1999 14 temmuz

Page 1



Merhaba, "Gavurlar övüyor şimdi İstanbul'u / Ama yarın demir ökçeleriyle / Uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu..." diyor şiirinde Puşkin. Yaklaşık 200 yüzyıl önce yazdığı bu şiiriyle o zaman ki istanbul hükümetinin, "kurnaz batı" tarafından nasıl övüldüğünü ve İstanbul hükümetini nasıl avuçlarını içine aldığını anlatıyor. 15 Mayıs 1919, "38. Evzon alayının askerleri vatanı işgal etmek için izmir'e girdi. Aldıkları ilk cevap Hasan Tahsin'in silahından çıkan kurşun sesi oldu." Hasan Tahsin bir gazeteci, bir aydındı. Onun sıktığı kurşun ilk kurşun oldu kurnaz ve vahşi batıya. Ardından sıkılan kurşunun haddi hesabı tutulmaz oldu. Topraklarımız, bugün yeni bir 1919'u yaşıyor. Çepeçevre kuşatılmışlığı yaşıyor. Puşkin'in dediği gibi bir yılan gibi ezmeye çalışıyor. Vatanın bağımsızlığını savunanlar için ayırdık sayfalarımızı. Emperyalist işgale karşı savaşan aydınları anlattık. Ama İngiliz uşağı Ali Kemal'i de unutmadan.

2 Temmuz'un ateşini hala yüreğimizde taşıyoruz. Altı yıl sonra, 35 aydınımıza, sanatçımıza bir selam yolluyoruz. Onları Sivas şahanlarının kanatlarına sa klayıp taşıyoruz bir uçtan bir uca. "Sizi Sahanlara Verdik" diyoruz tam altı yıl sonra. 2 Temmuz 1995'te Sivas'ta sanatçı-aydın ve körpecik bedenlerin yakılarak katledilmelerini anıyoruz. Yılmaz Pürün olarak doğan, sonra Çirkin Kral olarak tartman Yılmaz Güney'i anlatıyoruz; "Onurlu Aydın Biyografileri"nde. Hayatını, hayatının en büyük rolünü, sanatını okuyacaksınız bu yazıda. "Nazizm, kültürü ve sanatı bilgi edinmek ve bir takım ayrıntılar üzerinde kafa yormak, faşizmi tanıma çabasının en önemli parçasıdır." Dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizm, halkların öz değerlerini, kültürlerini hedeflemiş, onlara ait olmayan çarpık-yoz-kozmopolit bir kültürü dayatmıştır. Faşist yönetimlerde sanatı anlatıyoruz "Nazizm ve Sanat" yazısında. Ve ülkemiz egemenlerinden Eczacıbaşı'nın sanata olan tutkusuna bir göz atıyoruz. Nereden nereye geldiğine ve sanata nasıl merak saldığına, merak salanlar için yazdık. İlaç imparatoru işbirlikçinin sanat tutkusunu. Ağustos sayımızda buluşmak üzere...

Dostlukla...




azizm kültürü ve sanatı hakkında bilgi edin mek ve bir takım ayrıntılar ü ze rinde kafa yormak, faşizmi tanıma çabasının en öne mli parçasıdır. Yoksa Di mitrov'un tanımın ı kavramak hiçte zor değildir. Zor olan, yarı karanlıktaki konuşmacı kürsüsü'nün işlevini (1) kavramaktır.'' Tarihte tüm iktidarlar, hüküm sürdükleri ülkelerdeki halkı, iktidarın niteliğine göre şekillendirmek isterler. Politik ve ekonomik olarak iktidarı elinde bulundurmak önemlidir ancak; kalıcı, uzun ömürlü olabilmenin y olu, ülkenin tarihsel değerlerine y aklaşma biçimi v e şekillendirilişidir. iktidarın niteliğine göre bu değerler y a dejenere edilmiş y a da geliştirilmiştir. 1933 y ılında Almany a'da Hitlerin iktidara gelişiyle birlikte bu kültürel şekillenmenin nasıl yaratıldığım daha çarpıcı bir şekilde görmektey iz. Çünkü Almany a'da "Nasyonal Sosyalizm" demegojileriy le birlikte bu kültür y aratılmay a çalışılmıştır. Nedir nasy onal sosy alizm ya da Nazizm? Bionel Richard Nazizm v e Kültür adlı kitabında buna şöy le cev ap v ermektedir. "Nasyonal sosyalizm ya da Nazi zm bir politik iktidar biçimi ol manın ötesinde, yani faşizm olduktan başka bir -kültürdür. Bir hayat (2) tarzıdır." "Tek devlet, tek halk tek başkan" anla-

yışının çerçevesinde Almanya'daki Alman ol mayan -yani san ırktan olmayantüm halklar bir soykırıma uğratıl mış, bırakalım kimliği, kültürü, değerlerini, fiziki olarak yok edilmişlerdir. Sadece Almanya'da altı-yedi milyon insan topla ma kamplar ında katledilmişlerdir. Bununla birlikte Almanların da bu anlayış çerçevesinde sekillendirilmesine çalışılmıştır. Bunun için bir çok kurum ve kuruluş oluşturulurken, propaganda için bakanlık kurulmuştur. Buna bağlı olarak Ulusal Kültür Odası oluşturularak tüm sosyal ve kültürel hayatı kontrol altında tutma (3) imkan ı yaratılmıştır.'" Ay nı şekilde bir kamu kuruluşu rady oyu yönetiyor, sinema odası f ilm endüstrisini y önlendiriyor, gazeteciler odası da gazeteleri denetliyordu. Edebiy at alanında da ay nı baskılarla denetim sağlandı. Y eni bir kitabın basılabilmesi için y azarlar odasına üy e olmak gerekiyordu. Halk kütüphanelerinin taranması v e istenmey en kitapların 10 May ıs 1933'te yakılması Alman edebiy atına indirilen ağır bir darbey di. Bu kitap katliamında 20 bin kitap y akılmıştır. Bir çok y azar, bu saldırılar sonrası y a ülkeyi terk etmiş y a da sessiz kalmıştır. Buna rağmen direnişi seçenlerin say ısı da az değildir. Heinrich Heine sanki bu günleri görürcesine y ıllar öncesinden "...kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlarda yakılır.'' demişti. Hitler Alman-

tavır / hitler faşizmi ve sanat / temmuz '99 / sayı: 14

y a'sında da böy le oldu. Önce kitaplar y akıldı, sonra insanlar... Y akılan kitapların y azarları "kara" v e "kızıl" listelere alındı. Haklarında arama emirleri, tutuklama kararları çıkarıldı. Hitler y andaşı y azarlar bey az listelere alınıp desteklendi. Faşizmin sanata ve sanatçıy a yönelik bu saldırıları karşısında y azar v e sanatçılar anti-faşist birlikler oluşturmuş, halk cephelerinde mücadele etmişlerdir. Tüm olanaksızlıklar ve zorluklar karşısında "yeraltının bin bir olanağı" en iy i şekilde değerlendirilmiştir. Kimi zaman sahte kimlikleriyle ülkelerinde, kimi zaman f arklı isimler ile yurtdışında faşist propaganday ı kırmak için çalışmışlardır. Gittikleri ülkelerde, tiy atro, bale grupları oluşturmuş, gazete v e dergi y oluy la halklarına ulaşmaya çalışmışlardır. İlke olarak Naziler de her güçlü politik kişiliğin bir sanatçı olması zo runlu görülüy ordu. Bu nedenle Almany a'da Faşistler iktidarı aldıklarında kitlelerin bey nine üç temel görüş enjekte edildi: 1- Hitler bir sanatçıdır, bir mi mar dır. Nasyonal sosyalist devletin mi marıd ır. 2- Bu devlet yapısı, örgütlenmesi, uyumu ve bütünlüğü açısından bir sanat eseri gibi görülmelidir. 3- Hitler sanatı sever. Amaç açıktır. Bir yandan ülkede-


ki ay dın v e sanatçılara y önelik kazanma politikası, diğer taraftan halkı etkileme, f aşizmi halka f arklı maskelerle sunma kabul ettirme politikasıdır. Hitlerin rady o konuşmalarından önce Bethowen çaldırması boşuna değildir. Çünkü bilmektedir ki tek başına iktidarı elinde bulundurmak güçlü bir asker v e polis gücüne sahip olmak y eterli değildir. Askeri v e teknik olanaklar y anında f aşizmin propagandası için rady o telev izy on, tiy atro v b. iletişim araçlarına etkin bir şekilde kullanılmalıd ır. Örneğin "Thing oyunları" adı v erilen ve ilk Naziler taraf ından kurulan tiyatro oy unları, oy uncu-seyirci ayrımını ortadan kaldırmıştır. 1933 y ılının Ekim ay ında 60 bin sey ircci 17 bin S.A ile birlikte (4) "parçalanma z bir topluluk yaratmıştır." Diğer taraftan kültür ve sanat alanında dil olgusunun da belirley iciliği öne çıkmıştır. "Kullanılan dilde (Hitlerin konuşmaları örnektir) toplumsal olaylar kişileştirilmiş, dünya iyiler ve kötüler diye ikiye ayrılmış, her an fırsat kollayan dış düşman ın yanısıra ve onun işbirlikçisi olan bir iç düşman vardır. 'Vatandaşlar uyanık olmalıd ır. Çünkü her taraf bozguncular ve hainlerle doludur propa(5) gandası öne çıkarılmıştır." Hitler Almanyasında birlik v e beraberlikten en çok bahsedildiği dönemde en acımasız baskılar, hırsızl ıklar, sahtekarlıklar, y alanlar doruk noktasındadır. Aynı zamanda demokratik hak v e özgürlüklerin en çok gaspedildiği v e ortadan kaldırıldığı dö nemdi. Faşizmin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde bu ortak bir y andır. Çünkü demagoji v e yalan; f aşizmin beslendiği yöntemlerdir. Ülkemizde de egemenlerin "birlik v e beraberlik" söylemlerini en çok kullandıkları dönemler, halk üzerindeki baskı v e terörün en çok tırmandırıldığı dönemlerdir. Tüm baskılar bu demagojiler adı altında y apılır. Bir y andan empery alizme f ersah fersah satılan topraklar, diğer y andan birlik v e bütünlük edebiy atı... Nazizm v e Kültür kitabında "Sanatın özü yaratıcı bir başkaldırıd ır" diy or Lionel Richard. Doğrudur da.

Şay et sanat egemen lerin çizdiği çerçev e de y apılıy or v e y ara tıcılık bu noktada sınırlandır ılıy orsa, te peden day atmalarla, halka y önelik değil, egemenlerin ihtiyaç larına y önelik üretim v arsa bunun adı sa nat değildir. Leonal Richard'ın dediği gi bi "işporta sanatıdır." (6) Bu da f aşizm için v azgeçilmez bir araçtır. Düşünmey en, üretmey en, sorgulamay an, geliştirmey en, zay ıf geri y anlara hitap eden bir sanat anlay ışı... Almany a'da da bu silah etkili bir şekilde kullanılmıştır. Öyle ki, Alman Nasyonel Sosy alist Parti üy elerinden biri şunu açıkça itiraf ediy ordu. "Kendilerine sırt çevireceğinden korktukları bir halk kitlesini kazanabilmek için milliyetçi sloganların eğlence dünyası ile bütünleştirilmesi gerekiyordu. (7) Biz de öyle yaptık" Naziler için sorun halkı y alan ve demagojilerle kandırmak v e işlenen cinay etlere ortak etmekti. Bunun için de her y ol mübahtı. Almany a'daki tüm kültür faaliy etleri Propaganda Bakanlığı'nın y etkisine v erilmişti. Sanat, iktidarın keyfiliğine bağlı bir propaganda aracı ha line gelmişti. Nitekim Almany a'nın kültür ve sanat alanında en çok geri lediği dönemler bu dönemler olmuştur. Sanatın ev renselliği bir y ana atılmış, " 'Homojen' Sarı ırk ı birleştirme, çoğaltma ve tü m dünyaya hakim kıl ma doğrultusunda şekillendirilmiştir. Sanatın esin kaynağı olarak ise kan ve ırk hedef gösterilmiştir." (Nazizm v e Kültür) 1933 y ılında başlayan kitap y akma kampany alarına sanatçılar v e prof esörlerde katilmiş, öyle ki, kitap y akma kampany aları gösterilere dönüştavır / hitler faşizmi ve sanat/ temmuz '99 / sayı; 14

müştür. Daha doğrusu dönüştürülmüştür. "Yangın yerindeki görünüm, kurban törenlerini andırıyordu. Öğrenciler, duru ma uygun elbiseler ve derneklerinin üniformalar ını giy mişler, ellerinde meşaleler taşıyorlardı. Sembolik hareketin yapıl ması, papazlar gibi öğrencilere bırakıl mıştı; halk geriden izliyordu. Dinsel bir törendeki gibi hep bir ağızdan bağırarak eyleme katılıyorlardı. Zaten eyle m için gecenin seçilmiş ol ması da zaman yönünden öne m taşıyordu. Gecenin gize mliliği, beklentiyi, kendinden geçişi (8) ve heyecanı arttırıyordu.' Hitler propagandanın önemini şu sözleriy le vurguluy ordu; "Propaganda bizi m iktidara gelme mizi sağladı. Şi mdi de dünyayı ele geçirme mi zi sağlayacak." Bu propagandanın özünü ise sürekti ay nı kav ramları yinelemek oluşturuyordu. Sonuç olarak, Hitler Almany ası'nda kültür v e sanat alanında y ürütülen bunca "f aaliyete" rağmen karşımıza çıkan sadece bir hiçtir. Edebiy at,


oranı %2 çıkmış, %98'lik bir oranın bu düşünme ve mantık yürütme yeteneğinden yoksun olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre, esirler ikiye ayrılmış ve %2'lik oranı oluşturanlar daha güvenlikli olan bir hapishaneye, diğerleri ise güvenliğin daha zayıf olduğu bir hapishaneye yerleştirilmişlerdir. Aynı za manda kaçma olanakları da bol olan bir hapishane imiş. Ancak bu hapishaneden hiç kaçma girişimi ol ma zken, daha güvenlikli olan hapishaneden sürekli kaçma girişi mleri (9) oluyormuş."

sinema, resim, şiir, tiy atro v b. tüm bu alanlarında Almany a'da nazizmin hüküm sürdüğü y ıllarda hiç bir eser y aratılamamıştır. Çünkü, y aratıcılığı v e üretkenliği sınıfsal temelden uzaklaştırıp ev rensel y anlarından soyutlay ıp, dar milliy etçi bir çerçevey e hapsetmek sanatı öldürmektir. Mily onları katleden Hitler'in sanatı y aşatması beklenemezdi. Sanat gücünü halktan alır. Ancak Almany a'da tepeden halka y arım y amalak, ne idüğü belirsiz, slogan v e emir şeklinde dayatılan bir anlay ışa indirgenmiştir. Dünya ölçeğinde önemli bir y ere sahip olan Alman edebiy atının, sanatının gelişimi ise Nazizm öncesi ve sonrası döneme rastlamaktadır. Örneğin; Faşizme karşı Almany a'da mücadelenin yükseldiği y ıllarda kay nağını bu mücadeleden alan pek çok sanat eseri hala dünyanın en iy ileri arasında yer almaktadır. Kültürel şekillenmede iktidarın rolüne değinmiştik. Örneğin, Nazi Partisi iktidarı aldığı y ıllarda sanat y oluy la propagandası y apılan anlay ış, güçlü Alman ırkının düny aya hükmettiği temasıy dı. Bu o dönemin resimlerinde görülebilir. Oysa Sovyetler Birliği'nin kuruluşu ile birlikte sanatsal üretimlerde v urgulanan önemli temalardan birinin toplumsal, kollektif üretim olduğu görülebilir. Bir y anda, düny aya yapay bir pro-

paganda ile hükmetmey e çalışan, militarist bir yaklaşım; diğer y a n d a ise halkı her y önde geliştirmeye çalışan bir anlay ış v ardır. Faşizm; düşünmey en, üretmeyen, sorgulamay an bir insan tipi yaratmak ister. Bunun için de her türlü aracı kullanır. Bu gerek Almany a'da gerek diğer empery alist ülkelerde gerekse de bizim gibi f aşizmle y önelitelen y eni-sömürge ülkelerde hep böy le şekillenmiştir. Faşizmin insanın düşünme gücü üzerindeki etkisiyle ilgili v ereceğimiz çarpıcı bir örnek konunun özünü ortay a koy acaktır. "Kore Savaşı sırasında esir alınan A merikan askerlerine Koreliler bir test uyguluyorlar. Bu testin amacı bireyin rasyonel (akılcı) düşünme ve rasyonel mantık yürütme yeteneğini ölçmektir. Yapılan testler sonucunda askerler arasında rasyonel düşünen ve mantık yürütenlerin tavır / hitler faşizmi ve sanat / temmuz '99 / sayı: 14

Görüldüğü gibi kitlelerin düşünme ve mantık yürütme yeteneği ellerinden alındıkça belirsiz hedef lere, istenilen noktay a y önlendirmek daha kolay olmaktadır. Bugün tıpkı y eni-sömürge ülkelerin ordularındaki askerlerin kendi ülke halklarının üzerine saldırması gibi... Kaynaklar: 1) Nazizm ve Kültür, Lionel Richard s yf.12 2) age syf.8 3) Hitler ve Nazizm, Lionel Richard syf.61 4, 5,6,7,8) age 9) Tartışmadaki Gizli Bilgi Serdar T urgut, 9 Nisan 1999 Hürri yet


"Bush ve Emperyalizm" "Güven ve huzur ortamı'ndan, kan, barut ve ateş çemberi içinde çoktan, 'emre amade' hale getirildi. Ankara ve İstan-

bul'da bir vuruşta, 12 kişi 'yerinde infazla yaşamdan men cezasına' çarptırıldı..." "Bu operasyonun, Başkanın güvenliği progra mı içinde CIA'nın yol yordam göstermesiyle gerçekleştirildiği söyleniyor. Bir ordu CIA ele man ı günlerce önceden Türkiye'ye gelerek Ankara ve İstanbul'da 'görev başı yaptı ama, resmi ağızlar 'operasyonun rehberliği' konusunda, herhangi bir açıklama yapmad ılar. "Doğrula ma ya da yalanlamaya gerek de yok. Çünkü CIA'nın güvenlik maka mla rıyla iç içeliği zaten biliniyor. CIA'nın Türkiye'de maaş dağıttığı da..."(l)

Sekiz y ıl önce sıcak bir 12 Temmuz akşamı telsizden geçti son talimatlar, antenlerden, telef on kablolarından. Caddeler, sokaklar tutavı r / yıldönümü / temmuz '99 / sayı : 14

tuldu. Önce, siren sesleri duy uldu. Siren sesini duyanlar , merakla çevresine baktı. Kopacak f ırtınanın sesini ilk bozan sirenleri dinledi v e gökyüzüne baktı. Batan akşam güneşinin y erini uf uktaki, toz duman alıyordu. Polis şefleri, çev ik kuvv et, siy asi şube elemanları, çelik y elekli timler... yani kelle avcıları 'alarm' halinde üşüşüy ordu şehrin üstüne. Polis otolarına, panzerler v e itf aiye araçları eşlik ediy ordu. İlk önce Dikilitaş v e Nişantaşı, ardından Balmumcu v e Y eni Lev ent semtlerini kuşattı toz bulutu. Fırtınanın kuşattığı bölgede ay dınlığ ın, masmavi göğün kurmayları y eni uf ukların haritasını çiziy orlardı. Belli ki y aklaşan tehlikenin farkında olmadan. Bir başka y erde başka kurmay lıklar y eni uf ukların, masmav i gökyüzünü gönüllü erleri, emekle, tırnakla yarattıkları mav iliğin değerlerine sarılıy orlardı. Başına bir hal gelmesin diy e kıskançlıkla sarılıp koruy orlardı onu. Vatanın üzerine doğacak güneşi


kanıyor. Çukur, çatlak asfaltlar yamanıyor."

"Güvenlik sorunu'nun çözü mü deseniz, 'Türk gibi kuvvetli maşallah' tekerlemesine taş çıkartan biçimiyle kökten çözüldü bile. İstanbul'da bir vuruşta 10 kişi öldürüldü. Bir düzi ne insan da, kanlar içinde apartmanlardan dışarıya taşındı. Sonra açıkla ma bile yapıldı: Her şey George Bush'un güvenliği (2) içindir..." ısıtması gereken güneşin işçilerini bir bay rağa toplanmanın düşünü kuruy orlardı.

Kara bulutun sebebi belli olmuştu. Dolar tanrısı y eryüzüne iniy ordu bulutlan kan, irin, gözy aşı; kara derili, bey az derili y ok-

Ve dağların sev dalısı kara gözlüler y eni dorukların özlemiy le hey betlerini kuşanıy orlardı. Sakallarına, saçlarına düşen aklara bakıp, gülümsediler. Ne ak renk, ne ilerlemiş yaş doruklara, kar suy unun eridiği ırmaklara uzanmay a engel değildi.

sulların kanları, canlarıy la y üklüydü. Y eşil dolarların tanrısı y eryüzüne indi. Müminleri ağır ağ ır dizlerinin üzerine çöktü. Y ürüy eceği y ollara hoş kokulu sular dökülüyor, halılar seriliy ordu. Güçlü ordular geliy ordu onu korumak, kollamak için. Gönüllü kölelerden oluşan bir ordu. İşçilerin kanını emmek için indi bereketli topraklara üzerine. Toprağın terini almay a, ürününün güzelini... Ortadoğu'nun ortasını kandan bir dery aya çev irmey e geliyordu. Müritlerini denetlemeye geliyordu.

Tükenmez mav iliğin gönüllü erleri de tükenmez. Bir başka yerde gök mav inin destanına harf diziy ordu gönüllü bir er. Bir başına düşüyordu ak sayf alara maviliğin güncesini. Küçücük bir zaman diliminde doğrulup ay ağa kalkmanın gururunu bir nef erin tevazusunu y aşıy orlardı y üreklerinde.

Bush, en iyi şekilde "ağırlanacak", tüm dünya ezilen emekçi halklarının kurtuluşu için cezalandırılacaktı. Zulüm ve dolar imparatorluğuna büy ük bir darbe indirilecekti. Atılım sürecini omuzlamış, aldıkları görev ve sorumluluklarla en önde y eralmış dev rimciler, 'Bush'u Karşılama Kampany ası için çalışıy or-

"Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush'u ağırla maya hazırlan ıyor. 'Başkan Baha'nın geleceği yollar temizlenip yı-

tavır / yıldönümü / temmuz '99 / sayı: 14


lardı.

Binlerce polis kuşattı İstanbul'u. Tüm giriş ve çıkı şlar tutuldu. Sokaktaki insanlara evlerine girmeleri duyuruldu. Pencerelere ve kapılara çıkmaya, hatta dışarıya bakmaya bile izin verilmiyordu. Şimdi, soka klarda sadece panzerler, polis otoları, itfaiye araçlarının sesi vardı. Ortalıkta sadece kelle avcıları dolanıyordu. Heyecanlı ve tedirgindiler. Önemli bir işi bir an evvel bitirip kurtulmak istedikleri belli oluyordu. Evlerine çekilen halk, korku ve şaşkınlık içerisindeydi. Herke s birbirine, "Ne oluyor?" diye soruyordu. Ama kimse bu sorunun cevabını bilmiyordu.

Tepelerine çöken kara bulutu güneşin fersizleşen sarısından anladılar. Fırtınanın ilk gümbürtüsü duyuldu. Heyecanlanmadılar, sakin ve dingin karşıladılar kararan gökyüzünü. İçten içe hayıflandılar. Dolar imparatorluğunun tanrısı gene kurtulacaktı

ellerinden. Sadece ama sadece ona hayıflandılar. Yoksa, karşılarında duran, damarlarındaki kanı çekilmiş müritler kıllarını bile titretmedi onların. Güldüler yine gökyüzüne bakıp.

Dağlara sevdalılar üzüldüler. Bir başka bahara kaldı doruklar diye. Tarihi not eden bıraktı mürekkebi, kalemi; kuşandı silahı. Sonra fırtına patladı. Her yan kapkara oldu. Ateş, bomba, irin, kan yağıyordu. Binlerce ezilmiş kölenin, işkenceye haykırışları kapladı ortalığı. Gök mavisinin gönüllü erleri, kurmayları dimdik ayakta, mağrur bir edayla direndiler. Ve düştüler... Gün ağardığında arkalarından ağıtlar yakıldı. Ama fırtına başka illerde de koptu, ama hepsinde bir ekmeği bölüşmenin mütevaziliğiyle direnildi.

Kopan fırtınanın her gök gürleyişinde bir yürek dağlanıyordu.

Pencereler sıkı sı kıya kapanmıştı. Bir tek kurtuluşun işçileri çıkmışlardı, bakonlara pervaza. Bir tek onlar ellerindeki silahlarla nefeslerinin son soluğuna dek direniyorlardı. Düştüklerinde bir tek onların perdeleri esen rüzgardan dalgalanıyordu.

Fırtına dinmişti. Dolar tanrısı sarayına dönmüştü. Küçük bir evin kapısı açıldı. Kapıyı açanın gözünde yarım kalmış bir yazı diziliydi. Yazı tamamlanmamıştı. Ciğerinin kö şesinde derin bir "ah" koptu. "Ah Ömer", dedi. Sonra kalemini aldı.

Gök mavisinin gönüllü erleri ölmüştü ama hemen ertesinde yeni erler, neferler almıştı yerlerini. Kalemi tutan da bu yeni katılan coşkulu yüreklerdendi. Tuttuğu kalemi mürekkebe batırdı ve mavi sayfalara ilk sözü düştü. Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, Bilal Karakaya, İbrahim İlçi, Nazmi Türkcan, Ömer Coşkunırmak, Zeynep Eda Berk, Cavit Özkaya, Yücel Şimşek, Hasan Eliuygun, Fintöz Dikme, Buluthan Kangalgil... Hepsi birer kahramandı, hepsi şehit düştü ama öldüler, yenilmediler... Dipnot: (1) Bize Ölüm Yok, Syf:l78-179 (2) age.

tavır / yıldönümü / temmuz '99 / sayı: 14


münü anlatan aşağıdaki alıntı şamanların taklit konusundaki bu yeteneklerine bir örnek olması bakımından dikkat çekicidir: "Şaman, bir kazın üzerine oturur ve kollarıyla yukarıya uçuyormuş gibi şiddetli hareketler yapar; bu esnada da yüksek sesle ve ağır ağır şunları söyler: " Ak göğün altında Ak bulutun üstünde Mavi göğün üstünde Mavi bulutun üstünde Yüksel semaya ey kuş

ilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak bir olayı ya da bir duygusal ve düşün sel deneyimi yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzak bir biçimde ifade etme sanatı olarak tanımlanan şiir insanlığın en eski anlatı türlerinden biri. Cemal Süreyya şiir için "dünyadan daha gerçek bir dünya, hatta gerçekten daha gerçek" der. İlkel insanların bilgi birikimleri ve deneyimleri çok az, çok zayıf olduğundan doğa olayları karşı sında kendilerine göre yorumlar yaparak bu olaylara karşı kendilerince çözüm yollan yaratıyorlardı. Gerçekliği kavramayan insan kendisine gerçek gelen ama gerçekdışı olan çözüm yollarıyla doğa güçlerini denerim altına almaya çalışıyordu. İlkel komünal dönemde topluluğun sorunları geneldi ve çözümü de genel oluyordu. Gereksinimlerini ortak karşılayan topluluk üyeleri varolanı korumak için de topluca çalışmayı, savaşımı, üretmeyi, bollaşmayı dile getiren özel hareketler yapıyorlar (dans) bunu özel anlatımlı sözlerle destekliyorlardı. İlkel müziğin ilk biçimleri bu özel anlatım içinde ortaya çıkıyor, günlük iletişim dışındaki bir dil gelişiyor, geliştikçe de özelleşiyordu. Şiirin kaynağını yazının bulunuşundan çok önceki dönemlerde bu söz eşliğindeki danslarda aramak mümkün. İlkel toplulukların büyüleri dans,

müzik ve şiirin birleşmesinden oluşan toplumsal amaçlı bir eylemdi. İş türküleri doğaya hakim olmak amacıyla ortak biçimde söyleniyordu. Bu müzikle birlikte doğayı taklide ya da yeniden üretmeye çabalayan insan bunun için dans ediyordu. İlkel insanın yaratma amacı içinde güzelliğin ve zevkin yeri toplumsal yararın çok gerisindeydi. Bu aşamada şiir, dans ve müziğin içindedir. İş bölümündeki gelişmeyle birlikte hep birlikte yapılan danslar, ortak okunan türküler bazı kişiler tarafından yapılmaya başlandı. Ortak iş görürken yapılacak hamleyi önceleri herkes haykırı rken zamanla yetenekli bir kişinin haykırması böyle bir gelişmedir. Bu gelişim şiir için de bir gelişim olmuş ve ilk evrimini böyle gerçekleştirmiştir şiir. Türk boylarında bu işi üstlenenler genellikle "şaman" diye adlandırılıyordu. Şamanizmin dinsel lideri olan şamanlar siyasal lidere eş değerde bir ağırlığa sahipti. Bulundukları toplulukların hastalıklarını sağaltmak, ruhları kötü ruhlardan korumak, dinsel günlerde ve diğer törenlerde töreni yönetmek şamanların göreviydi. Bu işleri yapabilmek için büyüye ihtiyaçları vardı. Büyüyü gerçekleştiren en birinci araç dans şiirleridir. Bu yüzden şaman iyi bir şair olmak zorunda olduğu gibi usta bir taklitçiydi de. Çeşitli hayvanların, cinlerin davranışlarını ve se slerini olduğu gibi taklit ediyordu. Şamanist bir törenin kısa bir bölütavı r / şiir / temmuz '99 / sayı : 14

Bunun üzerine şaman, kaz sesini taklit ederek cevap verir: Ungay gak gak, ungay gak Kaykay gak gak, kaykay gak İlkel komünal toplumdaki ayrışma ve sınıfların oluşmaya başlamasıyla birlikte siyasal otorite, yöneten kesim eliyle belli bir ke simin çıkarlarını korumak üzere kullanıldı. Bu durum şiirde yeni bir aşamayı gerçekleştirdi. Artık sanatın toplumsal yarar amaçlayan ilkel komünal dönemdeki özü geçersiz görülüyordu. Çünkü yönetici kesim üretim araçlarım ele geçirmişti ve üretilen malların büyük bölümüne el koyuyordu. Onlar için, büyüsel amaçlı ortak türkülere ve danslara gerek yoktu. Ortak dans ve türküyü, çalışan kesim doğa karşı sında güçsüz olduğundan yine sürdürecekti. Çünkü bu dans, türkülerle hayvanları daha rahat avlıyor, kendisini bileyerek düşmanına daha korku suzca saldırıp onu yenerek malını yağmalayabiliyordu. Bu aşamada, çalışan kesim geleneksel olanı sürdürürken, yönetici kesim yaşamından kaynaklanan daha farklı bir bilinçlenmenin sonucunda yeni bireysel bir "türkü-şiir" yaratacaktır. Din dışı şiirler ve ozanlar bu aşamada kesin olarak ortaya çıkacaklardır. Bunlar, topluluğun çıkarlarını siyasal lidere yöneltecekler, topluluğun yiğitlik ve korkusuzluğun iş görme yeteneğini siyasal liderde göstermeye


çalışacaklardır. Elbette daha bireysel türküleri de bu kesimden insanların zevklerini tatmine yönelecektir. Artık türkünün yaratılmasında sanatsal bir kaygı aranmaya başlanacaktır. Çünkü, toplumsal yararın yerini kişisel beğeni almaktadır. Buna bağlı olarak da dans ortadan kalkmıştır. Bu aşamanın sonlarına doğru, Şamanizm din olarak varlığını sürdürememiştir. Mani, Buda, Mazdek dinleri belli kurallar ve ilkeleriyle Türk boylan arasında yayılmaya başlamış. Bu dinler, bireysel şairleri vasıtasıyla kendi ilahilerini yaratmışlardır. İslamiyetin Türk toplulukları arasında yayılmasıyla birlikte çözülme sürecinde olan köleci ilişkilerde hızla çözülmüştür. Türklerin egemen kesimleri İslamiyetle hemen bütünleşiyor. Onun kültürel kurumlarını, kendi amaçlarım gerçekleştirmede kullanıyor. Yönetilen kesim ise, hızla sınıf karşıtlıklarının zorlamasıyla şamanist dönemdeki tutumlarını sürdürmeye çabalıyor. Artık, ilkel şiirin başıboş ve ölçüsüz tavırlarını sürdürme olanağı kalmıyor. Bunların yerini alçak perdeden deyişler, düzenli, kurallı ölçülü türküler alıyor. Müzik tamamen bir zevk öğesi oluyor. Güzellik duygusu yer yer toplumsal faydanın yerini alıyor. Kitlelere hitap eden türkü-şiirler, şimdi bireylere yöneliyor. İslami etki Selçuklu ve Osmanlı döneminde de temel etken olarak şiirde yansısını buluyor ve yönetici kesimle yönetilen kesim arasındaki büyük ayrım şiirin iki ayrı dil ve biçimde birbirinden ayrışmasını sağlıyor. Divan şiiri ve halk şiiri tüm bu dönemler boyunca birbirinden çok farklı bir tarzda gelişimini sürdüyor. Aslolarak 13. yy. da Anadolu'da biçimlenen Divan Şiiri, 20. yy. başlarına kadar varlığını sürdürdü. Divan şiiri din dışı ve dini-tasavvufi olmak üzere iki ana kolda gelişti. İslami konuların yanı sıra aşk da Divan Şiiri'nde büyük bir yer tutar. Aşk hem tasav-vufi hem de dünyevidir.

Dil konusunda büyük ölçüde Arapça'yla Farsça'nın etkisinde kalan divan şiirinde sözcük çok önemlidir. Her sözcük tam anlamıyla ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Divan şiiri sıkı kural ve kalıplara bağlıdır. Ve divan şairleri ustalıklarım gösterebilmek için bunlara olabildiğince uymaya dikkat etmişlerdir. Şairler pek çok söz ve anlatım sanatı kullanmışlardır. Şiirin estetik kurallarına uymak çoğu zaman konusundan önemli tutulmuştur. Divan şiirinin ölçüsü aruzdur ve şairler seçtikleri aruz kalıbına mutlak olarak uymak zorundadırlar. Divan Şiiri'nin konu bakımından pek çok türü vardır. Bunlar arasında methiyenin ise ayrı bir yeri vardır. Divan şairlerini çoğu bu tarzda şiirler yazarak sa ray çevresini ve padişahı memnun etmeye çalışmışlardır. Zaten divan şiiri de saray çevresinde tutulan ve bu çevrede gelişen bir şiirdir. Padişahın ve saray çevresinin himayesi alandaki pek çok divan şairi yazdıkları methiyelerle saraydaki yerlerini sağlama almaya çalışmışlar ve saray erkanım hoş tutmayı amaçlamışlardır. Bunun yanı sıra düşüncelerinden ya da yazdıkları hicivlerden dolayı hunharca öldürülen divan şairleri de vardır. Düşünceleri yüzünden derisi yüzülerek öldürülen Nesimi bunlardan biridir. (Ö 141) Saray ve çevresinde divan şiiri bu temelde gelişirken Anadolu'da halk arasında değişik boyutlar kazanarak gelişen halk şiiri halkın acılarını, aşklarım, yoksulluğunu, haksızlıkları, Osmanlı zulmünü ve bu zulme karşı halkın kinini, öfkesini ve isyanım konu edinerek değişik bir boyutta gelişiyordu. Özellikle isyan, başkaldırı ve ayaklanma şiirleri halk şiirinde önemli bir yere sahiptir. Halk büyük bir yoksulluk içindeyken sefahat içinde yaşayanların da bir gün gelip öleceklerini ve ölümün herkes için olduğunu mezarda artık ne paranın pulun ne de beyliğin ağalığın bir hükmünün olmadığım şu dizeleriyle dile getiriyordu Yunus,

tavır / şiir / temmuz '99 / sayı: 14

Sana ibret gerekirse Gel göresin bu sinleri Gel taş isen eriyesin Bakıp görünce bunları Şunlar ki çoktu malları Gör nice olur halleri Sonucu bir gömlek giyiniş Onun da yoktur yenleri Hani mülke binim diyen Köşk ve saray beğenmeyen Şimdi bir evde yatarlar Taşlar olmuş üstünleri Bunlar bir vakt beyler idi Kapıcılar korlar idi Gel şimdi gör bilmeyesin Bey hangidir ya kulları "Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan" diyen Pir Sultan; Yürün aslanlarım savaş edelim Buna kavga derler bey ne paşa ne Haykırıp haykırıp kelle keselim Seyreyleyin eli ayağı şaşana diyen Köroğlu,

Hepsi,halkın kinine, öfkesine, isyanına şiirleriyle tercüman olmuşlar, halkın gönlünde umudu yeşertmişlerdir. Hemen hemen tüm şiirlerinde halk duyarlılığını öne çıkaran, halk düşüncesine bağlı kalan Karacaoğlan da 17. yüzyılın halk arasında ünü oldukça yaygınlaşmış bir halk ozanıdır. Sade, sü slemelerden ve özentilerden uzak bir halk diliyle günlük yaşamı şiirleştirmiştir. Şiirlerinde insan ve doğa sevgisini işlemiş, dini etkilerin dışında gözünü ve yüreğini dünyaya çevirmiş bir halk ozanıdır Karacaoğlan.

19. yüzyılda feodal düşüncenin kırılmaya başlanmasıyla birlikte, üst ke simde yeni bir ozan tipi ortaya çıkıyor; aydın kesim arasından çıkan


bu ozanlar, kent diline yaklaşarak, halkın ve toplumun sorunlarını yukarıdan başlayarak da olsa dile getirmeye çalışıyorlar. Böylece halk ozanlarının görev alanlarına doğru bir yürüyüş başlıyor. Bu dönem Tanzimatla başlar. Tanzimat dönemi aynı zamanda modern Türk şiirinin başlangıcı sayılır. Seçkin bir aydınlar ke siminin, belli konulan, dar açıdan özel konumlarla vermesi de olsa, kentlerde ilk kez gelenekselliğin dışında bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Bu anlayış ağır ağır küçük kentlere, oradan da kırlara doğru yürümektedir. Sorunlar da giderek daha gerçekçi, daha ayrıntılı olarak verilmektedir. Cumhuriyetle birlikte gelişen ulusçuluk anlayışı, yazarları kırsal ke simin sorunlarına eğilmeye zorlar. Halk ozanlarının malzemesi yavaş yavaş aydın ozanlara, düzyazıcılara konu olmaya başlar. Toplumdaki yeni güçlerin yeni dengelerin oluşmasıyla birlikte köylülük sorunu giderek ikincilleşiyor. Endüstrileşmeye koşut olarak kentlerde işçi sınıfı ortaya çıkıyor. Köylerden kentlere akın başlıyor. Kentlerin kıyılarında yapma köyler, gecekondu ilçeler oluşuyor. Toplumsal değerler bir kaynaşma, bulanıklaşma içine giriyor. Kapitalizmin üreterek hızla yaygınlaştırdığı iletişim araçları kırlara kadar ulaşıyor. Kapitalist kültür bu iletişim araçları yoluyla köylere değin giriyor. Yeni bir dünyanın, yeni bir sistemin kapitalist sistemin kapısıdır aralanan.. Belli bir yönünü idealize edilmiş, güzelleştirilmiş bir parçasını gördükleri bu dünya kırsal kesimdekilerin değer yargılarını sarsıyor. Müziğin radyoyla, bantlarla ucuzca ayaklarına değin gelmesi, oldukça yorucu ve uzun çaba isteyen saz çalma işini budanmasını doğuruyor. Eskiden bir bölgede adını duyuran türkücünün, yayın araçları yoluyla her yerde dinlenir olması, daha güzel seslerin, her köşeye ulaşması, sıradan se slerin, sıradan ozanların işi bırakmalarını gündeme getiriyor. Böylece müzikten ve şiir-

den kopuş gündeme geliyor. Halk Müziği, halk şiiri biçimsel olarak yaygınlaşırken kaynaklar da kurumaya başlıyor. Halk müziği ancak geçmişte oluşturulanların derlemesi biçiminde yaşatılıyor. Burjuvazi; halk müziğinin dinç, dirençli, canlı havasım yok edip gerektiğinde sözlerini de değiştirdikten sonra radyo ve televizyondan yolluyor ülkenin dört bir köşe sine. Hadımlaştırılmış türküler, alıcılar üzerinde derinlemesine etki bırakmıyor. Böylece yeni arayışlar, yeni denemeler gündeme geliyor. Arabesk, böyle bir ortamda toplumsal yapılanmanın da zorlamasıyla doğuyor. Arabesk, geleneksel biçimleri bozarak, kimi zaman da birleştirerek bunları edilgin doğu felsefesine uygun tonlamalarla dile getirerek hızla yaygınlaştı. Kırdan gelenler nedeniyle dengesi değişen kentlerde bu müzik aydınlar yanından horlandığı ölçüde yaygınlaştı. Hızlı kentleşmenin hızla yarattığı müzik gecekondusu olan arabesk, sözlerinin edilgenlik, başeğme üzerine kurulması, hastalıklı bir duyarlıkla örülü müziğin bu edilgenliği desteklemesi tarihi boyunca ezilip sindirilmeye çalışılmış, isyanları kanla bastırılmış yoksul halk ke simlerinde hızla yaygınlaştırılarak bu yolla kaderciliğe ve boyun eğmeye yönlendirilmek istenmiştir. Arabeskleştirilen Şiirde Yeni Yöntemler; Şiir Kasetleri: Son bir kaç yılda piyasada mantar gibi çoğalan şiir kasetleri ister istemez akla birtakım sorulan getiriyor. Şiir sevgisindeki bu olağanüstü artışın sebebi ne?... Daha önceleri de birtakım şairlerin kendi seslerinden şiirlerini yorumladıkları kasetler mevcut olduğu halde neden şimdi bu şiir kasetleri patlaması?.. Bir süre önce Yılmaz Erdoğan'la başlayan bu furya giderek medyatik pek çok simanın da bu piyasaya el atmasıyla çoğaldı ve çoğalmaya detavır / şiir / temmuz '99 / sayı: 14

vam ediyor. Bir çok "ünlü edebiyatçının" şiirlerinin okunduğu bu çalışmalar, bireyin iç dünyasına yaklaşım adına yabancılaşmaya, yalnızlaştırmaya iten birer araç olmaktan öte işlevlere sahip değildir. Ülkemizdeki artan yoksulluk ve yoğun baskı ortamı düşünüldüğünde bu çalışmaların bu kadar kitlesel dinleyici bulması, sistemin iyice köşeye sı kı ştırdığı kitlelerin bir çıkış arayışı olarak açıklamak mümkün. Tabi bu artış da bu piyasanın kazandırdığı olağanüstü karın birtakım çevrelerin iştahını kabartması ve bu kesimlerce bu piyasanın körüklenmesi de etkenler arasında. Yani yine kapitalist siste min tıkanıklıklarını aşmakta kullandığı yöntemlerden biri ile karşı karşıyayız. Halk kitlelerindeki memnuniyetsizliği, artan muhalefeti başka yönlere, sistemi hedef almayan başka kanallara aktararak bir süre için de olsa bir rahatlama sağlamayı planlayan sistemin zaman zaman başvurduğu yöntemlerden biridir bu. Sistem arabesk müziği de aynı şekilde kullanmış ve geniş ke simlere yaymayı başardığı bu müzik türüyle nispeten bir rahatlama da sağlamıştı. Fakat bir süre sonra arabesk eski kitleselliğini yitirerek işlevini tam olarak yerine getirememeye başladı, işte piyasayı mantar gibi saran şiir kasetleriyle bir nevi aynı taktik izlenmektedir. Ve görünen o ki kullandığı medyatik tiplerle bunda nispeten başarıya da ulaşıyor. Şiirin özü toplumsal olmasıdır. Şiirin ilk çıkı şı ve oluşumu birlikte çalışıp, üretmeyle oluşan bu toplumsallıkta yatar. Şiir toplumsallığı oranında şiirdir. Bireyselleşen şiir çıkışındaki özü kaybetmiştir ve bireyselleştiği oranda da şiir olmaktan uzaklaşır. Şiir, sistemin kuşatmasını yararak er geç özünü bulacak ve kazanan gerçek şiir olacaktır... • Kaynaklar: Halk Şiiri Kavramı Kar acaoğlan/Ön er Yağcı Seçme Şiir ler/B ertolt Brecht Meydan Lauresse


1. İnce, uzun yüzünde günlerdir kesmediği sakalları birikmişti. Uzamış siyah saçları dağılmış; İstanbul'un uzun, kalabalık caddelerinden birinde dalgın dalgın yürüyordu. Yürürken farkında olmadan çarptığı iri yarı bir adam arkasından bağırdı. -Yavaş olsana lan ayı! Hiç duymadı ağır ağır yürümeye devam etti. Şu koca şehirde başına gelmeyen kalmamıştı. Geldiğinin ikinci günü, elinde avucunda ne varsa çaldırmıştı. Laleli'nin arka soka klarında kaldığı pansiyona, bu yüzden borcunu ödeyememiş, sille tokat dövülüp dışarı atılmıştı. Öyle çok dövülmüştü ki, eşyalarını bile alamadan kaçmıştı oradan. Mecburiyet olmasa ömrü billah gelmezdi bu insan yutan şehre. Dersim'in merkezinde kendi halinde bir yaşamı vardı. İyi, kötü bir işi de vardı. Ama başına bir hal geldi ki, sonrasında soluğu İstanbul'da aldı. Teslim'in hayati işte böyle değişti. 2. Evden işe, işten eve yaşamını sü sleyen tek şey Remziye'nin hayaliydi. Vurulmuş gibi seviyordu onu. Hem, hısım akrabadandı bu güzel kız. Amca kızıydı.Kendi babası da, dayısının kızıyla evlenmişti. Kızkardeşini yine bir akrabayla evlendirmişlerdi. Ama

amcası nemrut bir adamdı ya asıl so run da buydu. Bir keresinde Remziye'ye hülyalı hülyalı baktığını görmüştü de kıyametleri koparmıştı. Hemen babasını çağırmış, " Bak Celal, senin oğlan bizim kızın etrafında dolanmasın kötü olur. Yeğen leğen dinlemem yakarı m canını " demişti. Amcası ile babasının arası öteden beri bozuktu. Amcasının hali vakti yerindeydi. Valiyle, jandarmayla da arası iyiydi. Hoş, Celal'inde bir şeyinden değil, köydeyken bir iki defa gözaltına alınmış, adı çıkmıştı anarşiste. Öyle olunca araya tabi "politik sebepler" girmiş, bozuşmuşlardı. Ondan bu yana Celal'in olan herşeye gıcık kapardı abisi. Oysa Remziye'nin de gönlü vardı, Teslim'de. Bunu bilen amca bey, ko şup jandarmadaki tanıdıklara. "Şunu alın bir temiz pataklayın!" demişti. O günün akşamı kapısı sertçe vuruldu evin. -Açın kapıyı jandarma! Kam çekildi Teslim'in. "Ne ola ki" diye iç geçirdi. Çünkü zaman kötüydü. Çok arkadaşı böyle gitmiş daha da dönmemişti. Bütün bunları, kapı sertçe vurulurken bir anda aklından geçirdi Teslim. Ve ansızın evin arkası na bakan pencereye yöneldi. Camı açtı ve bir hamlede zıpladı. Sonra bir tavşanla yarışır gibi koşup gözden kayboldu. Sertçe vurulan kapıyı annesi Hafize açtı. tavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

-Buyrun! -Teslim'i arıyoruz burada mı? -Yoktur?.. -Gelince jandarma karakoluna bir gelsin. -Olur söylerim. Arkalarını dönüp giden jandarmalara kaygılı gözlerle baktıktan sonra kapıyı kapadı Hafize. Günler geçti. Jandarma ara ara uğrayıp sordu Teslim'i ama hiç uğramadı karakola Teslim. Amcası önceleri hayıflandı ama sonra ondan kurtulduğuna sevindi. Birkaç ay sonra da Remziye'yi bir dostunun oğluyla evlendirdi. 3. Tarlabaşı caddelerinden içeri girmiş, avare avare yürüyordu. Gecenin se ssizliğini evlerden süzülüp gelen televizyondaki sesler bozuyordu. Bir de köşelere sinip şarabını yudumlayan sokağın müdavirnlerinin sohbetleri duyuluyordu. Köşede çilingir sofrası kurmuş üç kişinin yanma hiç davetsiz çömeldi. -Selamın aleyküm. -Ve aleyküm selam?... Sofranızda bana yer var mı? -Buyur, buyur. "Buyur"diyen, üç kişinin içinde en genciydi. Kısa boylu, tombulca gençten biriydi. Üzerinde kirlenmiş


bir tişört v e kot pantolon ay ağında lastik ay akkabı v ardı. Diğer ikisi sofray a katılan bir boğazdan memnun değillerse de hiç ses etmediler. Dav et eden şarap şişesini Teslim'e uzattı. Eliy le eyvallah çekip reddetti Teslim. Pey nire uzandı. -Adım bağışla. -Teslim. Seninki? -Ergani. Memleket nere? -Dersim. -Dersim? -Tunceli y ani? -Haa.... -Seninki nere? -Çorum. Kısa sorulara, kısa cevaplar... Teslim pey nire utangaçça uzanıy or, aradan ekmeği bölüy or lokmaları birer birer boğazından akıtıy ordu. Diğer ikisi şarabın v e sıcağın etkisiy le iy ice may ışmış, v ızıldar gibi şarkı söylüy orlardı. Ergani nerede kaldığını sorunca Teslim bütün öy küsünü anlata. Teslim anlattıkça Ergani gülüyordu. Teslim bir ara bozuldu.

yiy ip aynı bardaktan içiy orlardı. Akşamları y a mahallenin kahv esine uğray ıp kağıt oy nuy or, y a da köşede ki şarapçılarla sohbet edip karınlarını doy uruyorlardı. Kahv ede oy una oturdukları bir akşam içeri önce telsiz sesleri sonra polisler girdi. -İy i akşamlar bey ler lütf en kimliklerinizi çıkarın. Teslim'in yüzünü bir tedirginlik kapladı. Sıcağın da etkisiy le boncuk boncuk terler birikmişti yüzünde. Bir şey den değil, ne zaman polis, asker görse böy le bir ürperme başlardı içinde. Masadaki kimlikleri toplay an polisler dışarı çıktılar. Az sonra geldiklerinde Ergani v e Teslim'in adım seslendiler, ikisi ay ağa kalktı. Bey az saçlı, göbekli, ayyaş görünümlü, şapkasını başın ın arkasına kay dırmış polis "Bizimle geleceksiniz" dedi otoriter bir sesle. Kapıy a y ürürken diğer polisler ellerindeki kimlikleri iade edecekleri isimleri say ıyorlardı. 5.

