1999 15 agustos

Page 1



Merhaba,

Sahibi: İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Y a y . Org. Film. T i c . San. Ltd. Şti. adına İRŞAD AYDIN

Bu sayıda çok farklı bir yazıya yer veriyoruz sayfalarımızda. Ülkemizde yaşanan bu olay çok küçük gibi gösterilmeye çalışıldı medya tarafından. "Susurluk"u nasıl açığa çıkardıklarını anlatan, Susurluk'un takipçisi olacaklarından dem vuran aynı medya nedense bu kadar açık bir Susurluk parçasını adeta küllüyorlardı. O günden bu güne değişen neydi ki? Evet bir kontranın itiraflarını, devrimci tutsakların anlatımlarıyla yarı haber, yarı röportaj olarak okuyacaksınız. Kontra nasıl çalışıyor? Oturma eylemlerine niçin saldırıldı? Dört kayıbın akıbeti ne? Kaybedenlerin psikolojisi nasıl? "Çukur" yazısında, bunları bir solukta okuyacaksınız.

Y azı işleri Müdürü: Y A SİN ALİ TÜRKERİ

Kapitalizm öncesi toplumlarda neden yalnızca egemenler içinden çıkar aydınlar? Görevleri nelerdir? Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde aydınlar nasıl bir gelişim izlediler? "Aydının Ortaya Çıkışı ve Tarihteki Gelişimi" yazısında bulacaksınız.

Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ D E R E B OY U C. NO:110/55 80840 ORTAKÖY/İSTANBUL T E L / F A X: (212) 2613219-261 46 53 İzmir: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ 863 S. 23/2 KEMERALTI/İZMİR Antakya CUMHURİY ET M. GÜNDÜZ C. MU R A TS. BAKIRCI PSJ. NO:8 TEL: (326) 2 1 4 0115 Abone Koşullan ( 6 Aylık) 3.000.000 . - T L (1 Y ıllık) 6.000.000.-TL Hesap No: (TL): 1116-0346785 HAKAN A L A K İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL (DM): 1116-301000 HAKAN A L A K i Ş B A N K A SI ORTAKÖYdSTANBUL Of set Hazırlık TAVIR YAYINLARI Baskı ASPAŞ Dağıtım BİRLEŞİK BASIN Y AY I N DAĞIT IM AŞ.

Köse Abdullah ailesinden de beni çete yazın diye bağırdı: "Bırakın bende baskına katılayım". Bu sözler, vatanını, onurunu, namusunu korumak, daha fazla sömürülmemek ve erkek çeteciler gibi düşmanla savaşabilmek için gösterdiği çaba ve kararlılığın sonucu söylediği sözlerdi Rahime Hatun'un. Vatanını işgal eden emperyalizme karşı "Haydi! allahını, vatanını seven yürüsün" diyerek nasıl yiğitçe, fedakarca savaştığını okuyacaksınız "Vatansever Bir Kadın Kahraman Rahime Hatun" yazısında. Emperyalizme karşı kavgaya giren ve emekçilerin mücadelesini anlatan '98 Ağustos ayında kaybettiğimiz "Edebiyatın Usta Kalemi: Bekir Yıldız"a yer verdik sayfalarımızda. Hayatını, sanatını, inancını bulacaksınız bu yazıda. Araştırmadan, karalama amaçlı, takiyyeci bir mantıkla düzeysiz bir yazı nasıl yazılır? Sivas'ta, aydın ve sanatçıların yakılmasını meşrulaştırmaya çalışan ama eline yüzüne bulaştıran bir gazeteyi "Akit Gazetesi"ni okuyacaksınız tartışma sayfamızda. Eylül sayımızda buluşmak üzere.

Ön Kapak Tasarım: Tavır Yayınlar ı Arka Kapak Resmi: Otto Griebel "Enternasyonal" Arka iç Kapak: FOSEM Fotoğraf Arşivi

Dostlukla.




özel haber tavır

B

u sayımıza değişik bir tarz yazıyla başlıyoruz. Geçtiğimiz ay Türkiye'de önemli bir olay yaşandı. Bütün gazetelere küçük bir kutu halinde yansıyan bu olay, devrimci tutsa kların bir adli tutukluyu öldürdüğü yönündeydi. Ama meseleyi öğrenince hiçte öyle sıradan bir konu olmadığını anladık. Öncelikle bu konuyla ilgili yapılan açıklamalar dikkat çekiciydi. Sonra, bu konuyu, bu olayı bire bir yaşayanlara ulaşarak açmaya çalıştık. Ortaya koca bir kontra örgütlenmesi çıktı. Peki bu konu, bizim dergimizin yayın anlayışına uyuyor muydu? İlk etapta hayır! Ama savunduğumuz düşünceleri, tüm okurlarımız bilir. Kayıplar, katliamlar bu dergi sayfalarına sıkça konu olmuştur. Bu sefer yarı haber, yarı röportaj bir yazıyı sizlere ulaştırıyoruz. Kaybedilenler nereye gömüldü. Nasıl kaçırıldılar, kim kaçırdı, kim kaybetti? İşte bu soruların cevapları... Adı: Turan Ünal Görevi: Tim 03 isimli JlTEM'de görev yapıyor. Basmın, Susurluk takipçilerinin gündemine bile almadığı bu kişinin öldürülmesi, yaşadıkları, katliamları bir solukta okuyacağınızı umuyoruz. Tim 03'te çalışmaya başlayalı üç yıl olmuştu... Beraber görev yaptığı

bir çok arkadaşı gibi kendisinin de harcanabileceğini düşünmeye başlamıştı. Son olarak yaptığı "dernek ve halk kütüphanesi kurup, devrimci örgütlere sızmak" işinde de başarılı olamamıştı. Bu görev, Tokat köylerinde çalışma yapmak üzere kendisine verilmişti. Timdeki hemen herkes bolca paranın döndüğü uyuşturucu kaçakçılığı işinde "görev" alıyordu. Diğerleri de bu işin içinde yeralmak için can atıyordu. Onu bundan da çekmişlerdi. Kesinlikle kendisine güvenilmediği duygusu içini kemiriyordu... Ne yapmıştı da güvenlerini zedelemişti. Acaba bir yerden bir yere götürürken emanetin içinden çektiği beş on bin doların mı farkına varmışlardı. Yoksa verilen mektupları okuduğunu mu hissetmişlerdi. Ya da bilmediklerini sandığı başka şeyleri de mi biliyorlardı. Kendisine artık güvenilmediği çelişkisi onu yiyip bitiriyordu. Güvenmemeleri için bir sebep de "Alevi" olmasıydı. Kendisi böyle düşünüyordu. Alevi olmak, sola yakın olmak, haksızlıklara karşı çıkmakla özdeşleştirilmiyor muydu? Bunlar aklına geldikçe baştan beri güvenmediklerini düşünmeye başladı. Yaptıkları, üstlerinin yaklaşımları bir film şeridi gibi aklından geçmeye başladı. Yoksa hepsi rol mü yapıyordu? Kendini pohpohluyorlar mıydı? Hayır bu kadar olamazdı. Kendine kişisel olarak

tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15

güvenen mutlaka vardı. Kolay kolay harcayamazlardı. Bunları düşünürken aklına birlikte böyle harcadıkları insanlar geliverdi. Niye kendini de ortadan kaldırmasınlardı ki... Her an ortadan kaldırılabileceği kaygısını, endişesini taşımaya başladı... Bir çıkış yolu aramaya başladı kendince. Bir çok eğitimi birincilikle bitirmişti. Bu güvenle hareket etmeye çalışıyordu. Mutlaka bir çıkış yolu bulacaktı. Teşkilatın kendi timi için söylediği "şantajla para alma" işi geldi aklına. Tim olarak şantaj yapacakları kişinin dosyasına bakmışlar, üzerine çalışmışlardı. Tek başına yapamaz mıydı ki? Yapabilirdi. Evet buradan para bulabilirdi. Az-buz para değildi alacakları. Bu parayla yurt dışına kapağı attımıydı artık kimse bulamazdı kendisini. "Mütevazi" bir yaşam kurabilirdi. Pasaportmuş, kimlikmiş sorun değildi, kendisi yapabilirdi bunların sahtesini. Havalimanlarının güvenlik amirlerini de tanıyordu zaten. Kendisine bir şey diyemiyorlardı. Nerden bileceklerdi teşkilattan kaçtığını... Ama yine de tedbirli olmak gerekirdi. Kendisini yurtdışına çıkana kadar yurt içinde sanmalıydılar. Bunun için İstanbul, Ankara, İzmir'de genelde kaldığı büyük otellerde rezervasyon yaptırması yeterliydi. Nasıl olsa burada kimlerin kaldığı, rezervasyon yaptırdığı, anında teşkilata gidiyordu. Yaptığı


planı hoşuna gitti, teşkilat kendini ülkede sanırken, o yurt dışında bir iki ülke değiştirerek izini kaybettirebilir-di. Üç tane yabancı dil bilmesi bir avantajdı. Orada rahat rahat yaşayabilirdi. Ama işler istediği gibi gitmemişti ve beklediği paraya ulaşamamıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Teşkilatın arabası ile direksiyon başında yol alırken, "Şimdi teşkilat bana kızacak, güvensizlik varsa pekişecek, yoksa bile oluşacak" düşüncesi beynini kemiriyordu. Haber vermeden kendi başına, kişisel menfaatleri için yapılan işlere üstlerinin nasıl kızdığını biliyordu. Tek başına bu bile ortadan kaldırılması için yeterliydi. Kendini hurdahaş arabanın 20 metre ötesinde yerde yarı baygın halde iken jandarmalar uyandırdı. Gerçekten de düşündükleri gerçekleş-mişti. Foyası çıkmış ve teşkilattan tasfiye edilmişti. Şimdi tutukluydu. Adli bir suçtan tutuklu. '98 yılının Kasım ayında Ulucanlar'daki hapishaneye getirildi. Müdür "Hasmın var mı, can güvenliğini alalım" diye sordu. Anlamıştı müdürün durumunu bildiğini. "Hasmım var" dedi. "O zaman dilekçeni yaz seni koğuşlara değil, tek kalacağın bir yere verelim" cevabını aldı. Hücresine gitmek için aşağı kata indiğinde yabancı gelmeyen bir yüzle karşılaştı. Hücresine girdiğinde ise her hareketinin denetlendiğini fark etti. bir kaç gün sonra diğer mahkumlarla görüşmeye başladı. Niye teşkilattan müdahale etmemişler, kendisini çıkarmamışlardı. Bir türlü anlam veremiyordu. Kullanılıp bir kenara atıldığını düşünmeye başladı. Teşkilatın kendisini çıkaramaması gibi bir ihtimal söz konusu olamazdı. Kendisi de özel seçilmiş bir timde olduğu için teşkilatın kendisine ceza vermiş olduğunu hissetmeye başladı. Öldürmek isteseler öldürebilirler, rahatlıkla ortadan kaldı-

rabilirlerdi. Kendisi teşkilat adına defalarca bu tür işleri yapmamış mıydı? Hücresinde durumu değerlendir dikten sonra yeni bir plan yaptı kafa sında: "Devrimcilerle ilişki geliştirebileceği görüntüsü vererek teşkilata şantaj yapmak." Bunu nasıl yapacaktı. Her hareketi izleniyordu. Devrimcilerle görüşse her şeyi anlatabileceği kaygısına kapılabilirlerdi. Nasıl olsa görüştüğü ke sin iletilecekti. Bu plan yattı kafasına... Birkaç gün sonra müdür mahkemeye giderken oda-

tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15

sında "devrimcilerle görüşme" dedi. Anlamıştı bilgi gitmişti teşkilata. sonra ilginç bir gelişme yaşandı. Mahkemesi çok hızlı işlemiş ve iki ayda bitmişti. Ceza almış, Çankırı Hapishanesi'ne sevki çıkmıştı. Ocak ayında geldiği bu hapishanede de devrimcilerle görüşme imkanı vardı. Ceza verdirseler de aynı planını sürdürmeye karar verdi. Bunun için öncelikle hapishanede izlenip izlenmediğini, kimlerin izlediğini netleştirmeliydi. Hapishaneyi tanımaya, insanları gözlemlemeye


başladı. İzlendiğinden emin olamadı ama bir şekilde teşkilata bilgi gideceğini düşünüyordu. Gece ve karanlık çöküyor hapishaneye... Gökyüzünde belli belirsiz parlayan yıldızların önüne bulutlar geçiyor. Kayboluyor gökyüzünde yıldızlar. Bakıldığında insanın içini ısıtan, dertlerine ortak, umuduna yoldaş olan ışıklar... Gecenin karanlığını yırtan yıldızlar. Vatan kan içinde. Vatan düşman çizmeleri altında eziliyor. Karanlık bulutlar dolaşıyor vatanımız üzerinde. Bir yandan kan kusarken kan emicilerin namluları, bir yandan da tutup kollarından atıyorlar yiğitlerimizi, karanlık kör dehlizlere ve kayboluveriyor bir yıldız daha gökyüzünden. Sormadık yer, çalmadık kapı bırakmadık. "Bizde Yok" diyorlar. Onlar "Bizde yok" dedikçe gökyüzünde kaybolan yıldızların sayısı arıyor birer-ikişer. Analarımızı görüyoruz ak mı ak eşarpları ve kızıl bantlarıyla. Ellerinde resimleri, dillerinde oğullarına, kızlarına, eşlerine yaktıkları ağıtlarıyla yırtmak için karanlıkları, çıkmak için aydınlığa, çırpınmaktalar durmadan. Kar-kı ş, yağmur-çamur demeden, cop ve dipçik alfanda işkence tezgahlarında, İstiklal Caddesi'nde ve her yerde, her şeye rağmen kayıplarını arayan analarımızı görüyoruz... Galatasaray Lisesi'nin önü ve karanlığı yırtan çığlıklar... Tutsakların Anlatımı: "Ben de oradaydım" diyor birden. İğreniyoruz karşı sında, o konuşurken. Ama yüzümüzdeki acı tebessümü sunarak "anlat" diyoruz... "'96 Temmuzuydu. Habitat süreciydi. O zamanlar Cumartesi Anneleri eylemlerini yoğunlaştırmıştı. Yabancı ülkelerden gelen insanların bu eylemleri görmemesi, niçin böyle eylemler yapıldığını sorma ması için İstanbul'a gittik. Birkaçını takip edip aldık. Ve biraz hırpaladıktan sonra tehdit edip bıraktık..." Bu kadar rahat ve pervasızca anlatmasına şaşırıyoruz doğrusu. Acı

ve nefretle yoğrulmuş tebessümü eksiltmeden bakıyoruz ona... Gözleri, kulakları, ağzı, burnu, kolları, bacakları, vücudu bir insana benziyor. Ama geceleri kan emerek beslenen bir yarasadan daha çirkin ve vahşi gözüküyor. Göz göze geliyoruz. Feri sönmüş derler ya... Gözleri göz değil, konuşuyor ama insan değil, hareket ediyor ama canlı değil... Öyle bir yaratık ki bu, kaybettik derken gülebiliyor. Sıradan bir anısını anlatır gibi anlatıveriyor yaptıklarını. "Metini tanıyorum" diyor. Bir şeyler boşalıyor içimizden onun sözlerini dinlerken, yüreğimiz akıp gidiyor. "Hangi Metin" diyemiyoruz. "Tamam git, yarın gelirsin konuşuruz" diyoruz. Öfkemizi belli etmemek için sıksa k da kendimizi, yine de sesimizdeki kini gizleyemiyoruz. Ertesi gün kapı açılıyor... İri cüsse si ve iğrenç gülüşüyle içeri girdi. Voltaya çıkıp, konuşmamıza devam ettik. "Metini nereden tanıyorsun?" "Gazetede resmini gördüm" dedi, ilk önce. Sonra tarif etti; nasıl güldüğünü nasıl konuştuğunu, nasıl yürüdüğünü... hemen her özelliğini anlatıyor, şaşırıyoruz. "Bir resimden bu kadar ayrıntı çıkar mı?" sorumuza... su stu, hiç cevap vermedi. Artık sabrımız taşmıştı. Üslubumuzda sertleşmişti. "Bugüne kadar bir oyun oynadık.. Artık bırakalım oyunu. Yalan söylediğini biliyoruz. Şu ana kadar anlattıkların seni öldürmemiz için yeterli. Ancak bizim amacımız bu değil, her şeyi anlat ve adaletimize sığın... Başkaları acı çekmesin, başkaları kaybolmasın artık..." dedik. Şaşkın ve ürke k bir yüz ifadesiyle baktı. Burnundan soluyordu. Yaptıklarını anlatırken sanki o anı yaşıyormuş gibi nefes alış verişleri artıyor, elleri hareketleniyordu. Önce "Anlatama m" diyordu. Biz de, kendisine "Yaz o zaman" dedik. "Olmaz" cevabını verdi. Üç yıldır işkencehanelerde, karanlık dehlizlerde "devleşen" katil, o kadar küçüldü ki, sesi zor çıkıyordu. tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15

"Ailemi öldürürler" dedi birden. Kan beynimize sıçramıştı. Ya biz. Ya bizim ailelerimiz? Ya bizim analarımız? Onlar ölmüyor mu? Kaybolan evlatlarını ararken, işkencelerden geçirilirken, kayıpların, katliamların sorumlularının kapılarından kovulurken ölmüyor mu bizim ailelerimiz? Onlar her gün ölüyor... Bu düşünce, öfke kanı beynimize çıkarmaya yetmişti. "Ya bizimkiler, kaybettiğin insanlar, işkence tezgahlarından geçirdiğin analar?... " diye bağırdık. Sustu, yutkundu, konuşamıyordu... "Ben" diyor, devamım getiremiyordu. "Git ve düşün, bu kadar yük sana ağır gelir. Vicdanın rahat gezemezsin, artık bitirelim bu işi." dedik. "Tamam düşüneceğim" deyip ayrıldı koğuştan. Her geçen gün parça parça verdiği bilgiler artık karanlık portreyi yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlıyordu. Kimbilir bu karanlığın içerisinde kaybolup giden kaç insan var. Neler gün yüzüne çıkacak... Bildiği herşeyi öğrenebilmek için, '95-'98 arası yaşanan işkence katliam, kaybetmelere bir kez daha bakıldı. Bunlar sorulacaktı. Sorulmalı ki karanlıkta kalanlar artık güneş yüzü görsün. Soralım bunları ki hesap sorulsun, kan emicilerden. "Acaba kaçtı mı? Ürküttük mü onu?" diye düşünürken birden havalandırmada beliriverdi. Yine yüzünde o aşağılık gülümseme ve mide bulandıran espirileriyle. "Merhaba" dedi. Bu kelime ilk kez bu kadar donuk, bu kadar soğuk, bu kadar iğrenç geldi bize. "Ne oldu, düşündün mü? Kararını verdin mi?" sorumuza, "Tamam yazacağım" cevabım aldık. Hiç vakit kaybetmeden yazmasını istediğimiz konuların başlıklarını kendisine verdik bizde. "Neden anlatmamla yetinmiyorsu-nuz?" diyor, her şey artık onu ku şku-landırmaya, tedirgin etmeye başlıyordu.


Ve y azılar peş peşe gelmeye başladı. Y azıların her satırında kan damlıy or. Kay ıplar, inf azlar, işkenceler, kaçırmalar, insan devşirmeleri, uy uşturucu kaçakçılığı v e bütün bunları organize eden kontrgerilla ortaya çıkıy or. Bir y andan y azıy or, bir yandan da verdiği y azılar üzerine "sohbetlerimiz" dev am ediy or. Kurnaz sanıy or kendini. Diğer taraftan gelebilecek bir tehlikeyi bertaraf edebilmek için, şantaj için bize y anaşmıştı. Ve bu yüzden öldürülmey ecek kadar bilgi vermeye çalışıy or. Herşeyi anlatıy or, en ince detay larına kadar iniy or f akat kay ıplar konusunda "Biliyorum a ma ben içinde yoktum" diy or. Gizlemey e çalışıy or. Anlatırkenki ses tonu, hareketleri ve dav ranışları "Ben yaptım" diy or. inkar etmesi sabrın sınırlarını zorluy or, öfkeye gem v urulmaz hale getiriyor. Perpa'da kay bedilen Erdoğan Şakar'ın kızı ile geçen bir anımızı anlatıy oruz. Ve peşinden şunları söy lüy oruz; "Bırak artık oyun oynamayı. Bizim ne düşündüğümü zü biliyorsun, yalan söylediğini bildiğimi zi biliyorsun. Sami mi ve açık olduğun sürece korkma. Bugüne kadar vermiş olduğun bilgiler bile seni öldür me mi z için yeterli. Bunu defalarca söyledik sana. Nereye kadar kaçacaksın? Haydi burdan gittin. Bu karanlık, ölene kadar senin peşinden gelmeyecek mi? Neden aydınlat mıyorsun artık? Karanlık içinde yaşamayı çok mu seviyorsun? Birazcık da olsa insanlık adına bir şey kal mışsa anlatman gerekir. 'Vicdan azabı çekiyorum' diyorsun. Vicdanını, ancak yaşadıklarını gönüllüce anlatarak rahatlatırsın." Ağlamay a başlıy or. iki saat geçiy or, ağlaması dev am ediyor. Normal bir insanın gözy aşları değil bu, insanlarımızın kanları adeta. Hiç bir şey söy lemeden beklemey e ve onu sey retmey e devam ediyoruz. Normal zamanda ağlay an bir insanın karşısında bu kadar soğuk duramazdık. Ama insan değildi bu. Ağlaması bile iğrenç geliy ordu. Başını hiç kaldırmadan hem ağlıy or, hem de şunları

söy lüyordu y ere bakarak; "Şi mdi ben sizin gözlerini zin içine bakarak nasıl konuşabilirim. Siz onlara anne, kardeş, eş, yoldaş diyorsunuz. Ben sizin yüzünüze bakarak annenizi, kardeşinizi, yoldaşınızı, nasıl kaçırdım, işkence yaptım, kaybettim diyebilirim ki? Bunu benden beklemeyin." Kendi içerisinde bir hesaplaşma mı y apıy ordu? Y oksa oy nadığı oy unun bir parçası mı? "Metin'i ilk kez Ankara Yenimahall e JlTEM'de dosyadaki resimde gördüm" dedi. Ve anlatmaya devam etti. "Kim ne kadar örgüt içinde etkin, kim kişiye göre örgütlenme yapıyor, ya da kimi kaybedersek, o bölgede moral bozukluğu ve örgütü, devrimciliği bırakanlar artar? Bunları hesaplıyor ve ona göre liste yapıyorduk. Daha sonra listedeki isimlerin dosyasını hazırlayıp işe başlıyorduk. Metin'in seçilmesinin nedeni Berga ma'daki halk örgütlenmesinin başını çekmesiydi. Dördünü de aynı gü n İzmir Alaçatı'da aldılar. Bir ay boyunca İzmir Foça'da askeri alan içerisinde bulunan kontrgerillaya ait binalarda sorguladılar. Daha sonra İzmir Hatay Üçkuyular'daki yine kontrgerillaya ait binada üç gün beklettiler. Kolları ve bacakları kırıl mıştı. Hepsi ağır işkenceler görmüşlerdi. Ama hiçbiri konuşma mıştı. Bu nedenle onları kaybettikten sonra hiç başka operasyon olmadı. Daha sonra dördünü, küçük kamarası olan bir balıkçı teknesine ilaç ile uyuşturulmuş halde bindirdiler. Tekneye bindiklerinde kendilerinde değillerdi. İki tekne vardı. Birinde onlar, diğerinde bizimkiler. Ve Seferihisar açıklarında onların bulunduğu tekne batırıldı, diğer tekne ise geri döndü. Daha sonra bu operasyonun kutlaması FLY-INN eğlence merkezinde bütün timlerin bulunduğu bir halde yapıldı." Anlatırken işkencenin nasıl y apıldığını elleriy le tarif ediy or, yüzü geriliy or sanki. işkencey i yeniden yapıy ormuş gibi dav ranıy ordu. Herşey i anlatıy or bütün detay lara giriy or ama, bunlar bilgim dahilinde olan şey ler ama ben yoktum diy e eklemeden edemiy ordu.

tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15

'Diğer kaybedilen insanları nereye gö müyorsunuz?" diy e sorduk. "Bir kısımın ı Bayrak Garnizonu arazisine, bir kısmın ı Haşe moğlu Inşaat'ın yaptığı binaların -çoğu e mniyet binasıtemellerine gö müyoruz. Ya da devlete ait veya devletle ilişkisi olan asit kullanılan petrol yan ürünlerinin işlendiği fabrikalardaki asit kazanlarında eritip yok ediyoruz. Bu yüzden hiç bir zaman kayıpları bula mazlar. Kendi içimi zde, insanların kaybedildiği bu yerlere 'Çukur' diyoruz." En son v erdiği y azıda adam kaçırmaktan işkenceye, kaybetmekten katletmey e, uy uşturucu kaçakçılığına kadar tüm suçlarını itiraf etmiş, suç ortakları hakkında da bilgi vermişti. Y ine duruşma diy erek Adliy e'ye götürüldüğünü, orada savcının odasında eski timindeki iki kişi ile gör ü ş t ü ğ ü n ü öğreniy oruz. Bunu kendisi de anlatıy or. Güv en vermeye çalışıy or aklınca. ikili oy nuyor. Uzun uzadıy a konuşmaya gerek kalmamıştı. Süre uzadıkça ölüm korkusu tüm v ücudunu sarıy ordu. Bu da kaçması için yeterli bir nedendi. Böy le bir insanı elimizden kaçırmamalıy dık. işlediği bunca suç cezasız kalmamalıy dı. Pazar günü gelecekti v e son noktay ı koy acaktık. Artık suçu kendi itiraf larıy la sabitleşmiş bu halk düşmanı katile işlediği suçları v e f aşist dev leti teşhir edebilmesi için bir f ırsat v ermek istiyorduk. Bu nedenle suç duy urusunda bulunup kontrgerillay ı teşhir etmesini isteyeceğiz. Bunu kabul ederse onun pis canını bağışlay abilirdik. Turan Ünal saat 10:00'da koğuşumuza geldi. Biraz v olta attıktan sonra koğuşa çıkardık. "Kahvaltı yapmadım" diy or. Kahv altı hazırlay ıp çay demliyoruz. Bir y andan kahv altı y aparken diğer yandan konuşuy orduk. Kontrgerillay ı kamuoyu önünde teşhir etmesini istiy oruz. "Bunu kabul edeme m" diy or. "Neden?" diye soruy oruz. "Ailemi yok ederler" diyor. Israrla kabul etmesini istiy oruz, inat


ediyor... "Hayır" diyor... Düşünmem gerekir diyor... Zaman kazanmaya çalışıyor kendince. Her geçen dakika onu daha da tedirgin hale getiriyordu. Sonra ölümden bahsetmeye başladı. "Ben ölmekten o kadar korkmuyorum" dedi. Ama daha lafını bitirmemişken arkasından çay getiren yoldaşımızın ayak se slerini duyunca birden irkildi. Müthiş bir panik yaşıyordu. Üç yıl boyunca devrimcilerin işkencesine girmiş, onları sorgulamıştı. Şimdi ise tam tersi bir durum yaşanıyordu. "Nasıl bir duygu" diye sorduk. "Şimdi sorgulanan sensin" denilince se si titriyordu. "Ben" diyor, "Nasıl sorgulama eğitimi aldıysam, sorgulanma eğitimi de aldım, beni burada lime lime kesseniz bir kelime bile söylemem istersem..." Cezalandırılacağını anlamıştı. Son çırpınışlarım sergiliyordu. "Gideyim, bir duş alayım, düşüneyim, yarın devam ederiz" diyor. "Olmaz" dedik. "Bu iş bugün bitecek ve sen bugüne kadar anlatmadığın şeyleri de anlatacaksın, koğuşuna gidemezsin..." "Volta atmak istiyorum" diyor. Havalandırmaya indiriliyor. Volta sırasında sürekli ölümden kokmadığından dem vursa da gözleri sürekli kapıda. Bir fırsatını bulsa kaçacak. Ama her yer kapalıydı Onun için, kapıları tutmuştuk... Biraz masa tenisi oynadıktan sonra akşam yemeği için havalandırmada kurulan masanın birine oturduk. Son yemeğini yiyecek biraz sonra. Her zaman ukalaca konuşan, gülen, basit espriler yapan katil gitmiş, yerine ölüm korkusu bütün vücuduna nüfus eden zavallı biri gelmişti. Yüzüne "masum" bir ifade vermeye çalışsa da sesi kısılıyor "Ne olur öldürmeyin beni" der gibi gözlerimizin içine bakıyor. Yemekten sonra koğuşa çıkarılacağı söylenince, "Havalandırmada dursak" dedi. "Hayır olmaz, konuşmamız gereken daha çok şey var, yürü gidiyoruz." dedik. İdam sehpasına çıkar gibi koğuşun merdivenlerini birer ikişer çıkarken her adımında dönüp geriye bakı-

yor. Saat 18:00'e gelmek üzereydi. Son kez sorduk, "Anlatmadığın, sakladığın şeyleri anlatacak, kamuoyu önünde kontrgerillayı teşhir edecek misin?", "Hayır, düşünmem gerek" diyordu. Artık sona geldiğini anlıyor... Sürekli sağına soluna arkasına bakıp duruyor, kimseyi göremediğinde biraz olsun rahatlıyor. Önüne, yazdığı kağıtlar konuluyor. Ve "İmzala bunları" deniliyor. Şaşırıyor, imzalamak istemiyor. İmzalaması için kağıtlar önüne tekrar itiliyor. "Beni öldürecek misi-

tavı r / kapak konusu / ağustos '99 / sayı : 15

niz?" diyor. "Herşeyin bir bedeli vardır. İmzala yazıların altını..." Çaresiz imzalıyor. "Nasıl kıydın onlara, hiç mi vicdanın sızlamadı senin, değer miydi para için halkına karşı savaşmaya" sözümüze susup bir şey söyleyemedi. Tutsakların anlatımı daha da sürüyordu. Bu anlatımların içinde son dakikaya kadar tüm ayrıntılar var. Ama bunları yayınlamayı çok gerekli görmüyoruz. Turan Ünal, kamuoyuna açıklamayı kabul etmese de bu gerçekler dergimizin yayınıyla halka ve bir çok kesime ulaşacak. Sorumluluk hisseden herkesin kayıpların peşine düşeceğini umuyoruz. Bu timler kimdir, nedir açığa çıkarılmalıdır.


Şiir barış yıld ırım

BİR VEDA ŞİİRİ

Yoldaşlar, Yoldaşlarımız, bir kez daha yollara düşme vakti, başka sahiller çağırıyor b izi, başka dağlar, başka patikalar yine söylenecek veda türküleri Ölümü ve yaşamı paylaştık, sevinci ve hüznü yenilgiyi, yengiyi. Hayal kırıklıkları, coşkular umutlar, yalnızlıklar... Gözlerimizdeki pırıltıyla hatırlayacağız birbirimizi, dudaklarımızdaki gülüşle, yorgunken, uykuluyken seslerimiz sıkılı yumruklarımız havadayken ya da; böyle konuk olacağız düşlerinize. Ama her seferinde hep b ileceğiz; ölüm ensemizdeyken gülümsedik birbirimize, kısılmış seslerimizle şiarlar haykırdık ve türküler doluşuydu gün b atımında neşemiz...

