1999 17 ekim

Page 1



Merhaba, İlk kez o an yaşanmadı her şey. Buca, Ümraniye, Diyarbakır ve en son geçtiğimiz günlerde onlarca ölüm haberleri aldık. Kimi zaman "tünel" bahanesi vardı, kimi zaman "silah", kimi zaman "kontrol elden çıkmış olduğundan..." vs. vs. kı sacası bahane çoktu. Ama sonuç hiçbir zaman değişmedi: Ölüm.... Dört duvar arasmda zulme karşı direnenler, sevdalarını üst üste koydular, özgürlüklerini üst üste... Büyüttüler özgürlüklerini ve "Demir Kapılar Eridi". 69 yıllık yaşamı boyunca hep kavganın içinde oldu. Yüreğini ve beynini hep kavgaya adamıştı. Savaşlar, yokluklar, yalnızlıklar, haksızlıklar ve tutsaklıklarla doluydu yaşamı. Ama hep emeğiyle yaratan, hep so syalizm davasına inanan onurlu bir yaşama sahip Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya yer verdik ölüm yıldönümünde. Bir anda yıllardır düşmanımız olan Rumlar dostumuz oluverdi. Peki ne zaman düşman olundu Rumlarla? Kim yarattı bu düşmanlığı? Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde Rumlar'ı, 6 - 7 Eylül olaylarını, suçlananları ve gerçek suçluları, "Rum Düşmanlığının Tarihsel Kökleri ve 6-7 Eylül Olayları" isimli yazımızda bulacaksı nız.

ençliğimiz tüm olumlu dinamiklerine rağmen bugün onlarca sapkın akımın etkisindedir. Arabesk konserlerde kendini jiletleyenler, saçlarının bir bölümünü kazıtıp rengarenk boyalar süren punkçular, heavy metalciler, eroinmanlar... Peki ne oldu bu gençliğimize? Nasıl bu kadar yabancılaştı kendine ve halkına? Gençliğimizi bu hale getiren gerçek suçlular kimlerdir? "ABD'nin Gayrı Meşru Çocuğu SATANİZM" yazımızda okuyacaksınız. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve Uluslararası K ı s a Film/Video Y a -rışmasında hangi filmler yarıştı? Hangi filmler ödül aldı? Neler yaşandı? "Altın Portakallar Sahiplerini Buldu" isimli değerlendirme yazımızda bulacaksınız. 18. sayımızda buluşmak üzere...

Dostlukla...


Demir Kapılar Eridi Can Yıldırım. ...............................45

Güneş Pamuk ve İnsan Sıcağının Kaynaştığı Toprak Talat Atılgan....... .36-39

Ay dının Ortaya Çıkışı v e Tarihsel Gelişimi -3Birkaç Örnek ve Önlemler Yasemin Özdemir............................1113

Rum Düşmanlığının Tarihsel Kökenleri ve 6-7Eylül Olayları Kemal Koray ...........................26-32

Ömrünü Devrime Aday an Dr. Hikmet Kıv ılcımlı HülyaSaygın.......... ....................13-21

Halk Şiiri ve Depremler Zerrin Kayalı.. ........... ............. 14-15

Sami Selçuk'un Magna Carta'sı Hakan Alak ...............................6-9 Peppo ile Kekko'nun Hikayesi Nevin Has................................ 2 2-2 3

Kardeş Türkülerden Bir Açıklama Doğu Albümü Üzerine Erol Mutlu.............. .................31-3 5


Şehir tiy atroları perdelerini açtı ....................................................44 Y ılmaz Güney anıldı...................................44 Grup Y orum'un Mersin konseri de yasaklar engeline takıldı............ - ...... 44

Grup Y orum elemanlarına hapis cezası......... ................. 45

Depremzedelerle day anışma etkinliğine İstanbul Valiliği'den y asaklama .....................................45 Ruhi Su mezarı başında anıldı................46

Marşımız V.May akovski...................................10 Altın portakallar sahiplerini buldu tav ır...................................................4143

İdil Kültür Merkezine Bir furya: şiir kasetleri Seval Alp.... ................................... 40

kapatma cezası.... ....... ....... . .......46 Şampiy on 3.kez Gazi halk gücü....... 47 Fuat Saka'dan yeni bir çalışma Seçmeler 1-2.... ............... ............ 47 Grup Yorum sevenleriyle Hasret giderdi.............. ................ 48

Bir afişin engellenme öyküsü Muzaffer Aslan ................... ......24-25 ABD'nin gayri meşru çocuğu Satanizm Serdar Bulat .............. 16-17

Av ni Memedoğlu'nun resimleri Sergileniy or ................ ................48


deneme can yıldır ım

I

nmadıherşey . elamlanmadı O bağırış-ça-

ğırış, ko şuşturmaca ve yırtınma; o her yanından pislik akan Amerikan zafer naraları, o vahşet, o kan deryası o harflere, kelimelere ve sayfalara kusulan irin... Hiçbiri ama hiçbiri ilk değildi. Ve o gökyüzünü yırtıp yarınlara ulaşan özgürlük haykırışı son olmayacaktı. Bir gece vaktiydi. Dikenler üzerindeki yataklarında gördükleri kabusun etkisiyle uyanıp kustular kinlerini Bir, boş. on değil, yüzlerce, binlerceydiler. Sokakları doldurdular Caddeleri kuşattılar Kimse germesin, duymasın diye, şehrin üzerine kara bir şerit çektiler. Ellerinde joplan, zincirleri, kalasları vardı, tilerinde gözlen, boğazlan, ciğerleri yakan gaz bombalan vardı. Ellerinde otomatik silahlan, ateş ve saçma yayan namluları vardı. Ellerinde yüzyıllardır akıttıkları kan vardı... Yanlarında demir yığını panzerleri, tonlarca su taşıyan itfaiyeleri, bölük bölük, ordu ordu kelle avcısı taşıyan cem-seleri vardı. Yanlarında her yanı acı ve ürkütücü bir sese boğacak sirenleri vardı... Plan günler, haftalar öncesinden yapılmıştı. Daha sonra çıkıpta

bir açıklama yapma cesareti bile olmayanlar, " Demir kapı bizim, beton duvar bizim. Kat kat sağlamlaştıracağız kapıları, sıra sıra arttıracağız duvarları ve içini kan gülü yapacağız" diyorlardı plan yaparken. "Ağam şöyle dedi, paşam böyle dedi, efendim şu e mri verdi..." İsimleri dolarla yazılı tüm dünyaya egemen olan efendiler, "Güçlendirin demir kayda-rı" demişti onlara. Ekmeğine muhtaç oldukları sahipleri, duvarları kayayla örmelerinin emrini vermişti onlara. Ve onlar, yaptıklarının ve yapacaklarının ne demek olduğunu biterek kudurttular birbirlerini: "Tekeller, holdingler bizden ya rta; çeteler, mafyalar bizden yana; beyinlheri zehir şırınga eden medya plazalar bizden yana. Bir avuç olsak da hepimiz, bugün için güç bizden ya-na..." Ana, baba, kardeş, eş, dost olamamışlardı hiç bir zaman. Sevenleri de yoktu, sevdikleri de. Dünyaya, yaşama ve insanlara gözlerini kapatan kara kara gözlükleriyle bakarlardı her zaman. Henüz tan vakti gelmemişti. Yaşam usul usul soluyordu. Ülkemizi ve dünyamızı yeniden yaratma kavgasının, yürekleri cesaretle dolu savaşçılan hazırlıklıydılar. Günler öncesinden bilemelerdi kinlerini. 'Cesaretiniz Varsa Gelin" diyetavır / hapishaneden / ekim '99 / s ayı:17

rek meydan okumuşlardı. Kararlıydılar; siper edeceklerdi yüreklerini ve alt edeceklerdi yüreksizleri. Yeni yolculuklara çıkanlar, ellerinde çeşit çeşit hediyelerle gidiyorlardı. Memleketin tapusunun yanına memleketin en değerlilerinin kanını eklemişlerdi. Gözleri ışılışıldı. Birileri ülke topraklarını ABD'lı efendilerine pazarlamanın onursuzluğunu yaşarken, birileri kanlarıyla bağımsızlık için, sosyalizm için ölesiye direniyordu. Bütün sesler sustu bir an. Bir adaletsizlikti bu. Sonra kulakları sağır edercesine duyuldu silah ve bomba sesleri. Beşer beşer, onar onar savruluyordu kurşunlar, bombalar. Gökyüzünü gören küçücük bir aralık, dumanla kaplanmıştı. Ardından sirenler, Jop ve zincir sesleri. Zulüm halka olan kinini kusuyordu. Zulüm halkın kanını içiyordu. Zulüm ülkeyi karanlıklara buluyordu. Zulmün karşı sında duru ve gür bir ses haykırıyordu. Kin bu kin, öfke bu öfke? Kabına sığmaz biı kin, sınırlandırılamaz bir öfke! Bu zulüm, bu namussuzluk varoldukça, bu iğrenç, kahpe düzen sürdükçe; dinmez durmaz, eğil-


mez bu kin ve öfke... Güçlendirin barikatları yoldaşlar; özgürlüklerimizi üst üste, yan yana arka arkaya koyun. Büyütün özgürlüklerimizi! Güçlendirin barikatları yoldaş-lar; umudumuzu dafelara, taşlara, so kaklara, kondulara savurun. Halkımıza armağan edin umudumuzu! Güçlendirin barikattan yoldaşlar; Bu onur, namus kavgamızdır. Bu kurtuluş çağrımızdır. Demir kapılan dolaplarla, ranzalarla sağ-lamlaştırın. Sağlamlaştırın ki. eri-sin demir kapılır, sağlamlaştırın ki, çürüsün beton duvarlar... Ülkesine ve halkına on sevdalı yürek, eriyen demir çürüyen beton yığınları arasından kanat çırptı özgürlüğe. Kanatları Boran kullarının uçuklarına karıktı. Gözlerinden yaş akmadı anaların. Ne kara talihimiz dediler, ne alınyazımız. "Bir gün gelir" diye bekledikleri yavrularını hasretle kucaklayıp, bağırlarına bastılar önce. Doya doya koklayıp, alınlarından öptüler. Kanlı gömleklerini çı-

kartıp üzerlerinden, bir ömür boyu sa klamak için aldılar. Kanlı gömlekleri ve gülümseyen yüzleri en büyük yadigardı onlara. Genç kızlar ve delikanlıların gözbebeklerindeki ışıltıya gölge düşmedi. Başlan öne eğilmedi onların da. Nefes borularına gelip tıkanan öfkelerini savunmadılar boşluklara. Ne gelişi güzel esen rüzgarın koynuna bıraktılar bedenlerini, ne labirentlere, kör kuyulara akıttılar düşüncelerim, içlerinden kopan fırtınaya koyverdiler dillerini. Yaşamasa onlar gibi yaşamak, ölmekse onlar gibi ötmek; inançla, dirençle, destanlaşarak... Destanlarımıza bir yenisi eklen-di ne mutlu bize. Bir savaş ki, övünçle anacağı dünü, günü ne kadar azsa o kadar yavaşdır, o kadar zayıftır. Ne mutlu btze ki gururu-muz tarihi dolduracak kadar bü-yük. Kan bu beyler, kan. Damarda akmaz boşuna. Bu kalkan yumruk, bu dikilen baş ulaşır menziline. Kurşunlarla deşilen göğsümüz demir çubuklarla oyulan gözümüz. tavır / hapishaneden / ekim '99 / s ayı:17

ke silen kulağımız, boğazımız kabus olacaktır sizlere. İlk değildi yaşananlar son olmayacağı gibi. Ama artık duysun tüm dünya; vurulmuşsak kahpe pusularda, yitirmişsek onlarcamı-zı bir gece vakti, artık gemileri yaktık, siper ettik kendimizi. Dört bir yanda toprağa düşen bedenle rimiz yıkacak tüm setlerinizi. Bilin ki, artık tutamaz demir kapılarınız, beton duvarlarınız bizleri İnancımız ve direncimiz yok edecek sizi. Gün eskiyip, yerini yeni gelene bıraktığında gözleri, ciğerleri yakan gaz bulutu dağıldığında eli silahlı, eli kanlı yüzlerce vampirin göz bebekleri büyüdü. Tüm iht-işamıyla karşılarında duruyordu, direnişin manifestosu. Rengi daha bir berraklaşmıştı. Hiçbir bomba, kurşun silememişti onu. Koğuş duvarından tum ihtişamıyla yansıyordu. "KANLA YAZILAN TARİHİ SİLİNEMEZ!" şiarımız.


inceleme ha k a n alak

G

eçtiğimiz ay, adli yıl bildik söylemlerle başladı. Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, kendinden önceki yargıtay başkanlarının her adli yıl başlangıcında olduğu gibi, çıktığı kürsüde, devlet erkanının önünde, devlete yönelik bir dizi eleştiri sıralamaya başladı. Bu yıl diğerlerinden farklı olan şey, eleştirinin dozunun yükse kliğiydi. Sami Selçuk, devletin niteliğine yönelik eleştiriler yöneltiyordu. Böylece, bir anda demokrasi balonu şişmeye başladı. Selçuk'u alkışlayanlar, konuşmasının altına tereddütsüz imza atacağını söyleyenler sıraya girdiler. Ne diyordu Sami Selçuk, 1982 Anayasa-sı'nın gayri meşru olduğunu, bireyin kurulu düzeni sorgulama hakkı olduğunu, kültürel eşitliğin sağlanması gerektiğini vurguluyordu. Bu söylevle birlikte Anglo-Sakson hukuku da, hukuki, siyasi ve kültürel olarak gündemimize sokuldu. Liberaller, Kürt milliyetçileri, Faziletçi islamcılar bir anda, bu hukuka övgüler düzmeye başladı. Kimse Selçuk'un konuşması dışında bu Anglo-Sakson hukukunu anlatmaya gerek görmedi. Sadece ne kadar özgürlükçü olduğundan vs. bahsetti. Kuşku suz her süreç, kendi topra-

ğında, kendi özgüllüğü içinde değerlendirilip, yorumlanabilir. Ama bizim ülkemizde kendilerine siyaset kapısını açabilmek için, ortaya atılan her düşünceye saplanma öngörüsüzlüğü, kuşkusuz gündemimize daha yeni yeni kavramlar sokacak. Öyleyse sayfalarımızın sınırlılığını da gözönünüde bulundurarak bu hukukun kökenine kısaca bir değinelim. Anglo Saksonlar ve İngiltere Üzerinde hiç güneşin batmadığı sömürgeler fatihi Britanya İmparatorluğu bu yolun başındayken aslında, oldukça sancılı bir süreç yaşıyordu. Normanlar'ın, İngiltere'yi fethi ve sonraki süreç, Fransa'yla olan tarihi düşmanlık, İngiliz krallarını, krallıkları içinde baskılı bir iktidara yöneltiyordu. Çıkartılan yasalar başta derebeyleri olmak üzere tüm toplumsal katmanları rahatsız etmiyordu. İngiltere kralı Büyük Alfred, Norman akınlarından sonra krallığa yeni bir biçim verdi. Ülke kontluklara bölündü. Kontluklara bölünmek, İngiltere'de yeni bir süreç başlatıyordu. Kontlar, krala bağlılık şartıyla kendi bölgelerinde özerk davratavı r / demokrasi / e k i m '99 / sayı : 17

nacaklardı. İngiltere kralı John, 1214 yılında Fransa ile girdiği savaşı kaybettiğinde, azalan gücü en çok krallığın içindeki kriz yaşayan baronların cesaretlenmesine yaradı. Baronlar çeşitli bölgelerde ayaklanma girişimi başlatmalarına rağmen kazanamayacaklarını biliyorlardı. Ama hesaplar, müzakere yolunu açmaktı. Nitekim, bunu da başardılar. Başlattıkları ayaklanma da belki kazanmaya yetmeyecek ama müzakere yolunu açacak bir hamle yaptılar. Londra'yı ele geçirdiler. Londra'nın ele geçirilmesi kralı dize getirmeye yetecek bir güçtü. Ve barış yapıldı. Barış sonunda ortaya, tarihe mal olan Büyük Ferman yani Magna Carta çıktı. Bu ferman krallık yönetimini, krallığın himayesindeki soylu kadınların evlenmesini, varislerin haklarının korunması gibi meseleleri düzenlemekteydi. Bu ferman, temel kanun ilkelerinden çok, güncel bazı meseleleri düzenlemeye yönelikti. Ama içinde bugünün bile dikkatini çeken bir kaç madde bulunmaktaydı. Neydi bunlar? 1- Hiç bir h ü r insan, yürürlükteki kanunlara başvurulmaksızın tutuklanamaz, hapsedilemez, mülkü elinden alınamaz, kanun dışı edilemez,


y üzden de halk kesimini, y oksulları kaale alma, düşünme söz konusu değildir. Zaten tarih boyunca halka y önelik hiç bir kazanım, halkın mücadelesinden bağımsız elde edilmemiştir. Bugün Sami Selçuk'a ışık olan bu anay asa niteliği, y eni birşey in keşf i de değildir üstelik. Düşünün ki, y ukarıda say dığımız üç madde, ABD'y e biçim v eren siy asi düşüncenin temelinin oluşturmaktadır. Magna Carta Nasıl Tarihin Çöp Sepetine Atıldı? Madem önümüze Anglo-Sakson modeli konuluyor öyleyse biz de Magna Carta sonrası gelişmeyi inceley elim. Magna Carta sonrası, krala bağlılık y emini eden Büyük Şura (parle-mento) nın iki odası oluştu. Lordlar ve Avam Kamarası. Bu biçim, İngiltere'de hala v arlığını korumaktadır. Fakat bu parlamento, Magna Car-ta'nın oluşum biçiminden bağımsız olarak, kralın keyfi idaresini v e suis-timallerini meşru gösteriy ordu. Cromwell, demokrasi aşığı olarak y ola çıkmıştı örneğin ama sonu trajik bir biçimde, diktatörlere lay ık bir şekilde geldi.

sürülemez v eya herhangi bir şekilde y ok edilemez. 2- Adalet satılamaz, geciktirilemez, hiçbir hür yurttaş ondan yoksun bırakılamaz. 3- Kanunlar dışında hiçbir v ergi, y üksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan mey dana gelen bir kurula danışılmadan haciz y oluy la v eya zor kullanılarak toplanamaz. Bu f ermanın 61. maddesinde İngiliz halkına -siz kontlara anlay ın-kralı tahttan indirebilme y etkisi veriliy ordu. Dönem itibariyle çok ileri olan bu üç maddenin burjuv azinin tarih sah-

nesine çıkmasından önce kaleme alındığ ını hatırlatırız. Ama yine dönemsel koşulları da gözönüne ala-rak-çelişkinin özgüllüğünü de- krala y etki sınırlaması dışında hiçbir za rar v erilememiştir. Verilememiştir ama Britanya'da y eni bir sürecin önünü açmıştır. Kimileri bu gelişmey le açılan süreci demokrasinin gelişimi olarak y orumlamay ı severler ama bu süreçle ingiltere'de y aşananlar daha çok kontlar ile krallık kurumu arasındaki hukuku düzenler. Kontlar, egemen oldukları bölgelerde daha çok rahat v e az risk istemektedir. Bu tavı r / demokrasi / ekim '99 / sayı : 17

Ama tarih hızla akıy ordu. Siy asi, iktisadi planda da buna bağlı olarak insanlığın tanık olmadığı şeyler y aşanıy ordu. Y eni kıtaların keşf i v e buna bağımlı sömürgeleşme, sömürge-lerdeki y erleşim, oradan gelen köleler v e bunun ticareti, Fransız burjuv a devrimi v e kapitalizm... Bu süreç içinde kapitalizm, en hızlı İngiltere'de gelişti. Bunun sebepleri ney di? Burjuv a devriminin y ansımala-rıy la birlikte ticaret v e endüstrinin çıkarları ağır basan bir etki y aptı.İn-giltere, 18. yy. b o y u n c a d u r m a k s ı z ı n ticaret sanay iiy e geniş pazarlar açtı. Bunun için Fransa ile çatışmaya girdiler, İrlanda'nın sınai rekabetini ezdiler; Kuzey Amerika'nın rekabet çabalarını daha başlangıçta önlediler. Bankalar kurdular v e belki de en


önemlisi çok say ıdaki köy lü y ığınlarını topraklarından ederek y ollar ve kanalların y apımında kullanılan emekçiler durumuna getirdiler. Bu alandaki olağanüstü yoğunlaşma buharlı makinaların icadına kadar uzandı. Tarım ülkesi İngiltere, kısa bir süre içinde bir endüstri ülkesine dönüştü. Endüstrileşme-kapitalizm, sonunu da beraberinde doğurdu; yani proletery ay ı... İngiltere'de, kapitalizmin y aygın v e öncelikle gelişmiş olması, işçi sınıf ı mücadelesinin köklülüğünü de y aratmıştır. İşte o işçi sınıf ı, 1815 de çıkartılan gümrük himayeleri kanununa karşı, halkın koşullarının sef alet denecek düzey e gelmesine v e Magna Carta'y a karşı ay aklanmış, Dr. Hikmet Kıv ılcımlı'nın dey imiyle Sosy alist Halk Kartası'nı y aratmıştır. Bu halk kartası, altı şarttan oluşuyordu v e bu şartı y aratanlar, tarihe, Şar-tistler olarak damgalarını v urmuşlardır. Süreçler incelendiğinde görülür ki, bugünün batı demokrasisi denilen allı pullu sistemin ana noktaları işçi sınıf ının, halkın mücadelelerinin sonucu dayatılmış ve y ürürlüğe konulmuştur. Peki soruy oruz, Sami Selçuk'un ve alkışçılarının day andığı nokta kimlerdir? Tabi ki, kontlar, baronlar y ani bugünün burjuv a sınıf ı... Neden en çok liberaller sevindi? Sami Selçuk'un konuşması, iktidar sahipleri dışında en çok liberalleri v e ref ormist solu sev indirdi. Çünkü, Selçuk'un söy lediklerini en iy i onlar anlamışlardı. Çünkü y ıllardır Selçuk'un ana başlıklar altında ifade ettiklerini sav unuy orlar, dev lete v erilecek düzenin bu şekilde olması gerektiğini sav unuy orlardı. Selçuk'un, Anglo-Sakson hukukunu haf ızamızda canladırmay ı ba-şardıy sak bakalım bunlar neyin açılımları? Selçuk'un belirttiği noktaların başında "demokrasinin içselleştirilme-mesi nedeniy le hukukun bir y önetim aracı haline geldiği" tespiti bulun-

maktadır. Y ani bu ne demektir? Y argı bağımsızlığ ını kay betmiştir. Oysa y argı bağımsız bir hale gelmelidir. Peki bu nasıl olacaktır? Hukuku belirley en anay asalar değil midir? Bunun ekseninde gelişen ceza hukuku değil midir? Öy leyken bunu belirley en de dev letin niteliğidir. 1982 Anay asası gibi cunta kaleminden çıkmış bir anay asa ile bu bağımsızlık sağlanabilir mi? Tüm y an y asalar, ceza hukuku bu y asalarla belirlenmişken bu nasıl olacaktır? Sami Selçuk zaten bu sorumuza cev ap veriy or. "1982 Anayasası gayri meşrudur" diy or. Diy or da ne için diyor? Alkışlamadan önce bunu bir durup düşünelim. Burada vurgulanmak istenen işte y azımızın başından anlattığımız Magna Carta, kontluklara bölünmüş İngiltere'nin parçalı y önetim anlay ışından geçmektedir. Geçmektedir, çünkü bugünkü anay asa v e onun uy gulamaları devam ettikçe sorunlar büy üyecektir. Çünkü, Selçuk'ta çok iy i biliy or ki bugünkü y önetememe krizi halkın gözündeki dev letin ve hukuk kurumlarının meşruiy etini bitirmiştir. Bu y eniden v e acilen sağlanmalıdır ama bunu sağlamak için bugünkü bazı uy gulamalar terkedilmelidir. İşte mesajın bir başka boy utu Ece-v it'in demeci olan, "meclisi, kurucu meclis gibi çalıştırmak" esprisi buradadır. Y ani meşruiyeti sağlamak için bozulan parçalar onarılmalıdır. Peki bu akıl v erme demecini alkışlamak bize düşer mi? Tabi ki hay ır. Bilmek gerekir ki, bu uyarı Selçuk'tan önce Amerikan uy arışıdır. Amerika, YDD içindeki kurumsallı-ğını sağlamlaştırmak için y eni ham-lere y önelmiştir. Y argıtay Başkanı'-nın demeci bütünün küçük bir parçasıdır. Bu düzenlemelerin özünde bir özgürlük söy lemi v ardır. Ama içinde 'özgürlük' sözcüğü geçen her şey olumlu anlamına gelmez. Öy le olsay dı, özgürlükler ülkesi Amerika sözü y erden göğe haklı olurdu. O y üzden bugün empery alistler eliy le y aygınlaştırılan özgürlük söy lemi

tavır / demokrasi / eki m '99 / sayı: 17

önce dejenerasy onu, sonra esareti getirir. Say ın Y argıtay Başkanı'mız bu çözümlemeleri y aparken yani bir Ang-lo Sakson hukukunu önümüze atarken çok iy i biliy or ki, bu gelişim Britany a'da aşağıdan y ukarıy a bir day atmayla gelişmiştir. Bugün O'nun çözümü ise, 76 y ıllık cumhuriyet tarihinin v azgeçilmez y ukarıdan aşağıy a day atma politikasından başka bir şey değildir. Ama O'nun, -daha doğrusu ABD'nin- gördüğü çok iy i bir gerçek var ki, bu y ukarıdan day a-tılmadığmda aşağıdan y ükselecek hareket, patlama noktasında iktidarı niteliği değişecek biçimde alaşağı edecektir. O y üzden, testi kırılmadan önlemi alınmalıdır. Önlem alınmalıdır ama bu y apılırken çok dikkatle bu günkü devlet uy gulamaları da gayri meşru bir noktada tasv ir edilmemelidir. Çünkü bu toprağın insanı maddi dev letten önce, y üreğinde bir manev i devleti y ani vicdanı hala y aşatmaktadır. Bu noktada burjuvazinin kar hırsıy la atılan, dev leti küçültme önerileri de adım adım hay ata geçirilmelidir yoksa ters tepebilir. Öy leyse ilk aşama ne olacaktır? Dev letin saygınlığı korunmakla birlikte halkla y üz göz edilmemelidir. Bunun için bir tampon bölgey e ihtiy aç vardır. Bu da hukuk kurumudur. Dev lete v e halka v e burjuv aya v e bil cümle sınıf a "aynı mesafede, aynı uzaklıkta" bir hukuk kurumu. Halk v e dev let arasındaki ilişkileri düzenley en bir hukuk. Y asaların açıklığı, ay rımsızlığı v s. vs... Alın size 1999 Magna Carta'sı ama... Deniliy orki eşit mesaf eli bir hukuk. Dev let-hukuk-halk üçgeni... Hukuk gerekirse devleti de yargılayabilecek ama toplumsal taleplere de pabuç bırakmay acak. Peki bu hukuk adamları nereden gelecek, aydan mı? Peki devlet kimin devleti olacak? Y a da devlet nerede duracak, Y ani halka ne kadar y abancılaşacak? İşte, bu göze hoş gelen taleplere karşılığımız buradadır. Bu iddialar-