-Sus lan! Bir tokat daha indi. -Nereden tanıy orsun bu Ergani'y i? -Hiç; -Hiç ne lan? Hiç ne? Ne biçim cev ap bu? Boğazın ı y ırtarcasına bağırıy ordu. -Ay nı inşaatta çalışıy oruz. -Y oksa beraber mi çaldınız lan paraları? Şaşırdı Teslim, "Ne parası, ne çalması ko mseri m?" Kekeliy ordu. Bir anda eli ay ağı boşaldı. Oy sa ne çok güv enmişti Ergani'y e. Y aptığı hırsızlıkta ney in nesiydi. Tokatlar tekmeler arka arkaya iniy ordu vücuduna. Bir ara soluksuz kaldı. Bay ılmıştı. Gözlerini taş betonlu hücrede açtı. Sağma soluna dönemiy ordu. Ergani y anıbaşında uy uyordu. Sırılsıklamdı. Üstü başı y ırtılmıştı. Sırtının üzerinde doğrulup Ergani'y i dürtükledi. Acıy la açtı gözlerini Ergani.

-Niy e gülüyorsun? Ergani cev ap bile vermedi, sırt üstü y ere y atıp kollarını iki y ana y atırdı v e bağıra bağıra gülmey e devam etti. Birden doğrulup elini Teslim'in omuzuna attı. -Birşey olmaz arkadaş, benle kalırsın. Küçük bir oda ama idare edersin. Ses v ermedi Teslim. İçten içe sev indi. Ne iy i insandı bu. Hala böy le iy i insanlar v ar demek. Böy le başladı Ergani v e Teslim'in dostluğu. Hiç bozulmadan sürüp gidecek bir dostluktu bu. 4. Ergani çalıştığı inşaata Teslim'i de aldırmıştı. Ay nı yerde beraberce akşama kadar ter döküyor, ay nı sof radan

Y üzüne inen tokatın etkisiy le sarsıldı Teslim. Başına bir ağrı oturdu. Babasından bile böy le tokat y ememişti. Ki, babası çocukken ne çok döv erdi onu. -Terörist misin lan sen? Ne bok y emey e geldin İstanbul'a ha? Ses v ermedi Teslim. -Bak jandarmadan da kaydın v ar. Kız kaçırmışsın? -Töv be komserim, eli elime değmemiştir. Komserim laf ını duy an polis içten içe kabardı. Y ıllar y ılı süren memuriy et hay atında bir kademe bile y ükselmemişti. Askerliğini bile er olarak y apmıştı. "Komseri m" laf ı üzerine daha bir sertleşti.

tavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

-Kalk lan kalk! Ne bu hırsızlık işi. -Bilmiy orum vallahi. Başımıza bir iş sarıy orlar ama,.. -Nasıl sanıy orlar lan? Y apmadıy san nereden çıktı bu? -Bilmiy orum dedim ya! İnanmıy or musun? Haberim bile y ok .Bir yerde olmuş bir şey i başımıza sarıy orlar besbelli. Teslim kaf asını betona koy du. Derin bir nef es aldı "Gün yüzü gör mek yok mu bana? Bir bela bitiyor, öbürü başlıyor." diy e iç geçirirken uy ukladı. Rüyasında y erini, y urdunu, ev ini gördü. Anası girdi rüy asına. Üstünde dumanı tüten içli köf teler... En çokta Remziy e geçti gitti. Uy andığında başında sanki davullar çalıy ordu. Ergani'y e baktı hücrede y oktu.


Karakola getirilişlerinin ertesi günü, saat öğleyi geçmişti. Kapı gürültüy le açıldı. Işık gözlerini kamaştırdı. Işığın önüne gölgesi düşen polis seslendi.

6. -Okuma lan imzay ı at! Kaf asına inen y umruk semletti Ergani'y i Titrey en kalem tutuşturdular. Titrek bıraktı daktilo harf lerinin sıra bey az kağıda.

iy ice serellerine bir bir imzay ı sıra dizildiği

-Hadi şimdi yallah nezarete! 7. Ergani hücrey e girdiğinde tirtir titriy ordu. Teslim merakla y anaştı yanına. -Ne oldu? -Hiç. -Nasıl hiç y a? -Hiç dedik y a! Eliy le itti Teslim'i. Hiç böy le y apmamıştı. Hiç böyle ters davrandığını görmemişti. Ergani duv arın dibine çömelip, eliy le yüzünü kapadı. Az sonrada hücreye hıçkırıklı sesleri doldu. Teslim'in içi ezildi. Ergani'nin y anma çömelip sağ elini omzuna doladı.

-Eşy alarınızı alın çıkın! Ne eşyası alsınlar. Alelacele ayakkabılarım giy ip çıktılar. İçeri geldiklerinde cüzdanları, kimlikleri v e kemerleri ellerine tutuşturuldu. Kimlik cüzdana, cüzdan cebe, kemer bele... Sonra, -Ellerinizi uzatın. Anlamadılar uzattılar. Plastik bir kelepçey e sokuldu ikisinin bileği Bu işin sonu kötüy e varacaktı b u n u anlamışlardı. Polis minibüsüne bindiler. Minibüs dar sokaklarda toz kaldırarak süratle y ol alıp, ana caddeye çıktı. Az sonra, kapısında kocaman "Giriş" y azan adliy e binasının önünde durdular. 8. -Y az kızım! Davut oğlu Ergani Bay rak ile Celal oğlu Teslim Tabak'ın tutuklanmasına...

Sonra hin hin sırıttı. -Çıkarın bakalım üzerinizdekileri. Çıkardılar. Üstlerindeki herşey alındı. Say ıldı v e bir bölmey e kondu. Teslim hala y ere bakıy ordu. Ensesine vurulan sert bir tokatla sarsıldı. -Ne bakıy on lan yere paran mı düştü? -Y ok y ok öyle, öy lesine ... -Bakma lan! Dik dur! Oğlum burada ne kadar kalacağınızı ben bilmem ama benden gizli sakat bir işe kalkışırsanız oy arım ona göre. Bilesiniz bana Başgardiy an Ziy a derler. Kime sorsanız anlatır beni size. Başgardiy an Ziya. Bu isim, hay atlarında ilk kez duydukları bu isim onların hay atında hiç silinmeyen izler bırakacaktı. Kısa boy lu, esmer ama boy uyla orantısız bir sese sahip Ziy a hapishanedeki sahipsiz, kimsesizlerin korkulu rüyasıy dı. İki eliy le Ergani v e Teslim'i sırtından itti Y ürüdüler. 10.

-Ne oldu anlatsana? Ergani hıçkırmay a dev am etti. Hıçkırıkların arasında cümlesi kesik kesik duy uldu. -Bir kağıda imza atardılar. -Ne y azıy ordu? -Bilmiy orum okutmadılar. Üstü y azı doluy du. Teslim'in korkusu daha bir arttı. "Kimbilir ne yazmışlardı kağıda. Ah be kahpe felek! Nedir ulan senden çektiğimi z. Göle girsek göl kurur, ekmeğe uzansak taş olur. Aldık mı şi mdi belayı. Ne olacak bu işin sonu. Ya Düzgün Baba sen gel bizi bu dertten kurtar." Böyle kara kara düşündü Teslim. Ergani ellerini y umruk y apıp çenesine y aslamıştı. Sabah olana dek ne bir söz konuştular, ne de uy udular. Öylece durdular.

Gözleri karardı ikisinin de. "Ga vur oğlu gavur; hiç mi insaf yok sende?" sözü dilinin ucuna geldi Teslim'in. O kadar anlatmış dil dökmüşler yine de y umuşatamamışlardı bu ceberrut herif i. Başları önüne düşmüş halde takıldı bileklerine kelepçeler. Minibüs hırıltılı sesler çıkartarak, ardında egzoz dumanları bırakarak çıktı mahpus y oluna. 9. Gıcırday arak açılan demir kapının önünde ellerini ov uşturarak duran gardiy an gürler gibi konuştu. -Evinize hoşgeldiniz!

-Hoş gelmişsin gardaş, allah kurtarsın. Bir y er bulalım sana. -Olur. -Ne iş hay ırdır? -Bilmiy oruz ki.İftira attılar. Duy an herkesi kahkaha tuttu. Her gelen if tira diy ordu, başka bir şey demiy ordu. -Buray a da hiç suçlu gelmez ki. İçini bir öf ke kapladı Teslim'in ama sesi çıkmadı. İdareten bir y er verdiler, bahşişi içinde. -Adım Ali Rıza. Bir ihtiy acınız olursa bana söy leyebilirsiniz. Gözleriy le teşekkür etti Teslim. Bu göbekli, ablak yüzlü ama şirinliğini, güleçliğini her daim koruy an adama.

tavır / öykü / temmuz '99 / s ayı: 14


Neden sonra içeriyi süzdüler, insan pazarı gibiy idi koğuş. Renk renk, huy huy insan doluy du. Seç beğen al. Ergani, "Acaba niye girdiler bunlar ki?" deyince Teslim de "Bilmem ki belki onlar da iftira kurbanıdır." dedi. Konuşurken yanlarında biten cingöz uf aklığı f arketmemişlerdi. Ellerini oğuşturarak konuşuyordu.

dıma olur. Sıkıştığınızda bana da gelebilirsiniz kapım hep açıktır. Değil mi arkadaşlar! Koğuş hep birden bağırdı -Ev et müdür Bey!

tığının altına koy du. Ergani ye dönüp - Anama y azdım. Sen y azmıy or musun? - Boşv er sonra yazarım. - Niy e yazmıy orsun? - Boşv er işte, y azarız sonra. Sen y atsana.

Mahmut, Ziy a'y a dönerek sordu. -Merhaba, hoşgelmişsiniz. Bir ihtiy acınız olursa bana söyley ebilirsiniz. Bana burada Zengin derler. -Durumunuz iy i herhalde. Ailen mi zengin? -Gönlümüz zengin güzelim. Neyse birşey olursa bana haber verin. Şimdi bey imize bir sakal toslay ın da günü garantiy e alalım. -Ne sakalı?

-Ziy a Bey yeni döşekler dağıtıldı mı? -Hay ır ef endim. -Niy e? -Eskilerde yatarlar boşuna bunları da eskitmey elim diye düşündük; -Doğru düşünmüşsünüz. Aklınızla y aşay ın. Nasıl olsa bunları da eskitecek bunlar.

Uzandı Teslim. Ardından Ergani. Uy uy amadı hemen Ergani. Anasına y azsa y a hemen ölür ya inme inerdi. Çok hastay dı anası zaten. Hem de canından çok severdi Ergani'y i. Onun için day anamazdı. O y üzden hiç haberi olmasın diy e düşündü. Y atakta epeyce dönüp durdu. Sonra kapandı gözleri. 12.

Sonra koğuşa dönerek, Ergani, Teslim'i dürttü. Sonra da elini pantolonunun cebine sokup cebindeki paralardan bir kısmını alıp Zengin'e uzattı. -Sakal diy or yahu anlasana. Bunu v ermezsek bizi rahat bırakmazlar. -Y a nerey e düştük böy le. Y emedik içmedik para verdik bu ne y a? 11. -Dikkaaat! Hapishane müdürümüz Mahmut Bey v e Başgardiyan Ziy a Bey tef tişe geliyooor! Y ataklarında uy uy anlar y erlerinden f ırlay ıp üstlerine çeki düzen v erdiler. Sonra y ataklarını düzelttiler. Mahmut Bey bu şakaya gelir y anı olmazdı. Kapıdan içeri önce Mahmut girdi, ardından Ziy a. Ergani ve Teslim ayakta dikilmiş bekliy orlardı. Mahmut'un gözü önce bu iki mahkuma ilişti. Y anlarına doğru y ürüdü. -Nasıl memnun musunuz buradan -Ne diy eyim Allah razı olsun. -Burası iy idir, iy i. Bir ihtiyacınız olursa Ziy a Bey'e ilettirin o size yar-

-Ney se arkadaşlar Allah rahatlık v ersin! -Sağolun Müdür Bey ! Mahmut v e Ziya kapıdan çıkarken Ergani v e Teslim y aylan f ırlamış döşeklerine baktılar. Oysa yeni döşek sözünü duy unca gözleri açılmıştı. Geleli iki gün olmuştu. Artık v ücutlarının kokusu kendilerini de rahatsız ediy ordu. Banyo yapmalıy dılar. Ergani, Ah Rıza'nın y anına giderek sordu -Ne zaman banyo y apabiliyoruz, artık v ücudumuz ölü gibi kokuyor. -Y arın hamam günü. Öğleden sonra y aparsınız bany onuzu.

-Saat öğley i geçti Ali Rıza Abi niy e hamama almıy orlar? -Bilmiy orum Teslim. Başgardiyan gelir birazdan öğreniriz. Az sonra çekik gözleri, ufacık boy uyla Başgardiy an Ziya kapı önünde belirdi. Her zamanki gibi ellerini belinde birleştirmişti. Teslim v e Ergani hemen Ziy a'ya yöneldiler. -Ziy a Bey saat geçiy or, hamama girmey ecek miy iz? -Sizin program değişti. Serhat Bey tef tişe gelecek. O gelmeden kimse hamama girmey ecek. -Serhat Bey kim ki? -Cezaev leri Genel Müdürü, onun gelmesini bekley eceğiz.

Ergani, huzurla geldi döşeğin y anma. Teslim kağıdın üzerine abana rak y azıy ordu. Kargacık burgacık y azısını y azarken y üzü şekilden şekile giriyordu.

Teslim, Ah Rıza'y a dönüp kısık sesle konuştu.

".... İşte böyle ana. Görüşüme muhakkak gelin. Yemeklerini içli köfteyi, mantıyı, lahmacunu, babukoyu çok özledim. Ergani'nin de selamı var. Kendinize iyi bakın. Oğlun Teslim."

-Serhat Bey 'e ne ki bizim hamamımızdan? -Öy le deme, o hapishanelerin müdürüdür. Ondan izinsiz bu gardiy anlar adım bile atamaz.

Kağıdı katladı v e zarf ın içine koydu. Adresi y azdıktan sonra zarf ı y astavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

Saat akşamı bulmuştu. Serhat Bey görünürde y oktu. Başgardiyan Ziy a


bir görünüy or Sizin banyo bugün yattı artık" dey ip, sırıtıy or ve ortadan kay boluy ordu. Akşam saatlerinde Serhat Bey de göründü. Teslim v e Ergani tecrübesizliklerinden Serhat Bey 'in önüne koştular. -Bey im, beyim bizim hamam günümüz ne zaman? Serhat Bey bunlar da kim dercesine Ziy a'e baktı. Ziy a, Serhat Bey 'e durumu f ısıltıy la anlattı. Serhat Bey, gözlerini kısıp kükrer gibi bağırdı. -Bekley in kardeşim işiniz ne? Kokun, ne olur y ani? Ne cevap bekledi ne bir kelime etti. Y ürüdü gitti. Teslim v e Ergani öylece kalakaldılar.

di bile... Teslim'in başından aşağıy a kaynar sular döküldü. Ölecekmiş gibi sıkıştı y üreği. Ama hiç belli etmeden değiştirdi konuy u. -Ana, seni Ergani'yle tanıştıray ım. Sonra f ırlay ıp çıktı kabinden, Ergani'nin y anma varmadan, y anağına düşen damlay ı sildi.

- Oğlum, bizim köy den Kalender v ardı. Şimdi burada avukatlık y apıy or. Onunla konuştum, ikinizin de dav asına bakacak. Ergani sev inçle... -Sağol anacığım dedi.

13. -Teslim bak ziy aretçin var! Ok gibi f ırladı Teslim. Görüş kabinlerine geldiğinde anası karşısınday dı, Haf ize Hanım da aylardır görmediği oğlunu karşısında görünce duramadı y anaklarına düştü göz y aşları. Ay lardır görmüy orlardı birbirlerini Özlem, y üreklerine dek işlemişti. -Nasılsın oğlum? -İy iyim ana sen nasılsın; babam, bacılarım nasıl? -Hepsi iy iler oğlum. Mektubun gelince duramadım hemen geldim. "Oğlum oradayken ben durabilirmiyim" dedim babana. Sana gelirken y emeklerde y apıp getirdim. Tadı bozulmuştur ama şimdiy e. -Olsun ana. Kısa bir sessizlikte doy asıy a baktılar birbirlerine. Sonra Teslim bozdu sessiliği. -Ana -Hu?.. -Ana, Remziy e nasıl? -Oğlum unut artık o kızı. O ev len-

Görüş bittiğinde sevinçle koğuşlarına döndüler. Ama Teslim'in y üreği y ine de buruktu. Remziy e y oktu artık onun için. Bunu bilmek y üreğini sıkıştırmay a y etiy ordu. 14. Av ukat Kalender'le görüşmüşler v e umutları iy ice artmıştı. "Suçsuzluğunuz ayan beyan ortada" demiş ve dosy ayla ilgileneceğini söylemişti. Davay ı Haf ize Hanım'ın hatırına ücretsiz kabul etmişti. Mahkeme gününü sabırsızlıkla bekliy orlardı. Suçsuzdular. Haberlerinin bile olmadığı bir olay dan y argılanıy orlardı.

Hapishane Müdürü Mahmut'un tiz sesi koridor boyu yankılanıy ordu. -Ulan İlyas! şakkadanak oturtacam seni. Sana buralara düşme demedim mi? Y ine niye buradasın?

gel miş anlaşılan Teslim "kim bu Üyas ?" diy e sorunca Ali Rıza cev apladı. "Mahmut'un belalısı" dedi zengin. 15. Mahkeme günü gelip çatmıştı. Kimsecikler görünmüy ordu. Teslim ve Ergani koğuştakilerinde y ardımıyla güzel takım elbiseler giymiş bekliyorlardı. Saatler ilerledi ama ses zeda y oktu. Başgardiy an Ziy a v e Serhat uzaktan göründüler. Zengin bağırdı. -Serhat y ine geliy or! Teslim v e Ergani hiç kalkmadılar. Y üzlerine kara bir bulut oturmuştu. Serhat v e Ziy a koğuş kapısının ö n ü n e geldiklerinde durdular. Ziy a, kaf asını içeri doğru uzatıp gözleriy le Ergani v e Teslim'i aradı. Bulunca; -Kusura bakmay ın arkadaşlar ring arabası bulamadık. O y üzden mahkemeye götüremedik sizi. Neyse ikinci mahkemey e çıkarsınız arak. Serhat başını y arım çev irip içeri baktı. Sinirli bir üslûpla, -Bunların bu gezme tozma işleri içinde dakika başı ring arabası mı bulacaksınız. Devletimizin bütçesi belli, ödeneği belli. Herkes f edakarlık edecek kardeşim. Hep beraber düzlüğe çıkmak için önce f edakarlık. Teslim, Serhat'ın üzerine saldırmamak için kendini zor tuttu. Ergani sırtını okşuy or, kulağına "sakin ol, başımıza yeni bir iş açmayalım" diy e f ısıldıy ordu. Teslim elleriy le y üzünü kapadı. O gece hiç konuşmadı. Ertesi gün de ne bir şey y edi, ne de konuştu. Koğuşun içinde av are av are dolaştı. 16.

Sonra sertçe v urulan kapının sesi duy uldu. Zengin, yine hin bir gülümsemeyle "Yine İlyas bizim buraları ziyarete tavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

-Mahkemey e gelinmemesi kötü oldu. Şimdi bir ay daha bekleyeceğiz.


Hakim mahkemeyi bir ay sonraya attı. Ney se bir dahaki mahkemey e yükleniriz. Ama bu ring arabası b ulun maması işi de y ani can sıkıcı bir durum. Başkalarına da y apılıy or mu bu? Teslim sıkıntılı bir halde cev ap v erdi av ukata. -Vallahi bilmiy orum. Biz buradayken ilk bizim başımıza geldi Gerçi daha neler oluy or duy uyorum. Bu y ine birşey değil.

tın onca dil dökmesi boşunaydı. Hakim dav ay ı 45 gün sonraya bırakmıştı. Ergani v e Teslim başları önde döndüler koğuşa. Kapıdan girince y anlarına y aklaşanlar tahliy e çıkmadı diy e teselli etmeye dav randılar ama olanları öğrenince kahkahay ı bastılar. Sonraları laf ı geçtikçe Ergani'y le, Teslim de gülüy orlardı. Bir de Başgardiy an Ziy a'nın seslenişiyle sesleniliyordu artık onlara. -Ergani, Teslim! fiy uv!... Gülün!

diy ordu. Teslim, Erganiy e dönüp sordu. -Ne y apıy oruz şimdi? -Gidip bir y emek y iyelim. -Sonra?

Lokantay a girip kuruf asuly e söy lediler. Y emeklerini yerken Ergani, -Y ine beraber bir ev tutarız, beraber çalışırız, beraber y eriz olmaz mı? Bilmem ki. Ergani şaşırarak sordu?

Böy le konuştular v e ay rıldılar.

İkinci mahkeme gelip çatmıştı. Bu sefer Ziy a sanki büy ük bir iş başarmış gibi dikildi koğuş kapısına v e seslendi. -Ergani, Teslim! Sonra iki parmağım ağzına götürüp ıslık çaldı. -Ergani, Teslim gülün! Ring arabası hazır. Siz de hazırlanın mahkemey e çıkıy orsunuz. Şans dilekleri, hay ırlı mahkeme duasıy la çıktılar kapıdan. Arabay a bindiler. Gürültüyle çalıştırdı motoru şof ör. Gittiler. Ama bir türlü y olu bitiremiy orlardı. Ergani durumu merak etti. Y anlarındaki askerlere sordu. "Bil miyoru m" cev abı aldı. Şof ör y olu kaybetmiş, bulamıy ordu. -Y a ne bileyim, bu adliy enin yerini taşımışlar. Y eni yeri soralım. Bir kişi , iki kişi, üç kişi... doğru dürüst tarif veren çıkmıy ordu. Vakit öğleyi geçmişti. En sonunda bir kişi yolu tarif etti. Kay bolan adliyenin önüne gelindiğinde saat üç olmuştu. Mahkeme başkanı nuh diyor, peygamber demiy ordu. Zamanında gelmedikleri için bağırıp çağır ıy ordu. Daha sırada onca dav a v ardı. Av uka-

45 gün sonra nihayet hakimin karşısınday dılar. Kıran kırana geçen bir mahkeme sonrası karar açıklandı. Adam başı 210 mily on lira ödey ip tahliye olacaklardı. Şimdi nereden çıktı bu dercesine birbirlerine baktılar. Ama f aydası y oktu; ödemeden çıkmak y oktu. Av ukat, gözleriy le "bende yok" anlamında bir işaret yaptı. Ergani ve Teslim'de zaten y oktu. Y ine başlar önde döndüler koğuşa. Y anlarına toplanan öbür kader mahkumları aralarında toplay ıp paray ı hapishane idaresine teslim ettiler. Ertesi gün de paranın y attığına dair kağıdı aldılar. Bir sonra ki günde Başgardiy an kapıda belirdi. -Ergani Teslim! fiy uv... Gülün! Çıkıy orsunuz! İkisinin de y üzünde bir gülümseme belirdi. Sev inçle ayağa kalktılar, içleri içlerine sığmıy ordu. Birbirlerine doy asıy a sarıldılar. Sonra koğuştakilere. Teslim hepsine birden seslendi. -Hakkınızı nasıl öderi z arkadaşlar, hepiniz sağolun. Helal edin ne olur. Hepsi birden "helal olsun" diye bağırdılar. 17. Hapishanenin kapısına çıktıklarında Teslim derin bir soluk aldı. Ergani göky üzünü dalgın dalgın seyretavır / öykü / temmuz '99 / s ayı: 14

-Niy e ki, sıkıldın mı benden? -Y ok y a h u yine başıma bir bela sararsın diy e korkuy orum. Ergani güldü. -Y ok y a. Kim kimin başına bela sardı. Senle tanışalı beri talihim döndü. Başıma gelmey en kalmadı. Sen zaten bahtsızın tekiymişsin, benden öncede işin doğru dürüst gitmiyormuş ya. -Vallahi doğru söylüy orsun. 18. Şimdi gerçekten talihleri dönmüştü. Ay nı inşaatta çalışıy orlardı. Birlikte iki göz bir ev tutmuşlardı. Beraber kazanıp, beraber harcıy orlardı. Teslim bile hay ata boy unca olmadığı kadar şanslı günler y aşadığını düşünüyorlardı, inşaatta da y akında ustalığa terf i ederiz diy e düşünüy ordu. Y ani, öy lesine memnundular hayatlarından.

Bir akşam, işlerini bitirmiş, üstlerini değiştirmişlerdi. Sefer taslarını alıp y ola koy ulurken birilerinin kendilerine seslendiğini işittiler. -Ergani, Teslim f iyuv!... Ustabaşı Ziy a'yla, şantiy e şef i Serhat Bey sizi çağırıy or! •


Efsaneler

T

arih sahnesinde insanoğlunun göründüğü ilk dönemlerden itibaren ayrı coğrafya, çevre ve toplumlar arasında doğup gelişen; zaman içinde inanç, adet, gelenek ve törelerin ortaya çıkmasına neden olan halk anlatılarına efsane adı verilmiştir.

konularıydı. İnsanlar kimi zaman hayret ve korkuyla, kimi zaman heyecan ve mutlulukla evreni, evrendeki hareketi çözümlemeye yönelik düşünceler ileri sürdüler. Düşünce tarzları, insanın kendi ruhunu, yaşamım eşyaya, doğaya yansıtmaktan ibaret bir düşünce tarzıydı ve kaynağım da hayallerden alıyordu.

Efsane, Farsça bir sözcük olup "Fesane" olarak da kullanılmaktadır. Arapça karşılığı, "Usture" olan efsane, batı dillerinde aynı Latince kökten, "Legendus" sözcüğünden türemiştir. Yunanca'da "Mitos-mit" sözcükleriyle tanımlanan efsanenin, Türkçe karşılığı ise "söylence"dir. Yalnız dini nitelikteki efsanelere "Menkıbe" de denilmektedir.

Çünkü hayaller, henüz bilimsel düşünceye ulaşmamış toplumların, canlı ve cansız varlıklar ile doğa olayları karşı sında içine düştükleri çaresizlikten yarattığı maddi ve manevi kudretler sayesinde kurtarıyordu. Bu olağanüstü güçler; Tanrı, iyi-kötü ruh, melek, şeytan, cin, peri, büyücü, gök, dağ, su vb. gibi çok çeşitli biçimlerde tasarlanabiliyordu. Ayrıca insanlar, bu maddi ve manevi güçler etrafında, onları ya canlandırarak veya konuşturarak bir takım halk anlatı biçimleri üretmekteydiler.

Efsanelerin ortaya çıkışının ve günümüze kadar insanlığın yaşamına etkide bulunmasının tarihseltoplumsal bir temeli vardır. Şöyle ki, ilkel toplum aşamasından itibaren insanlar, doğa olaylarının nedenlerini çözümleme konusunda hep bir arayış içinde oldular, insanın nereden gelip nereye gittiği, yaşam ile ölümün içeriği, yıldızların hareketi, denizin yükselmesi, yağmurun yağması; hayvan, bitki, toprak, orman, dağ, taş, ateş, maden vb. gibi olay ve maddelerin meydana gelişi, bu arayış sürecinin temel

İşte, efsaneleri ortaya çıkartan da, toplumun ortak malı olan bu anlatılardı. Ancak, anlatılar, efsane haline gelirken varlığını olduğu gibi korumadı. Toplumun sonradan edindiği yeni din, kültür ve ekonomik gelişmenin hazırladığı çevre içinde az çok tarihi gerçeklerle de kaynaşarak bu dönüşüme ulaştı. Buna, toplumun hayal gücüyle yatavır / folklor / temmuz '99 / sayı: 14

rattığı inançların, toplumun maddi gerçekleriyle buluşturulması demek de mümkün. Bu tür efsane yaratım süreçleri, bütün toplumların tarihinde olduğu gibi Türk halkının tarihinde de vardır. Peygamberler, halifeler, padişahlar, şeyhler, askerler vb. gibi otoriteler etrafından veya şehirler, saraylar, camiler, mezarlar, türbeler, adak yerleri vb. üzerine doğmuş efsaneler ve menkıbeler buna örnek verilebilir. Efsanelerin Özellikleri ve Halkbilimi İçindeki Yeri Efsaneler, dilden dile aktarılan çok eski halk anlatılarıdır. Konuları, bir kişiye, bir olaya veya bir yere dayandırıldığı gibi, inandırıcılık özelliği de taşırlar. Çoğunlukla olağanüstülük ağır basar. Bu nedenle de, insanları bilinmeyen, giz dolu bir dünyaya götürerek, saygı ve ilgi uyandırırlar. Ayrıca kutsal öğeler taşımaları, bu saygı ve ilgiyi daha da artırır. Kendine özgü bir üslubu, kalıplaşmış, kurallı biçimleri yoktur. Düz konuşma dili ve kısa bir anlatıma dayanması esastır. Efsanelerin halk anlatımları içinde yer alan mit-destan ve masal ile farklılıkları olduğu gibi, benzerlikleri de vardır. Örneğin mitler,


halk anlatıları içinde efsanelere en çok y aklaşan türdür. Her iki türe konu olan olay lar, anlatıcılar ve dinleyiciler taraf ından gerçek olarak kabul edilirler. Ancak, efsanelerdeki olay ların geçtiği zaman y akın bir geçmişe v e bizim düny amıza aitken; mitolojinin konusuna giren olay lar, daha uzak bir geçmişe v e bilinmey en, mitolojik bir düny ay a aittir. Mitler her zaman bir kutsallık taşırken, efsanelerdeki kutsallık, daha çok dini efsaneler için geçerlidir v e tüm ef saneleri kapsamaz. Y ine, mitlerde tanrılar v e yarıtanrılar (insani özellikler taşıy an olduğu halde, ef sanelerde tarihi v e y arı-tarihi kahramanlar, y ani insanlar v ardır. Gerek destanlarda gerekse de efsanelerde anlatılan olay lar, bugünün düny asında geçerler, ikisinde de yaratım sürecine belli bir toplumun ortak kültürü, örf, adet, gelenekleri damgasını v urur. Y alnız, kimi ef sanelerde değişik toplumların kültürel izlerini bulmak da mümkün. Bu da, destanlara karşı ef saneleri daha bir evrensel kılmaktadır. Destanların sanatlı bir anlatıma sahip olmalarına karşın, efsanelerin böyle bir özelliği y oktur. Örneğin bir destan parçası karmaşık v e uzun soluklu anlatı bütününden kopuk, kendine özgü üslup v e niteliklerini, sanatlı süslemelerini yitirince; yani sadece olağanüstü y önleriyle bir kişi y a da bir olay ı bildirme görev iyle sınırlanınca "efsane"ye dönüşür. Efsanelerin bir başka y akınlığı da masallar ile görülür. Efsaneler, masallara göre daha eski bir anlatıma sahip olmakla birlikte, insanlığın y aşamına eğiliş açısından daha gerçekçidir. Anlatıcıları v e dinley icileri taraf ından, çoğunlukla gerçek kabul edilmeleri de bu yüzdendir. Oysa masallar, başından itibaren hay al ürünü olduklarını hissettirirler. Bunun için de, belli bir y ere, ta-

rihe v e kişiy e dayanmazlar. Olaylar, hep gerçek olmay an bir y erde ve belirsiz bir zamanda geçer.

çerli değildir. Çünkü biliy oruz ki, olağanüstü özellikleri olmayan efsaneler de v ardır.

Masallar çoğunlukla olağanüstü v arlıklar üzerine kurulmakla birlikte, efsanelerde bu olağanüstülük kural değildir. Y ine, efsanelerdeki kutsallığı masallarda bulamay ız.

Efsane Çeşitleri İnsanlığın ilk döneminden günümüze kadar ulaşmış efsaneleri araştıran bilime, mitoloji adı v erilir. Ancak mitoloji bilimi, bu araştırmaların kendi içinde disiplinlere ay rılarak y apar. Bunlar; Tanrıların nerden geldiklerini araştıran Teogoni; ev renin nasıl mey dana geldiğini araştıran kozmogoni; insanın mey dana gelişini araştıran antropogoni v e insanla düny anın geleceğine ilişkin olanı araştıran eskatolojidir.

Efsaney i masaldan ay ırteden bir başka özellik de, masalların "mutlu son" ile biten bir anlatım türü olmasına karşın, efsanelerin sonunun "acıklı" bitmesidir. Ancak bütün bunlara rağmen efsaneler, kısalığı v e nesirli bir anlatıma sahip olmasıy la, halk anlatıları içinde masallara y akın duran bir niteliğe de sahiptir. Kısacası ef saneler, halk anlatı türleriy le (destan, masal, hikaye v b.) karşılıklı bir etkileşim içindedir. Hatta birinden diğerine geçiş mümkündür. Örneğin, efsaneler, herhangi bir anlatım türünce benimsendiğinde, y a da bir parça y apı gereci olarak kullanıldığında; y ani kendi özelliğini yitirdiğinde, içine girdiği türün üslup ve biçimini kazanır. Bu da onu ef sane olmaktan çıkarır. Aynı şey , tersi durumlar için de geçerlidir. Şay et, bir tarih olay ı gerçekte olduğu gibi anlatılmamışsa, gerçekten uzaklaşan bir biçim almışsa, bu kez "tarih" efsane şekline bürünmüş olur.

Uluslararası Halk Anlatıları Araştırma Kurumu, bu disiplinler ışığında incelediği efsaneleri; "kutsallık", "gerçeklik", "olağanüstülük" v b. özelliklerini de dikkate alarak dört ay rı gruba ay ırmıştır. 1- Yaratılış efsaneleri 2- Tarihsel efsaneler 3-Olağanüstü varlıkları konu edinen efsaneler 4- Dinsel efsaneler Efsanelerin bu dört ana kolda tasvir edilişine karşın, her ana grup da kendi içinde daha alt kümelere bölünebilmektedir. 1)- Yaratılış Efsaneleri:

Efsanenin diğer halk anlatılarıy la konu benzerliği üzerinde dururken, bir önemli ay rıntıy ı da belirlemek gerekir. Efsane, dar anlamda, diğer halk anlatılarında olduğu gi bi, olağanüstü bir olay ı hikay e eder dedik; ancak asıl halk efsanesi, anlaşılmamış, garip v e çoğunlukla huzursuzluk y aratan efsanenin olağanüstü olay lara eğilişi ile diğer halk anlatı türlerinin eğilişi arasındaki f arkı if ade eden bir durumdur. Tabi bu olağanüstülüğü if ade ediş biçimi bütün efsaneler için de getavır / folklor / temmuz '99 / s ayı: 14

Bu tip efsaneler, oluşum ve dönüşüm efsaneleri ile evrenin sonunu anlatan efsanelerden oluşur. Evrenin, düny anın; y ani y er, gök, hayvan, insan, y ıldızlar v b. gibi, canlı-cansız v arlıkların nasıl y aratıldıklarını v e dönüştüklerini anlatan efsanelere kozmonogi; düny anın sonu diy e inanılan çağ geldiğinde, ev renin, düny anın nasıl y ok olacağını bildirenlere de eskotoloji efsaneleri denir. Biliy oruz ki; "kutsal din kitapları" (Kuran, Tev rat, İncü) gerek düny a-


nın, ev renin oluşum v e dönüşüme ilişkin, gerekse de mahşer v e kıy amet günlerine (evrenin sonuna) ilişkin olsun, pek çok inanışı dile getirirler. Ancak bu kitaplarda dile getirilen inanışlarla, halkbilimin içinde y er alan v e bu türe giren efsanelerdeki inançları bir v e ay nı görmemek gerekiy or. Çünkü y aratılış efsaneleri; din kitaplarının herkese bir dogma şeklinde öğrettiği resmi inanışlardan ayrı bir muhtevay a sahiptirler. Bunlar daha çok, bir ülkenin çeşitli bölgelerinde, f arklı bir dil, din v e geleneğe sahip toplumlarda ortay a çıkan ve değişiklik gösteren inanışları y ansıtırlar. Bu tip inançlara, kaynağını kutsal kitaplardan almay an "yerel" inançlar da demek mümkündür. Ancak kay nağım dinsel kitaplardan almakla birlikte, ayrı toplum kesimlerinde değişik renklerle bezenen, resmi inançlardan sapmalar gösteren anlatıları da efsane kalıbı içinde değerlendirmek gerekir. 2)- Tarihsel Efsaneler: Bu tip ef saneleri gruplandırırken, onlara atf edilen "tarih" sözcüğü üzerinde durmakta yarar v ardır. Buradaki "tarih", kitaplardan, okullarda öğretilen tarihten çok daha geniş bir anlama sahiptir. Tarih, bir halkın y a da ülkenin geçmişinde iz bırakacağı belli, y azılı belgelere geçmiş olay lar ve kişileri ele alır. Toplumların gerçekmiş gibi kabul edilen bir başka "tarih" inancı da v ardır. Bu "tarih" inancı içinde toplum, kendi geleneğinde benimsediği, geçmişine ilişkin bildiğiinandığı, çoğunlukla adları v e çağları bilinmey en kişilere v e onların maceralarına y er v erilir. İşte, "tarihsel efsanelerde konusunu, toplumun bu gerçek ve gerçek olduğuna inanılan tarihinden alır. Tarihi nitelikli efsanelerde; adları belli dağ, göl, kent, köy vb. y erler v e insanların oturdukları bölgeler (örneğin Ağrı Dağı Efsanesi, Binbo-

ğalar Ef sanesi vb. gibi); savaşlar, fetihler, büy ük afetler; kale, sur, kilise, cami, köprü, medrese, türbe v b. gibi ünlü y apılar; Köroğlu, Çakıcı Ef e, Y alnız Ef e v b. gibi egemenlere karşı başkaldırmış kahramanlar; toplumlara örnek v e önder olmuş bilginler, askerler, şairler, şey hler; sev da maceralarıy la ün salmış kişiler (Ferhat ile Şirin, Ley la ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi); bir toplu mun tarihinde iz b ırakmış "önemsiz" kişiler (çoban, hizmetçi, kalf a v b. gibi); keramet sahibi ev liyalar vey a ev liya olarak kendini gösteren ama kerameti kendinden menkul kişiler; kahramanlıkları, yiğitlikleri v e zekalarıy la ün salmış bey ler; zalimlikleri v e korkaklıklarıy la bilinen hükümdarlar v b. gibi hemen her türden insan y er alır. Bu gruptaki efsaneleri incelerken belirtilmesi gereken başka bir noktada kişisel kahramanlıkların belirley ici bir y ere sahip olmasıdır. Kahramanlar, tıpkı dini nitelikli efsanelerde olduğu gibi, olağanüstü güçlerden y ardım görürler. Müslüman toplumlardaki ermiş kişi (ev liy a) inancının kaynağı da burada y atar. 3)- Olağanüstü Varlıkları Konu Edinen Efsaneler: Olağanüstü varlıklara ilişkin ef saneler; bir inanışı, söz konusu olan v arlığın herhangi bir niteliğini, gücünü belirten anlatımlardır. Bunlarda esas olarak kader, alın y azısı, ölüm, telkin olmay an yerler, olağanüstü varlıklar, mitsel nitelik taşıyan hayvan v e bitkiler, hastalık ve sakatlık getiren varlıklar, üf ürükçü, büyücü gibi olağanüstü kişiler, doğarım bir parçası olan y erler (orman, dağ, büy ücü vb.) ile hayvanların koruy ucularından sözedilir. Boş Beşik, Ay gır Gölü, Çoban Çeşmesi, Kız Kulesi, Şehitler Kay ası, Salkım Söğüt v b. gibi efsaneler, bu tür efsanelerin bilinen örneklerindendir.

tavır / folklor / temmuz '99 / sayı: 14

Olağanüstü varlıkları konu edinen bu efsaneler, mitolojiy le oldukça benzer özellikler gösterirler. Özellikle cinler, periler, ejderhalar gibi v arlıklar etraf ından şekillenenler de bunu görmek mümkündür. Bu ef sanelerde cinler ve periler (cinlerin dişileri); insanlarla ilişkilerinde ikili bir tutum içinde görünürler. Y a aşık olurlar, ev lenirler, çocukları olur, insanlara armağanlar v erirler v ey a onları korkutur, başlarına türlü belalar açar, hasta eder, öldürürler. Onların bu özellikleri, mitolojideki insan özellikleri gösteren tanrı v e yan tanrı v arlıklardan f arklı değildir. Keza, ağızlar dan ateş saçan, çoğu zaman insanlara y ararlı hayvanları v e insanları öldüren, böy lece topluma düşmanlık y apan, ejderhalar da, mitolojik y ılanları çağrıştırırlar. Belirtmek gerekir ki, mitolojideki motif lerle, bu tip efsanelerdeki motif lerin ortaklıkları, kay nağını, insanların hay atı anlay ış ve y orumlay ışındaki ortaklıktan alırlar. Bunların dışında, kimi hayv anların koruy ucuları olan ve kadın y a da erkek kılığında çizilen olağanüstü güçte kişiler üzerine anlatılan efsaneler de oldukça y aygındır. Anadolu'da gey ikler üzerine anlatılan v e genellikle de avcıların f elakete uğramasıy la sonuçlanan efsaneler bu türe örnektir. Bu efsanelerdeki ana motif, "insan özelliği gösteren hayvanlar" motifidir. İnsana v erilmek istenen mesaj, "hayvanlar da insanlar gibi bazı özelliklere sahiptirler, onlara iyi davranmak dostluklarını kazan mak gerekir" şeklindedir. 4)- Dinsel Efsaneler: Dinsel efsaneler, genel olarak, dini motif ler üzerine kurulmuşlardır. İçerikleriyle insan-tanrı ilişkilerine, tanrının gücüne duy ulan inancı v e dinlerin kendilerine özgü çeşitli sorunlarını işlemişlerdir. En be-


lirgin nitelikleri, kutsallık ve olağanüstülük taşımalarıdır. Bu tip efsanelerin ortay a çıkışının kökeninde, toplumun yaşamış olduğu ekonomik, sosyal, siy asal, kültürel sorunlar y atar, insanlar, içinde bulundukları y aşam koşullarının güçlüğü, ekonomik durumlarının bozukluğu nedeniy le kendilerini güçsüz, çaresiz hissettikleri bir anda manevi kişilerin y ardımına sığınırlar. 8u kişilerin kendilerine y ardım edeceği inancı, onları teselli eder, yaşamlarını daha az sorunlu geçirecekleri duy gusuna sokar. İnsanların inandığı bu manev i kişiler kimdir? Bunlar, toplum hayatında önemli rol oy namış, insanlara örnek ve önder olmuş, y önetici vey a herhangi bir önemli olay ın kahramanı kişilerdir, insanlar, kendilerine "iy ilik" y apan, yol gösteren bu kişilere karşı oldukça v efalı olmuş v e onlara "iy ilik" y apan, y ol gösteren bu kişilere karşı oldukça v efalı olmuş v e dini bir misy on yükleyerek y üceltmiştir. İnsanlar, manevi güçlere sahip olduklarına v e gösterdiklerine inandığı bu "er miş", "evliya" kişilere karşı çok samimi ve içten duygular beslemişlerdir. Y aşamlarına, ölümlerine, hatta öldükten sonra mezarlarına y a da türbelerine y önelik say ısız ef saneler y aratmalarının nedeni de bu sev gi v e bağlılıktır. Örneğin, 10. y üzy ılın ünlü tasavvufcusu Hallac-ı Mansur üzerine Anadolu halklarının ürettiği bir ef sanede bu gerçeği görebiliriz. Ef saneye göre; egemenler, "Ben tanrıyım" anlamın da "Enel Hak" dediği için Hallac-ı Mansur'un gözlerini oy arlar. Ancak akan kanı bir nehir üzerine düşer. Bu kez külleri suy un üstüne "Enel Hak" sözlerini sözlerini yazar. O zaman Hallac-ı Mansur'a kıy an zalimler anlarlar ki, O bu gerçeğe tanrıdan esinlenmiştir.