Yaşamın mütevazi ustası, raslantılar belki yine karşılaştırır b izi. Belki gazetelerde b ir resim, el çizimi bir karanfil belki yan siperde omuzdaş olacağız. Belki b u son duyuşumuzdur isimlerimizi. Ama nerede olursak olalım kimseler paylaşmamış olacak paylaştıklarımızı yaşanmış yaşanmıştır çünkü. Ve nice günler veda türküleri söylesek de başka sahillerin b aşka güzelliklerine kollarını açmış yeni kıyılar bekleyecek b izi yeni yoldaşlar, yeni kavgalar. Yaşam yaşamdır çünkü.

tavı r/şiir/ağustos '99/sayı : 15


inceleme yasemin özdemir

İ

lk insan topluluklarının, el emeğini yaşama geçirip, belli bir birikime ulaşmasıyla birlikte edindikleri bilgi; bu tarihten itibaren kafa ile kol emeğinin birbirinden ayrılmasını, yanı toplumsal işbölümünü de beraberinde getirir. Kafa ile kol emeği arasındaki toplumsal işbölümünün ortaya çıkmasıyla birlikte de, aydınlar ve aydın kavramı toplumda kendine bir yer buldu. Bu toplumsal işbölümünün yaşandığı tarihsel aşamadan sonradır ki, aydınlar, bir toplumsal tabaka olarak yerlerini aldılar. Kapitalist topluma kadar yaşanan süreçte aydınlar, egemen sınıfın ayrılmaz bir parçası ya da, egemen sınıfın ta kendisi olarak yaşadılar. Bilgi, bütün toplumlarda önemli bir yer tutar. İnsanın bilgi edinmesiyle birlikte, toplumda da farklı tabakalaşmalar yaşanmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bilgiyi elinde bulunduranlar, toplumun ekonomik ve siyasi yapısına da etkide bulunmuşlardır. Örneğin; ilk çağlarda astronomi konusunda bilgi sahibi bir kimse, doğrudan üretime de müdahale edebiliyordu. Ne zaman yağmur yağacağını, havanın soğuk ya da sıcak olacağını bilmek, ekip-biçme için zamanı tespit etmek için önemliydi. Bu bilgiye sahip olmak, bilmeyen insanlar üzerinde tanrısal

bir kutsallıkla saygınlığı elde etmek için yeterliydi. Bu kutsallığı üstlenmek demekse, toplumun üst katmanlarını oluşturmak demekti. Yani yönetici sınıf olmaktı. Şamanlar, rahipler vb. din adamları da, hem bu bilgiye sahip olmaları, hem de tanırların Öğretilerinin aktarıcısı, yani insanla tanrı arasında elçi olmaları yanıyla ikili bir kutsiyet kazanıyordu ki, bu durum, tüm köleci ve feodal toplumlar boyunca egemenliğin bu ellerde -ruhban sınıfı- toplanmasını sağlıyordu. Bütün gücünü ve işlevini bilgi tasarrufundan alan ve bu tekel sayesinde şu veya bu oranda politik yönetime ortak olan bilginler, düzenin olduğu gibi sürmesinden de birinci dereceden sorumluydular. Bilginin edinilmesi ve saklanması, diğer insanlara aktarılmaması, hem düzenin devamını sağlıyor, hem de bu bilgiye sahip olanların iktidarda kalmasını garantiliyordu. İktidarın, bilgi tekeline sahip olanların elinde bulunması, iktidar sahiplerince kapitalist toplum aşamasına kadar iyi kullanıldı. Edindikleri bilgiden yalnızca kendi çevreleri yaralandırdığından, ya da en fazla saray çevresi yararlanabildiğinden, egemenlikler kesintisiz bir şe kilde sürdürülme olanağına da kavuşuyordu. Kapitalizm öncesi toplumlarda tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

aydınların ikili bir görevleri vardır. Bu görevlerden birincisi; üretim güçlerinin geliştirilmesi, yeni buluşlar ve üretimde tekniğin ilerletilmesi, ikincisi de toplumsal yapıdaki sınıf çelişkilerinde, ezilen sınıfların doğal önderleri oluyorlardı. Kökenleri egemen sınıfa dayansa da, iktidar sahipleri dışındaki aydınların bilgi tekelini elinde bulunduranların bu bilgi birikiminin bir gereği, üretim güçlerinin geliştirilmesi ve direk-dolayı, her iki biçimde de, üretimle ilişkide olmalarından kaynaklı, ezilen sınıfların önderliğini yapmak durumunda da kalıyorlardı. Kapitalizm öncesi toplumlarda aydınların-ezilenlerin Önderliğini yapmış olsalar bile-köken olarak, egemen sınıflardan geldiğini; bizzat devlet örgütlenmesinin bir parçası ya da ta kendisi olduğunu gördük. Peki, ama neden yalnızca egemenler içinden çıkmakta aydınlar? Aydınların egemen sınıfın bir parçası ya da kendisi olması, kapitalizm öncesi toplumların ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanır. Köleci ve feodal toplumlarda halk, hiçbir hakkı olmayan, "ekonomi dışı zor ile sömürülen bir güçtür, sürüdür". Yalnızca hizmet etmek ve üretimi gösterilen biçimde gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Üretim sürecindeki rolleri, belli bir eğitim


ve bilgilenmeye ihtiyaç göstermez. Üretimin ilkel ve kaba bir biçimde gerçekleştirilmesi, üretim araçlarının ve tekniğinin çok basit olması, ayrı ve özel bir eğitim gerektirmez. Bu basit yaşam ve üretim, bilgi edinme gereksinimini yaratmadığı için, üretimi geliştiren halk kitleleri, düşünsel etkinliklere sokulmazlar. Sokulmadıkları içinde, kendilerini kafaca yetiştirmeleri, yetkinleştirmeleri, geliştirmeleri olanaksızdır. Bu olanaksızlık, aydınların egemen sınıflardan, onun devlet örgütlenmesinin bir parçası ya da kendisi olmasından başka bir sonucu, doğal olarak yaratamaz. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, köken olarak egemen sınıfa dayansa da, direkt üretimle ilgili olan, içiçe olan aydınlarla, sistemin kendisine bağlı olduğu "aydınlar" arasında çıkar çatışmaları başgösterir. Bu çıkar çatışmalarına bağlı olarak, sistem içinde resmi kültürün ve ideolojinin yanında, birde sistem dışı kültür ve ideoloji ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu yeni ideoloji ve kültür ile mevcut sistemin ideolojisi ve kültürü, aslında üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın bir yansımasıydı. Feodal üretim ilişkileriyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çatışma. Bu çatışmadan, kapitalist üretim ilişkileri her geçen gün gücünü bir kat daha arttırarak çıkıyordu. Batıda rönesans, ya da aydınlanma çağı olarak adlandırılan bu dönemde burjuvazi, nispeten özgürleşen kitle leri, ekonomi dışı zor ile değil, ücretli kölelik sistemiyle sömürüyordu. Bu yeni koşullara uygun bir kültürel şe killenme gerekiyordu. Köleci ve feodal toplumlarda, tanrısal bir gücü olan efsane kahramanlarının yerini alan, her gün gördüğümüz, içimizden biri olan, sıradan insanlar, kahramanlaştırıldılar. Artık ne tanrı sal bir güce ihtiyaç vardı, ne de tanrı ve onun öğretilerine. Ancak, yine de, burjuvazinin gelişip güçlenmesine ve siyasal erki ele geçirmesine ka-

dar, aydınlar, henüz bağımsızlıklarını kazanamamışlardı. Bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini kapitalizmin gelişmesiyle beraber, burjuvazinin üstünlüğü kazanması ve devleti ele geçirmesiyle elde edebildiler. Bu andan sonradır ki, burjuvazi yönetimde değişiklikler yaptı. Yönetimde bürokrasi denilen bir araç kullanılmaya başlandı. Bürokrasinin devlet örgülenmesinde ve yönetiminde bir araç olarak kullanılması, aydınların da ayrı bir toplumsal tabaka olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Osmanlı'ya Bakış "Batı toplumlarında aydınlar, burjuvazinin ekonomik olarak güçlenmesi oranında, ayaklarını bu sınıfa basarak yükseldiler. Onlar yükseldikçe, burjuva kültüre katkıları o derece etkili oldu. Yaratıcı oldular." Avrupa'da kapitalizm kendi iç dinamikleriyle gelişti ve kendi siste mini kurdu. Feodal üretim ilişkileriyle, kapitalist üretim ilişkilerinin çatışması bir öncekinin yenilgisiyle sonuçlandı. Bu sınıflar çatışması, beraberinde kendi kültürünü ve ideolojisini de yarattı. Bu nedenle de gerek kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi, gerekse de onun kültür ve ideolojisini yaratan aydınlar kendi ayakları üzerinde durabildiler. Kendi yaratıcılıklarını geliştirdiler, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini koruyabildiler. Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmeyen, bu üretim ilişkilerini dışardan etkilerle özümsemeye çalışan bizim gibi ülkelerde ise ne burjuvazi kendi kültürünü ve ideolojisini yaratabildi, ne de aydınlar egemen sınıftan bağımsız bir yapı olarak ortaya çıkıp, özgürlüklerini koruyabildiler. Osmanlıda kapitalizm yeni yeni şe killenmeye ve iç dinamikler yeni hareketlenmeye başlamıştı ki, Avrupa kapitalist sömürgeciliğinin etkisi altına girdi, yarı sömürgeleşti. Yarı sömürgeleşme, Osmanlıda uç vertavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

meye başlayan, ön koşulları oluşan kapitalist dinamiği, tam anlamıyla yok etti. Kapitalist gelişim, Avrupa kapitalizmin dürtüsü ve istediği biçimde geliştirildi. Bu durum, yerli burjuva sınıfının gelişip güçlenmesini önledi. Osmanlı İmparatorluğu, özellikle ekonomik olarak, Avrupa devletleri gibi ve onlar ölçüsünde kendini geliştirmediği için, süreç içinde hem toplumda çözülmelere neden olmuş, hem de askeri üstünlüğünü yitirmişti. Savaşlarda alınan yenilgiler süreklileşince ve Osmanlı mülkü her geçen gün daralmaya, toprak kaybına uğradıkça, yöneticiler batı ile batılı tarzda rekabet ve mücadele etme zorunluluğunu kavradılar. Bu kavrayış onları, yenilik yapmaya yöneltti. Aynı teknik üstünlüğe sahip olmak için, batının o güne kadar biriktirdiği bilgilerin elde etmek ve bunlara sahip olacak bireyleri yetiştirmek üzere, harekete geçtiler. Öncelikle batıdan uzmanlar getirildi. Bu uzmanlara olağanüstü yetkiler verilerek otorite sahibi yapıldı. Bu uzmanların yerini alacak kişiler belirlenerek, yurtdışına okumaya gönderildi. Osmanlının Avrupa ülkelerindeki büyükelçilikleri, bu kişilerin her türlü ihtiyacını karşılamakla ihtiyacını karşılamakla yükümlü kılındı. Gönderilenler, yine sarayiçi ve saraya bağlı bürokrasiden olduklarından, pek fazla zorlukla karşılaşmadılar. Bu durum bir yandan da Osmanlı aydınlarının merkezi yapıyla çelişkiye düşmelerini, bu anlamda da kendi kimliklerini kendi başlarına kazanmalarını önleyici bir etmen oldu. Çelişkiye düşmemeleri, onları, devletle bütünleştirdi. İstisnalar dışında, aydınlar, aydın kimlikleri ile bürokrat kimliklerini beraber taşıdılar. Gelişip güçlenemeyen burjuvazi, cılız ve toplumda öncü rol oynamaktan, batıdaki gibi feodal sınıflara karşı savaş açıp toplumu peşinden sürüklemekten, kısacası, kendi ideolojisini ve kültürünü yaratmak-


tan uzak kaldı. Ancak devleti ayakta tutabilmek için, hatta yaşatabilmek için batıdan kopya edilen ve ülke gerçekleriyle uyuşmayan reform hareketleri sayesinde, bizzat devletin içinde, devlet örgütlenmesine bağlı burjuva aydınlar yetişme olanağı buldular. Bu aydınlar daha çok sanatsal alanda ve askeri yapı içinde kendilerine yetişme koşullan bulabildiler. Yetişme koşullan nedeniyle de devlet yapısından bağımsız ve özgür bir irade gösteremediler. Hep devletle bütünleştiler. Yaptıkları, devletin bekaası için yeniliklerden öteye geçemedi. Bu yenilikler, reformlarda batı taklitçiliğinden başka bir şey olamıyordu. Osmanlı'da aydın, saraya bağlı ve onun kopmaz bir parçası durumunda olmasına karşın, daima, burjuva sınıfın çıkarlarını savundu. Batıdaki gibi bir uluslaşma ve kapitalizmin iç dinamikleriyle gelişmemesi nedeniyle, aydınlar milliyetçi temelden de uzaktı. Milliyetçilikten uzak olmak ve saraya bağımlılık, aydınları, batıdaki kurumların ve değer yargılarının ithal edilmesiyle, devletin kurtarabileceği gibi bir anlayışa sürüklüyordu. Bu halleri ile de Avrupa kapitalizminin himayesi ve desteğine sığınmış, onun Osmanlı'daki sözcüleri olmaktan öteye gitmeyen bir durumdaydılar. Doğal olarakta, Avrupa kapitalizminin çıkarlarını korur duruma düşmekteydiler. Aydınlar, Osmanlı Devleti tarafından "aydınlaştırılmış" olmalarına karşın, edindikleri bilgilerin bir sonucu olarak, ister istemez zamanla devletle kendi aralarına belirli bir mesafe koymak zorunda kaldılar. Bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Çünkü aydınlar edindikleri bilgilerle, yaşadıkları ülke koşulları arasında kıyaslamalara gidiyor, bu kıyaslamalarda onları, bulundukları ortama karşı, görece bir radikalliğe zorluyordu. Yetişme koşulları gereği Avrupa ve Avrupa kültürü, gerek aydınlar

ve gerekse saray için bir ideal olarak değerlendiriliyor, buna göre şekillenmek isteniyordu. Ancak, ülke ko şulları ile bu ideal arasında derin uçurumların bulunması, tavır almada, yenilenme girişimlerinde daha radikal düşünmeyi gerektiriyordu. Ancak devlet örgütlenmesine, hantal ve çürümüş bir yapıyı barındırmasıyla, tutulan her yanının tel tel dökülmesiyle ve toplumdaki geleneksel yapıyla radikal tavırlar almak mümkün değildi. Böylece, hem devletin, hem de aydınların, hedefledikleri amaca ulaşmadaki birlikleri, bu amaca ulaşmak için kullanılacak yöntem ve politikada da ayrılıyordu. Anlaşmazlıklar, devletle bu aydınlar arasında kimi zaman sert tavır almaya kadar vardırıldı. I. ve II. Meşrutiyet bu anlaşmazlıklar sonucu ortaya çıkan çatışmanın bir yansımasıydı. Bu dönemde aydınlar arasında, her ne kadar birbirlerinden etkileniyor ve birbirlerinin kimi görüşlerini alıyor olsalar da asıl olarak üç düşünce hakimdi. İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük. İslamcılık, II. Mahmut döneminde ilk olarak, açıkça ortaya atılan bir "Osmanlı Milleti" yaratma düşüncesi, imparatorluğun bünyesinde barındırdığı tüm ulus ve etnik grupları tek bir çatı altında, Osmanlı çatısı altında bütünleştirmeyi amaçlayan düşünce akımıydı. Fakat bunun pratikte geçersizliği görülünce, bir millet yaratma yerine İslam birliği yaratma hedefine yönelindi. Panislamizm, Abdülhamit istibdadının resmi ideolojisi haline getirildi. Bu görüşe göre İslamiyet, yaşamı şekillendiren, yaşam kurallarını belirleyen, yön veren, halkçı ve demokratik bir yapıya sahipti. Bu kurallar çerçevesinde tekniğin Avrupa ülkelerinden alınmasını, ama maneviyat olarak islami kültürün benimsenmesini, tekniğinde bu manevi değerlerle bütünleştirilmesini; batı kültürünün ve değer yargılarının etkisi altında kalınmamasını savutavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

nuyordu. Yine islam birliğini bozmaya yarayacak olan, başta Türkçülük olmak üzere tüm ulusçu hareketlere ve anlayışlara karşı çıkılıyordu. Kendi içinde bazı değişik düşünceler taşısa ve birkaç parça halinde olsalar da, en genel anlamıyla, islamcı düşüncenin savundukları bu çerçevedeydi. Batıcılık düşüncesinin geçmişi bir uygulama ve görüş olarak islamcılık akımından daha eskilere uzanır. III. Ahmet döneminde askerlik ve toplum yaşamı alanında benimsenen batılı yöntemler ve davranış tarzları, III. Selim döneminde daha da pekişti ve sistemli bir hale geldi. Batı uygarlığının ve kültürünün bütünüyle alınıp benimsenmesini istiyorlar ve dinin, toplumsal gelişmeye engel olduğunu ileri sürüyorlardı. Özel teşebbüse önem verilmesi, yaratıcı bireylerin yetiştirilmesi, bunun içinde, eğitimin batı standartlarında ve batıdaki gibi, çağdaşlaştırılması gerektiğini; kadın hakları yeni bir kültürün -batılı anlamda- yaratılması, yani manevi ve ahlaki olarak yeni değer yargılarının benimsenmesi gerektiği, batıcı düşünce akımını savunanların temel aldıkları konulardı. Bu düşünce akımına daha sonraları bir kısım so syalistler de katıldılar. Katıldılar ama, onlarda diğer batıcı düşünürler gibi, Osmanlı Birliğini koruyarak batılılaşmayı savundular. Türkçülük akımı, 1860'h yularda, daha çok da Rusya'da, müslümanlar arasında başlayan, giderek Osmanlıda etkisini bulan bir akün oldu. Çarlık Rusya'sının ekonomik ve kültürel olarak Avrupa ülkeleriyle daha ileri düzeyde ilişkiler içinde olması, bu ülkede yaşayan müslümanlar arasında Ruslara karşı tepki doğmasına yol açıyordu. Ne var ki bu müslümanlar, kendilerini, komşu müs-lüman ülke Osmanlı'ya da bağlı hissediyorlar, Osmanlılığı kabul etmi-


Kurtuluş ve Aydınlık dergilerini çıkaran, T KP Genel Sekreterliği görevini de yürüten Şefi k H üsnü Deymer.

rın gelişmelerinde sınıflı toplumların son bulacağı ve bu aşamadan sonra meslek örgütlerinin dayanışmasıyla sür dürülecek bir toplumsal sistemin oluşacağı varsayılır. Bu düşünce, korporatizm ve temelinde yatan dayanışmacılık, toplumsal sınıfların kaldırılmasını dolayısıyla sınıf mücadelesine dayanan sosyalist düşünceye soysa lizme alternatif olarak ortaya atılıyordu.

yorlardı. Bütün bunlar, Çarlık Rusyası'nda, özellikle Kafkaslarda yaşayan halklar arasında Türkçülük düşüncesinin doğmasına neden oluyordu. Doğan bu düşünce akımı Osmanlı aydınları arasında da etkili oldu. Bu düşünce akımının önde gelen isimlerinden Ziya Gökalp'e göre, Osmanlılar ırk fikrini bir yana bırakmışlardı. Bundan ötürü onlara, Türk denemezdi ama Osmanlılar, çeşitli kavimleri kaynaştırmışlar ve yeni bir millet yaratmışlardı. İlerlemeden yana olmayan eski Osmanlıların yerini, ilerlemeyi benimsemeyen yeni Osmanlılar almıştı. Osmanlı "milleti"nin bir benzeri Amerikalılardı ve bu "millet", "doğunun ilerleme sever Amerikalısı"ydı. Osmanlı vatanı da, "doğunun özgür ve ilerleyen Amerika sı olacaktı. Gökalp'e göre "ideal toplum düzeninin, meslek örgütlerine dayalı bir halkçılık" olması gerekir. Toplumla-

Türkçülerin d ü şü n ce si n e göre, Türklerin vatanı Turan denilen yerler bütü nüydü. Türk kökenlilerin oturduğu, Türkçe konuşulduğu neresi varsa, bu yerler Turan ülkesi sınırlarını oluşturuyordu. Buna ulus vatanı de niliyordu. Bir de, müslümanlığın va tanı vardı ki, bu vatan unutulmama lıydı. Müslüman vatanı, tüm islam uluslarının bulundukları toprakları içeriyordu. Turan, bu islam vatanının bir parçasını oluşturuyordu. "Türkler, Türk yurduna ve Turan'a güzel bir sevgi ve ilgi duyabilirlerdi. Ne var ki, bu durum, küçük islam vatanı olan Osmanlı ülkesini ve büyük islam vatanını unutmalarını gerektirmezdi." Çünkü, ulus, devlet ve ümmet yüce ve kutsal ideallerdi. I. Paylaşım Savaşı 'nın bitmesi ile Osmanlı'nın yenilgiyi kabul edişinin belgesi Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı dönemde, Marksi st dü şüncenin 1919'da tavı r/ aydı nlar /ağustos '99 /sayı : 15

Kurtuluş, 1920-25 yılları arasında Aydınlık adlı dergilerin çıkarıldığını görürüz. Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal'in çevresinde toplanan Aydın-l ıkçılar, Marksizmi mekanik bir şekilde uygulamaya çalıştılar. Mark-sizmin, Avrupanın gelişmiş ülkelerinin incelenmesi ve bu inceleme ışığında bu toplumların yapılarına göre belirlemelerde bulunması hesaba katılmadan onu bir şablon olarak almak ve topluma uygulamaya kalkmak, beklentilerinin hüsranla sonuçlanmasına yol açıyordu. Anadolu'da, batıdaki anlamıyla, sınıf bilincinin ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin olmaması; hatta kapitalizmin, emperyalizme bağımlı gelişirtirilmeye çalışılması; yarı sömürge olma durumunun göz ardı edilmesi, sosyalist görüşleri benimseyenler arasında doğru tahliller yapılmadan beklentilere girilmesi, hayal kırı klıklarını kaçınılmaz kılıyordu. Bu hayal kırıklıkları da, beraberinde parçalanmalara, bölünmelere yol açıyordu. Cumhuriyet Dönemi İnsana özgü her kavga siyasaldır. Siyasal kavgalar ise, hep iktidar içindir. İktidarı ve mutlaka yaşanan dönemin egemeni olmayı hedefler. Devrimci, aydın, yalnız geleneksel çevre için de iktidarla değil, yeni bir düzen, yeni bir ekonomik yapılanma ve bu ekonomik yapılanmayla uygun, onu karakterize eden bir kültür, en önemlisi de, bütün bunların içinde toplayan, yeni bir insan tipine ulaşmayı hedeflemek zorundadır. Bu hedefleri önüne gözardı koymadığında, etmelerini, ne aydın olmanın gereğini yerine getirmiştir, ne de devrimci olabilmiştir. Türkiye'de aydın, özellikle Osmanlı'nın son döneminde, bir ayağı devletin içinde, onunla bütünleşmiş, bir ayağı batıda ama onu da yüzeysel bir biçimde kavramış, batının örnek ve uygarlığını, ortayaaldığı kültür çıktığını, ekonomisinden bağımsız olarak görmüş, ekonomik yapıya hiç bakma-


Sabahattin Ali

mış; bu nedenle de yüzeysel kalmış bir taklitçiden öteye gidememiştir. Batıyı örnek alması ve ekonomik ilişkileri dışta tutması, onu kendi ülkesinden soyutlamıştır. Üstelik bir de Avrupa tahsili yapanlarla yapmayanlar arasında doğan hor görme, aşağılama kültürü, aydını halktan da koparmış, onu savurmuştur. Halktan kopukluk, aydını, düşündüğü değişiklikleri destek bularak, alt yapısını oluşturarak değil, halka dayanmadan, cuntalarla yapmaya itiyor. Başarılı olduğunda da, yaptığı yenilikler, halka dayanmadığı, halkta yeni kültür yaratmadığı için, zorla kabullendirmeye çalışıyor. Örneğin Mithat Paşa; Osmanlı tarihinde ilk kez a skeri okul öğrencilerini harekete geçirerek Padişah indiren ve yine aynı tarz hareketle iki padişahı tahta çıkaran örgütçü, yenilikçi bir aydındır. Yine Tanzimat Fermanı, bir sultanın, inanmış bir avuç bürokratıyla

yürüttüğü tepeden inme, bir yenilik hareketidir. Ve her yeniliği benimseyen, doğal olarak, miras aldığı şeyleri yaratanları eleştiriyor, hatta yok ediyor. Türk aydınla rında, genel olarak, bürokratik aygıt ve geleneksel yapı etkin olmuştur. Türk aydınlarının hareke tini belirleyen bu bürokratik aygıt ve geleneksel yapıdır. Örneğin bürokra sinin -iktidarındeğiştirmek istediği geleneksel yapıya, geleneksel ideolojiye vb. karşı son derece katı, sert ve radikal tavır alan aydınlar, iş bu aygıtın değişimine, yenilenmesine gelip dayandığında, eleştiriyi bile kimi zaman yapmaktan çekinmiş, radikal tavır almaktan kaçınmıştır. 19. yüzyıl başından beri yaşanan kültürel değişimin de, aydınların yaratıcılıklarını kısıtladığını söylemek durumundayız. Çünkü bu değişimin sonucunda, yerli kültürün yaşayan kaynakları da kurumuş, batıdan alman kültüre gerçekten ve derinlemesine nüfuz etmek, onu kavramak ve içselleştirmek pek mümkün olmamıştır. Bu nedenle de aydınların çabaları aktarmacı, taklitçi olmaktan öteye gidememiştir. Aydınların yaratıcı olmamalarının ve devlete karşı daha yumuşak tavır almalarının bir başka nedeni de; "Türk aydınları, pratikte bürokratik kurumlar dışında geçimini sağlayabilecek durumda değildirler. Ekonomik ba-

tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

ğımsızlığı olmayan aydın, doğal olarak, bürokratik kalıpları eleştirmemekte", siyasal iktidara karşı radikal tavır almamaktadır. Buraya kadar yazdıklarımız cumhuriyetin ilanı ve ilk on yılındaki aydınlarımızın halini anlatmak içindir. Çünkü, ilk on yılda aydınlarımız Osmanlı'dan kalma -İttihat Terakki içinde yetişmiş- yani yeni değil, yani Cumhuriyeti, nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini, yeni yapılanmaları bilmiyor. Bu nedenle de yeni fikirleri süremiyor. İktidarı, elinde tutan etkin konumdaki aydınlar da, tıpkı mirasçısı oldukları aydınlar gibi, muhalefete ve yeni anlayışlara müsamaha göstermiyor, tahamül edemiyor. Cumhuriyetin ilk on yılma damgasını vurmasa da, aydınlar daha çok Aydınlık Dergisi ve bu dergiyi çıkaran Şefik Hüsnü çevresinde toplanmıştı. 1920'li yıllar da, bir yandan Sovyetler Birliği'nden etkilenme, bir yandan ulusal burjuva kurtuluş hareketinin başarısı ve cumhuriyetin ilanından sonra sosyalist bir kuruluşun beklentisi, bu aydın çevresini teorik karmaşıklığa, ne birinden ne ötekinden vazgeçmeyen, bir karar veremeyen açmaza sürüklüyor. Bu dönem aydınının durumu çok zordur. Çünkü; kitaplarla, yaşanan gerçekler arasındaki uçurum, kendini hissettirmeye başlamıştır. Artık aydınlar, kutsallığına inandığı bir davanın adamı olmaktan çıkmış, vicdan olmaya başlamıştır. Aydının karşı sında seçeceği iki yol vardır; ya kurulu düzenin yalanlarını bilimsel erimlerle mitleştirecek, yani düzenin adamı ve gerçeğin çarpıtıcısı olacak, ya da ezilenlerin yanında yer alacak, her haksızlığa karşı mücadele verecek; halkın bilinçlenmesi, hak alma mücadelesinin mevziler kazanmasında görevler alacak. Şefik Hüsnü ve çevresindeki aydın grubu ikinci yolu seçerek düzenin adamı olmayı reddederler, sosyalist düşüncelerini, çıkardıkları Aydınlık Dergisi'nde yaymaya çalışır-


Nazım Hikmet

lar. Ancak bu da savundukları fikrin özünü yanlış kavramaları itibariyle sadece tavırlarını olumlu kılar. Kemalist hareketin ve cumhuriyetin egemenleri olan küçük burjuvazinin hiç bir eleştiriye tahammülü yoktur. 1925'lerde Aydınlık dergisi yasaklanır. Tüm sol düşünceye karşı bir savaş başlatır. Örneğin Nazım Hikmet bu kovuşturmalara uğrayanların başındadır. Aydınlık Dergisi'nin ve sol düşüncenin yasaklanması, bu düşüncedeki aydınların kovuşturmalarla karşılaşmaları, hapse atılmaları, dışarıda kalan, yine sol görüşlü fakat daha farklı yaklaşımlara sahip bir kısım aydını etkilese de, susturamaz. Yine marksist kavramlara dayanan, fakat daha ılımlı Kadro Dergisi'ni çıkarmaya başlarlar. Şevket Süreyya, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge ve daha sonra ka tılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun çıkardıkları Kadro Dergisi kısa ömrüne rağmen, etkin ve büyük işler başaran bir yayın organı haline gelir. Bu yıllar yalnızca Türkiye'de değil, dünyanın bir çok yerinde de gazete ve dergiler aracılığıyla örgütlenme çabaları vardır. Kadro Dergisi ve bu adla anılan aydınlar hareketi, bir yandan kemalist ideolojinin oluşumuna katkıda bulunurken, diğer yandan da kemalist rejime sadakat ifade etmeyen tüm aydınların ve aydın hareketlerinin ortadan kaldırılmasına aracı olan bir yayın organına dönüşür. İlk yayın hayatına başladığı an ile geldiği nokta arasında büyük uçurumlar ortaya çıkar. Kadro Dergisi bir yandan kemalist muhalefetin başını çeken aydınları yok ederken, sistem de kovuşturmalara uğratır, hapse atar diğer yandan da, kemalist ideolojinin bel kemiğini teşkil eden tek ulus ve sınıflardan arınmış, sınıfların olmadığı bir millet düşüncesini tüm topluma yaymaya, topluma yerleştirmeye çalışır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu düşüncelere katılmayan, benimsemeyen aydınlar, yüzyılların yoksulluğunun suçlusu ve sorumlusuymuş gibi, sanık sa n d a l ye si n e oturdular. Sanık sandalyesinden kurtulmanın yolu, ceza almadan kurtulmanın kapısı olarak da önlerine, Kemalist inşa hareketine katılmayı koyuyorlardı. Kadro Dergisi ve hareketi bu düşünceleri teorize edip, ideolojileştirmek ve b e n i m se t m e k için her milliyetçilik girişiminde olduğu gibi, "iç" ve "dış" düşmanlar yaratmıştı. Muhalefette bu düşmanları oluşturuyordu. 1930'l ı yıllar, Kadro hareketinin önderliğinde başlatılan bu kampanyanın hemen yanında, farklı uygulamalarla da, kendini muhalif aydınlar üzerinde gösterdi hissettirdi. 1930’lu yıllarda Darülfünun bir kanunla kapatılarak yerine batılı tarzda üniversitelerin kurulması olayını da yaşadı. Bu kapatma ve açma olayı kemalist hareketin işini kolaylaştırıcı bir olaydı. Kemalist hareket, üniversitedeki aydınlara yönelik ilk pratik uygulamasını ve kendi dışında var olamayacaklarını, aydınlara bu olayla gösterdi. Darülfünun bir kanunla kapatılıp, yerine üniversite açılırken, 150'den fazla öğretim üyesinin kadrosu "unutuldu". U n u t u l m a 1 5 0 öğretim üyesinin üniversite dışında kalması demekti, işsizlik demekti.

tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

İşsizlikle, maddi sorunlarla karşılaşmaları, bu öğretim üyeleri ve diğer aydın çevrede bir hayli etkili oldu. Kemalizme muhalefet ederken bir çok aydın, bu aşamadan sonra, kemalizmin keskin savunucuları haline geldiler, kemalizme alkış tuttular. 1938'de yine marksist değerleri savunduğunu iddia eden, Kadro Dergisi'ni ve savunduğu görüşleri eleştiren, daha çok hümanist yanı ağır basan İnsan Dergisi yayın hayatına girdi. İnsan Dergisi'nde savunulan temel kavramlar, ülke somutuna dönüş, memleketçilik ve hümanist ideallerdi. 1939'da başlayan II.paylaşım savaşı, tüm dünyayı olduğu gibi, ülkemizi de sarsar. Ve bu sarsılış tüm '40'l ı yıllara damgasını vurur. '40'lı yıllar dünyanın büyük bir paylaşım savaşının içinde olduğu, sosyalizmle faşizmin hem cephede, hem de ideolojik alanda kıyasıya bir çatışma halinde olduğu yıllardır.


iştirakçi Hüseyin Hilmi'nin çıkarttığı iştirak

Bu dönem Türkiye aydınları arasında da, sınıfsal temelli bir savaşın yaşandığını görmekteyiz. Her ne kadar teorik temelleri yetersiz olsa da, aydınlar arasında, devletin tüm sivil faşist hareketin saldırılarına karşın, sosyalizmi savunanlar çoğalıyor. Aydınlarımız, bu dönemde güzeli daha çok dışarda düşünüyor. Faşist Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki savaş yalnızca cephede değil, hapishaneden gazete sütunla rina, ve buradan uzun gece sohbetlerinin yapıldığı salonlara kadar, aydınlar arasında da yaşanıyor. Dış faktör, Osmanlı'dan gelen dış duyarlılık birikimine de eklenerek, ülke içindeki gelişmeleri önemli ölçüde ihmal eden bir bakış açısına yol açıyor. Savaştan sonra Türkiye'nin başlamasına büyük katkıda bulunduğu soğuk sava ş, bakış açısını daha da daraltıyor. Türkiye'de de savaşın sürdüğünü belirtmiştik. Bu kavganın sahipleri; ya faşist Almanya'da buluyorlar kurutuluşu -Nihal Altsız, A.Türkeş ve iktidarda bulunanlar yada Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizmde. Sosyalizmden etkilenenler, elbette bu etkilenmenin bedelini ödemek zorunda kalıyorlar. Ya hapishane yolu gözüküyor onlara, ya da kovuşturmalar, sürgünler, işsizlikler. İnsan Dergisi de, üzerindeki ağır baskı ko şulları nedeniyle, sola açık kimliğinden büyük ödünler veriyor. Kısa bir süre sonrada kapanıyor. 1940'l ı yıllarda, ülkemizde belirgin ve bilinen aydınlar arasında Sabahattin Ali ve Aziz Nesin yer alır. Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, düşüncelerini Markopaşa, adlı dergide yansıtırlar. Bu derginin geçirdiği evreler ve süreciyle ilgili, Tavır’ın 13. sayısında ayrıntılı bilgiler yer almıştı. Aynı dönem, Türkiye'nin aydın hareketinde, kadın aydınların da önem kazandığı yıllardır. Tan gazetesinin faşist güruhça basılması, yayınlarının sisteme olan muhalefetinden ötürüdür. Ve sindirme amacını

taşır. Keza aynı süreçte, üniversitelerde yeniden başlatılan tasfiye hareketinde de, kadın aydınların ön plan da tutulduğuna tanık oluruz. Gerek Tan Gazetesi'nin basılmasında hedef seçilen Sabiha Sertel; üniversite tasfiyesinde, ilk tasfiye edilenlerden Behice Boran bu aydınların başında gelenlerdendir. Ve

tavı r / aydı nlar / ağustos '99 / sayı: 15

her ikisi de, muhalif olmanın bedelini yurtdışına sürgün edilmekle ödediler Sabahattin Ali ise bir kumpas sonucu '40Tı yılların sonunda katledildi. Devlet, muhalefetin önde gelen bir ismini yok etmeyi başarıyor. Ödünsüz bir aydın Sabahattin Ali, ödünsüzlüğünü canı pahasına ödüyor.


portre

canan yıldır ım

E

debiy atımızın usta kalemlerinden Bekir Y ıldız aramızdan ay rılalı tam bir y ıl oluy or. 65 y aşında kaybettiğimiz yazarımız, 1933 y ılında doğdu. Aslen Urfalı'y dı. Babasının polis olması nedeniy le, Anadolu'nun çeşitli bölgelerini gezdi. ikokuldan sonra Adana Sanat Enstitüsü'ne girdi. Eğitimini istanbul'da tamamladı. Bir y ıl kadar değişik işlerde çalıştı. Daha sonra istanbul Matbaacılık Okulu'na girdi. Dizi operatörlüğü y aptı. Bu y ıllar, '60'lı y ıllardı v e bir Almanya sev dasıdır almış başını gidiy ordu. Y ay gın inanış Almany a'nın işçiye "çok" para v erdiği şeklindey di. Babası memurdu ama f akirdi. Day ıları bir lokma ekmek için kaçakçılık y apıy ordu. Kaçakçıların y olu may ın döşeli tarlalarda bir ay ak izi kadardı. Ölüm tarlasıy dı adı ama ekmeğin yolu oradan geçiyordu. Patlayan may ınla parçalandı day ısının gencecik bedeni. Anasının day ısı için y aktığı ağıt, aklından hiç çıkmıy ordu. Diğer day ısını ise, may ın tarlasından geçerken jandarmalar v urmuştu. Bu kadar mı? Kimi gözünü v erdi may ına, kimi ayağını... Ne zaman koltuk değnekli bir adam görse, hemen Urfa düşerdi aklına. Susuzluktan dudakları çatlay an Harran Ov ası... Sev giye hasret Urfalılar'ın y üzleri... Bir de ekmek

parası uğruna may ın tarlasından geçerken patlama sonucu ölen day ısı... Bir de o gelirdi aklına. Her şey bir lokma ekmek içindi ama o, may ın tarlalarında ölmey ecekti. Okuyacaktı. Ve okudu da ama y ine işsizdi. Ekmek aslanın ağzınday dı. Almany a'y ı duymuştu bir kez. Çok para veriy orlardı Almanya'da. Y olu yok, O da gidecekti. 1962 y ılında ay rıldı ülkesinden. Alamany a'y a işçi olarak gitti. Çok şey görmüştü Almanya'ya giderken. Ve Almany a'da gördüklerine şaşmış kalmıştı. Koltuk değneğiy le geziy ordu hemşerileri. Bu Urf alılar'ın kaderi mi diy ecekti ki, ülkesinin insanlarının çoğunun böy le olduğunu gördü. Kiminin kolu, kiminin bacağı yoktu. Ekmeğin yoluna döşenen may ının bir tek Urf a'nın tarlalarında olmadığını gördü Almany a'da. Fabrikalarda, sokaklarda da may ın döşeliydi. Y azacaktı bunları. Gördüklerini anlatacak. Buna karar v erdiğinde bir sorumluluk üstlendiğinin f arkınday dı. Gördükleriyle y etinmedi. Daha çok araştırdı. Ekmeğin y oluna may ını kimin döşediğini bulmaya çalıştı. Ülkey e dönüşünde bir baskı makinası getirterek matbaacılığa başladı. Bir de dizgi makinası alarak Asy a Matbaası'nı kurdu. Almany a'daki gözlemlerini, Almany a'ya giderken gör-

tavı r / biyografi / ağustos '99 / sayı : 15

düklerini "Türkler Almanya'da" adlı bir kitapta topladı. Ve "İnsan Posası" ile kapitalizmi anlattı. iş v e işçi Bulma Kurumu'nun önündeki kuyruktan, isimleri okunanlar toplandılar Alman doktorun odasında. Alman doktoru "Soyunun" dedi. Soy undular. "Sıraya girin!." Sıray a girdiler. Kim bu Alman doktoru? Görev i ne? ince uzun boylu, y orgunluktan değil, işinin keyfini çıkartmak için oturdu bir sandaly ey e. Karşısındakilere bakmaya başladı. Mehmet Atalay sol baştan üçüncü... Hepsinin işlemi tamam. Ama son söz gene bu Alman'ın. Her şey iki dudağının arasında. "Tama m geç... Sen gide mezsin..." Nasıl karar verecek bu iki sözcüğe? Karşısında çırılçıplak bekleyen emekçilere bakıp sigarasını tüttürdü... Kim Alman doktorunun babası? Bir Gestapo subay ı mı acaba. Toplama kamplarında da insanları böyle çırılçıplak soymamış mıydı f aşizm? Bu bir faşizm miy di? (...) Bu sıralanış, bu soy unuş, bu gidiş başkay dı kuşkusuz. Sömürülecek ülkeler sıralanmıştı diplomasi masalarında. Y a soy unuşlar? Bir ülkenin y eraltı, y erüstü değerleri soyulduktan sonra insanları soy maktan kolay ne v ardı? (...) Doktor ay ağa kalktı. Korkulu canların çev resinde dolaştı. Sonra karşılarına geçti. Ellerinizi uzatın.


Y irmi el öne uzandı. Bileklerinizi parmaklarınızı oy natın... Diz çökün. Diz çöktüler. Oturup kalkın. Oturup kalktılar. Alman doktorunun görevi anlaşılıy ordu. Mily onların içinden en güçlülerimizi seçip kapitalizmin hizmetine sunacaktı... "Herkes ağzını açsın." Herkes ağzını açtı. At pazarında atın y aşını anlamak için nasıl dişleri say ılırsa, Alman doktoru da Mehmet Atalay v e ötekilerin dişlerine baktı tek tek. (...) Giy inecekleri sıra Alman doktoru son buy ruğunu verdi. "Donların ızı indirin...”(1) 70'li y ıllara geldiğinde bir tek Al many a'nın değil, kendi ülkesinin de y olları, f abrikaları, mey danları, köyleri may ınla döşenmişti. Artık bir tek Alman doktorları değildi işçilere soyunun, diz çökün diyenler. Kendi ülkesinde de işçiy e, emekçilere diz çöktürülüy ordu. Umutsuzluk dayatılıy ordu. Ve her şey yine bir lokma ekmek içindi. Bunları da y azacaktı. Anlatırken kapitalizmi teşhir edip, sosyalizmi savunacaktı. Kapitalizmin may ın tarlalarına dinamitle girecekti. Bunun için önce yazarın görev i dedi Bekir Y ıldız; "Yazarın görevi, insan sevgisi, yiğitlik, şevkat, namus duygularını coşturup, üretim araçlarını sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin kavgasını vermektir. Gerçekleri yoğurup dinamit haline getirmeye çalışırım. Okunduğunda bu dina mitin mutlaka patlamasın ı isterim" dedi v e tüm gerçekleri çıplaklığıy la yazmay a başladı. Y azılarıy la kapitalizme karşı kav gaya girdi. Emekçilerin mücadelesini anlattı. "Alçaklar Görsünler gücümüzü. Bütün emekçiler katılıyormuş. Biz de katılalım. Yeter diyelim sömürünün böylesi. Birleşebilirsek, birleşebilirsek ne demek. Birleşelim. Burada, şu küflü, hayvanların bile duramayacağı yerde ölüp gitmek yerine, yeryüzüne merhaba diyelim.”(2) Ev et, ustanın dediği gibi oldu. Y ery üzüne merhaba diy ebilmek için bütün emekçiler harekete geçtiler. Onlar y ürümey e karar verdiklerinde yol uzundu. Ancak bitmez değil. Y ollar y ürümekle aşınmaz diy e açıklama yapıy ordu sömürüy ü temsil edenler.

