, Atatürk'ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yalan Tarihimiz yay, ist; 192 sf 14- Yunus Nadi, Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti, Sol yay., İst 1955, sf. 8 15- Zeki Sarınan, Kurtuluş Savaşı Gün lüğü, 3. cilt, Öğretmen yay., Ank, 1986, sf. 277 16-Age, sf. 313 17- Y. Aslan, Age, sf. 299 18- Age, sf. 300 19- E Kandemir, Yakın Tarihimiz, 1. cilt, Vatan mat, İst; 1962, si 297- 298 17-


v olkan y ıld ız

imge

S

anatsal üretimin en önemli aracıdır imge. Denilebilir ki, sanat gerçeğin imgelerle yemden kurgulanması-dır. Her sanat dalında, her sanat akımı kendisini ifade ederken, kendine özgü imgeler oluşturma, imgeyi kullanma tarzıyla birbirlerinden ayrılır. Sanatsal tartışmalarda da asıl malzeme, sanatsal eserin neyi, nasıl anlattığım belirleyen imgelerdir, imgeler gerçekliğe ne kadar denk düşüyor, gerçeği nasıl kavrıyor, sanatçının düşüncesini, vermek istediği duyguyu nasıl taşıyor?... Bu sorulara verilecek cevaplar eserin sanatsal .değerini belirlerken, aynı şekilde; kullanılan imgeler ya da imge diye üretilen biçimler de sanatçının dünyaya bakışını, insana, topluma dair görüşlerini ve sanata yaklaşımım ele verir. Edebiyat söz sanatıdır. Bütün malzemesi dildir. Ve şiir, duyguların sözlerle, sözün çıplak halde ifade edilemediği noktada başlar. Ama bu hiç bir şaire, "Ben böyle hissettim, öyle yazdım" diyerek kelimelerle istediği gibi oynama lüksü tanımaz. Çünkü sanatın sanat olabilmesinin vazgeçilmez koşulu paylaşmaktır. Sair, kelimelerin içerdiği anlamını, hangi duyguyu, ruh halini ifade etmek istiyorsa, onu en güçlü, en etkili halde ifade edebilmesini sağlayacak şekilde kullanmaya çalışır. İşte bu "en güçlü", "en etkili" olanı ortaya çıkarmak için sözcüklerin çıplak an-

lamının ötesinde çağrıştırdığı düşünceleri, duygulan arar bulur. Kelimelerin biraraya gelişinden yeni bir anlam, yeni bir duygu doğar, imge işte budur. Ne var ki imgenin bu amacı gerçekleştirme gücü, şairin kendi algılayışı ile sınırlı değildir. Onu okuyucu, dinleyici de kavramalıdır. imgeleri, imge yapan işte bu karşılıklı kavramadır. "Benim şiirim, başkalarının anlaması, kavraması için değildir" diyenler büyük birer yalanadır, kendini kandırıyordun Öyle düşünenlerin yapacakları en tutarlı iş, şiirlerini kağıtlara yazıp kendi odalarının duvarlarına asmalarıdır. Eğer yayınlanıyorsa, eğer bir başkası tarafından okunuyor, izleniyorsa, orada sorumluluk başlar. Şairi, şair yapan da, bu sorumluluğu ne kadar yerine getirdiğidir. Yoksa herkes kendine "şair”er. Şair sorumludur. Bir insan olarak kendine, kendi duygu ve düşüncelerine karşı sorumludur. Duygu ve düşüncelerini paylaştığı halka karşı sorumludur. T anık olduğu ve yazdığı olaylara, kendisine şiir yazdıran gerçekliğe karşı sorumludur. Ve dile, kelimelere, onların yüklediği içeriğe karşı sorumludur. Şiirde her söz, her imge bu sorumluluğu yerine getirmenin aracıdır. Bu sorumluluğun yok sayıldığı, dilin, kelimelerin iğdiş edildiği, soyut, hayattan kopuk bunalımlı dünyaların, ucubeliklerin sıralandığı o kadar çok örnek var ki, "şiir ne?", tav ır / şiir / mayıs '99 / sayı: 12

57

"şair kim?" sorulan cevapsız kalıyor. Hele de kendisine solculuğu, aydm kimliğini yaldızlı etiketlerle yakıştıranların kalemlerinden çıkanlar var ki, onlar şiirleriyle değil, çevreleriyle lafazanlıklarıyla, öne çıkarlar. Ama anlatamıyorlar, kavratamıyorlar. Ve bir türlü söylemek istediklerini anlatamaz, kavratamazlar. Sonunda ya kendilerinden başka herkesi cahillikle veya kültürsüzlükle suçlarlar, ya da "şiir ille de bir şey anlatma, anlaşılır olmak zorunda değildir" diyerek hesaplaşmadan kaçmaya çalışırlar. Kaçtıkça halktan ve gerçeklikten daha da çok koparlar. Somut olandan, yani yaşamdan daha çok koparlar... Söze geldimi en çok onlar "bilirler". T ek bir sözcüğün, tek bir harfin dahi öneminin de "bilincindedirler". Ama ne için önemlidir, onu hiç tartışmazlar. "Bir şair için, şiirdeki bir tek harfin bile yerli yerinde olmaması, bir ölüm kalım meselesi olabiliyor."(1) diyecek kadar hassastırlar. Bakalım, bu hassaslığın sonucunda uğruna ölme kalma çelişkisi yaşanan şiirde neler var? T evfik T aş'ın Eskatalogya adlı kitabında başlıksız ilk şiirine bakıyoruz. "Şah damarımızda o tedirgin çırpınış, bahr-i sitare ipek bir mendil belleyip menzili." Neymiş, anladınız mı? Durun, daha anlaşılır imgelerle dolu dizelerimiz var: "... Beklediği tel örgüleri kemiren sinir düşmanlığımız ve gençliğimizde derin ekimozlar, tutkulara dönük tutkular, "yağmura sürülmüş söz uçlarıydık"


Bunlarla anlatılmak istenenler, şairin kafasının içinde ve ne yazık ki, şairin zorlaya zorlaya bulduğu imgeler. "Yağmura sürülmüş söz uçları" gibi belki kulağa hoş gelen, ama anlamım bulamayacağınız söz yığınına dönüşüveriyor. Üstelik, aldatılmışlığından pişmanlığını bile açıkça söyleyemez hale geliyor. "... Aynaların sırlarına hükmeden gecelerde ipekti yaramızın kabuğu Dağ yemiş gündüzlerin, iglu yapılarda ördüğü afro saçlarımız yangın; Baş koyduğumuz her sinede ışıldayan gümüş firkete Güneş, ezaya yatırılmış tenimizdi." Belli ki, çok "eza" çekmiştir şair. Belli ki, kendince çok önemli bir yönü vurgulamak istiyor. Ama "iglu yapılarda örülen afro saçların yangın" oluşunu kim, nasıl, neye yarayacak ve şair neyi, nasıl paylaşacak? imge insandan, dilden, halktan bu derece uzaklaşırsa, o şiir, kimin için şiirdir artık? Yalnızca kendine, kendi düş dünyasında oyalanmaya hizmet eden imgelerle gerçekten şiir yazılmış olur mu? İmge kimlerin dilerinde ne tuhaf oyuncağa dönüşüyor? O "şairliği kendinden menkul" sananlar, şiirin kaynağından yani yaşamın, kavganın kendisinden, halkın gerçeğinden koptukça, burada imge adına pervasız bir bencillik başlıyor. "Benim düşünce ve duygularımı ifade ediyor, öyleyse gerisi boş" deniliyor. Nevzat Çelik Sevgili Yoldaş Kurbağalar da "Yaz" adını vermiş bir şiirine. Endişeli, kuşkulu, karamsar bir bakışı var yaz mevsimine. Neden mi? "... Ki her pozisyonda hayvanımız iktidarsızlaşma çağrısı geyiktir çünkü et oburlar ortamına uzatıp boynunu kırıp attığın bir daldır boynuzundan..." Ne anlaşıldığım sormak gereksiz artık. Burada şair dışında hiç kimse yok. "Et oburlar ortamı" var "iktidarsızlaşma çağrısı" olan "geyik" var vs. Ama sen, ben, okuyucu, kitle, halk nerede? Hiç umrunda değil böylesi dizelerde, böylesi imgelerde gezinirken. Nasıl da kaybediveriyorlar dili, halkın dilini... Oysa imgeler yalnızca şairde kalan çağrışımlarla kalmışsa, o şair, di-

zelerde küçülmüş, kaybolmuştur. Çünkü o dizelerde şiir yerine "ben" vardır. Ama hemen yanıbaşımızda gürül gürül akıp giden hayata dair bu halkın dilinde öyle imgeler vardır ki çarpar adamı. İşte onu yaratan, onu bulabilen, onu anlatabilen şair olur, yaşar bilinçte, yürekte... Şiirin zorlu yollarında epeyce ter akıtmış, adımlarım korkusuzca atmakta ısrar eden, ancak böyle böyle yol katedenler de var. Şiirin sözcüklerle, kavramlarla, rastgele, keyfince oynamak olmadığım hem bilen, hem de öğretenler var. Kaleme yeni uzananlar, şiire yeni soyunanlara kılavuzluk eder her eserleri. Ama, onlar da az biraz yoruldu mu, dönüp dönüp aynı sözlere, aynı imgeye sarılırlar. Ama hiçbir yerde aynı olmaz imgenin gücü. Hele ki bir o yandan bir bu yandan çekiştirdin mi, onda güç, takat kalmaz, pörsümeye yüz tutar artık. Adnan Yücel, "Sular Tanıktır Aşkımıza" adım verdiği kitabında ard arda sıraladığı şiirlerinde bunun örneğini defalarca yaşamış. "Korku kalabalığı" şiirinde "Dudaklarında hiç tanımadık bulutlar var", sonra "Bir Yaprak Daha" da "Güneşi dudaklarında unutma sakın" demiş. Dudaklarda ne ararsa onu görmeyi birçok defa tekrarlayarak sürdürürken "unutma" onun için çok önemli hale gelmiş. "Zaman Açıklarında" şiirinin ilk dizesinde "Denizde unutulmuş bir gece yumağı" az sonra Sokak Pınarları'nı anlattığı şiirde "Çam gölgelerine küskün ayak izleri Eflatun bir bulut unutmuş otlar üstünde" diye devam ediyor. Unutmak, şairi çok etkilemiş, nerede ne zaman kullandığım "unutmuş", imge, okuyucunun düşünce dünyasında yeri olandır. Şair onu doğruca yerine koyamadığında, imge kendinde kalır. Ahmet Telli bakın ne demiş; "... Aynı soruyu sormaktan/ minör ağrılardan yoruldum/ gitmeliyim buralardan/ içimde buharlaşan civayı soluyorum artık/ Yoruldum yoruldum yoruldum/ Gereklilik kipinde yaşamaktan" (2) Haydi okuyucu, gör bak "minör" nasıl da imgeleşmiş. Hele sen "buhartav ır / şiir / mayıs '99 / sayı: 12

laşan civayı solumanın" ne demek olduğunu hiç düşündün mü? Ya 'gereklilik kipi'ni? Yorulmuş şair. Bu kadar zorlanırsa sözcü kler elbette yorulur. Yorulana değil sözümüz. Ama okuyucuyu, kitleyi, halkı 'gereklilik kipi'ne sokup da yormaya kalkanadır. Onları izleyenler, onların şiir serüveninde ne varsa, olduğu gibi alıyorlar. Ve artık ortalıkta şiir adına bir emekçi gibi sabırla uğraşmaktan köşe bucak kaçan, "ben yazdım oldu" diyen cirit atıyor. Dili bir oyun bahçesi kelimeleri, kavramları yap-boz oyuncakları sananlar, yalnızca kendilerinin hoşuna giden eserlere bakıp bakıp kendi şairliklerim alkışlıyorlar. En ilginç, en tumturaklı, en garip laflar bulanlara özeniyorlar. Ve ortaya imge diye bir yığın iğdiş edilmiş kelime, kavram çıkıyor. Abidin Dino'nun bundan 40 yıl önce bir tartışmada söyledikleri akla geliyor; "... çoktandır kelime meydanının haydutları yol kenarında pusu kurdular. Yolculara küfür tuzakları, tahrif çelenkleri tertiplemektedirler. Hatta içlerinde taklide muktedir olanları kelime-meydanının bekçisi kıyafetine girdi. Onlara yol sormak sahtekarlıklarını anlamak için kafidir. En karanlık, en dolambaçlı istikatmetleri göstereceklerdir, oralarda adam soymak kolay"(3) İmge yürekte, bilinçte yerini bulmazsa imge olmaz. Bu yüzdendir ki Nazmı Hikmet yıllar sonra da sı kılı yumruklara ses olacak. Bu yüzdendir ki Ahmet Arif yüreklerde daha da büyüyecek. Bu yüzden Hasan Hüseyin türkü türkü söylenecek. Bu yüzden şair halkın olacak. Halkın olan şair, halk yaşadıkça yazacak. Yunus gibi, Karacoğlan, Pir Sultan, Köroğlu gibi...

