19web

Page 1

19.

imparatorluÄ&#x;un krizi

sayÄą nisan - haziran 2009

3 TL

www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org

iktidar diyalektiktir

marksist felsefe

finansal kapitalizmin Ĺ&#x;iddeti


Ekim ve Hasatlara Dair: Marcos’un Gazze Üzerine Konuşması Ezilenlerden ve soldan kim buna sessiz kalabilir? Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi yaşamını kurtarır mı? Evet, bize göre bu işe yarar. 17 Ocak 2009, Cumartesi Komutan Yardımcısı Marcos İki gün önce, şiddeti tartıştığımız gün, anlatmakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı Condoleezza Rice, bir ABD yetkilisi, Gazze’de olup bitenlerin vahşi doğalarından ötürü Filistinlilerin hatası olduğunu beyan etti. Dünyayı çapraz kesen yeraltı nehirleri kendi coğrafyalarını değiştirebilir ancak aynı şarkıyı söylerler. Ve şu an bizim duyduğumuz, savaşın ve acının şarkısı. Buradan çok uzakta değil, Gazze adında bir yerde, Ortadoğu’da, tam burada bizim yanı başımızda, İsrail hükümetinin ağır eğitimli ve silahlı ordusu ölüm ve yıkım yürüyüşüne devam ediyor. Attığı adımlar klasik bir askeri işgal savaşının adımları: öncelikle “stratejik” askeri noktaları (askeri kılavuzların söylediği şekliyle) yok etmek amaçlı yoğun bir toplu bombalama ve direniş güçlerini “zayıflatmak”; sonra istihbarat üzerinde sıkı bir kontrol : “dış dünyada”, operasyon alanının dışı, görülen ve duyulan her şey askeri kriterlerle seçilmelidir; şimdi de taburların yeni mevzilere ilerlemesi için düşman askerlerinin üzerine yoğun top atışı; sonra da düşmanın garnizonunu zayıflatmak için bir kuşatma olacak; sonrasında da mevzi işgal eden ve düşmanı yok eden saldırı, ve muhtemel “direniş yuvalarının” “temizlenmesi”. Modern savaşın askeri kitapçığı, birkaç varyasyon ve eklemeyle adım adım istilacı askeri güçler tarafından takip ediliyor. Bunun hakkında çok şey bilmiyoruz ve “Ortadoğu’da çatışma” diye adlandırılan konu hakkında şüphe yok ki uzmanlar var, ancak dünyanın bu köşesinden bizim de söyleyeceğimiz bir şey var: Haberlerdeki fotoğraflara göre İsrail hükümetinin hava güçlerince imha edilen “stratejik” noktalar; evler, kulübeler, sivil binalardır. Yıkıntıların ortasında tek bir sığınak, kışla, askeri havaalanı ya da bombardıman silahı görmüyoruz. Yani —ve lütfen cahilliğimizi bağışlayın— bize göre ya uçakların silahlarının kötü amaçları var ya da Gazze’de öyle “stratejik” noktalar yok.

Cahilliğimizi tekrar bağışlayın, belki de söylediğimiz asıl mevzunun dışındadır. Ve devam eden suçu mahkum etmek yerine, biz yerliler ve savaşçılar olarak, olup bitenin “siyonizm” mi “antisemitizm” mi olduğunu, ya da bunu başlatanın Hamas’ın bombaları olup olmadığını tartışıyor olmamız ve bu tartışmaların içinde bir konum almamız gerekiyor. Belki bizim düşüncemiz çok basit ve analizler için çok gerekli olan nüansları ve dipnotları kaçırıyoruz, ancak Zapatistalar için bu durum profesyonel bir ordunun savunmasız bir nüfusu katletmesi gibi görünüyor. Ezilenlerden ve soldan kim buna sessiz kalabilir? Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi yaşamını kurtarır mı? Evet, bize göre bu işe yarar. Belki bir bombayı durduramayız ve sözümüz böylelikle fişeğinin üzerine “IMI” ya da “Israeli Military Industry” (İsrail Askeri Endüstrisi) harfleri kazınmış 5.56 mm ya da 9 mm kalibrelik mermilerin bir kız ya da oğlan çocuğunun göğsüne saplanmasını engelleyen bir zırhlı kalkana dönüşmeyecek. Ancak belki de sözümüz Meksika’daki ve dünyadaki öteki sözlerle güç birliği yapmayı başarır ve belki de ilk etapta bir mırıltı olarak duyulur, giderek gürleşir ve sonra Gazze’de duyulabilecek bir çığlık, feryat olur. …. Ancak hepsi bu değil. Filistin halkı da direnecek ve yaşayacak ve mücadele etmeye devam edecek ve amaçları için ezilenlerden sempati görmeye devam edecek. Ve belki Gazze’den bir kız ya da erkek çocuğu da yaşayacak. Belki büyüyecekler, onlarla beraber kuvvetleri, kızgınlıkları ve öfkeleri de büyüyecek. Belki Filistin’de mücadele eden gruplardan biri için asker ya da milis olacaklar. Belki kendilerini İsrail’le savaş halinde bulacaklar. Belki bunu bir silahı ateşleyerek yapacaklar. Belki kendilerini bellerine sarılı bir kuşak dinamitle feda edecekler. Ve sonra tepede, yukarıdan birileri Filistinlilerin vahşi doğaları hakkında yazacak ve bu şiddeti kınayan açıklamalar yapacak ve bunun siyonizm mi anti-semitizm mi olduğunu tartışmaya geri dönecekler. Ve hiç kimse şu anda hasat edileni kimin ektiğini sormayacak. Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu erkekleri, kadınları, çocukları ve yaşlıları adına,

Hiçbir zaman Filistin’i ziyaret etme onuruna sahip olmadık ancak insanların, erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların -askerlerin değilevlerde, kulübelerde ve binalarda yaşadıklarını varsayıyoruz.

Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos

Henüz direnişin takviye kuvvetlerini de görmedik, sadece yıkıntılar.

* Komutan Yardımcısı İsyancı (Subcommandante Insurgente) Marcos’un 4 Ocak’ta Dünya Onurlu Öfke Festivali’nde Gazze üzerine yaptığı konuşmanın tam metni. Metni İngilizce çevirisinden Onur Günay Türkçeleştirdi.

Ancak istihbarat kuşatmasının nafile çabalarını gördük ve işgali görmezden gelmekle alkışlamak arasında karar vermeye çalışan dünya hükümetlerini ve epey zamandır bir işe yaramayan, dışarıya ılımlı basın açıklamaları gönderen Birleşmiş Milletleri. Ancak bekleyin. Birden aklımıza geldi belki de İsrail hükümetine göre bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar düşman askerleri; ve böylece ikamet ettikleri kulübeler, evler ve binalar da yok edilmesi gereken kışlalardır. Yani şüphe yok ki bu sabah Gazze’ye yağan kurşun yağmuru, İsrail birliklerinin ilerleyişini bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan korumak içindi. …

Meksika, 4 Ocak, 2009 (SIM/OG/TK)

Kaynak: Bianet (http://bianet.org/bianet/kategori/biamag/111964/ekim-ve-hasatlara-dairmarcosun-gazze-uzerine-konusmasi)


Merhaba, Otonom’u yine geciktirdik, okurlardan özür dileriz; okurlarımızın affına sığınarak yeniden merhaba! Biz otonom emekçileri, iki elin parmakları kadarız. Mütevazı olmaya gerek yok; gücümüzün üzerinde işleri yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Hani derler ya: ‘‘Ölüm ne ki, biz yaşamı üstlenmiş insanlarız.’’ Bizim için üstlenilen, şu aşağılık kapitalist toplumsal ilişkiler içinde emeğini mülkleştirmeden, kendini politik piyasada piyasalaştırmadan, komünalite içinde, emeğimizle ve ekmeğimizle başımız dik, değerlerimizle ayakta kalmak, onurlu yaşamak!.. Faaliyetlerimizi fonlamak ve ekmeğimizi kazanmak için her birimiz birkaç iş yapmak zorunda kalmaktayız. Anlayacağınız dostlar zaman karşısında politik emeğimiz yalnız ve kadrosal olarak azız. Ah! Şu iki elin parmaklarına diğer ellerin parmakları da katılsa! Bir çoğalabilsek! Emeklerimizin karşılığını bir görebilsek… Örgütlü olmanın neşesini şu bireycileşmiş dünyada bir tadabilsek! Örgütlü olmadan kudret toplumsallaşmıyor dostlar! Olsun, adımız inat ve inadına olsun. Bizce güzel yazılar yazdık hediyemiz olsun… İletişim için: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com

Modern Siyasetin Mantığı: İktidar Diyalektiktir

3

Marksist felsefe ve Feuerbach Üzerine Tezler İmparatorluğun krizi

10

24

Savaş, İsrail ve Filistin 29 Dünya dönüyor (II) 32 Finansal Kapitalizmin Şiddeti 50 Bologna süreci; TÜSİAD ve YÖK

16

Otonom Sayı: 19, Nisan - Haziran 2009 Fiyatı: 3 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre Kolay Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93


2

Modern Siyasetin Mantığı: İktidar Diyalektiktir Diyalektik, ikiliklerin bir bütünün dolayımıyla birbirini yok etmeyen tersine yeniden üreten çelişkiler biçiminde uzlaştırılmasının felsefesidir

Modern felsefe geleneği içinde diyalektik, hiçbir şeyin kendi içinde olmayıp başkayla bağlantılılığı içinde düşünülebilmesine olanak veren, böylelikle özne ve nesne, akıl ve beden, düşünce ve pratik gibi türlü ikilikleri çözüme kavuşturan bütünlükçü bir felsefi yöntem olarak olumlanmıştır. Diyalektik, ikiliklerin bir bütünün dolayımıyla birbirini yok etmeyen tersine yeniden üreten çelişkiler biçiminde uzlaştırılmasının felsefesidir. Bu felsefenin kuruluşu ise, diyalektiği tarihsel-toplumsal alana taşıyarak ona daha önce görülmemiş ontolojik bir anlam atfeden Hegel’e aittir. Hegel’deki göndermesiyle hatırlayalım. Tin soyutlaması altında karşımıza çıkan bütün, tekilliklerde başkalaşmak yoluyla kendiyle çelişerek devinen mutlak hakikati/varlığı ifade ederken, diyalektik mutlak bütünün bu çelişkili devinimidir. Bununla birlikte sınıflar mücadelesinin felsefesi ya da bilimi olma iddiasındaki Marksizmler için diyalektiğin asıl önemi, karşıtların çelişmesinden doğan hareketi gösterebiliyor olmasından gelir. Buna göre diyalektik, mutlak olan her şeyin geçici karakterini ortaya koyan, kesintisiz oluş ve yok oluşun yasasıdır. Dolayısıyla Hegel’den beslenen Marksizmlerin ortak noktası, Hegel’de kendine başkalaşarak kendini üreten varlığın çelişkili devinimini veren diyalektiği, sınıflar mücadelesinin yasası olarak uygulamak olmuştur. Tarihin motoru sınıflar mücadelesiyse, sınıflar mücadelesinin moto-

ru karşıtların çelişmesidir. Ancak Hegel’de Tin soyutlaması altında mutlak hakikatin/varlığın hareketini veren diyalektiğin, Marksist söylemde karşıtların çelişmesinin sürekliliği temelinde mutlak olan her şeyin geçiciliğini veren bir yasaya dönüştürülmesi nasıl mümkün olabilmiştir? Bu soruya açık bir yanıt ilk olarak, görülmesi gereken ancak yarım kalan bir hesabı tamamlamak adına Marx’ın ölümünden sonra Hegel’e geri dönen Engels’ten gelir. Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda Engels, diyalektiğin kendinden çıkıp yine kendine geri dönen varlığın hareketi olma belirlenimindeki ‘‘kapalılık’’ ile hareketin sürekliliğini veren ‘‘çelişki’’ belirlenimi arasın-

daki görünürdeki karşıtlaşmayı, bu ikisini birbirinden bağımsızlaştırarak çözer. Sonradan Hegel üzerine Marksist söylemin adeta bir ezberi haline gelecek şekilde, Hegel’in dogmatik sistemini onun devrimci yönteminden ayırır. Hegel’de varlığın kendi bilincine ve mutlaklaşmasına doğru ilerleyişini veren sistemin tutuculuğu ile bu süreci sürekli bir oluş ve yok oluş olarak tasvir eden diyalektik yöntem çelişki içindedir, öyle ki ‘‘Hegel’in öğretisinin devrimci yanı onun tutucu yanının ağırlığı altında ezilip boğulmuştur’’.1 O halde Hegel’de bilincin mutlak hakikate ulaşmasıyla sonlanan sistem bir kenara bırakılmalı, bu sistemden kopartılan diyalektik, mutlak olan her şeyi ‘‘gerçeksizleştiren’’ gerçek dünya-


3

Kurgusal sistem ve devrimci yöntemi karşıtlaştırma, diyalektiğin Hegel’deki ontolojik önemini ve üstelik de maddeci bir ontolojiye göndermesini unutturmuştur nın hareketi olarak tekrar ayakları üstüne oturtulmalıdır. Hegel’in öğretisinin Marksist düşünce tarafından alımlanmasının bu ana ekseni bildiğimiz üzere sonradan da değişmeyecek, Marksizm diyalektik materyalizm söylemi altında Hegel diyalektiğinin radikal bir savunusuna dönüşecektir. Ancak sistem ve yöntem arasında yapılan bu ayrım, diyalektiği maddeci bir felsefi yöntem olarak derhal kullanışlı hale getirmekle birlikte Marksist söylem içinde önemli bir kör noktanın yaratılmasına neden olmuştur. Kurgusal sistem ve devrimci yöntemi karşıtlaştırma, diyalektiğin Hegel’deki ontolojik önemini ve üstelik de maddeci bir ontolojiye göndermesini unutturmuştur. Bugüne kadar Hegel’i kurgusallık ve gerçeklik, idealizm ve materyalizm arasındaki çatışma içinde anladık ve eleştirdik. Bu yüzden Hegel’de diyalektiğin, maddi ilişkilerin üretimine ve yeniden üretimine içkin bir mantık olarak kuruluşunu görmedik. Sistemini eleştirirken, mantığını eleştirisiz kabul ettik. Hegel’in öğretisindeki kapalılığı onun kurgusallığından kaynaklanan bir şey gibi algılayarak, diyalektiğin çelişki mantığının tutuculuğunu sorgulamanın önünü kestik. Emek ve sermaye arasındaki antagonist çatışmayı diyalektik çelişkiye oturtarak aslında Hegel’in mutlağını sermaye biçiminde yeniden ürettik. Antagonizmaya dayalı çatışmayı diyalektik çelişki üzerine oturtulmuş çatışmanın tutuculuğu altında ezdik. Tam da bu yüzden Hegel’le hesabımız hâlâ sürüyor. Emeğin özgürleşme felsefesi, önümüzde Hegel’le yeni bir çatışma alanı açıyor.

Hegel’in Materyalizmi Diyalektiğin Hegel’in sisteminden devrimci bir yöntem olarak ayrıştırılabilmesi, onun öğretisinin esas itibariyle bir idealizm olarak eleştirisi temelinde mümkün olabilmiştir. Maddi dünyanın hareketinin bilincin hareketi olarak soyutlanması, Hegel’in kurgusallığının temelidir. Bu kurgusal temel çekilip alındığında ve bilincin yerine madde konul-

duğunda geriye doğa ve tarihin ilerlemeci hareketini veren diyalektik süreçler kalır. Bu okuma, idealizmin bilincin kurucu etkinliğini öne çıkaran öznelciliğine karşı materyalizmin nesnelciliğini olumlar. İronik olan şudur ki Hegel, içinde bulunduğu dönemin idealizm ve materyalizm söylemleriyle tam da bu zemin üzerinde çatışma halindedir. İnsan etkinliğinin ötesinde doğa da dâhil olmak üzere tüm gerçekliği adeta bilincin etkinliği haline getiren idealizmin öznelciliğine karşı ne kadar mesafeliyse, doğada işlemekte olan, insan öznelliğine kör rasyonel yasaların aynı zamanda toplumun işleyiş yasaları olduğunu savunan mekanik materyalizme de o kadar mesafelidir.2 Aslında karşıtlıkların uzlaştırılmasının felsefesini kurmuş olan Hegel gibi bir filozof açısından bu konum hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Onunki idealizm ve materyalizm karşıtlaşmasından ortaya çıkan özne ve nesne ikiliğini tarihsel ve toplumsal gerçeklik zemininde çözen diyalektik bir ontolojidir. Nitekim Hegel zamanın idealist filozofları içinde dünyayla, maddi gerçeklikle en çok ilgilenmiş, metafiziğin akılsallığını tarihsel

Hegel’in öğretisindeki kapalılığı onun kurgusallığından kaynaklanan bir şey gibi algılayarak, diyalektiğin çelişki mantığının tutuculuğunu sorgulamanın önünü kestik

ve toplumsal maddi ilişkilere içkin bir şekilde kurmuş olan filozoftur. Onun tarihsel süreç içinde tekillikler üzerinden kendini açımlamak yoluyla kendi bilincine varan Tin fikri, hem insanın tekil eylemlerini hem de bu eylemlerden oluşmakla birlikte onların ötesinde yer alan tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik alanını bir bilinç söylemi altında özgürleştirmiştir. Hegel’de devingenliği olan, oluş halindeki canlı bir Tin düşüncesi, kurucu bilinci tarihselliğe ve toplumsallığa sahip bir varlık olarak koyan maddi bir ontolojiye gönderme yapar. Öyleyse Hegel’inki, zamanın idealistleri karşısında nesnelci, materyalistleri karşısında ise öznelci bir pozisyondur. Bu ontolojinin işleyişini veren diyalektik ise, sadece bilincin farklı belirlenimleri arasındaki geçişleri veren soyut bir mantık değil, öznelliğin ve nesnelliğin, akılsallığın ve olgusallığın bir bütün dolayımıyla birleştirilmesine olanak veren ontolojik bir mantıktır. Diyalektik Hegel’de, nesne anlamında değil tarihsel ve toplumsal anlamda maddi ilişkilerin dolayımıyla kurulmuş olan akılsallığın yapısıdır. Hegel’in şu meşhur sözünü hatırlayalım: Ussal olan edimseldir, edimsel olan ussaldır. Ussallığa edimselliğini, edimselliğe ussallığını veren aynı diyalektik süreçtir. Buradan itibaren Hegel’in dogmatik sistemi ve devrimci yöntemi arasında yapılan keskin ayrım bulanıklaşır. Söz konusu olan artık karşıtların çelişmesi temelinde hareketin yasasını veren diyalektiği içinde saklayan ‘‘mistik bir kabuktan’’ daha ziyade, akılsallığın olgusallığın dolayımıyla kuruluşunu veren diyalektik bir ontolojidir. Bu nedenle Hegel’in diyalektik yöntemi, sistemiyle bütünlük içindedir. Yöntemini aldığınızda, sistemi de onunla birlikte gelecektir.


4

Hegel’in ontolojisindeki kapalılık, tarihte kendini açan mutlak ve soyut bir varlığın tasarlanmış olmasından değil, tasarlanmış olan bu varlığın kendini sürekli kendiyle çelişerek üretmesine dayalı diyalektik döngüsellikten gelir

Hegel’in Hukuk Felsefesi ve Devlet

Aslında Hegel’in idealistlerin en maddecisi olduğu Marksizm tarafından keşfedilmemiş bir şey değildir. Yine Engels Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda idealist felsefelerin giderek maddi bir içeriğe bürünmesi yönündeki eğilimden bahseder. Ama Hegel’in, sırf felsefi bir sistem kurmak gereğinden ötürü, mutlak varlık olarak Tin soyutlamasını yaparak yönteminin maddeci ve devrimci sonuçlarından taviz vermek zorunda kaldığını öne sürer. Mutlak varlık sisteminin idealizmi ve kapalılığından kurtarıldığında, diyalektik maddi dünyanın kesintisiz oluş ve yok oluşunun yasası olarak ortaya konulabilir. Ancak bu hâlâ sistem ve yöntem ayrımının bir sonucu olarak, Hegel’e sisteminin salt içeriği yönünden getirilen bir eleştiridir. Bu eleştirinin etkisi altındaki Marksist söylem, onu salt çelişkinin varlığı ortadan kaldırdığı bir olumsuzlama felsefesi olarak varsayabilmiştir. Oysa Hegel’in ontolojisindeki kapalılık, tarihte kendini açan mutlak ve soyut bir varlığın tasarlanmış olmasından

değil, tasarlanmış olan bu varlığın kendini sürekli kendiyle çelişerek üretmesine dayalı diyalektik döngüsellikten gelir. Marksizm içindeki yapısalcı eğilimlerde olduğu gibi, bilincin yerine maddeyi koyduğunuzda kapalılık ortadan kaldırılmış olmaz, tersine maddi bir yerden yeniden üretilir. Hegel’de bir olarak düşünülmüş bu varlık hem bir önvarsayım hem de sonuçtur. Bu döngüsellikten dolayı Hegel diyalektiğinde çelişki, varlığı yok etmez tersine yeniden üretir. Çelişki, varlığın devindirici ilkesi, onun bir belirlenimidir. Çelişkinin olumsuzlanmasının sonucu yine varlığın olumlanmasıdır. Tin’in sistemin hem başlangıç hem de bitiş noktası olarak düşünülebilmesini olanaklı kılan şey, tam da varlığın kendi çelişkileriyle yeniden üretimini öngören bu diyalektik ontolojidir. Nitekim Hegel’in bu diyalektik ontoloji üzerine kurulu Hukuk Felsefesi’nde, mutlak Tin karşımıza tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik olarak iktidar biçiminde çıkar.

‘‘İki tür yasa vardır: Doğa Yasaları ve Tüze (Hukuk) Yasaları. Doğa yasaları saltıktırlar ve oldukları gibi geçerlidirler…Bu yasaların ölçütü bizim dışımızdadır ve bilgimiz onlara hiçbir şey katmaz. Tüzenin bilgisi de bir yandan böyledir, bir başka yandan değildir…Tüze yasaları koyulan, insanlar tarafından türetilen şeylerdir. İnsanın iç sesi kaçınılmaz olarak bunlarla çatışmaya düşebilir ya da anlaşabilir. İnsan dışsal olarak varolanda durup kalmaz, tersine haklı olan için ölçüyü kendi içinde taşıdığını ileri sürer…Doğada en yüksek gerçeklik genel olarak bir yasanın olmasıdır, tüze yasasında şey var olduğu için geçerli değildir, tersine herkes onun kendi ölçütüne karşılık düşmesini ister. Burada öyleyse var olan ile olması gereken arasında, kendinde ve kendi için var olan ve değişmeden kalan Hak ile hak olarak geçerli olması gerekenin belirleniminin keyfiliği arasında bir çatışma olanaklıdır…kendinde ve kendi için varolan Hak ile başına buyrukluğun hak olarak geçerli kılmak istediği şey arasındaki bu karşıtlıklarda Hakkı temelden öğrenme gereksinimi yatar. Hakta insan kendi usu ile karşılaşmalıdır, öyleyse Hakkın ussallığı irdelenmelidir ve sık sık yalnızca çelişkilerle ilgilenmesi gereken pozitif tüze bilimi ile karşıtlık içinde bizim bilimimizin sorunu budur.’’3 Hegel’in en başta hukuk yasalarını var oldukları için değil herkesin kendi ölçütüne denk düştüğü oranda geçerli olan yasalar olarak düşünmesi, Hegel’de toplumsal ilişkiler alanının düzenlenişinin doğrudan siyasal olarak öngörüldüğünün açık bir göstergesidir. Nitekim onun hak kavramının, bireyin kendi dolayımsızlığı içindeki istenci olarak tanımla-


5

nan soyut haktan istencin öznelliğinin nesnellikle bütünleşmesi olarak öngörülmüş devlette en yüksek derecesine erişmesi, hak kavramının doğrudan bu siyasi içerikle konulmuş olmasından gelir. Bu siyasal içeriği çözümleyebilmek adına önce Hegel’de hak kavramının nasıl konulduğundan başlayabiliriz. Tekil bir istencin kendine sadece kendi bireyselliği içinde bağlı olduğu ve bu dolayımsız istencin ifadesini mülkiyette bulduğu soyut hak, Hakkın ilk belirlenimini oluşturur. Bunu takiben, bu istencin kendinde olmaktan çıkarak kendi için haline geldiği ve istencini nesnelleştirmek arzusunda nesnellik alanını tanıyarak kendi öznelliğinin bilincine vardığı ahlak belirlenimi gelir. İstencin öznelliği, nesnellikle karşıtlaşma içinde bu belirlenimde belirginleşir. Ancak istencin öznelliği ve nesnellik arasındaki ilişki burada hâlâ dışsaldır. Hak kavramının en yüksek belirlenimini oluşturan etik yaşamda ise, istencin öznelliği ve nesnellik arasındaki bu karşıtlaşma ortadan kalkar ve Hak kavramı hem öznel istençte hem de nesnellikte olgusallaşmasını bulur. Hak kavramı gerçekleşmesiyle bütünleşir. Çünkü burada ussal ve zorunlu olarak verili bulunan kavram, öznel istençler yoluyla edimselliğine, öznel istençler ise öznel erek-

Hegel’inki, idealizm ve materyalizm karşıtlaşmasından ortaya çıkan özne ve nesne ikiliğini tarihsel ve toplumsal gerçeklik zemininde çözen diyalektik bir ontolojidir

lerini nesnel ereğe çevirmek ve böylelikle evrensel bir töz olarak kendi bilinçlerine varmak yoluyla ussallıklarına kavuşur. Bireysellik ilkesinin evrensellik ilkesiyle bütünleşmesi ve ussal olarak konulmuş bulunan kavramın aynı zamanda istenç tarafından bu şekilde etkin hale getirilmesi devlette gerçekleşir. Ussallığın en yüksek gerçekleşmesini bulduğu devlet o halde Hak kavramına içsel olarak konulmuş bulunan ‘‘olan’’ ile ‘‘olması gereken’’, ‘‘nesnellik’’ ve ‘‘öznellik’’ arasındaki kutuplaşmanın nihai olarak giderilmesinin alanıdır. Onda hem bireysellik hem de evrensellik gerçekliğine ve somutluğuna kavuşur. Hegel’in hukuk felsefesinin bu soyut şeması, ancak Hegel’in içinde bulunduğu yüzyılın egemenlik biçiminin maddi ilişkileri temelinde anlaşılır kılınabilir. Hegel’de Hak kavramının, istencin kendi dışındaki bir şeyi dolaysızca kendi nesnesi olarak aldığı mülkiyetten, istencin kendi kendini nesne alarak kendi tözsel bilincine vardığı devlete doğru geliştirilmesi, bize birey ve toplum, toplum ve devlet ilişkisinin Hegel’deki tanımlanışını verir. Öznenin kendi dışındaki bir nesneyi alarak edimselleşmesi ve buradan yine kendi içine yansımasıyla soyutlanan özbilincin yapısı aynen devlete aktarılmıştır. Devletin kendine geri dönüş hareketini tamamlamasını sağlayan nesne konumundaki dolayım birey ve toplumdur. Söz konusu olan devletin bireyi ve toplumu nesneleştirerek mülkleştirmesidir. Bilincin kendini nesne olarak alabilmesi fikrinin arkasında, akılsal bir varlık olarak düşünülmüş devletin yine akılsal varlıklar olarak bireyi ve toplumu kendine konu edinerek mal edinmesi yatar. Nitekim Hegel’in içinde yaşadığı dönemde, feodal egemenlik biçiminden modern devlete geçişin ortaya koyduğu birey, toplum ve devlet denklemi hâlâ çözülmeye muhtaç durumdadır. Bireyin doğal hakkı ve devletin egemenlik hakkının karşıtlaştırılması temelinde kurulu sözleşme teorileri bu denklem açısından ancak kısmi bir çözümdür. Çünkü sözleşmede öznel istenç olarak birey ile nesnel istenç olarak devlet hâlâ dışsal olarak tanımlanmıştır. Siyasetin diliyle söylersek, bireyin devlet yaşamına katılımı ve devletin bireyin ve toplumun yaşamına nüfuzunun nasıl sağlanacağı boşluktadır. Hegel’in devlet felsefesi tam da bu boşluk üzerine bir düşünmedir. Bireyin hakkının devletin hakkında somut ve gerçekliğine ulaştığı iddiası, bu boşluğu doldurmak yönündeki bir girişimdir. Tam da bu nedenle Hegel’de, ister Hobbes’ta olduğu gibi herkesin birbiriyle yaptığı bir sözleşmeyle doğal hakkından vazgeçerek egemenin tek doğal hak sahibi kılınması, isterse Rousseau’da olduğu gibi

Hegel’in diyalektik yöntemi, sistemiyle bütünlük içindedir. Yöntemini aldığınızda, sistemi de onunla birlikte gelecektir

herkesin herkesle yaptığı bir sözleşmeyle genel iradeyi oluşturması biçiminde olsun, devletin doğası sözleşme temeline oturmaz. Bireyin devlet hakkı karşısındaki hakkı devredilebilir bir özel mülkiyet olarak düşünülemeyeceği gibi devlet de farklı istençlerin bir ortaklaşması olarak tanımlanamaz. Birey ve devlet arasındaki ilişki, ne ortak çıkarlar üzerinden birbirine bağlanma ne de varlığını sürdürebilmenin güvencesi olarak bir biat ilişkisidir. Hegel’e göre her iki durumda da öznel ereklerin nesnel ereğe dönüşümü ya da tersten devletin öznel istençler tarafından evrensel bir erek olarak alınması, istencin


6

bireyselliğinin yadsınmasıyla mümkün olabilir. Bu yadsıma, Hobbes’ta gördüğümüz gibi şiddet tekelini elinde tutan devletin despotizmiyle önsel olarak güvence altına alınabilir. Ya da Rousseau’da olduğu gibi, sanki bireyler daima bütünün yaptığını yapar gibi bir kabule dayanan genel irade yanılsamasının çökmesiyle sonradan gerçekleşebilir. Hegel’e göre Fransız Devrimi’ni takip eden Terör dönemi tam da Rousseau’nun hiçbir bireyselliğe ve ayrıma yer bırakmayan bu genel irade tasarımının sonunda evrenselliği nasıl şiddet ve zor yoluyla sağlamak zorunda kaldığının çok somut bir örneğidir. Evrensellik kutbundan bakıldığında ise, Hegel için devlet hak kavramının en yüksek belirlenimi olarak kendinde ve kendi için evrensel bir erektir ki var olması öznel istençlerin keyfiliğine bağlı değildir. Bir devlette olmak ya da olmamak da öznel istence bağlı olarak düşünülemez, devlette olmak herkes için mutlak zorunluluktur. Çünkü devlette yaşamak insanın ussal belirlenimidir. Öyleyse özellikle liberalizmin Hegel’in hukuk felsefesinin gerçekte bireyselliği olumlayan bir hak felsefesi mi yoksa bireyin devlete tabi kılınmasını öngören bir devlet felsefesi mi olduğu sorusu Hegel açısından boş bir sorudur. Liberalizm, birey ve toplumu, birey ve devleti uzlaşmaz karşıtlıklar olarak koyar. Oysa Hegel bireyi ve devleti aynı doğa olarak düşünür. İnsan doğadan ona tinselliğini veren özgürlüğü yoluyla ayrılır. Devlet ise özgürlüğün en yetkin cisimleşmesidir. Bu nedenle Hegel’de birey ve devletin birliği bir çıkar ya da inanç sorunu değil özdeşlik olarak konmuştur. Bu özdeşlik aynı zamanda onların ayrımlarının önkoşuludur. Bu özdeşlik sayesinde hem Rousseau’da soyut olarak konulmuş bireysellik hem de Hobbes’ta soyut olarak konulmuş evrensellik somutlaşarak gerçek hale gelir. Öyleyse sözleşme teorile-

Hegel’in ontolojisindeki kapalılık, tarihte kendini açan mutlak ve soyut bir varlığın tasarlanmış olmasından değil, tasarlanmış olan bu varlığın kendini sürekli kendiyle çelişerek üretmesine dayalı diyalektik döngüsellikten gelir

Hegel’de bir olarak düşünülmüş bu varlık hem bir önvarsayım hem de sonuçtur. Bu döngüsellikten dolayı Hegel diyalektiğinde çelişki, varlığı yok etmez tersine yeniden üretir

rinin ötesine geçerek, birey, toplum ve devletin birliğinin, ister korku isterse çıkar ya da eğilimler temelinde istençlerin ortaklaşması olarak değil de özdeşlik olarak kurulabilmesi nasıl mümkün olabilir? Hegel’de bu özdeşlik salt akılsal olarak değil, devletin üretiminin ve yeniden üretiminin somut ve maddi ilişkileri içinde konulmuştur.

İktidar Diyalektiktir ‘‘Mantığın en önemli kazanımlarından biri de şudur ki mantık, bir karşıtlık içinde yer aldığı için aşırı bir uç konumuna sahip olarak belirlenmiş bir uğrağın aşırı bir uç olmaktan çıktığını ve aynı zamanda bir orta terim olması sonucu organik bir uğrak durumuna geldiğini gösterir.’’4 Hegel’de birey, toplum ve devletin özdeşlik olarak konulabilmesi bu diyalektik mantık itibariyledir. Maddi yaşamın örgütlenmesine gelindiğinde bu mantığın ilişkiler ve kurumlar olarak cisimleştirilmesi elbette zorunludur. Ancak bu Hegel’in de dürüstçe belirttiği gibi

gerçekten devletin ne olmasına gerektiğine dair bir öğreti değildir. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin daha en başında belirttiği iddiası, devletin ne olması gerektiğini söylemek değil, onu kendi içinde ussal bir şey olarak kavramak ve betimlemektir. Bu duruş noktasından Hegel’in modern egemenlik kuramına asıl katkısı, gerçekten de iktidarı bir şey ya da aygıt olarak değil mantık söylemi altında bir ilişkisellik olarak koymuş olmaktır. Politik duruş noktalarının farklılığına rağmen, Hegel’i iktidarı özneleştirerek nesneleştiren bir ilişkisellik olarak tanımlayan Foucault’yu öncelemiş bir düşünür olarak almak hiç de abartılı olmayacaktır. Gerçekten de Hegel’de onun hakkın temel belirlenimi haline getirdiği istenç açısından düşünüldüğünde, öznellik ve nesnellik birbirine hiç nüfuzu olmayan kaskatı karşıtlıklar olarak konulmuş değildir. Tam tersi ‘‘özne’’ye özgü erek olarak tanımlanan öznelliğin koşulu, onun kendi dışında bir şeyi kendine nesne alarak edimselleşmesi ve olgusallaşmasıdır. Olgusallaşmasında ise öznellik nesneldir. O halde özne, öznellik ve nesnelliğin diyalektik birliğidir. Artık öznenin ya da özdeşliğin duruş noktasından geriye bakıldığında, nesne öznenin karşıtı değil tam tersi onun öznelliğinin dolayımlanmış biçimidir. Nesne, özne ve öznelliğin arasındaki orta terimdir. Nesne olarak alınmış olmak, kendi için değil başkası için öznellik olarak konmuş bulunmaktır. Nesneleşmek başka için özneleşmek, özneleşmek ise başkayı nesneleştirmektir. Hegel’in meşhur kendinde varlık ve kendi için varlık ayrımı, özne ve nesne arasındaki bu ilişkiselliğe oturur. Dolaysızlığı içinde varlık Hegel için soyut ve belirsiz bir şeydir, onun kendine belirli bir varlık vererek kendi için haline gelmesi ancak bir başka dolayısıyladır. Hegel’de varlığın ilksel eylemi kendini


7

Nesneyle ya da başkayla karşıtlaşması içinde konulmuş olan varlık, yapma gücü değil yaptırma gücüdür. Hegel’de özne iktidar, iktidar ise diyalektiktir

olumlama değil başkasını olumsuzlamadır. O halde nesneyle ya da başkayla karşıtlaşması içinde konulmuş olan bu varlık, yapma gücü değil yaptırma gücüdür. Hegel’de özne iktidar, iktidar ise diyalektiktir. Bir yandan öznenin bütün hırsı ve eğilimi, kendisine göre başka olan, kendisiyle karşıtlaşan şeyi kendine nesne olarak mal etmektir. Öte yandan da öznenin, olumsuzlamanın doğası gereği, kendini özne olarak üretimi nesneyle çelişkisinin sürekli yeniden üretimini gerektirir. Olumsuzlama, çelişki üretimidir. Çelişki nesnel ya da olumsal değildir. Başkayı kendisine nesne olarak alarak çelişkiyi koyan öznenin kendisidir. Çünkü nesneyle çelişkisi ortadan kalktığında özne de yok olur. Hegel’in diyalektiği, aşırı uçların öznenin organik bir uğrağı haline getirilmesine olanak veren tam da bu mantıktır. Özne tarafından konulduğu için, çelişki varlığın uzlaşmaz karşıtı değil onun kendisini olumlamasının olumsuz uğrağı, onun dolayımlanmış ya da başkalaşmış biçimidir. Diyalektik, kendini olumlamak için başkasını olumsuzlamaya ihtiyaç duyan varlığın ilişkiselliğidir. Diyalektik bir iktidar teknolojisidir. Aşırı uçların çelişki biçiminde özneleştirilerek nesneleştirilmesinin maddiliğidir. Bu temel sayesindedir ki Hegel’in devleti organik bir bütün olarak tasavvuru, birey ve toplum ile devlet arasındaki çelişkileri yok saymaz. Tam tersine devlet, çelişki üretiminin kendisidir. O halde devlet aklı, aşırı uçların çelişki olarak özneleştirilebileceği dolayım alanlarının yaratılmasını öngörür. Nitekim Hegel’de aşırı uçların çelişki biçiminde bütünün organik bir uğrağı olarak konulması somut ve maddidir. Hegel’in Tin soyutlamasındaki filozof dehasıyla bizi inandırmaya çalıştığı gibi gerçeklik zorunlu olarak diyalektik değildir ama Tin’in bu dünyadaki yürüyüşünü veren devlet diyalektik olarak işler ve çalışır. Devlet aklı diyalektiktir ve Hegel’de en somut halini temsiliyette ve meclislerde bulur:

‘‘Dolayım organı olarak düşünülen meclisler, genel olarak hükümet gücü ile tekil bireyler ve özel alanlar halinde dağılmış halk arasında yer alırlar. Görevleri onları devlet ve hükümet duygusuna olduğu kadar bireylerin ve özel toplulukların çıkarları duygusuna da sahip olmak zorunda bırakır. Aynı zamanda bu durum, (a) krallık gücünün bütünden kopmasını ve aşırı bir uç olarak, yani keyfi bir zorbalık olarak görünmesini önlemek için, (b) bireylerin, komünlerin ve korporasyonların özel çıkarlarının bütünden kopmasını önlemek için ve son olarak ve özellikle (c) bireylerin kendilerini, organik olmayan bir kanılar ve istekler tehlikesiyle karşı karşıya ve organik devlete karşı yığınsal zor kullanmaya yatkın bir kalabalık, bir yığın olarak göstermelerini önlemek için, meclislerin hükümet gücü örgütüyle ortaklaşa hareket etmelerinin gerektiği anlamına gelir.’’5 Öyleyse Hegel’de genel çıkara karşı aşırı bir uç gibi konulmuş bulunan özel çıkarların devlet tarafından özneleştirilmek suretiyle onun

organik bir uğrağı haline gelişi, meclisler ve temsiliyet ilişkileri dolayımıyladır. Temsiliyet, özel çıkarlara siyasallaşmanın, genel çıkara toplumsallaşmanın alanını açar. Temsiliyetin dolayımı sayesinde, özel çıkarlar siyasal bir güç olarak özneleşirken, genel çıkar toplumsal bir güç olarak nesnelleşir. Artık özel çıkar ve genel çıkar arasında birbirini yok eden bir karşıtlaşma yoktur. Siyasal bir güç olarak özneleşmesinde özel çıkar genel çıkarı, toplumsal bir güç olarak nesnelleşmesinde genel çıkar özel çıkarı üretir. Bu noktadan itibaren, özel çıkar genel çıkarın, genel çıkar özel çıkarın dolayımlanmış biçimidir. Aşırı uçların birbirinin dolayımı haline geldiği meclislerde, özel çıkar ve genel çıkar her çelişme-

Diyalektik, kendini olumlamak için başkasını olumsuzlamaya ihtiyaç duyan varlığın ilişkiselliğidir. Diyalektik bir iktidar teknolojisidir


8

Hegel’in Tin soyutlamasındaki filozof dehasıyla bizi inandırmaya çalıştığı gibi gerçeklik zorunlu olarak diyalektik değildir ama Tin’in bu dünyadaki yürüyüşünü veren devlet diyalektik olarak işler ve çalışır lerinde birbirlerini yeniden üretir. Varlıklarını üretiminin alanı, karşıtlaşmaları haline gelir. Gerçekten de Hegel’de devlet, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi genel çıkarın kendisi değildir. O genel çıkarın özel çıkarda, özel çıkarın genel çıkarda dolayımlanmasının maddi ilişkiselliğidir. Bu ilişkiselliğin kuruluşu ise, aşırı uçları bir dolayım ilişkisi altında birbirini yeniden üreten çelişkiler olarak özneleştiren diyalektiktir. Unutmayalım ki Hegel’in içinde bulunduğu dönem, burjuva toplumsal güçlerin feodal siyasal güçlerle karşıtlık içinde iktidar talebinde bulunduğu, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki savaşlarla, başarılı ve başarısız burjuva devrimleriyle sarsılan bir dönemdi. Gerçeklik ve onun koyduğu sorunlarla ilişkisini asla koparmamış bir filozof olarak Hegel gerçekten de savaşan maddi toplumsal güçleri uzlaştıracak siyasal bir alanın imkanı üzerine düşünmektedir. Hegel devlet öğretisini, tam da burjuva birey ve toplumun yadsınması değil siyasallaştırılarak devletin gücüne dönüştürülmesi temelinde kurmuştur. Bütün felsefi görünümüne rağmen, tekillik ve evrenselliğin özdeşliğinin sağlanması sorunu, açığa çıkmış toplumsal güçlerin hareketine nasıl yön verilebileceğiyle ilgili doğrudan politik bir sorundur. Burjuvazinin iktidar eğitimini

henüz tamamlamadığı bir dönemde, liberaller Hegel’in devlet felsefesi karşısında dehşete düşebilmiştir. Oysa onun felsefesi, sonradan burjuvazinin siyasal aklının temeli olarak sahiplenilecek ve burjuvazi Hegel’in kendisine sağladığı silahları kendi karşıtı emeğe doğrultacaktır. Hegel’in özneleştirerek nesneleştiren diyalektik mantığı en olgunlaşmış biçimini, 20. yüzyıl burjuva demokrasilerinde bulacaktır.