Korkmamış gibi davranıy or v e y ürüy enleri korkutmak için tankları çalıştırıp yollan kesmeye çalışıy orlardı. "...Bağrışmalar duyuluyordu. İsmi emekçi olan kim varsa katılsın. Tanklar korkutmasın hiçbirinizi. Unutmayalım arkadaşlar, bizleriz tankları yapanlar. Mestan korkuyordu.”(3) Katılanlar, katılmay anlar vardı bu y ürüyüşe. Korkan katılmıy or, ama dayanamıyor, uzaktan sey rediyorlardı. Katılanlar tankların üzerine y ürüyordu korkmadan. Ama herkes katılmalıy dı bu kavgay a. Katıldıkça çoğalacaklar, çoğaldıkça korkuy u aşacaklardı. Y oksa nasıl kurtulacaklardı? Beklemey e v akit yoktu artık. Tanklar tüm sokakları tutmaya başlamıştı. Hedefsizdi. Ya tanka sığınacak korkanlar, y a da emeğe... "Bir e mek sözüdür dolanıyordu meydanları ya, anlamıyordu Mestan olup bitenleri. Hele caddeye çıktığında şaşırması, korkması daha bir çoğaldı. Hiç bu kadar olduklarını sanma mıştı. Dur mak istedi bir kenarda, yan sokaklardan gelenlerin çoğalması, durduğu yeri durulma z etti bir solukta. Caddeye yığmıyorlardı şi mdi. A ma önlerinde tanklar vardı. Yürüyelim diye sesler duyuldu. Yürümeye başladılar. Mestan direniyordu. Az sonra bir tankın önünde buldu kendini..." Büy ük bir mey dandalardı. Konuşmacıların sesleri geliy ordu. Emek üzerine konuşuy ordu birisi. Silahlar patlamay a başladı. "Meydan sarılmış, kurtulamazsın ız diye bağırdı saranlar. Herkes işinin başına dönsün." Y eni bir konuşmacı çıktı kürsüy e. "Arkadaşlar dağıtırsanız eğer, gücümü z anlaşıl ma mış olur. Bir yere gideceksek bir arada gitmeliyiz." Bir el silah patladı. Konuşmacı y ığıldı olduğu yere. Başka bir konuşmacı çıktı. Vurulan arkadaşını doğrulttu." Öldürdüler" dedi. Silah sesleri çoğaldı. "Mestan iyice şaşırmıştı. Emekçiler kendilerine yeni bir yol açmışlardı. Tüm kalabalık buradan akmaya başladı. Vurulanlar, ölenleri bırak mıyorlardı meydanda. Sırtlarında taşıyorlardı. Aşağıya daha büyük bir meydana yürüyorlardı. (...)" Kurşun, m copun üzerine doğru gidiyorlardı..." tav ır / biyografi / ağustos '99 / say ı: 15

Y etmezdi. Reşo Ağay ı, Kara Vagon Kaçak Şahin, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Bey az Türkü, Halkalı Köşk, Demir Bebek, Mahşerin insanları, Aile Sav aşları, Darbe, Harran v e Zalim v e inanmış ve Kerbala ile dev am etti. Kitaplarında zulme, sömürüy e karşı mücadelesine. Çok şey gördü geçirdi Bekir Y ıldız. Öfkelendi, kızdı, hesap sormaya çalıştı düzenden. Karamsarlığa düştüğü de oldu. Cuntay la gelen y ılgınlık ortamında alındı, küstü. Ama v azgeçmedi kimileri gibi. Değişmedi. Halk değerleri güçlüy dü. Tutan bağlar oldu. Y ozlaşmadı. Y ozlaşmasını istey enlere; "Bana diyorlar ki, dünya değişti. Türkiye de değişti. Sen de yazar olarak değişmelisin. Ben bunu kabul ede me m. Bir yazardan bunu istemek çok edepsizce birşey. Bizim inançlarımız kendimi ze ait inançlar değil ki. Yüzlerce yıldan beri binlerce insanın oluşturduğu bir inanç bu. Bu inanç bugünki egemen güçlerin, emperyalizmin a macı doğrultusunda yok kabul edilebilir mi? Ben kabul ede me m. Çünkü ben sosyalizmi anti-emperyalist olduğu için seçtim. Bin yıl önce de yaşasaydım, baskılara karşı bir alternatif arardım. A ma bu çağda yaşıyorum. Fabrikalarda çalıştım. Gördü m ki e mperyalizm, insanları araç edip dünyayı da yok ediyor. E mperyalizmin alternatifi sosyalizmdir...”(5 )dedi. Uzun sürse de Bekir Y ıldız'ın küskünlüğü, darlığı, dünyanın her zamankinden daha çok sosy alizme ihtiy acı olduğunu söylemiş ve "y azacaklarım v ar, Ölecek de olsam y azmay ı istediklerim v ar. Y azacağım" diy erek 1995 Aralık'ında y eniden söz v eriyor halkına. Ancak rahatsızlığı nedeniy le çalışmalarının sonucunu alamadan 1998'in 8 Ağustos'unda geçirdiği kalp krizi nedeniy le aramızdan ay rıldı. Saygıy la anıyoruz ustay ı. Kay naklar 1- B.Y ıldız, insan Posasv sf 11-12 2- B. Y ıldız, Düny adan Bir Atlı Geçti, sf 13 3- Düny adan Bir Atlı Geçti sayfa 84-85 4- age. sayfa 85-86-87-88-89 5- Ev rensel, 17 Aralık 1999


değerlendirme semih dar

Baba Olmak

B

aba... Bir insanın baba ol ması ya da babasının artık hayatta olmaması ömründeki en önemli olaylardan biridir. Anadolu halkların da baba kelimesi otoriteyi, güveni, ağır sorumlulukları, olgunluğu, şevkati getirir akla. Bu topraklarda babanın apayrı bir yeri vardır. Top lumda saygı duyulur babalara. Baba olana dek toy-delikanlı sayarlar insanı. Ama baba olmuşsa, artık çok ağır bir yükün altına giren, saygıya hürmete değer biridir. Çocuğunun geleceğini kurmak, karnını doyurmak, eğitimini tamamlamak... gibi pek çok görevi vardır babanın. Yakınıp-sızlanmadan, bıkıpusanmadan bunlar için çalışır.

Daha doğrusu yaşantısını bunlar belirler artık. Evladı hastaysa yüzü gülmez babanın. Evladının sorunu varsa babada kaygılıdır. Ama ne kadar derdi-kaygısı varsa çocuğunun şen kahkahasıyla dağılır. Çocuğu umuttur çünkü. Yapamadığı ne varsa çocuğu yapsın ister. Oynayamadığı oyuncaklara kavuşması, doyamadığı hatta tadına bakamadığı yiyecekleri yemesini, gidemediği yerlere gitmesini, okuyamadığı okullarda okumasını ister. Baba olmayı hak etmeyen, babalık görevini yerine getirmeyenlerde vardır. Ancak istisna olabilir bu tür örnekler. Baba demek gütavı r/ baba olmak / ağustos'99 /sayı : 15

ven, sorumluluk, saygı, sevgi, fedakarlıktır Anadolu'da. Öyle babalar vardır ki yıllarca çalışıp çabalayarak evlatlarına iyi bir gelecek kurmak uğruna akla gelmedik özverilerde bulunur. İş yerinde horlanır mesela, gıkını bile çıkaramaz. Çocuklarının ekmek parası için her hakareti sineye çeker. Ama çocuğuna her hangi biri ufacık bir zarar verirse hemen yerinde fırlayıp korur onu. Hiç bir güçlük karşı sında yıkılmazken çocuğunun göz yaşını dindiremeyince çaresiz kalır. Bir baba çocuğu için her şeyin en iyisini ister. Şunu da giyebilsin, bunu da yiyebilsin diye çırpınır durur. Çocuğunun ih-


tiyacına cevap veremeyince onun yüzünü güldüremeyince içi kan ağlar. Hırsızlık bile yapar çocuğunu doyurmak için. Hatta onun istediğini yapamayınca canına bile kıyar. Ülkemizde çocuğuna söz verdiği bisikleti alamadığı için "beni affet evladım, sözümü tutamadım, sana bisiklet bile atamıyorsam yaşama mın anlamı yok" diye not bırakıp intihar eden onlarca baba var. Onlarca baba çocuklarının karnını doyurmak için, bir çıkar yol bulamadığı için intihar etmiştir. Çaresizdir çünkü düzen en değerli varlığı karşı sında onuruyla oynamıştır babanın. Birilerinin çocuğu daha lüks villalarda yaşasın, daha pahalı oyuncaklarla oynasın diye milyonlarca çocuğun babasını köle yapmıştır. Düzen işsiz bırakmıştır babaları, ya da karnını doyuramayacak üç kuruş maaşla yetin demiştir. Hakkını ararsan yine düzen vardır karşında. Döver, hapse atar, işkence yapar hatta öldürür. Adalet istersen, "Sen sen ol çoluk-çocuğunu düşünüyorsan sesini çıkarma" diye tehdit eder. Bir yanda onurun, bir yanda çocuğun vardır, "tercih et" diye dayatır. Öyle zavallı hale getirir ki babalan, çocuğun babaya olan güvenini alt-üst etmek ister. Düzenin babalarımızı ne hale getirdiğine, nasıl çaresizleştirdiği-ne dair onlarca sayfa yazılabilir. Çoluk çocuğunun geçim derdinden başka hiç bir sorunla ilgilenmeyen babalar yaratmak ister. Bu amaç içinde onlarca yöntem üretip babaları bencillikle, onursuzlukla, çıkarcılıkla kirletmek ister. Bu konuda başarılı olmadığı da söylenemez. Ama Öyle babalar vardır ki, kendi Çocuğunun mutluluğunu tüm halkın mutluluğunda görür. Yalnız kendi oğlu kızı doysun diye değil, aç olan tek bir çocuk bile kalmasın diye çalışır. Ömrünü halkının umuduna, tüm çocukların kurtuluşuna kadar.

Aşağıda okuyacağınız Mektubu yazan böyle bir babadır işte. "Sevgili kızım, satırlarımı ne za man okuyabilirsin bilemiyorum. Ko şullar o güne kadar nasıl gelişir, bu günden bir şeyler söylemek mümkün değil. Ama bilmen ve anlaman gereken bir gerçek var. Seni çok sevdiğim gerçeğini unutmamanı istiyorum. Hatırlarsın sana hep bugüne ve geleceğe ilişkin bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Ve senin ne olman, ne yapman gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Yaşın itibariyle bugün olanları tam kavrayabilmeni engellesede gelecekte daha iyi kavrayacağına inanıyorum. Büyüdükçe ve geliştikçe, gerçekleri daha iyi kavrayacağından şüphem yok. Seni her zaman taktir ettiğimi unutmamalısın. Senden hep gurur duyduğumu ve bunun tüm yaşamın boyuncuda böyle olmasını arzuladığımı lütfen hiç unutma. Senin, hep iyiden, güzelden yana olmanı ve bizim çevremizden insanlar arasında, mücadelenin içinde olmanı istediğimi unutma. Bu yıl ortaokula başlaman ve çevrenin değişmesiyle sendeki gelişmelerin, olumlu değişmelerin beni ne derece sevindirdiğini bilmeni istiyorum. Kendi yaşınla orantılı olarak gelişmelerin içinde olma ve kendince bir şeyler yapabilmenden çok mutlu olduğumu bil. Evet bugünden sonra yaşayacağın süreçte daha çok zorluklar yaşayacağın açık. Umarım bu durumda beni anlarsın. Senin istemediğin ve olmasını hiç istemediğin ve olmasını hiç istemediğini açıkça belirttiğin bir gelişme olmak zorundaydı. Hatırlarsın bu durumun niçin gerektiğini sana detaylıca anlatmaya çalışıyordum. Böyle olması sakın senin düşüncelerine değer vermediğim ve seni düşünmediğim gibi bir düşünceye yol açmasın. Aksine senin benim için değerin ölçülmez. Seni çok taktir ettiğimi ve çok sevdiğimi hiç unutma. Olmanı istediğimin, neler olduğunu sanırım azda olsa biliyorsun. Bu konuda annen sana daha açık ve tavır / baba olmak / ağustos '99 / sayı: 14

detaylı anlatır. Annenin sözlerine Önem vermeni, onu üzmemeni, onu dinlemeni istiyorum. Unutmadan, okullar tatil olduğunda zaman zaman Çağlayan'a annem ve babamın yanına da gitmeyi ihmal etme. Onlar senin deden ve babaannendir. Onlara saygıda kusur etme. Seninle ilgili gelişmeleri takip edeceğimden kuşkun olmasın. Seni seven baban. Gözlerinden öperim. Seni hep seveceğim. Ibrahim”(1) İbrahim Erdoğan'ın kızı Şirvan'a yazdığı son mektuptu bu. Hapishaneden özgürlük eylemiyle çıkmadan hemen önce yazdığı vasiyetidir. İbrahim Erdoğan devrimcidir. Halkının ve vatanın kur-tuşu için her acıya katlanan bir babadır aynı zamanda. 12 Eylül cuntası geldiğinde eşi ve 18 aylık olan kızıyla gözaltına alınır. Davasından vaz geçmesi, yoldaşlarına ihanet etmesi için gözlerinin önünde eşine ve çocuğuna işkence yapılır. "Sen ne biçim babasın, vicdanın sızlamıyor mu?, konuş ve kurtar çocuğunu" diyen işkencecilere "Size söyleyecek hiç bir sözüm yok" der. Yukarıdaki mektupta bir kaç kez vurguladığı gibi kızını çok sever, onun için değeri ölçülemez bile. Kızına karşı sorumlulukları ile vatanına ve halkına karşı sorumlulukları aynıdır. Kızı ağlamasın diye, "ihanet etmek" Şirvan'a yapacağı en büyük kötülüktür. "Hainin kızı" dedirtmez evladına. "Devrimciler ev bark, çoluk çocuk olmadıkları için bu tür ağır sorumlulukları anlayamaz" diyenler vardır. Bunlar kendi çocuklarının geleceğini kurtarmak adına zulme sessiz kalmayı seçenlerdir. Çocuklarına yoz bir kültür dayatıl ırken, bencillik, kimseye güvenmeme, kısa yoldan köşeyi dönme gibi insana-halka aykırı olan özellikler kazandırılırken gıklarını bile çıkarmaz bunlar. Sonra "gel hakkımızı arayalım" denilince "benim geçindirmekle yükümlü oldu-


ğum bir evi m,çocuklarım var, sizin böyle sorumlulukların ız ol madığ ı için gel de mesi kolay" gibi sözlerle kaçış yolunu hazırlar. Dev rimcilerin çocuklarına olan sev gisi, bağlılığı böy le babalarınkiyle karşılaştırılamaz. ibrahim Erdoğan'ın, bir arama sırasında kızın ın resmi y ırtıldığı zaman duy duğu öfke bunun en güzel kanıtıdır: "Bilinçli bir hareketti bu. Kızıma yapıl ması bu açıdan fazla önem taşımıyordu. Bu; bana, bizlere, hepimize yönelik bir saldırı, hakaretti. Hepimize yönelik bir kin kusma, aşağılık duygularını tatmin etmeydi. Yüzbaşı Isa Öztürk, özel olarak kendi kendisini tatmin etmek, sadist duygularını hoş tutmak için kızının resmini hedef seçmişti. İşte bir de bunun için resmin parçalarını görünce boğa zına sarılmak istedim. Gülümseyişi para mparça edil miş gibi geldi bir an için; güzelliğini, gülüşüne, bakışına saldırıldı sandım. Bu da çok büyük bir hakaretti beni m için. Kafamdan kaynar sular boşaldı adeta. Yani o an kork mayıp da yanıma gelseydi, her şeyi yapabilirdim diye düşünüyordum, olayı şi mdi tekrar (2) hatırladığımda." Kızının

resmini

parçalayanın

boğazına sarılacak, kişinin gülüşünün parçalandığını düşünüp, kaf asından kay nar sular döküldüğünü sanacak kadar büy ük bir sev gi bu. Y oldaşlarını da bir babanın koruy up-kollay an şefkatiy le, bir babanın çocuğuna karşı duy duğu sorumlulukla sarar ibrahim Erdoğan. Her direnişin ön saf larındaki sav aşçısıdır O. Y oldaşlarının eksiklerini tamamlamak için çaba harcayan bir y öneticidir. Önderdir O. Dev rimciliği lay ıkıy la yapabilsin diy e y oldaşlarını eğitir. Düşenin elinden tutup ay ağa kaldırmak, y alpalayanları dik tutmak, ağır aksak gidenleri eğitmek için bir baba sabrıy la emek v erir onlara. Dav ranışlarıy la örnek olur, y ol gösterir herkese. Örnek bir dev rimci, örnek bir savaşçı, örnek

bir y önetici, örnek bir eş v e örnek bir babadır. Ve tek bir örnek değildir onun gibiler. Baba olarak kav ganın y ükünü, çocuklarının sorumluluğu gibi sırtlayan; y alnız kendi çocuğu için değil, tüm çocuklar için ay nı duyguları taşıy an pek çok babamız v ar. "84 Ölüm Orucunda ipi ilk göğüsleyen Abdullah Meral, ailesine yazdığı son mektubunda kızı Gonca Kurtuluşla ilgili vasiyetini de iletmişti." "Baba ve Anneciğim (...) Kızı m Gonca Kurtuluş henüz küçük, büyüyünce babasının niye ölüme gittiğini çok iyi anlayacak. Onun bizlere layık bir insan olarak yetişmesini sağlayın. Yoz düşüncelerden etkilenmesin. (...) 29 Mayıs 1984 Sizleri ve halkını çok seven (3) Abdullah Meral" Kızının büy üyünce kendisini anlay acağına inanıy ordu. Çünkü bedenini ölüme y atırırken: "Biz istedik ki; Beşikte bile sallanmanın tadın ı ala mayan, bir oyuncağı bile olmayan, misket oynamaya, koşmaya, sevmeye ve sevilmeye dayamayan çocuklarımız, doya doya el ele verip kardeş şarkılarıyla oyunlarını oynasınlar;"(4) diy enlerdendi. Bunun için kızın ın dev rimci olmasını istemişti. Bütün çocukların bizim istediğimiz gibi y aşaması için kendi bedenini ölüme y atırması ne kadar gerekliyse; kızının dev rimci olması da o kadar gerekliydi çünkü. Tıpkı Che'nin çocuklarından istediği gibi Apo da çocuğunun dev rimci olmasını istemişti. "Sevgili Hildita Aleidita, Camillo, Celia ve Ernesto, bir gün bu mektubu okuyacak olursanız bu de mektir ki ben, artık aranızda değili m. Beni belki de hiç hatırla mayacaksınız ve küçükler tama men unut muş olacaklar. Babanız fikir ve düşüncelerine göre yaşamış ve inandıklarına kesinlikle sadık kalmış

tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15

bir insandı. iyi birer devrimci olarak büyüyünüz, doğaya egemen olan tekniğe ege men ol ma için çok çalışın, çok öğrenin. Şunu asla unutmayın ki, öne mli olan devrimdir ve hiç biriniz tek tek ve yanlız, hiç bir değere sahip değilsiniz. Özellikle, dünyanın her hangi bir yerinde, herhangi bir insana yapıl mış bir haksızlığ ı içinizde hissedecek kadar duyarlı olunuz. Bu, bir devrimcinin en değerli niteliğidir. Şimdilik bu kadar, çocuklarım; sizleri bir kez daha görebil meyi u muyoru m sevgiyle (5) kucaklıyorum. Babanız." Che'nin çocuklarına olan sevgisinin, onlara verdiği değerin bir başka örneği de "Bolivya Günlüğü"'ndedir. Che, her gün tarih atıp altına anılarını y azarken, bazı günlerde tarihin hemen altında, henüz anılarını yazmay a başlamadan önce küçük notlar y azar. Mesela: "15 Şubat Hildita'nın doğu m günü; 11, Telaşsız bir yürüyüş günü... (...) 24 Şubat Ernestico'nun yaş (6) günü; 2 Hareketli ve yorucu bir gün..." Kitapta koyu renkle y azılmış bu notlar, çocuklarının doğduğu günleri v e o gün kaç yaşına girdiğini göstermektedir. Bolivya Dağlar ı'nda o çetin koşullar altında bile çocuklarını unutmamıştır. Düny a halklarının acılarını y üreğinde hissedip, onlar için üç kıtada empery alizme karşı sav aşan Che kendi çocuklarını unutabilir mi hiç? Unutmaz elbette ama onları çok sev diği için bencillik yapıp, onlarla yaşamay ı da seçemez. Düny ada milyonlarca çocuk ölürken, "babayım" diy e rahat koltuğunda oturamaz. Baba olduğu için, tüm babaların çocuklarına güzel bir düny a kurmanın mücadelesini v erir. ibrahim Erdoğan, Abdullah Meral, Che ve daha onlarca, y üzlerce baba bu yüzden ev latlarından ay rı y aşama acısına katlanır. Geceleri çocuklarının üstlerini örtemezler bu y üzden. Onları boy unlarına alıp gezdiremezler. Çocuklarını parka götürüp atlı karıncalara bindiremezler ama


da mücadeleyi bırakırsan seni evlatlıktan men ederim' demişti ilk tanıştığımda mücadeleyle... Mücadele arkadaşı Ertuğrul Kılıç" '" Oğlu, yoldaşı böyle anlatıyordu Turan Kılıç'ı. Turan Kılıç, en güzel babalık vazifesini oğluyla birlikte savaşara k, onu şehit oğlu yaparak yerine getirmişti. İşte devrimci babaların evlatlarına duyduğu sevginin, babalık sorumluluğunu hissetmesinin en yalın biçimiydi bu. Tıpkı 96 Ölüm Orucu'nda oğluyla birlikte bedenini ölüme yatıran Ali Rıza Eroğlu gibi. Ali Rıza Amca, Ölüm Orucu eylemine başladığında tam 62 yaşındaydı. Bedeni yılların yorgunluğuyla yaşlanmış ama yüreği hep evlat sevgisiyle, vatan ve halk sevgisiyle dolu olan bir delikanlıydı. Çocukları için çekmediği çile katlanmadığı dert kalmamıştı. Onların kendisi gibi ezilmesini istemiyor ve bunun için gecesini gündüzüne katıyordu. Çocuklarına namuslu, dürüst olmayı, insanları sevip saymayı öğretmişti. "Kimsenin hakkını yemeyin, zalime boyun eğmeyin" demişti onlara.

onları çok severler. Baba olmanın hazzını yaşamak, kendi çocuğu için çalışmak değildir. Onlar elde silah savaşırken dünyadaki tüm çocuklara şe ker almış gibi mutlu olurlar. Savaşın bedellerini ödemek yük olmaz onlara, sanki ufacık çocuklarını omuzlarında taşıyormuş gibi seve seve öderler bu bedelleri. Savaşmak, babalık görevini en iyi biçimde yapmaktır onlar için. Tıpkı Buca'da şehit düşen Turan Kılıç gibi. Buca Hapishanesi'ne yapılan saldırı sırasında oğlu Ertuğrul karşı koğuştaydı. Oğlu yoldaşıydı onun. Omuz omuza aynı cephede savaşıyorlardı. Halkın tüm sadeliğini, açık yürekliliğini Turan Kıl ıç'ta görmek mümkündü. Nicelerinin yaptığı gibi oğlunu sıcak savaştan

uzak tutmaya çalışmıyordu. Çünkü çok seviyordu. Onu çok sevdiği için onurlu bir devrimci olmasını istiyordu. "O, 'her babanın oğlundan mutlaka beklentisi olur ve bu onun en doğal hakkıdır' derdi. Benim, baban olarak senden beklediğim, beklentim ise devrimci olman, Parti-Cephe gerillası olarak özgür vatan için savaşmandır. Bana oğul olarak vereceğin en güzel şey gerilla olmandır derdi. Ben bazen 'şehit babası olmaya hazır mısın?' dediğimde gülerek, 'sen de şehit oğlu olmaya hazırlan. Ben şehit babası olmaya hazırım' derdi.(...) Bana en güzel babalık vazifesini yaptın. Beni şehit oğlu mertebesine getirdin(...) Bana, 'eğer devrimci olmazsan veya devrimci olup tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15

Devrimci olmanın gerekliliğini evlatlarının kavgasıyla öğrenen, önce "koruyup kollamak" adına onları engellemek isterken sonra gerçekleri görüp evlatlarıyla aynı davaya gönül veren onlarca babamız var. Yalnızca hapishane kapılarında çocuklarıyla birlikte direnen babalarımız değil bunlar. Evladının mezarı başında; "bayrağını ben taşıyacağım artık. Silahını ben kuşanacağım. Özgür vatan kurulana dek savaşacağım" diye yemin eden babalarımız var. Dersim'de 12’lerin, Malatya şehidimiz Tuncay Geyik'in göremediği kızı Olcay için yazdıkları "Şafakla birlikte geliyorum" şiiri babalarımızın neden bu savaşta yer aldıklarını anlatıyor; "(...) Yuların ötesinden yazıyorum sana bu mektubu, uç-


suz bucaksız za manlar ötesinden yüzünü göremediği m, adın ı bile mediği m bebeği m, yollar, yokuşlar, engel olamayacak kavuşma mıza, tır manabilseydik yaşamın merdivenlerine el ele, göz göze, diz dize a ma ol muyor işte ilkesiz çocuklar da var 21. Asrın eşiğinde yarınsız, çaresiz, çocuklar da... Bunun için ayrıyız canımın içi. Dağlara dayanma mız bundan (...) Bitecek bu hasret biliyorum. Özgür olacaksın mutlu, u mutlu, sonsuza dek birlikte yaşayacağız o za man. Elinin değdiği her şeyde, gözünün erdiği her şeyde biz de olacağız, şafakla birlikte geliyorum. Haydi sil artık yanaklarını. Hasretini kov" Tuncay Gey ik şehit düştüğünde Olcay henüz kırk günlük bir bebekti. Bugün onun gibi onlarca babamız var dağlarda. Bir de Semih Amca gibi hepimizin babası olan babalarımız v ar. Semih Erkmen kızının iy i bir sanatçı, onurlu bir insan olması için y ıllarca emek verdi. O, yaşamı boyunca düzenin pislik lerinden uzak kalmay ı başarmış onurlu bir ay dındı. Bütün yaşamı çocuklarına adanmıştı. Ayçe'sini uf acık bir çocukken piyano kurslarına yollar, çocuklarının gönlünü hoş tutmak için tüm gücüyle çalışıp çabalardı. "Namustan, ahlaktan ve erde mli yaşamak ideallerinden asla vazgeçmeyeceksin" derdi kızına. Ondan tüm bu güzellikleri öğrenen idil, dev rimci mücadeley i seçince babası üzülmüştü. Kızının baskıy la, işkencey le karşılaşacağını biliy ordu. Bu y ol zordu ve Semih Amca kızının zorluklarla değil, güzelliklerle y aşamasını istiy ordu. Kızı dev rimci olmasına karşı çıktı, engellemeye çalıştı.. A ma başaramadı. idil doğru olanı görmüş onurlu y aşamanın halkı v e v atanı için sav aşmak olduğunu kavramıştı. Semih Amca onaylamıy ordu kızının mücadele etmesini. Ama engelley emey eceğini de anlamıştı. Saygı duy uyordu onun kav gasına. Y ine de onun saflarında kendisi de yer almıy ordu. Kızı '96 Ölüm Oru-

cu'nda bedenini halkına y önelen saldırılara set y apıncaya kadar bu onurlu kav gada düny anın ilk kadın Ölüm Orucu şehidi oluncaya kadar say gı duysa da kızın ın y oluna uzak kaldı. Ama idil'imiz şehit düştükten sonra Semih Amca'nın tüm yaşantısı sarsıldı. Y ıllardır iyi bir gelecek yaratmak için çalışıp didindiği Ayçe'sinin yoldaşlarını sarıp sarmaladı. Acılarını onlar ın sev gisiyle dindirmeye çalıştı. Hepimizin babası olarak aramızdan ay rıldığında geride y etmiş y ıllık onurlu bir yaşam bıraktı. "Ayçe İdil'im, Yavrucuğum, Bu sensiz geçirdiğimiz ilk bayram. Şimdi acını daha çok yaşıyor, seni daha çok anlıyoruz. Seni daha çok seviyor, adını yaşatmak için söz birliği ediyoruz. Ama sensiz hiçbir şeyin tadı yok. (...) Ufacıktın. Bayram yerlerine götürürdüm seni. Üstünde kırmızı pelüş montun, ayaklarında uzun kırmızı çizmelerin... Yağmur de mez, kar de mez giderdik. Salıncaklara bindirirdim seni, tenteli faytonlara... Atlı karıncalara... Uzun saçların rüzgarlarda bayraklar gibi dalgalanırdı. Koklardım... Hatırlıyor musun? Tavşan balonlar da alırdım sana bayramlarda. Ne sevi mli kızd ın, beni m tatlı afacanım. Her işi başaran "tatlı cadı"m. Umudu mdu n... Gururumdun... Onuru mdun... Bahtıma açan gülüm, doğan güneşimdin... (...) Şimdi onlarca, yüzlerce, binlerce Ayçe İdil Anadolu topraklarında, Anadolu analarının bağrında yeşermektedir, yeşerecektir... Baban Semih Erk men 10.02.1997" Babalarımız, çocuklarına karşı sorumluluklarını, onlara olan sevgilerini, hasretlerini if ade etmenin en iy i yolunun onlar için, onların geleceği için sav aşmak olduğunu biliy orlar. Ev latlarına "sizden tek istediğim onurlu devrimciler ol manız. Halkımız ve vatanımız için savaşma-nızd ır" diy erek elde silah savaşan onlarca babamız v ar. Bu uğurda şehit düşen babalarımız da... Bir de

tavı r / baba olmak / ağustos '99 / sayı : 15

ev latları dev rimci olduğu için, kavgay a giren, onlarla birlikte zulme, sömürüy e direnen babalarımız v ar... Hepsi de babalık v azif elerini en iyi biçimde y erine getirmek için bu yolu seçti. Ev latları olarak hepimizin onlara karşı görevlerimiz v ar. Şehitlerimizin çocuklarını babalarına lay ık olacak şekilde yetiştirmek, onların bay rağını y ükseltmek zorunday ız. Babalarımıza haklıl ığımızı kav ratmak, onları kav gamızın bir parçası y apmak da hepimizin evlat olma sorumluluğu. Hepimiz babalarımızın, ibrahim Erdoğan, Turan Kılıç, Abdullah Meral, Tuncay Geyik, Che, Ali Rıza Eroğlu gibi kav ga adamları olmasını isteriz. Onlarla omuz omuza ay nı saf larda sav aşmay ı istemek hepimizin en doğal hakkı. Bu düzende bizim için hangi olanakları y aratırsa yaratsınlar, hangi f edakarlıklar da bulunurlarsa bulunsunlar geleceğimizi kurtaramayacaklarını onlara anlatmalıy ız. Bunu baba olarak savaşarak ölümsüzleşen yoldaşlarımız, şehitlerimizden devralarak yoldaşımız olan babalarımız hepimize kavratıyor. Ev ladıy la, kardeşiy le, eşiy le kav gay ı tanıy ıp bu y ola baş koyan y üzlerce ailemiz v ar bugün. Hepsi de çocuğunu, kardeşini, eşini sahiplenmenin ne olduğunu öğretiy or. Y üzlerce babamız, anamız, abimiz, kardeşimiz, eşimiz kav gada yoldaş oldu. Çünkü gerçek anlamda sevmekte, sahiplenmekte buy du. •

Kaynaklar: (1) Bize Ölüm Yok, Haziran Yayınları Kasım 1992 Syf,129-130 (2) Age: Syf:129 (3) Direniş Ölüm v e Yaşam, Haziran Yayın Ev i 2. Baskı Syf: 135 (4) Age: Syf: 114 (5) Che, Yaşam Öyküsü, Röportaj lar, Mektuplar, Yar Yay. (6) Che, Boliv ya Günlüğü, Yar Yay. sayfa: 64-67 (7) Buca Haziran Yayıncılık, sayfa: 143-144


öykü

murat gök

Nöbet

S

ıcaktı; hem de insanın tenin buharlaştırıp, söküp alacak kadar sıcak. Dört y anı duv arla çev rili mapushanenin içini eri tecek kadar sıcak. Ve bu sıcağın hükmüne karşı, incelmiş bedenlere, f eri sönen gözlere bir damla su hayat taşıyordu. Sıcağın bunalttığı y orgun düşürdüğü bedenine söz geçiremey eceği, başını koy duğu y astığın saadetine kapılacağı korkusuyla uzandı y atağa. Ne kadar zaman geçtiğini bilmeden uy udu. Ama bir tavşanın tedirginliği ile uy uması işittiği ayak sesleriyle bölündü. Gözleri ani bir ref leksle açıldı. Karaltıl ı duv arların çevirdiği koğuşta göz gözü görmüy ordu. Tek duy ulan bir çif t ay ağın tıkırtısıy dı. Y atağında doğruldu. Ay ak sesleri y atağının önünde son buldu. Üzerine eğileni, y üzünün şeklinden, kokusundan tanıdı. Şimdi sıra onday dı. Nöbetini devraldı. -Bir şey oldu mu? -Yok, biraz su verdim sadece. -Y aa! Ne kadar içti? Hey ecanlanma öyle, çok değil, sadece iki kaşık alabildi. Derin bir sessizliğin çöktüğü bir başka koğuşa geçti. Bir tabureye oturdu. Gözlerini loş ışıklı koğuşun içinde

gezdirdi, sonra oturduğu taburenin hemen karşısında y atan kıza, onun y üzüne baktı. Ve düşüncelere daldı. Sadece iki kaşık su alabilmiş. Kaç gündür su içmiyor, içtiğini de anında çıkarıy or.

Say ıklıy ordu idil... Söy ledikleri yarım y amalak anlaşılıy ordu. "Eylemi miz sürecek". "Bizim yarın nöbetimiz var".

Y atakta boy lu boyunca uzanan idil'di. Alnında terler birikmiş, gözleri acıy la kısılmıştı. Birden acıy la doğruldu y atağından idil, önünde duran leğene eğildi. Ve midesinde ne v arsa acıy la çıkardı.

Küçücük pencereden gökyüzünü gördü. Gün doğuyordu. Bu anı idil'e gösterebilmek için neler vermezdi. Ama bülbülün kaderi gibi, sabaha dek gülün açılması için ağıtlar dökerdi ama y orgunluk çöküp gözleri kapandığında gün doğar v e gül açılırdı. Ve bülbül bu anı, uğruna ağıtlar y aktığı anı göremezdi. Gün doğacaktı ama idil göremey ecekti. Ne acı ki, günün doğması için idil'in y üreğinin susması gerekiy ordu.

