2000 20 subat

Page 1



Merhaba,

Sahibi: İdil Kültür Sanat Yay. Org. Rek. Film. Tic. Ltd. Şti. adına İRŞAD AYDIN Yazıişleri Müdürü: YASİN ALİTÜRKERİ Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ DEREBOYUC.NO:110/55 80840 ORTAKÖY/İSTANBUL TEL/FAX: (212) 26146 53-261 32 19 e-mail adresi: sanattatavır@hotmail.com Izmir: YAREN SANAT MERKEZİ 863 S. 23/2 KEMERALTI/İZMİR Ankara İDİL CAN KÜLTÜR MERKEZİ SİNAN C. DAYANIŞMA S. NO:12 DİKMEN/ANKARA TEL: (312) 481 69 64 Antakya CUMHURİYET M. GÜNDÜZ C. MURAT S. BAKIRCI PSJ. NO:8 TEL: (326) 214 0115 Abone Koşulları (6 Aylık) 5.000.000 .-TL (1 Yıllık) 10.000.000.-TL (6Aylık)42.-DM (1 Yıllık) 84.-DM Hesap No: (TL); 1116-0346785 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL (DM): 1116-301000 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL Ofset Hazırlık TAVIR YAYINLARI Baskı ASPAŞ Dağıtım BİRLEŞİK BASIN Y A Y I N DAĞITIM A.Ş.

"Milenyum"un ilk haftaları, yeni bin yılın hiçte yepyeni bir sayfa olmadığının kanıtıydı. Y e n i bin yıl, aslında eski bin yıldan devraldığımız bir önceki geceyle kesintisiz devam ediyor. Takvim yapraklan halkların kaderinin değişmesi için hiçte sebep değil. Bu mutlu bir kandırmaca sadece. Yeni bin yılın ilk görüntüleri evlerin bodrumlarından çıkan onlarca ceset ve dehşet fotoğrafları oldu. Ardı ardına kaybolan insanlarla ortaya atılan soruların arkasından, Beykoz'da yaşanan bir çatışma ve sonrasındaki gelişmeler, gündemin ilk sırasına bir anda Hizbullah ismini oturttu. Kim bu Hizbullah? Hangi aşamalardan geçti ve gelişti bu katliam görüntüleri. Bu vahşet tablosu nasıl oluştu? Bu tabloda ne vicdan, ne adalet, ne de hak kavramı vardır. Ama bir gerçek daha vardır ki, bu katliamlar yaşanırken sessiz kalan egemenler gerçeğidir. Bugüne kadar, halkın mücadelesine karşı bir emniyet sübabı olan Hizbullah; siyasi iktidar tarafından önü açılan, teşvik edilen ve kendisi de buna gönülden uyan bir yapılanmaydı. Şimdi elde patlamıştır. Şimdi t asfiye süreci başlamıştır. Kontrolden çıkma ihtimali gözönünde bulundurularak, başlatılan operasyonlarda, katledilen insanların cesetleri eliyle konmuş gibi ortaya çıkarılıyor. Bu olay bir başka gerçeği daha ortaya çıkarıyor ki, ağzına her özgürlük, adalet lafını alan, adil olamaz. Bu bir samimiyet, bir yaşam biçimidir. Yıllardır yaşanan gerçekler göstermiştir ki, bu ülkede adaletin, özgürlüğün ve kurtuluşun gerçek savunucuları halkın gerçek dostları, devrimcilerdir. Yine bir gerçek vardır ki, yıllardır bu kontrgerilla örgütünü kim besledi, büyüttü ve önünü açıp katliamlarına sessiz kaldıysa bu vahşetin sorumlusu da O'dur. Yani siyasi iktidardır. Dergimizin bu sayısının kapağına Hollywood ve Amerikan Rüyası gerçeğine ayırdık. Ülkemizin tüm salonlarını ele geçiren Hollywood filmlerinin iç yüzünü, emperyalizmin bilinçleri t eslim alma politikasının eğlenceli bombardımanını CIA, Pentagon ve Hollywood yazımızda okuyacaksınız. Mart sayımızda buluşmak üzere... Dostlukla..