(l)Tevfik Taş, Eskatalogya Kaptanı Seyredenin Defteri, ikinci Baskıya Önsöz (2) Ahmet Telli, Çocuksun Sen: Asmin adlı şiirinden, sayf a:73 (3) Abidin Dino, Yeni Edebiyat, sayı: 3 Aktaran Suphi Nuri ileri. Yeni Edebiyat, Sosyalist Gerçekçilik. Scala Yayıncılık, Mart 1998


u

zun yıllar önce gitmiştim oraya. Alçak tepelikleri aşıp da, Toroslar'ın rampalı yollarına vurdukça, Çukurova'nın bunaltan sıcağından kurtulmaya başlamış; sanki ciğerlerimiz nefesleri- mizle dolan serin havanın ferahlı-ğıyla bayram eder olmuştu. O zamanlar yükse kliğini bilmediğim yaylalara çıktıkça insanların kurduğu büyük kentlerden uzaklaştığıma daha bir sevmiyorum. Öyle ya! İn-san eli değmemiş yaylalardaki bu güzelim orman koyulukları, şu bir içim su mavilikle kaynaşan çam ormanlarının varlıklarını sürdürmelerini başka neye bağlayabilirdim? Dolana dolana tırmanan asfalt yolun sağında solunda kuytuluklara doğru uzayıp giden koyaklardaki . sarp kayalıklar üzerine ustalıkla tutunmuş o koca çamlara hayranlıkla bakardı insan. Saatler süren yolculuk sonrasında yokuşlu yolların düze vardığı yerde, elinizi uzatsanız tutuverecekmiş gibi gelen Bolkarlar'la karşılaşırsınız. İşte yüksekliği üç yüz metreye varan şu yayladan göklere doğru yoluna devam ederek uzanan şu gerdanlığa benzeyen dağlar, Bolkarlar'dır. Her zaman başı karlı kalan, çağlayan pınarlar besleyen, bir manto gibi kızılcam ormanlarıyla etekleri örtülü Bolkar Dağlan. Ne zaman ki

eteklerine yaklaşır da, yamaçlarından dökülen derelerin çağladığı vadicikleri izleyen karayolunu sürersiniz; işte o zaman Bolkarlar'ın ihtişamının boyutlarını, içinizde engel olamadığınız bir ürpertiyle farkedersiniz. Yamaçları kaplayan asırlık çam ormanları doğaya egemen, insana dosttur. Yalçın kayalıkların üzerini örten kına renkli toprağı ağ gibi saran çam ağaçları hayranlıkla izlenir. Bolkarlar'ın eteğinde kar sularıyla çağlayan dereler, derelerle kınalı topraklar, kınalı topraklardan yükselen koca çamlar ve kayaların hepsi dosttur. Bolkarlar'ın güneye bakan bu eteklerinde güneş insanın yüzünü, sırtını karartmaz. Dereler hep denize ulaşmak hevesiyle çağlar. Bolkarlar, tüm bunlara hakim, vakurla yükselir arkalarında. Ben tüm bunların güvencesiyim der gibi sırtlamış doğayı. Soğuk kuzey rüzgarından kolladığı, esirgediği doğayı. Yaylarım düzünde yol aldıkça Akdeniz'in çatısında soluklandığını sanır insan. Bu havanın hafifliğiyle içi dolar. Güneşe herkesten daha yakın yaşayan, serin dağ rüzgarla-rıyla yıkanan yanık yüzleriyle yayla insanının ne kadar şanslı olduğunu düşünür. Asıl büyük şansla biraz daha yol alınca karşılaşılır. Beyaz köpükler saçarak Akdeniz'e kavuşmak heyecanıyla sevinçler dağıtarak akan Çakıt Suyu ile yan yana ilerlerken, bu yaylanın insanın ömrüne ömür kattığı düşünülür. Taze tavır / öykü / mayıs '99 / sayı: 12

söğüt dalları arasında yayılarak akan Çakıt Deresi'nin dut ağaçlarıyla çevrelenmiş geniş yatağının ardından yayla insanlarının yaptığı sebzelikler, yemişlikler görülür. Kuzeye doğru yolumuza devam ettikçe sebzelikler ve yemişlikler yerlerini yangın yerinin kızılımsı karalı-ğındaki görüntüleriyle yalçın kayalıklara bırakır. Kimi yerde kahve-rengimsi bir kızıllığa bürünen bu yalçın, mor kayalıkların üzerlerinde anıt gibi ulu çamlar yükselir. Derken bir boğazın ağzına gelinir. Mor kayalıklar giderek Çakıt'ı kucaklar gibi birbirine yaklaşır. Orada Çakıt Suyu'nu besleyen iki kol görünür. Biri, az ilerdeki Gülek Boğazı'nın derinliklerinden akıp gelen Çakıt Suyu'nun kendisidir. Diğeri de onunla birleştiğinde gürlüğüne gürlük katan Şekerpınarı. Karayolundan inip batıya yöneldiğimizde Şekerpınarı'nın kaynağının pek uzakta olmadığnı fark edersiniz. Şaşkınlıkla az ötesindeki kayalıkların içinden çağlayarak taşan suya bakarsınız. Türlü türlü yemiş ağaçlan ardından duvar gibi yükse len heybetli kayalıklar içinden yük-selen Şekerpınarı'nın gözünün ta kendisidir. Kayalıklar arasındaki Ur yarıktan büyük bir gürültüyle köpük köpük kabarıp, coşkuyla taşıp çağlayan suların serinliği, uçuşan damlacıkları, ta ötelerden insanın yüzünü yalamaya başlar. Şekerpınarı'nın gözünden gürül gürül ta-


şan sular, hemen önünde büyük bir gölet oluşturur. Bu gölün rengi ka dar tarifsiz, gözle kestirilemez bir derinliği vardır. Berrak, yeşilimsi maviliğin ışıklı çekiciliğine kapılanlar, ilk adımda insan boyunu aşan bir derinlikle karşılaşır. Bir de kemikleri donduran buz gibi soğuklu-ğuyla. Yaz-kış aynı dordurucu soğuklukta akar Şekerpınarı. Çünkü sinesinden yüklenip geldiği Bolkarlar'ın suyudur. Sanki Bolkarlar'ın sinesinde sakladığı cevherleri tüm halka sunmak için esirgememiştir tadını. "Şeker" sıfatım suyunun taşıdığı lezzetinden takmıştır yöre insanı. Dağın cevherini eritip de sızdırıp getirdiği doyumsuz tadı gibi, soğukluğunu da Bolkarlar'dan getirir Şekerpınarı. Hani derler ya, "Karpuz çatlatan" diye, işte bunu kanıtlar Şekerpınar'ı. Bolkarlar'dan kopup gelen Şekerpmar'ı Çakıt Suyunu besleyip büyüttüğü gibi, konuklarına da hayat verir. Şekerprnar'ın suyunun kaynağının bağrından çıkıp da gün ışığıyla kucaklaştığı yerden sonra büyük bir konukseverlikle kendini sunar gelenlere. Yemiş altlarındaki gölgelikler hiç boş kalmaz güz-bahar aylarında, sıcak yaz günlerinde. Çakıt Suyu boyunca yataklarında beslediği alabalıkları avcıları bekler. Yanık tenli yayla insanlarının sebzeliklerini, meyveliklerini besler. Velhasıl Şekerpmar'ı hayatın damarlarda akması gibi, kaynağından Akdeniz'e kadar, geçtiği topraklara can verir. Yıllar geçti aradan. Toroslar'ı boydan boya yararak geçen otobanlar yapıldı. Çevrelerinde elin uzandığı, gözün gördüğü yerde, göğe yükselen asırlık anıt misali koca çamlar kalmadı. Yerden bitme tutam tutam çam filizlerinin çiğ yeşilleri otobanların çevresini kapladı. Karayolu boyunca yapılan yolculuklarda artık avü avü akan sevinçli dereler de görülmüyor. Ama Bolkarlar hiç değişmedi. Hep aynı. Eskisi gibi güven veren, kucak açıp himaye eden heybetiyle... Yol boylarındaki yan-

gın yeri misali mor kayalıklar, egzos gazlarının çıkardığı dumanlarla simsiyah islere bulanıp kalmışsa da, yalçın kayalıklar göklere eriyor hala. Yayla insanlarının taş üzerine ahşap yapüan, sebzeliklerin şenliği de uzaklaşmış karayolundan. Otobanın etrafı yabana markalarla dolu tabelalarla çevrilmiş, benzin istasyonları, dinlenme tesisleri sıralanmış. Çakıf in yatağı darmadağın, suyu bin dereye bölünmüş, akar olmuş. Şekerpınarı'nın yorgun ve üzgün nefeslerimizi canlandıracağı hevesiyle yaklaştığımız boğaza vardıkça değişiyor mecra. Kimi yerde kurumuş, gazele dönmüş sebzelikler, meyvelikler görünüyor. Kimi yerde çıplak, bomboş dere yatakları. Çakıt Suyu cüızlaşmış, adeta yatağında kurumuş. Koca çamlar iyiden iyiye dağların doruklarına çekilmiş. Yalçın kayalıklar camsız, kızıl topraksız, 'yiden iyiye kararmış... Sanırsınız dostun bağına hoyrat girmiş». İşte boğaza yaklaştığımız bu yerde görüyoruz o kan ve zulüm imzasını. Hemen sağ yana denk geliyor. Karayolunun sağma. Bir kale gibi yamaçtan yükseliyor. Zulmün, sömürünün, adalet sizliğin kalesi: Utancı, karanlığım saklamak, yalanlamak istercesine parlak neon ışıklarıyla, dev güçteki projektörlerle aydınlatmış kendisini. Hoyratlık işareti olarak kaplamış yamaçlan, çevirmiş dikenli tellerle: "SUSA" Kilometrelerce öteden gözleri alan bir aydınlatmayla Bolkarlar'da egemenlik bayrağı dalgalandırıyor Sakıp Ağa. Ya Şekerpınarı? Hoyrat'in elinde kurumuş, kurumuş gazele dönmüş virane Şekerpınarı. Şekerpınarı'n ın gözüne dökülen koca beton duvarının üzerinden aydınlatma, projektör sistemiyle yine "SUSA" yansıyor ta ötelere. Şekerpınarı artık ömürlere ömür katamıyor. Kesilmiş suyu, esirgenmiş bereketi. Sa bancı'larm diktiği beton yığını ardından gün yüz ü göremeden karanlığın kalesi bir başka beton yığıtav ır / öykü / mayıs '99 / sayı: 12

nına çevrilen mecrasıyla şişelenerek satılıyor. Sebzelikler, meyvelikler bu yüzden gazele, cennet mekan viraneye dönmüş. Yıllar öncesinin alabalık yatakları artık kalmamış. Doğanın tüm halka armağan ettiği Bolkarlar'ın suyunu Sa bancı'lar gasp etmiş. Halka sormadan, izin almadan. Şekerpınarı'n ı daha kaynağındayken, gün yüzü görmeden zaptetmiş. Toroslar'ın bereketinin Akdeniz'e karışmasını daha ük soluğun da kesmişler. O Çatık Suyu'nu, yemyeşü sebzelikleri, yemişlikleri kurutmuş Sa bancı'lar. Çukurova'nın bereketine Bolkarlar'ın hasretini bağlamış Sabancı'lar. Köprülerin başını tutan, zalimlerin zulmüne en çok başkaldıran memleketlerin halklarına en ağır gelendir suyun esirgenmesi. Bereketinin esirgenmesi. Kanlarını, canlarım yollarına feda ettikleri memleketlerinin bereketinin kesilmesi, bağlanmasıdır Şekerpınarı'n gasp edilmesi. Halkın malıdır, bu vatanın öz malıdır Şekerpınarı. Eski çağların köprü başlarım tutarak haraç toplayanlardan farkı var mıdır? Sabancılar da Şekerpınarı'nın kaynağını tutup, suyunu şişeleyip parayla satmaktadır ya... Bolkarlar'ın berektini milyonlarca insandan esirgemektedir ya... Dünyanın en güzel varlıklarına sahip olmayı, varolmalarının şartı olarak gören kapitalistlerin iktidarı, Şekerpınarı'n ı, Şekerpınar'larını halktan hep esirgeyecektir. T üm halkların malı olan dünya güzellikleri, kapitalist iktidarların ellerinde daha fazla sermaye edinebilecekleri mülkiyet aracı olarak kullanılıyor. Şekerpınar'larının suları bu düzen de halk için akmayacaktır. Şişelenecek, "HAYAT" suyu olarak para karşılığı satılacaktır. Doğal güzelliklerimiz, yine o eski güzelliğine kavuşup, ırmaklarımız sevinçle akmalı. Onların etrafına çekilen beton duvarlar yıkılmalı. Cennet, yine cennetliğine kavuşmalı.O