Anadolu halklarının tıpkı Hallac-ı Mansur gibi manev i güç ve kutsallık atfettiği pek çok toplum önderi v ardır. Hacı Bektaş, Abdal Musa, Kay gusuz Abdal v b. gibi gerçek kahramanların kişilikleri etraf ında örülen bu efsanelerde, "kıssadan hisse çıkarma" ö zelliği v ardır. Çıkartılan bu kıssadan-hisselerin, toplum y aşamını düzenley ici, insanları iy iliğe, güzele sevk edici muhtev aları tartışılmazdır. Anadolu halkları, bugün dahi atf ettiği bu halk önderlerine bağl ılığ ını sürdürmektedir. Bu "ermiş" kişilerin türbelerinde, mezarları olduğu kabul edilen y erlerde "düek"te bulunma, "adak" kesme gibi eski bir geleneğin halen y aşatılması da buna işaret etmektedir, Türk Edebiyatında Efsanelerin Yeri En eski Türk Efsaneleri, yaradılış v e türey iş ile ilgili efsanelerdir. Bunlar islamiy etin kabulüyle birlikte dinsel motif lerle süslenerek kuşaktan kuşağa aktarılmış, zamanla yazıy a geçirilerek bugünlere kadar taşınmışlardır. Türk destanlarına kay naklık eden Bozkurt, Ergenekon, Göç Efsaneleri ile Dede Korkut Hikayeleri bunlara örnek v erilebilir. Y azılı Türk Edebiy atı içinde ef sanelere özellikle Div an Edebiyatı önemli bir y er v ermiştir. İslamiyetin kabulünden itibaren önce Arap ve Fars edebiy atlarından y apılan çev iriler, sonradan da telif y oluyla kaleme alınan y apıtlar, bu edebiy atın zengin bir ef sane birikimine sahip olmasını getirdi. Y alnız; Siy erler, Kısas-ı Enbiy a'lar, Tezkiret ÜlEv liya'lar, Maktel'i Hüsey in'lerde konu edüen ef saneler tamamen dinsel nitelikli efsanelerdir. Konuları, özellikle islamiy etin benimsenmesinden sonra y etişen ve toplum y aşamında geniş bir etkiy e sahip olan "Din Ululan"n ın gösterdikleri kerametleri aktarmakla y ükümlüydü.

tavır / folklor / temmuz '99 /sayı: 14

Y ine, Hamzaname, Ebu, Müslümname, Battalname, Danışmendname, Saltukname, İskendername vb. gibi dinsel-destansal hikay eler; Hacı Bektaşi Veli, Velay etname-i Otman Baba, Menakıp-ı Emir Sultan, Eşref oğlu Menakıbnamesi v b. y apıtlar da islamiyetin etkisiyle y azılan ef sanelerden y ararlanmışlardır. Ancak Divan Edebiy atı'nda y er alan efsanelerin çoğu, "şehname" de y ar alan İran efsaneleriy di. Anadolu'da ortay a çıkan halk efsanelerine eğilen v e ef sanelerinde işley en ilk kişilerden biri, 17. Y üzy ılda y aşamış olan Evliy a Çelebidir. Ev liy a Çelebi, gezdiği y erlere ait izlenimlerini kaleme alırken, dinlediği efsaneleri de ay rıntılı bir şekilde kitabına almaktan kaçınmamıştır. Tanzimat döneminin ünlü y azarlarından Ahmet Mithat Efendi, "Kıssadan-Hisse" adlı hikay esinin konusunu bir halk ef sanesinden alarak y azmıştır. Ünlü hikay ecilerden Ömer Seyfettin de, pek çok hikay elerinde "Binecek Şey, Kurbağa Duası, Başını Vermeyen Şehit" v e bitiremediği "Yalnız Efe" adlı romanında halk ef sanelerine eğilmiştir. Ay rıca halkın ermişliğine inandığı bir genç kızı, "Ses Duyan Kız" adlı öy küsünde işleyen Y akup Kadri Karaosmanoğlu ile Kaz Dağı'ndaki hikay esinde Tahtacı Y örüklerin yaşattığı bir aşk efsanesini, "Hasan Boğuldu" hikay esinde işley en Sabahattin Ali'de, halk ef sanelerine eserlerinde y er v ermişlerdir. Günümüz y azarları açısında da efsaneler önemli bir kay nak olma özelliğini korumaktadırlar. Nitekim Necati Cumali'nin filmi de çekilen "Boş Beşik, Yaralı Geyik" oy unları konuların ı efsaneden almıştır. Y ine bu kay naktan en çok yararlanan y azarlardan biri de Y aşar Kemal'dir. İç Anadolu Ef sanesi, Bin-


boğalar Ef sanesi, Ağrı Dağı Efsanesi gibi eserlerini tamamen halk eserlerinin işlenmesiyle oluşmuştur. Efsaneleri günümüz edebiy at anlay ışı ile y orumlay an , eski halk efsanelerine y eni biçimler v eren şu y azarları da belirtmek gerekir; Selahattin Batu, (Kerem ile Aslı), Talip Apay dın (Ferhat ile Şirin), Fakir Baykurt (Y ılanların Öcü, Onbinlerce Kağnı), Kemal Binbaşar (Cemo, Memo), Tarık Dursun K. (Bağrı Y anık Ömer ile Güzel Zey nep), Kamuran Şipal (Buhurumery am), Nazım Hikmet (Sev dalı Bulut). Y azılı edebiy atta efsanelerin gördüğü bu ilgi y anında, doğrudan doğruya efsanelere eğilen kişiler, halkbilimcileri olmuştur. Y aptıkları derlemelerle sözlü edebiy atta y aşay an halk efsanelerinin geniş kitlelerin ilgisine sunmuşlar, kalıcılaştırmışlardır. Efsaneler üzerine y apılan bilimsel nitelikli derleme çalışmalarının ülkemizdeki tarihi, oldukça y enidir. Hatta düny ada da bu çalışmalar ancak 19. y üzy ıldan sonra başlay abilmiştir. Av rupa'daki bu bilimsel derlemeciliğin kurucuları Karl ve Wilhelm Grimm Kardeşler iken, ülkemizdeki öncüsü de, Pertev Nail Boratav olmuştur. Boratav 'ın y aptığı, halkın v e şairlerin düş gücünün tarihle birleşmesi sonucu ortay a çıkan v e kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen halk öykülerini derlemek, ama y eni bir üslupla kitlelere sunmaktı. Zaman içinde efsane derlemeciliğinde eser v eren başka halk bilimcileri de ortay a çıktı. Bunlar arasında, Namık Kemal Orkun, (Türk Efsaneleri), Enver Behnan Şapoly o (Türk Efsaneleri), Cevat Şakir Kabaağaçlı (Anadolu Ef saneleri) ibrahim Zeki Burdurlu (Ülkemin Efsaneleri), Necati Sepetçioğlu (Türk İslam Ef saneleri), gibi derlemeciler önemli bir

y ere sahiptir.

delesine girişmektir.

Efsanalere Nasıl Bakmalıyız? Efsaneler bir y andan halkın özlemlerini, duy gu v e düny a görüşlerini y ansıtan ama öte yandan da, dil, din, ulus, ülke sınırı tanımay an, tüm halkların ortak değerlerini taşıy an v e böylece de, ortak bir düny a kültürünün oluşumuna hizmet eden yaratımlardır. Bu anlamda, efsaneler konusunda y apılan y a da y apılacak olan çalışmalar, "Ülkenin kültür tarihi" açısından olduğu kadar, "dünya kültür tarihi" açısından da önem taşımaktadır.

Biliy oruz ki, ister dinsel inançlar olsun, isterse de siyasal düşünceler olsun, maddi bir temel olmaksızın ortay a çıkmazlar. Onları ortay a çıkaran maddi temel (sosyo-ekonomik koşullar) değişikliğe uğradığı oranda da, bu inanç v e düşünceler değişikliğe uğrarlar. Özellikle inanç konusu olan efsanelere y aklaşırken, bu gerçeği göz ardı etmemek gerekir. Çünkü efsanelerde dile getirilen inançlar toplumda sürüp gidiy orsa, onların saçmalığını, zararlar ını dile getirmek; sosy oekonomik koşulları değiştirme kavgasını v erenlere hiç bir y arar getirmez.

Genel olarak halk edebiy atının bütün türlerinin halkın çaresizliklerini, umutlarını, özlemlerini, dünya görüşlerini y ansıttığını biliy oruz. Ancak efsanelerin bu gerçeğe eğilişi, bütün öteki halk edebiy atı türlerine göre daha derin v e daha net bir muhtev ay a sahiptir. Çünkü onlar, birer inanış konusudurlar. Bu niteliklerinden ötürü, geçtikleri y erlere anlam v e kutsallık kazandıran efsaneler, gelenek v e göreneklerin korunmasında, insanların kötü dav ranışlardan uzak durarak iy iy e, güzele y önelmesinde, y apıcı bir işlev yüklenirler. Efsaneleri, taşıdıkları olağanüstü özellikleri v e inanç konusu olmaları nedeniy le küçümsemek; saçma, akıl v e bilim dışı olarak görmek son derece y anlıştır. Bu anlay ış biraz işin kolay ına kaçmak olduğu gibi halk gerçeğini de y adsımak olur. Eğer halk, isteklerinin y erine gelmesi için ziy aretgahlara v eya y atırlara çizdiği resimleri, çöpten y aptığı beşikleri bırakıy orsa, y azılı dilekçelerini nehre atıy orsa, ağaçlara bezler bağlıy orsa v e bu dav ranışlara y ön veren efsanelere büy ük bir inançla bağlıy sa, orada y apılması gereken ilk şey, halkı anlamaktır. İkinci adım ise, bu "boş inanç"lara kay naklık eden sosyoekonomik nedenleri ortadan kaldırmanın mücatavır / folklor / temmuz '99 / sayı: 14

Ay rıca şunu da belirtmek gerekir ki, halk efsanelere inanmaz olduktan sonra dahi onları y aşatır, inanç niteliğini yitirmiş efsaneleri anlatmay a devam eder. Nasıl ki, masallara halk inanmıy or, onları birer imge, anlatım aracı olarak sözlü kültüründe y aşatıy orsa, efsaneleri de y aşatır. O zaman inanç niteliği taşıy an efsanelerin geçtiği y erler bir dilek-adak makamı, bir başv uru yeri olmaktan çıkar, f olklorik v e tarihi değeri olan y erler olarak halkın y aşamında y er alırlar. Efsanelerin günümüzde ilericidev rimci sanatçılar, kültür adamları için v azgeçilmez bir kay nak olduğunu da unutmamak gerekiy or. Kıssadan hisse y oluyla halka iyilik, doğruluk, ahlaklılık gibi y ararlı mesajlar veren, halkın olumlu değerlerini koruy an efsaneler, doğru ele alındığ ında; şiire, müziğe, resime, heykele, bale v e operaya, sinema v e tiy atroya, kısacası modern sanat dallarına önemli bir zengin likte katmış olacaklardır. Onun da ötesinde, efsaneler aracılığıy la günümüzün pek çok sorunu, daha halktan y ana anlatım biçimiyle dile getirilecektir.


Güneşe Giden Yiğitler

D

üştüm yola, vardım eve. "Dostlar gitti" dediler. Kucağıma bir karpuz bıraktılar. Karpuzu ke seyim derken, çakım içine kaçıverdi. Elimi soktum alamadım, gözümü soktum göremedim. Kendim girdim, tam üç sene aradım, bulamadım. Üç sene gezdim dolaştım, nihayet karpuzun kapısına ulaştım. Tam adımımı dışarı attım ki; Kaf Dağı'nın ardından güneş batıyor. Güneşin kızıllığı gözümü yakıyor. Koştum ardından yetiştim, güneş batmadan Kaf Dağına eriştim. Dağın doruğunda bir de ne göreyim! 12 karanfil omuz omuza halaya durmuş. Meğerse göğü yakan güneşin değil karanfillerin kızıllığıymış. Sessizce iliştim bir kö şeye, efil efil esen yele, karanfilleri seyreden güneşe hayran kaldım. Tam ben soracakken, güneş gülümseyen gözleriyle bana baktı. Saçlarımı okşamak için gökku şağını uzattı. Ben öyle ağzım açık halaya durmuş karanfilleri izlerken, ışıltılı sesiyle bana bir

masal anlattı ki dinlemeye doyamadım. Daha fazla duramadım. Ben de girdim halaya... Evvel zamanlarda, uzaklarda bir ülke varmış. Toprağı bereketli, nehirleri serin, dağlan yüce, denizleri derin olan bu ülke güzel mi güzelmiş. Üç kıtanın birleştiği yerde, üç yanı

olmuş... Önce kır çiçekleri solmuş güneş görünmez olunca. Sonra meyveler, sebzeler çürümüş, dallar sararmış, ağaçlar kurumuş. Bolluk bereketlik kaçmış, hayvanlar birer birer hastalanmış. Nehirler çağlamaz, denizler köpürmez olmuş. Çocukların

denizlerle çevrili, cennet gibi koyları, yemyeşil ormanları ile görenleri büyülermiş. Ovalarında bin bir çeşit sebze meyve yetişir, ormanlarında bin bir çeşit hayvan kardeşçe yaşarmış. Güneş pırıl pırıl parlarmış. Bu ülkenin halkları, ayrılık gayrılık nedir bilmez, kavga gürültü etmez, mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Gel zaman git zaman, bu ülkeye

elleri yüzleri yaralarla dolmuş. Perişan olmuş ülkenin halkları. Bunun üzerine çareler aranmış, değişik yollar denenmiş. 'Yiğitler savaşta, bilgeler ilim yerinde sınanır' diyerek herkes gücünün yettiği, aklının eriştiği yere kadar çabalamış. Ülkenin bilgeleri de toplanmışlar elbet. "Bu zalim dağ kapattı güneşimizi, kararttı ülkemizi, artık bu

hayat veren, pırıl pırıl parlayan güneşin önünde bir dağ peydahlamış. Dağ günden güne, yıldan yıla büyüyor güneşi örtüyormuş. Hergün kuşların sesine, köylülerin türkülerine gülümseyen güneş daha az gözükmeye başlamış. Ülke toprağında gecenin karanlığı geç gider, güneşin aydınlığı geç gelir

işin derhal çaresini bulmalıyız. Yeniden güneşe kavuşmalıyız" demişler. "Güneş ışıktır, hayattır; güneşe erişmeliyiz" diye de söz birliği etmişler. Toplamışlar halkı. Bilgelerin en bilgilisi, en görmüş geçirmiş olanı almış sözü; "Toprağımızın dirilmesi, ürün vermesi, çocuklarımızın serpilip

tavır / masal / temmuz '99 / sayı: 14


gelişmesi için güneşe ulaşma mız gerek.

kadını

her

rek tören alanında sıralanmışlar. 12 y iğit

Bunun için de ülke mizi karanlığa boğan

kesimden bu işe gönüllü olan y iğitler

halkına seslenmek, onların dileklerini

zali m d ağı güneşin önünden kaldır mak

seçilecek,

almak, uğurlarım götürmek için çıkmışlar

gerek".

gönderilecekmiş.

Dağı y erinden kaldırmak? Başlan

düşünürlerken

önlerinde

çaresizce

yaşlılardan

biri

day anamamış, sormuş Bilgeye;

y aşlısı

dağı

Y olculuk

Önce umutsuz bir suskunluk kaplamış herkesi.

erkeği,

genci,

kaldırmak

için

mey dana.

da

öy le

bir

y olculuk

"Dedi m ya,

yolculuk

zordur, dağı

olacakmış ki... Bilge uzun uzun anlatmış

kaldır mak güç ister. Bu uğurda öyle

y olculuğu:

za man gelir ki, ölümden beter olur acılar.

"Eğer

külfetini

kaldırabilecekseniz Bu yolculuk

dağ sökecek bilek,

kör

yanınıza hiçbir şey al mayın. Rüzgardan

kuyularda bile umutla ışıldayacak yürek

"Olur mu böyle şey Yaşlı Bilge?

hızl ı git meniz, tüyden hafif ol manız için

ister. Bildiniz, duydunuz... Ey insanlar, siz

Nerede görül müş, insanların koskoca

böyle gerekli. Halkımızın yaşaması için

de

dağı sırtlayıp kaldırdığı. Ol muş şey mi?"

birliğimizin, dirliği mizin sür mesi için bunlar

gönüllülerden seçilen 12 y iğidi tanıtmış

demiş. "Hangi insanda var böyle bir

şarttır.

arasında

bilge. İçlerinden hey ecanlı mı hey ecanlı

kudret?"

ölü müne

vereceksiniz.

kara y ağız bir delikanlı, birden içindekileri

Tüm gözler y eniden bilgey e çevrilmiş.

Sizler

ölümsüzler

bir

Yüreklerinizi

savaş kor

ateşler

yaksa

yolunuzdan dönmeyeceksiniz.

dağları bile delmiş insanlar. Yeter ki

Bilin ki, halkımız sizinle!

başaracağına inansın bir kez. İnanan

Bilin ki, bu uğurda yitip gidenler

rete sahiptir." Herkes bilgenin sözlerini düşünürken,

diy erek

halka

da boşaltmak istercesine seslenmiş halkına

Y aşlı Bilge, "görülmüş" demiş; "Aşk ile

insan, davasında haklıysa her türlü kud-

gördünüz..."

v e y ol arkadaşlarına; "...Bugün ben bu gücümle bir kez

sizinle.

daha haykırıyorum, halkıma la yık olacağım... Yoldaşlarıma layık olacağım.

Ve bilin ki zafer sizin, zafer hepi mizi n olacak!"

Yoldaşlarım beni m için en büyük güç, en büyük destektir."

umutsuz bir ses yeni bir soru sormuş: "İyi

Seçilen 12 y iğit soluksuz dinlemişler

Böy lece teker teker söz v ermişler

a ma güneşe ulaşılır mı? Bin türlü engel

Y aşlı Bilge'y i. Işıl ışıl yanan gözleriy le

halklarına v e yoldaşlarına. "Alnınıza kara

vardır arada. Yolda kalırız. He m nasıl bu-

daha bir coşkulanmışlar. Böy lesine ağır,

çalmayacağız" demişler. Kızıl birer al ın

lacağız yolumu zu. Bu yolu bir bilen var

böy lesine önemli bir görev i omuzlay anlar

bandı takmış Y aşlı Bilge her birine;

mı?"

olarak halkın önünde y erlerini almışlar.

"Önünüzü ışıtsın bu bantlar, yolunuzu

Kısa bir sessizliğin ardından "Ben

Av

göstersin" demiş. Sonra da halka dönüp;

biliyorum" demiş Y aşlı Bilge: "Yıllar önce

av lanmış, kuş kuşlanmış, ülkede şölenler

"Bundan sonra bu kızıl bandı takan

gitmiştim. He m öne mi de yoktur bunun,

kurulmuş. Ellerini kınalay an genç kızlar,

yiğitler hiç baş eğmesin!" diye söy lemiş.

öne mli olan ölü müne istemektir. O vakit,

horon tutan, zey bek oynay an erkekler

yollar kısalır, engeller küçülür."

tek yürek olup çoğaltmışlar şöleni.

Gözü kara y iğitlerden biri f ırlamış y erinden ve öf keyle haykırmış: "Sen yol göster, biz de inandık. Bu zalim dağı çekeriz güneşin önünden". Sonra diğer yiğitlerin zulüm dağına mey dan okuyan haykırışları birbirine karışmış. T ü m

Derken

12

hazırlıklar

gökler

başlamış.

şahanı...

coşkuyla bilgeyi onaylamış halk. Kadını

Varacaklar

güneşe, Kaf Dağı'nın eteğine. İlkelerine ışık saçacaklar... koşanındır,

erkeği, y aşlısı genci, her biri gözleriy le teker teker kucaklamış y iğitleri. Sonra da

Omuzlay acaklar dağı; kaldıracaklar... "Meydan

"Başeğmesin, başeğmesin!..." diy e

geçsinler diye, aralarından güneşe doğru bir y ol açmışlar. Y iğitleri bu zorlu y olcu-

devran

sürenindir, iş başaranındır" diy e-

insanlar ortak bir karara v armışlar. "İki el

luğa uğurlarken, son sözü y ine bilge söy lemiş: "Sizden önce de güneşe giden-

bir baş içindir" diye düşünüp, ülkenin tavır/masal /temmuz '99/sayı: 14


ler oldu. Siz de başaracaksınız. Bu zorlu

muşlar. Biraz dinlenip soluklandıktan

eğilmişler,

pınardan

birkaç

y udum

yolculukta, daha önce güneşe ulaşan sonra hep birlikte kalkmışlar. Y üksekçe

içmişler. Kana kana içmek istemişler ama

yoldaşlarınıza

bir y aylay a dizlerini tuta tuta çıkmış, çi-

içememişler... Pınar gücenmesin diye

dağının eteklerinde kardeşlik ormanına

menlerin üzerinden geçerek

doğuy a

birkaç avuç suyu da y üzlerine serpmişler.

ulaşacaksınız.

Güç

doğru ilerlemişler. Bir v adiye varmışlar.

Güneş y olcuları "uğurlar ola" diy e

Ondan sonra daha zorludur

Vadi, görkemli dağların hemen eteğinde

toplayın.

tutunacaksınız. Orada

Zulü m

dinlenin.

yolunuz. Bu dört darı tanesini alın kardeşlik

upuzun

ormanın ı geçip kayalıklara vardığınızda

üstünde

toprağa

serpin.

Dağın

bir

Çimenlerin

Y olcular, ağaçların gölgeleri kendi

y ürüyorlarmış.

boy larım aşmadan başka bir konaklama

y eşillikmiş.

uçar

gibi

kardeşlik ormanından uğurlanmış.

doruklarından

Y ürümek ki, ne y ürüme; ben diyey im

y erine varmak düşüncesindeymiş. Bu

karanlığı yararak süzülen bir ışık seli

kanatlı bir at, siz anlay ın bir şahinin

sıralarda kesik kesik

göreceksiniz. Dört beyaz kartal gelip darıyı

süzülüşü. Kardeşlik ormanının sakinleri

geliy ormuş. Başlarını kaldırıp göky üzüne

yiyecekler.

Kanatlarını açtıkları za man

de anlamış, beklediği y iğitlerin geldiğini...

bakmışlar.

bineceksiniz. Onlar sizi dağın doruğu na

Topraktan kıv ır kıv ır f ışkıran f ilizler oy-

benzey en

götürecekler... Yolunuz açık, inancınız ta m

naşmay a

gibi

sürülerini görmüşler. Kanat çırpmaları

olsun. Rehberiniz alnınızdaki kızıl bantlar

sev iniy orlarmış.

kopup

belli belirsiz seçiliy ormuş. Kollarındaki v e

olsun" diy erek uğurlamış yiğitleri.

gelen kokular tüm y öreye y ay ılıy ormuş.

bacaklarındaki ağırlığı o ara hissetmişler.

Ormanda bekleşen meşe ağaçlarına

Hay retlerinden göv deleri incecik olmuş.

rastlamışlar.

Seher y eli gibi, bahar seli yay lalar y aylamışlar,

deryalar

boy lamışlar.

başlamış

çocuklar

Çiçeklerden

bir

yukarıda katar

V

harf ine

oluşturan turna

tespih,

Kadim ağaçları, pınarı hoşça bırakarak

dumanlı

kızılcık ağaçlan da görün müş. Hepsi

pınarın gittiği y ere salınmışlar v e bir

dağların eteklerine v armışlar. Masal bu

başka başka güzellikler sunmak için

tepey e çıkmışlar.

y a; yürüdükçe dağ uzaklaşır, y ol zorlaşır

sabırsızlan mışlar...

Y ürüdükçe tepeler aşmışlar,

Derken gürgen,

Çok

hüzünlü sesler

12 y iğit, zulüm dağının eteğindeki

olmuş. Kaldırmaya gittikleri dağ sanki

Çiçeği v e kokusuyla ikramların en

kay alıklara böy lece ulaşmışlar. Dağın

y ıldızların arasında karanlık göğe asık

güzelini sunmak istey en ıhlamur ağacı

gölgesinde, güneşsiz kay alıklar küçük

dururmuş.

buy ur eylemiş: "Yiğitler, eylenin biraz,

devler gibi y ığılmış önlerine. Ne üstünden

konaklayın. Size kokularımızdan su-

aşabilmişler,

nalım".

dolaşabilmişler.

Harman vakti, hasat mevsimi, iy ice tükenmiş

güçleri.

Sıcaklar

Sıcaktan

çok

y üreklerini

y akan

zorlaştıkça

yiğitler

sev daymış.

Y ol

belaymış.

güneşe daha da sev dalanır olmuş. Bedenleri küçüldükçe, sev daları büy ümüş. Sonunda

sığmaz

olmuş

y üreklerine

ne

yanını

Birbirilerine

y öresini danışıp

ki

görüşmek, bir de iy ice tükenen güçlerini

y anlarında azık y ok, sudan ötesi de dost

y enilemek için bir kenara oturmuşlar.

değil!

İnleme sesleri doldurmuş hav ay ı. Önce

Ormanın sakinleri

biliyorlarmış

Söğüt, hemen gölgesinde sırıklay arak

her biri ötekinden geldiğini düşünerek

akan pınara seslenmiş; "Dostlarımıza

sesini çıkarmamış. Oturdukça güçlerini

taşmış, kardeşlik ormanına doğru ışıktan

kana kana içirelim, güç verelim. Sonra da

tüketen bunaltıcı havada bu sefer de

bir nehir olup akmış.

dağlara doğru geçirelim. Hadi gel!..."

zulmün sesi gürlemiş. Birer birer dile

12 y iğit nice engelleri aştıktan sonra kardeşlik

ormanına

ulaşmış.

Keskin

Pınar süzülüp gelmiş

dağlar dan.

Dağların koy aklarından aldığı serinliği

karanf il kokusunun yay ıldığı ormanda bir

getirmiş.

koy akta soluklanmak için dur-

v urmuş,

Serinlik

y olcuların

tavır / masal / temmuz'99 / sayı: 14

alnıma

gelmiş kay alıklar: "Vazgeçin, bu dağ kaldırıl maz", "Siz daha bizi aşamadın ız. Geri dö-


nün sizden önce de gelen oldu başaramadılar." "Güneş küstü ülkenize, bir daha doğmayacak. Günahlarınızın bedeli bu, kaderi"

O vakit, yaşlı bilgenin dört darı tanesini saçmışlar toprağa. Dört beyaz kartal dağın karanlığını yararak şimşek gibi süzülmüş ormana. Kayalıklar sus pus olmuş.

kamaşarak seyretmiş. Işığın güneşten mi, 12'lerden mi geldiğini bilememiş. Nice sonra gidip baktıklarında gece gündüz dağın doruğunda

"Bu dağ kudretlidir, yalvarın ona. Belki bağışlar sizi" "Yalvarın! O yazdı kaderinizi, dilerse o değiştirir!..." Umutsuzluk fışkırmı ş kayalardan, akmış ü stlerine. Herkes susmuş. Hemen arkalarındaki kardeşlik ormanı da nefesini tutmuş. Bir ipek böceği dayanamamış se ssizliği bozmuş:

Tüm orman nefesini tutmuş. Kartallar darı tanelerini yemişler ve yiğitleri kanatlarına almışlar. Karanlığı ışıtarak, kardeşlik ormanının üstünde güneşe kanat vurmuşlar. Ateşler yakarak günlerdir yiğitlerden haber bekleyen halk, meydanlarda toplanırmış. O zamanlar meydanlar halkın malıymış. Zulüm karartsa da

parlayan kızıllığın, 12 karanfilden yayıldığım görmüşler. Lakin dağ duruyormuş hala yerinde. "Hani" demiş halk, "dağ yokolacaktı? Omuzlayıp kaldıracaklardı dağı?" "Bir gün hepten yokedeceğiz dağı? demiş Yaşlı Bilge. Küçülen dağın doruğundan yayılan kızıllığa dönmüş yüzünü: "Dostlarım, 12 yiğidimiz, 12 karanfilimiz güneşe ulaştı.

"Bakmayın dostlar, siz gidin! Sabır ile koruk helva olur, dut yaprağı atlas!" Sonra karınca söze girmiş: "Dağ ne kadar yüce olsa da, yol üstünden aşar. Başaracaksınız dostlar!... Yeter ki gönlünüz kış olmasın." Sonra kızıl bir at hışımla arka ayakları üzerinde şaha kalkmış.

ülkelerini daha meydanları ellerinden alamamış. Yiğitlerini uğurladıktan sonra meydanlarda hep bir ağızdan ağıtlar yakar, umutlu türküler söylerlermiş. Selamlarını rüzgara yazar, bulutlardan haber sorarlarmış. Günlerden bir gün, yine meydanda aç susuz çoluk çocuk bekleşirken, gecenin karanlığında ışıyan beyaz kartalları görmüşler. Çocuklar,

Karanlığımız küçüldü, ışığımız büyüdü. Onlar olmasaydı, zulüm dağı daha da büyüyecek, tarlalarımızda kuraklık, çoluk-çocuğumuzda hastalık hiç eksik olmayacaktı. Onlar, bir tutam ışık saçtılar karanlığa. Güneşi kazanmak için daha nice yiğidimizi yolcu etmek gerek. Şimdi umudu kazandık. Bir gün geleceği de kazanacağız."

Kayalıkların sesini de bastıran bir kişnemeyle: "Gidin dostlarım; bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir er kurtarır, bir er bir memleket kurtarır. Sizler ülkenizin yüz akısınız. Umudunuzu yitirmeyin." "Doğru söze ne denir" diye söylenmiş orman. Bunun üzerine yiğitler bilmişler ki, yer gök onlarla,

"Kartal, kartal... Gagasında karanfiller var" diye hep bir ağızdan bağırmışlar. "Dağa doğru mu gidiyorlar?" diye sormuş Yaşlı Bilge. "Dağın doruğuna" demiş çocuklar. Yaşlı bilge; "Yiğitlerimiz güneşe ulaştı. Biz kazandık! Zafer için vursun davullar" diye seslenmiş halka. Davul sesleri ve zafer naraları arasında göz kamaştıran bir kızıllık

"Kazanacağız" diye tekrarlamış meydandakiler. 12 yiğidin yoluna yüzlerce, binlerce yiğit hep bir ağızdan ant içmişler... Dağ taş halaya durmuş, düğün kurmuş, bayram etmişler. Küçükler dinlemiş, büyükler türküler, destanlar söylemiş.

dağ taş onlara divan durmuş. Yeşil yapraklardan dökülüp gelenler onlara söylenir, ormanın derinliklerinde onların adı ünlerlermiş. Ahir zaman olacak ya! Gelecek ku şa klara öyle bir ders bıraksınlar ki; okuyup okuyup öğrensinler, dinleyip dinleyip gönensinler.

kaplamış göğü. Zulüm dağının karaltısı küçülmüş, güneşin gülen gözlerinden ülkenin üstüne gün yürümüş. Halk dağın doruğundan kopup gelen ışığı gözleri

tavır / masal / temmuz'99 / sayı: 14

Onlar da Bu dünyadan geldi geçti. Kervan gibi kondu göçtü. Tohum oldu 12 yiğit. Kardeşlik ormanına düştü. Ben bu kadarmı dinledim güneşten, gerisini dağlar gördü.


İlaç İmparatorunun "Sanat" Tutkusu

S

anat ülkemizde hep iki başlı olmuştur; halkın ve egemenlerin sanatı. Egemenler sanatı düzenin dev amı için kullanırken, diğer y andan kendi beğenileri, y aşam ve düşünce tarzlarının ürünü olarak eğlence için kullanırlar. Dolay ısıy la bu sanatın niteliğini de burjuv azi belirler. Burjuv a sanatı, burjuv azini» ideoloji v e kültürel yönlendiriciliğini üstlendiği için kitlelerde bilinç bulanıklığı y aratır. Bir y andan açlığın, yoksulluğun, zulmün getirdiği acılar y aşanırken, diğer y anda kendilerinin v arlık nedeni olan v e bu acıy ı y aşatanlar v ardır. İşte bu y üzden egemenlerin elindeki sanat onları ifade eder. Bu açıdan Eczacıbaşı'nın kültürel v e sanatsal f aaliyetlerde simgeleşecek

tarzda ilgilenmesini böy le değerlendirmek gerekiy or. "Anadolu kültürü bizim ha zine mi zdir." Böy le diyor Şakir Eczacıbaşı. Hani f estivallerde, kültür-sanat günlerine dair açılışlarda ve bu açılışların protokollerinde baş sırada y er alan, işadamı olup da halkın değerlerini, kültürünü koruyan "aydın" Şakir Eczacıbaşı. İstanbul Festiv ali gibi büy ük organizasy onlar gerçekleştiren Eczacıbaşı. Eczacıbaşı, ülkemizde kültür-sanatla ilgilenen ve Anadolu kültürünü "korumaya, geliştirmeye çalışan" bir işadamı olarak tanınır. Y ani Türkiy e'deki say ılı tekellerden birinin sahibi olup da kültürle "ilgilenen" v e "yatırım yapan" işadamlarının başında gelmektedir. tavır / burjuvazi ve sanat / temmuz' 99 / sayı: 14

Kimdir Eczacıbaşı? İlaç, temizlik kağıdı v e yapı elemanları olarak üç ana alanda y oğunlaşan v e 30 kadar şirketin sahibi olan Eczacıbaşı topluluğunun eski başkanıdır. Eczacıbaşı Holding'in ülke ekonomisinde, siy asetinde v e kültürel alanda etkinliği v ardır. Geçmişleri, Cumhuriy et'in ilk y ıllarına kadar uzanır. Eczacıbaşı' nın babası Süley man Ferit Eczacıbaşı, 1912'lerde İzmir'de "Şifa Eczanesi" ile başlay ıp şirketi Eczacıbaşı topluluğuna dönüştürmüştür. Diş macunu, diş suyu, kolonya gibi birkaç ürünle sınırlı olan üre timlerini büy ütmek amacıy la İstanbul'a taşınırlar. 2. Empery alist Pay laşım Sav aşı sırasında ithalinin y apılmasına izin v erilmey en bazı kimy asal maddeleri getirmeye çalı-


şırlar. Balık yağının getirilmesine izin v erilmey ince D v e A v itaminlerini kristalize olarak İngiltere'den getirir v e bundan balık y ağını elde ederler. D-Vital adıy la da piy asay a sürerler. Ayrıca sav aş koşullarında bebek maması ihtiy açlarınıda karşılay arak gelişimlerini sürdürürler. Ancak asıl büy ük gelişme 1950'lerden sonra olur. Y ani empery alizmle girilen işbirlikçilik ilişkileri sonrası. Eczacıbaşı TSKB (Türkiy e Sınai Kalkınma Bankası)'den kredi alır v e ilaç f abrikasını kurar. Fabrika 20'y i aşkın çok uluslu ilaç şirketlerinden aldığı hammadde v e teknolojiy le ilaç üretimine başlar. Bu, Eczacıbaşı'ların adım adım büy ümelerinin de başlangıcıdır. Bunu ilaç alanında Podeko Pazarlama Şirketi v e Girişim Pazarlama isimli f irmalar izler. 1982'de serum fabrikası, seramik sanay ii, Selpak, Solo, Silen marka temizlik maddeleri üretimi v e Kaynak Tekniği Firması ile şirket büy ümey e dev am eder. Bugün serv etinin varlığı iki milyar doların üzerinde olan Eczacıbaşı'nın kuşkusuz ki dev emperyalist tekellerle de ortaklıkları v ar. ABD'den Lincoln, İtaly a'dan Morazzi, Pirelli ortaklığı; Artema'da Batı Alman Thy ssen; Dosan'de Unilev er. Orta Anadolu Seramik'te ise İsv içre kökenli bir tekelle, İrlandalı Gualceral PLC, kağıtta Kimberly Clark, kozmetikte Rhone Poulenc gibi y abancı ev lilikler gerçekleştirir. Nitekim y abancı ev lilikler olmadan tekelleşmek, bu ülkenin ekonomisinde söz sahibi olmak mümkün olmazdı. Ve Sabancı'lar, Koç'lar gibi Eczacıbaşıda empery alizmle işbirliği y aparak büy ür. Ancak bu ortaklıklar gizlenir. Bugün ulusal kültürden, Anadolu kültürünün zenginliğinden söz eden Eczacıbaşı, italy an tekeli Pirelli ile olan ortaklığım Türk Pirelli adıy la gizleme y olunu seçmesinin nedeni budur. Çünkü halkı aldatmak, sömürüy ü gizlemek v e "kalkınıyoruz, gelişiyoruz" demagojisini ancak böyle yapabili-

y orlar. İşbirlikçi y üzü böy le olan Eczacıbaşı'nın bir de "sanatçı", "aydın" kimliğine bakalım. 1929 İzmir doğumlu olan Şakır Eczacıbaşı, İstanbul Robert Koleji'nden sonra y üksek öğrenimini Londra Üniv ersitesi Eczacılık Fakültesi'nde y apar. Ülkey e döndüğünde ise v atanın ünlü Sanat Y aprağı'nın y ay ıncıları arasında y er alır. İşbirlikçiliğin başladığı '50'li y ıllarda da Eczacıbaşı ilaç kuruluşuna girer. Tıpta Y enilikler Dergisi'ni y ay ınlar. Sabahattin Ey üboğlu ile Eczacıbaşı Kültür Filmleri dizisini hazırlarlar. '65'de ise Türk Sinematek Derneği'nin kuruluşunda önde gelen isimler arasında y er alır v e bu derneğin 10 y ıl boy unca başkanlığını y apar. Fotoğraf la uğraşır. Çektiği f otoğraflardan 23 sergi açar. Anlar/Moment, Türkiye Renkleri gibi kitapları y ay ınlar. Ayrıca Bernard Shaw'dan "Gülen Düşünceler" adıy la derleme bir kitap çıkartır. Sanatla bu kadar y akından ilgilenen Eczacıbaşı, spordan da uzak durmaz. Basketboldan v oleybola birçok spor dalında takım kurdurur v e f aaliy etlerde bulunur. '96'ya kadar Eczacıbaşı Spor Kulübü'nün başkanlığını y apar. Eczacıbaşı, sanatsal f aaliyetlerinin sonucu Fransa'nın "Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı" ve "Türkiye Cu mhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası" ödülünü alır. Bugün de f aaliyetlerini İstanbul Kültür v e Sanat Vakf ı'nın Y önetim Kurulu Başkanlığı'nı y aparak sürdürmektedir. Eczacıbaşı'nın Sanatsal Faaliyetlerinin Ardındaki Gerçekler "İnsan elbette önce ekmeğine ba kar. A ma bundan he men sonra da bir inanca bağlan mak ister. 'Ben neden yaşıyorum' sorusuna yanıt arar. Bir şeyler yapıl masının sağlan masına katıl mak ister, işte, o zaman bir devletin, vatanın 1 içinde yaşadığını anlar"' ' İlaç f abrikalarıy la gerek hammadde, tavır / burjuvazi ve sanat / temmuz '99 / sayı: 14

gerekse patentlerle empery alist tekellere bağımlı olan v e halkın sırtından kazandıklarını Bay er'lere, Sandoz'lara, Prelli'lere akıtan Eczacıbaşı, önce ekmeğine bakıy or. Bu yanıy la doğru söy lüy or. Emekçilerin dolara çev irdikleri alınteriy le yükselen işbirlikçi Eczacıbaşı önce ekmeğini, önce kendi geleceğini düşünüy or. Zaten onları uluslararası tekellere y aklaştıran, onların tüm benliğini saran "kar" isteği olmuştur ve sermay enin v atanı önemli değildir onlar için. Tüm zenginlik kaynaklarımızı talan edip empery alist tekellere peşkeş çekerken, "Türkiye ucuz işgücü cennetidir" diy erek v atanı parsel parsel satarken, halkın emeğini kene gibi emerken, halkı hastalık, gıdasızlık v e açlıktan ölüme mahkum ederken, direndiğinde baskı, işkence ve katliamlarla y ok etmey e çalışırlarken tek şey i düşünüy orlardı; empery alist ef endilerine y aranmak ve sömürülerini dev am ettirip karlarına kar katmak. İşte bu yüzden doğru söy lüyor Eczacıbaşı v e ekmeğini düşünmeye dev am ediy or. Ancak bağlandığı söy lenen inançlar v e bir vatanın içinde y aşandığı düşüncesi emperyalist işbirliği y apan tekellerin duy gu ve düşünceleri değildir. İşbirlikçilerin v atanı olmaz. Onların v atanı sermayedir. Empery alizmin çıkarlarının koruy ucusu Eczacıbaşı gibi işbirlikçilerin söz ettikleri v atan, satılığa çıkarılmış v e empery alist tekeller taraf ından parsellenmiş bir v atandır. Ve parsellenen, peşkeş çekilen sadece toprak parçası değildir. Kültürüyle, gelenekleriy le ve değerleriy le, y eraltıy erüstü zenginlik kay naklarıy la her şey imiz emperyalizmin hizmetine sunulmuştur. Telev izy onu bir kez bile açmak y eterli olacaktır. Arabadan Coca-Colalar'a, hamburgere, cipslere, lastikten deterjana, pantolondan kozmetiğe kadar akla gelebilecek her şey de tüketim kültürünün kö-


rüklendiği bir ülkede Eczacıbaşı, bu tüketim kültürünü yaratan işbirlikçilerden sadece biridir. Tüketim kültürüy le, Batı hay ranlığıy la o zengin Anadolu kültürünün yerine konulan emperyalist y oz kültürdür. Ve bunu y apanlardan biri de Eczacıbaşı'dır. "Bakın Atatürk ve arkadaşları Batı uygarlığını bir bütün olarak gördüler. O döne mde yol yok, okul yok, hiçbir şey yokken onlar bunların yanında operayı da yapma kararındaydılar." İşte taşman v e hala da dev am eden tüketim kültürünün kaynağı; Batı uy garlığı. Bu "uygarlık" öy le bir taşınmalıdır ki, bir şey eksik kalmasın. Y ani; operası, balesi, cazı, popu, sineması, heykeli vb. ile bir bütünlüğü if ade eden empery alist kültür-sanat ülkey e girebilsin. Avrupa, Türkiye'y e taşınabilsin. Nasıl mı? İstanbul Festiv ali ile, sergilerle ve diğer kültürel etkinliklerle. Tabi kılıf ı da hazır; başka kültürlerle kendi kültürümüzü kaynaştırmak. Hay ır, kültürler böyle kay naşmaz. Bu tıpkı empery alist tekellerle kurulan ortaklıklar, ev lilikler gibidir. Nasıl ki, ekonomik olarak kurulan bu ortaklıklar işirliğini if ade ediy or v e bağımsızlığı y ok etmeyi, tüm kay naklarımızı empery alist tekellere aktarmay ı ifade ediy orsa bu Batı hay ranlığıda ay nı şey i ifade ediyor. Eczacıbaşı'nın öncülük ettiği "kültür girişimi" bunun bir aracıdır. "Bi liyorsunuz bir grup olarak 'kültür girişimi'ni kurduktan sonra öyle resmi dernek gibi adlar istemedik. Sadece kültürle ilgilenmek istedik, önce Stockholm'de UNESCO çerçevesinde, sonra İzmir ve İstanbul'da toplantılar yaptık. Amacımız Türkiye'de kültürün yerleştirilmesi, tanıtılması ve geliştiril mesi, kültürel haklarının verilmesinin sağlanması, kültür politikaları ku(2) rularak süreklilik içine girilmesi..." Empery alizm; NATO, IMF, BM gibi düny ay ı askeri, siyasi, ekonomik olarak denetim ve kontrolü altında tutabilmesinin kurumlarının y anısıra kültürel olarak da UNES-

CO gibi kurumları oluşturmuştur. UNESCO, BM'y e bağlı bir kurumdur v e kültürel olarak yeni-sömürgelerde empery alizmin y oz kültürünün aşılanmasını, tarihsel, kültürel değerlerin ticaret haline getirilmesini v e bilimsel çalışmalarla kendilerine bağımlı bey inler y aratılmasını hedef ler. Y ani eğitim, bilim, kültürel yardım adı altında bağımlılığı arttırmak ve empery alist kültürü aşılamak. İşte "kültür girişimi"nin amacı da budur. Türkiy e'de yerleştirilmeye çalışılan kültür v e Eczacıbaşı'nın da sık sık söz ettiği "kültür devrimi" işte budur. Ev et, Şakir Eczacıbaşı sık sık kültür dev riminden bahsediy or. Cumhuriy et'in bir kültür dev rimi olduğunu söylerken M. Kemal'den aktardığı "TC'nin te meli kültürdür" sözünü kullanıy or. Ardından da TC kurulduğu zaman v ar olan Anadolu tablosunu şöyle çiziy or: "... 12 milyon nüfusta, insandan neredeyse 3/4'ü sakat ve hasta, ortalama yaş beklentisi 35, kişi başına düşen (3) gelir 45 dolar..." Tam da ülkemizin işbirlikçi burjuv azisinin gözlerinden görünen bir Anadolu tasv iri değil mi? Ulusal geliri dolar olarak gören, halkın y aş ortalaması v e sağlık durumuyla tanımlay an bir kapitalist başka nasıl tanımlar 1920'li y ılların Türkiy e'sini. Ulusal burjuvazinin kökleri en y aygın olanlarından biri olmay a aday ken çok uluslu şirketlerin yerli işbirlikçiliğine transf er olan Eczacıbaşı'ların ulusal kültürü v e kültür dev rimini ağızlarına alması ne kadar samimi olabilir ki? Bir y andan ulusal değerlerimizi empery alizme peşkeş çeken eller, y anıbaşındaki ulusal kültürü gerçek anlamda koruy abilir mi? Y eraltı-y erüstü zenginliklerini, emek gücünü sömüren işbirlikçi burjuv azinin bu şahsiy etleri, halkın y aşam düzenini bozan bu sömürgenler olsa olsa "ulusal kültür bozguncusu" olabilirler. Peki Eczacıbaşı hangi

tavır / burjuvazi ve s anat / temmuz '99 / s ayı: 14

kültürden bahsediyor? Her açıdan uluslararası kültür-sanat festiv alinde y erini aldığı protokollerde hangi "kültür girişiminde" bulunuy or? Anadolu'y a y erleştirmek istediği kültür, "Nereden" alınıp bu topraklara y erleştiriliy or, daha da y erleştirilecek. Biny ıllardır Anadolu'da y aşay an emekçi halkların kültürünün y erleştiği mekanlara sokulmaya çalışılan kültür, sınıf uzlaşmasının kültürüdür. Ev et, Şakir Eczacıbaşı emekçi halkın sömürücüleri, sınıf düşmanı olan burjuv azinin kültürünün girişimcisidir. Y üzy ıllardır ezilen, sömürülen, kıy ılan, katledilen, sürülen, kültürü dejenere edilen Anadolu halklarının bilincini köreltmek için y erleştirilecek olan kültürdür. Peki bu kültür y erleştirilebilir mi? Halkların bilinci köreltilebilir mi? Elbette burjuv azi elindeki sınırsız olanaklarla empery alist yoz kültürü ülkemize y erleştirmiştir. Özellikle gençlerde y aşanan dejenerasy on bunun sonucudur. Ancak şu da v ar ki, Türkiy e halkları kendilerine y abancı olanların "sanat"ı ile kendilerinin olan sanatın ayrımını y apmakta v e buna göre koruy ucu bir zırh oluşturmaktadır. Y oksa ony ıllardır planlı v e sistemli sürdürülen y ozlaştırma politikasına karşı halklarımız, kültürlerini v e geleneklerini bugüne getiremezlerdi Burjuv azinin "sanat"ı halka eğreti geliy or. Çünkü onun sanatı halklarımızın gelenek, değer v e yaşam tarzıy la uy uşmaz. Uyuşturabilmek için y apılan çabalar da sonuç v ermey ecektir. Çünkü halkımız kendi sanatını y apanlarla kucaklaşmış, kucaklaşmay a da dev am edecektir. •

(1) Cumhuriyet, 16 M ayıs 1999 (2) Cumhuriyet, 16 M ayıs 1999 (3) Cumhuriyet, 16 M ayıs 1999


şiirlerini v e diğer konuları içeren bir

Boratav 'ın f olklor sev dası İstanbul Erkek Lisesi son sınıf ında okurken başladı. Sosyoloji hocası Hilmi Ziy a İlken, derslerinde f olklora ağırlık v erir. Bu dersler Boratav'ın ilgisini körükler. İlken bu ilginin f arkına v arır. Boratav'a bir f olklor araştırma kılav uzu v erir. Ve bu konuda deneme çalışması y apmasını ister. Okulun bitmesi ile birlikte Pertev Naili Boratav , babasının Kaymakamlık görevini sürdürdürdüğü Mudurnu'y a gider. Burada hocasının v erdiği kılavuzdan y ararlanarak f olklor araştırması y apmay a başlar. Çalışmasında ilk masallarım ona masalı sev diren annesinden alır. Mudurnu'nun Abantdibi köylerindeki araştırmalarında; Altın tas içinde kınan ezilsin Gümüş tarak ile zülfün düzülsün Ananın babanın nazlı kızısın Gelin kınan al olsun Burda dirliğin bal olsun diy e başlay an gelin ağlatma türküleriy le beraber çok çeşitli yöre türkülerini de toparlar. Türkülere, y örede anlatılan destanları, masalları, f ıkraları da ekler. Bu çalışmasında Abantdibi köylerinin coğrafi y apısına, insanların birbirleriy le olan ilişkilerine ve inanışlarına da y er v erir. Bu çalışma Boratav'ın ilk denemesidir. Boratav 'ın bu çalışmalarını y aptığı sırada Anadolu'da dolu doludur. Çukurov a'dan bozlak sesleri göğe

ağar. Y üce dağlardan y anık kav al sesleri y ükselir. Bir kahv ede aşıklar atışır. Siv as'ta, Pir Sultan canları semaha döner. Gelirdik kızlar kınalı parmaklarıy la bindallılarına sev da motif leri işler. Anası kızın ın çey izine hasret y üklü mendil v e y emeniler oy alar. Karadeniz'den dalgaların hırçınlığ ını taşıy an horonlar y ay ılır. Cenaze kalkar bir köyden, y ürek dağlay an ağıtlar yükselir. Silifke'de oy nanan Portakal Zeybeği Akdeniz'e çağırır. Genç kadının gözleri dalmış, bebesine ninni söy ler. Anadolu insanı, kültürünü kuşaktan kuşağa, ağızdan ağıza aktararak korumuştur. Anadolu y üzy ıllardır dile getirilmey i bekleyen bir türkünün el değmemiş notaları gibidir. Boratav'sa bu notaları ezgilendirecek y ürekli bir Anadolu ozanıdır. Üniv ersite öğrenimini, Y üksek Öğretmen Okulu Türk Dili v e Edebiyatı Bölümünde tamamlar. Üniv ersitede f olklor çalışmalarına yoğunlaşır. Son sınıf ta bitirme tezi olarak Köroğlu Destan'ını hazırlar. Bu tez Boratav'ın ilk bilimsel çalışmasıdır. Halk kültürünü de dile getiren ilk eserlerdendir. Köroğluyum çarka çarka Şanlı bele verdim arka Top geçeme z de mir zırha Görsün Bolu Beyi ben neylerim dizelerindeki gibi zalime kök söktüren Köroğlu'nun tüm rivay etlerini, tavır / folklor / temmuz '99 / sayı: 14

destandır. Kitap halinde ilk olarak 1931'de y ay ınlanır. Üniv ersite y ıllarında ilerici, demokrat bir kimliğe sahipti. Fuat Köprülü'nün asistanlığını y aparken de bu kimliğinden v azgeçmemiştir. Düşüncelerini dile getirmey e devam etmiştir. Bu düşüncelerinden dolay ı Kony a'ya edebiy at öğretmeni olarak sürülür. Sonraki y ıllarda devlet taraf ından burslu olarak Almany a'y a gönderilir. Edebi araştırmalar yapması istenir. Almany a'da Hitler f aşizmi şaha kalkmıştır. Irkçılığa karşı mücadele etmek her insanın boy nunun borcudur. Boratav 'da bunun bilincinde olan bir aydındır. Ve Almany a'daki Türk Öğrencilerin Hitler faşizminden etkilenmemesi için propaganda çalışmaları yürütür. Ancak Hitler faşizminin rüzgarına kendini kaptıran hainler taraf ından ihbar edilir. Bursu kesilir v e ülkeye geri çağrılır. Almany a'dan 1937de ülkeye döner. Boratav bir y ıl boy unca Ankara SBFde Kütüphanecilik y apar. Kadro yok vs. oy alamalarından sonra öğretim üy esi olarak görev ine döner. O güne kadar halk kültürü çalışmaları, f olklor adı altında y apılmaktadır. Çalışmalar giderek bilimselleşmekte v e f olklor tanımlaması y etersiz


kalmaktadır. Matematik, f izik, f elsef e gibi f olklorun da bilim dalı olması hissedilir bir ihtiy açtır. Ve 1946'da DTCFde halk bilimi kürsüsü kurulur. Boratav onurlu bir ay dın olmanın y olunun halk kültürünü y aşatmaktan geçtiğini biliyordu. Çalışmalarını da hiç ikirciklenmeden bu yönden sürdürdü. Halk bilimini evrensel bir bilim dalı olarak işlemey e dev am etti, y aşattı. Düşmana inat masalları, türküleri, ağıtları, ninnileri, f ıkraları, halk oy unları def alarca haykırmay a dev am etti. Bundan dolay ı Boratav egemenlerin gözünde bir hedef oldu. Polis v e ırkçılar işbirliğinde takip edildi. Pervasızca dersleri v e evi basıldı. Tehditler, saldırılar arttı. Dev let bu tav ırlarıy la bilim adamına v e bilime v erdiği değeri göstermiş oldu. Onun için ancak kendi işine y arıy orsa bilimdir. Eğer değilse susturulması gerekir. Ve 1947'de kürsü kapatılır. Çünkü Cumhuriy et döneminde y eni kurulan dev let kendi y apılanmasına dil, tarih, edebiy at, kültür çalışmalarına bir çerçev e çizmiştir. Çizdiği bu çerçev e kendi egemenliğini koruyan bir tarzdadır. Bu anlay ışın kapsamı; ırkçılığı temel alan y ay ınlar, batı özentisi bir kültür v e halktan kopuk bir sanat anlay ışıdır. Bu dönemde gerici bir alet diye sazlar f ırınlara atılır. Orkestralar eşliğinde kabarık tafta tuvaletli hanımlar, smokinli bey ler, Cumhuriyet baloları düzenler, lüks otellerde düzenlenen bu balolarda y üksek topukların, cilalı zerninlerin üstünde y apılan valslar, tangolar özendirilmeye çalışılır. Halk kültürü küçümsenir, halkın değerleri hor görülür. Y üzy ıllardır anlatılan masallar kocakarı saçmalıkları olarak nitelendirilir. Bunları toplamak için dev letin para harcaması çok görülür. Bunun y erine bu paralar y oz kültürün gelişmesine harcanır. Köroğlu, Dadaloğlu gibi ozanların y azılmasını tehlikeli görülür. Çünkü bunlar ege menlere karşı halkın isy an duygularını dile getirmektedirler. Boratav ise çalışmalarını dev letin çizdiği sanat anlay ışına uygun biçim-

de y ürütmez. Halk için çalışmay ı tercih eder. Bu y üzden ilerici, demokrat v e y urtsever olan ay dınlara karşı hazımsızlık artmıştır. DTCF'de çalışan Boratav, Niy azi Berkes, Behice Boran da bu hazımsızl ıklardan nasibini almışlardır. Bu onurlu ay dınlar için dev let taraf ından kurulan cadı kazanları kaynatılmay a başlanmıştır. Açığa almalar, tekrar iadeler, maaşsız bırakmalar v e mahkemeler peşpeşe y aşanır. Bu y öntemlerle y ıldıracağım sanan egemenler cadı kazanlarının ateşlerini iy ice körüklerler. Bu baskı ortamı onu y ıldırmaz. Anadolu sev dası Boratav'ın giy diği çelikten bir zırhtır adeta. Y üreği halk sev gisine kilitlenmiştir bu kültür emekçisinin. Anadolu'yu karış karış dolaşmay a devam eder. Bir köy den diğerine giderken kah at sırtında, kah eşek sırtındadır. İkisini de bulamadığı zamanlarda tozlu topraklı y ollan adımlay arak dolaşır. Tek tek ev lere girer kendisine dev let taraf ından büy ük kürsüler bahşedilebilecekken o il il dolaşmay ı tercih eder. Radyonun, telev izy onun olmadığı köy lere gidip kahv ede aşıkların çaldığı türküleri dinler. Elektrik olmayan evlerde m u m ışığının etraf ında akşamı geçirmek için söy lenen manileri, masalları derler. Feracesini sırtından atmamış, çekingen, y aşlı Anadolu kadınlarını konuşturmak için binbir dereden su getirir. Kurak toprak gibi çatlamış bu dudaklardan süzülen ninnileri, ağıtları, destanları gözünün nuru gibi korur. Çocukların dere kenarında çamurdan oy uncak y aparken söy ledikleri tekerlemeleri, bilmeceleri toparlamay ı unutmaz. Çey izlere, kına gecelerine, düğünlere gidip Anadolu kültürünü her y önüyle inceler. Y ıllardan beri sözlü aktarılıp gelen bu kültürü

y azılı

dönüştürür.