da sınıf gerçeği, sınıf ın çıkan y oktur. Daha doğrusu v ardır ama iktidarı oluşturan burjuva sınıf ın çıkarı v ardır. İşte, devrimci hareketin, "Bu bir ABD çözümüdür!" demesinin sebeb buradandır. Çünkü, sunulan bu taslak dev leti tamir etmey e y öneliktir. Halkı oluşturan sınıf lara bir yarar yoktur burada, sadece ağızlara sürülecek bir parmak balın teoremi hazırlanmaktadır. "Peki liberaller niy e buna en çok sev inenlerdir?" diye sorulacak olursa... Bu sistem, onların sav unduğu sistemdir. Liberaller, ref ormistler, sivil toplumcular böy le bir düzen içinde verilen birkaç hakkın yarattığı nispi refahla yetinir. Onlar, sistemin deği-şebilirliğine inanmaz. Dev let-hukuk-halk üçlemesi onun y ıllardır y atkın olduğu bir yaşam biçimidir. Onlar diy or ki tamam siyasi güç (dev let) niteliği ne olursa olsun orada dursun, kurumlaşsın, silahlı kuvvetlerini vs. oluştursun ama beri y anda toplum da kendi kurumlarını oluştursun. Y ani siv il toplum gelişsin, yani kimse, kimsey e karışmasın. İşte Marx, dev leti çözümlemesinde, He-gel'in hukuk f elsef esinde bunu çökertir v e dev leti ne y ukarıdaki eli sopalı bir güç, ne hukuku y abancılaşma unsuru, ne de bırakınız y apsınlar, bırakınız geçsinlerci anlay ışı kabul etmez ve çökertir. Der ki, "Bizim devletimiz toplu msallaşmış, toplumla iç içe ona yabancılaşmayan bir kurumdur yani halkın devletidir." İşte liberali, reformisti bunu kabul etmez. O yüzden de Selçuk'un konuşmasını ay akta alkışlar, hararetle sav unur. Liberaller, ref ormistler, görünüşte halkın y anında y er almalarına rağmen özünde sermay enin çıkarlarını temsil ederler. Onlar, iktidarm, ekonomik hayata karışmamasını; iş, sermay e ve özgürlüğün ekonomik refahın başlıca unsurları olduğunu sav unurlar. Onlara göre dev letin rolü sadece mülkiyeti sav unmak olmalıdır. Sermayedar v e işçi arasındaki ilişkiler konusunda ise kapitalistler, işçile-

ri insanlık ve adaletle y önetmeye bakmalı, böy lece işçilere iy i ücretler v e iyi ça- lışma şartları v ermelidirler. Hay di ellerimizi kaldıralım v e 'lay-lay lom' şarkıları söy ley elim. Poly an-na'nın iy imser düny asından, Alice'nin harikalar diy arına koşalım. Liberallerin bu genel teoremi, kağıt üzerinden, gerçek hayata nasıl uyarlanmıştır, bakalım. Bu denilenlerin y apılabilmesi için düzenin, önce halkın önde gelenlerini y ani dev rimcileri imha etmesi gerekmiştir. Bunu başardığı ölçüde liberali zmin görüşlerine prim v ermiştir. Y ani çok duy duğumuz dey imle "demokrasinin gelmesi için 'terör'ün bitirilmesi şart." olmuştur. Bu günkü liberal atağın altında da bu y atmaktadır. Görece bir zaf er, liberallere ov uşturmaktadır.

ellerini

Fakat, bu söy levin üzerinden geçen birkaç gün bizim liberallerin hevesini kursağında bırakmıştır. Çünkü alkışlar dinmiş, Selçuk'un konuşmasına y önelik iktidar kastının en üstünden eleştiriler gelmey e başlamıştır. Selçuk, bugünün koşullarında, kantarın topuzunu kaçırmıştır y ani. Adım adım, 'demokratikleşme' sürecinde, Selçuk biraz hızlı hızlı söylemler geliştirmiştir. Ama söylev coşkusuy la es geçtiği nokta başka birimlerde dillenmiştir. Bu ülkedeki adaletsizlikler, sömürü, ülkemizin bir yeni sömürge oluşu, dev rimci bir damarı sürekli kılmaktadır. Hareketavı r / demokrasi / ekim '99 / sayı : 17

tin üzerine bir y erden darbe vurulduğunda, başka bir y erden uç vermektedir; O y üzden de batıda olduğu gibi hızl ı bir atak bizim buralarda beklenemez. Zaten ef endi Amerika bunun reçetesini y azmıştır. Günde kaç tane hap(k) alacağımız bellidir. Y ani empery alizm, meseley i, bizim diplomatik solcularımızdan daha bilimsel olarak masay a y atırmıştır. Haklar, sindirile sindirile v erilecek, bir y andan da dev rimci çevrelerle mücadele edilecektir. Söy lediklerimizin ispatını aray anlar, Ankara Ulucanlar hapishanesi ile Adana'daki kan gölüne bakabilirler. İşte Anglo Sakson Hukuku, sömürgelerinden kan taşıy an imparatorluğun, sömürgesi kan taşıy or. •



inceleme y as emin öz demir

lkemizde aydının önefarklı gelişmişlik se viyeleri gösteren diğer devlet ve halklara göre, daha bir önem arzetme-ktedir. Daha önemlidir çünkü, bizim gibi ülkelerde uygulanan faşizm kendisine "aydın" lar ve partiler aracılığıyla kitle tabanı yaratırlar. Gelişmiş emperyalist ülkelerde olduğu gibi, iplerin elden kaçtığı ve derin bunalımlarını açmak amacıyla, bir dönem için burjuva demokrasisine, ara verir, iktidara getirdiği faşist parti eliyle faşizmi uygular. Bu nedenle de, aşağıdan yukarıya oluşan bir kitle desteğine sahiptir. Bizim gibi ülkelerde ise faşizm, bir iktidar sorunu değil, devletin bizzat tüm kurumlarıyla yukarıdan aşağıya örgütlediği ve uyguladığı bir yöntemdir. Devletin ta kendisi faşisttir. Yukarıdan aşağıya örgütlendiği ve bizzat kendisi tüm kurumlarıyla faşistleştirildiği için de, kendisine kitle tabanı yaratabilmek için, aracı olarak, aydınları kullanmak, aydınları yanına çekmek zorundadır. Emekçi kesimler içinde aydınların önemi büyüktür. Çünkü, emperyalizm döneminde; egemen sınıflar, emekçi halk kitlelerini o kadar çok yoğun bir sömürüye tabi tutmaktadırlar ki, emekçi sınıflar, günlük ge-

çim derdi nedeniyle entellektüel bilgi birikimi ve ideolojilerini yaratma olanaklarından uzakta kalmaktadır. Bu durum, emekçilere farklı bir ke sim tarafından sınıf bilinci verilmesi ve ideolojilerini oluşturmasını zorunlu kılmaktadır. Bu görevi yükümlenen kesim de, aydınlardır. İşte bu gibi nedenler yüzünden hem egemen sınıflar, hem de emekçiler ve ezilen sınıflar açısından aydının tavrı önemlidir. Bu sınıf çatışmasında aldıkları role göre de, aydınların karakteri belirlenmektedir. Bu çerçevede, ülkemizde bazı aydın tiplemelerini ele alacak, örneklerle açmaya çalışacağız. Bu noktada daha çok, ezilenlerin yanında yer alan gerçek aydınları değil de, kendisine aydın misyonu biçilen, düzenle bağlarını henüz koparmamış, ehlileştirerek düzene adapte edilmiş, dönekleştirilmiş ya da ortama göre kendisine bir rol biçen 'aydınlarımızı' ele alacağız. Öyleyse öncelikle, bizzat devletin yarattığı ve empoze etmeye çalıştığı "aydın" üzerine bir örnekle başlayalım. Bu örneğin en başta geleni Orhan Pamuk'tur. 12 Eylül bütünüyle kurumsallaştırıldığı faşizm, 1990'lı yıllara gelindiğinde, artık işlemez hale gelmiş; toplusal muhalefet yükselmeye tavı r / aydı nlar / e k i m '99 / sayı : 17

başlamıştır. Bu muhalefetin önüne geçmek gerekmektedir. 1980'lerin ikinci yarısında başlatılan ve başını Pınar Kür, Latife Tekin gibi bir kısım "yazar"larm çektiği küfür edebiyatı tutmamış; buna daha farklı yönden destek çıkılması, zorunlu hale gelmiştir. Bir yandan bu küfür romanları/edebiyatı sürdürülür, cinsel özgürlük vb. kavramlar toplum gündemine oturtulmaya çalışılırken, bir yandan da seslerini yükseltmeye başlayan aydınlara çeki düzen verilmeye çalışılır. Sınıf dayanışması, sınıflar mücadelesi, ezilen sınıflara bilinç taşınması gibi düşünceler ve davranışlar tukaka ilan edilir, ancak bu yok edilmeye çalışılan muhalif aydınların yerine yeni bir aydın tiplemesi çıkarmak zorunludur. Bu tipleme hemen bulunur: Orhan Pamuk. Orhan Pamuk bir burjuvadır. Sisteme bağlıdır. Sistemin devamı, onun çıkarlarının da karşılanması anlamını taşır. Halka, halkın yaşantısına dair hiçbir şey bilmez. Halka yabancı olması ve burjuva düzenin bir temsilcisi olması, konumu nedeniyle de, düzene muhalif hiç bir yanı yoktur. Arada bir, Avrupa'nın da etkisiyle sistemin içindeki bir takım 'aksa klıkların' göz önünde olmasını önlemek açısından, muhalefet yaparmış gibi gözükür. Düşün-


cenin yasaklanmasını "protesto etmek" amacıyla dilekçeler yazar, bir, iki basın açıklamasında bulunur, bu yeterlidir onun için. Zaten Orhan Pamuk'a göre aydın, hiç bir sınıfla olmayan; sınıflar üstü bir kişidir. Onun görevi sınıflar arası uzlaşmayı sağlamak, hakemlik yapmaktır. Egemen sınıfların yaratmak istediği ve kitlelere empoze etmeye çalıştığı da bu düşüncedir zaten. Egemen sınıflar, aydını, insanların kafasında; yalnızca kendi bunalımlarıyla meşgul olan; yol göstericilik, aydınlatıcılık ve politik bilinç taşıma görevlerinin varlığını bile inkar eden tipler olarak yaratmak, şe killendirmek istemektedirler. Halkların kafasında yaratılacak böyle bir aydın tiplemesiyle, toplumsal muhalefet içinde yer alan, kitlelere politik bilinç taşıyan ve ezilenlerin yanında olan aydınlar, halk kitlesinden soyutlanacaklar; yasadışı, yıkıcı vb. kavramlarla kolayca suçlanacak, susturulacaklardır. Bütün bu yazdıklarımız, egemen sınıfların Orhan Pamuk'u "aydın" olarak önümüze sürmelerinin, öne çıkarmalarının, bizlere empoze etmelerinin nedenleridir. Orhan Pamuk, düzenin şişirdiği bir "aydın" tipidir. Düzen yalnızca Orhan Pamuklarla bu işi yürütemeyeceğini bilmektedir. Bu nedenle de , devşirme-dönekleştirme çabalarını kesintisiz sürdürür. Cumhuriyetin kurulmasının ilk yıllarında olduğu gibi baskılarla, maddi zorluklarla, ya da bir takım olanaklar sunarak, zayıf kişilikli bazı aydınları yanlarına çekmeyi başarmışlardır. Bu aydınlardan kimileri ehlileşirken, kimileri de tam anlamıyla düzene adapte olarak dö-nekleşirler, geçmişlerini inkar ederler. İnkar etmeyenler de, nostaljik-melankolik anmalarla, yeni maskelerini örtbas etmeye çalışırlar. Ehli-leşenlere geçmeden önce, dönekle-şenlere örnek vermeyi, bu noktada

daha yararlı görmekteyiz. Çıplak zorun, açık faşizmin; kısacası ağır baskı ko şullarının yaşandığı dönemlerde, aydınlarımız da kendilerine çeki-düzen verirler. Tarihten gelen karakteristik özelliklerini, böylesi dönemlerde daha açık gösterirler. Egemen sınıflar, sistemlerini pekiştirmek, muhalefeti ezmek, yok etmek için, her dönem yanlarına aydınları almaya, kendi sözcüleri durumuna getirmeye çalışmışlardır. Devşirme-dönekleştirme çabalarına büyük önem verirler. Çünkü bilirler ki, ezilen sınıflar, bir dönem kendi saflarında gördükleri, yanlarında bildikleri, düzene muhalefet eden aydınları, bir anda karşı saflarda gördüklerinde, kafa karışıklığına, inançlarda zayıflamaya, güvensizliğe kapılırlar. Öyle ya, okumuş kültürlü olanlar, kendilerinden -ezilen sınıflardan- çok daha bilgilidirler. Onların sahip olduğu bu bilgiyle karşı saflara geçmeleri kendi tuttukları yolun da "doğru olmadığı", ku şkusunu yaratır. Bu doğal olarak o güne dek savundukları ideolojiye inançlarını zayıflatır. Bu durumu çok iyi tahlil eden egemenler, bu tahlilden yola çıkarak, sürekli aydın devşirmeye, dönekleştirmeye çalışırlar. Bu çabaları kimi zaman maddi olanaklar sunma biçiminde olurken, kimi zaman da ağır baskı ve zor kullanarak, tecrit ederek uygulanır. Aydınların tarihten gelen, devlete yaslanma gelenekleri, maddi olanaklarını, geçimlerini bürokrasi içinde temin etmeleri, egemen sınıfların işini daha da kolaylaştırır. Bu maddi olanakların ke silmesi, beraberinde baskı uygulama, aydınlarımızı yan ve saf değişirmeye yöneltir. İşte böylesi aydınlardan iki örnek: Ahmet Altan ve Hasan Cemal. Kendilerini '68 kuşağından aydınları olarak niteleyen Ahmet Al-tan ve Hasan Cemal bu yıllarda toplumsal muhalefetin yükselmesine paralel olarak, devrimcilerin ya-tavı r / aydı nlar / ekim '99 / sayı: 17

nında yer almışlar, ancak hiçbir zaman devrimcilerle mücadele içinde birlikte hareket etmemişlerdir. Özellikle Hasan Cemal bu ve daha ileriki yıllarda -'70'li yıllar- devrimcilerin uzağında durmuş, muhalefetini yalnızca söylemle sınırlamıştır. Ahmet Altan da 12 Mart faşist darbesi öncesinde sivil faşist saldırıların artması nedeniyle can güvenliğini sağlamak vb. nedenlerle devrimcilerle yakın durmakla birlikte, örgütten ve örgütlü mücadeleden kaçınmayı kendine daima ilke edinmiştir. Yoksul Anadolu insanının ağalara, baskıya nasıl başkaldırdığının, Anadolu halklarının geleneklerinin destanını yazan Yaşar Kemal'in yazar-edebiyatçı kimliğini bir yana bırakırsa k -çünkü yazı konumuz bu değildir- Yaşar Kemal söyledikleri, yazdıkları, yaşamı arasında paralellik, uyum bulmakta oldukça zorlandığımız aydınlarımızdandır. Yazdığı romanlar, yalnızca Anadolu halklarına değil, tüm dünya ezilen halklarına, emekçilerine ilham veren, mücadele edilmesini gösteren eserler olmaları yanıyla, doğal bir saygınlık kazandırmıştır Yaşar Kemal'e. İnce Memed, Demirciler Çarşı sı Cinayeti, Yer Demir Gök Bakır adlı romanlarında toplumsal yaşamdaki çelişkileri, sınıf mücadelelerini, ezilenlerin haklarını nasıl alacaklarını ve sömürü düzeninden nasıl kurtulunacağını gösteren Yaşar Kemal, binlerce devrimcinin hapishanelere atılmasından, binlerce insana uygulanan işkencelerden, sokak infazlarından birinci dereceden sorumlu Mesut Yılmaz'ın "dostu" olabilmeyi de başarıyla hayata geçirebilmektedir. Bir başka deyişle Apti Ağalar'a karşı İnce Memed'e başkaldırtan, yoksulluğa, baskılara, sömürüye isyan ettiren Yaşar Kemal; yaşamında Apti Ağalar'ın çıkarlarını koruyan, onlar adına yoksulları ezen, işkence ettiren, katlettiren, temsilcileri durumundaki Mesut Yılmazların "can


dostu" "dert ortağı" olabilmektedir. Yaşar Kemal, ülkemizin yetiştirdiği sayılı aydınlarımızdan biridir, Önde gelenlerindendir. Ve yine Y a -şar Kemal tıpkı öncülleri gibi geleneksel aydın karakterini taşıyan; bir yanıyla düzene bağlı; bir yanıyla da ezilenlerden yana olan; iki arada bir derede kalan, ne yardan ne serden geçebilen aydınlarımızdan biridir. Yaşar Kemal'in yaşamını incelediğimizde onun, devleti doğrudan hedef alan, devlete ve sömürü düzenine muhalefet e d e n bir y a n ı n ı görmekte zorlanırız. Yaşar Kemal, yaşıtı aydınların karşılaştıkları baskılar ve zulümlerden dersler çıkarmıştır. Her ne kadar kendisi de bu baskı ve zulümden nasibini almışsada bu kadarını kendisi için yeterli görmüştür. Aynı şekilde düzenin, egemenlerin kendisine ve kendisi gibi muhalif durumda olan aydınlara sunduğu nimetlerin de farkındadır. İşte asıl sorun ve Yaşar Kemal'i ikircikli kılan bu farkında olduklarıdır. Yine farkında olduğu bir başka yan da kendisinin sınıflar üstü kalması ve özellikle Avrupalı devlet adamlarıyla samimi ilişkiler içinde olması halinin, ona bazı avantajlar sağlayacağıdır. Bu durum popülaritesini arttıracağı gibi maddi sıkıntı çekmesini de önleyecek, böylece yaşıtı Orhan Kemaller, Nazımlar vb. gibi yoksulluk içinde bir yaşam sürmesi olasılığını ortadan kaldıracaktır. Ayrıca zulümden ve baskıdan hapishane yaşamından da uzaklaştıracaktır. Saydığımız bu nedenler, aydınımız Yaşar Kemal'i ezilenlerin yanında, onlarla omuz omuza görmemizi engelleyen, en önemli etkenlerdir. Yaşar Kemal, yukarıda saydığımız ve daha benzer saydığımız nedenlerden dolayı örgütlülüğü, örgütlü mücadeleyi, bire bir emekçi halklarla birlikte olmayı reddeder. Disipline gelmez. Bireysel çabalarla hem popülaritesini arttırmayı

amaçlar, hem de aydın olmanın gereğini yerine getirdiğini topluma göstermesini sağlar. Böylesi bir yaşam sürmesi; emperyalist tekellerin himayesinde ve onların, ezilenlerin kanı canı üstünde oluşturdukları sermayelerinin üzerini örten, bu yanlarını gizleyen bazı "hayır kurumları ve yardım kuruluşları" tarafından ödüllendirilmesini de beraberinde getirir. Bu ödüller ve popülarite de Yaşar Kemal'in daha rahat ve hiç bir riskle karşılaşmadan yaşamasına olanak yaratır. Bütün bu olanakları, konforu tepip, yıllarını hapishanelerde geçirme, işkence görme, yoksulluk içinde yaşama, Yaşar Kemal'in tercih edebileceği bir yaşam tarzı değildir. Bu nedenlede o, halktan uzak, kendi yarattığı fil dişi kulesinde yaşamayı, arada bir "muhalif" olmayı yeğlemektedir. Sonuç Ülkemizde yalnızca böylesi aydınlar mı yaşamakta? Elbetteki hayır! Gerçek aydınları da yetiştirir halkımız. Ki onlar kendilerinden sonra gelen kuşaklara çok önemli, güçlü miraslar bırakmışlardır. Egemen sınıfların yaratmaya çalıştığı yoz-dejenere kültürle bütünleşmiş, onursuz, kişiliksiz tiplemelere karşı halk kültürünü ve geleneklerini yaşatan, tüm baskı ve teröre, zulme rağmen ezilenlerin yanında olmaktan yılmayan, geleceğin toplumunun ihtiyacı, yeni insan tipi ve kültürünün oluşmasında aktif roller üstlenen, toplumsal mücadelede emekçi sınıflarla omuz omuza olan aydınlarımızı da halklarımız bağrında yetiştirmiştir. Ülkemizde aydın olmak, birçok bedeli ödemeyi göze almaktan geçmektedir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar, silinip günden güne yok olurken, bedel ödemekten kaçınmayan, yıllarca hapisliklere, sürgünlere, baskılara, yoksulluklara katlanmak pahasına, aydın ol-tavı r / aydı nlar / e k i m ' 9 9 / sayı : 17

manın sorumluluklarını yerine getirenler halklarımızın nezdinde ölümsüzlük kervanına katılmışlar ve saygınlıklarını yitirmemişlerdir. Yıllarca hapishanelerde yatmak, ülkesinden, çok sevdiği insanlarından uzak kalmak, sürgünde olmak, nasıl Nazım Hikmet ustayı aydın olmanın sorumluluğunu yerine getirmekten uzaklaştıramamışsa; Yıllarca hapisliğin yanısıra yoksulluğun girdabında yaşamak, ekmek parası bile bulamamak, açlıkla yüzyüze kalmak, düzenin, egemenlerin gadrine uğramak, nasıl Orhan Kemal'i, Rıfat Ilgaz'ı, Hasan Hüseyin'i mücadeleden koparamıyor, halk saflarında halkla birlikte, halkın kültürünü yaratma ve yaşatma da yılgınlığa düşürmüyorsa; Yıllarca hapislerde kalmış olmak ve daha da yıllarca kalacak olmak, baskı ve zulme uğramak, şovenist politikalarla tecrit edilmek, İsmail Beşikçi'nin kalemini, dilini susturamıyorsa; sürgünler, hapislikler, işkenceler Behice Boran'ı, Doktor Hikmet Kıvılcımlı'yı, Mihri Belli'yi nasıl yıldıramıyorsa; Günümüzün aydınlarını da yaratacaktır halk. Yarattığı aydınlar, gerçek aydın olmanın sorumluluğunu, yükümlülüğünü yerine getirecektir. Kendisine aydınım diyenlerin, önümüzdeki süreçte yapması gerekenler bellidir. Henüz vakit geçmemiştir. Onların da, halkın saflarında, halkın mücadelesinde saf tutacaklarına olan inancımızı hala korumaktayız. • -Bitti-

Kaynaklar: 1. Aydın Üzerine Tezler Yalçın Küç ük 2. Türki ye'nin Düz eni Doğan Avcıoğlu 3. Alman İdeolojisi M.Engels 4. Türki yede Sol Akıml ar M.Tuncay 5. Az Gelişmişli k Sür ecinde Tür ki ye Stefanos Yarasimos 6. Çağdaş Türki ye Tarihi


araştırma z er r in kay alı

alkın tarihi; zulmün, göz y aşının, açlığın, susuzluğun, acıların tarihidir. Halk tarih boy unca bü-y ük acıları y aşamıştır.Günü gelmiş katliamlar y aşamıştır. Günü gelmiş ev inden, barkından, memleketinden koparılmıştır. Çoluğunu çocuğunu, gencini, yaşlısını kay betmiştir. Halk sonra almış bağrındaki büy ük, onulmaz acıları, türkü örmüş, ağıt örmüş, şiir örmüş, destan örmüş... Y emen'i hepimiz biliriz. Nereden biliriz? Ağıtlardan, türkülerden, şiirlerden v e destanlardan biliriz. Halk acılarını, tarihe, silinmez bir acı y umağıy la; destanlar, ağıtlarla şür v e türkülerle silinmemecesine kazımıştır. Depremler... Halkın bir çok acıy ı bir arada y aşadığı depremler. Halk depremlerde; çocuğunu eşini, y alanını, sev diklerini kay betmiş v e ev siz barksız aç açıkta kalmıştır. Halkımız tarihte bir çok deprem y aşamıştır. Ve bu depremleri o dönemin şairleri dizelere dökerek bu günlere ulaştırmışlardır. Örneğin, Menas Ceranyan, Halit Efendi, Kanlıcalı Hüseyin Poyraz, Tevfik Fikret ve Zaralı Halil gibi. Menas Ceranyan 1730'da Har-put'ta doğmuştur. Ermeni halk şairidir. Hem Ermenice hem de Türkçe şiirler, destanlar söy lemiş ve şarkılar y apmıştır. 1813'te istanbul'da ölmüştür. Cerany an 1776 depreminden sonra f aciay ı anlatan bir şiir y azmıştır. Bu

şiirinde, İstanbul'da ev leri y ıkılanların mey danlarda, çadırlarda y aşadıklarını v e insanların derin acılar içinde olduklarını anlatır: Hey ağalar size tarif edeyi m Bir zali m titreme çekti istanbul Ortalığı yakıp berbat eyledi Ç alkalanıp durdu bir an İs tanbul Şu güzel İstanbul bahçeli bağlı Döşemesi mer mer köşklü s araylı Güzel bedestenli, çarşı paz arlı Açıl mış bir gül i di soldu İstanbul Yetmişiki millet y olundan şaştı Ondan y er titredi, mizanı boz uldu Nice binal arın temeli kaldı Ki mi ni yarıya böldü İstanbul İstanbul dediğin büy ük hanedir Evliya yatağı ve bir tanedir Demeyi nki sakın sonu fenadır İnşallah yine şen olur İstanbul Ceryanoğlu s özüm burada k alsın Şükür-u s aate hünk ar sağ ols un Mevla kendine ömürler v ersin Açıldı bedesten güldü İstanbul