B

erivan ve Esra... 13 Ocak tarihinde Gazetel erin üçüncü sayfasını çevirdi ğimizde okuduğumuz bir "haber"diler. Ya da televizyonun kumanda düğmesine basıp sesini açtığımız, bir haber olarak girdiler dünyamıza. Cesetlerinin görüntülerine bile bakmaya içimizin elverm ediği iki küçük kız çocuğu idiler... Yoksuldular, çocuktular ve çocukça hayalleri vardı ikisinin de. Haber verilmeye devam ediliyordu ve bi z onların nasıl vahşice katledildiğini izlerken tüylerimiz ürperiyordu. O an belkide kimimiz hemen yanıbaşımızda duran çocuklarımıza çevirdik yüzümüzü. Boğazımıza bir şeyl er düğümlendi. Belki küfürler ettik, belki sustuk. Sonra kumandanın düğmesine tekrar bastık. Kısacası insan olan herkesin içi sızladı onlara çizi len bu "kader"e. Kumandanın düğmesine bastık ama ne yaşanan gerçeği değiştirebildik ne de yaşanacak

olanları. İki küçük kız çocuğu idiler. Ve ölümü haketmeyecek kadar masum ve temizdiler. Ama öldürüldüler. Antalya'da bir ormanlık alanda ağaca bağlanıp tecavüz edilerek öldürüldüler. Ertesi günlerde haberin devamı nı okuduk gazet elerde. "Katilin kim olduğu yolundaki çalışmaların sürdüğü, yapılan kriminal incelemelerde..." diye devam eden haberler birbiri nin aynıydı. Katil kimdi? Amerikan filmlerinden alışkın olduğumuz "katil yada katiller" miydi cinayeti işleyen? Ya da ülkemizde sıkça yaşanan adi mafya cinayet lerinde kullanılan bir jargonla "ci nayete azmettiren"ler mi vardı? Ya da katil bir meczup muydu? Bunların hepsi olabilirdi Bunlar zincirin değişik versiyonlu birer halkalarıydı. Ama katil kimdi gerçekt en? Bu bulunacaktı. Cezası(!) verilecek,. tavı r / güncel / şubat 2000 / sayı : 20

mağdurun ailesinin yüreği soğurulacaktı(!) Ama ertesi gün başka katiller çıkacak, yeni Esralar'ın ve Berivanlar'ın kanına girecekti. Hatta belki bu sefer sapık aileden biri bile olabilecekti... Üçüncü s ayfa haberleri her geçen gün artarak çoğalacaktı... Yakalanan "tekil katiller" hapishanelere doldurulup doldurulup boşaltılacak, onlarm ne kadar sapık ve cani olduğu tartışılacak, kimse so runun kökenine inme yetisine sahip olamayacaktı. Burjuva gazetel er gözümüzün önüne bunları serip dökecek, üçüncü sayfa haberleri hiç bitmeyecekti. Bütün bu yaşananlar, gazet elerin kanlı üçüncü sayfalarını süsleyecekti... Sömürge bir 'ülkenin kirli yüzüydü üçüncü sayfal arda gördüğümüz. Evet kirliydi, kirletilmişti. Kim kirletmişti? Katil ya da katiller kimdi ya da azmettiren, katil


leştiren? Gazetelerin üçüncü sayfasına yansımayan onlarca yüzlerce adli vaka yaşanıyor ülkemizde. Köprü intiharları, hırsızlık, ahlaki suç ve her türlü kuraldışılık medyaya, ya yansıyor, ya da yansımıyor ama bir cinnet toplumu haline gelişimiz, somut bir gerçeklik olarak karışımızda duruyor. Her gün bunu daha fazla görüyor ve hissediyoruz. Bu tablonun nedenlerini belki düşünüyor, belki de bir gazete sayfasını çevirir gibi olayların üzerinden atlıyoruz. Bu tabloyu oluşturan nedenler nelerdir. En genel anlamıyla emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin daha sıkı hale gelmesiyle paralel giden dej enerasyonun pratikte somut hale gelmesidir bu gördüğümüz tablo. Ama dediğimiz gibi gazet elerin üçüncü sayfalarına yansıyan bu haberler her geçen gün ekonomik ve kültürel anlamda sömürülen bi r ülkenin sadece bir yüzüdür. Peki hep böyle miydi bu tablo? Hep böyle değildi kuşkusuz. Beş-on yıl öncesinde bile toplumsal değer yargılarına ters düşen bir olay günlerce gündemde kalır tartışılırdı. Süregelen yıllarda kirlenme her geçen gün artıyor, değer yargılarını çürütüyor ve yerini emperyalizmin yükselen değerleri ahlaksızlık, rantçılık, hile hurda , üçkağıtçılık, köşedönücülük alıyordu. Değer yargıları nasıl değişiyordu. Saygı ve sevginin yerini çıkara dayalı ilişkiler içten bir gülümsemenin yerini sahte gülüşler, paylaşmanm yerini bencillik, dayanışmanın yerini ise birbirini ezme, rekabet, üstün olma duygu ve düşünceleri alıyordu, insanlar, değerlerini her geçen gün yitiriyor, güven güvensizliğe, sevgi nefrete, üretici lik yerini hızlı bir tüketim kültürüne bırakıyordu. Bir ş eyler hızla kirleniyordu. En temiz olan, en saf olan değerler önce kirleniyordu. Hızla Amerikalı'laşıyorduk. Avrupalı'laşıyor, "batılı" oluyor, Ameri-