Bu

birer

kay nak

çalışmalar

haline

sonucunda;

Folklor v e Edebiyat 1 - 2 , Y üz Soruda Türk Halk Edebiy atı, Y üz soruda Türk Folkloru,

Köroğlu

Destanı,

Halk

Hikay eleri ve Halk Hikay eciliği, Zaman Zaman İçinde, Az Gittik Uz Gittavır / fol klor / temmuz '99 / sayı: 14

tik, Nasreddin Hoca Masalları, y üzlerce derleme v e makaleden oluşan eserler çıkar ortaya. Sırtını dev letin düzenine değil Anadolu'y a day adığı için Cumhurbaşkanı v e TBMM kararı ile y urt dışına çıkmay a zorlanır (1952). Dev let kendi halkının kültürü için y aşay an bir aydını böy le cezalandırır. Boratav usta Fransa'ya gider. Burada kaldığı küçücük odasında da Anadolu için çalışmalarını sürdürür. Ülkesinde y arım kalan çalışmalarım eşi Hayrünisa Hanım dev am ettirir. Anadolu'yu karış karış tarayarak topladıklarım eşine gönderir. Vatanından ay rıdır ama eşinden gelen masal v e hikayelerle her an Anadolu'y la içice yaşar. Her derlediği çalışmasında yeniden hay at bulur. Vatanına olan hasretini biraz olsun ancak böy le dindirebilmektedir. Hayrünisa Hanım y edi y ıl sonra Fransa'y a gidebilir v e ay rılık sona erer. Boratav Paris'te Centre Nationale de La Recherche Scientif ique'te de araştırma uzman, Ecole Pratique des Hav tes Etudes'te Türk Halk Edebiy atı parof esörü olarak çalışır. Eserlerini topladığı arşiv Nanterre Üniv ersitesi'ndedir. Biyograf isini içeren bir kısmı ise Boğaziçi Üniv ersitesi'nde bulunmaktadır. Boratav'a karşı olanlar onun eserlerinin y urda gelmemesi için ellerinden geleni artlarına koy mamaktadırlar. Boratav 'ın değerini anlamayanlar at gözlüklerini çıkarıp sağlarına sollarına bakmalıdırlar. Göreceklerdir ki bu ustay a düny a çapında değer v erilmektedir. Kitapları bizde olmasa da birçok üniv ersitede okutulmaktadır. Pertev Naili Boratav tüm baskı v e zulme karşı 91 y ıllık y aşamının 70 y ılım Anadolu'y a ay ırdı. Her eserinde ilmek ilmek A n a d o l u ' y u işledi. Buram buram Anadolu'y u y aşattı. Emperyalist y oz kültürün karşısında direndi, y ıkılmaz bir kale oldu. Ölüm, vatanı için çalışırken y akaladı (1998). Onurlu, namuslu, v atanım sev en bir aydın olarak hay ata gözlerini y umdu.


S

eni Ağrı'nın eteğinde görmüştüm. Tanıdın mı beni dağ çiçeğim. Küp gölünde gördüm seni. Seni dedim güzeller içinde. Sen ayrılırken Ağrı'dan sana verdim gözlerimi, aldım gözlerini senden. Ararat'tan getirdim diye onları tam on yıl sakladım sarayda. Daha toy bir delikanlıydın sen. Ağrıda gözlerimi bıraktım. Ararat'ta, Küp Gölü'nde seni dedim sevgilim. Koçerler içinde bir tek seni sevdim, sana bıraktım gözlerimi Ağrı. Ağrı Dağı, Ararat Dağı'dır. Dorukları hep dumanlı olur. Buza kesen kimi zaman çiçeklerle bezenir. Toprağı tunç rengidir. Balonca insanın aklına altın gelir. Bir ihanet yaşansa eteklerinde, öfkelenir, deh bir horona durur. Yarılır ortadan da kendi içine kapanır. Kızmasın barınaklarımda yaşayanlar diye, ihanetlerini haykırmaz yüreklerine. Ama herkes anlar ki, Ağrı öfkelenmiştir. Öyle bir asar ki suratım, Temmuz ortasında buza keser yamaçları. Kimseye geçit vermez. Çıkamaz kimse doruklarına. Cam bir buzun altında on yıl kalsa solmaz Ağrı'nın çiçekleri. Ama kimse de dokunamaz. Tufan olur Ağrı, eser de eser. tarihin herhangi bir anında bir sevdaya tanıklık etmişse eğer ve inanmışsa onun saf ve temiz olduğuna işte o zaman zemherinin ortasında baharı yaşar. O dorukları

görünmeyen, o heybetli koca dağ, sevdalıları barındırmak için kuş gibi çırpınır durur. Tüm acıları unutur. Şiir olur eteklerindekilerin dilinde. Sevda olur dağlıların yüreğinde. Güneş, Mezopatamya topraklarına Ağrı'nın üzerinden doğar. İnsan ve tüm canlılar binyıllar önce sadece bir buz parçası iken, Ararat'ın doruklarında doğan güneşle kendini, hareketi bulmuştur. Üzerinde nice medeniyetler doğup büyümüştür. Ama hiç birinin ömrü Ararat kadar uzun olmamıştır. Bir kendisi, bir de kendisine sığınanlar, yani güneşini içen insanlar hala yaşamaktadır. Ağrı, bugüne dek yaşamasını, özgürlüğe ve geleceğe olan özlemine, özleminden doğan isyanına borçludur. Sır doludur Ağrı. Kimse bilemez, çözemez. Ne saklıdır, ne vardır içinde bilinmez. Anlamak ne mümkün, ne de imkansızdır. İsteyene açar gözlerini. Okutur tüm sırlarım. İstemediğine, bıçak da saplasan gözlerine, oysan da göz bebeklerini, parça parça kessen de etini açmaz gözlerini. Açmaz. Açamaz çünkü Ağrı mertlik, yiğitlik bahçesidir. Ne bey, ne paşa, ne de zulüm... Tanımaz hiçbirini. Kendi kurallarını bilir sadece. İnsanları töre derler adına. Binyıllardır bu töreye uyanlar yaşarlar. Uymayanlar yaşamaz. Küp gölüne atarlar. Küp gölü derindir. Ağzı keskindir. Bıçak ucu gibi sivri kayatavır I ağrı dağı efsanesi / temmuz '99 / sayı: 14

larla çevrilidir. İşte bu Küp gölü ki yürek yangını bir sevdaya ev sahipliği yapmıştır. Çok e ski zamanların birinde yaşanır bu sevda... Ahmet'in evi Ağrı'nın eteğinde, Küp Gölünün yanındadır. Sırtını Ağrı'ya yaslamış, kayaların arasındadır. Çobandır Ahmet. Güzel kaval çalar. Köyün delikanlılanndandır. Ama o her delikanlıya benzemez. İçine kapanık, se ssiz, sırlarıyla birlikte yaşar. Arada sırada köyün Sofisi yanına uğrar. "Gariban" diye sever Ahmet'i. Bir de mert, temiz, has uşaktır diye beğenir Ahmet'i. Bir kırat dün akşamdan beri Ahmet'in kapısında durur. Kırat, Ahmet in penceresinde yanan ışığa bakar. Gümüş eyerlidir. Belki bey atıdır. Sofi yaklaşır, ata bakar, üzerindeki mühür tamdık gelir. Ama hangi beyin olduğunu çıkaramaz. Ahmet'e seslenir. Dışarı çıkan Ahmet; -Buyur Sofi emmi. -Ahmet misafirin hangi bey, der? -Misafirim yoktur Sofi emmi. -Ya bu at ne? Elinden kavalı düşer Ahmet atı görünce. -Bilme m ki. Sonra Sofi de, Ahmet de düşünür. -Bu at senin kısmetindir Ahmet. -Damgası var gözüm ısırıyor bir yerden ama çıkaramadım. Ancak bir be-


lalı, korkulu yerindir bu damga. Ama kimi n olursa olsun, seni demiş gel miş. At senin kısmetindir. Haktan armağandır. "Şöyle bir gelenek vardır Ağrı'da; kapıya gelen at üç kez götürülür bıraktır bir yere. Üçüncüde de geri gelirse artık verilmez sahibine. Vereni de, alanı da sevmez Ağrı halkı." Ahmet bu geleneğe uyarak üç kez götürüp bırakır atı. At üçünde de Ahmet'ten önce gelir ev e. Sahibi, bey de, paşa da olsa artık at Ahmet'indir. Baş v erilir, at verilmez artık. Töremiz böy le diy e Ahmet atı çeker ahıra. Döv üş olacaktı at için belki. Olsun dedi Ahmet. Ağrı, töreden y anadır. Tam altı ay sonra atın sahibi çıkar ortay a. "Duydun mu Ah met" diy e sordu Sofi. "Ah met duydun mu "dedi. "Beyazıt paşası Mahmut Hasan atım arıyormuş". Ahmet "duydum" dedi. - Atı getirene beş at, bir de elli altın v erecekmiş. Bele, - Atı kimin evinde, kimin elinde bulursa onun kellesini v uracakmış. - Ne y apalım at benim kısmetimdir. - Ordusunu mu çekip gelecek üstümüze, at benim kısmetimdir. - Mahmut Han zalim bir paşadır. At benim kısmetimdir. Mahmut Han'la başa çıkılmaz at bana haktan y adigardır. Mahmut Han hakkı, y adigarı bilmez. O Osmanlı olmuştur, at bana y adigardır. Aradan bir ay geçmeden Mahmut Han atını istemek için adamları Ahmet'in ev ine gönderir. -Paşa diy or ki, dediler attan at, maldan mal, paradan para beğensin... Bes atını v ersin dediler. -Han bilmez mi ki at bana y adigardır. Y adigar gelen at kimsey e v erilmez. Paşa bunu bilmez mi? -Paşa bunu bilir ama yine de atanı ister... -Paşa maldan mal, candan can istesin ama y adigarımı ona v ermem. Paşanın adamları; -Paşa dedi ki arkasındaki ulu dağa, başındaki birkaç ipsize güv enmesin. Dağını da başındakileri de

y erle bir ederim.

(1)

Ancak Ahmet ata v ermedi. Paşanın adamları geli boş geri döndü. Ağrı'nın doruklarında bir ses y ankıladı. Kim görmüş paşa y adigarın geri v erildiğini. Kim görmüş, Ağrı da gelenekten y anaydı. Koca bir toplumu ay akta tutuy ordu bu gelenek. Zalim bey lerin kurallarını, kanunlarını tanımadıkları için kendi kanunlarım y aratmışlardı. Y etkiy i Ağrı dağına v ermişlerdi, Ağrı ve Ağrılılar buna uy mayanı ihanet etmiş, Osmanlı olmuş say ıy orlardı. Ha bir de Osmanlı'y ı sev miyordu Ağrılılar. Ahmet'in ata v ermem kararını duy an paşa küplere binmişti. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Ama y apacak bir şeyi y oktu. Bütün bey leri topladı. Geleneğin bozulmasını istedi onlardan. Kimse çıkıp da olmaz demedi. Paşa, beylerin bu davranışlarından güç alarak adamlarıy la Ahmet'in köyü olan Sorik'e bakın y aptı. Sorik sessiz, y alnızdı. Ev ler ıssız, kimsesizdi. Bey ateşe verdi köyü. Kimsey i bulamay ınca kızdı. Köy ü bir tek sof i terketmemişti. Y anmakta olan ev in birinden çıkıp dikildi paşanın karşısına, Ağrı'nın tarihini topladı bey ninde, kaşlarını çattı; "Bütün bunlar bir at için mi paşa? Dünya, dünya olalı kim kapısına gelen atı vermiş, sen bunu bilmez misin paşa? Sen Osmanl ı ol muşsun paşa. Yoksa bir at için bu işleri başımıza aç maz, evleri mi zi yak maz, ocakları söndürmezdin. Ağrın ın laneti, Ağrı'nın gazabı, Ağrı'nın hış mı senin üstüne olsun paşa. Babanı tanırım yiğit bir beydi. Sen paşa oldun. Sen yozlaştın (2) paşa..." Paşa kızdı Sof iy e. "Atın şunu zindana" dedi. Paşanın adamları sofiy i zindana attılar. Paşa hangi köyü bassa adamlarıy la, köy leri boş buldu. Ne insan ne de canlı bir v arlık izi bulamadı. Sanki daha dün köy de olanlar hiç burada y aşanmamıştı. Ama oradaydı köy lüler. Ağrı'da... Ahmet de içlerinde... Paşanın üç kızı bir de oğlu v ardı. Bunların içinde babasının at meselesiy le sadece Gülbahar ilgileniy ordu. tavır / ağrı dağı efsanesi / temmuz '99 / sayı: 14

"Bu atın bir bildiği var" diy or, hikay eyi öğrenmey e çalışıy ordu. Gülbahar güzeldi. Orta boylu, dolgun, açık benizli, buğday renkliydi. Gülünce y anaklarına iki gamze gelip konuy ordu. Doğal v e sadey di. Ağrı Dağı kadınları gibi giy inirdi Saçlarım örme y apar, bel kuşağı bağlardı. Y akasına al bir y ağlık takardı, ay ak bileklerindeki inci zümrüt halhallarla tıpkı Ağrılı kadınlar gibiy di. Diğer kardeşleri ev den çıkmazken o halkın içine girer onlarla dertleşirdi. Böy le bey, paşa kızıy ım diy e alımlı çalımlı değildi. Beyler gitmiş, paşa seni, senin gibi bir y iğidi görmek istiyor diye kandırıp getirmişlerdi Ahmet'i. Paşa, Ahmet gelir gelmez ata sormuş, istemişti. Ahmet "baş verilir at verilmez paşa sen bunu bilmez misin" demiş diz kırmamıştı. Ahmet'in bu tav rı üzerine paşa onu zindana artır mıştı. Sof i çok sev inmişti bu işe. Hem Ahmet'in paşa karşısında diz kırmadığıy la öv ünmüş, hem de artık y alnız olmadığına sev inmişti. Gülbahar'ın getirdiği kav alı almış, "Ağrının isyanını çal Ahmet de şu paşa dinlesin" diye ona uzatmıştı. Duyduğu kav al sesine, kavalla çalman Ağrının isy anına day anamadı Gülbahar. Babasının y asağını dinlemeden sof iyle görüşme bahanesiyle zindana Ahmet'le konuşmaya geldi. Taş merdivenlere oturdu. Şu Ahmet'te kimmiş görmek istiy ordu. Kavalın sesine çev irdi yüzünü. Çok dinledi kav alın sesini Gülbahar. Ahmet'i çok gözledi. Sevdi, kızdı, öfkelendi ona. Ama onu görünce hep y üreğinden ılık bir şey ler akta. Elleri titredi, y anakları kızarıp al al oldu. Gözleri ne f er, içine coşku doldu. Damarlarındaki kanın akışı hızlandı. İçini çekti "ah Ahmet ah" diy e. Daha f azla day anamadı. Ahmet'le konuşmak için zindana gelecekti. Gülbahar çok düşündü. Ölümü, zulmü, sevgiyi, babasını, Ahmet'i... sonunda bir akşam üstü bütün mücev herlerini topladı, zindana başı Memo'y a geldi. "Al bunları senin olsun, beni Ahmet'le görüştür" dedi. Keser Memo-


nun elinden düştü. Dondu kaldı Memo. Y üzü kurudu. Boy nu öne düştü, dizleri bıraktı kendini. Ölüm acısı çekiy ordu Memo. Kolları tutmuyordu. Anahtarı zorla çıkarıp uzattı Gülbahar'a. Ağadan, bey den, paşadan hiçbir zaman korkmazdı Memo. O za man niy e böyle ölüm çökmüştü gözlerine? Zindanı açıp içeri girdi Gülbahar. "Ahmet gelsin" diy e seslendi. Gülbahar bekliy ordu. Bekledikçe hey ecan sarıy or, y üreği küt küt atıy or, içinden ılık ılık kan sıcaklığında birşey ler akıy ordu. Elindeki kandilin ışığı titriy ordu. Ahmet'in soluğunu y üzünde hissedince birden kendine geldi. "Gülbahar" dedi Ahmet. "Benim" de di Gülbahar. Elini uzattı Ahmet. İki keklik öttü zindanda. İki keklik havalandı, zindana ışık v uran delikten.

zel elbiselerini giy diler v e atı getirip Mahmut Han'ın kapısına bağladılar. Mahmut han, at benim değil dedi. Söz v ermişti bir kez. Ahmet'in kellesini v uracaktı. Tellallara yarın kellesi v urulacakların ismini ilan ettirdi. Kimse sesini çıkaramadı. Ahmet'in ismini duyan Demirci Hüso'nun çekici hav ada asılı kaldı. Öfkelendi. Saray ın kapısına geldi. "Bu zulü mdür paşa. Bu zulü mdür. Bu zulü m sürüp git meyecek. Bu zulüm sürüp gitmeyecek. At senin paşa. Sen bu ata layık değilsin... Ben yalan söyleme m. Atı ben getirdim... Sen bu ata layık de ğilsin. Sen insanlığa layık değilsin..." Sonra v ardı atı bağlı olduğu y erden çözüp bıraktı. Kimse sözünü dinletemedi paşay a. At meselesinden çıkmıştı olay. Paşa herşeyi öğrenmişti

Artık onulmaz, derdine derman bulunmazdı Gülbahar'ın. Ahmet için Ağrıda açan bir çiçekti Gülbahar. Ahmet bekledi birkaç gün Gülbahar'ı. Gülbahar gelmiy ordu. "Babam duyarsa öldürür" diy e korkuy ordu. Kavala v erdi Ahmet kendini. Biny ılların özlemini taşıy an kav al, şimdi Ahmet'in elinde Gülbahara duyduğu özlemi taşıy ordu. Gülbahar dayanamıy ordu. Kalktı, usulca çıktı odasından. Kardeşlerine, babasına görünmeden zindana indi. "Beni hatır ladın mı? " diy e sordu Ahmet. Hani y ay lada Küp Gölü'nün üstünde. "Hiç aklımdan git medin" dedi Gülbahar. "Koçer başı sendin. Ya sen beni" di ye ekledi. "Şimdiki gibi gö zleri min önündesin. Ağrı çiçeğimsin" dedi Ahmet. "Baban duyarsa öldürür". Gülbahar "öldürsün" dedi. Üç gün kalmıştı. Mahmut Han üç gün sonra kellesini vuracaktı onların. Bir çaresi olmalı diy or, düşünüy ordu Gülbahar. Demirci Hüso'ya gitti. "Der manın kervan şeyhinde. O mührü ver meden Ağr ılılar atı verme z, derdini ona anlat" dedi Hüso. Kervan şey hi Gülbahar'ı dinledi. "Al şu mührü Hüso'ya ver. Atı getirsin" dedi. Hüso o gece hiç zaman kay betmeden gitti Ağrıdan ah getirdi. Ağrılılar da indi dağdan. En gü-

Gülbahar çaresizdi. Ahmet ölecekti. Son bir kez görmek için zinda na gitti. Zindancıy a; "Memo" dedi Gülbahar. "Aç bir kez daha göreyi m. Bırak onlar ı Memo. Kurbanın olayım. B ırak onları ne istersen vereyim. Ne istersen vereyim Memo" Gö zleri ışıdı Memo'nun. "Ne istersem verir misin." "Ne istersen Memo." "Ne istersem öyle mi?" Gün ağarırken ellerinde koca baltalany la cellatlar geldiler. "Çıkar kellesi vurulacakları Memo" dediler. Memo "Onları b ıraktım." Cellatlar, paşa, koştular zindana. Zindan boştu. Memo'nun üzerine y ürüdüler. Memo kılıcını çekti. "Paşa bu dünyadan alacağımı aldım. Yoksa üç gün vuruşurdum burda sizinle" dedi v e kalen burçlarından bıraktı kendini. Memo'nun düştüğü y ere ilk önce Demirci Hüso geldi. Ölmüştü. Göğsüne basılı sıkılmış y umruğunu açtılar. Üç tel saç vardı av ucunda. Gülbaharı da zindana attırdı paşa. Ağrı y asa kesti. Haberi duy anlar türküler y aktılar. Ağrı öfkesiyle Bey azıd'a aktı. Ehmede Xani mezarı başında ateş y aktı. En önde Ahmet, Ağrılılarla zindana aktı. Gülbahar'ı aldı Ağrıl ı'lar. Kerv ana şeyhi, bey zulüm y apar Ahmet'i de Gülbahar'ı da öldürür diy e onları müridi olan Hoşap Kalesi bey ine gönderdi. tavır / ağrı dağı efsanesi / temmuz '99 / sayı: 14

Bu bir gelenekti Ağrı'da. Kızın babası kim olursa olsun misafiri teslim etmezdi bey ler. Rızasını al ırdı. Bunun için malını mülkünü verir, daha olmadı canını v erir sev enleri teslim etmezdi. Paşa için namus meselesi olmuştu olay. Hoşap bey inden kızın8ı almay a gücü y etmeyecekti. Ama kalleşti Osmanlı. Hile çoktu. Paşanın adamı "Hoşap Beyi'ne gideli m. Ahmet, Ağrı'ya çıksın ateş yaksın, kızı hak etsin, düğününü de biz yapalım diyelim" "Ağrı tepesine çıkanı yakar, geri gönder mez. Daha giden kimsenin geldiği görülme miştir. Ahmet de gel mez." de di. Paşa adamlarını Hoşap Bey i'ne gönderdi. Durumu Ahmet'e anlattılar. Bu ölüm y olculuğuy du. "Olur" dedi Ahmet. Ağrı'y a çıktığının dördüncü günü ateşi y aktı. Mahmut Han buna da ikna olmadı. Artık Ağrılılar dinlemedi onu. Ahmet Gülbahar'ı alıp birbir lerini ilk gördükleri Küp gölüne gittiler. Geceydi. Küp gölünün y olunu kervan y ıldızı ışıtıy ordu. Küp gölüne geldiklerinde ateş yaktılar. Ahmet otlardan y aptığı y atağın üzerine, tam ortasına kılıcını koy du. Kılıç mı kalmıştı artık. Bu da ne demekti. Dayanamadı Gülbahar. "Ah met bu da ne de mek?" "Memo neden beni m için canını verdi? Altın mı verdin?" "Yok" dedi Gülbahar. "Saraylar mı?" "Yok" ama senin için ne isterse verirdim. Ama hiçbir şey istemedi. Sustular... Kuşku bir kurt gibi oy uyordu Ahmet'in y üreğini, bey nini. Ateş sönüyordu artık. Gün bahana dönerkendi. Ahmet, Küp Gölü'nde y iterken, Gülbahar da peşinden daldı, bir da ha da haber alınamadı. Ama unutulmadı bu sevda. Çobanların türkülerinde, Ağrı'nın açan çiçeklerinde hep y aşadı. Ağrı, Gülbaharlar açtı, hep Ahmetler yetiştirdi. •

Dipnotlar: 1) Ağrı Dağı Efsanesi, Sayfa 17-18, Y.Kemal 2) age.sayfa: 21


D

enizin köpüklü dalgalarının sahildeki kay alıkları dövüp, homurtulu sesler çıkardığı Ege'nin karşı kıy ıları hiç o zamanki kadar hareketli olmamıştı. Hareket ne kelime! Bereketi gelmey en hareketin hay rı olmaz. Hareket, tarlaları sürmenin, zeytin çırpmanın, dav ar sürülerinin hareketi, grev lerin, mitinglerin hareketi değil ki, bereketi olsun. Ege kıy ılarında y aşayan kara saçlı, kara gözlü, kara bıy ıklı, kara sakallı, çalışkan mı çalışkan, çalışmadan y aşay amay an bu halkın başında öy le bir dert v ardı ki, öyle bir dert ki, düşman başına. Bu derdi başlarına açan can düşmanlarıy dı onların. Önce başlarındaki bakan, başbakan, kralın başının altından çıkıy ordu düşmanlık. Ve dahi onların askeri, polisi, sav ası, hakiminin elinden geliy ordu. Çalışmadan yaşay amay an bu halk, biraz daha iy i y aşay abilmek için ağız-

larını açmay a, diz dize, başbaşa, omuz omuza, kol kola v ermey e görsünler. En büy ük kabahati işlemiş say ılırlardı. Say ılırlardı da, koy un gibi mahpus damlarına koy ulurlardı. Hemde mahkemesiz, hem de sorgusuz sualsiz. Bazen asıldıkları bile olurdu. Bazen bedenleri bile bulunmazdı da, y akınları onlardan kalan ayakkabıdan, kemerden tanımak zorunda kalırlardı. Halk bir gecey arısı gelen polislerin evlerini basıp, sev diklerini, yakınlarını bir daha geri dönmemek üzerine götürmelerine day anamaz olmuştu artık. Sonra bu düşmanla aralarına başka bir düşman girdi. Hem bu düşman öncekinden de baskın çıktı. Tüm düny a halklarına kan kusturan, ordularıy la bir uçtan bir uca ülkeleri yaka y ıka, halkları tutsak ederek y ay ılmay a çalışan Alman ordusuy du bu düşman. Y ıllar öncesiydi. Şimdi torun torba sahibi olanların henüz emeklemeye tavır / çocuklar ve direniş / temmuz '99 / sayı; 14

başladıkları zamanlar. Halkı yönetmek, küplerini doldurmak hevesiyle hükümetlerin biri gidip diğeri geliy or, hepsi de işgalci dev letleri hoştutmaya bakıy or, gelen gideni aratmıy ordu. Analar y eni bir ev ladı düny aya getirmey i istemez olmuştu. Bilse ki çocuk, böyle cennet bir v atanda cehennem y aşamı sürecek, belki de " dünyay a gelme hakkım saklı kalsın" diy ecekti. İşte Aleko böy le bir zaman evveli doğmuştu. Komşu ev de de Sotiri, ay nı saatlerde doğmuştu. Ay nı çimenlerde emeklemiş, ay nı tastan süt içmişlerdi. Ay nı bahçeden y emişler y emiş, aynı topla oy namışlardı. Ailelerinin y oksulluğunu hep beraber pay laşıp büy ümüşler, zamanlarının çoğunu v atanlarının ü zerine çöreklenen kara bulutlardan habersiz zeytinliklerde, seki duv arlarının üzerinde, bir de deniz kıy ısındaki kay alıklardan midye toplayarak geçirirmişlerdi. Çoğu zaman da kı-


y ıy a erken inen akşamda kumların üzerine uzan ıp gökteki y ıldızlan say arlardı. Onların ne kadar uzakta v e sonsuz say ıda olduklarını, sonsuza uzandıkların ı düşünür, her kay an y ıldızın o sonsuza kay dığını sanırlardı.

-Vatanımız ne güzel değil mi Aleko? -Elbette güzel. Ama Ege kıyıları bi r başka güzel. -Aleko be! Y oksa herkesin v atanı kendine mi güzel görünür? -Ne olursa olsun vatan güzeldir, -Ama şimdi Alman işgali altında... Sihirli bir söz gibi bu sözle her ikisinin de sustu dili Ay ışığı y üzlerindeki kederi y ansıtıy ordu. Bu sırada az ilerdeki çalılıktan gelen çıtırtı sesleriy le irkildiler. Aleko: -Yoksa bu akşamki sevkiyat Alman karargahına ihbar mı edildi? dedi. Sonra y erinden f ırladı Aleko. Sotiri, çalılar içinden kendilerine doğru gelen kırmızı eşarplıy ı hemen tanımıştı. Ablası Aliki'y di gelen. Kolundan tutup sakinleştirdi Aleko'yu: -Bu bizim Aliki, baksana başına bağladığı kırmızı eşarbından belli. Gerçekten de ay ışığının üzerinde y ansımasıy la kıpkızıl parlay an eşarbı v e sıranda parlay an mav zeri, çapraz kuşandığı f işekliğiy le gelen Aliki'ydi. 17'sindey di Aliki ama ağır tarla işleri alanda ezilen bedeni onu en f azla 13-14 y aşlarında gösteriy ordu. Aleko'yla, Sotiri'nin y anına v ardığında hey ecanını gizlemey e çalışarak anlatmaya başladı. -Kardeşcağızım, sen de dinle Aleko; gözünüzü kulağın ızı dört açın, her an bir Alman baskını olabilir. Bizimkiler Almanlar'a karşı y iğitçe v uruşuy orlar ama f aşistler çekildikleri y erleri çekirge sürüsü geçmiş gibi bırakıy orlar. Vatanımızı onlara bırakmamamızm cezasını, köy lerimizi, ekinlerimizi y akarak, tutsak alabildiklerini toplama kamplarına atarak göstermeye çalışıyorlar. Şimdi bir de açlık belası çıktı.

Direnişi kırmak için halkımızı aç bırakıy orlar. Atina'da binlerce kişi açlıktan ölmüş. Atina'nın direnmesi v e kazanması için y iyeceğe v e silaha ihtiy acı v ar. Bu y üzden bu geceki sevkıy at Atina için çok önemli. Az sonra köylerden toplanan erzak v e silah yüklü katırlar iskelede olur. Buradan sandallara y üklenene kadar erzakları v e silahları Alman birliklerine kaptırmamalıy ız. Köylünün erzağını, partizanın silahını Alman çapulculara kaptırmamalıy ız. Siz bu sevkiy atın gözü kulağısınız tamam mı? Ne y apıp, ne edin, Alman birlikleri bu gece bu koya inemesin, bu iskeley e v aramasın tamam mı? Ben şimdi komşu köy e gidiyorum. Oradan y ola çıkarılan erzak v e silah y ardımım da buradan giden kay ıklar götürecekler. Y ani birimizin başına bir bela gelirse hepimizin hah fena olur!

sından katır sürüsünün başı belirdi. Küçük v e hızlı adımlarla y anlarındaki köy lülerle beraber gecenin sessizliğini bozmadan iskeleye yanaştılar.

Aliki, "size güv eniyorum" diy erek geldiği gibi çalılıklar içinde gözden kay boldu. Sotiri ablasının arkasından gururla baktı. Ne de olsa ablası partizandı. Bizim Aleko da, Sotiri de gözüpek, y aman çocuklardı. Almanların o güne kadar topraklarım işgal etmeleri yetmiy ormuş gibi, bir de pek çok köylüy ü kurşuna dizmelerinin intikamını almak için kendilerine de görev düşmesini bekliy orlardı zaten.

Bir ara tepeleri aşan şose'nin üzerinde y aklaşmakta olan f arlarını y akmış askeri araç konv oyunu f ark ettiler. Çocukların y ürekleri hey ecanla göğüs kaf eslerinde çarpmay a başladı. İşgal alandaki toprakların kendileri küçük ama y ürekleri büy ük bu y avruları, tepelikleri inip zey tinliklerin arasına dalan askeri konv oy una öfkey le baktılar.

"Sen merak et me" dedi Aleko kendi kendine, "Almanlar bu gece iskeleye adım ata mayacak, koya bile inemeyecek. Yalnız baba mın yadigarını o toprağa gömülü olduğu yerden çıkartacağım artık Baba m yaşasaydı çoktan demişti ki; 'Al bu silahı Aleko, al bu silahı da vatanımızı işgal edenlere geçit verme.' Aynen böyle der ve elime tutuşturuverirdi o browningini." -Ben şimdi bir koşu bostana gidiyorum, çabuk döneceğim. Merak etme, babamın anısın ı gözü m gün koruyacağım. Sözünü bitirir bitirmez koşarak gözden kay boldu. Aradan iki saat geçmişti. Ay, koy u çevreley en y üksek tepelerin ardına kay ıp gitmiş v e ortalık zif iri karardığa gömülmüştü, işte bu sırada koy u çev releyen zeytin ağaçlan aratavır /çocuklar ve direniş / temmuz '99 / sayı: 14

Bu sırada Aleko, Sotiri ve köyden birkaç arkadaş daha koy u çev releyen y üksek tepelerdeki yerlerini aldılar. Bu tepelerin üzerinde ay ın şavkı ortalığı gündüze çev irmiş, önlerinde uzay ıp giden geniş düzlükleri kaplayan zey tinlikler, portakal bahçeleri v e kıv rılarak gelen şose apaçık görünüy ordu. En küçük bir hareketi gözlüy or, tehlike arımda birbirlerini haberdar etmek için tetikte bekliyorlardı. Ortalık sakindi. Birkaç çekirgenin bıkmaz usanmaz çığırtkanlığı, bir de gö zlerini kulaklarını dört açmış kasaba y olunu gözley en Aleko, Sotiri ve arkadaşları dışında her şey uykudaydı.

"Gelin bakalım çakal sürüleri. Sizi biz çağır madık, gelip girdiniz topraklarımıza. Hırsız gibi... Bulmuşsunuz kendinize kulluk edecek bir hükümeti, koyun gibi sağabileceğinizi sanıyorsunuz milleti. Biz de hızsız kovar gibi kovacağız vatanımızdan sizi" dedi Aleko. Sonra ne zamandır kaf asında kurduğu planım anlatmay a başlamıştı: -Kardeşler, ben diyorum ki; Al man birliklerinin buraya kadar yaklaşma maları için bir şaşırtma oyunu yapalım. Bende bir brovming tabanca var. Vereceğin işaretle beraber siz de bir ağızdan var gücünüzle "etrafınız sarıldı, tesli m olun" diye bağırın. Aynı anda ben de etrafları silahlı partizanlarca kuşatılmış gibi peşpeşe kurşun sıkacağım. Birkaçını da vurursak ne ala. Bakın görün hepsi de çil yavrusu gibi dağılacaklar. Bu arada biz de zaman kazanmış olacağız. Sevkiyat da bu arada bitmiş olacak. Aleko'nun planını hepsi beğenmiş, hemen uy gulamay a koyulmuşlardı.


Aleko hızla tepenin y amacındaki şosey e doğru koşmaya başladı. Sotiri'yle diğerleri de şosenin zeytinlikler içinde ilerlediği kısımlarını göre bildikleri y üksek bir y amaca gizlendiler. Beş dakika sonra y amaçtaki zey tinliklerin arasından bir demet ışığın y ükseldiğini gördüler. Bu Aleko'nun v ereceğini söylediği işaretti. Küçük el aynasını ay ın şavkına tutarak ışık y ansıtıy ordu. Hemen anlından Sotiri v e arkadaşları hep bir ağızdan v ar güçleriy le bağırmay a başladı! -Etraf ınız sarıldı. Teslim olun! Ve Aleko'nun sıktığı kurşunların y ankılanan sesleri peşpeşe sıralandı. Alman birlikleri hiç beklemedikleri bir p u s u n u n ortasına düştüklerini sanmışlardı. Panik içinde şoseden zeytinliklerin içine kaçıştılar. Aleko bir süre daha kurşun sıkmaya dev am etti. Alman askerleri yabancısı oldukları bu topraklarda öy le korktu ki, saklandıkları ağaç arkalarından burunlarını çıkartamamışlardı. Düdüklerini öttürüp, oradan oray a bağırıp çağırıy orlardı. Panikleri geçipte ortalıkta bir çatışmanın, bir kuşatmanın olmadığını görünce ölen bir kaç askeri dahi almadan arabalarına binip gittiler. Koy daki iskeleden tekneye erzak ve silah y ükley en köylüler bu olup bitenleri duymuşlar ama çalışmalarına ara v ermeden y ürek rahatlığıy la dev am etmişlerdi. Y ürekleri rahattı; çünkü Aleko, Sotiri ve arkadaşlarının canlarım v ereceklerini ama Alman askerlerinin koy a inmelerine y ol vermeyeceklerini biliy orlardı. Ve köy lüler y ükleme işini bitirip o gece sabaha karşı köylerine döndüler. Aleko v e Sotiri de arkadaşlarıy la beraber köy lerine dönmüşlerdi ama onları kötü bir haber bekliyordu. Önceki gece erzak v e silah y ükledikleri kay ıkların komşu köydeki y üklerim alırken baskın y ediğini, Aliki'nin Alman birliklerine tutsak düştüğünü, silahlara v e erzaklara düşmanın el koy duğunu v e Alman birliklerinin köyün girişlerini, çıkışlarını tuttuğunu öğrendiler.

kaçamadı Alekocuk. Hemen bileklerine ağır mı ağır kelepçeler takıldı. Vahşice iteley ip, tartaklayarak, geceleri y ıldızları göremey eceği, yolların, evlerin, ahırların v arlığını hissedemeyeceği bir yere, dört y anı taş duvarlarla, tabam çıplak beton, tav anı kargılarla örülü, örümcek ağlan kaplı bir hücreye kapattılar Aleko'yu. İlk kez böy le bir hücrey e kapatıldığından önce ürktü Alekocuk. Sonra Sotiri'y i, Aliki'y i düşündü. Sonra da y ıldızları... Annesini düşündü, tutuklandığımı biliy or mu acaba, biliyorsa şimdi ne haldedirler acaba? Dağdaki partizanları, Atina'daki aç çocukları düşündü. Bu kötü günlerin de biteceğini, v atanlarının düşman işgalinden kurtulacağını, Ege kıy ılarının özgürleşeceğini düşündü. O günlerin gelmesi için, buradan çıkar çıkmaz Sotiri v e diğer arkadaşlarıy la beraber Aliki'y i görüp, dağdaki partizanlara katılmay ı, silah kuşanmay ı istediğini söy leyecekti. O gece Aleko'nun y üreği özgürlüğe, gözleri uykuy a hasret sabahı etmişti. Ertesi gün Aleko'y u hücreden çıkardılar. Ay nı binada, pek çok kapının açıldığı bir koridordan geçirerek içi Alman subay larla dolu bir oday a soktular O'nu. Birsandalyey e oturttular. Ve ardı arkası bitmey en sorular başladı. -Köy ünüzden kimler silah topluy ordu? -Silahlan, y iy ecekleri Atina'y a hangi y olla götürüyordunuz? -Silah sev kıy atı y apan sandalcılar kimlerdi? -Köy ünüzde Aliki'den başka (1) EPON'cular kimler? (2) -Köy ünüzde ELAS'tan kimler var? -Köy ünüzde yakım, akrabası ELAS'dan olanlar kimler? -Köy ünüzde ELAS'ı destekleyenler kimler? -Dün gece sevkiyata kimler katıldı?

Aleko soruların bir tekini bile cev aplamadı, kimsey i ele vermedi. Al-

O gece Alman askerleri Aleko'yu bir duv ar dibinde kıstırdı. Bir y erciğe

tavır / çocuklar ve direniş / temmuz '99 / s ayı: 14

"Aynı gece, tutukladılar Aleko'yu. Kimseyi ele vermedi Aleko. Üç gün üç gece asılı kaldı. Kimseyi ele vermedi. Bir militan gibi öldü Aleko, Gerçek bir yoldaş gibi öldü. Son anında haykırdı: 'Binlerce yıldız var içimizde bizim. Öldüremezsiniz ki onları.' Ve Aleko, yıldızları savaş bayrağına verdi"

Yannis Ritsos

man subayları bir çocuğun sordukları sorulan cev apsız bırakmasına çok öf kelenmişlerdi. Aleko'nun ellerini bileklerinden kalın bir urganla bağlay ıp tav andaki bir çengele astılar. Aleko üç gün, üç gece orada asılı kaldı. Alman subay larının tek bir sorusuna cev ap v ermemişti. Bu Y unanlı çocuk kilitlediği diliy le A l m a n subay larını çileden çıkarmıştı. Daha pek çok sorular sormuşlardı ama Aleko kimsey i ele v ermemişti. Ve üçüncü günün sonunda Aleko'y u kurşuna dizmek üzere bir duv ar dibine diktiler. Aleko son arımda haykırdı: "Binlerce yıldız var içimizde bizi m. Öldüre mezsiniz ki onları" Aleko v atanının Alman işgalinden kurtulması için y iğitçe direndi. Kendisi gibi pek çok çocuk kahramana örnek olarak son nef esini göklere verdi.

(1) EPON (Panheleni k Ulus al Gençlik Örgütü): 1943'de ELAS'a bağlı olarak kuruldu. Cepheye ve c ephe gerisine gençliğin dinamizmini kattı. (2) ELAS (Ulusal Hal k Kurtuluş Ordus u): Yunanistan'da Al man ve İngiliz emper yalist işgaline karşı ulusal direnişi örgütledi.