Ve o da f ırladı tabureden y akaladı idil'in alnını. Acılarını dindirmek için idil'in, ne geldiyse elinden ardına koy madı. idil'in acılarını içinde hissediyordu. Gözleri iy ice donuklaşmıştı idil'in. Açık kaldığı zamanlarda hep bir noktaya bakıy ordu. Işık, ses ona en büyük acıy ı v eriyordu. Açlığın acısı y oktu artık. Eriy en kasların, direnci beyne ihanet eden bedenin v erdiği acılar sarıy ordu onu. Y ürekleri f erahlatan ışık, şimdi en büy ük işkenceydi. Bu yüzden gözleri bir bantla korunuyordu. idil'le sohbet etmek, hem de doyasıy a bir sohbeti istiyordu ama pek mümkün değildi artık. Bunun için belki de günler f azlaca ilerlemişti.

tavı r / ölüm orucu / ağustos '99 / sayı : 15

Öy lece kaldı idil'e bakarken, gözlerinde bir çift damla gözy aşıy la...

idil'e baktı. Kasılmasını, rüzgara tutulmuş körpe bir y aprak gibi titreyişini gördü, o da ürperdi. Sonra vücudu soğudu idil'in; elleri, ayakları morardı. Sonra... Sonra... Günlerdir dev inip duran nöbet değişimleri son buldu. Y erini büyük bir bayrak ve tören alay ı aldı. Y umruklar y ukarı kalktı, bir dakika, hiç konuşmadan sessiz, sitemsiz, tek bir damla y aş dökmeden sıkılı kaldı y umruklar. Sonra... sonra herkes konuştu, herkes onu konuştu.


değerlendirme hakan alak

Katherina Blumm Çiğnenen Onurunu Kurtardı Peki Ya Bizim Onurumuz?..

H

einrich Böll'ün, sinema ya da uy arlanan ünlü romanı "Katherina"

Blumm' un Çiğnenen

Onuru"nda iki ana eleştiri noktası vardır. Polis ve medy a... Bunu romanın içindeki kurgusuy la polis v e medy a arasındaki işbirliği ile işler. Heinrich Böll, yaşadığı Almanya'y ı bu iki nokta üzerinden ele almış ama bütün Alman toplumunun birbiriyle olan ilişkisini de çözümlemiştir. Kuşkusuz eseri okumadan y a da en azından sinema uy arlamasını izlemeden v urgulamak istediklerimiz kaf alarda tam karşılığını bulamay acaktır ama biz eser hakkında kısa bir özet y aparak buna bir nebze de olsa bir çare bulmay a çalışacağız. Katherina Blumm, Ludvv ig Got-hen isimli bir devrimci ile ilişkide bulunan bir bay andır. Alman polisi de, Ludwig'i takip etmektedir. Bir sabah Blum'un evine polis taraf ından operasyon düzenlenir. Ludvvig bulunamaz ama Blum sorgulanmak

üzere emniy ete götürülür. Bu aşamadan sonra dev reye iki gazeteci girer. Köln Gazetesi'nin muhabirleri, Katherina Blumm operasyonunu polisin diktesiyle, didik didik ederler. Gazetenin manşetinde her gün bu kadın v ardır. Geçmişi, eski eşi, annesi... herkes tek tek bulunur v e röportajlar y apılır ama her şey çarpıtılarak, sil baştan kurgulanarak gazetey e basılır. Tüm bunların sonunda Blumm'un yaşamı değişir. Gittiği her y erden dışlanır hastanedeki annesi bu olay lar nedeniy le ölür. Alışılagelmişin dışında bir dille, ince ama bir o kadar da şiddetli, yer y er imgelerle mesajını ileten ama eleştirisini bir yumruk gibi patlatan bir romandır "Katherina Blu mm'un Çiğnenen Onuru". Roman, sadece bir medy a eleştirisini içermiyor. Y ukarıda da belirttiğimiz gibi polis devleti v e işbirliğindeki medy aya da güçlü eleştiriler yöneltiyor. Bununla birlikte olay örgüsünde bir çok detay da v ar ama biz bu y azıtavı r / medya / ağustos '99 / sayı: 15

mızda asıl olarak bu romanın değerlendirmesini yapmadığımız için bunlara değinmey eceğiz. Biz asıl olarak romanı bu y azımızın çıkış noktası olarak ele aldık. Her ne kadar, Böll bu romanını y azdığı dönemlerde bireyin özgür lüğünü kısıtlay an dev let kurumlarına karşı sert tutumlar takınmış olmasıy la tanınsa da ve özgürlük kavramının içeriğini net olarak betimlemese de kapitalist bir toplumda yaşayan bir kişinin bu işleyişe takındığı tutum nedeniy le de ilerici bir dile sahip olduğu görülmelidir. Böll'ün eleştirilecek bir çok yanı v ardır muhakkak ama dediğimiz gibi bizim ana konumuz ne bu roman, ne de Böll'ün düşünce tarzıdır. Bu y üzden bunların tartışmasını y azımızın içine almıy oruz. Çünkü Böll, biraz da sistemler ötesinde insanı anlatmaya y önelmiştir ve toplumların yaşadığı sıkıntılara ses olmaya çalışmıştır. Bu y anıy la Katherina Blumm'un Çiğnenen Onuru bugün sıkça gündeme getirilen


"medyanın yaşamımızı işgal edişi" üzerine üretilenlerden çok daha ileride bir konuma sahiptir. Ülkemiz insanının en sık kullandığı sözdür: "Gazetede yazıyorsa yalandır, inanma!" Kuşku suz bu her şey için geçerli olmasa da, yaşam içerisinde edinilen deneyimler halkın arasında bu sözün yaygınlaşmasını sağlamıştır. Peki ne yazıyor da, bu gazetelere insanlarımız böyle bakıyor? Peki nasıl oluyor da böyle bir söze yaygınlık kazandıran insanlar medyanın estirdiği rüzgarın yönüne bu kadar hızlı kanalize olabiliyorlar? Bellekler nasıl böyle zayıflatılabiliyor? Hayatı böylesine hayali bir düzlemde yeniden kurgulayıp insanların önüne yeniden nasıl sunabiliyorlar? Bu soruları sorarken cevaplarını da bulmaya çalışacağız ama muhakkak bizim de eksik bıraktığımız

bir çok nokta olacaktır. Ve hayat devam ettikçe bir çok sorunun cevabı bulunacak ama yeni yeni sorular ortaya çıkacaktır. Esas meselemiz ortada bu kadar çok "medya eleştirmeni" varken meseleye nasıl neşter vurulacağını ortaya koymaktır herhalde. Meseleye neşter vurmak ve bu sorunu ortadan kaldıracak alternatiflerin önünü açmak ve onları geliştirmek ku şkusuz sayfalarca yazı yazmaktan daha hayırlı olacaktır ama meseleyi de etraflıca ortaya koymadan bunun adımları atılamaz. Bugün medyanın ulaştığı kesimler, etkileme kapasitesi bir çok kesimin gözünü korkutuyor ya da en azından tehlikeyi seziyorlar. Bu noktada da bir çok kesimden medya eleştirileri yükseliyor. Makaleleri yazılıyor, filmleri çekiliyor... Fakat bu soruna da yine bir çok farklı pencereden bakıldığı için kimileri sorunu sadece birey özgürlüğüne, yaşam hakkına saldırı boyutuyla tavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15

ele alıyor, kimileri işin etik (ahlaki) boyutuyla ilgileniyor. Ama genel sorunu görmeden yapılan yakla şımların hepsinde medya tekellerini, medya haberciliğini kişilere ya da kurumlara indirgeme yanlışı baş gösteriyor ve bu noktada sorunu kişiler üzerinden çözme önerileri getiriliyor. Tıkanıklığı da bu yaratıyor. Bir çok basın emekçisinin bu sorun karşısında oluşturduğu kurumlaşmalar, yapılar bu sorunu aşamadıkları için tıkanma yaşıyor; tükenme ya da yok olma noktasına geliyorlar. Böll'ün vurguladığı önemli nokta budur. Böll, medya ve devlet işbirliğini gözler önüne sermiştir. Bu gün kimse bu cesareti gösteremez. Türkiye'de basın ve televizyon bugünkü yaygın tabiriyle medya nereden, hangi süreçlerden geçti ve bugüne geldi? Dün tartıştığımız noktaları bugünü karşılıyor mu? Bunlar da cevaplanması gereken sorulardır. Bir kaç yıl öncesine ka-


dar devlet tekelinde bulunan televizyon ve radyolar bugün sermayenin elinde sayısız ra kamlara ulaşıyor. Gazeteler bugün artık çekirdekten yetişme gazetecilerin sahibi olduğu eski gazeteler değil, büyük plazalara sahip sermayenin çeşitli kollarında faaliyet yürüten işadamlarının elindeki birer iş alanı durumundalar. Bu yüzden de ilişki biçimleri, işleyiş vs. temel noktaları aynı kalsa da çeşitli farklılıklar içermekte. Öyleyse yeni bir soru: Aynılar ve ayrılar nelerdir? Sistemin yayın araçlarına birer propaganda misyonu yüklediği süreçler aslında yeni bir evrimden geçti. Artık yeni şekillendirmelerin, yeni insan tipinin biçimlenmesi misyonu duruyor medyanın sırtında. Parayı ve ülkeyi elinde tutanlar, ise önce dünyanın artık global bir köy olduğu temasını işleyerek başladılar ve ondan sonra da bu şartlanmışlığın üzerine giderek yeni projelerini şekillendirmeye başladılar. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca insanın kaderi Katherina Blumm'la aynı çizgide gelişti. Olaylar tersine çevrildi, gerçekler ters yüz edildi; ölüler diriltildi, diriler öldürüldü... Tüm bunlara yine aynı milyarlar inandırıldı. Çünkü globalizm, kalkan sınırlar sadece parayı ve ülkeleri yönetenler için kalkmıştı. Dünya onlar için küçülüyordu. Yoksa kentleri dolduranlar için oturduğu cadde yine upuzun, yaşadığı şehir yine uçsuz bucaksızdı. Koca şehirler içinde yalnızlaştırıldı insanlarımız.

dejenerasyonu en ücra köylerin, en küçük evlerine ulaştıran medya patronlarına sunulan sınırsız kredi alanlarının ve bu kağıtları imzalayan bürokratların oluşturduğu devlet mekanizmasının oluşturduğu birleşik gücün kumanda merkezlerinden söz ediyoruz. Heinrich Böll işte bu çıplak gerçeği gösteriyor romanında. Hem de evelemeden gevelemeden, tüm bir toplumun polisleştirilmesini çarkın dişlilerinin koca bir toplumu nasıl hırsla öğütmeye çalıştığını anlatıyor. Bizim de günlük yaşamımıza hiç yabancı olmayan bir olaylar kurgusuyla. Katherina Blumm'un başına gelenler ya bizlerin başına geliyor, ya da bunları aynı medyadan takip ediyoruzdur ama belki de farkına bile varamıyoruzdur. Çünkü bu işe başlarken yapılacak ilk iş belleği alabildiğine zayıflatmaktır. Bellek ne kadar zayıflarsa üzerinde yapılacak uğraşa o kadar çabuk cevap verecektir. Ama biraz dikkatli olur ve belleğimizi canlı tutarsak karşımıza çıkan tablonun çarpıklığını ve gülünçlüğünü görmememiz imkansızdır. Her gün televizyonlara çıkartılıp terörist diye lanse edilen insanların, büyük eylem hazırlığında diye feryat figan silahların önüne dizilen insanların ertesi gün serbest bırakıldığını yakınları dışında kimse öğrenemez. Ya da ölen bir devrimcinin ismi diye lanse edilen kişinin aynı anda

Tüm bunlar tek başına medya plaza sahiplerinin başarabileceği işler mi gerçekten? Ya da gerçekten böyleyse bu patronların dertleri neden toplumu demoralize, apolitize etmek, edilgenleştirmek mi? Yoksa tüm bunları yöneten birleşik bir gücün kumanda merkezi mi var karşımızda? Büyük uydularla yayın ağını genişleten tavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15

gözaltında olduğu gerçeğini kaç kişi bilir. Bir örnek: 29 Ekim 1998 gecesi, yani tam da Cumhuriyet'in 75. yıl dönümünün tüm şaşaasıyla kutlan dığı gece. Adana'dan kalkan bir uçak kaçırılıyor. Olay hemen medyaya yansıyor. Canlı bağlantılar tüm hızıyla sağlanıyor. Uçağı kaçıran kişi pilotun da yönlendirmesiyle Esenboğa'ya indirdiği uçağı Sofya'da zannediyor. Ve büyük senaryo işlemeye başlıyor. Önce uçağa binenlerin listesi inceleniyor ve ortaya hemen uçağı kaçıranların isimleri geliyor. Kanıt? Yok! İpucu? O da yok! Altı kişinin kaderi hızla Blum'un kaderiyle benzeşmeye başlıyor ama bir kaç saat sonra olayın seyri değişmeye başlıyor? Çünkü uçağı kaçıran kişi devrimci, yurtsever bir kişi olduğunu açıklamıştır. Kimliği belirmeye başlamıştır. Bir anda ajanslar yeni durumu aktarmaya başlıyorlar. Peki bir kaç saat önce açıklanan faillerle ilgili bir söz? Yok! Sebep?

Biraz sonra senaryonun yeni sahneleri plan plan devreye giriyor. Havaalanının ışıkları söndürülürken, kelle avcıları katliamın planını devreye sokuyorlar. Bu sırada vızır vızır çalışan haber ajansları susuyor, canlı yayınlar bir anda kesiliyor. Hiç bir açıklama yapılmadan oluyor tüm bunlar. Gecenin saat


rini alacak 60 milyon insan vardır çünkü. Ve objektifleri yeni senaryolar için yeni yüzlere yeni yaşamlara yönelir. Ve biz her gün iki ekmek parasına bunları okuruz. Biz bunları okur dururken bakarız ki bir gün birileri bizi okur ama elden bir şey gelmez. Heinrich Böll'ün romanında, finalde Katherina Blumm çiğnenen onurunu kurtarmak için başına onca çorabı ören gazete muhabirlerinin ikisini de öldürür. Gazete muhabirinin cenaze töreninde yapılan konuşma senaryoyu kaldığı yerden devam ettirir. Çünkü bu saldırı koskoca basının sınırsız özgürlüğüne yapılmıştır. Blumm'un ve bizim gibilerin yaşamı ve onurunun ne önemi var ki!

dördünden sonra o gergin bekleyiş yerini her zamanki kliplere, sigarayı bırakmanın yararlarını anlatan programlara bırakıyor. Senaryo tıkır tıkır işliyor. Bir kaç saat sonra canlı yayınlar tekrar hızla devreye giriyor. Sanki zaman donmuş, saatler durmuş, insanlar bu süreyi kaskatı kalıp, beyin fonksiyonları işlemez bir hale gelmiş bir şekilde geçirmişler gibi kalındığı yerden devam ediliyor. Ama şimdi habere kan damlamıştır. Operasyon timleri görevi başarıyla tamamlamış, "militanı ölü olarak ele geçirmişlerdir." Kimliği ne ilişkin bir isim telaffuz edilmektedir. Ertesi gün bu da değişecek, "militanın" gerçek kimliği ortaya çıkacaktır. Peki dün telaffuz edilen ismin sahibi nerede adı televizyonlara çıktıktan sonra hayatında neler oldu. Biz hareketli çerçevenin karşı sındakiler bunu hiç bilmeyeceğiz. Polis ve medya aksaksız bir operasyonu daha gerçekleştirmişlerdir. Senaryoları hiç aksa ksız çekilmiştir.

Kutlamayı da beraberinde gerçek leştirirler. Sonra "ölü militanın" kimliği delik deşik edilir. Ne mutsuz çocukluğu kalır, ne düzensiz yaşamı, ne de sorunlu ailesi... Her şeyi ama her şeyi çarpıktır "mili-tan"ın. Ve biz hep aynı bilgisiz bakışımızla yeni bir şey öğrenmenin hayretini yaşarız. Gerçeği, bir tek gerçeği, gerçekten bilenler bilir ama onu da biz bilmeyiz. Çark döner biz hiç bilmeyiz nasıl döndüğünü... Ölüler için durum böyleyken dirilerin başına bir şey geldiğinde yaşam nasıl da çekilmez olur. Etrafında onca olay gelişir, adı ortada paçavra gibi sağa sola atılırken, onun eli kolu bağlıdır. Her sözü farkl ılaşır gelir ona. Önce inanmak istemez sonra bakar ki kurtuluş yok o da inanır söylenenlere, sonra soyunur tüm değerlerinden. Saçının tek telini görmemiş insanlar en mahrem yerini görür, ekmek parasını kazanmak adına kuyusunu kazanların kuyusuna iner. Ve artık çıkamaz... Harcanır gider; devri geçtiğinde yetavı r / medya / ağustos '99 / sayı : 15


araştırma kemal koray l u s a l o n u r u m u z u n F r a n lusal onurumuzun Fransız postallarınca çiğnendiği günlerdi. Çukurova'nın eti bereketi ırmak olmuş gavura akmakta, kadınlarımızın namusuna göz dikilmekte; ezan se sinin artık duyulmadığı camilerde mavisi, beyazı, kırmızısıyla Fransız bayrakları dalgalanmaktaydı. Fransızlara Ermenilere tercih eden bölge eşrafı şehirlerin, kasabaların kapılarını düşmana açıyor; Osmanlı artıkları ve toprak sahipleri gavur Fransız'la her konuda işbirliği yaparak halkı sömürüyor, işgale karşı çıkan yurtseverler ise kurşunlanıyordu. Vatanı düşmana satmamak, namusuna sahip çıkmak ve iki kat söürülmemek için Çukurova'nın, Toroslar'ın köylüsü, kasabalısı, yörüğü de bir araya geliyor kurtuluş çareleri arıyor, halk silahlanıyordu. Osmaniye de düşman işgalinden nasibini almıştı. 1920'nin hemen başlarında ise halk çetelerin etrafında toplanmaya başlamıştı. Osmaniye'de Hacı Ökkeş Ağa'nın konağı Fransız kuvvetlerince işgal edilmiş, mavili, beyazlı, kırmızılı işgal bayrağı konağa asıl-

mıştı. -2Çete reisi konağa yapılacak baskın için civar köylerden asker toplamaktaydı. Etrafa biriken kalabalık su smuş, sırmalı cepkeninin altında iki barebellum görünen tıknaz, çatık ka şlı, koyu kahverengi gözlü çete reisini dinlemekteydi. -Yarın Fransızların elinde bulunan Hacı Ökke ş'in konağındaki cepheye baskın yapacağız. Her aileden bir kişi istiyorum. Ne eksik ne fazla. Çete reisinin sözleri üzerine kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Aileler içinde bir yarıştır başladı. Evin yiğit erkek çocukları, delikanlıları hem kendi aralarında hem de babalarıyla yarışıyor, anaların, ninelerin, kızkardeşlerin gözleri yaşlarla doluyordu. Meydandaki uğultu giderek artıyordu. Çünkü çete reisinin dediğine göre her evden yalnızca bir kişi alınacaktı. Uğultu giderek arttı; göğe yükselen seslerin gürültüsü onurdan namustan bağımsızlıktan yana olan Osmaniyeliler'in savaşma azmini müjdeliyordu. Kardeşler, babalar ve oğullar arasında yapılan tartışma adeta bir söz düellosuna dönüşmüştü: tavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15

-Yarın sıra benim ağabey hakkını helal et. -Ne zamandan beri küçükler başına buyruk oldular. Hüseyin! Emrediyorum, sen kurtuluş savaşımızı bekleyeceksin... Hüseyin'in yere eğilen gözlerinden bir ışık parlarken; -ikimiz de katılsak ağabeyim, diye ısrarını sürdürdü. -Delimisin sen o vakit ağamız ikimizi de emre itaatsizlikten cephe gerisine alır. Elindeki bakraçla çetelere ayran dağıtan Rahime Hatun bu uğultuyu sessizce ama gururla izliyordu. Bir oğulcuğu olsa da vatan için bağrına basıp onu da cepheye sürseydi ne de hoşnut olurdu. Cepheye atılmak için yarışanları duydukça kendi gönüllü olduğu gün geliyordu aklına. Aylar öncesiydi, çete reisi Hüse yin Ağa Raziyeler Köyü Kanlıgeçit Mahallesi'nde ev ev dolaşıp çete topluyordu. Rahime de onun geldi ğini duymuş sabırsızlıkla bekliyordu. Gönüllü olmaya çoktan karar vermişti. Gavura karşı savaşacağım diye içi içine sığmıyordu. Fransızların yaptıklarını duydukça içindeki öfke daha da büyüyordu.


Bir yandan da "kadın olduğu için cepheye alınmam geride tutulurum" diye kaygılanıyordu. Kadındı ama kendi deyimiyle "babasının oğluydu"; küçük yaşlarda atıcılığa başlamış, hatta bir bayram günü yaylada bir çok erkeğin vuramadığı hedefi ilk atışta vurarak herkesin takdirini kazanmıştı. Kısacası bir erkek gibi yetiştirilmişti. Rahime sabırsızlıkla beklerken, çete reisi Hüseyin Ağa içeriye girdi; -Her evden birkaç çete topluyoruz.lşgalci düşmanları, teşkil edeceğimiz bu birlikle vatanımızdan kovacağız. Bu evden çete olarak kimi alalım? Rahime Hatun hemen ileri atıldı; -Köse Abdullah ailesinden de beni çete yazın, diye bağırdı. Hüseyin Ağa ise şa şırmış bir vaziyette;

-Sen kadınsın köyde kalıp geri hizmette çalışman uygun olur dedi Rahime ise bu teklifi hiç de kabul edeceğe benzemiyordu. -Hayır, ben cephe gerisinde değil, cephede erkeklerle birlikte savaşacağım, diye ekledi. Rahime Hatun'un kararlılığını gören Hüseyin Ağa daha fazla diretemedi; -Öyleyse sen de Köseler ailesinden "Rahime Onbaşı" olarak çetelere katıl, dedi. Rahime Hatun çetelere gönüllü oluşunu hatırlayadursun meydandaki kalabalıkta yarış hızla sürmekteydi. Yer yer tatlı sert tartışmalar da duyuluyordu. Ölmek için yarışıyordu Osmaniyeliler. -3-Ertesi gün erkenden kalktı Rahitavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15

me Hatun. Kocasının eski cepkenini, çizmelerini giydi. Uzun saçlarını tülbentle sıkıca s a r d ı k t a n sonra d o l m a tüfeğini alarak caminin önüne koştu. O, camiye vardığında avluda toplu halde sabah namazı kılınmış; Hacı Ökkeş'in konağına baskına katılacakların listesi yapıl yordu. Çete reisi, elinde dolma tüfeğiyle Rahime'yi görünce; -Ne o bacım sen azık taşımıyor musun? diye sordu. Rahime gözlerini yerden ayırmayarak kı sı k bir sesle; -Azık taşımak için sıra bekleyen bir sürü kadın var, bırakın ben de baskına katılayım, diye cevap verdi. Sesinin kısı klığı bir yana, gözlerinde öylesine bir kıvılcım, duruş u n d a öylesine bir kararlılık vardı ki; Reis itiraz edecek gücü kendin-


de bulamadı. O çatık kaşlı çete reisinin gözleri doldu; -Allahım sen bunların emeğini boşa salma diye mırıldandı. Listeler hazırlanmış, baskına katılacaklar seçilmişti. Müfrezede Hayta Hüseyin Çetesi, Yaveriye Çetesi, Yastı Kelle, Ali Kılıç, Namık Hüseyin, Kadir Çavuş, Muhammet Hoca, Nacar Okke ş, Borazan Mehmet, Hacı Ali oğlu Ali ve Ahmet, Alibekiroğlu Ahmet ve diğer çeteler vardı. Baskına katılacakların sayısı 70-80 kadardı. Alibeyli mahallesinde düşman karargahı olarak kullanılan Hacı Ökkeş Ağa Konağı'nda dalgalanmakta olan bayrak çetecileri kahrediyordu. Aralarında Rahime Hatun'un da bulunduğu müfreze hedefe doğru yaklaşmaktaydı. Fransız karargahı çok iyi korunmasına rağmen, çetecilerin aklından geçen tek şey o mavili beyazlı kırmızılı bez parçasını asılı olduğu yerden indirmekti. Hepsi ölümü göze almış, konağın ele geçirilmesinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bu arada Rahime Hatun erkek çetecilere dönerek; -Arkadaşlar, düşman karargahını mutlaka alacağız. Allah bizimle beraberdir. Yalnız sizden bir isteğim var. Eğer ben şehit olursam sakın cesedimi düşmana bırakmayın dedi. Kadir Çavuş bu kahraman Türk kadınına imrenerek baktı. Ondaki ölümü yenen kararlılık ve yoldaşlarına verdiği cesaret tam bir kahramanlık örneğiydi. Daha öncede Rahime Hatun'la sayısız çatışmaya katılmıştı hatta bir keresinde ortalarına düşen bir el bombasını geriye, düşmana atarak Rahime Hatun'un ve tüm müfrezenin hayatını o kurtarmıştı. Kadir Çavuş bunları düşünürken çeteciler de Rahime Hatun'un sözleriyle coşmuşlardı. Ali Kılıç da Rahime'nin bu sözleri üzerine aylar öncesine daldı ve çete reislerinin bir araya geldiği Ra-

hime Hatun'un da aralarında olduğu ve görev dağılımı yaptıkları toplantıyı anımsadı. Sohbet esnasında Rahime Hatun silah arkadaşlarına; -Arkadaşlar yeni bir yiğitleme öğrendim, izin verirseniz sizlere söyleyeyim demiş; başta Ali Kılıç olmak üzere tüm çete reisleri gür bir se sle "buyur" diye ona cevap vermiş; Rahime Hatun da tıpkı az evvel yaptığı gibi çeteleri coşturan yiğitlemesini okumuştu. Rahime'nin o gür ve heyecanlı sesi Ali'nin kulaklarında hala çınlıyordu; Çamlıbelden Gürcistana seferim var beyler yürü kötü gelmesin meydana serden candan geçen gelsin Çamlıbelden indim düze Koçyiğitler gelsin bize Kefenini kendi özüne Eliyinen biçenler gelsin Yediğimiz aslan eti İçtiğimiz aslan sütü Kılıç kabzasından kanı Şarap edip içen gelsin Yiğitleme bittiğinde çeteler coşmuşlardı. Tüm çetecilerin yürekleri kavga hırsı ve vatan sevgisiyle dol muştu, tıpkı bugünkü gibi. Çeteciler öylesine coşmuşlardı ki; Rahime "yaşa, varol'larla tebrik edilmiş, hatta çetebaşı Yastı Kelli Veli hemen fırlayıp, Rahime'yi alnından öpmüştü. Ali Kılıç bunları düşünürken düşman karargâhına da iyice yaklaşmışlardı. -4Herke s mevziye girmiş, son hazırlıklar tamamlanmıştı, işaretin verilmesiyle birlikte çeteciler dolma tüfekler ve çakmaklılarla saldırıya geçtiler. İlk şaşkınlığı atan Fransızlar bu tavı r / anti emperyalizm / ağustos '99 / sayı : 15

saldırıya mitralyözle karşılık vermeye başladılar. Çeteciler "allah allah" nidalarıyla etrafı çınlatıyor, kurşun yağmurlarına rağmen ilerlemeye çalışıyorlardı. Şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Rahime Onbaşı'yla Kadir Çavuş yan yana gelmiş, her attıkları kurşunla bir Fransız askerini düşürüyorlardı. Zaman geçtikçe düşman ateşi yoğunlaşmaya başlamıştı. Fransız uçaklarının gelmesiyle çetecilerin durumu daha da güçleşti. Uçakların attıkları bombalar çetecilerin ilerlemesini engelliyordu. Mitralyöz ve bombalarla çetecilerin bunaldığı bir sırada Rahime Hatun, "haydi, allahın ı, vatanını seven yürüsün" diyerek ileriye atıldı. Ve kurşunlar arasından gölge gibi süzülerek konağın etrafını çevreleyen yüksek duvardan içeriye atladı. İlk işi büyük kapıyı açmak olmuştu. Her şey o kadar ani gelişiyordu ki, düşman askerleri Rahime'yi ancak kapı açıldıktan sonra farkedebilmişlerdi. Gavur Fransız'ın onu farketmesiyle birlikte bir kurşun omuzundan girerek, girdiği yeri parça parça etti. Yere yığıldı Rahime. Kapının önünde öylece yığılmasına rağmen silah arkadaşlarına seslenmekten geri durmadı. -Haydi çetelerim, saldırın, cesedimi gavura mı bırakacaksınız? Sonra ard arda yediği kurşunlarla Rahime şehit düştü. Onun yiğitliğine tanık olan arkadaşları coştular. Rahime'nin açtığı kapıdan bir rüzgar gibi içeriye daldılar. Ali Kılıç, Yası Kelle Veli, Kadir Çavuş diğer çetecilerle birlikte Rahime Onbaşı'nın hesabını sormak için konağı kurşun yağmuruna tuttular. Siyah şalvarlı, göğsü fişekli Rahime'nin poşusundan tel tel sarkan kömür karası uzun saçları yerde biriken kanlara banıp, kınalanmaktayken, silah arkadaşları da Hacı Ökke ş konağındaki Fransız bayrağını yere indiriyorlardı.


tartışma grup yorum

Akit Gazetesi Grup Yorum'a Dil Uzatamaz Temmuz 1999 tarihli Akit Gazetesi'nde 2 Temmuz Siv as Katliamı'nın konu olduğu bir y azı dizisinde Siv as katliamı nda ölenler v e onları sahiplenen ay dın ve sanatçılara y önelik çarpıtmalar ve karalamalarla dolu bir yazı y azıldı. "Sivas Tahriki-Düzeysiz Küfürbazlar" diy e başlay an y azıda 2 Temmuz'da ölenlerin dumandan zehirlenerek öldüklerini if ade ederken diğer bir yandan onların anısına türkü y apanları estetik değerden y oksun küf ürbazlar olarak suçluy or. Bu y azının bir paragraf ında y azar bizim ismimizi de zikrediy or. "Grup Yoru m; Yerli rüşdi, e mperyalizmin sözcüsü" başlığı altında başlay an paragrafta kendi sığ v e takıyy eci bakış açılarıy la bir tespit y apılıy or: "Senin de dağların var Sivas senin

de dağların, dağlarında sahanların ifadeleriyle başlayan dizeler, birden laik-kemalist bir tarz alıyor ve özgürlüğü yazan kalem kır ılır cü mlesiyle şarkı sürüyor. Grup Yoru m 'un te msil ettiği siyasal düzeyin, Aziz Nesin gibi halkın dini değerlerine hayasızca saldıran ve sırf arzusunu tatmin etmek için emperyalizm tarafından üretilmiş Sal man Rüşdi'nin gönüllü Türkiye şubesi olarak çalışan ve böylece modern-e mperyalizmin taşeronu ol ma vazifesini icra eden kişiyi; özgürlüğü yazan kalem olarak nitelemesi savunduğu bazı ilkelerin iğdiş yada tümden iptal ol ması yolunda tehlikeye girmesine neden olacaktır" diy e y azı bitiy or. Akit gazetesinin böyle bir yazıy la ne y aratmaya çalıştığı anlamak çok zor değil. Y azının tamamının karalama çabası içinde y azıldığı v e bu katliamı meşru gösterme çabasında olduğu her kelimesinde kendini belli tavı r / gerici basın / ağustos '99 / sayı : 15

ediy or. Akit Gazetesi y azarına sormak istiy oruz bizimle ilgili bu kadar laf ederken bu güne kadar türkülerimizle, y aşadıklarımızla üstlendiğimiz misy onu ne kadar anladınız. "Gün Tutuşur" adlı türkümüzü dinleyip aklınızca y orumlarken kaset kapağını da mı okumadınız? Orada bu türkünün, katledilen insanlarımızın anısına yapıldığı çok açık bir şekilde yazıy or. Bu türkünün Aziz Nesin'e yapıldığ gibi bir ibarey e rastladığınızı iddia edebilir misiniz? Bu insanlar neden v e nasıl katledilmişlerdir. Sizin y azdığınız gibi basit bir gerekçeyle sadece duman zehirlenmesinden mi öldüler? Eğer öyle diy orsanız, biz y ine soruyoruz; ateş olmay an y erden duman çıkar mı? Bu ateş nasıl y andı, kim teşv ik etti, kim alet oldu? Bunları sormak daha namuslu bir dav ranış biçimi değil mi? Siz de çok iyi biliy or-


sunuz ki Aziz Nesin sadece bahanedir. Y ıllardan beri egemenler, Anadolu toprakları üzerinde y aşay an f arklı uluslardan, mezheplerden halkları birbirine düşürerek katletmiştir. Siv as' da bunun bir örneğidir. Din olgusunu kullanarak "dinimize küfrediyorlar" diy erek halkı kışkırtmay a çalışmış v e sonucunda bir katliam y aşanmıştır. Bu olay ların yaratılmasında sizin gibi kontgerilla yay ın anlay ışı sürdüren basının da pay ı v ardır. Bu y azıy la da bu tarzınızı sürdürüy orsunuz. Aziz Nesin'e düşüncelerinden dolayı bilinçli bir şekilde yaratılan tepkinin var olmasını kullanarak bize de çamur atmay a çalışıy orsunuz. Sizin gibi takıyyecilerin karşısında öm rünün sonuna kadar onurunu, karar lılığın ı korumuş bir Aziz Nesin'i sonuna kadar savunuruz. Belki her düşüncesine de katılmayabiliriz ama bundan size ne? Bizim Siv as'la ilgili bir beste y apmamız sizin dey iminizle bir f uryay a kapılma biçimiy le açıklanamaz. Bu insanlar, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri'nde sazıy la sözüy le semahlarıy la yazılarıy la ve resimleriyle halkın değerlerini sahiplenmeleri y anıy la ülkemiz toprağına bağlı ay dınlarımız, sanatçılarımızdı r. Elbette sahipleniy oruz. Bu sizi niy e bu kadar rahatsız ediy or? Ay rıca, türkümüzü de y arım y amalak dinley ip koca koca tespitler y apmışsınız ki, biz kalem kırılır demiy oruz, kalem tutuşur diy oruz bir daha dinleyin de öğrenin. Tabi insanlar dumandan öldüğü için, yanmak, tutuşmak gibi şey ler orada yaşanmadığından "tutuşur" kelimesi sizin elinizde "kırılır" oluy or. Ayrıca siz, bizim sav unduğumuz siy asal düzey den bugüne kadar ne anladınız ki parçamızda kemalist bir tarz olduğunu, savunduğumuz ilkelerin iğdiş edilmesi sonucunu çıkardınız. Y azdığınız y azıy a bakan da sizi empery alizm karşısında kararlı, ilkeli bir tutum sergiliyorsunuz sanır. Biz kurulduğumuz günden bugüne kadar emperyalizm karşısında halkaların onurunu, bağımsızlığın ı sav unurken, söy lediğimiz

şarkılardan dolay ı bedeller öderken siz neredey diniz, hangi çizgiy i sav u nuy ordunuz? 1991 y ılında emperyalizm, Irak halkının üzerine bombalar y ağdırdığında biz sokaklarda sizin küf ürbazlar olarak nitelendirdiğiniz ay dınlarla eylemler yaparken, siz hangi deliğe saklanmıştınız? Hangi siy asi çizgiy i temsil ediy ordunuz? Siz hangi siyonistle, emperyalistle yemek masalarındaydınız? Siz ne hakla bizim siy asal anlay ışımıza dil uzatıy orsunuz? Bu sorular sizin cev ap v ermekte zorlanacağınız sorulardır. Buna v erilecek hiç bir cev abınız y oktur. tavı r / gerici basın / ağustos '99 / sayı : 15

Y ay ın politikanızla halklar arasında düşmanlık tohumları ekmey e çalışarak mı empery alizme karşı tav ır alıy orsunuz? Bunların hesabını v ermek zorundasınız. Haddinizi bilin diy oruz. Çirkefle-şen sayf alarınıza her gün manşet attığınız "zulü m" sözcüğü size hiç mi hiç y akışmıy or. Çünkü sizin taraf ınız zulmedenlerin taraf ı. Bunu tüm benliğinizle, kimliğinizle gösteriyorsunuz. Bu karalamalarınıza y önelik meşru ve y asal y ollarla başvuracağız. Bunu da buradan duy uruy oruz!


şiir bertolt brecht

Öğrenmeye Övgü Öğren en basiti. Zamanıdır. Sakın geç deme. Öğren abeceyi, çok bir şey değil gerçi Öğren ama, başla. Koru kendini yılgınlıktan. Her şeyi öğrenmelisin Çünkü sensin artık yönetecek olan. Köprü altındaki, öğren! Öğren, demir parmaklıklar arkasındaki! Ev kadını, öğren! Öğren, altmış yaşındaki! Kimsesiz çocuk, okul ara kendine Bilim ara, soğuktan kıkırdayan.