Hegel Diyalektiğinin Eleştirisi: Marx Hegel’i sistem ve yöntem ayrımı üzerinden okuduk ve eleştirdik. Onun sistemini eleştirirken mantığını eleştirisiz kabul ettik. Emek ve sermaye arasındaki antagonizmayı, ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişkiye indirgedik. Aşırı bir uç olarak emeğin, ücretli emek biçiminde sermayenin çelişkisi olarak özneleşmesini görmedik. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişkinin, sermayeyi nasıl yeniden ürettiğini çözümleyemedik. Burjuva demokrasisinin temsiliyet ilişkileri altında özneleştik, ücretli emeğin toplumsal ve siyasal çıkarlarını savunarak, sermayenin emeği ücretli emek olarak sınıflaştırmasını devam ettirdik. Devleti bir sınıf üretme ilişkisi olarak eleştiremedik. Oysa Marx daha Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde Hegel’in diyalektiğinin çelişki mantığının tutucu özünü ortaya koyabilmişti. Hegel’in devlet felsefesinde halk ve hükümet arasında, hükümet ile meclis arasında, halkla meclis arasındaki çelişkilerin sürekli bir dolayım alanının oluşturulmasıyla hem ortadan kaldırılmasını isteyen hem de her uğrakta bu çelişkileri yeniden koyan bu mantığı şöyle eleştirmişti: ‘‘Tüm bu ‘dolayım’ saçmalığını soyut, mantıksal dışavurumuna indirgeyen ve ona hiçbir bozulmayı, hiçbir derece ayrımını hoş görmeyen bir biçim veren Hegel’in, bu saçmalığı aynı zamanda Mantığın bir kurgusal gizemi olarak,

‘Usa uygun ilişki’ olarak ve Usun ‘tasım’ı olarak sunması da dikkati çekiyor. Gerçek uçlar, tam da gerçek uçlar oldukları içindir ki dolayımlandırılamıyor. Ayrıca dolayım gereksinimi de duymuyor, çünkü onlar kendi özleri gereği çatışıyor. Ortak hiçbir şeyleri olmuyor, biri ötekini anlayamıyor ve tamamlayamıyor. Hiçbiri kendinde ötekinin isteğini, gereksinimini, öncelemesini taşımıyor. (Ama Mantığının temel ikiciliği nedeniyledir ki Hegel, evrensellik ve tekilliği, yani tasımın soyut öğelerini, gerçekten karşıt terimler olarak düşünüyor. Bu konunun geri kalanı, Hegelci Mantığın eleştirisine giriyor.)’’6 Biraz sonra Marx, Hegelci diyalektik mantığın, birbirine karşıt ve gerçekten aşırı uç konumunda iki varlığın birbiriyle çatışmasının değil, aynı varlığın farklı varoluş biçimleri arasındaki çelişkinin dolayımlandırılmasının mantığı olduğunu şöyle dile getiriyor:

Burjuvazi Hegel’in kendisine sağladığı silahları kendi karşıtı emeğe doğrultacak, Hegel’in özneleştirerek nesneleştiren diyalektik mantığı en olgunlaşmış biçimini, 20. yüzyıl burjuva demokrasilerinde bulacaktır


9

‘‘Eğer aynı varlığın varoluş biçimleri arasındaki ayrım, özerkleşmiş soyutlama (başka bir şeyin soyutlanması değil, ama kolayca anlaşılabileceği gibi kendi kendinin soyutlanması) ile, yani karşılıklı olarak birbirini dıştalayan iki varlığın gerçek karşıtlığı ile karıştırılmasaydı, şu üç yanlışlıktan kaçınılabilirdi: 1. Birinci yanlışlık yalnızca bir ucu gerçek olarak kabul etmeye ve dolayısıyla bu soyutlama ve bu tekyanlılığa gerçek payesini vermeye dayanıyor. Bu da bir ilkenin, kendinde bir bütünlük olarak ortaya çıkacak yerde, bir başkasının basit bir soyutlanması olarak görünmesi sonucunu veriyor. 2. İkinci yanlışlık, gerçek bir karşıtlığın şiddetlenmesi karşısında, bu karşıtlık iki ucun kendi bilinçlerine vardığı ve savaşım kararını alevlendiren karşılaşmasına dönüştüğü zaman, bunu zararlı ve önlenmesi gereken bir şey olarak görmeye dayanıyor. 3. Üçüncü yanlışlık da bu çatışmayı dolayımlandırmak için çabalamaya dayanıyor.’’7 Marx, burada Hegelci diyalektik mantığın karşısına uzlaşmaz karşıtlıkların mantığını koymuştu. Diyalektik dolayımlama, gerçek bir karşıtlığın şiddetlenmesi karşısında bu savaşımı önlemeye çabalamakken antagonizma, birbirini dıştalayan iki varlığın çatışmasını özgürleştirmekti. Diyalektik mantık, gerçekte iki karşıt varlığın, farklardan biri-

Marx, Hegelci diyalektik mantığın kapalılığını antagonizmanın mantığı temelinde eleştirmişti. Bu henüz felsefi temelde geliştirilmiş bir eleştiriydi, politik bir eleştiriye dönüşebilmesi ancak emeğin sermaye karşısında politik bir güce dönüşmesiyle mümkündü

nin diğerinin soyutlanması haline getirilerek massedilmesiyken, antagonizma bir farkın başka bir farkı olumsuzlamasıydı. Emek ve sermaye, diyalektik dolayımın kutupları değil, birbiriyle antagonist farklardı. Marx, Hegelci diyalektik mantığın kapalılığını antagonizmanın mantığı temelinde eleştirmişti. Bu henüz felsefi temelde geliştirilmiş bir eleştiriydi, politik bir eleştiriye dönüşebilmesi ancak emeğin sermaye karşısında politik bir güce dönüşmesiyle mümkündü. Ne yazık ki 1848 devrimlerinde yenildik. Sermayenin diyalektik işleyişinin tahakkümüne girerek emeği ücretli emek biçimi altında özneleştirdik. 1848’e kadar Marx için her kriz devrimdi. 1848’ten sonra ise ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişki tarihsel olarak ortadan kalkmadan bir devrim beklenemezdi. Marx için de artık gerçeklik diyalektikti. Buradan itibaren Marksizm için diyalektik, nesnelci yorumlar için tarihin, öznelci yorumlar içinse sınıflar mücadelesinin yasası haline geldi. Bugün ise emeğin politikliğinin olumlanması, diyalektiğin sermayenin sınıf üretme ilişkisi olarak olumsuzlanmasını önümüze koyuyor. 1 F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1992, s.14. 2 Lukacs, Hegel’s False and His Genuine Ontology, Toward the Ontology of Social Being c.1, çev. David Fernbach, Merlin Press, 1982, s.8. 3 Hegel, Tüze Felsefesi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, 2006, s.15. 4 Hegel, Hukuk Felsefesi, # 302, Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi içinde, çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, 1997, s.103. 5 Hegel, Hukuk Felsefesi, # 302, a.g.e. s.99. 6 Marx, a.g.e., s.128 7 A.g.e. s.130.

Sinem


10

İmparatorluğun krizi Marx üzerinden yeni bir Leninizm kurma eğilimi bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır

21. yüzyılın sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu küresel bir krizin içinden geçiyoruz. Kapitalizmin yeni bir egemenlik biçimi olan imparatorluk, krizini yaşıyor. Kriz, kapitalizme içkin çelişkilerin ve antagonist eğilimlerin derinleşmesi ve maddi bir ilişki olarak açığa çıkmasıdır. İçinden geçilen bu krizin ne kadar süreceğini ve nasıl çözüleceğini, çatışma içinde pozisyon alan güçlerin niteliği ve bu güçlerin çatışmaya vereceği biçim belirleyecektir. Bu bağlamda kapitalizme içkin kriz eğilimleri politik bir kriz teorisinin kuruculuğu altında okunabilir ve konuşturulabilir. Krizle birlikte en çok satılan kitaplar listesinin başında Kapital’in bulunması pek de tesadüf görünmemektedir. Bu kriz Marx’ı çağırmaktadır. İronik olan, Marksizmin en dibe vurduğu bir dönemde Marx’a ihtiyaç duyulmasıdır. Bu ayıp, Marx’ın değil, Marksizm adına Marx’tan uzaklaşan hepimizin ayıbıdır. Bu süreç, Marx ile olan mesafenin kapatıldığı ve Marx’ın yeniden güncellenmesinin sağlandığı bir süreç olacaktır. Lenin üzerinden bir Marx okunmasının tersine Marx üzerinden yeni bir Leninizm kurma eğilimi bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.

Bu Kriz Döngüsel Bir Kriz Üzerinden Okunamaz Marx, Grundrisse’ye ‘‘Para’’ bölümüyle başlar. Hemen sonra kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı başlıklı kitabı tamamen para üzerine yazılmış bir kitaptır. En temel başyapıtlarından Kapital’in giriş başlığı ise ‘‘Para ve Meta’’dır. Marx’ın, ‘‘paradaki bilmece metalardaki bilmeceden başka bir şey değildir’’1 derken kapitalizmin anlaşılması açısından ‘‘Para’’ kavramını temel bir anahtar olarak önemsediği gayet açıktır. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabını, öngördüğü bir krize yetiştirmek için yazdı. Marx için ‘‘para’’ kavramı, kapi-

Bu kriz, unutulmuş ve unutturulmuş olan Marx’ı, para üzerinden yeniden hatırlatmaktadır

talizme içkin kriz eğilimlerinin teorileştirilmesinde temel bir öneme sahipti. Bu durum gayet açıkken, nedense Marksist birikimde ‘‘Para’’ kavramının ağırlığı yok denecek kadar azdır. Genel olarak, Marksistlerin Marx’a olan bu yabacılaşmasının pek çok nedeni olabilir; fakat konumuzla bağıntılı nedenlerden biri, Marksistlerin, ‘‘Para’’ kavramından daha çok ‘‘Meta’’ kavramını üretim zamanın bir kavramı olarak kavrayarak yola çıkmalarıdır. ‘‘Para’’ ve ‘‘Meta’’ kavramları ortak bilmeceye sahip iken, Marksistler tarafından ‘‘meta’’ kavramının çözümlenmesi, ‘‘para’’ kavramını unutmanın ötesinde, unutturmuştur. İçinden geçtiğimiz bu kriz, unutulmuş ve unutturulmuş olan Marx’ı, para üzerinden yeniden hatırlatmaktadır. Bu kriz, ‘‘meta’’ kavramının, üretim zamanının bir kavramı olarak çözümlemesi üzerinden okunamaz ve konuşturulamaz. Krizin çözümlenmesi ancak Marx’ta olduğu gibi ‘‘soyut emek’’ kavramıyla ilişkilendirilmiş ve dolaşım zamanının bir kavramı olarak meta kavramının okunmasıyla mümkündür. Marksist birikimin kriz çözümlemelerine baktığımızda, birincisi üretici güçlerin eşit-


11

siz gelişimine bağlı aşırı üretim krizidir. İkincisi, aşırı üretimle ilişkilendirilen eksik tüketim krizi, üçüncüsü orantısızlık, dördüncüsü kâr oranlarının düşme yasası olarak özetlenebilir. Bu krizlere içkin rekabet ve kapitalist üretimin plansızlığı olarak sıralanabilir. Kapitalizme içkin bütün bu kriz eğilimleri, sermayenin sınırları temelinde yapısalcı bir yerden döngüsel krizler olarak kurulmuştur. Bu temel üzerinde kurulan en radikal politik kriz teorileri bile sınıf hareketini reforme etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Antagonist çatışma ile çelişki üzerine kurulan çatışma arasındaki fark ontolojiktir. Marx’tan uzaklaşan Marksist birikim, kriz teorilerini ‘‘çelişki üzerine kurulu çatışma’’ üzerinden üretmiştir. Sermayenin politik olumlama felsefesiyle, emeğin politik olumlama felsefesinin ontolojik farklılığı kurulamayınca diyalektiğin reformizmi içinden antagonizma kurulmaya zorlanmıştır. Sermayenin kendini politik olumlaması, olumsuzlamanın olumlanmasıdır. Sermaye ontolojik olarak kendisini olumsuzlayarak, olumsuzladığı kendisiyle çelişerek olumlar ve devinir. Sermayenin var oluş devinimi olumsuzlamanın olumsuzlanması üzerine kurulan çelişki diyalektiğine bağlıdır. Bu bağlamda, kriz, sermayenin kendisini politik olumlama diyalektiğine içkindir. Sermaye bir krizdir. Bir yandan sermaye için kriz, döngüsel olarak diyalektiğin teklediği süreçlerde ortaya çıkan sermayeye içkin sınırları ifade ederken, diğer yandan sermaye tekleyen diyalektiği yeniden işleten ve çalıştıran kurucu politik bir dinamik olarak ortaya çıkar. Marksist pek çok kriz teorisi, sermayenin kendini politik olumlama diyalektiğinin çelişkisi üzerine kurulmuştur. Daha somut bir ifadeyle, sermaye güçleri ve ücretli-emek ve sermaye arasındaki çelişkiye oturan bir çatışmanın kurduğu kriz teorileridir. Bu krizler, sermayenin döngüsel krizleri olarak karşımıza çıkar. Peki bu döngüsel krizler, sermayenin üretici güçleri

Lenin’in emperyalizm kuramının özgünlüğü, kapitalizmin krizlerini döngüsel krizler üzerinden değil, egemenlik teorisi üzerinden teorileştirmesidir

geliştirme dinamizmine ve tekleyen diyalektiği yeniden kurarak çalıştırma gücüne tarihsel olarak sahip olduğu zaman, devrim ve kriz bağı nasıl kurulacaktır? 1848 devriminin özeleştirisi bu soruyu boşlukta bırakmıştır ve yeni bir soru yaratmıştır: Sermayenin nihai krizi ne zaman gelecektir? Sermayenin diyalektiğini tarihsel olarak çalıştıramayacağı ekonomi-politik koşullar nedir? Bu koşullar diyalektik olgunlaşma aşamasına gelene kadar sınıf ne yapmalıdır? Bu soru, kriz teorisini, sermayenin olumlama diyalektiğinin çelişkilerine oturtmanın yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Bu yanlışlık, sınıf antagonizmasını sermayenin politik olumlamasının diyalektiğine gömmektir. Alman Marksizmi’nin bölünmesine neden olan tarihsel tartışma budur. Reform ve devrim, evrimci çalışma devrimci çalışma tartışmalarını yaratan, bu köklü sorunsaldır. Lenin, bu tartışmayı yeterince tüketmeden politik olarak çözmüştür. Lenin’in bu tartışma içersinde en önemli yeri kapitalizme içkin kriz eğilimlerini döngüsel krizlerden çıkarıp, politik krizlere dönüştürmesidir. Kapitalizmin rekabetçi dönemiyle emper-

yalizm dönemi arasındaki ayrımda yatan temel faktör budur. Lenin’in emperyalizm kuramının özgünlüğü, kapitalizmin krizlerini döngüsel krizler üzerinden değil, egemenlik teorisi üzerinden, egemenlik biçimleri üzerinden teorileştirmesidir. Lenin emperyalizmin ekonomi-politiğini bulmadı. Lenin emperyalizmin krizini politik kriz teorisi olarak kurdu. Hem ‘‘emperyalizm’’i savunup, hem bu krizi, döngüsel kriz üzerinden açıklayanlar nasıl bir tutarsızlık içinde olduklarının farkında bile değildirler. Döngüsel kriz üzerinden bu krizi açıklayanlar, Alman Marksizmi’nden günümüze değin tüketilmemiş olan bu köklü sorunsalı yeniden üretmektedirler. Bu sorunsalın yeniden güncelleşmesi tüketilmemiş olanın tüketilmesi açısından bizce çok hayırlı olur. Evet, Marx’ta sermayenin diyalektik işleyişine içkin kriz eğilimlerine dair teorileri derinlemesine görebilirsiniz. Bu eğilimler sermayenin kendini olumlama pratiğine içkin sınırlardır. Fakat Marx’taki antagonist krizi, sermayenin döngüsel kriz teorilerine içkin olarak politikleştiremezsiniz. Bunu yaptığınız an, sınıfı egemenler arası savaşın bir tarafı haline getirirsiniz. Antagonist kriz, sermayenin döngüsel kriz teorilerine ya da sermayenin sınırlarına içkin politikleşmez, tam tersi sermayenin sınırları antagonist krize göre politikleşir. Problem budur. Antagonist kriz teorisi, sermayenin döngüsel krizlerine içkin değil, sermayenin döngüsel krizleri, antagonist krizlere içkindir. Emek ve sermaye, daha köklü bir dille ifade edersek emekle ücretli emek arasındaki antagonizma, ücretli-emek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkilere ve çatışmalara içkin değil, tam tersi, ücretliemek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkiler ve çatışmalar emek ile ücretli-emek arasındaki antagonizmaya içkindir. Marx, yabancılaşmış soyut emek ya da meta fetişizmi üzerinden antagonizmayı kurarken, yapmak istediği budur.


12

Bu kriz, soyut emeğin toplumsal boyutta ölçme niteliğini politik olarak yitirdiği bir krizdir

Sermayenin Ürettiği Ürün Kârdır Emeğin ürettiği ürün toplumsal kullanım değeri iken, sermayenin ürettiği ürün değişim değeri olan soyut emektir. Sermaye, toplumsal kullanım değerini, değişim değerinin özel mülkiyetinin tahakkümü altına alarak toplumsal mülkiyete yabancılaştırır. Bu ilişki, sermayenin emeği, ücretli emek altında sınıflaştırarak toplumsal olarak sömürgeleştirmesinin ifadesidir. Değişim değeri, kapitalist toplumsal ilişkilerin üretimi için somut emeği, ‘‘zaman’’ kavramı üzerinden nicelikleştirerek soyut emeğe dönüştürür. Bu bağlamda sermayenin var oluş nedeni, emeği soyut emeğe dönüştürerek kâr üretmektir. Bunu da ancak değeri metalaştırarak yapar. Marx’ta meta, soyut emeğin somutlaşması ya da donmuş emek zaman olarak maddileşmesidir.

Meta, kâr üretiminin fabrikasıdır

Somut emek, soyutlaşarak artı-emek zaman altında, soyut emek ise değişim değerinde somutlaşarak metalaşır. Sermaye ürünü olan kâr için, değerin üretim zamanında soyutlaşarak artı değerleşmesi ve artı değerin dolaşım zamanında değerlenerek metalaşması şarttır. Bundan dolayı Marx, artı-emek zaman içerse bile, ürüne meta demez. Ürün, değişim değeri üzerinden dolaşım zamanına girdiği anda metadır. Bir başka deyişle ürün, artı-değerin kâra dönüşme zamanında metadır. Artı değer değişim ilişkisi içersinde metaya dönüştüğü oranda kâr üretilir. Meta, kâr üretiminin fabrikasıdır. Ürün metaya dönüştüğü anda kullanım değerinden soyutlanır. Bu bağlamda değişim değerine dayalı kapitalist meta tanımında, metanın kullanım değeri özelliğinin, Marx’ın dediği gibi, konunun anlaşılması açısından öte bir önemi yoktur ve meta, soyut emeğin toplumsal ilişki biçimidir. Sermaye hayatın her alanını metalaştırarak toplumsal ilişkiye dönüştürür; bu, sermayenin doğasıdır. Çünkü kapitalist toplumsal ilişki insan ile insan arasında değil metalar arasında toplumsal bir ilişkidir. Bu bağlamda Meta kavramını yalnızca maddi olan emeğe indirgemek kapitalizmi anlamamak demektir. Sermaye maddi olan emek kadar maddi olmayan emeği de metalaştırarak sermayeleştirir. Canlı emeğin olduğu her nokta sermaye için soyutlaştırılarak metalaştırılır. Kapitalizmin geldiği bu noktayı anlamayanların, meta üretimini Fordist dönemde olduğu gibi yalnızca maddi olan emeğe indirgeyenlerin, bugünün krizini

anlamaları mümkün değildir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliği ve bütünlüğü finanslaşmıştır. Biçimi, toplumsal sermayenin toplumsal emeği tahakküm altına alması olan sermaye birikiminde, sömürü ve kâr oranlarının yüksek tutularak üretilmesi değerin finanslaşmasıyla devinmektedir. Finans sermayesinin toplumsal hayatın her noktasına girerek bedeni, duyguyu, düşünceyi, imajı, imgeyi sermayeleştirerek metalaştırdığı anlaşılmadan imparatorluğun krizinin anlaşılması mümkün görünmemektedir. İmparatorluğun krizi, döngüsel bir kriz değil, bir egemenlik biçiminin kuruluşunu içeren, kapitalizmin gelmiş olduğu küresel sermaye birikiminin krizidir.

Soyut Emeğin Krizi Paranın ve metanın bilmecesi soyut emektir. Soyut emeğin yalnızca eşdeğerlilik ilişkisinin kuruluşu açısından, emeğin zaman kavramı üzerinden nicelikleştirilmesine indirgenmesi hata boyutunda bir yanlışlıktır. Sermayenin başkalaşım biçimi olan meta, değişim ilişkisi içersinde tüketilme anında ölür. Fakat toplumsal sermaye içindeki donmuş emek toplumsal soyut emek olarak yaşar. Bu toplumsal soyut emek, toplumsal sermayenin toplumsal emeği gerçek tahakküm altına alma gücünü ifade eder. Bu güç, toplumsal genel zekânın, canlı emeğin cansız emek tarafından üretken kılınarak sömürüldüğünün bir ifadesidir. Soyut emek, toplumsal genel zekânın sermayeleşmesidir. Emeğin verimliliğini ölçen sermayeleşmiş toplumsal zekâ, toplumsal emek zamandır. Soyut emeğin bu boyutu, ‘‘zaman’’ kavramını nicelikten

Değerin ölçüsünü belirleyen toplumsal emek zaman politiktir


13

Kâr, artı-emek zamanı artı-değer üzerinden rantlaştırırken emeğin finanslaşması boyutunda kâr, toplumsal soyut emeğin rantlaşmasıdır çıkartıp niteliksel boyuta sıçratır. Niteliksel zaman belirleyen ve ölçen, niceliksel zaman ise belirlenen ve ölçülendir. Zaman kavramı hem niceliksel hem de niteliksel olarak kurulur. Soyut emeğin bu niteliksel ölçme gücü, emeğin toplumsallaşma boyutuna bağlı olarak yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlıdır. Bu yoğunlaşma ve merkezileşme boyutu soyut emeğin ölçme niteliğini politikleştirir ve egemenlik biçimiyle içkinleştirir. Soyut emeğin finans kapital aşamasına girmesiyle birlikte döngüsel krizler, egemenlik biçiminin krizleri olarak politikleşir. Değerin ölçüsünü belirleyen toplumsal emek zaman politiktir. Ölçü politiktir ve toplumsal sermayenin, toplumsal emeği toplumsal boyutta tahakküm altına almaya içkin sermaye birikimini belirler. Finans, toplumsal hayatın her boyutunda toplumsal soyut emeği yoğunlaştırarak merkezileştiren bir makineye dönüşmüştür. Bu kriz, yalnızca finans sektörünün krizi değildir. Bu kriz, soyut emeğin toplumsal boyutta ölçme niteliğini politik olarak yitirdiği bir krizdir ve sermayenin bütün döngü uğrakları tıkanmıştır. Küresel sermayenin, küresel çapta toplumsal emeği tahakküm altına alma işleyişi kilitlenmiş görünmektedir.

Gerekli Emeğin Finanslaşması Artık sanayi kapitalizmi döneminde yaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist dönemin bio-kapitalizm dönemi olduğunu anlamamız gerekiyor. Genel olarak, sol hareketin

bugünkü kapitalizmi algılayış biçimi sanayi kapitalizminin parametrelerine dayanıyor. Ana parametreler asla değişmez, bu tabii ki böyledir. Fakat bu ana parametrelerin, egemenlik biçimlerine içkin sermaye birikim işleyişine bağlı olarak çalıştığı görülmelidir. Ülkemizdeki sol hareket, güncelliği dikkate alarak Marx’tan çıkmıyor; sanayi kapitalizmi ya da Fordist kapitalizm üzerinden Marx’ı okuyor. Sermaye kavramını yalnızca üretim zamanın parametreleriyle okuyor ve Marx’ın sermaye kavramı çözümlemesini kabalaştırıyor. Yalnızca üretim zamanın parametreleriyle hareket ettiğimizde ‘‘sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan’’2 ilişkiyi anlarız. Oysa asıl olan ‘‘sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül’’ ilişkisini anlamaktır. Marx dönemindeki kapitalizm bu aşamada değildi; fakat Marx, döneminin ötesinde günümüzü de aşan bir kapitalizm öngörüsü üzerinden çözümlemelerini sürdürmüştür. Bu bilinmiyor. ‘‘Sermayenin ürünü kârdır’’ soyutlaması anlaşılmıyor. Bu anlaşılmayınca meta kavramı üretim zamanının kavramı olarak anlaşılıyor. Oysa Marx’ta ‘‘meta’’ kavramı üretim zamanının değil dolaşım zamanının kavramıdır. Kâr, üretim zamanında yaratılan artı-emek zamana bağlı artı-değerin dolaşım zamanı içersinde özel mülklüleştirerek gasp edilmesidir. Bu bağlamda kâr, değerin soyut emek altında rantlaştırılmasıdır. Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım zamanının birliğidir. Sermaye üretimi, bu birliğin bütünlüğüdür. Artı değer bu döngü üzerinden kâra dönüşür ve para-sermaye kâr üzerinden dolaşımdan gelir. Marx, dolaşım zamanı içersinde artı değerin meta üzerinden kâra dönüşmesi sürecine sermayenin ‘‘ölüm taklası’’ der. Dolaşım zamanı artıemeği yaratmaz, fakat artı-emek zamanı kısaltmak bağlamında artı-emek zamanı belirler. Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım

Soyut emek, toplumsal genel zekânın sermayeleşmesidir

zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğilimindedir. Ne kadar sıfırlanırsa artı-emek zaman içersindeki artı-değer miktarı da o oranda kâra dönüşür. Bu sıfırlama eğilimi, dolaşım zamanını ya da yeniden üretim zamanını kâr üreten bir üretim alanına dönüştürmek zorundadır. Değişim ilişkisi içersinde metanın donmuş emek miktarının eşdeğeri, yine soyut emeğin somutlaştığı donmuş emek miktarıdır. Soyut emek ancak soyut emekle eşitlenebilir. Dolaşım alanının ticarileşmesine, özelleştirilmesine, sermayeleştirilmesine ve şirketleştirilmesine neden olan yasa budur. İşte günümüzün kriz eğiliminin en temel noktası sermayenin bu eğilimidir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğilimi, dolaşım alanını kâr üretme alanı olarak sermayeleştirmek zorundadır. Bu eğilim, kârı, değerin ölçüsü emekten soyutlaştırarak uzaklaştırır. Bu noktada fiyat, metanın değerini belirleyen artı-emek zamandan çıkar ve finansa geçer. Kâr, artı-emek zama-


14

nı artı-değer üzerinden rantlaştırırken emeğin finanslaşması boyutunda kâr, toplumsal soyut emeğin rantlaşması boyutuna geçer. Bu kriz sanayi kapitalizminin döngüsel krizi değil, bio-kapitalizmin geldiği boyutta kârın, toplumsal soyut emeğin rantlaşmasına dönüşmesi sonucu emekten koparak ve emeği finanslaştırarak soyutlaşması ve balonlaşmasıdır. Patlayan balon budur. 1970’lerle başlayan 80’lerle birlikte belirginleşen birikim modeli, finanslaşma modelidir. Kâr oranın düşme eğilimine içkin olarak, üretim zamanında cansız emeğin canlı emeği tam tahakküm altına alması ve üretim sürecinde canlı emeğin niceliksel pozisyonunun emeğin verimliliğine koşut değişmesi, ücretli emeğin ücret talebine içkin gelişmiştir. Kâr oranlarının ötesinde kâr miktarındaki tarihsel düşüş, yeni bir tarihsel birikim modelini zorlamıştır. Her krizden sonra sermaye emekten kaçar. Ücret talebi üretim zamanının talebi olmaktan çıkarılmış; finansal kârdan toplumsal ücret talebine dönüşen bir birikim modeline doğru yönelmiştir. Üretici güçlerin gelişimine paralel aşırı üretim ve birikim sonucu ortaya çıkan, devasa boyutlarda ‘‘işsiz sermaye’’dir. Sanayi üretimindeki düşük kâr, bu ‘‘işsiz sermaye’’yi yeni kâr alanlarına açmıştır. Yeniden üretim alanlarının sermayeleşmesi bunun ürünüdür. Bu boyuttan itibaren Fordizm çökmüş ve sermaye birikimi ‘‘sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşulları ile özgül ilişkisi’’3 üzerinden yapılanmaya başlamıştır. Artık, sermayenin emeği tahakküm altına alma paradigması ‘‘özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisinden’’ farklılaşmıştır. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılarak tahakküm altına alınması, toplumsal boyuta sıçramıştır. Toplumsal genel zekâ, toplumsal emeği

Toplumsal genel zekâ, toplumsal emeği verimlileştiren sabit sermayeye dönüşmüştür

İçinde yaşadığımız kapitalist dönem, bio-kapitalizm dönemidir

Sosyal güvenliğin gerek devlet eliyle gerekse özelleştirme sonucu sermayeleştirilmesi de finanslaşma üzerinden yapılmaktadır.

verimlileştiren sabit sermayeye dönüşmüştür. Bu boyutla birlikte yabancılaşmış değer olan kâr, değerden soyutlanarak sanallaşmıştır. Gerekli emeğin ücretlendirilmesi fabrikadaki artı-değerden değil, emeğin toplumsal verimliliğine bağlı olarak toplumsal soyut emeğin rantlaştırılması üzerinden yapılmıştır. Toplumsal gerekli emek finanslaştığı oranda, yani finansal kâr ürettiği oranda toplumsal kârdan ücretlendirilmiştir. Bu ücretlendirme kredi üzerinden borçlandırmadır. Ücret, gerekli emeğin finanslaşması üzerinden kredi olarak ödenmektedir. Bu durumu ve Amerika’daki finansal krizi anlamak için somut bir örnek üzerinden gitmek yararlı alacaktır. Bankacılık sektöründeki değişikliği ve değişimi anlamak gerekiyor. Eskiden mevduat bankacılığı vardı. Bugünkü krize neden olan yatırım bankacılığıdır. Arasındaki fark, banka sermayesinin borsaya içkinleştirilerek yapılandırılmasıdır. Finansal enstrümanların türevleşmesi bunun ürünüdür. Mevduat bankacılığı açısından ücretin finanslaştırılmasının en basit örneği kredi kartlarıdır. Siz bir mevduat sahibi olmasanız da kredi kartı ilişkisine girdiğiniz anda faiz karşılığı olmayan bir mevduat sahibi olmuşsunuzdur. Fakat çalıştığınız şirket veya devlet bunu faizleştirir. Mevduat bankacısı kredi kartı üzerinden gerekli emeği mevduatlaştırarak sanayi sermayesine faizli kredi olarak verirdi. Yatırım bankacıları bunu böyle yapmamaktadırlar. Onların yaptığı, bankasındaki kredi hacmini sermayeleştirip paketleştirerek borsada hisseleştirerek satar. Borsadaki hisse fiyatları üzerinden kredi kartı markalaşır ve metalaşır. Sosyal güvenliğin gerek devlet eliyle gerekse özelleştirme sonucu sermayeleştirilmesi de finanslaşma üzerinden yapılmaktadır. Gelelim asıl mortgage krizine! ABD 2009 yılında, ikinci dünya savaşından bu yana en büyük bütçe açığını verecektir: 1.75 trilyon


15

Yaşamın finanslaşması yalnızca toplumsal gerekli emeğin mevduatlaşmasını sağlamaz aynı zamanda gelecekteki ücretini de bugünden sermayeleştirir.

dolar. ABD merkez bankası Fed, yatırım bankalarına konut kredisi olarak kullanılmak üzere çok düşük faizle kredi verirdi. Toplumsal gerekli emek bu fırsatı değerlendirilerek konut kredisi üzerinden ev sahibi oldu; fakat kredi ödenene kadar konutun mülkiyeti bankaya aittir. Yatırım bankası bu kredileri ve mülkiyetindeki ipotekleri finansal enstrümana çevirerek paketler, sermayeleştirerek meta haline getirir ve uluslararası borsada bu metaları satar. Bu türevler borsada satıldıkça ve toplumsal gerekli emeğin talebi yükseldikçe konut fiyatları yükselir. Sub-primer denilen geri ödemesi riskli bu finansal enstrümanlara toksit madde denilmektedir. ABD, aptal uluslararası bankalara ve yatırımcılara bu toksitleri satar ve ödeme dengesi açığını kapatmaya çalışır. Bir başka banka da bu toksitleri türevleştirerek başkasına satar ve böylece sonsuz bir zincir kurulur. Konut kredisi almış toplumsal gerekli emek, evinin fiyatlarının yüksekliğinden yararlanarak, diğer ihtiyaçlarını kredilendirmek için evini sermayeleştirir. Bu durum karşısında, olgunun sırını gizlemek için yalan söylenmektedir. Krediler ödenmediği için hisselerin battığı söylenmektedir. Gerekli emek kredisini ödemese de sonuç değişmez. Önemli olan konut fiyatlarının yüksek tutulmasıdır. Dert

insanları konut sahibi yapmak değil, konut sektörünü finans alanında metalaştırmak için sermayeleştirmektir. Konut fiyatını belirleyen talep değil, uluslararası borsadaki hisse fiyatının yüksekliğidir. Toplumsal gerekli emek, finansal piyasa yaratılması için bir mevduat gücüdür. Bu basit anlatımı bütün toplumsal ilişkilere indirgemeniz mümkündür. Kâr oranın düşme eğilimine bağlı olarak, artı değer miktarının düşmesi metanın fiyatlanmasında kâr miktarını düşürmektedir. Düşen bu kâr miktarını fiyata yansıtmamak için fiyatlar yüksek tutulmak zorundadır. İşte bu fiyatların yüksek tutularak kârı yüksekte tutma mekanizmasını finanslaşma üstlenmiştir. Slogan şudur: ‘‘kârını yüksek tutmak istiyorsan finanslaş!’’ Yaşamın finanslaşması yalnızca toplumsal gerekli