Menas Cerany an'ın 1776'daki depremi anlattığı gibi; Halit Ef endi de 1894'deki depremi anlatmıştır... Halit Ef endi, 1890'lı y ıllarda F a t i h ' d e -ki askeri ortaokulda öğrencidir. Hakkında bildiğimiz tek şey 1894 depremini anlatan bir şür yazmış olmasıdır. Şiirinde; 1894 İstanbul depremini; depremde y aşadıklarından kısa bir kesit y azdıktan sonra anlatmay a başlar... Depremden sonra İstanbul'un tavı r / folklor / ekim '99 / sayı : 17

bir çok y e r i n d e y a n g ı n çıktığmı; binaların hanların, karakol v e kışlaların, camilerin y ıkıldığını anlatır. Sonra halkın mallarını kay bettiğini bir y ıkık hanın altında kalan bir insanın kur tulmasını v e bir çok devletin deprem dolay ısıy la y ardım y olladığını anlatır. Muharrem ayında bir salı günü Saat hemen hemen geç mişti dördü Ahali o anda zul üm gör dü Cihan bul anmıştı toz a dumana Kurtulduk bi nadan çok ş ükür ettik Halimiz k al madı cümlemiz bittik Anne babamızı gör meye gittik Haz ır olduk bütün emre fer mana Zelzeleden s onra çıktı y angınlar Yıkıl dı asla sağlam duvarlar Kayboldu ve gitti bütün hep mallar Herkesin bakışı daldı hicrana Edirnek apı'da çök tü minare Harap ol du gitti civarda kale Kurtul maya artık yok tu bir çare Herkes dök ül müştü bağa bostana Yıkıldı hep bütün k agir bi nalar Çatladı karakol, kışl a duvarlar Harap ol du c üml e hanl ar hamamlar Yazık değil miydi bunc a ins ana? Zelzeleden ç arşı ol muştu harap Dökül müştü her y erden ta ile türap Ezilenler için hiç yapma hesap Ces etler serildi bütün mey dana Bir kims e v ar idi hanın içinde O da kal mıştı bu zul mün di binde Çıkar dılar tozla toprak içinde Selvi gibi boyu dönmüş kemana


Onu k urtardıl ar toprak içinden Tuttular ç ektiler iki kolundan Veriverdi bir ses o derunundan Ç ehnesi benz erdi bir kahramana Sonra her devletten iane gel di Takdir böyle i miş, yerini buldu Nice c an v e canan gül gi bi soldu. Kara haber gitti bunc a cihana Nasıl zelzele bu, tam bir zulümdür Söz ve laf anlamaz, böyle z ali mdir Babalar evlatlar sarılır durur Yeniden gel mişler s anki cihana Sene tam 1312 ( 1894) tamam Bütün olanları eyledi m bey an Söyles em pek çoktur as ılı kel am Gayret et sen Halid iş bu des tana

Kanlıcalı Hüsey in Poy raz adında, eski bir tulumbacı reisi de 1894 depremine ilişkin y azdığı şiirinde oturduğu evin çöktüğünü, kendisini dışarıy a zor atarak kurtulduğunu anlatır: Aman allah dedi m nedir bu hal et Çıkarken k apıdan çünkü s elamet Yıkılldı başıma baca nihay et Etti beni o dem hak ile yeks an Yirmi s ekiz Haziran'da ihv anım Kara toprak oldu mekanım Ok unanlar beni m garip destanım Etsinler ruhuma fatiha ihs an

Tevf ik Fikret, 1897 Balıkesir Depremi'nde bir köy de gördüğü acı dolu, day anılmaz manzara karşısındaki duy gularını bir şiirinde işlemiştir... Tevfik Fikret, depremde harabeye dönen köy deki bu tabloyu; tanrı tanımaz, kaba v e pis bir insanın görse de y üreğini sızlatacağını y azar. Ay rıca bu şiirinde derin bir duy gu yoğunluğunu v ermiştir. Tevf ik Fikret, herkesin y üreğini sızlatacak bu durumu anlatmış ve şiirini dullara v e y oksul kalmış y etimlere yardım edilmesi çağrısıy la bitirmiştir. Verin Z avallılara Depremi n yıktığı bir köy ş u yanda bir çatının çürük direkleri dehş etle fırlamış öteden çamur yığıntısı ş eklinde

bir zemin katının yıkık temelleri görünmekte uzakta bir mesken yere doğru eğil miş , hemen y ıkılac ak; önünde bir kadın... oof, artık istemem gör mek Bu tablo kalbi mi kışkırtmak içins e yeter; tasarlayamam bir yürek, olsada tanrı tanımaz olsa da kaba v e pis, ki böyle bir durumu görüp de sızl amasın... şi mdi sil bu görüntüy ü bu yas tablos unu her türlü dehş etiyle alın, şu s aygı değer v atanın soğuk bir köş esine; bütün o yürek parçalayıc ı görünümü bir de k alın kar örtüsüyle örtün ki, titresin de yine -içinde saklayarak felak etinin yakıc ılığını-yabanc ı gözlere gös ter mesin s efal etini... nasıl dayanır karşısında bunun, bu gözyaşı dolu üzüc ü sahnenin biraz hamiyet v e acımayla sızl anan temiz yürek. Derin iniltili çarpıntılarla toprağın göğsü üzüntülerini söyler bu eleml er tablosuna sizin de k albiniz elbet acır değil mi? verin verin şu dullara yoksul kal an ş u yeti mlere verin inleyişlerine son ş u bir yığın i nsanın...

Zaralı Halil ise 1839 Erzincan depremiy le ilgili şu dizeleri y azıy or; Zelzele ol unc a kay alar çatl ar mi nare düşünc e top gibi patl ar telgraf işlemez kesildi hatl ar Kara duman Suşehri'nin ovası dağıl mış z ülfü gerin yuvas ı yavrular ağlıyor yok tur anası sene sene s ene kanlı sene.

1939 y ılında y aşanan v e on binlerce insanın ölümüne sebep olan Erzincan depreminin ardından hapishanede olan Nazım Hikmet depremin acısını y üreğinde hissedenlerden biriy di. "Kesemden v erecek ş eyi m y ok. Yüre ğimde n verdim" diy erek yazdığı şiir tavı r / folklor / ekim '99 / sayı : 17

depremde hay atmı y itirenlerin y aşadıklarını v e çaresizliklerini güzel bir dille anlatmakadır. Kara Haber Erzincan'da bir kuş var kanadında gümüş yok gitti yari m gel medi gayrı bunda bir iş yok oy dağlar dağl ar dağlar... aldı ellerine k anlı başını karın ortasında Erzincan ağlar... o ağlamasın da ki ml er ağl asın... kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer... yan y ana sırtüstü y atan öl üler akşam olur tandıramaz ateşini y andıramaz... günağarır şafak sök er kims ecikler gitmez suya. ezil miş başlarıyla ölüler vardılar uy anıl maz uykuy a. ses edip gecey e beyaz taş ından kışlanın saati çal dı ikiyi. Ne çabuk lahzada bitti yaş amak Ki misi altı aylık kimi nin s akalı ak kimi on üç on dört y aşında kimi y ola gidec ek, kimi mektup bekler yanyana s ırtüstü yatan ölül er yayık ta yağ vardı dövülemedi, ak peynir torbaya koyul amadı, hasret gitti ölüler düny aya doy ulamadı.. uyanıp k açamadılar kuş olup uç amadılar açıldı k uyular ki mse i nemez Erzincan bey giri rah vardır amma ölüler ata binemez yanyana s ırtüstü yatan ölül er

1939 y ılında y aşanan Erzincan depremi ülkemizde v e tüm düny ada büy ük yanküar uy andırmıştı. Depremin acısı halk türkülerine de konu olmuştu: Karardı dağların bul uta doldu oval ar yaylalar mezarın ol du s öyle göğsündeki canlar nic oldu Erzincan Erzinc an c anım Erzincan Erzincan y üreği m yandı dağladı s el oldu gözümün y aşı çağladı ben değil cihan sana ağl adı ağl adı Erzincan güzel Erzincan... •


değerlendirme se rd a r bulat

ABD'nin Gayrımeşru Çocuğu

Satanizm

R

uhsal dengesi bozuk üç gencin işlediği sapıkça bir cinayet bir anda gündeme bir bomba gibi düşmedi, düşürüldü: Ve bir anda baş düşman satanizm keşfedildi. Ne kadar büyük bir tehlike olduğu, bütün ülkeyi bir örümcek ağı gibi sardığı anlatıldı... Her yerde bu konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Yaşanan deprem, haritadan silinen koca koca "sanayi kentleri", beton yığınları altında can veren onbinler, "Devlet Nerede?" diye haykıran yüzbinler, aç-açıkta bırakılan, çadır istediği için coplanan depremzedeler... Gelen yardımları bile organize etmekten aciz; yaşananlara rağmen "Tahkim" i, "Sosyal Güvenlik Yasa sı" nı bir gecede geçirecek kadar fırsatçı; halk acı içinde kıvranırken günlerce, kılını bile kıpırdatmayacak kadar halka yabancı olan devlet!.. Her şey ama her şey bir anda unutuldu.Unutturulmaya çalışıldı... Ekranları, gazete sayfalarını satanizm yaygaraları kapladı. "Satanizm nedir, ne değildir?" biz buna değinmeyeceğiz. Sağolsun medyamız sayesinde satanizmin ne olduğunu, tarihçesini, şeytana nasıl tapınıldığını, ayinlerin nasıl yapıl-

dığını, ilgili kitapların nereden alınabileceğini, şeytana tapmanın şartlarını; kısacası şeytana tapmanın bütün teknik boyutlarını öğrendik. Bilgi dağarcığımız gelişti. Entelektüel bilgimiz arttı. Aynı zamanda arayış içindeki gençlerimize üstü örtülü bir propaganda yapılarak "çözüm yolu da" gösterilmiş oldu. Bir anda ortalığı "uzman" psikologlar, pedegoglar, aile uzmanları kapladı... Ağzı olan konuştu. İlgili ilgisiz herkes bir şeyler söyledi. Kimileri bu gençlerin sorunlu bir çocukluk geçirmiş olabileceklerini iddia etti, kimileri ailelerinin ilgisiz kaldığını, kimileri de kuşak çatışmasının geldiği boyutu anlattı. Herke s olaya kendince bir açıklık getirmeye çalıştı. Kimileri ise sorunun özüne yaklaşsalar da yine de kıyı sından-köşesinden geçmeyi tercih ettiler. "Her genç kız gibi güzel giysilere, hoş takılara, televizyonda gördüğü türden yaşantılara özendi. Dar gelirli aile çocuğu olmanın maddi manevi sı kıntılarını çekti. Satanistlerin tek tip siyah giysileri; sahip olamadığı güzel giysilerin yokluğunu gizliyor, çok şeyler vaat eden ideolojisi bir umut ışığı gibi tavı r / gençlik / ekim '99 / sayı : 17

gözüküyordu. (...) Ve giderek içine kapandı. (...)İnsanlara kin duymaya başladı.(...)" Tüm ülke gazetelerde bu ve buna benzer haberleri okurken "kahraman" polisimiz de "cansiperane" bir şekilde huzur-suzluk- operasyonlarını başlatarak; duruma "el koydu": Bir çok kafe-bar, müzik marketi basarak uzun saçlı, dövmeli, küpeli, siyah giyinen binlerce "satanist örgüt mensubunu" gözaltına aldı. hem de kaset, konser afişi gibi yasadışı dokümanlar ve şarkı sözleri gibi yasadışı sloganlarıyla birlikte. Satanizmin kökünü kazımaya ant içmiş polisimiz ve medyamız bu uğurda tüm bir gençliği satanist ilan etmekten çekinmedi. Deprem sonrası devletten önce yardıma koşmasıyla halkın güvenini kazanan gençlik bir anda tukaka ilan edildi... Evet bir gerçeklik var: Gençliğimiz tüm olumlu dinamiklerine rağmen bu gün onlarca sapkın akımın etkisindedir. Arabesk kon serlerde kendini jiletleyenler, saçlarının bir bölümünü kazıtıp rengarenk boyalar süren punkçular, rakçılar, heavy metalciler, hip hopcular; kolunda şırıngayla ölenler bizim gençliğimizdir.


tav覺r / gen癟lik / eki m '99 / say覺:17


oldu. Yüreğini ve beynini kavgaya adamıştı. Savaşlar, yokluklar, yalnızlıklar, haksızlıklarla doluydu yaşamı. Ama hep emeğiyle yaratan, hep sosyalizm davasma inanan onurlu bir yaşamdı bu. 1902'de Makedonya'nın Priştine kasabasında doğan Hikmet Hüseyin, daha altı-yedi yaşlarmda bir çocukken kendini savaşın orta yerinde buldu. Osmanlı egemenliği altındaki Balkan halklarının ulusal bağımsızlık savaşları boyunca okula gitme olanağı olmadı. Balkan Savaşlan'nm ardından ailesi yollara düşüp anavatana döndü. İlk ve ortaokulu ailece yerleştikleri Kuşadası'nda okudu. Çocukluğu Rum, T ürk ve kendisi gibi "muhacir" Balkan göçmeni olan arkadaşlarıyla geçti. Hikmet Hüseyin; araştıran, soru soran, öğrendikleriyle ilgili yorumlar yapan zeki bir çocuktu. Ağırbaşlı bir delikanlı olduğunda Anadolu topraklarında savaşı yaşadı. Kurtuluş Savaşı sırasında silah kuşa- nıp Ege dağlarına çıktı. Yaşı henüz çok gençti ama vatan sevgisiyle doluydu yüreği. Ege'de Kuvay-i Milliye efelerine katılarak emperyalizme karşı savaştı. Kurtuluş savaşı sonrası ailesi

İstanbul'a taşınınca eğitimine burada devam etti. Vefa Lisesi'ni bitirip İstanbul T ıp Fakültesi'n de okumaya başladığı yıllarda ailesinin maddi du-rumu oldukça kötüydü. Kiraların ucuz olduğu "Eski İstanbul" diye tabir edilen kenar mahallelerin birinde beş kişi tek göz odada yaşıyorlardı. Hikmet Hüseyin,, sosyalist düşün celerle ilk kez hbbiyede tanıştı. Kurtuluş ve Aydmlık dergilerini okuyordu bu sıralarda. Daha sonra kendisi de yazmaya başladı. İlk yazıları "Aydınlık Fevkalede Gençlik Nüshasında yayınlandı. Bu yıllarda tavır /biyografi/ ekim '99/sayı 17

T KP'n in illegal gençlik örgütü olan T ürkiye Genç Komünistler Birliği'ni yönetmeye başladı. Aynı zamanda T KP'nin yayın organı olan ve adını Lenin'in Iskra'sından esinlenerek "Kıvılcım" koyduğu derginin çıkarıl-, ması görevi de omuzlarındaydı. So-yadı kanunu çılanca bu derginin adını kendisine soyadı yapan Hikmet Hüseyin, Hikmet Kıvılcımlı oldu. Hikmet Kıvılcımlı, çalışkanlığı, teorik ve pratik yetenekleri, araştıran kişili-ğiyle TKP içerisinde hızla ilerledi. 1 Ocak 1925 tarihinde yapılan TKP'nin kongresinde T KP Merkez Komite


Üy eliği'ne seçildi. TKP'nin illegal y ay ınlarının sorumluluğunu üstlendi. Türkiy e'de devrimci mücadele bu y ıllarda y eni yeni f ilizleniy ordu. Ama Kemalist iktidarın en uf ak bir muhalef ete bile tahammülü y oktu. "Genç Cumhuriyeti Koruma" adına egemen sınıf ların çıkarları için halka olmadık baskı uy gulanıy ordu. 1925'in Şubat ay ında Şey h Sait önderliğindeki Kürt ay aklanmasını bahane eden iktidar, Takdir-i Sükun Y asası'nı çıkardı. Ardından tüm ülkede "komünist av ı" başlatıldı. Filizlenmey e başlay an dev rimci mücadele gelişip güçlenmeden, boğulmay a çalışılıy ordu. Hikmet Hüsey in, ilk tutsaklığını bu dönemde, 1925 May ıs'ında y aşadı. İstanbul'da "komünist f aaliyetlerde bulundukları" gerekçesiy le tutuklanan 7 TKP'li-nin içinde o da v ardı.

mesi'nde yargılanan "mimli" biriydi artık. Çahştığı hastanelerde hep bunun izleri v ardı. Onurlu bir devrimciy di Kıv ılcımlı. Y oksuldu ama emeğiy le y aşamanın dışında bir derdi y oktu. Meslek y aşamında çoğu günleri işsiz geçiy ordu. Annesi, haminnesi, tey zesi v e kimsesiz olduğu için bakımını üstlendikleri "ev latlık'Ta-rıy la tek göz ev lerinde kıtkanaat geçiniy orlardı. Annesi sürekli çalışamadığından ev in geçimini Cibali Tekel Fabrikası'nın deposunda işçi olarak çalışan yaşlı tey zesi üstlenmişti. Ona y ük olmaktan çekindiği için çoğu zaman cebinde birkaç kuruşluk tramv ay parası bile olmadan gezerdi. Partiy e ait paralar olurdu üzerinde ama hiç bir zaman bunlara el sürmezdi. Kıv ılcımlı'nın bu y anını Sırrı Öztürk şöyle anlatıy or:

Siy asal etkinlikler bakımından oldukça sakin geçen bu dönemin önemli olay larından biri 'komünist f aaliyet-ler' suçlamalarıy la ilgili ünlü dav aydı. Nazım Hikmet, Şevket Süreyy a, Dr. Şef ik Hüsnü, Sadrettin Celal, Dr. Mümtaz Bey v e tıbbiy e öğrencilerinden Hasan Ali (Ediz) ile Hikmet Hüsey in'in (Kıv ılcımlı) de içinde bulun duğu dav a, Ah Çetinkay a'nın başkanlığın ı y aptığı İstiklal Mahkemesi'nde görüldü. Olay 7 May ıs 1925 tarihli İkdam gazetesinde şu satırlarla v eriliyordu: 'Bir müddet evvel, komüni zm ce reyanlarından şüphe edilen bazı içti mala ra iştirak ettiklerinden ve tezahüratta bulunduklarından dolayı, Dr. Mülezi m-ı Evvel Mümtaz Bey ile dokuz tıbbiyelinin tevkif ve tahkik evrakının Kolordu Muha-kemat Şubesi'ne tevdi edil miş olduğu...' Aynı gazetenin 13 Ağustos 1925 tarihli say ısında ise dav a ile ilgili ay rıntılı bilgi v eriliy or v e karar açıklanıy ordu."

"... Hesabını veremeyeceği bir maddi desteği 'rahatlatıcı' himayesine sığınmazd ı. İhtilalciliği sabahtan akşama kadar süren 'devrimcilerin, yarım doğruları geveleyenlerin ve devrimciyi oynayanların ' terazisinde Doktor u tartmanın i mkanı yoktu. O isteseydi bunca maddi- ma-nevi sıkıntıyı çekmez, bolluk ve bereket içinde yüzerdi. En azından bir hastanede başhekim olurdu. Yaşadığı döne mde bu türden bir fırsat ayağına kadar gelmişti. O döne min çok sözü geçenlerinden İstanbul valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, onun yakın dostuydu. Bab-ı Hüma-yun'un eşiğini aşındırsaydı, önüne bütün dünyalıklar serilirdi. Fakat o, bilinç-li-iradi olarak seçtiği bir sevdanın peşindeydi. İnatçı ve kararlıydı. Kapitalist yağmadan pay almad ığı, sosyalizmi sulandır mak istemediği için 'ah mak' yerine konulacaktı. Fukaralığı ile alay edilecekti. Sosyalizm adına maskaralık yapanların ödüllendirildiği bir dönemde baskıya, teröre, açlığa katlanmak ve namuslu kalmak gerekiyordu..."

Kıv ılcımlı bu dav adan 10 y ıl kürek cezası aldı. Bir y ıldan uzun bir süre hapiste yattıktan sonra çıkarılan af y asasıy la 1926 y ılında özgürlüğüne kav uştu. Sosyalist faaliy etlerini eğitimiy le birlikte sürdürerek mezun oldu. Doktorluk mesleğini yapmaya hak kazanmıştı ama İstiklal Mahke-

Ev et, Kıv ılcımlı böy ley di işte. Y ıllardır giy ilmekten iplik iplik olmuş eski pardösüsü, derileri dökülmüş çantası ile sabahtan akşama kadar inandığı dav a için koştururdu. 1929 y ılı May ıs ay ında y eniden tutuklandı. İzmir'de TKP'y e y önelik tavı r / biyografi / ekim '99 / sayı : 17

olarak başlatılan tevkifatta hakkında sayf alarca ifade v erilmişti. Bu yüzden İstanbul Emniy et Müdürlüğü Komünist Masası taraf ından şubey e alındı. Günlerce işkence y apıldı Kıv ılcım-lı'y a. Ne partili olduğu, ne de parti içindeki görev leri kabul ettirilemedi. Bu işkencelerden sonra 25 Haziran 1929'da 35 arkadaşıy la "taklibi hükümet" v e "ameleden adamları mevkii iktidara getirmek istemek" iddialarıy la İzmir Ağır Ceza Mahkemesi önüne çıkarıldı. Mahkemede de komünizm düşüncesini sav unarak örnek oldu. 16 Temmuz 1929 günü tutuklananların Doğu illerindeki hapishanelere sürgünleri çıktı. Hükümlü TKP'lilerden 18'i Diy arbakır Hapishanesi'ne, kendisi de 5 arkadaşıy la birlikte Elazığ Hapishanesi'ne gönderildi. 4,5 y ıl süren tutsaklığı boy unca inançlarını koruy arak, devrimci f aaliy etlerini sürdürdü. Hapishaney i, yatılarak zaman geçirilecek bir y er olarak görmüy ordu Kıv ılcımlı. Okuyor, araştırıy or, inceliy ordu. Komün yaşamı oluşturmak, insanları ay akta tutup, morallerini y üksekte tutmak için çaba harcıy ordu. TKP'lilerin hapishane y aşammdan f arklıy dı onun y aşamı. Sabahlan spor y apıy or, tüm gün disiplinli çalışmay ı başarıy ordu. Bu tutsaklık günlerinde içinde yer aldığı TKP Merkez Komitesi'nde "Bir Tartışma Platformu Y aratmak" umuduyla bir çalışma y ürüttü. Bu çalışma sonucunda şu kitapları çıkardı: Genel Düşünceler, Partide Konaklar v e Konuklar, İhtiy at Kuvv et, Milliy et (Şark), Taktik Ana Halkası: Legalitey i İstismar, Parti ve Fraksiyon, Y akın Tarihten Birkaç Madde, Strateji Planı. Cezasmm bitimine az bir süre kala affedilince Ekim 1933'de tutsaklığı sona erdi. İstanbul'a dönünce bir hastanede çalışmay a başlayan Kıv ılcımlı, hem daha rahat çalışma ortamı bulmak, hem de işe daha çabuk gidip-gelmek için ailesiyle birlikte Sultanahmet'e taşındı. Kasabosman Sokağı, 14 numaradaki ev in y üklük odası, ay nı zamanda Kıv ılcımlı'nın çalışma odasıy dı. Burada Türkiy e Tarihi ile il-


Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı 1940 yılında Çankırı Hapishanesi'nde

gili araştırmalar y aparak, Türkiye İşçi Sınıf ının Sosy al Varlığı, Emperyalizm: Geberen Kapitalizm, Marks-Engels Hay atları adlı kitapları yazdı. 1935-36 y ıllarında "Marksizmin Biblioteği v e Emekçi Kütüphanesi" y ay ınlarını kurdu v e y önetti. Kütüphanenin masraflarını, kitapların basım paralarmı kendisi karşılıy ordu. Sosy alist eserlerin çevirisini yaptığı, sosyalizmle v e tarihle ilgili pek çok kitap y azdığı bu y ıllarda da y oksulluk y akasını bırakmadı. Y aşlı tey zesi Seher Hanım'm maaşıy la geçinen, ailey e yük olmamak için geceleri normal ücretinin altında para alabildiği çev iri işlerini yapıy ordu. Y eni kitap, dergi çıkaracağı zaman İzmit'e giderek SEKA Kağıt Fabrikasından birkaç ton ucuz kağıt ahy or ve taşıma masraf larmı da cebinden karşılıy ordu. Bu koşullarda gecesini gündüzüne katarak, kendi çabasıy la, devrime katkısı olduğuna inandığı kitap-larıdergileri insanlara ulaştırıy ordu. 1935'de y ay ınladığı: "Demokrasi: Türkiy e Ekonomi Politikası", "İnkılapçı Münevv er Nedir", "Marksizmin Kalpazanları Kimlerdir" gibi kitapları TKP çev resinde uzun zaman tartışılan, y eni düşüncelerin gelişmesinin önünü açan eserler oldu. Eleştirel tarzıy la "İnkılapçı Münevv er Nedir" bir hay li yankı da y arattı. Özellikle tanınan TKP'lilerin açık isimleriyle eleştirilmesi o zamana dek pek rastlanmayan bir şeydi. Kıv ılcımlı, 1938 y ılında "Donanma Dav ası"ndan y argılanmay a başladı. Tutuklu olarak götürüldüğü Ankara Askeri Mahkemesi'nde "Marksizmin Biblioteği Y ay ınları" askeri okullarda okunuy or diy e y argılandı v e bu kitapların "Donanma disiplinini sarsıcı mahiyette görülmesi" üzerine 15 y ıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bu sef er tam 12.5 y ıl tutsak kaldı. Önce Amasya, sonra Kırşehir hapihanelerinde y attı. Bu uzun tutsaklık y ıllan da onu y ıldıramadı. Kararh kişiliği, disiplinli v e üretici y aşamıy la geçirdi tutsaklığını. 1950'de tahliy e olduğunda ay nı ruhla dışarıdaki işleri-

ne sarıldı. TKP ile ideolojik olarak uy uşmadığı için TKP-MK üy esi iken ayak oy unları ile partiden atıldı. Y aşamını, inandığı uğruna bir dakika bile boş geçirmey en Kıv ılcımlı'y ı devrimci hareket şöy le değerlendirmiştir: "... Türkiye sol hareketinin başlangıcından itibaren devrimci mücadele nin kararlı bir savunucusu olmuş, bütün enerjisini, Türkiye devriminin sorunlarını araştırmaya, çözü mler bul maya harcamıştır. " "Kıv ılcımlı'nın bu özelliği, TKP'nin y enilgiler aldığı dönemde, TKP y öneticileri gibi, burjuv a kuy -rukçuref ormist ve sosy al-şov en düşünce çemberi içinde kalmay a değil, y enilginin neden v e niçinleri üzerinde durarak dersler çıkarmaya, TKP'nin bu düşünce y apısıy la v e ör-gütlenmesiy le Türkiy e dev rimine bir şey kazandıramay acağını görmey e götürür." "A ma, Kıvılcıml ı'nın da; TKP'den kopuşu sağlamasına karşın, ideolojik ve politik düşünceleri, yaşanan nesnellik ve sınıf mücadelesiyle uyuşmayan bir niteliktedir." Kıv ılcımlı'nın

ideolojik

ve

politik

düşünceleri halka güv enden uzaktı. Bu y üzden

MDD

(Milli

Demokratik

Dev rim)'nin bir versiyonu olan bir çizgiy i sav unuy ordu. dogmatik

Ekim yorumundan

Devri-mi'nin hareketle

dev rimin işçi sınıf ının f iili önderliğinde olacağını söy lüy ordu. Ültavı r / biyografi / ekim '99/sayı : 17

kemizdeki işçi sınıf ını v e diğer sınıfların y apısını doğru değerlendiremediği için pratikte işçi sınıf ı bu rolü üstlenmey ince bu sef er umudunu orduy a bağladı. Uzun bir araştırma sonunda y ay ınladığı "Tarih Tezi"nde bu düşüncesini kanıtlamaya çalıştı. Tarihte barbarlara aşırı bir misyon y üklüy ordu Kıv ılcımlı. Onun tarih araştırmaları o zamana dek ortay a konmay an önemli gerçeklere ışık tutuy ordu. Ama yanılgıları da çoktu. Bu araştırmalarda ordunun ilerici misyonunu ispatlamaya çalışınca, MDD cuntacılığıy la farklı olmayan düşünceleri sav unup, bu doğrultuda pratik f aaliy et y ürütmeye başladı. Kıv ılcımlı'nın diğer önemli bir y anlışı da, TKP y enilgilerinden çıkar dığı dersler sonucunda illegalitey e y adsıması oldu. Bu düşünceleri, pratikte hızla radikallikten uzaklaşmay ı getirdi. Sav unduğu ideolojik-politik görüşleri temelinde 1954 y ılında Vatan Partisi'ni kurdu. 31 Aralık 1954 tarihinde "Ajans Postası" adlı gazetede tüzüğü v e programı y ay ınlanan parti, y asal olarak f aaliyetlerine başladı. Ancak Kıv ılcımlı'nın y asalarla arası hiçbir zaman iy i olmadı. Y ay ınladığı kitaplar nedeniy le def alarca yargılandı, eserleri toplatildı, y ay ınevi kapatıldı. Soruşturmalar, tutsaklıklar birbirini kov aladı y ıllar boyunca '65 y ılında y ay ınlanan "Tarih" "Dev let" v e "Sosy alizm" adlı üç y a-


pıtı da uzun süre tartışılan kitapları arasında y er aldı. Ay nı y ıl "Tarihsel Maddecilik" adlı eseri de yay ınlandı. 1967 y ılında ise "Sosyalist" adlı gazetey i y ay ınlamay a başladı. Ardından 1968 y ılı içinde "İşsizlik ve Pahalılıkla Sav aş Derneği (İPSD)"ni kurdu. Bir teorisy en olan Kıv ılcımlı, pratik içinde de y er aldı. 16 Şubat 1969'da "Kanlı Pa zar" olarak tarihe geçen 6.Filo'y a karşı DEVGENÇ'in örgütlediği anti-empery alist gösteride Kıv ılcımlı da v ardı. Reformist gelenekten gelenler, gençliğin dev rimci ey lemliliklerini eleştirip-küçümserken, Kıv ılcımlı "Y ankee Go Home" sloganını haykıranların arasmda y er alarak "eski tüfek" olmadığım gösteriy ordu. Kitlelerle ideolojik olarak kucaklaşamasa da, pratikte onların y anında y er almaktan kaçmmıy ordu. 1970 y ılında "Oportünizm Nedir", "Halk Sav aşının Planları v e Dev rim Zortlaması" adlı kitaplarını y ay ınlayan Kıv ılcımlı, yakalandığı kanser hastalığının day anılmaz ağrıların a rağmen dev rimci görevlerinden ay rılmadı. Hastalığı sırasında pek çok "dev rimci" yanma uğramazken, Ma-hir'ler Kıv ılcımlı'y ı ziy aret edip, sosyalizm dav asma ömrünü aday an bu dev rimciyi sahiplendiler. 12 Mart cuntası geldiğinde idam cezası istemiyle y argılanıy ordu Kıv ılcımlı. Bir y andan cuntanın estirdiği azgın terör ortamı, bir y andan ilerleyen hastalığı nedeniy le küçük bir odada sıkışmış y aşam savaşı. Mülteciliği ömrünün hiçbir döneminde kabul etmemiş, hep ülkede kalıp baskılara direnmey i seçmişti. Ancak cunta koşulları v e ilerley en hastalığı y üzünden 1971 Haziran'ında ülkeden çıkmay a ikna oldu. O dönem eski tüf eklerin pek çoğu "arandıkları" gerekçesiy le kapağı sosy alist ülkelere atmıştır. Kıv ılcımlı'y a TKP'liler böy le bir olanak da sunmadı. Vef alı dostlarının ısrarı v e çabasıyla Bulgaristan'a çıktı. Ancak TKP'liler Kıv ılcımlı'nın "TKP'den atılan biri" olduğunu bildirdiği için sosyalist ülkeler Kıv ılcımlı'y ı kabul etmedi. Ve

polis zoruy la sınırlarından çıkardılar. 12 Mart f aşizminin idamla y argılaması da, kanser hastalığı da onu y ıkama-mıştı. Ancak sosyalist ülkeler taraf ından kov ulmuş olmay ı içine hiçbir zaman sindiremedi. Y arım asırdır dev rim için çarpışan, bu uğurda 22,5 y ıl hapis yatan bir komünistti O. Ama dev rimci olmadığı gerekçesiyle sosy alist ülkelerden kovulmuştu. Oysa sosy alist ülkelerin "Türkiy e Devrimci Hareketi'nin öncü kadroları" diy e sığınma hakkı, ev, çalışma olanağı vb. sunduğu eski tüf ekler rahat koşullarda y aşıy ordu bu y ıllarda. Kıv ılcımlı ise, Üsküp'te, ucuz bir otel odasmda kanser nedeniy le artık doğru düzgün y ürüy emezken bile inançlarını sav unuy ordu. Def alarca alındığı şubelerde, en ağır işkenceler karşısında susmuştu. Hiç bir dönem düşmana if ade vermemişti. Mahkemelerde ise, "Y apma-dımetmedim, y anlış anlaşıldım" dememiş, inançlarını, ideolojisini y üksek sesle söy lemişti. Usküp'te her yanından y oksulluk ve sefalet akan otel odasmda 8 Temmuz-9 Ağustos 1971 tarihleri arasında "Günlük Anı-lar"dan başlığıy la TKP ile olan ilişkilerini, TKPTileri y azdı. "Günlük Anı-lar"ını y azmay a son verişini anıların sonu olan "9-8 '71 Pazartesi" tarihli sayfada şöyle anlatıy ordu: "Hepsi hastalığımdan... "Bu 'Dilekçe' gibi kaleme al mak istediği m, 'Parti Anılarımdan' üç beş satırı ölçtüm, şu sonuca şaşarak vardım. "Hasta olmasaydım, bunlarla zama n yitirmezdi m. Ayağımda do muz çarığı, sırtımda yazı takımım ve çulu m: Dağ, bayır yürür, işimi yoluna kordum. , "Ölüme mahku m edici bir hastalığın verdiği güçsüzlük, kendi içime kapanıp anılara saplanmaya getirmiş. Hepsi bu." Bu satırlarla biten anıların ardın dan TKP'den niçin atıldığının araştırılması v e adının temize çıkması için mücadeleye girişti. 30 Eylül 1971 günü Brejnev'e mektup y azarak düşüncelerini v e y aptıklarını anlattı. Hikmet Kıv ılcımlı, 11 Ekim 1971'de Belg-rad'da bir otel odasmda öldü. 69 y ıl tavı r / biyografi / ekim '99 / sayı : 17

önce ay nı topraklarda y aşama gözünü açmıştı, ama bu topraklarda değil, v atanmda ölmek istiyordu. Cenazesine eşi Emine Kıv ılcımlı, f elsef e öğretmeni Sadık Göksu, YİS eski Başkanı Suat Şükrü Kundakul, Abdullah Doğan, Recep Serbest, Öğretmen Tahsin Tekin ve Y ay ıncı Zeki Öztürk ile adının açıklanmasını istemeyen bir dostu katıldı. Cunta koşullarında İstanbul'da y apılan bu cenaze törenine Mahir Çay an hapishaneden bir mesaj y ollamıştı. Kıv ılcımlı'nın y aşamı y anlızlık-larla doludur. Devrimci mücadele içinde daha çok kuramsal çalışmalara y önelmesi, bazı açıl ımlarının bu top raklarda tam y erli y erine oturama-ması onu kitlelerle buluşturamamış-tır ama konu marksizmi y orumlay ıp ülkemize uyarlamalı denirse O'nu, bu çabay ı ilk başlatan eğrisidoğrusuy la haklı bir mücadeley e girmiş bir kişi olarak tanıy abiliriz. Y önünü, bati marksizmine değil, doğuy a, doğu halklarının dinamiğine çev irmiştir Kıv ılcımlı. Mahkemelerde inançlarını sav unmasıy la, mülteci olmamasıy la, her zaman inançları için çaba harcamasıy la da tanınmıştı. Bu y üzden cenazesinde onlarca siv il polis çev reyi kuşatmıştı. Ömrünü dev rime aday an Dr. Hikmet Kıv ılcımlı'y ı mücadeleci kişiliği, onurlu dev rimciliğiyle her zaman say gıy la anacağız. •

Kaynakça: 1. Şefi k Hüsnü, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları, Derleyen: Sos yalist Yayınlar 2. Kim Suçlamış, Brejnev'e Mektup, Hikmet Kı vılcımlı, Yol Yayınlan 3. Sos yalizm ve Toplumsal Müc adel eler Ansi klopedisi, 6. ve 7.Cilt 4. Cumhuriyet Dönemi T ürki ye Ansi klopedisi, 6. Cilt 5. Cumhuriyet Dönemi Türki ye Ansi klopedisi Cilt 7, sf:1731 6.12 Mart 1971'den Portreler 2, Sırrı Öztürk 7. Haklıyız Kaz anacağız, Dursun Karataş, Haziran Yayınları


efsane n e v i n has

kırmızı, kay alar adiler derin v e uralarda. İlky azla rlar derelere karıy ıp ilettiği toprağın rengine boy anır akarsular. Zaten buralarda her v adi Kızılırmak'in bir parça y atağı say ılır. Şimdilerde ıssızlaşan v e ürperile-rek geçilen bu y amaçlarda bir zamanlar insanlar toprağın bereketini nasıl çoğaltırmış kim bilir? Toprak bereketi nasıl sev er, bereket toprağı nasıl sev ermiş. Ay rılmazmış birbirinden. Bu y amaçlar davar sürülerinin kalabalığıy la sabah akşam nasıl şenlenirmiş kim bilir? Elbette bu y aylalar böyle öksüz, böy le insana hasret değildir o zamanlar. İnsan sesi... İnsan sesi duy amay an, insana sesini duy uramay an, insana derdini, tasasını duy uramay an, insana y okluğunu, sef aletini duy uramay an değildi buralar. Y a şimdi nice olmuş böyle?.. Amele, seyrey ledi önünde uzanıp giden akarsuyu. Aşağılarda uzanıp giden akarsu yatağı, toplamış

dağların tuzunu, may asını. Serpmiş dört bir y ana bereketi. Bereketin hay rını görse böy le inecine keser mi ortalık, böy le susar mı bu insanlar? Böy le kulaklarının örsü-çekici pas tutar mı? Göğüs kafeslerinin içindeki tokmak v urmaz mı? Neden susar bu insanlar? Şu ırmağın taşıdığı kay aların tuzunu, közlenen y üreklerine basıp mı susarlar y oksa! Y ürek yaraları daha f azla deşilmesin diy e mi kulaklarını tıkarlar yoksa! Dilden kulağa, kulaktan y üreğe geçen köprülerden, keskin hançerler işley eceğinden mi korkarlar yoksa! Onulmaz sandan y araların üzerine bir y ara daha eklenmesinden mi korkarlar yoksa! Amele iy ice kederlendi. Dilden dile, y ürekten y üreğe, bilinçten bilince kurulan köprülerin atılması onda sıkıntıy ı büy üttü. Dik ve derin bir vadiy e bakan hakim tepey e kurulu köy de kalıy ordu. Sabahlan, y amaçlarından aşağı dimdik inen sırtın üzerindeki bir patikadan nef esini tutarak inerdi. Kızıiırmak'ın kıy ıcığına kurulu tuzladaki işine giderdi. Her sabah da

tav ır / efsane / ekim '99 / say ı: 17

bu dağların ıssızlığ ından y akınır, insana v e insan sesine hasret içi y anardı. Y ine bir sabah v adinin geniş karşı y amaçlarındaki tuz havuzları üzerinde güneşin sarı ışıkları parıl parıl parıldarken, bir çobanla karşılaştı. Bir ardıç ağacının göv desine v ermiş sırtını, suskunluk içinde oturuy ordu çoban. Y anma v ardı, selam v erdi. Çoban selamı aldı almasma ama, kelamını esirgedi. Amelenin içine oturdu bu, ayakta biraz daha bekledi, belki "biraz soluklan, bir yudum su iç" der diy e. Ama naf ile. Amele tam da alıp başını y oluna gidecekken, gölgesine oturduğu ardıç ağacının dalları arasından bir ses geldi: "Kekke peppo Ka m kuşt Mın kuşt" Uzun uzun baktı ardıcın dallarına, ama hiç kimsey i göremedi, bir güzel boz kuştan başka. Bir boz kuş, hiç konuşur gibi öter mi? Ötüy ordu işte. Amele şaşkınlıkla kuşun sesine tutulmuş, dinliy ordu. Çoban da öyle.


Sonra bozdu.

çoban

suskunluğunu

- Sen buralarda yabancısın ha! Adın nedir? -Şerafettin; Şero da derl er. Yabancı sayılırım. Vadideki tuzlada ça-lışırım. Seni görene kadar, "Bu dağ ne kadar ıssız, der ve yakınırdım. Ya senin adın nedir?" Cemal. Ama Cemo derler. Issız olmasın da ne olsun. Yokluğun ortasında insan durur mu ki, insan cıvıltısı o-sun? Tam bu sırada ardıç dalındaki bozkuş yine ötmeye başladı: kekko peppo, kekko peppo. -Peki s en nasıl oldu da kaldın bu dağda Cemo, yarasına dokunulmuş gibi yüzünü buruşturdu. -Yıllar var, bu yaramı insan evladına anlatmamışımdır. Ama madem ki sordun, anlatayım. Bu dağlar yoksul dağlar. Bizlerse gözü tok, azla geçinen insanlarız. Bu dağlar da sadece ışkın köküyle tuz verir bize. Biz de onlarla geçinir, idare ederdik. Paşaya, beye minnet etmez, kendi yağımızla kavrulur giderdik. Birgün emmioğluyla buraya, bu sırta ışkın toplamaya geldik. Bu sırttaki başka bir bir yerde ışkın yetişmez. Yamaçları diktir. Keçiler ayak basıp gezemez. Işkınlar da bir güzel gelişir. Keçileri yaylakta koyup hemen peştemallan belimize kuşandık. Tam da bu ardıcın al-tındaydık. Bu kuşu ilk o zaman duydum işte. Kekko peppo... Senin bakındığın gibi bakındık He-mo'yla beraber. Ama kimseyi göremedik, bir güzel boz kuştan başka. Kuş, var gücüyl e ötüyordu. Kuş öttü, biz baktık. Biz baktık, kuş öttü. Ama biz kuşu anlamadık. Ardıç ağacını arkamızda bırakıp gö-zalıcı yeşillikteki ışkınlara doğru uçurumdan aşağı hevesle inmeye başladık. Kuş, ardımızdan bağırıp duruyordu hala, Kekko peppo...

Kuş bağırıyor, biz uçurumdan iniyorduk. Birden Hemo'nun tutunduğu ak kaya, kırmızı toprağından koptu. Eline geliverdi. Hemo boşluğa uçuverdi. Hemo'nun çığlığı uçurumda gitti geldi, gitti geldi. Öten boz kuş sustu. Yokluğun, açlığın derdine bir de Hemo'nun derdi eklendi. Kaç gece bekledim bu sırtın tepesinde. Ve her gece bu güzel boz kuş öttü tepemde. Kekko peppo... Bir zaman dinledim bu güzel boz kuşu. Sonra sordum: -Ya güzel kuş, sen nerden bilirsin böyle güzel ağıt yakmayı? Sonra güzel boz kuş anlatmaya başladı. -Bir zamanlar ben de sizin gibi bu dağların açlık, yoksulluk çeken bir çocuğuydum. Dağlardan, çalıların kökünden kenger sakızı toplayıp satarak karnımızı doyururduk. Kimi günümüz aç, kimi günümüz tok geçerdi. Bu yoksulluk içinde birgün delik sepetlerimizi alıp yola koyulduk. Kekko ve ben delik sepetlerden habersiz dağlarda kenger sakızı toplamaya çıktık. Çıkmasına çıktık ama, topladığımız kengerler sepete koyduğumuz gibi durmuyormuş. Delik dibinden döküldüğünden birikmiyormuş. Daha çok kenger toplayalım diye buraya, bu ardıçlı sırta geldik. Geldik ama bir de ne görelim. Sepetler boş. Kekko bana, ben Kekko'ya; 'hani topladığımız kengerler ner ede? dedik. Benim ve Kekko'nun gözleri, içinde birer avuç ışkın olan sepetlere korkuyla dikildi. Sonra aklıma nereden girdiyse kızgınlıktan kıpkırmızı olup öfkeyle sordum: -Topladığımız kenger köklerinin hepsini yedin değil mi? Hadi söyle, topladığımız kengerleri yedin değil mi? Ben yememiştim ki kengerl eri; yese yes e Kekko yemişti. Yoksa nereye giderdi? Nereye giderdi akşama kadar topladığımız kenger? -Kekko, sen yedin kengerleri öyle tavı r / efsane / ekim '99 / sayı : 17

değil mi? -Hayır, ben yemedim. Bu defa Kekko bağırdı: -Hem neden s en yemiş olmayasın? Belki de s en yedin kengerleri! -Bir de benim üzerime atıyorsun. Neden yedin kengerleri? -Sen yedin Kekko kengerleri. Eğer yemediysen ispat et. İspat et de görelim. -Vallahi ben yemedim Peppo, billahi de ben yemedim Peppo! -inanmam, gözlerimle görmesem inanmam. O zaman Kekko belindeki bıçağını çıkartıp uzattı. -Al bunu, karnımı yar da bak. Gör bak o zaman kengerleri yemiş miyim, yememiş miyim. İşte bu ardıç ağacının ardında daldırdım bıçağı Kekko'nun karnına. Yardım karnını, öldürdüm Kekko'yu Ben öldürdüm onu, kardeşimi ben öldürdüm, karnından ne kenger çıktı, ne kenger kökü. Aç öldü kardeşim, aç öldü. Kekko'yu ben öldürdüm ben. Bu acıyla günlerce aç dolaştım dağlarda. Hep yalvardım Allaha. "Beni, kardeş kanı dökeni, insanlıktan çıkart." diye. Bir anda kuşa döndüm. Bedenim kuşa döndü. Dilim kuşa çevrildi O gün, bu gündür konarım bu dala, ağıt yakarım Kekko'ya. Sizi de uyardım, bağırdım, bağırdım. Ama dinlemediniz beni. Hem o da bu uçurumda öldü. Şimdi sen de yanarsın Hemo'ya, benim Kekko'ya yandığım gibi.

Meğer güzel bozkuş her gün o ardıcın dalında ağıtlar yakarmış. Yokluk çekenl ere, yoksulluk çekenl ere, açlık içinde ölenlere ağlar, ağl armış ve her gün C emo da gelir o ardıç ağacının altında oturur, güzel bozkuşu dinlermiş. Yokluk çekenl ere, yoksulluk çekenlere, açlık çekerek ölenlere beraber üzülür, beraber ağıt yakarlarmış.


röportaj m u z a f f e r aslan

Y aklaşık bir buçuk y ıldır ca-lışmalarını sürdüren Halk Sahnesi Tiy atro Atölyesi, bu y ıl ki kay ıt denemi için bir duy uru af işi y aptırdı. Af işte tiyatro atölyesinin kay ıtları-nın başladığı v e başvurularının İdil Kültür Merkezi'ne y apılabileceği belirtiliy ordu. Genel Sanat Y önetmenliğini Y iğit Tuncay'ın y aptığı Halk Sahnesi'nin oy uncuları bu afişin asılabilmesi için gerekli makam-lara başvuru yaptı. Bu dakikadan sonra türlü engellerle karşılaştı. Bir afişin engellenmesi resmi olarak nasıl mı olur? Bırakalım Halk Sahnesi oy uncuları anlatsın.

Af işin üzerinde sadece Halk Sahnesi y azıy or, birde İdil Kültür Merkezi v e telef on numarası.,, Y ani afişe izin v erilmemesi için herhangi bir neden y ok. Bir de af işleri almak için matbaay a gittiğimizde, bize Valiliğe gidin orası izin v eriyor denildi. Valiliğe gittik. Valilik şöy le bir baktı afişe, dilekçe y azmamızı söy ledi. Biz de dilekçe yazdık ismimizi f alan y azdık Ondan sonra Valilik Emniyet Müdürlüğü'ne

göndermek için bir kaşe vurdu af işe v e emniy ete gönderdi Biz Valilikten sonra tekrar matbaay a uğradık. Matbaacı da. Valilik izin v ermemişse savcılığa girmemizi. İki tane af iş bırakmamızı, oradan alaca-ğımız kağıdı da, o kağıdı da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Basın Büro-su'na götürmemizi söyledi Buray a da on tane atiş bırakılıy ormuş. Eğer uy gun görülürse bir mühür basılı-y ormuş. Bu kağıt alınınca izin de çıkmış oluy or y ani.

tavı r/ baskı lar / ekim '99 / sayı :17

Biz de sav cılığa gittik, oradaki işlemleri halettik. Sonra Savcılık'taki kağıdı alıp Emniy ete gittik. Orada afişi gösterdik. Basın Bürosu'na gittik önce tabi-ki Basın Bürosundaki memur önce afişe baktı, bekletti bizi biraz, daha sonra "BİZLE ALAKASI YOK " dedi. Y ani normaldi- orada çözülen bir olay ı biz-le alakası y ok diy erek Toplumsal Olaylar Bürosu'na, Güv enlik Şube'y e gönderdiler. Orada bir memur baktı v e "tamam" dedi v e '"noterden tasdikli bir nüfus örneğinizi getirin" dedi. Onu


verince izin almamız için yeterli olacak şe klinde konuştu. 10 tane afiş bile istemediler, bir tane verin kafi dediler. Ondan sonra nüfus örneğini götürdük, ertesi gün haber alacağımız söylendi. Ertesi r

gün gittiğimizde bizden ikametgah ve savcılığa ait kağıdı istediler. Onları daha sonra verdik. Yani biz sürekli gidip geliyoruz artık. Sonra imza istediler, İdil Kültür Merkezinin sahibinin, şirketin sahibinin imza sirkülerini islediler. Hatta orada bir şey de olmuştu; "şirket sahibinin imasını at yeterli" dediler. Şirket sahibinin imzasını götürdük fakat sonra yine bir şey daha çıkardılar; bu kez, İdil Kültür Merkezi'ne ait ticari sicil gazetesi ilanını istediler Onları götürdük "tamam" dediler, biz size haber vereceğiz denildi. Bir kaç gün sonra başvuruyu yapanların telefonu çalıyor Arayanlar Emniyet'ten.

ninde afiş başvurusu yaptığını ama sonraki gittikleri yerlerde bu kişiyi hiç görmedklerini ekliyorlar.Yani burjuvaziye anlık onay halktan olanlara yine bir çeşit işkenceye dönüştürülüyor. Halk Sahnesi'nin geçen yıl çıkardığı afişte, İdil Kültür Merkezi'ne yapılan baskında polis tarafından "gözaltına alınmış" Geçen yıl bu yüzden afişleme çalışması yapılamamış. Yine Halk Sahnesi Oyunculan'na bırakıyoruz sözü.

Bu kez İdil Kültür Merkezi'nin salonunun açık olduğuna dair bir belge isteniyor Arayan kişiye bir tiyatro oyunu başvurusu yapılmadığı, sadece kurs için bir afiş başvurusu yapıldığı hatırlatılıyor ama nafile. Halk Sahnesi oyuncula-rı bunu, "İdil Kültür Merkezi adını duyupta böyle bir şeye girişmemeleri mümkün mü?" diye yorumluyorlar. Bir ağızda istenecek belgeler iki haftada taksit taksit isteniyor. Ve bilini-yor ki aynı makamlar bu salonu altı ay önce mühürlemişti. Halk Sahnesi oyuncuları, kendileriyle aynı gün savcılık makamına Sabancı'nın kurumlarından bir kişi-

Çabamalarımızı İdil Kültür Merkezi'nde sürdürüyoruz. Bundan önce bir oyun oynandı sahnede, oyun sergiledik. Ve onun sonrasındaki süreçte sahnemiz kapatıldı ve bizim de çalışmalarımız bir şekilde engellenmeye çalışıldı ve üstüne üstlük her hangi bir oyunla ilgili olmayan, bir çağrı niteliğindeki afişi de, bunu bahane göstererek engellemeye çalışıyorlar. Hem sahneyi kapatıp hem de sahneyi sebep göstererek başka işlevsellik lerimizi yok etmeye çalışıyorlar. Biz insanlara afişler olmasada ulaşıyoruz ama afişlerle daha geniş kitlelere, datavır/bas kılar/eki m'99/sayı:17

ha geniş insanlara ulaşabiliriz. Şimdi, Halk Sahnesi doğrudan hedef olmasa da İdil Kültür Merkezi'nin mağdur olduğu her saldırı bize de yansıyor. Bunun da altını ,çizmek lazım. Her ne kadar afişimiz çıkmasa da biz İnsanlara bireysel olarak yada farklı araçlarla ulaşmaya çalışıyoruz. Buradan da duyuruyoruz. Bizim söylediklerimiz hep aynı. Biz halk için sanat yapıyoruz ve halktan insanlann sanat yapması taraftarıyız. Bu anlamda bizimle beraber çalışacak arkadaşlar gerçekten özveri ile çalışıyorlar- özveri ile çalışacak herkese ka p ım ı z açık. İkinci dönem kayıtları da 1 Kasım'a kadar devam ediyor. İsteyen herkes İdil Kültür Merkezi'ne başvurarak Halk Sahnesi'nin bir öğrencisi olabilir. Halkın çocuklarına kısıtlı olanaklarla ulaşmak onların sanatsal yeteneklerini geliştirmek, eğitmek isteyen kurumlarımız baskı altına alınıyor. Ama her seferinde yeni alternatifler yaralan bu kurumlarımızın bu girişimi baskıları teşhir etmenin en güzel örneğini gözler önune seriyor.