Sarıl kitaba, aç insan. Silahtır o Çünkü sensin artık yönetecek olan. Çekinme soru sormaktan arkadaş! Enayi yerine koydurma kendini Alınteri dökmeden bellediği şeyi Biliyor sayılmaz insan. Geçir gözden hesap pusulasını Unutma, sana ödetilecek faturası Parmak bas üstüne her rakamın Nerden çıkmış, sor bakalım Çünkü sensin artık yönetecek olan.

tavı r/ yı ldönümü / ağustos '99 / sayı : 15


değerlendirme murat cey han

oğaziçi Gösteri Sanatları Top-luluğu'nun müzik birimi olan Kardeş Türküler'in y eni albümü "Doğu" geçtiğimiz günlerde Kalan Müzik taraf ından y ay ınlandı. Grup, daha önce de üy elerinden Feryal Öney 'in solist olarak yeraldığı "Hardasan-Azeri Türküleri" v e daha sonra "Kardeş Türküler" albümlerini hazırlamış ve bu albümler de Kalan Müzik taraf ından yay ınlanmıştı. Grup, müzik çalışmalarının hareket noktasını Kardeş Türküler albümünde "Anadolu'da yaşayan ve bu toprakların tarihini yüzyıllar boyunca birlikte oluşturan halkların ve toplumların kültürlerini, 'halkların kardeşliği' temasıyla yeniden gündeme getirmek ve bunu sanatsal/müzikal bir dille yorumla mak..." şeklinde açıklamıştı. Kardeş Türküler, yeni albümü "Doğu"nun kaset kapağı yazısında ise o döneme y aklaşımını "... a maçlanan, etnik ve kültürel açıdan çok kimlikli bir coğrafyanın genel resmini çıkarmaktı" şeklinde açıklıyor. Y eni albüm için de amaçladıkları şey in "... bu resimden sonra, müziklerin artık daha somut başlıklara dayalı prodüksiyonlar olarak ele alınması, ilk alb mün dra maturjisini 'ayrıntılandır ma' olanağı sunacağı gibi, etnik müziklerle kurulacak deneysel ilişkiyi daha sağlıklı bir zemin oturtabilecekti." olduğunu açıklıy or. Buray a kadar Kardeş Türküler'in kendile-

rini if ade ederken söyledikleri konusunda söy leyebileceğimiz çok f azla bir şey yok. Bu noktadan hareketle yapılanlar olumlu birer çaba olarak görülebilir hatta akademik y anlarıy la ön açıcı olduğu da kısmen belirtilebilir. Hiç kimse Kardeş Türküler'in de bahsettiği, halkların kültürel değerlerini yaşatma, konusunda y aptıkları çalışmaları küçümsey emez, üstelik destekçisi de olur. Burada değinmeden geçemey eceğimiz bir kaç konu var. Kardeş Türküler isimli albümde -Kardeş Türküler albümünü kastediyoruz çünkü Harda-san, daha özel bir çalışmadır v e bu topraklarda y aşayan kültürlerin genel bir resmi değildir, daha bölgeseldir- y aptıklarını y eterli görüp hemen ayrıntılandırma y olunu seçmiştir. Oysa ilk albümde çıkartılan resim genel olmanın da çok ötesindedir. Bu albümde de çoğunlukla 'doğu' öne çıkartılmıştır. ikinci albümün isminden de anlaşılacağı gibi doğuy a özel olması bu y aray la çok da değişik v e ay rıntılı bir çalışma değildir. Ya da diğer bir dey işle ilk albüm ne kadar genelse bu albümde o kadar geneldir. Kardeş Türküler "Doğu" için y ine şunları söy lemektedir: "... Bu tür çalışmalarda, içeriği belirsiz bir 'mozaik' anlayışından kaçınılması, 'farklılıkları ve ortaktav ır / müzik/ ağustos '99 / say ı: 15

lıkları ortaya çıkarmaya dönük bir dramaturjinin izlen mesi daha doğru görün mektedir" Öncelikle içeriği belirsiz bir mozaik anlay ışından ne kastedildiği belirsizdir. Bu ülkede kimler bu tür çalışma y apmaktadır? Y ani kimler mozaik çalışması y apmaktadır? Soruy u şu şekilde genişletelim, ay nı albümde y a da farklı albümlerde kimler Türkçe, Kürtçe, Arapça, Lazca, Çerkesçe, Ermenice... türküler seslendirmektedir? Bu şekilde müzik yapan kişi y a da grupların sayısı bir elin parmaklarının say ısını geçmez. Bunu Kardeş Türküler de bilmektedir. Diğer çalışmaların çoğu bölgeseldir. Antakya'da onlarca Arapça kaset çıkmaktadır, y ine Anadolu'nun pek çok bölgesinde Kürtçe, Lazca türküler söylenmektedir ve bu türküler albüm haline de getirilmektedir. Kısacası bunlar da bölgeseldir. Hiçbirinin "mozaik" anlay ışıy la üretildiğini düşünmüy oruz. Kardeş Türküler iki albümle bütün bu çalışmaları küçümseme hakkına sahip olmamalıdır. Bu çalışmaların içeriği Kardeş Türküler'in inandığın ın tersine "belirsiz" değildir. Bu tür çalışma yapanların y aptıkları da y ine grup üy elerinin düşündüğünün tersine sadece "yok olmaya yüz tutmuş kültürlerin hatırlatılması" da değildir. Ev et doğrudur, güncel bir mirasla karşı karşıy a olunduğu gerçeği doğrudur.


Ama Kardeş Türküler bu noktadan hareket ederek kendi dışındakileri y anlış çizgide, kendisini de doğru çizgide görmemelidir. Ay rıca bu kültürlerin y ok edilmey e çalışıldığı gerçeği de unutulmamalıdır. Eğer, bir dili, onun müziğini geliştireceksek onu önce koruyarak işe başlayabiliriz. Y oksa bir çok dilin yaşadığı dejenerasy on, gelişmeme ve hatta silinme konulan gündeme gelmezdi. Kardeş Türküler ilk albümünde özellikle vurmalı çalgılardaki başarısı nedeniy le iyi bir yere oturmuştur. Her ne kadar grup üyeleri, "güzel türküler" seçmenin yanlış olduğunu düşünse de, işlerinin bu olmadığını söy lemiş olsa da bu kay gıy la hareket etmiş özellikle ilk albümünde güzel v e popüler türküler seçmiştir. "Burçak Tarlası" böyledir. "Düzgün Bawa" Dersim'in en çok bilinen türküsüdür. "Yandı Bağrım" popüler bir türküdür. "San Gyalin" Anadolu'da en çok bilinen Ermeni türküsüdür, popülerdir. Y ine albüm kapağında v urgulanan dramaturji kavramının doğru bir yere oturmadığını belirtmekte f ayda v ar. Çünkü dramaturji öz olarak belli bir çatıy ı if ade eder. Ve bu çatı müzikte daha çok biçimsel y anıy la değerlendirilebilir. Özellikle de "Doğu" albümünü dramaturjik bir çalışma olarak nitelendirenley iz, aksi oldukça yanlış bir tespit olur. Ay nca "içeriği belirsiz ve geçişken" olarak nitelenen "doğu" kav ramı da utangaçça savunulan mozaik anlay ışıdır. Neden belirsizdir "doğu"? Politik kavramı da çok nettir, coğrafi kav ramı da öy le. Öy leyse albümde niy e belirsiz. Çünkü albüm bir anlamda mozaikleşmiştir. Dramatik yapı söy lemi çökmüştür. "Yaşadığımız coğrafyanın doğusu" diye teorize edilen nedir? Marcel Xhalif Anadolu'da y aşay an Araplardan olmadığına göre y aşadığımız coğrafya ile vurgulanan nedir? Sorular çoğaltılabilir. Kardeş Türküler böy le büy ük iddialarla y ola çıkıp kendisini bu alanda otorite olarak görmemelidir. "De Bila Beto" isimli Hakkari Türküsü için dü-

şülen dipnotta bu türkü için şöyle deniliyor: "Hakkari yöresine ait olan bu go-wend (halay -b.n.-)form itibarıyla yeniden ele alınmış, doğaçlama bölümlerle şarkı formuna yaklaştırılmıştır..." Bunda sakınca y oktur en azından daha sıradan düşünen bir müzisy en için sakınca yoktur. Bölgedeki türküleri ayrıntılı işlemey i hedef leyen, müzikal f ormlarda f orma v urguy u hedef leyen bir müzik topluluğu ise böy le bir if adenin altında ezilir. Bir diğer sorun da "Kara Üzüm Habbesi" için geçerlidir. Bu türkü bir Urf a türküsüdür. Grup türkünün bölgede hem Türkçe hem Kürtçe söy lendiğini öne sürmektedir. Bu konuda somut bir şey ortay a konmamaktadır, hatta bu türkünün ileri sürülen Kürtçe sözlerine de ulaşılamamaktadır. Grup farklı bir y öntem seçmiştir. Türküy e y eni Kürtçe sözler y azılmıştır, hatta y eni y azılan Kürtçe sözler için de yeni müzik yapılmıştır. Neden böyle yapılmıştır, biz anlamakta zorluk çekiy oruz. Y ine y ukarıda söy lediklerimizi tekrar etmek zorunday ız. Sıradan bir müzisy en için buna en f azla 'olmamış' diy ebiliriz. Peki y ukarıdaki iddiaların sahibi Kardeş Türküler neden böy le yapmıştır? Sorun açıktır, Kürtçe asimilasyona karşı duy ulan öfke Kürtçe olmayan türkülerin de Kürtçe söylenmesi ısrarını getirmiştir. Burada ısrar kelimesini grup kendisi kullanmaktadır. Biz bu türkünün Kürtçe olduğunu ilk def a Kardeş Türkülerden öğreniy oruz. ilk albümde de "Demme" için Kürt Alevi Semahı denmektedir. Tamam doğrudur, bu türkü Kürtçedir ama Kürt Alevi Semahı diy e bir tanımlamay a ilk def a rastlanmaktadır. Semahı belirley en ana nokta Türk y a da Kürt olması değildir, dinsel y anıdır. "Demme" öncelikle bir Alevi semahıdır. O zaman Turna Semahı, Urfa Semahı ve Kırklar Semahı' na albümlerinde yer v erenler de bu semahlar için Türk Alevi Semahı mı desin? Aslında niyet ortadadır. Grup iki albümde de ay nı pencereden bakmaktadır v e bu bakış nedeniy le sağlıksız sonuçlar çıkarmaktadır.

tavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15

ikinci albüm müzikal düzenlemeler y anıy la da ilk albümün gerisindedir. iki albümü sırayla dinleyen bir kişi türküleri birbirinden ay ırmakta zorluk çekmektedir, ikinci albümde kullanılan vokaller ve v u r m a l ı l a r y eni, yaratıcı değildir. A s l ı n d a K a r d eş Türküler'in en büyük handikapı buradadır. ilk albümü y eni olması y anıy la başarılıdır. İkinci albüm, ilk albümün başarısı dikkate alınarak dinlenmekte ama ay nı hava y akalanamamaktadır.ilk albümün başarısı ne y azık ki en fazla bir kaç albüm daha etkisini gösterebilir. Kardeş Türküler'e çalışmalarında başarılar diliyoruz ama en azından ilk albümlerinde söy ledikleri gibi "mütev azı" olduklarında.


şür mehmet se vi n ç

Sızım sızım yollarından geçtim ülkemin... Trenlerle, otobüslerle yürüyerek...

Artistler Türküsü olanlar Gol kralları dahası,

Toprak damlı,

bahç elerinden küp küp altın, akçe çı karanlar "Demokrati k Cumhuri yet", ül kemde bir bidon benzin alıp damda kendini yakmak...

bir taş yuvak altında bekleşen köyler gördüm, köy evleri... içi dolu kor ku.. çoluk çocuk, emmi dayı göz göze bir oba

-Yıkımcılar, yok mu sizin bebeleriniz ?Yanık yanık

yağsız bulgur, ayran başında...

yollarından geçti m ülkemi n düştüm, ateş s oluklu boz kırların içinde... ve orada s arı otlar çöğür diken, orada ç opur çopur toprak.. Ve rüzgar yüz ümü ellerimi kavurarak; kime bu işsizlik?... bu trenler böyle tıklım tıklım doğuya...

ikibinli yılları ülkemin, merhaba - Y a biz ekmeği nerden buluruz ?Göç göç yollarından geçtim ülkemin... Seçim asfaltlarıyla horlanmış gecekondular gördüm. Her birinde bin türlü hi kaye... Yarı utanır, yarı isyan,

batıya... Bu dünya nasıl üleşilmiş, Kime düş müş bu vatan?.. Sustukç a, zulüm dalıyor etimizi...

her birinde türlü türlü gelecek düşleri:

tavı r /şiir / ağustos '99 / sayı: 15

37


Halk edebiy atı içinde, Halk şiirlerini üreten halk şairleri, icraatlarına göre değişik isimlerle anılmışlardır. Ozan, aşık, saz şairi, kalem şuarası gibi... Ozan; Orta Asy a Türkleri içinde işlev leri bakımından oldukça saygın bir kişiliğe sahip, rahip-şair (baksı-ozan)lerin, şairlik görevlerini bırakmalarından sonra ortay a çıkmış ve varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Günümüz halk şiiri ölçü v e biçimleriy le hemen hemen aynı olan şiirlerinin konusu genellikle aşk, doğa, kahramanlık ve y urt sev gisidir. Onlar askerlerle birlikte sav aşa giderler, düğün, eğlence, toplantı ve kutlu günlerin vazgeçilmez konuklarıdırlar. Zamanla ozanlar, önemlerini y itirdiler. Özellikle Selçuklular döneminde Türk edebiy atına y abancı kalan sultanların v e Arap-Fars kültürü ile y etişen şehzadelerin Acem edebiyatına iltifatları v e bu kültürün ülkede y ay gınlaşması, ozanların v e taşıdıkları kültürün küçümsenmesine hatta dışlanmasına yol açtı. Ve ozanlar, islam hükümdarı konumundaki sul-

tanlara tepki gösteren Türkmenler içine çekildiler. Ozanlar bunca horlanmaya, dışlanmay a rağmen günümüze gelebilmişlerdir. Özellikle XVII. yüzy ılın y etiştirdiği Karacaoğlan, Anadolu'da sazıy la-sözüy le büyük hey ecan estirmiş, tekke şairleriy le, dine yönelen ozan şiirini eski kimliğine kavuşturmuştur. Ozanlar XV. y üzy ıla kadar halk şiirinin tek temsilcisi durumundadırlar. XV. y üzy ıldan itibaren bu alana "aşık" adı altında yeni bir şair tipi girer. Ferdi temele dayalı halk şiirinin ikinci önemli temsilcisi aşıklardır. Ozanlar, Orta Asya kökenli olmalarına rağmen, aşıklar XV. yy.'da Anadolu'da ortaya çıkmıştır. Horlanan ozanlar kırsala çekilince, onlardan boşalan bu alana, sağda-solda varlığını sürdüren saz şairleri dışında, aşık adı altında bir şair tipi girmiştir. Aşıklar, bir y andan dışlanan ozanlara, diğer taraftan div an şairlerinin kötü birer temsilcisi olan saz şairlerine benzememek için, kendilerini bir takım kurallarla sınırlandırmışlardır. Bu kurallar, başta yeni kafiye disiptavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15

linleri, aşık makamları, hikay e tasnif etme ve anlatma, div an şiirinin dil ve türlerine y aklaşma, muamma, tekellüm... gibi y eni şiir türleri geliştirme, bade, buta gibi inanışlar sıralanabilir. Kısa sürede başta Azeri sahası v e Doğu bölgeleri olmak üzere tüm Anadolu'ya y ay ılmıştır. Ozanlar, içinde bulunduğu toplumun hay at anlay ışı içinde y alın ve sade bir dille doğanın, hay atın türküsünü söy lemişken, aşık edebiyatı ürünlerinin pek çoğu dini v e ahlakidir. Buna rağmen aşık edebiyatı zamanla sosyal v e din dışı konulara da açılmıştır. Aşıklar, saz eşliğinde şiir söy lemey e "telden söy lemek", saz çalmadan düz söy lemeye "dilden söylemek" diy e isim v erirler. Aşıkların müziğimize de önemli katkıları olmuştur. Ozanlar dey işlerini mahalli ezgiler içinde söy lerken; "aşık makamları" adı altında yüzü aşkın ezgi geliştirmişlerdir. Aşıklar geleneği y alnızca çalıpsöy lemeye day alı bir icraat değildir. Mutlaka bir usta y anında öğrenilmesi gerekir. Aşıklar kerv anına katılacak kişi, kendi vey a ailesinin isteği ile usta bir


aşık y anına çırak v erilir. Buna "kapılanma" denir. Çırak ustasından, meydan açmay ı, divana çıkmay ı, yarışmay ı, hikay e anlatmay ı, ay ak kurallarını v e aşık makamlarını öğrenir. Bu dev re çırağın istidadına göre iki y ıldan 20 y ıla hatta 30 y ıla kadar sürebilir. Çırağın y etiştiğine inanan usta, ona "icazet" v ererek tek başına mesleğini sürdürmesine izin v erir. Çoğu aşığın mahlasını ustası v ermiştir. Türkülerin oluşumunda kaynak olan çeşitli olayları, toplumun duy gularını, hey ecanlarını, coşkularını, tasalarını dile getiren kişilerin ürünleri zamanla anonim bir görünüm kazanırlar. Halk ozanlarının y apıtları, zaman içinde kulaktan kulağa, dilden dile iletilerek topluma aktarılmış olduğundan, y apıtlar orjinalliğini koruyamamıştır. Belgeleme, yani notaya alma işi bizde 19. yüzy ılın başlarında gelişmiştir. Söz, y azıy la beraber kalıcılığını kazanmış olduğundan, bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Ezgi ise ancak 1800'lü y ıllarla birlikte daha güv enilir v e doğru biçimde ulaşmaya başlamıştır. Ama aşıklar y a da ozanlar için nota kullanmak y apıtlarını notay a dökmek henüz bu y ıllarda, hatta günümüzde bile pek mümkün olmamıştır. Bu da, y üzy ılımızın başına kadar, hatta beş-on y ıl öncesine kadar, halkın doğru dürüst okuma-y azmay ı bile öğrenemediği düşünülürse pek tuhaf olmasa gerek. Anadolu müzik kültürünün en v erimli kay naklan aşıklar ve y öresel sanatçılardır. Aşıklar ve y öresel sanatçılar y aşadıkları toplumun kültürel birikimlerini gelenekten geleceğe taşırlar. Anadolu halk müziğinin iki ana kay nağının özellikleri, bazı y erel sanatçılarda bütünleşmiş olarak görülür. Y ani bazı kişiler hem yerel halk müziği unsurlarının hem de aşıklık mesleğinin uy gulay ıcısı durumundadırlar . Bunlar toplumun kültürel birikimlerini geleneğe bağlı kalarak v e kendi kimliklerini, kendilerine özgü

olanı belirterek sazla-sözle dile getirirler. Bunlardan birisi pek çok kişiyi etkisi altında bırakan halk sanatçısı; Neşet Ertaş'tır. Neşet Ertaş, 1938 y ılında Kırtıllar Köy ü'nde doğdu. Muharrem Ertaş'ın ikinci ev liliğinden olma dört çocuktan biridir. Kırşehir, Y ozgat ve Keskin'in çeşitli köylerinde geçen çocukluk v e ilk gençlik y ıllarının ardmdan, 15 yaşında y urt dışına çıkar v e halen yurt dışında y aşamaktadır. Orta Anadolu'nun "abdal" kültürünün çağdaş temsilcilerinden olan Neşet Ertaş, gelenekten aldığı birikimi birleştirebilmiş ender sanatçılardan biridir. Neşet Ertaş'ın aşıklık yanı bu güne değin hep ihmal edilmiş y ada açığa çıkarılmamıştır. Sanatçı bir "bozlak" ustası olarak tanımlansa da, halk müziğinin türkü, dey iş, oy un hav ası, semah vb. türlerinden repertuarlarımıza kazand ırdıkları azımsanamay acak kadar çoktur. Neşet Ertaş'ın en belirgin özelliklerinden biri de zengin melodi kalıplarıdır. Karacaoğlan, Agahi, Aşık Arap Mustaf a, Toklumenli Aşık Sait, Ah izzet (Özkan), Nesimi gibi aşıkların şiirleri Neşet Ertaş'm zengin melo-dileriyle buluşmuş, ölümsüz eserler haline gelmiştir. Neşet Ertaş, babası Muharrem usta ile adeta Anadolu'daki en olgun seviy esine erişen bu Türkmen/Abdal Müzik birikiminin y eni bir y orumcu-sudur. Y oğun y öresel özellikleri v e baskın mahalli unsurları ile donanmış bu müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde v e hatta y urt dışında bilinmesini ve tannımasını sağlamıştır. 1960'lardan itibaren binlerce y ıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan; sadece geniş halk kesimlerinin değil, ciddi müzik çevrelerinin ve türkü dostlarının da gündeminden hiç düşmey en sanatçıy ı f arklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiy or. Aslında onun için, bir anlamda tam bir y öre sanatçısı olmasına rağmen y aygın şöhreti v e söylediği türkülerin popü-

tavı r /müzik / ağustos '99 / sayı : 15

laritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak, hem babası Muharrem Ertaş'tan hem de bu geleneğin usta isimleri olan Hacı Taşan, Çekiç Ali de başta olmak üzere, Abdal/Türkmen Müziği geleneğinin çeşitli yörelerde f arklı tav ır v e üsluplarda karşımıza çıkan diğer ustaları da dahil olmak üzere hepsinin üst seviy ede bir sentezi denilebilir. Onun y okluk, yoksulluk ve acılarla dolu hay atını "Garip" mahlasıy la, koşma tarzında usta işi şiirlerdeki ozan y önünü de bulabilirsiniz. Neşet Ertaş kendisine ait olmayan bir türküy ü bile öy le bir okur ve y orumlar ki, o türkü o şekliy le yıllar öncesinden Neşet Ertaş türküsü gibidir artık. Olağanüstü yeteneği, gelenekten kopmadan yeniy e bağlılığı, türküy ü bağlamay a, bağlamay ı türküye bu kadar y akınlaştıran adeta birbirlerinin içinde eriten eşsiz bir sanatçıdır. Neşet Ertaş'ın sanatı, müziğin özünü, ruhunu kav rayan birinin, hiç bir y apmacıklığa y er bırakmadan, olduğu gibi kendini v e hissettiklerini saza söze dökmesidir. Neşet Ertaş'ın sanatına örnek olarak dinleyebileceğiniz, belki de en güzel en seçme türkülerini v e yorumlarını Kalan Mü-zik'in çıkarttığı dört adet kaset/CD'de bulabilirsiniz. Günümüzde ekonomik v e kültür alanlarındaki değişmeler; sanay inin gelişmesi, köy nüf usunun şehire hızla göç etmesi, okuma-y azmanın artması v e gazete, dergi, kitap gibi y eni kültür araçlarının y aygınlaşması, böy lece şehir kültürünün taşraya aktarılması v b. gibi toplumsal nedenlerle artık böylesi y eni aşıkların y etişmesi olanağını da gittikçe azaltmaktadır.

Kaynaklar: 1- Türk Halk Şairleri Antolojisi (Emir Kalkan) 2- Büyük Larousse 3- Müzik Ansiklopedisi 4- Bayram Bilge Tokel 5- Melih Duygulu



araştırma sedat taşer

Karikatürün Gelişimi ve Bugünkü İşlevi -21980 Cuntası ve Karikatür 12 Ey lül cuntası baskı v e terörle geldi. Kısmen de olsa v ar olan demokratik hak v e özgürlükler askıy a alındı. Bütün sendikalar, dernekler kapatılırken, basın da bu uy gulamalardan nasibini almıştı. Çıkmasına izin v erilen dergi v e gazeteler ise cuntanın sesi olmaktan başka bir işlev taşımıy ordu. Karikatür de bu terör ve baskı ortamında pay ına düşeni almakta gecikmedi. Ne var ki; karikatüristler karikatür sanatının özgünlüklerinden, simgesel anlatım biçimlerinden f aydalanarak, cuntay a karşı muhalefet etmekten de geri durmadılar. Gizliden gizliy e de olsa "iktidara dokundurmalar" y apılarak, ulaşılan kesimlere mesajlar taşınmay a çalışıldı. Öy le ki, muhalefet anlamında karikatüristlerin taşıdığı bu mesajlar önemli y ankılar y aratabildi. "1982 Anayasası Referandumu" y apıldığı dönemde '82 Anayasası'na "Hayır" anlamına gelen mav i rengin kullanımı bu anlamda v erilebilecek önemli örnekler arasında say ılabilir. Cumhuriy et gazetesi çizerleri y aptıkları çizimlerde bol bol "mavi" renk kullanınca okurlarına da "Hayır" mesajını ulaştırmış oluyorlardı. Bu tav ır cuntacıların tepkisini alırken Cumhuriy et çizerleri "mavi" renk kullanmamaları y önünde "uyarıldılar..."

"12 Eylülden sonra bazı devlet adamlar ını, eski politikacıları, cumhurbaşkanını çizme me mi z gerektiği konusunda bir takım sansürler geldi. Bu sansürler sert değildi. 'Bizim de hoşumuza gidiyor, biz de gülüyoruz a ma yapmasanız daha iyi olur, yapmayın' gibi (1) uyarırlardı." Ama "çizmek" karikatürün doğasında v ardı, mizah her şey den önce muhalef et etmek demekti. Mizah doğru kullanıldığında güçlü bir silah özelliği taşıy ordu. Pek çok kesim gibi çizerler de '80 cuntası koşullarında bir sınav dan geçtiler. Belli düzey lerde cuntay a karşı muhalef et edildiyse de "mizahın silah olma" misyonu bu dönem nezdinde y aşama geçirilemedi. Bu dönem kendi içinde olumluluklar taşısa da ülkemiz çizerleri de cuntanın paletleri altında kalmaktan kurtulamadılar. "Seksenli yıllarda demokratik düzeni rafa kaldıran siyasi ve silahlı güç, doğası gereği, insanları yıldır mayı, sindirmeyi, korkutmayı, onlara baş eğdirmeyi, onların u mutlarını, onurlarını ve öz güvenlerini korumayı amaçlayan uygulamalar içinde oldu. Çizerlerin ise, bunları boşa çıkarmaya çalışmak, anti de mokratik uygulamaları belgele mek, uyanık, umutlu, kendine güvenini yitirmeyen bir kamuoyunu canlı tutmak ve toplumun kırılan onurunu onarmak için mizah ı sürekli güntavı r /

mizah / ağustos '99 / sayı : 1

de mde tutmak gibi amaçlarla çizdikleri görüldü. Umudu yitirmediklerini, korksalar bile sinmediklerini, söylenenlere kanmadıkların ı çizgile me çabası içinde oldular. Ama yine de bu dönem karikatürün, eleştiri işlevinin yerine getirirken, ellili ve yetmişli yıllardaki kadar (2) etkili olduklarını söylemek zor" 80 Döneminde "Gazete Karikatürcülüğü" 80'li y ıllarda basında "gazete karikatürcülüğü" olarak adlandırılan bir eğilim ortay a çıktı. ismail Gülgeç'in "İnsanlar ve Hayvanlar"ı, Necdet Şen'in dev rimcileri karalamay ı konu edindiği "Bacı"sı, Behiç Ak'ın "Kim Ki me Du m Du ma"sı v e bunların y anısıra Piy ale Madra, Kemal Gökhan Güneş gibi çizerler kendilerine özgü tipleriyle gazete sayf alarında bant karikatürleri çizmeye başladılar. Bugün de çeşitli gazetelerde v arlığını sürdüren bu eğilim okuy ucuya bir mesaj v ermekten çok gülümsetme kay gısını öne çıkartıy ordu. '80 döneminde pek çok kesim gibi "birey i" keşf eden küçük burjuv a çizerler kimi zaman dev rimcileri, devrimci yaşamı karalay an, kimi zaman da suy a sabuna dokunmayan "eserleriyle" boşluğu doldurdular. Kendileri değişime ay ak uy dururken, çizgilerine de değişen


toplumun değişen insan tipleri yansımaya başladı. "Karikatürcü toplumun içinde yaşıyor ve baskı, geçiş dönemlerini de karikatürünü içten bir bakışla taşıyor. Döneme uygun tiplerin çıkması ve bunların toplumda karşılık görmesi tuhaf değil doğrusu... 78-79 yıllarında 'Mikrop' dergisinde 'Canavar Koyun Orhan' diye bir tip çiziyordum. Yiğit bir koyundu, dönemin ruhunu içine sindirmiş, kasaplara karşı ölümüne savaşan bir kahraman. 12 Eylül kesiminde belki kelleyi kurtardı ana bir daha ortalarda gözükmedi. 80'li yıllarda "Muhlis Bey" ve "Arap Kadri" çıktı. Muhlis gerçekten de o yılların şaşkınlığını, belki saflığını, yenilmişliğini, bir yandan da kurnazlığını, köşe dönücülüğünü yansıtan bir tipti. Çok sevilmesinin nedeni, herkesin kendinden bir şey bulmasıydı. Şu anda Muhlisi hala çiziyor olsaydım, bilmiyorum hayata nasıl bakardı? (...) Valla Press Bey, şu anda yükselen değer... Bunu kendi de aççık seçik ifade ediyor. 2000'li yıllarda şehire, hayatın

içine dönecek... Hayatın içinde biraz zorlanacağını düşünüyorum, doğru su... Ama iktidarından taviz vermeyecek ve köşeleri bırakmayacak, tıpkı tüm iktidar tutkunları gibi..(3) Geçmiş günlerin meşhur "Muhlis Bey", "Arap Kadri" gibi tiplemelerin çizeri olan Latif Demirci, kendi ağzından yaşanan "dönüşümü" işte bu sözlerle ifade etmektedir. Bugünlerde Hürriyet Pazar'da Press Bey'i çizen Latif Demirci sözünü ettiği "dönüşümü" yaşayan karikatüristler içinden sadece bir tanesidir. Özal İktidarı v e Karikatür 12 Eylül cuntası boşuna yapılmamıştı. Devrimci muhalefet cunta ile susturulunca bir yandan derinleşen krize cuntal ı bir çözüm bulunmuş, diğer yandan da daha fazla bağımlılık, baskı ve sömürü anlamını taşıyan emperyalist ekonominin politikasının uygulamaları önünde engel kalmamıştı. Ordu sahne önünden sahne arkasına geçerken demokrasicilik oyunu da

tavı r / mizah / ağustos ' 9 9 / sayı : 15

yönetimin "sivillere devredilmesi" ile başlamış oldu. 1983'te Özal'ın iktidara gelmesiyle birlikte emperyalizmin istediği biçimde tüketime dayalı çarpık kapitalist gelişme hız kazanmaya başladı. Tüketim ekonomisinin körüklenmesi demek kültürel yozlaşmanın alabildiğine yoğunlaşması, değerlerin erozyona uğraması, içten içe çürüyen, kendi haklarının dahi bilincinde olmayan, sürekli tüketme ihtiyacı duyan bir toplum demekti. Televizyon, gazete, dergi, kitap, resim, müzik, sinema kısaca tüm basın-yayın faaliyetleri ve sanat dalları 12 Eylül'ün yılgın, bireyi ke şfeden, burjuva ideolojisini körükleyen birer aracı haline getirilmeye başlandı. Karikatür de uygulanan bu sistemli yoz kültür politikasının ve bununla birlikte gelen kültürel yozlaşmanın dışında bırakılamazdı zaten, bırakılmadı da. Kimileri kendini düzene uydururken kimileri de şu ya da bu biçimde çizgisinden taviz vermemeye, kendini korumaya çalıştı. Ama sonuç değişmedi. Karikatür bırakın bir silah olmayı, muhalefet etmekten dahi çıkarken, sığınılacak bir liman, getirildi... Yeni yeni mizah dergileri, yeni yüzler, değişik kimlikler ile piyasada boy göstermeye başladı. Limon ve Hıbır Dergileri Gırgır'dan ilk kopuş 70'li yıllarda "Mikrop" dergisiyle yaşanmıştı. "Nankör", "Deli" ve sonrasında da "Limon" ve daha sonra "Pişmiş Kelle", Gırgır'dan kopan çizerler tarafından çıkarılan diğer dergiler arasında yer aldı. Gırgır'dan ayrılan Gani Müjde, Metin Üstündağ, Şükrü Yalnız, Can Barslan, Suat Gönlüay, Kemal Aratun, Mehmet Çağçağ ve Tuncay Akgün 1986'da 'Limon' dergisini çıkardılar. Limon, Gırgır'dan daha farklıydı. Gırgır tüm toplumsal kesimleri ve günlük yaşamı çizgilerine taşırken; Limon bu işi daha da ileri bo


yutlara götürdü. Bunun yanı sıra sıradışı bir mizah anlayışı da bu süreçte yaygınlaşmaya başladı. Şiddet, argo, yozluğu empoze eden bir cinsellik anlayışı, anarşizm, bedbaht bir ruh hali, yalnızlık melodramları, ütopyalar başladı. Limon çizerlerinin konusu olan Netekim'le Kenan Evren tiplemesi, "Orası Öyküleriyle yok sayılan Kürdistan gerçekliği, "Gönül Adamı" adlı köşe dizisi ile yozlaşan insan tipleri Limon'un politik olarak çizgisini oluşturan önemli örnekler arasında yer aldı. Mehmet Çağçağ "Timsah", Tuncay Akgün "Bezgin Bekir", Can Barslan "Hain Evlat Ökkeş" tiplemeleriyle ülkemiz gerçeğinin insan karakterlerini en ince de taylarına dek inceleyip, yansıtmaya çalışıyorlardı. Bu karakterlerin yanı sıra orta sınıf gerçeği ya da çarpık kapitalizmin yarattığı kimlik bunal ımındaki gençleri de tüm yozlukları ve lümpenlikleriyle Limon'un çizgilerinde hayat buluyorlardı. Doğruydu, Limoncuların ifade ettikleri gibi Limon bir yanıyla düzenin ve düzenin yarattığı tipleri, düzenin empoze ettiği kültürü ortaya seriyor, "sistemi" bu biçimle "eleştiriyordu. Ama iş bununla bitmiyordu işte. Bu masumane görüntünün altında gerçekten irdelenmeye muhtaç bir anlayış vardı. Sonuçta bu anlayışın verdiği mesajlarla vurulan hedef tam tersi yönde etki yaratıyordu. Limoncular "düzeni eleştirelim, düzenin yozluğunu ortaya koyalım derken" gerçekte emperyalist yoz kültürü, dejenerasyonu, ahlaksızlığı, sorumsuzluğu, yılgınlığı, değersizliği, yaptıkları karikatürlerle meşrulaştırıyor, isteseler de is temeseler de kitlelere bu zihniyeti empoze ediyorlardı. Kuşkusuz bu değerlendirmeler tek başına mizah dergileri ya da Limon ele alınınca iddialı gelebilir. Ancak yaşamın bü tünlüğü içerisinde halka her cephe den emperyalist yoz kültürün empoze edildiği düşünülünce çizerlerinin bu politikanın yaygınlaşması-

na ve hayat bulmasına alet oldukları daha da netleşecektir. Öyle ki, bu anlayış daha sonra "Limon"un devamı olarak çıkan "Leman "da da sürmüş, hatta daha da boyutlanmış, bir çizgi haline gelmiştir. Bu dönemin diğer mizah dergi lelerinden biri de "Hıbır"dır. Hıbır Limon'dan sonra Gırgır'dan kopan ikinci bir grubun çıkardığı bir dergidir. Limon'dan sonra Hıbır'ın da büyük tartışmalarla gerçekleşen kopuşunun ardından Gırgır'ın yönetim politikası değişik çevrelerce tartışılmaya başlandı ve eleştirildi. Bu kopmadan sonra iyice güç kaybeden Gırgır ise Ertuğrul Akbay'a satıldı. Ne var ki, Gırgır'ın satın alınması ve sonraki süreci değişik çevrelerce "muhalif bir sesin sermaye tarafından susturulması" olarak yorumlandı ve tartışılmaya muhtaç olan bu yorum taraftar buldu. Tartışılmaya muhtaçtı çünkü; ortada ne muhalif bir Gırgır kalmıştı, ne de sermaye Gırgır'ı su sturmuştu. Mizahı bir silah olarak kullanmayan, halkı ve sorunlarını sahiplenmeyen, neredeyse tek derdi para kazanmak haline gelen Gırgır'ın aslında bu sonucu yaşaması da bir sürpriz değildi. Yeni doğan Hıbır'ın çizgisi Gırgır'dan çok farklı olmadı. Hıbır genel çizgisi itibariyle Limon'un marjinalliğinin yanı sıra eski Gırgır çizgisinden örnekler taşıyordu. Çünkü onlar Gırgır'ın eski çizerleriydiler. Halkın gerçeğine uzak kalan Hıbır'ın bu tarzı bir süre sonra okuyucuya sı kıcı gelmeye başladı ve Hıbır'ın tirajı Limon'un da gerisine düştü. 1990'l ı Yıllarda Tekelleşen Medya ve Karikatür 1990Tı yıllar medyanın "yıldızının parladığı" yıllar oldu. Medyada Asil Nadir'le başlayan "tekelleşme" iyice palazlanmaya, yeni medya tekelleri ortaya çıkmaya başladı. Diğer yanda ise maliyetler arttıkça küçük basın işletmeleri iflas ediyor,

tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

artan maliyetlerle küçük basın işlet melerinin ayakta kalması imkansız hale geliyordu. Tirajlardaki düşme, reklam gelirlerinin azlığı gibi ne denlerle iflaslar yaşanmaya başladı. Tekelleşme özel radyo ve televiz yonların yayına başlamasıyla hız kazanmıştı. Artık neredeyse her te levizyon kanalının bir gazetesi ve dergisi çıkmaya başladı. Basın-yayın faaliyetlerinde önemli bir gelir kaynağı olan reklam faktörü yine önemli bir rol oynuyordu. Kapitalist ekonominin yasaları işliyor, medyanın tekelleşmeye başlamasıyla küçükler dişlinin çarklarında ezilirken, büyükler kendini büyütmeye bakıyordu. Zaten faşizm koşullarında mevcut devlet politikalarına güdümlü yürüyen, belirlenen çizginin dışına çok çıkamayan basın-yayın faaliyeti, tekelleşmeyle birlikte daha da sınırlandırmaya, kısmi bağımsızlığını yitirmeye başladı. Gazetecilere, yazarlara, çizerlere, TV yapımcılarına patronun istediğini yapmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Ne de olsa her türlü ahlak kuralından yoksun medya patronları ile iktidarın arasındaki ilişkileri karşılıklı çıkarlar belirli-yordu. Çünkü dengeler "çıkarlar" üzerine kurulmuştu. Patronlar gazetecilere, yazarlara, çizerlere hiçbir özgürlük tanımıyordu. Medya patronlarının hem sınırsız hem de sınırları çok net bir yayın politikası vardı. Bu politikanın sınırı da sınırsızlığı da iktidar lehine propaganda yapılması, emperyalist yoz kültürün empoze edilmesi, ahlaksızlığın, sapkınlığın, bireyciliğin, tüketim kültürünün önünün açılması üzerine şekilleniyordu. Medyanın kapıkulluğu dönemi başlamıştı artık. Aydınlara, yazarlara, çizerlere, sanatçılara ise iki tercih kalmıştı. Ya medya patronlarının kapı kulluğunu üstlenip işlerine bakacaklar ya da "onuruna", "namusuna" sahip çıkarak misyonlarını oynayacak, halkın safında yer alacaklardı.