Toplumsal gerekli emek için ücret, kredi üzerinden borçtur

emeğin mevduatlaşmasını sağlamaz aynı zamanda gelecekteki ücretini de bugünden sermayeleştirir. Borsa, emeğin 10 yıl sonrasını, belki 20 yıl sonrasını satın almıştır. Artık toplumsal gerekli emek için ücret, kredi üzerinden borçtur. 25 yıldır sendika siyasetinin tıkanmasının ve yok sayılmasının nedeni budur. Çünkü toplumsal gerekli emek, ücret talebini patrondan değil toplumsal patron finans kârından, yani soyut emeğin rantlaştırılmasından, kredi olarak talep etmektedir. Kâr, üretim zamanıyla sınırlanmış artı değerden koptu, yetmedi gelecek yılların artı değeri üzerinde kendisini üretti; bu da yetmedi canlı emeğin bugününden ve yarınından da koparak soyutlaştı. Kriz, bu soyutlaşarak hayalileşen kâr üretiminin çöküşüdür. Büyük iflaslar, küresel bir işsizlik ve antagonist bir kriz bizi bekliyor. Evet, nasıl ki sermaye toplumsal soyut emeği özel mülkiyetle rantlaştırdıysa, emek de toplumsal soyut emeği kolektif emek adına politik olarak talep etmelidir. Küresel çapta ve toplumsal boyutta emeğin toplumsallaşmasıyla özel mülkiyet arasındaki antagonist çatışmaya girmiş bulunmaktayız. Yeni bir komün bizi bekliyor. Şenliğimizin adı zafer olsun! 1 K. Marx, Kapital I , Sol Yay., 1997, s. 102 2 K. Marx, Grundrisse, Cilt 2, Sol Yay., 2003, s. 116 3 K. Marx, Grundrisse, Cilt 2, Sol Yay., 2003, s. 116

Cengiz İNAN


16

Marksist felsefe ve Feuerbach Üzerine Tezler Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun önsözünde, Marx’ın (ve kendisinin) Hegel ile olan ilişkileri konusunda, çeşitli vesilelerle düşüncelerini açıkladıkları halde, o zamana kadar kapsamlı ve kendi bütünlüğüne sahip bir çalışma yayımlamadıklarını yazdığında, yıl 1888’dir.1 Alman İdeolojisi’ni oluşturacak olan elyazmalarının yazılışının üzerinden kırk iki, Avrupa’yı saran devrim dalgalarının yenilgiyle dinişinin üzerinden kırk, Kapital’in son cildinin yazılışının ve Marx’ın ölümünün üzerinden beş yıl geçmiştir. Engels’in bu eseri, Alman İdeolojisi’yle birlikte, yaygın okuma tarafından Marksist felsefenin, yani tarihsel materyalizmin ana hatlarının ortaya koyulduğu eser olarak görülmekle birlikte, kendi döneminde, C. N. Starcke’in Feuerbach üzerine yazdığı bir kitap üzerine, Neue Zeit (Yeni Zaman) dergisinin isteğiyle kaleme alınan bir eleştiri yazısıdır. Engels kendisine getirilen teklifi reddetmemiş, bu eleştiri yazısı dizisini, sonradan oluşturduğu derlemenin önsözünde de belirttiği gibi, ‘‘Marksist dünya anlayışı’’nın temellerine dair bir broşüre çevirmiştir. Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun önsözünde Engels, 1845–1846 elyazmalarına, namıdiğer Alman İdeolojisi’ne2 de atıfta bulunur. Marx’ın ve kendisinin Brüksel döneminin bu el yazmalarına ait Feuerbach Üzerine Tezler’i,

Feuerbach Üzerine Tezler hâlâ açık bir uzamdır, metne işleyen temel kaygı Marksist felsefe açısından bugün hâlâ geliştirilebilir bir çıkış noktasıdır

Tezlerin el yazmalarından…

Engels Alman

İdeolojisi’ni tarihsel materyalizme dair ‘‘eksik’’ ve geliştirilmeyi bekleyen bir şema olarak görür bazı değişikliklerle birlikte3 Klasik Alman Felsefesinin Sonu derlemesinin ek kısmına dâhil ederken, aynı döneme ait elyazmalarının geri kalanı hakkında ise, ‘‘bizim (Marx ve Engels) o zamanki ekonomik tarih konusundaki bilgilerimizin ne kadar eksik olduğunu kanıtlayan bir materyalist tarih anlayışından ibaret’’4 demekle yetinir. Bu önsözden de anlaşılacağı üzere, Engels Alman İdeolojisi’ni tarihsel materyalizme dair ‘‘eksik’’ –özellikle ekonomik tahlil bakımından ‘‘eksik’’– ve geliştirilmeyi bekleyen bir şema olarak görür. Aslında bu sadece Engels’e özgü bir yorum değil, Marx’ın da ima ettiği bir görüştür. Örneğin Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde Marx, 1844–1847 yılları arasında kaleme aldığı eserlerden, sadece Proudhon’la polemiğe tutuştuğu Felsefenin Sefaleti’nin ‘‘bilimsel’’ bir nitelik taşıdığını, 1845–1846 yılları arasında, Brüksel’de Engels’le birlikte yaptığı diğer çalışmaların ise, ‘‘geçmişteki felsefi bilinçleriyle bir tür hesaplaşma’’5 olduğunu yazar. Engels, bu hesaplaşmaların içinden özellikle Tezleri Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun içine almasının gerekçesi olarak ise, bu tezlerin ‘‘yeni dünya kavrayışının dâhiyane

tohumunun atılmış olduğu ilk belge olarak ölçülemez bir değer taşıma’’sını6 gösterir. Bu Tezlerin daha sonraki teorik alımlamaları, kendilerine büyük ölçüde Engels’in bu sözünün çizdiği çerçeve içinde bir yer bulmaya çalışmışlardır. Bunun sonucu olarak da, yaygın yorumlara, Marksist dünya görüşünün içinden daha önceki ‘‘idealist artıkların’’ defedildiği bir milat saptama kaygısı hâkim olmuştur.7 Pratikte ise, bu tezlerin özellikle de on birincisi, diğerlerinden soyutlanıp bir ilk belge, bir şema olmanın ötesine geçerek, belki de Marx’ın ve Engels’in hiç tahmin edemeyeceği bir biçimde, sonraki birçok Marksist harekete ilham verecek olan enternasyonal bir motto haline gelmiştir: ‘‘Filozoflar dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, mesele onu dönüştürmektir.’’ On birinci tezde en genel çerçeveyle teori ile pratik, felsefe ile siyasi etkinlik arasında kurulan ilişki (ya da ‘‘karşıtlık’’), bu tez kadar ‘‘popülerleşmemiş’’ olsalar da, diğer tezlerle (özellikle burada üzerinde duracağımız birinci tezle) ve daha genel olarak da Marx’ın Hegel felsefesini ve Hegel sonrası felsefeyi ele alış biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Bu ilişki, bizim Marx’ın buradaki ‘‘filozoflar’’ sözcüğüyle kimleri ya da


17

hangi tür felsefe yapma eğilimini kastettiğini, yorumlama ile dönüştürme arasındaki görünürdeki karşıtlığın içeriğini daha iyi yakalayabilmemize olanak sağlar. Bu yazıda, öncelikle bu olanağın izi sürülmeye çalışılacaktır. Bunu yaparken de, iki noktayı sürekli hatırımızda tutmaya çalışacağız. Birincisi, bu tezlerin belli bir bağlama, konular yoğunlaşmasına ait olduğu ve bu bağlamın, Marx ve Engels’in politik angajmanından ayrı ele alınamayacağı gerçeğidir. İkincisi ise, tezler söz konusu olduğunda, bu metnin sonlanmamış, bu anlamda kapalı, nihai sözü söyleyip bitirmiş bir doktrin değil, hâlâ açık bir uzam olması ve bu metne işleyen temel kaygının, Marksist felsefe açısından bugün hâlâ geliştirilebilir bir çıkış noktası, bir yönelim sağlıyor olmasıdır. Nedir bu temel kaygı? Feuerbach Üzerine Tezler, Marx’ın kendisinin hiçbir zaman tez demediği ve kendisi için aldığı notlardan oluşan, belki Althusser’in dediği gibi ‘‘şeffaflığı yanıltıcı olan’’8, ama en çok Pierre Macherey’nin dediği gibi ‘‘sahip olduğu gerçek opaklığın içinde, taşıdığı hakikatin bulunması gereken’’9 aforizmalardır. Bizce bu hakikatin en büyük parçasını, idealizm ile materyalizmin birbirini besleyen bir konuma

Marx’ın materyalizme getirdiği eleştiri, insan etkinliğini, gerçekliğin kurucu bileşeni olarak görmemektir

sahip olduğunu, birbirlerinin aynadaki ters imgeleri haline gelmiş olduklarını göstermek oluşturur.10 Her iki gelenek de, aynı dertten muzdariptir: özne-nesne yarılmasının yol açtığı boşlukta, öznellik-nesnellik bütünlüğünün gözden kaçırılması yüzünden, insan etkinliğinin gerçek doğasının kavranamaması. Bu eleştiriden hareketle de, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezleri’nin kaygısı, insanın gerçek etkinliğini kavrayabilen ve özne-nesne, bilinçmadde ve teori-pratik dikotomilerine düşmeden bir bütünlük anlayışı geliştirebilen bir felsefe, yeni bir felsefe, bir praksis felsefesi oluşturmaktır.

Marx’ın Tezleri’nin kaygısı, insanın gerçek etkinliğini kavrayabilen ve özne-nesne, bilinç-madde ve teori-pratik dikotomilerine düşmeden bir bütünlük anlayışı geliştirebilen bir felsefe, yeni bir felsefe, bir praksis felsefesi oluşturmaktır Althusser

Engels

Bu temel kaygının serimleniş alanı, birinci tezde kurulur: Şimdiye kadarki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki dâhil) başlıca kusuru, nesnenin, gerçekliğin, duyumsamanın, duyulur insan etkinliği, praksis olarak değil de, öznel olarak değil de, yalnızca nesne ya da sezgi biçiminde kavranmış olmasıdır. Bunun sonucu olarak, etkin yön, materyalizmin tersine, idealizm tarafından geliştirilmiştir –ama yalnızca soyut olarak, çünkü idealizm gerçek, duyulur etkinliği bu biçimiyle elbette tanımaz. Feuerbach, düşünsel nesnelerden gerçekten ayrı, duyulur nesneler ister; ama insan etkinliğinin kendisini, nesnel etkinlik olarak kavramaz. Bu yüzden de, Hıristiyanlığın Özü’nde, yalnızca teorik tutumu, hakiki insan tutumu olarak görürken, pratik ise ancak iğrenç yahudice görünümüyle kavranır ve sabitleştirilir. O nedenle de, ‘‘devrimci’’, pratik-eleştirel etkinliğin önemini anlamaz.11 Marx’ın burada materyalizme getirdiği eleştiri, insan etkinliğini, gerçekliğin kurucu bileşeni olarak görmemektir. Klasik materyalizm, dış dünyanın gerçekliğini kabul eder. Duyum nesnelerinin bu dünyadaki varlığını kabul eder ama bu nesnelerin insan tarafından ancak belli bir duyumsal etkinliğin sonucu olarak algılanabildiklerini, bu duyumsal


18

Marx’ın, Feuerbach (türsel varlık)-Stirner (birey) kutuplaşmasının her iki tarafından da farklılaşan bir kavrayış geliştirmeye 1844

Elyazmaları’nda başladığı söylenebilir

Ludwig Feuerbach

etkinliğin öznel yönünü görmez. İnsanı, bu nesneleri algılarken, onlara pasif bir şekilde maruz kalan bir alıcı konumuna indirger. Nesnelerin algılanışını, dış dünyanın insan zihnine yansıyışı olarak gören bir açıklamaya doğru meyleder. Yani insanın doğayla ilişkisini tek yönlü olarak kavrar. Oysa insan hem doğanın bir parçası hem de doğayı temellük edip dönüştürebilen, değiştirebilen bir güçtür. Sorun, fikrin ve nesnenin doğrudan mütekabiliyeti sorunu değil, duyulur insan etkinliği yoluyla, duyumun içeriğinin dönüşmüş oluşudur. Duyumlar, dış nesnelerinin beden üzerine basit bir etkisi değildir, insan ve çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimin bir sonucu olarak oluşurlar. Yani zihin, maddenin bir yansıması değildir. Marx burada idealizmi tersine çevirmeye çalışan materyalizmin konumunu (‘‘zihinden maddeye’’ formülünü, basitçe ‘‘maddeden zihne’’ formülüyle ikame eden konumu) kabul etmez. İdealizmde etkin olan bilincin, materyalizmin eleştirisiyle

boşalan yerine maddeyi yerleştirmeye kalkışmaz. Kısacası sorun, bedeni belirleyen bir zihinden, zihni belirleyen bir bedene geçiş değildir. Dolayısıyla pratik terimi, Marx’ın yorumunda, bir bütün olarak duygulanımları da kapsayacak şekilde, insanın bütün etkinliklerine verilebilecek bir ad olarak karşımıza çıkar. İnsan etkinliği söz konusu olduğunda, sorun zaten bilinç ve madde ayrımının kendisidir. İdealizm ve materyalizm, birbirlerinin açtıkları boşlukta, birbirlerini ikame eden bir konuma gelmişlerdir. Tam da materyalizmde, insan etkinliğinin öznel yönü eksik kaldığı için,

Kapitalist bir yaşamdan başka türlü yaşamak, öncelikle başka türlü görmek, başka türlü işitmek demektir

idealizm bu boşluğu doldurmaya girişebilmiştir (‘‘etkin yön, materyalizmin tersine, idealizm tarafından geliştirilmiştir –ama yalnızca soyut olarak, çünkü idealizm gerçek, duyulur etkinliği bu biçimiyle elbette tanımaz’’). İdealizm, materyalizmin boşlukta bıraktığı öznelliği, etkin bir bilinç tanımıyla doldurmaya çalışır. Fakat onda da maddi gerçeklik kısmı boş kaldığı için, insanın öznelliğini, insanın maddi gerçekliğini dikkate almadan tanımlamaya çalıştığı için de, bu teşebbüsü çarpık bir görünüm kazanacaktır. Marx bu tezdeki konumunu, aslında bir bakıma 1844 Elyazmaları’nda da benimsemiştir: Dünya ile insani ilişkilerin her biri, görme, işitme, koklama, tatma, dokunma, düşünme, seyir, duygu, istenç, etkinlik, sevgi, kısacası insanın bireyselliğinin tüm organları, kendi biçimleri içinde dolaysız toplumsal olan organlar gibi, nesnel davranışları ya da nesne ile ilişkilerinde, nesnenin sahiplenilmesi, insani gerçekliğin sahiplenilmesidir. Nesne ile ilişkileri, insani gerçekliğin belirtisidir. (Demek ki insani gerçeklik, insanın belirlenimleri ve etkinlikleri kadar çeşitlidir – Marx’ın notu)12 Tüm insan duyumları, toplumsal olarak kodlanmışlardır. Bu da demektir ki, salt görmeden değil, görme biçimlerinden bahsedebiliriz. İnsan dünyaya arzularıyla (ihtiyaçlarıy-


19

la) birlikte yönelirken, insanın her duyumu, dünyayla kurulan belli bir temellük ilişkisini ifade eder. Marx bu epistemolojik argümanını, kapitalizm eleştirisiyle ilişkiye sokar. Bu temellük ilişkisinin biçimi, kapitalizmde iş bölümü ve özel mülkiyet biçiminde gelişir Toplumsal ilişkilerin iş bölümü ve özel mülkiyet tarafından belirlendiği bir dünyada, dünyayla kurulan duyum etkinliği de ancak belli bir biçim içersinde gerçekleşecektir. Burada dünyayı kendinin kılma (appropriation), belli bir mülk edinme (possession) operasyonuna indirgenir: Özel mülkiyet, bizi öylesine alıklaştırmış ve sınırlı kılmıştır ki, bir nesne ancak ona malik olduğumuz, demek ki (o nesne) bizim için sermaye olarak var olduğu ya da bizim tarafımızdan dolaysız sahip olunduğu, yenildiği, içildiği, giyildiği, içinde oturulduğu vb. kısacası bizim tarafımızdan kullanıldığı zaman bizimdir – her ne kadar özel mülkiyet sırası geldiğinde sahip olmanın kendisinin bütün bu dolaysız gerçekleşmelerini ancak geçim araçları olarak etkisi içine alır ve her ne kadar bunların araç hizmeti gördüğü yaşam, özel mülkiyet yaşamı, emek ve sermaye yaşamı ise de. 13 Dünyayla araçsal bir ilişki kurmak, dünyadaki şeyleri salt çıkar nesnelerine indirgemek, dünyadan bir yandan yararlanırken bir yandan da onu kurmaya ve dönüştürmeye devam eden kendinin kılma eyleminin değil, mülk edinme eyleminin sonucu olarak gelişir. Bu ikisini ayırabilmek, yani temellük etme (appropriation) ile mülk edinmeyi (possession) ayırabilmek, ontolojik, epistemolojik ve siyasal bütünlüğe sahip olan kolektif özgürleşme etkinliği açısından büyük önem taşır. Praksis, insanın etkinliği olarak, bu bütünü ifade eder. Doğanın temellükünde, kolektif bir yararlanma ilkesi geliştirilebilirken, mülk edinmede ise, duyumsal etkinlik, kendi çıkarlarının peşindeki atomize bireylere ait olarak tasvir edilir. İşte bu yüzden Marx dokuzuncu tezde, ‘‘sezgisel materyalizmin, yani duyumsamayı pratik etkinlik olarak kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, birbirinden yalıtılmış bireylerin ve sivil toplumun sezgisidir’’14 diyecektir. Duyumsamayı pratik etkinlik olarak kavramak, duyumun toplumsal olarak kodlandığını görebilmektir. Bu da,

Hegel’in ‘‘sivil toplum’’ kavramlaştırmasının selefi olan Hobbes’un da aralarında bulunduğu İngiliz ampiristlerinin mekanik materyalizminin çok ötesinde bir kavrayıştır. Dokuzuncu tezdeki tema, onuncu tezde de devam eder: ‘‘Eski materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur (bürgerliche Gesellschaft), yeni materyalizmin bakış açısı ise, insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır.’’15 Göstermeye çalıştığımız gibi, Marx, burjuva toplumunun eleştirisine giriştiği 1844 Elyazmaları’nda da felsefeyi ve özellikle de epistemolojiyi, üretim ilişkilerinden bağımsız ele almaz. Özgürleşme pratiği ise insan etkinliğinin ontolojik, epistemolojik ve politik bütünlüğü içersine kavramlaştırılacaktır. Öyle ki bu proje, salt biyolojik görülebilecek duyum etkinliğini bile kapsar. Kapitalist bir yaşamdan başka türlü yaşamak, öncelikle başka türlü görmek, başka türlü işitmek demektir. İnsanın duyularının maddiliği, bu bütünlüklü özgürlük projesinde kapsanır.

Althusser, Marx’ın 1844 Elyazmaları’nın da içinde olduğu ‘‘gençlik dönemi’’ eserleri için ‘‘kuşkusuz Marx’ın düşünce temaları, Feuerbach’ın doğrudan kaygılarını aşar, ama teorik şema ve sorunsal aynıdır’’16 der. Althusser’e göre, Genç Marx’ın Feuerbach antropolojisinin terimlerini kullanması (yabancılaşma, türsel varlık (gattungwessen), bütünlüklü insan), onun felsefi sorunsalının özünün de Feuerbachcı olmasının, yani Genç Marx’ın idealist hümanizminin temel sebebidir.17 Diğer yandan ise, Althusser Feuerbach Üzerine

Marx’ın bu dönemdeki Hegel ve Feuerbach eleştirilerine, kapitalizmin felsefi eleştirisi de eşlik eder

Hegel


20

Tezlerin el yazmalarından…

Toplumsallıktan yalıtılmış birey kavrayışı ile özel mülkiyet ilişkilerinin bedeni olan devlet, sembiyoz bir ilişki içersindedir

Tezler’i, muğlak kavramlaştırmalara ve yine Feuerbachcı kalan formülleştirmelere rağmen, ‘‘yeni teorik bilincin’’ geliştiği dönemin, yani kopuş döneminin bir eseri olarak görür (bilindiği gibi, Althusser’e göre Marx’ın kopuş döneminin bir diğer eseri de Alman İdeolojisi’dir).18 Oysa Marx, Feuerbach’tan gelen bu kavramları, 1844 Elyazmaları’nda bile, farklı bir içerikle kullanmıştır. Örneğin Marx’ın kullandığı türsel varlık (gattungswesen) kavramı, burada da üretim faaliyeti ile ilişkilidir. İnsanın türsel varlık olarak evrenselliği, Feuerbach’taki gibi, sınırsız ve toplumsal belirlenimden yoksun ‘‘düşünme faaliyeti’’yle değil, ihtiyaçlar (arzu) temelinde bir araya gelen insanların ortak üretim etkinliğine katılımı yoluyla tanımlanır. Marx’taki evrensellik teması, üretimin bütünlüğünün evrenselliğidir. Yalnız bu üretimin mekânı, her zaman için mevcut toplumsal ilişkilerin gelişkinlik derecesiyle belirlenir.19 Marx 1844 Elyazmaları’nda türsel varlık kavramını kullansa da, bu kavramı Feuerbach’tan eleştirel bir biçimde, içeriğini değiştirerek

almıştır. Alman İdeolojisi’sinde ise bu kavram kullanılmayacak ama belli bir evrensellik teması korunacak, Stirner’in belirlenimsiz, toplumsal-dışı ‘‘Ben’’ine karşı, bu kavrayış öne çıkarılacaktır. Dolayısıyla Marx’ın, Feuerbach (türsel varlık)-Stirner (birey) kutuplaşmasının her iki tarafından da farklılaşan bir kavrayış geliştirmeye 1844 Elyazmaları’nda başladığı söylenebilir. Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü’nde, insanı türsel varlık, yani kendi türünün bilincinde yapan şeyin, kendi türü ve kendi türüne özgü varoluş koşulları üzerine düşünebilmesi, kendilik bilinci olduğunu söyler. Ona göre ‘‘birey’’ kavramı, insanı ayırt eden bir kavram değildir, çünkü doğadaki her varlık, kendini duyumsadığı oranda bir bireydir. İnsan ise, diğer varlıklardan farklı olarak biri iç, diğeri ise dış dünya olmak üzere, iki varlık alanına sahiptir. İnsan iç dünyasında, kendi kendine bir diyalog geliştirebildiği için ve başka bir insan olmaksızın, kendi türüne özgü bu özellikleri devam ettirebildiği için evrensel bir varlıktır.20 Feuerbach Geleceğin Felsefesinin İlkeleri’nde de şöyle yazar: (…) Duyusal bir varlık varoluşu için kendi dışında başka şeylere ihtiyaç duyar. Nefes almak için havaya, içmek için suya, görmek için ışığa, yemek için bitkisel ve hayvansal besinlere ihtiyaç duyarım; ama düşünmek için, en azından dolaysız olarak, hiçbir şeye ihtiyaç duymam. Nefes alan bir varlığı hava olmadan düşünemem, gören bir varlığı da ışık olmadan; ama düşünen bir varlığı, kendi başına kendisi için olarak düşünebilirim. Nefes alan varlık varlık, zorunlu olarak, kendi dışındaki bir varlık ile ilişkilidir; oysa düşünen varlık, kendi kendisi ile ilişkilidir; o, kendi kendisinin nesnesidir, kendi özünü içinde taşır, ne olduğunu kendisine borçludur.21 Marx ise 1844 Elyazmaları’nda, şöyle söyler: İnsan türsel varlık olduğunu, tam da nesnel dünyayı işleyip geliştirme olgusunda kanıtlar. Bu üretim, onun edimsel türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde, doğa, onun eseri ve onun gerçekliği olarak görünür. Öyleyse emeğin amacı, insanın türsel yaşamının nesnelleşmesidir: çünkü insan, bilinçte olduğu gibi, kendini

sadece entelektüel bir biçimde değil, etkin bir biçimde ikiler ve böylece kendini, kendisinin yaratmış olduğu bir dünyada seyreder. Demek ki yabancılaşmış emek, insandan kendi üretim nesnesini çekip alarak, ondan türsel yaşamını, onun gerçek türsel nesnelliğini de koparıp alır ve insanın hayvan karşısında sahip olduğu avantajı, kendi organik olmayan bedeninin, doğanın ondan çalınması dezavantajına dönüştürür.22 Bir anlamda Marx’ın bu dönemdeki Hegel ve Feuerbach eleştirilerine, kapitalizmin felsefi eleştirisi de eşlik eder. Marx kendinden önceki felsefi gelenekten gelen türsel varlık kavramını, insanın üretim etkinliği ve bu etkinliğin belirli tarihsel koşullar içinde aldığı form (kapitalist üretim ilişkilerinde özel mülkiyet ve yabancılaşmış emek formu) bağlamında yeniden kullanmıştır. 1844 Elyazmaları’nda, Marx’ın Hegel (ve Feuerbach) eleştirisinin iki boyutu vardır: Birincisi, bu düşünürler insanın maddi etkinliğini kavrayamamışlar, diğer bir deyişle mevcut toplumsal ilişkiler

Son tezde, yorumlama ile dönüştürme, teori ile pratik arasında önlenemez bir karşıtlık mı kurulmaktadır?

Macherey


21

modelim ne de benzeri şeylerim var. Kendimden çok az şey ortaya çıkarabilirim ama bu çok az şey, her şeydir ve bu diğerlerinin gücüyle, geleneğin, dinin, yasaların, Devletin terbiyesiyle yapabildiğimden çok daha iyidir.24

Marx

Marx’taki evrensellik teması, üretimin bütünlüğünün evrenselliğidir

içinde bu etkinliğin kazandığı doğayı (yabancılaşmış emek/işbölümü) tam olarak kavrayamamışlar, iş bölümünün yaratığı zihinsel ve pratik faaliyet ayrımını verili kabul etmişlerdir. İkincisi ise, insan etkinliğinin büründüğü mevcut biçimi mutlaklaştırmışlar, onun değişebilirliğini ve tarih içindeki göreliliğini görmezden gelmişlerdir.23 Diğer yandan Marx, bu dönemdeki (1844-1846) felsefi eleştirilerinde, evrensellik temasını koruyarak, insanın bireysel özerkliğini savunmak için bu kavrayışı reddeden Stirner’e de karşı çıkacaktır. Stirner Biricik ve Onun Mülkiyeti’nde şöyle söyler: (…) Egoizm ve insanlık aynı anlama gelmelidir, ama Feuerbach’a göre ‘‘birey ancak kendisini, kendi bireyselliğinin sınırlarının ötesine yükseltebilir, kendi türünü özsel ve olumlu olarak belirleyen yasalarının ötesine değil.’’ (…) İnsan sadece bir idealdir; tür yalnızca düşüncede var olur. Bir İnsan olmak, İnsan olma idealini gerçekleştirmek demek değil, kendini, bireyi göstermektir. Benim görevim, genel insanı gerçekleştirmek değil, kendi kendime yetmemdir. Ben kendi kendimin türüyüm. Benim ne normum, ne yasam, ne

Stirner’in Devlet eleştirisinin temeli, bireyin bu özerkliğidir: ‘‘Öyleyse, biz ikimiz, Devlet ve ben düşmanızdır. Ben, egoist, bu ‘insan toplumu’nu pek dert etmem. Ona hiçbir şey kurban etmem, ben sadece onu kullanırım; fakat onu tümüyle kullanabilmem için, onu kendi mülküm haline, kendi yaratığım haline getiririm; yani onu ortadan kaldırırım ve onun yerine Egoistler Birliği’ni kurarım.’’25 Stirner, Biricik ve Mülkü boyunca, bireyin otonomluğu perspektifinden sadece Devlet eleştirisi geliştirmekle kalmaz, komünizmin ve Hıristiyanlığın da, Devletçi yani, egoistin tam tersi olan bakış açısına dahil olduğunu iddia edecektir. Marx’a göre ise sorun, ne izole bir birey tanımına ve onun kurumlar karşısındaki özerkliği kavrayışına, ne de sadece ortak bir düşünme ve anlama yetisi üzerinden tanımlanan bir türsel varlık kavrayışına ulaşmaktır. Öznellik-nesnellik dikotomisinin insan etkinliğinin gerçek doğasının anlaşılmasına bir engel teşkil etmesi gibi, birey ve türsel varlık, ya da Stirner’in yaptığı gibi birey ve Devlet, özel çıkar ve genel çıkar uçlaştırmalarının da aynı açmazlara düşmesi kaçınılmazdır. Toplumsallıktan yalıtılmış birey kavrayışı ile özel mülkiyet ilişkilerinin bedeni olan devlet, sembiyoz bir ilişki içersindedir. Bunlar arasında antagonist bir fark söz konusu değildir. Marx bunu Alman İdeolojisi’nde şu şekilde dile getirir:

Komünistler, Stirner’in uzun uzadıya yaptığı gibi moraliteyi övmezler. İnsanlardan şu gibi ahlaki taleplerde bulunmazlar: birbirinizi sevin, egoist olmayın, vb.; bilakis bencillik kadar egoizmin de, belirli koşullar içersinde, bireylerin kendilerini ortaya koymalarının zorunlu bir biçimi olduğunu gayet iyi bilirler. Dolayısıyla, komünistlerin Aziz Saint’in (ve Arnold Ruge’ün) sandığı gibi, ‘‘özel bireyi’’ ortadan kaldırıp onun yerine ‘‘genel’’ kendinden vazgeçmiş insanı koymak gibi bir niyetleri yoktur asla. Bu, her ikisinin de Alman-Fransız Yıllıkları’nda gerekli açıklamayı bulabileceği bir hayal gücünün uydurmasıdır. Komünist teorisyenler, kendilerini tarih çalışmasına verebilecek zamana sahip olan komünistler, tam da tarih boyunca ‘‘genel çıkar’’ın ‘‘özel kişiler’’ olarak tanımlanan bireyler tarafından yaratılmış olduğunu keşfetme ayrıcalığına sahip olmuştur. Onlar bu çelişkinin sadece görünüşte olduğunu bilirler, çünkü bir tarafta ‘‘genel çıkar’’ olarak adlandırılan şey, sürekli olarak diğer taraf, özel çıkar tarafından üretilmektedir; ve de bu ikincisi, yani özel çıkar hiçbir şekilde bağımsız bir tarihe sahip bağımsız bir güç değildir.26 *** Tüm bunlar üzerinde yeniden Feuerbach Üzerine Tezler’e ve son teze dönelim. On birinci tezde Marx şöyle söyler: ‘‘Filozoflar

Stirner’in Devlet eleştirisinin temeli, bireyin bu özerkliğidir

Stirner


22

Marx, son tezde yorumlama ve dönüştürme faaliyetlerini birbirinden ayırmaktan ziyade, bu iki faaliyetin ayrılığını önvarsayan bir felsefi ufkun açmazlarına işaret eder

dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, mesele onu dönüştürmektir.’’ Engels’in versiyonu ise şöyledir: ‘‘Filozoflar dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, fakat mesele onu dönüştürmektir.’’ Macherey, 11. tezi tartışmaya Engels’in eklediği ‘‘fakat’’ı sorunsallaştırmayla başlar.27 Bu nokta gerçekten de önemlidir. Bir bakıma bu tezle ilgili, Marksizmin içine kadar sinmiş olan şimdiye kadarki yanlış anlamalar veya indirgemelerin kökü bu ‘‘fakat’’a dayanır. Bu tezin iki versiyonu arasındaki küçük ama önemli fark ile ilgili, Macherey’yi izleyerek şu sorular sorulabilir: Bu son tezde, yorumlama ile dönüştürme, teori ile pratik arasında önlenemez bir karşıtlık mı kurulmaktadır? Engels eklediği ‘‘fakat’’la, bu karşıtlığı mı öne çıkarmıştır? Böyle bir karşıtlık varsa, bu karşıtlık nasıl bir karşıtlıktır, bazı çevirilerin iddia ettiği gibi, bir öncelik-sonralık sorunu, zamansal bir

Ancak dönüştürme faaliyetinin, gerçek insan etkinliğinin öznesi olabilenler

anlayabilir

karşıtlık mıdır?28 Yoksa söz konusu olan bu tezle, diğer tezler arasında, örneğin birinci tezdeki pratik-eleştirel kavramı arasında belli bir süreklilik midir? Hatta bu sorulara şu da eklenebilir: Bu sürekliliğin boyutları, Marx’ın 1844’ten başlayıp, 1846’ya uzanan felsefiekonomik çalışmalarına uzanır mı? Bu yazıda, Feuerbach Üzerine Tezler’le ilgili öne çıkartmaya çalıştığımız sorular daha çok son iki soru olmuştur. Diğer bir deyişle, bu tezi Marx’ın (Hegel-)Feuerbach ve de Stirner eksenli, dikotomik düşünme eleştirisi bağlamına yerleştirmek gerekir. Daha önceki tezlerde dikotomik düşünmenin sınırlarına değinen Marx, son tezde de yorumlama ve dönüştürme faaliyetlerini birbirinden ayırmaktan ziyade, bu iki faaliyetin ayrılığını önvarsayan bir felsefi ufkun açmazlarına işaret eder. Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda da, Alman İdeolojisi’nde de eleştirisinin temel

Yoksa söz konusu olan bu tezle, diğer tezler arasında, örneğin birinci tezdeki pratik-eleştirel kavramı arasında belli bir süreklilik midir?

Filozoflar dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, fakat mesele onu dönüştürmektir


23

hedefi, işbölümüne dayalı toplumsal yapıdır. Bu toplumsal yapı içersinde, özel mülkiyet, sermaye ve emek karşılıklı bir belirlenim içersinde bulunmaktadır. Feuerbach’ın ve Stirner’in de dahil olduğu mevcut Alman mentalitesi (ideolojisi) ise, bu karşılıklı belirlenimi ve toplumun işbölümü temelli örgütlenişini kavrayamayarak, zihinsel emek ve kol emeği ayrımının verili olduğunu varsayıp, bunun üzerinden felsefi alanın özerkliğini korumaya çalışmışlardır. Sorun aslında spekülatif felsefenin sadece yorumlamakla yetinmesi de değil, bu yorumun bizzat yanlış öncüllere dayanıyor oluşudur. Yani ortada doğru bir yorum ve buna eşlik eden bir eylemsizlik hali yoktur. Tam da yorumun içeriğindeki yanlışlar yüzünden, Marx’ın daha önceki tezlerde dediği gibi, varılan nokta ‘‘sivil toplumun bakış açısı’’ olmuştur. Yorumlardaki yanlışları doğuran şey ise yorumun var olan pratikten kopmuş oluşudur. Engels ve Marx’ın Alman İdeolojisi’nde gösterdiği gibi, bilinci ve pratiği ayıran, spekülatif felsefenin kendisidir. Oysa her bilince, ‘‘hangi bilinç’’ sorusu doğal olarak eşlik eder. Bilinç, pratikten bağımsız, değişmez, zaman dışı, otonom bir varlık alanına sahip değildir. Pratik-toplumsal yaşamdaki varoluş koşullarınca belirlenir. Bu koşulların (özel mülkiyete ve işbölümüne dayalı toplumun) anlaşılamaması, Alman felsefesinin yaşadığı krizin en önemli sebebi budur Marx’a göre. Yalın hakikat şudur ki, insanın içinde bulunduğu maddi ilişkileri dikkate almayan bir felsefe, kriz içinde olmaya devam edecektir. Bu felsefe anlama ve eyleme etkinliğini sürekli olarak ayrıştıracak ve kendisini anlama alanıyla sınırlandırırken de, bu anlama, daha baştan bu kopuş yüzünden sınırlı bir anlama olacaktır. Dolayısıyla Marx anlayan bir zümre ve değiştiren bir zümre ayrımını da reddetmektedir (üçüncü tez). Ancak dönüştürme faaliyetinin, gerçek insan etkinliğinin öznesi olabilenler anlayabilir. Kendi etkinlikleriyle bu dönüşüme, dönüştürme etkinliğine katılma; felsefecilerin kendi payına düşen de bu olmalıdır.