İnceleme

kemal k o r ay

Rum Düşmanlığının Tarihsel Kökleri ve 67 Eylül Olayları

s

on dönemde iktidar sahiplerinin, Emperyalizmin dayatmasıyla başlattığı Türkiye-Yunanistan yakınlaşması "ufak tefek pürüzlere" rağmen sürüyordu. İzmir'in Kurtuluş Günü'nden, Yunanlıların denize döküldüğü mizansen yıllardan sonra çıkarılıyor. Aykırı se sler, alelacele susturuluyor. Yani bir anda yıllardır, her taşın altından çıkan Rumlar dost oluyor. Peki ne zaman düşman olundu Rumlarla, kim yarattı bu düşmanlığı? Ne zaman halklar düşmanlaştı da, şimdi dostluk naraları atılıyor. Kim kime nasıl zulmetti, kim halklara nasıl kan ku sturdu? Aynı topraklarda beraberce yaşayan insanlar, nasıl birbirine düşman edildi? Bu soruların cevabı ne? Rumlar, Anadolu'nun en eski halklarından biriydi. Egemenlerin zulmüne karşı gerçekleşen ayaklanmalarda diğer halklarla birlik-

te hep omuz omuza oldular. Dil, din, ırk ayrımı yapmayan, sınıf olarak aynı safta yer alan tutumları sonucunda da türlü zulme uğradılar. Ancak Rumlar, bu sınıfsal tercihlerinin ötesinde, dinsel tercihlerinden, yani hıristiyan olmalarından ötürü de baskı gördüler, aşağılandılar. Hainliklerinden, düşmanlıklarından, korka klarından, vahşiliklerinden, dem vuruldu. Aşağılayıcı deyimlerle hitap edildi onlara: Palikarya, laternacı, meyhaneci, çorbacı, kefere, yerli kapil vb. deyimler oldu adları. Zulme, aşağılamaya uğramaları Selçuklular döneminde başladı, Osmanlı'da boyutlandırılarak sürdürüldü. İttihat ve Terakki dönemi ve cumhuriyet ile birlikte gördükleri baskıya bir üçüncü baskı daha eklendi. Bu da, ırkçılık oldu. Tarih boyunca gördükleri sınıfsal, dinsel, ulusal baskının bin bir çeşit uygulamaları sonutavı r/ güncel /ekim '99/sayı : 17

cunda, milyonlardan neredeyse üç bine kadar düştü nüfusları. Anadolu Rumlarının yaşadığı bu tarihi serüvenin aynısını diğer hıristiyan ve gayri-müslimler de yaşadı. Osmanlı'da Rumlar Osmanlı Devleti, şeriat yasalarına göre yönetilen feodal bir devletti ve nüfusu, dini ilişkilere, inanışlara göre gruplara ayrılıyordu. Arap, Kürt, Türk vb. bütün müslümanları "müslüman milleti" içinde değerlendirirken, diğer dinlere mensup insanları, "kitap ehli halklar" veya "gayrimüslim" olarak adlandırıyordu. 19. yy. a kadar süren bu ayrım, gayrimüslimlerin (Rum, Ermeni, yahudi vb.) müslümanlara göre daha aşağı görülmesinin bir sonucuydu. Osmanlı devlet yönetimi, bir zorbalık, zulüm, şiddet rejimiydi. Ordusunun gücüne, yönetiminin kanlı biçimde uygulandığı baskı lara borçluydu egemenliğini. Bu


düzende, müslüman-gayrı müslim halklar bir bütün olarak eziliyordu. Ancak gayrı müslimlere uygulanan baskı ve şiddet daha bir yoğundu. Bu açıdan kimi Osmanlı savunucularının ileri sürdükleri, "Hint Denizi'nden Atlas Okyanusu'na, Avrupa'dan Asya'ya onca milleti başarıyla ve gül gibi idare ediyordu." söylemi hiçte gerçeği yansıtmamaktadır. Yüzyıllar sü ren sömürü, zulüm, baskı ve işkenceyi bir yana bırakırsak bile kölelik, cariyelik, oğlancılık türü ahlaksızlıklarıyla çürümüş bir yönetimdi Osmanlı. Rüşvetle iş gören bu sistem egemenliğini, gayrı müslimlere karşı zulümle hatta kırımla uygulamıştır. Osmanlı, tarım ile uğraşan reayanın büyük bölümü Rum köylüsüdür. Vergi sistemi sayesinde müslüman ve gayrı müslimlere yönelik farklı uygulamalara gitmiştir. Örneğin müslümanlardan alınmayan "Baş Vergisi" olan cizye, garımüslimlerden alınmıştır. Bununla da yetinilmemiş gayrı müslimler bir de arazi vergisi olan "haraç" ödemek zorunda bırakılmıştır. Gayri-müslimleri (tabi Rumla-r'ı) hedef alan uygulamalardan biri de "devşirme sistemi"dir. Osmanlı devlet yönetiminin temeli diyebileceğimiz bu sistem sayesinde, gayri müslim çocukları önce sünnev edilmiş, ardından da din değiştirmek zorunda bırakılmıştır. İnançlarından, ailelerinden koparılan bu çocukların tek bağlılık gösterdikleri kişi ise padişah olmuştur. Osmanlının müslüman, gayrı müslim ayrımcılığı her alanda söz konusuydu. Gayrı müslimlerin, müslümanlardan daha yüksek evler yapmaları yasaktı. Giyecekleri giysinin renk ve tipi müslümanlarındakinden farklıydı ve bunu

devlet belirliyordu Farklı bir inanca mensup olsa da gayrı müslim kadınlar şeriat yasalarına göre hareket etmek zorundaydı. Silah taşımaları, ata binmeleri yasa ktı. Devşirme sistemi dışında devlet yönetiminde, idarede, askeri görevlerde bulunamazlardı. Gayrı müslimlere getirilen bu yasaklar içinde en ilginci ise hamamda nalın giymeme yasağıydı. Sonunda bununla da yetinilmedi ve şöyle bir kural daha getirildi gayrımüslimlere: "Kafire verilecek peştemallere bir çıngırak bağlana!" Evet, gayrı müslimler, yaşa mın her alanında bir kurallar ve yasaklar zinciri içine alınmış, müslümanlardan ayrılmıştı. Kentlerde, kasabalarda karışı k oturmalarına izin verilmemiş, belirlenen yerlerde oturmaları istenmişti. Bugün bile, "gavur mahallesi" diye bilinen kimi yerler, işte bu ayrımcılığın bugüne taşınan bir kalıntısıdır. Büyük toprak sahipliğini, devlet yönetimini gayrı müslimlere yasaklayan ve türlü kurallarla onları ayrıma tabi tutan Osmanlı Devleti, küçümsediği, hakir gördüğü kimi meslekleri icra etmelerine de izin verdi. Bunlar; çiftçilik, tulumbacılık, ticaret, zanaat, sarraflık, tercümanlık gibi alanlardı. Ancak bu alanlarda faaliyet yürütmeleri egemenlerin keyfiyetine göre olmaktaydı. Örneğin tercümanlık işini yapan Rumlar, Yunan Ayaklanması ve bağımsızlığından sonra bu görevlerinden alınmışlar, hatta ihanetle suçlanıp idam edilmişlerdir. Bütün bu uygulamalar gözö-nüne alındığında, Osmanlı'nın gayrı müslimlere "hoşgörülü" davrandığı savı, içi boş bir yalandan öteye gitmez, burada bir "hoşgörü"den söz edilecekse, o tavı r / güncel / ekim '99 / sayı : 17

da şudur; Osmanlı, Avrupa devletlerindeki feodal düzene göre egemenliği altındaki halklara karşı daha yumuşak bir sömürü uygulamıştır. Ama yine de, bu bir sömürüdür ve zulümsüz, kan dökmeden gerçekleşmemiştir. Cumhuriyet Döneminde Rumlar Osmanlı'nın, cumhuriyete mirası, topraklarında çok sayıda etnik ve dini g r u b u n yaşadığı bir ülke bırakmaktı. I. Paylaşım Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve mübadele sıra sında azınlık nüfusu azalmış, cumhuriyet öncesi % 20 olan genel nüfus içindeki oranı % 2.5'a düşmüştü. Kalan nüfusun yaşayabilmesi için öngörülen ise, Türkleştirilmeleriydi. Çünkü kemalistler, tıpkı Osmanlılar gibi hıristiyan azınlıklara kuşku ile bakıyordu. Lozan Antlaşması, Türkiye sınırları içindeki azınlıkların haklarını korumayı vaadederken, bunlara hiç uyulmadı. Azınlıkları "vatandaşlık"tan dışlayan ugula-malar birbirini izledi. Önce okulları sınırlandırıldı. İlköğretimin, Türk okullarında yapılması zor u n l u l u ğ u getirildi. Geriye kalan okullarda dine değinmemek, Türkçe öğretmek ve Türkçe öğretmeni bulundurmak dayatmalarına gidildi. Gayrı müslimlere ait olan her firma, Türk müdür ve yöneticileri bulundurmak, Türk sermaye sahipleriyle belli oranlarda ortak olmak zorundaydı. Türk mallarının azınlık mallarına yeğ tutulması için kampanyalar açıldı. Bu bir nevi "ekonomik şo-venizm"di ve "milli ekonomi" adına uygulanıyordu. En belirgin şovenizm ise yükse k eğitimde görüldü. Tıp, hukuk okumak ve mesleğini icra etmek azınlıklara yasaklandı. Memur olabilmek için TC vatandaşı ol-


makla yetinilmeyip Türk olma şartı getirildi. 1934'te yürürlüğe konulan iskan kanunuyla azınlıkların yerleşim alanları sınırlandı. Daha gayrı müslimlerin vakıflarına ait okul, yetimhane, ibadethane ve gayrı menkullerine ait beyanname zorunluluğu getirildi. 1937 yılına gelindiğinde azınlıkları hedef alan siyasal, ekonomik, sosyal baskılar daha bir boyudandı. Bir kaç belediyenin başlattığı "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyası tüm ülkeyi sardı. TBMM, bu kampanyaya ilgisiz kalmadı. Çıkarılan bir kanunla umuma açık yerlerde Türkçe'den başka dil konuşanlara hapis ve para cezası getirildi. Yasayı çiğneyenlerin diplomalarına el konularak çalışmalarının engellenmesi, toplanan para cezalarının ise "Sayın Muhbir Vatandaşlar"a dağıtılması kararlaştırıldı. 1939'a azınlıkların askerliklerini yedek subay olarak yapmaları ve silahlı eğitim görmeleri yasaklandı. İki yıl sonra ise 20-45 yaş arasındaki bütün azınlıklar askere çağrıldı Eskişehir, Konya, Kandıra ve diğer merkezlerde kamplara gönderilen azınlıklar, yol yapımında ve taş kırma işlerinde çalıştırıldı. Terhis olup geri dönenleri bekleyen bir başka felaket ise Varlık Vergisi oldu. 6-7 Eylül olayları bir büyük göçün daha kapısını açarken asıl göç 1964 yılında geldi. 1964 yılında yaşanan "Kıbrıs Krizi" sırasında Türk hükümeti Yunan pasaportlu Rumlar'ı sınır dışı etme kararı aldı. Karar 12 bin Rum'u kapsıyordu ama aileleri ile birlikte ülkeden ayrılanların sayısı 40 bini aştı 1967 yılında Rum halkını kuşatma, tapu daireleri eliyle yürütülüyordu. Cemaat vakıflarına önce "Hükmi şahsiyetiniz yok." de-

nildi; ardından "Hükmi şahsiyetiniz var a ma mal edine me zsiniz." dendi. 1974

yılında bir adım daha atıldı ve 1936'dan, 1974'e kadar ister vasiyet, ister miras yoluyla, ister satın alarak sağlanmış olsun, edinilmiş bütün gayrı menkuller "yasa dışı" sayıldı. Anadolu'da, Rumca ismi bulunan yerlerin ismi değiştirildi, plakalara Rum rumuzunun koyulması yasa klandı. Kısacası Rumlar (ve gayrı müslimler) Osmanlı döneminde olduğu gibi, cumhuriyet döneminde de baskı ve terörü tüm şiddetiyle yaşadılar. Saraçoğlu'nun ifadesiyle onlar hep "Bu memleket tarafından kendilerine gösterilen mi safirperverlikten yararlanarak zengin olanlar, Osmanlı imparatorluğundan bize miras kalan, henüz tasfiye edemediği miz adı Türk bir takım kimseler." olarak görüldü.

Dolayısıyla, düşmanlara ne yapılıyorsa onlara da aynısı yapıldı 6-7 Eylül Olayları 6-7 Eylül 1955 tarihi, Rum halkının belleğinde derin izler bırakan bir tarihtir. Çünkü bugünlerde Rumlar, kontrgerillanm "muhteşem" bir operasyonuyla birlikte, benzeri zor görülen bir yağmaya, talana, teröre ve nihayetinde de zorunlu göçe uğratılmışlardı. Görünürdeki neden, 6 Eylül 1955 günü, Mustafa Kemal'in doğduğu eve atılan bombaya karşılık "halkın tahrik olması"ydı. Oysa gerçek nedenler ve olayların gelişimi ileri sürülenden çok farklıydı. 6-7 Eylül olaylarının siyasi, kültürel, ekonomik boyutlu nedenlerine değinmeden önce, olayların kısacada olsa gelişimini özetlemek gerekiyor. M.Kemal'in, Selanik'teki doğduğu eve sabaha karşı atılan tavı r / güncel / e k i m '99 / sayı: 17

bomba, saat 16:00'da ikinci baskı sını yapan İstanbul Ekspre s gazetesi (Milli Emniyet tarafından finanse edilmekteydi) tarafından duyurulur. Gazetenin satılmasının ardından so kaklarda gösteriler başlar ve ardından da Rumların ve Ermenilerin evleri, iş yerleri ve ibadethanelerine yönelinir. Bilanço korkunçtur. 74 RumOrtodoks kilisesinden 70'inde yangın çıkarılmış, bir havra, sekiz ayazman, iki manastır, 3583'ü Rumlar'a ait t o p l a m 5538 gayrı menkul yakılıp yağmalanmıştır. İstanbul'da yaralanan insan sayısı ise 30'u geçmektedir. İstanbul Milletvekili Aleksandros Hacopo-los, 12 Eylül 1955 günü mecliste yaptığı konuşmada durumu şöyle özetlemektedir: "Mabetler, kültür ocakları tama mıyla yıkılmış ve yakılmış, milyonlar kıymetinde milli servetimiz mahvolmuş ve binlerce masum ailenin mesken masumiyeti ihlal edilmiş ve korkunç şartlar altında gece yarısı harbolunmuştur" "Suçlu Komünistler" Eylemlerde büyük bir organizasyon, disiplin göze çarpmaktaydı. Birbirine saatlerce uzak semtlerde; İstanbul, İzmir gibi apayrı şehirlerde yakma ve yağmalama işlemleri, sanki düğmeye basılmış gibi aynı anda başlamıştı CIA Başkanı Dulles "Böyle bir organizasyonu ancak Komünistler gerçekleştirebilir." diye fısıldıyordu. İstanbul valiliği'nde olayların akabinde düzenlenen ve dönemin cumhurbaşkanı Celal BAYAR, başbakanı Adnan MENDERES ve İçişleri Bakanı Namık GEDİK'in katıldığı toplantıda bazı kararlar çıktı. Açıklanan hükümet bildirisinde "Dün gece İstanbul'un ve me mleketin esas itibariyle bir komünist tertiple tahriki ile ağır bir darbeye maruz kaldığı" bildirilmekteydi.


Yaratılan bu anti komünist histeriyle derhal solcu avına çıkıldı ve tam bir terör dalgası estirildi. Toplam 6 bin kişi gözaltına alındı. Ancak hükümet, tutuklanan kişilerin 5060'tan az olmamasını istiyordu Onun için gözaltına alınanlar serbest bırakıldı ve bu olayları düzenlediği iddia edilen "Fişli Komünistler" tutuklandı. 6-7 Eylül olaylarının yaşanmasında hem kışkırtıcı rol oynayıp, hem de komünistleri suçlayan Ekspre s Gazetesi'nin 9 Eylül tarihli manşeti şöyleydi: "Kızıl maske düştü, 33 komünist tevkif edildi!" Tutuklanan kişiler dönemin ilerici aydınları, yazarlarıydı. İçlerinde Kemal Tahir, Dr Müeyyet Boratav, Dr. Nihat Sargın, Aziz Nesin, Dr. Hulusi Dosdoğru, Asım Bezirci, H. İzzettin Dinamo, Av. Faik Muzaffer Amaç, Mimar İlhan Berktay'ında bulunduğu bu aydınlar, aylarca Harbiye'nin taş odalarında tutuklu kaldılar. Gerçek Suçlu: Kontrgerilla 6-7 Eylül olaylarını gerçekleştiren bizzat iktidarın kendisiydi. Olaylardan günler önce toplantılar yapılmış, muhtarlar, karakollar devreye so kulmuştu. Yağmalanacak ev ve işyerlerinin adresleri, ibadethaneler semt semt, so kak soka k, cadde cadde, kapı kapı belirlenmişti. Milli Emniyet ajanlarının yönlendirdiği "Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti" ve "İstanbul Yükse k Okullar Talebe Birliği" gibi örgütler, parti militanları, Dışişleri Bakanlığı'nın yurtdışı birimleri, istihbarat görevlileri, Milli Emniyet'in kontrolündeki lümpenler, kabadayılar gerçekleştirilen bu provakasyonun aktörleriydiler. M. Kemal'in evine bombayı yerleştiren kişi, Hasan Uçar adlı Türk Konsolosluğunda çalışan Yunan vatandaşı bir Türk'tü. Ha-

san Uçar'ın yakalanmasının ardından Yunan polisinin yaptığı operasyon sonucu, kendisini azmettiren kişinin Oktay Engin olduğu açığa çıktı. Oktay Engin'in de yakalanması sonucu, gerçek azmettirenin Türk Başkonsolosu Mehmet Ali Balin olduğu tesbit edildi. Burada Oktay Engin ismi üzerinde durmakta yarar vardır. Bu kişi o yıllarda Türk hükümetinden aldığı bursla, Selanik Üniversitesinde hukuk okumaktaydı. Eylemi kontrgerillayla olan bağlantıları içinde gerçekleştirmişti. Yakalanması ve yargılanmaya başlanması üzerine, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu devreye girdi. Kendisini kurtarmak için Yunan hükümetine ricada bulundu. Bu ricanın kabul görmesi üzerine Oktay Engin tahliye edildi ve ardından da Türk istihbaratının bir operasyonuyla Türkiye'ye getirildi. Yargılanması sonucunda mahkum olan Engin'in iade edilmesini, Yunan makamları sürekli istedi. Ancak Türk hükümeti bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Oktay Engin, Türkiye'ye geldikten sonra MİT'e girdi. Kontr-gerillanın gerçekleştirdiği 1 Mayıs 1977 ve 16 Mart 1978 katliamlarında yönlendirici olarak yer aldı. 1985 yılında Emniyet Genel Müdürlüğünde üst düzey sorumluluklara getirilen Engin, 1992 yılında Nevşehir'e vali yapıldı. Şu an merkez valisi olan Oktay Engin'in bulunduğu bu konumu, gerçekleştirdiği provakasyonların bir ödülü olarak değerlendirmek gerekir. 6-7 Eylül olaylarının bir devlet organizasyonu olduğu, 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada Mahkemesinde de dile getirildi. Tanık olarak dinlenen İstanbul Emniyet Başmüfettişi şunları ifade etti: tavı r / güncel / ekim '99 / sayı : 17

"Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti üyeleri Harbiye'ye gönderilince bunlar arasına güya bu cemiyettenmiş ve tevkif edilmiş gibi bir ajanımızı so ktuk. Bu ajan, Hikmet Bil ve Orhan Birgit'le daima temastaydı Burada Hikmet Bil ve Orhan Bir-git'in hadiseyi hükümetin emri ile idare ettiklerini... ajan bize bildirdi." Yassıada yargılamalarında olayları tertiplemeden yargılanan Başbakan Menderes, savunmasında devletin rolünü şöyle açıklamaya çalışmıştır: "Bu milli bir galeyanla, Türkiye'nin her tarafında husul bulmuş bir harekettir. Zabıta kuvvetleri bu işte adeta bir milli vazifeyle, kendilerini, resmi vazifelerini yapmaktan az veya çok alıkor hissi altında kalmış olabilirler. Gelen askerler, ordu birlikleri, katiyen müdahale yapmamışlardır." Şüphesiz bu sözlerde, devleti aklama ve kendi sorumluluğunu gizleme çabası vardır. Ancak mahkeme, Menderes'i altı yıl hapis cezasına çarptırma yoluna gitmiştir. 6-7 Eylül Provakasyonu'nda kontrgerillanın rolünü, en açık şe kliyle emekli general Sabri Yirmibeşoğlu ifade etmiştir. Özel Harp Dairesi (o günlerdeki adı Seferberlik Tetkik Kurulu olan kontrgerillanm diğer bir adı) Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği gibi önemli görevlerde bulunan Sabri Yirmibeşoğlu, yıllar sonra yaptığı bir röportajında şunları söylüyordu: "6-7 Eylül olayları bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlemeydi. Amacına da ulaştı." 6-7 Eylül Prov okasyonunda Kıbrıs'ın Yeri "Muhteşem" örgütlenmeyi gerçekleştiren kontrgerillanm doğrudan CIA'ya bağlı olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Ankara'daki ABD Askeri Yar-


dım Kurulu ile Seferberlik Tetkik Kurulu aynı binada çalışmaktadır. Bu ilişki dahi, provokasyonun arka sındaki asıl gücün ABD emperyalizmi olduğunu gösteriyor. Amaçlanan ise, o günlerde Londra'da Kıbrıs ile ilgili düzenlenen konferansın nihai çözüme kavuşturulmadan baltalanmasıdır. Nitekim Bu provokasyonun akabinde, Londra'da yürütülen Türk-Yu-nan diplomasisi ke sintiye uğrar ve o günden bugüne kadar da Kıbrıs sorunu, emperyalizmin, Türk ve Yunan halklarını birbirine karşı kı şkırttığı bir sorun olarak hep gündemde tutulur. Provakasyonun anlaşılması açısından burada "Kıbrıs Soru-nu"na kı saca da olsa değinmekte yarar vardır. Kıbrıs, dünyanın en hassa s bölgelerinden birinde bulunmaktadır. Kıbrıs'ın stratejik durumu, II. Paylaşım Savaşı sonrasında Ortadoğu petrolünün ele geçirilmesinin emperyalizmin açısından önem kazanmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ortadoğu petrollerine gözünü diken emperyalizm, Kıbrıs'a bu bölgeye düzenleyeceği operasyonlarda üs olabilecek bir ülke gözüyle bakmış ve Kıbrıs üzerindeki senaryolarını bu tarihten itibaren devreye sokmuştur. 1950'li yıllarda Kıbrıs, İngiliz sömürgeciliğinin denetiminde bir ülkedir. Emperyalizmin sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçtiği bu yıllarda İngiliz emperyalizmi de kendisine bağımlı bir yönetimi işbaşına getirmeyi amaçlamaktaydı. Ancak Kıbrıs'ta başlayan antisömürgeci direniş, bütün planlarını alt üst etmekteydi. Direnişin askeri gücünü EOKA oluşturmakla birlikte, Rum halkının büyük bir bölümü bu direnişe ka tılmaktaydı. Halkın önderi ise, Kıbrıs Başpiskoposu Makarios'tu. Makarios, bağımsızlıkçı ve anti-

sömürgeci kişiliğine rağmen, Türk egemenleri tarafından ismi bir aşağılama deyimi haline getirilmiş halka da benimsettirilmiş-tir. Oysa, Makarios, tutarlı bir demokrattı. Ve Kıbrıs'ın bağımsızlığını savunuyordu. Kıbrıs'ta sömürgeciliğin dayandığı esas güç ise, Türk kesi miydi. Halkın bilinçli unsurları dışında direnişe katılan yoktu. Yöneticilerinin (Rauf Denktaş, Fazıl Küçük vb) yönlendiriciliğinde İngiliz emperyalizminin oyuncağı durumuna düşürülmüştü. Öyle ki, Rumlar, adada görev yapan İngiliz Polis Örgütü'nde görev kabul etmeyi vatana ihanet sayarken, Türk toplumu yöneticileri, gençleri sömürge yönetiminin fedaileri durumuna sokan bu örgütlenmeye girmeyi teşvik ediyordu. Bu durum, o güne kadar kardeşçe yaşamış olan Türk ve Rum halklarını, emperyalizmin izlediği "böl-yönet" siyasetinin yarattığı kırgınlıklara, çatışmalara itti. Adadaki halklararası çatışmalar, Türkiye kontrgerillasının müdahaleleriyle zaman içinde daha bir boyutlandı. Burada özellikle, Kıbrıs'ta kontrgerillaya bağımlı bir şekilde 1957'de oluşturulan Türk Mukavemet Teşkilatı(TMT) nin rolünü vurgulamak gerekir. Kıbrıs'ın kontrgerilla üssü olmasında belirleyici bir yeri olan TMT, gerek Rum ve gerekse de Türk ilerici çevrelerine karşı tam bir terör merkezi olarak çalışmıştır. Örneğin bu kontra teşkilat, 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda Rumlar'la birlikte ve üstelik ellerinde Türk bayraklarıyla yürüyüş yapmayı, katliamları için yeterli bir gerekçe sayabilmiştir. Kıbrıs'ta, Türk-Rum düşmanlığının temellerini henüz yeni atılmaya başlandığı bu dönemde, sömürgeciliğe karşı yürütülen diretavı r / güncel / ekim '99 / sayı : 17