kan aksanıyla konuşuyor, fast food besleniyor, cool takılıyor; Amerikalı'laştıkça kirleniyorduk. 12 Eylül sonrası Türkiyesi'nde b u n u n temelleri daha sağlam atılıyor, bugünlere "t aşınacak bir miras" gözüyle bakılıyordu Amerikalı'laşmaya. Bu bir övünç kaynağıydı ve dönemin yükselen değeriydi. İnsanlık tarihinin evrens el değerleri yerini kapitalizmin yükselen değerlerini oluşturan bireys el yaşam özlemlerine bırakıyordu. Bireyi, bireysel yaşam özlemleriyle bırakıp toplumsal yanı köreltilmiş kişi haline getiriyordu. Zehir nasıl enjekte ediliyor? Ekranlara yansıyan Hollywood filmleri, Brezilya dizileri, bir sabun köpüğü gibi şişirilen ve yeri geldiğinde söndürülen müzik ilahları ve bütün bunlara t apınan, bağımlı hale gelen milyonlar... Futbol fanatikleri, moda, güzellik, lüks yaşam özlemleri bütün bunların yetmediği yerde ise sapkın inanç ve düşün ce akımları... piyasanın vazgeçilmezleri oldular. Fuhuş ve uyuşturucu birbirine bağlı ve batağa saplananlar için vazgeçilemez hale getirildi. Ülkesine, halkına ve halkının öz kültürüne yabancılaşmış kişiliksiz bireyler, düşünce yetisini yitirmiş beyinleriyle sistemin istediği prototiplerdi ve hepsinin katili aynıydı... Hepsinin kişiliğine sıkılan kurşun aynı silahtan çıkıyordu. Eğitim, ilköğretimden başlayarak ezberci hatta ezberci bile olmayan, düşünmeyen, üretmeyen bi reyler yetiştirmeyi hedefliyor ve bu hedefine de büyük ölçüde ulaşıyor. Sistemin kapasite fazlası ilan edilen büyük bir kesim dejenerasyonun bat ağına itiliyordu. "Paran kadar konuş" felsefesi benimsetiliyor, parası olmayanl ar konuşamıyor kendini i fade edem eyerek vahşi kapitalizmin metropollerinin bildik senaryosunun figüranları oluyordu. Titavı r / güncel / şubat 2000 / sayı: 20