Eylemcan

1 Friedrich Engels, ‘‘Önsöz’’, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., 1992, s. 8. 2 Alman İdeolojisi adıyla bilinen elyazmaları ilk defa, David Riazanov tarafından, Marx-Engels Arşivi’nin 1. cildi kapsamında, 1932 yılında basılabildi. 3 Marx’ın özgün ‘‘Ad Feuerbach’’ metni de, yine ilk defa Riazanov’un baskısında görülecektir. 4 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 8. 5 K. Marx, F. Engels, ‘‘Ekonomi Politiğe Eleştiriye Katkı’nın Önsözü’’, Seçme eserler, Cilt I, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s. 610-611. 6 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 9. 7 Bu türden bir yorumun en gelişkin biçimine elbette Althusser’de rastlıyoruz. Özellikle bkz. Louis Althusser, Marx İçin, ‘‘Önsöz: Bugün’’, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yay., 2002, s. 27-54. 8 Louis, Athusser, ‘‘Önsöz: Bugün’’, Marx İçin, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yay., 2002, s. 47. 9 Pierre Macherey, Introduction et la thèse 1, La Philosophie au Sens Large (groupe d’étude animé par Pierre Macherey), année universitaire 2002-2003, http://stl.recherche.univlille3.fr/seminaires. 10 Macherey birinci tezi incelerken, bu okumayı öne çıkarır, A.g.e. 11 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 61. Engels’in 1. tezde yaptığı değişiklikler, içeriğe dair bir müdahaleden ziyade, var olan metni daha anlaşılır kılmanın çabasını yansıtır. Bu yüzden de burada (1. tez olarak) Engels’in basıma hazırladığı versiyonu alıntıladık (Türkçe çeviride bazı değişikliklerle birlikte). Marx’ın özgün metni ise, Türkçede, Alman İdeolojisi, Çev. Ahmet Kardam (Tezler), Sol yay., 1992, s. 20-22’de bulunabilir. 12 Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol yay., 1993, s. 175-176 (çeviri değiştirilmiştir). 13 A.g.e., s. 176. 14 Alman İdeolojisi, s. 22 (çeviri değiştirilmiştir). 15 A.g.e. 16 Althusser, A.g.e., s. 60. 17 A.g.e. 18 A.g.e., s. 43. 19 Bu nokta, üretim faaliyetlerinin bugünkü ontolojik genişlemesini anlamak açısından, Marx’taki önemli bir anahtar olarak görülebilir. 20 Bkz. Ludwig Feuerbach, özellikle ‘‘Giriş: Genel Anlamda İnsan’’, Hıristiyanlığın Özü, Çev. Devrim Bulut, Öteki yay., 2004, s. 21-34. 21 Ludwig Feuerbach, Geleceğin Felsefesi, Çev. Oğuz Özügül, Say yay., 2006, s. 84. 22 1844 Elyazmaları, s. 147 (çeviri değiştirilmiştir).

23 Hegel’e ve Feuerbach’a yönelen eleştirilerde belli ortak noktaların yanı sıra, önemli farklar da mevcuttur. Örneğin yine 1844 Elyazmaları’nda, Marx Hegel’in, insan emeğinin özünü kavradığına, insanın türsel varlık olarak kendisiyle ilişkisinin ancak tarihsel süreç ve ortak etkinlik yoluyla olabileceğini gördüğünü yazar. Ama Marx’a göre Hegel, modern politik ekonominin bakış açısının içinde kalır. ‘‘O emeği öz olarak, insanın doğrulanmış özü olarak kavrar; emeğin sadece olumlu yönünü görür ve olumsuz yanını görmez’’, s. 220. 24 Max Stirner, L’Unique et sa propriété (Biricik ve Mülkiyeti), ‘‘Moi, la propriétaire’’ kısmından, http:// fr.wikisource.org. 25 Max Stirner, A.g.e. 26 Alman İdeolojisi’nin Türkçe basımı, Fransızca ve İngilizce birçok basımı gibi, sadece Feuerbach üzerine olan kısmı kapsar. Oysa bu elyazmalarının Bruno üzerine olan ve Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti’nin satır satır eleştirisinden oluşan iki bölümü daha vardır. Bu pasaj, Alman İdeolojisi’nin Stirner üzerine olan bölümünden alınmıştır. www.marxists.org. 27 Macherey, A.g.e. 28 Engels’in versiyonunda da bulunmamasına rağmen, bazı çevirilerde on birinci teze bir de ‘‘şimdi’’ sözcüğünün eklendiği görülür: ‘‘…fakat şimdi mesele onu değiştirmektir. Örneğin 1936 tarihli Lüdvig Föyerbah ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu kitabında son tez şu şekilde çevrilmiştir (çeviri Fransızcadan yapılmış, Plehanof ve Adoratski’nin Rusça çevirileriyle de karşılaştırılmış): ‘‘Filozofların bütün yaptıkları, dünyayı, şu veya bu şekilde tefsir etmekten öteye geçemedi: Şimdi ise dünyayı değiştirmek mevzubahistir.’’, Tecelli Basımevi, İstanbul, 1936, s.90.

Genç Hegelcilerin bir toplantısıyla ilgili olarak Engels’in çizdiği karikatür. Soldan sağa: Arnold Ruge, Ludwig Buhl, Karl Nauwerck, Edgar Bauer, Max Stirner


24

Savaş, İsrail ve Filistin Savaşları yücelttik. Kör ve kana susamış krallar destansı bir müzikle tahtlarına doğru ilerlediler. (Alfred Noyes, Meşale Taşıyanlar) Savaş kavramının muhakkak ki birçok tanımı yapılabilir ve bu çok tanımlı sözcüğün tarih kitaplarındaki olayların akışında/değişiminde belirleyiciliği hayli yüksektir. Yüzlerce yıl önce Roma ordularının meydan savaşlarından, ABD’nin Irak’a son teknoloji silahlarla girmesine değin tarihin kırılma noktaları hep savaşlarla şekillenmiş; siyasi tarih, hegemonyaları uğruna savaşa yönelen siyasi ideoloji sahiplerinin çatışmalarıyla yazılmıştır. Savaşın, ‘‘savaşma’’ sürecini şimdilik bir kenara bırakıp, bu çok tanımlı sözcükte saklı nihai hedef ve en temel anlama eğilecek olursak: Savaşı, savaşanların karşılıklı olarak birbirlerinin iradelerini kırma uğraşı, tarafların birbirini psikolojik olarak düşürme çabası olarak tanımlayabiliriz. Savaşların mantığı temelde hep aynı kalsa da yöntemde çağsal değişiklikler elbette olmuştur. Tarih öncesi dünyadaki savaşın en yalın halinden ‘‘modern toplumların’’ savaşlarına doğru insanoğlu ve ‘‘savaş araçları’’ evrilirken; yumruk yumruğa, kılıç kalkanla birbirine girilen muharebeler yerini yavaş yavaş teknoloji ve bilimin belirleyiciliğini üstlendiği modern savaşlara bırakmıştır. Mesele ‘‘silah icat edildi mertlik bozuldu’’ tümcesinden öteye geçip; önceden karşılıklı ordulardaki askerlerin taktik-strateji

Siyasi tarih, hegemonyaları uğruna savaşa yönelen siyasi ideoloji sahiplerinin çatışmalarıyla yazılmıştır

ve ‘‘kelle sayılarından’’ ibaret olan eylemin, gitgide semirerek 21.yüzyılda kapitalist güçlerin iktidar uğruna son teknoloji araçlarla –silahlarla- zulüm dozajında sınır tanımadığı, tüm ilişkilerle ve her yönden bir egemenlik kurmanın öncelikli plana alındığı bir formata geçmiştir. Bu formatı biraz daha açalım: Her savaş, iktidar gerekçeleri ile temellüke yönelik çıkar ilişkilerini iç içe geçirir; her savaş kapitalist politikanın sürdürülmesidir; savaş, her geçen gün kapitalist politikanın temeli haline gelen unsurlardan biridir. Kapitalizmin asayiş ve güvenliği ana gerekçe göstererek savaşa hız kazandırması, karşısında sermaye iktidarına karşı toplumsal mücadelenin sürekli hız kazanmasını bulmak zorundadır.1 Bu zorunluluk ekseniyle Ortadoğu’da yıllardır süregelen İsrail’in Filistin Halkı üzerindeki saldırılarına bakacak olursak, bu iki taraf ara-

sındaki mevzu, savaş kavramının bile yeniden gözden geçirilmesi gereğini doğuruyor. Yazının başında bahsettiğim gibi savaş kavramı modernleştikçe kendi terminolojisine yeni kavramlar da kattı. Bunlar orantılı-güç, orantısız güç vb. gibi sıralanabilir. Son Gazze saldırısında medyada bu terimlerin kullanıldığına da sıkça rastladık. Fakat İsrail’in Filistin’le savaş, direniş ve zulümle çetrefilleşen ilişkisinin İsrail cephesinden gelen son Gazze saldırısına baktığımızda bunun savaş literatüründe oturduğu yeri çözmek sanırım yersiz bir çaba olur. Çünkü İsrail’in bu son kapsamlı saldırıyla yaptığı Gazze gibi dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu topraklardan birine yağdırılan fosfor bombalarıyla savaştan öte, artık en pür haliyle bir katliamdır. Bu yeni ‘‘Filistinli’’ katliamı İsrail’in kendine demokratik, dışarıya –Ortadoğu’ya- faşizan/


25

Her savaş, iktidar gerekçeleri ile temellüke yönelik çıkar ilişkilerini iç içe geçirir; her savaş kapitalist politikanın sürdürülmesidir

Siyonist tavrının güncellenmiş -daha da barbarlaşmış- versiyonundan öte değildir. Ortadoğu’nun kalbinde sistematik şekilde katliamlara uğrayan fakat uğradığı katliamlar karşısında vaktiyle dünyalı direnişin de en pür haliyle kitabını yazmış bir halkın şimdilerde küresel anlamda bir direniş kurmaması ya da başka bir deyişle kurduğu direnişinin küresel anlamda karşılığının olmaması –olan karşılığın da sınırlı olması- Filistin halkı adına hayli kaygı vericidir. Bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde İsrail’in dış politikadaki etkin gücüyle birlikte, Filistin’in kendi iç dinamikleri de göz önüne alınarak ayrıca değinilecektir. Fakat bundan önce İsrail’in son Gazze saldırısını daha iyi okuyabilmek için, kurulduğundan beri dünyaya savaş ve zulümden başka bir şey vaat etmeyen ve savaşma eylemi içerisinde olan İsrail ile bol ölümlü, bol katliamlı Ortadoğu’nun ansiklopedik tarihine göz atmakta yarar var.

Kanın, Zulmün ve Direnişin Kısa Tarihi Siyonizm’in lideri Theodor Herzl, 1879’da Basel’de toplanan ilk Siyonist kongrede Yahudilerin de bir millet olduğunu ve bu milletin de bir devlete sahip olması gerektiğini dile getirmiş, Ortadoğu’da bir Yahudi devleti kurulmasının temeli de yine ilk olarak bu kongrede Siyonistler tarafından atılmıştır. Herzl, yine o dönem Osmanlı sınırları içerisinde olan ve Sultan Abdülhamit’in özel mülkü olan Filistin topraklarını, borçlarından dolayı hayli sıkıntıda olan Osmanlı’dan para karşılığı satın almak istemiştir. Fakat Abdülhamit’in bu teklifi reddettiği bilinir. O dönemde Filistin topraklarını satmamak ve Ortadoğu’da dengeyi bozmamak adına Abdülhamit’in oldukça hassas davrandığı söylenebilir. Keza Yahudilerin Filistin’de toprak satın almasını da yasalarla hayli kısıtlayan Abdülhamit, ancak tahttan indirildikten sonra Filistin’de Yahudilerin Osmanlı’dan toprak alım izni başlamıştır.2 Birinci dünya savaşıyla birlikte

Son Gazze saldırısına baktığımızda bunun savaş literatüründe oturduğu yeri çözmek sanırım yersiz bir çaba olur

1917’de Filistin toprakları İngiltere tarafından işgal edilmiştir. Yine dönemin İngiltere dışişleri başbakanı Arthur Balfour, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin aşamalı olarak kurulacağını 1917’de ‘‘Balfour deklarasyonu’’ olarak bilinen metinle açıklamıştır. 3 1947’de ise, Birleşmiş Milletler kararınca Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması kararı alınmış ve 1948’de İsrail Devleti resmen kurulmuştur.4 İsrail devletinin resmen kurulmasıyla beraber yüz binlerce insan topraklarından tehcir edilmek zorunda kalmış ve bu tehcirler Ortadoğu’nun toplumsal dengesini alt-üst etmeye fazlasıyla yetmiştir. Bundan sonra Ortadoğu’da sürekli bir karışıklık ve dolayısıyla savaş hali hâkim olmakla beraber, İsrail’in Ortadoğu’ya dair ‘‘bekçilik’’ ve ‘‘kontrol etme’’ misyonuyla giriştiği ardı ardına saldırılar ve katliamlar, devlet terörünün sistematik işlevselliğinin en net ve zalim ifadesi olarak tarihe geçecektir. 1967’de Gazze ve Batı Şeria işgaliyle zulmünü iyice pekiştiren İsrail hiçbir zaman yetinmemiş ve yeni katliamlarla Filistin halkının kapısını ‘‘çalmaya’’ devam etmiştir. Bu katliamların en ağırlarından biri Sabra ve Şatila kamplarındaki katliamdır ki 15-16 Eylül 1982’de, Lübnan’ı işgal eden İsrail ordusu, dönemin savunma bakanı Ariel Şaron’un talimatı üzerine bu kamplara girmiş ve yaklaşık 1400 mülteciyi vahşice katletmiştir. Öldürülen çoğu mültecinin (Jean Genet’e göre istisnasız tümünün) işkenceye de uğradığı5 Jean Genet’in ‘‘Tek Başına, Şatila’da Dört Saat’’ isimli kitabında tüyler ürpertici şekilde anlatılmaktadır. Yine İsrail’in 96’da


26

İsrail’in Ortadoğu’ya dair ‘‘bekçilik’’ ve ‘‘kontrol etme’’ misyonuyla giriştiği ardı ardına saldırılar ve katliamlar, devlet terörünün sistematik işlevselliğinin en net ve zalim ifadesi olarak tarihe geçecektir Kana, 2002’de Ramallah ve Cenin saldırılarında yağdırdığı bombalarla binlerce sivil yaşamını yitirmiştir. Elbette bunca yıkım ve ölüm arasında Filistin halkının direnişi de dünya tarihinde ayrı bir yere oturuyor. 1964’de Filistin Kurtuluş Örgütünün Kurulmasıyla (FKÖ) Direniş örgütleri bir çatı altında toplanmış ve FKÖ, Filistin’in İsrail’e karşı o dönemki örgütlü gücü haline gelmiştir. 1968’de ise Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) uçak kaçırma eylemleri dünyanın gündemini belirlerken FHKC’nin Leyla Halid isimli kadın militanı Filistin poşusu ve kalaşnikof mermili yüzüğüyle direnişin önemli simgelerinden biri haline gelmiştir. 1987’de ise ilk İntifada oluşmuştur. Arafat tarafından ‘‘Filistin devletinin bir taş atımı uzaklıkta’’ olduğu söylemi yine bu dönem geliştirilirken, 1988’de Filistin Devletinin kuruluşu Tunus’ta ilan edilmiştir. 1987-1993 arası birinci İntifada süreci yaşanırken gösterilen direniş karşısında İntifada’yla anlaşmaya oturmak zorunda kalan İsrail, Filistin’le Oslo Anlaşması’nı imzalamıştır. Filistin’in dönemsel durumuna ve gücüne bakıldığında Oslo Anlaşması’nın aslında Filistin’in lehine bir anlaşma olduğu pek söylenemez. Çünkü anlaşmaya göre İsrail ordusu, sözde Gazze ve Eriha’dan başlamak üzere, 1967 savaşında işgal ettiği Filistin topraklarından kademeli olarak çekilecek ve tahliye edilen bölgeler ‘‘Filistin Özerk Yönetimi’’nin kontrolüne geçecektir. Bu aşamalı plan sonucu da 2000 yılına kadar da bağımsız Filistin devleti kurulacaktır. Fakat bu dönemde -Oslo Anlaşması’nın uygulanması sürecinde- Filistin Özerk Yönetiminin yanlış politik tahlilleri hem Filistin’in direnişini zayıflatacak hem de İsrail’in anlaşmayla sözde ‘‘çekileceği’’ alanlara 1993’le 2000 yılları arası ciddi yatırımlar yapıyor olduğu gerçeği doğru okunamayacaktı. Oysa bu yatırımlar İsrail’in niyetinin Gazze’den çekilmek olmadığının açık ifadesiydi. FÖY bu tür iç

ve dış bunalımlarıyla ve yönetiminde ortaya çıkan yolsuzluklarıyla uğraşırken, halk içinde ‘‘Filistin İslami Direniş Hareketi’’ olarak da bilinen ‘‘Hamas’’ örgütlenmeye ve öne çıkmaya başlayacaktır. 28 Eylül 2000’de ise Ariel Şaron’un Harem-ül Şerif’e yaptığı ziyaretle başlayan çatışmalar Oslo Anlaşması’nın İsrail tarafından uygulanmamasının halkta yarattığı gerilimle tüm Filistin’e yayılmıştır ve bu sefer mücadele kendisini daha şiddetli ve sert şekilde II. İntifada’yla göstermiştir. ‘‘El-Aksa İntifadası’’ olarak adlandırılan bu ikinci intifada, direnişin şiddeti ve örgütlerin ağırlık dengeleri açısından ilkinden daha farklıdır. Fakat ikinci intifada, İsrail’in yıkıcılığı ve gücü ne kadar belirleyici olursa olsun uzun soluklu stratejik

İkinci intifada, İsrail’in yıkıcılığı ve gücü ne kadar belirleyici olursa olsun uzun soluklu stratejik bir planı kuramadığı için salt ulusal direnişten küresel bir direnişe geçememiştir

bir plan kuramadığı için salt ulusal direnişten küresel bir direnişe geçememiştir ya da direnişten kurucu bir politikliğe geçemedi desek sanırım Filistin’in şu anki hali bu durumu olumsuzlamaz. Daha sonra Güney-Lübnan’da en ağır silahlarla Hizbullah’a karşı gücünü deneyen İsrail Ordusu başarısız olmuş ve büyük prestij kaybetmiştir. Gazze saldırısına gelirken Lübnan’da İsrail’in aldığı yenilgi Gazze sürecinin öncesinde önemli bir kilometre taşını oluşturur. İsrail’in 2006’da Lübnan’da kaybettiği prestiji (burada prestij kelimesiyle kastedilmek istenen İsrail’in Ortadoğu ülkeleri üzerinde bulunan hegemonik caydırıcılıktır) bu yıl Gazze halkı üzerinde yeni teknoloji silahlarla test edip arıyor olması, İsrail’in dünya tarafından görmezden gelinen suç dosyasına önümüzdeki on yıl daha neleri eklemesine yol açacak bilinmez ama Gazze halkının tam bir katliamla yüz yüze olduğu su götürmez bir gerçektir.

Acının Diğer Adı: Gazze Eğer savaşı yıkım, düzen ve kapitalizmin kendini yeniden var etme süreci olarak nitelendirirsek yıllardır süre gelen İsrail-Filistin savaşı bu değerlendirmede biraz farklı bir noktaya oturmaktadır. Zira Amerika’nın jeostratejisiyle uzak ve karmaşık bağını göz ardı edersek, emperyal sermayenin ihtiyaçlarının bu çatışmada çok küçük kazanımları olmuştur. Bu; kimliğe, egemenliğe dair ve sınırlar üzerinde bir savaştır: sadece Arap ve Yahudi arasında olmayan, aynı zamanda Yahudilerin kendi aralarında da, Siyonizm ve İsrail kim-


27

liğinin değişik görünümleri arasında da bir savaştır.6 Filistin-İsrail savaşının özgünlüğü bu noktadan daha iyi değerlendirilebilir. Böylesine bir değerlendirmeye hazırlık için yazının en başında genel anlamda kapitalist dünyada savaşların getirdiği yıkıcılık ve kırılmalardan bahsetmiştik. Şimdi biraz daha bu özgünlük üzerinden Gazze sürecine ilerlerken, İsrail’in öncelikle saldırılarına nazaran daha kapsamlı olan Gazze savaşının/ katliamının dünyada ve Ortadoğu’da hangi şartlar altında örgütlendiğini ve bu sürece nasıl varıldığını anlamak adına da Filistin’in ve İsrail Devleti’nin öncelikle iç dinamiklerine göz atmak gerekiyor. John Holloway’e göre devlet bir yapı değil toplumsal ilişkilerin bir biçimidir; toplumsal ilişkilerin tamamen fetişleşmiş bir biçimi değil, toplumsal ilişkileri biçimlendirme (fetişleştirme) sürecidir (ve dolayısıyla kendini yeniden sürekli kurma biçimidir).7 İsrail ise bulunduğu coğrafya, üstlendiği misyon ve kuruluşundaki sancılı süreçten dolayı, kendini Ortadoğu’da bir ulus-devlet olarak var etmek adına, devlet ve dış-baskı mekanizmasının işleyişinin en çetin olarak görülebileceği bir örnektir. Kuruluşundan bulunduğu stratejik konuma dek İsrail Devleti, Siyonist düşünce tarafından kendisini her daim savaşa hazırlayan, ‘‘savaşan’’ ve iktidarını korumayı savaşla beceren bir statüde konumlandırmıştır. Bu konumlandırmanın sadece bir gereği olarak kadın-erkek fark etmeksizin tüm İsraillilerin hayatlarının bir döneminde askerlik yapma zorunluluğu, militarist bir toplum kurma güdüsünü geliştirmek adına İsrail’in olmazsa olmazlarındandır. İsrail kendi içinde ne kadar demokratik bir ülke olursa olsun, her ne kadar anti-militarist hareket ve vicdani ret, vaktiyle İsrail’de sesini duyurmuş olursa olsun. Son Gazze saldırısında İsrail kamuoyunun aldığı tavır, önceki saldırılarda İsrail kamuoyunun aldığı tavırdan farklıydı. İsrail’de seçimlerin de yaklaşmasıyla pohpohlanan şoven dalganın her ne kadar bu

sefer toplumun takındığı ‘‘duyarsızlıkta’’ payı olursa olsun, İsrail kamuoyunun bu şiddetli saldırıyı desteklemelerinin temel örgütleyicisi Hamas’ın attığı soba borusundan bozma füzelerin halkta yarattığı psikolojik gerilim ve bu sefer ‘‘Gazze’ye hareketin gerçekten gerekli olduğu’’ algısının halkta yaratılmış olmasıydı. Elbette bu algıyı yaratmakta İsrail’in gücü ne kadar çok etkin olsa da Hamas’ın İsrail karşısında aldığı tutum da belirleyicidir. Zira dünya gündeminde de gerek Avrupa, gerekse Birleşmiş Milletler, Hamas’ın bu tavrı karşısında İsrail’in saldırıda haklı olduğunu fakat İsrail’in o meşhur modern savaş terminolojisinin sihirli kelimesi ‘‘orantısız-güç’’ün kullanmasının önüne geçilmesi gerektiğini vurguluyorlardı. Vurgu ne olursa olsun tabi ki İsrail üzerinde bir yaptırımı olmadı. Sadece -nadiren birkaç kez- dile getirildi.

‘‘Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi hayatını kurtarır mı? Evet, bize göre bu işe yarar. Belki bir bombayı durduramayız ve sözümüz böylelikle fişeğinin üzerine ‘‘IMI’’ ya da ‘‘Israeli Military Industry’’ (İsrail Askeri Endüstrisi) harfleri kazınmış 5.56 mm ya da 9 mm kalibrelik mermilerin bir kız ya da oğlan çocuğunun göğsüne saplanmasını engelleyen bir zırhlı kalkana dönüşmeyecek. Ancak belki de sözümüz Meksika’daki ve dünyadaki öteki sözlerle güç birliği yapmayı başarır ve belki de ilk etapta bir mırıltı olarak duyulur, giderek gürleşir ve sonra Gazze’de duyulabilecek bir çığlık, feryat olur.’’ Subcomandante Marcos 8 Her savaş insanlık için bir zulümdür ve yeni gelen her zulüm kendi direnişini oluşturur. Örgütlü bir direniş ancak güç olacağından, örgüt direnişin gücünü oluşturur. Filistin’de Hamas’ın örgütlülüğü bu güçtür. Fakat bu gücün tarihsel gelişiminin nasıl olduğu ve

Her savaş insanlık için bir zulümdür ve yeni gelen her zulüm kendi direnişini oluşturur

Filistin’in halkına ne kadar içkin olduğu atlanmaması gereken bir sorudur. Nüfus yoğunluğu ve yakın tarihin üzerine yüklediği zorunluluklarla bir mülteci kampından farksız olmayan Gazze kentine beyaz fosfor ve misket bombaları yağarken ve binlerce insan savaşın yıkıcılığını yaşarken, Filistinlilerin Hamas’ın direnişine ve örgütlülüğüne güvenmekten başka alternatifi yoktu. Esasen yukarda önemini belirttiğim içkinlik sorusuna cevaben bu durum Filistin halkının direnişte alternatifsizlikten dolayı düştüğü çaresizlik olarak okunmamalıdır. Yaşamları artık direniş üzerine kurulan Gazze halkının Hamas’la yaşama isteği içkin midir bilinmez ama kesin olan şudur ki Hamas Filistinlilerin tercihidir. 1987’de kurulan ve birinci İntifada’yla beraber güçlenen Hamas, FKÖ’nün yolsuzluklarının ortaya çıkmasıyla özellikle Gazze’de örgütlenmiş ve gerek Oslo Anlaşması’na karşı çıkmasından gerek de İsrail’e karşı daha sert/radikal tutumundan dolayı örgütlülüğünü ve toplumsal gücünü hayli arttırtmıştı. 2005’te İsrail’in Gazze’den çekilmesiyle Hamas siyasete ağırlığını daha çok koymuş, seçimlerde birinci parti olarak çıkmış ve nihayet iki yıl sonra Mahmud Abbas ve FKÖ’yü Gazze’den tasfiye etmiştir. FKÖ’den daha otoriter ve muhafazakâr bir örgüt olarak niteleyebileceğimiz Hamas’ın en


28

Yaşamları artık direniş üzerine kurulan Gazze halkının Hamas’la yaşama isteği içkin midir bilinmez ama kesin olan şudur ki Hamas, Filistinlilerin tercihidir temel kaygısı Mısır ve Birleşmiş Milletlerin baskısıyla Mahmut Abbas ve FKÖ yönetiminin yeniden Filistin’e dönmesi olarak söylenebilir. Fakat son Gazze saldırısıyla bu olasılıkta artık gerçekleşse bile ‘‘İsrail gölgesinde’’ ve ‘‘onursuzca’’ olacağı için Hamas için ciddi bir kaygı olmaktan uzaklaşmıştır. İsrail’in Gazze saldırısının Filistin halkı üzerindeki yıkıcılıkta ne kadar büyük etkisi olursa olsun bu saldırılar, Hamas’ın radikal duruşunun örgütlü gücünü daha da güçlendirecek bir konumdan okunabilir. Zira Ramallah’ta bulunan ve Fetih’in eski Planlama Bakanı Hasan el Kâtip tarafından yönetilen el-Qods Merkezinin yaptığı bir araştırmaya göre Gazze saldırısı sonrası Hamas’ın saygınlığı artmıştır. Yeniden seçim yapılması durumunda Hamas’a oy verecek seçmenlerin oranı %19’dan %28,6’ya yükselmiştir. Batı Şeria’da Hamas’lı Başbakan İsmail Haniye’ye duyulan güven, Başkan Mahmud Abbas’ın %13,4’lük oranını geçerek %18,5’e ulaşmıştır.9 Tabii ki Hamas, Gazze’de bu denli örgütlüyken bu örgütlü gücün farkında olan İsrail haber bültenlerinde geçtiği gibi sadece stratejik binaları bombalamamış; tarım alanlarını tahrip etmiş ve meyve bahçelerindeki ağaçları bile kökünden sökmüştür. Hal böyleyken Hamas’ın ne kadar direndiğini ise Mete Çubukçu tartışmalı olarak nitelendiriyor ve ekliyor: Dayak yeme pahasına 6 aydır ilk kez tüp gaz almak için kuyruğa giren bir Filistinlinin söylediği gibi: ‘‘Ne Hamas ne de Fetih kaybetti. Kaybeden Filistin halkı oldu.’’10 Siyonist, militarist, fakat kendi içinde demokrat sayılabilecek ve üzerindeki misyonlardan ötürü kurulduğu günden bugüne dışarıya karşı düşmanca tavrını korumak adına statükocu, barış sözcüğüne de oldukça mesafeli duran İsrail devleti, karşısında her zaman Hamas gibi radikal-muhafazakâr, kendi iktidarını kurmak isteyen, kurduğunda bunu kendi dar dünya görüşüyle dayatan ve kendi iktidarının tehlikesi söz konusu olduğunda ayrılıkçı ve tasfiyeci örgütlerin olmasını istiyor. Karşısında dünyalı bir hareket olmasını

asla istemiyor ve bu sebeple Gazze gibi nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu yerlere bile dünyaya kulak asmadan tüm şiddetiyle pervasızca saldırabiliyor. Bu pervasızlığın üreticisi ve örgütleyicisi dolaylı yoldan bizzat İsrail oluyor ve kendisine meşru zemini, karşısındakinin radikalliği ve iktidar aşkı uğruna radikal söylem üreticiliği üzerinden kuruyor. Oysa iktidarın kendisi bir kez mücadelenin içine sızdığında, iktidarın mantığı devrimci sürecin mantığı haline geldiğinde, isyanın negatifliği, iktidar-yapıcılığın pozitifliğine dönüştüğünde mücadele kaybedilmiştir.11 Filistin’de direniş örgütleri, iktidar aşklarından vazgeçip dünyalı bir direniş kurmaya daha dünyalı bir söylemle başlamazlarsa bu açığın üzerine oynamayı iyi bilen Siyonist İsrail karşısında Ortadoğu topraklarında yaşayan insanların daha uzun bir süre saldırılara, katliamlara ve artık dünya tarafından rutin olarak görülen ölümlere maruz kalması kaçınılmazdır. Bu direniş dünyalaşamadıkça Filistin yıllardır süre gelen direnişinde hep ‘‘yenilen’’ taraf olarak kalmaya da ne yazık ki devam edecek, dolayısıyla Filistin-İsrail ve Ortadoğu Devletleri arasındaki çatışmalar, katliamlar, saldırılar; ekonomik, kimlik siyaseti, din ve terör gibi konularla daha da dallanıp budaklanmaya devam edecektir. Filistin’deki şiddet, terör ve karşı-terör, cezalandırma ve bölme arzusu; bu durumların hiçbiri kimlik hakkında düşünme, anlatma ve kullanma biçimlerimizde ciddi bir dönüşüm olmadan çözümlenemez. Bütün bu çatışmalar, bir etiğe çağrı ve öteki sevgisiyle yeniden düşünülmelidir.12 Böylesine bir düşünce devrimiyle bu perspektifle kurulacak bir dünyalı direnişin Siyonist İsrail’in ayağını bastığı sözde meşru zeminleri de ortadan kaldıracağı ve karşılığının şimdikinden çok daha fazla olacağı aşikârdır. Her şeye rağmen Filistin topraklarının ve o toprakların onurlu gençlerinin ilerde gerçekleşecek küresel bir direnişin, küresel bir İntifada’nın temel kurucu öznelerinden biri olacağı ise kesindir. Çünkü Filistin halkı-

nın direniş pratiği ve tarihçesi bu birikime fazlasıyla sahiptir. Bu birikimi ve umudunu yüreğinde taşıyan, fakat bu umudu bir gün büyüyüp bir zafer çığlığına ulaşana dek bize yüzünü göstermemeye niyetli ‘‘Hanzala’’ ne zaman yüzünü dünyaya dönecek bilinmez ama elindeki taşlarla onurlu mücadelelerine devam eden Filistinli çocuklar bir gün bu dünyayı Gazze Şeridinden yarmayı başaracaktır! O çocuklar bunu başardığı zaman dünya da bu yarılmaya ve Hanzala’ya sırtını dönmekten vazgeçmek zorunda kalacaktır! 1 Antonio Negri, İmparatorluktaki Hareketler, Otonom Yay., 2006, s.35. 2 Abdülhamit’in Filistin politikası için: http:// en.wikipedia.org/wiki/Abdul _ Hamid _ II#Question _ of _ Islam 3 Balfour Deklarasyonu için: http://en.wikipedia.org/ wiki/Balfour _ Declaration _ of _ 1917 4 Birleşmiş Milletler Filistin kararı için: http:// en.wikipedia.org/wiki/United _ Nations _ Partition _ Plan _ for _ Palestine 5 Jean Genet, Tek Başına Şatila’da Dört Saat, Sel Yay., 2004, s. 49. 6 Anthony Burke, Egemenliğin Sapkın Sebat, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı 7, Otonom Yay., s. 92 7 Werner Bonefeld, John Holloway, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi, Otonom Yay., 2007, s.141. 8 Marcos’un yazısı, daplatform.com, Çev.: Onur Günay 9 Filistinliler Arası Diyalog: Denemeden Gerçeğe, Samar al-Gama, Çev.: Şule Ünsaldı, Sendika.org 10 Mete Çubukçu, NTV 11 John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, İletişim Yay, s. 33. 12 Anthony Burke, Egemenliğin Sapkın Sebat, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı 7, Otonom Yay., s. 94

Emek


29

Dünya dönüyor (II) 2009 yılı, Galileo’nun teleskopu icat etmesinin 400. yılı olması nedeniyle dünyada Astronomi Yılı olarak kabul edilmektedir

Galileo mahkemede…

Bir önceki sayıdaki yazıyı hatırlayarak başlayalım… Dünya’nın şeklinin sezgisel olarak büyük bir topa benzediğini göstermiştik. Ve asıl olarak da Copernicus’tan bahsetmiştik. Ne yapmıştı Copernicus? Aristotales’ten gelme Hıristiyanlık anlayışında sorgulanamaz olan, ‘‘Dünya, evrenin merkezinde sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmektedir’’ tabusunu çökertmişti. Copernicus bunu, Dünya’nın da döndüğünü gözlemleyerek kanıtlamıştı. Bu yazı da ise geçen sefer kaldığımız yerden, konuya önce Galileo’nun daha sonra da Johannes Kepler’in penceresinden bakmaya çalışacağız.

Galileo Galilei (1564-1642) Galileo İtalya’nın Pisa şehrinde doğduğunda dönemin takvim yaprakları Rönesans’ın büyük sanatçısı Michelangelo’nun öldüğünü gösteriyordu. Galileo’nun hayat akışında babasının ve büyüdüğü ortamın etkisi büyüktü. Babası Vincenzo, dönemin önemli Lütenistlerinden (bir çalgı ama ne olduğunu bilmiyorum) ve müzik teorisyenlerinden biriydi. Pisa ise dönemin önemli bir sanat ve kültür merkeziydi. Galileo, bu sanatsal atmosferde resim ve müzikle ilgilendi. Ayrıca geliştireceği teleskopun habercisi olarak araç gereç yapımında da dikkat çeken Galileo, derslerinde de oldukça başarılıydı. Aslen doğa bilimleriyle ilgilenmeyi seven Galileo, babasının hastalığından etkilenerek yirmili yaşlarında tıp okumaya başladı. Kuru bilgi ezberlemekten sıkılmış ya da kan görmekten korkmuş olacak ki tıp tahsilini yarıda bırakıp matematik çalışmaya başladı. İyi ki de öyle yapmış. Pisa Üniversitesi’nde kısa

sürede hocalık mertebesine ulaşan Galileo, babasının ölümünden sonra 1592 yılında Padua Üniversitesi’nden aldığı hocalık davetini kabul etti. Padua’da Geometri, Mekanik, ve Astronomi dersleri vermeye başladı. Yaptığı çalışmalarla Copernicus’un teorisini yaymaya çalışan Galileo, Aristoteles evrenini sorguluyordu. Kısaca Aristoteles’in evren anlayışını hatırlayalım. Aristoteles’e göre ‘‘Dünya evrenin merkezinde sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmekte’’ydi. Hıristiyanlıkta da bu görüş şu şekilde tabulaşmaktaydı: Gökyüzü yıldızların çakılı oldukları bir küredir ve kürenin merkezinde de Dünya sabit bir şekilde durmaktadır. Geçen yazıda bahsettiğimiz üzere Tycho Brahe tarafından ‘‘Tanrısal bir düzen’’ diye adlandırılan bu anlayış, birçok

dinde de olduğu gibi, insana evrenin merkezinde olma onur ve gururunu vermekteydi. Geçen yazıda da yer vermiş olduğumuz görüşe Copernicus gibi Galileo da dini inanç olarak karşı değildi. O da yaşamı boyunca kilise eğitimi almıştı. Ne var ki insanlığın, kendi dönemine kadarki, özellikle de son üç yüz yıllık çalışmalarıyla beslenen Galileo, nerden geldiği belli olmayan kilise tabularını karşılaştırdığında, insanlığın yanlış bir yolda olduğunu görmekteydi. Copernicus’un matematiksel ve teknik yetersizlikleri tam anlamıyla çözemediği halde Dünya’nın da hareket ettiğini kanıtlamasıyla insanlığın doğayı anlayabilme sürecinde büyük bir devrim gerçekleşmişti. Galileo, doğanın işleyişinin anlaşabilirliği üzerine bu yoldan yürümeyi tercih etti.