niş, İngiliz emperyalizmini telaşa düşürdü. Bulduğu çözüm, yenisömürgeciliğe uygun politikaları hızla inşa etmek, yani Kıbrıs'ın siyasi bağımsızlığını tanımaya dönük manevralara girişmekti. Bunun ilk adımı 1955 Eylül'ün de Londra'da düzenlediği konferanstı. İngiliz emperyalizmi Kıbrıs'ın geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek istediği bir anda, Türkiye'de 6-7 Eylül olayları patlak verdi ve konferans istenilen amaca ulaşmadan dağılmak zorunda kaldı. Ortaya çıkan bu yeni durumun perde arkasın daki yönlendirici gücü, ABD emperyalizmden başkası değildi. Nedeni de gayet açıktı. ABD, II. Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist sistemin jandarmalığına yükselmişti. Önceki dönemlerin jandarması İngiltere ise, gerileme sürecine girmişti ve ABD, onun boşalttığı alanlara girmek istiyordu. Yani söz konusu olan şey emperyalistler arası çıkar çelişkileriydi. ABD, Kıbrıs'ta, İngiltere'nin şe killendirmeye çalıştığı yeni süreci, işte bu nedenle çıkarlarına aykırı bulmaktaydı. İşbirliği içinde olduğu Türkiye kontrgerillası-nı devreye so karak durumu lehine çevirmek isteğinin pratik karşılığı işe 6-7 Eylül olayları oldu. Sermaye Birikiminin Tarihselliği ve 6-7 Eylül Olayları 6 - 7 Eylül Provokasyonu, ABD emperyalizmine manevra alanı sunarken aynı zamanda bir taşla iki ku ş vurma espirisinde olduğu gibi , işbirlikçi sınıfların sermaye birikimine hizmet eden bir aracı da oldu. Aslında bu amaç, köklerini tarihten alan köklü bir uygulamanın tezahüründen başka bir şey değildi. Her azınlık göçü ya da katliamı bir sermaye birikimi yöntemi olarak Türkiye'de yıllarca uygulamıştır. Bu yöntemi ilk


kez uygulayan da Adülhamit oldu. Abdülhamit, ünlü göç ve iskan politikasıyla üç yüz bin civarındaki gayrı müslimi, Anadolu dışına sürerken, mal varlıklarını da yağmalattırdı. Onun ardından da aynı yöntemi bu kez İttihat ve Terakki iktidarı uygulamaya soktu. 1908 devrimini "Zito Elefteria, Yaşasın Hürriyet" çığlıklanyla karşılayan Rumlar, kısa zaman da hayal kırı klığına uğradı. "Milli İktisat" siyasetini yürürlüğe koyan İttihat ve Terakki; Ermeni Rum, Yahudi kökenli komprador burjuvazinin karşı sına, müslüman ticaret buruvazisini dikmek istedi. Onun için de kan dökmeyi gündemine aldı. Çünkü sermayenin sa dece alınterini sömürerek semiremeyeceğini , kan da içmek zorunda olduğunu biliyordu. Ermeni ve Rumların katli ve tehçiri , servetlerinin ganimet haline gelmesi , müslüman Türk sermayesinin bitinin kanlanmasını daha da büyüttü. Şüphesiz, Rum olsun, Ermeni olsun sermayenin dini, imanı ve milliyeti paradır. Bu açıdan üzerinde durulması gereken şey , İttihat ve Terakki'nin, komprador nitelikteki Ermeni ve Rum sermayesine tavır almasından çok bu gerekçeyle milyonlarca azınlık halkın maddi manevi acılara sevk edilmesidir. Hem de "yerli" sermaye kesimleri adına Osmanlı'nın yarı sömürgeleşmesinde ajan rolünü oynayan ticaret burjuvazisi pek çok halktan geliyordu. Ama ağırlık, Rum ve Ermeni kökenli ticaret burjuvalarındaydı. Kurtuluş Savaşı gelip çattığında sermayenin % 78'ini ve emeğin %75'ini gayrı müslimler oluşturuyordu ki, bunun içinde Rumların payı belirleyiciydi. Örneğin, 1919 'da B. Anadolu'da 3300 işletmenin %73'ü Rumlara aitti.

Gelecekte "Milli Kapitalizm"i hedefleyecek olan Kemalistler, daha Kurtuluş Savaşı içinde, bu kesimlerin kıyımına, mallarına, varlıklarına el koymayı politika haline getirdi. Bu tercihte, azınlık sermaye ke simlerinin emperyalizmle işbirliğine girmeleri ve Anadolu Rum halklarının bir kesimini de "Megalo İdea" siyasetiyle yedeklemesinin teşvik edici bir yönü oldu, ancak bu dirim, Kemalistlerin katliamcı talancı zihniyetini yine de ortadan kaldırmamaktadır.

dükleri için Kurtuluş Savaşı'na destek vermeye başlamışlardır. Yunan işgalinin akabinde başta Batı Anadolu Rumlar'ı olmak üzere, Karadeniz ve Kapadokya Rumlar'ı bulabildikleri her yoldan, korku ve panik içinde yurtlarını terk ettiler. Ancak açlık, hastalık ve saldırı sonucu, çoğu Yunanistan'a varmadan yaşamlarını yitirdi. Daha fazla kırımı önlemek için Yunanistan ve Türkiye, Lozan'da 'Mübadele Antlaşması' yapma yoluna gittiler.

Kemalistler, Anadolu Rumlarını göç ettirdikten sonra bu kez, müadeleye konu etmediği İstanul, Gökçeada, Bozcaada Rumlarını, yeni bir sermaye birikimi için hedef aldı. "Türkiye, Türkler'indir" şiarı ile hareket eden kemalistler, 1942 yılında, "fevkalede kazançları" vergilendirme adı altında "varlık vergisi"ni çıkarır. Verginin, savaş vurguncularına, karaborsacılara spekülatif kazanç elde edenlere uygulanacağı belirtilir. Ancak varlık vergisinin gerçek içeriği, gayrı müslimleri hedef alınca ortaya çıkar. Zaten Başbakan Saraçoğlu bunu, CHP grubunda yaptığı bir konuşmada i f -şaa eder; "Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk Bu bölge, Rumlar'ın yoğun bu- piyasasını Türkler'in eline vereceğiz." lunduğu yerlerin başında gelir. Rum TBMM bir kereye mahsus olarak sermayeside Emperalist şirketlerle varlık vergisi almayı kabul eden birlikte bölgede büyük yatırımlara hemen çıkarır. Özel girişmiş, çok sayıda mülk edinmiştir. yasayı komisyonlar oluşturulur ve harekete Silah kaçakçılığından, ticaretten ama özellikle de "afyon" ticaretinden çok geçilir. Komisyonlar tamamen keyfi büyük paralar kazanmışlardır. Onları hareket eden organlardır. Türkler, % 5 vergi verirken, Rumlardan % 156, bölgeden silip atmak, Rum halkının Yahudilerden % 179, Ermenilerden göçü ile birlikte gerçekleşmiştir. ise % 232 vergi alınmaya başlanır. Teşkilat-ı Mahsusa çetecilerinin en En yoğun tahsilatın yapıldığı büyük destekçileri ise, müslüman İstanbul'da gayrı müslim eşraftı. Zaten çıkarlarını kemalistleri mükelleflerin toplam müdesteklemekte gör-

M. Kemal daha Samsun'a ayak basar basmaz, Topal Osman ile görüşür ve O'na şu buyruğu verir: "Osmanağa, İstanbul Hükümeti'n-den aksine emir gelmiş olsa bile , sen gene Pontoscularla sonuna kadar mücadeleye devam edecek ve bunların tenkilinde bulunacaksın. İşine sakın ola ki nihayet verme! Bilakis hız ver\" Nitekim Topal Osman, bu talimat doğrultusunda Giresun bölgesinde tam bir derebeyi gibi hüküm sürer. Ermeniler'in, Rumla-r'ın ve hatta müslümanların yaşamına, mal ve namusuna yönelir. Aynı şeyi 1 9 1 4 - 1 8 arası Rum ve Ermeni Tehçisi'ne katılan, cinayetler işlenen Teşkilat-ı Mahsusa'nın diğer kadroları da gerçekleştirir ve önemli bir birikime el koyar. Özellikle Ege Bölgesinde yürüttükleri faaliyetler dikkat çekicidir.

tavı r / güncel / e k i m '99 / sayı: 17


kellefler içindeki oranı % 87'dir. Bu yüzde içinde müslümanların payı % 7, geri kalan % 6'lık pay ise "Ecnebi" denilen ve İstanbul'da oturan Yunan vatandaşlarıdır. Vergisinin tamamını ödemeyenler Aşkale ve Sivrihisar'da kurulan toplama kamplarına gönderildiler. Çalışma kamplarına gönderilenlerin tamamı gayri müs-limdi. Yollarda kar temizleme, taş kırma, tünel açma, yol yapımı işlerinde çalıştırıldılar. 1944 yılına kadar süren bu uygulama sonucunda 8 bin kişi kamplara konuldu. Toplam 25 kişi yaşlılık, hastalık gibi nedenlerle hayatını kaybetti. Varlık vergisiyle gayrı müslim-lerin mallarına el koyma ve bunları müslüman-Türk ticaret sermayesine aktarma politikasını, sonraki dönemde Başbakanlık yapmış olan Ferit Melen şöyle özetliy ordu: "Varlık vergisine kadar Türkler ticarette, ikinci ve üçüncü sınıf işler yapıyorlardı. Varlık vergisinden sonra, bilhassa Anadolu ticaret erbabı İstanbul'a gelerek ticaret hayatında kendisine yer yapabilmişti. Varlık vergisinin böyle bir sonucu ol muştur... Ticari hayatın Türk'leşti-rilmesi hedefi gözetilmiştir... Varlık vergisi sonrasında tüm Anadolu tüccarı, Örneğin Koçlar, Sabancılar, bu hadiseyle kendilerine yer bulmuşlardır. Bu hadisenin böyle bir sosyal hizmeti ol muştur."

Lozan anlaşmasıyla İstanbul'da kalmaları güvenceye alınmış 120 bin dolayındaki Rum, 6-7 Eylül olayları ile birlikte malları yağmalandıktan sonra, korkutulup kaçırıldı. Bu bir zorunlu göçtü ve mallarını ve mülklerini satmalarına bile fırsat verilmemişti. Gitmeyenlere ise, bulunan çözüm polis tarafından gözaltına alınıp, İpsala sınır kapısından çıkarılmak

olmuştur. Tabi ellerine de 100 dolar verilerek. Kabadayılıktan Mafyaya Geçişte 6-7 Eylül Olayları'nın Yeri 6-7 Eylül kontrgerilla operasyonunda yer alan güçlerden birinin de lümpenler olduğunu belirtmiştik. O dönemin lümpenleri (kabadayıları) gazino, kumarhane, kahve gibi yerler işleten, bulundukları semtlerde "racon" keserek "adalet" dağıtan kişilerdir Çoğu bileğine güvenir. Ama bileği yerine, devletle, onun gizli teşki latıyla ilişkiye girerek rakiplerine üstünlük sağlamak isteyenleri de vardır. Kontrgerilla bu operasyona girişirken, elinin altında bulundurduğu bu kişileri de harekete geçirir. Milli Emniyet Teşkilatının yönlendirdiği kişilerden biride, kabadayı Oflu Hasan (Hasan Ce-vahiroğlu) dır. Hasan Cevahir, Galata'da kahve işletirken 6-7 Eylül olaylarını, kabadayılıktan mafyaya geçişte bir basamak olarak kullanmış, bu olaylardan sonra, hızla palazlanmış ve yeraltı dünyasının "sözü kanun gibi dinlenen adamı" haline gelmiştir. 58 yaşında kalpten ölen Hasan Cevahir'in cenazesine Devlet erkanı büyük bir ilgi gösterdi. Cenaze töreni, Mareşal Fevzi Çak-mak'ın cenaze töreni ile kıyaslandı. 20 emniyet müdürü, 50 polis şefi, bakanlar, milletvekilleri hepsi oradaydı. Sonuç Türkler, Anadolu'yu iskan ettiklerinde, iki bin yıllık tarihsel geçmişi olan yerli bir nüfusa rastladılar. Bu yerli nüfus imha edilmediği gibi hiçte yok olmadı. Çeşitli kö kenden gelen, farklı bir dine, dile ve kültüre sahip olan bu yerli halk kitleleri, gelenlere dosttavı r / güncel / ekim '99 / sayı : 17

luk elini uzattı. Kendisini ezenlere karşı hep birlikte kılıç salladılar. Babai ve Bedreddin ayaklanmalarında olduğu gibi kan kardeşliğinin temellerini attılar. Bunlar arasında, Anadolu uygarlığına önemli katkıları olmuş Rumlar da vardı. Ama artık Rumlar, Anadolu'da yoklar. İstanbul'da ise sayıları 3 bine düşmüş durumda. Rumları özyurtlarından sürenler, katliamlardan geçirenler hep baskıcı iktidarlar oldu. Onlar, halkları daha kolay sömürmek için aralarına düşmanlık tohumu ektiler. Kimi zaman oldu bunu da başardılar. Ancak halklar, engin sağ duyusuna güvenerek yeniden kardeşliğin temellerini attılar. Yunan ya da Rum düşmanlığını, Türk düşmanlığının nedenli tarihsel kökenden yoksun olduğunu gösterdiler. Kimi zaman oldu, Yunan bağımsızlık sava şının büyük ismi Kolokotronis ile Ali Farmakis arasındaki kankardeşliğinde gösterdiler bunu, kimi zaman oldu 1919 larda işgale ve savaşa karşı bir tutum alan Yunan komünistlerinin şahsında gösterdiler bunu. Bazen de, iki halkın mutluluğunu isteme suçunu işlenen ve faşist-lerce birlikte katledilen Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas Mişaulis gibi gösterdiler. Büyük uygarlıklara eşik olmuş, Ege'nin her iki yakasını yeni uygarlıklara; sınıfsız, sömürüşüz bir dünyaya kavuşturmak için iki halkın kardeşlik, birlik ve dayanışma içinde olması gerekmektedir. Birlik ve Kardeşlik, ne Osmanlının uyguladığı modelle ve ne de "Megalo İdea"nın gerçekleşmesiyle olabilir. Ege'nin her iki yakasını birleştirmenin, geçmişin acılarını, düşmanlıklarını gidermenin yolu, çağdaş Bedreddinle-rin, Baba İshakların elindedir. •


tartışma erol mutlu

Kardeş Türküler'den Bir Açıklama:

“Doğu" Albümü Üzerine...

D

erginİEİn Ağus-ktos'99 tarihli sayı-tsında, Kardeş T ürkülerin "Doğu" albümümle ilgili bir değerlendirme yazısı yayınlandı. Yazı ayrıntılı bir 'müzikal' değerlendirme içermediği için bu düzlemde bir tartışmaya girmiyoruz. Biraz dikkatli okunduğunda yazıda iki temel düzlemin söz konusu olduğu söylenebilir. 'Dikkatli okuma' ile kastettiğimiz şey, yazının arka planındaki düşünüş ve muhakeme tarzıdır; her metnin bir de alt-metni vardır çünkü. Sözünü ettiğimiz iki düzlemden biri, ne yazık ki yer yer yanlış anlamaların da devreye girdiği 'sübjektif bir düzlem, diğeri ise 'kültürel/politik' düzlemdir. 'Sübjektif düzeyde yürütülecek bir tartışmanın verimli ve ön açıcı olma şansmm çok düşük olduğu herhalde kabul edilecektir: Kardeş T ürkülerin 'mozaik' özelliği taşıyan diğer çalışmaları küçümsediği,

onları yanlış, kendisini ise doğru çizgide, dahası 'otorite' olarak gördüğü, ama en fazla bir kaç albümlük ömrünün kaldığı, vb. türünden imaların -bir gerçekliğe denk düşmemesi nedeniyle- tartışılacak bir yanı bulunmuyor. Bu düzlemde yapıcı bir tartışmanın önü açılamaz. Muhalif sanatsal çevreler arasındaki ilişki etiği, birbirlerine 'vade biçmek' şeklinde olmamalı ve gereksiz imalara da-yanmamalıdır. ilke olarak, yanlış argümanlarla kurulmuş sübjektif zeminde bir tartışmaya girmemekte her zaman yarar vardır. Öyleyse asıl düzleme geçebiliriz. Sanırız burada esas sorun 'etnitavır / müzik / ekim '99 / sayı: 17

site' olgusuna -dolayısıyla etnik müziklere ve onunla kurulacak ilişkiye- bakıştan kaynaklanmaktadır. O halde bir albüm kapağının sınırları dahilinde kısaca belirttiğimiz noktalan, bu vesileyle başlıklar halinde açmak yararlı olacaktır: 1) Albümde 'doğu', basit anlamda sadece bir bölgeyi ya da 'ülkenin doğusu' gibi bir yön duygusunu ifade etmiyor; aynı zamanda kültürel bir alanı anlatıyor. Bu alanda yaşayan halklar, toplumlar ya da cemaatler salt tarihsel/arkeolojik anlamda değil, aktüel olarak bugün de birlikte yaşamaktan kay-


naklanan ortaklıklar taşıyorlar; öte yandan birbirlerinden ayırt edilecek kadar kendilerine özgü içsel tarihi özelliklere de sahipler. Ve hem ortak hem de farklı kara kterlerini takip ettiğimizde, verili bölgesel sınırların ötesine geçmek durumunda kalıyoruz. Diğer bir deyişle kültürel sınırlar hiçbir zaman coğrafi sınırlarla örtüşmüyor. Kültürel dünyalar söz konusu olduğunda, 'sınır' anlayışımızı, atlastaki verili sınırların ötesine geçirmek, yani ufkumuzu daha geniş tutmak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkı yor. Kültürel sınırlar çoğunlukla daha reeldir, kimi zaman ise belirsizdir ve bu bir sağlıksızlığın değil geçişkenliğin işaretidir. Bu demektir ki, müzik söz konusu olduğunda hem reel hem de geçişkenlik nedeniyle sınırları (içeriği değil) belirsiz olan bu kültürel dünyayı, taşıdığı müzikal öğeler ve yerel formlar üzerinden izlemek gerekecektir. (Yazıda bize atfen geçen "içeriği belirsiz ve geçişken olarak nitelenen 'doğu' kavramı..." cümlesi ya albüm kapağının yanlış okunmasından kaynaklanıyor ya da yeni bir tanım oluyor; ama bu tanımın Kardeş Türküler ve Doğu albümüyle bir ilgisi de bulunmuyor: 'içeriğini belirsiz' bulduğumuz bir alanda, ortak ve farklı müzikal formları vurgulamayı amaçlayan bir projeye girişmemiz anlamsız olurdu!). 'Anadolu'nun renkleri', 'mozaik', 'uygarlıklar beşiği' gibi adlandırmaların ise, yararlı metaforlar olmaktan çıktığını ve ne yazık ki, 'etnik kültürleri' baz alan yeni tanımlamaların önünde birer kavramsal engele dönüştüklerini görmek gerekiyor. Etnik kimliklerin varlığını ağızlarına almayan egemen zihniyetler bile bu adlandırmaları rahatlıkla kulla-nabiliyorlarsa, nedenleri üzerinde düşünmekte yarar vardır: bu kavramların içi, risk taşımayacak şekilde boşaltılmıştır, TRT anonslarında kullanılabilmesi de bu yüz-

dendir. 2) Biçimlenmesinde birçok faktörün devreye girdiği böylesi karmaşık bir kültürel yapının müzikleri üzerinde çalışırken, yönlendirici bazı ilkelerin ve kriterlerin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır; dra-maturjiden ka stedilen de budur. Kültürler arası etkileşim ve geçişmelerin oldukça yoğun yaşandığı 'doğu' gibi bir alanda kültürel/politik bir duruş, sadece muhtemel 'sapma'lara ve ciddi hatalara karşı tetikte olmayı sağlamaz, yapılan çalışmanın (örneğin müzikal bir çalışmanın) özelliklerini dikkate alarak ayrıntılandırılmış drama-turjik bir çerçeve de kurar. Eğer sol literatürdeki estetik teorilerinin geleneksel 'biçim-içerik' tartışmasına takılıp kalmak istemiyorsak, bir dramaturjik çerçevenin 'çatı' veya 'biçimsel' olmakla hiçbir ilgisi bulunmadığını da görmek zorundayız. Dramaturji, bir faaliyetin ayrıntılarına nüfuz eden yönelim ilkelerini anlatır; bu ilkeler önsel, teorik veya bazen 'sezgisel' bile olabilir. Bu sayededir ki, bir şarkının bestecisinin (M. Xalif ya da Aşık Mahzuni) mekân olarak doğuda yaşayıp yaşamadığı bir gündem maddesi bile olamaz; belirleyici olan, şarkının, doğunun müzik kültürüne ait özellikler taşıyıp taşımadığıdır. Dar bir 'mekânsal bakış'ın dışına çıkıp müzikal karakteristiklerin (ezgi ve ritm yapıları, yerel tarzlar, vs.) ve kültürel kriterlerin (insanların alımlama [reception] ve hissiyat biçimleriyle örtüşme, vs.) altını çizmek, ancak bir dramaturjiye referans yaparak mümkün olabilir. Aynı şekilde, doğudaki birçok müzik formundan biri olan govend formunu, röpriz kalıbı içinde icra etmekle yetinmeyip müzikal olarak işlemekte ve bunu şarkı formunun sunduğu kimi olanaklarla yapmakta, 'form' düşüncesine aykırı bir şeyler bulmaya çalışmanın hiç gereği yoktavır/müzi k/eki m '99/sayı: 17

tur; halay, govend ya da gorani formu ile şarkı formu arasındaki geçişmeler tarihsel olarak zaten vardır ve bugün Kürt halaylarını birer şarkı olarak da okuyabiliyor-sak, bunu, formların birbirlerini dışlamasına değil, bilakis örtüşme noktaları taşımalarına borçluyuz. Formlar üzerinde çalışmak şüphesiz belirli riskler taşır, ama 'risksiz' bir faaliyetin yürütücüsü olmanın da bize kazandıracağı bir şey yoktur. Bu nedenle, tüm bu düşüncelerin altında ezilmeyi değil, arkasında durmayı tercih ediyoruz; benzeri denemeler bundan sonraki çalışmalarımızda da yer alacaktır. 3) Faaliyet alanı 'etnik müzikler' olduğunda, 'etnisite' olgusuna dönük bir bakışın olması da zorunludur. Aksi takdirde bu müziklerle kurulan ilişki pragmatik, tü-ketimci veya turistik bir çizgide seyretme tehlikesi taşıyacaktır. Öyleyse şu iki formülasyonun bizler için 'tayin edici' bir öneme sahip olduğunu hatırlatalım: i) 'çok-kimlikli' ve 'çok-kültür-lü' bir coğrafya ile karşı karşıya olduğumuzu 'memleket meselelerine' bakışımızın temel ön kabullerinden biri yapmak zorundayız; ii) bu 'çok-kimlikli' coğrafyada gelişen 'kimlik siyaseti'nin dar ve sınırlayıcı değil, 'özgürleştirici ve demokratik' bir siyaset olarak karşımıza çıktığını; bunu esasen doğu coğrafyasında harekete geçen Kürtler'e borçlu olduğumuzu artık kabul etmek durumundayız. Bu sürecin diğer halklar ve toplumlar için de motive edici olduğu biliniyor. Yukarıdaki iki noktaya genel anlamda hak verilmesi konumuz açısından bir önem taşımaz; ayrıntılara girildiğinde görüş ayrılıklarının ortaya çıkması ihtimali yüksektir. Biz yalnızca kendi parametrelerimizi söylüyoruz. Eğer özgür-leştirici ve demokratik bir kimlik siyasetini savunuyorsak, bu ülke-


ve) tarafı n d a n ş i md i k i Tü r k ç e v e rs i y o nuy1a okun-

de yaşanan asimilasyon sürecine, kimliklere saygı gereği, karşı çıkma mız gerekiyor. Kimsenin diğerinin kimliğine ve hakkına saygısızlık etmediği insani bir düzen, her yerde olduğu gibi plural yapıdaki coğrafyamız için de gereklidir. Kültürler arasındaki doğal alışveriş ve etkileşimi, asimilasyoncu süreçlerden ayırmak her zaman kolay değildir, dramaturjik bir hassasiyet gerektirir. Bu çerçeveden bakıldığında, her alanda olduğu gibi bulunduğumuz faaliyet alanında da asimilasyonun etkilerini ve izlerini silmeye çalışmak salt kültürel değil aynı zamanda etik bir görevdir (Yazınızda yer alan "Kürtçe asimilasyona duyulan öfke" gibi bir çıkarım biçiminin ise, konumuz açısından, dar ve duygusal kalabileceğini hatırlatmak zorundayız). Etnik kimlikleri doğru telaffuz etmek, tekelci bir etnik aidiyet dayatmasına karşı kültürel bir mücadele geliştirmek hepimizin işi olmalıdır. Örnek verelim: bir şarkının künyesinde iki halkın da adı geçiyorsa bunu açığa çıkarmak zorundayız. 'Kara Üzüm Habbesi' adlı şarkı, öğrendiğimiz kadarıyla 1950'lerde Mehmet Durak (Xesta-

mu ş t u r ; ama başka bir kaynak (MKM) bunun Kürtçe sözlerden oluşan bir versiyonu old u ğ u nu söylemekte ve çeşitli etkinliklerde şarkıyı bu versiyonuy-la okumaktadır (Bildiğimiz kadarıyla şarkının Kürtçe versiyonunun yer alacağı bir albüm hazırlığı da söz konusudur). Urfa gibi Kürtlerin yoğun olduğu bir bölgenin şarkısında bu kültürel girdilerin hatırlatılması, birlikte yaşayan halklar arasındaki müzikal alışverişin örneklenmesi anlamında son derece önemlidir. Bu türkünün Kürtçe (de) okunduğunu ilk defa öğreniyor olabilirsiniz, ama sanırız bu bizim değil, 'ilk defa öğrenilmesinin' yarattığı bir sorundur.