Gavurlar övüyor şimdi İstanbul'u Ama yarın demir ökçeleriyle Uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu Ve çekip gidecekler bırakıp öylece İstanbul bırakmasın hala uykuyu İstanbul Peygamberin yolundan ayrıldı Onu baştan çıkardı kurnaz Batı Dalarak utanç verici zevklerin koynuna O ihanet etti duaya ve kılıca Küçümsüyor artık savaş alanından akan teri Şarap saati oldu dua saatleri tavı r / şiir / temmuz '99 / sayı : 14


Merhaba Sivas, Merhaba Madımak, Merhaba Serkan ve Özlem Ne de çabuk geçti zaman değil mi? Tam 6 yıl oldu. Herşey hala gözlerimin önünde. Hani derler ya bir film şeridi gibi, işte öyle birşey benimki de. Resimlerinize her baktığımda "Hesap sormaya devam edin" sözlerinizi duyuyor, hissediyorum. Zulüm düzenini değiştirene kadar da hissedeceğim. Yüreğim hala yanıyor dostlarım, hala yanıyor... 2 Temmuz akşamıydı. Yemek yediğimiz bir anda gelmişti acılı haber. Çatal-kaşık öylece elimde kaldı, inanmak istemiyordum. Kendimi avutmaya çalışıyordum, ama beceremiyordum. Gerçeklerden kaçamıyordum. Boğazımı sı-

kan birileri vardı sanki. Nefes alamıyor, daralıyordum. Sadece hızlı hızlı çarpan kalbimin sesini duyuyordum. Televizyondaki spikerin sesini dahi duymuyordum. Yalnızca görüntüler vardı karşımda. Kalabalık... Madımak Oteli'ni saran alevler ve gökyüzüne yükselen, insanlığa utanç veren kara dumanlar... Yanan Madımak değildi, yüreğimdi. Kara dumanlar arasında nefes alamayan siz değil, bendim sanki. Bu Temmuz sıcağında vücudumdan soğuk soğuk terler akıyordu. İlk defa çaresiz kalmış, elim kolum bağlanmıştı. Sadece oturmuş alevleri izliyordum. Bir su bile dökemiyordum üzerinize. Gözlerimi televizyona dikmiş ve sadece adlarınızı duymaya, görtavır / 2 temmuz / temmuz '99 / sayı: 14

meye çalışıyordum. Gerçek olmasın, sadece kötü bir düş olsun istedim. Olmadı... Kulaklarımda yankılandı o güzel adlarınız... (...) Bekliyoruz sizleri... Böyle bir kalabalığı ilk defa görüyorum Dikmen'de. Tıka basa dolu derneğimiz. Seslerimizin, soluklarımızın birleşmesi için bir tek siz eksi ksiniz aramızda. Gözyaşlarıma engel olamıyorum. Yumruklarım sıkılı, yüreğim patlamaya hazır bir bomba gibi, fırlatılmayı bekliyor. Ve ben de haykırıyorum, "Sivas'ın Hesabını Soracağız!" diye. Hadi Özlem, kızıl saçlarını Temmuz sıcağına doğru saçarak, halay başına geç. O güzel gülüşünle birlikte patlat zılgıtını. Ne


duruyorsun Serkan. Giyin ak libaslarını, bağla alnına kızıl bandını, beline de yeşil kuşağını. Hadi çekinme, dara dur her zamanki gibi. Pir Sultan Semahı'nı dönelim Temmuz sıcağında. Bakın bunca kalabalık sizleri bekliyor. En önemli gösterinize çıkıyorusunuz. Hadi, Dikmen Caddesi koca bir sahne, hadi dostlar sergileyin son gösterinizi... Sürüyor kabına sığmaz bekleyişimiz. Geleceğiniz yöne doğru çevriliyor başlarımız. Uzaklardan gelen acı acı korna sesleri yüreğimde yankılanıyor. Bir hareketlilik var. Diken diken oluyor vücudum. Evet, sahnedeki yerinizi almaya geliyorsunuz. Güle oynaya gittiğiniz derneğin önüne, cenaze arabalarının arkasında, tabutlar içinde geri dönüyorsunuz. Sizleri sloganlarla ve karanfillerle karşı lıyoruz. Sloganlar hıçkırıklara karışıp patlıyor Hızır Paşa'ların

beyninde. Hepiniz karşımdasınız. Bir değil, beş değil, 35 cansınız... Dayanmıyor yürekler bu görüntüye... Canların canısınız... İnsan kalabalığını yararak yürümeye çalışıyorum. Gözlerimi üzerinizden ayırmadan geliyorum sizlere doğru. Sanki siz de bana doğru koşa ko şa geliyorsunuz. Sarılacakmışız gibi kollarımı açıyorum... Kollarım iki yanımda kalıyor. Yavaş yavaş indirip tabutunuza dokunuyorum. Yüreğim öylesine hızlı çarpıyor ki, bayılacak gibi oluyorum. Ama hayır, bayılmayacağım, sizleri utandırmayacağım Hızır Paşa'ların karşı sında. Siz halay başını çekiyorsunuz en önde, bizler de ardınızdan halayın zincirleri. Aklıma, "Dirilerin önünde gitmeyenler, ölülerin arkasında giderler." sözü geliyor. Ne diyebilirim dostlarım, sadece susuyorum... Kalabalık arkamıztavır / 2 temmuz / temmuz '99 / sayı: 14

dan bir sel gibi çağlıyor. Ama bu sel Madımak'ı söndürmüyor, yanan yüreklerimizi söndürmeye yetmiyor. Öfkeyle yoğrulmuş kalabalık Karşıyaka Mezarlığı'na, yani yeni oyununuzu sergileyeceğiniz son yere kadar sürüyor. Hiç biter mi öfke? Bir kez yanmış yürekler, bir kez tutuşmuş isyanın başlangıcı. Sloganlarımızla, sizinle birlikte yürüyoruz... Yan yana mezarlarınızı görüyorum. Bu nasıl acıdır böyle, bu nasıl yazgıdır böyle. Dayanmıyor yürek, yetmiyor göz pınarları. Hepiniz bir mezar başındasınız. El sallayarak uğurluyoruz sizleri. Nasıl geldiğini anlamadan, kendimi mezarın başında buluyorum. Yoksa siz mi çağırdınız beni? Evet evet siz çağırdınız. Bana, "Hadi ne duruyorsun, sen de avuçla toprağı at üzerimize, Temmuz da olsa üşütmesin bizi..." diye sesleniyorsu-


nuz. Gözlerim yaşlı, avuçluyorum bereketli, doğurgan toprağı, avuçluyorum vatanı ve bırakıyorum üzerinize. Gözyaşlarını yanaklarımdan süzülerek damlıyor üstünüzü örten kara toprağa ve yok olup sızıyor ta yüreklerinize doğru. Belki söndürür yanan bedenlerinizi. Öylece kala kalıyorum başucunuzda. Artık ağlamıyorum. Gözlerimle sizi izliyorum. Gün yavaş yavaş çekiliyor, karanlık basıyor mezarlığı. Dalıp dalıp gidiyorum ben de karanlıkların içindeki aydınlığa doğru. Artık gitmem gerekiyor dostlarım. Sizleri karanlığa bırakmak istemiyorum. Ama gitmeliyim artık. Sizleri Mahir'e, Ulaş'a, Denizlere bırakarak gidiyorum... Derneğe gitmek başta zor gelse de, kaldığımız yerden devam etmeli yürüyüş. Yaşananları unutmak kolay değil, unutulmayacak da. Derneğin kapısını açıp içeri girdiğimde, duvardaki resimlerinizle karşılaşıyorum. Hepiniz de gülüyorsunuz bana, hoşgeldin dercesine. Gözüm kütüphaneye, o küçük odaya takılıyor. Özlem, sen canlanıyorsun gözlerimde. Yine bir kitabı karıştırıyorsun, birini bırakıp öbürüne sarılıyorsun. Yanındakilere gülerek birşeyler anlatıyorsun yine. Saz sesini duyunca irkiliyor, sesin geldiği alt kata doğru ilerliyorum. Yoksa diyorum, yoksa... Ağır ağır merdivenlerden iniyorum. Yüreğim öylesine hızlı atıyor ki, heyecandan ne yapacağımı bilemiyorum. Sahneye doğru ilerleyince bir kaç arkadaşın saz çalıp türkü söylediğini görüyorum. Aklıma okul çıkışı hemen derneğe koşup, sazı eline alışın geliyor. Ne kadar da severdin saz çalıp türkü söylemeyi. Dokundun mu sazın tellerine, gözlerini kapayıp dalardın uzaklara. O sazla arana kimse giremezdi. Ana oğul

gibiydiniz, bir elmanın iki yarısı gibi... Öylesine dalmışım ki, arkadaşların Pir Sultan Semahı'nı çalmalarıyla irkiliyorum. Başımı sahneye çeviriyorum, sanki karşımda dara durmuş beni çağırıyorsunuz. Öyle kaptırmışız ki kendimizi, bir turnanın gökyüzünden süzülüp, bulutları kucaklayışı gibi hareket ediyoruz. Yüreğime bir karabulut çöküyor. Terler gibi oluyorum. Bir an kendimden utanıyorum. Utanıyorum çünkü, semah çalışmalarını yarıda bırakıp ayrılışım aklıma geliyor. Çalışmalara devam etseydim, ben de sizlerle birlikte düşecektim Sivas yollarına. Ben de Madımak'ta olacaktım. Ben de soluyacaktım sizlerle beraber, yükselen kara dumanları... Yüreğime oturmuş, kalkmaz ayrılığın acısı. Tuz basıp yüreğimize, devam ediyoruz mücadeleye. Yarım kalan semahlarımızı dönmek için, yarım kalan Pir. Sultan Abdal Tiyatrosu'nu oynamak için sıvıyoruz kollarımızı. Canla başla, dişle tırnakla, yüreğimizle başlıyorum çalışmalara. Aramızda abin de var sevgili Serkan. Biliyor musun hangi rolü aldı?.. Evet tahmin ettiğin gibi, senin oynadığın Ali Baba rolünü... Her replikte sen varsın, siz varsınız. Bizimle birlikte çalışmalara katılıyorsunuz. Gülüp eğleniyor, hüzünleniyoruz hep beraber. Duygularımıza engel olamadığımız günler de oluyor. Duygular öylesine yoğunlaşıyor ki, yüreklerimize ince ince sızılar düşüyor. Ama bu sefer ağlamıyorum. Gözyaşlarımızı yüreklerimize akıtmasını öğrendik artık. Tiyatroyu çıkarmak boynumuzun borcu oldu. Ne pahasına olursa olsun bu oyun oynanacak. Herke s misyonunun farkında. Yeni Hızır Paşa'lar çıkıyor karşı mıza, engel olmaya çalışıyor. Bu sefer Hızır Paşa Dernek yönetici-

tavı r / 2 temmuz / temmuz '99 /sayı: 14

si oluyor. Ama hayır, zalimin zulmüne bırakmayacağız bu oyunu. Engel olamayacaklar. Gecemizi gündüzümüze katıyoruz. Dernekte yatıp kalktığımız günler oluyor. En büyük destekçilerimiz ailelerimiz. Bize börek, çörek yapıp getiriyorlar. Duygulanıyoruz. Paylaşıyoruz bir dilim ekmeğimizi, paylaşıyoruz acımızı, sevincimizi. Bu sefer içimizden hençerleniyoruz. Hızır Paşa oyununu oynayan zalim, Hızırlığını gösterip, oyunun çıkmasına 20 gün kala satıp gidiyor bizleri. Yılmayacağız. Bu oyun çıkacak. Hızır Paşa'ların kafasına basa basa oynayacağız bu oyunu... (...) Yıl 1995, günlerden 2 Temmuz. Derneğin önü yine alabildiğine kalabalık. Temmuz'un sıcaklığına aldırmaksızın akın akın geliyor insanlar. Rengarenk pankartlarla dolduruyoruz derneğin önünü. Yürüyüşümüz başlıyor. "Senin de Dağların Var Sivas, Dağlarında Şahanların" pankartı arkasında yürüyorum. Adımlarımı öyle hızlı vuruyorum ki, dost düşman herke s duysun, görsün diye. Pankartın arkasında Ak libaslılar uygun adımlarla rap rap rap diye yürüyorlar. Bu yürüyüşte bu sefer yanımızdasınız. Siz de vuruyorsunuz adımlarınızı, hem de daha inançlı ve daha kararlı. Göz göze, omuz omuza sizlerle beraber yürümenin mutluluğunu yaşıyorum. Bizimle birlikte umuda doğru, umudun adını haykırarak yürüyorsunuz... 2 Temmuz... Sıcak... Madımak... 35 can... Serkan, Özlem... Hızır Paşa'ları aşıp oynuyoruz Pir Sultan Abdal oyununu. Gözlerinizin üzerimizde olduğunu biliyoruz. Bir çocuk gibi heyecanlıyız. Son prova... Ve perde... Alkı şlar, duygular, gözyaşları ve sloganlar... "Sivas'ın Hesabını Soracağız!"... Soruyoruz da... •


Y

aşamına son vermişsin... Hani derler y a daha ömrünün baharınday mışsın, yirmiikinde. Gazeteden senin haberini okuy unca bir daha demedim Nuriban. Biri daha intihar etmiş diy emedim. Resmine bakam. Çocukların kadar net çıkmamışsın. Keşke dedim içimden, resmin net olsaydı da gözlerini görebilsey dim. 22 y ıllık y aşamından süzülüp gözbebeğine oturan v e seni y aşamına son v ermeye kadar götüren duy guları görebilseydim. Geride üç çocuk bırakıp gitmişsin. Zerşin, Canan v e Hasret. Çocuklara bakamadığın için Hasret'i Diyarbakır'a göndermişsin. Dedim ki kendi kendime gözbebeklerini görmey e ne hacet. Göz bebeklerine oturan acıy ı anladım. Hapsolduğun bir y oksulluk, bir de o ev y ıkmış seni Hasref ini gurbete v ermiş, o gencecik, o sevgiy le, şevkatle dolu olması gereken yüreğine taş basmışsın. Onca acıy a rağmen y ine de melek gibiymiş yüzün. Komşuların senin için öy le diy orlar. Bir de ev den hiç çıkmadığını söy lüy orlar.

Bir tek aşev ine gider, hemen geri dönermişsin. Yollar, insanlar, konuşmak... Hepsini haram etmişsin kendine. Bu kadar mı yaşamdan bıkan. Bu kadar mı karanlıklara, karamsarlığa gömüldün? Gömüldün de tutunacak bir dal aramadın. Belki de aradın kim bilir. Aradın da bulamadın. O gencecik bedenine sinmiş yorgunluğu, ölümün kışkırtıcı y alnızlığın ı y aşadın da pay laşmadın kimsey le. Y oksulluğuna, canından can parçan Hasret'ine duyduğun hasretliği, gurbetin y anlızlığın ı ka tık etmişsin. Gözy aşını nehre dönüştürmüşsün Ama kimseler ağladığını ne görmüş, ne duymuş...Topraklarını, aileni özlemenin, gurbet elde sev diklerinden ay rı olmanın acısı y akıp kav urmuş ama ateşin bir tek seni yakmış. Sen gurbete niy e düştün Nuriban? Seni ne ay ırdı ata diy arı topraklarından da gurbet ellere geldin? Y oksulluğun çıplak acısıy la bir kuş misali sav rulup geldik gurbet ellere diy orsun. Gözlerinde ay nı hüzün, gözlerinde ürkeklik. Bileydim gelir miy dim diy orsun. Biley dim tavır / intihar / temmuz '99 / sayı: 14

başımıza bunlar gelecek ay rılır mıydım? Bilsek de f ayda etmiy or Nuriban. O güzelim v atanımızın her taraf ı karanlıklarla çev riliyken, kuşatılmışken insanlar, açlık v e yoksullukla insanlar inim inim inletilirken bilsek de f ayda etmiy or...Bir umut, bir kör delhizden sızan ışık parçası al ıp uçuruy or bizi gurbet ele. Onca çileye bir de ev kirası, paralı su, paralı elektrik, paralı y ol, paralı çöp, anlay acağın paralı bir y aşam ekleniyor. Çek ha çek deyip y ük üstüne y ük biniyor sıramıza. Hele hele bir de o aşev inin yolunu tutmak y ok mu ? Kapıdan dışarı adımın ı atıp da o aşev ine v arana, bir tas y emeği alıp da çocuklarının önüne koy ana kadar... Ayaklandı mı y oksulluğun o soylu gururu, o parçalanmaz y oksulluk onuru...Y ollar, insanlar, bir de bir çift söz haram olur işte. Bir tek aşevine gidermişsin Nuriban. O gün de gitmiş, iki kap y emek almışsın. Zersin, Canan ev deler. Senin v ereceğin iki kap yemeği bekliyorlar. Y üreğinden esen f ırtınalardan haber-


siz, onları doy uracağın zamanı bekliy orlar. Anasın sen. Belediy enin iki kap y emeğinin y anına bir de menemen y apıy orsun. Y ok v erecek başka bir şey, çaresiz koyuy orsun önlerine. Sof ra y erde, çocuklar odada, sen çarşaf larla uğraşıy orsun. Y üreğin ezik. İnsanlara ve yaşama küskünsün. Ve adeta bin y ılların yorgunluğuy la "umut'a koşuy orsun. Ölümden umut olur mu Nuriban? Ölümden umut olur mu? O gencecik y aşamına nasıl da sığdırdın bin y ılların acısını? O bin y ılların ezikliği nasıl da gelip çöreklendi yüreğine? Öfkelenseydin y a! Öf keden deliy e dönüp "y eter, -yeter" desey din y a! İsy an etseydin y a! Ölümü kendine umut görmek yerine seni bu hallere düşürenlere reva görsey din y a!.. Kırsay dın y a kafesini, parçalasay dın. Gözlerine y ılgınlık y erine umut yüklü parıltıları dav et etsey din. Hasret ala, Zerşin dört, Canan'da iki y aşınday mış. Altı... Dört v e iki... üç küçüğün, üç yav rucağın öksüz y aşlan. Hani sende hep hayal ederdin, çocuklar

büy üyeceklerdi Sen büy ütecektin onları. Daha sen neredeyse çocukken doğmuştu Hasret. Ardından Zerşin ve Canan. Biraz da onlarla birlikte büyümüştün. Ve sen daha o y aşta üç y avrunun sorumluluğunu hissetmiştin omuzlarında. Zor da olsa onlar tatlı bir y üktü omuzlarında. Onlara iy i bir gelecek sağlay amasan da, istediklerini y apamasan da sen y anlarınday dın. Ağladıklarında, bir y erlerini incittiklerinde seni y anlarında buluy or, o şevkatli kollarında acılarını dindiriy orlardı. "Anne" diy e seslenecekler, güvenle büy üy eceklerdi. Y a şimdi? Sen y oksun arak yanlarında. Seni çarşaf a dolanmış halinle hatırlay acaklar. Belki yaşlan çok küçük ama unutmay acaklar o görüntüy ü. Bununla büy üy ecek, bununla öfkelenecek, kin dolacaklar. Seni ölüme götüren koşullarda büyüy ecek v e o koşullarda herşeye rağmen ayakta kalmay a çalışacaklar. Onları analarından ay ıranlardan, seni intihara sürükleyenlerden nef ret etmey i öğrenecekler. Y antavır / intihar / temmuz '99 / sayı: 14

lızca nef ret mi? Gurbete göçüp evlerinden, y urtlarından ay rılmanın v e oralarda bir canı, hem de en sev diklerini v ermenin acısıy la sadece nefreti öğrenmey ecekler. O nef reti güce dönüştürecek v e intikam alacaklar. Sen ebedi yatağındasın şimdi Nuriban. Silv an'da, ata topraklarında, baba ocağındasın. Hani o özlemiy le y anıp tutuştuğun topraklarda. Ama keşke toprağın alanda değil üstünde, o toprağı işley erek, o toprağı emeğinle bereketlendirerek bulunsay dın. Dertlerini, acılarını anl ıy orum Nuriban. Anlıy orum da, canına kıy manı kabullenemiy orum. Bizi dertlerle doldurup, y aşama küstüren bu düzene inat yaşamak gerekirdi. Y aşamak gerekiy or. Hasret, Zerşin v e Cananlar için gerekiyor. Kendi topraklarımızda, hapsedildiğimiz dertlerden sıy rılarak, ama dert y aratanlan y okederek yaşamak. Keşke sen de bu y olu seçseydin Nuriban!.. •


G

ece boyunca yağan yağmur sabaha yakın dinmişti. Çatısı bir kaç tahta ve naylon torbalarla örülü derme çatma kondu yarı beline kadar su içindeydi. Yeni örülmüş tuğlalar çamurların içinde ışıl ışıl seçiliyordu. Güneş tepelerden doğarken adeta geceyi unuttur-

mak istiyordu. Tüm mahalleli evlerinden çıkmış çalışmaya başlamıştı bile. Taa öğleye kadar sürdü. Tahta divanları, yemek tüplerini ve birkaç tencereyi, tüm ötelerini berilerini toplayıp elbirliğiyle tepeye kadar yığmışlardı. Kadınların, çocukların bağırışlatavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

rı, söylenmeleri çamurlu tarlanın aşağı yamacından duyuluyordu. Her taraftan bir söylenme sarmıştı ortalığı. -Hüsnü Hüsnüü!.. küreklerin hepsi bu mu yahu?... -Hepsi bu Hatçe bacı hepsi bu! Hüsnü belini doğrultarak biraz


ötede sandıkların üstünde soluklanan Mehmet'le, Hasan'a seslendi. Looo Memed!.. Hasan buraya gelin. Şu suları da boşaltalım hadi davranın arkadaşlar gözünüzü seveyim. Sonra bir güzel karnımızı doyururuz. Hüsnü başını yana eğerek iki avucunu açıp havaya baktı. "Hey Allahım. De mek yağmur nöbe ti de tutmak lazımmış" diyerek Hatçe

ananın omzuna dokundu. Sonra da o derinden gelen sesiyle bir gülüş kopardı. Orada çalışan, nöbet bekleyen herkes az önceki yorgunluğunu unutup bir ağızdan güldüler. Ve yeniden çamura sapladıkları küreklere yapışıp son kalan sulan da boşaltmaya başladılar. Güneş tepelerine kadar geldiği zaman son işlerini de bitirmişlerdi. Hüsnü azıcık da olsa dinlenmeden bidonun dibindeki suyla üşümüş ayaklarını iyice yıkadı. Her gece nöbet tuttuğu sopasını yanına almayı unutmadı. Mehmet'i yanına alarak pazar yoluna doğru ilerledi. Geriden hala Hatçe ve Gülizar kadının hınç dolu sesleri duyuluyordu. Hatçe alıp, Gülizar veriştiriyordu. Yağan yağmura, çamura, rezilliğe, yanmadan tüpe neye denk geliyorsa... Hatice Ana, o zamanki gülen yüzünü ekşitmiş bir eliyle terini siliyordu; Sen mi yanasın ben mi gız Gülizar. Nedir bu çektiğimiz. Böyle rezilliğe ben ne diyeyim? Çocuk hastalanacak ona mı yanayım? Şu soyka çatının çöktüğüne mi yanayım? Daha dün yıktılar yeni yaptık daha yorgunluğumun çıkmadığına mı yanayım. Tüü!.. senin gibi rezilliğin. Bak görüyon mu çiçeklerimi bu gariplerim de öldü. Gülizar ötede biraz daha sakinleşmiş Hatçe anaya doğru yürüdü. O sırada ayaklarını çamura vura vura bas bas bağıran küçük oğlu yanına geldi. Ufaklık annesinin eteğini çekiştirerek boynunu havaya dikmiş

bağırıp duruyordu; - Anne gız anneee!.. pazara gide lim hadi ya ne olur.. Gülizar tam sakinleşmişken yeniden bir bıkkınlık ve bunaltıyla oğluna çıkıştı; - Sus be çocuk git azıcık oyna. Bak Hüsnü Dayı'nlar gitti. Şimdi kucaklan dolu gelir. Yok, yok işte paramız yok. Aha çocuğum valla yok. Yahu laftan anlamaz mısın? Hey allahım gel de sustur şimdi. Ağzı bir açıldı sustur su sturabilirsen. Heyyoo! Durmuuş! Kara Dur muş şunu alıp azıcık oyala başım dan hadi abisi! Hüsnü'yle, Mehmet tepeyi epey geçtiler. Artık kadınların sesleri de duyulmaz oldu. Hüsnü cebinden çıkardığı paralan sayıyor, saydıklannı Mehmet'in eline veriyordu. - Bugün akşama doğru işe gide rim artık. Ne yapalım şu evlerimizi bir düzene sokalım yeter ki. 25 çok çok 30, tepsi sandviç satsam bayağı bir masrafı çıkartırız ha ne dersin emmioğlu? Sözünü gülümsemeyle bitirdi Hüsnü - Ah Hüsnü ah 30 tepsi mi dedin? - He otuz tepsi. Geceye kadar çıkartırım ben bu parayı. Bayırdan hızla aşağıya indiklerinde solda, Ali, bakkalın önünde göründü. Temizlik yapıyordu yine. Hüsnü adımlarını yavaşlattı selam etti; - Kolay gelsin Ali. Nasılsın, çoluk çocuk nasıl? - Hüsnü sağolasın. Gel hele gözüm yolda kaldı. Erkenden geçmedin diye bakındım hep. Yağmurun derdi he mi? -Yağmur ya Ali. Bir çayını içerdim iki laflardık ama kusura bakma ne olur. Bizim mahalleli aç bekliyor. Bir yıkım, bir yağmur. Ne yapalım bir kez atmışız istanbul'a kendimizi çoluk çocuk. Ev bark kurmuşuz şuralara. Çiğneseler de gene de çıkmam buradan. Direneceğiz. Dayanmamak ayıpmış değil mi ya? tavır / öykü / temmuz '99 / sayı: 14

-Doğru Hüsnü doğru. Bilirim sen bildiğinden geri dönmezsin. Hadi yolunuz açık olsun oyalamayayım sizi. Haa... dönerken uğra da yeni peynir geldi. Bir teneke al götür mahalleye. -Uğrarız Ali sağolasın- Hadi bize Allahısmarladık. Yollarına devam ettiler. Sağlarına sollarına, gelenlere geçenlere selam vererek yolun bitimine geldiler. Hüsnü ilerdeki konfeksiyona baktığında mahallenin küçük delikanlısı diye takıldığı Cemil'i gördü. Cemil koca bir kumaş balyasını sırtına almış sağındaki solundaki taburelere çarparak konfeksiyona girmeye çalışıyordu. Az ötedeki fırından gelen taze ekmek koku su açlığını artırmadı, tersine o an Hüsnü'nün içini daha bir yaktı. Cemil'e doğru ko şsa da yetişemedi. Cemil yükünü kapıdan içeriye bırakmıştı bile. Hüsnü yanına gelip onunla konuşacağı sırada içerden iş sahibinin sesi geldi. Cemiiil!.. Nerde kaldın ne oyalanıyorsun be çocuk?... Patronun sesi öyle bir çıkmıştı ki Cemil yerinden sıçradı. O her zamanki acemi bakışlarıyla gözlerini iyice ayırmış, sevinçle kocaman ağzıyla gülüverdi Hüsnü Dayı'sına. - Dayı, akşam üzeri maçımız var ha! Gelmezsen küserim. Anlaştık mı? demesiyle içeri koşması bir oldu. Tüm çocuklar ona Hüsnü Dayı derdi. Bir dediğini iki etmezdi hiç biri. Kız çocuğu, oğlan çocuğu hepsinin dilinden anlar, bıkmadan sohbet ederdi onlarla. Kimi zaman işini gücünü bırakırdı çocukları görünce. Bir bakarsın bahçe kapısında onlarla beş taş oyununa tutuşur; bir bakarsın yoldan geçerken maçlarına katılır. Kimi zaman da evlerine uğradığında hepsini başına toplar, okuma yazma öğretirdi. Onlara verecek hep bir şeyleri olurdu. Nasıl da anlayıverirdi gönüllerinden geçeni. Azıcık kaşları eğilse bilirdi bir sorunlarının olduğunu. Biraz konuşsalar güller açardı yüzlerinde.


işte içeriye koşarken Cemil'in yüzünde sevinç vardı, patronunu umursamazca bir sevinç. Mehmet, Hüsnü'ye baktı yüzünde mahsun bir ifadeyle; "Bu çocuk var ya ateş parçası" dedi. "He valla ateş parçası. "Rahmetli babası Koca Kerim gibi. Aynı onun gibi." derken bir iç geçirdi Hüsnü, Bayırdan aşağıya indiler nihayet pazar yeri göründü. Pazar yeri her zamanki gibiydi. Meyve sebze küfelerinin yüklenenler, tezgahlarını serenler, eskimiş yırtık üstleriyle meydanı dolduruyordu. Sebze kamyonları yol kenarlarına çekilmiş duruyordu. Mahallenin çelimsiz kedileri tezgah aralarına sinmiş paylarına düşeceklerin bekleyişi içindeydi. Hüsnü ve Mehmet en ucuzunu bulana kadar iyice pazarı dolaşıp paraları neye elverdiyse poşetlerini doldurdular. Mahalleye doğru ilerlerken, Hüsnü sohpetini bir anda kesti. Bir gürülü kopuyordu tepenin ardında. O anda her ikisi birden bakıştılar. "Yıkım..." dedi Hüsnü. Var gücüyle koşmaya başladı. Bir yandan yerlerden tahta parçalan, taş ne bulursa topluyor bir yandan Mehmet'e bağırıyordu; Çabuk Mehmet, ne bulursan al yanma. Kadınların çocukların bağırışları, dozerlerin gürültüsü daha da arttı. Mahalleye girdiklerinde Hüsnü polislerin Hatçe Ana'yı yerden yere vurduklarım gördü. Kan beynine sıçradı. Elindeki poşetler her yana dağıldı. Polislere elinde ne var ne yoksa atıyordu. Polisler, Hatçe Ana'yı bırakıp Hüsnü'ye yöneldiler. Hüsnü boğazı yırtılırcasına bağırdı; "Namussuzlar! Beni ezip geçmeden burada tek tuğla bile yıkamazsınız, tek tuğla bile! Duydunuz mu! " Damlardan dozerlerin üzerine tuğla atanlar, evlerinin önünde kalas parçalarını yakanlar, eşyalarını polislerin üzerine atanlar hepsi birer birer durup Hüsnü'ye baktılar. Dozer üzerine üzerine geliyordu. Hüsnü'nün elindekiler bitince çamur

parçalarını alıp atıyordu. Kolları hızlı hızlı çalışıyordu. Dozer iyice yaklaştı. Hüsnü yan tarafa koşara k bir kazma kaptı ve bağırdı; Evimi kendi ellerimle yaptım siz yıkamazsınız tek tuğla bile. Ancak kendim yıkarım siz değil! Kazmasını kondusunun duvarlarına vurdu vurdu... Herkes O'na şa şkın şa şkın baktı. Son kalan evin Hüsnü'nün evinin de yıkıldığını görünce dozerler çekip gittiler. Geriye sadece bir yığın kırık dökük e şya, kana bulanmış yüzler kaldı... Bu yüzler bu öfke dolu insanlar inatla yeniden yeniden diktiler kondularını. Nasıl ayrıları gayrıları olmamışsa, senin oğlun benim kızım dememişlerse her şeylerini nasıl paylaşmışlarsa, acıyı da öyle paylaştılar. Nasıl açlığa yoksulluğa, mafyaya karşı dayandılarsa, dozerlerin karşısında da öyle dayandılar. Ne açlık grevlerinden usandılar, ne gecenin ayazında tuttukları nöbetlerden, ne de eteklerinde taşıdıkları kumlardan... Yine ılık bir Temmuz gecesinde zulüm konduların arasına sokuldu. Polisler tüm evleri sardılar. Bahçelerden köpek ulumaları yükseldi. İnsanları evlerinden sürükleyerek çıkardılar. Yaşlı genç, çocuk kimi gördülerse öldüresiye vurdular vurdular. Evlerden çıkardıklarını tepede toplayıp, yere yatmayanların başına kurşun yağdırdılar. Kimileri, evlerden çıkabilenler diğer evlere haber verdiler. Mehmet 'te bunlardan biriydi. Mehmet, gecenin karanlığında arka bahçeden hızla atlayarak yan taraftaki eve koşmaya başladı. Birden oğlunu polislerin elinde çırpınırken gördü. Başına dayadıkları silahı görünce deliye döndü. Var gücüyle çocuğun üzerine atladı. Polislere tekmeyle kollarıyla saldırıyordu. Çocuk ellerinden kopup yere düştü. Bir an oğlunun korkudan donmuş gözleriyle karşılaştı. O anda kafasından aldığı bir darbeyle kendini yerde buldu. Sonra bir kurşun sesi... Ürperdi. Dönüp tavır / ö y k ü / temmuz '99 / sayı: 14

oğluna baktı yaşıyordu. "Ya bu içinden kopan şey neydi. Yüreğinden kan gibi sızan bu acı neydi?" Hüsnü'nün bahçesinden serçeler yükseldi ve uzaktan bir ses yırttı geceyi. Hüsnü'yü vurdular vurdular. O'nu vurdulaaaar!... Mehmet tepede oturduğu tabureden kondulara bakıyordu. Oğlunun yanına gelişinden haberi olmadı. "Baba, baba icra geldi eve, annem çağırıyor" diyerek omuzundan sarstı. Mehmet irkildi. "Hüsnü, Hüsnü" diye sayıklayarak oğluna döndü. Gözlerine yığılmış bir kaç damla yaşı kaçamak hareketlerle dirseğinin tersiyle sildi. Tepeye geleli bir kaç saat olmuştu. Babası işten atıldığını öğrenince evde birikmiş elektrik ve su faturalarını yere fırlatarak ev sahibinden borçlulardan tut kendisine kadar sayıp dökmüştü. O da kendini bu tepeye atmıştı. Ayağa kalkarak kondulara yeniden baktı uzun uzun. Simitçi Ahmet'in dükkanına, top koşturan, seyyar satıcıların başına biriken çocuklara, fabrikadan dönen genç kızlara, su taşıyan, çamaşır asan kadınlara, Hüsnü'nün bahçesindeki sarmaşıklara, tozlu, engebeli yollara baktı baktı... Amasyalı'sı, Tokatlı'sı, Dersimli'si, Antepli'si, hepsi gelip başlarını sokacakları kondu yapmışlardı. Yokluk yoksulluk geçim derdi onları burada birleştirmişti. Aradan kaç yıl geçmişti yedi mi sekiz mi hayır on yıl tam on yıl olmuştu geleli. Konduları o zamandan beri birbirine yaslanmış dimdik duruyordu. Oğlunu alarak eve doğru yürüdü. Nereye kadar dayanabilirim nereye kadar? dedi içinden. "Direnmemek ayıpmı ş değil mi" demişti Hüsnü. Bu sözlerini aklından çıkaramadı bir türlü. Dalgın dalgın ilerledi. Bayırdan aşağı indiler. Hüsnü'nün bahçesindeki sarmaşı klara su veriyordu ev sahibi. Kadın elindeki sürahiyle içeriye girdi. Sarmaşıklara bir serçe sürüsü gelip kondu. Gecekondular dimdik duruyordu... •


24 Ar alık 1909'da Bulgaristan'ın Bans ko kasabasında doğan Nikolay Vaptsarov, 1932 yılında Bulgaristan Komünist Partisi s aflarına katıldı. 1936 yılında Sofya' ya göç eden ş air bur ada ül kenin önde gelen sanatçılarının ve devrimci yaz arlarının arasında yerini aldı. İlk kitabı "Motor Tür küleri" 1940 yılında yayınlandı. Aynı yıl BKP-MK üyeliğine s eçildi. 4 Mart 1942 'de beş partili arkadaşı yla birlikte Alman iş birlikçisi hükümet tarafından tutukl andı ve ölüme mahkum edildi. 23 Temmuz 1942 akşamı Sofya'daki Yedek Subay Okulu'nun atış poligonunda kurşuna dizilerek idam edildi. Vasparov idam mangası önünde Hristo Botev'in "Özgürlük uğruna düşen öl mez" ş arkısını söyleyerek yaşama veda etti. Aşağıda Nikolay Vapts arov'un kurşuna dizilmeden bir kaç s aat önce karısına ver diği son şiirini yayınlıyoruz.

karıma Rüyalarında geleceğim bazen beklenmedik bir konuk gibi uzaktan sokakta bırakma beni kapıyı sürgüleme üstümden. Usulca gireceğim. Oturacağım ses çıkarmadan, gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta. Sana bakmaya doyunca bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.

kavga amansız ve katı. Kavga, dedikleri gibi destansı. Ben düştüm. Yerimi başkası alacak... o kadar. Burda, bir kişinin lafı mı olur? Kurşuna diziliş, dizildikten sonra- kurtlar. O kadar yalın ve akla yatkın. Ama birlikte olacağız fırtınada, halkım, çünkü sevdik seni. 23 Temmuz 1942 saat 14:00

Vapts arov'un kurşuna dizilmeden bir kaç saat önce karısına verdiği son şiirinin not defteri yaprağına yazılmış el yaz ması örneği. "Kavga amansız ve katı" diye başlayan il k dörtlüğün bul unduğu kağıttır. tavır / şiir / temmuz '99 / sayı: 14


Anası Güle ve basası Hamit'le birlikte bereketli Çukurova topraklarında çalışan esmer, kavruk ve yanık bir çocuk erken büyümekteydi, insanlara, atlara, öküzlere ve kuşlara dost, gökyüzüne dost, devedikenlerine dost bir çocuktu O. Ve toprağın, yaprağın otların kokusuyla; yelin sessiz ve yumuşak okşayışlarıyla serpiliyordu. Büyüdükçe "Umut" filminin ilk kareleri de hafızasına kaydedilmekte, kazma tutan elleri "Boynu Bükük Öldüler"in ilk satırlarını kaleme almaktaydı. İlk karede ırgatlara su taşıyan, çapa ekiminde artçılık yapan, pamuk toplayan bir çocuk vardı. Bağ bekçiliği yapan, simit ve gazoz da satan bu çocuk bir yandan çalışıyor, bir yandan da ilk ve orta öğrenimini tamamlamaya çalışıyordu. Adana'da etrafı afişlerle donatılmış arabaların mahalle aralarında dolaştığı, içindeki megafondan o akşamki filmin anonslarının yapıldığı günlerde sinemaya merak sardı. Arabaların peşinde koştuğu, sinemalara girebilmek için tüm imkanlarını zorladığı o yıllarda yedi lira yövmiyeyle bir film şirketinde pursantaj memuru olarak çalışmaya başladı. Bu meslek, geleceğin Yılmaz Güney'inin ilk dönemi olacaktı. Yılmaz Güney, işi gereği Adana'nın dışına çıkması gerektiğinden

Diyarbakır, Elazığ, Mardin ve Gaziantep'in köy ve kasabalarında dolaşmaya başlar. Lise sonrası, önce Ankara Huku k Fakütesi'ne kaydolan Yılmaz Güney, ekonomik sıkıntılarından dolayı, tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

hem çalışıp hem de okuyabileceği İstanbul'a geldi ve İktisat Fakültesi'ne girdi. Oysa bu eğitim çabaları hayatının olsa olsa gölgede kalacak ayrıntılarıydı. Bahtına yön verecek olan iki yıldır içinde olduğu sinema dün-


y asıy dı. İstanbul'da, Y önetmen Atıf Y ılmaz ile tanıştı. O artık pursantaj memuru Y ılmaz Pütün değil, Y ılmaz Güney olacaktır. O y ılların Y eşilçamı, bebek yüzlü kadın v e erkek y ıldızlarla doluy du. Fakir kızın, zengin erkeğe aşık oldu ğu, sonu başından belli olan senaryolar, türlü konular ekseninde çekilmekte; bunun y anında ucuz v e bay ağı f ilmler para getirmektey di. Anadolu insanı kendisini o karelerde bulamamakta; derdi-tasası, umudu-özlemi bey az perdey e y ansımamaktaydı. Kameralar Anadolu'ya, halka değil; Y eşilçam denilen kurtarılmış v e parsellenmiş bir kuytuluğa çev rilmekteydi. Y ılmaz Güney bu bebek y üzlü burjuv aların arasına girip ilk filmlerini çekmeye başladığında "Çirkin Kral" olarak tarımdı. Ay han Işık, onu "trafik la mbalarında araba ca mı silen Kürt çocuklarına" benzetip, "böylelerinden sanatçı mı olur" diy erek alay etti. Çirkin Kral, Orhan Günşıray , Göksel Arsoy gibi bebek y üzlü jönlerin, Eşref Kolçak, Ay han Işık gibi köşe başlarını tutmuş oyuncuların arasından sıy rılmak zorunday dı. Uzun süre dışlandı Y ılmaz Güney ; tek başına kaldı, küçümsendi, kimse anlamak istemedi O'nu. Ama O'nu anlamak istemey enler Y eşilçamın f osillerinden başkası değildi. Anadolu sey ircisi ise bu esmer kavruk adamda kendisinden bir şey ler bulmuştu. Jönlerin tahtı sallanıy ordu artık. Y ılmaz Güney sinemayla uğraştığı bu y ıllarda kimi dergilerde y azılar da y azıy ordu. 1956 y ılında y azdığı v e " On üç " adlı dergide y ay ımlanan "Ûç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Sistemi" öyküsü İstanbul Cumhuriy et Savcısı'nın gözünden kaçmamıştı. Öyküde "komünistlik propagandası yapıldığı" iddiasıyla açılan dava 1961 yılında sonuçlandı. Karar, Y ılmaz Güney'e bir f ilm setinde iletildi. Bir buçuk y ıl hapis, altı ay da sürgün cezası almıştı.

Demir kapıların y üzüne ilk kapanışıdır bu ama asla son olmayacaktır. Nevşehir Hapishanesi'nde y atan Y ılmaz Güney, burada, bir anlamda kendi biyograf isi say ılan "Boynu Bükük Öldüler'i kaleme alır. Orhan Kemal Roman Ödülü'nü de alacak olan romanda, 1950'li y ılların Y enice Köyü anlatılır. Bir y anda ağalar, ırgatlar; öte yanda ise sanayileşme çabasında olan bir Adana, Anadolu'nun ay nasıdır aslında. "Halil'in E mine'ye olan acıması, sevgisi, nefreti birbirine kaynaşmış düşkünlüğü ağaların zulmü, ırgatların, tutmaların yoksulluktan kurtulma çabaları" anlatılıy ordu romanda. Y ılmaz Güney tahliye sonrası, 1963'te hem senaryosunu yazdığı hem de başrolünde oynadığı "İkisi de Cesurdu "y la y eniden sinemay a döndü. Ama "komünist" damgası v e aykırı tarzı dolay ısıy la Y eşilçam'dan dışlandı. Filmlerininin gösterimi İstanbul'da engellenerek örtülü bir boykot uygulandı. Bu tav ırları sonrası Y ılmaz Güney Anadolu'y a y öneldi. Y azdıkları, y aşattıkları halkın y abancı olduğu konular değildi. Ve iki y ılda başrol oy nadığı 21 f ilmle halkın gözünde efsaneleşmey e başladı. Bu ise prodüktörlerin gözünden kaçmamıştı. Düne kadar onu küçümseyenler, boykot edenler "Yılma z Bey acaba hangi aylarda boş gününüz var, sizinle çalışmak isteriz" demey e başlamıştı. O ise bildiği y olda y ürümey e devam etti. Hayat ona bir yol çizmişti ve bu yol Çukurov a'nın ırgatları, Adana'nın işçi pazarları, Anadolu'nun mapuslarından süzülüp y ine o y olun kıy ılarında akmay a dev am ediyordu. Bu y ol 1970 y ılında ilk büy ük durağına uğradı; adı, Umut'tu. Ülkemiz sinema tarihinde bir dönemecin adıy dı "Umut." "Atım Öldü" diy en Cabbar'ın dokunaklı hüzünlü sesi; gözpınarlarında biriken y aşları silmesi; atını öldüren arabanın sahibi burjuv anın -sanki suçlu Cabbar'mış gibi- merhamet

tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

ederek Cabbar'ı bağışladığını söy lemesiy le ünlü Umut filmi Y eşilçam'ın klasikleşmiş sinema anlay ışına sert bir darbe indirmişti. İlk umut piyango biletiydi Cabbar için. Ekmek teknesini -atını v e arabasınıkay bedince ağalarda aradı umudu. Ağalardan da bir sonuç çıkmay ınca umut denilen şey hırsızlık oldu. Onu da başaramadı Cabbar. En son arkadaşı Hamal Hasan'ın y önlendirmesiyle def ine aramay a başladı. Umut definey di artık. Önce "nefesi güçlü" bir hocanın suy a bakarak def inenin yerini bulmasını beklediler. Ardından da def inenin yeri olduğunu sandıklan kuru bir ağacın dibini kazmay a başladılar. Toprağa v urulan her kazma darbesi y iten umudun v e aklın bir simgesiydi. Cabbar'ın at arabası y enisömürgecilik ilişkilerinin geliştirildiği o y ıllarda motorlu araçların y anında para etmiy ordu. Arabasını değiştirme umudu, düzenin pompaladığı piy angoyla zengileşme umudu, y ine düzenin bir sonucu olan hırsızlık y aparak kendini kurtarma umudu, suya düşmüş v e artık doğaüstü güçlere, def inelerde kalmıştır umut. Örgütlü de değildir Cabbar; arabacıların protesto y ürüy üşüne girmesi ile çıkması bir olur. Umut, gerçekliği, şiirsel sinema dili, kanlı canlı insanları v e çok iy i çizilmiş çev resiyle eşsiz bir y apıttır. Hayatının En Büyük Rolü Y ıl 1971' di. İsrail'in İstanbul Başkonsolos'u Elrom, THKP-C taraf ından kaçırılmıştı. TRT'nin 22.45 haber bülteninde ise kaçırma olay ı v erildikten sonra tehditkar bir eday la hükümet bildirisi okunuyordu. Bildirinin sonlarına doğru "... ayrıca her ne amaçla olursa olsun adam kaçıranlar bunlara yataklık edenler ve saklandıkları yeri bildikleri halde resmi makamlara bildirmeyenler için, idam cezası verilmesini öngören kanun tasarısı hemen Tür kiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulacaktır" denilmesine; üstelik, 22 May ıs 1971 günü saat 13:30'da radyodan "İs-


tanbul'daki tüm mekanlar tek tek aranacak" anonsu y apılmasına rağmen Y ılmaz Güney kendi deyimiyle "hayatının en büyük rolünü" oy nayarak Mahir'leri ev inde sakladı. Ulaş Bardakçı, Mahir'leri kaldıkları ev den almış v e evin az ilerisinde bekley en Y ılmaz Güney 'in arabasına götürmüş, hep birlikte Güney 'in Lev ent'teki ev ine gitmişlerdi. Görüldüğü gibi y alnız f ilmlerinde romanlarında değil y aşamında da dev rimciydi Y ılmaz Güney , yazdıklarıy la y aşadıkları arasında bir çelişki y oktu. Bu kişiliği egemenlerin gözünden kaçmadı tabiki. Mahir'leri ev inde sakladığı, THKPC v e DEV-GENÇ'e y ardım ettiği için Y ılmaz Güney yedi y ıl hapis cezasına çarptırıldı. Aralarında Elisabeth Tay lor, Costa Gav ras, Richard Burton, Melina Mercuri gibi sanatçılar, Alman Film Y azarlar Birliği gibi dernek v e sendikaların da bulunduğu büy ük bir kamuoy u ise tutuklanmasını protesto etti. 1972 y ılındaki bu ikinci tutukluluğunda "Salpa, Sanık v e Hücrem"i y azdı. Sanık da aslında kontgerillanın bir eseri olan Kültür Saray ı sabotajı v e Marmara Gemisi'nin batırılmasının dev rimcilere y ıkılma hikayesi v e bunun için y apılan işkenceli sorgular anlatılmaktaydı. "Otuz altı adımdı koridoru muzu n boyu. Kalın demir par maklıklı on pencere Seli miye'nin bahçesine bakardı. Geniş, çiçekli, ağaçlı, bahçeye unutulmaz etkilerini, sarsıntılarını sakladığım bir de fırın vardı bahçede. Sık sık kitap yakarlardı orada. Yasaklanmış kitaplardı bunlar. Alev alev külleri savurularak yanardı; bacasından dumanlar. Kıvılcımlar, alevler saçarak günlerce... cipler, römorklar dolusu kitap taşırdı. Görevli subayların, astsubayların eşliğinde, sayfaları tek tek yırtılarak intikam alırcasına atılırdı fırınlara. Sessiz, içimizde birikenin ne olduğunu bilerek bakardık pencerelerden dolardı içi miz. Ağ ıtın davetçisi duygular gırtlağımıza düğü mlenirdi bazen." '74'le birlikte yeniden özgürlüğüne kav uşan Y ılmaz Güney sinemamı-

zın parlak f ilmlerinden biri olan "Arkadaş" f ilmini çekmey e başladı. Sonra da Adana'da pamuk ırgatlarının sorunlarım anlatan "Endişe" için kameralarını çalıştırdı. Ama Adana Y umurtalık Savcısı Sef a Mutlu'yu öldürmekle suçlanarak bir kez daha tutuklandı. Düzenin adaleti bundan y ola çıkarak onu iy ice ezme v e halktan uzaklaştırma amacı güdüyordu. 25 Haziran 1976'da Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi'nde sav unmasını y apan Y ılmaz Güney ise onlara şöy le y anıt v eriyordu: "Biz, kitlelerin devrimci mücadelesine inanır ve dayanırız. Bizi bir sokak intikamcısı gibi göstererek kitleleri aldatmak isteyen kişiler yakınlarımızda pusudadır. Onlardan sakınırız. Önü mü zde hukuki ve insani değerleri çiğneyen Ali Elverdi gibi bir örnek var. Ali Elverdi üç devrimcinin ida mında onlarca devrimcinin en ağır cezaya çarptırılmasında bir maşa ol manın mükafatını AP saflarında mill etvekili olmakla gör müştür. Bizi m için o mükafat; halkına ihanet etmenin, halk çocuklarının kanına elini bula ma nın, sömürücülere uşaklık etmenin karşılığıd ır. Şerefsizlik belgesi olarak devrimcilik tarihi mize lanetlen miş bir leke olarak yazılmıştır.(...)" Y ılmaz Güney'in Ankara Merkez Kapalı da dev am eden tutsaklığı y eni üretimlerin kay nağı oldu. "Sabo, Pencere Camı v e İki Ekmek İstiy oruz" romanında hapishanede çocukların başlattığı bir isy anı anlatır Y ılmaz Güney, tutsaklığı ülkemizin değişik hapishanelerinde isy an v e direnişlerle, sürerken, devrimci bir sanatçının her koşulda yaratıcı v e üretici olması gerektiğini bilinciyle "Sürü" f ilminin de senary osunu y azdı. "Uzun v e zorlu" bir çalışmadan sonra f ilm v izy ona girdi. İstanbul'da Sürü'nün oy nadığı sinema bir gün sonra f aşistler taraf ından bombalandı. Ama dev rimcilerin öncülüğünde halk bu f ilmi gecekondulara taşıdı v e yüzlerce binlerce kişi bu filmi izledi. Bu da dev rimcilerin y aratcılığı v e Y ılmaz Güney 'in sahiplenilmesine güzel bir örnekti.

tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

Tüm bu f ilmler ülkemiz sinema hay atına estetiği v e içeriğiyle bomba gibi düşerken Y ılmaz Güney artık sanatının doruklarında gezmektey di. Arkadaş f ilmine kadar aldığı ödüller bu başarısının kanıtlarıy dı. 1967 y ılında Antaly a Film Festivali'nde en başarılı erkek oyuncu ödülünü almasıyla başlayan bu süreç, ülke içinde Alan Koza v e Antalya Film Festivalleri'nde üç en iyi oy uncu, beş en iy i f ilm, iki en iyi senary o v e bir kere de en iy i y önetmen ödülleriy le perçinlendi. Umut'la y urtiçinde üç büy ük ödülü toplay an Y ılmaz Güney, Gronoble Film Festivali'nde de Jüri Özel Ödülü'nü aldı. Başarısının görkemi ise Fransa'da Altın Palmiy e ile ödüllendirilen Y ol Filmi olacaktı. Güney, üç kere girip çıktığı hapishane y aşamında üretici v e y aratıcı olmasını bilmiştir. İlk iki tutsaklığını üretimleri bir y ana, İmralı'da Y ol f ilminin y aratım süreci Y ılmaz Güney 'in dört duv ar arasında bile ne kadar yaratıcı olduğunu kanıtlar. Y ılmaz Güney İmralı Y arı Açık Hapishanesi'ndedir v e neler y apabileceğine ilişkin düşünmektedir. Kendi kendine "Uzağa bakma, yakınına bak. Bu kez de yakınından yola çıkarak bir film yap" der v e birlikte kaldığı mahkumları gözlemey e başlar. Onların y aşadığı her şey i acıları, ay rılıkları, çelişkileri, hasreti...bir bir inceler. Sonra da kararını v erir: "İşte filmi min kahra manları.. Gerçek, canlı ve etkili ve üstelik bana yakın." Y ılmaz Güney hapishanede y üzlerce kişiyle konuşur. Notlar alır, teybe kay ıtlar y apar. Mahkumlar arasında bir ekip kurarak senary o için malzeme toplar v e o muhteşem Y ol Filmi böyle yaratılır. Y ol, İmralı'nın duv arlarından çıkılıp daha büy ük bir coğrafyadaki bir hapishaney i anlatır, İ z n e çıkan Süley man'ın, Mev lüt'ün, Ömer'in... yolculuğu nezdinde Anadolu'nun sınıf sal, sosyal v e kültürel haritası çizilir. Kişiler İmralı'daki gerçek kişilerdir, se-


nary oda onların gerçek öykülerini. Kimi kaçakçıdır bu mahkumların, kimi esrara, kadına, kumara düşkün bir serseri; kiminin karısı ev den kaçmış, kötü y ola düşmüş, yuv ası dağılmıştır kiminin... Her birinin zorlukları, çelişkileri, bunalımları, hesaplaşmaları içinde geçen f ilmin örgüsüne dönemin sıkıy önetim uy gulamaları, köy baskınları v e sokağa çıkma yasaklan da y edirilmiştir. Y ol, Altın Palmiy e'y le y etinmemiş, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Ödülü'nü de almıştır. 1982 y ılında ABD'de en çok izlenen y abana f ilm olan Y ol, Latin Amerika ülkelerinde, Y unanistan v e Japonya'da kapalı gişe oy namışken Anadolu'da ise ancak on y edi y ıl sonra vizy ona girecektir. Biçim Kaçmaktır Y ılmaz Güney, "sinema genel olarak ney i konu almalıdır." sorusuna, "insanı" diy erek cev aplamıştır. Güney, insanı toplumsal yanı, derinliği ve dev inimliğiy le gerçek kimliğiy le ele almıştı. Onun kamerasına takılanlar kendi topraklarının insanıy dı. Y ılmaz Güney , görsel bir sanat olan sinemada biçime takılıp kalmamış v e biçimciliği öne çıkaranları "kaçmak"lıkla eleştirmişti. Belirleyici olanın öz v e biçimin uy umlu ilişkisi olduğu düşüncesinden hareket etmiştir. Şu sözünde v e f ilmlerinde bu düşüncenin ürünlerini görebiliriz. "Öyle küçük, öyle olağan bir hikaye anlatırsın ki, insana bir şeyler söyler." Bu sözün ardında küçük bir hikay enin bile usta ellerde görkemli bir dile ulaşacağının anlatımı v ardır ama bu biçimi de yaratan hikay enin sağlamlığı, hay atın içinde karşılığını bulmasıd ır. Y ılmaz Güney, biçimleri kaçmakla eleştirirken biçimi reddetmemiş v e Türkiy e sinemasına dili açısından en özgün f ilmleri armağan etmiştir. "Aslında sanatçı halkın içindeki kişidir, Ah met'tir, Mehmet'tir, Süleyman'dır. Yani sanatçı kendi gerçeğini yansıtmalıdır. Geçmiş yüzyıllarda Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre

gibi bir çok halk ozanı halkın içinde hal kın gerçeğiyle yaşamıştır.(...) sinema sanatçısı da Karacoğlan, Yunus Emre gibi nesiller boyu yaşayabilmek için halkını yani kendisini tanımal ıdır " diy ordu Y ılmaz Güney. Onu Y ılmaz Güney yapan, düşüncesini v e sanatını etkiley en ve temelini atan şey dünyay a gözünü açtığı Çukurov a topraklarında gördüğü, duy duğu, yaşadığı olay lardı. Y ılmaz Güney, ırgatların içinde, ağanın ırgatlar üzerindeki sömürüsüne tanık olarak, hatta bunu bizzat yaşayarak büy ümüştü. Bilincini belediy en bu toplumsal konumu ileride y önetmenliğini y aptığı, senary osunu y azdığı v e bizzat oy nadığı f ilmlerine y ansıy acak; romanlarına v e öykülerine rengini v erecekti. Özellikle doğudan y aşanan büy ük göçlerle bölünen kültürel ve sosy al y aşamı bu göçlerle dolan Çukurovadaki ırgatların, işçilerin çile dolu günlerini, sınıf sal ayrılıkları, sömürüy ü; mapusları, mapuslardan duv arlara kazınan zulmü; v ahşeti; insanca y aşayamayan; kültür değerleri, töresini gönlünce sürdüremey en Anadolu insanını y akından tanıması v e tüm bunlardan y ola çıkarak onların kurtuluşu uğruna çaba sarf etmesi hay atına v e sanatına y ön v eren koşulların doğmasına neden olmuştu. Bu y üzdendir ki, ay dın olma misy onuna lay ık olarak y üzünü halkın y aşadıklarına tarihine v e kültürüne dönmüş v e kurtuluşunun nasıl olacağına kaf a yormuş, kendisini buna adamıştı. Özgürlüğe Giden Yol Y ılmaz Güney 12 Ey lül'ü günleri İmralı'da, lağım akan bir hücrede, iri f arelerle dolu bir mahzende karşıladı. Isparta Y arı Açık Hapishanesi'ne götürülmesi ise özgürlüğe açılan bir kapı oldu. "Ülkemden ayrıl ma mı gerektiren asıl neden, hakkımda düşüncelerimden ötürü açılan ve yüzyıla aşan davalar değildir. Böyle bir dönemde Türkiye için bir tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

şeyler yapabilmek, ezilen halklar ve ulusların mücadelesine aktif olarak katılmak için Türkiye'den geçici olarak ayrılıyoru m" Söy lediği gibi de y aptı Y ılmaz Güney . Cuntay ı dünya kamuoyuna anlatmada duraksamadı. Siy asi f aaliyetlerinin y anında bir yandan da Y ol filmini tamamladı. Y ol, yüreğinden kopup gelen uzun bir y olun en görkemlisi olmuş v e düny anın en büy ük f ilm f estiv allerinden birisi olan Cannes'de Altın Palmiy e Ödülü'nü alarak, ülkemizi sinemasını tüm düny aya tanıtmıştı. Bu arada Soba, Pencere Camı v e İki Ekmek Istiy oruz'dan uy arlanan Duv ar filmi de tamamlanmak üzerey di. Tüm rahatsızlığına rağmen 1984 Nisan'ında cuntay ı protesto etmek için Paris'ten Strasbourg'a dek sürecek olan y ürüyüşün en başında y erini aldı Y ılmaz Güney ve y ürüy üş önemli bir kamuoy u y arattı. Onurlu y aşamı ise 13 Ey lül 1984'te son durağa gelip day anmıştı. Adını ülkemiz sinema tarihine altın harf lerle y azdıran Y ılmaz Güney ardında say ısız f ilm, roman bırakarak hay ata v eda etti. Onu komün savaşçılarının y attığı Perre Lachaise mezarlığına gömdüler. Çukurova İnsanı Yılmaz Güney Etraf ı af işlerle donatılmış araba mahalle arasında dolaşır v e megafondan ise "sakın kaçırmay ın" anonsu duy ulurdu. Anons; f ilmin oy uncularından, konusundan, ve başlama saatinden bahsederek sokakları dolaşmay a dev am ederdi. Adana'nın y oksul kondularındakiler bu anonsla birlikte ev lerinden çıkar, ağır ağır y azlık sinemay a doğru y olalırlardı. Ama anonsu y apılan film Y ılmaz Güney'in olunca mahalledeki telaş bir başka olur. Kadınlar, kızlar y emekleri acele pişirip bulaşıkları bir an önce y ıkar, erkekler işlerini bir an önce y ola koy ar v e çocuklar da oyunlarını bir kenara bırakarak en güzel elbiselerini giy er gecekondulardan, naylon çadırlardan, tarlalardan v e mahalle-


lerden bir y ürüyüştür başlardı. 70'li y ıllardı Adana'da Y ılmaz Güney'in filmleri işte böy le karşılanırdı. Y edisinden yetmişine, AP'lisinden, CHP'lisine, Türk'ünden, Kürd'üne, Arab'ına tüm Adana Y ılmaz Güney hay ranıy dı. Karşılıksız değildi bu sev gi; Boy nu Bükük Öldüler'de "herkesin özlediği, düşlerini kurduğu bir şehir vardır, ben Adana'yı severi m, işte orada Adana'da sevdiğim in sanlar yaşar." diy e bu sev gisini belirtmişti Y ılmaz Güney . Y alnız sözleriy le değil, Çukurova'y a olan sev gisini eserlerinde de bulmak mümkündü. Çukurov alılar o y anık tenli, kavruk, esmer adamda kendilerinden çok şey bulurlardı. Kimine göre Y ılmaz Güney sokaktaki adamın kendisi, kimisi için kenar mahallerin ezilen delikanlısı; y a da pamuk tarlasında ırgat, f abrikada bir işçi, sıla özlemi duy an bir köy lü, sevdalı bir y ürek bir Arkadaş, bir Baba, Bir Umut'tu. Kadını, erkeği, çoluk çoğuy la y azlık sinemay a koşanlar kendilerini misaf ir hissetmezlerdi. Filmin gerçek kahramanları kendileriydi çünkü. Kimler v ardı bu senary oların, romanların içinde? Halk onları nasıl kendi Acı'sı, Ağıt'ı, Umut'u bellemiş-

ti? Y ılmaz Güney'i anlayabilmek için eserlerinin gerçek kahramanlarına eğilmek gerekir. "Hayatın kendisi olsun istedim" dediği Umut'un y oksul arabacısı Cabbar, Kürt köy ünden Çukurov a'y a göçmüş y oksul bir arabacıdır. Günde y edi sekiz lira kazanır v e aldığı paraları karısına v erir. Ama gün geçtikçe borçlan kabarır. Umut, piy angodadır, ağadadır; belki yeni bir araba alabilme de y aşar bu umut, olmazsa def ine de somutlanır. Umut peşinde koşan ve bu uğurda çeşitli y önelimlere girdirilen Anadolu insanının kendisiy di Cabbar. Derv iş ise, her y ılın sonbaharında sıla özlemiy le yanıp tutuşan ılık bir sızıy ı, hüznü duy an bir gurbetçiy di. Ve kuşların ötüşü, sılay a götürüdü onu; içine işlerdi o ötüşler, el kapısı dokunurdu Derviş'e. Hıdır da sev diği kızı kaçırmaktan başka çaresi olmay an bir garip Kerem'di. Kızı alıp kaçırmak kolay dı ama ne onu götürebilecek bir yeri v ardı ne de bir döşek alabilecek parası. Tek bir y ol kalmaktay dı Hıdır'a kızı alıp dağlara kaçmak ve öleceklerse de dağlarda ölmek.. tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

Remzi ise y oksul bir ailenin erken büy üyen bir çocuğuydu. Çev resindekiler bakıp, herkesin aynı giy inip aynı y emediğini aynı y aşamadığım görür: "Ana biz niye böyle fakiriz. Hiç bir şeyimiz yok" diy e sorardı. Rebiş ise "Allah böyle yaratmış" diy e cevaplardı y av rusunu. Oysa o da bilirdi allahın bu işlerle ilgisi olmadığını, y üreği yoksullukla y anan bir anay dı Rebiş'de. Emine kendisi gibi bir ırgat olan Halil'e tutkundu. Ama ağanın oğlu Selim kirletir Emine'y i. Daha önce de Omar'ın karısına ay nı şey i y apmıştır. Omar içinde y ıllardır biriken öf kenin seliyle ümüğüne y apışır Selim'in sıkar, sıkar, sıkar... cansız y ere bırakır Selim'i. Ama Ağalar bunu Omar'ın y anına komazlar. Ev ini yakarlar, Omar'ın ev ini; içinde karısıy la kendisinini de y akarlar. Çukurova ırgatının gerçek y aşam öyküsü dökülür gözler önüne. Y alnız büy ükler değil, "Boynu Bükük Öldüler"deki Remzi gibi çocuklar da o y azlık sinemaları izlerken kendi y aşam öykülerinin beyaz perdey e yansıdığım görür, onlar da kendilerini misaf ir hissetmezlerdi. Y ine Umut'a dönelim: Cabbar'ın kızı İngi-


lizce sınav ına girecektir. Kız bir yandan sınav ı bir y andan da yoksulluğunu düşünmekte ama sorulara doğru y anıtlar v erememektedir. Bunun üzerine öğretmenlerinden biri kızın ay ağındaki y ırtık ay akkabılara bakarak "baban ne iş y apıy or" diye sorunca "arabacı" der v e hıçkırıklarla ağlamay a başlar. Ankara'nın Çinçin Bağları'ndaki Mustaf aları, Y ayarları v e Merkez Kapalı'nın 4. Koğuşunun çocuklarını da unutmamak gerekir. Onlar da daha küçücük y aşlarına rağmen hay atın sillesini y emiş, f eleğin çemberinden geçmiş çocuklardır. İster Adana'nın y oksul kondularından, nay lon çadırlarından, tarlalarından; isterse Anadolu'nun her hangi bir y öresinden Y ılmaz Güney f ilmi oy nayacak diy e yola düşünler bey az perdey e y ansıy an f ilmleri izlerken hiç y abancılık çekmezlerdi. Bey az badanalı büy ük duv ara yansıy an şey bir kaç saat evvel tarlalara, fabrikalalarda, sokakta y aşadıklarıy dı. Y azlık sinemanın duv arı sanki bir ay naydı. Sinemanın tahta sıralarında oturanların y üreklerindeki özlemi, ellerindeki nasırı, gözlerindeki sırrı y ansıtıv eren bir ay na.. Güney'in böy lesine sev ilmesinin kendilerinden ırak tutulmamasının nedeni de bu olsa gerekti. Yılmaz Güney'in Ardından Y ılmaz Güney i y ıllarca hapiste tutarak, en verimli y ıllarında kamerasını elinden alanlar, Y ılmaz Güney 'in ölümünden birkaç y ıl sonra onu ehlileştirme kampany aları da başlattılar. Nokta ve İkibine Doğru dergilerinde "İnsan ve sanatçı Yıl ma z Güney" öne çıkarılarak kampanyaların ilk adımları atılmış oldu. Bu v e benzeri dergilerde 80'li y ılların sonlarına y aklaşıldığında Y ılmaz Güney 'in eserlerine konulan y asağın kaldırılması çağrıları y apıldı. Düzenin solu SHP'de "Yılma z Güney'e Özgürlük" çağrıları y aptı. Y ılmaz Güney'in filmlerine konu-

lan y asağın kaldırılması elbette doğru bir talepti, ama bu y asağın kaldırılmasını istey enlerin pratiklerine baktığımızda, asıl y asakçı v e sansürcülerin kendileri olduğu görülmektey di. Çünkü onlar Y ılmaz Güney i sanatçı v e insan y önleriyle sahiplenirken, siy asi tav ırlarını düşüncelerini es geçiy or, adını bile anmıy orlardı. Onların istedikleri şey düzene y amanmış bir Y ılmaz Güney 'di. Oysa onun sanatını belirley en şey hay ata bakış açısından ay rı değildi. Bu tip çevrelerin ne dediğine değilde kimliğine v e amaçlarına bir göz attığımızda y aptıklarının bilinçli bir çaba olduğu görülüy ordu. Çünkü ay rı şey bir dönem Nazım Hikmet için, geçtiğimiz ay larda da Deniz Gezmiş'ler için y apılmış, senaryo ay nı ellerce kaleme alınmıştı. Y ılmaz Güney için sürdürülen kampany ada adına kitaplar bile çıkarıldı. Y ılmaz Güney Kitabı adını v erdiği incelemesinde Atilla Dorsay demin bahsettiğimiz çev reler gibi laf ı ev eleyip gev elemeden doğrudan doğruy a şu görüşleri savunmaktadır: "Yıl ma z Güney aşırılıkların insanıydı. Ödün vermek anlaşmaya gitmek, konsensuslar aramak onun işi değildi. Yönetimle olan sorunlarında da hep böyle dağrandı. (....) Üstelik artık hiçbir düşünceye sırt veremeyecek, hiç bir eylemi savunamayacak olan bu büyük sanatçının, bu 'Güzel Kral'ın, bu büyük dostun artık geçmişin malı olan siyasi eylemleri ve sözleriyle değil asıl kalıcı ölü msüz olan sanat yapıtlarıyla, filmleri, romanları, hikayeleriyle anılmasın ı diliyoruz. O za man da geriye eylemci, siyasal sözcü, davalara adanmış Yıl maz Güney değil, Ülkesinin sinemasını dünyaya tanıştım bir büyük sanatçı kalacak ve ülkesi ona ancak saygı ve minnet duyguları besleyecek." Son ay larda ise bu kampanya Y ol f ilmiyle iy ice depreşti. "İleti"ler

göndererek

kendini

düzene

y amamaya çalışan eski "Y ol" arkadaşları "Y ol f ilmi''nin y eniden düzenlenmesi için y apılan kimi etkinliklerde bol bol Y ılmaz Güney öv gütavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

sü y aptılar. Hemen hemen bir çoğu onun siy asi düşüncelerine değinmekten kaçındı. Y ol filmini revize ederek "sakıncalı" y anlarını törpüley enler onu hiç anlamamışlardır. Çünkü Y ılmaz Güney çok yönlü baskılar altında dahi doğru bildiğini eserlerinde söy lemekten sakınmamış, Atilla Dorsay'ın dediği gibi "konsensus" aramamıştır. 12 Ey lül'ün faşist generalleri Y ılmaz Güney'in 130 f ilminin 104'ünü y akarak o efsaney i bitirmey e çalışmıştı. 12 Ey lül generallerini anlamak mümkündür. Ama f ilmlerini rev ize etme adına sansürley enleri anlamak zorlaşmaktadır. Y ılmaz Güney; siyasi düşünceleri, halk için sanat anlay ışı v e tüm bunların y ön v erdiği f ilmleriy le, sansürlenen sahneleriy le Y ılmaz Güney 'dir. Adı Soy adı, geçmişi ne olursa olsun Y ılmaz Güney'in mirasçısı olarak ortay a çıkanlar kaf alarım elleri arasına alıp iy ice bir düşünmeli; işkencelere, hapislere, cuntanın baskılarına rağmen sanatından, düşüncelerinden ödün v ermeyen Y ılmaz Güney'in mirasına lay ıkıy la sahip çıkmay a çalışmalıdırlar. Y ılmaz Güney 'i sahiplenmek adına eserlerini sansürleyenler sanatçı v e sav aşçı Y ılmaz Güney 'i anlamay a çalışmalı; onu örnek alarak yeni Umut'lar, Arkadaş'lar, Y ol'lar yaratmak için kaf a y ormalıdırlar. Aksi takdirde biten şey Y ılmaz Güney değil kendileri olacaktır. Çünkü Y ılmaz Güney'in gerçek mirasçıları geçici "y ol" arkadaşları değil; Umut'unu y itirmeyen Cabbar'lar, Emine'ye tutkun Halil, Sıla hasretiy le yanan Derviş'ler; Çinçin bağlarının y oksul çocukları, Merkez Kapalı'nın 4. Koğuşunda y atan çocuk mahkumlar... dır. Azem, onların y üreklerinde taze, duru bir umuttur hala. Y ılmaz Güney onların Baba'sı, Arkadaş'ı, Y ol'daşıdır bugünde. Y ılmaz Güney 'in mirasını bugüne onlar getirdi yarına da onlar taşıy acaktır. •


Anti-Emperyalist Mücadelede Aydınlar

E

vzon askerlerinin öncüleri Kemeraltı Caddesi'ne henüz girmişlerdi ki, bir silah sesi duyuldu. Aynı anda askerlerin en önündeki bayraktar cansız yere yığıldı. O ses kalabalığın ortasında patlayan bir bomba gibi yankılandı. O tek kurşunun sesi büyüdü, çoğaldı, koca bir uğultu oldu. O sesle Anadolu halklarının emperyalizme karşı direniş savaşı başladı. Tarih 15 Mayıs 1919'du. Emperyalizmin Orta Yunanistan'daki savaşçı topluluklarından derlediği 38. Evzon Alayı'nın askerleri vatanı işgal etmek için İzmir'e girdi. Aldıkları ilk cevap Hasan Tahsin'in silahından çıkan o kurşun se si oldu. "Çocuğu-kadını, genci-yaşlısıyla bütün bir halk bu se sle ayaklandı." "Gavur"a ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin bir gazeteci, bir aydındı. Onun ardından binlerce aydın bu halkla omuz omuza savaşa girdi. Bilimadamı, tarihçi, gazeteci, araştırmacı-yazar, müzisyen, ressam, öğretmen, tiyatro sanatçısı... olan binlerce aydın ve sanatçı vatanın bağımsızlığı için emperyalizme karşı direndi. Vatan kurtulana kadar yüzlerce kahramanlık destanı yazıldı. Aydınlar ve sanatçılar bu destanları kalemleriyle değil, kanlarıyla yazanların arasındaydı.

Direnişi örgütleyen Kuvayi Milliye'nin kurucuları, antiemperyalist kurtuluş savaşırım kurmayları da bu ülkenin asker ve sivil aydın kesimlerindendi. Halkın savaşa katılması için mitingler düzenleyen, il il, köy köy gezip örgütlenmeler oluşturanlar da aydınlardı. Aynı dönemde antiemperyalist bilinci taşımayan, emperyalistlerin uşaklığını yapan işbirlikçiler de vardı. Sayılan çok fazla olmasa da "aydın" olarak geçinip emperyalizmin ne kadar "uygar", ne kadar "çağdaş" olduğunu iddia edenler de çıkıyordu. Tıpkı Ali Kemal gibi... O, "Peyyam-ı Sabah" gazetesinde Ankara hükümeti ve milli mücadele aleyhinde yazdığı sert yazılarla tanınan bir gazeteciydi. Darülfünun grevi sırasında üniversite öğrencilerini kendine düşman eden Ali Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın başarı sızlığa uğraması için elinden geleni yapıyordu. Kuvayi Milliyeciler İstanbul'a girdikten hemen sonra, onu tutuklamak için harekete geçtiler. Ancak, İngiliz polisi o dönemde İstanbul'da halen etkisini sürdürüyordu. Ali Kemal İngilizlerin özenle koruduğu bir kişiydi. Ankara hükümetinin emrindeki İstanbul Emniyet Teşkilatı'na bağlı dört sivil polis, 5 Kasım sabahı Ali tavır / anti-emperyalizm / temmuz '99 / sayı: 14

Kemal'in oturduğu Beyoğlu'ndaki Zeki Paşa apartmanını gözaltına aldılar. Ünlü gazeteci çok bekletmeden apartmandan çıkarak tra ş olacağı berber dükkanına gitti. Sivil polisler burada kısa bir boğuşma sonucu Ali Kemal'i tutuklamayı başardılar. Onu otomobille Samatya'daki bir eve getirdiler. Ali Kemal'in bir arkadaşı olayı görüp İngilizlere haberi iletmişti. İngiliz polisi "Peyyam-ı Sabah başyazarının" kaçırıldığı evi bulmak için İstanbul'u sokak so kak dolaştı. Şüphelendikleri soka kları gözaltında tutmaya başladılar. İngiliz Polisi için bu çok önemliydi, Ali Kemal'in tutulduğu evin sokağı da dahil pekçok yer gözaltında tutuluyordu. Başka bir yere götürülmek üzere evden çıkarıldığında İngilizler onu kaçırabilirdi. Bu yüzden Ali Kemal'in kadın kılığına sokularak önce İzmit'e, oradan Ankara'ya götürülmesi kararlaştırıldı. Bu iş için deniz yolu kullanılacaktı. O gece Ali Kemal'i ve sivil polisleri götürecek olan küçük bir motor Samatya kıyısına yaklaştı, İngilizlere farkettirilmeden motora binilip yola çıkıldı. Ama Marmara Denizi İngiliz botlarınca denetleniyordu. Küçük motorun farkedilmemesi için çaba harcayan görevliler bütün geceyi denizde geçirip, sabah Değir-


mendere'ye geldiler. Buradan, İzmit Merkez Komutanlığı'na telgraf çekildi ve gönderilen Ejder İstim Botu'yla İzmit Limanı'na gidildi. Aynı günlerde, 17 Ekim'de Gebze'nin kurtuluşuyla sonuçlanan harekatı yürüten 1. Ordu komutanı Nurettin Paşa da İzmit'teydi. Onun buyruğu üzerine Ali Kemal hükümet konağına getirildi. Nurettin Paşa, Ali Kemal'in "vatana ihanet" suçuyla derhal Divan-ı Harp karşı sına çıkarılmasını istedi. Ancak Ankara hükümeti direk sorgulamak üzere Ali Kemal'in gönderilmesini belirtince bu karardan vazgeçildi, İzmit halkı bu vatan haininin hükümet konağında olduğunu öğrenince so kaklara dökülmüştü. Ankara'ya götürülmek üzere yine kadın kılığıyla so kağa çıkan Ali Kemal'in sağ-salim gidebilmesi için bir manga asker güvenliği aldı. Ama halk onu cezalandırmak için ısrarlıydı. Lanetler yağdırarak eyleme geçen kalabalık Ali Kemal'i taşlamaya başladı. Daha sonra askerler bir kenara çekilerek hain linç edildi. Ali Kemal'in bir süre soka kta ka lıp, yerlerde sürüklenen cesedi Nurettin Paşa'nın emriyle Hükümet Konağının karşı sına kurulan bir darağacına asıldı. Hükümet onun yargılanmasını, emperyalistlerle yaptığı işbirliğini anlatmasını istiyordu. Ama halkın adaleti karşı sında yapacağı bir şey kalmamıştı. Halk vatanı emperyalistlere satan kahpelere karşı acımasızdı. Çünkü vatan namustu, onurdu, bağımsızlıktı. Ali Kemal gibi üç-beş emperyalist uşağı çıksa da aydınların anti-emperyalist tavrı lekelenemezdi. Şair Nazım Hikmet Ankara Hükümeti'ne başvurup cephede görev istedi. Hikmet Kıvılcımlı Ege dağlarındaki efelere katılıp işgale karşı direnişi örgütleyip savaştı. Baytar Salih, öğretmen Ethem Necat, Mustafa Suphi, Doktor Şefik Hüsnü, işgali duyunca cepheye koşup silah ku şandı. Sebahattin Eyyüpoğlu o zamanlar 12 yaşında bir çocuk olduğu

halde, kardeşi Bedri Rahmi Eyyüpoğlu ile birlikte cepheden askere taşman yaralı askerlerin mektuplarını yazıyordu. Ankara'da, İzmir'de, Manisa'da, Samsun'da, Antep'te yani vatanın her parçasında emperyalizme karşı savaşan aydınlar vardı. Halkın yaşadığı acıları, yoklukları, yoksullukları onlar da yaşıyordu. Aydınlar yalnızca düşmanla değil, cehaletle, açlıkla, yoksullukla, olanaksızlıklarla, alışamadıkları çetin doğa şartlarıyla savaşıyorlardı. Yaklaşık dört yıl süren Kurtuluş Savaşı'nda yüzlerce aydın şehit düştü. Nazım Hikmet'in "Kuvayi Milliye Destanı"nda söylediği gibi: "Ve öldü milyonlar Ve kurtuldu vatan" Ama anti-emperyalist bilinç ölmedi. 1950'lerde emperyalistler yine vatanı işgal etmişti. Bu sefer tanklatopla değil, krediyle-yardımla gelmişlerdi. Denizden, karadan ordularla çıkarma da yapmamışlar, yaldızlı davetiyeyle çağrılmışlardı. Ama onları çağıran, vatanı onlara satan, bu toprakları kanıyla sulayanlar değildi. Onlar kılık değiştirip maske takan Vahdettin'ler, Damat Feritler ve Ali Kemallerdi. Dost ve müttefik emperyalistlerin ülkeyi kalkındıracağı, halkı yokluktan-acıdan kurtaracağını savunuyorlardı. Ama antiemperyalist bilinçle tüm bunlara direnenler de vardı. 1950'de ABD'nin Kore halkına saldırmasını ve onlara uşaklık eden egemenlerin Türkiye'den Kore'ye asker göndermesi protesto edildi. Bir grup aydın İstanbul'da 25 bin bildiri dağıtıp protesto gösterisi yaparak Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'ne saldıranları kınadı. 21 Mayıs 1950 tarihinde Behice Boran, Adnan Cemgil, Vahdettin Barut, Nevzat Kemal Özmeriç, O. Fuat Toprakoğlu, Turgut Pura, Muvakkar Güran, Naci Ormanlar ve Reşat Sevinçsoy bu eylem nedeniyle yargıtavı r/ anti-emperyalizm / temmuz '99 / sayı : 14

lanmaya başladı. Bildirileri basan matbaacı Cemal Anıd ve Dizgici Talat Tıhan da davaya dahil edildi. Mahkeme yargılanan dokuz aydına 15 yıl ceza verdi. Yargıtayda bozulan davanın sonucunda bu aydınlar birer yıl üçer ay ceza alıp hapiste kaldılar. Ama Kore'ye saldırılmasını kınayan, asker gönderilmemesi için çaba harcayan aydınların eylemi tüm Anadolu'ya yayıldı. Ülkemizde 1950'lerden sonra da anti-emperyalist içerikli onlarca eylem yapıldı. Ve sayıları gittikçe azalmakla birlikte aydınlar bu eylemlerin içinde yeraldı. 6. Filo'nun kovulması, Filistin halkının sahiplenilmesi, emperyalizmin halklara yönelik saldırılarının protesto edilmesi eylemlerinde aydınlar da vardı. 1990 yılında ABD'nin Irak halkına bomba yağdırması karşı sında sessiz kalmayan aydınlar pekçok eylem yaptı. Grup Yorum, FOSEM, Rıfat Ilgaz, Bekir Yıldız, Aytaç Arman, Nur Sürer, Bilgesu Erenus, Müştak Erenus, Hale Soygazi, İlyas Salman, Hasan Kıyafet, Pınar Kür, Leyla Erbil, Sadık Gürbüz, Orhan İyiler, Gülsevil Erdem, Özdemir İnce, Edip Akbayram, Grup Kızılırmak, Orhan Alkaya, Ataol Behramoğlu ve Sungur Savran bir araya gelip "emperyalist savaşa karşı" neler yapılması gerektiğini tartıştı. Kurulan "Emperyalist Savaşa Karşı Sanatçılar Platformu" imza kampanyası, ABD konsolosluğuna yürüyüş, protesto içerikli çeşitli eylemler gerçekleştirdi. 1950'lerden sonra da emperyalistlerin Ortadoğu'da "barış"ı sağlayacağını; halklara "uygarlık ve demokrasi" getireceğini söyleyen Ali Kemal'ler oldu. Bugün ABD'nin ülkemizi kendi babasının çiftliği gibi kullanmasına, ikili anlaşmalara, IMF kararlarına, halkımızın gerici-yoz kültürle teslim alınmasına, alınterimizin emperyalist kasaları doldurmasına onay veren, bunun gerekliliğini savunan "aydınlar var.


Bu "aydın"lar emperyalizmin halkımızı sömürmesine, vatanımızı işgal etmesine onay veriyorlar. Onlara vatansever, ilerici-demokrat değil, dolarsever, gerici-uşaklar denilir. Anti-emperyalist olmadan vatansever olunamaz. Emperyalizm vatanımızın bağımsızlığını gaspederken ona karşı çı kmamak, onun işgalini sü slü sözlerle saklamak vatan hainliğidir. Anti-emperyalist olmadan demokrat ve ilerici olunamaz. Emperyalist tekellerin çıkarı için halklar bombalanırken, binlerce insan açlığa terkedilirken bunlara ses çı karmamak gericiliktir, uşaklıktır. Bugün Yugoslavya halklarına yapılan saldırıya sessiz kalanlar "ben tarafsız aydınım" diye tavır almayanlar aydın olamazlar. Aydın olmak halktan, haklıdan, iyiden, doğrudan yana taraf olmaktır. Sadece yazıp çizerek, sanat eserlerinde emperyalizmi teşhir ederek de aydın olunamaz. Aydın çağının en ilerici sınıfıyla omuz omuza savaşan, halkı-vatanı için her bedeli göze alandır. Emperyalizme ve uşaklarına şakşakçılık et mek, halk düşmanlığı, vatan hainliği yapmaktır. Ülkemizin 1920'lerden 50'lere, 1970'lerden 90'lı yıllara dek emperyalizme karşı savaşan onurlu aydınlan vardır. Kurtuluş Savaşı'nda silahım kuşanan, 6. Filoları topraklarımızdan, sularımızdan kovan onurlu aydınlarımızın yazdığı bir tarih vardır. Bu tarihi sahiplenmek, vatanımızı, halkımızı sevmektir. Bu mirası yaşatmak demokrat olmak ve insanlara, insanların yarattığı tüm güzelliklere sahip çıkmaktır. Antiemperyalist bilinçle savaşmak, emperyalizmin insan yaşamına, doğaya, kültürümüze, emeğimize saldırıları karşı sında set olmaktır. Anti-emperyalist olmak aydın olma misyonuna layık olmaktır.

tavı r / anti-emperyalizm / temmuz '99 / sayı : 14


Ömer Hayyam Ömer Hayyam 1048 ve 1131 yılları arasında yaşamış ünlü bir düşünür ve şairdir. Yaşadığı dönem büyük istilaların, savaşların, iktidar kavgaların sürüp gittiği bir dönemdir. Bilginlerin, şairlerin, yazarların kelle korkusuyla, şahlara, padişahlara yaranmaya çalıştığı, halka değil sultanın çıkarlarına hizmet ederken Hayyam o yoldan ısrarla uzak durmuş, bir dal kavuk olarak yaşamıyı reddetmiştir. Günümüzde Ömer Hayyam'ın yaşamım, felsefesini anlatan kaynak çok azdır. Ve bu kaynaklar arasında da bazı çelişkiler vardır. Ama ortak yanları O'nun bilginliği saray oyunlarına karşı çıkı şı ve çevresindeki insanları da bu ortamdan uzak tutma çabasıdır.

Ömer Hayyam dönemin bir geleneğine uyarak bir takma ad kullanmak zorunda kalmış ve "Çadıra" anlamına gelen "Hayyam" adını taşımaya başlamıştır. Aslında bu dikkat çekici bir özelliktir. Çünkü pek çok kimse büyük ve güzel anlamlar taşıyan takma adlar kullanmayı tercih ederken Ömer Hayyam halkın her zaman kendine yakın bulacağı bir adı seçmiştir. Ömer Hayyam tam olarak 18 Haziran 1048'de doğmuştur. Ve bunu başkaları değil kendisi tespit etmiştir. O dönemde doğum tarihleri bu kadar net bilinemiyor olmasına rağmen Hayyam gök bilimcilik bilgileriyle doğum tarihini saptamayı başarmıştır.

Ömer Hayyam'ın Yaşamı Hayyam 1048 yılında Nişabur'da doğmuş ve belli bir yaşa gelene kadar da burada kalmıştır. Yine eğitimini doğduğu yerde yapmıştır. Babası bir çadırcı olan

Hayyam'ın çocukluğu savaşlarla, istilalarla geçmiştir. Dönemin yönetimi Selçuklulalar'a aittir. Selçuklu Hükümdarlığı giderek büyüyor, yayılıyor, güçleniyordu. Hayyam, bu yayılmayı şöyle anlatır: " İşte Selçuklular böyledir, (...) Hem tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

insafsızca yağmacı he m de en aşağıl ık ve en yüce duyguları besleyebilen aydın hükümdarlard ır, özellikle Tuğrul Bey, bir imparatorluk kuracak çaptaydı. İsfahan'ı aldığında, ben üç yaşındaydım, Bağdat'ı aldığında on yaşındaydım. Halifeliğin koruyuculuğunu üstlenmiş ve 'Doğu ve (1) Batı Kralı Sultan' unvanını almıştı"

Etrafında sürüp giden saltanat, ün, şan, şeref çatışmaları içinde Hayyam, kendini eğitime, bilime vermiş ve sağlam bir eğitim almaya çalışmıştır. Kuran, hadis, felsefe, matematik, astronomi biliminde kendini iyice yetkinleştirip bu alanlarda adını duyurmuştur. Hayyam Yunan felsefesine de ilgi duymuş bu konuda da çalışmalar yürütmüştür. Fakat bu ilgi yobazlar, din adına halkı gericiliğe itmeye çalışanlar tarafından pek de iyi karşılanmamıştır. "Se merkant'da artık tek bir feylesof istemiyoruz; Kalabalıktan bir onama sesi yükseldi. Onlar için 'feylesof sözcüğü, Yunan'ın


din dışı bilimlerine, genelde din ya da edebiyat dışı herşeye ilgi gösteren adam anla mına geliyordu. Ö mer Hayya m, genç (2) yaşına karşın, tanınmış bir filozoftu" Bilginlik, insanda, doğada, uzay da bilinmey en, giz olarak kalan şey leri bulup çıkarmak, bunları tartışmak ve tartıştırmaktı. Ve bu onun için en büy ük zev kti. Kimi bilginler vardı ki, bir an önce Saray a, Hükümdarın y anına kapağı atmak için uğraşır v e bu uğraş içinde akıl almaz onursuzluklara katlanırlardı. Saray da bulunmalarının tek amacı gönlünü hoş tutmak, canı sıkıldığı zaman etraf ını çev reley ip doğa, uzay hakkında uzun uzun konuşup bilgilerini ispat etmektir. Y a da geleceğini merak eden hükümdarın y ıldız f alına bakıp hoşuna gidecek kehanetlerde bulunmaktır. Hayy am ise tüm bunlara karşı koy makta, bu onursuzluğu reddetmektedir. O dönem Semerkant'da hüküm süren Nasır Hanın'da etraf ı bilginlerle, şairlerle doludur. Nasır Han tıbba v e müneccimliğe büy ük ilgi duyuy ordur. Tıbba ilgi duy uyordu, çünkü sağlığını v e y aşamım korumak istiy ordu, müneccimlik ile de y azgısını anlamak istiy ordu. Hayy am bilgilerini daha da artırmak için çıktığı y olculuğunda Nasır Han4ın Saray ı'na gitmiş Han'ın şairlere, bilginlere nasıl dav randığını, onları nasıl aşağıladığın ı görmüş v e bu y aşamdan tiskinmiştir. Nasır Han şairleri tek tek huzuruna alıp onlara şiir okumalarım buy urup onları altınla ödüllendirmektedir. Bu ödülü al mak için şairler tepside duran altınları ağızlar ına doldurmak zorundadırlar. Ne kadar çok doldururlarsa bu nimetlerden o kadar çok yararlanacaklardır. Sıra kendisine gelincey e kadar bu küçük düşürücü olay ı seyreden Hayy am bu şairler gibi dav ranmay arak sunulan "nimeti" reddeder. Bu tav ır karşısında şaşıran Han bu y aptığının nedenini

sorduğunda Hayyam Ona şu cevabı v erir: "Beni sana getiren yoksulluk muydu İstekleri basitse, kimse yoksul değil. Dürüstü ve Özgürü onurlandırabiliyorsan, beklediğim onur (3) vermen, başka bir şey değil" O güne kadar etraf ında y alancıları, dalkav ukları görmey e alışık olan Han Hayy am'ın bu tavrı karşısında şaşırır ama hoşuna da gider. Bu tavrı ile say gınlığına saygınlık kazandıran Hayy am Semarkant'ta kalmaya dev am eder. Bu arada iy i bir de dost edinir. Bu kişi Semerkant'ta kadılık y apan Ebu Tabir'dir. Ömer Hayyam, Ebu Tahir için şunları y azar: "Bizler bili m ada mların ın gözden düşürüldükleri bir çağın kurbanlarıyız. Aralarında pek azı, gerçek bir araştırma yap ma olanağ ı bulabiliyor... Günü müz bil ginlerinin bilmedikleri şeylerden biri, maddi sonuçlar çıkartmak... Bu nedenle, bu dünyada olup biten kadar bilime ve insan oğlunun kaderine ilgi duyan bir kişiye ümidini yitirmişken, tanrı karşıma büyük kadı Ebu Tahir'i çıkartı. Bu çalışmayı onun yardımı (4) ile tama mlayabildim" Hayyam'ın bahsettiği çalışma matematik ile ilgilidir. Eser tamamlandığında küp denklemlerine ilişkin ciddi bir kaynak ortaya çıkmıştır. Ömer Hayyam'ın pek çok alanda çalışma y aptığını belirtmiştik. Tıp alanında İbni Sina'nın ölümünden sonra Hayy am'dan daha bilge bir kişi bulunamamıştır. Evet, Hayyam pek çok konuda başarılı bir bilgindir. Ama şiire de oldukça fazla ilgisi v ardır. Y aşadığı olay ları, toplumu, çarpıklıkları şiirinde y ansıtır. Kendisine bilim dallarında uğraş v ermesi için öğütlerde bulunanlara, "(...) Bilginlerin yazdıklarından geriye, yarın ne kalacak? Kendilerinden önce gelenleri karalamaları. Başkalarının kuramlar ını nasıl yıktıkları belki anımsanacaktır. Ama kendi kurtavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

dukları kuramlar da başkaları tarafın dan yıkılacaktır. Hatta ardından gelenlerce alaya alınacaktır. Bilinen yasadır bu; şiirde böyle bir yasa yoktur, sonraki ondan öncekini asla yadsımaz, ardından gelen de onu yadsıma z. Yüzyılları, büyük bir rahatlıkla aşar. İşte bunun için (5) Rubaiyat'ı yazıyorum." Hayy am bunları söy lemekle bilimi tamamen reddetmiy or elbette. Bir yandan şiir y azarken bir y andan da çeşitli araştırmalara, tıbba ilişkin çalışmalara dev am eder. Semerkant'tan sonra İsf ahan'a gider. Burada imparatorluğun en güçlü adamı olan Nizamülmülk ile y akın bir dostluk kurar v e onun büy ük y ardımlarını görür. Nizamül-mülk'ün Hayy am'ın y aşamında önemli bir yeri v ardır. Nizam, Hayyam için büy ük bir rasathane kurdurur. Hayyam İsf ahan'da kaldığı sırada büy ük emekler sarf ederek Celali Takv imi'ni hazırlar. Bu takv im resmi olarak sultanın adını taşısa da halk içinde Ömer Hayyam takv imi olarak bilinir. Hayyam bütün bunları y aptığında 33 y aşına gelmiştir. Artık halk onu çok iyi tanıy or v e seviy ordur. Hayy am'ın y aşamında iki önemli isim v ardır. Biri Melikşah'ın v eziri Nizam-ül mülk, diğeri Hasan Sabbah'tır. "Kitaplarda yer almış bir öyküdür. İç arkadaştan söz eder. Derler ki: Binli yılların başların da çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözle mle miş olan Ö mer Hayyam, dünyaya hükmet miş olan Niza m- ül mülk ve dünyayı titretmiş olan (6) Hasan Sabbah." Nizam-ül mülk sultanın v eziri olmasına karşın y önetimi elinde bulunduran, ülkede en az sultan kadar söz sahibi olan bir dev let adamıdır. Hasan Sabbah ise İsmaili mezhebine mensup, kendini "Büy ük Kurtarıcı" olarak ilan eden v e Selçuklu İmparatorluğu'nu y ıkmak için büy ük katliamlar yapan, her-


ke s tarafından korkuyla anılan biridir. İran'ı baştan sona kadar dolaşan Hasan Sabbah, Türk egemenliğine karşı büyük bir isyan örgütler, fedailer yetiştirir. Bu fedailer aracılığıyla en tehlikeli düşmanlarını ortadan kaldırmayı başaran Hasan Sabbah uzun yıllar çevresine korku salar. Nizam-ül mülk'ün ölümü de Hasan Sabbah'ın gönderdiği bir fedainin gerçekleştirdiği bir suikast sonucu olur. Aslında bu suikast Melikşah tarafından planlanmıştır. Öldürüleceğini bilen Nizam-ül mülk etrafındaki adamlarına ölümünden sonra intikamını almaları için yemin ettirir. İşte bu olay Hayyam'ın yaşamında pek çok değişikliğe neden olur. Nizam-ül mülk'ün adamları önce Melikşah'ı, ardından onun yerine imparatorluğu yöneten Melikşah'ın karı sı Terken Harun'u öldürürler. Ve bir söylenti yayarak Ömer Hayyam'ı da öldüreceklerini söyleyerek kaçmasını sağlarlar. Bu söylenti bilinçli olarak yayılır. Hayyam kaçacak ve asıl hedef olan Hasan Sabbah'a gidecektir. Oysa Hayyam saltanatını kan dökerek koru yan, din bezirganlığı yaparak etrafına insan toplayan bu sahtekarın yanına gitmektense sefil bir yaşam sürmeyi tercih eder. Öldürülmemek için kaçan Hayyam gittiği yerlerde istenmeyen adam muamelesi görür. Hakkında pek çok dedikodu çıkarılır. Sapık olduğu, Hasan Sabbah'ın yandaşı olduğu, bir zındık olduğu söylenir. Onu evine konuk edenler cezalandırılmakla tehdit edilir. Hayyam ise gittiği yerlerde karşılaştığı bu olumsuz hava karşısında ısrarcı olmayarak hemen başka bir yere gitmekte, sürekli kaçmaktadır. 1114 yılına gelindiğinde ise Hayyam Merv'in yerel hükümdarı tarafından saraya çağrılır. Hükümdarın niyeti eski parlaklığını yitirmiş olan saraya bir canlılık katmaktır.

Bu amaçla Hayyam'a çalışması için Isfahan'dakinin benzeri bir rasathane yaptırır. Hayyam 67 yaşına gelmiştir ve bu öneriye dört elle sarılır. Hayyam Merv'deki rasathanede çalıştığı dönemlerde meteoroloji dalında pek çok deneyler yapar. Gökyüzünü artık iyi tanımaktadır. Bu uzmanlıkla beş günlük hava tahminlerinde bulunur. Matematikte ise yeni gelişmelere imza atar. Ve tabii ki ünlü eseri Rubaiyat'ını yazmayı sürdürür. Bu çalışmaları güçten düşene kadar sürdürür. Ölümüne yakın, doğduğu kent olan Nişabur'a geri döner. Tarih 4 Aralık 1131'i gösterirken Ömer Hayyam yaşama veda eder. Ömer Hayyam'a dair ölümünden günümüze kadar pek çok anlatım gelmiştir. Onun şaraptan başka bir şey düşünmeyen bir sarhoş olduğu, zevke, sefaya düşkün olduğu söylenir. Doğrudur Hayyam'ın şiirlerinde meyhane, şarap çokça geçer. Ancak kimi yazarlara göre de bunlar birer imgedir. Bu yazarlardan A. Kadir bu konu hakkında şunları der; "'Bugünden kendini kendini yok sayacaksın, kendi buyruğunda bey gibi yaşayacaksın' diyor Hayyam. 'Geçmişi düşünmeyeceksin, gelecekten korkmayacaksın'. Hayyam bun ları bize, günü müzü gün et mek için mi söylüyor? Hiç sanma m. İnsanoğluna yaşamanın yollarım açıyor bir bakıma. Karanlıklar içinde yolunu şaşırmış insana yol gösteriyor. Yüzbin yıl sonraki geleceği bile düşünüyor Hayyam. Yüz bin yıl sonra, yerin altından otlar gibi yeşil yeşil (7) çıkma u mudu"

Biz bu tartışmalara katılmak, bu konuda fikir belirtmek niyetinde değiliz. Bizim, Hayyam için söyleyeceğimiz tek şey şudur; Hayyam dostluğun, vefanın, mertliğin bulunmasının, korunmasının çok zor olduğu bir dönemde yaşamıştır. Çevresindekiler daha çok para, ün peşinde koşarlarken o bunlardan uzak durmayı yeğlemiş, gelecek

tavır / biyografi / temmuz '99 / sayı: 14

nesillere olumlu bir miras bırakmış, bilimi ilerletmek, bilinmeyenleri çözmek için çabalamıştır, insanın insana kulluğuna karşıdır. Bunu engelleyecek olan şeyin yiğit bir yürek taşımakla mümkün olduğunu söyler ve şöyle der Hayyam;" Bir ekmek kapısı aç bana, bir geçim yolu (8) bulayım kula kulluk etmeden'" ikiliği

ortadan kaldıracak olan da kulluk yapan, bunu bir kadermiş gibi kabul eden insandır ve Hayyam onlara da şöyle seslenir; "Ey Kardeş bu yolda yürümene bak, ikilik kalkıncaya dek. Sen dayanırsan ikilik kalkar Öyle bir yere de varırsın ki; Senden senlik uçmuş gitmiş. (...) Eyvallah etme bir sürü ite kopuğa kulluk daha ne kadar sürecek? Konma oradan oraya sinek gibi, kimseye eyvallah etme, yeter iki günde bir so mun ek mek iç yüreğinin (9) kanını, ellerin aşını yeme.