Kitabındaki iğneleyici anlatımıyla kilisenin bütün ipliğini alaycı ve net bir dille ortaya koyması Galileo’ya ikinci kez Engizisyon yolunu göstermişti

Johannes Kepler


30

Copernicus evreninde Dünya, evrenin ne merkezinde ne de sabitti. Peki, evrenin bir merkezi var mıydı? Bu cisimler acaba bir yasayla mı hareket ediyorlardı? Bu soruların cevaplarını bulmak için her doğacı gibi Galileo da önce gözlemler yapmaya başladı. Gözlem yapmaya başladı başlamasına da gök cisimleri çok uzaktaydı ve onları eldeki teleskoplarla gözlemlemek imkânsızdı. Hollandalı Hans Lippershey’in 1608 yılında geliştirdiği ilk modern teleskopu daha da geliştirdi. Zaten alet yapımına çocukluğundan beri meraklı olan Galileo, 1609 yılında kendi teleskopunu üretti. Jüpiter’i, uydularını ve birçok yıldızı ilk kez gözlemleyen o oldu. Bu yüzden 1609 tarihi, modern astronominin başlangıcı sayıldı. İçinde bulunduğumuz 2009 yılı da, Galileo’nun teleskopu icat etmesinin 400. yılı olması nedeniyle, dünyada Astronomi Yılı olarak kabul edilmektedir. Galileo’nun geliştirdiği teleskop, astronomide büyük gelişmelere sebep oldu. Artık gezegenlerin ve uyduların hem yıldızların etrafındaki, hem de kendi etraflarındaki hareketleri şekil olarak anlaşılabilir olmuştu. Mesela ay, dünya etrafında tam dairesel olmayan bir şekilde dönmekteydi. Bazen yaklaşarak bazen de uzaklaşarak… Oysa Copernicus, bu yörüngenin dairesel olacağı kanısındaydı. Copernicus gibi bir katedralde, basit bir sarkacın yörüngesini inceleyen Galileo’nun aldığı veriler, gök cisimlerinin teleskopla incelenen yörüngeleriyle hareketin özelliğinin aynı olduğunu gösteriyordu. Buradan hareketle Galileo, cisimlerin hareketinin nedenleriyle uğraşmayıp, hareketlerin nasıllarını bulmaya çalıştı. Bu çalışma Yunan filozof Aristoteles’i yeniden karşısına alması demekti. Aristoteles’e göre aynı yükseklikten bırakılan iki cisimden ağır olanı hafif olanından daha az bir sürede yere düşmekteydi. Örneklersek, bir elmamız bir de güllemiz olsun. Onları balkondan yere serbest bırakırsak gülle daha önce yere düşmelidir. Bunun bir safsata olduğu 13. yüzyıldan beri biline gelmekteydi. Ne var ki Engizisyon korkusundan bu ‘‘kral çıplak’’ atılımını kimse gösterememişti. Sonunda bu çıkış Galileo’dan geldi. Galileo, memleketinin ünlü Pisa kulesine çıktı. Bir top güllesi ve bir sapan taşını kulenin tepesinden aynı anda serbest bıraktı. Sonuçta top güllesi ile taşın yere ulaşma süreleri eşit çıktı. Aynı yükseklikten eşit hız ve yörüngede fırlatılan cisimlerin aynı hız ve sürelerde yere ulaştıklarını gözlemleyen Galileo artık Aristoteles’in doğa anlayışını tamamen çürütmüştü. Bu çalışmalarında konum ve hız kavramlarının yanına onların nedenlerine dair bir kavram eklemişti: ‘‘ivme’’.

Kepler kendinden emindi, çünkü en küçük hesap için bile aylarca gözlemler yapmıştı Kepler Protestanlarla birlikte Graz’dan kaçarken…

Bu çalışmalarını kendi notlarına da eklemişti ama şu gerçeği çok iyi biliyordu: akademide onlarca teoloji bağnazlığından çıkamayan, Katolik Kilise yalakası ve korkak sözde entelektüeller var. Grafik tasarımı hazır kitabını matbaadan çıkarırsa başına gelecekleri iyi bildiğinden uzun zaman korktu. Kitabı çıkarabileceği en güvenli zamanı bekledi. 1616 yılında, Söylevler adlı kitabında yazdıklarından ötürü ilk kez Engizisyon Mahkemesi’nin karşısına çıkmak zorunda kaldı. Copernicus evrenini savunarak kutsal dogmalara karşı gelmek ve halkı isyana teşvik suçlamalarıyla yargılandı. Evet halkı isyana teşvik, çünkü Galileo, kitaplarını sadece bilim insanlarının bildiği Latince ile değil herkesin kullandığı

İtalyanca ile kaleme almıştı. Mahkemeye kendi görüşlerinin Copernicus’u aştığını ve başka bir şey söylediğini anlatabilmesi beş yılını aldı ve sonunda beraat etti. Paçayı ucuz kurtardığının farkındaydı. Bu arada kuyruklu yıldızlar üzerine yazdığı Değerlendirici adlı kitap Papa’nın bile çok hoşuna gitti ve 1623’te bizzat Papa tarafından yeniden çalışma yapması yönünde yüreklendirildi. Deyim yerindeyse Papa’dan da aldığı gazla 1632’de, en büyük eseri olarak bilinen Büyük Dünya Sistemleri Konusunda Diyalog’u yazdı. Son derecede basit bir dille yazmış olduğu kitap, Aristoteles yanlısı Simplicio, Galileo anlayışının savunucusu Salviati ve bağnaz olamayan bir karakter olan Sagredo’nun diyaloglarından oluşmaktaydı. Kitabındaki iğneleyici anlatımıyla kilisenin bütün ipliğini alaycı ve net bir dille ortaya koyması Galileo’ya ikinci kez Engizisyon yolunu göstermişti. Artık yetmişli yaşlarında olan Galileo’nun bu seferki yargılanması ilkinden de ağır oldu. Yaşına oranla kaldıramayacağı işkencelere maruz kaldı ve sonunda da mahkemenin özür dileme isteği için hazırlamış olduğu metni istemeyerek okudu. ‘‘Ben Galileo, (...) Güneş’in Dünya’nın merkezi olduğu, hareket etmediği, arzın ise Dünya’nın merkezi olduğu, hareket halinde olduğu yolundaki yanlış görüşleri tümüyle terk etmem için Kutsal Divan tarafından verilen hukuki hüküm çerçevesinde, söz konusu yanlış doktrini, her ne suretle olursa olsun, yazılı veya sözlü olarak benimsemeyeceğim, savunmayacağım ve öğretmeyeceğim…’’

Kepler’in Prag’da yaşadığı ev

Ev hapsi cezasına çarptırılan Galileo, görme duyusunu kaybetmesine karşın çalışmaya devam etti. İki Yeni Bilim Üzerine Diyalog adlı modern fiziğin temellerini attığı ve bizim


31

de bir iki sayı sonra aklımız yettiğince irdelemeye başlayacağımız kendi doğa anlayışını açıkladığı kitabını yazdı. Sanırım artık sahne sırası Kepler’de.

Johannes Kepler (1571-1630) Almanya’nın Weil şehrinde doğan Kepler, Galileo gibi soylu bir ailenin çocuğu değildi. Babası bir sarhoştu, annesininse akli dengesi bozuktu. Çocukluk döneminde geçirdiği ateşli hastalıklar yüzünden görme duyusunu büyük ölçüde kaybetti. Bu olumsuz koşullara rağmen mükemmel bir öğrencilik hayatı oldu. Öğreniminde bir ara, bu dönemdeki herkes gibi o da teolojiyle ilgilendiyse de aklını çabuk başına toplayarak matematik çalışmaya başladı. Kepler de Galileo gibi Copernicus’un evren anlayışını savunuyordu. Yirmili yaşlarının başında Avusturya’nın Graz üniversitesinde profesör oldu. Ne var ki buradaki Protestan-Katolik çekişmesinde yenik düşen Protestanlarla birilikte şehri terk etti. Danimarka’ya giden genç profesör, burada dünya merkezli evren anlayışının en büyük savunucusu Tycho Brahe’nin yardımcılığını yapmaya başladı. Brahe’nin, kendisininkine aykırı görüşlerine rağmen, çalıştığı gözlemevinin görece kusursuzluğu, kendi çalışmaları için Kepler’e iyi bir olanaktı. Kepler, evrenin yapısı için ‘‘göksel mimarlık’’ tanımını kullanıyordu. Bu mimarinin ise anlaşılabilirliği matematikten geçmekteydi. Brahe, ona ilk iş olarak Mars’ın yörüngesini hesaplamasını vermişti. Copernicus öğretisinden bildiği kadarıyla Mars yörüngesinin dairesel olacağından şüphesi olamayan Kepler, yıllarca bu yörüngeyi inceledi. Gözlemleri sonu-

Öğreniminde bir ara bu dönemdeki herkes gibi teolojiyle ilgilendiyse de aklını çabuk başına toplayarak matematik çalışmaya başladı

cunda aldığı verilerle tahmininin uyuşmadığını gördü. Kepler, sabit bir hızla düzgün dairesel bir yörüngenin yerine belli zaman aralıklarında değişik bir şekilde hızlanıp yavaşlayan ve uzaklaşıp yaklaşan bir yörünge olduğunun farkına vardı. Aslında bu yörünge Kepler’e yabancı değildi. Copernicus’un sarkaç gözleminde sarkacın hareketinin yansıması ile Kepler’in gözlemlemiş olduğu yörünge örtüşüyordu. Buradan hareketle gözlemlerindeki sonuçları matematiksel bir ilişkiye sokmaya çalıştı. Gezegenlerin konum değişimlerini an be an hesaplayan Kepler, kendi adıyla da bilinen Kepler Yasası’nın ilk iki maddesini yazdığı Yeni Astronomi adlı kitabını 1609 yılında tamamladı. Yasanın ilk maddesine göre her gezegen, bir odağında Güneş’in yer aldığı bir elips çizerek devinir. İkinci maddeye göre ise Güneş ile gezegen arasındaki vektörün taradığı alanlar birbirlerine eşittir. Kitabını Galileo’ya da yollayan Kepler’e Galileo’dan da cevap çabuk geldi.

Ev hapsi cezasına çarptırılan Galileo, görme duyusunu kaybetmesine karşın çalışmaya devam etti

Galileo’nun katedraldeki sarkaç deneyinde kullandığı avize

…Gerçeği ararken, gerçeğin büyük bir dostu olan sizin gibi bir yandaşım olduğu için kendimi mutlu sayıyorum. İçinde kusursuz şeyler bulacağımdan emin olarak, kitabınızı sonuna kadar okuyacağım. Uzun yıllardan beri Copernicus sistemine bağlı olduğum için ve kabul edile gelmiş hipotezlerin (Aristoteles’in, evrenin merkezinin dünya oluğu yolundaki görüşü) anlaşılmaz kıldığı doğanın birçok yönlerini açıkladığı için, bu okumayı daha büyük zevkle yapacağım… Kepler’in üçüncü ve son yasasını bulması ise yaklaşık on yıl sürdü. Bu yasa, bir gezegenin güneş etrafındaki bir turu tamamlama süresiyle (periyot) ona uzaklığı arasında evrensel bir sabit oran olduğunu söylüyordu. Acaba Kepler haklı mıydı? Bulduğu sonuç, uzaklığın küpü bölü periyodun karesi (r3/T2), bütün çevrelerce çok karmaşık ve zorlama bulunuyordu. Yasayı anlayamadığından olacak ki Galileo’nun bile bu fikre kafası pek yatmamıştı. Kepler kendinden emindi, çünkü en küçük hesap için bile aylarca gözlemler yapmıştı. Kepler’in anlaşılamamasının nedeni ise hesabının dönemin matematik birikimiyle açıklanamamasıydı. Belki de bugün Newton’un sonsuz küçük hesabıyla basitleşen hesabını gözlemsel olarak bulmak için bir ömrü adamak zorunda kalmak Kepler için hayırlı oldu. Çünkü bu kadar çok çalışmak ona dünya üzerinden ortalama yüzyılda bir gözlemlenebilen bir olayı görme şansını verdi: Yıldızların küçülerek patlaması ve o gökteki görkemli kaotik görüntü; süpernova. 1604’te gözlemlediği süpernovaya kendi adı verildi. Bu olay günümüze kadar bir kez daha yalnızca 1987 yılında, aralarında Kuantum Elektro Dinamiği’nin kurucusu Richard Feynman’ın da bulunduğu ekip tarafından gözlemlendi ve bu süpernovaya da Feynman adı verildi. İnsanlığın doğayı anlayabilme sürecini her yüzyıl oynanan lig maçlarına benzeterek, yazımızı bir futbol haberciliği diliyle bitirelim. 17. yüzyılın ilk yarısında doğanın dilindeki kapalılık, futbol deyimiyle sıkı savunma açılamadı. Ama ikinci devre oyuna giren Newton ve Leibniz adlarındaki iki gencin takımı toparlamasıyla maçın sonuna doğru goller de gelmeye başladı. Maç sonrasında sadece otonom haber ajansıyla mülakat yapan Newton, ‘‘Oyunun yönünü iyi yönde etkileyebildiysem, bunu takım kaptanlarımız Galileo ve Kepler’e borçluyum.’’ dedi. ‘‘Kafama Elma Düştü’’ adlı bu mülakatın tamamı bir dahaki sayıda, kaçırmayın! Lazuri


32

Finansal Kapitalizmin Şiddeti Bu kriz ve yakın geçmiş arasındaki önemli farklardan biri, şu anki krizin diğerlerinin olduğu gibi bölgesel değil küresel olmasıdır

Finansal kapitalizmin krizini politik olarak yorumlamadan önce, gayrimenkul ve bankacılık balonunun patlamasından bir yıldan biraz daha fazla süre sonra ortaya çıkan makroekonomik ve küresel finans verilerinin bazılarını özetlemek yararlı olacaktır. Financial Times gazetesinden liberal küreselleşme taraftarı Martin Wolf’a atıfta bulunarak (7 Ocak 2009) hemen söyleyelim ki zorunlu olmakla birlikte ABD federal açığındaki ciddi derecede yüksek artışların ve merkez bankalarının kredi genişletmesinin bütün dünyada sadece geçici etkileri olacak, ancak uzun süreli ve normal büyüme oranlarına geri dönülemeyecektir. 2009 ve sonrasında yanlış yeni başlangıçların birbirini izlemesi ve hükümetin krizi etkisizleştirebilmek için ardı sıra müdahalelerini takiben borsanın düşe kalka hareketini görmemiz olasıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin, en azından şimdilik, ikna edici bir şekilde tarif edemediği, temel değişiklikler gerektiren sistemik bir krizle karşı karşıyayız. Para politikası, ekonomiyi durgunluktan çıkarmakta etkili olsa da şu an yaşamakta olduğumuz gibi bir bunalıma yol açan bir krize girdiğinizde oldukça etkisizdir. Çünkü kısmen Japonya’nın 1990’larda yaşadıklarına benzeyen şu anki gibi bir kriz içinde parasal müdahaleleri iletim kanalları (faiz oranlarının düşürülmesi, likidite akıtılması, döviz kurlarına müdahale, banka rezervlerini

artırma), tüketimi artırmak adına şirketlerin ve hanelerin kredilendirilmesi için gereken uyarıları iletemeyerek oyun dışı kalır. Ancak şöyle bir farkla ki Japonya örneğinde balonun patlaması, 80’lerin sonunda GSYİH’nin yüzde 17’sini oluşturan sermaye yatırımları üzerinde depresif etki yaparken, ABD’de ortaya çıkan kriz, Amerikan iç ekonomisinin tüketiminden oluşan, GSYİH’nin yüzde 70’i üzerinde doğrudan etkili olmuştur. ‘‘Amerikalıların dünyanın en geniş tüketici kitlesi olduğu (düşünülürse) balon sonrası ortaya çıkan depremin küresel etkileri Japonya’nın maruz kaldığından çok daha ciddi olacaktır’’ (Stephen Roach, U.S. not certain of avoiding Japan-style ‘lost decade ‘, Financial Times, 14 Ocak 2009).

Bugünkü zorluk, küresel olması itibariyle krizin, tam da küresel ekonominin büyümesine olanak veren gücü son on yıllarda dengeleri alt üst ederek kırmış olmasıdır

Maryland Üniversitesi’nden Carmen Reibhart ve Harvard’dan Kenneth Rogoff’un yaptığı bir çalışmaya dayalı olarak (The Aftermath of Financial Crises, December 2008, www.economics.harvard.edu/faculty/rogofff/files/ Aftermath.pdf), bu krizin on yıllardan beri görülen en derin kriz olduğunu görüyoruz. Yazarlar, geriye dönüp bakarak bunun gibi banka krizlerinin GSYİH’de meydana gelen keskin düşüşlerle birlikte en az iki yıl sürdüğünü gözlemliyorlar. Hisse piyasalarındaki düşüş oldukça şiddetli, bunun yanı sıra gayrimenkul varlıkların fiyatlarındaki düşüş ise 6 yıl içinde yüzde 35’e çıktı ve menkul kıymetlerin fiyatlarında ise 3-4 yıl içinde yü zde 55’lik bir düşüş meydana geldi. İşsizlik oranı, yine ortalama olarak, 4 yıl içinde yüzde 7 artarken çıktı miktarı yüzde 9 geriledi. Üstelik kamu borçlarının reel değeri ortalama olarak yüzde 86 arttı ve bunun sadece küçük bir kısmı bankalarda sermaye artırımının maliyetinden kaynaklanıyor. Bunun nedeni daha ziyade mali gelirlerinin çökmesi. Bu kriz ve yakın geçmiş arasındaki önemli farklardan biri, şu anki krizin diğerlerinin olduğu gibi bölgesel değil küresel olmasıdır. Daha önce de olduğu gibi, dünyanın geri kalanı ABD’yi finanse edebilecek pozisyona gelesiye kadar, ABD hükümeti, finansmanı fazla veren ülkelerin ABD Hazine Tahvilleri’ni satın alması yoluyla sağlanacak geniş bir


33

finansal ve parasal itki programını harekete geçirebildiği oranda, krizin bölgesel bir ölçekte tutulması beklenebilir. Ancak bugün ABD’ye sürekli olarak kim yardım edebilir? Bugünkü zorluk, küresel olması itibariyle krizin, tam da küresel ekonominin büyümesine olanak veren gücü - yani talebin üretimde yapısal olarak açık veren (ABD gibi) ülkelerden yapısal olarak artı veren (bugün Çin, dün Japonya gibi) ülkelere kaymasını- son on yıllarda dengeleri alt üst ederek kırmış olmasıdır. Ancak özel harcamalar dünya çapında çöktüğünde ABD’yi düze çıkarma çabaları yeterli olmayacaktır. Bu, artı üretim yapan gelişmekte olan ülkeler dahil olmak üzere küresel ölçekte uygulanacak tedbirlere ihtiyaç var demektir. Krizin gelişmekte olan ülkeler üzerinde de bunalım niteliğinde etkiler yaratmış olmasından dolayı, şu an itibariyle bu ülkeler, gelişmiş ülkelerdeki talep kaybını telafi edebilir gibi görünmüyor. Bununla birlikte Dünya Bankası’nın bir tahminine göre, en azından orta vadede (2010-2015) ve Çin, Hindistan, Rusya ile Latin Amerika ülkeleri arasında önemli farklar olmak üzere, büyüme oranları ortalama olarak yüzde 4-5 civarında seyretmeye devam edecek. Bu olasılık, gelişmekte olan ülkelerin toplam ihracatının (son beş yıllık GSYİH’lerinin ortalama olarak yüzde 35’i) sadece yüzde 20’si gelişmiş ülkelereyken yüzde 15’inin gelişmekte olan ülke bloklarının kendi aralarındaki etkileşimlerden oluşmasına bağlıdır (Emerging markets: stumble or fall, The Economist, 10 Ocak 2009). Her durumda, küresel talebi yükseltmek için gelişmekte olan ülkelerin, içerde ücretleri artırmanın yanı sıra birikimlerini açık veren Batı ülkelerine değil iç talebe yönlendirmesi gerekiyor ki bu da küresel ekonomiyi derin yapısal eşitsizlikler yoluyla yıllardır çalıştırmakta olan mekanizma olan parasal ve finansal devrenin kesintiye uğratılması anlamına geliyor. Dolayısıyla krizden sonra, gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin birikimlerinin yatırıldığı hegemonik ekonomik güçler haline gelmesi ve böylelikle sermaye akışının yönünün terse dönmesi ve gelişmiş ülkelerdeki tüketim seviyesinin düşmesi olası görünüyor. Ancak hiç kimse bu krizin ne kadar süreceğini tahmin edebilecek pozisyona ve dolayısıyla halihazırda artarak ortaya çıkmakta olan toplumsal ve politik çelişkileri yönetebilecek, ekonomik gücün de ötesinde, politik güce sahip değil. Dolayısıyla talebin gelişmiş ülkelerdeki, özellikle de ABD’deki seyrine odaklanmaktan kaçınılamaz. ABD’de 2007’nin üçüncü çeyreği ve 2008’in üçüncü çeyreği arasında GSYİH’nin yüzde 13’üne varan bir şekilde özel kredi

Hiç kimse bu krizin ne kadar süreceğini tahmin edebilecek pozisyona ve dolayısıyla halihazırdaki toplumsal ve politik çelişkileri yönetebilecek, talebinde bir düşme olduğunu düşünürseniz, net tasarrufların, sadece ABD’de de olmamak üzere birkaç yıl daha artıda kalacağı kesindir. Başka bir deyişle insanlar borçlarını azaltmak için ellerinden geleni yapacaktır ki bu da tüketimi yeniden canlandırmak için alınan parasal önlemleri sadece boşa çıkaracaktır. Şimdilik özel sektörün finansal artısının GSYİH’nin yüzde 6’sını, ticaret dengesindeki yapısal açığın ise GSYİH’nin yüzde 4’ünü oluşturduğunu kabul edersek, finansal açık, Wold’da alıntılanan bir tahmine göre, GSYİH’nin yüzde 10’unu oluşturacaktır hem de kesin olmamakla birlikte! Üstelik iş dünyası açısından, nominal faiz oranlarının sıfıra yaklaşması ve fiyatlardaki düşmenin (deflasyon) çakışmasından kaynaklı olarak borçların azaltılmasının (disindebitamento) önündeki engelleri unutmamalıyız. Böyle durumlarda reel faiz oranları ve dolayısıyla borçların geri ödenmesinin maliyeti çok yüksektir. Tam da bu nedenden dolayı ikinci bir banka krizi dalgası ihtimalini yok sayamayız. Michel Aglietta’nın dediği gibi, ‘‘Durum bu olduğu takdirde bankaların ikinci bir finansal şoka, şirketlerin batık kredilerinden kaynaklanan geri dönüş şokuna maruz kalmaları çok muhtemeldir. Dolayısıyla finansal olarak borçların azaltılmasının ve ekonomik deflasyonun birbi-

ekonomik gücün de ötesinde, politik güce sahip değil

rini karşılıklı güçlendirmesine varacak şekilde ekonomik bunalım daha da yayılabilir.’’ (La crise. Pourquoi en est-on arrivé là? Comment en sortir?, Michalon, Paris, 2008, s. 118). Paul Krugman’a göre, Obama’nın 825 milyar dolarlık ekonomik destek programı, kriz zamanlarında GSYİH’nin potansiyel artışı ile gerçek artışı arasındaki ‘‘üretim boşluğunu’’ kapatmak için bile yeterli değildir: ‘‘Üretim kapasitesine uygun bir talebin var olduğu koşulda, Amerika 30 trilyon doların üstünde değere sahip mal ve hizmet üretebilir. Ancak tüketim ve yatırımdaki azalmayla birlikte ABD ekonomisinin üretebileceği ve satabileceği arasındaki devasa uçurum daha da açılmaktadır. Obama planı ise bu üretim açığını kapatmak için asgari düzeyde bile yeterli değildir.’’ Dolayısıyla Krugman Obama neden daha fazlasını yapmayı denemiyor diye soruyor. Elbette hükümetin geniş ölçekte borç-


34

Uluslararası para sistemindeki ciddi dönüşümü, ulusal egemenliklerinin küreselleşmeyle birlikte yaşadığı krizi yansıtan değişiklikleri hesaba katmaksızın yeni bir Bretton Woods’tan bahsetmenin bir anlamı yoktur.

lanmasının tehlikeleri vardır, ancak ‘‘atılacak yanlış adımların sonuçları’’, alınan müdahaleci tedbirlerin uygun olmaması durumunda (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) Japonya’nınkine benzer uzun süreli ve kaçınılmaz bir deflasyon tuzağına yakalanmaktan (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) daha iyi değildir. Ya da Krugman’a her zaman sorulduğu gibi, harcama fırsatlarının yokluğu planı kısıtlayacak mıdır? ‘‘Halihazırda gerekli onayları almış ve finansmanı hazır sınırlı sayıda kamu yatırımı projesi var, başka bir deyişle ekonomiye kısa vadede yardımcı olmak üzere hızla başlatabilecek projelerin sayısı oldukça sınırlı. Bununla birlikte işe yarayabilecek ve aynı zamanda ihtiyaç duyulan zamanlarda ekonomiyi iyileştirebilecek, örneğin sağlık bakımında olduğu gibi, başka türden kamu harcamaları da söz konusu.’’ Yoksa Obama’nın kararının arkasında Cumhuriyetçilerin desteğini alabilmek için ekonomik planın son maliyetini 1 trilyon doların altında tutmaya çabalamak gibi politik bir ihtiyatlılık mı var? (Il piano Obama non basta, la Repubblica, 10 Ocak 2009). Obama’nın programının yüzde 60’ı kamu harcamalarından (sağlık bakımı, altyapı yatırımları, Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı’nın 350 milyar dolarlık ikinci dilimiyle 40-100 milyar dolara kadar mortgage kredilerinin satın alınması) ve yüzde 40’ı ise mali indirimlerden oluşuyor. Financial Times’daki söyleşisinde

(Do not squander America’s stimulus on tax cut, 16 Ocak 2009) Joseph Stiglitz, bu itkinin, bu krizde başarısızlıkla sonuçlanması kesin olan, mali kesintilerle çarçur edilmemesini şiddetle salık veriyor. Örneğin Şubat 2008’de uygulamaya konulan mali kesinti, harcamalarda sadece yüzde 50’lik bir artış için kullanılırken eldeki gelirin geriye kalan kısmı özel borçları azaltmak için kullanıldı. Tüketim eğilimi yüksek olan yoksul aileler dışında, bugün yapılan kesintiler nerdeyse tamamen borçları azaltmak için kullanılacak gibi görünüyor. Mali kesintiler üzerinden gitmeye devam edilecekse bu kesintileri tercihen yenilikçi yatırımları artırması için iş dünyasıyla sınırlamak daha iyi olacaktır. ‘‘Altyapı, eğitim ve teknoloji harcamaları gelecekteki üretkenliği artırarak varlıklar yaratır.’’ Daha genel olarak, ister ABD örneğinde olduğu gibi devlet desteğinin temel olarak ihtiyari

Süpermarkete alışverişe gittiğinizde bile kredi kartıyla ödeme yaptığınız andan itibaren finansın içindesinizdir

harcamalardan isterse Avrupa’da olduğu gibi sosyal harcamalarda az çok otomatik bir artıştan oluşmasından bağımsız olarak, devletin kriz yönetişimi son tahlilde hisse piyasasına başvurarak borç sermaye alabilme kapasitesine dayanmaktadır. 2009 için çıkartılması planlanan devlet tahvillerinin boyutu astronomik rakamlara varmaktadır: Amerika’da GSYİH’nin yüzde 14’üne karşılık gelen tahmini olarak 2000 milyar dolardan, İngiltere’de 215 milyar dolarlık (GSYİH’nin yüzde 10’u) tahvil satışlarına kadar ve başta Anglo Sakson tarzı bir mali itkiye direnen Almanya da dahil olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde ciddi miktarlarda tahvil çıkartılıyor (Bu uygulama Merkel tarafından ilk başta ‘‘kaba Keynesçi’’lik olarak suçlanmıştı). Tahvil piyasasının, büyümekte olan açığı kapatabilmek üzere sermayeyi canlandırmak adına devletler tarafından kullanılması özellikle de faiz oranlarında sürekli bir düşüşün görüldüğü (bu tahvile yatırım yapanlar açısından gerçek sabit gelirlerin göreli olarak artması anlamına gelir) içinde bulunduğumuz gibi deflasyon dönemlerinde temel olarak bir sorun olmamalıdır. Ancak piyasalarda enflasyonda bir düşüş beklentisi ve dolayısıyla (genellikle enflasyondan kaynaklı olarak) artan gelirlerle devlet borçlarının ödenmesiyle ilgili zorlukların


35

artması olasılığı, ekonomik olarak en zengin ülkelerde bile hazine tahvilleri üzerindeki reel faizlerin artmasına neden olur. Hükümet tahvillerine yatırım yapmış olan uluslararası yatırımcılar, kendilerini devletlerin iflas etmesi riskine karşı daha iyi koruyabilmek için nominal ve reel gelirlerinin epeyce yüksek olmasını isterler. Analizcilere göre, fiyatlardaki değişimleri açıklayabilecek olan, tahvil piyasasında spekülatif bir balon yönünde işaretler olmasına rağmen, ‘‘hükümetler borç almaya başladığı anda reel faiz oranlarının artması tedirgin edicidir’’ (Chris Giles, David Oakley ve Michael Mackenzie, Onerous Issuance, Financial Times, 7 Ocak 2009). 2007’ye kadar dış ticaret dengesinde Almanya’ya göre biraz daha fazla açık vermiş olan İspanya, Yunanistan, İrlanda ve İtalya gibi ülkelerde kamu açıklarının finansmanıyla ilgili problemler Aralık 2008’den bu yana açıkça artmaktadır. Tek bir Avrupa para birimiyle geçen on yıla rağmen, piyasalar tek bir para biriminin geçerli olduğu bir alanda ülke riskleri arasındaki farklılaşmalar üzerinden işlemektedir. Bu ise üye ülkelerin tekrar para birimi yaratmaya yönelmeleri ya da Euro bölgesinde güçlü olan ülkelerin aleyhine olacak şekilde birlik tahvillerinin çıkartılmasıyla çözülecek kadar basit bir sorun değildir. AB içinde özellikle de sosyal politikalar alanında

Finansal ekonomi artık yaygındır, başka bir deyişle başından sonuna eşlik edecek şekilde ekonomik döngünün bütününe yayılmıştır.

devlet politikalarının gerçekten birleştirilmesi sorunu, kendini tüm aciliyetiyle yeniden ortaya koymaktadır. Bu aşamada, aşırı derecede yüksek devlet tahvillerinin çıkartılması karşısında hükümet bonolarını almaya hevesli çok az yatırımcı varken (özel tahvil piyasası çıktısı üzerinde) bir dışlanma etkisi1 riski çok gerçekçidir. Şirketlerin tahvil çıkartabilmeleri pahalı kaldığı oranda tahvil piyasalarında özel şirketler ve hükümetler arasındaki rekabetin krizden çıkışı engellemesi muhtemeldir. Bu noktada devletler, otomotiv sektörünün desteklenmekte olduğu ABD’de de yaşanmakta olduğu gibi, hisselerini satın almak yoluyla özel şirketlere doğrudan yardım etmek zorunda kalabilir. Bunun anlamı, son aylarda merkez bankalarının yardımıyla banka ve finans sektöründe çoktan başlatılmış olduğu şekilde, finanse edilemeyen şirketlerin yarı devletleştirilmesi sürecidir (ancak devlet hissedarlarının oy hakkı bulunmamaktadır). Diyelim ki küresel ekonomi yeniden başlatılacak olsa, ters dışlanma etkisi hareketi yani devlet tahvillerinden özel tahvillere doğru çıkış, borçlu olan ülkelerin borç servisini sadece daha da artıracaktır. Karşımızda duran senaryo, işsizlikte devasa ve küresel ölçekte sürekli bir artış, toplam finans açığında keskin bir artış karşısında gelirlerde ve emekli aylıklarında genel bir düşüştür. Bankacılık, finans ve sigorta sisteminin sermaye artırımları, para akıtılması, bankalara el konulması ve döviz kontrolü yoluyla desteklenmesiyle birlikte liberal hükümetlerin ‘‘sosyalistleştirilmesi’’, ellerinde beklenmedik oranda toksik senet ve tahvil bulunan batık bankalar zincirinin iflasını engelleyebilecek gibi görünmüyor. Her bir ülkenin, vergi mükelleflerini kamu açığını kapatmaya çağırmakla birlikte hesap vermeyi (rendering of accounts) mümkün olduğu oranda erteleyebilmek için devalüasyon ve korumacı tedbirler yoluyla kota uygulamalarını yeniden gündeme getirmesi (küreselleşmenin çözülüşü) söz konusu olabileceği için, ekonomiyi yeniden canlandırmak adına alınan bütün tedbirlere rağmen, iki yıl içinde bütün ülke ekonomilerinin hâlâ depresyon içinde (durgunluk-deflasyon) kalması muhtemeldir. Ekonomik ve parasal politikaların krizi etkin bir şekilde yönetebilme marjinleri çok sınırlıdır. Geleneksel Keynesçi tedbirler, reel ekonomiyi, mallar, hizmetler ve sermaye malları için talebi uyarabilme kanallarından yoksundur. Öte yandan uluslararası para sistemindeki ciddi dönüşümü, ulusal egemenliklerinin küreselleşmeyle birlikte yaşadığı krizi yansıtan değişiklikleri hesaba katmaksızın

Finansın bütün mal ve hizmet üretimiyle aynı öze sahip olduğu bir tarihsel dönemdeyiz

yeni bir Bretton Woods’tan bahsetmenin bir anlamı yoktur. Yeni bir New Deal’den, yani geliri, istihdamı ve kredi sistemini ‘‘aşağıdan’’ destekleme sürecinden bahsetmek istiyorsak o zaman krizden bu denli yenilikçi politik kaçışları gerçekleştirebilecek toplumsal güçleri, aktörleri ve mücadele biçimlerini analiz etmemiz gerekir.