örük Ali Efe, Aydın'da yaşayan Sarıtekeli yö-rük aşiretindendir. 1800'lü yılların sonlarında Kavaklı köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Abdi Efe'de, Çakırcalı Mehmet Efe'nin kızanlarındandı. Çok küçük yaşta babasının öldürülmesiyle öksüz kalan Yörük Ali Efe'nin çocukluğu ve gençliğinin ilk dönemleri çobanlık yaparak geçer. Dağlan tanır ve atıcılığı öğrenerek, ke skin bir nişancı olur. Bir iftira sonucu, hırsızlıkla suçlanır, ellerini kelepçelemeye çalışan jandarmaları döver. Fakat köy halkının ikna etmesiyle karakolda ifade vermeye razı olur. Karakola gidince , jandarmalar, Yörük Ali'ye işkence yaparlar. Bu, gururuna çok dokunur, kinlenir. Hırsızlık iftirasından beraat eder. Ancak jandarmaları dövdüğü için altı ay hapis yatar. Çıktıktan bir süre sonra da İzmir'de askere alınır. Burada kendisini kamçıyla dövüp, küfreden Osmanlı zabitini öldürür ve firar eder. O sı rada Nazilli taraflarında Molla Ahmet Efe'nin kızanı olur. Çatışmalardaki cesareti, dürüstlüğünü ve mertliğini gören efe, Yörük Ali'yi baş zeybeği yapar. Kavaklıdere jandarma karakoluna yönelik bir baskında Molla Ahmet Efe vurulur ve vasiyeti üzere çetenin efesi Yörük Ali Efe olur. Kısa sürede Yörük aşiretininde

desteğiyle yörede sözü geçen bir efe olur. Aşar mültezimlerinin, ağalarının üzerine karabasan gibi çöker. Köşkleri, konakları basar. Aldığı ganimetleri fakirlere dağıtır. Yörük Ali Efe, henüz 19 yaşında olmasına rağmen, olgun, ağır başlı ve saygılı davranışlarıyla efelik adabına uygun davranıyordu. Bu da halkı ve kızanlarını ona daha çok bağlıyordu. Yine bir gün Kara-dere çiftliği beyinin köylülerin borçlarım bahane ederek zorla topraklarına el koymak istediğini duyar. Çiftliği basar ve beyin bin altınım ve gasp ettiği toprakların tapularını alarak köylülere dağıtır. Halka zulmeden çalı kakıcıları öldürür. Artık Aydın ve çevresinde, hiç bir efenin, ağanın, beyin, hatta devlet adamlarının bile Yörük Ali Efe kadar otoritesi ve nüfuzu kalmamıştır. Başı ağrıyan, haksızlığa uğrayan efeden yardım ister. Osmanlı, Yörük Ali Efe'yi yakalayabilmek için takip müfrezeleri kurar, köylülere eziyet eder, akrabalarını hapise attırır. Bu, efeyi daha da öfkelendirir. Baskınlarım arttırır. Müfrezelere kök sö ktürür. Bozalan'da, pusuya düşen efeyle müfreze komutam arasında geçen şu konuşma Yörük Ali'yi daha iyi anlatıyordu. Komutan efenin sinirlerini bozmak için şöyle seslenin " Ne o, Yörük Ali, korkuyor musun? - Ne diye korkacak mışım? - Kurda kuşa yem olmaktan tavır / türkü / mayıs '99 / sayı: 12

- Yem olsam dünya mı batar yani. Bir efe yüz defa ölmez ya, bir defa ölür. Bir can için korkmaya değer mi? Ko mutan biz bu yola çıktığımızda kelleyi çoktan koltuğa aldık. - Yörük Ali teslim ol!.. - Teslim olmak efe'ye yakışmaz! Efe ölür, teslim olmaz..." Hükümet, Yörük Ali Efe'yle başedemeyeceğni anlamıştır. Düze inmesi için af ilan eder. Yörük Ali, İstanbul'a şartlarını bildirir. Buna göre, bulunduğu bölgeye jandarma girmeyecek, kızanlarıyla beraber silahlarıyla hiç bir kısıtlama olmadan dolaşacaklardır. Hükümet, tüm şartları kabul eder. Efe, kızanlarıyla beraber Sultanhisar'da düze iner fakat Osmanlı'nın bir sözünde durmama ihtimali üzerine tetikte durur... izmir'in işgali üzerine "ben sağ olduğum müddetçe silahımı düşmana çevirmezsem, yurduma kem gözlerle bakanın gözlerini oymazsam namerdim!" diyerek yurtsever subay ve erlerden, taranmış efelerden oluşan ilk Kuva-i Milliye birliğini kurar. Yunanlı askerlere haber gönderin "16 Haziran'da Malkoç'ta teslim olacağım." Yunan komutanlarını sevinç kaplar. On altı Haziran 1919'da Menderes ırmağı üzerindeki Malkoç köprüsünde pusu atan Yörük Ali Efe, kendini teslim almaya gelenleri ve Sultanhisar'da-ki bütün Yunan müfrezelerini imha eder. Bu baskından sonra, gerek halkın gerekse de diğer efelerin ki-


zanlarının katılım ıyla Yörük Ali'nin Milis Kuvvetleri daha da güçlenir. Kendisine Ankara'dan "Ege Ordu Kom utanı Milis Albay"ı olarak rütbe verilir. Ansızın baskınlar düzenleyip, pusular atarak, Aydın ve çevresinde işgalcilerin ve yerli işbirlikçilerin korkulu rüyası olur. Vatana ihanet edenlerin gözünün yaşına bakm az, tek kulaklı oluklu yatağanı ile yakaladıklarını öldürür.

Kendisine övgüler düzülmesini istemez Efe "Aydın tarihi yazılırken Yörük Ali Efe'den de bahsedilecek" diyen birine, "Biz yaptığı-mızı ne tarih bizden bahsetsin ne de kahramanhğımızı övsün diye yaparız. Biz sadece vatanımızı sevdiğimiz için vuruşuruz" der. Yörük Ali Efe kızanlarıyla birlikte üç yıl boyunca, dağlarda işgalcilere karşı savaşır. 9 Eylül 1922'de İzmir'e giren Ordu'nun içinde Yörük

Ali Efe ve yarenleri de vardır. Vatanın kurtuluşu için yine ölüm kusar namluları... Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir'in Buca semtine yerleşir. 1928 yılında henüz 30 yaşındayken İzm ir'de bir tramvay kazası sonucu iki ayağını birden kaybeder. Bu olay üzerine Aydın'ın Yenipazar ilçesinde bir çiftliğe yerleşir. İnsanların içine pek çıkmaz. Eylül 1951'de rahatsızlanarak vefat eder.


u yıl, tam dördüncü yıl. Hep düşlediğimiz gibi ilk yazda, Nisan'da çiçekler tomurcuğa dururken, yaşam yenilenip cıvıl cıvıl renklenirken sen ardından on yedi yıllık kı sa ama pırıl pırıl bir yaşam bırakıp şe hit düştün. Dinlemeye, söylemeye doyamadığm marşlarımızı; "Vurulup Düşmüşsün" ü senin için söylüyoruz her 20 Nisan'da... Seni düşünüyorum, çocukluğumuz geliyor aklıma... Dünyadan bihaber koşturur dururken avlunun ortasında. Hafif tombul, bembeyaz yüzlü, sevimli bir çocuktun. Çok mutluyduk çamurlarla, cam kırıklarıyla oynarken. Ama çabuk geçti bu güzel günler. Büyüdük. Yoksulluğun acısını da hissettik. Hani paramız olmazdı da ekmek alamazdık. Annem hamur kızartırdı tavada. Sen ballı börek yer gibi iştahla yerdin, bozmazdın moralini... Balkonda oturur geleceğe dair hayaller kurardık, planlar yapardık. Sen hep "çok mutlu olacağız değil mi abla" derdin... Mutluluk paramızın olmasıydı, yoksul

olmamamızdı o zamanlar. Ama durumumuz düzelip, paramız olduğunda da bir şeylerin eksik olduğunu gördük. Çok mutlu olmanın, çok paramız olması demek olmadığını öğrendik. Kavgayı, yoldaşlarımızı, Hareketimizi tanıdık. Ve o zaman gerçekten mutlu olmanın anlamını öğrendik... Bu büyük ailenin bir parçası olduğumuz zaman, gerçek anlamda mutluluğu bulmuştuk değil mi... Tıpkı hayal ettiğimiz gibiydi. Gerçi kim bilebilirdi ki, senin daha on yedine basmadan gerilla olup, silahını kucaklayacağını Kim bilir, kim inanırdı senin tavır / şehitler / mayıs '99 / sayı: 12

bir halk kurtuluş savaşçısı olup, savaşara k şehit düşeceğine... Evimizin küçük, nazlı kızıydın sen. Ne kadar da heyecanlıydın evden ayrıldığın gün. Yanakların al aldı. Ne kadar da mutluydun. Gözlerine bakmıştım, ne de olsa temelli ayrılıyordun evden, bir daha görüşememe ihtimalimiz çok yükse kti. Üzülüp-üzülmediğini, ne bileyim, bir burukluk hissedip-hisset-mediğini merak etmiştim. Hiçbir kaygı izi yoktu gözlerinde. Her zamanki gibi ışıl ışıldı. Ne güzel gözlerin var senin Zeliha. Hep yanar ışıl ışıl... Ela olan gözlerin ağlayın-


ca rengi açılır yeşile dönerdi. Ağlayınca gözlerin güzel oluyor diye, kızdırır, ağlatırdık seni. Her defasında düşerdin bu oyuna. Sonra farkedip, hınzırlığımıza gülümserdin. O az evvel büzülmüş olan dudaklarında güller açardı... Gözlerinin içi gülerdi... Evin en güzel çocuğuydun. Senin için "içinin saflığı, temizliği yüzüne vurmuş bu kızın" derdi komşularımız. Herke sin sevdiğiydin. Kapı komşumuz, mahallenin bakkalı, Sebzeci Osman Amca, çevredeki esnaflar, hatta okul yolunun müdavimi dilenciler, hepsi tanırdı seni. Hepsiyle selamın vardı. Mahallenin bütün çocuklarıyla arkadaştın. Oyun oynarken susayan, annesini kızdırmamak için evlerine gitmeyen çocuklar bizim zile basarlardı. "Zeliha abla su verir" derlerdi. Üşenmeden defalarca su taşırdın onlara. Arkadaşlarından biri, sen şehit olduktan sonra annemi görmüş pazarda. Yanına gelip "Siz Zelîha'nın annesisiniz değil mi?" diye sormuş, sonra sarılıp ağlamış, "öldüğüne inanamıyorum, öyle sevecen, öyle neşeliydi ki" demiş. Halk oyunları çalışmasında tanışmışsınız. Üç-dört kez karşılaşmışsınız topu topu. Böyleydin sen işte! Herkese sı cak, içten davranırdın. Kavgamıza da taşıdın bu yönlerini. Kiminle ta-nışsan elinden tutup gazete büromuza getiriyordun. Sanki parka gidiyorsunuz, sanki çay içmeye götü» rüyorsun. O kadar doğal yapıyordun ki bunu, başka şekilde çekingen, ürkek davranan insanlar seninle çok rahat geliyordu büroya. Bu kim diye soruyorduk sana. "Yolda tanıştım, okulda tantştık, bir işimiz düşer diye getirdim" diyordun. Tez-canlıydın, eline aldığın işi başlamanla bitirmen bir olurdu. Evde temizlik yaparken ben daha işi yarılamadan sen kendi işini bitirir, bize hazır olsun diye çayı ocağa koymuş olurdun. Hiç bir işi ertelediğini görmedim senin... Bir şe kilde halleder, kaşla göz arasında yapmış

olurdun. Tabi hiç bir işini baştan savma yapmazdın. Ne inatçı bir ço cuktun sen. Ayağım yere vurup "yok" dedin mi, sana o işi yaptıra bilene aşk olsun... Gözaltına alındıktan sonra babam senin de alındığını öğrenince kıyametleri koparmıştı, "Gitmeyeceksin o gazeteye" demiş, beni suçlamıştı. "Sen yapıyorsun, o daha çocuk" demişti. Önüme geçtin... "Ben onal-tı yaşındayım, aptal da değilim. Kendim istedim gitmeyi. Hem niye gitme-yeyim. Kafelere mi gideyim, markalı kot giyip, gevezelik mi yapayım. Ben doğru olanı yapıyorum." deyip ayağını yere vurmuştun; "Engel olma baba, biz haklıyız" demiştin. Tutamadılar seni, uçup gittin doğru bildiğin yolda. Aslında zor ikna olmuştun kavga konusunda. Bana kızıyordun, evdekiler üzülüyor diye... Ama tanıdıkça, kızgınlığın sevgiye dönüşmesi güç olmadı. Bir gün pazarlığa oturdun bizimle "Bakın şimdi, DLMK'lı olacağım ama bana üç yıl lise okutmak yok. Ben milis olacağım" demiştin. "Niye gerilla değil" dendiğinde, "Siz hep milisleri anlatıyorsunuz. Silah vere-cekseniz gerilla da olurum" demiştin. Oldun da... Onaltı yaş nedir ki diyenlere, küçümseyenlere "Onaltı yaş devrim için, halk için savaşmanın yaşıdır, doğru kararlar vermenin yaşıdır, onurlu, özgür bir yaşamı seçmenin yaşıdır" dedin. Ölebilmenin yaşı olduğunu gösterdin. Sibel gibi, Cihan gibi... Daha onlarca gencecik, "çocuk" yaşta yoldaşlarımız gibi... Bir buçuk yıllık kısa ama güzel bir kavga yaşamı. Eminim ki çok mutlu geçirdin bu bir buçuk yılı... Seni anlatacak kelime arıyorum. Çelişkili gelecek ama hem doğal, hem heyecanlı diyorum. Doğaldın. Abartısı yoktu davranışlarının. Öyle gösterişli cümleler kurmayı beceremezdin. Bir görev mi üstlendin, gerektiği gibi yapmaya çalışırdın. Yaptığın işle bütünleşirdin. Konya Özgür-Der'in açılışı için bir oyun hazırlamıştınız. Günlerce tavır / şeh itler/m ayıs ' 99 / sayı; 12