Ve son olarak özgürlüğü için kavga etmekten korkanlara yazdığı bir şiiriyle bitirmek istiyoruz sözümüzü; "Özgürlük yoluna girmezsen, bu yolda koşmazsan vargücünle, yıkamazsın yüzünü kanında yüreğinin, yarın avucunu yalarsın. Er dediğin kendini yok bilmedi mi, cayır cayır yanmadı mı yürek dediğin, (10) hadi öyleyse, uğurlar olsun." •

Kaynaklar; 1- Semer kant, Amin M aalouf, s yf: 40 2- age, syf: 15 3- age, syf: 32 4- age, syf: 34 5- age, syf: 33 6- age, syf: 66 7- Bu günün Diliyye Hayyam, A. Kadir, s yf: 11 8- age, syf: 10 9- age, syf: 113-114 10- age, syf: 119


Günlük hay atın akışı içinde güldüren, eğiten, düşündüren, iğnesini eğri olana batıran y önleriyle mizahın önemli bir y eri v ardır. Y aşamın ay rılmaz bir parçası haline gelen mizah bu yanıy la sanat dalları arasında da ay rılmaz bir y er tutar. Miza hın bir dalı olan "karikatür" ise düny ada ve ülkemizde uzun bir geçmişe sahiptir. Karikatür, "çizgiy le mizah", y ani görselliğe day alı bir mizah olarak tanımlanmaktadır. Mizah ı genel olarak ele aldığımızda çok yönlü işlevler taşıdığım görürüz. Kökeni çok eskilere day anır. "Gülmece" olarak da adlandırılır. Mizah, özellikle de sunduğu politik mesajlarla da güldüren, düşündüren v e sonuca ulaşmay ı sağlay an bir misyon taşır. Mizahın çıkış noktası v e gelişimi de esas olarak sınıf sal çelişkiler üzerine y ükselmiştir. Kimi dönemlerde "sistemle hesaplaş ması" ön plana çıkan mizah ın, kimi dönemlerde de bu y önünün geri planda kaldığım görürü z. El bette bu sonuçlarda belirley ici olan mizahın nasıl kullanıldığı v e hedef lerindeki netliktir. Kuşkusuz mizah insanı güldürüp, düşündürürken mesajlar da iletir. Mizahın toplumsal görevini y erine getirebilmesi, hedef ini vurabilmesi için y ol gösteren, çözüm üreten esas olarak da sorunlara sınıf sal bakış açısıy la y aklaşan bir niteliğe bürünmesi gerekir. Bugün açısından ül-

kemizdeki mizah anlay ışı bu y aklaşımın oldukça gerisindedir. Hatta ülkemiz mizahçılarının ney i neden ürettikleri, ne y aptıkları bile tartışılmaya muhtaç hale gelmiş, özellikle de karikatür mizahçılığı adeta düzeni bey inlere empoze eden bir niteliğe bürünmüş, para kazanma mantığı öne çıkmıştır. Oysa tarihe baktığımızda mizahın üstlendiği sorumluluğun bugünkünün çok ilerisinde olduğunu, baskı v e sömürüy e karşı egemenleri rahatsız edecek dönemler y aşattığım görürüz. Kendi gerçekliği içinde karikatür önemli misyonlar üstlenmiş, tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14

kitle iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde dahi güçlü bir iletişim kurma aracı olabilmiştir. Karikatürün Tarihçesine Kısa Bir Bakış Karikatür ilk olarak Rönesans'la birlikte italya'da doğmuştur. Karikatür sözcüğünün kökeni italyanca'da "Hücum etmek' anlamına da gelen , "Caricare" sözcüğünden gelir. T. Bromn adlı bir çizerin karikatürü ingiltere'y e taşımasıy la birlikte "Carira-türe" ismiy le anılmay a başlar v e İngilizce bir anlam kazanır.


Karikatür, İtalya'da sanatsal üretimle uğraşan "Caracci Kardeşler"in portre türü çalışmalarında bir takım hatalı çizimlerin insan y üzlerinde oluşturduğu abartıy ı bir eğlence aracı haline getirmesiy le şekillenmeye başlar. Başlangıçta şaka için y apılan bu çizimler zamanla bilinçli bir uğraş halini almay a, çoğalmay a v e karikatür tarzı da y av aş yav aş oluşmay a başlar. Karikatürün gelişimi v e esas niteliğine bürünmesi ise İngiltere'de gerçekleşecektir. Bunun nedeni de 17. y üzy ıl'da Av rupa'da süren mutlakiyet rejimlerinin basın özgürlüğü önünde engel oluşturması, İngiltere'de kurulan "demokratik rejim"in ise bu gelişime zemin sunmasıdır. Bu dönemin en önemli ismi olan William Hogart, İtalya'da uy gulanan "abartılmış insan yüzleri" tarzım da açarak içinde siyasal eleştirileri barındıran bir tarz geliştirir. Hogart'ın bu önemli adımıy la birlikte karikatür, toplumsal bir nitelik kazanmay a başlar. Basımev lerinin gelişmesiyle birlikte karikatür de gelişmey e başlar. Böylece karikatür en geniş kitlelere ulaşıp etkili bir anlatım aracı haline gelir. Ka rikatür sanatı, artık binlerce basılıp sesini duy urma imkanına kav uşmuştur. 19. y üzy ıl Napoly on döneminde ise bir tutkuy a dönüşen karikatür, siy asallaşarak, etkin bir anlatım aracı olacaktır. 19. y üzy ılın en öne çıkan karikatüristi Daumier'dir. Karikatürlerinde Paris hay atını konu alan Daumier, Paris sosy etesinin şaşaalı y aşamını eleştirel bir gözle işler. Dausier, dalında ustadır. Karikatürlerinde y alancılık, ikiyüzlülük, dolandırıcılık re haksızlıklara eleştirel bir bakış yansıtır. Daumier ve arkadaşları baskıy a v e sansüre rağmen unutulmaz tipler y aratarak "silahlarını" Fransız Devrimi'y le y önetimi ele geçiren burjuv a sınıf a döndürürler. Karikatür sınıf sal bir nitelik kazanır. Ay nı zamanda karikatür bu dönemde artık gazetecilik mesleğinin de bir kolu haline gelir. İkinci Dünya Savaşı'na kadar tarz

olarak belli bir doğrultuda ilerley en karikatür sav aşın ortalarına doğru çizgilerini sadeleştirecek "yazısızlaşacak", gülmecenin konusu "abartılarla" değil çizgilerle if ade edilecektir. Bu tarz ise ortaya çıktığı bu dönemde "Modern Graf ik Gülmece" olarak adlandırılacaktır. Modern Graf ik Gülmece'nin öncüleri ise başta Daumier olmak üzere Fornin Carand'acha, Sem Kupka, Van Dongen, Picasso, Sennep, Maurice Henry, İngiltere'de Punc Dergisi çevresinde toplanan karikatürcüler Almany a'da Simplicissimus, Adolf Oberlander, A.Paul Weber, Heinrich Kley , George Grozs, Kubin v e bazı İtaly an çizerlerdir. Daha sonra Romen kökenli bir mimar olan Saul Steinberg adlı sanatçı Modern Graf ik Gülmece'yi geliştirecek, hiç ele alınmamış konuları işley ecek, çizgilerde daha da sadeleşmeye gidecektir. 1941'de, Ne Y orker'de Steinberg'in çıkışından sonra artık karikatür salt güldürü öğesinden sıy rılır v e tarz olarak graf ik mizahı y ay gınlaşır. Karikatür alanında önemli bir atılım da "Yeraltı Basını" (Underground Press) adıy la aralan dergilerle gerçekleşir. Bu dergilerde daha çok gerçek üstü öğelere y er verilir. Çizimlerde hayv anlarla, eşy aların birbirine karıştığı, gerçeküstü y aratıklar konu edilir. Bu yeraltı dergileri insanların v e toplumun "çirkin" gördükleri y anlarım v urgularlarken belli bir siy asal eğilim de taşırlar. Amerika'da bu akımın önemli isimleri Crump, Jan Faust, Mihnesca, Arishman, Brand Holland, Anita Siege Suarez'dir. Karikatür, düny a ülkelerinde böyle bir gelişim sey ri izlerken ülkemizde de batıdakine benzer bir gelişim sey ri izlemiştir. Ülkemizde Karirkatürün Gelişimi Ülkemizdeki gelişimi içinde de pek çok baskıy a v e sansüre uğrayan karikatür adaletsizliklerin, toplumsal

tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14

altüst oluşların boy utlu yaşandığı dönemlerde dahi önemli bir muhalef et aracı olmuş, muhalef etten de öte bir mücadele aracı haline gelmiştir. Karikatür ülkemizde diğer sanat dallarına nazaran halka daha y akın olarak tanımlanır. Gelişimi itibariyle kökeni eskiye dayanan Karagöz çizim, geleneğinden de etkilenmiştir. "Alay, Hiciv, Yergi, Latife, Nükte" olarak adlandırılan sözlü mizahın y anında Karagöz oy unlarıy la da ülkemizde bir mizah geleneği olduğunu görü rüz. Karikatüre de y ansıy an bu durum başlangıçta Karagöz f igürlerindeki abartılı çizimleri anımsatacak tarzda çizimler y apılmasıy la karşımıza çıkar. Gerçekten de Osmanlı döneminin mizah birikimi zengindir. Ama karikatür batıdaki oluşumundan tam 250 y ıl sonra ülkemize gelir. Çünkü o dö nemde sanatçılar batıdan v e batı kültüründen uzaktır. Saray ın içinde sanat üretmeye mahkum edilen sanatçılar, bir yandan dış düny aya v e böylesi bir sanat dalma uzak kalırken diğer y andan da halk y azılı kültüre y abanadır. Bu gibi nedenlerle karikatür ülkemize ancak 250 y ıl sonra gelir v e gelişimi de Tanzimat döneminde gerçekleşir. Tanzimat Dönemi Karikatür Tanzimat Dönemi batı kültürünün etkisinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemdir. Batıdaki "Ay dınlanma" hareketleri Osmanlı'da da y ansımasını bulur. Batı gazetelerinin örnek alınması pek çok alanda kendini gösterirken karikatürde de bu etki görülür, Bu nedenle ülkemizde karikatürün ilk çıkışı da Tanzimat Dönemine rastlar. Garabet Petrosy an isimli bir muhabirin, Diyojen Dergisi'nde yay ınlanan "Eşek Kulaklı Tasvir" olarak adlandırılan karikatürün "ilk Türk karikatürü" olduğu iddia edilse de bundan daha önce ' Terakki Gazetesi"nin eki olan "Terakki Eğlencesi" isimli dergide v e bazı İstanbul gazetelerinde karikatürlere rastlanmıştır.


Teodor Kasap isimli Rum milliy etinden bir gazetecinin çıkarmış olduğu Diy ojen ilk bağımsız mizah dergisidir. Bu dergide değişik karikatürler yay ınlanır. Diy ojen çıkış amacını şöy le belirtir.

olan bir toplumda karikatür de kolaylıkla ilgi kay nağı olabilmiştir. Tanzimat döneminin karikatür konuları batı kültürünün etkisiyle değişen y aşam koşulları, kadın-erkek ilişkileri, "Hükümetin ve halkın sorunlarına de- adaletsizlikler, özgürlük isteği v e eğitim bozukluklar çerçevesinde ğinilecek, ülkemiz e yabancı olay ve şeyler le sistemindeki alay edilip, küç ük görülec ektir."(M. Bilal Arık şekillenir. Değişen Toplum Değişen Karikatür, Karikatürün halkla bu denli içli dışlı Türkiy e Gazeteciler Cemiy eti Y ay ınlan, olması İstibdat Dönemi egemenlerini sayf a:12) rahatsız eder v e bu rahatsızlık karikatürün Dergi bir kez kapatılıp açıldıktan sonra y asaklanması ile sonuçlanır. Bu y asak bir daha y ay ımlanmamak üzere f eshedilir. dönemi ise tam otuz y ıl sürecektir. Diy ojen'in kurucusu Teodor Kasap inatçıdır. Nisan 1873'de "Çıngıraklı Tatar" İstibdat Döneminde Karikatür isimli başka bir gazete çıkarır. Teodor İttihat v e Terakki'nin kurulmasıyla Kasap bunun da kapatılmasından sonra birlikte istibdat döneminde y oğun baskı 1873'de "Hayal" v e 1875'te günlük bir gören karikatürcüler İttihat ve Terakki mizah gazetesi olan "İstikbal'i çıkarır. Bu Hareketi'ne destek verirler. Av rupa'da dönemde bu dergilerin y anı sıra sürgün hayatı y aşamak y ay ınlanan başlıca mizah dergileri; "Letaf-i Asar(1872), latife(1874), Tiyatro(1871), Geveze(1875) ve Çaylak(1875)" isimli dergilerdir.

zorunda bırakıl an karikatürcüler, Av rupa'da onüç ay rı ülkede Abdülhamit aley hine çıkan pek çok gazeteye çizimleriy le katılırlar. İsdibdatla olan sav aşımlarını bu biçimiy le de olsa sürdürürler. İttihat v e Terakkiciler ise Avrupa'da y aşay an karikatürcülerin çizdikleri karikatürleri İstibdat'a karşı muhalef ette bir propaganda aracı olarak kullanırlar. Bu dönemde karikatürde biçim v e çizgi gelişiminden çok politik mesaj y anı ağırlık kazanır. Bu dönemin en öne çıkan karikatürcüsü ise Cem'dir. Meşrutiyet Döneminde Karikatür 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiy e-t'in ilanıy la birlikte, 1876 Anay asası tekrar kabul edilir. Daha çok gayri

Dönemin karikatür sanatçılarından bazılar ı K.Opcandassis, Nisan G.Berbery an, Ali Fuat Bey v e Çay lak Tevf ik'tir. Bu dönemde Ermeni v e Rum halkından kişilerin karikatüre öncülük ettikleri görülür, bunun nedeni ise Fransızca dil eğitimi v eren kolejlerde eğitim görmeleri, batı basınını takip edebilmeleri Ve matbaa teknikleri konusunda bilgi birikime sahip olmalarıdır. Mizah bu d ö n e m d e padişah otoritesine karşı tek muhalef et aracı olmasından dolay ı önemli bir misy on üstlenir. Halk hiçbir şeye muhalefet edemez, hiçbir söz söy leme hakkına sahip olamazken, mizah y oluyla padişahlık y önetimine karşı eleştiriler v e y ergiler y apılır. Bu noktada karikatür de büy ük bir önem kazanır. Okuma y azma dahi bilmey en, kültürel gelişiminin önüne set çekilen halka mizah v e karikatür y oluy la bir anlamda bilinç de taşınmaktadır. Mizahi öz taşıy an meddahlık v e tuluat Osmanlı kültüründe yay gındır. Bu yanıy la mizah geleneğine sahip - Ulan enayi, gazete bağıracağına (liste) diye bağır da zengin ol... - Kimi piyango listesi, ki mi yerli mallar listesi, ki mi varlık vergisi listesi, kimi de mebus listesi diye kapışıyor!.. tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14


müslüm kesimin etkin olduğu y ay ıncılık f aaliyetinde y üzlerce dergi v e gazetenin y ay ın hakkı y eniden iade edilir. Bu dönemde 92 adet mizah y ay ını vardır. Av rupa'dan gelen Cem'in çıkardığı "Kale m" dergisi, "Eşek" v e "Yeniçeri" ismiyle y ay ınlanan Türklerin çıkardığı dergiler, bir de Diyojen döneminden kalma ekiplerin çıkardığı "İncili Çavuş" gibi dergiler dönemin başlıca mizah dergileridir. Meşrutiy et'in ilanıy la birlikte Avrupa'dan ülkey e dönen Cem, siyasal karikatürün ilk örneklerini sergiler. Cem; "Kalem Dergisi"nde, halkın sorunlarına politik bir yaklaşım getirirken politikacıları eleştirir. Cem'in çizgileri güçlüdür. Meşrutiy et döneminde de sansür kaldırılmış olmasına rağmen y ine de pek çok baskı görecek, siy asal iktidarın hedef leri arasına girecektir. Cem, İttihat ve Terakkiy 'e eleştiriler getirmiş olmasına rağmen bu dönemde ona pek dokunan olmaz. Bu dönemin bir diğer önemli karikatüristi de Sedat Nuri'dir. O da Cem gibi Av rupa'da y etişmiş v e ustalaşmıştir. Çizgilerinde bir ustalığa sahip olmasına rağmen karikatürlerinde bir mesajdan çok güldürme öğesine y er v erir. Meşrutiy et döneminin sonlarına y aklaşırken 1. Dünya Sav aşı patlak v erir. Bu süreç içinde başlayan Kurtuluş Sav aşı'nda karikatür yine önemli misy onlar üstlenecektir. Kurtuluş Savaşı Döneminde Karikatür Kurtuluş Sav aşı başladığında işgal altında bulunan istanbul'da iki mizah dergisi v ardır. Bunlar "Aydede" v e "Güleryüz" dergileridir. Bu dergiler iki karşıt görüşü temsil ederler. Ref ik Halit'in y ay ınladığı Ay dede dergisi empery alist işgal güçleri taraf ını tutarken, Sedat Simav i'nin sahibi olduğu Gülery üz dergisi de Kurtuluş Savaşı'nı destekler. Gülery üz, Anadolu'da empery alistlere karşı direnen halkın elinden düşmez.

Kurtuluş Savaşı döneminde karikatürde önceki dönemlere göre bir atılım söz konusudur. Savaşın özgün koşulları karikatüre zengin bir kay nak oluşturup, y erginin sınırlarını açar. Bu süreç ay nı zamanda karikatürdeki teknik gelişmeler v e y enilikler açısından da bir geçiş süreci olacaktır. Karikatür "yazıya olan bağıml ılığ ından" kısmen de olsa kurtulmaya, resim havasından sıy rılarak çizgileri geliştirmey e başladığı bir döneme girmiştir. Kurtuluş Savaşı döneminin usta karikatürlerinden biri de "Ati" gazetesinin karikatürcüsü Sedat Nuri İleri'dir.. Ay dede'nin çizerleri Ramiz (Gökçe), Münif Fehim v e Zeki Cemal,Güleryüz'ün çizerleri ise Sedat Simav i, Cevat Şakir (Kabaağaç) v e İzzet Ziy a'dır. Kurtuluş Savaşı, Anadolu halklarının zaf eri ile sonuçlanınca Ay dede'nin y ayması Refik Halit ve çizeri Rıfkı ülkey i terkederek yurtdışına kaçarken, derginin sahibi Ali Kemal öldürülür. Bu gelişmelerden sonra Ay dede dergisi kapanır. Daha sonra Ay dede dergisinin içeriğinde bir dergi olan "Akbaba" Y usuf Ziy a (Ortaç) ve Orhan Seyfi (Orhon) taraf ından çıkardır. Bu derginin y ay ınlanması da 1977 y ılına kadar sürer. Cumhuriyet Döneminde Karikatür 29 Ekim 1923'te Cumhuriy et ilan edilir. Artık y eni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde karikatür kısa bir durgunluk dönemine girse de 1928'de Latin harf lerinin alf abe olarak benimsenmesiyle tekrar bir canlılık kazanır. Sedat Simavi ise Güleryüz dergisinden sonra Karagöz, Karikatür ve Mizah isimli dergileri bu dönemde yay ınlar. İstibdat dömeminin etkin karikatürcüsü

ley erek ona karşı tav ır alırlar. Cem dergisini çıkarmaktan v azgeçmekle kalmay ıp çizmey i de bırakır. Cumhuriy et dönemi karikatüründe öne çıkan isimlerden biri de Cemal Nadir'dir. Teknik anlamda karikatüre y endikler kazandıran Nadir daha sonra "50 kuşağı" adım alacak olan kuşağın da öncülüğünü y apar. "Amcabey", "Dede ile Torun", "Akla Kara", "Yeni Zengin", "Dalkavuk", "Salamon" onun unutulmaz tipleridir. Cemal Nadir sanatına siyasi düşüncelerini de y ansıtır. 19301u y ıllardır... 2. Empery alist Pay laşım Sav aşının sürdüğü bu y ıllarda Alman f aşizmi, Y unanistan'ı da işgal edip ülkemiz sınırlarına day anır. Kemalistler bu sav aşta tarafsız kalırken, Cemal Nadir, Alman karikatürcülere ve f aşizme karşı savaşta örnek olur. Cumhuriy et dönemi karikatürcülerinin ve mizahçılarının genel özelliği Kemalistlerin yapmış olduğu reformları desteklemeleri ve bu nedenle siy asetçilere pek dokunmamalarıdır. Ne v ar ki; Atatürk'ten sonra başlay acak olan İnönü Hükümeti dönemine karikatüre de adı konmay an bir baskı uy gulaması başlay acaktır. Bu baskı, yasalarla, kurallarla açık açık belirlenmezken karikatürcülere karşı içten içe bir sindirme politikası uy gulanır. İnönü, eşraf kesimini de y anına alarak partide "tek adam" konumuna y ükselir. "Milli Şef " İnönü'nün bu otoriter hav ası karikatürcüleri de etkiler, üstlenilen misyondan geri adımlar atılırken dönemin mizahı da apolitikleşir. Politik hav adan uzak, suya sabuna dokunmay an karikatürler üretilir. Bu dönem, bir süre bu şekilde devam eder; ta ki, "Marko Paşa" sahnede gerini alıncay a kadar...

Cem'de Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'a giderek tekrar kalem dergisini çıkarmay a başlar. Ama karikatürün y eni temsilcileri

Cem'in

sav aş

y aptığını söy -

tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14

kaçkınlığı

Marko Paşa Dergisi: "Marko Paşa" çıktığı andan itibaren döneme damgasını v urur. Sosyalist kimliğe sahip olan ilk dergi olmanın y anında Marko Paşa, Cumhuriy et döneminde y aşanan suskunluğun bir haykırışa dönüşmesinin de if adesi olur. Sabahaddin Ali v e Aziz Nesin, Marko Pa-


27 Mayıs sonrası Adnan Mender es'i eleştiren kari katürlerden biri...

şa"nın kurucuları arasında y er alırken Mim Uykusuz v e Rıf at Ilgaz da bu derginin çalışanları arasındadır. Marko Paşa "keskin ve sivri dilli" mizahı ile dönemin egemenlerini o denli rahatsız eder ki, mecliste dahi ateşli tartışmalar y aşanmasına neden olur. "Marko Paşa" sosy alisttir v e halkın y anında saf tutar. CHP'li politikacıların y olsuzlukları, çıkar düşkünlükleri, halkın sorunlarının görmezden gelinmesi, bürokrasi çarkının ağır dönmesi, karaborsacılar, harp zenginleri Marko Paşanın ağır bir dille eleştirdiği hedef aldığı kesimler arasındadır. Derginin tek karikatüristi olan Mim Uykusuz'un çizgileri güçlüdür. Ülkemiz karikatürüne önemli katkıları bulunan Mim Uykusuz, karikatürlerinde sınıf çelişkilerini işley erek, ülkemiz açısından bu y anıy la da bir ilke imza atar. Mim Uy kusuz, 1946-49 y ıllan arasında çizdiklerim bir albümde toplar. Kendi if adesiyle "halkla bağlarını koparıp işi tıkırında gidenlerin emrine girmiş olan", "üstatlarına" ise eleştirileri getirmektedir. "Karikatürün yalnız güldür me, sırıt ma sanatı olduğunu iddia eden üstadlarımız var. Onlar, radyolarda, gazetelerde fırsat buldukça bu iddialarını ilan ediyorlar. Şüphesiz üstadlarımız da haklıdır. Halkla olan bağlarını koparıp, işi tıkırında gidenlerin emrine gir miş olandan, başka ne beklenir? İlerde me mleketimi zdeki karikatür sanatı hakkında herhangi bir araştırma yapacak olanlar, karikatür diye bir kaç kadın bacağı ve hemen şöylece örtülüvermiş bir çift kadın me mesinden başka bir şey bulamayacaklar. Sözümüz şu ki, sanat şehri hislerin tahrikçisi ol ma mal ı, halka hitap etmeli, onun emrine girmeli dir." (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Y ay ını, 1983 Cilt 6, Sayfa: 1435) Mim Uykusuz, eleştirilerinde haklıdır. Karikatürcüler muhalef et etmek y erine cinselliği ö n e çıkaran karikatürler çizerek ta o dönemden kendi gelişimlerinin önünü tıkamışlardır. Diğer y anda Mim Uykusuz sanki y ıllar öncesinden bugünleri de görmüş, bu-

Özenti ! tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14


günlere de seslenmiş gibidir. Marko Paşa dergisi CHP iktidarı döneminde def alarca kapatılır, çalışanları hapis cezalarına çarptırılır. Her def asında "Malum Paşa", "Merhum Pa şa", "Bizim Marko Paşa", "Mi Baba" gibi isimlerle y ay ın hay atına dev am eder. Demokrat Parti Döneminde Karikatür 1950'de CHP'nin iktidardan düşmesi ile DP iktidarı dönemi başlar. Baskıların anti-demokratik uy gulamaların y oğunlaştığı bir dönem olan DP iktidarı döneminde karikatür, "demokrasi yanlısı" çizgisini sürdürerek, v arolan f aşist uy gulamaları alay a alır. 1950 v e '60 y ıllarını kapsay an bu dönemde karikatür teknik ve mizahi açıdan büyük bir gelişim gösterir. Bu dönem içinde karikatürde "50 kuşağı" olarak tanımlanan bir kuşak oluşur. Bu kuşağın temsilcileri arasında Ef latun Nuri Erkoç , Sema Emiroğlu, Semih Balcıoğlu, Ali Ulv i Ersoy, Turhan Selçuk, Nehar Tüblek, Altan Erbulak, Ferruh Doğan, Oğuz Aral, Bedri Koraman, Tonguç Y aşar, Suat Y alaz, Mistik, Hüsey in Mumcu, Nihat Bali, Sururi, Sinan v e Sadi Diaççağ gibi isimler y eralır. Çıkarmış oldukları dergiler; Tef , Dolmuş, Taş-Karikatür olarak sıralanabilir. 50 Kuşağı entellektüel birikimi fazla olan bir kuşaktır. Karikatürlerinde batı çizgisinden etkilenmeler v ardır. Aslında "Kara mi zah" olarak da tanımlanan bu kuşağın anlay ışı y alnız çizim olarak değil konu olarak da Amerikan mizahının etkisinde kalmıştır. Bol çizgiden oluşan, özellikle y azısız olup okuru düşündürmeyi a maçlayan 'Issız Ada', 'Kovboy', 'Kızılderili', 'Miki Fare' gibi tiplemeler 50 Kuşağı say esinde mizahımıza girer. Bu kuşak kendi anlay ışı içinde karikatüre daha çok sanatsal bir içerik kazandırmay ı ve yazılı karikatüre alışmış olan okur kitlesinin bu şartlanmışlığını kırmay ı hedef ler. 50 kuşağının temsilcileri halkı bu y önüy le geliştirmey e çalışır ama bu tür karikatür o

y ıllarda halka anlaşılmaz gelir. Ne var ki, 50 Kuşağı bu çizgisinden tav iz vermey erek, bu tarz karikatür anlay ışım sürdürür. Bu kuşağın temsilcilerinden olan Tekin Aral kendisiy le y apılan bir söy leşide bir nevi özeleştiri verirken bu süreci de şöyle özetler: "Çok partili yaşama geçildiği o yıllarda siyasi karikatür ün y anı sıra Batı k arikatürü ve miz ahından müthiş bir etkilenme ve esi nlenme vardı. Çılgınlar gibi ıssız ada ve Robens on karikatürleri çiziyor, burnumuz un dibindeki, çocuğunun

önüne

yiyec ek

el ma

koyamayanları gör meyi p, oğlumun başındaki el may ı nişan al an Giyom T el karikatürleri döktürüyorduk. Sonra bir abs ürd karikatür modasına k aptırdık y akayı. Ne k adar anlaşıl maz karikatürler çizersek k endi mizi o kadar başarılı sayıy orduk. iş o hale gel mişti ki, çizdiği m karikatür

bakar

bak maz

hemen

anlaşıl acak diye ödüm kov uyordu. Çünkü toplum için değil aydınlar için çiziyorduk adeta. Özellikle

Gırgırın

çıkışı

mizahı

toplumla

özdeşl eştirdi. O 'aydın ic azetli' miz ahı yok etti." (Levent Cantek, "Gırgırın Hikayesi" Kari katür Dergisi, Ağustos 1995)

Oğuz Aral v e Altan Erbulak ise 50 kuşağına mensup çizerler olmalarına rağmen çizgileri diğer çizerlerden f arklıdır. Bu farklılık 70'li y ıllarda kendini daha bariz gösterecektir. Hem çizgide hem içerikte kendini gösteren bu f arklı tarz o dönemin genel karikatür anlay ışına uy gun değildir. Oğuz Aral v e y etiştirdiği öğrencilerin uy guladığı "Balon Karikatür" tekniği ise 70'li y ıllarda iyice y aygınlaşırken, günümüze değin v arlığını sürdürmüştür. 1960-70 Döneminde Karikatür 27 May ıs politik devrimi ile DP iktidarına son v erilirken ülkemizde kendi özgünlüğü içinde y eni bir dönem başlar. Çarpık kapitalist gelişmenin öne çıktığı bir dönemdir bu. Bir takım "kısmi özgürlüklerin" v erildiği bu ortamda, çoğalan y ay ınlarla birlikte, karikatürün niteliği de değişir. Çizgi romanın v e f otoromanların gazetelere y erleşmesiyle birlikte 50 kuşağı tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14

da basındaki yerini kay beder v e değişime uymaya zorlanır. Bu y ılların en etkin mizah dergisi "Akbaba"dır. Tek olmanın av antajıy la y üksek tirajlara ulaşır. Dönemin başlarında karikatürün konusu v arolan kısmi demokratik ortam içinde "demokrasiyi" v e "sınıfları" anlatan eğitim amaçlı konulardan oluşurken çarpık kapitalizmin gelişmey e başlaması ile birlikte karikatürün konuları da değişime paralel şekillenir. Tan Oral, bu dönemin en önemli karikatüristleri arasında yer alırken, Tekin Aral, Raşit Y akalı, Ali Galip Altunçul, Caf er Zorlu, Zeki Bey ner, Vehip Sinan, Erdoğan Başol, Erdoğan Bozok, Nezih Dany al, Y urdagün Göker diğer isimler arasında y er alır. Bu dönemin karikatürü sınıf sal karakter taşırken grevler, işçi işv eren çelişkileri, dev rimci görüşler karikatürlerin başlıca konulan arasında y eralır. 1970-1980 Döneminde Karikatür 70'li y ıllar karikatürün politik bir nitelik kazandığı y ıllardır. Çünkü gü nün koşulları politik olmay ı bir zorunluluk haline getirmiştir. Sivil faşist saldırılar v e dev let terörünün en y oğun haliy le hissedildiği bu dönemde karikatür politik y anıy la halka bilinç verirken devlete karşı önemli bir silah olma niteliğine bürünür, Bu dönemin en önemdi mizah dergisi "Gırgır"d ır. 26 Ağustos 1972'de y ay ın hay atına başlay an Gırgır, karikatür düny asına damgasını v uracak, zamanla bir ekol haline gelecektir. Gırgır kısa bir zaman içinde y üksek bir tiraja ulaşacak v e dünyanın en y üksek tirajlı üçüncü mizah dergisi olduğu öne sürülecektir. Derginin kurucusu olan Oğuz Aral, Gırgır'ın kuruluş sürecini şöy le açıklar: "Ben Günaydın'da çalışıyordu m. Orada ismi "Gırg ır' olan küçük bir köşem vardı. Haldun Simavi, o sırada Gün adlı bir gazete çıkarıyordu ve bu gazetenin tirajı giderek düşüyordu. Simavi, 'Bu köşeyi Gün'de yapalım da düşmeyi biraz önleyelim' deyince biz Gün'de sayfa yapmaya


y önlendiriciliğindeki Gırgır bir y andan düzene muhalef et ederken, diğer y andan miz ahı, günümüzün yozl aş mış basınının mizahın niteliğini düşürmey e karikatürün baştacı etmesi ne şaş mamak gerekir." (M. kapılarını kendi nezdinde empery alist y oz Bilal Arık, Değişen Toplum, Değişen kültüre açmay a başlamıştır. Bu tav rın Karikatür, sayfa:35, Türkiy e Gazeteciler açıklaması ise sade ve y alındır; Birincisi, Cemiy eti Y ay ınları) 70'lerin dev rimci ortamında, politika Hasan Bülent Kahraman da , Gırgır v e y apmadan, muhalef et etmeden kitlelere ulaşmanın, onlar taraf ından onun y ay ın organı olan Fırt'a y önelik şu benimsenmenin koşulu y oktur, ikincisi, eleştirilerde bulunur Gırgır y ozluğa, argoy a, arabesk kültüre "Bu der giler ilericilik kisvesi altında bal gibi prim v ererek hem egemenlere hoş cinselliği abartıy orlar. Yazılı olmak tan çok görünmek istemiş hem de tirajını görsel-işitsel bir kültürden gelen insanlar da y ükselterek daha çok para kazanma okumanın ve onun yerine izlemenin v erdiği y oluna gitmekte salonca görmemiştir. En kolaylıkla bu dergileri al maya başladığında nihay etinde Gırgır amacına ulaşmış, en önlerine koy ulandan herhal de önemli ölçüde geniş kitlelere seslenmeyi başarmıştır. etkileniyorlar. Gül mec ecilere sorarsanız Tüm bu olumsuzlukların y anında Gırgır'ın yaptıkl arını size toplumun o ilkel içgüdülerini tek olumluğu uzun süre muhalif yanını gül mece konusu yaparak eleştir mek diy e koruması, bu yönde istikrarlı açıklayac ak lardır. Hiç ilgisi yok. olabilmesidir. Kısaca özetlersek Gırgır döBu dergilerin ilericiliği nereden geli yor? nemin dev rimci ortamından etkilenmiş Kapaklarında haftanın önemli politik olayını eleştirerek ve iktidara y üklenerek ver mekten. ama misyonunu oy namakta y etersiz Sağına soluna serpiştiril miş yaz ılarda da deniyor kalmıştır. Bu durum Gırgır'ın kendi içinde ki, bu der gi sömürüye karşıdır. Baskıya boy un de sorunlar y aşamasına neden olmuş, eğmemekten y anadır; bu der giler her türlü her geçen gün güç kaybetmey e kopuşlar çarpık yak laşımı reddeder. Tabii, kadın y aşamaya başlamıştır. İlk kopuşu '78'li haklarının s avunul ması, kadının ezil mesine ve y ıllarda "Mikrop" dergisiy le y aşay an Gırgır sömürülmesine karşı çık mak da dergi nin temel daha sonra "Pişmiş Kelle", "Karikatür", "De li" v e "Limon" dergileriy le y eni kopişlevleri arasındadır. Ac aba öyle mi ? malar y aşay acaktır. Hangi dergi nin hangi sayısını isterseniz

başladık. T ekin Aral, ben, Mi m Uyk usuz, Oğuz

rükleyici, eğiteceği yerde, k aranlığın boş luğuna

Alplaçin, Ferit Öngören, hep birlikte orada

itici, sululuğa, bay ağılığa öz endi rici. Bu tür

çalıştık v e gazetenin düş üşünü durdurduk . Becerdi ği miz kadar muhalefet y apıy orduk , ancak gaz ete içerisinde bu yüz den öz gür değildik... Çünkü 12 Mart ortamı ve s ıkıyöneti mi vardı. H aldun Si mavi bir gün s ayfaları toplayıp dergi yapmamızı önerdi. Böylec e ilk Gırgırı 1972 yılında çık ardık. Bir kuruş reklam paras ı ver medik. Fiyat ımız galiba 60 kuruş tu. İlk ol arak 40 bin bastık. Sonra gençler ilgi gös terdi, onl ara köşe aç tım. Mektuplar, karikatürler derk en yeni karikatüristler gel meye başl adı. En ihtiy arı 18 yaşındaydı. Bu insanlarla el ele v erip dergiyi bugünlere getirdik." (Tan Oral, "73 Kuşağın-

da...." Milliy et Sanat Dergisi, 1.6.1981) Gırgır 50 kuşağının y apamadığını y apar ve günlük y aşamı çizgilere taşır. Küçük esnafları, ev gezmelerini, bay ramları, kahveleri, milli maçları, TV'y i çizgilere döküp y aşamı anlatırken, okuy ucuyla sıcak bir diy alog kurar. Gırgır hay ata ayna tutar. Zengin olma hay ali kuran v e bunu tek kurtuluş yolu olarak gören tiplemeler Gırgır'ın sayfalarında bolca y er tutar. Artık teknik olarak da belirgin bir değişim söz konusudur. Alt y azılar kalkmış, konuşma v e düşünceler balonlar içine alınıp, çizime katılarak çizgi romana özgü bir tarz hakim olmuştur. Karikatür, Batı etkisinden kurtulmuş, çizimler y erel özellikler kazanmay a başlamıştır.

açın, bir süre sonra aklından başk a bir şey geç meyen, attığı her adımı "o iş için atan

Gırgır'ın mizah anlay ışı kitlelerin anlamasına v e kendinden bir şey ler bulmasına daha y atkınken argo kullanımındaki rahatlık v e seçilen yoz konularla arabesk kültüre açıkça pirim v erilir. Çizimler sanatsallıktan uzaklaşır, karikatürde y eni bir tarz değişimi ortay a çıkar. T ü m bunların y anında 50 Kuşağının çizerlerinden Turhan Selçuk'un Gırgır'a getirdiği eleştiriler dikkat çekicidir:

erkeklerin çizildiğini görec eksiniz. Hem de hiç bir eleştiri söz konus u edil meden, aksine

"Sağlıksız , battal çizgiler, bilinçli, bilinçsiz yazım hataları, çarpık cüml eler, ar go, yoz

Gırgır Dergisi'ne y öneltilen bir diğer eleştiri de derginin çizerlerine f azla özgürlük tanımadığı v e bu y aklaşımın çizerleri tek tip karikatür anlay ışına y öneltmesi biçimindedir. Kuşkusuz Gırgır'a y öneltilen tüm bu eleştiriler haklıdır, öy le ki, Oktay Akbal'ın

konul ar... Tümüyle beyin y ıkama aracı haline gelen günümüz basınında sergileniyor. Reklam ediliyor, teşvik ediliyor. İns anı yücelteceği yerde yanılgıya s ü-

erkeklikleri abartıl arak. Bütün bunl arın nedeni, çok söyl endi, besbelli ki bilinç

düz eyinin

düşükl üğüdür. Ergi n olmayan bir zihniyetin, ilkel mantığı ile, ticari bir meta haline getirdi ği gül mecenin üstünden para k azanma çabasıdır

(Hasan Bülent Kahraman, "Bir Sürekli Cehennem" Kav ram Y ay ınları, say -f a:48) bu."

tavır / mizah / temmuz '99 / sayı: 14

Gırgır'ın y anısıra karikatür alanındaki diğer gelişmeler ise örgütlenme çabalarına y öneliktir; 1969 y ılında Turhan Selçuk, Semih Balcıoğlu v e Ferit Ozgören'in kurduğu Karikatürcüler Derneği t ü m çizerleri kendi bünyesinde toplar. Dernek yurtiçi v e y urtdışında karikatür sergileri açar, karikatür y arışmaları düzenler, 'Karikatür Müzesi' kurulur. Bu derneğin büny esinde y er alan v e '70-'73 Kuşağı" olarak adlandırılan çizerlerin çalışmaları dönemin koşullarına paralel olarak, sendika v e meslek odalarının, politik dergilerin sayfalarında görülmey e başlar. '80 cuntasıy la kapatılacak olan dernek 1984 y ılında y eniden açılacaktır. • -sürecek-


Ak bir taşın ardından Karayılan Çıkardı kafasını, Derisi ışıl ışıl Dili çatal, Gözleri ateşten aldı Birden bir kurşun gelip Kafasını aldı, devrildi kaldı. Karayılan Karayılan olmadan önce Karayılan'ın endamını görünce Haykırdı avaz avaz ö mrünün ilk düşüncesini: -İbret al, deli gönlüm; De mir sandıkta saklansan bulur seni Ak taş ardında Karayılanı bulan ölüm Ve bir tarla sıçanı kadar korkak olan Fırlayıp atlayınca ileri, Bir dehşet aldı Antepliler'i. Seğirttiler peşine, Gavuru tepelerde vurdular. Bir tarla sıçanı kadar korkak olana "Karayılan" dediler... 15 Ocak 1919 Mondros Mütarekesi'nin ardından İngilizler Antep'i işgal eder. İngilizler, şehrin ileri gelenlerini gözaltına alıp sürgüne gönderir. Antep'te baskı, zulüm iy ice boyutlanır. Halk sokağa çıkamaz, dükkanlarını açamaz haldedir. Ama bir yandan da işgale karşı öfke, kin boyveriy ordur. Vatan topraklan düşman çizmesi altında eziliy or, kadınların, kızların ırzına, namusuna el uzatılıy ordun Bu öf kenin patlayacağından emin olan İşgal Kuvv etleri, ilk olarak Antepliler'den silahlarını ister. Silah onur, si-

lah namustu. Verilir miydi düşmanın eline? Hem de hiç ses çıkarmadan, hem de hiç el titremeden. Silahlarını v ermez Antep halkı. Gömer, saklar, ölümü göze alır da v ermez. 29 Ekim 1919'de İngilizler Antep'i Fransız işgal kuvvetlerine terkeder. Fransız işgal kuvvetleri Antep halkına daha çok baskı v e zulüm uy gulayarak korkutacağını, sindireceğini düşünür. Anadolu halkı y iğittir, gözü karadır. Görülmemiştir hiç zulmün önünde başeğdiği, görülmemiştir hiç onursuzluğu, namussuzluğu kabul ettiği. Antep ki, y iğitler şehri. Antep y iğitleri ki, v atan toprağını canından çok sev en, namus belleyen, bir gün bile düşmanın gölgesine tahammül edemeyen. Antep halkı durmadı, açlığa, y oksulluğa, soğuğa göğüs gerip dişiyle, tırnağıy la direndi, sav aştı. Kadını, çocuğu, genci, y aşlısıy la cephelerde döv üştü, şehit düştü... Atına binmiş elinde dizgin Girdiği cephede hiç olmaz bozgun, Çeteler içinde Yılanım azgın Vurun Antepliler na mus günüdür... Dedik ya, düşmana boyun eğmez Antepliler. Bağrında kahramanlar, y iğitler y etiştirip cephey e salar, düşmanı bu topraklara geldiğine, geleceğine pişman eder. Antep halkı sav aşın en kızgın anlarında dahi malın ı, mülkünü, canını hiçe saymış y iğitler y aratmıştır. İşte Karay ılan böyle bir tavır / karayılan / temmuz ' 99 / sayı: 14

kahramandır. "Karayılan, Karayılan olmadan ön ce" der Nazım, korkak, canını sakınan bir aşiret reisidir. Ölüm onu korkutur, aklına bile getirmek istemez ve kaçar hep ölümden. Ama o gün, o kara y ılanı gördüğü gün anlar gerçeği. Ölüm bir ak taşın ardında güneşlenen bir karay ılanı dahi bulmuş ve canım almıştır, işte bu olay korkak bir aşiret reisinin hay atını baştan başa değiştirir. Asıl adı Molla Mehmet olan Karay ılan 1888'de Antep'in merkeze bağlı Elif köy ünde doğmuştur. Rişvan Oymağının Kabalar aşiretindendir. Babasının ölümünden sonra aşiret reisliği ona geçmiştir. 1. Pay laşım Sav aşı'nda Erzurum v e Kafkas Cephelerinde sav aşır. Kafkas cephesinde yaralanır v e bir süre tedavi olduktan sonra tekrar köyüne döner. Zaman; Osmanlının zulmünün sürdüğü, açlığın, y oksulluğun kol gezdiği zamandır. Baskıy a, sömürüye karşı gelen y iğitler Osmanlı'y a karşı dağları mesken ey ler. Ama bu dağları kendi bencilce çıkarları için kullanan, çete kuranlar da v ardır. İşte bunlardan birisi de Bozan Ağa çetesidir. Köylere girip kadınları, kızları dağa kaldırıy or, halktan v ergi topluy or, halka korku salıy ordur. Bozan Ağa, Molla Memed'in arkadaşının ev ini basıp y ine kadınları dağa kaldırır. Molla Memed namuslu, kadına, kıza y an gözle bakana öf kelenir, kinlenir. Bu olay dan sonra y anına topla-


dığı 15 kadar arkadaşıy la düşer Bozan Ağa'nın peşine. Bozan, dağları iy i bilir, kolay yakalanmaz, ama Memed inatçı, hesap soracaktır mutlaka. Bıkmadan, usanmadan günlerce kov alar ve bulup öldürür Bozan Ağa'y ı. Artık Karay ılan da dağlan mesken tutmuştur. Antep'e düşman girdiğinde tereddütsüz çetelerini de alıp şehre iner v e Fransızların geçtiği Antep-Maraş y olunu keser. 20 Ocak'da Antep'den Maraş'a giden 40 arabalık nakliy e koluna Karabıy ıklı da saldırır v e Fransızları bozguna uğratır. Düşmanın elindeki 20 sandık cephaneyi ve 150 tane silahı alır. Maraş'tan çıktığımda girdi m Bahçe'ye Vatan satılır mı altın akçeye Bizim iller dön müş m'ola bahçeye Davran beyim davran, kafir zor geldi. Zengin bir aşiretin reisi olan Karay ılan'ın ne mal ne de mülk gözünde y oktur. Bir parça vatan toprağı bile işgal altındaysa dayanılır mı buna? Vatansızlığın, düşman önünde boy un eğmenin ne büy ük bir acı olduğunu bilir Karay ılan. Bilir ki, düşman silahsız söküp atılmaz bu topraklardan. Silahlanmak gerek, vurmak gerek. Bütün servetiyle silah v e cephane aldırır çetelerine. Köy lüleri örgütler, eli silah tutan herkesi çetesine alır, silahlandırır, onları eğitir, sav aşta ustalaştırır. Karabıy ıklı baskınıy la Fransızlar sindirilmiş, rahat hareket edemez hale getirilmiştir. Bu baskının zaf erle sonuçlanmasının ardında Karay ılan adı tüm Antep'e y ay ılır. Artık halkın dilinde Karay ılan'ın y iğitliği kahramanlığı v ardır. Analar çocuklarına Karay ılan'ı anlatıp onun gibi y iğit olmalarını öğütler. Karay ılan'ın cesareti, özgür vatan sev dası halka da y ay ılmıştır artık. Düşman, Antep'in etraf ında kuş uçurtmuyor en uf ak bir kıpırtıy ı bile silahıy la tarıy ordur. Böy lelikle cepheler arası bağlantıy ı sağlay an postacılar haber ulaştıramaz duruma gelir.