"Çoğu gazetede karikatürcüler, gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından yönlendiriliyor. 'Bugün şunu çiz' şeklinde. Bir bağıml ılık söz konusu. Bugün gazeteci editörüne, 'bugün ben mutlaka bu karikatürü koyacağım' derse ve patronu onu işten atarsa, karikatürcünün iş bulması çok zor. Çünkü gazete sayısı çok az, yeni yetişen karikatürcülerin önü kapalı, köşeleri ustalar tutmuş. Hangi gazetede çalışıyorsan, o gazetenin yayın politikasına uymak zorundasın. O zaman karikatürün dünyası sınırlandırıl ıyor ve onun hep o yöne bak masına yol açılıyor. Bir de işin içine para kazanma olayı girince, yönlendirme de giriyor doğal olarak. Karikatür bir sorgulama sanatıdır ve kendi anlatım formülleri vardır. Günü müzde ise karikatürcülerin söz söylemeleri için olanak yok. Ne za man karikatürcüler bir araya gelip, dergi çıkartabilirler ve o dergi kitlelere ulaşabilirse, o zaman karikatürcüler daha fazla söz söyleyebilirler. Bugün, Cu mhuriyet Gazetesi, Milliyet Gazetesi ne kadar söz söyleyebiliyorsa, oradaki karikatürcüler de o kadar söyleyebilir. Bugün basın

sektöründe çalış-a-mayan çok yetenekli karikatürcüler var Türkiye'de. Başka bir ülkede olsalar, daha farklı bir konumda olabilirlerdi a ma çoğu maalesef sistemin onlara sunduğu işlerde çalışmak zorundalar; mühendislik gibi, eczacılık (4) gibi... Çünkü yaşam parayla oluyor. "' Ev et... Y azarlar ne kadar "özgür" değilse, çizerler de "özgür" değildi. Çünkü para kazanma isteği ile aydınsanatçı olmanın misyonunu oy nama, bu onura sahip çıkma y an y ana y ürümüy ordu. Medy ada yaşanan "özgürlüğün" haf ifliği ise bambaşkay dı. Örneğin Salih Memecan; '90'lı y ılların en "özgür", en "popüler" karikatüristlerinden biri olan Salih Memecan "Sizinkiler" v e "Bizi m City" karikatür bantlarıyla tanınmıştır. Me mecan "Bizim City"de bir vahşi batı kasabasını canlandırır. Bu vahşi batı kasabasında ülkemizin burjuva politikacıları konu edilir. Soy ut, hedefsiz bir eleştiri anlay ışı v ardır Memecan'ın. Her nedense burjuv a politikacılar, halk düşmanları onun

T tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

çizgileriy le katliamcı, kontrgerillacı y üzlerinden arınıp "sev imli" hale geliv erirler. Salih Memecan ne y aptığının f arkında olacak kadar "bilinçli" ol duğundan kendisi de bu gerçeği reddetmiy or aslında. Öy le ki, bu gerçeği bir y andan kabul ederken diğer yandan teorik kılıf geçirmeyi de ihmal etmiyor. Örneğin karikatürün sırf "ideolojik-politik maksatlarla" kısıtlanmaması gerektiğini iddia eden Salih Memecan karikatürün "popüler" olmasını y eterli görmektedir. Karikatürde "güldürü" öğesinin öne çıkması ona göre yeterlidir. Aslında Memecan bugün "medya karikatürcülüğünün" önemli temsilcileri arasında bariz örneklerden sadece biridir. Değişik medya tekellerinde onunla aynı kaderi pay laşan daha pek çok örnek v ardır. Medy a karikatürcülüğünü belir ley en kuşkusuz ki patronun çizdiği yay ın-politikasına gösterilen uy umdur. Y ine Salih Memecan örneğinden devam edersek; Sabah'ta


çizen ve Sabah Gazetesi ile ortak çalışan TV kanallarında çizimleri ya yınlanan Salih Memecan'ın "Sizin kiler" ve "Bizim City"si, Sabah'ın yayın politikasıyla paraleldir. Sa bah'ın halka karşı çizmeye çalıştığı tablo "demokrat" bir kimliktir. Ger çekte ise Sabah'ın "demokratlığı" MGK'ya tam bağlı, oligarşinin çı ğırtkanlığını yapan, "yükselen de ğersizliklerini" savunan, emperyalist yoz kültürün sınırsızca pompalandığı bir "demokratlıktır. "Sizinkiler" ve "Bizim City"de bu ruha uygun, bu politikayı tamamlayan, "sevimlileştiren, şirin" karikatürcülerdir. Karikatürde öne çıkan çizerlerden Turhan Selçuk, Bedri Koraman, Haslet Soyöz gibi isimler de Milli yette çizerler. Demokrat, muhalif kimlikleriyle tanınan bu isimler bu özelliklerini çizdikleri karikatürlere de taşırlar. Zira Milliyet'in medya tekelleri içinde üstlendiği misyon da "demokrat", "ilkeli", "halkçı", "doğru habercilik" yapan, "sol" bir çizginin yansıtılmasıdır. Yazar-çizer kadrosu da ister istemez bu özellikleri yansıtan türden olmalıdır. MGK'nın solcu gazetelerinde, Milliyette çizen bu karikatüristler çizimlerinde burjuva partileri, politikacıları eleştirir, muhalefet yaparlar. Ama demokratlıkları, taşıdıkları mesajlar çizmeyi pek aşmaz. Çarpıcı bir örnektir. Milliyet, Korkmaz Yiğit'e satılır. Korkmaz Yiğit'in Demirbank ihalesindeki yolsuzluğu, Çakıcı ile ilişkileri Milliyette çalışan tüm yazarlar çizerler gazeteciler tarafından bilindiği halde; yeni "patronları "nı şampanya patlatarak kutlarlar. Durum medyaya yansı yınca bu şakşa kçı tavır "demokrat", "aydın" kimlikleri gereği ilginç bir ikiyüzlülük örneğiyle "temiz patron", "onur savaşı" mücadelesine dönüşür. Bu "mücadelenin" sonucu da alınır. "Temiz" patron Aydın Doğan'ı Medya Center'ın kapısında, alkışlarla karşılarlar. Radikal ise Milliyet'in "Yaramaz Çocuğu"dur.

Yazarları gibi çizerleri de bu ruhuna uygun olmalıdır elbette. Piyale Madra "Ademler ve Havvalar" ında küçük burjuvazinin, elit kesimlerin kadın-erkek ilişkilerini, dünyaya bakış açılarını "entellektüel" bir an layışla çizerken; Ramize Erer "Teh likeli İlişkiler" ve "Kötü Kız"la ah laksızlığın, kişiliksizliğin, dejene rasyonun, beynini uçkurundan ça lıştırmanın simgesi gibidir. "Dave", "Caty", "Garfield", "Dılbert" gibi yabancı karikatür bantlar bireyciliğin, çıkarcılığın, ikiyüzlülüğün, burjuva özlemlerin, tembelliğin, sorumsuzluğun daha sıralanamayacak kadar çok değersizliğin meşrulaştığı, empoze edildiği çizimlerdir. "Yükselen değerler" bunlardır çünkü. Kontrgerillanın, MİT'in, polisin sesi olan Hürriyette çizen Oğuz Aral katışı ksız bir medya karikatüristidir. Tüm paragözlülüğü, değersizliği çizimlerine de yansır. Ayrıca çizdiği gazetenin politikası gereği arada bir sipariş verildikçe devrimcilere saldırmaktan da geri durmaz. Hürriyet Pazar'da çizen Latif Demirci ise "Press Bey" tiplemesiyle medya gazetecilerine, yazarlarınaçizerlerine ayna tutarken, ağlanacak bir durumu güldürüye dönüştürür ve "işine" bakar. Kanının son damlasına dek kemalist geçinen Cumhuriyet'in çizerleri de İsmail Gülgeç, Semih Poroy, Behiç Ak gibi karikatürde öne çıkmış isimlerdir. Onlar da düzeni "eleştirir", "muhalefet" ederler. Ama daha çok burjuva politikacılar, partiler, herkesin gündemine giren Susurluk, çeteler gibi konularda. Cumhuriyet çizerlerinde de kitlelere ulaşan mesaj, çözüm, mücadele üzerine değildir. Sadece eleştiri ve muhalefetle sınırlıdır. Bu yaklaşım da yine düzen içidir. Burada adını anmadığımız diğer medya karikatürcüleri diğerlerinden çok farklı değildir aslında. Medya karikatürcülüğünde kesin bir sınır vardır çünkü. Birincisi; "patronun direktifleri", ikincisi; "emtavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

peryalist yoz kültürü yayma" ve üçüncüsü; "düzen içi olmak kitleleri yanlış hedeflere yönlendirmek üzere her türlü konuyu çizme özgürlüğü..." "Anti-Medya Hareketi" ve Kirleten Karikatür 90'l ı yılların ortalarında karikatür dünyasına damgasını "Leman" vuruyordu. Limon, 1991 yılında Güneş Gazetesinden ayrılıp bağımsız bir dergi olarak çıkma kararı alınca ismini "Leman" olarak değiştirdi. LeMan bu çıkı şıyla bir "Anti-Medya hareketi" başlattı. Leman'ın arkasından Hıbır'da uzun tereddütler geçirdikten sonra "HBR-Maymun" adlı yeni bir dergiye dönüşerek bağlı bulunduğu yayın kurumundan ayrıldı. " Anti-medya tavrı büyüyordu" Kendini medyadan ayıran LeMan bu hareketiyle okurundan sempati topluyor, "bağımsız" olmayı, bir yere bağlı kalmamayı ilke edindiğini söylüyordu. "Belli bir tip yaratmaya çalışıyorlar, tek misyonları o. Zaten TV reklamlarından tutun da işte yeni çekilen filmlere, dizilere kadar hep yeni bir insan tipi var. Civciv yavrusu gibi sarı sarı herifler, sarı sarı karılar. Reklamlarda iki tane kadın çıkıyor, biri mavi gözlü, biri bilmem ne. Bahçeli evlerde çamaşır asıyorlar bahçeye. Fıstık gibi bir hayat, pırıl pırıl insanlar, hepsinin yanaklarından kan damlıyor, sofralar padişah sofrası gibi, yiyip yiyip uçuyorlar havalara, herkes arabalarla dolaşıyor. Böyle bir insan topluluğu var ve bu yerin adı Türkiye. Böyle bir yalan var. Şimdi burda ne böyle Türkiye var, ne böyle insanlar var. Biz de bunu yemiyoruz açıkçası, mizahçılar olarak, yemediğimizi de cümle aleme duyurmak istiyoruz. Onu da dergiler yoluyla yapmaya çalışıyoruz." (5) Hasan Kaçan medyanın çizdiği olumsuz tabloyu bu sözlerle anlatırken, kendi çizgilerinin, "antimedya" tavrının ne yönde olduğunu bu biçimiyle ifade ediyordu.


Uzun süre Leman'ın anti-medya hareketi medy a tarafından görmezlikten gelindi. Ne v ar ki Leman'ın da medy anın bir parçası olduğu iddia edilerek Leman'da medy a ortamı içine çekilip bu y önde "sorgulanmaya" başlandı. Ay nı derginin çizeri Mehmet Çağçağ ise hem bu tartışmalara cev ap olarak hem de Le man'ın bağımsızlığının ay rımını şu sözlerle if ade ediyordu. "Bilinen anlamda bir medya tanımı yapılacak olursa elbette Leman da bir medyadır. Basılır, çoğaltılır, iki dağıtım tekelinin biri tarafından dağıtılır. Üzerinde yazıl ı ücret üzerinden okuyucuya ulaştırılır. Ayrıca özelliği; bağımsız ol masıdır. Yazar, çizerleri patronlarından emir alarak yazıp çizme z. Patronlarının çıkarları doğrultusunda şu veya bu iktidar veya iktidar adayını desteklemez. Nükleer santral sermayesinin medya içindeki kulisi olmaz. Başbakanlara telefon etmez, onlardan telefon talimat almaz, yargısız infazları alkışlamaz, savaş kışkırtıcılığı yapmaz, (6) kayalıklara bayrak dikmez. " Mehmet Çağçağ'ın dediğine göre "düzene tepkiliydiler" Düzeni çizgileriy le eleştiriy orlardı. Oysa Le-man'ın v e onun türev i olan "Le-Manyak"ın sayfalarını açıp baktığımızda "anti- medya hareketinin sadece medy a patronlarının "e mrine girme mekle" sın ırlı olduğunu görürü z. Bunun dışında medy anın taşıdığı her türlü y ozluğu sayfalarını sınırsızca açtığını v e pratikte medya ile ay nı işlevi taşıdığını görürü z. Bu dergilerin sayf alarında alçalmanın en üst sınırı zorlanırken alabildiğine y ozlaşmış bir cinsellik ve uy uşturucu üzerine "döktürülmüş" bolca çizim v ardır. Bu durumda düzene karşı olduğunu söy leyen bu dergilerin çizerlerine sormak gerekir; "Onlarca sayfalık dergide üç sayfa 'politik' karikatürle (onların da ne kadar 'politik' olduğu tartışılır) mi dü zene muhalif olunuyor? Leman kendi tanımıyla 'dogmalar ı' yıkıyor ve tekellerden dolayısıyla da düzenden 'bağımsız' hareket ettiğini iddia ediyordu. Acaba

öyle midir gerçekten?" Leman'ı bu gün değerlendirdiğimizde gerçek anlamda bir anti-medy a hareketi olarak görebilir miy iz? Çünkü Öküz, Lemany ak gibi yan ürünleriy le, çalışma ilişkileriy le "antimedya hareketinin plazası" olmuştur. Buradan da bu tav ır üzerinden prim y apıp en azından karikatür alanında tekelleşmeye gidildiği söylenebilir. Leman bu düzene karşı mıdır? "Ay nası iştir kişinin laf a bakılmaz" derler y a, Leman'ı elimize alıp bakmay a başladığımızda, düzene 'göbekten' bağlı olduğunu görürüz. Çünkü Leman'ın beslenme kaynağı bu düzenin y ozluğudur. Kendi söy lediklerinin tersine Leman dogmaları değil "değerleri" y ıkıy or, y erine koyduğu "değersizliği" ise çizgileriy le "meşrulaştırıyor". Aslında bir çeşit kirlenmedir bu. Leman'ın durumu "muhalif mi-değil mi? ", "Apolitik mi-değil mi ?" tartışmasından çok daha f arklıdır, öy le ki, Leman'ın sergilediği çizgi irdelenme-ye mahkum bir çizgidir. Bu kirlenmeyi biraz açacak olursak; "okur bunu istiyor" anlay ışı doğru değildir, ay rıca y aratılan bu "mi zah üslubu" belli bir kesime seslenmektedir. Sürekli y eni "trendler", "seri imgeler" peşinde koşan "kimliksiz", "bunalımlı", ve "u mutsuz" insan tipine ayna olan Leman, sayf alarında yansıttığı bu y aşam biçiminin sav unucusudur aslında. Çünkü hem böyle bir kültürden beslenmektedir, hem de böy lesi bir yaşam biçimine sahip kesimlere seslenir, bu kesimlerin ve bu kültürün y aygınlaşmasına alet olur. Bunlar olmadan Leman'ın da v arlık koşulu ortadan kalkar. Leman'a sorsanız bu düzen "pistir", "aşağılıktır" o zaman bu düzene isy an etmek gerekir. Leman'a göre; "Beni saçlarımla, yırtık blue jeanimle, çılgınlıklarımla kabul etmeyen toplu ma isyan etmeli", "sırt dönmeli", " kıpırtısız ol malı", "banane de meli"dir. Leman'a göre bu hay atın pisliğine

tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

"göz kapamak" en temizidir, en büyük isy an budur işte. Ay rıca bütün y ozluklar sayfalarında kare kare meşrulaştırılır. Bir "Ti msah" karakteri v ardır örneğin, çizgi Mehmet Çağçağ'dır.. Önceden "Daraloğlan" isminde olan bu kişi gittikçe "Ti msah"ın v uruculuğuy la "Daral- Timsaha dönüşmüştür. "Daral" burjuv a sınıf a mensup saf burjuv a oğlanıdır. "Timsah" ise bu sınıf a mensup olmayan "asalak" "açgözlü" bir karakterdir. Bütün aşağılıklarına rağmen "Daral"ın en y akın arkadaşıdır. Daral saf tır, Timsah ise onu sömüren, aldatan, kandıran ezen bir kişiliktir. Daral'a v e çev resindeki burjuv alara her türden kötülüğü yapar. Mağdur durumda olan Daral ve onun kimliğinde burjuv azidir. Timsah'ın beş parası y oktur çünkü. Abartılı erkekliği, kurnazlığı ile popüler bir kişiliğe sahip, asalak bir tiptir sadece. Daral olmasa sürünmey e mahkum olan bir tiptir Timsah. Mehmet Çağçağ neyi amaçlıy or acaba y ıllardır hay at verdiği bu tiple? Burjuv aziy i mi teşhir ediyor? Y oksa "bakınız burjuvazi ne kadar yoz ne kadar pis işte bu sınıf budur. Adama parası yoksa değer vermez" f alan mı demek istiy or? Y ıllardır Timsah'ın Daral'a y apmadığı kötülük kalmamıştır. Burjuva çocuğu Daral'ın ise hiç kimseye bir kötülüğü dokunmaz. Timsah'ı her def asında aff eden, sarıp sarmalay an, koruy an-kollayan Daral olmuştur. Çağçağ'ın bu tiplemelerle v erdiği mesaj, çizdiği karakter net değildir, bulanıktır. Y aşamın gerçekliğini y ansıtmaz. Timsah gibi onlarca, yüzlerce, binlerce karakter yaşıy or bugün ülkemizde. Onlar açtır, ezilmiştir, hiçbir zaman insan y erine konulmamışlardır. Hafta sonları aldığı magazin sayf alarında, TV'lerde, lüks semtlerde gördüğü ışıltılı burjuv a yaşam gözlerini kamaştırır. Pasha Bar'ın kapısına diker gözlerini o kapıdan girip çıkanlara özenerek bakar. Ne öyle giy inebilir,


ne yiyebilir, ne içebilir, ne öyle bir kız arkadaşı olur. Her şeyin parayla satın alındığı bu düzende istediği hiçbir şeye ulaşamaz, ulaşamazsa şiddete başvururur, o da olmazsa yalana dolana, hileye, hurdaya, cinayete başvurur. Hepsini yapar, yeri gelir asalak da olur. Bu düzen insanları böyle şekillendiriyor diye bu yaşama biçimi masum değildir elbette. Ama neden böyle olur. İnsanlar katil mi doğarlar? "Kötü genlere" mi sahiptirler? Sosyal, siyasal, ekonomik nedenleri hiç yok mudur bunların? Burjuvazinin hücrelerine, "metabolizmalarına" kadar "ruh röntgenlerini", çekip çizgiye döken Mehmet Çağçağ'ın ezen-ezilen çelişki sini, zulüm ve sömürüyü bilmemesi mümkün müdür? Değildir elbette. Niye o zaman onun çizgilerinde zavallı durumda olan, ezilen hep "burjuvazi"dir? Oysa yüzyıllardır hep bunun tersi olmamış mıdır? Çağçağ'ın çizgilerinde acaba neden hep bunların tersi çıkar ortaya? Yoksa Timsah'ın abartılı cinselliği, pornografik çizgileri daha mı çok tiraj yapar? Geri duygulara hitap edip daha mı çok okur toplar? Biraz daha samimi olamaz mı acaba Mehmet Çağçağ? "Düzene karşı olduğu"nu iddia ederken çizdiği karakterle bu düzenin devamını istediğinin, bu düzenin beyinlerde yaşamasını neden olan o yoz kültürü yaydığının farkında değil midir yoksa? Bir de Leman'da Tuncay Akgün'ün çizgileriyle yıllardır bir türlü dinlemeyen "Bezgin Bekir" karakteri vardır. Tuncay Akgün, Bezgin Bekir tipinde '80 cuntasının tankları altında kalan "yılgın" bir solcu tipinin gerçeğini yansıtmaya çalışır. Böylesi tipler dünün devrimcileri, yakın sürecin yılgınları, bugünün de reformistleridir. Dünya yıkılsa, yer yerinden oynasa onları koltuğundan kimse koparamaz. Yılgındırlar, yorgundurlar. Taşlama bu yanıyla doğrudur. Peki "solcu", "devrimci" tipi sadece "Bezgin Bekir'den mi ibarettir? Bezgin Bekirler'e inat

inancından taviz vermeyen, sosya lizme inanan, gerektiğinde ölen binlerce devrimci yok mudur? Oysa Bezgin Bekir'in tam tersine binlerce devrimci bedel ödemektedir bugün. Devrimci mücadele, işkenceler, katliamlar, kayıplar, baskılar hayat bulmaz mı Tuncay Akgün'ün o başarılı çizgilerinde? Elbette bulabilir ama bir kanıksama söz konusudur. İşkenceler, baskılar, katliamlar bile kanıksanmıştır çizerlerin gözünde bugün. Sadece bunlar değil "Bezgin Bekir" hem kanıksamayı meşrulaştırır, hem de umutsuzluğu vaaz eder. Bu tiple bezginleşmiştir. Nostaljidir. Dünya yıkılsa "o adam" kalkmıyor yerinden doğru ama bu yaklaşım bugünün çok gerisinde kalmıştır. Örneğin reformizm bugün yerinden kalkıyor ama yanlış uçlara savrularak; kitlelerin kafasını bulandırarak, düzeni meşrulaştırarak, MGK'nın dümen suyuna giriyor. Tuncay Akgün; eğer politik değerlendirmeler yapacaksa çizimlerine de bunların yansıması; bugünün gerçeğini görmesi gerekmez mi? Yaklaşık üç yıldır "ana muhalefet" dergisi ibaresi ile yayınlanan Dinozor'a gelince; Ele aldığı konulara bakınca, arayış içinde olduğu göze çarpar. Bu arayışına "muhalefet" etme çabasına rağmen "Dinozor" kı smen var olan politik yanını da gitgide yitirmektedir. Yaşanan dejenerasyondan ve ideolojik keşmekeşten etkilenen Dinozor da di ğerleri gibi "yükselen değerlere" uyum sağlamaya, sayfalarını yoz bir cinsel anlayışla doldurmaya başlamıştır. Oysa çizerlerin görevi muhalif olmaktan da öte "net bir kafa yapısına sahip olmak" çözüm üret mektir. Dinozor'un çizgisi değil çözün üretmek, maalesef muhalif olmanın da gerisindedir. Çünkü düzene muhalif olmak düzen kültürünü de reddetmektir. Bol küfürlü, yoz-cinsel esprilerin çizildiği karikatürlerle kimlik arayışı içine itilen, çaresiz bırakılan, bunalıma sürükle-

tavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

47

nen gençliğe hiçbir fayda sağlanamaz. Pislikten bunalanlar, bir kimlik bulamayanlar, çareyi uyuşturucuda, intiharda arayanlar biraz daha çoğalır hepsi o kadar. Özet olarak bir yön "arayışına", "Dinozor" kalma iddiasına rağmen Dinozor sınıfsal bakış açısından; çözüm üretmekten, tutarlı bir mu halefet çizgisinden yoksundur. Bu günkü haliyle ne yazık ki, Dinozorcular da mizahı bir silah olarak kul lanma yeteneğine sahip değillerdir. Net bir dünya görüşüne sahip ol mamaları onların da emperyalist yoz kültürden etkilenmelerini getirmiş, bu etkilenme çizimlerine de yansımıştır. Bu haliyle "ana muhalefet dergisi" Dinozor'un da durumun Lemanlar'dan Lemanyaklar'dan pek farklı görünmemektedir. '90'l ı yılların başında yayınlanan Tewlo isimli Türkçe-Kürtçe mizah dergisi de olumlu yanlar taşımasına rağmen olanaksızlıklar nedeniyle yayınına son vermiştir. Karikatürde Kadın Sorununa Birkaç Örnek Leman çizeri Feyhan Güver, Dinozor'un çizeri Semra Can, Radikal'in çizeri Ramize Erer ve Piyale Madra çizimlerinde bir ortaklık yakalıyorlar; "kadın-erkek ilişkileri." Feyhan Güver Leman'da "Bayır Gülü" adlı köşesinde köy kadınlarını işler. Dertleriyle, tasalarıyla, sorunlarıyla konu alırlar o köşeye ama cinsellikleri temel-sorun haline gelmiş köy kadınlarıdır onlar. "Cilvelidirler, kadınlıkları tek kimlikleridir. Çarpık kapitalizmin ürünleri köy kadınlarıdır onlar. Kimi zaman feminist, kimi zaman ateist, kimi zaman entel, kimi zaman bilmem ne. Bu çarpıklıkların belli bir yerde nesnel bir yanı da vardır. Çünkü yozluğun girmediği yer kalmamıştır bugün. Değişen kültür, yitirilen değerler, düzenin vermeye çalıştığı ve benimsettiği yoz yaşam biçimi insanlarımıza öz benliğini de kaybettirmeye başlamıştır. Bunlar doğ-


rudur. Peki bu çarpıklığın nedenleri nelerdir? Köy kadınlarının, köylülerin devletle hiçbir sorunu, hiçbir çelişkisi yok mudur? Tek sorunları çarpık cinsel sorunlar falan mıdır? Neden sürekli buna vurgu yapılır. Köylülerin gerçekten yaşadığı sorunlara değinmek çok mu zordur? Zor değildir ama kaygı piyasa yapar mı acaba olunca, amaç sırf güldürmek ve ticaret olunca mesaj yanı işte böyle "unutulur" geri plana düşer. Ortaya köylü kadınlarımızın gerçeğinden alabildiğine uzak çarpık tipler çıkar. Ramize Erer "Kötü Kız" ve "Tehlikeli İlişkiler" de alabildiğine yozluğu ile bir kesimi resmeder. Ramize Erer okurları "Kötü Kız"ın bütün " psikoanalizini" çıkarmışlardır. Şehvet düşkünü, değersiz, sapkın, hırslı, kimliksiz, adı üzerinde "Kötü" bir "kız"dır o. Peki nedir amaçlanan? Kötü Kız neyi anlatır? Bu düzenin dejenere "Kötü kızlar"ı da çoktur ama bunun ötesinde ne mesaj verir bu karikatür? Onun mesajı, geri duyguları öne çıkarıp kimlik arayışı içinde olan kızları "Kötü kızlığa" özendirir. Ticari amaçla çizilmesinin de ötesinde sapkınlığı, ahlaksızlığı, değersizliği yayan anlamları vardır bu karakterin. Dinozor'da çizilen Semra Can daha çok kadın erkek ilişkilerini konu edinir. Feministçe, küçük-burjuva bakış açısıyla işlenir kadın-er-kek ilişkileri. Var olan bazı gerçeklikleri ifade etmesinin yanı sıra hiç bir politik yanı yoktur. Ayrıca yine sapkın bir akım olan feminizmin çığırtkanlığı yapmaktan başka bir anlam taşımaz. Mizahçının Sorumluluğu 1987 yılında, Aziz Nesin Almanya'da Darmstadt Üniversitesi'nde bir konuşma yapmaktadır. Öğrencilerinden biri Aziz Nesin'e "Niçin nicedir hiç öykü, roman, oyun filan yazmıyorsunuz?" diye sorar. Oysa 12 Eylül yönetimi Aziz Nesin'in pasaportunu yenilemesine ancak izin

vermiştir. Aziz Nesin; "Bir transatlantik düşünün ki..." diye söze başlar ve "Avrupa'dan Amerika'ya giderken birden büyük patlamalar oluyor gemide. Gövdenin dört bir yanında delikler açılıyor. Yani, gemi neredeyse batacak... Kurtulabilmek için, deliklerin bir an önce tıkanması gerek mutlaka. Zaten bunun bilincinde olan yolcular da can havliyle delikleri tıkamaya çalışıyorlar. Diyelim, yolcular arasında bir dünyanın en büyük keman virtüözü var. Şimdi, delik tıkamakla uğraşan o virtüöze yahu delik tıkamayı bırak da, bize bir keman resitali ver diyebilir miyiz hiç? Gemi batmak üzereyken, resitalin sırası mı? İşte, biz Türk yazarlarının durumu da bu... Yani, sırası mı şimdi öykünün, romanın, oyunun filan? Önce delikleri tıkamağa çalışıyoruz biz de" diye sürdürür sözlerini.(7) Aziz Nesin ülkemizde onurlu bir aydın; onurlu bir mizahçı olmanın misyonunu oynayan örneklerden biridir. Aziz Nesin'in eleştirilecek pek çok yanı vardır kuşkusuz. Ama sorun onun gibi mücadelede inatçı, ısrarlı, tutarlı olabilmek, onurlu olmanın, onurunu koruyabilmenin misyonunu oynayabilmek değil midir? Ülkemiz mizahçılarının, mizah dergilerinin bugünkü tablosu ortadadır. Bu tablo Aziz Nesinler'in, Rıfat Ilgazlar'ın, alabildiğine uzağındadır. Ülkemiz mizahının "ana muhalefeti" de "baba muhalefeti"de aynı trene binmiş geri geri gitmektedir. Öyleyse birazcık da olsa vicdana sahip olduğunu iddia eden mizahçılarımıza soralım; "Açlığın, yoksulluğun, faşizmin, sömürünün en katmerlisinin yaşandığı bu çivisi çıkmış düzenin içinde içinize sinen bir şey var mı?... Yok diyorsanız... " Eğer öyle diyorsanız sosyal, siyasal, ekonomik krizin, faşizmin, sömürü düzeninin neden olduğu yüzlerce binlerce sorun ve bunlara söyleyecek bir çift sözünüz, kalemitavı r / mizah / ağustos '99 / sayı: 15

48

nizle atacak iki çizginiz neden yok? Vurduğunuz hedefler neden bu kadar bulanık? Sunduğunuz mesajlar var, bu muhakka k. Çünkü her eylem, her söz bir amacı, bir mesajı taşır içinde. Ama neye, kimin işine yarıyor? Ne yazık ki ülkemiz çizerlerinin bugünkü durumu "sanatlarını ticarete dökmenin de ötesine geçmiştir. Mizahın oynadığı rol düzenin zehrini zerkeden bir enjektörden farksız hale gelmiştir. Bilmeyerek buna alet oluyorlar demiyoruz. Bu ülkede yaşayan hiç kimsenin bunları bilmeme durumu yoktur. "Mizah bir silahtır" öyleyse düzenin kirine-pasına daha fazla batmadan, milyonlarca insanın kafasını daha fazla bulandırmadan "silahları kuşanmanın" zamanı gelmemiş midir? Yüzünü halka dönmeyenler "tekne batmak üzereyken resital verenler" bu düzenle birlikte çürüyüp yok olmaya mahkumdur. Halkın geri yanlarını, emperyalist yoz kültürü meşrulaştırmanın mizahını yapanlar bu düzenin sahiplerini sevindirmekten öteye gitmezler. Objektif olarak bu düzenin devamına hizmet ederler. Bugünün mizahçıları Aziz Nesinler, Rıfat Ilgazlar gibi mizah yapmanın sorumluluğu ile hareket etmeli, misyonlarının içini doldurabilmelidir. Bu herkes için gerekiyor.