çalıştınız. İlk defa bir tiyatroda görev alıyordun. Yapamamak, yanlış bir hareket yapmak korkutuyordu seni. Heyecandan, herşeyi unutmaktan da korkuyordun. Ama "olmaz, yapamam" demedin. Aynanın karşı sında ezber çalıştın, bulaşık yıkarken dahi rolünü tekrar ediyordun. Sonra açılış günü geldi. Beklediğimizden kalabalıktı misafirlerimiz... Oyunun adı "Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor"du. Pir Sultan, Şeyh Bedrettin, sonra Kızılde-re, '84 Ölüm Orucu, direnişlerimiz, çatışmalarımız... Pek çok geleneğimizi barındırıyordu oyun... Ve bittiğinde herkes ço k etkilenmişti. Analarımız gözlerinin ucundaki yaşlarını tülbentleriyle siliyorlardı. Siz dört gencecik insan bir tarihi anlattınız. Oyunla bütünleşmiştiniz hepiniz. Ve sen heyecanlıydın ama bir tek hata yapmadın. "Devrimciysen yapamayacağın iş yoktur" diyordun. Nazlı bir "çocuk" olmana rağmen pek çok şeyi sorun çıkarmadan yaptın... Kafan netti çünkü, tercihini devrimden yana yapmıştın. Dedim ya çok da heyecanlı bir yapın vardı. "Paralı Eğitime Hayır" kampanyanız doğrultusunda pullama yapacaktınız. Kıpır kıpırdın. Okulu pullamalarla donatmıştınız. Gören de mitingten geldiniz sanırdı. İşinizi bitirip geldiğinizde öyle bir mutluluk vardı hepinizde. Yine Konya DLMK olarak bülten çıkartmıştınız. Sekiz, on sayfalık fotokopi idi. Ama senin için o bambaşka birşeydi. Emeğinizdi çünkü. O sekiz-on sayfanın her satırı sizindi. Her gördüğünün eline tutuşturuyordun bülteni. Gururla "Bu Konya DLMK bülteni, biz çıkardık" diyordun... Yaz sonunda, okul ilk açıldığında bir elin parmakları kadar DLMK'lı yokken okul açıldıktan bir-iki ay sonra gazete büromuza sığmıyordunuz. Akordeonunuz, sazınız ve gürültünüzle gazete büromuzu işgal ediyor, göğsünüzü gere gere "Türk, Kürt, Çer-


kez... biz halkların kardeşliğini simgeliyoruz" diyordunuz... Nasıl da mutluydun. Nasıl da severek yapıyordun üstlendiğin işi. Devrimci Gençlik Konya temsilciliğini açmak istiyordunuz. Şaka yollu takılıyordun bize; "Devrimci Gençliğimizi bir açalım da kalın burada bir başınıza, buranın coşkusu, neşesi biziz" diye. Açtınız da. Her biriniz bir parça eşya taşıdı büronuza. Dantel sehpa örtülerini, evdeki bardakları, küçük tüpü, hatta sehpayı kapıp getirenleriniz bile vardı. Orası sizin mevzinizdi. Görkemli bir şehitler panosu hazırladınız. Kenarlarına san şeritler geçirilmiş kırmızı saten kumaş, üzerine şehitlerimizin fotoğraflarını yerleştiriyordun özenle. Gözlerin parlıyordu yine. Kendi fotoğrafını koydun yanlarına. "Ben de şehit olacağım, benimde resmim olacak bu panoda" dedin. Şehitlerimize, Esma'ya, Apo'ya, Zeynep Eda'ya, Sabo'ya bakmaya doyamazdın. Senin tek emelindi onlar gibi olabilmek... Devrimci Gençlik büromuzu fa-

şistler kundakladı, hem de açılışından hemen sonra. Öfke doluydun. Yeni görevler alacağın için gazetemize gelip gitmiyordun. Soranlara "Zayıfım çok, ders çalışacağım" diyordun. Okulunuzda faşistler öğrencilerden haraç alıyordu. Sana ise beklemen söylenmişti, bir işe karı şmıyordun. Ama çok rahatsızdın bu durumdan. Bir kaç gün sonra faşistlerden biri senin sınıfında biraz çelimsiz bir arkadaşından haraç istemiş. Çocuk vermek istemeyince dövmeye kalkmış, dayanamamış tutmuşsun o faşisti yakasından, tahtaya dayayıp "Bu sınıfta ben olduğum müddetçe kimseden haraç alamayacaksın" demişsin. Çatlı artığı sana "Ben buranın reisiyim" deyince de "Ben de devrimciyim" deyip sınıftan atmışsın onu. Senin okuldan olup da gazetemize gelen herkes bunu anlatıyordu. "Zeliha faşistlerin reisini sınıftan kovdu" diye övünüyor ve ekliyorlardı: "Bu demek oluyor ki Zeliha mücadeleyi bırakmadı, hala devrimci." Yani kavgamızı daha çok kucaklamak için evtavır / şehitler / mayıs '99 / sayı: 12

den ayrıldığında kimse şa şırmadı. Şimdi o görkemli şehitler panomuzda senin de resmin var. Dediğini yaptın. Esma gibi, Eyüphan gibi çatışarak şehit düştün. Örnek aldığın şehitlerimizin yanında mü-tevazi bir yer açtın kendine... Özellikle Tayyar Turhan Sayar'ın cenazesinden sonra civar illerin şehitlerini sayar, '80 sonrası hiç Konya'lı bayan şehidimizin olmamasına üzülürdün. Özlediğimiz şehitlerimiz arasında yerini alarak ilk oldun. Ayrıldığımız gün annemle, kardeşlerimizle vedalaşmıştın. Tek tek sarılıp kucakladın onları. Anneme "biliyorum üzüleceksin, ama ağlama anne, inan ki doğrusu bu" demiştin. Seninle yolda ayrıldık. Benimle vedalaşmadın. "Biz ayrılmıyoruz ki" dedin yalnızca. Söz vermiştik "hiç ayrılmayacağız" diye... Anlamını sonradan kavgada kazandı bu söz. Sözümü tutuyorum küçüğüm ve hep duracağım bu sözde. Hiç ayrılmayacağız. □


talarımız "bir lisan bir

v eriliyor? Elbette halkın özellikle de

say ılar, ben, sen, o, biz, siz, onlar,

insan"

gençliğirnizin

anne, baba, kızkardeş, erkek kardeş,

demişler.

Ana

kültürel

dilden başka bir lisandan

derinlik

için

" nine, dede.... İnsan; "Ne güzel bir

daha anlamak meziy et-

değil! TV kanallarının y a İngilizce dil

program; çocuklara ingilizceyi zevkle,

miş, erdemmiş. Y abana

öğretimini

çocuklara

severek öğretebilecekleri ilginç bir prog-

halkların dillerini tanıy ıp,

kadar indirmesi hangi amaçla yapı-

ram hazırlamışlar. Bunu izleyelim bari"

anlay abilmek;

lıy or? Ev et, bir süredir bazı TV ka-

demeden

nallarında çocuklara y önelik ingilizce

Sabah gazetesinde ilk sayfadan Milli

halkların lisanlarını, kültürlerini de

öğretim

Eğitim

bilip tanıy abilmek

eğitimin

İngiliz y ay ın tekeli BBC'nin hazırlay ıp

gerektirdiği niteliktir. Çünkü dil, bir

ülkemizdeki işbirlikçisi Dinç Bilgin'in

kültürün tanınıp taşınmasında temel

TV'si

öğedir. Dil, ulusal kültürü, ulusların

yay ınladığı "Ozmo İle İngilizce" adı

kültür seviy esini y ükseltme, düşürme,

ndaki

y oketme gibi sonuçlar da büy ük pay

"Teletubbies"ler

sahibidir.

y ay ınladığı

halkının

lisanından

kendi

başka, iy i bir

Kuşkusuz tüm

diğer

halkların

kazanıp

gelişiminin

genişlemesi

okul

öncesi

programlan

yay ınlanıy or.

ATV v e gazetesi program

Sabah'ta

bunlardan ve

biri.

Kanal

benzeri

D'nin

programlarda

düny asına v e onların içinde kendi

çocuklara y önelik

halkının y erini daha iyi kav ray ıp

programları uzay ıp gidiy or. "Ozmo ile

değerlendirmesini

onu

İngilizce" de haf ta içi her gün Ted v e

çev reley en ufku genişletmesidir lisan

Besyy ile birlikte oluy orsunuz. Onlar

öğrenmek. Özellikle-bütün halkların

kim mi? Ozmo ile karşılaşmadan

kardeş olduğunu her zamankinden

önce sizin dilinizden sohbet ediy orlar.

daha gür sesle hay kırmamız gereken

Ted

" günümüzde o halkların kültürel

konuşan,

zenginliğine, o dillerin zenginliğine

entellektüel imajlı bir mis-ter. Saçları

sahip olmak... Ev et. bir lisan, bir in-

da y eşil. Besyy ise saks mavisine

san; bir dil öğrenmek, bir halkın kül-

boy alı, kısa permalı saçlı kafası,

türünün

klasik

anahtarını

y apması,

bulmaktır.

Ya

İngilizlere

ingilizce eğitim

özgü

ağırlığ ıy la

"sportrvear"

giyimli,

çok

entellektüel

giy imli,

okuyup,

bugün? Y abana diller, özellikle de

konuşan

İngilizce öğretimi hangi amaçla y a-

ingilizce öğretmeni. Sonra birbirinden

pılıy or? Neden bu kadar y ay gın v e

ilginç

can hıraş İngilizce öğretimine ağırlık

şarkıları, dansları olağanüstü ef ekt-

tiplemelerdeki

bir

çok misis.

kuklaların

lerle başlıy or. Konulan ise renkler, tavır / çocuklar ve tv / mayıs ' 99 / sayı: 12

kendini alamıy or.

Bakanlığı

tavsiy esini

Hele oku-

duktan sonra! Mav i gökyüzüy le, ağaçlarla kaplı dağların kesiştiği yerden bir kapı açılıy or. Ve Ozmo kapıdan görülüy or. Bu da nereden çıktı demey e kalmadan y eşil zemin üzerinde y ürümey e başlıy or. Çocuğunuz önce şaşkın gözlerle bakıy or. Gözleri kocaman açılıy or. Sonra daha bir ilgiy le bakılıy or. Ozmo tanımsız bir görünümdeki Zip'le karşılaşıy or, "nello" diy or. Zip'in elinde bir pompa v ar. Ozmo Zip'in elindeki pompay ı alıp y erdeki çiçeklere sıkıy or. San, kırmızı, ef latun çiçeklerin hemen hepsi hemen y eşil oluy or, ikisi birden "Greenl" diy e bağırıy or. Sonra Ozmo, pompay ı Zip'e doğrultup sıkıy or. Zip'in gri rengi de yeşil oluy or.İkisi birden y ine "Green" diy e bağırıy orlar. Sonra Ozmo Zip'in üstündeki giysisini açıp içine bakıy or! bir kez daha "green" dey ip kahkahalar atıy or. Tabi bu def a y üzünüz kızararak şaşırıy orsunuz. İçinde y aşadığın ız toplumun dav ranışlarına ahlak anlay ışı ve geleneklerine son


bebekliklerinden itibaren çocukların Teletubbies arkadaşlığı kurulacak. Yani çocuklar oyun arkadaşlığı yerine Teletubbies'ten arkadaşlar edinecek. TV bağımlılığı olabildiğinin en alt sınırına, bebeklere kadar indiriliyor. Bu programlarla yeni-sömürge ülkelerdeki halk kültürünün yokedilerek; kılcal damarlarına kadar emperyalist yoz kültürün yerleştirilmesi iki-üç yaşındaki bebeklere kadar uygulanmış oluyor. Ve bu tür programların eğitim programları adıyla reklamı yapılıyor. Doğrudur, eğitim programlan, ancak emperyalizmin eğitim programları halkın değil.

derece ayıp bir davranıştır gördüğünüz. Tabi çocuğunuz da gördü. Milyonlarca çocukta o an TV ekranl arından bu sahneyi izlemek zorunda kaldı. Böyle ahlaka aykırı kurguları doğalmış gibi yayınlamalarını garip sediniz. Çocuk programı bu! dyerek tepkilerinizi gösterdiniz belki. Sonra da bir daha bunun gibi görüntülerle karşılaşmamak ümidi ile Anglo Amerikan kültürünün çizgileriyle yüklenmiş, traşıyla, güneş gözlüğüyle, giyim tarzındaki papyonlu, Nike ayakkabılı, şortuyla, aşırı makyajıyla, el hareketleriyle bezenmiş bu "eğitim" programım izlemeye de-

vam edeceksiniz. Bir de Teletubbies-ler var. O kadar sevimli hareketleri ve yumuşak tonlarda seslendirmesi yapılan çocuk programı bulamazsı nız. Teletubbiesler çocukların yeryüzündeki hiçbir nesneyle benzerlik kurup tanımlayamayağı ucube görünümdeler. Teletubbies; çocukların, TV'ye tabi edilmeleri ve em peryalizmin kültürü üe büyütmek onu ulusal değerlerden uzaklaştırmak, şimdiden göbek bağıyla bağlanmaları i çin hazırlanmış bir program. Emperyalist kültür bombardımanım en küçük yaş grubuna enjek-t e etmek için hazırladığından. Artık tavır / çocuklar ve tv / mayıs '99 / sayı: 12