Ama mutlaka cephelere haber ulaştırmak, savaşı y önetmek gerek. Kahraman Antep halkı v atana can f eda diy erek gönüllü f edai postaları oluşturur. Bu işi çocuklar üstlenir. Düşman kalleş, düşman namert. Çocuk bile olsa acımadan kurşuna dizer onları. Biliyordur ki, bu çocuklar Karay ılanı, Şahinbey 'i, Mustaf a Y avuz'u örnek almışlardır kendilerine. Küçükken böyle ise büy üdüklerinde aman vermeyeceklerdir düşmanlarına... Kadını, çocuğuy la katılır bu sav aşa Antep halkı. Kadınlar evde duran erkeklerine kızar, öfkelenir, onları cephey e gitmeleri için ikna ederler, gitmey en olduğunda y apmadıklarını bırakmazlar. "Verin silahlarınızı biz savaşalım" derler. Şahinbey 'in, Karay ılan'ın komutasında onlarca kadın sav aşır, kahramanlık yaratırlar. Karay ılan, Şahinbey, Mustafa Y av uz, Boy nuoğlu... Antep'in yiğitleri, gözü pek sav aşçıları, komutanlarıdır. Y a hainler, y a vatanını satanlar? Onlar da v ardır bu sav aşta. Antep'in kuzey ini mesken edinmiş bir Şamlı Kel Ahmet v ardır ki halktan haraç almak, y ol kesmek bir y ana halkın direnişini engellemek için çetesiyle birlikte düşmana çalışır. Halkını, v atanını üç kuruş paray a satar. Bunun üzerine Karay ılan birliğiyle Şamlı Kel Ahmet'in üzerine yürür. Şamlı Kel Ahmet'i v e adamlarını y akalay arak halkın önünde bir mahkeme kurup, onları y argılar. Bir daha da böy le bir şeye kimse cesaret edemesin, diğer hainlere de korku salsın diy e Şamlı Kel Ahmet'i Dülük Camii önüne astırır. Karay ılan daha güçlü saldırmak, düşmanı bir an önce v atan topraklarından atmak için Şahinbey 'in kuv v etlerine katılır. Nizip y olu, Mağara başı, Kurbanbaba sav aşlarında hep en önde çarpışır, düşmanın üstüne yürür. Sa msak tepesine hücum ettirdi Çok baba yiğitler telef ettirdi Mollayı orada giyip ettirdi

tavır / karayılan / temmuz '99 / sayı: 14

Dağların aslanı yılan vuruldu Antep'in merkez ilçesinde, Karagöz Camii, çetelerin toplanıp, tartışıp karar aldığı bir y erdir. Düşman Samsak Tepey e saldırmıştır. Orada çarpışan çetelere ek kuvvet gerekir. Karay ılan tereddütsüz f ırlar y erinden: "Yurdumuzda düşman ın varlığına tahammül ede meyiz! Analarımız bizi bu gün için doğurdu. Antep'i düşmana me zar yapacağız. Korkmayın!..." deyip cami hocasına dönerek, "Hocam bu gümüş saplı kamçım sana e manet. Sağ gelirsem alırım. Gel mezse m sen, obamda anasının kucağında bıraktığım bir tek kuzu m var, 'babandan kaldı' diye ona verirsin..." der, hocanın elini öper v e en önde çıkar dışarı. Vatan topraklan daha değerlidir anadan, y ardan, çocuktan O'nun için. Düşman kuvvetleri aralıksız saldırır, top, gülle, makinalı tüf eklerle dur durak bilmeden ateş eder. Karay ılan en önde elinde haf if makinalı tüf eğiyle v urur düşmana. Bir taraftan da ilerler. O'nun v urulacağını anlayan çeteleri Karay ılan'a "ilerle me, dur" diy e seslenir, korumaya çalışırlar ama Karay ılan bunları duymamazlıktan gelir. Vatan topraklarını özgürleştirmek için kan gerekir, can gerekir v e Karay ılan tereddütsüzce v erir canım. Büyükçe bir kay ay ı siper alır Karay ılan, tam bu sırada düşmanın attığı bir top mermisi Karay ılan'ın siper yaptığı kayay a değince kay a parçalanır v e Karay ılan bir tohum gibi düşer toprağa. "Yiğit dediğin böyle olur işte" der halk. Karay ılan'ın ardından halk ağıtlar yakar, döv ünür, ağlar. Antep yiğitleri yerden kaldırır Karay ılan'ı. Ölümlerin en güzelidir onunki. Kanla özgürleşir v atan toprağı. Mav zeri alır bir diğer y iğit, basar y üreğine, "düşman Antep'i teslim ala mayacak" der, sıkar y umruğunu... Karayılan der ki harbe oturak, Kilis yollarından kelle getirek, Nerde düşman varsa orda bitirek Vurun Antepliler namus günüdür.


Şiirlerinizi kendi sesinizden duyduğunuzda neler hissettiniz? İlk tepkim, "bu ben miyim?"' oldu. Sanki başka birinin sesi gibi gelmişti bana. İnsanın çok güzel şiirler eşliğinde, üstelik kendi yazdığı şiirlerini se se dönüştürmesi heyecan verici tabii. Ama,doğrusunu söylemek gerekirse, ilk şiir kitabım yayınlandığında daha büyük bir heyecan duymuştum, ikinci ve üçüncü kitabım yayınlandığında ise ilk kitap kadar keyif almamıştım. Bunun başka nedenleri de var. En önemlisi, ülkemizin aslında şiir adına öyle sanıldığı gibi verimli olmadığım düşünüyorum. Türkiye şiir açısından bir çöl görünümündedir de diyebiliriz. Şiir okuyanların sayısı eminim ki yazanların çok altındadır. Ben önce kendim için yazıyorum. Sonra da yazdıklarımdan birşeyler bulanlar için. Şiir, şiire ihtiyacı olana yazılır. Şiiri, hayatın vazgeçilmezlerinden biri olarak düşünüyorum. Yazarak ya da okuyarak mutlaka şiirle bir bağ kurulması gerektiğini düşünüyorum. Savunduğumla kalıyorum. Kitleler böyle düşünmüyor. Dışarda şiirsiz bir kalabalık var. Onlar, şiire ihtiyaçları olmadığını düşünüyorlar. Onların ekmeğe de ihtiyaçları var... özgürlüğe de. Ama onlar, ekmek ve özgürlüğe de en az şiir kadar uzak duruyorlar. Dışarda şiirsiz, ekmeksiz ve özgürlüksüz bir kalabalık duruyor.

Şiir kaseti yaparken kendimi şuna hazırlamıştım: "Bu şiir kaseti en fazla beşbin kişiye ulaşacak, onların arşivlerine girecek" Yani bu şiir kaseti beşbin şiir dostu için yapıldı. Zaten ülkemizde gerçek anlamda şiirle kolkola gezen insan sayısı da hemen hemen bu kadardır. Birçokları için şiir, özel günlerde tüketilen bir çerezdir. Hayatı şiirsizleştirme çabaları, şiiri bir kıskaca almış durumda ve bu, kapitalizm kaynaklı. Tümüyle yok kılınmak istenen bir masal kuşu. Yine de Kaf Dağı'nın ardına geçemiyor kötüler. Umut bekliyor yollar. Bu sorunla ilgili neler söyleyebilirsiniz, çözümler nerelerde aranmalı? Kapitalizm, kendi yasaları gereği olarak insanları bir kıskaç altına alır. Kıskaç altındaki insan bir süre dayanır, katlanır. Sonra yavaş yavaş homurdanmaya başlar, ayağa kalkar. Onu baskı altına alırsınız, ama aynı baskı onu ayağa kalkmasını emreder öfkeyi ve bilinci de biriktirebilir. Kapitalizm bunu yapıyor. Kendisine karşı biriken örgütlü öfkeyi bastırmak, bilinci törpülemek için de bir kültür erozyonu yaratıyor, hayatın bilince dönüşmesine engel olmak istiyor. Bireyi kendine, insana, çağa ve topluma karşı yabancılaştırıyor. Bunun için seferber ettiği araçlar var. tavır/şiir/temmuz '99/sayı: 14

Ona göre eğitim veriyor, değer yargılarını ona göre oluşturuyor, medyaya bu yolla görevler yüklüyor, yoğun bir dezenformasyon hareketi sürdürüyor. Bütün çabalarına kendi se sini arayan ve bulan unsurlara karşı ise, şiddeti devreye sokuyor. Önce etki alanını daraltmak, sonra tamamen susturmak istiyor. Şiddetten azami ölçüde yararlanıyor. Bu faaliyet, başlıbaşına politik bir faaliyettir. Kapitalizmin uygulayıcıları bütün bunları sınıflarının bilincinde olarak hayata geçiriyorlar, ama, sınıfsal bakışa yönelmesini istemiyorlar. Bu rüzgardan herşey gibi şiir veya sanat da etkileniyor. Çünkü sanat, karşı kültür faaliyetidir. Bu nasıl aşılabilir derseniz; tek başına şiir, müzik, edebiyat veya sanat yetersiz kalır. Bütün bunların yanma, insani bir dünya özlemini bayrak edinen politik bir bilinci ve örgütlenmeyi de koymamız gerekir, kapitalizm kaynaklı çürüme böyle aşılır, bu abluka böyle dağıtılır. Kararlı, uzun erimli ve ayakları yere basan bir faaliyet gerekiyor yani. Şiir kasetleri yeni bir pazar oluşturacak gibi. Tabii b u a l a n d a rant kaygıları devreye giriyor. Belli bir rengi olan şiirler hangi serüvenlerden geçecek sizce? Demokratik mücadeleyi, insana ve yaşama saygıyı savunan sanat merkezlerinin


bunda rolü ne olmalıdır? Her aklına gelen bir kaset dolduruyor. Müzik veya şiir kaseti, ama sonuçta kaset. Bir kaseti olmayana kız bile vermeyecekler neredeyse. Biraz medyatikseniz, kendinize bir radyo veya televizyon kanalında küçük de olsa bir yer bulabilmişseniz, ka set yapmayı haketmişsiniz demektir. Burada, belli bir sayının üstüne çıkmayı hedefleyen kasetler sözkonusu. Adına Beyaz denilen talkshow'cu delikanlının türküler kazanına bir kepçe daldırmasından sonra, bu kez postmodern İslama bir tip, nereye daldırdığını bilmediğim kepçesiyle birkaç şiir yakalayıp, kasetine (çok satan kasetine) kavuştu. Geçtiğimiz günlerde de Tayyip Bey bir şiir kaseti çıkardı. Adamcağızın yüreği birden, şiir... şiir... şiir diye atmaya başladı anlaşılan. Rant kaygısıdır bu. Şiire de el atar, başka bir şeye de. Kiminde torba dolar, kiminde siyasal rant umulur... bu arada torba dolmaya devam eder. Şunu ekleyelim hemen: Tayyip Bey, o malum "şiir"i! okumasaydı ve o şiir hapse girmesine bahane sayılmasaydı böyle bir kasette olmayacaktı. Şiir değil de, anlattığı bir fıkra nedeniyle yargılanıp ceza alsaydı şimdi belki bir fıkra ka seti dinliyor olacaktık, kimbilir. Oysa bugün, hapiste yatmakta olan şairler var. Tayyip Bey'in hedef kitlesi veya "müşterileri" bundan haberdar mı? Umurlarında mı? Öyle bir dertleri var mı? Şiir kasetlerinin bir de öteki yanı var. Yıllarca şiire emek vermiş, kahrını çekmiş, kitaplar yazmış şairler bir de kendi sesleriyle okumak isteyebilirler. Bu, son derece doğaldır. Zaten böyle kasetlerin "çok satma" gibi bir şansları ve dertleri yoktur. Bir Ataol Behramoğlu, Can Yücel, Ahmet Telli veya Kemal Özer.... İyi ki şiirlerini bir ka sete okumuşlardır. Bu onlardan çok, şiirsever dostlarını memnun etmiştir. Bu kesin. Şiirleri aklımıza düştüğünde Ahmed Arif'in o güzelim şiirlerini kendi sesinden neden dinlemeyelim? Bir

Nazım Hikmet'i (şiirlerini çok iyi okumasa da) kendi sesinden neden dinlemeyelim? Onları bilmem hangi barda da dinleme şansımız yok üstelik. Kültür merkezine düşen rol (görev), herşeyden önce gerçek anlamda bir kültür merkezi olabilmektir. Sizce güzel bir şiir neleri barındırmalıdır? Ülke koşullarının dışna çıkarak soruyorum. Evrensel anlamda şairin en büyük sancısı ve en büyük görevi nedir sizce?

Bundan önceki sorulara verdiğim yanıtlar, asılında bu soruya yanıtı da içeriyor gerçekten. Verdiğim örnekler Türkiye'de de olsa, aslında, evrensele ait söylenen sözlerdir. Bir ülkenin veya kentin gelişmişliği ve çağdaşlığı demek; Geniş soka klar, yüksek gökdelenler, otoyollar, lüks arabalar vaya kişi başına düşen gelirle sınırlı olamaz. Sömürge imparatorluğu kuran bir emperyalist devlet, bütün bunları yapmış olabilir. Gidin Newyork'un arka mahallerine balon (ben bakmadım), sürüyle midesi aç, beyni aç, evsiz-barksız insan göreceksiniz. Her yirmiüçbin insanın öldürüldüğü, yirmiyedibin insanın intihar ettiği, onmilyon insanın uyuşturucu bağımlısı olduğu, yedimilyon civarında insanın ruhsal sorunları için sağlık kuruluşlarına da değilde papazlara başvurduğu, kırkbeş saniyede bir olmak üzere yılda yediyüzbin kadın tecavüze uğradığı bir ülke düşünün. Dünyanın kanım emen böyle bir devlet, teknolojik ve askeri açıdan "süper" sayılsa da bu onun insancıl ve uygar olduğunu gösterir mi? Dünyada ki en zengin ikiyüzyirmibeş ki şiye ait servetin bir trilyon doları aştığını (yani ikibuçuk milyar insanın yıllık gelirine eşit olduğunu) duyduğumuzda okkalı bir küfür savurmaz mısınız? Bu nasıl bir sistemdir? İnsan denilen yaratık bu düzenin neresindedir? ABD'de soka ktaki iyi giyimli adama sorun bakalım, Irak'ın hergün bombalanması konusunda neler biliyor, ne kadar il-

tavı r / şiir / temmuz '99 / sayı : 14

gili, onu ikna eden şey nedir? Yüz kişiyle konuşun, bunun doksanbeşinin kültür, sanat ve hayatin ne kadar dışında olduğunu, sanki dünyada ve yaşadıkları toplumda başka sorunu yokmuş gibi "en iyi hangi salonda zayıflayabilirim"i düşündüklerini görürsünüz. Kendine yabancılaşmış bir insan topluluğu bulursunuz orada. Gelişmiş teknolojiye sahip olmak; Özgür, mutlu, uygar veya insancıl olmakla eş anlamlı değil. Peki, ABD'nin burnunun dibindeki Küba'yı düşünelim. Ambargo altında boğulmaya çalışılan bu ülkede yoksul, ama mutlu, bilinçli, onurlu insanları gördüğümüzde iyi şeyler hissetmez misiniz? İşte size iki örnek. Yabancılaşmış toplum ile, hayati bilince dönüştürme hüneri gösteren toplum. Kültürün, sanatın, şiirin, edebiyatın görevi; Sınıflı bir toplum sözkonusu iken ister yerel, ister ulusal, isterse evrensel anlamda olsun, insanı metaya dönüştüren dünyaya karşı direnme bilinci geliştirmek, insani duyguları örgütlemektir. İnsani duygulan örgütlemek, so syalist insanı vareden denizi büyütmektir. Hayat bunu emrediyor. Şiir okuma tiyatroları konusunda ne düşünüyorsunuz? Bunların ülkemizde ki örnekleri nasıldır? Şairlerin biraraya gelebilecekleri, şiire en yaraşır ortamlar nereler olabilir sizce? Ülkemizde şiir o k u m a tiyatrolarının olup olmadığını bilmiyorum, insanları önce, şiirin alıcısı durumuna getirmek gerekiyor. Şiir okumayan bir toplumda istediğiniz kadar şiir okuma tiyatrosu açın. Bu aslında kültür merkezlerinin etkinlik alanı olmalı. Şairlerin bir arada olması o kadar da önemli değil. Toplanmak isteyen, iki aylık aralarla bir kültür merkezinde toplanabilir. Yılda altı tane kültür merkezi bu konuda ev sahipliği yapmış olur. Şiire en yaraşır ortamlar, kültür merkezleridir bence.


Şu günlerde halk türküleri kasetinin yaygın bir şekilde söylenmesi tartışılıyor. Bunun bir moda olduğunu iddia edenler var. Halk türküleri söyleyerek siz de mi bu "moda"ya uydunuz? Y ok y ani, bu bir moda değil tabi. Halk türkülerim söylemek, halk türkülerine sahip çıkmak anlamına gelir. En azından benim düşüncem bu. Ama burada samimi olanlar v ar, bu konuda duy arlı olanlar var, kalıcı, sağlıklı çalışma y apanlar var. Bir de b u n u kullananlar v ar. Bu anlamda bu kategoriy e soktuğum insanlar tabi ki bir moda rüzgarıy sa işte ona kapılmış kesimler y a da kişilerdir. Benim buradaki asıl hedef im, özellikle son y ıllarda dejenere edilen kültürümüzün, halk kültürümüzün karşısında durma, böy le bir bakış açısının böy le bir hareketin karşısında olmak ve olabildiğince halk kültürüne sahip çıkmak Bu anlamda türkülere sahip çıkılması gerekiyor. Ben de öy le yaklaştım. Bunun ötesinde zaten türküler demek, halk müziği demek toplumun bütün kesimlerinin bir aynası demek. Toplumun bütün kesimlerinin dinamiklerini anlatmak demek. Burda ekmek kav gası da v ar. Düşüncelerinden dolay ı tutsak edilen y a da yurtdışına gitmek zorunda kalan insanlar da v ar. Burda özellikle kasedin adını taşıy an "Sürgün" parçasında olduğu gibi daha genel if adesiy le aslında o şarkı

1910'larda Ermenilerin Erzurum'dan göç etmek zorunda kalan kesiminin duy gularını, düşüncelerini, yaşamlarını if ade eden ezgiy di. Biz ona söz y azdık v e daha genel bir anlam taşıdık. En genelde, y erinden y urdundan göç etmek zorunda kalan ulusların, halkın düşüncelerini, duy gularını anlatmaya çalıştık. Kasetinizde büyük ölçüde Fuat Saka'nın müzikal ağırlığı, tarzı hissediliyor. Bu bilinçli bir tercih mi? Ev et, bilinçli bir tercih. Çünkü ben Fuat Saka'y ı 86'dan beri dinliy orum. Dolay ısıy la ondan çok etkilendim. Onun düzenleme anlay ışı, türküleri y orumlay ışı, kullandığı aletler, genel olarak soundu... Böyle bir etkilenme olduğu için tabi ki bilinçli bir tercih. Onunla da birlikte çalışmam bilinçli bir tercihti. Kasetin oluşum aşaması hakkında bilgi verir misiniz? Kaset olmadan çok önce, ay lar önce biz ilk olarak türküleri, parçalan belirledik Daha

sonra

her

şarkının

tonlarım

belirledik. Sesime uyacak olan tonu. Ve özellikle şuna dikkat ettik Hemen her tonda söy lemey e çalıştım. Bunu niçin y aptım? Her tonun insan üzerinde büyük bir duy gu etkisi y arattığım biliyorum. O y üzden buna dikkat ettim zatavır / müzik / temmuz '99 / sayı: 14

ten türkülerde kendisi hissettiriyor. Nasıl söy leneceğim, hangi aletlerin çalınacağını, nasıl bir düzenleme anlay ışına sahip olacağım türküler hep kendisi bize v eriyor matery alleri. Biz sadece onları kullandık. Parçaların tonlarını belirledikten sonra da ben bir takım önerilerde bulundum Fuat Abiy e, düzenleme anlay ışı konusunda. Y ani hangi aletin nerde, nasıl çalacağı konusunda. Daha sonra da Fuat Abi, biraz kaf a yordu düzenlemenin nasıl y apılacağına ilişkin v e çalışmalara başladık. Kısa bir süre sonra beny urtdışına onun y anına gittim. Kay ıtların birçoğunu ben y aptım. Aletlerin çoğunu Fuat Abi çaldı. Diğer müzisy enlerin de oldukça büy ük bir katkısı v ar. Çünkü, sadece notaları önüne koy up "sen bunu çalacaksın, sen şu partisyonu çalacaksın" demedik Çünkü doğal olmazdı böy le bir çalışma. Biz doğal olmasından yanay dık. Zaten çok prof esy onel müzisy enler vardı, işte klarnetçi Makedon sanatçı v ardı. Alman müzisy enler v ardı. Gürcüler v ardı. Bir de Türkiy e'den giden arkadaşlar v ardı. Önce ezgiy i dinlettik. Herkes kendisinden birşey ler kattı. Böylece dinleye dinley e, deney e deney e oluşturmaya çalıştık kaseti. Önümüzdeki günlerde konser vermeyi düşünüyor musunuz? İstek olursa tabi ki. Bundan sonraki hedef im kitlelere bu şekilde ulaş-


mak, düşüncelerimi, lışmalarımı iletmek.

duygularımı,

ça-

Şu anda vereceğiniz konserlerin net bir tarihi var mı? Y ok Şu an net bir tarih yok Sadece öneriler v ar. İşte f estival v ar. Düşünülen bir iki konser v ar. Daha net değil. Olursa somutlaşacak zaten. Bundan sonraki albümünüz yine türkü ağırlıklı mı olacak? Y ine türkü olabilir elbette. Az önce de dediğim gibi türkülerde özellikle ben kendimi buluy orum, halkı buluy orum, çünkü herşey v ar türkülerde. Her istediğin olay, istediğin y aşanan gerçekler v ar. Acılar v ar, hüzün v ar. İşte sevinç var. Her zaman dediğimiz o ekmekten aşka kadar olan bütün anlatımlar v ar. Beni etkiley en, düzenlemek istediğim türküleri elbette y eniden ele alacağım. Bugüne kadar hep y apıldı, y apılıy or türküler. Ama ben kendi anlay ışımla, kendi duy gularımla, kendi hissettiğim şeylerle y apmak istiyorum. Zaten türkü seçerken de kendine göre seçici dav ranıy orsun. Çok f azla kullanılan, y ıpratılmay a çalışılan ezgileri, kullanmamaya çalışıy orsun Farklı bir bakış açısıy la, f arklı bir boy utla hareket etmek istiy orum. Bu yüzden türkü yine olacaktır. Ama türküden öte ilk kasette olduğu gibi İran halk şarkısı y a da diğer Ermenice ezgilerde olduğu gibi söz y azıp beni etkileyen ezgilerden yararlanmak istiy orum. Onun dışında bir de besteler olacak tabi. İlk kasette benim çalışmalarım y ok. Çünkü bu uzun y ıllardır düşündüğüm, kafamda tasarladığım bir çalışmay dı. Önceden belirlediğim bir çalışmay dı. Bundan sonra beste de olacak tabi. Genel olarak müziği nasıl tanımlıyorsunuz, müziğe bakış açınız nedir? En genelde şey denir hep, "kulağa hoş gelen herşey müziktir" denir ama bu çok kaba, altı boş bir kav ram. Çünkü doğada kulağa çok hoş gelen bir sürü ses v ar ki bunlar müzik değildir. Müzi-

ğin müzik olabilmesi için iki temel öğe v ardır. Biri melodi biri de ritm. Bunların armoniyle birleşimi, armoniyle birlikte işlenmesi sonucu müzik ortaya çıkıy or. Ama burda asıl sorun müziğin kim için, nasıl işlendiği sorunu. Benim y apmaya çalıştığım, bir form olarak, tarz olarak isim veremiyorum. Çünkü Anadolu müziğinden çok yararlandım. Temel olarak onu gördüm. Ama jazz, rock ve pop f ormlarından da y ararlanmaya çalıştık. Tek başına halk müziği demiy orum. Çünkü kav ram karmaşası y aratıy or ve y etersiz gerçekten. Hem süreç içerisinde sürekli değişen v e gelişen şey ler oluy or. Örneğin, biz halka en genel anlamda teknik v e teknolojik imkanlardan yararlanamayan, geri bıraktırılmış ama, en belirley ici özelliği imece bir şekilde bir arada y aşayan insan topluluğu olarak değerlendiriy oruz. Bugün baktığımızda böyle bir imece böy le bir pay laşım y ok gibi. Y ani kırsal alanlarda bile kalmadı. Bunun asıl nedeni sistemin uy gulanışı, işley işi vs. Bunun ötesinde halk müziğinin halk müziği olabilmesi için birtakım şeyler gerekiy or. Örneğin, ustadan çırağa, babadan oğula, kulaktan kulağa geçmesi gerekiy or. Mekan içerisinde y aygınlığı, zaman içerisinde derinliği olması gerekiy or. Bugün y apılan müziklere bakıldığında bu anlamda bir çaba olsa da, onun altını dolduran bir anlay ış yok. Bu y üzden tam anlamıy la halk müziği denmiy or, denemiy or. Bu y üzden ben de demiy orum. İsim belki koymak da gerekmiy or. Çünkü çok doğal bir çalışmadan yana olduk. Ve deney sel bir y anı oldu. Kulağımız, düşüncemiz, bey nimiz, y üreğimiz nasıl hissediy orsa, nasıl algılıy orsa, nasıl istiyorsa ona göre düzenlemey e çalıştık. Y ine dediğim gibi temel anlamda Anadolu müziği ama bunun üzerinden şe killenen diğer f ormlardan y ararlandığımız v e basit bir armoniy le halka ulaştırmay a çalıştığımız bir tarz diy ebiliriz.

Önünüze koyduğunuz hedeflerde başarılar diliyoruz. • tavı r / müzik / temmuz '99 / sayı : 14


Son yıllarda gelişen klip sektörü, müzisyenleri bütün çalışmaları bu alanı da hesaba katmalarına neden oldu. Öyleki bu klipler albüml erin satışını, sanatçıların grafiklerini etkiliyordu. Yalnız , bu sektörde istenilen düzeyde, titiz bir çalışma yapmak da büyük paralar gerektiriyor. Bir çok burjuva sanatçı, sponsor vs. gibi yönteml erle kliplerini finans e edi yor. Ama bu ç erçevede de varol mak isteyen ama bu yüks ek maliyeti karşılayamayan bir müzi k topluluğu da kendi alternatiflerini yaratarak, kendi olanaklarıyla klibini ç eki yor. Yıllardır müzik çalışmasını yürüten Ezginin Günlüğü, s on albümü için çekeceği klibini kendisi çekti. Bu konuda bir ilki gerçekleştiren topluluğun üyesi Sedat Yapıcı ile görüştük.

tavır / müzik / temmuz '99 / sayı: 14


S

on albümünüzün ilk klibi "Kör Balık Topal Martı"yı kendiniz çektiniz. Niçin böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz? Daha önce çekilen küplerde istediğiniz sonucu alamadınız mı? Bunun birinci nedeni, benim sinema okulunda okuyor olmam. Bir çok imkana sahip olmam. Arkadaşım Cenk Özakıncı ile beraber bir kaç kı sa film yaptık. Böyle işler çıkarttık. "Neden biz de klip çekmeyelim?" fikri çıktı. Kendi grubumuzun klipleri büyük paralar harcanan, büyük prodüksiyonlar olan klipler değildi. Arkadaşlarımızdan rica ettiğimiz şeylerdi. Diğerlerini beğenmiyoruz diye bir tarzımız yok. Onlar da emek harcamış, özen gösterilmiş şeyler ama bunu bir de biz deneyelim, yapalım dedik. Hem maliyet minimuma insin hem de işi kendi gözümüzle kendi fikrimizle kotaralım istedik. O yüzden kendimiz çekme fikrini benimsedik. Bu sizin ilk deneyiminizdi. Ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Şimdi benim bazı avantajlarım vardı. Yönetmenlik adına, klip yönetmenliği adına ilk deneyimim olmasına rağmen daha önce klip çekimlerinde yeraldığım için klip ortamını, set ortamını biliyorum. Ayrıca arkadaşlarımla beraber kısa film çalışması yaptığım için "klibi nasıl kotarabiliriz" gibi bir sorunumuz olmadı. Biz bir de bu klibi farklı düşündük. Normal klipten farklı. İzleyince anlayacaksınız za ten. Bir kı sa film mantığıyla hazırlanmış bir klip bu. Olabildiğince senkron görüntülerden kaçtık. Klibi film gibi düşünüp onun gibi tasarladık. Becerebildik mi bilmiyorum artık; o sonra belli olacak. Peki bundan sonraki küplerinizi de yine kendiniz çekmeyi

düşünüyormusu nuz? Bu klibin sonucu bir ortaya çık sın, insanlar bir izlesin. Tabi biz dü şünürüz ama bize bu göre vi verebilme leri için in sanları mem nun kılmak lazım. So nuçta bu işe bir para har candı ve bu parayı plak şirketi harca dı. Gazete lerde yazan para harcan madı tabiki. O spekülatif bir şey. O yüzden arka daşımla be raber sonu cun iyi olaca ğını umuyo ruz. İyi çıka cak yani, eminiz. Sanırım bundan sonra bu görevi verecekler. Biz de seve seve yapacağız. Bir aksilik olmazsa biz çekeceğiz. Klip çekimine başlamadan önce olumlu v eya olumsuz ne gibi tepkilerle karşılaştınız? Öncelikle bize, bütçe olarak sunduğumuz paraya bu klibi çekmeyeceğimizi söylediler. Özellikle klip camiasında bir kaç insan mümkün değil dedi. "Yemek parası mı aldığınız para?" dedi. " Yo' biz bütün prodüksiyonu bu parayla karşılayacağız" dedik. Öyle bir ters tepki geldi. Bu bizi biraz korkuttu. Ama şu ana kadar herşey tavır / yazı konusu / temmuz '99 / sayı: 14

yolunda gitti. Mesela yarın kurguya gireceğiz. Kurgu yerini de bulduk. Çünkü bu işlerde en önemli şey kurgudur. Ve dehşet paralar harcanıyor kurguya. Biz onda da tasarrufa girebildik, arkadaşlarımız, çevremiz sayesinde. Okulun bütün donatım odasını bizim emrimize açtılar. Klip yapacağımızı bildiği halde. Bu bir ticari iştir sonuçta ama öğrencilerin bu işi kotarması onlar için önemli birşeydir. Birkaç insan dışında herkes "başarabileceğinize eminiz" dediler. Sanıyorum sonuçta iyi çıkacak. Teşekkür ediyoruz. •


The Athenians, Rumlar'dan oluşan bir müzik topluluğu, ismi Atinalılar anlamına geliy or. Gitar v e vokal'de Dimitri Polychronis, buzuki ve vokal'de Kostas S mirnos, buzukide Manolis Charokopos, bassda Antonis Gialeles, v urmalı çalgılarda Tho mas Tsillias'dan oluşuy or. Albümde grup üy elerinin kendi çalışmalarının y anısıra Mikis Theodarakis'in bazı çalışmaları v e halk türkülerinden örnekler de bulunuy or. The Athenians, Theodarakis'in ünlü Canto Gene-

ral'ini Latin Amerikalı müzisy enlerle birlikte y orumlamış. Bu bölüm, albümün ilk beş parçasını oluşturuy or. Ve bu bölümde The Athenians'a y ardımcı olan Latin müzisy enler şu isimlerden oluşuy or: Kena, champonas ve charangoda Jöel Perri, klasik gitarda Hans Haider, v urmak çalgılarda Panos Kostoglou, piyanoda Uwe Lost. Bu bölüm için The Athenians şunları söy lemiş: "Bizim b u çalış ma mız, Theodorasik'in bu müzikal başyapıtının, He m Yunanlı he m de Güney Ame-

The Athenians Canto General, rum v e latin müziğinden hoşlananlar için sıcak bir çalışma. •

Hacı Taşan Allı Turnam, KALAN MÜZİK ARŞİV SERİSİ

Muhlis Akarsu Aşık Olan Durmaz, KALAN MÜZİK ARŞİV SERİSİ Selahattin Pınar Seçmeler, KALAN MÜZİK ARŞİV SERİSİ

rikalı mü zisyenler tarafından birlikte yoruml an ması açısından ayrı bir öne m taşıyor. Bu yapıtı sunarken, Latin Ameri ka halkının özgürlük savaşına duyduğumuz yakınlığı da dile getirmek istiyoruz." Albümün kay ıtlan 1982 y ılında y apılmış. Canto General bölümü dışındaki tüm parçalar bir konserde cardı olarak kay dedilmiş v e olağanüstü bir uy umla çalınmış.

Muharrem Ertaş Kalktı Göç Eyledi, KALAN MÜZİK ARŞİV SERİSİ

tavır/müzi k/temmuz '99/s ayı: 14


Çingenelerin müzik konusundaki y etenekleri herkes taraf ından kabul edilen bir gerçek. Doğdukları g ü n d e n başlay arak müzikle içiçe y aşıy orlar. Sev inçlerini, acılarını hep müzikle dile getiriy orlar. Y eni Düny a Müzik taraf ından ülkemizde y ay ınlanan bu albümde de Y unan Çingeneleri'nin müziklerinden örnekler bulabilirsiniz. Albümde şu müzisyenler yeralıy or: Eleni Vitalli, Vassilis Paiteris, Kostas Pav lidis, klarinet ustası Vassilis Saleas, Y iannis Saleas v e Chrisoula

Christopoulou. Albüm için Y unanistan'da y apılan değerlendirmelerde şunlar söyleniy or: "Bu mü zisyenler, yani bizim çingeneleri miz, bizlere yüzyıllar boyu süregelen heybetli sesleri ve kaliteyi sunuyor. Çingeneler bu birikimi bayramlarda, festivallerde öğrenmişler. Bu şarkılar eğlenceyi ve acıyı içinde taşır. Çingenelerin ürettikleri müzik onların bir başka dilidir hatta anadilidir. Bu albüm bu dili konuşarak anlaşabi-

Sadettin Kaynak Seçmeler, KALAN MÜZİK ARŞİV SERİSİ

len mü zisyenler tarafından oluşturulmuş." (Kostas Tsatsoulis) "Bu albü m politik ve sosyal imaların dışında bir çeşit folklor kaynağıdır. Müziğin ruhunu ve şarkı söylemenin güzelliğini yorumlayanların yüzü müze düşürdüğü bir parça ışıktır. Sanatçılar üstün performans gösterdikleri albümde kendi kendilerine öğrendikleri tonlar ile geleneksel müziği yoru mluyorlar. Kelimeler kayıtları anlatmaya yetmiyor." (Angelos Sfakionakis)

Knar Anadolu Ermeni Halk Müziği, KALAN MÜZİK

Özgürlük Flamenkolan Y ENİ DÜNY A MÜZİK Best of Communism Dev rimci Şarkı v e Marşlardan Seçmeler Y ENİ DÜNY A MÜZİK

Erkin Koray Dev lerin Nef esi, ADA MÜZİK Ezginin Günlüğü Aşk Yüzünden, Y ENİ DÜNY A MÜZİK

tavır /müzik / temmuz '99 / sayı: 14


Halay Çektiler Gözaltına Alındılar İZMİR- Her y ıl 2-4 Temmuz tarihlerinde İzmir Aliağa'da düzenlenen Emek Şenliği'nde stand açan Kurtuluş gazetesi'ne polis saldırdı. 4 Temmuz gecesi satandın önünde halay çeken insanlara saldıran polis İzmir İdil Kültür Merkezi çalışanı Tülay Ergüzel v e standı ziy aret eden misafirleri gözaltına aldı. Saldırıy a tepki gösteren Eğitim-Sen ve Petrol-İş Sendikası yöneticileri tartaklandı. Eğitim-Sen üyesi Hülya Börekçi gözaltına alındı. Saldırıy a y asal kılıf uy duran polis y asadışı bay rak açıldığım öne sürdü. Gözaltına alınanların bir kısmı aynı gün, diğerleri ertesi gün sersest bırakıldı. Saldırı Kurtuluş Gazetesi İzmir Temsilciliği taraf ından yapılan y azılı açıklamayla protesto edildi. •

Rıfat Ilgaz Ölümünün 6. Yılında Anıldı Nadire Mater'in "Mehmedin Kitabı" Adlı Kitabı Toplatıldı

Grup Y orum 11 Haziran 1999; İsv içre'nin Basel şehrinde düzenlenen İdil Kültür Şenliği'ne katıldı. Y iğit Tuncay, Y ılmaz Çelik v e Nihat Behram'ın da yeraldığı şenliği 500 kişi izledi.

İSTANBUL- Nadire Mater'in geçtiğimiz Nisan ay ında Metis y ay ınlan taraf ından 12 Haziran 1999; Av usturya'nın Viyana şehrinde y ay ınlanan "Mehmedin Kitabı-Güney doğu'da Savaşmış Askerler Anlatıy or" adlı kitabı, "Devletin askeri kuvvetlerini tahkir ve tezyif eden ibareler bulunduğu gerekçesiy le Bey oğlu y aklaşık 1200 kişinin katıldığı Anadolu 2. Sulh Ceza Mahkemesi taraf ından toplatıldı. Konu ile ilgili basın açıklaması y apan Nadire Dostluk Gecesi'ne katıldı. Şenliğe Y iğit Tuncay, Grup Kardelen ve Erdal Y akar Mater, " D o ğ a l o l a r a k karara itiraz hakkımı kullanacağım, ancak hukuki sonuç ne olursa da katıldı. olsun, toplatma kararı ve bunu izlemesi olası dava, yazarların, gazetecilerin ve halkın düşünce, ifade, haber alma ve bilgi edinme özgürlüğüne yönelik ağır tehdidin sürdüğüne 13 Haziran 1999; yeni bir kanıt. Bir gazetecilik çalışması olan 'Mehmedin Kitabı', 'Güneydoğuda savaşmış' Av usturya'nın Viyana şehrinde 42 terhis edilmiş er ve yedek subay ile iki asker ailesinin savaş sırasında yaşadıklarına bir söy leşiy e katıldı. ilişkin olarak bana anlattıkları tanıklıklar gerekçe gösterilmek toplatıldı." diy erek toplatma 19 Haziran 1999; kararım protesto etti. Ay raca, çeşitli y azar örgütleri ve yazarlar kitabın toplatılmasını protesto ettiler.

İSTANBUL- Araştırmacı, Y azar v e Şair Rıf at Ilgaz, ölümünün 6. y ıldönümünde doğumy eri olan Cide'de, "Cide Rıf at Ilgaz Kültür ve Sanat Festiv ali" kapsamında anıldı. Rıf at Ilgaz'ın doğduğu evin bahçesinde gerçekliştirilen festiv alde Ilgaz'ın, eserlerinde halkın y aşadığı sorunları yansıtan, kişilik olarak da böy le konularda özv erili olan bir insan olduğu belirtildi. Cide Belediy e Başkam Ramazan Çalım da yaptığı konuşmada: Ilgaz'ın Cide için tüm imkanlarım kullandığını, f akat Cide'lilerin yazara gerekli ilgiy i göstermediğini söyledi. Daha sonra Ilgaz'ın doğduğu binanın restore edileceğini ve burada bir Rıf at Ilgaz Kültür v e Sanat Müzesi oluşturulacağım; önümüzdeki y ıllarda f estivalin daha da genişletilmesi v e uluslarası boy uta kav uşması y önünde çaba göstereceğini söyledi. Festivale Moğollar, çeşitli müzik grupları v e Ilgaz'ın arkadaşları katıldı. •

Almany a'nın WuppertalI şehrinde y aklaşık 400 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 19 Haziran 1999; Marmara Üniv ersitesi Hay darpaşa Kampüsü Halk Bilim Kulübü taraf ından Heybeliada'da düzenlenen kır gezisine katıldı. 20 Haziran 1999; Almany a'nın Dortmund şehrinde y aklaşık 500 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 23 Haziran 1999; Almany a'nın VVuppertalI şehrinde düzenlenen bir söy leşiy e katıldı. 25 Haziran 1999 Almany a'nın Dortmund şehrinde düzenlenen bir söy leşiy e

tavır / haber yorum / temmuz '99 / sayı: 14


HABER YORUM

Tülay German'ın, Türkiye'de İlk Albümü Çıkıyor İSTANBUL- Tülay German Anadolu Folk Müziğinin ilk çalışması kabul edilen "Burçak Tarlası/Mecnunum Leylamı Gördü m" adlı albümün ardından, Fransa'da kaydettiği, müziğini François Rabhith'ın yaptığı "Yunus'tan Nazım'a Anadolu" adlı y apımıy la dinleyicilere seslenecek.

26 Haziran 1999; Almany a'nın Duisburg şehrinde y aklaşık 600 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 27 Haziran 1999; Almany a'nın Hannov er şehrinde y aklaşık 500 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 27 Haziran 1999; Erzincan'da y aklaşık 1000 kişinin katıldığı bir konser gerçekleştirdi. 28 Haziran 1999; Almany a'da Bielef eld Üniv ersitesi'nde düzenlenen bir söyleşiye katıldı. 4 Temmuz 1999; Tüm Maliy e Sen taraf ından Hey beliada'da düzenlenen kır gezisine katıldı. Özgürlük Türküsü 12 Haziran 1999; Maliy e Sen'in 1 No'lu şubesinin düzenlediği piknikte y aklaşık 300 kişiye seslendi. 20 Haziran 1999; Esenler, Topkapı, Y enibosna v e Bağcılar Halk Meclisi Girişimi'nin ortaklaşa düzenlediği piknikte y aklaşık 500 kişiye seslendi.

Kalan Müzik taraf ından hazırlanan albüm, önümüzdeki günlerde y ay ınlanacak. Tülay German, 1962'de, radyo programcısı, müzik eleştirmeni, besteli Erdem Buri'nin y orumlarıy la, halk müziğini batı enstrümanlarıy la y orumlamaya başlamıştı. Eserlerinde Aşık İzzet Ozkan'ın y apıtlarına yer verdi. Ay nı y ıllarda Balkan Melodileri Festivali'nde eleştirmenlerin en beğendiği şarkıcı seçildi ve ardından "Burçak Tarlası/Mecnunum Leylamı Gördüm", Ezgi Plak taraf ından 45'lik olarak yay ınlandı. İkinci plağı olan "Kızılcıklar Oldu mu/Yarının Şarkısı" adlı 45'liği bir süre sonra yay ınlandı. 19§5 y ılında sözlerini v e müziğini Erdem Buri'nin, y azdığı "Yarının Şarkısı" adlı şarkısı TİP'in seçim toplantılarında kullanıldı. Tülay German 1966 y ılında, plak y apmak üzere Fransa'ya gitti Ve halen orada y aşıy or. 1981'de Fransa'da Türkçe olarak yaptığı bir albümü, Charles Cros Akademisi Büy ük Plak Ödülü'nü aldı. 1987'de Hollanda'da v erdiği bir konserle sahney e veda etti. Önümüzdeki günlerde müzikseverlerin beğenisine sunulacak olan "Y unus'tan Nazım'a Anadolu" adlı albümü için Tülay German; "Şarkı söylemek... Gönül haykırması gibi. Bu plağı, aynı bir konserdeki gibi ilk parçadan son parçaya kadar hiç durmadan, bir seferde doldurdum. Arkamda teknik bakımdan değil de duygu bakımından kusursuz, coşku dolu sami mi bir plak bırakmak istedim" diy or. Tülay German'ın "Y unus'tan Nazım'a Anadolu" adlı albümünde; "Ne Bilir (Karacaoğlan), Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri ( D a d a l o ğ l u ) , Gelin C a n l a r Bir Olalım (Pir S u l t a n A b d a l ) , Elif (Karacaoğlan), Ley lim Ley (Zülf ü Liv aneli), Gözümde Daim Hayal-i Cana (Hamamizade İsmail Dede Ef endi), Mapushane (Geleneksel), Bugün Ben Bir Söz İşittim (Köroğlu), Urganda Gerdan İnciler (Karacaoğlan), Bana Seni Gerek Seni (Y unus Emre), Hekimoğlu (Geleneksel), Kalenin Önü (Geleneksel)" ve Erdem Buri'nin, Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği, "Seni Düşünmek, Abidin, Dörtlük, Onlar/Kurtuluş Sav aşı Destanlarından, En Güzel Deniz v e Hürriyet Kav gası" adlı parçaları yer alıy or. •

30 Haziran 1999; Ümraniy e 1 May ıs Mahallesi'nde, 2 Ey lül Kültür Merkezi taraf ından düzenlenen gecede y aklaşık 400 kişiye seslendi. tavır / haber yorum / temmuz '99 / say ı: 14


Bir Kayıp Filmi: "Boran" Geçtiğimiz günlerde Yönetmen Hüseyin Karabey, Boran isimli kısa filminin çekimlerini tama mladı. Sine ma alanında toplumsal sorunlardan ısrarla kaçınıldığı bir dönemde, kısıtlı olanaklarına rağmen politik sinema yapma kararlılığında olan bu genç yönetmenin olu mlu çabasını destekleme mek mü mkün değil. Karabey, filminin başlım rollerini de kayıp acısını bire bir yaşayan kayıp yakınlarına vermiş. Hüseyin Karabey ile Boran isi mli kısa fil mi üzerine kısa bir röportaj yaptık. Düşüncelerini sizinle paylaşmak istedik. Sizi böyle bir çalışmaya yönelten sebepler nelerdir? - Sinema y apmak istememin sebebi yaşadığım duy guları diğer insanlarla paylaşma isteği. Kay ıplar da bu duy gulardan birisi. Eğer çevrenize bakarken görmey i becerebiliy orsanız bu ülkedeki bir çok sorunu hisseder siniz. Kay ıp olay ını bir olgu olarak ele aldım v e bu olguy u bütün y önleriy le anlatmaya çalıştım. Bunu anlatırken beni y önlendiren en ciddi duy gu "bir şeyler yapmalı!" duy gusuydu. Çünkü kay ıp olay larına sessiz kalmak v e umursamamak, bu suçu bizzat işley enlerden daha f azla suçlu duruma düşmey i beraberinde getiriy or. Y ani toplum olarak suçluy uz. Kay bedenleri sorgulamadık, kay ıpları unuttuk. Cumartesi Anneleri'ne 170. haftadan sonra altı ay boy unca saldırıldı. Anneler altı ay direndi, biz onlara destek v ermedik. Her şey i unuttuk ama kay ıplar dev am ediyor. Kay bedenler de aramızda dolaşmaya devam ediy or. Bunu tekrar hatırlatmak için bu f ilmi yaptım. Filminizde kay ıp aileleri de v ar, başka kimlerden destek aldınız? - Filmin oluşumunda bir çok insanın katkısı v ar. Daha doğrusu hangi kapıy a gittiysek bizi red etmediler. Kay ıp y alanlan y apmak istediğimiz anlay ınca koşulsuz destek v erdiler. ICAD ve TAY AD'ın destekleri benim için en büyük manevi destek ol du. Y ine filmin müziklerini bu duyguy u en iyi anlatabileceklerden birisi olduğu için "Grup Y orum" un yapmasını istedim. Onlarda bu sürece katıldılar. Y ine Mezopotamy a Kültür Merkezi v e Beksav, oyunculuk ve diğer konularda ellerinde geleni y aptılar. Zaman zaman danıştığım Halkın Hukuk Bürosu v e HÖP de desteklerini esirgemediler. Bu destekler çok anlamlı ama asıl anlamlı desteği filmin gösterime girdiği zaman bekliyorum. Y ine bu filmin bütün teknik alt desteğini veren Activ Video elemanları v e Şanal Y urdatapan'a çok teşekkür ederim. Onlar olmazsa bu f ilm olmazdı. Filmin oluşumu kendisi gibi alternatif yöntemlerle oldu. Bağımsız bir sinema y apmak istiyorsanız, v ar olan sistemin dışında y eni bir çaba gerekiy or. Bu f ilm eminim bir çok insanın bu anlamda önünü açacaktır. Filminizin geniş çevreler taraf ından izlenmesi için neler y apacaksınız? Film DV f ormatında çekildi v e 35 mm ' y e aktarılacak. Zannedersem bu teknik ilk def a bir kısa metrajlı f ilm için uy gulanacak Türkiy e'de. 35 mm. f ilm, bize bir çok y erde gösterme imkanı doğuracak. Ay rıca düny a standartlarında kabul görebilir bir f ormatta çekerek, yurtdışında da f ilmi göstermey e çalışacağız. Ama ben y ine f ilmin anlattığı olgunun v e yine sinematografik çözümlerin, filmin en büyük avantajı olduğuna inanıy orum. Çünkü f ilm sadece "içerik " anlamında değil "biçim" anlamında da oldukça farklı, alternatif sinema içinde yer alabilecek bir çalışma oldu. Bu benim için çok önemli. Var olan sinemay ı y apmak işemiyorum. Ve tek f arkımızında işlediğimiz konular olmasını da istemiy orum. Kendi biçimimizi, deneyerek v e zorlay arak bulacağımıza inanıy orum. Filminizin oldukça değişik bir kurguy a v e biçime sahip. Sizce bu gerekli miydi? - Film bir olguy u anlatıy or. Ve biz bu olguyu anlatırken sey irciy i ana temadan uzaklaştırmadan ama ona, filmi seyreder ken f ilmi düşünecek zamanlar tanıy arak ve hatta deştirmesini sağlay arak anlatılan olgunun en iy i anlaşılmasını sağlamaya çalıştık. B u n u y aparken objektif olma kay gımız y oktu. Çünkü bu bir sanat eseri ve objektif olması mümkün değil, önemli olan y aratıcılarının inandığı hay at görüşü v e bunun ne kadar doğru olup olmadığıdır. Biz kay ıplara dur diyenlerdeniz. O zaman y erimizi bilerek, inançlarımızı, duy gularımızı en iy i şekilde anlatmay a çalıştık. Her türlü tekniği kullandık, daha önce tespit edilmiş görüntülerle sonradan bizim çektiğimiz görüntüleri y an y ana koyduk. Boşlukları tamamlamaya çalıştık. Sonuç or tada. Bundan sonrasına seyredenler karar verecek. •

tavı r / haber yorum / temmuz '99 / sayı : 14




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.