Kaynaklar: 1- Galip Tekin, "12 Eylül Mizahımızı N e yönde ve Ne Ölç üde Etkiledi", Milliyet Sa nat D ergisi, 15 Eylül 1990 2- Tan Oral, ' Kuyruğ unu Dil Tutmak', Hür riyet Gösteri Dergisi, Nisan 1989 3- Latif Demirci, 'Press Bey', "B u Dönemin Yükselen Değeri", Artı Haber, 3- 9 Eki, Sayı: 42 4- Kemal Gökhan Gürses-Değişen Topl um Değişen karikatür, M. Bilal Arık, Tür ki ye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, sayfa; 89-90 5- Hasan Kaç an, "Biz Yemiyoruz" EP Dergi si, 13.12.1992 6- Mehmet Çağçağ, Leman Dergisi, 04.02.1992 7- Asılacak Adam Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun, sayfa 12-13


deneme nev in has

Vatanıma Gömün ılın bu mev siminde, Temmuz ay ında her şey sapsarıdır ov ada. Biçilmiş buğday tarlaları, tarlalar arasında döne kıv rıla uzay ıp giden y ollar; sıcağın altında, suy un içindeymiş gibi y a da yanıy ormuş gibi görünen kerpiçten köy ev leri, tam tepede çakılmış gibi duran, insanın gözünü y erden kaldırmasına f ırsat vermeyen güneş... Hepsi sapsarıdır. Sarı sıcağın anlamını en iy i güneşin altında çalışan köylüler bilir. insan kendi sesinden başkasını duy amaz çevresinde. Börtü böcek bile susup y uvasına girmiştir. Belki uzaktan bir traktörün, bir su motorunun haf if uğultusu duy ulur. Birden, bir şahinin ıslığı y ırtar sessizliği. Nereden geldiğini ilk anda asla anlay amazsınız. Güneşi unutup başınızı kaldırdığın ızda ışık, önce kamaştırır gözleri. Hangi kay adan, hangi çalıdan f ırlamıştır bilinmez. Sonra çok yükseklerde karaltısını görürsünüz. Şahin dönerek, alçalıp y ükselerek gitmez çoğu kez, av ının üstüne bile yüksekten kurşun gibi iner. Hızla, tek bir y öne doğru uçar. Küçülür küçülür, en sonunda o siyah nokta da kay bolur. Gökyüzü gene bomboştur. Sanki birisi çağırmış ta, geliy orum deyip f ırlay ıp gitmiştir. Nerey e?... işte ancak o zaman görürsünüz uzaktaki belli belirsiz çizgiy i. Önce kuleler, dört

köşe bir noktadır. Daha y akınına gittiğinizde iki sıra tel örgü v e direklerini görürsünüz Burası sınırdır işte. O çizgiy i oraya ne öte taraftakiler, ne bu taraftakiler çizmiştir. Ama işte ordadır. Bazen "bela"d ır, bazen "ek mek kapısı"... ille de ay sız gecelerde, önceden hazırlanmış denkler sırtlanır, karanlık gecede y ollar gündüz gibi aşinadır gidene. Sonra nef esler tutulur. Artık sınıra v arılmıştır. Telin geçilecek yeri önceden bilinir. May ın tarlaları içindeki patika yollarda... Jandarma pusuları, projektörler de kar etmez, geçilir "öte gece"ye. Y ine de bazen bir ihbar, bir pusu, bir gözü karalık y üzünden sınırda can v erir bir iki kaçakçı. Çatışmada v uruldu derler. Sahipleri alana dek karakolun önünde bekletilir. Bazen kay bedilen bir bacak bir kol y a da yük olur. Ama her kay ıp taşıy anın y anına kar kalır. Çünkü "kesim" öy ledir. Çoğu y oksul köylülerdir. Elindeki toprak geçimine y etmez ya da hiç y oktur. Y oksulluk y üzünden bu işi yaparlar. Asıl mal sahipleri ise getir götür işine hiç karışmazlar. Kaçakçının başına bir iş geldiğinde mal sahibi çoğu kez sahip bile çıkmaz. Son on-on beş y ıldır bu işin de eski canlılığı kalmamıştır. Bir y andan sınır güv enliği artarken işe de büy ük mafyalar el atmıştır. Zaten büyük

tavı r / sı nı r / ağustos '99 / sayı : 15

49

rüşv etler sayesinde bırak kaçak eşyay ı, çok miktarda kaçak uy uşturucuları gümrükten, egemenlerin "gözetiminde" geçirmek mümkün. Aray a sınır girdiğinden beri kaçakçılık yaparmış bizimkiler. An-tep'ten aldıkları malları Halep'e, Şam'a kadar götürüp oradaki müşterilerine satar, oradan da y eni mallar getirirlermiş. Babamın anlattığına göre daha bizim köy e v armadan evde Grundig marka telev izy on v armış. Seyredildiğinden değil, sadece süs eşy ası. Bir emmesinde may ında kolu kopmuş, ondan sonra çoğu zaman sarhoş gezermiş. 68'de şehre y erleşmişler. Sınır... Sınırı biz bazen haber bültenlerinde, bilmem ne sınırından geçmey e çalışan teröristlerle çıkan çatışmada... gibi haberlerde duy arız. Bir de asıl bay ramlarda haber olur sınırlar. Sınırlar ın insanlarıdır onlar. Arası on metreden fazla olan boş bir alan ve her iki telin arkasında bir y ığın insan. Kadın, çoluk, çocuk, ihtiy ar... Hepsi de ay nı anda birbirleriy le konuşmay a çalışıy or. Konuşmuy or da on metre ötede olan birine sesini duy urmak için bağırıy or, işaretler v eriyor. Kimi bir çocuğu gösteriyor başının üstüne kaldırarak, kimi karşı taraf a bir hediy e f ırlatıy or. Genellikle aray a düştüğü için jandarmalar iletiyor hediy eleri, mektupla-


rı. Senede bu birkaç gün birbirini görüyor iki yandaki akrabalar, dostlar. İşte bu yaranın acısıdır Ezo gelin. Ezo gelinin adını duymayanımız var mı? Ezo gelinin adına film yaptılar, şarkılar türküler yaptılar, hatta Ezo gelin çorbası bile yaptılar. Oysa hiçbirinden haberi olmamıştır Ezo'nun. Peki kimdir Ezo gelin? Bütün akrabaları, köylüleri hala hayatta olmasına rağmen Ezo gelin hakkında o kadar çok rivayet var ki şa şarsınız. Onun hakkında yakılmış türkülerde, ağıtlarda sözü edilen felaketlerin hepsinin birden Ezo gelinin başına gelmiş olması imkansızdır. Ama türkülerin gerçek olduğuna inanılır. Aslında gerçektir de... Güney Anadolu'daki sınır boylarının, Antep'in, Kilis, Barak, Nizip ovalarının ayrılığın, yoksullukların simgesi... Ezo gelin ağıtlarının özel bir yeri vardır kadınların dilinde. Ezo onlardan biridir. Kendilerini bulurlar; teleksiz, topraksız derler onun için. Ezo gelin, bugünkü Oğuzeli ilçesine bağlı Dokuz Yol adında bir Barak köyünde doğmuş. Asıl adı Zöhre imiş. Aynı köyden Şido lakaplı Hanifi ile evlenmiş. Bu tabi mecburi bir evlilik olmuş. Kürtler buna "Berdel" derler. Barak Türkmenleri ise "Deniştik" derler. Yani bir ailenin erkeği başka bir aileden kız alır, kendi kızlarını da o aileden birine verirler. Böylece karşılıklı değişme olur. Zaten karşı tarafla çoğu zaman akrabadır. İşte Ezo da şöyle bir gelin olmuş. Ama evlendikten sekiz ay sonra babasının evine geri gelmiş. Çünkü rivayete göre Hanifi'nin de gözü başka sındaymış. Bundan sonra güzelliğiyle dillere destan olan Ezo'yu isteyen çok olmuş ama yedi yıl evlenmemiş. En sonunda da zorla Suriye'deki teyzesinin oğluyla evlendirmişler. Ezo bundan sonra bir daha köye dönmemiş. Dokuz çocuk doğurup 16 yıl evli kaldıktan sonra, ölmüş. Mezarı da orda kalmış.

Geçenlerde gazetelerde bu konuda bir haber de çıktı. Buna göre mezarı Türkiye'ye, doğduğu köye taşınacakmış. Kızı, "annem vatan hasretiyle öldü" diyor. Onunla vatanı arasında dikenli teller, mayın tarlaları vardı. "Bozhöyük'e gömün beni. Memleketimi mezarım görsün." demiş sağlığında Şimdi mezarı memleketine bakıyor. İşte Ezo, bu ayrılığın adıdır. Ayrılığın kendisidir. Nice gelinler, evlatlar kaldı iki yanda. Hikayeleri hala anlatılır. Küçüktüm, yedi yaşında ya var ya yoktum. "Misafir gelmiş" dediler. Eve gittim baktım. Hiç tanımadığım insanlar. Şişman bir adam, ikisi yaşlı biri genç üç kadın... Gittim, ellerini öptüm. Kadın ecime acımış aynı onun gibi çenesinde, ağzının kenarlarında dövmeler vardı. Öpülmek-ten benim de yüzüm ıslanmıştı. İlk defa o zaman öğrendim Suriye'de akrabalarımız olduğunu. Suriye televizyonunu hep seyrettiğimiz için bu dil bize yabancı değildi. Hepimize hediyeler getirmişlerdi. Anama su geçirmez saat, ablalarıma çok güzel mor kadifeden işlemeli fistanlar, bana ve küçük kardeşime de meşhur Halep gülleleri getirmişlerdi. Yaşlı kadın Arapça'dan çok Türkçe konuşuyordu. 30 yıldır görmemiş ecimi. Onlar bu tarafa geldiğinden beri... Bizim köy tam sınırdadır. Suriye'nin karşı köylerini hep biliriz. Onlar da bizi bilir. Babam, babamın babası, amcası kaçakçılık yaparmış. Malları Halep'e götürdüklerinde anamgilde kalırlarmış. Onlar da bizim akrabamızmış, ama sınırın ötesinde kalınca Halep'e göçmüşler. Bir gidişinde dedem, başlığını ödeyip anamı gelin getirmiş. Babam da annem de daha önce birbirlerini hiç görmemişler. Düğün yapılmış. Sonra artık kaçakçılık ekmek yedirmemeye başlayınca herkes içerdeki köylere yerleşmiş. O da olmayınca Antep'e gelmişler. tavı r/ sını r/ ağustos '99 / sayı : 15

50

Anam bazen Halep'teki çocukluğunu, Ermeni arkadaşlarını anlatır. Bir de Ezo Gelin türküsü söyler ağlayarak. Bir ağlamaya başladığı zaman artık kimse durduramaz. Ölmüşleri aklına gelir, tek tek onların ağıtlarını söyler. Bizi dizine yatırır "Gün görmemişlerim diye ağlar. Yaşadığı bütün çileleri, yoksullukları, acıları ağıt yapıp, gözyaşı yapıp boşaltmak ister sanki...

"Adı; sevi, aşk, onur, güzellik, me mleket özlemi ve sabırla özdeşleşen Ezo gelin" diyor, haberi veren gazete. Sizin dilinizde kaç para eder bunlar?..

Küçükken köye giderdik. Bizim köyün yarısı Arap, yarısı Türk'tü. Kirvelerimiz Arap olduğu için bir kaç gün de onlarda kalmadan dönmezdik. Yoksa onları gücendirmiş olurduk. Çok iyi, hürmetkar insanlardı. Cuma kirve, Erfin kirve, Hatçe kirve... O yaşamımızda sıkılmayalım diye yanımızda Arapça konuşmazlardı. Her yemekten sonra evin gelini odanın ortasına bakır leğen getirip elimizi yüzümüzü yıkatır, havlu tutardı. Biz utancımızdan kıpkırmızı olurduk. Çok cömert insanlardı. Elimizden yiyecek bir şeyi eksik etmez, zorla ceplerimize doldururlardı. Biz Alevi olduğumuz için onların kadınları namaz kılacağı zaman annem dışarı çıkar, bizi de çıkarırdı. Rahatsız olmasınlar diye. Ama biz kapı aralığından bakardık...

Belki sizin için, orada yaşamayanlar için çok başka çağrışımlar andırır Ezo Gelin adı. Ama orada yaşayanların aklından bile geçmez bunlar. Orada yoksulluğu, yarım kalmış sevdaları, "kadersizliği" anlatır Ezo Gelin. Her bir Türkmen kadını Ezo'dur. "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölümdür Ezo'nun onlara anlattığı, ve onların Ezo'dan anladığı..." •


Bir eleştiri ya da değerlendirme yazısı gerçekliğin içinde kalmak koşuluyla v e bu sınırlar dahilinde bir olay ı olumlu v e olumsuz y önleriy le irdeleyen ve bir olumsuzluğun tespiti halinde bunun aşılması doğrultusunda öneri v e görüş içermey i amaçlayan nitelikte olmalıdır. O zaman bu amacı taşıy an her eleştiri tartışılıp değerlendirilir. Oysa 20 Temmuz 1999 tarihli gazetenizin 11. say ısında Bülent Y ılmaz imzalı y azıda "Eleştiri" adı altında y alnızca karalama, hakaret, ağır itham v e şovenist bir y aklaşımla yola çıkılınca v e güdülen amaç da yalnızca bu olunca, o zaman "gerçeklik" sizi ilgilendirmiş olmuy or. Ortay a çıkan ise sadece hakaret, çarpıtma v e "Özgür Bakış" adına sev iy esiz bir yazı olmaktadır. Çünkü y azının bütününde "ürünlerin pazarlanabilir ol ması ", "yerellikle hayali/zayıf ilişki kurulması ", "ege men dilde okumaktan kaçınma", "ahlaki sorumluluk", "risksiz adlandırma ", "kullanılan tavır" şeklindeki nitelemeler bu görüşümüzü doğ-

rulamaktadır. Özünde böy lesine seviy esiz yazılara y anıt v ermek niy etinde değilim. Ancak, kamuoy una y anlış, amaçlı v e doğruluktan uzak "kin gütme" mesajları v erilince yanıt da kaçınılmaz olacaktır. Değerlendirme, albümü bütünselliği içerisinde değerlendirmemiş, sadece (sorumlusuymuşum gibi) "Türkiye'deki etnisite olgusuna karşı sergilenen tavır ile" paralellik kurmay a çalışmışsınız. Y azınıza genel bir y anıt vermeye çalışırken kasetimle ilgili müzikalite, şan tekniği enstrümanların kullanımı, estetik, sanatsal emek, coşku v b. şeylere değinmediğiniz v e sadece bu konuya saplandığınız için ben de size (kendimi ay rıcalıklı sanma budalalığına düşenlere inat, bu ay rıcalığa düşmeden) o konudaki görüşlerimi aktarmay a çalışacağım. Müziğimde geleneksel türküleri, Batı müziği v e Halk müziği enstrümanlarıy la kay naştırarak yeni bir düzenleme; rengiy le, öz biçimiyle, müziğin ezgisiyle konusunun örtüşmesiyle, örgüsüyle ve söy leniş biçitavı r/müzik/ağustos'99 / sayı : 15

51

miy le y erellikle ulusallığı bağrında taşıdığı gibi, içeriğiyle de enternasy onelliği taşıdığını y adsımak mümkün değildir. Bunun adına Soft-Türkü deseniz dahi. Nitekim, gazetenizin 20 Temmuz 1999 tarihli 11. say ısında "Arşivlerdeki kültürel zenginlik" başlığı altındaki kasetlerle ilgili tanıtımda, albümle ilgili olarak son paragrafta "Yarayıcı'nın canlı sesi ve yorumu sayesinde albüm, sürükleyici bir özellik taşıyor" tespitiyle, Sof t-Türkü tanımının örtüşmediği açıktır. ilk solo albümde v e bundan sonraki çalışmalarımda popülizme düşmeden enternasyonal kültüre açık olacağımı, pragmatist ve şov en bir y aklaşımı asla benimseyemey eceğimi belirtmek isterim. Albümdeki parçaların seçimi, ezgisiyle konunun örtüşmesi ve y aşamımdaki değerlere sadık kalınması bunun göstergesi olmaktadır. Y azınızın ilk paragraf ında "alışılagel miş türkücü tipolojisinden oldukça farklı" müzisyenlerden kastettiğiniz elinde sadece bağlamasıy la, yüzy ıllarca söy lene geldiği gibi bir parçay ı


durağan bir üslupla icra etmek ise ev et o tanıma girmiy orum. Dayatmaya çalıştığınız, ya da savunduğunuz durağan v e üretmeyen sanatçıy ı belli bir tipolojiy e sığdırarak onu dar bir alana hapsetmey e çalıştığınız bu tipolojiy i reddediy orum. Bu nedenle y azınızda önermey e çalıştığınız tutuculuk v e dogmatizme karşıy ım. Dahası, kültür v e sanata olan f eodal bakış tarzınıza da. Bu gelenekselleşmiş müziğin içeriğini değiştirip y ozlaştırmadan; akıcı, çağdaş, y erellikle/ulusallığı bağdaştırıp giderek herkesin kendi kültüründen bir şey ler bulabileceği canlı bir müziği y apmay ı v e icra etmey i y eğliyorum. Y azınızın ilk sütununun sonunda y er alan cümlenizde hedef inizin, Soft-Türkü akımının genel bir çözümlemesini y apmak olmadığını, bu trend içinde Türkiy e'deki etnisite olgusuna karşı sergilenen tav rı, çıkan bir albüm "Sürgün" üzerinden tartışmak istediğinizi belirtmişsiniz. Amacınızın bir bütün olarak müziğimi değerlendirmek olmadığı görüy orum; sadece olay a "etnik" açıdan bakmay a çalışarak, kaset bağlamında "sığ" bir alanda (sorunun sığlığından değil bakış açınızın sığl ığından söz ediy orum) kalmaya çalışmışsınız. Çünkü y azınızın tamamı tutucu v e feodal milliyetçiliği barındıran bir bakış açısıy la ele alınmıştır. Y ine y azınızda etnisite olgusundan söz ederken dilde yabancılaşmanın da bunun içine girip girmediğine umarım y anıt v erirsiniz. Örneğin Kürtçe'de "teşt" (leğen), "henzir/hınzır" (do muz) terimleri neden Arapça dilinden alınmıştır. Bu kültürel etkileşime değil de asimilasyona mı girecek? Net bir bakış açınız y ok. Zira yazınızda "Soft", "Trend", "Brothers" gibi terimleri kullanmak (ironik değilse) sizin suçlamanızla "asimilasyon geleneğine yeni bir katkıda bulunmuş giderek kültür emperyalizmine hizmet etmiş" olmuy or musunuz? Y ine suçlamanızla "... 'kullanmacı' bir tavıra düşme mek ve orjinal sözlerin

Türkçeleştirilmesi yoluna gitme mek" için mi bu terimleri kullandınız? Y oksa yazının başlığında belirttiğiniz "hassasiyeti" iletişim kurduğunuz "egemen dil" söz konusu olunca gözardı mı ediy or sunuz? Ve bunu ahlaki buluy or musunuz? Y azınızın dev amında müziğimde "yerellikle hayali/zayıf bir ilişki kurulduğu "ndan söz etmişsiniz. Burada da büyük bir y anılgıy a düşmüşsünüz. Ve soruna ne y azık ki sadece şov enist bakış açısıy la yaklaşmışsınız. Siz sanatı y a da sanatçıy ı sadece y erelliğe v eya ulusallığa hapsederek nasıl evrenselliğe ulaşabileceksiniz. Bu türküleri ya da ezgilerini herhangi bir ülkenin insanı ya da grubu kendi diliyle söy lediği zaman "inkar" yoluna mı gitmiş olunacak? Eğer buna y anıtınız ev et ise aynı basitlikten hareketle sizin "Kürt müzik gruplarının y a da müzisy enlerinin 1 May ıs'ı, "Yek Gulan" olarak, Bella Ciao (Çav Bella) yi, Venseremos'u kendi dillerinde seslendirmeleri "kullanmacı" bir tav ır v e bu sözlerin kürtçeleştirilmesi y oluna gidilmiş olunmuy or mu? Sizin mantığınıza göre sorunun y anıtı evet. Oysa ben sizin gibi bakmıy orum. Y ukarıda belirttiğim ev rensel özellikleriy le, öz-biçim uyumu v e kalıcılıklany la insanoğlu v arolduğu sürece gündemde kalacak olan parçalar değişik dillerde okunmasaydı düny a halklarının ortak ezgileri haline gelip mily onlarca insana hitap etmesi düşünülebilir miydi? Bu nedenle sizin amacınızın olay a pragmatist y aklaşıp f arklı sonuçlar çıkarma niyeti taşıdığını düşünüy orum. Benim şu ana kadar y aptığım müzik çalışmalarım ortadadır. Şu anki albümde y er alan müziği de sonuna kadar sav unuy orum. Tekrar edecek olursak; dostluk temelinde gelen bütün eleştiri v e öneriler karşıt bir düşünceden gelse dahi (eleştiri sınırında kalmak koşuluy la) bütün görüşlere karşı açığım. Ve o eleştirilerin gereklerini yerine getirip olumsuzlukları olumluluğa çev irmeye de ha-

tavır / müzik / ağustos'99 / say ı: 15

52

zırım. Oy sa yazınızın tamamı "Vurun Abalıya" mantığıy la kaleme alınmış ve albüm çalışmam "asimilasyon geleneğine yeni bir katkı" olarak sunulmuş. Böylesine nitelemeler eleştiri değil, karalamadır. Soruna sev iyesizce bir bakış açısıy la y aklaşmaktır. Anadolu'da y aşayan halkların şarkılarının Türkçe sözlerle okunmasının "bu kültürler arasındaki etkileşime katkıda bulunacağı" türündeki bir söylemi de y üzey sel v e gerçeklikten uzak buluy orsunuz. Siz kültürler arasındaki etkileşimin nasıl işlediğine birbirlerini gerek müzik, şiir, resim vb. y ollarla nasıl değiştirip dönüştürdüğünü incelediniz mi? Örneğin belli bir tipolojiy e sığındığınız türkücülerimiz neden sadece y erel motifleri kullanarak müzik y apmıy orlar. Latin müziğinin v azgeçilmez enstrümanı (bizde bağlama) olan gitar, yine Anadolu insanına uzun bir dönem uzak olan v e sadece lüks salonların enstrümanı olan piyano neden kullanılıy or. Örneğin siz piy ano (yada bateri) olmadan canlı bir marş besteley ebilir misiniz? Bunlara "egemen kültürün" enstrümanı diy ebilir misiniz? Sorunu bu kadar sığlaştırıp basite indirgey emezsiniz. Y azınızda dev amlı "Gudileke" adıy la okunan şarkının, "dinleyiciye sunuluş biçimi, sanatçıyı daha da ağır bir sorumluluk altına sokuyor", "İran Halk Şarkısı" dey imini de etnisiteyi y ansıtmadığı için "y anlış" ve adlandırmanın "risksiz" bir adlandırma olduğunu belirtmişsiniz. Bu güne kadar hiçbir zaman küçük hesaplar peşinde koşmadım. Ama, popülist ve şov ence bir y aklaşımı da benimsemedim. Kasetteki parçaları "duy arlı" bulduğunuz sanatçılar gibi sadece "Anonim" diy erek geçiştirebilirdim. O zaman bu eleştiriniz haklılık kazanabilirdi. Oysa parçaların tümünün orijinali kasette y er almıştır. Parçaların ayrıntılı bilgileri hiç bir zaman kaset kapaklarında y er almaz. Çünkü kaset kapakları; dergi y a da gazete sayfaları gibi bu amaca hizmet edemez. Bu bilgilerin


y er alacağı y er bellidir. Eğer sizin böy le bir duy arlılığınız v ar ise y azıy ı kaleme almadan önce beni bulur v e bununla ilgili bilgileri öğrenip gerekli röportajı y apardınız. Ama amacınız dey im y erindeyse "Üzü m ye mek değil, bağcıyı dövmektir." Bu nedenle Özgür Bakış Gazetesi'nde hiçte özgür bir bakış sergilemiyorsunuz. Kişilerin ilk önce kendi y aptıklarına v e savunduklarına, "hizmet" anlay ışlarına bakmak gerekir. Asıl kullanmacı, pragmatist v e asimilasyon politikalarının önemli bir parçası olanları v e ağır ahlaki sorumluluk taşıması gerekenleri başka yerlerde aray ın. Örneğin, edebiy at alanında dünya yazarlarının şiir ya da romanlarını neden Türkçe olan "egemen dil"! ile okuy orsunuz. Y a da Mem Ü Zin filmi neden "egemen dil" olan Türkçe gös terime girdi? Y oksa bu konulardaki "hassasiyete" gerek y ok mu? Prag matizm size bu konularda "istisna" mı tanıy or? Ve yine siz gazetenizde (anadilinizi biliy orum, ama sorun sizin şahsınız değil, ana kuralınızdan söz ediy orum) sav unduğunuz dile değil de niy e suçlama getirdiğiniz "asimilasyona hizmet eden egemen dille" y azıy orsunuz? Bunu y aparak "riskli" bir işten mi kaçındınız? Sizin bu tav rınız v e "kentli" y aşam biçiminiz söz konusu olunca "ağır bir ahlaki sorumluluğu " askıy a mı alıyorsunuz! Ve giderek "resmi kültürel asimilasyon politikasının" önemli bir parçası olmaya devam etmiş olmuyor musunuz? Y oksa siz de "Makyavelist" bir yaklaşımla "amaç için her araç mubahtır" diy enlerden misiniz? Tüm bunlara içtenlikle y anıt v ermenizi dilerim. Sizinle bu konuda -ithamlar v e karalamalar- olmadığı sürece polemiğe girmey eceğim, hakkımda eleştiri sınırını aşan ağır suçlamalara karşılık bu y azımın ay nı sayfada ve içeriği değiştirilip özetlenmeden yay ınlanmasını dilerim. Çalışmalarınızda başarılar dileklerimle.

toplandık kıyısına ege'nin Toplandık kıyısına Ege'nin... Yoldaşlar, Dört demet kır çiçeği gönderiyoruz size sevgimizi, inancımızı, hasretimizi sıcaklığımızı verdik onlara b ilesiniz. Sarın

sıcaklığımızı

Kuşanın

sevgimizi

Kır çiçeklerimizi takın saçlarınıza Örtün b ir yorgan gib i üzerinize.

Toplandık kıyısına Ege'nin Denize dik uzanan dağlardan Ve geliyor insanlar Bulmak için

kaybedilen yarınlarını...

Erkin Can

tavı r/ müzik / ağustos '99 /sayı : 15

53


tartışma

ibrahim karaca

Asimilasyon politikalarına katkı mı sunuyoruz?

Halk Kültürü Ve Hassasiyet

ültürerel mirastan beslenerek y ay ınlanan "soft-türkü ve hassasiyet" başlıklı y azıda şöy le deniliy ordu: "90'l ı yeni bir birikimin parçası olmak istediğinizde, alkış kadar yılların ortalarından sonra kentli-popüler müzik alanında yaşanan türkü akımı (...) y enilgiye de hazırlıklı yeni bir müzikal tarzın oluş masına yol olmalısınız. açtı (...) bu tarz, günümüzdeki mü zik Kültürel mirası y eniden furyasının taşıyıcılığını yap makta." y orumlarken de öyle. Adına ister etnik kültür, ulusal kültür, geleneksel kültür; isterse halk kültürü denilsin, siz onu y eni Y azara göre bu "furya" devam et den üretirken "kılına bile dokunmadan" mektedir. Şu günlerde, Hilmi Y aray ıcı v e saplantısının dışında durmalısınız. Böyle onun albümü "Sürgün" ile devam bir y aklaşım, duy guları şaha kalkmış etmektedir. Önce şunu belirtelim: Bülent dindar y aklaşımıdır. Kültürel mirasa Y ılmaz imzalı y azıda belirtilen "türkü kutsal ay et gibi y aklaşamazsınız. Onu, furyası", Hilmi Y aray ıcı'nın (v e Fuat "ecdadımızın mirası"gibi de Saka'nın) geliştirerek sürdürdüğü tarzın göremezsiniz. Bu tarz "hassasiyetler" bir sonucu değildir. Sözü edilen "tarz" ın, bize y abancıdır. O zaman, durduğunuz "türkü furyası" kavramı ile y an y ana y erin adını doğru koy malısınız. Sizin kullanılmış olması, bir talihsizlik olmalı. O dışınızda üretilen eserlere yaklaşırken de f urya içinde kimlerin olduğunu kes öv gü y a da yergilerinizi buna göre tiremiyorum. isimleri de hiç önemli değil. y apmalısınız. Bozulmay a, y ozlaşmay a, Türküler kazanına kepçe salanlar, hangi çürümeye karşı durmak için muhaf azakar birikimin "sanatçı" larıdır? Bu "sanatçılar" olmay ı seçemezsiniz. Bunu söylerken, için türküler, f ast-food'larda tüketilen "liberal olun" da denilemez. hamburgerden f arklı bir yerde mi duruy or? Y azar arkadaş bunu bilmiyor mu? Öy leyse, "Sürgün" gibi nitelikli Bu kısa girişten sonra asıl konuya bir albümü gelelim. 20 Temmuz tarihli Özgür Bakış'ta tavı r/müzik/ağustos'99 / sayı : 15

54

bu f uryanın devamı gibi düşünmek niy e? Kimileri için türküler, pazarlana-bilir bir "mal" d ır. Buna katılmamak mümkün değil. Ama "soft-türkü" ne demek? "Sürgün" gibi albümleri tanımlay an bir kav ram mı; y oksa, y umuşak ve akılda kalıcı ezgisi olan türküler mi? O zaman geriy e hard-türküler mi kalıy or? "Bu tarzın icracıları, vurgulu bir kentlilik sergiliyorlar" deniyor. Diy elim ki öy le. Kentlilik kötü bir şey mi? "En tipik özellik, repertuarda türkçe sözlü türkülerin dışına çıkılmayışıdır " deniliy or. Hilmi Y aray ıcı albümüne bir tane Arapça halk şarkısı almış olsay dı, bu "tipik özellik" delinmiş mi olacaktı? Kürtçe, Ermenice, Gürcüce, Lazca gibi etnik kültürlere ait türküleri seslendiren oldukça başarılı müzisyen arkadaşlarımız var. Birol Topa-


loğlu, Metin-Kemal Kahraman, Kardeş Türküler, Kaf dağı, Knar, Nilüfer Akbal, Şiwan Perv er v e daha niceleri.

duğumu hissettim, onu y azdım. Sonradan öğrendim ki, bu ezgi benzer bir temay ı işliy ormuş.

Burada y azarın temel kay gısı şudur: "Kürtçe Türküler, sözü ve müziği ile bir bütündür. Ya ikisini birlikte kullanırsınız, ya da hiç kullanmazsın ız". Böy le bir mantık, "O benim milleti mindir ancak" mantığıdır. Eserlerini icra ederken bay ağılığa düşmeme gibi bir estetik kaygı taşıy an sanatçının çok güzel bir halk ezgisini Türkçe söy lemesi neden y adırgansın?

Y azar arkadaş, ezgilerin künyeleri konusunda y erden göğe kadar haklıdır. Olması gereken, kay nağı en ince ay rıntısına kadar belirtmektir. Ama, şu cümlenin y arıdan sonrasına katılmak mümkün değildir: "Bir sanatçı, farklı bir çalışma ahlakı oluşturmak istiyorsa, kimliği ve kültürü sürekli baskı ve aşağıla malara maruz bırakılan bir toplumun şarkılarını ege men dilde okumaktan kaçınmalıd ır".

Adı geçen y azının en başında y er alan "Kürtçe'den ve diğer dillerden Türkçe'ye türkü aktarma pratiği devam ediyor" cümlesi, "soft-refleks" bir tepkiyi y ansıtıy or. (Bu arada, soft'lu literatüre katkılarımızı sürdürüy oruz). Y azarımız bu y azıy ı "Aragos" için kaleme almış olsay dı, eminim ki bu cümle "Er meniceden ve diğer dillerden..." diy e başlay acaktı. Y azarın mantığı bizi bu düşüncey e götürüy or. Y azar arkadaş, albümü eleştirirken, aslında Hilmi Y aray ıcı'dan çok beni hedef alıy or. Benim y azdığım üç tane söz olmasay dı, böyle bir y azı kaleme alınmay acaktı belki. Biri kürtçe, ikisi Ermenice olan bu ezgilere söz y azarken, "acaba doğru bir iş mi yapıyoru m" sorusu bey nimi günlerce kemirip durdu. Sonra temel kay gım şu oldu: Müziğin v erdiği duyguy a en uy gun sözleri nasıl y azabilirim?. Albümde "Gudileke" olarak geçen ezgideki sözler, bir aşkı anlatıy ordu. Türkçe y azarken ben de öyle y aptım. Müzik beni oray a götürdü. Ama, o müziğe örneğin, gümbür gümbür bir grev türküsü de y azılabilirdi. "Sürgün" ise, zaten enstrümantal bir Ermeni ezgisiydi. (Orjinal ismi, Erzurumi Şoror). Dinledikçe, bir sürgünün duy gularına sürüklenmekte ol-

Burada "soft" değil, "hard" bir milliy etçiliğe kapı aralanıy or. Türkçe dışında bir ezgiy i Türkçe sözlerle okumanın kültürler arasındaki etkileşime katkıda bulunacağını kimse söy lemiy or. Merak etmeyin. Ay rıca, egemen dil dediğiniz Türkçe bir halkın konuşma dilidir. Bu anlay ışı biraz daha ileriy e götürecek olursak, Hilmi'nin Arapça okuması, benim de Hemşin’ce y azmam gerekirdi. Bir Ermenice, Kürtçe ya da Lazca türküy ü Türkçe sözlerle okumanız o türküy ü Türkleştirmez. Asimilasyon denilen şey bu değildir. Böy le dertler taşımıy oruz. izzet Altınmeşe gibi bir işlev imiz de y ok. "Erzurumi Şoror", Türk Halk Müziği repertuarına Erzurum y öresinden "Sürgün" isimli bir türkü olarak girmedi. Müsterih olun. Y arın bir gün, diy elim ki "Ey Raqıp" ın ezgisini alıp Türkçe sözlerle dev rimci bir marş y aptık. Y a da, "Bella Ciao" v eya "Venceremos" a Kürtçe v eya Hemşince sözler y azdık, bu sözlerle okuduk. Ne olacak? Ruhi Su'y a ait olan şu sözler anlamlı olmalı: " Karacaoğlan, Yunus Emre, Dadaloğlu ve bir çok ozanlarımız var. Bunların şiirleri de bir takım e zgilerle söylenir. Bu ezgileri aynı za manda o ozanlar ortaya koydu diyemeyiz. Yani, herkes var olan ezgileri kendi sözlerinde kullanmıştır Sonra devrimci bir kuşak gel miş, onlar da kendi sözlerini bu ezgilere yükleyerek söylemişler. Eğer söz ezgi tavı r / müzik / ağustos '99 / sayı : 15

55

ile uyum içindeyse pekala olur. Bu geleneği yürütelim. Ezgi ile söz uyu mlu değilse, zaten kendiliğinden biri diğerini reddeder. Bir defa söylenir, unutulur. Türküler tıpkı masallar gibi anoni mdirler. Yıllar boyu bozula di zile en iyi biçi mlerini alırlar. Önemli olan, en güzel ifadeyi vererek yeniden söylemektir. Yani, kendinizden bir şeyler katmalısınız." Y ıllar önce, "Sobalarında kuru da meşe yanıyor efem" dizesiy le başlay ıp, "Mahir yoldaş Kızıldere'de üşümüşte donuyor" dizesiy le devam eden bir ezgiy i dinlemiştim. Bildiğimiz Ege Türküsüne ait bir ezgi. Bu halk müziğinin ezgisini alarak dev rimci bir önder için y eniden üretmek nasıl ki o türküyü ait olduğu repertuardan söküp almıy orsa, "Gudileke" (veya "qu dırake")ye ait müziğe Türkçe (v ey a Farsça vey a Pigmece) başka bir dilde y eni sözler yazarak söy lemek, onu ait olduğu Kürt kültürünün bir parçası olmaktan alıkoymaz. Ermeni halk türküsü olan "Ay, Lodi" için de öy le. Bu türküy e ait ezgiy i Türkçe sözlerle (Ay Hanım) y eniden okumak neden Ermeni halk kültürüne bir saldırı olsun ki? Y azar arkadaşımızın tartışmay ı, "söz ile müziğin uyu mu ve duygusu" üzerinde y oğunlaştırması daha anlamlı olmaz mıy dı? Bir Kürt kilimindeki motif lerle bir Y örük kilimindeki motif leri kullanarak, ev imdeki tezgahtan y eni bir kilim dokumam, geleneksel Kürt y a da Y örük kilim motif lerinde bir yozlaşma yada asimilasyon yaratır mı? Vey a Kürt halk edebiy atının seçkin örneklerinden olan "Siyabend ile Xece"yi y eniden anlatan v e Türkçe söyley en Hüsey in Erdem, "egemen dilde" y azmakla kötü bir iş mi y aptı? Y aklaşımlar önemlidir. Y arının demokratik halk kültürü, bütün etnik kültürlerin izini taşıy acaktır. ister birlikte, ister ayrı ay rı olarak. Bunun başka bir izah tarzı y ok. Hassasiyet güzeldir. Ama, içi dolarsa.