nerci çocuklar, köşe başl arındaki fahişeler, rant tüccarları, mafya-polis işbirliği, fırsatçılar, dolandırıcı lar, fesatlar, din, milliyet, mezhep bezirganl arı, uyuşturucu trafiği, işbirlikçi tekeller ve kurulan bu denklemin sonucu; değerlerine yabancılaşmış, kendini güçsüz, değersiz ve yalnız hisseden bireyler olarak çıkıyordu. Bu kişilikler, yozlaşmaya, ahlaki dejenerasyona, düşkünlüğe açık yapısı ile sistemin güvencesiydi. Toplum bencilleştikçe uygarlık ve özgürlük adına çılgınca tükettikçe günlük yaşayıp üretimden yoksun hale geldikçe dejenere kesim çoğalacaktı. İşte emperyalizm sömürgeleştirdiği ülkelerde bunu başarıyor, hedefine büyük ölçüde ulaşıyor. Gelişmiş kapitalist yapıya sahip olan emperyalist ülkelerde de durum bu tablonun daha renkli ve iğrenç bir hali şeklinde yaşanıyor. Geri bıraktırılmış ülkelerde fı rsatçılık ve vurgunculuk yapamayan bir kesim de var. Bu kesim daha temiz kalmış ve koruduğu değerleriyle çatışan, bu etkilenmelerden uzak duran emeği ve namusuyla geçinmeye çalışan sistemin ekonomik buhranı en derinden his seden kesim olarak sosyal bunalımı yoğun olarak yaşayarak var olmakta bugün. Yaşadığı hayat çekilmez hale geldiğinde, ya sistemin çarkları arasına giriyor, değerlerini yitiriyor ya da kendisinin ve ailesinin yaşamım trajik bir sonla noktalar hale geliyor. Sömürge bir halkın, sömürge olarak kalabilmesi için öncelikle kendi öz kültürüne yabancılaşması, değerlerini yitirmesi gerekir, işte iş e ilk olarak buradan başladılar. Kültürüne yabancılaşmış bir insan, sistemin baskılarına direnem eyip boyun eğecektir. Frantz Fanon, ezilenlerin psikoloji ve yabancılaşmayı konu edindiği "Siyah Deri ve Beyaz Maskeler" adlı kitabında zenci ırkının kendi kül-


türüne ve ırkına yabancılaşmasını çözümlerken konuyu şöyle değerlendiriyor: "Her sömürge halk, başka bir deyimle kendi yerel ve orjinal kültür kaynakları söndürülmek ya da toprağa gömülmek suretiyle ruhunda onulmaz bir aşağılık duygusu yaratılmış her halk, neredeyse bir varoluş şartı olarak başka ve yeni bir uygarlığın yayıcısı durumundaki ulusun diliyle, yani metropol kültürüyle göğüs göğüse bir hesaplaşma içinde bulur kendini. Sömürge insanı artık ana ülkenin, metropol kültürel standartlarını benimseyebildiği oranda yükselecektir, cangıla özgü o ilkel yaban statüsünün üstüne. Yüzünün ve dünyasının siyahlığından, cangılın loş kültüründen sıyrılabildiği oranda beyazlaşacak ve adamdan sayılacaktır." "Adamdan sayılabilmek" için yaratılan ortama uyum sağlaması gerektiğini düşünecek ve kendisine yaratılan alternati f kültürü kolayca alacaktır. Yaşadığı yoğun ekonomik bunalım, daha iyi yaşama isteğinden çok sadece namusuyla para kazanabilme isteğine bile ulaşamamak bireyi ya cinnete, bunalıma sürükleyecek bunun sonu cu ya bir cinayetle ya da bir intiharl a sonuçlanacak. Varolan öfkenin, tepkinin kendini o hale getiren üst sınıfa yöneltilememesi sadece siyasi bilinç geriliğinin bir yansıması değil. Bu durum tecavüz, intihar, cinayet gibi bir eylemle son bulduğunda yargılanacak olanın sadece eylemi gerçekleştiren birey olmadığı sonucunu görebilmemizi gerektirecektir. Cinayeti gerçekl eştiren birey elbette masum değildir. Sistem ne kadar adaletsizliklerle dolu da olsa ve bu ortamı yaratmış olsa da değer yargılarını koruyabilmeyi başaran bir kişi katil olmadan da yaşayabilir. Öldüren sadece tekil bir katil değildir. Öldüren sistem ve sistemin yarattığı kişiliklerdir. Peki bu kişilik nasıl bir kişiliktir? Nasıl bir sistemde yaşamıştır? Sistem ona nasıl bir hayat sunmuş, nasıl bir kültür vermiş ve kül-