Finansal Mantık Yaşamakta olduğumuz krize neden olan finansallaşma süreci, tarihsel olarak 1900’lerde ortaya çıkmış olan diğer bütün finansallaşma aşamalarından farklıdır. Geleneksel finansal krizler, P-M-P’ ekonomik döngüsünün belli bir uğrağında, uluslararası ölçekte kapitalist rekabetin ve aynı zamanda uluslararası işbölümü içindeki jeopolitik dengenin altını oyan toplumsal güçlerin bir etkisi olarak kâr oranlarının düşmesiyle çakışan bir şekilde,


36

özellikle de döngünün sonunda gerçekleşmiştir. Yirminci yüzyıl finansallaşması, sermayenin reel ekonomi içinde toplayamadığını finansal piyasada telafi etmek yönündeki, belli bir ölçüde parazit ve umarsız bir çabayı temsil etmiştir. ‘‘Faiz getiren sermaye’’nin birikimi ve özgün merkezileşmesi, Marx’ın da Kapital’in Üçüncü Cilt’inde söylediği üzere, temel olarak bankalar tarafından yönetilen, paranın para yoluyla üretimi anlamında ‘‘kurgusal sermaye’’ olarak tanımlanır. Bu tanım aynı zamanda yirminci yüzyıl finansallaşma süreçlerinin belirgin özelliklerinin iyi bir özetidir (ki Marx tarafından daha on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında vurgulanmıştır). Dolayısıyla finansal kriz, artık bu terimlerle tanımlanmayacak olsa da, reel ekonomi ve finansal ekonomi arasındaki bir zıtlık ilişkisine dayanır. Finansal ekonomi artık yaygındır, başka bir deyişle başından sonuna eşlik edecek şekilde ekonomik döngünün bütününe yayılmıştır. Örnek vermek gerekirse, süpermarkete alışverişe gittiğinizde bile kredi kartıyla ödeme yaptığınız andan itibaren finansın içindesinizdir. Örneğin, otomotiv endüstrisi tamamen kredi mekanizmalarıyla çalışır (taksitli satışlar, leasing vs.). Finansın bütün mal ve hizmet üretimiyle aynı öze sahip olduğu bir tarihsel dönemdeyiz. Her bir ekonomi için-

Yirminci yüzyıl finansallaşması, sermayenin reel ekonomi içinde toplayamadığını finansal piyasada telafi etmek yönündeki, belli ölçüde parazit ve umarsız bir çabayı temsil etmiştir

de sermaye araçlarına ve ücretlere yeniden yatırılmayan kârlara ek olarak, bugün finansallaşmayı besleyen kaynaklar çok çeşitlenmiştir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları sonucunda temettü ve imtiyaz gelirlerinin ülkeye geri dönmesinden, Üçüncü Dünya ülkeleri borç faizleri akışından, gelişmekte olan ülkelere verilen uluslararası banka borçlarının faiz akışlarından, ham maddelerden edinilen sermaye kazançlarından, bireyler ve zengin aileler tarafından biriktirilerek borsalara, emeklilik fonlarına ve yatırımlarına akan kaynaklardan doğan kârlar bu çeşitliliği yansıtır. ‘‘Faiz getiren sermaye’’nin kaynaklarının ve aktörlerinin bu denli çeşitlenmesi ve yaygınlaşması yeni finansal kapitalizmin hiç kuşkusuz ayırt edici, olağan dışı ve sorunsal özelliklerinden biridir, özellikle de bu sistemin tersine bir şekilde değişimi, yani finansallaşmanın çözülüşü, reel ekonomi ve finans ekonomisi arasında daha dengeli bir ilişkinin kurulması ihtimalini düşünürsek. Kendinden öncekiler gibi bu finansallaşma da kârların doğrudan üretim sürecine (sabit ya da değişen sermaye) yeniden yatırılmamasından doğan birikimdeki bir tıkanmadan ürer. Aslında kapitalizmin Fordist büyümesinin 70’lerden itibaren krize girmesiyle başlar. O yıllarda, sonuç olarak kâr birikimi olmaksızın büyümeyi sağlayabilmek adına kâr paylarına finansal piyasalarda el konulmasıyla birlikte, reel ekonomi (sanayi) ve parasal ekonomi arasındaki ikiliğe dayanan klasik finansallaşmanın yeniden ortaya çıkışının öncülleri mevcuttu. 80’lerin başından bu yana, ‘‘finansal balonların temel kaynağı, ikili bir hareketten ortaya çıkan biriktirilmemiş kâr yönündeki artan eğilimdi: bir yandan ücretlerdeki genel düşüş, öte yandan da kâr oranlarının yeniden sağlanmasına karşın birikim oranının durgunluğu, yani düşüşü (Michel Husson, Les enjeux de la crise, La Brèche, Kasım 2008). Birikim oranı net sermaye hacminin büyüme oranıyken kâr oranı, kâr ve sermaye arasındaki oran olarak tanımlanır: 1980’lerden bu yana görülen iki oran arasındaki farklılaşma, finansallaşmanın tek olmasa da kesin bir göstergesidir. Ancak daha önce belirtildiği gibi, yeniden yatırılmayan sanayi kârlarının finansal sermayenin başka ‘‘birikim’’ kaynaklarına eklenmesi, Fordizm sonrası gelişim-krizi modelindeki dönüşümleri anlarken göz önünde tutulması gereken bir olgudur. Bugünkü finansal kapitalizmin temelini oluşturan, Fordist üretim modelinden ‘‘yönetimsel borsa kapitalizmi’’ne geçiş; özellikle sabit sermayenin üretim süreçlerinin ve politik olarak düşürülmesi zor olan ücretli emek katılığının bir sonucu olarak piyasaların

Yaşamakta olduğumuz krize neden olan finansallaşma süreci, tarihsel olarak 1900’lerde ortaya çıkmış olan diğer bütün finansallaşma aşamalarından farklıdır kitlesel tüketim mallarına doyması ve böylelikle Fordizmin teknolojik ve ekonomik temellerinin aşınması nedeniyle 60’lar ve 70’ler arasında sanayi kârlarında meydana gelen (yaklaşık olarak yüzde 50 oranındaki) düşüş ışığında açıklanır. Sermayenin organik gelişiminin belli bir aşamasında (S/D) Fordist kapitalizm artan canlı emeği emebilme kapasitesinden artık yoksundu. ‘‘Dolayısıyla 70’lerin ikinci yarısından itibaren dünya ekonomisindeki motor güç, kapitalist işletmelerin, sahipleri ve yatırımcılarının itkisiyle, farklı araçlar kullanarak sürekli olarak kâr oranını yirmi yıl öncesinden daha yüksek düzeylere çıkartmak yönündeki çabasıydı’’ (Luciano Gallino, L’impresa irresponsabile, Einaudi, Torino, 2005). Neler olduğunu biliyoruz: emek maliyetlerinin azaltılması, sendikalara saldırı, bütün süreçlerin otomazisyonu, ücretlerin düşük olduğu ve güvencesiz çalışma koşullarının bulunduğu ülkelere taşeronluk işlerinin verilmesi ve tüketim kalıplarının çeşitlendirilmesi. Dolayısıyla sonuç finansallaşma oldu, ancak bu, kârlardaki artışın (Fordist imalat mantığında olduğu gibi) gelirlerin maliyetten yüksek olmasından kaynaklanan bir artı değere değil, borsada t1 zamanı ile t2 zamanı arasında karşılaştırmalı olarak (t1 ve t2 arasındaki fark sadece birkaç gün bile olabilir) elde edilen bir artı değere bağlı olduğu bir süreçti. Aslında şirketlerin kârlarını yeniden sağla-


37

mak üzere finansal piyasalara yönelmesinin, faaliyetlerini yeni menkul kıymetler çıkartarak finanse etmeleriyle gerçekten bir ilgisi olmamıştır, çünkü şirketlerin her zaman kendilerini finanse etmeye yetecek kadar bir kapasitesi vardı. Dünyadaki hisselerin çoğunluğunu elinde bulunduran ülke Amerika, hisse senedi çıkarma yoluyla fonlamayı gerekli olanın sadece yüzde biri, Almanya ise yüzde ikisi oranında kullanmıştır. Ekonominin finansallaşması, kâr oranındaki düşüş döneminden sonra sermayenin kârlılığını yeniden sağlama süreci ve bu kârlılığı doğrudan üretim sürecinin dışında sağlamanın bir aracıdır. Bu araç, şirketlerin hissedar değeri (shareholder value) paradigmasını sorumsuz bir biçimde, yani menfaat sahibi değeri (stakeholder value)2 olarak tanımlanan ‘‘yarar sağlayanların’’ çeşitliliğine karşı (çalışanlar, tüketiciler, tedarikçiler, çevre, gelecek nesiller) hissedarın değerini önceleyen şekilde içselleştirmesine neden olmuştur. İşletmelerin toplam geliri içinde (sanayi) kârlarının payı, ABD’de 60’lar ve 70’ler arasında yüzde 24’ten yüzde 15-17’ye düşmüş ve o zamandan bu yana yüzde 14-15’leri aşmamıştır. Dolayısıyla finansallaşma, aslında çağdaş kapitalizmin motor gücü haline gelecek şekilde yapısallaşmıştır. ‘‘Var olan bilgi üzerine kapsamlı bir araştırma temelinde Greta Krippner tarafından da ortaya konduğu üzere, ABD’li şirketlerin toplam kârları içinde finans, sigorta ve gayrimenkulden doğanların payı 1980’lerde imalat sektörünün payına nerdeyse ulaşmakla kalmamış, 1990’lara gelindiğinde aşmıştır da. Daha önemlisi ise, 1970’ler ve 1980’lerde finansal olmayan şirketler, tesis ve makinelerden ziyade finansal ürünlere yatırımı keskin bir şekilde artırmış ve giderek üretim etkinliklerinden ziyade finansal yatırımlarından türeyen ücret gelirlerine ve kârlara bağımlı hale gelmişlerdir. Krippner’in finan-

Her bir ekonomi içinde sermaye araçlarına ve ücretlere yeniden yatırılmayan kârlara ek olarak, bugün finansallaşmayı besleyen kaynaklar çok çeşitlenmiştir

Refah devletinin yeniden dağıtımcı işlevinin azalmasına paralel olarak, bu süreçte Keynesçi açık harcamasının bir tür özelleşmesinden, özel borçlar yoluyla ek bir talep yaratılmasından bahsedilebilir sal olmayanın finansallaşması yönündeki bu eğilimle ilgili olarak bu süreçte imalat sektörünün niceliksel olarak ağırlık oluşturmakla kalmayıp aynı zamanda sürecin götüreni olduğu bulgusu özellikle önemlidir’’ (Giovanni Arrighi, Adam Smith a Pechino. Genealogie del ventunesimo secolo, Feltrinelli, Milan, 2007, s.159-60). Kârları finansal ‘‘kurgusal’’ kazançtan ayıran, reel ekonomi (sanayi) ve finans ekonomisi arasındaki ayrımı tavan arasına atmak ve aynı zamanda hem teorik hem de tarihsel açıdan kapitalizmi sanayi kapitalizmi ile özdeşleştirmeyi bırakmak için bu kadarı yeterlidir (Arrighi bunun, Ortodoks Marksizm tarafından temellendirilmesi hiç de gerekli görülmeyen bir iman eylemi olduğunu söyler). Geçmiş otuz yılda şirketlerin sahiplendiği hissedar değeri paradigmasını tanımlayabilmek için ‘‘sorumsuz şirketlerden’’ bahsedilecekse, Carlo Vercollene’nin güzel ifadesiyle söylersek, üretim sürecinin ‘‘kârın rantlaşması’’na dayalı dönüşümünden bahsetmek faydalı olacaktır. Ücretlerin düştüğü ve güvencesiz hale geldiği, sermaye yatırımının durakladığı finan-

sal kapitalizmin Fordizm sonrası yapılanması içinde, kârın gerçekleşmesi sorunu (başka bir deyişle artı ürünün satışı) ücret olmayan gelir tarafından tüketimin rolüne gönderme yapar. Bu bölüşüm profili açısından, sermayenin yeniden üretimi (bunun tanımlayıcı bir unsuru olarak, zenginliğin kutuplaşmasıyla birlikte) kısmen rantiyecinin tüketimi, kısmense çalışanların tüketici borçlarıyla sağlanır. Finansallaşma, finansal geliri çalışanlara, oldukça eşitsiz ve güvencesiz olarak (örneğin, primin önceliği temelinde birleştirilmiş emekli aylıklarından türeyen emeklilik geliri) iki biçimde, menkul ve gayrimenkul olarak (ABD’de yüzde 20 ve yüzde 80’lik oranlarda) bölüştürür. Dolayısıyla rantın, kârın ötesinde bir tür ücrete dönüşmesi söz konusudur. Özel olarak hane halklarının borçlanması, buna denk düşen ABD ya da Avrupa’daki tasarruflardaki az ya da çok belirgin düşüşle birlikte, finansal kapitalizmin daha genişlemiş bir ölçekte ve küresel düzeyde kendini çoğaltmasına olanak verdi. Refah devletinin yeniden dağıtımcı işlevinin azalmasına paralel olarak, bu süreçte Keynesçi açık harcamasının bir


38

İşleyebilmesi için kapitalizmin hiçbir güvence sağlayamayan, kendinden başka verebilecek bir şeyi olmayan insanların çıplak yaşamına yatırım yapması gerekir

tür özelleşmesinden, özel borçlar yoluyla ek bir talep yaratılmasından (riskin göreli olarak özel hane halklarına kaydırılmasından) bahsedilebilir. Özel borçların patlaması, özellikle de 2000-2002 Nasdaq krizinden sonra, borca dayalı varlıkların menkul kıymetleştirilmesini teşvik eden bir politika olarak, çok yaygın bir parasal politika izlenmesi ve bankaların serbestleştirilmesiyle kolaylaştırılmış oldu: Kredi Temerrüt Swaplarına ek olarak Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri ve Teminatlandırılmış Kredi Yükümlülükleri, yatırım risklerine karşı korunabilmek için işletenler arasında alınıp satılan (aslında değiş tokuş edilen) sigorta türevleri vs. Bu kredi türevlerinin tamamı, on yılda yüzde yüzlük bir artış göstererek 62 trilyon dolara kadar ulaştı (menkul kıymetleştirilmiş varlıklar ve türev finansal araçların bir sözlüğü için bkz. Charles R. Morris, Crack. Come siamo arrivati al collasso del mercato e cosa ci

riserva il futuro, Elliot Edizioni, Rome, 2008). Menkul kıymetleştirme, kredi kurumlarının ya da ajanslarının bütçelerinin, müşterilere verilen kredilerin (mortgage, aynı zamanda da kredi kartları) bankacılık sektörüne satılarak temizlenmesine olanak verir. Bunlar farklı riskler içeren (iyiden daha kötüye) kredi havuzlarıdır ve bu temelde bu menkul değerler, kısa dönemli borçlar yoluyla alış fiyatlarını fonlamak üzere keyfi bir biçimde yaratılmış olan finansal yapılara (özel amaçlı kanallar ya da araçlara) satılır. Sonunda tahviller hedge fonları, yatırım bankaları ya da emeklilik fonlarına konulur. Bu karmaşık finansal mühendislik, bankaların bütçelerini bu kredilerden temizleyerek yeni krediler verebilmelerine ve böylelikle toplam kredi miktarını suni bir şekilde artırmalarına (kaldıraç etkisi) olanak verir. Bu bir çeşit dilimlerin çoğaltılmasıdır, çünkü yaratılmış bir artı değerin bir parçası üzerinde bir hak olarak menkul değerlerin akışı ile sadece parasal olarak katlanan faiz ve kazanç paylarının akışının ayrılması riski, menkul kıymetleştirme (kaldıraç etkisi) yoluyla kredilerin çoğaltılmasına içseldir.

GSYİH’nin yüzde 93’ünü oluşturan toplam hane borçlarına karşılık olarak GSYİH’nin yüzde 70’ine ulaşan ABD mortgage borçları, 2000’den bu yana artan tüketimin kaynağını ve 2002’den bu yanaki gayrimenkul balonunun motorunu oluşturmuştur. Tüketim; yeniden mortgage olarak verebilme, ev fiyatlarındaki enflasyon nedeniyle yeni krediler alabilmek için mortgage kredilerini yeniden pazarlık edebilme fırsatları sayesinde ateşlenmiştir. Home equity extraction3 adı verilen bu mekanizma ABD’nin ekonomik büyümesinde kilit bir rol oynamıştır. ABD Ekonomik Analiz Bürosu GSYİH’de bu mekanizma sayesinde kaydedilen büyümenin 2002 ve 2007 arasında ortalama olarak yüzde 1,5 olduğunu tahmin ediyor. Mortgage kredilerinin ve artan tüketimin pozitif etkisi olmasa ABD GSYİH’sinin büyümesi Euro bölgesine eşit ya da ondan daha düşük olurdu (Jacques Sapir, L’économie politique internationale de la crise et la question du ‘‘nouveau Bretton Woods’’: Leçons pour des temps de crise, mimeo, sapir@msh-paris.fr). Alt gelir grubu (subprime) mortgage’lerin, büyümesi ve finansal kâr sağlayabilmesi için orta sınıfa ek olarak yoksulları da içermesi gerektiğini gösterdik. İşleyebilmesi için kapitalizmin hiçbir güvence sağlayamayan, kendinden başka verebilecek bir şeyi olmayan insanların çıplak yaşamına yatırım yapması gerekir. İnsanların çıplak yaşamını doğrudan bir kâr kaynağı haline

Komünün/ortak olanın üretimi kapitalist gelişmeyi önceler, onu öngörür, aşar ve geleceğin eklemlenişini belirler


39

Halihazırdaki finansal kriz, kapitalist birikimin olmadığı bir sürecin içe patlayan bir sonucundan daha ziyade kapitalist birikimin tıkanması biçiminde yorumlanmalıdır

getiren bir kapitalizm. Dahası finans, gayrimenkul fiyatlarının ‘‘sonsuz’’ artışı ve finansal kazancın sürekliliğini sağlamanın gerekli bir koşulu olarak, onsuz mülksüzleri içermenin mümkün olamayacağı bir koşul olan enflasyon artışı beklentisi temelinde çalışır. Aralarında bir sürü itibarlı finans kuruluşunun da bulunduğu kurum ve kişilerden 50 trilyon dolar gibi bir rakam toplamayı başaran, Nasdaq’ın eski başkanı Madoff’un tasarlamış olduğu zincir mektupları gibi, bu işleyiş adeta son girenin önce girene kazandırdığı bir tür Ponzi şemasıdır.4 Bu kapsayıcı sürecin eşiği, piyasanın toplumsal ve özel mantığının gelişimi dahil olmak üzere, toplumsal mülkiyet hakları (ev gibi) ile özel mülkiyet hakları arasındaki çelişkidir. Sınıf mücadelesinin üzerinde gerçekleştiği, aynı zamanda da sermayenin bu krizden çıkma becerisinin dayandığı zemin bu eşiktir. Bu, örneğin subprime mortgage’lere özgü ipotek sözleşmelerinin mimarisindeki zamansal bir eşiktir. Sabit mortgage faizlerinin düşük olduğu ve daha ziyade ev sahiplerinin yararına olan ilk iki yıl ve daha sonra faiz oranlarının dalgalı olduğu ve dolayısıyla genel ekonomi ve parasal politikaya bağlı hale geldiği bir 28 yıl öngören 2+28 formülü, özel mülkiyet ve toplumsal mülkiyet hakları arasındaki çelişkinin bir örneğidir. Kullanım değerinin (ona erişimin) göreli olarak hakim olduğu iki yılın ardından aşırı şiddetli bir sürgün ve dışlama etkisiyle birlikte değişim değerinin kendini hissettirdiği bir 28 yıl geçiririz. Bu sayede finansal mantık, her türden yapay bir kıtlık yaratarak, finansal kaynak, likidite, haklar, arzu ve güç kıtlığı yaratarak ‘‘komünün (comune) sakinlerini’’ yerinden

etmekle birlikte böldüğü ve özelleştirdiği bir kamu malı (bene comune) üretir. Bu, ortak mülkleri (bene comune) toprakları üzerinde yaşayan köylülerin, bölünmesi ve özelleştirilmesiyle birlikte bu ortak topraklardan sökülüp atıldığı, çıplak yaşamı içinde proletaryanın doğuşuna neden olan 17. yüzyıl toprak çitlemelerini hatırlatan bir süreçtir. Spinoza’dan ve onun egemenliğin hukuku ve disiplinine direnişinden bahsederken Augusto Illimunati, çitleme süreçlerinin yasal-normatif doğasına aydınlık getirir: Spinoza ‘‘dünyanın farkındadır, ama onun toprağı, on yedinci yüzyılın hayvancılık ve avcılık yapmak için çitlenmiş, Eşitlikçilerin ( The Levellers)5 deyimiyle, kuzuların insanları yediği topraklar değildir, onun toprağı insanların sadece hizmet etmesini bilen atıl kuzulara indirgendiği, barış ya da yurttaşlığın değil sadece yalnızlığın ve çölün olduğu topraklar değildir’’ (A. Illuminati, Spinoza Atlantic Ghilbi Edizioni, Milan, 2008, s.15). Sandro Mezzadra’nın ortaya koyduğu üzere ilksel ya da ilkel birikim, başka bir deyişle milyonlarca insanın ücretlendirildi-

Finansallaşmayı, kapitalistin doğrudan canlı emekten, fabrikadaki ücretli emekten artı değer çekememesinden, Fordist modelin krizinden başlayarak kendini belli etmeye başlayan, değer üretim sürecinin diğer yanı olarak analiz etmemiz gerekir

ği ve proleterleştirildiği süreç, sermayenin tarihsel gelişiminin, kapitalist sömürü yasalarından özgür olan ve toplumsal elbirliğinin ürettiği komüne/ortak olana (comune) çarptığında ortaya çıkan bir süreçtir (Mezzadra S., La ‘‘cosiddetta’’ accumulazione originaria, AAVV, Lessico marxiano, Manifestolibri, Rome, 2008). Dolayısıyla komünün/ortak olanın (comune) üretimi kapitalist gelişmeyi önceler, onu öngörür, aşar ve geleceğin eklemlenişini belirler.

Kârın Rantlaşması Üzerine Finansın parazitik olmayan rolü, tüketimde artış sağlayacak şekilde gelir üretebilmesi sadece bölüşüm yönünden açıklanamaz. Finansın biriktirilmeyen, (sabit ya da değişken) sermayeye yatırılmayan kârdan beslendiği ve finansal mühendislik yoluyla katlanarak çoğaldığı doğrudur, çünkü kârdaki artışların, artı değer paylarının varlık sahiplerine dağıtılmasına olanak verdiği de doğrudur. Bu profilden (tekrarlayalım: bölüşüm profilinden) analiz, finansallaşmanın gerçek sapkın süreçlerini gösterir, öyle ki bu süreçte finansal sermayenin her türlü kolektif çıkardan özerkleşmesi (ücret istikrarı ve istihdam, emeklilik gelirlerinin ve borsaya yatırılan birikimlerin çöküşü, tüketici kredilerinden mahrum bırakılma, okul burslarının buharlaşması) ve hisse senedinden kazanç arayışı biçiminde içsel bir dinamik, her türlü kural ve denetimden bağımsız finansal araçların çoğalmasıyla birlikte kurgusal kârların artışını doğurur. Bu üretim tarzının gelişim-krizi, toplumsal ihtiyaçlar ile hiper kârlara dayalı finansal mantık arasındaki uçurumu derinleştirir: Gelişmiş ülkelerde, artan bir şekilde sosyal alanlara, sağlığa, eğitim ve kültür alanlarına yönelen tüketimi, önceden kamusal kriterlere göre yönetilen alanların özelleştirilmesiyle karşı karşıya bırakan antropogenetik bir model olumlanırken gelişmekte olan ülkelerde ise değerlenme alanlarının genişlemesi, aşırı sömürü ve yerel ekonomilerin yıkımı süreçleri daha da ilerletilir. Finansal kapitalizmin bir bütün olarak topluma dayattığı talepler, bölüşüm adına toplumsal uyumu ve hayat kalitesini bilerek feda eden bir büyüme


40

modeli altında toplumsal gerilemeyi daha da pekiştirir. Ücret deflasyonu, çalışma stresine bağlı olarak (GSYİH’nin yüzde 3’üne varasıya) artan sağlık bakımı maliyetleriyle birlikte çalışmanın patolojikleşmesi, toplumsal bilançonun giderek kötüleşmesi, finansal mantığın ve finansal kapitalizme özgü yersizleştirmenin etkileridir. Sorun şu ki, bölüşüm açısından analiz edildiğinde (ekonomik son mercii), finansal kapitalizmin gelişim-krizi ölümcül bir sona götürür. Kapı dışarı edilen, finansın parazitik doğası klişesi, gizlice bacadan içeri girer. Herkesin gözü önünde duran, teorik olmaktan daha ziyade pratik politik olan açmaz şudur: krizden çıkış stratejileri geliştirmenin imkansızlığı ve bir yandan finansın kurtarılmasını gerektiren (ki buna gerçekten karşıyız) öte yandan ekonominin iyileşmesi ihtimalini zora sokan ekonomik canlanma tedbirlerine başvurulması. Kapitalizmin finansal krizini eleştirel yani politik olarak analiz edebilmek için en baştan, finansallaşmanın kaynağını oluşturan, birikim olmadan kârın artışından başlamalıyız. Başka bir deyişle, finansallaşmayı, kapitalistin doğrudan canlı emekten, fabrikadaki ücretli emekten artı değer çekememesinden, Fordist modelin krizinden başlayarak kendini belli etmeye başlayan, değer üretim sürecinin diğer yanı olarak analiz etmemiz gerekir. Burada öne sürülen tez, finansallaşmanın artı değer ve kolektif tasarrufların giderek üretken olmayan/parazitik sapkınlaşması değil, yeni değer üretim süreçlerine simetrik bir kapitalist birikim biçimi olduğudur. Halihazırdaki finansal kriz, kapitalist birikimin olmadığı bir sürecin içe patlayan bir sonucundan daha ziyade kapitalist birikimin tıkanması biçiminde yorumlanmalıdır. Son otuz yıldır, finansın tüketim alanındaki rolünün yanında, artı değer üretim süreçlerinde meydana gelen bir değişim söz konusudur. Artı değerin elde edilmesinin, malların ve hizmetlerin üretim alanlarıyla sınırlı kalmayıp fabrika kapılarının dışına taşması ve doğrudan sermayenin dolaşım alanına girmesi biçiminde, değerlenme süreçlerinde

Son otuz yıldır, finansın tüketim alanındaki rolünün yanında, artı değer üretim süreçlerinde meydana gelen bir değişim söz konusudur

bir dönüşüm meydana gelmiştir. Bu, kadınlar tarafından uzun zamandır bilinmekte olan bir fenomen ya da bir geçiş olarak, artı değer elde etme süreçlerinin yeniden üretim ve bölüşüm alanlarına genişlemesidir. Daha açık bir biçimde, yönetim stratejileri ve teorilerinde bile, üretim süreçlerinin taşeronlaşmasından, ‘‘crowdsourcing’’ten6, yani yığınlara ve onların yaşam biçimlerine değer biçmekten bahsediyoruz (Jeff Howe, Crowdsourcing. Why the power of the crowd is driving the future of business, New York, 2008). Üretim açısından finansal kapitalizmi analiz etmek, biyo’dan (Andrea Fumagalli, Bioeconomia e capitalismo cognitivo, Carocci, Roma, 2007) ya da ‘‘insanların yaşamlarıyla giderek bütünleşmesiyle ayırt edilen biyokapitalizm’’den bahsetmek anlamına gelir. ‘‘Daha önceleri, kapitalizm temel olarak, makineler ve işçilerin bedenleri aracılı-

Finansallaşma, yeni kapitalist birikimin uygun ve sapkın tarzını temsil etmektedir.

ğıyla ham maddelerin işlenmesine gönderme yapıyordu. Biyokapitalizm ise değeri, maddi bir emek aracı olarak işlev gören bedenin de ötesinde bedenin bütününden üretiyor’’ (Codeluppi Vanni, Il biocapitalismo. Verso lo sfruttamento integrale di corpi, cervelli ed emozioni, Boringhieri Bollati, Torino, 2008). Finansal kriz analizimizde son yıllarda geliştirilmiş bulunan biyokapitalizm ve bilişsel kapitalizm üzerine teorilere ve çalışmalara gönderme yapmamızın tamamen metodolojik bir anlamı vardır. Burada adı geçen yazarlar ve daha çok sayıdaki diğerleri tarafından zaten yapılmış olduğu için, bilişsel kapitalizmin daha doğru ve kapsamlı bir betimlemesini vermek yerine, burada yeni kapitalizmin gelişim-krizinin altında yatan, finansallaşma ve değer üretim süreçleri arasındaki ilişkiyi vurgulamak istiyoruz. Değer üretiminin taşeronlaştırılmasının, bunun yeniden üretim alanına genişlemesinin çok sayıda örneği mevcuttur (MarieAnne Dujarier, Le travail du consommateur. De McDo à eBay: comment nous ce que nous achetons, La découverte, Paris, 2008). Dolaşım alanının kapitalizm tarafından sömürgeleştirilmesi, ikinci nesil serbest çalışmanın atipik biçimlerinin ortaya çıktığı ilk aşama olan taşeronlaşmadan, tüketicinin ekonomik değerin gerçek üreticisine dönüşmesine hiç durmaksızın ilerlemiştir. Analizi


41

Üretim açısından finansal kapitalizmi analiz etmek, biyo’dan ya da ‘‘insanların yaşamlarıyla giderek bütünleşmesiyle ayırt edilen biyokapitalizm’’den bahsetmek anlamına gelir

basitleştirmek riski taşısa da paradigmatik örnekler üzerine düşünmek faydalı olabilir. Bir dizi fonksiyonu tüketiciye devreden Ikea’yı düşünelim (istenilen nesnenin özelliklerinin belirlenmesi, raftan alınması, arabaya yüklenmesi vs.). Billy kitaplığının montajı işini tüketiciye verir, böylelikle sabit ve değişken maliyetleri çok az bir fiyat indiriminden yararlanan tüketici üzerinden dışsallaştırır, şirket ise maliyetlerden ciddi şekilde tasarruf etmiş olur. Başka örnekler de verilebilir: Microsoft ve Google başta olmak üzere yazılım şirketleri programlarının yeni versiyonlarını çoğunlukla tüketicilere test ettirir, üstelik açık kaynak yazılım programları bir insan çokluğunun, ‘‘üretken tüketiciler’’in yarattığı bir yeniliğin sonucudur. Sermayenin yeni değerlenme süreçlerinin ilk sonucu şudur: yeni değer elde etme araçları ile yaratılan katma değer devasa büyüklük-

tedir. Doğrudan ve dolaylı ücretlerin (emekli maaşları, sosyal güvenlik, bireysel ve kolektif tasarruf getirileri) baskılanmasına, esnek ve ağsal iş sistemleri (güvencesiz ve geçici istihdam) ve çok daha geniş bir serbest meslek tabanının yaratılmasına (tüketim ve yeniden üretim alanındaki işler ve de bilişsel emeğin yoğunlaşması) dayanır. Katma değerin yani karşılığı ödenmemiş emeğin büyüklüğü; üretim alanına yeniden yatırılmayan kârın, başka bir deyişle artışı büyümeyi, istihdamı ya da ücreti artırmayan kârların kaynağıdır. Bu yönüyle, krizin nedenleri üzerine dönen Marksist tartışmaya referansla, Alain Bihr’in şu an ‘‘aşırı artı değer’’ durumunda bulunduğumuz yönündeki tezine kısmen katılmak mümkündür ama Bihr ve Husson’dan farklı olarak, bunun birikimin olmamasının, kârların sabit ve değişen sermayeye yatırılmamasının bir sonucu olmadığını söylemeliyiz. Aksine

Birikim, kâr ve finansallaşma arasındaki ilişkinin Fordizm sonrası üretim süreçlerinin belirgin özellikleri temelinde yeniden yorumlanması gerekir

artı değer fazlası, Fordizmin krizini takiben, sermayenin dolaşım ve yeniden üretim alanında verili olan yeni bir birikim sürecinin sonucudur. Amerikan ve Avrupalı çokuluslu şirketlerin büyük bir kısmının yurtdışı doğrudan yatırımlarını (Çin, Brezilya ve biraz zor da olsa Hindistan’da) arttırdığı düşünüldüğünde, François Chesnais’nin artı değer fazlasının yeni piyasa fırsatları arayışına yol açmakla kalmadığı yönündeki itirazının genişletilmesi gerekir: Tipik kâr hırsının bir yansıması olarak, doğrudan yatırımlar sadece ekonomik olarak gelişmiş ülkeler dışında gerçekleştirilmekle kalmadı, aynı zamanda içeride açık bir şekilde dolaşım ve yeniden üretim alanlarına aktı. Ve beğenelim ya da beğenmeyelim, bu durum, sermayenin, kendisiyle hiç de mutlu bir birlikteliği olmadığı Fordist işçi sınıfına karşı uzun yürüyüşünün bir sonucudur. Bilişsel kapitalizm üzerine çalışmalar, katma değerin üretiminde bilişsel/maddi olmayan emeğin merkeziliğini aydınlatmanın yanı sıra, sabit sermayenin (fiziksel araçlar) stratejik önemini giderek yitirdiğini ve bir dizi üreticiaraçsal işlevin emek gücünün canlı bedenine aktarıldığını ortaya koyar. (Christian Marazzi, Capitalismo digitale e modello antropogenetico del lavoro. L’ammortamento del corpo macchina, JL Laville, C. Marazzi, M. La Rosa, F. Chicchi (ed.), Reinventare il lavoro, Sapere 2000, Rome, 2005). ‘‘Bilgi ekonomisi ilginç bir paradoks içerir. Yeni ürünün ilk birimi şirketler açısından çok maliyetlidir, çünkü üretimi ve pazarlanmasından önce araştırma aşamasında büyük yatırımların yapılmasını gerektirir. Sonraki birimleri üretmek nispeten daha ucuza gelir, çünkü orijinal bir şeyi kopyalamak basittir, üretimin yersizleştirilmesi, var olan


42

Bu kriz, önceki krizlerle karşılaştırıldığında yeni olan bir şeyi, yani Amerikan para otoritelerinin piyasada var olan likiditeyi yönetme kapasitesini yitirdiğini açığa çıkardı teknoloji ve dijitalleşme süreçleri sayesinde bunu ekonomik bir şekilde yapabilirsiniz. Bunun sonucu olarak şirketler çabalarını ve kaynaklarını fikir üretimine yoğunlaştırır, ancak maliyetlerin giderek artma eğilimiyle yüz yüze gelir’’ "(Codeluppi, op. Cit., s.24. bkz. E. Rullani’nin çok önemli çalışması, Economia della conoscenza. Creatività e valore nel capitalismo delle reti, Carocci, Roma, 2004). Artan kazanç teorisine gönderme yapan, bilişsel kapitalizmin bu özelliği; bütün etkinlik düzeylerinin emeğin maliyetinin düşük olduğu ülkelere taşeronlaşma yoluyla aktarılma biçiminin, başlangıç maliyetlerini tekel fiyatlarıyla amorti etmek için gerekli kıtlığı yaratma süreçlerinin (patentler, lisanslar, telif hakları) ve son olarak sermaye mallarına doğrudan yatırımın azalmasının kaynağıdır. Buna ek olarak, başlangıç maliyetlerini düşürebilmek için şirketler ‘‘daha fazla sermaye malı almayı değil ihtiyaç duydukları fiziksel sermayeyi türlü kiralama sözleşmeleri yoluyla ödünç almayı, böylelikle faaliyet maliyetleriyle aynı biçimde, uygulama maliyetleri gibi göreli maliyetlerini de hafifletmeyi düşünürler’’ (Jeremy Rifkin, L’era dell’accesso. La rivoluzione della new economy, Mondadori, Milan, s.57). Birikim, kâr ve finansallaşma arasındaki ilişkinin Fordizm sonrası üretim süreçlerinin belirgin özellikleri temelinde yeniden yorumlanması gerekir. Finansallaşmayı tetikleyen kârlardaki artış mümkün olabilmiştir, çünkü biyokapitalizmde sermaye birikimi kavramı dönüşüme uğramıştır. Artık sermaye birikimi, Fordist dönemde olduğu gibi, sermayenin

sabit ya da değişen sermayeye (ücretler) yatırılmasına değil üretim dispozitiflerine yatırıma ve doğrudan üretim sürecinin dışında üretilen değere el konulmasına dayanıyor. Bu crowdsourcing teknolojileri sermayenin yeni organik bileşimini oluşturur, başka bir deyişle bu, topluma yayılmış olan sabit sermaye ile yeniden üretim, tüketim, yaşam biçimleri, bireysel ve kolektif imgelem alanlarında yersiz yurtsuzlaştırılmış, yersizleştirilmiş ve bu alanlara nüfuz etmiş olan değişen sermaye arasındaki orandır. Fordist döneme özgü makineler sisteminden farklı olarak, enformasyon teknolojileri ve enformasyona ek olarak bir dizi maddi olmayan organizasyon sisteminden oluşan yeni sabit sermaye, işçileri hayatın her anında kovalayarak

ABD para otoritelerinin

yönetişim krizi, dünyanın geri kalanından, özellikle de gelişmekte olan ülkelerden likidite akışının sonuçlarıyla başa çıkmaktaki yetersizlik olarak açıklanabilir

artı değeri emer ve sonuçta işgünü, canlı emek zamanı artar ve yoğunlaşır. Canlı emek miktarındaki artış sadece stratejik üretim araçlarının (bilgi, yetenekler, elbirliği) emek gücünün canlı bedenine aktarılmasını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda geleneksel üretim araçlarının ekonomik değerindeki düşme eğilimini de açıklar. Dolayısıyla son yıllarda borsaya yönelişlerin, istihdamı ya da ücretleri artıracak doğrudan yatırımların artışıyla değil de hisse değerleri artışıyla sonuçlanmasının gizemli bir yanı yoktur. Yatırımların kendi kendini finanse etmesi, birikimin kaldıracının, finansallaşma kadar üretim dispozitifleri ve toplum içindeki değere el konulmasıyla ilgili olduğunu gösterir. O halde son otuz yıldır kârlardaki artış, klasik üretim süreçlerinin tamamen dışında olduğu oranda, birikimle birlikte bir artı değer üretimine atfedilmelidir. Bu açıdan, ‘‘kârın (kısmen de ücretin kendisinin) rantlaşması’’ fikri doğrudan üretim alanlarının dışında üretilen değere el konulmasının bir etkisi olarak onaylanmış olur. Halihazırdaki üretim sistemi ilginç bir şekilde Fizyokratlar tarafından teorileştirilen, çiftçiliğe dayalı 18. yüzyıl ekonomisini andırır. Quesnay’in Ekonomik Tabloları’nda rant, tarım işçisinin üretmiş olduğu net miktarı gösterir (geliri işçilerin ücreti ile aynı biçimde yani kâr olarak düşünülmeyen kapitalist rantiyenin emeği de dahil olmak üzere) ve fiziksel üretim araçları hesaba katılmaz. Quesnay, sermaye mallarının (sabit sermayenin) üreticilerini, kısır bir sınıfın, yani ürün üretmeyenlerin bir parçası olarak tanımlar. Birinci sanayi devriminin doğuşunda ekonomi politiğin kurucularının sonradan da gösterdiği üzere, sabit sermayeyi, sermaye mallarını, net ürünün üretim faktörlerini dışarıda tutmak yanlıştı. Ancak sabit sermayenin ekonomik değerinin ve onun değişen sermayeden


43

niteliksel farkının sonradan keşfinin, kapitalizmin radikal modernliğini ayırt eden bu epistemolojik sıçramanın, yani emek ve sermaye arasındaki ayrılmanın; doğuş halindeki kapitalizmin gelişim-krizinin kaldıracı olarak üretim faktörlerinin karşılıklı otonomlaşmasının temelinde yattığını düşündüğümüzde, bu hata üretim bilincinin bir hatasıydı. Toplumsal bedeni canlı kılan hayat biçimlerinin Ricardo’nun teorisindeki toprağa denk düştüğü söylenebilir. Ancak Ricardo’nun (mutlak ya da farklılaşan) rantından farklı olarak, bugün rant, finansallaşma süreçleri sayesinde kâr olarak asimile edilebiliyor. Finansallaşma, özgün bir mantıkla birlikte, özelde para araçlarıyla para üretiminin doğrudan üretim süreçlerinden özerkleşmesi olarak, biyokapitalizme özgü biçimde değer üretiminin taşeronlaşmasının başka bir yüzüdür. Finansallaşma, yalnızca artı değerin gerçekleşmesi için gerekli efektif talebi yaratmakla, başka bir deyişle olmadığı koşulda GSYİH’nin vasat bir seviyede ve durgun kalacağı gelir ve borç kitlesini yaratmakla kalmaz. Finansallaşma sürekli yeniliği, biyokapitalizmin sürekli üretim atılımlarını önemli bir şekilde belirler ve borsada kayıtlı olsun ya da olmasın bütün girişimlere ve toplumun bütününe, hisse değerlerinin önceliğine odaklanan hiper-üretim mantığını empoze eder. Finansallaşmadan kaynaklanan üretim kaymaları, sistematik bir biçimde sermayenin ‘‘yaratıcı yıkımı’’ yoluyla, yani araçsal bir şekilde teşvik edildikten sonra toplumsal servete erişimin kırıldığı giderek sıklaşan krizler aracılığıyla yürütülür. Fordizmin 70’lerdeki krizinden başlayarak, ortaya çıkan balonlar kapitalizmin ‘‘dolaşım alanını sömürgeleştirmesi’’nin uzun süreci içindeki kriz uğrakları olarak değerlendirilmelidir. Bu, küreselleşme sürecini, yerel ve küresel sosyo-ekonomik meselelerin giderek artan bir kısmının finansal biyokapitalizmin mantığına tabi kılınması olarak açıklayan bütünsel bir süreçtir. Emperyalizmden imparatorluğa geçiş, başka bir deyişle Güney ekonomilerinin temel olarak dış pazar ve bununla birlikte ucuz hammadde kaynağı olarak kullanıldığı, gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler

Finansallaşma, biyokapitalizme özgü biçimde değer üretiminin taşeronlaşmasının başka bir yüzüdür

arasındaki bağımlılık ilişkilerinden, içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin giderek ortadan kalktığı emperyal küreselleşmeye geçiş de değer üretim süreçlerinin taşeronlaşmasını öngören kapitalist mantığa atfedilmelidir. Finansallaşma, yeni kapitalist birikimin uygun ve sapkın tarzını temsil etmektedir.