mazlar; bu kültürleri için de geçerlidir. Doğu'da Kürt Alevilerinin, güneyde (Hatay ve çevre illerde) ise farklı dinsel özellikler taşımakla birlikte Anadolu Aleviliği içinde değerlendirilen Nusayrilerin (Alawi) Türkmen Alevilerle hem ortak

hem de farklı kültürel/tarihsel motiflere sahip oldukları biliniyor. Dersim'deki Zaza ve Kurmanç Alevilerin deyiş, nefes ve semah müzikleri, Elbistan dedelerinin kimi deyişleri kendi dillerinde söylenir, Dersim'de 1938 öncesi bu örneklerin sayısı çok daha fazla olabilir. Alevilik'te ibadet (Ayin-i Cem) dilinin, -yazılı metinlerin de etkisiyleçoğunlukla Türkçe olması, semahların diğer dillerde de söylendiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Doğal olanı da budur. 'Kürt Alevi Semahı' diye bir tanımlamaya ilk kez rastlanılması ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, bizden değil, 'ilk kez rastlanıl-masından' kaynaklanan bir sorun olmalıdır (Ayrıntılı bilgi için, Alevilik literatürüne, daha spesifik olarak M. Bayrak'ın Alevilik ve Kürtler adlı çalışmasına bakılabilir). Aleviliğin etnik çeşitliliğini vurgulamak kardeşliğe ters düşen bir durum olmasa gerek; ama sadece etnik değil, Alevilik kültürü açısından da farklılıklar taşıyan kimlikleri homojen ve anonim bir Alevilik üst başlığında toplamak tümüyle kurgusaldır; reel durumun değil, en fazla kendi temennilerimizin bir 4) Dramaturjinin bir çalışmada yol formülasyonu olabilir. Buradan hareketle, gösterici hassasiyetler oluşturma işlevi bu semahı belirleyen ana noktanın dinsel yanı noktada bir kez daha devreye girmektedir. mı olduğunu bir kez daha düşünmekte yarar Ülkemizde alevilik gibi hassas bir konuda vardır. resmi söylem ve politika, aleviliği tek bir etnik adrese sıkıştırmak ve orada Sonuç olarak, tartışmanın dra-maturjik sabitleyerek 'absorbe etmek' biçiminde eksende yapılmasının, yöntem açısından, gelişiyor. Aleviliğin, Orta Asya'dan gelen hepimiz için daha verimli olacağını Şamanist kaynaklarını öne çıkaran monolitik belirtiyor, buna imkan verdiğiniz için teşekteorilere mesa feli yaklaşırsak eğer, şu kür ediyoruz. noktaları daha net görmek mümkün hale gelebilir: Aleviler homojen ve yekpare bir İyi çalışmalar diliyoruz. • toplum oluşturtavı r / müzik / ekim '99 / sayı : 17


inceleme talat at ılgan

Y

üzyıllara meydan okuyan tarihi Taş Köprü'sü, Ulu Camii, Saat Kulesi, Tuz Hanı ve kebapçıları ile Çukurova'nın en verimli topraklarında kurulmuş bir kent... Adana. Sırtını dayadığı Toros dağları nasıl isyan; canına can katan Çukurova nasıl bereketse; Arap'ı, Türk'ü, Kürt'ü ile insanları mert, delikanlı, kıpır kıpırdır... Anadolu'nun güneyindeki bu sıcak Akde niz ilinden güneş hiç eksik olmaz. Adana güneşten kavrulurken Seyhan ve Ceyhan Nehirleri Çukurova'nın topraklarını sulayıp, bereketlendirir. Tarihte Kilikya olarak adlandırılan, Hatay ve Mersin'i de içine alan Çukurova'nın merkezi Ada-na'dır. Bu nedenle de bugün Çukurova ve Adana adı neredeyse aynı anlamda kullanılır. Geçmişte, dağlarından göçebe Türkmen ve Yörük obalarının yaşadığı yörenin bugüne uzanan yazgısı 1850'lerle başlar. Bu tarihlerden itibaren Çukurova hızla gelişip, önem kazanır. Bu gelişimin nedeni ise pamuk ekimine ağırlık verilmesi ve pamuğa dayalı sanayileşmedir. Ancak Adana'nın ekono-

mik gelişimi asıl olarak 1950'lerde emperyalizmle girilen ilişkilerle birlikte şekillenir. Sanayi hızla gelişir. Çırçır, pamuk ipliği, pamuk dokuma, un, bitkisel yağ gibi besin maddeleri, sabun, kereste, çimento gibi endüstri dallarında da gelişen şehirde tamirhaneler ve dökümhaneler kurulmaya başlanır. Bugün ise Türkiye sanayi işçilerinin %7'si Adana'da yaşamaktadır. Adana, so syo-ekonomik açıdan Çukurova ve hatta pek çok Kürt ilinin yaşamını ve ilişkilerini belirleyen bir merkez durumundadır. Bu bölgelerin tarım ürünleri burada satılır ya da işlenir, ulaşım, yine Adana üzerinden sağlanır. Kilikya ve onun merkezi durumundaki Adana, tarih boyunca zengin kaynaklarıyla dikkat leri üzerine çekmiştir. Türkler Anadolu'ya girdikten kısa süre sonra Adana'ya gelirler. Bu yıllarda yerli halkı oluşturan Ermeniler dağlara çekilirler ve burada Rupinyan Krallığı adında bir krallık kurarlar. Tarih ezenle ezilenin savaşımı üzerinde yükselir denir. İşte Çukurova'nın ve yöre insanın yazgısı da tavı r / bölgesel notlar / ekim '99 / sayı : 17

bu gerçeğin bir kanıtı gibidir. 16.yy başlarına kadar beylikler tarafından elde tutulan Adana Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sıra sında Ramazan oğlu Mahmut Bey'in Y a vuz Sultan'a biat etmesiyle Osmanlı'ya geçer. Ancak başta Kozanoğlu ve Küçükalioğlu aşiretleri olmak üzere burada yaşayan göçebe Türkmenler, Osmanlı'nın vergi, asker gibi isteklerini yerine getirmeyip, Osmanlı yönetimini tanımazlar. Resmi olarak Osmanlı toprağı sayılan yörede Osmanlı bir türlü hakimiyetini kuramaz. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı egemenleri Toroslar'da yaşayan göçebe Türkmen oymaklarını yerleşik yaşama zorlar. Bu amaçla kurulan Heyet-i islahiye adlı bir heyet ve Fırka-i islahiye adlı askeri bir güç isyanı bitirip, göçebeleri yerleşik yaşama geçirmek, merkezi denetimi sağlamak için görevlendirilerek Ada-na'ya gönderilir. Osmanlı, Türkmen aşiretlerine bir yandan kanlı saldırılar düzenlerken bir yandan da düze inenlerin affedileceğini bildiren beyannameler yayınlar. Aşiret ileri gelenleriyle görüşmeler ya-


pıp, ikna yoluyla kandırmaya, satın almaya çalışır. Bir süre sonra Türkmenlerin bir kısmı yerleşik düzene geçirilerek, belli ölçülerde denetim sağlanır ve Adana vilayet olur. Anadolu'da bu gelişmelerin yaşandığı tarihlerde Amerika'da iç savaş yaşanmaktadır. İç savaş özellikle Amerika'daki pamuk tarımını etkilemiş ve bütün hammaddesini Amerikadan sağlayan Avrupa dokuma endüstrisini büyük bir kriz içine sokmuştur. İç savaş nedeniyle dokuma ve tekstil sanayininin temel hammaddesi olan pamuğu elde etmekte sı kıntı çeken İngiliz ve Alman emperyalizmi yeni üretim alanları için arayışa başlar. İngilizler en sonunda Çukurova'yı, Mısır'la birlikte yeni üretim alanı olarak ele alıp bölgeye yönelirler. Aynı yıllarda Almanlar, Adana'da pamuk tarımının nasıl yapılacağına dair broşürler dağıtarak, halka bedava pamuk tohumu verirler. Halkın iane pamuğu dediği bu tohumdan elde edilen pamuk 1926'lara kadar Adana borsasında iane pamuğu adı altında işlem görür. Çukurova'da pamuk üretimi için oluşturulan İngiliz emperyalist şirketler topluluğu ACS'de önce pamuk üretimini özendirici propaganda yapıp, ardından da Osmanlı'dan bu konuda bazı ayrıcalıklar istenir. Özendirici propagandalara kapılan, asıl olarakta üzerindeki ekonomik, siyasal baskılardan bunalan Osmanlı, başta emperyalist şirketler olmak üzere, pamuk üreticilerine boş toprakları bedava verir. Buralarda yapılan işler için beş yıl hiç bir vergi alınmaz, sonraki yıllarda ise iç ya da dış pazara yönelik tüm ticari işlemlerde büyük vergi indirimleri, pamuk işlemek için getirilen makine ve araç gereç de gümrük vergisi muafiyeti sağlanır. Bundan böyle yörede ACS'nin gönderdiği Amerikan tohumları ekilmeye başlanır. Pamuk ekimi, işlemesi ve ticareti bir yönetmelikle, resmi bir düzenleme altına alınır. Artık Adana başta

olmak üzere tüm Çukurova emperyalist dokuma ve tekstil sanayinin temel hammaddesi olan pamuğun temel üretim alanlarından biridir. Türkmenlerin zorunlu iskana zorlandığı bu yıllarda yöre halkı pamuk üretimine teşvik edilirken İngilizlerin, Fransızların, Almanların pamuk ticaretini yürütmek amacıyla kurduğu ulaşım ağı ve sanayileşme yörede önemli ekonomik, toplumsal değişimlere yol açar. O günden bugüne yaşanan değişimlerle birlikte Çukurova sadece yörenin değil Kürt illerinden, Karadeniz'den ve Anadolu'nun değişik bölgelerinden mevsimlik işçi ya da kalıcı olarak göçen yoksul halkın geçim kapısı haline gelmiştir. Ekmeğini Çukurova'da arayan binlerce insan pamuk zamanı yöreye akın eder. Kadın-erkek, genç-ihtiyar ailece çalışmak için gelen bu insanlar gece gündüz, sıcak-yağmur, sivrisi-neksıtma demeden çalışırlar. Hem de karın tokluğuna. Derme çatma barınaklarda istim üstünde kalan "pamuk ırgatları"nın çilesi sayfalara sığmaz. Hiç bir sosyal güvenceleri olmadığı gibi emeklerinin karşılığını da biç bir zaman alamazlar. O hale gelmiştir ki, açlık ve yoksulluğa mahkum edilmiş emekçilere pamuk ırgatlığı çaresizliğin çaresi gibi gelir. Oysa ki, Çukurova'nın bu bereketli toprakları, uzanıp giden bembeyaz pamuk tarlaları onların emeği ile pamuğa keser. Onların emeği ile dokunur, kumaş olur, ip olur, çırçırından yağ çıkar. Onlar, bereketli topraklar üzerinde; can ile yapışıp sabanın sapına hayatı su ile güneş ile yeşerten-lerdir Onlar, almteri, pamuk balyalarından süzülen; kadm-erkek, gençyaşlı gurbet ırgatları hasat ortaklarıdır Onlar, güneş altında, kızgın toprakta, yoksullukla boğuşan emekle-

tavı r / bölgesel notlar / ekim '99 / sayı : 17

ri bir kaderleri bir olanlardır (...) (*) Sabancılar'ın, toprak ağalarının hiçbir emeğinin olmadığı bu bereketli toprak, emekçilerin teri ile sulanır. Çarkları onların gücüyle döner. Sabancılar'ın, Güney Sanayile-r'in, Çukurova Holdinglerin merkezi konumundaki Adana, ayrıca ABD emperyalizminin Ortadoğu halkları üzerinde tehdit ve saldırıcı aracı olarak kullanıldığı İncirlik Üssü'yle de ayrı bir statü kazanır. Çukurova, geçmişten beri göçten en fazla etkilenen bölgelerden biridir. Özellikle Adana deyince artık akla "Göç şehri" geliyor. Bugün nüfusun neredeyse yarısını göçeden Kürt halkı oluşturur. Hükümet, göçle gelen büyük nüfusa altyapı, sağlık, eğitim vb. hiçbir alanda yeterli hizmet sağlayamamıştır. Barındırdığı ucuz iş gücü ordusuyla sanayicilere ve tüccarlara, topraksız ya da az topraklı köylü üzerinde de toprak ağaları ve tefecilere azgınca bir sömürü fırsatı yaratan Adana'da bu azgın sömürüye karşı iktidar, halkın tepkisini bastırmak için sürekli teröre başvurur. Bu haliyle Adana halkının iktidarla ve yerel egemenlerle çelişkisi çok derindir. '80 öncesi, Adana'ya göç sadece ekonomik sebeplerle olurken '80 sonrası ise durum farklılaşır. Kürt halkının, süren savaşla birlikte artık göçler, yakılıp yıkılan köylerden, faşizmin burada hayatı zehir etmesinden, halkı göçe zorlamasından yaşanmaya başlanır. Adana'ya iş bulmak umuduyla gelen Kürt halkını bekleyen ise genellikle işsizlik olur. Karınlarını doyurabilmek için hamallık, ırgatlık, simitçilik, ayakkabı boyacılığı, kağıt toplama, at arabacılığı, seyyar satıcılık, her türlü inşaat işleri, Kürt halkının doğal iş alanları haline gelmiştir. Ne var ki, özellikle son yıllarda bunların bir kı smı polis ya da zabıtalar tarafından engellenerek bu geçim yolu da ellerinden alınmaya çalışılıyor. Örneğin, sey-


yar satıcıların şehir merkezinde iş yapmasına artık izin verilmemektedir. Çoğu zaman mahalle içlerinde bile zabıtalar ya da polis tarafından mallarına el konulur. At arabacılığı ise son birkaç yılda çok yerde yasa klanmış durumdadır. Büyük ölçülerde göç alan şehirlerde bu nüfusa denk alt yapı, konut vb. ihtiyaçlar karşılanmadığından gecekondulaşma çok yaygındır. Göçle gelen bu insanlar ne iş, ne de ev bulamayınca gecekondulara sığınarak zar zor yaşam kavgası vermeye çalışırlar. Göçerlerin büyük çoğunluğu Ada-na'nın Gülbahçe, Dağlıoğlu, Şakir-paşa, Hürriyet, Yüreğir, Kiremithane ve Ceyhan mahallelerine yerleşirler. İş bulamadıkları için hamallık, garsonluk, ev hizmetçiliği, amelelik, tablacılık diye anılan seyyar satıcılık vb. işlerle geçinmeye çalışan gecekondu mahallelerinin halkı da yine çoğunlukla Kürtler'den oluşur. Alt yapıdan yoksun gecekondu mahalleleri her yağmurda çamura batar, şiddetli yağışlarda ise selle boğuşmak zorunda kalırlar. Şehrin yeraltı yerüstü zenginliklerini ve işgücünü sömüren çok küçük bir

azınlık ise halkın yoksulluğuna inat büyük bir şatafat içinde yaşarlar. Adana halkının payına düşen ise yoksulluk, sömürü bir de devlet terörüdür. Gecekondu halkının devrimci mücadeleyi sahiplenmesine, düzene olan tepki ve muhalefetine son vermek için mahallelerde devlet terörü asla eksik olmaz. Adana'nın gecekondu mahallelerinde yaşanan en küçük bir kıpırdanış polis terörü ve gözaltıların yükselmesi için gerekçedir. Resmi faşist terörün yetersizliği karşı sın da mahallelerin çevrelerinde ve hatta içlerinde Bizim Ocak, Ülkü Ocağı gibi sivil faşist örgütlenmeler kurumlaştırılmaya çalışılır. Gecekondulaşma, 1980'lere doğru şehrin kuzeyindeki sanayi bölgelerinde yer kalmadığı ve sanayi gelişimi toprak fiyatlarını yükselttiğinden güneye, Seyhan ile havaalanı arasına kaymıştır. Yaylacılık, göçebe Türkmen geleneğinin bugüne ulaşan bir yaşam biçimidir. Osmanlı'nın zorunlu iskana yönelik saldırılarına karşı yöredeki oymaklar baş kaldırmış, boyun eğmemiştavı r / bölgesel notlar / ekim '99 / sayı : 17

tir. Yıllar süren ve kanla bastırılan isyanlar halkın türküleriyle, ağıtlarıyla, hikayeleriyle kuşa ktan kuşağa aktarılmış bugüne ulaşmıştır. Çukurova halk edebiyatı genellikle Osmanlı'yla ya da oymak, oba, aşiretlerin birbirleriyle çatışmalarını, savaşlarını işler. Dadaloğlu, Karacaoğlan, İlbeyoğlu, Aşık Abdullah, Aşık Ali, Üçgözoğlu, İnce Arap, Derdiçek, Deranı yöredeki halk ozanlarından başlıcalarıdır. Bu ozanlar içindeki kadın ozanlar Türkmenlerin kadına olan saygısının, verdiği değerin göstergelerin-dendir. Bu ozanlar arasında tüm Anadolu'da en çok tanınanlardan Dadaloğlu, 19. yy ortalarında Osmanlı ile bölgedeki göçebe Türkmenlerin çatışmaları sıra sında yaşamış, Dadalı oymağından bir ozandır. Dadaloğlu, Türkmenler'in gerek Osmanlı'yla gerekse de birbirleriyle mücadelelerini, yiğitliklerini anlatır. Dahası Osmanlı'ya karşı bizzat savaşmış, bir elinde saz bir elinde kılıç olan bir halk adamıdır. Dadaloğlu'nun kavga türküleri bugün hala süren adaletsizliğe, haksızlığa, zulme karşı halkın isyan duyguları-


na tercüman olup, kavgaya davet eder. Dadaloğlu'nun kavga türküleriyle coşan, Köroğlu'nun aşk türküleri ile sevdalanan, İnce Memed-ler'le haksızlığa kafa tutan Çukurova, binlerce yıllık bir kültür harmanı gibidir. Bu topraklar üzerinde beliren sayısız uygarlık, binlerce yıldan beri birbiriyle kaynaşarak bugünlere gelmiş, Çukurova'ya özgü bir kültür yaratmıştır. Hititlerden Kilikyalılar'a, Bizans döneminden Araplar'a daha sonra Türkler'e ve Kürtler'e dek uzanan zengin bir kültür ve tarih mirası bu topraklarda yaşamakta yöre insanın renkli, kavgacı, sıcak kimliğini şekillendirmektedir. Daha çok Adana'da öne çıkan Çukurova kültüründe Türkmenler' in isyankarlıkları Araplar' in sıcakkanlı dostluğu, Kürtler'in cefa-karlığı geçmiş kültür mirası ile birleşip yöreye özgü bir kimliğe biçim verir. Emperyalist ilişkilere rağmen

1950'lere kadar Adanalı'nın geleneksel nitelikleri yiğitlik, cömertlik, konukseverlik ve benzeri diye sayılabilir. Ancak bu yıllardan itibaren değişen ekonomik yaşamla birlikte geleneksel kültürel yapıdan da bir uzaklaşma yaşanmaya başlanır. Bu yıllarda toplumsal üretimden emek harcamadan pay kapan sömürücüler, büyük bir hızla, "batılı yaşam biçimine" yani yoz kozmopolit emperyalist kültür ve yaşam biçimine adapte olurken, başta şehir alanında, merkezlerde olmak üzere, emekçi halk kitlelerinin de toplumsal ko şulların zorlamasıyla geleneksel kalıplardan uzaklaştığı gözlenir. Geleneksel kültür öğelerinin nispeten korunabildiği yerler ise kırsal alanlardır. Ülkemizde emperyalizme bağımlı çarpık kapitalizmin geliştiği süreç, Adana'da başta pamuk olmak üzere bir iki tarım ürününe bağlı basit bir sanayi, altyapıdan yoksun, eğitim, sağlık ve benzeri

tavı r / bölgesel notlar / ekim '99 / sayı : 17

ihtiyaçları karşılanmayan şehrin göçlerle birlikte hızla artan nüfusu ile ortaya bugünkü haliyle çıkar. Bugünkü Adana, sanayi, tarım, ticaret ve azgın sömürü merkezi olan Adana'dır. Halka dayatılan insanlık dışı yaşam, çalışma ve geçim koşulları, halkın tepkisini, muhalefetini, bu da halka verebilecek bir şeyi olmayan hükümetin terörünü azdırır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi '98 yazında yaşanan depremin yaraları dahi bugün sarılmamıştır Ada-na'da. Televizyonlarda, basında söylenen şatafatlı sözlerin hiçbiri yaşama geçmemiştir. Ama katliamlar, ev ev gezmekte halkın gökyüzünü kana boyamaktadır.

Dipnot: (*) Kültür ve Sanatta T avır, Kasım '92; sayı;12


M

ikrofonik(!) sesiyle küçük bir adam şiir okuyor. Aslında şiir okumuyor. Sesiyle, hareketleriyle okuduğu şiirde nasıl duygulanılma-sı gerektiğini canlandırıyor. Gözlerini kısıyor, sesini daha da kalınlaştrnp kısarak "duygulu" bir hava vermeye çalışıyor. "Sen içerdeyken ben", diye başlayıp gidiyor şiir. Bu bir edebiyat-şiir programı değil. Son dönemde bir furya haline gelen şiir kasetlerinden birinin klibi. Hemen her konuda öyle değil midir? Bir yerinden kitle ile bağ kurulmuşsa, hemen o pazara dalar sahalar... İşte bu yüzden müzikte "pop"un iktidarı birkaç yıl içinde sönmeye yüz tuttu. Arkasından adım adım yükselerek "türkücüler" geldi. Ve türküler, türkücüler kapladı ortalığı. Öyle ki, "herkes türkü söyleyebilir." deyip, kamuoyunda ismi daha uzun süre gündemde kalsın isteyenler de birer türkü kasedi yapıverdiler. Daha önce de aynı şey pop müzikle yapılıyordu. Sonra kendi hazırladıkları T V programlarında daha etkili olmak, bazen de sırf zaman doldurmak için şiir okumaya başladılar. Bir, iki, üç... derken baktık ki gazetelerde, T V'lerde, kasetçilerde büyük boy afişlerle şiir kasetlerinin reklamları. İbrahim Sadri'n in, insanı haline şükrettiren, perilerin, meleklerin uhrevi dünyasında dolaştıran davudi sesi, ardından Yılmaz Erdoğan'ın külhanbeyi, mahalle kabadayısı ağzından dökülen entellektüel inciler... Sonra, programlarında metinleri de kendisi yazıp okuyan Tayfun Talipoğlu'n un gerçeği gören, görünce de fazla üstüne gidemeyen ürkek sesiyle, Savaş Ay'ın meyhanelerde, magazin gazeteciliğinin çamurlu yolların-

da iyice çamura bulanmış hırıltılı sesi... Ve daha birçok ses, kasetçilerden caddelere yayılmaya başladı. Bu bir furya, yani gelip geçici bir dalgadır. Ve şiir kaseti yapma işi; edebiyatla, şiirle ya da kitlelere verilmek istenen mesajla ilgili ciddi bir çalışmanın ürünü falan değildir. Özellikle de furyayı başlatıp yaygınlaştıran ve işi sadece çenelerini, gevezeliklerini satmak olanların hiç de bu tür dertleri yoktur. Yani hangi şiir olursa olsun, onların dilinde paraya, şöhrete, gündemde kalma kaygılarına kurban ediliyor. Öte yandan, şairlerin kendi seslerinden şiirlerini okumaları, yıllar sonraya kalacak birer belge olması açısından önemlidir. Şiiri anlamak belki de şairi anlamaktan geçer. Tersi de doğrudur. Onlar ses ile ilgili sanatlarla uğraşmamış, ses eğitiminden geçmemişlerdir. Onlar, yaşıyor oldukları gibi okurlar şiirlerini. Bunun için önceden çalışıp özel vurgular, ses ile ilgili bir kurgu vb. falan düşünmeden okurlar. Zaten öyle olduğu için de doğaldır, sadedir, anlatandır, etkileyendir. Bugün Ahmed Arifin "Hasretinden Prangalar Eskittim"i dinlemenin, Nazım Hikmet'in bütün dizelerinde dövüşen bir ses ile okuduğu şiirlerini dinlemenin anlamı, işlevi apayrıdır elbette. Ve işi "ses" olan, usta tiyatrocuların, seslendirme ustalarının, halk nezdinde haklı ve onurlu yerini alkış olan şairlerin şiirlerini kasede dönüştürme uğraşları elbetteki desteklenecek, teşvik edilecek çalışmalardır. Ne yapılırsa yapılsın, esas mesele kimin, ne için yaptığıdır. Yaptıklarıyla kitlelere, halka neyi taşıdığıdır. Neyin savunusunu yaptığıdır. Yaşanan furya, İMÇ'n in para kazanma kaygılarıyla şiir tavı r / popüler kültür / ekim '99 / sayı : 17

okuyanların şöhret kaygılarının peşinde, şiiri, müziği, edebiyatı ve seslendirme sanatını kurban etmeleridir. Müzikteki yansımasıyla arabesk çok tartışıldı, boyutları ele alındı. Ve şimdi o çarpık kültürel şekillenme, adına şiir kaseti denilen bu furya ile daha da boyutlandırılıyor. Bu işin kuralı, ilkesi, yok. Olsaydı bile kimsenin de bunları kaale alacağı yoktur. İşte böyle bir ortamda halka umudu, direnci, kavgayı, fedakarlığı, daha birçok değeri anlatan, gelecek güzel yarınları birlikte kurma mücadelesine çağıran halktan yana şairlerin şiir kasetleri, bu furya içinde kaybolma tehlikesi taşıyor. Bunun nedeni yalnızca aynı dönemde çıkıyor olmak değil. Halktan yana şairler, tiyatrocular, müzikçiler için şiir kaseti çalışması,üzerinde ciddiyetle ve hassasiyetle durulması gereken bir çalışmadır. Bu hem halka doğruyu, gerçeği, yeniyi ve umudu taşımanın etkili bir aracı olarak bu çalışmayı geliştirme sorumluluğundan, hem de her alanda olduğu gibi bu alanda da yoz, çarpık, arabesk biçimler karşısında alternatif olanı, doğru olanı ortaya koyma ihtiyacından kaynaklanır. Bu konuda yapılan kimi iyi niyetli çalışmalar, böyle bir bilinçle ve bunun gereği olan kolektif çalışmayla gerçekleştirilmediği için, diğer yoz, çarpık, piyasa işi olanların arasında işlevini yerine getirememektedir. Bu furya da durulacaktır. Daha başka birçok şey furya haline gelecektir. Ne furyalara kapılıp da yozluğun içinde savrulmak, ne de yozluğa duyarsız kalmak değil, doğruyu bulup çıkarmak ve onun sanatını yapmak; bütün duyarlı, halktan yana olan sanatçıların görevi budur. □