tür hangi psikolojiye göre ş ekillenmiştir? G. Guex'in bu konudaki değerlendirmesi işlediğimiz konu itibariyle dikkat çekici yanlar taşıyor: "Affektif özdeğer eksikliği içekapanık, nevrotik kişiyi değişmez bir biçimde hep o kemirici ve yapışkan soyutlanmışlık duygusuna iter, hiçbir yerde kendisine özgü bir yerin olmadığı ya da daha yerinde bir ifadeyle her yerde fazlalık olduğu duygusuna... Bu 'başkası' olmak deyimi içine kapalı tiplerin dilinden hemen hiç düşmeyen bir deyimdir. 'Başkası' olmak duygusu kişinin kendini her an yüzgeri edilmeye, tecrit edilmeye hazır tutması, her an kendini tetikte, bıçak sırtı bir konumda hissetmesi halidir... O kadar ki gerçek felaketin insanlar tarafından dışlanma ve horgörülme felaketinin başa gelmesi için ne lazımsa elinde olmaksızın yapan çoğu zaman yine bu duygunun tutsağı durumundaki içine kapalı tipin bizzat kendisi olmaktadır. Tabii, bu terkedilme halleriyle birlikte tüm şiddetiyle ortaya çıkan ve köken itibariyle hatta çocukluktaki s evgi ve ilgi noksanlıklarına dayanan iç çatışmaların verdiği acının şiddet ve boyutlarını kestirmek oldukça zor." Guex'in çizdiği bu kişilik ülkemizde yaşayan ve böylesi suçlara itilen kişiliklere hiç de yabancı değil. Ortaya çıkan şiddet içeren so nuçları hergün gazet elerin üçüncü sayfa haberlerinde görüyoruz. Sistem, katiller, dolandırıcılar, vurguncular, hırsızlar, fahişeler üretiyor. Ve yoz kültürünü onlar sayesinde yaygınlaştırıyor, yapı taşlarını böylelikle sağlamlaştırıyor. Ülkemiz, emperyalizminin sömürgeleştirdiği ülkelerden sadece biri. Emekçi halk kesimlerine reva görülen yaşam standartları, çarpık sosyoekonomik bir yapının aynası durumunda. Dejenere edilmiş kül türel yapı giderek daha da dejenere hale gelirken çevremizde gördüğümüz insanlık dışı pek çok olaya duyarsız kalmayı ya da kanıksamayı da beraberinde getiriyor ki en tehli keli olan da bu... tavı r / güncel / şubat 2000 / sayı : 20

Hemen her gün tel evizyon haberlerinde izlediğimiz ve raiting arttıran haberler, topluma bir ibret vermek için mi yayınlanıyor yoksa raiting patlaması yapsın veya bi razda kafalar bunlarla meşgul edilsin; birikmiş öfke, kin, o sadece bir kişi olan katile, sapığa yöneltilsin diye mi? Bu haberleri abartılı, bol kanlı biçimde sunan medyanın elbetteki topluma ibret olsun diye yayınlama gibi bir amacı yok. Çünkü medya, bir tanımlama ile bu sistemin dördüncü kuvvetidir. Bizim gibi ülkelerde sistemi ayakta tutan önemli bir mekanizmadır. Çünkü emperyalizm kültürel zehirlenmeyi en iyi medya kanalları aracılığıyla yapar. Kültürel zehirlenme toplumu cinnet psikolojisine itecektir. Tekrar yazımızın başına dönersek, yazımızı yazarken çıkış noktamız olan iki küçük kız çocuğu cinayetinin failini çok net biçimde görürüz. Emperyalist yoz kültür, bir bataklıktır. Bu bataklıkta üreyen mikroplar ise katiller, soyguncular, vurguncular vs. dir. Cinayet işleyen, hırsızlık vb. yapan kimseler elbette hiç bir zaman m asum değildir. Bu sistemin çarkları arasında ezilmeden tertemiz kalmayı başarabilenler yok değil dir. Ama sistemin katil, toplumsal değer yargılarına göre suçlu yarattığı ise bilimsel bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Öldürülen iki küçük kızın kaderini belirleyen sistem, milyonların kaderini belirlemek için sömürüyü arttırıyor, yozlaşmayı körüklüyor. İki küçük kızın katili bulunacak belki... bulunsa da, yargılansa da, sorgulansa da değişen hiç bir ş ey olmayacak. Çünkü sistem yeni katiller üretmeye devam edecek. Kumandanın düğmesine bastığımızda değiştiremeyeceğimiz gerçekleri ortadan kaldırmak ancak bu sistemin bayağı kültürüne alternatif olarak üretilen kültüre sahip çıkmakla mümkün olacaktır. •