Küresel Yönetişim Krizi Ağustos 2007’de alt gelir grubu mortgage kredilerinin patlamasıyla birlikte başlayan finansal kriz; likidite krizi, banka iflasları, paranın kurmaylarının krizin yapısını etkileyemeyen sürekli müdahaleleri, ekonomiyi iyileştirmek için alınan maliyetli tedbirler, ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesi, deflasyonist baskı ve enflasyonun şiddetli bir şekilde artması olasılığı, artan işsizlik ve gelirlerin düşmesiyle ayırt edilen uzun dönemli bir krize dönüşmekte. Esas itibariyle, bu kriz, Fordist birikim modelinin kriziyle birlikte başlayan artan finansallaşma sürecinde biriken bütün çelişkileri içermesi itibariyle, tarihsel bir krizdir (Yine 70’lerde başlamış olan, bankaların deregülasyonunun analizi için bkz. Barry Eichengreen, Anatomy of the financial crisis, Vox, http://www.voxeu.org/ index.php?q=node/1684). Bununla birlikte, halihazırdaki krizin belir-

Para yönetişiminin krizi, birincisinin ikincisinden daha kısa sürede gelişmesi anlamında, ekonomik döngü ve para döngüsü arasındaki uçurumu açığa çıkardı

lenişi ve hızlanışı 1997-1999 Asya krizinde bulunabilir. Asya krizi; gayrimenkul spekülasyonuna ve yerel para cinsinden aşırı sanayi yatırımına neden olan dolar cinsinden aşırı borçlanmayla krizi aşmak isteyen Güneydoğu Asya ülkelerinin, o andan itibaren dünya para ve finans sisteminin istikrarsızlığı içinde örtük olarak bulunan daha yıkıcı kriz riski karşısında kendilerini korumak adına uluslararası rezervlerini nakit para olarak biriktirmeye karar verdikleri anda başlayan, uluslararası finans sisteminde meydana gelen bir değişikliği ifade ediyordu. Asya ülkeleri iç talebe dayalı büyümeyi terk ederek ihracata dayalı bir ekonomi modelini benimsediği oranda bu, ekonomik modelde radikal bir değişiklik anlamına geliyordu. Bu yolla, dolar cinsinden borç alan bir konumdan, özellikle ABD’ye olmak üzere borç veren ülke konumuna geldiler (M. Aglietta, op. Cit., s. 33-37). Döviz kazanabilmek için, Asya ülkeleri uluslararası ticarette, ağır devalüasyon, rekabetçi deflasyon ve iç tüketimi daraltma yoluna giderek ‘‘yırtıcı’’ bir politika izlediler. Buna bir de Çin ve Hindistan gibi ülkelerin uluslararası ticarete açılmasını eklersek, Asya’daki dönüm noktasının net etkisinin nasıl tipik bir deflasyon olduğunu anlayabiliriz: Aniden dünya aktif işgücü hacmini ikiye katlayan ücret deflasyonu ve aynı zamanda Çin’den ve daha az ölçüde olmakla birlikte niteliksel bir önem arz edecek şekilde Hindistan’dan ihraç edilen sanayi malları ve tüketici mallarındaki deflasyon. Öte yandan ücretlerdeki deflasyon; şirketlerin yeniden satın alınması gibi borçlanmanın kaldıraç etkisi yaratacak şekilde kullanılmasına olanak veren prosedürler (kaldıraçlı satın alma7) yoluyla, finansal mantığın reel ekonomi içindeki endüstrileri istila etmesiyle daha da ağırlaştı (Sapir, op. cit., s. 5). İnternet balonunun krizinden sonra deflasyon riski daha da gerçek hale gelmiştir.


44

Krizden çıkış, ancak ekonomik iyileştirme tedbirleri belirli jeopolitik ve jeo-parasal stratejiler bağlamına yerleştirilebilirse mümkün olabilir

Aslında, 2002’den bu yana, internet balonunun genişleme döneminde (1998-2000) borçlanan girişimlerin borçlarının silinmesi, Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’i genişlemeci bir para politikası izlemeye zorladı. 90’larda Japonya’nın içine düştüğü kısır döngüden kaçabilmek için ABD’li para otoriteleri uzun bir zamana yayılan düşük faiz oranları (yüzde 1 civarında) uygulamaya karar verdi, çünkü 2002’den bu yana bazı şirketlerin iflasıyla birlikte (mesela Enron), genişlemeci para politikaları borsalara güveni tesis etmekte başarısız olmuştu. Her koşulda, negatif reel faiz oranları; özel borçları artırırken aynı zamanda bankaların, bugün kredi hacmini artırmakla suçlanan çeşitli finansal ve menkul kıymetleştirme araçlarını (şu meşhur toksik varlıklar) geliştirmesini teşvik etti. Alt gelir grupları için gayrimenkul balonu burada başlar. Şirketler bir bakıma, negatif faiz oranları sayesinde borçtan kurtulmayı başardı, oysa Amerikalı haneler (sıkça buna davet edilerek) katlanan bir şekilde borçlandı. Borçlanma yoluyla tüketimde meydana gelen artış, Amerikan ticaret açığını daha da kötüleştirdi ve sonuç olarak Asya merkantilizminin para politikalarını daha da güçlendirdi (daha önce belirttiğimiz üzere bu ülkeler, devalüasyonu engellemek için devasa miktarlarda dolar elde ederek gerçekleşmiş kârları sterilize ettiler ve bütçe fazlası yoluyla Devlet Fonları oluşturdular). Ayrıca Asya ülkelerinin ticaret fazlası (sterilizasyon tedbirlerine rağmen) ihracatçı ülkelerdeki yatırımları, yani sadece düşük emek maliyetleri dolayısıyla

değil aynı zamanda ürün kalitesi ve daha yüksek katma değer dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücünü yükselten bu yatırımları artırdığı için, deflasyon eğilimi devam ediyor. Ne kadar şematik olsa da, alt gelir grubu mortgage balonunun patlamasına neden olan dinamikler, krizin küresel kapitalist birikim sürecinde belirgin bir yapılanmaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Bu yapılanma içinde finansallaşma, küresel sermayenin, uluslararası ticarete sistematik bir tutarlılık veren, finansal gelir ve tüketici borçlarının üretimi sayesinde büyümesine olanak vermiştir. Özellikle de internet balonu ve akabinde şirketlerin borçlarının silinmesinden de sonra küresel büyüme; sabit sermayeye yapılan yatırım oranındaki artışa bağlı olmaksızın elde edilen sermaye kazançlarındaki artışla birlikte, canlı emek maliyetlerini azaltmak için taşeronlaştırma süreçlerinin yoğunlaştırılma-

Bu kriz, kapitalist modelin döngünün tırmanış aşamasında ortaya çıkan direnişlerin toplumsal ve potansiyel olarak politik boyutlarını ekonomik düzene eklemlemesinin krizidir

sı yoluyla sermayenin yeniden yapılanmasına tanık oldu. Aslında, özellikle 1998 ve 2007 arasında, büyük şirketlerin (S&P 500 listesindekiler) yeniden yatırılmayan kâr paylarında (serbest nakit akış marjlarında) oldukça yüksek bir artış, borçlanmayı kullanan hane halklarının yüksek tüketimleri ve tasarruflarının azalmasıyla doğrudan paralel olarak bir nakit birikimi meydana geldi. Her zaman olduğu gibi, sermayenin krizi onun büyümesine neden olan aynı nedenlerden doğuyor (palindrom8 iş döngüsünün tipik hareketi). Ancak bu kriz, önceki krizlerle karşılaştırıldığında yeni olan bir şeyi, yani Amerikan para otoritelerinin, 97-99 krizinden sonra Asya ülkelerinin uygulamış olduğu ‘‘merkantilist’’ para stratejisinin bir sonucu olarak, piyasada var olan likiditeyi yönetme kapasitesini yitirdiğini açığa çıkardı. Alan Greenspan’in bir muamma olarak bahsettiği, halbuki Michel Aglietta ve Laurent Berrebi tarafından aydınlatılmış bulunan (Désordres dand le capitalisme mondial, Odile Jacob, Paris, 2007) bu özgünlük, gelişmekte olan ülkeler, petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkelerden Amerikan tahvil piya-


45

sasına, özelikle de Hazine tahvillerine ve Fannie Mae ile Freddie Mac hisselerine likit akışının sonuçlarına işaret eder. ABD Merkez Bankası’nın 2004 ile 2007 arasında kısa dönemli kredilerin faiz oranlarını artırarak (yüzde 1’den yüzde 5.25’e yükselmiştir) kredi hacmindeki artışı sınırlandırmak yönündeki bütün çabalarına rağmen, gelişmekte olan ülkelerden devasa ve sürekli likit akışı aslında devlet tahvillerinde olduğu gibi uzun dönemli faiz oranlarını düşürmüştür. ‘‘Uzun dönemli faiz oranlarının kısa dönemlilerin altına düştüğü –böylesi uzun bir dönem için atipik bir durum- bu çok özel ters çevrilmiş eğri, çok daha sınırlayıcı bir para politikasına rağmen ABD’de borçlanma maliyetlerinin uzun zaman çok düşük kaldığı anlamına gelir.’’ (Aglietta, op. cit., s. 39). Toptan para piyasasında borçlanabilen bankalar böylelikle riskli durumdaki hane halklarına daha fazla borç verme araçlarına sahip olabildiler. Sonuç olarak, gayrimenkul fiyatları ABD’de 2006 sonbaharına, pek çok Avrupa ülkesinde ise 2008’e kadar arttı (Fransa’da on yılda yüzde 60’tan 80’e, İngiltere ve İspanya’da ise yüzde 50 artış oldu). O halde, ABD para otoritelerinin yönetişim krizi, dünyanın geri kalanından, özellikle de gelişmekte olan ülkelerden likidite akışının sonuçlarıyla başa çıkmaktaki yetersizlik olarak açıklanabilir. Aslında Asya krizi sonrası küreselleşme, gelişmiş ülkelerdeki iş döngüsüne içsel kriz riskindeki artışı gizledi, çünkü tahvillerin (uzun dönemli tahvillerin) riskleri üzerindeki baskının azalması, finansal sektörü varlıkların değerlenmesine açık hale getirdi. Bir kez daha bu süreç içinde, kriz açısından merkezi olan zamansal boyut söz konusudur. Gayrimenkul krizinin işaretleri daha FED’in faiz oranlarını yükseltme hızına girdiği 2004’te görülmeye başlanmıştı. Ancak dışarıdan içeriye likit akışı para politikası tedbirlerini etkisiz kıldı, böylece balon Ağustos 2007’ye kadar büyümeye devam etti. Gayrimenkul fiyatlarının artışı 2006’nın ortalarından durmakla kalmadı, hatta o yılın sonunda düşmeye başladı. Ama balon ancak Ağustos 2007’de patladı, çünkü derecelendirme kuruluşları, kredi üzerinden çıkartılan

Güncel kriz, her biri birbirine kendi çıkarıyla bağlanmış olan bir aktörler çokluğuna işaret eden, karmaşık bir jeo-parasal yapıya dönüştü

tahvillerin (şimdi toksik varlıklar) notunu iş döngüsünün terse dönmesinden ancak bir yıl sonra düşürdü (Asya krizi sonrası yeniden yapılanmayı doğrulayan bir yorum için bkz. The Economist, When a flow becomes a flood, 24 Ocak 2009). Başka bir deyişle, para yönetişiminin krizi, birincisinin ikincisinden daha kısa sürede gelişmesi anlamında, ekonomik döngü ve para döngüsü arasındaki uçurumu açığa çıkarıyor. Bütün iş döngülerinde olduğu gibi, reel ekonomi döngüsünde de kriz, fiyatlardaki enflasyonist artışın (örneğin gayrimenkulde olduğu gibi, ancak sadece orda da değil) artan talebin azalmasına götürecek şekilde sonlanmasıyla başlar. Talep daha yavaş artar, çünkü gelecek gelir akışının azalması, balonun yoğunlaşmış olduğu malların ‘‘irrasyonel’’ fiyatlarını artık artırmaz. ‘‘Eski’’ ekonomik döngülerde, bu yavaşlama genellikle tam istihdama yaklaşma olarak ifade edilir. Bankacılık sistemi açısından bu, döngünün tırmanış aşamasında verilen kredilerin geri ödenme oranlarında düşüş anlamına gelir. Yani borç içindeki şirketler ve tüketiciler, borçlarını geri ödemekte zorlandıkları sinyalini verir, çünkü (şirketler açısından) satış hacmi ve/veya (hane halkları açısından) gelirler daralmaya başlar. İkincillerden tutun da merkez bankalarına kadar, bütün bankalar için faiz oranlarını yükseltme zamanı gelmiştir.

Finansal küreselleşme hesap vermeyi, döngünün terse çevrimini erteler, çünkü şirketlere ve tüketicilere verilen kredilerin hacmi ulusal reel ekonomi döngüsü içindeki terse dönüş (gayrimenkul fiyatlarında düşüşün başlaması) sinyallerine rağmen artmaya devam edebilir. Buna rağmen Amerikan ödemeler dengesi, yaklaşan krizin semptomlarının gizlenmesine katkıda bulunan bir seyir izlemiştir. Aslında daha fazla kâr peşinde olan gelişmekte olan ülkelerden tasarruf kitlesinin içeriye akışı artmayıp ABD’nin dışarıya doğrudan yatırım akışı tarafından dengelenesiye kadar (bu dış yatırımların, özelikle de dolar diğer para birimlerine göre daha düşük olduğunda, içerdekilere göre daha yüksek geri dönüşü olur ve ABD şirketlerinin kârlarını artırır) ABD para otoriteleri, bariz bir süre boyunca, uluslararası ticaret dengesizliği problemini ele almaktan kaçınabilir. Üstelik ABD’nin para yönetişimi krizinin gecikerek ortaya çıkması, bölgesel bir krizin derhal küresel bir krize dönüşmesinin de kaynağıdır. Elbette bunun nedeni, böyle bir dönemde dünyanın dört bir yanındaki bankaların portföylerine, sigorta şirketlerine, hedge ve ortak yatırım fonlarına, emeklilik fonlarına ve diğer yatırım fonlarına bulaşacak şekilde risklerin ve toksik menkul değerlerin yayılmasıdır. Sonuçta, şimdiye kadar hükümetler tarafından bankacılık ve sigortacılık sistemini yeniden sermayelendirmek üzere alınan tedbirler ve devasa ölçekte gerçekleşen likidite enjeksiyonlarının tamamen etkisiz kalmasının da gösterdiği üzere, bu gerçekten de toksik menkul kıymetlerin küresel olarak yayılmasının ötesine geçen bir krizdir. O halde para yönetişimi krizinin yaşamakta olduğumuz krizin sadece bir kısmını açıkladığı söylenebilir. Herkesin beklediğinin aksine, finansal krizin en kötü döneminde, Ekim 2008’de doların diğer paralar karşısında yeniden değerlenmesi bunun kanıtıdır. ‘‘Doların son haftalarda diğer birçok para karşısında güçlenmesi bir anomalidir’’ (Eichengreen, cit.). Ancak Ağustos 2007’de (alt gelir grubu mortgage kredileri krizinin ortasında) doların yeniden değer kazanmasından sonra olduğu


46

gibi, enflasyonun küresel düzeydeki kaçınılmaz etkileriyle birlikte doların yeniden değer kaybetmeye başlaması olasıdır (tıpkı 2007-08 aralığında petrol ve gıda fiyatlarında meydana gelen yüksek artışların yol açtığı gibi). Bu gösteriyor ki yapısal olarak açık veren ABD ve İngiltere gibi ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler ve de Almaya ve Japonya gibi yapısal olarak fazla veren ülkeler arasındaki küresel dengesizlikler uzun bir süre devam edecek. Internet krizinden sonra ve alt gelir grubu kredi balonunun patlamasına kadar alınan kurtarma tedbirleri ile bankacılık ve finans düzenlemelerinin yeniden tanımlanması, gördüğümüz üzere, kredilerde kaldıraçlama sonucunu verecek şekilde ABD’ye likit akışını mümkün kılmıştır. Provokatif görünen bir soru sormak yeterli olacaktır: ABD para otoriteleri ve dünyanın geri kalanı başka ne yapabilirdi? Elbette, sonradan anlamış olmanın avantajını kullanarak, yapılabilecek tek şeyin, örneğin (aslında sonuca bakarak), sıkı para politikalarına, banka rezervlerindeki artışa, çıkartılan tahvillerin kalitesini yükseltmeye, alt gelir grubu mortgage kredilerinin menkul kıymetleştirilmesiyle ilgili daha sıkı kuralların getirilmesine vs. bel bağlamak olacağını söyleyebiliriz. Pekiyi ama deflasyon riskiyle karşılaşmış olan ABD para otoriteleri ve 96-97 krizinden tükenmiş bir biçimde çıkan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları ne yapabilirdi? Yanıt, onların yaptığı şeyden farklı olmayacaktır. FED bütçenin dış açığını azaltmak için daha sıkı bir para politikası uygulamış olsaydı sonuç ABD’de ve dolayısıyla da gelişmiş

ülkelerde resesyon olurdu. Üstelik sorun enflasyon değil de deflasyonken FED sıkı para politikasını nasıl haklı gösterebilirdi? Güncel kapitalist finans ve para politikasının özgün niteliğinin, ekonomik-finansal döngünün içinde olanları dışarıdan yönetmenin imkansızlığı olduğunu hatırlamak yerinde olacaktır. Önde gelenlerini saymak gerekirse, Orléan André, Michel Aglietta, Robert Shiller, George Soros, Frédéric Lordon’un teorik analizleri, finansal modellerin davranışlarını riskli değerler temelinde yorumlayabilmek adına, manipulatif işlevle bilişsel işlevi, ekonomik rasyonalite ile çoklu aktörlerin kamufle davranışlarını ayırt etmenin nasıl imkansız olduğunu ortaya koyar. Neoklasik teorinin mükemmel ve saydam piyasa bilgisi üzerine kurulu rasyonel beklentileri çoktandır bir kenara atıldı, çünkü bu bakış açısı finansal piyasaların kilit bir unsurunu, onları niteleyen içsel belirsizliği, reel ekonomi ve finans ekonomisi, küresel ekonomik sistemin içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin zayıflamasına dayalı belirsizliği ortadan kaldırır. Finansal işlemcilerin etkileşiminin içsel niteliği dolayısıyla, risk değerlendirmesi yapmak için kullanılan olasılık hesabı modellerinin belli bir ontolojik zayıflığı vardır (bkz. André Orléan, La notion de valeur est-elle fundamental indispensable à la théorie financière?, Regards croisés sur l’économie. Comprendre la finance contemporaine, 3, March 2008). Bu modeller, risk değerlendirme hatalarının, derecelendirme kuruluşlarına özgü skandal çıkar çatışmalarından kaynaklanan hatalardan daha ziyade ya da aynı zamanda da (Basel I ve Basel II’de

denendiği üzere) piyasayı sözde rasyonel ilkelerine göre disipline edebilecek kurallar ya da meta-kurallar koymanın (ontolojik) imkansızlığının bir ifadesi olduğunu gösterir. İlk bakışta, yönetişim krizinin kökeninin ikili bir direnişte bulunduğu öne sürülebilir: Bir yandan gelişmekte olan ülkelerin onlara gelişmiş ülkelerin daha altında bir pozisyon biçen her türlü girişime karşı ve onları Asya krizinden sonra büyüme modellerini değiştirmeye yönelten direnişleri. Asya’nın ihracat yönelimli modeli aslında içeride yeniden yatırıma dönüşmeyen tasarrufları, likidin yurt dışına yönlendirilmesiyle, finansal gelire dönüştürmüştür; öte yandan ekonominin finansallaşmasının bir tür ‘‘içinde ve karşısında’’ bir pozisyonla, sosyal gelir kartlarını oynayan Amerikan hane halklarının direnişi. Belli bir süre boyunca, Amerikan hane halkları, finansal olarak istikrarsız bir biçimde, toplumsal mülkiyet hakları, barınma hakkı, malların ve hizmetlerin (borçla) tüketimi alanında etkin oldu. Unutmamalıyız ki bu dönem, devletin eğitim gibi temel alanlara yatırım yapmadığı, böylelikle de eğitimin maliyeti-

Finansallaşma sürekli yeniliği, biyokapitalizmin sürekli üretim atılımlarını önemli bir şekilde belirler ve borsada kayıtlı olsun ya da olmasın bütün girişimlere ve toplumun bütününe, hisse değerlerinin önceliğine odaklanan hiper-üretim mantığını empoze eder


47

Kriz tek taraflı ya da çok taraflı ekonomik-politik hegemonya kavramının altını radikal bir şekilde oymuştur, bunun anlamı yeni küresel yönetişim biçimleri arayışıdır

ni inanılmaz derecede yükselterek aileleri çocuklarını okutabilmek için borç almaya iten bir dönemdi. Özel açık harcamaları, sahip olduklarının ötesinde bir yaşam sürmek yönündeki Amerikan eğilimin bir yansıması olmaktan çok, kökü 80’lerin başındaki liberal dönüşümde ve onu takiben refah devletinin krizinde yatan bir fenomendir.

Jeo-parasal Senaryolar Bu kriz, kapitalist modelin döngünün tırmanış aşamasında ortaya çıkan direnişlerin toplumsal ve potansiyel olarak politik boyutlarını ekonomik düzene eklemlemesinin krizidir. Ancak kriz, Keynesçi müdahalelerle bölgesel ölçekte çözülemeyecek olan, küresel ölçekte somut çelişkiler ve katılıklar temelinde patlamıştır. Açık olan şu ki krizden çıkış, ancak ekonomik iyileştirme tedbirleri belirli jeopolitik ve jeo-parasal stratejiler bağlamına yerleştirilebilirse mümkün olabilir. Halihazırdaki krizden orta dönemli (beş on yıl arası) çıkış senaryoları temel olarak üç tanedir: ‘‘Birincisi, ABD-Çin ikilisine ve sonra da dolar ve yuan arasında bir anlaşmaya dayanır. İkincisi ise oyunu, avro ve ruble arasında özel bir anlaşmayla bağlı olmak üzere Rusya ile başta Almanya ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa güçlerine taşır (Avrasya). Dolayısıyla bu senaryo, Çin-Amerikan eksenine paralel olarak, bütün büyük güçler arasında bütün dünyayı kapsayacak bir anlaşma olarak süper-Bretton Woods’un öncüllerini belirler. Üçüncü senaryo, bütün bir sistemi yönetilemez hale getirecek şekilde (eski kıta içindeki ayrılıkların çığırından çıkmasını ve ardından gelen çatışmaları başlatacak şekilde) dengesizliklerin daha da kötüleşmesidir. Bir de buna felaketi ekleyin: Ağustos 1914’ün ama bu sefer nükleer olarak ve bütün bir dünya üzerinde tekrarlanması’’ "(L’empire senza credit, in Limes, 5, 2008). Tüm bu senaryolar, Amerikan hegemonyasının çöküşünün, dünyanın en borçlusu durumundaki dünyanın en büyük gücünün paradoksunu açıklayan bir formül olarak, kredisiz

İmparatorluk’un çöküşünün kaçınılmazlığına dayanır. Kriz temel olarak Çin’den Singapur’a, Japonya’dan Güney Kore’ye Asya’yı vuruyorken (Asia’s suffering, The Economist, 31 Ocak 2009), ABD’nin hâlâ, ne kadar paradoksal görünse de, tasarruflar için hâlâ tek güvenli liman olduğunu düşünürsek, apaçık görünen bu Amerikan çöküşü hipotezi şüphe götürür hale gelir. Güncel kriz, her biri birbirine kendi çıkarıyla bağlanmış olan bir aktörler çokluğuna işaret eden, karmaşık bir jeo-parasal yapıya dönüştü. Çin Amerikalıların daha çok tasarruf etmesi gerektiğini öne sürebilir, ancak bu tasarruf artışı ABD’ye olan ihracatını etkileyecek bir noktaya gelesiye kadar. Amerikalılar da Çinlilerden, daha önce pek çok kez yaptıkları ve her zaman utangaçça olsa da daha fazlasını istedikleri gibi, paralarını yeniden değerlendirmeleri ve iç tüketimi artırmalarını isteyebilir, ancak Amerikan Hazine tahvillerini almalarına engel olmaması konusunda dikkatli olmaları şartıyla. Öte yandan kriz, gelişmekte olan ülkelere net özel sermaye akışında keskin bir düşüşe çoktan yol açmış

durumda (2009’da bu rakam, 2008’de kaydedilen 466 trilyonluk hacmin yarısından azına ve 2007’deki akışların sadece beşte birine denk gelecek şekilde 165 trilyon doları bile aşmayacak). Bununla birlikte, finansal teşvik tedbirleri ve batan Batı bankalarının kurtarılması, gelişmekte olan ülkelerde dışlanma etkisi9 sonucunu yaratmamakta ve kamu borçlarını daha da artırmaktadır. Dilerseniz bu ‘‘geçiş’’ diyelim, bazı Asya ülkelerini döviz rezervlerini artırmak ve tasarruflarını en gelişmiş ekonomilerin borçlarına yatırmak yoluyla, böylece de ABD’de kredi patlamasını tetikleyen dinamikleri tekrarlamak üzere kendilerini daha fazla koruma altına almaya itebilir. Dolayısıyla küresel dengesizlikleri daha iyi yönetebilmek için uluslararası işbirliği yoluna gitmeyi teşvik eden, Amerikan İmparatorluğunun çöküşü değil, küresel ekonomiyi yönetme rolünü üstlenebilecek herhangi bir ülkenin yokluğunda bu krizin daha da uzun sürecek olmasıdır. David Brooks’un 2 Ağustos 2008 tarihli Herald Tribune’deki makalesinde söylediği gibi, küresel sistem


48

içinde bugün kapitalizmi paralize eden şey karar vermenin imkansızlığıdır. Gücün dağılımının ‘‘teoride iyi bir şey olmasına rağmen, pratikte çok kutupluluk, kolektif eylemleri veto edebilme gücü anlamına gelir. Pratik olarak, bu yeni çoğulcu dünya küresel-skleroza, ardı sıra çıkan sorunları çözmede zafiyete yol açmıştır.’’ Başka bir deyişle, kriz tek taraflı ya da çok taraflı ekonomik-politik hegemonya kavramının altını radikal bir şekilde oymuştur, bunun anlamı yeni küresel yönetişim biçimleri arayışıdır. Bu yöndeki ilk adım, likidite krizi durumunda gelişmekte olan ülkelerin kendi başlarına kalmamasını sağlamaktır. Rezerv bolluğuna sahip olmalarına rağmen, FED’in Ekim’de gelişmekte olan dört ülkeye kredi kanallarını açmış olması bu yöndeki bir yenilik olarak yorumlanabilir. Buradaki amaç, dolar ve diğer paralar arasındaki parasal dengelerden ödün vermeden, gelişmiş ülkelerde iç talebi canlandırmak üzere sermaye akışlarını yeniden yönlendirebilmek için ekonomi politikası tedbirlerinin daha iyi koordinasyonunu sağlamaktır. Almanya’nın da yapısal olarak ticaret fazlası verdiği ve dolayısıyla dış talepteki düşüşü telafi etmek üzere iç talebi yeniden canlandırma tedbirlerini almak için her türlü koşula sahip olduğu düşünülürse, bu strateji Avrupa Birliği ülkelerini de içerir. Son olarak, şu an için bu jeopolitik-parasal stratejinin uygulanmasında IMF’nin çok marjinal bir rol oynadığına dikkat çekelim. Söz konusu meblağlar IMF’den sağlanabilecek fonları hayli aşıyor. Gerçek şu ki orta vadeden uzun vadeye IMF’nin operasyonel olarak yenilenmesi zorunlu olacak, şu basit nedenden ötürü: ABD ‘‘tedbir niteliğindeki’’ kredi kanallarıyla gelişmekte olan ülkelere orta vadede bir destek sağlayamaz. Başbakan Sarkozy tarafından yüzeysel olarak sıklıkla dile getirilen, Süper-Bretton Woods’un ve IMF’nin onun yeni askeri kanadı olarak kuruluşu, IMF’nin son yıllardaki neoliberal Amerikan politikalarının çekirdeğini oluşturan özelliğini dikkate almak zorunda. ABD’nin de çok istediği üzere, Fonun kuralları arasına, eskiden sadece cari hesap konvertibilitesi yükümlülüğü varken, bir de sermaye hesabı konvertibilitesinin (Bretton Wood anlaşmasının hazırlanma sürecinde Keynes bu tür bir konvertibiliteye şiddetle karşı çıkmıştı) alınmasından bahsediyoruz. ‘‘İki kavram arasındaki fark çok temeldir. Cari hesap gerçek ticari işlemlerden, malların ve hizmetlerin değişiminden ya da turist akışı, göçmen işçilerin gelirinin yurt içine dönmesinden elde edilen döviz akışlarına odaklanır. İkincisi ise portföy işlemlerini, izin verilen bütün spekü-

Küresel sistem içinde bugün kapitalizmi paralize eden şey karar vermenin imkansızlığıdır

lasyon araçlarını içerir.’’ (Sapir, op. Cit., s.3). Süper-Bretton Woods fikri, 80’lerden bu yana uluslararası piyasaların serbestleştirilmesi ve son otuz yıldaki finansal krizlere neden olan küresel dengesizliklerin birikim süreçlerinin öncülü olan, sermaye hesabı konvertibilitesi kuralını ortadan kaldırmak anlamına gelecektir. Bugün IMF, sermayenin bu dolaşım özgürlüğünün ticaret ve uluslararası finans akışları sisteminin istikrarsızlığını artırdığını görmüş durumda. Ancak temel olarak ulusların ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmeyi ve ulusüstü bir para sisteminin güvencesi altında değişim ilişkilerinin simetrisini sağlamayı amaçlayan, hipotetik yeni bir IMF’nin maddeleri arasından sermaye hesabı konvertibilitesini çıkarmak yönündeki bir girişim; kaçınılmaz olarak biyokapitalizmin gelişimini ve olumlanmasını, çelişkilerin ve finansal itkinin inanılmaz derecede birikimiyle birlikte bile olsa, güvence altına alan dispozitifleri engellemek anlamına gelecektir. Başlangıç olarak, Amerikan hane halklarının borçlanması yoluyla Amerika’da tüketimin patlamasına neden olan, gelişmekte olan

ülkelerden kitlesel likidite akışlarından ABD artık faydalanamıyor. Yeni bir Bretton Woods hipotezi ne olursa olsun, bu yöndeki bir reform, refah devletinin çözülüşüyle birlikte tüketimi ve borçlanmayı işleyişinin motoru haline getirmiş olan bir toplum modeli üzerinde çarpıcı bir etki yaratacaktır. ‘‘Eski para düzensizliğinin savunucularıyla para sisteminin ciddi bir şekilde yeniden yapılanmasını savunanlar arasındaki kırılma noktası iki meseleye odaklanır: sermayenin kontrolü ve bazı ülkelerin politikalarının depresif etkilerinin ithalinden kaçınabilmek için korumacılık biçimleri’’ (Sapir, op. cit., s. 32). Bu bakış açısından, eli kulağında olmasa da gerçek olasılık, bu krizden ekonomik olmanın ötesinde politik olarak çıkılabileceğidir. Sermaye birikiminin küresel ölçekte tıkanması bu çatışan güçler ışığında, bir yandan krizin çok uzun sürmesi ya da sistematik olarak benzer krizlerin devam etmesi olasılığı, diğer yandan krizi aşmak için uluslararası para sisteminin ulusal egemenlik ve ticaret simetrisi adına yeniden tanımlanması olasılıklarıyla birlikte yeniden yorumlanabilir (Martin Woolf, Why President Obama must mend a sick world economy, Financial Times, 21 Ocak 2009). Bu arada Obama yönetiminin yeni New Deal’in ne kadarını gerçekleştirmeyi başarabileceğine bakmak da politik olarak makul olabilir. İç ekonominin iyileştirilmesi için alınan çeşitli tedbirlerin arasında, özellikle takip edilmesi gereken bir tanesinden bahsedilebilir: İflas Durumunda Ailelerin Evlerini Kaybetmemesine Yardım Yasası tasarısı, yani iflas yargıçlarına borçlarını ödeyememiş ev sahiplerinin borçlarını yeniden yapılandırma yetkisi veren yasa (Top 10 Business Battles,


49

Fordizmin 70’lerdeki krizinden başlayarak, ortaya çıkan balonlar kapitalizmin ‘‘dolaşım alanını sömürgeleştirmesi’’nin uzun süreci içindeki kriz uğrakları olarak değerlendirilmelidir

Business Week, 2 Şubat 2009). Bu tasarı yasalaşırsa, temel konut kredilerinin iflas mahkemeleri tarafından değiştirilemeyen tek krediler olduğu düşünüldüğünde, tarihte bir ilk olacak. Bu aynı zamanda, bankacılık ve sigorta sistemini kurtarmak için alınan ancak şimdiye kadar iflas eden diğer müdahalelerin yanında tamamen yenilikçi bir finansal tedbir olacak. Amerikan ailelerin mortgagelerini yeniden finanse etmek üzere bir bankanın oluşturulması, bugün dünya bankacılık sistemini tıkayan türev varlıkların değerini yeniden sağlayabilecek teknik tek tedbir, üstelik de otuz yıllık mortgage sözleşmelerinin yeniden finansmanıyla birlikte, kamu açıkları üzerinde doğrudan etkisi olmayacak tek müdahale tedbiridir. Yani bankaları kurtarmak için aileleri kurtar. Daha iyi bir ifadeyle söylersek, parasal sistemi aşağıdan reforme etmeye başla (bkz. Frédéric Lordon, Jusqu’à quand? Pour en finir avec les crises financières, Raisons d’agir, Paris, 2008). Her zaman olduğu gibi yeni New Deal’imiz yine aşağıdan gelen itkiler, finansal kapitalizmi krize sokan ama aynı zamanda da krizin geçmesinin ön şartını oluşturan, toplumsal gelir planı için direnişlerden hareket ediyor. Toplumsal gelir zemini üzerinde hareketlenmenin zamanı; çelişkiler alanının yönetişimini, ortak olan (comune) üzerindeki, onun içinde yaşama hakkını kuracak olan bir yönetişimi yeniden ele geçirmenin uzun zamanıdır.

Christian Marazzi İng. Çev.: Sinem

1 Kamu harcamalarındaki artış, kişi ve firmalardan borçlanma yoluyla sağlandığında, piyasada ödünç verilebilir fonlara talep artacağından faiz oranları da artar. Artan faiz oranlarının da özel yatırım harcamalarının azalmasına neden olması daha çok parasalcılar tarafından ‘‘dışlanma etkisi’’ (crowding out) olarak tanımlanır. (ç.n.) 2 Shareholder value, bir şirketin başarısının nihai ölçüsünün hissedarlarını zengin etmek olduğunu gösteren bir terimdir ve daha ziyade 80’lerle birlikte popüler hale gelerek, şirketin borsa değerinin göstergesi olarak kullanılmıştır. Stakeholder paradigması ise bundan farklı olarak bir işletmenin organizasyonunda moral değerlere ve iş etiğine önem veren, hissedarların dışında şirketle ortak çıkar içinde olan diğer grupları da gözeten bir anlayışı ifade eder. (ç.n.) 3 ABD’de ev sahipleri, düşen ipotek faizlerinden yararlanarak yüksek faizli eski kredilerini düşük faizli kredilerle yenilediler ve bu arada ev fiyatları da (2001 yılından beri yılda yüzde 7 gibi bir hızda) yükselmiş olduğu için aylık kredi taksitlerinde faiz farkından da öte bir düşüş sağladılar Ekonomistler buna ‘‘equity extraction’’ adını veriyorlar. Kaynak: ht tp://w w w.marineandcommerce.com/files/ MC1204 _ ekonomi.pdf (ç.n.) 4 Yazar, Madoff’un kurmuş olduğu, Ponzi şeması olarak da adlandırılan, herhangi bir ürün veya hizmet almaksızın, her bir katılımcının sadece bir defa belli bir para ödeyerek, diğer katılımcıların ödediği paralardan üstel olarak artan sürekli bir gelir elde etmesi prensibine dayanan saadet zincirine gönderme yapıyor. (ç.n.)

5 17. yüzyılın ortasında İngiliz iç savaşları sırasında ortaya çıkan eşitlikçi politik hareket. (ç.n.) 6 Crowdsourcing, Türkçe’de işi şirket dışında bir kişi ya da firmaya yaptırmak anlamına gelen taşeronlaşma ile karşılanan ‘‘outsourcing’’ kavramından esinlenilerek türetilmiştir. Crowdsourcing, önceden bir işçiye ya da taşerona verilen bir işin açık çağrı yapılarak geniş bir insan topluluğuna yaptırılması anlamına gelir. Bu yöntem, web teknolojilerinin gelişimi sayesinde iş dünyasında özellikle de teknoloji üretimi, yığınla bilginin sistematikleştirilmesi gibi alanlarda sık kullanılır hale gelmiştir. (ç.n.) 7 Kaldıraçlı satın alma; finansal bir sponsor bir şirketin öz sermayesi üzerinde kontrolden çıkar sahibi olduğunda ve alış fiyatının önemli bir yüzdesinin kaldıraçla (borçlanmayla) finanse edildiği durumda ortaya çıkar. Satın alınan şirketin varlıkları, bazense satın alan şirketin varlıkları borç alınan sermaye için teminat olarak kullanılır 8 Okunuşu baştan ve sondan aynı olan sözcük. (ç.n.) 9 Bkz. 1. dipnot.