Çocuk Programlarının Yayınlanmasındaki Temel Amaç; Emperyalizmin Kültürünü En Alt Yaşlardan İtibaren Aşılamaya Çalışmak Ve Emperyalist Kültürün Temelini Oluşturmaktır. Emperyalist medya tekellerin özelde çocuk programlarına bu kadar önem vermesi boşuna değildir. Özellikle son yıllarda peş peşe yayınlanan çizgi filmler, eklenen yeni bölümler furyası, çocukların gelecek nesli temsil eden bugünün küçükleri, yarının büyükleri olduğu gerçeğine dayanır. Gerek çizgi filmlerle gerekse de diğer çocuk programlarıyla çocuklara taşınan mesajlar çocuklar tarafından yorumsuz olarak adeta kapılır. Günlük yaşantıda davranış değişikliğine yol açar. Bu yüzden çocukları etkileme gücüne sahip vurdulu, kırdılı, hareketli, saldırganlık öğesi taşıyan kurgulara yer verilir. Ya da çocuklarda acuna, ağlama gibi duygusal tepkilerle yüklü kurgulara. Çocuk dokuz yaşı na kadar diğer bir ifadeyle ortaöğretime kadar TV programlarından izlediği olayları so syal yaşamıyla karşılaştırmadan benimser. Örneğin 1980 yılında yayınlanan bir ava fil-minden etkilenen çocuk av tüfeği ile arkadaşının babasını öldürür. Yine öldürdüğü kişiyi parçalara bölüp yaralarına tuz basan bir çocuk bunu


neden yaptığını bilmeden yalnızca öldürmüştür. Çocuklar dokuz yaşından sonra ise izledikleri programlardan anlam çıkarmaya başlar. Mediklerinin yaşamla bağlantısını büyük oranda kurarlar. Ayıklayıcıdırlar, seçicidirler. Bugün sırf bu yüzden pekçok Avrupa ülkesi ailelerine, çocuklarına TV izlemelerini salık veriyorlar. 2-8 yaşlarında eğer TV programlarından aldığı mesajlar sürekli ve yineleyici olursa çocuğun davranışlarında TV birinci dereceden belirleyici olur. Yani toplumumuzda çocukların ilk eğitimi olan aile, yerini yavaş yavaş o manyetik kutuya kaptırır Daha doğrusu o manyetik kutudan yayınlanan program ve tekelcisi medya tekeline. İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Nurdoğan Rigel'in araştırmasına göre çocukların yüzde 60'ı anne babasından çok TV'ye inanmakta. Okul çağındaki çocukların ise yüzde 99'u TV izliyor ve bu süre okuldan arta kalan zamanlarının yüzde 77'sini buluyor. Küçük yaşlardan itibaren çocuğun bilincinin gelişimi, kişiliğinin oluşması süreci başlar. İşte "ağaç yaşken eğilir" sözünü doğrularcasına çocuğun günlük yaşamı

oyun arkadaşlarıyla değil TV ekranlarıyla karşı karşıya geçerse çocuğun kişilik gelişim seyrim izlemek. Çocuklar ancak oyunlarla, oyun arkadaşlarıyla etkinlik kazanabilir. Çocukların oyunlarında araba süren şoför, çocuk büyüten anne, ava giden baba, sınıftaki öğretmen olmayı tercih etmeleri, bunların hepsi oyun çağındaki çocuğun oyun içinde aktif şe kilde katılma isteğinin sonucudur. Çocuk bu oyunların içinde toplumsallığı öğrenir, davranışları gelişir, bilinçlenir. Zekasını kullanıp geliştirir. Çocuğun oyun arkadaşlığı yerine TV ekranını geçirmesi Teletubbies gibi programlarım izlemeye alışması sosyal yanının gelişmesi önünde en büyük engeldir. 2-3 yaşlarından sonra izlediği TV'nin verdiği mesajları almaya başlayan çocuk, bunları olduğu gibi alarak tıpkı bir çöplük gibi gerekli gereksiz birçok mesajı birektirecektir. Bugün çocuklarımıza yaşadığı ülkenin değil, emperyalist ülkelerin davranış özelliklerini, giyimleri, konuşmaları, saç şe killeri vb. her türlü biçimsel özellikleri aşılanmaktadır. Görselliğin en üst sınırda kullanıldığı bu programlarla kapitalizim saldırgan, bentavır / çocuklar ve tv / mayıs ' 99 / sayı: 12

cil yapılı insan karakterinin serpilip gelişmesinin de önü açılmaktadır. Ve pusulası şa şmış aydınlarımız da ülkemizde son haftalarda yayınlanan çocuk programlarıyla TV'nin nihayet gerçek bir eğitim aracı haline geldiğini söylüyorlar. "Bu programlar bir eğitim aracı" böyle bir değerlendirmeyi yapan düşünce tarzının çocukları nasıl etkileyeceği, eğiteceği çocuklarımızı böyle eğitecek düşüncenin ülkeye vereceği zararlarsa sır olmasa gerek. TV, emperyalizmin etkili silahlarından biridir. TV yozlaşma ve dejenerasyonun ürünüdür. Beyinleri uyuşturma ve uyutmanın silahıdır. TV ahlaki çöküşü hızlandırır. Toplumu her açıdan atomlarına kadar parçalamanın silahlarından biridir. Ve egemenler sadece büyükleri hedef almaz. Toplumun genç, yaşlı, kadın, erkek çocuk demeden her kesirnine hitap edecek programlar hazırlatarak halkı tehlike olmaktan çıkarmaya çalışır. Bu yüzden eğitim programı olarak verilen Ozmo, Teletubbies gibi programlar da bu amaçlıdır ve çocuklarımız da emperyalizmin hedefleri arasındadır.


uri Bondarev'in yazdığı Kıyı adlı romanda çoğumuzun merak ettiği bir durum işleniyor. Kapitalist bir ülke halkının yaşam alışkanlıklarıyla, sosyalist bir ülke halkının yaşam alışkanlıkları nasıl karşı karşıya gelir. .Söz konusu karşı karışya gelmeyi çarpıcı sahneler halinde izleyebiliyoruz. Nikitin ve Samsonov iki başarılı Sovyet yazarıdır. Romanları batılı kapitalist yayınevlerince de basılıp satılmaktadır. Nikitin bu yayınevlerine sosyalizme kapitalistçe, kapitalizme sosyalistçe bakan bir yazar olarak okurlara tanıtılır ve şansları artırılır. Samsonov ise Nikitin kadar satışları desteklenmeyen, dolayısıyla tanınmayan bir yazardır. Kitabın kahramanı olan Niki-tin'in bir yayınevi sahibince Batı Almanya'ya çağırılmasıyla başlar olaylar. Sosyalist bir ülkede doğup büyümüş, insanların Almanya gibi gelişmiş kapitalist bir ülkedeki yabancılıkları hemen göze çarpar. Özellikle striptiz denen insan bedenlerin pazarlandığı salonlarda yaşadıkları olayların insan ahlakına aykırılığı kabus atmosferinde canlandırılmış. Sosyalist insan ahlakı ile kapitalizmin her türlü insani değeri metalaştırmasıyla ortaya çıkan sonuç arasındaki ahlaki anlayış, uçurumun dehşeti okuyucuya aktarılıyor. Ardından yayınevi sahibesini bir yerden tanımasıyla romanın hikayesi başka bir mecraya giriyor. Nikitin'i Almanya'ya davet eden

bu kadınla bir mazisi vardır, ikinci Dünya savaşının bitmek üzere olduğu 1945 yılı bahar aylandır. Kızılordu Berlin'i almıştır. Askerler, savaşı kazanmış olmanın verdiği rehavet içindedir. Nikitin'in teğmen olduğu topçu bataryasında bir takım olaylar gelişir. Savaşın kanunlarının, hele de Nazi orduları karşı sında verilen savaşın duygusallığa yer vermediği koşullarda Nikitin bir Alman genç kızla aşk ya şar. Öte yandan savaşın duygusal davranışlara izin vermeyecek kadar acımasız olduğu bir ortamda adalet anlayışının Sovyet komutanınca tüm insancıllığı ile Alman halkına uygulandığı görülür. Niktin'in savaşm yasalarını delmesi, doğal bir gelişme olarak gösterilmesi ise okuyucuyu beklemediği bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Kızılordunun, batı cephesinde Hitler faşizmini ezmekten başka bir amacının olmadığı bu savaşta Nikitin'in yaşadığı ilişki okuyucuya Amerikan askerlerinin işgal ettiği ülke halkıyla yaşadığı ilişkileri çağrıştırıyor. Savaştan 26 yıl sonra yine Almanya'ya bu defa yazar olarak giden Nikitin yayınevi sahibesini yaşadığı ilişkiyle hatırlar. Aynı anda so syalist kültür değerlerinin kapitalist toplumun kültürüne üstünlüğünü temsil etme misyonuyla yüklü olduğu bir tartışma ortamı içindedir. "...Batı Almanya savaştan sonra çok yiyip içmeye başladı. Domuzlar gibi ve doğal olarak beyni yağlanmaya koyuldu. Halk türlü tüketim mallarıyla dolu bir evrende yaşamaya ve duygusuz bir tüketim maddesi oltavır / kitap / m ayıs '99 / sayı: 12

maya başladı..." Kapitalist toplumların yaşamlarındaki yozlaşmayı ifade etmelerinin ardından şu tespitle sonuca varmak ise şaşırtıcı geliyor. "Siz(Nikitin ve Samsonov-bn) kapitalizm üzerine tüm gerçeği, biz (Alman yazarlar)de komünizm üzerine tüm gerçeği bilmiyoruz..." Bu tutarsızlık karşı sında Samsonov'un tartışmalardaki kararlı ve tutarlı tepkileri Nikitin'de tahammülü güç davranışlar olarak yansıyor. Nikitin'in liberal yaklaşımları ise ev sahibi yazarlarca bulunmaz fırsat olur. Nikitin bir yanda ülkesi, halkı, ailesi, diğer yanda içinde bulunduğu kapitalist ülkenin (değersizlik yargıları) arasında iç hesaplaşma yaşar. Bunalır. Kitapta geçen "kıyı" ise bu bunalımdan kurtulunduğu, herşeyin saf ve yalın yaşandığı bir cenneti simgelemektedir. Nikitin'in duygusal yaşamındaki fırtınalar sürerken yaşamı bir kalp krizi geçirmesi sonrasında "Kıyı" düşlemesiyle sona erer. Kitap 434 sayfalık hacmine rağmen ancak birkaç sayfasında okuyucunun kapitalist kültür karşı sında sosyalist insan kültürünün üstünlüklerini okuyabileceğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan Yuri Bandorev'in "Lenin Ödülü" verilmeye layık bulunan bu romanının yazılış amacının daha çok ikinci Dünya Savaşı'nda cepheyi anlatan macera türünden bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Alman faşizmine karşı verilen amansız savaşta barış duygularının yaşanabileceğini anlatan bu roman sayfalarında kapitalist restorasyon sürecinin izlerini taşıyor. □


tabın adından da anlaşılacağı gibi tanıtacağınız kitap bir mizah ki:abı. Kitapta günümüzeki mizah anlayışını düşününce, epey düzeyli ve üsluplu bir dille karşılaşıyoruz. Seviyeli diyoruz, çünkü öyküleri güldürdüğü gibi düşündürüyor, aynı zamanda çeşitli mesajları da veriyor. Kitaba adını veren "Orta Direği Yıkan Ayı" da bu öykülerden biridir. Ayı, evdeki tüm yiyecekleri tükettikten sonra evin ortadireğini sallamaya başlar. Ev yıkılır evdeki-leri yedikçe evin sahibi küplere biner, çırpınır, bağırır, çağırır, ama bir/ türlü engelleyemez. Evin tüm rızkını yiyen ayıya yine bağırırlar ama bir türlü engelleyemezler. Bu öyküde, yoksul insanların hergün sofrasından eksilen aşlarım, alamayacak duruma gelişlerini ve zamlar karşısındaki çaresizliğini anlatıyor. Öykünün sonunda Ayı ortadire-ği sallıyor ve yıkıntıların arasında ölüyor. Kitaptaki öykülerde birçok karakterle karşılaşırız. Hepsi yasanım içinden karakterlerdir. Çevremizde öyle insanları çok rahat görebiliriz. Karakterleri kimi zaman iyi, akıllı, güzel, saf, temiz insanlar, kimi zaman da aç gözlü, üçkağıtçı insanlar oluşturur. Hepsi yaşadığımız bu düzenin oluşturduğu insan tipleridir. "Milliyetçilik Bozgunculuğu" öyküsündeki karakterler buna örnektir. Öyküdeki diyaloglar mahalledeki meraklı ve dedikoducu insanlar arasında geçer. Mahallenin birinde inşaat yapılmaya başlanır.