vrupa'yı kasıp kavuran soğuk hava dalgası ülkemizin batısında etkili ol maya başladı. Dünden bu yana yağan yağmur yerini bugün kar yağışına terketti. Hayatı felce uğratan kar yağışının daha birkaç gün süreceği belirtiliyor" Telev izy on spikerinin anlattığı haber kadar soğuk sesi, bir haberi diğerine dev rederken sahte bir sıcaklığa bürünüy or. Haberin konusu değiştikçe spikerin sesi de renkten renge bürünüy ordu. Loş odanın sıcaklığı üzerinde inceden incey e bir rehav et y aratmıştı. Oturduğu telev izyonun karşısında gözleri haf if hafif kapanıy or, başı tam yana düşeceği sırada ürkek bir tav ırla uy anıy ordu. Telev izy ondaki spiker sözü bir başka spikere devretmiş v e akşam haberlerinin sonuna varılmıştı. Oturduğu y erden of laya puf laya kalktı. Bilgisay arın bulunduğu masanın önüne bir sandaly e çekti. Eğilip bilgisay arını çalıştırdı. Bilgisay arını ev inin en sev diği köşesine

oturtmuştu. Denizi alabildiğine engin gösteren pencerenin önüne. Burada içkisini içerek düşüncelere dalıy or, dostlarıy la sohbet ediy or v e tabi ki en güzeli, yazılarıy la baş başa kalıy ordu. En güzel öykülerini, romanlarını burada y azmıştı. Burada; bu pencerenin önünde... Şimdi gözü dışarıy a iliştiğinde dışarıda lapa lapa y ağan karın giderek şiddetlenmey e başladığını gördü; gülüm sedi. Manzara çok güzeldi. Gökyü zünden toprağın üzerine serilen bembey az örtünün ardı sıra dingin denizin üzerinden ağır ağır bir v apur ilerliy ordu. Tepesinden çıkan duman ay aza karşı koymay a çalışıy or sıcaklığını duy urmaya çalışıy ordu ama besbelli y eniliyordu. içinde bir şey lerin kıpırdanmay a başladığını hissetti. Y azmalıy dı. Zaten, tam y azılacak bir akşamdı. Üç y ıl önce yine böy le ağır ağır y ağıp bir gecede toprağı beyaza boy ayan karın y ağışını izlerken tasarlay ıp, yazmaya başlamıştı romanını. Şimdilerde sonlarına v armıştı. Büy ük bir coşkuy la başladığı romanı, şimdi sıkıntılarla y azılıy ordu. Bir türlü bitmiyordu lanet olası. Oysa başlar-

tavı r / öykü / ağustos '99 / sayı : 15

ken böy le miy di? Bunları düşününce içini bir sıkıntı kaplıy ordu; ama bu akşam bitirecek kadar y azacaktı bunu hissediy ordu. Odanın ucundaki bara gidip kendine bir içki aldı. Daha şişeyi elinden bırakmadan ilk dubley i midesine indirmişti. Kirden v e yağdan hiç ay rılmamacasına birbirine y apışmış saçlarını kırmızı bir nay lon poşetin içine alelacele sıkıştırdı. Ardından da kaderine sunturlu bir küf ür savurdu. Islık çalarak esen rüzgar, saçlarını bey aza boy ayan karın düşüşünü daha bir hızlandırmıştı. Rüzgarın keskinliği y üzünü bir bıçak gibi çiziy ordu. Elindeki şişey e kızgın bir if adeyle bakıp ağzına day adı. Şişeyi y ukarı kaldırmaktansa kaf asını arkay a doğru itmey i tercih etti. Büyük bir keyif ve hazla kaf asını arkay a itti. Gırtlağından midesine doğru akan sıv ı içini ısıtıy ordu. Ateş suy u... Geçtiği her yerde y angınlar çıkararak ilerliyordu. Bazen hiç söndürülmey en yangınlar çıkararak... Ağzın ı, siy ahlaşmış eski ceketinin koluy la sildikten sonra şişey e tekrar baktı. "Senin kitabını ..." diye


başladı küfürleri ardı ardına sıralamaya. "Sen de hep bitiyorsun be! Senin tükenmezini de icat edemediler ki gözünü sevdiklerim" dedi. Sanki y anında birileri varmışçasına sesli ve hey ecanlı bir sesle konuşuy ordu. Gözleri, gözy uv arlarının içine gömülmüş. Eti, kalın bir sakal tabakasının ardında görülmez olmuştu. Y üzünün açıkta kalan küçücük parçası da soğuktan nasırlaşmıştı. Burnu büy ük ve kırmızıy dı. Y az ya da kış, burnu hep kırmızıy dı. Y az y a da kış, O hep üşürdü. Y az y a da kış hiç ama hiç o eski ve siy ahlaşmış ceketini üzerinden çıkarmazdı. Hikayesini hiç kimse bilmezdi. Ne zamandan beri böy le y aşadığını, neden böy le olduğunu. Öy le y a! Hiç kimse anasından böy le doğmaz ki... Kimse de fazlaca merak etmezdi onun hikayesini. Hikay esini kimse bilmezdi ama en bilinen hikay elerden birini yaşadığı kesindi. Kendisiy le aynı y aşamı pay laşan herkes gibiydi. Hikayesi en bilinenlerdendi. Nerede akşam orada sabah işte merak edenlere y ılların özeti... Genişçe bir caddenin sağına düşen büy ükçe parka doğru y öneldi. Cadde boştu. Işıklar tüm görkemiyle ay dınlatıy ordu caddeyi. Kar şiirsel bir dinginlikle y ağıy ordu. Parka y öneldi. Kırmızı y anan ışığı eliy le boş verip caddey e yöneldi. Cadde bomboştu, parkta öyle. "Bizi m oran ın dağlarından biri var ki onun ardında uzunca bir koyak vardır. Bir baştan bir başa ormanlıktır. Pınarların kaynadığı, dört yanı naneli, içleri çakıl taşlıdır. Pınarlardan su yerine sanki aydınlık kaynar; oluklardan ise su yerine ışık sakırdar Çok eski za manlardan bu yana güzelliğinden zerrece bir şey kaybetme miştir" Birden y azısını kesti. Boğazının kuruduğunu hissediyordu. Oturduğu y erden kalktı v e içkisini tazeledi. Şişeyi elinden bırakmadan bir y udum alıp sandaly esine oturdu v e y azmaya dev am etti. "Vakit bahara doğruydu. Şubat yeli,

kış yelini çoktan kovmuştu. Ağaçların yaprağına can geliyor, domur do mur yeşil veriyordu dünün kuru yaprağı..." Bitti, bitiy ordu. Keyfine diyecek yoktu. Arada soluklanıyor, içkisinden bir y udum alıy or, sonra parmakları bilgisay arın klavy esinde iştahla dolaşıy ordu. Alabildiğine geniş v e Av rupai döşenmiş odanın içinde küçük bir bilgisayarda engin bir deniz manzarasının önünde sarı topraklı, geniş ormanlıkları, köy ü ve köy insanlarını anlatıy ordu. Köyden alabildiğine uzakta, y üzlerini bile hatırlamadığı insanları anlatarak y azıy or, kazanıy or ve ödüller alıy ordu. Saygındı, say gınlığı alabildiğine hatırı say ılırdı. Parmakları buza kesmişti. Ay az gecede canlı kalan tek insan gibiy di. Sanki koca bir tufan silip süpürmüştü insan soy unu. Öy le ki bir tek O sağ kurtulmuştu sanki. Öy lesine tek ve y alnız kalmıştı sokağın ortasında. Elini tutup, kendi nasırlaşmış elini ısıtacağı y a da bir çekişte onu ayağa kaldıracak bir kişi y ok muy du acaba bu koca şehirde? Parmakları artık y oktu. Hissetmiy ordu onları. Ellerini, koltuk altına sıkıştırıy or ve y eniden parmaklarına ulaşmaya çalışıy ordu. Peki y a ay akları? işte onlara hiç söz geçiremiyordu. Vücudunun her y anını y alay ıp geçen bir rüzgarın esintisiyle. Elindeki y eşil şişede bir parmak içki kalmıştı. Hemen içmek istedi ama vazgeçti; gece uzundu v e daha çok üşüy ünce içmeyi düşündü kalan bir parmak içkiyi. Kar, dur durak bilmeksizin yağıy ordu. Şehir bey az bir örtünün altına girmiş mışıl mışıl uy uy ordu... Dizlerini büküp, başını da dizlerine yaslayarak bir bankın üzerinde oturuyordu. Uyku vücudunu sarmay a başlamıştı. Soğuk, eskisi kadar sert değildi. Sarı sıcak bir güneş parlıy ordu tepesinde. Terlediğini bile düşünmey e başlamıştı. Vücudunda sıcak bir y el dolaşıy ordu. Sıcak bir y el içine işliyordu. ilikleri

tavı r / öykü / ağustos '99 / sayı : 15

57

bir yangın yeriydi. Tatlı bir tebessüm yay ıldı y üzüne belli belirsiz. Uykusunun ağırlığı bütün direncini ezmiş v e karla kaplı bankın üzerine boy lu boy unca serilmişti. 2. Gün doğuy ordu; Gece boyunca y ağan kar dinmişti. Büy ük parkın içinden işine y a da okuluna gitmekte olan insanlar bir müddet y ürüdükten sonra aniden duruy or v e meraklı bakışlarla az ötelerindeki kalabalığın içine katılıy ordu. Telsiz sesleri, kameralar, fotoğraf makinalarının meraklı bakışları arasında parça parça gazete sayfaları üzerine teker teker örtülüyordu. Hayatı boy unca görmediği bir ilgi şimdi üzerindey di. Kamera v e f otoğraf makinaları şimdi bir başka taraf a yönelmişti. Bütün gece parkta kalan bir evsiz v atandaşın donarak öldüğünü belirtiyordu kalın bir paltoy a sarınmış, patlak gözlü, bıy ıkları dudaklarının üzerinde eğreti bir biçimde duran adam. Y eşil şarap şişesi dimdik duruyordu bankın kenarında v e yine bir parmak şarap v ardı içinde... Y azısının bitişinin mutluluğunu karla kaplı şehrin o enfes manzarasını izley erek kutluyordu. içi daha bir rahattı artık. Sırtından büy ük bir yük kalkmıştı. Rady osuna eğildi. Her zaman dinlediği frekansa ayarlı olan rady o birden tatlı bir müziğin notalarıy la doldurdu odasını. Bir süre sonra da haberlere geçildi. ilk haber tatlı bir manzara y aratan kar y ağışının hay atı nasıl f elç ettiğinin dökümüy dü. Kapanan yollar, traf ik kazaları v e donarak ölen bir kişi. Sözün burası da diğerleri gibi hızlı hızl ı aktı gitti. "Dün gece yağan kar ve soğuk hava evsiz bir vatandaşımızın öl mesine sebep oldu." insaf sız bir mevsim, acımasız bir doğa mıy dı gerçekten O'nu kaskatı donduran ve çekip bağrına alan? •


şiir f e d e ri co g a rci a lorca

Lorca

Lorca 1899 yılında doğdu. "Şiirler Kitabı" adını verdiği ilk eserini 1921 yılında yayınladı. 1928 yılında ona büyük ün kazandıracak olan "Çingene Türküleri" adlı eserinde, çingene türkülerinin içeriğini, söylenişlerini, biçimlerini, dilini ustalıkla değerlendirdi. 1930 yılında "Şair Newyorkta" adlı şiir kitabıyla Newyork'ta yaşayan yoksul halkı anlattı. İspanya'da 1931 de Cumhuriyetin ilanından sonra gezginci tiyatro La Barraca'nın yöneticiliğini yaptı. "Kanlı Düğün" adlı oyunu 1933 yılında Madrid'de sahnelendi. Bu arada İspanya'da 254 gün sürecek olan karşıdevrimci hareket başlamıştı. Darbenin başında faşist şef Franco vardı. Bunun karşı sında direniş başladı. İspanya halkı "No pasaran -Geçit yok-" haykırışlarıyla direndi. Henüz savaşın başında, "İspanya'nın yüreğinin gürleyen savunucusu" olan şair, Federico Garcia Lorca, 20 Ağustos 1936'da vurularak öldürüldü. İspanya iç savaşının öne çıkan yanı Picasso'nun resmine konu olacak olan Guernica'nın bombalanmasıdır. 26 Nisan 1937'de Alman hava kuvvetlerine ait uçaklarla Guernica üç saat bombalandı. 1654 kişi öldü. Franco'nun 200 bin kişilik ordusuyla Madrid'e girmesiyle İspanya iç savaşı da son bulmuş oldu. Savaşta 1 milyon insan öldü.

ta vır

tavı r / y ı l d ö n ü m ü / ağustos '99 / sayı: 15

58



tanıtım tahsin ilkaya

Bir Fotoğraf Albümü:

M İ TR AL Y Ö

ocukluğundan genç kızlığına, sev imli uf acık bir afacandan, olgun, v atanı v e halkı için ölümü sev e sev e kucaklay an bir sanatçıy a, bir kadına, bir cepheliy e. "Dolu dolu geçen bir ömrü sığd ır mak istedik bu albüme. Yazısız, çizisiz, sadece fotoğraflarla, İdille başbaş bırakmak istedik."

Ç

Mitraly öz'ün kapağını açıp tek tek sayfalara bakmaya başladığımızda siy ah bir sayf a çıkacak karşınıza; "Devri m Kuşağının Kahra manlar ına, şehitlerimize..." sözü bu siyah sayfadaki tek cümle. Albüm en çok yakışanlara, idil'e, Ölüm Orucu şehitlerine, tüm şehitlerimize ithaf edilmiş. Daha sonra idil'in o bildiğimiz f otoğraf ı. Tıpkı y ukarıda önsözden aldığımız sözlerdeki gibi başbaşa kalıy oruz idil'le. Mitraly öz'de çocukluğundan şehitliğine kadar f otoğraf lardan izliy oruz idil'i. Küçük idil tüm şirinliğiyle gülümsetiyor bizi. Y üzünde her zamanki gülümsemesi v ar. Biraz mahcup, biraz muzip... Babası, Semih Erkmen'in uf acıkken bay ram y erlerine götürdüğü, kırmızı peluş mantolu, uzun kırmızı çizmeli idil canlanıy or gözümüzde. Sayfalar ilerledikçe bizim tanıdığımız idil'le karşılaşıy oruz y eniden. Gözlerinde y ine ay nı sıcaklık v e kararlılık v ar. Devrimci sanatçı, idil'in emekçiliği, y oldaş sıcaklığı, kav ganın içinde olmanın verdiği mutluluğu, fotoğraf karelerinde dondurulmuş olarak ulaşıy or bize. Tutsak

v e Ölüm Orucu sav aşçısı... Ölüm Orucu'nun ilk kadın şehidi... Mitraly öz... Ölümü gülerek kucaklayışın, fedanın, yiğitliğin fotoğrafları bunlar. Alnındaki kızıl bantı taşımanın gururu yüzünden okunuy or idil'imizin. Halkı v e vatanı için şehit düştüğünde y ine sakin, y ine huzurlu v e y ine dudaklarında aynı gülümseme v ar. Gücü görüyoruz onda, düşmana meydan okuy an o yenilmez iradey i kuşan-mışlığı, güv eni... Küçük bir kız, öğrenci genç idil... Devrimci sanatçı, emekçi, yoldaş idil... Kadın, cepheli, sav aşçı idil... Zulmün zindanlarında bir özgür tutsak, Ölüm Oruçlarında mitraly özle-şen idil; f otoğraf kareleriyle albümün sayfalarından geleceğe taşınıy or. Mitraly öz albümüyle "tertemiz bir ö mre ya zılan anıları" i zledikten sonra söy lenecek tek bir şey kalıy or; iyi ki bu fotoğrafları çektirmişsin idil. "Aynı yalınlıkta ölmek isterim. Kırda bir çiçek gibi, sakin gösterişsiz Mum yerine yıldızlar farlasın üstümde Yeryüzü uzansın altımda ses-siz"diy en Jose Mani'nin dizelerinde v urguladığı y alın ama görkemli bir kimlik y ansıy or y üzüne, gülüşüne... 1997 y ılında Tav ır y ay ınlan taraf ından hazırlanan bu albüm oldukça emek verilmiş, idil'in adına y akışır bir incelikte y ay ınlanmay a özen gösteril-

tavı r / kitap / ağustos '99 / sayı : 15

60

miş bir albüm. Albüm, bir devrimcinin sayf alarca yazıy la anlatabilecek y aşamını, dondurulmuş anlara, f otoğraflarla iletmek kay gısıy la hazırlanmış v e bunda etkili de olmuş. Y alnız, bu süreci f otoğraf ların anlatımına y üklerken bazı ay rıntılar da eksik kalmış diyebiliriz. Örneğin, bu albüm, idil hakkında onu hiç bilmey en tanımay an kimselere de hitap edebilmeliy di. Y ani içinde idil'e ait özlü bilgileri y azıy la not düşerek f otoğraf ların anlatımı daha da kuvv etlendirebilirdi. Bu noktada bir eksiklik olduğunu v urgulamak gerekir. Politik mücadelenin içinde olmaktan öte, idil'le y an yana olmanın getirdiği bir tanıdıklık ve bilme hav asında hazırlandığı izlenimi v erdiğini düşünüy oruz. Fakat, yine de hazırlanış v e düşünce itibariy le ince bir duy gu ile hazırlandığı kendini gösteren ve bir dev rimcinin y aşamının o sıcak anlarını belgeley en olması y anıyla hemen herkesin görmesi ve arşiv inde bulundurması gereken bir albüm olduğunu düşünüyorum.

Mitralyöz, Tav ır Yayınları, 1 Baskı: 1997


HABER YORUM İdil Futbol Turnuvası Başladı Daha önce iki kez düzenlenen v e artık geleneksel bir kimlik kazanan, Ayçe İdil Erkmen'in anısına düzenlenen İdil Futbol Turnuv ası'nın bu y ıl üçüncüsü düzenleniy or. Turnuv ay ı, düzenlendiği ilk iki y ıl boyunca Gazi Halk Gücü kazanmıştı. Geçtiğimiz y ıl İdil Kültür Merkezi'nin de dördüncü olduğu turnuv ay a bu y ıl 12 takım katılıy or. Üç grupta dörder takımın mücadele edeceği turnuv anın ilk turu tek dev reli lig usulüne göre oy nanacak. Gruplarında ilk iki sıray ı alan takımlar ikinci turda eleme maçı oy nay acak ve bu elemeleri geçen üç takım kendi arasında y ine tek devreli lig usulüne göre karşılaşacak v e turnuvanın şampiy onu belli olacak. 24 Temmuz'da başlay an turnuvada kura çekimi sonucu belirlenen gruplar v e takımların listesi şöyle: A Grubu: Gazi Halk Gücü, Alibeyköy Halk Gücü, Okmeydanı Halk Gücü, Mühendis Gücü B Grubu: Nurtepe Halk Gücü, Armutlu Halk Gücü, Seyhan Müzik, Umut Spor C Grubu: idil Kültür Merkezi, Doğu Spor, Nurtepe Halk Meclisi, Y enibosna Halk Gücü. •

Grup Yorum Konserlerine Yönelik Engellemeler Sürüyor İSTANBUL- 25 Temmuz Pazar günü Bursa Kültür Park Açık Hava Tiy atrosu'nda yapılacak olan Grup Y orum konseri Bursa Valiliği taraf ından y asaklandı. Bu karara tepki gösteren konser organizatörü, y ürütmenin durdurulması amacıy la Bursa İdari Mahkemesi'ne başvurdu. Başvuru üzerine mahkeme, Bursa Valiliği'nden üç günlük sav unma süresi istedi. Valilik taraf ından hazırlanan savunmada; konseri düzenley enlerin daha önce gözaltına alındıklarını v e poliste kayıtlarının olduğunu gerekçe gösterdi. Ayrıca 2 Temmuz- Sivas v e 12-14 Temmuz katliamlarını bahane eden Bursa Valiliği, bu nedenlerden dolay ı Temmuz ay ının halk v e kamuoy u taraf ından önemli bir ay olarak bilindiği v e halk arasında tedirginlik y arattığını sav unmasında iddia etti. Hızını alamay an Bursa Valiliği, Grup Y orum elemanları hakkında daha önceki Bursa Konseri v e diğer konserlerinden dolay ı dava açıldığını, Adana, Mersin, istanbul, izmir konserlerinin de yasaklandığı gerekçelerini gösterdi. Bundan dolay ı da konserin sakıncalı olacağını söyledi. Valiliğin bu savunmasını geçerli bulan Bursa idari Mahkemesi, Grup Y orum'un Bursa konserini yasakladı. Bursa'da en son konserini 1997 y ılının Ocak ay ında gerçekleştiren Grup Y orum'un, Orhan Taşanlar'ın bu ile v ali olmasından sonra Bursa'daki konser başv urularımız bile engellendi. 31 Temmuz-1 Ağustos tarihlerinde Antaky a'da Merkez v e Samandağ ilçelerinde y apılacak olan Grup Y orum konserleri de, konsere iki gün kala engellendi. Samandağ konserine izin vermeyen polis, Merkez ilçedeki yapılacak konsere de izin v ermesine rağmen konserin yapılacağı salonun sahibini tehdit ederek provokasy on girişiminde bulundu. Konsere izin verilmesine rağmen yapılan bu tehdit Grup Y orum taraf ından protesto edildi. Antaky a da bu türden hukuksuz, keyfi dav ranışlar Grup Y orum'un başına ilk kez gelmiyor. Geçen y ıl, Antaky a'da Seriny ol Festivali'ne çağrılan Grup Y orum'un konserini verememesi için Belediy e Başkanı polis taraf ından "uyarılmış" ve belediy e de konseri son gün iptal etmek zorunda kalmıştı. Y ine iskenderun konseri de mahkeme kararı olmasına rağmen, kay makama v ekalet eden Y üzbaşı Sefa Taşkın taraf ından keyfi bir biçimde engellenmişti. •

Munzur Festivali Yasaklandı İSTANBUL- Tunceli Belediy esi ve Tunceli Kültür v e Dayanışma Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği ve 6-8 Ağustos tarihleri arasında birincisi yapılacak olan 1. Munzur Kültür ve Doğa Festiv ali, Tunceli Valiliği'nin kararıyla yasaklandı. Tunceli Kültür v e Dayanışma Derneği, yaptığı y azılı açıklamada; valilik ile yaptıkları görüşmelerde f estivalin yapılmasını kabul ettiğini, f akat buna rağmen festiv ali y asaklandığını belirti. Tunceli Kültür Ve Dayanışma Derneği 4 Ağustos Çarşamba günü y aptığı basın toplantısıy la olay ı protesto etti. Basın toplantısına Ferhat Tunç, Aydın Öztürk, Nilüf er Akbal gibi sanatçılar katılarak bu durumu protesto etti. Bu arada Müzisy en Nilüf er Akbal'ın da halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiy le dört ay hapis cezası aldığı bildirildi.

tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı ; 15

61


HABER YORUM

İstanbul'da Jazz Günleri İSTANBUL- istanbul Kültür v e Sanat Vakf ı'nın 7-18 Temmuz tarihlerinde düzenlediği, 6. Uluslararası istanbul Jazz Festivali kapsamında, bu y ıl jazz müziğinin düny aca ünlü sanatçılarının y anı sıra Türkiye'den de jazz sanatçılarının katıldığı etkinlikler düzenlendi. Jazz, ritmleriyle ve ezgileriy le Batı Afrika'daki köleler arasında doğmuş, sonra bu kölelerin gemilerle Batı Amerika'y a gelmesiy le Misissipi nehri kenarlarındaki pamuk tarlalarında çalışanların "Negro Spiritals" denilen ağıt türündeki şarkılarıy la gelişmiştir. Bu müzik, zenci köleler v e işçilerle kuzey kentlerine, özellikle Chicago, Cansas, Detroit vd. y ay ılmaya başlamış; zenci klişelerine, barlara, gece kulüplerine girmiştir. Jazz olarak ilk biçimini 1915 y ılında Chicago'da müzisyen Joseph Coltran'ın düzenlemesinde bulmuştur... I. Pay laşım Sav aşı sonrasında jazzın gece klüplerinde bey azları eğlendirmek için zencilerin çaldığı bir müzik haline döndüğü görülür. Ne var ki burjuv azi jazzın geniş kitleleri etkiley ebilecek v e satılabilecek bir meta olduğunu sezinley erek pazarlamaya başlar. Gelelim f estivale... Daiela Mercuri'nin konseri ile açılışı y apılan festiv alde Patti Smith, Khaled gibi ünlü şarkıcılar, f olk şarkıcısı Suzanne Ve-ga, ünlü Blues sanatçısı Ben Harper, düny anın say ılı saksafoncularından Keny Garret ve Courtney Pine sahne aldılar. Blues çalan The innocet Criminale Grubu, ünlü Gospel -hristiy anlarca tanrının şarkıları say ılan müzik türlerinden biri- topluluğu, The Blind Boys Of Alabama, festiv alde sahne alan gruplardandı. Festivalde ayrıca Brezily a dans geceleri, düny anın en iy i piyanistlerinden biri olarak tanımlanan Chucko Valdes'in yer aldığı La Banda Municipal de Santiago adlı Küba Orkestrasının şenlendirdiği Latin v e Küba müziği gecesi ve Türk Gecesi başlıklarında gösteriler düzenlendi. Festivale katılan yerli sanatçılar ise Tuna Ötenel, Emin Fındıkoğlu, Ayşe Tütüncü, Muv affak Falay gibi isimlerdi. Jazz sev erleri doyuran festiv alin belki de en ilginç y anı içişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın geç saatte müzik yay ınını durdurmay a y önelik talimatının istanbul Jazz Festiv ali'ni vurması oldu. Bu yasaktan dolay ı programda aksamalar olurken Branf ord Marsalis adlı ünlü jazzcı konserini "tutuklanabilirim" diyerek yarım bıraktı. Cemil Topuzlu Açık Hav a Tiy artrosu, Atatürk Kültür Merkezi'nin y anı sıra Roxy, Baby lon ve Dulcinea Bar ve gece kulüplerinde düzenlenen konserlerle klasik jazzın y anı sıra, Latin Jazzın örnekleri de 6. Uluslararası Jazz f estivalinde sergilendi. Festivalin sponsorluğunu ise Garanti Bankası y aptı. Koçbank, Baytur inşaat, The Marmara Oteli, Renault v e DHL bu organizasy onun kurumsal sponsorlarıy dılar.

Kaset Toplatma Haberimize Ceza Dergimizin 9. say ısında yer alan "Boran Fırtınası'na Toplatma"başlıklı haberimize açılan dava sonuçlandı. Dergimizin sahibi irşad Aydın ve yazı işleri müdürümüz Y asin Ali Türkeri'y e dev letin savcısını terör örgütlerine hedef gösterdiğmiz iddiasıy la açılan dav a sonucunda dergimiz sahibi irşad Ay dın 42 milyon TL para cezası aldı. tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15

62

Grup Y orum 3 Temmuz 1999; istanbul'un Okmey danı semtinde bir düğün törenine katıldı. Düğünde yaklaşık 500 kişiy e seslendi. 1 Ağustos 1999; Haseki'de, Özgür TAY AD'ın açılışına katıldı. Özgürlük Türküsü 15 Temmuz 1999; 12-14 Temmuz şehitlerinin Üsküdar Bağlarbaşı'nda bulunan Karacaahmet Mezarlığ ındaki mezarları başında yapılan anma törenine katıldı. Anmada "Bize Ölüm Y ok" marşını seslendirdi. 27 Temmuz 1999; '96 Ölüm Orucu şehitlerinden Y emliha Kay a'nınY enibosna mezarlığında bulunan mezarı başında yapılan anmaya katıldı. Şehit yakınları ile birlikte "Bize Ölüm Y ok" marşını seslendirdi. Grup üyeleri daha sonra gözaltına alındı v e iki gün gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldı. 1 Ağustos 1999; Alibey köy Güzelleştirme v e Y aşatma Derneği'nin Kemerburgaz Ormanlarında düzenlediği pikniğe katıldı. Piknikte y aklaşık 300 kişiye seslendi.


HABER YORUM Ünlü Besteci Rodrigo Öldü İSTANBUL- Ünlü besteci ve gitar virtüözü Rodrigo geçtiğimiz ay öldü. Rodrigo, 22 Kasım 1901 yılında Valencia yöresinde Saugunto'da doğdu. Doğum gününün müzik azizesi Santa Cecilia Günü'ne rastlaması belki de geleceğin habercisi olacaktı. Üç yaşında yakalandığı difteri hastalığı yüzünden görme yeteneğini tümüyle kaybetti. Sekiz yaşında müzik çalışmalarına başladı; solfej, armoni, piyano ve keman eğitimi aldı. İlk bestesini 1923 yılında piyano için yaptı. 1934'te ise orkestra için ilk eserini besteledi. Öğrencilik yılında yaptığı bir besteyle İspanya çapında düzenlenen bir yarışmada birincilik aldı. Bütün eserlerini körlerin kullandığı Braille Alfabesiyle yazan Rodrigo, Albeniz, Granados, Turina ve Falla gibi İspanyolların büyük ustalarının izlerini takip etti. Rodrigo da onlar gibi Paris'e gitti. 1927-32 yılları arasında Paris'te Paul Dukas'tan ders aldı. 1929'da İstanbul doğumlu eşi Victoria Kamhi ile tanıştı. 1933'te gerçekleşen evlilikleri Rodrigo'nun besteci yönünü olumlu etkiledi. İspanya iç savaş yılları ise Rodrigo için zor bir dönem oldu. Fransa ve Almanya'da yaşamak zorunda kaldı. Aranjuez Konçertosunu da Paris'te yazdı. İç savaş bittikten sonra 1939'da İspanya'ya geri döndü. Aranjuez Konçertosu'nun ismi Madrid yakınlarındaki bir zamanlar Bourbon -Burben- Krallarının yazlık yerleşim yeri olan kraliyet sarayının ismidir. Ama müzik buna hiç değinmez. Aranjuez Konçertosu yalnız gitar için iki küçük solo parçaydı. Fakat genel olarak bir konçerto formu için tad verdi. Özellikle de gitar çalanlara tad verdi. İlk gitar konçertoları 19. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Rodrigo, Aranjuez Konçertosu üzerinde 1938'de çalışmaya başladı ve 1939'da tamamladı. Aralık 1940'da Regino Sainz del la Maza tarafından ilk temsili yapıldı. Bu konçerto gitar ve tüm orkestra için bu yüzyılda bestelenen ilk konçertoydu. Rodrigo, ülkemizde de konserler vermiştir. 1983'te Türkiye'deki deprem felaketini duyar duymaz depremze-delere yardım etmeye koşmuştur. Açılan banka hesabına onbin peseta para göndermiştir. 8 Temmuz 1999 Salı gecesinde ise yaşamı süresince olduğu gibi sessiz bir iyimserlik içinde aramızdan ayrıldı. Rodrigo'nun kendine özgü bir müzik anlayışı yaratmaya çalışırken geleneksel İspanyol halk müziğinden etkilendiği görülür. Onun İspanya tarihiyle -sosyal, kültürel, sanatsal- yoğrulu büyülü yaşamının ürünleri ülkesinin tüm müziksel tasvirlerinin en kapsamlısı olarak tarif edilmiştir. Rodrigo virtüöz bir piyanist ve de tüm araçlar için bir müzik bestecisidir. Ancak en büyük şöhreti çalamadığı fakat çok iyi kavradığı gitar için yaptığı çalışmalardan gelmiştir. Arkasında on bir konçerto, altmıştan fazla şarkı, koral ve enstrümantal sayısız eser bırakmıştır. Konçertoların birçoğu gitar için bestelenmiştir. Gitarın yanısıra arp, flüt, viyolonsel, keman konçertoları da kaleme almıştır. Gitarı sahneye solist olarak çıkartarak yeni bir çığır açmıştır. Rodrigo birçok akademide dersler de vermiştir. Ölümüne dek müzik üretimine de ara vermemiştir. Dünyanın beş kıtasından çeşitli ödüller ve madalyalar alan Rodrigo için bugün "gitarı yirminci yüzyılın çalgısı haline getiren sanatçı" değerlendirmesi yapılıyor. •

Grup Yorum Elemanı İrşad Aydının Mahkemesi 18 Ağustosta 21 Ağustos 1998 tarihinde, İdil Kültür Merkezi'ne yapılan polis baskını sırasında gözaltına alınan ve 25 Ağustos 1998 tarihinden bu yana tutuklu bulunan Grup Yorum elemanı ve aynı zamanda dergimizin de sahibi olan Irşad Aydın, 18 Ağustos'ta mahkemeye çıkıyor. Beşincisi gerçekleşecek olan mahkemeye çıkacak olan Ir-şad Aydın DHKP-C'ye yardım yataklık ettiği iddiasıyla tutuklu bulunuyor. İstanbul 3 No'lu DGM'de görülecek olan dava saat 11.00'de başlayacak. Toplam altı kişinin yargılandığı davanın 11 Haziran'da yapılan geçtiğimiz duruşmasında Fikriye Kılınç, Muzaffer Aslan, Mehmet Öztürk, Ersoy Daşkın ve Vefa Saygın Öğütle beraat etmişti. Irşad Aydın hakkında istenen 12,5 yıllık hapis cezası da 3 yıl 9 aya düşürülmüştü. 25 Ağustos'tan bu yana bir komplo sonucu tutuklu bulunan Irşad Aydın'ın tutukluluğunu geçerli kılabilecek hiç bir somut delil bulunmaması davanın nasıl işlediğini göstermesi bakımından da dikkat çekici bir dava. Grup Yorum, dergimize yaptığı açıklamada, tüm Yorum dinleyicilerinin bu davaya ilgi göstermesini ve katılımını beklediklerini belirtti. Bu arada'üç yıl önce gözaltına alınıp tutuklanan ve iki buçuk ay sonra serbest bırakılan Ufuk Lüker ile Kemal Sahir Gürel'e yine 3 Nolu DGM tarafından verilen 3 yıl 9 aylık hapis cezasının yargıtaydaki ikinci duruşması da 22 Eylül'de Ankara Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından görülecek. tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15

63


HABER YORUM Tavla Festivali Bu Yıl Yapılamıyor ANTAKYA-Her yıl Hatay'ın Tavla ve Çat Belediyeleri tarafından Ağustos ayında geleneksel olarak yapılan Tavla festivali bu yıl ekonomik zorluklar ve masraflar nedeniyle iptal edildi. Tavla Belediyesi Başkanı M. Ali Aşkaroğlu, Belediyenin yol, su, kanalizasyon vb. gibi sorunları dururken festivalin yapılmasını doğru bulmadığını belirtiyor. Belediye Başkanı Aşkaroğlu, festivalin amacından saptırıldığını bu nedenle yıl sonunda veya gelecek yıl festival yerine şenlik düzenleyebileceklerini belirtiyor. Antakya'da halkın büyük bir kitlesellikle katıldığı,dayanışmanm geliştirildiği kültürel bir etkinlik olan Tavla Festivali'nin iptal edilmesi ve bu festival için ayrılan paranın kanalizasyon yapımı için kullanılması tartışmalar yarattı. Öte yandan Serinyol Belediyesi tarafından düzenlenen "Sanat ve Kültürel Dayanışma Festivali" nin bu yıl da devam edeceği belirtiliyor. Festival bu yıl 27-29 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. •

Ölüm Orucu Şehidi Ayçe İdil Erkmen Mezarı Başınd a Anıldı İSTANBUL-Ölüm Orucu Direnişi'nin 68. günü olan 26 Temmuz 1996 tarihinde Çanakkale Hapishanesi'nde şehit düşen Ayçe İdil Erkmen, ölümünün üçüncü yıldönümünde İdil Kültür Merkezi çalışanları, Grup Yorum, Özgürlük Türküsü ve Ayşe Gülen Halk Sahnesi elemanları; Kültür Sanatta Tavır Dergisi ve FOSEM çalışanları tarafından 25 Temmuz Pazar günü mezarı başında anıldı. Anma töreni devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Tutsak düşmeden önce Ortaköy Kültür Merkezi'nde çalışmalarını sürdüren Ayçe İdil Erkmen'in yaşam öyküsü ve mücadelesi anlatıldı. Bu konuşmada, İdil'in bir devrimci sanatçı olduğu, bu yönüyle örnek alınması gereken bir kişi olduğu, halkı için yaşamını feda ederek şehit düştüğü ve dünyada Ölüm Oruçlar ı'nda şehit düşen ilk kadın olma onuruna sahip olduğu vurgulandı. Anma töreni, "Bize Ölüm Yok" marşının söylenmesi ve İdil için yazılmış olan "Ayçe" adlı şiirin okunmasıyla sona erdi. •

Altın Portakala Katılacak Kısa Filmler Belli Oldu İSTANBUL: Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında düzenlenen 5. Uluslararası Kısa Film-Video Film Yarışması'na 33 ülkeden 201 film başvuru yaptı. Türkiye, Danimarka, Brezilya, İtalya, Avusturya, Macaristan, Finlandiya, Belçika, Kore, Fransa, İspanya, İngiltere, Almanya, Yeni Zellanda, Hollanda, Lübnan, Iran, Kanada, Japonya, Çek Cumhuriyet, İsviçre ve Mısır'ın da aralarında bulunduğu 33 ülkenin katıldığı 5. Uluslararası Kısa FilmVideo FilmYarışması 'na 64 film seçildi. Bunların 14'ü Türkiye'den katılan filmler olacak. Yapıtlar Festivalde "En İyi Kurgu, En İyi Canlandırma, En İyi Belgesel, En İyi Dramatik Film ve En İyi Dramatik Video " kategorilerinde değerlendirilecek. 5. Uluslararası Kısa Film- Video Film Yarışması 'nın sonuçları 1 - 5 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek olan 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde açıklanacak. 5. Uluslararası Kısa Film-Video Film Yarışması kapsamında, yönetmenliğini Marmara Üniversitesi'nden Emre Tanyıldız'ın yaptığı "Objektif ile Ulaş Beşoklar'ın "Getto" adıl filleri En İyi Dramatik Film dalında yarışacak. Ahmet Ilgaz'ın "Sağlıklı Yaşam", Cenk Özakıncı 'nın "Uçmuşlar", Ahmet Sönmez'in "İçteki", Barış Tarımcı-oğlu'nun "Denk" adlı filmleri En İyi Dramatik Video dalında yarışacak. Yönetmenliğini Ankara Üniversitesi'nden Özgür Yaren'in yaptığı "Trik Trak" ile Taylan Sezginer'in "Ötekiler" adlı filmleri En İyi Belgesel Film dalında, Levent Çetin'in yönetmenliğini yaptığı "Uyum" adlı film ise En İyi Deneysel Film dalında yarışacak. Ayrıca,yönetmenliğini Hüseyin Karabey'in, müziklerini Grup Yorum'un yaptığı, Türkiye'deki kayıpları konu alan "Boran" adlı film, En İyi Dramatik Video Film dalında yarışmaya katılacak. 5. Uluslararası Kısa film- Video Film Yarışması'da Özel Gösterim bölümüne alınan diğer filmler ise şöyle: Rıza Kıraç'in "Meleğin Selamı", Arzu Birol'un "Gökyüzüne İliklenmek", Bahattin Mermut'un "Doğuş" ve Kemal Sevimli'nin "Cumadan Pazara İstanbul" adlı kısa filmleri. 1-5 Ekim tarihleri arasında yapılacak olan 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin açılış kortejine 150 kadar sanatçının katılacağı belirtildi. •

tavı r / haber yorum / ağustos '99 / sayı : 15




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.