değerlendirme tavır

taly a Altın Portakal Film Festiv ali v e 5. UluslararasıKısa Film/Video Y arışması 11-5 Ekim günleri arasında Antaly a'da gerçekleştirildi. Bu y ıl f estiv alde geçen senelerde olmay an bazı değişiklikler vardı. Ulusal f ilm f estivalimiz ilk def a gerçekten halka açılıy ordu. Şehrin y irmi değişik noktasında kurulan açık hav a sinemalarında y arışmay a katılan f ilmler halka ulaştı. Festivalda filmi izley enlerin say ısı 75.000'i buldu. Ki bu Antaly a için bir rekor. Gerçi sanatçılar halkla buluşma kortejinden öteye geçemedi. Tabii medya gruplarındaki f estivali izlemekle görev li gazeteci arkadaşlarımız için de ne y azık ki ay nı şey ler geçerli. Gazetecilerin asıl işlev i sanatçıların arasında çıkabilecek kav gaları y akalamaktan öte olmalıy dı. Filmlerin nasıl olduğu konusunu değerlendirmek f azla doğru olmaz ama ulusal y arışmada da Uluslararası Kısa Film Y arışması gibi ön jüri olsay dı herhalde on f ilmden üç ya da dördü asla f estivale katılamazdı. Gelelim 5. Uluslarası Kısa Film/Video Y anşması'na. Basının görmemesi, uzun metrajdaki abi v e ablalarımızın da f azla umursamaması üzerine halktan da f azla katılım olmay ınca sönük geçmey e mahkum olan bu organisaz-y on aslında kısa f ilm için önemli bir mev ziydi. Belediy e v e organizasy on komitesi bizce üzerine düşen görev i y e-

rine getirmiş; 64 f ilmi, uluslararası saygın bir jüriy i v e yirmiye y akın y önetmeni biraray a getirmey i başarmıştı. Nedense ulusal basınımız bu konuy u f azla ciddiye almadı. Çıkan bazı eleştiriler de bi zce acımasızdı. Sanki bu çapta başka bir kısa f ilm f estivalimiz v armış da "bu f estival çok kötü olmuş gibi" y ansıtmaları, f estivalin geleceğini tehlikey e düşürmüştür. Öy le y a f estivalin sponsorları basında iki sanatçı-nın(!) kav gası kadar bile yer alamayan bu koskocaman organizasyonu neden tekrar yapmak istesinler ki. Kısa f ilm y apısı itibariy le ticari olmaktan uzak olması, sanatından ödün v ermemesi izley enlere büy ük key ifler v ermey e yetiyor hatta artıy or bile. Bu bir çok f ilmde de v ardı. Aklımıza hemen gelenler ise Hindistan'dan yarışmay a katılan Amar Kawar'ın y önettiği belgesel f ilm olan "A Seoson Outside" sav aşın v e şiddetin şiddet içermeyen bir şekilde engelley ebileceğini sorgulay an, buna y anıtlar bulmaya çalışan yapıtı idi. Jüri bu f ilme "En İy i Belgesel Film Ödülü"nü v erdi. Telev izy onlarımızda rahatlıkla yay ınlanacak bu f ilm, izley enlerini bizim de uzağımızda olmay an şiddet v e sav aş üzerine f elsefi bir y olculuğa çıkardı. Y ine gerçekle kurmacanın sınırlarını sorgulay an, izlerken de izley icileri gülmekten kırıp geçiren Belgesel f ilm "Adiu Monde y a da Pierre ile Cla-rie'nin Öyküsü" anlatılan her öykünün tavı r / festival / ekim '99 / sayı : 17


Başlangıçtan Bugüne En İyiler 1964GURBET KUŞLARI/HALİT REFİĞ 1965AŞK VE KİN/TURGUT DEMİRAĞ 1966 BOZUK DÜZEN/HALDUN DORMEN 1967 ZALİMLER/YILMAZ DURU 1968 İNCE CUMALİ/YILMAZ DURU 1969 SEÇİLMEDİ 1970 BİR ÇİRKİN ADAM/YILMAZ GÜNEY gerçek olabileceği kadar uydurma olabileceğini gösteriy ordu. Türkiy e'den katılan Traktör f abrikasındaki işçilerin bir günlük çalışmalarından kesitler sunan "Trik Trak" adlı f ilm, geride kalan bir ley leğin bir kasabadaki konuklarını en az 9 ay lık bir çalışmanın sonucunda oluşan görüntülerle bize anlatan "Bizim Ley lek" adlı belgesel görülmey e değerdi. Macaristan'dan gelen bu f ilm jüri özel ödülüne lay ık görüldü. Dramatik f ilmde en iy i f ilm ödülünü alan Janoz Szasz'ın y önettiği "Cenaze" adlı f ilmi gerçektende bir ölümün başlangıcım, y aşamın sonunu bize hissettirdi. Bu bölümde dikkati çeken bazi f ilmler ise;

1971 ANKARA EKSPRESİ/MUZAFFER ASLAN 1972 ZULÜM/ATIF YILMAZ 1973 HAYAT MI BU/ORHAN AKSOY 1974 DÜĞÜN/LÜTFÜ Ö. AKAD 1975 EN DİŞİ/ŞERİF GÖREN 1976 DELİ YUSUF/ATIF YILMAZ 1977 KARA ÇARŞAFLI GELİN/SÜREYYA DURU 1978 MADEN/YAVUZ ÖZKAN 1979 Sansür kurulunun yarışmaya katılan bazı filmleri yasaklayıp bazı bölümleri kesmek istemesi üzerine bütün yapımcılar şenlikten çekilme kararı aldılar ve yalnızca kısa melrajlı film yarışması yapıldı. 1980 12 Eylül Askeri Darbesi sonucu sıkıyönetim ilan edildi ve bu nedenle şenlik yapılmadı.

1981 Seçilmedi 1982 ÇİRKİNLER DE SEVER/SİNAN ÇETİN 1983 FAİZE HÜCUM/ZEKİ ÖKTEN 1984 BİR YUDUM SEVGİ/ATIF YILMAZ 1985 DUL BİR KADIN/ATIF YILMAZ 1986 AAAHH BELİNDA/AT1F YILMAZ 1987 MUHSİN BEY/YAVUZ TURGUL 1988 GECE YOLCULUĞU/ÖMER KAVUR 1989 UÇURTMAYI VURMASINLAR/TUNÇ BAŞARAN 1990 KARILAR KOGUŞU/HALİT REFİĞ 1991 GİZLİ YÜZ/ÖMER KAVUR 1992 CAZİBE HANIMIN GÜNDÜZ DÜŞLERİ/İRFAN TÖZÜM 1993 MAVİ SÜRGÜN/ERDEM KIRA 1994 YENGEÇ SEPETİ/YAVUZ ÖZKAN 1995 BÖCEK/ÜMİT ELÇİ

Emre Tany ıldız'ın "Objektif " adlı filmi, Av ustralya Y apımı "Forsaken" adlı f ilm v e Amerika'dan, sisteme uymay an sıradışı muhasebeciyi anlatan "Slide Rule" adlı f ilm bizi kısa sürede kendile-

1996 TABUTTA RÖVAŞATA /DERVİŞ ZAİM 1997HAMAM/FERZAN ÖZPETEK 1998

YARA/MURAT KARLIOCLU

1999 SALKIM HANIM'IN TANELERİ/TOMRİS GİRİTLİOĞLU tavı r / festival / ekim '99 / sayı : 17


rine bağlamayı bildiler. Dramatik video bölümünde gösterilen Hüseyin Kara-bey'in "Boran" adlı kısa filmi, ülkemizde yaşanan kayıpları ve Cumartesi annelerinin mücadelesini izleyenlere görsel bir şekilde anlattı. Jüri bu filmi kültür bakanlığının ödülüne layık gördü. Danimarka'dan yarışmaya katılan "Vals" adlı film bize dört dakika içinde faşizmin gerçek yüzünü göstermeyi bildi. Yine antifaşist bir yapım olan "il Vaiggiatore" adlı film bize bir keskin

nişancınn Saraybosna'da yaşattığı korkunç kabusu kendi rüyalarında karşı sına çıkmasını anlatıyordu. Deneysel ve Canlandırma filmler ise izleyenleri, kısa zamanda eğlenceli ve düşündürücü dünyalara alarak mest etti. Kısa Filmler gerçekten görülmeye değerdi. Yazılı basın ve görsel medya gruplarının üvey evlat muamelesi yaptığı Kısa Filmciler herşeye rağmen geleceklerinden umutlular. Kısa güzeldir. • tavı r / festival / ekim '99 / sayı : 17


HABER YORUM

Şehir Tiyatroları Perdelerini Açtı İSTANBUL- İstanbul Şehir Tiy atroları 1 Ekim'de perdelerini açarak yeni sezona başladı. Bu y ıl Şehir Tiy atroları'nın repertuarında 22 oy un y eralıy or. Bu oy unlardan 10'u ilk defa sey irci karşısına çıkacak. Şehir Tiy atroları'nın repertuarında yer alan y eni oy unlardan dört tanesi yerli. Melisa Gürpınar'ın "Şu Bizim Evliya Çelebi" adlı y apıtmı Erol Keskin, Gülsün Siren'in "Pembe Konağın Gelinleri" adlı oy ununu Engin Gürmen, Halit Ziya Uşaklıgil'in "Aşk-ı Memnu" adlı y apıtını Tarık Günersel sahneliyor. Kenan Işık'ın y azıp y önettiği "Aşk Hastası" adlı oy un da yeni sezonun y erli oy unları arasında y er alıy or. Uluslararası İstanbul Tiy atro Festiv ali'nde sahnelenen "Romeo İle Juliet" Şehir Tiy atroları'nın y eni sezonunun ilk oy unları arasında y er alıy or. Shakespeare'in yapıtını Başar Sabuncu sahneliy or. Haldun Taner'in "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı", Orhan Akay ve Civ an Canova'nın "Sokağa Çıkma Yasağı", Arif Akay v e Y ılmaz Karakoyunlu'nun "Önce İnsan" adlı oy unu, Aldo Nikolay 'm y azdığı Mazlum Kiper'in sahnelediği "Kadın İle Memur" adlı oy unlar da Şehir Tiy atroları'nın y eni oyunları arasında yer alıy or. Şehir Tiy atroları'nın bu y ıl ki konuk yönetmeni Nikolay Kiotz. Nikolay Kiotz'un, Bernard Marie Koltes'in "Batı Rıhtımı" eserini sergilediği oy un 1 Ekim'de sahnelendi. "Lüküs Hayat", "Kuyruklu Yıldız Altında", "İlk Evlilik", "Kendi Gök Kubbemiz", "Kafkas Tebeşir Dairesi", "Güz Bitiminde Moliere Ya da Kibarlık Budalası", "Barış", "Misyon" ve "Derya Gülü" adlı oyunlar Şehir Tiy atroları'nın y eni sezonunda da sahnelenmey e dev am ediyor. Ay rıca Şehir Tiy atroları'nın bu y ıl Çocuk Tiy atrosu bölümünde "Alaaddin'in Sihirli Lambası", "Hoşu'nun Utancı", "Oyuncaktaki Sır", "Atatürk ve Çocuk" adlı oy unlar ile "Sihirli Flüt" adlı müzikal de çocuklar için sahneleniy or. Şehir Tiy atrolan'nda sahnelenen oy unlar, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Fatih Reşat Nuri Sahnesi, Üsküdar Musahipzade Celal Sahnesi, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi, Gaziosmanpaşa Sahnesi ve Harbiye Cep Tİyatrosu'nda sahnelenecek. •

Yılmaz Güney Anıldı İSTANBUL- Y ılmaz Güney, 12 Ey lül Pazar günü Güney Dergisi'nin düzenlediği "Ölümünün 15. y ıl dönümünde Y ılmaz Güney v e Sanatı" konulu etkinliklerle anıldı. Bulunmaz Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlik, Güney Dergisi Y azıişleri Müdürü İlyas Emir'in y aptığı bir açılış konuşmasıy la başladı. Y apılan konuşmada Y ılmaz Güney'in sanat anlay ışı üzerinde duruldu. Güney'in amaçlı, açıkça taraf lı bir sanatı, halktan v e emekçilerden y ana bir sanatı sav unduğu, bu nedenle Marksizm- Leninizm'i kendine temel aldığı v urgulandı. Y ılmaz Güney'in, sanatı; sınıf mücadelesinin bir cephesi olarak gördüğü ve halkın sanatçısının halkın sav aşçısı olması gerektiğini savunduğu, sanat anlay ışının dev rimci v e enternasy onalist bir sanat olduğu belirtildi. Y ılmaz Güney'in sanat anlay ışı üzerine tartışmalar şeklinde dev am eden programdan sonra Y ılmaz Güney 'in Filmlerinden derlenen bir sinevizy on gösterimi yapıldı. Ardından Mehmet Esatoğlu yaptığı konuşmada, günümüzde halkın sorunlarına kulak asmay an, toplumsal sorunlardan uzak olan, eserlerinde bunları y ansıtmayan sanatçıları eleştirdi. Hilmi Bulunmaz'ın okuduğu şiirlerle dev am eden programda Mezopotamy a Kültür Merkezi- Sinema Bölümü'nün hazırlad ığı "A X" adlı f ilm gösterildi. Etkinlik, Grup Y ankı'nın verdiği bir dinletiyle sona erdi.

Grup Yorumun Mersin Konseri de Yasaklama Engeline Takıldı İSTANBUL- Mersin'de, 9 Ekim Cumartesi günü Grup Y orum'un y apacağı konser keyfi bir şekilde yasaklandı. Akan Prodüksiy on tarafmdan İçel Valiliği'ne yapılan konser başv urusunun ardmdan konserin y apılmasına 3 gün kala 6 Ekim Çarşamba günü İçel Valiliği, Mersin'de y apılması düşünülen Grup Y orum konserinin kendileri tarafmdan uy gun görülmediğini v e bu yüzden başv urunun iptal edildiğini belirten bir açıklama y aptı v e bu yasaklama için herhangi bir gerekçe göstermedi. • tavı r / haber y o r u m / e k i m '99 / sayı : 17


HABER YORUM Grup Yorum Elemanlarına Hapis C e z a s ı İSTANBUL-12 Ağustos 1997 tarihinde Ali Haydar Çakmak'ın cenazesine katılan Grup Yorum elemanlarından İrşad Aydın ve Özcan Şenver hakkında açılan dava sonuçlandı ve 3 Ekim 1999 tarihinde yapılan duruşmada sanatçılara İstanbul 4 nolu DGM tarafından üç yıl dokuzar ay hapis cezası verildi. Bilindiği gibi İrşad Aydın, 4 Ağustos 1998 tarihinde İdil Kültür Merkezi'ne yapılan baskında gözaltına alınmış ve çıkarıldığı mahkemece tutuklanmıştı. Halen Ümraniye Hapishanesi'nde tutuklu bulunan İrşad Aydın İdil Kültür Merkezi'nin basılmasıyla ilgili hakkında açılan dava sürerken başka bir davadan üç yıl dokuz ay hapis cezası almış oldu. İrşad Aydın'ın İdil Kültür Merkezi'nin basılması sonrasında hakkında açılan davanın 6. duruşması da 22 Ekim'de yapılacak. İrşad Aydın ve Özcan Şenver hakkında "kepenk kapattırmak" ve "slogan attırmak" fiillerini yerine getirmek suretiyle örgüt üyesi oldukları iddiası ile açılan dava daha sonra örgüte yardım ve yataklık kapsamına alınmıştı. Grup Yorum konu hakkında yaptığı yazılı açıklamada şunlara yer verdi: "... daha önce onlarca kez denediler. Fakat her denediklerinde inadına yeni sesler eklendi sesimize. Yine deniyorlar... Biz yine vurguluyoruz; ne kadar deneseler bu sesi susturamayacaklar. Çünkü bu ses, gücünü ezilen Anadolu insanından alıyor. Bu ses, gücünü üniversite kapılarında demokratik, eşit, parasız eğitim isteyen öğrencilerden, ezilen işçiden alıyor. ... Bu ülkede çetelere, mafyaya, uyuşturucu kaçakçılarına kucak açılırken, halkın sorunlarını dile getiren, ezilenin yanında olanlar vahşi şekilde cezalandırılıyor, katlediliyorlar. Geçtiğimiz günlerde Ankara Hapishanesi'nde on tutsağı göz göre göre vahşi bir şekilde katlettiler. Grup Yorum ne yapıyor? Düzenin pisliğini, sömürüyü, zulmü açık bir şekilde haykırdığı için devimin çıkarına ters düşüyor. Devletin daha fazla ezmek, sömürmek ve sessiz bir toplum yaratmak için aşılamaya çalıştığı kadercilik, yılgınlık, çaresizliğin karşısında alternatif olarak halka, direnmeyi ve güçsüzlüğü aşmasını sağlayarak yol gösteriyor. Halka mücadele bilinci, umudu aşılıyor. Grup Yorum, işçilerin hak alma eylemlerinde, öğrencilerin, eşit, parasız, demokratik öğrenim taleplerinde, ulusal kimliği reddedilenlerin yanında, her zaman haksızlığa, emperyalizme ve sömürüye karşı durmaya devam edecek." İrşat Aydm ve Özcan Şenver İstanbul 4. DGM'nin verdiği karan temyiz ederek Yargıtay'a başvurdu. Bunun dışında 1996 yılında kaset çalışması sırasında gözaltma alman Ufuk Lüker ve Kemal Sahir Gürel hakkında İstanbul 3. DGM tarafından verilen üç yıl dokuzar aylık hapis cezasmm Yargıtay'daki son duruşması 13 Ekim tarihinde Ankara'da Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nde yapılacak, bu duruşmadan karar çıkması bekleniyor. •

Depremzedelerle Dayanışma Etkinliğine İstanbul Valiliğinden Yasaklam a İSTANBUL- Halkevleri tarafından 25 Eylül Cumartesi günü Rumeli Hisan'nda yapılması düşünülen; Grup Yorum, Moğollar, Kardeş Türküler, Ekrem Ataer, Erdal Erzincan, Hüseyin Turan, Halkevleri Videotek Grubu, Celal Başlangıç, Çetin Uygur, Oral Çalışlar, Mehmet Esatoğlu, Gülcihan Koç'un da destek verdikleri ve katılımcı olarak yer aldıkları "Yıkıntıların İçinden Bir Hayatı Yeşertelim" isimli depremzedelerle dayanışma etkinliği İstanbul Valiliği tarafından "gelirinin denetlenemeyeceği" gerekçe gösterilerek yasaklandı. Bunun üzerine gecenin ücretsiz olarak değiştirildiği ve depremzedelere moral gecesine dönüştürüldüğü, depremde zarar görenlerin bu etkinliğe ücretsiz olarak davet edildiği söylenerek yeni bir başvuru yapıldı. Ancak bu başvuru da tamamen keyfi olarak ve bu sefer hiç bir gerekçe gösterilmeyerek yasaklandı. Konuyu kamuoyuna duyurmak ve Valiliğin bu baskıcı tutumunu protesto etmek için Halkevleri tarafından İstanbul Valiliği önünde yapılmak istenen basın açıklamasına polis izin vermedi. Konuyla ilgili İstanbul Halkevleri'nden 24. 09. 1999 tarihli yazılı bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan basın açıklamasında; "... Halkını ilk günden itibaren yalnız bırakan hükümet, tüm göz boyama çalışmalarına rağmen, kalıcı çözümler konusunda tek bir adım atmıyor. İnsanları kendi kaderine terkediyor ve demokratik kitle örgütlerinin yardım toplama çabalarını veya dayanışma etkinliklerini desteklemek yerine yasaklıyor. Bencilleştirilen, yozlaştırılan insanlarımızın böylesine önemli bir sorun karşısında sergilediği dayanışma ruhuna karşılık hükümetin aldığı tavır, hem deprem bölgesine yönelik hemde tüm ülkemize yönelik uygulamaya koyacağı politikaların bir göstergesidir..." denildi. tavı r / haber yorum / ekim'99 / sayı : 17


HABER YORUM Ruhi Su Mezarı Başında Anıldı... İSTANBULÖlümünün 14. Yıldönümünde aydın sanatçı Ruhi Su, Zincirlikuyu'daki mezarı başında anıldı. 19 Eylül 1999 Cuma günü yapılan anmaya Ruhi Su'nun yakınları, sanatçı dostları ve aydınların bulunduğu yaklaşık 100 kişilik bir grup katıldı. İlk konuşmayı yapan Ruhi Su'nun eşi Sıdıka Su, anmaya gelenlere "Ruhi Su'yu unutmadıkları için sevindiğini" söyledi. Ayrıca eşinin bir yol gösterici olduğunu, günümüze önemli eserler bıraktığını söyledi. Hemen hemen Ruhi Su ile ilgili bütün anma törenlerine katılan Grup Yorum'a da "Vefalı dostlarımız Grup Yorum da her zaman olduğu gibi yine aramızda" diyerek konuşmasında yer verdi. Yapılan saygı duruşunun ardından ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras ve Ruhi Su Vakfı'nda çalışmalarını sürdüren Dostlar Korosu şefi Öcal Ocalan birer konuşma yaptı. Koro şefi Öcal Ocalan Ruhi Su'nun sanatçı kişiliğinden ve koronun çalışmalarından bahsettikten sonra Ruhi Su Dostlar Korosu Ruhi Su'nun sevilen türkülerini seslendirdi. Daha sonra söz alan Grup Yorum, Sıdıka Su'nun söylediği gibi Ruhi Su'nun dostu olmanın ve vefalı dostları olarak anılmanın kendilerini onurlandırdığını; Ruhi Su'nun ilerici, devrimci müziğin gelişmesinde büyük emeğinin olduğu; sanatçı, aydın kişiliğiyle ve üretimleriyle örnek olduğunu söyledi. Ruhi Su'nun öğrencileri olduklarını ve onun değerlerini yaşatmaya çalıştıklarını vurgulayan Grup Yorum, konuşmanın ardından Ruhi Su için yaptıkları "Ruhi Su" isimli türküyü ve "Bize Ölüm Yok" marşını seslendirdi. Ruhi Su'nun mezarından sonra, yine mezarları Zincirlikuyu'da bulunan Sümeyra ve Behice Boran'ın da mezarları ziyaret edildi ve bu mezarların başında da küçük birer anma toplantısı gerçekleştirildi. •

İdil Kültür Merkezine Kapatma Cezası İSTANBUL- 21 Ağustos 1998 tarihinde, İdil Kültür Merkezi'ne yapılan polis baskını sonrası Grup Yorum elemanı ve aynı zamanda İdil Kültür Merkezi'nin sahibi olan İrşad Aydın tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konulmuştu. Bildiğiniz gibi İrşad Aydın DHKP-C 'ye yardım ve yataklık ettiği iddiasıyla tutuklu bulunuyor. Aynı gerekçeyle İdil Kültür Merkezi aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açılmıştı. İki duruşmada görülen mahkeme 14 Eylül '99 tarihinde sonuçlandı. Duruşmanın sonunda İdil Kültür Merkezi'ne "kültür merkezinin amacından çıktığı, örgüt elemanlarının ve örgütsel faaliyetleri için kullanılan bir üs durumuna geldiği..." gerekçesi ile kapatma kararı verildi. Mahkeme gerekçeli kararı açıklamadığı için dergimiz yayına hazırlandığı günlerde yargıtaya temyiz için henüz bir başvuru yapılmadı. • tavı r / haber yorum / ekim '99 / sayı : 17



HABER YORUM Grup Yorum İstanbul'da Sevenleriyle Hasret Giderdi İSTANBULYıllardır İstanbul'da konserleri yasaklanan, son olarak 1997 yılında Bostancı Gösteri Merkezi'nde solo konser veren Grup Y o rum, 2 Ekim Cumartesi günü Esenkent'e bağlı Esenyurt Belediyesi Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi Açık Hava Tiyatrosu'nda sevenlerine tekrar merhaba dedi. Yaklaşık 3 bin kişinin izlediği konserde büyük bir coşku eşliğinde sahneye çıkan Grup Yorum, kısa bir açılış konuşmasının ardından "Boran Fırtınası" albümündeki "Meşale-Boran Fırtınası" isimli parçasıyla konsere başladı. Bu şarkıda Grup Yorum'a Yiğit Tuncay da eşlik etti. Konserin ilk şarkı sının ardından giriş kapısında kısa süreli bir bilet gerginliği yaşandı. Konsere biletsiz girmek isteyen bazı dinleyiciler Grup Yorum'un sahnede seslendirmekte olduğu "Berivan" isimli şarkının yarıda kesilmesine neden oldu. Konserde sevilen parçalarına yer veren Grup Yorum çalışmalarını sürdürdükleri yeni albümden, sözleri Kahraman Altun'un "Kavgamın Çırağı Olmak İsterim" şiirinden uyarlanan yeni bir şarkıyı ayrıca "Geceler" ve bir Arap halk türküsü olan "Meryem" isimli parçaları da seslendirdi. Grup Yorum'la birlikte sahnede yeralan Hilmi Yarayıcı da "Sürgün" adlı albümünden "Nereye" ve "Kara Tren" isimli parçalarını seslendirdi. Hilmi Yarayıcı "Nereye" isimli parçasını depremde yaşamını yitirenler için seslendirdi. Yaklaşık 3 saat süren konser halaylarla sona erdi. •

Avni Memedoğlu'nun Resimleri Sergileniyor İSTANBUL- Geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz ressam Avni Memedoğlu'nun resimlerinden oluşan sergi 18 Ekim- 5 kasım tarihleri arasında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi'nde görülebilir. "Sosyalist Gerçekçilik" akımının temsilcilerinden olan Avni Memedoğlu resimlerinde daha çok çalışan insanlar ve göçleri konu alıyor. Sanatçının bu resimlerinden oluşan sergi ile birlikte, kişiliğini ve sanatını anlatan bir kitap satışa sunulacak. • tavı r / haber y o r u m / ekim '99 / sayı : 17




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.