Kurgu bunun üzerinedir. Her mahallede olduğu gibi burada da yorumlar başlar. Herkes birşeyler söyler. Kimi fabrika der, hemen hayaller kurarlar. İşsiz çocuklarına iş, geçim kaynağı derler. Sonunda oraya füzeler için bir bina yapıldığı öğrenilir. Koca mahalleden sadece elmalı şe ker satan kadının oğlu Pedro karşı çıkar. "Protesto edelim" der. "Her gittiği yerden kovulmuş bizim oturduğumuz kahveden de kovuldu. Kovulur elbette. Şunun şuracağında yeşil yeşil paralar dururken, hizmetçi-lik, odacılık, kapıcılık, aşçılık, uşaklık, orospuluk, pezevenklik dururken şu elmalı şekercinin oğlu bücür Pedro'ya da bak, neler söylüyor. Salt kovulmamak kahvelerden, evden bununla kalmamalı, ceza da almalı. Yaşlılarımız bu konuda çok milliyetçi ve vatanseverdirler. Ûçü bir olup gidiverdiler polise. Böyleyken böyle dediler. O günü yakardandı Pedro, bir gün sonra da cezasını aldı. Bilmem bana söylediklerine göre yüz yil ceza kesmişler, belki de iki yüzyıldır. Çünkü bizim ülkemizde milliyetçilik bozgunculuğu yapmanın cezası çok ağırdır." (sayfa:33) diye bitiyor öykü. Kitap ondokuz öyküden oluşuyor, her öykü çarpıcı gelişmelerle, akıcı bir dille anlatılıyor. Sonunu ne olduğunu merak ettiğimiz, merak ederken eğlenip, aynı zamanda da halkın yaşamından kesitler gördüğümüz öykülerin bazıları şöyle. "Köyün Namusu" nda Zeyno ve Şemo Ağa'nm halkı sömürmek için onları nasıl oyaladıklarını okuyacaksınız. "Altın Sahillerimiz" de Türkiye topraklarında yaşayıp ta satavır /kitap / mayıs '99 / sayı: 12

hilleri yabancılar tarafından parsellenip, Abbas'm ve ailesinin denize girmek için başlarından geçenleri okuyacaksınız. Denize değil de sanki dünya turuna çıkmış gibi onlarla beraber dolaşacaksınız sahilleri. "Yedi Uyurlar" da memleketin halini göreceksiniz. İşçi, memur, öğrenci, emeldi insanların başlarına bu ülkede neler geleceğini okuyacaksı nız. Bu öykülerin hepsini merakla okuyacağınıza inanıyoruz. Merakla okuyacağınız öykülerden birisi de "Gomonis Hasan"dır. "Ah sormayın bu lakap yüzünden başıma gelmeyen kalmadı. Hani insanın lakabı Öküz Hasan, Deli Hasan olur, Ayı Hasan olur, başına hiçbir şey gelmez. Ama lakabın Gomonis Hasan olunca başına bir yığın iş gelir." (sayfa: 186) Gomonis Hasan'ın başına gelenleri kitabı okudukça öğreneceksiniz. Şimdi biraz da kitabın yazan hakkında bilgi verelim. Muzaffer İzgü; 1933'de Adana'da doğdu. Diyarbakır Ilköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. 1979 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. İlk gülmece öyküleri Akbaba dergisinde yayınlanan Muzaffer İzgü, roman, çocuk kitapları, tiyatro oyunları yazmasına rağmen daha çok gülmece öyküleriyle tanınır. Akşehir Nasrettin Hoca, Türk Dil Kurumu Öykü, Müliyet Sanat Dergisi Gülmece Ödülü'nün ya-nısıra İstanbul Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı Masal birinciliği de olan yazarın, Bulgaristan'dan Altın Kirpi Ödülü de vardır. □


DEFNELER GİBİ Götürüldümse özgürlüğü yüzüstü koyup Ben bir yanda sen bir yanda suç kimin İşsizsem güçsüzsem onlar mı haklı Ben mi taktım bileklerime kelepçeyi Duvarları beri mi çektim boylu boyunca Ben mi vurdum kapılara çifte kilidi (...) Sevdim haklıdan yana olabilmek için

ıfat Ilgaz 7 Mayıs 1911'de "Ne iyi etmiş de anam beni bu canayakın me mlekette doğurmuş" dediği Cide'de "duvarları deniz kokan ahşap bir I. evde' dünyaya gelir. Cide; yoksul halkı, köylüyü tanıdığı; insan ve doğa sevgisini yeşerttiği; ilk toplumsal ilişkilerini yaşadığı "eşsiz, benzersiz" bir memlekettir Rıfat Ilgaz için. Evde babası ve ağabeyi Faruk'un yüksek sesle okuduğu kitapları dinleyerek; Cide'ye gelen ve kendi evlerinden geçen gazete, dergi ve kitapları okuyarak; bir de Gayret Kitabevi'nin sahibi Saim Efendi'den geceliği ikibuçuk kuruşa kitap kiraayarak ilk edebiyat ve sanat sevgisini kazanır. Duyarlılığı da bu yularda gelişmiştir. Kimi zaman yoksul arkadaşlarının yanında, onlara

uyabilmek için ayaklarından pabuçlarını çıkartan Rıfat Ilgaz, kimi zaman da yine okul arkadaşlarının çoğunluğuna uyarak çarık geçirir ayaklarına; ilkokulu hep sınıf birincisi olarak bitiren Rıfat Ilgaz, Kastatavır / bi yografi / m ayıs'99/sayı: 12

monu Lisesi'nin orta kısmında da başarılı bir öğrencidir; ama "hal ve gidiş hanesi" pek iyi değildir. Derslerde yaptığı yaramazlıklar sonucu sürekli ihtar alan Rıfat Ilgaz’ın bu yıllan ileride yazacağı Hababam Sı-


nıfı'nın konusu olacaktır. O an birlikte olduğu Hababam Sınıfı'nın kahramanlarının kimliğini Rıfat Ilgaz şöyle açıklar: "Nihat Dicle hocamız müdür yardımcısıydı ve 'Kel Mahmut' tipinde canlandırdım. Safranbolu-lu Ahmet'te 'İnek Şaban' oldu. 120 kiloluk bir Tulum Fehmi'miz vardı... Tulum Hayri oldu. Hademe Şerife Hanım 'Hafize Ana' tipinde canlandı. Fransızcacı Hakkı Bey yine aynı roldü. Piyale İhsan ise biraz Sabri Cemil biraz da başkalarının karışımı. "Vakkas Rıza' Matematikçi Faik Bey'dir..."(l) Henüz küçük yaşlarda şiir yazmaya başlayan Rıfat Ilgaz'ın ilk şiiri Kastamonu Nazikter Dergisi'nde, 27 Temmuz 1927'de yayınlanır. Sonraları ise Açıksöz, Güzel inebolu ve Güzel Tosya gazetelerinde de şiirleri yayınlanmaya devam eder. 1928 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel bir Karadeniz gezisi sırasında Kastamonu'ya da uğrar. Açıksöz Gazetesi'nde yayınlanan şiiri okuyan Faruk Nafiz Çamlıbel, Rıfat Ilgaz'ı tanımak ister. Rıfat Ilgaz ise o şuada arkadaşlarıyla kaydırak oynamaktadır. Faruk Nafiz, karşı sına gelen bu kı sa pantalonlu, üstü başı toz içindeki küçük çocuğu görünce şaşı rarak "Demek 'Sazını çalana' şiirini yazan büyük şair bu öyle mi" der. Çamlıbel, şiiri Ilgaz'ın yanında yüksek sesle okur ve bu küçü k Rıfat' ı oldukça duygulandırır. Öğretmenlere dönen Faruk Nafiz "Bu gibi şairler çok lazım bize. Sazını çalanlara seslenirken memleket halkına da seslenmesini bilen şairler istiyoruz biz" diye görüşlerini özetler ve Ilgaz'dan diğer şiirlerini de getirmesini ister. Evden getirilen şiir defterini inceleyen Çamlıbel "Kastamonu'dan geçerken tanıdığım genç ve kıymetli şair Mehmet Rıfat'a sevgilerimle ve takdirlerimle''(2) diye not düşer. Rıfat Ilgaz, 1928 yılında babasını kaybeder. Maddi durumu sarsıldığı için Muallim Mektebi'ne gitmek zorunda kalır. Lise Müdürü Nuri Ta-maç yeteneğini bildiği için "Sen yetenekli bir çocuksun, bunlar sönecek

orada. Bir ilkokul öğretmeni olup kalacaksın, gelişemeyeceksin" diyerek onu fikrinden caydırmaya çalışır. Fakat bu ısrara, yardım tekliflerine rağmen o Muallim Mektebi'ne geçer. Ama yazar olmayı da kafasına koymuştur ve bundan sonra hem okul yaşamı hem de edebiyat at başı gidecektir. Şiir uğraşısını sürdüren fakat o ana kadar yazdığı şiirlerde kendine yabancı şeyler gören Rıfat Ilgaz yeni bir tarz ve çizgi arayışı içindedir. 1929 yılında, bu arayışını şöyle anlatmıştır. "(...)gelgele-lim son sınıfa geçtiğim yıl, aradığım şiirin başka yazdığım şiirin başka olduğunu, duygularımın doğrultusundan çok bireysel, bireysel olduğu kadar da kişisel bir şiire yöneldiğimi de anlıyordum." (3) 1930 yılında Muallim Mektebi'ni bitiren Rıfat Ilgaz, 52 lira aylıkla Gerede Misak-ı Milli İlkokulu'na atanır. 1933'lerde Geçit Dergisi'nde şiirleri yayınlanmaya başlar ve yine o yıllarda Kemal Tahir ve Sabahattin Ali'yle tanışır. Gerede'den, Akçakoca'ya atanan Ilgaz, Cide ve Kastamonu'da olduğu gibi burada da halkla olan yalan ilişkisini sürdürür. Halkevinde okuma yazma dersleri veren Ilgaz, günlerini meyhanelerde geçiren lümpen kesimlere dahi alfabeyi öğretmeye, onlarla ilişki kurmaya çalışır. 1936 yılında Gazi Terbiye Türkçe bölümüne girmesiyle birlikte dergilerle daha yalan ilişki kurmaya başlar. Artık dönemin ünlü dergilerinden olan Varlık ve Çığır'da şiirleri yayınlanmaktadır. Enstitünün son sınıfında tüberküloza yakalanması ve 1938'de hastalığının ilerlemesi sonucu Yakacık Sanatoryumu'na yatar. Başhekim onu ünlü beş numaraya koyar. Beş numara girenin kolay kolay çıkamadığı, "yolculuk safhasına" gelenlerin konulduğu bir koğuştur. Ilgaz buradan dimdik çıkar ama o günden sonra bu sanatoryum günleri hiç bitmeyecektir. Buna rağmen sanatoryum günlerinden derlediği tavır / biyografi / mayıs '99 / sayı: 12

72

anılarım, insanın yüzünde acılı bir gülümseme bırakan iç içe geçmiş öyküler halinde kitaplaştıracaktır. Hastaların tedavi olmak için bürokrasinin dilekçeli işkencelerine mahkum edildiği; yatak bulabilmek için tonlarca eziyete katlanıldığı; yemeden içmeye, tedaviye kadar sağlıksız ortamlarda 'tedavi'nin yapıldığı bir atmosferi yalandan tanır Rıfat Ilgaz. Hastanede daha fazla yatabilmek için rüşvetlerin verildiği; insan yaşamının hiçe sayıldığı bu sanatoryum günlerinde, hastalık hastası olanların ve hastane personelinin dünyasını tüm çıplaklığıyla yaşayan Ilgaz, Tophaneli Niyazi'lerin, Mercimek Fahri'lerin, Necla Hemşire'lerin, hemşirelerden daha iyi serum takan Nalbant Şevket'lerin hastalardan daha fazla para almak için "muayenehaneme gel görüşelim" diyen doktorların dünyasını sonraki yıllarda ince bir alayla ele alacak; dönemin sağlık politikalarıyla da birleştirerek, okurlarının da o çok yakından tanıdığı eziyetleri romanlaştıracaktır. Bir Liseli Talebeyle Vuruldu Bileklerin 1940 Yılına gelindiğinde altı-ye-di dergide birden şiirleri yayınlanmakta, Şair Rıfat Ilgaz, sanat ve aydın çevrelerinde giderek tanınmaktadır. O güne kadar yazdığı onlarca şiiri yayınlanmıştır. Bunun nedenini "(...) bunları ne zaman derlemeye kalksam onlarda bir yapmacık taraf, bir bizden olmayan ve bizi ifade etmeyen tarafın mevcut olduğunu hissediyorum. Bu şiirler daha çok aylak sınıfın, geçim derdinden azade insanların ho-. şuna gidiyordu(...)"(4) diye açıklamıştır. Ama yine de bu şiirler arayışı içinde olduğu toplumcu çizgiye gelmesinde bir aşama olacaktır. 1940'lı yıllar, ikinci Paylaşım Savaşı'nın sürdüğü, savaşa girmeyen Türkiye'nin de savaştan alabildiğine etkilendiği yıllardır. Anadolu halkı yokluk ve yoksulluk içinde