50

Bologna süreci; TÜSİAD ve YÖK TÜSİAD, üniversiteleri sermayenin yönelimleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye çalışmaktadır

Kapitalist iktidar işleyişinin neo-liberal politikalar çerçevesinde yeniden yapılandırılması sürecinde üniversitelerin nasıl bir işlev üstleneceği ve eğitim kurumlarının yeniden nasıl yapılandırılacağı 1980’lerden beri tartışılıyor. ‘‘Bilgi toplumu paradigması’’1, ekonomik gelişmenin gerçekleştirilmesi için; hızlı, nitelikli ve yönetsel bilginin üretilmesi ve toplumsallaştırılmasının gerektiğini ve bunun ancak rekabete dayalı bir anlayışla sağlanabileceğini iddia etmiştir. Rekabete dayalı anlayışın yerleştirilmesi ve rekabet gücünün artırılması ile verimlilik ve kâr artışını sağlamak üzere geliştirilen bir stratejik yönetim modeli olan toplam kalite ve değerlendirme çalışmaları eğitim alanında da uygulanmaya başlanmıştır. 1994 yılında, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde imzalanan Genel Hizmet Ticaret Anlaşması (GATS) ile hizmet ticareti alanlarının liberalizasyonu öngörülmüştür. Bir madde ile kamu hizmetlerinin GATS’ın dışın-

da bırakıldığının ifade edilmesiyle, eğitimin GATS bünyesinde ele alınıp alınamayacağı bir sorun haline gelmiştir. Bunun üzerine, GATS çerçevesinde yükseköğretim alanının serbest rekabete ve piyasaya açılabilmesi için 1999 yılında 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimden sorumlu bakanları, eğitimin ticarileşmesi önündeki engelleri kaldıran Bologna deklarasyonunu imzalamışlardır. Bu, Avrupa Birliği’nin, ‘‘Bologna bildirgesi’’ ile başlayan bir yükseköğretim reformu girişimidir. Hedef 2010 yılına kadar Avrupa Ülkeleri’nde kendi içinde uyumlu, birbirlerini karşılıklı olarak anlayan, tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir ‘‘Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’’ oluşturulmasıdır. Bologna süreci; kolay anlaşılabilir ve karşılaştırılabilir bir derece sisteminin uygulanmasını, lisans ve lisansüstü olmak üzere iki dereceli bir sistemin uygulanmasını, üniversiteler arasında ortak bir kredi sistemi oluş-

Raporda sık sık üzerinde durulan özerklik kavramı sermayenin özerklik kavramıdır

turulmasını (Avrupa Kredi Transfer Sistemi - ECTS), üniversiteler arasındaki öğrenci ve öğretim üyesi dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasını, yükseköğretimde öğrenci katılımının sağlanmasını, yükseköğretimde ortak diploma vermenin teşvik edilmesini, doktora derecesinin üçüncü derece sistemi olarak sürece dâhil edilmesini, kalite güvencesinde Avrupa boyutunun oluşturulmasını ve yükseköğretimde Avrupa boyutunun kazandırılmasını gerekçe olarak gösteriyor.2 Bologna deklarasyonundan itibaren sürece dâhil olan ülkelerin (Bugün GATS çerçevesinde, yüksek öğretim alanının serbest rekabete ve piyasaya açılması konusunda taahhütte bulunan toplam 40 ülke vardır) yükseköğretimden sorumlu bakanları iki yılda bir değişik ülkelerde toplantı yapmakta, hedeflere ne ölçüde yaklaşıldığını tartışmakta ve yükseköğrenimin serbest piyasaya açılabilmesi konusunda gerekli ihtiyaçları tespit edip, gerekli alt yapının kurulmasını sağlamaktadırlar. Bu sürece dâhil olan Türkiye de 80’lerin başından bu yana eğitimi piyasaya açmakla uğraşıyor. Küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak 1984’ten beri çeşitli eğitim projeleri için Dünya Bankası’ndan defalarca yüklü krediler almıştır. Bologna İzleme Grubu sekretaryası tarafından hazırlanan Bologna Süreci Durum Değerlendirme Raporu, 2005’te Bergen’de gerçekleştirilen Bakanlar Konferansı’nda sunulmuştur. Bu raporda Türk yükseköğretim sisteminin Bologna sürecinin ön gördüğü


51

Eğitime ayrılan kaynaklar kısılarak, sermaye ile doğrudan bağlar kurabilecek girişimci üniversite modelleri destekleniyor

yükseköğretimde iki aşamalı derece yapısıyla birebir uyumlu olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin 2005 yılında ‘‘3.44’’ (iyi performans) olan ortalaması, 2007’de ‘‘4.17’’ye (çok iyi performans) yükselmiştir.3 Türkiye’de üniversite-sermaye işbirliği konusunda bugüne kadar önemli adımlar atılmıştır. TÜBİTAK, TÜSİAD ve YÖK ise bu işbirliğini gerçekleştirmek, yaygınlaştırmak ve güçlendirmekle görevlidir. Özellikle Türk Sanayiciler ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) bu güne kadar yükseköğretim üzerine defalarca eğilmiş, alınan kararlarda ve atılan birçok yeni adımda yönlendirici olmuştur. Nitekim 1990 yılında "Türkiye’de Eğitim", 1994 yılında ‘‘Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji’’, 1999’da ‘‘Türkiye’de Mesleki Teknik Eğitimin Yeniden Yapılandırılması’’, 2003’te ‘‘Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler’’ gibi raporları hazırlayan TÜSİAD bunlarla yetinmeyip eğitimin peşini bırakmamıştır. Üniversiteleri sermayenin yönelimleri ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan TÜSİAD bu sefer de 27 Ekim 2008 tarihinde Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) Kurumsal Değerlendirme Programı’na (IEP) hazırlatmış olduğu ‘‘Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar’’ raporunu yayımladı.4 Rapor, IEP’nin 17 Türk üniversitesi üzerinde 1998-2007 yılları arasında yapmış olduğu çalışma ve değerlendirmeyi kapsıyor. Üniversitenin tam anlamıyla bir ticari işletmeye dönüşmesi ve bunun için hem idari hem de hukuksal alt yapının oluşturularak üniversitelerin sermayenin ihtiyaçlarını kar-

şılayacak biçimde yeniden yapılandırılmasını hedefleyen rapor; özerklik ve üniversite bütçelemesi, finansal kaynaklar, mezunların bilgi ve becerilerinin istihdama uygunluğu gibi pek çok başlık altında değerlendirmeler yapıp, önerilerde bulunuyor. Şimdi, yakın zamanda yayınlanan bu raporun içeriğini biraz inceleyelim. Bu raporda özellikle ‘‘özerklik’’ üzerine defalarca vurgu yapılıyor. Özerkliğin tüm kurumlarda çeşitliliğe olanak tanımak ve kaynakların kullanımında etkinliği geliştirmek açısından gerekli olduğu iddia ediliyor. Ne yazık ki raporda sık sık üzerinde durulan bu özerklik kavramı sermayenin özerklik kavramıdır. Ayrıca bu özerklik YÖK’ü yadsıyan bir kapsama sahip değil, sadece YÖK’ün yeniden yapılandırılmasını içeriyor. Yükseköğretimin siyasi etkilerden bağımsız olmasını sağlamak için bir tampon işlevi gördüğü düşünülen kurum olan YÖK, bu rolü oynamaya devam edecektir. TÜSİAD’ın özerklik talebi ayrıca ‘‘mali özerklik’’ üzerine oturmaktadır. Rapor bu konuda durumu şöyle ortaya koyuyor: ‘‘Finansmanın yıllık olarak belirlenmesindense, birkaç yıllık süre için güvence altına alınması sağlanmalı ve üniversiteler amaç ve hedeflerini gerçek-

‘‘Bilgi’’ piyasa için yarattığı değer üzerinden tanımlanarak insansal ve toplumsal karakterini yitirip metalaşıyor

leştirmeye yeterli kaynaklara sahip olmalıdır. Daha özerk bir yönetim yapısı devlet dışı fon kaynaklarından daha esnek ve yoğun bir şekilde yararlanılmasını kolaylaştırabilir.’’ Kapitalist işletme anlayışıyla giderlerin olabildiğince en aza indirilmesi ve üniversitelerin kendi gelir kaynaklarını yaratıp bunları arttırabildiği kadar arttırması gerektiği dile getiriliyor. Üniversitelerin devlete olan maddi bağımlılığını azaltıp, devlet dışı fon kaynaklarına daha fazla yönelmesiyle, üniversitelerin sermayeye bağımlı hale gelmesi istenmektedir. Eğitime ayrılan kaynaklar kısılarak, sermaye ile doğrudan bağlar kurabilecek girişimci üniversite modelleri destekleniyor. Bu sayede, üniversiteler sermaye ile organik ilişkiler kurmak, şirketleşmek ve birbirleriyle rekabete girmek zorunda kalıyor. Yani üniversiteler mali özerklik adı altında tamamen şirketleşiyor. Raporda üniversitelerin yönetim mekanizmalarıyla ilgili sorunlarına da değinen TÜSİAD, mali yapının yanı sıra üniversite yönetimlerinin de sermayeye daha fazla açılmasını öngören önerilerde bulunuyor.Üniversitelerde hem mali yapıyı hem de idari yapıyı tamamen piyasa koşullarına teslim etmesinin ötesinde, raporda üniversitenin yapacağı işlerle ilgili önerilere de yer veriliyor. Üniversitelerden beklenen; sermayenin ihtiyaçlarını karşılaması ve bunun için gerek bilimsel üretimin, gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin piyasanın talepleri doğrultusunda belirlenmesidir. Meslek Yüksek Okulları’nın öğretim kalitesi ve içeriğinin işverenlerin talepleriyle örtüşmediğini, mezunların bilgi ve becerilerinin istihdama uygun olmadığını vurgulayan TÜSİAD, iş ve sanayi dünyasından temsilcilerle işbirliği içinde müfredatların yeniden tasarlanmasını öneriyor. Yani istenen, üniversitenin sermayenin ihtiyacı olan AR-GE çalışmalarını yürüt-


52

mesi ve sermayenin ihtiyaç duyduğu insan kaynağını yetiştirmesidir. Kapitalizmin yeni dönemine uygun iş gücü ihtiyacı karşılanırken, diğer yandan ‘‘bilgi’’ piyasaya yarattığı değer üzerinden tanımlanarak insansal ve toplumsal karakterini yitirip metalaşıyor. Ayrıca raporda ‘‘Kurum Dışı Hesap Verebilirlik’’ başlığı altında kalite güvence sisteminin tekrar gözden geçirilmesinin gerektiği dile getiriliyor ve şöyle bir öneri yapılıyor. ‘‘Üniversitelere, kendilerinin seçtiği kalite güvence kurumlarıyla çalışmaları konusunda mümkün olduğunca fazla özerklik tanıyarak kurum dışı diğer hesap verebilirlik önlemlerinin desteklenmesi ama aynı zamanda kurum dışı ‘kalite izleme’nin tüm üniversiteler için zorunlu kılınması.’’ Toplam kalite ve değerlendirme çalışmaları esas olarak üretim sektöründe ve ticari işletmelerde rekabet gücünü arttırarak verimlilik ve kâr artışı sağlamak üzere geliştirilen stratejik yönetim modelidir.5 Üretim sürecindeki hataları azaltmak, kaynakların etkin kullanımını sağlamak ve gereksiz masrafları ortadan kaldırmak bu modelin temel amaçlarındandır. Bir işletme yönetim modeli olarak toplam kalite ve değerlendirme uygulamalarının üniversitelerde hayata geçirilmesinde katılımcılık, ekip çalışması, kolektif bilinç, etkili iletişim gibi kavramlar kullanılıyor. Buradaki asıl amacın rekabet gücünü arttırarak, kâr oranlarının yükseltilmesi olduğu açıkça ortadadır. TÜSİAD’ın raporunda da aslında sermayeyi işaret eden demokratiklik, hesap verebilirlik ve katılımcılık gibi kavramlara yer veriliyor. Raporda geçen ‘‘üniversitelerde tüm paydaşların temsil edilmesi gerekliliği’’ üniversiteler üzerinde üniversiteye ait olmayan sermayenin rahatlıkla söz söyleyebilmesi anlamına gelmektedir. Üniversitelerde kurulması önerilen danışma kurullarında dış paydaşlar, öğrenciler ve üniversite personelinin bulunması gerektiği öne sürülüyor fakat ‘‘dış paydaşlar’’ diyerek neyin kastedildiği açıkça dile getirilmiyor. Bunun yanı sıra burada, üniversite bileşenlerinin

YÖK ve TÜSİAD Bologna Süreci dâhilinde üniversitelerin ticarileşmesine ivme kazandırmak için el ele vermiştir

Üniversiteler, mali özerklik adı altında tamamen şirketleşiyor

yani öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının yönetimde söz hakkına sahip olması gerektiği de dile getiriliyor. Üniversitelerin piyasalaştırılmasının toplumsal olarak meşrulaştırılmasında üniversite bileşenlerinin emeğinin, gücünün ve desteğinin gerekliliği ortadadır. Politik ve pratik bir kuşatma aracılığı ile üniversite bileşenleri piyasalaşmayı içselleştirmekte ve sürecin asli özneleri olarak konumlandırılmaktadır. Aslında her biri ayrı bir başlık altında incelenebilecek, daha fazla açılabilecek bu konularla ilgili ayrı ayrı yazılar yazılabilir. Şimdilik, yaklaşık olarak son 30 yılda Türkiye’nin yükseköğretimi ticarileştirme çabalarının nereye oturduğunu ve bu süreç içerisinde TÜSİAD’ın görevinin ne olduğundan bahsettik. Sermayeyle daha rahat bağ kurabilen, daha da ticarileşen ve bilgiye daha fazla

yabancılaşmış ‘‘özerk’’ bir üniversite inşa etmeye çalışan TÜSİAD, bilimsel üretim ve bilgi sunumu açısından üniversiteyi tamamen sermayenin kontrolü altına sokmayı amaçlamaktadır. YÖK ve TÜSİAD, Bologna Süreci dâhilinde üniversitelerin ticarileşmesine ivme kazandırmak için el ele vermiştir. Derslerin içeriğinin neye göre belirleneceğinden akademik ve kurumsal yapının nasıl olacağı, öğretmen-öğrenci ilişkilerinin nasıl tanımlanacağına kadar her türlü etkinliğin serbest piyasa kriterlerine göre düzenlendiği bu süreçte kampüsün tüm özneleri; öğretim görevlileri, öğrenciler ve çalışanlar üniversiteleri bir yaşam alanı olarak sahiplenerek, ancak hayata karşı hayat kurarak bu saldırılardan kurtulabilirler. Üniversitelerin şirketleşmesine, öğrencilerin yatırım haline gelmesine, üniversitelerde piyasa ilişkilerinin inşasına ve bilginin mülkiyet altına alınmasına HAYIR!!! 1 Otonom Dergisi, Sayı 4, s. 23, Neo-liberal stratejiler ve karşı stratejiler 2 Selda Önderoğlu, Avrupa Birliği’nde Yüksek Öğretimle İlgili Çalışmalar/Bologna Süreci 3 Erdoğan Teziç, Bologna Süreci Durum Değerlendirme Raporu, 2005-2007 4 TÜSİAD, Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar, www.tusiad.org 5 Otonom Dergisi, Sayı 1, s. 6, Üniversitelerde Ticarileşme Uygulamaları

Arzu


Yörüngesinde

İTÜ’nün

53

İTÜ’de Sıkıyönetim ve Ceza Yağmuru Maslak’ta yemekhane çevresine yapılan ‘‘Şiddete Karşı Ses Çıkar’’ panosu ve kimi yazılamalarla, saldırılar, baskılar, yasaklar öğrenciler tarafından teşhir edildi Aralık ayında İTÜ Maçka yerleşkesine üzerlerindeki delici-kesici aletlerle sözde dergi dağıtımına gelen ve çoğunluğunun İTÜ’lü olmadığı sonradan anlaşılan ülkücü grupla, öğrenciler arasında yaşanan çatışmada biri ağır olmak üzere toplam dört öğrenci bıçak ve satır darbeleriyle yaralanmıştı. Ağır yaralanan ve yoğun bakıma alınan öğrencinin durumu ciddiyetini korurken Maçka ve Maslak kampüslerinde düzenlenen kitlesel protesto eylemleriyle öğrenciler saldırıları protesto etmişti. Maçka’daki olayların ardından ise İTÜ’de ‘‘güvenliği sağlamak’’ adına adeta sıkıyönetim ilan eden rektörlük, ilk iş olarak Maçka Yabancı Diller Yüksekokulu binasının girişine metal detektörleri koydurdu ve yıllardır dergi masalarının açıldığı kantin önündeki alandan -kantindeki masalar da dahil olmak üzere- tüm masaları kaldırttı. İTÜ’nün çiçeği burnunda, şirketler ve üniversiteyi ticarileştirme konusunda girişimci mi girişimci; fakat öğrenciyle ilişkilenme konusunda oldukça acemi olduğu görülen yeni rektörünün ve yönetimin tabi ki kampüslerde ‘‘güvenliği sağlama(!)’’ gayreti bunlardan ibaret değildi. Tüm kampüs ve fakültelerde her türlü afişi asmak; dergi, gazete veya kulüp masası açmak da İTÜ’de ‘‘yasaklananlar’’ listesinde başı çekti. Yine İTÜ’de kurulmaya çalışılan bu yeni düzeninin bekçileri, Maslak ve Maçka kampüslerinde bekleyen otobüsler dolusu çevik kuvvet ekipleriydi. Maçka ve Maslak kampüslerinde afiş asmak ve masa açmakta direnen öğrencilere özel güvenlik ve çevik kuvvet çoğu zaman beklemekle de yetinmeyerek defalarca müdahale etti. İTÜ’de hal böyleyken öğrenciler de örnek bir birliktelik ve dayanışma ruhuyla bu durum karşısında geri adım atmadı. Özellikle öğrenci kulüpleri çeşitli etkinliklerle yaklaşık bir ay boyunca ‘‘İTÜ’de Şenlik’’ ve ‘‘Şiddete Karşı Sanat’’ başlıklarıyla afiş asma/masa açma yasaklarını, günlerce yemekhanede tiyatro ve müzik gösterileri yaparak eleştirdi ve protesto

etti. Öğrencilerin uçan balonlara afiş takıp, afişli balonları yemekhaneye saldığı eylem ise oldukça renkli, güvenliklerin havadaki afişler karşısındaki çaresizliğinden dolayı da oldukça anlamlı geçti. Yine Maslak’ta yemekhane çevresine yapılan ‘‘Şiddete Karşı Ses Çıkar’’ panosu ve kimi yazılamalarla, saldırılar, baskılar, yasaklar öğrenciler tarafından teşhir edildi. Tüm bu eylemlilik ve şenlik sürerken özel güvenliklerin masalara saldırması sonucu kırılan bir masa için tam dokuz öğrenciye aynı masayı kırmaktan soruşturma açılması ise rektörlüğün niyetinin ne olduğunu sergilemekteydi. Hızını alamayan rektörlük hazır öğrencileri ‘‘soruşturmaya’’ başlamışken sadece daha önce ‘‘mimlenmişlerle(!)’’ sınırlı kalmadı ve tüm bu süreç boyunca yaklaşık otuz öğrenciye daha afiş

Ece Turhan’a Geçmiş Olsun…

İTÜ’de Bahar dönemi başlamadan hemen önce kimimiz gazeteden kimimiz de televizyondan bir İTÜ’lü arkadaşımızın dramını izledik. Ece Turhan, İstiklal caddesinde AFM sinemalarının önünde arkadaşlarıyla beklerken, AFM’deki tadilat sırasında binanın beşinci katında değiştirilen camın üzerine düşmesi ve cam parçalarının omuriliğine saplanması sonucu ağır yaralandı. Fosseptik çukuruna düşen çocuklardan, Tuzla’daki işçilere her türlü ihmalin kol gezdiği, insan yaşamının bu kadar değersiz görüldüğü bu ülkede ihmalden kaynaklanan onlarca ölümü göz önüne alırsak aslında oldukça sıradan görülebilecek bu olayı sanırım ‘‘yine’’ ‘‘rutin’’ bir iş kazası ola-

asmak/stant açmaktan soruşturma açtı. Tüm bu absürt nedenlerle açılan soruşturmalara karşı ise öğrenciler, soruşturma açılan arkadaşlarına destek olmak için ‘‘itaatsizlik’’ eylemi yapma kararı aldı ve ‘‘ bende afiş astım’’; ‘‘ bende şiddete karşı ses çıkardım’’ şeklinde yazılan dilekçelerle kendilerini rektörlüğe ‘‘ihbar’’ etti. İTÜ’de yaşanan bunca hareketli günden, eylemlerden ve soruşturmalardan sonra iki öğrenci altışar ay, iki öğrenci birer ay, dokuz öğrenci birer hafta uzaklaştırma cezası aldı, yine otuza yakın öğrenci ise uyarı cezası aldı. Cezaların ardından okulda cezaları teşhir edici yeni eylemlilikler sürmekle beraber, okuldan uzaklaştırılan öğrencilerin karşı dava açması için öğrenciler tarafından hazırlıklar sürdürülüyor. rak okumamak gerekiyor. Beş dakika bile dükkânının önünü kapamamak adına İstiklal Caddesi gibi yayaların yoğun bulunduğu bir cadde üzerinde yaya güvenliği almayan kapitalist kâr mantığı Ece’nin ağır yaralanmasının en temel sebebidir. Ece’nin bir an önce iyileşmesi dileğiyle, kendisine acil şifalar dileriz…


54

Yörüngesinde

Boğaziçi’nin

Boğaziçili öğrenciler meşalelerle yürüdü Boğaziçili öğrenciler, Filistin’e destek için meşalelerle İsrail Başkonsolosluğu’na yürüdü Aralık ayının ilk haftasında, 17 aydır karadan ve denizden İsrail ablukası altında olan Gazze’ye dikkat çekmek ve Filistin halkıyla dayanışmak amacıyla Boğaziçili öğrenciler ‘‘Gazze Karanlıkta, Boğaziçi Ayakta’’ adlı bir kampanya başlattı. İlk olarak Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüs meydanına İsrail’in, Filistin’in etrafına ördüğü Apartheid duvarının bir örneği inşa edildi. Kuzey Kampüs’ün ortasındaki bu utanç duvarı ve açılan masalarla Gazze’deki insanlık dışı uygulamalara duyarlılık oluşturmaya çalışıldı. 3 Aralık Çarşamba günü de İsrail’in Filistin’e karşı giriştiği soykırımı protesto etmek amacıyla Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Meydan’dan Levent’teki İsrail Konsolosluğu’na doğru bir yürüyüş gerçekleştirildi. Akşamüzeri Kuzey Meydan’da toplanan öğrenciler Etiler istikametine doğru yürümeye başladılar. Levent Metro durağının ardında pankartlar açılıp, meşaleler yakıldı. ‘‘Filistin halkı yalnız değildir!, Gazze karanlık-

ta Boğaziçi ayakta!, Bir ruh bid dem nefdike ya Gazze! (Kanımızla, ruhumuzla seninleyiz Gazze) şeklinde sloganlar atılarak İsrail Konsolosluğu önüne gelindi. Burada okunan basın açıklamasıyla, Filistin halkının Gazze’de 17 aydır karadan ve denizden İsrail ablukası altında olduğu, yaklaşık bir aydır Gazze’ye elektrik verilmediği, gıda ve ilaç stoklarının tükenmekte olduğu dile getirildi. Ayrıca okunan bildiride, ‘‘İnsanlığın damarları Gazze’de kesiliyor. Dünya kamuoyu çokuluslu şirketlerin krizinin derdine düşmüşken, Filistin halkının çığlığı en fazla Gazze’yi çevreleyen duvarlarda yankılanıyor. Ama biz buradayız! O çığlığı işitiyor ve sessiz kalmıyoruz. Tıpkı daha önce, bu topraklarda kimliklerinden ve inançlarından ötürü zulmedilen Ermenilere,

Alevilere, Kürtlere, Müslümanlara sessiz kalmadığımız gibi; çalan savaş tamtamlarına karşı ‘‘kardeşlik istiyoruz’’ diye haykırdığımız gibi, Filistin halkına uygulanan zulme de sessiz kalmıyoruz. Gazze’deki Filistin için ayağa kalkarken Türkiye’nin ve Dünya’nın diğer Gazzelerinin de görmezden gelinemeyeceğini düşünüyoruz. Onların gördüğü zulmü, bu kampüsün ortasına inşa ettiğimiz apartheid duvarıyla cümle âleme ilan ediyoruz. Derdimiz sadece Filistinlilerin acısına ortak olmak değil; onların kimlikleri ve inançları uğruna verdikleri haklı mücadeleyi, intifadayı da sahiplenmek, ona omuz vermek’’ ifadelerine yer verildi. Grup Yürüyüş’ün Filistin şarkılarını okumasının ardından grup dağıldı.

‘Gazze Karanlıkta, Boğaziçi Ayakta!’ bildirisi Gazze karanlığa gömüldü. Gazze halkı 17 aydır karadan ve denizden kuşatılmış durumda, bir aydan bu yana ise bölgeye tüm giriş çıkışlar engelleniyor. 12 metrelik dev duvarlarla çevrili bir cezaevi hücresi Gazze adeta. Hastanelerde makinelerle yaşam destek ünitelerine bağlı çocuklar elektrik kesintisi yüzünden ölümle pençeleşiyor. Bölgede buğday stokları tükendi, fırınlar çalışmıyor. Kıtlığın eşiğindeki Gazze açlıkla pençeleşiyor. Bir halk hayat damarları kesilmiş, ölüme terk edilmiş durumda, çığlığını duyurmaya çalışıyor. İnançları ve kimlikleri nedeniyle tarihin en büyük soykırımlarından birine maruz kalmış bir halkın adıyla kendi şiddetini meşrulaştırmaya çalışan siyonist İsrail, 60 yıldır Filistin halkına sürgünlerle, soykırımlarla, katliamlarla, suikastlarla yazılmakta olan bir tarih ‘hediye ediyor’. Siyonizm, köksüzleştirmek,


Yörüngesinde adsızlaştırmak, topraksızlaştırmak için inşa ettiği ‘duvarlar’ı ile Filistin topraklarının bir ülke değil bir hapishane olduğunu ilan ediyor. Sürgünlerle dünyanın dört bir yanında ve kendi topraklarında ‘mülteci’ye dönüştürülen Filistin halkı, tüm dünyanın utanç verici sessizliğine, siyonist politikaların dünya devletleri tarafından örtülü ya da açık desteklenmesine karşın 60 yıldır direniyor. Gazze’deki bu ablukanın tek sorumlusu İsrail devleti değil. Bu sistematik şiddete göz yuman, bu döngüden nemalanan bütün devletler bu suçun ortağı; dünya kamuoyu Gazze’deki kıyıma sessiz kalarak İsrail’i adeta teşvik ediyor. Bu kayıtsızlıktan aldığı destekle İsrail, BM’in yardım gemilerini bile savaş botları ile durdurmaya cesaret ediyor. İnsanlığın damarları Gazze’de kesiliyor. Dünya kamuoyu çokuluslu şirketlerin krizinin derdine düşmüşken, Filistin halkının çığlığı en fazla Gazze’yi çevreleyen duvarlarda yankılanıyor. Ama biz buradayız! O çığlığı işitiyor ve sessiz kalmıyoruz. Tıpkı daha önce bu topraklarda kimliklerinden ve inançlarından ötürü zulmedilen Ermenilere, Alevilere, Kürtlere, Müslümanlara sessiz kalmadığımız gibi; çalan savaş tamtamlarına karşı ‘‘kardeşlik istiyoruz’’ diye haykırdığımız gibi, Filistin halkına uygulanan zulme de sessiz kalmıyoruz. Gazze’deki Filistin için ayağa kalkarken Türkiye’nin ve Dünya’nın diğer Gazzelerinin de görmezden gelinemeyeceğini düşünüyoruz. Onların gördüğü zulmü bu kampüsün ortasına inşa ettiğimiz apartheid duvarıyla cümle âleme ilan ediyoruz. Derdimiz sadece Filistinlilerin acısına ortak olmak değil; onların kimlikleri ve inançları uğruna verdikleri haklı mücadeleyi, intifadayı da sahiplenmek, ona omuz vermek.

Bir kez daha haykırıyoruz. Zalimlerin zulmüne karşın hep beraber omuz omuza buradayız. Duvarların arkasına hapsedilmiş Filistin halkının yanında, siyonist kuşatmanın karşısındayız. Biliyor ve inanıyoruz ki eğer birleşirsek bu abluka kalkacak ve Filistin halkı özgürlüğüne kavuşacak. Yaşasın Özgür Filistin, Yaşasın Küresel İntifada!

Boğaziçi’nin

55

Boğaziçi’nden Manzaralar Yeni Rektör Kadri Özçaldıran Boğaziçi Üniversitesi’nde 2008-2009 öğretim yılının başında rektör değişikliği yaşandı. Kadri rektör oldu. Bütün rektörlerimiz gibi Kadri de başına geçtiği Boğaziçi A.Ş.’nin borsa değerini daha da arttıracağına dair yemin ederek görevine başladı. Geçmiş rektör Ayşe Soysal döneminden kalma yemekhane, Kilyos ulaşımı, şirketlere reklam panoları satma, artık yazmaya sıkıldığımız öğrenci belgesi, transkript, internet şifresi unutma parası vb. konularda ticari uygulamalarla yeni öğretim yılımız başladı ve devam ediyor. Kendini piyasada satmak isteyenlere acilen duyurulur. Tuhaf Bir Şey Öğretim yılına, bizim okulda beş altı yıldır yaşanmayan bir uygulamayla başladık: Kılık kıyafet kurallarına uyma zorunluluğu. Günlük deyimiyle başörtüsü ya da türban problemi. Uygulamayı anlatalım, eğer başınızı örtmüş ve içeriye bu şekilde girmek istiyorsanız, suç işlediğinizi kabul ettiğinizi bildiren dilekçeyi imzalamanız gerekmekte. Başkasına bırakmayın, haydi kendi kendinizi fişleyin! Bu uygulamaya karşı ekim ayında yapılan eylemlerin basına yansımasıyla rektör, Boğaziçi’nin liberal havasını daha fazla bozmamak ve basında böyle haberlerle

yer almamak için geri adım atmak ve uygulamayı kaldırmak zorunda kaldı. Okul, eğitim fakültesi dışında eski havasına döndü. Eğitim fakültesinde ise bazı hocalar derse başörtüsüyle gelen öğrencileri sınavlarda aldıkları notlara bakmaksızın derslerden bıraktılar. Bununla da yetinmeyip, 16 başörtülü öğrenciye ‘‘eğitim 101’’ ve ‘‘eğitim 211’’ derslerinde 2547 sayılı kanunun ek 17. maddesine aykırı davrandıkları gerekçesiyle disiplin soruşturması açıldı. Derslere şapkayla girdikleri gerekçesiyle rektörlük tarafından 16 öğrenci hakkında soruşturma başlatılması, öğrenciler tarafından protesto edildi. 25 Şubat günü savunma yapmak üzere çağrılan öğrencilerle birlikte yaklaşık 150 öğrenci 11:30 gibi eğitim fakültesinin önünde toplanarak Kuzey Kampüs’ten, ‘‘Rektör Sözünü Tut, Akademik Onursuzluk’’ yazılı dövizlerle Güney Kampüs’teki rektörlük binasına yürüdü. Rektörlük önünde soruşturma kağıtlarını yırtan öğrenciler yaptıkları basın açıklamasında ‘‘Boğaziçi hiçbir zaman dayatmanın, ayrımcılığın ve yasakçılığın yeri olmayacak. Rektörün sözüne rağmen soruşturma açılması BÜ. geleneklerine aykırıdır. Biz bu soruşturmayı kabul etmiyor, muhatap almıyoruz.’’ ifadesini kullandı. Soruşturmanın sonucu ise henüz açıklanmadı.


Kapital’i Politik Olarak Okumak Harry Cleaver

Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik - 254 sayfa

Bu kitapta, kapitalizmin sadece sömürüyle değil, aynı zamanda bütün bir hayatı sonu gelmez bir şekilde işe tabi kılma yönünde bir eğilimle tanımlanması gerektiğini öne süren bir analiz bulacaksınız. Marx’ın emek değer teorisi sadece sömürüyü, başkaları için harcamaya zorlandığımız fazladan emeği açıklamak için tasarlanmış bir teori değildir. Emek değer teorisi, aynı zamanda, hayatın kapitalist örgütlenmesinin temel mekanizmasına ve dolayısıyla kapitalizm içindeki sınıf çatışmasının temel bağına ve de kapitalizmin ötesine geçebilmek için aşılması gereken temel toplumsal örgütlenme tarzına dikkatimizi çeken bir teoridir. Kapitalizm çalışmak için yaşamayı içerir, öte yandan bizler sadece yaşamak için çalışmak adına mücadele ederiz. Emek değer teorisi, emeğin değerinin soyut olarak ya da genel olarak insanlar için bir teorisi değildir, emeğin sermaye için değerinin, sermayenin toplumu örgütlemesinin aracının, temel toplumsal kontrol aracının teorisidir.

Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John Holloway Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik, A. Rıza Güngen, Cumhur Atay, A. Serkan Mercan- 284 sayfa

Werner Bonefeld ve John Holloway’in bu kitabı, küresel serbest piyasa ekonomisinin kuruluş sürecinin içinde para politikalarını ve uluslararası kurumlar aracılığı ile düzenlenen borçlanma sistemini ele alıyor. Keynesçiliğin çöküşünden ve Altın Standartı’nın terk edilmesinden sonra yaşanan yeni sermaye birikim sürecinde borçlanmaya dayalı artı-değer üretme pratiklerini inceliyor. Kitabın temel vurgusu, 1970’lerde girdiği krizden serbest para politikaları ve borçlanma yoluyla çıkmaya çalışan sermayenin, aslında bu yolla daha da batağa saplanacağı yönünde. Çünkü yazarlara göre, kriz aslında sermayenin yeniden üretiminin güvence altına alınamaması ile ilgili ve bu da sermayenin emeği kendisine tabi kılmakta yaşadığı güçlükten kaynaklanıyor. Yani sermaye bugünkü krizini çözmek için, serbest para politikaları ve borçlanma yoluyla emeğin gelecekte yaratacağı artı-değere el koymaya çalışıyor. Kitabın yazarları bu perspektiften yola çıkarak, yeni sermaye birikim süreci içindeki sınıflaştırma pratiklerini anlamaya ve emeğin isyanlarının sermayeyi krize sokma olanaklarını araştırmaya yöneliyor. Bu anlamıyla kitap, sermayenin krizlerini sınıf mücadelesi ile ilişkilendirerek, sermayenin nesnel gelişme yasalarının dışına çıkarıp öznellik zemininde ele aldığı için, emek cephesinin özgürleşme pratiğinde sermayeden bağımsız kuruculuğun olanakları üzerine düşünmenin önünü açıyor.

Conatus 5

Kriz Teorisi ve Öznellik İçindekiler

Bir Sınıf Mücadelesi Teorisi Olarak Marx’ın Kriz Teorisi - Peter Bell ve Harry Cleaver Sermayenin Küreselleşmesi, Kriz ve Sınıf Mücadelesi - Simon Clarke Çürüme: Çöküş Teorisi mi Yoksa Teorinin Çöküşü mü? - Aufheben Kriz Teorisi ve Kuruluş Problemi - Giacomo Marramao Kapitalist Tahakküm ve İşçi Sınıfının Sabotajı - Antonio Negri Sorun Aşırı Rekabet mi? - John Bellamy Foster Rekabet ve Sınıf: Foster ve McNally’e Bir Yanıt - Robert Brenner Kapitalizmin Politikası - Ellen M. Wood Soyut Emeğin Krizi Biziz - John Holloway İktidar ya da Karşı İktidar? Kriz Sonrası Arjantin’de Piquetero Hareketinin İkilemi - Ana C. Dinerstein ‘‘Zapatismo’’ ve Toplumsal İlişki Olarak Küreselleşme - Massimo de Angelis


yeni

Marx’ın Kriz Teorisi

!

Simon Clarke

Politik Ekonomi Dizisi - İngiliceden çeviren: Cumhur Atay - 323 sayfa

Kapitalizmin yeni bir küresel krizinin içinden geçiyoruz. Bu kriz, 21. yüzyıl sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulacağı bir dinamiği taşıyor. Küresel kapitalizmin bu krizi, unutulmuş olan Marx’ı çağırıyor ve emeği şenliğe davet ediyor. Fakat Türkiye devrimci hareketi, kapitalizmin bu krizi karşısında teorik ve politik bir kriz yaşıyor. Genel anlamda söylersek, devrimci hareket kriz karşısında yaşama ajitasyon çeken propaganda dilinin ötesine geçemiyor. Geleneksel olarak Türkiye devrimci hareketi Marx’ı Lenin üzerinden okumuştur. Kriz, Marx’ı çağırıyor ve Marx üzerinden yeniden bir Lenin okumasını zorunlu kılıyor. Simon Clarke’ın ‘‘Marx’ın Kriz Teorisi’’ kitabı unutulmuş olan Marx’ı yeniden hatırlatıyor ve güncelliyor…

Otonom Yayıncılık Marx’ın Kriz Teorisi Simon Clarke Uyanış ve Seçme Öyküler Kate Chopin Futbolistas: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan Thimmel Kapital’i Politik Olarak Okumak Harry Cleaver Foucault, Marksizm ve Tarih Mark Poster Gökyüzünü Fethetmek Steve Wright Nietzschelerin Şöleni Jacques Derrida Umudun Yolcuları William Morris John Ball’un Rüyası William Morris Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John Holloway Önemsizin Arkeolojisi: Condillac Okuması Jacques Derrida Durito’yla Söyleşiler Subcomandante Marcos Kadınlar Ülkesi Charlotte P. Gilman Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş Eugene W. Holland İmparatorluktaki Hareketler Antonio Negri Marx ve Komünalist Otonomi Der: Cengiz Baysoy Michel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi Judith Revel Avrupa ve İmparatorluk Antonio Negri

Nietzsche Gilles Deleuze Bizim Gibi Komünistler Felix Guattari, Antonio Negri Marx Ötesi Marx Antonio Negri İstisna Hali Giorgio Agamben Yıkıcı Politika Antonio Negri Bergsonculuk Gilles Deleuze İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika M.Hardt, A.Negri, P.Virno, G.Agamben Yaban Kuraldışlılık Antonio Negri Spinoza ve Siyaset Etienne Balibar İmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi Der: Cengiz Baysoy

CONATUS Çeviri Dergisi

Sayı 7: Milliyetçilik ve Irkçılık Sayı 6: Devlet, Egemenlik ve İktidar Sayı 5: Kriz Teorisi ve Öznellik Sayı 4: Değer Teorisi ve Sınıf Mücadelesi Sayı 3: Avrupa Birliği Sayı 2: Emperyalizm, Yeni Emperyalizm, İmparatorluk Sayı 1: Anti-kapitalizm

www.otonomyayincilik.com



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.