yaşamakta; ilerici, aydın ve demokrat insanlar üzerindeki baskılar da artmaktadır. Savaşın yarattığı bu tablo ve siyasi ortam gerek o dönemin sanatçılarında gerekse de Rıfat Ilgaz'da olumlu etkiler yapar. Ilgaz'ın "en sıkıntılı yıllarımız" dediği bu dönemde, şiirleri de bu yaşam biçimine paralel gider. 1943'de bastırdığı ve ilk şiir kitabı olan, Yarenlik bunun bir sonucudur; "... günümüzü gün etmek için şöyle bir demlenelim deriz dert olur bize Meyhanecinin kazanç vergisi ve garson Nuri'nin nüfustaki işi" ', Yarenlik kitabı çıkar çıkmaz olumlu tepkiler alır. Dönemin şair ve yazarları Yarenlik'e övgüler yağdırırlar. Sabahattin Ali, Yurt ve Dünya Dergisi'nde kitap için şu değerlendirmeyi yapar: "Hemen bütün şiirlerinin mevzuu kendi küçük dertleri arzuları ... ama hayret! Bunların hiçbiri sadece Rıfat Ilgaz'ın dertleri değil. ... hepsi hepsi geniş bir kitlenin, bir inısanlığın dertleri. Sosyal şiir nedir din/enlere bu kitabı göstermek lazım"(5) 1944 yılında ise "Sınıf adlı şiir Kitabı çıkar ama sı kıyönetim karalıyla 25 gün sonra toplatılır. Evine dönmekte olan Ilgaz, so kağın başına geldiğinde evlerinin üst katında oturan ev sahiplerinin kızı Peri-han'ın eliyle yaptığı işaretler sonucu kapıdaki polisleri farkeder ve iki buçuk ay sürecek kaçışı başlar. Bu iki buçuk ay, ileride yazacağı "Ka-rartma Geceleri" adlı romanında etraflıca anlatılacaktır. Karartma Gebeleri için "1944'lerin İstanbul'unda, Alman faşizminin azgınlaştığı, dünyamı ateşe verdiği ve savaş tehlikesinin her an kapımızı çaldığı ağır koşullarda, karatılmış İstanbul sokaklarında hak-kında iki tutuklama karart bulunan bir devrimcinin, yani benim yaşamımdan kesitler veren bir ana romanıdır."(6) diyecektir Rıfat Ilgaz. Bu iki buçuk

aylık kaçış, 24 Mayıs 1944'de sona erer. Değişen dünya dengeleri sonucu, Almanlar'ın savaşta yenilmesinin sonucu İsmet Önünü de "ırkçı ve turancılara çatan" bir konuşma yapmayı gerekli görür. Bu konuşma sonucu Rıfat Ilgaz birinci şubeye giderek teslim olur. 13 gün ünlü Sansaryan Han'da kalan Ilgaz tutuklanarak Tophane Cezaevine konulur. Dengeler ve süreçler ne kadar değişirse değişsin halktan yana olan insanlara, sanatçılara yönelik baskıların değişmediğini Rıfat Ilgaz bu hapishane günlerinde daha iyi anlayacaktır. "Yaşadıkça" adlı şiir kitabında yayınlanan "Bu da Bir Özgürlük Şiiri"nde, o günleri şöyle dökecektir dizelere: "Bir liseli talebeyle vuruldu bileklerin tavır / biyografi / mayıs '99 / sayı: 12

kırk mahkumun sürüklendiği zincire tek suçumuz hür insanlar gibi konuşmak kitaplar suç ortağımız" 10 Ağustos 1944'te altı ay cezaya çarptırılır ve cezaevinin kalan kısmını Sultanahmet Cezaevi'nde tamamlar. Hem sağlığı bozulan hem de öğretmenliği elinden alman Ilgaz bu sefer Heybeliada Sanatoryumu'na yatar. 1940'lı yılların moda şiiri Orhan Veli'lerin başını çektiği Garip Akımı'dır. Sanatta, idelojiye yer verilemeyeceğini savunan; içeriği boş verip, toplumun yaşadığı sorunlara da eğilmeyen, sadece şiir yazan bu anlayışın hüküm sürdüğü yularda "Yaşadıkça" adlı şiir kitabı bu anlayıştakilere iyi bir cevap olur. Okuyucuların 1940'lı yılları her yö-



mıştır. Tıpkı şiirlerinde olduğu gibi mizah anlayışı da toplumsal gerçekçidir. "Toplumun atılım gücünü kıran, halkı içinde bulunduğu bunalımlarla uzlaştırıp, yatıştıran"(12) mizah yazarlarından değildir Rıfat Ilgaz. O istizahtan toplumsal yergiyi anlar; halkın mizah ve gülme ustalığına güvenir; çünkü Anadolu insanı "Nasrettin Hoca'nın rahlesinden" geçmiştir. Rıfat Ilgaz da bu yolu tutar. Ve şiirlerinde söylediklerini halkın mizah anlayışıyla da söylemeye, [mizahı ezilenlerin elinde bir salını çevirmeye çalışır. Rıfat ılgaz 1962 yılında "Soluk Soluğa" adlı şiir kitabıyla okurlarının karşı sına çıkar. Daha çok eski şiirlerinin yer aldığı bir seçkidir bu. Sabahattin Ali'nin Delirttiği kişisel olanla toplumsal Manı birleştirme yetisi bu kitabındaki şiirlerinde tam bir armoni yakalamıştır. Şair hapishanede, ölümün eşiğinde hissetiklerini, sevgilisine anlatırken, ölümün nasıl anlam kazanacağını toplumsal yanıyla açıklar. "Ölüm hiç özenilecek şey değil mgilim ölümün güzeli yok. bir çirkin oluyor insan görme sevmeyi düşünmeyi unutuyor Ölecek misin ya bir meydan öl! ya da dağ başında kavgan için böyle yatakta miskince ölme! Ses Işı k ve Yumruk Olabilmek Soluk Soluğa'nın çıktığı yıl, üç ayrı kitabı da -Saksağanın Kuyruğu, Nerede O Eski Usturalar, Kesmeli Bunlarıyayınlanır. O sıralarda, iki yıldan beridir Demokrat İzmir Gazetesinde yazıları çıkmaktadır. Ama 1963'e gelindiğinde gazetenin sahi-bi Adnan Düvenci'yle sorunlar ya-şar. Düvenci "kardeşim çok işlek bir kalemin var ama hep sol tarafa yatı-yor... Halbuki benim gazetemi sağcılar da okuyor..." deyince Ilgaz: " Ne yapalım okuyorsa" diye sorar. Tartışma uzayınca ayağa kalkan Ilgaz "Ben de satılık kalem yok. Sen kendine satılık başka yazar ara" der ve orayı terke-

der. Kalemi, yani düşünceleri satılık değildir Rıfat Ilgaz'ın. O, inatçı kişiliğinde gizli olan şey sanatını egemenler için değil, halktan yana kullanma azmidir. Toplumcu sanata yöneldiğimden beridir ki, hakkında onlarca dava açılmış, ama o asla boyun eğmemiştir. Ne 1940'lı yılların baskıcı Milli Şef dönemi, ne Menderes'in DP'sinin azgın saldırıları onu yıldıramamıştır. 12 Mart'a gelecek, 12 Eylül de yakasına yapışacak ama o düşüncelerinden taviz vermeyecek, halkının onurlu bir aydını olarak anılacaktır. 1969 yılında yayınlanan "Karkılçık" kitabındaki ünlü şiiri "Aydın mısın"ı onun yazması asla tesadüf değildir. Mutsuzluğunu bir kilim gibi dokuyan, tabanındaki kara güllelerin depremini duymayan sözde aydınları uyarır bu şiirinde. "Karayeller başına indirmeden çatını, sel suları bastığın toprağı engin denizlere alıp götürmeden" davranmalısın der onlara. Otuzunda bile aldığın diplomanı yır, alfabetik çocuk ol diyerek halktan öğrenmeni, her şeye yeniden başlamanı gerekliğini ve zorunluğunu anlatır. Yollar kesilmiş, alanlar sarılmış, dört bir yan tel örgülerle çevrilmiştir. Ses olmalısın, ışık, yumruk olmasın diye seslenir Ilgaz; tüm bunlara karşı 'benden geçti' diyenlere de bir önerisi vardır:Aç iki kolunu iki yana korkuluk ol" Kolay bir şey değildir bu ülkede halktan yana sanat yapmak, onun sazım, sözünü, yüreğinden geçenleri, geleceğini dillendirmek. İşkence vardır işin ucunda, mahpus vardır, ölüm vardır... Bu yüzdendir ki, zorlu süreçlerde dökülen çok olmuş, birçok yol arkadaşı kıblesini şaşırarak düzenin önünde diz çökmüştür. Hepsi yitip gitmiştir. Ama Rıfat Ilgaz tıpkı şiirinde yazdığı gibi ses olmuş, ışı k olmuş, yumruk olmuştur. Hababam Sınıfıyla birlikte; "Aydın mısın?" şiiriyle özdeşleşmesi boşuna değildir. Ömrünün her döneminde belirleyici olan şey işte bu inatçı kişiliğidir. İnatçılığı da halk sevgisinden, zulme öfkesinden tavır / bi yografi / mayıs '99 / sayı: 12

ve tutarlılığından başka bir şey değildir. 1968'de Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin üyesi olarak Taşkent'e giden Ilgaz, aynı zamanda Moskova Yazarlar Birliği'nin toplantısına da katılır ve "Aydın mısın?" şiirini orada okur, büyük beğeniyle karşı lanır. 1960'lı yıllar ve sonrasında şiirlerine nazaran öykü, roman ve oyunları daha da ağırlık kazanır. 1969'da "Hababam Sınıfı", İstanbul Tiyatrosu'nda "Çatal Matal" oyunu ise Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sergilenir. "Karadeniz'in Kıyıcığında" romanı da aynı dönem basılır. Açma yaparak, toprak sahibi olmaya çalışan Hamit, fabrika işçisi Güllü, yük motorlarında çalışan Recep, toprağa ve paraya doymayan Hacı Dursun ve şımarık oğlu Şemsi'nin çevresinde gecen romanda Hacı'yla, köylü halkının çelişkileri anlatılmıştır. Bir kasaba halkının yalın ve sade bir üslupla anlatıldığı Karadenizin Kıyıcığında'yı sonraki yıllarda "Sarı Yazma" takip eder. 1976'da yayınlanan Sarı Yazma, Ilgaz'ın anılarından yola çıkarak kaleme aldığı bir romandır. Çocukluğundan, öğrencilik ve öğretmenlik günlerine sanatoryum ve hapishane yıllarına kadar yaşadığı tüm olaylar Sarı Yazma'da anlatılmıştır. Yalnız kendisi değildir anlatılan, kendi yaşadıklarından yola çıkarak bir dönemin toplumsal yapısı ve siyasi ortamı da bu anılara eşlik etmiştir. 1981 yılında yayınlanan "Yıldız Karayel", Rıfat Ilgaz'ın çocukluğunun geçtiği Cide ve yöresini anlatır. Yıldız Karayel kuzey batıdan esen bir rüzgarın adıdır. Karadeniz'in batı ke simini allak bullak eden tekneleri batıran, denizci- lerin canlarına kıyan bir rüzgardır bu. İnsanlar hem doğanın hem de Hurşit Ağa'nın baskı sı altında sömürülmekte, yaşam çekilmez bir hal almaktadır. Romanın örgüsü, Akpelit'te yapılacak yolun kimin tarlasından geçeceği üzerine kurulmuş; insanların yaşamı ve çelişkile-riyle de harmanlanmıştır. Hurşit


Ağa yolu kendi tarlasından değil de Yukarı Akpelit'ten yoksul Şaduman'ın tarlasından geçirilmesi için Ankara'dan gelen mühendisi ayartmaya çalışır. Zengindir Hurşit Ağa. Hem kaçakçılık yapmakta hem de gerek köy gerekse de kasabayla ilişkilerini iyi tutup parasına para katmaktadır. Şaduman ise yoksuldur. Eli kolu Hurşit Ağa kadar uzun değildir. Yine de yolun hem de haksız olarak kendi tarlasından geçmemesi için kendince çareler arar: "Çocuklarına yedirmese de onlara yedirse?Bayı-lırdı dışarılıklılar yumurtayı sütle çalkalayıp içmeye...mühendis de İstanbullu olacaktı herhalde...Hep bu İstanbullular okuyup adam olurlardı...Adam olmak... Adam ha...Okumak başkaydı, adam olmak gene başka. Hurşit Ağa'nın parasına puluna, viskisine, sigarasına tamah ederek yolu fakir fukararın tarlasından geçirmek adamlık mıydı? Hurşit Ağa'nın adamlığı... sonra Çapar Yusuf un adamlığı...Bütün bu adamlıkların çok eğilip bakacak açık yanları, ayıp yanları vardı." (13) Moskova'ya Niçin Gittin? Rıfat Ilgaz 1971'de Sınıf Yayınları'nı kurar. Bir grup arkadaşıyla çıkardığı "Gelecek" adlı dergi ise henüz altıncı sayısında sı kıyönetim tarafından kapatılır. 12 Mart Muhtırasının aydınlar üzerindeki baskılarından o da üzerine düşen payı alacaktır. Buna rağmen üretimlerine hiç ara vermez. 1971 yılında sekiz öykü kitabını bastırır. 1940'lı savaş yıllarında yaşadığı ikibuçuk aylık kaçışını, o dönemin toplumsal atmosferiyle de bütünleştirerek "Karartma Geceleri" adı altında yayınlar. Bu arada ünü hızla artan "Haba-bam Sınıfı"nın senaryosu da yazılmış ve filmi çekilmeye başlanmıştır. Yönetmen Ertem Eğilmez, Hababam Sınıfı'nın toplumsal ve sınıfsal içeriğini yokedip, romanı bir komediye dünüştürür; çünkü çekim iznini ancak böyle alabilecektir. Rıfat Ilgaz, bunu Hababam Sınıfı'nın özüne saygısızlık olarak değerlendirir

ve hemen dava açar. "Ben eğitimi eleştiririm, kopyacılığı, ezberciliği..senaryoyu yazanlar, öğrenci ve velilerine başlıyorlar çıkışmaya"(14) 1975'te yine Cide'ye dönen Ilgaz yöre halkıyla içice bir yaşam sürmeye başlar. Cide Postası ve Kastamonu Gazetesi'nde yazmaya başlayan yazar, Cide'nin Şenpazar bucağı yöresindeki sosyal etkinlikleri, kooperatifleştirme çabalarını inceler. Cide'nin gerçeklerini anlatan oyunlarının sahnelenmesine yardıma olur. 15 Mart 1978 günü de Bartın Azim Kitabevi'nde imza gününe katılır. Ama düzenin baskı sı yine yakasına yapışmıştır. İmza günü "Sakın yasak olmasın bunlar" diyen başkomiser kitaplarından birer örneği incelemek için alır. Köylere, kahvelere asılan afişler ise "belirsiz" kişilerce yokedilir. 28 Ağustos 1980 günü ise oturduğu evin tam karşı sındaki yıkık yapıya "Rıfat Ilgaz bu apartmandan çıkarılmazsa, 13 Ağustos günü taranacak" yazılı bir pankart asılır. Yörenin Hurşit Ağa'ları, Hacı Durmuş'ları ve kolluk güçleri ondan rahatsız olmuşlardır. Ilgaz o gece oğuyla balkona çıkar, masayı donatır ve tüm lambaları da yakar. O geceyi ve yaşadığı baskıları ise anılarında şöyle anlatacaktır: "Baba oğul geç vakitlere kadar oturmuş, güzel gecenin tadını çıkarmıştık, taramacılara inat... Evim jandarma bölgesindeydi ama kente indiğim zaman çevremde polislerimizin fırıl fırıl döndüğünü görmüyor da değildim. Beni götürüp getiren minibüsçü Süleyman zaman zaman sorguya çekiliyor, durup dururken arabasının önüne çıkılıp yolu kesiliyordu."(16) Bu olaydan kısa bir süre sonra 12 Eylül gelir. 12 Eylül'ün faşist generalleri de unutmazlar onu.. 29 Mayıs 1981 günü Cide'de mavi be-. reli komandoların evine yaptığı bir baskınla gözaltına alınır. Atıldığı koğuşa, bir er gözlerini bağlayarak ite ka ka götürür Ilgaz'ı. Kollarını kaldırmasını, ayaklarını açmasını emreder. Reddedilince de tekmeletav ır / biyografi / mayıs '99 / sayı: 12

meye başlar. "Tepem atmaya başlıyordu: - 'Yavaş ol hemşerim' dedim Ne dedi karşı mı geliyorsun? Gözlerimin bağını sıyırdım, gittim, ranzalardan birine oturdum. Kalk! dikil! Ne kalkarım arkadaş, ne dikilirim! Canın ne istiyorsa yapabilirsin! Benden sana izin!" Sonra sorgular başlan "Anlat" der işkencecisi; Moskova'ya niçin gittiğini, Cide'ye neden geldiğini anlatmasını emreder. TKP'ye üye olduğunu itiraf etmesi de istenir. Rıfat Ilgaz da Cide'nin güzelliğini, burada yaşadığı olayları, çocuklarını anlatır. Tam 25 gün sürer bu gözaltı. Rahatsızlandığı için yine sanatoryuma kaldırılır ve sonra da serbest bırakılır. Rıfat Ilgaz'ın Haylaz;Çocukları "Yıldız Karayel" romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı ve Madaralı Roman Ödülü'nü alan Ilgaz, 1983'te ise "Kulağımız Kirişte" adlı şiir kitabını yayınlatır. "Yaşlılar adına konuşmanın tam zamanı" diye başlar şiirin ilk dizesi. İlerleyen yaşıyla birlikte kulağı her an kirişte olanlar için yazar bu şiirini; , "Kapıyı kim vuracak belli olmaz" çünkü. Kitapta son yıllarını geçirdiği Cide tüm renkliliğiyle resmedilmiştir. "Cide'mizi anlatıyorum. Cide'mizin talimlerini, barok çiçeklerini, biledinlerini, sarı yazmalarını, denizcilerini, balıkçılarını ve Cide'nin son elli altmış yıllık toplumsal serüvenini, savaşlar içindeki yoklukları, geleceğe umutla bakışını, itişkenliklerini dile getiriyorum."(17) Rıfat Ilgaz, şiirlerinin bir kısmını da çocuklar için yazmıştır. "Çocuklarımız neleri sevmiyorlar ki uçurtmaları seviyorlar sözgelişi bir havalandı mı uçurtmaları daha da güzelleşiyorlar maviliklerde gözleri özgürlüğü yaşıyorlar. uçurtmalarla birlikte"


Çocuklara sevgisi öğretmenlik yıllarına dayanır. Rıfat Ilgaz öğrencilerini yoklama defterlerinden tanımaz, bir sinema dönüşü karşılaştığı öğrencisini koltuğunda satılmamış gazetelerinden tanır. Elindeki ıspanak demetini küfesinde taşımak isterken, nane şekeri satarken tanır onları. Balık pazarında limon satan, Tahtakalede çaycılık yapan, paltosuzluktan, ayakabısızlıktan sınıfın en devamsızı, en haylazı, en tembeli olan öğrencilerini, yaşamlarının tüm yönleriyle tanımaya çalışır. Öğretmen olarak değil bir arkadaş olarak bir baba olarak yaklaşır onlara. 1972'de "Halime Kaptan"la başlayan çocuk romanları 1976'da "Bacaksız" dizileriyle devam eder. 1981'den sonra da devam eden "Bacaksız" dizilerinde onbeş yılı bulan öğretmenlik anılarından yararlanır. "Kumdan Betona"da Cide'den yurtdışına çıkan, fakat yozlaşmayan, kendi değer ve kültünü koruyan Nejat'ın ülkeye geri dönüşünde memleketine ve insanlarına yaptığı yardımlar anlatılır. "Bacaksız" dizisinin çocukları ise afacan, cingöz ama yardımsever, emekçi, sevgi doludurlar. Cide'den gelip de İstanbul'un kondularına yerleşen Bacaksız Bahri'nin, Fesleğen Sokak'taki yaşadıkları bugün de onbinlerce çocuğun yaşadıklarının özeti gibidir. Rıfat Ilgaz'ı eskitmeyen de işte bu yanıdır. Mayıs 1987'de yayınlanan "Ocak Katırı Alagöz" şiir kitabıyla Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü alan iRıfat Ilgaz, beş yıl önce yazdığı "Kulağımız Kirişte" şiirinden sonra bu sefer de "Saltanat"ı yazarak tacını ve tahtını emanet eder sevdiklerine. "Her saltanatın bir sonu var oğlum buna musalla taşları şahit. son sözümü henüz söylemeden işte geldim gidiyorum altımda bir kara tabut tacım tahtım sana emanet."

1990'da "Karartma Geceleri", Yusuf Kurçenli tarafından filme alınır. Film 9. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde En İyi Türk Filmi seçilir. 1992'de Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ise En İyi İkinci Film, halk jürisi tarafından da En İyi Film seçilir. Ünü ülke sınırlarını da aşan "Karartma Gecelerine, İspanya Saint Sebastian Film Yarışmasında da "Jüri En İyi Film Ödülü" layık görülür. 1990'lı yıllar tam bir koşturmacayla geçer. Ödül törenlerinden imza günlerine, söyleşilerden anma kutlama gecelerine koşturur durur Rıfat Ilgaz. Şiir ve öykü kitaplarını da yayınlamaya devam eder. Adına geceler düzenlenir, plaketler ödüler verilir, gazete ve dergilerde kendisine ve eserlerine yönelik yazılar, röportajlar yayınlanır. Ben Burjuva Yazarı Değilim 24 Haziran 1993'te Bartın'da yine Azim Kitabevi'nde imza gününe katılır. Oldukça rahatsızdır. Dostları söyleşiyi ertelemesini isterler. Ama bu öneriyi Rıfat Ilgaz kabul etmez "Halkımıza söz verdiysek çıkarız! Ben burjuva yazarı değilim, özür dilerim, rahatsızlandım diyecek... ben halkı mın yazarıyım"(18) diye cevap verir yanındakilere. Bu, Rıfat Ilgaz'ın son söyleşisi olur. Sivas'ta onlarca insanımızın yakılarak katledilmesi de onu epey yıpratır. Hele hele uzun yıllar birlikte olduğu, çok şeyi paylaştığı Asım Bezirci'nin ölüm haberi üzüntüsünü daha da büyütür. 7 Temmuz günü ise ardında onlarca şiir, roman, öykü, anı ve oyun kitabı bırakarak aramızdan ayrılar. "Hababam Sınıfı'nın ve "Aydın mısın?" şiirinin ünlü yazarı Rıfat Ilgaz'ın bizlere bıraktığı en büyük eser ise onurlu bir aydın yaşamıdır. "Elim eline değsin ısıtayım üşüdüyse boşa gitmesin son sıcaklığım" tavır / bi yografi / mayıs '99 / sayı: 12

demişti son şiirinde. Ne ilk ne de son son sıca klığı boşa gitmedi Rıfat Usta'nın. Tacını tahtanı emanet alan sevdikleri o sıcaklığı bugün de taşımaya devam ediyorlar. Ölümü üzerine Anadolu'nun dört bir yanındaki Hababam Sınıfı'nın öğrencileri, bacaksızlar, köylü Hamitler, işçi Güllüler, hastane kapılarındaki Mercimek Fahriler bu sıcaklığı devraldılar. Adına açılan defterler, halktan insanlarca dolduruldu. "Sen Cide bozkırlarının değerli insan, sen Türkiye'nin en yaşlı mahkumu... toprağın bol olsun"(H.Mehmet Kavrukoğlu,Lokanta işçisi, Kastamonu) Yüzyılını dörde bölmüş Rıfat Ilgaz. Her bölümü bir mevsimdi. Biri kalmış, üçü gitmişti, yazı gitmiş, güzü gitmiş, karlı tipili kışlara göğüs germişti. Son sıcaklığının ardından da yemyeşil bir bahar bıraktı bizlere. □ KAYNAKÇA 1- Mehmet Baydur/ Öğretmen Dünyası/Kasım 1998 2- Rıfat Ilgaz/San Yazma/ Syf.153-154 3- Rıfat Ilgaz/ Syf.164 4- Rıfat Ilgaz/Başdan Dergisi/12.09.1948 5- Rıfat Ilgaz/Fedailer Mangası/ Syf.101 6- Rıfat Ilgaz/Aydınlık/ 24 Ocak 1980 7- Asım Bezirci/Rıfat Ilgaz/ Syf .78 8- Rıfat Ilgaz/San Yazma/ Syf.361 9- Rıfat Ilgaz/ Yokuşyukan/ Syf.97 10- Aziz Nesinl e Röportaj Başdan gazetesi/14 Eylül 1948 11- Rıfat Ilgaz/ Yokuşyukan/ Syf.120 12- Rıfat Ilgaz/ Yansıma, Haziran 1972 13- Rıfat Ilgaz/ Yıldız Karayel/ Syf.54 14- Yener Süsoy'la röportaj/ Milliyet 28.12.1986 15- Rıfat Ilgaz/ Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra/ Syf. 25 16- Rıfat Ilgaz/ Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra/ Syf.45 17- Rıfat Ilgaz/ Yazko-Somut 11.11.1983 18- Mehmet Baydur/ Rıf at Ilgaz'l ı Yıllar/Syf .148



13. Geleneksel İTÜ Şenliği Başladı İnan Altın Her yıl geleneksel olarak yapılan ve ve bu yılşenliklerinin 13. sü başladı. 4. Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu Gençlik Kampı, 11 Mayıs'ta İstanbul Teknik Üniversitesi Ayazağa Kampüsü'nde başladı. İTÜ Öğrenci Meclisi'nin düzenlediği şenlik kapsamında kampus bahçesine kurulan ve 20 Mayıs'taki Kapanış Şenliği'ne kadar kalacak olan çadırlarda gerçekleştirilecek olan

etkinliklere birçok sanatçı ve yazar katılacak. Toktamış Ateş, Ayşe Kulin, Cengiz Gündoğdu, Berrin Taş, Murathan Mungan, Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, İsimsiz Ezgiler bunlardan bazıları. Şenlik çadırlarında her gün ayrı bir konukla ayrı bir konu tartışılacak. Kimi zaman şenlik ateşi etrafında türküler söylenip halaylar çekilecek. Şenlikte Amatör Tiyatro Toplulukları ve dia gösterimleri de yeralacak. Ayrıca şenlik bitimine kadar her akşam film gösterimi yapılacak. 20 Mayıs günü sanatçı ve müzik gruplarının katılacağı Kapanış Şenliği ile çadırlar toplanacak ve Geleneksel 13. İTÜ Şenliği sona erecek.

tavır / haber yorum / mayıs '99 / sayı: 12





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.