zorlukla yolunuzu gözlüyor anababalarınız. Aynı çileyi çeki yor. Onun için aynı sınıftasınız sizler..." Hafi fçe başını okşadı; önlerinde uzanan m as mavi denizi işaret etti parmağıyla. "Derya olup sevmek gerekir. Bak şu yükselen dalgaya. Nasıl da öfkeli, işte bu dalga kadar da denizi aşıran öfke olmak gerekir. Ekmeğine el uzatana kızgın bir ateş kadar öfkeli ol!" Yıllar geçti... Denizin mavisi gökmavisine karışmış, dalgalarsa kabarıp durmakta. Ahmet Öğretmeniyle son kez oturdukları o kayaya oturdu. Sessizliğe verdi öfkesini; haykırdı. Ahmet Öğretmeni öldürdüler! Ahmet Öğretmeni kim öldürdü? Neden? Elimizden tuttu diye mi? "Sevin ülkenizi." dedi; "Vatanınızı sevin. Yalnızca kendiniz için değil bütün insanlık için yaşamayı öğrenin." Onun için mi öldürdünüz Ahmet Öğret meni. Onun için son bir kez göresim geldiğinde tanıyamadım yüzünü. Ah be Ahm et Öğretmen, bir el ense çekem edin mi, sırtını vuramadın mı yerlere sana bunları yapanların. Belki oğullarını, kızlarını okuttun, öğrettin onlara da bize öğrettiklerini. Ama onlar nasıl bir can taşıyor ki içlerinde böyle bir zulmü taşıdılar yanı başına. Sonra hıçkıra hı çkıra yürüdü yolları. Döndü okuluna. Sürüye sürüye götürdü ayakları onu sınıfı na. Geç geldiği sınıfına, ne bir özür, ne bi r ses verdi, sadece burnunu çekti. Yerine oturduğunda, öğretmeni kaldığı yerden devam etti derse. "Işık" dedi Promete. "Çaldım... Yak bunu. Geceyi gündüz yap. Al, parlat çabuk." Işıktan biraz alıp dışarı fırl adı. Bu eve, o eve, ötekine, daha ötekine. "Parlatın bu ışıktır." dedi. Köylere koştu. Ovalara, derelere; "Alın, parlatın bu ışıktır." •

tavı r / öykü / şubat 2000 / sayı : 20


mıştı. Nazlı nazlı dalgalanan 50 eyal etin bayrağı ile açılan film yine bu bayrakla sona eriyor, üç s aat boyunca manüplasyonun en başarılı örneğini izliyorduk. Bu film, Amerikan ordu merkezi Pentagon ile manüplasyon merkezi Hollywood'u yan yana getiriyordu. "Er Ryan'ı kurtarmak" filminden çok etkilenen Pentagon, sinema endüstrisinin ulaştığı devasa teknolojiden askeri alanda da yararlanmaya karar vermiş. Barry Levinson'un yönettiği "Başkan'ın Adamları" filmini izleyenler görmüşlerdir. Bu devasa teknolojinin Amerikan politikasının hizmetine girdiğinde nasıl büyük işler başardığını. Belki Pentagon'un esin kaynağı asıl bu filmdi. Neyse bundan böyle, Amerikan ordusu, bu savaş filmindeki teknolojiden, kendi askerlerinin eğitimi için yararlanacak. Gerçek savaştakine yakın

bilir sadece askerler değil tüm halklara yaşatılacak bu sanal savaş yanılsamaları. Bunlara bir başka ilave, bir kontra-at ak CIA'den geliyor. ABD'nin suç örgütü CIA, imajını düzeltmek için yürüttüğü faaliyetlerin bir parçası olarak, Hollywood'la ortak bir film gerçekleş tirmiş. Filinin adı da tam CIA'ya yakı şır tarzda seçilmiş: "Casuslar Arasında". Filmin bir özelliği de, bir bölümünün CIA'nın merkez binasında çekilmesi ve altı CIA ajanının da filmde rol alması. Filmin galası CIA merkez binasında yapılmış. Bu iki örnek, Hollywood'un CIA ve Pentagon'la ne kadar i çli-dışlı olduğunu göstermek açısından küçük örneklerdir. Ancak bu yakınlık, sadece Hollywood'la sınırlı olmayıp, sanat alanının tümünü kapsamaktadır ve tarihsel olarak uzun bir zaman dilimine yayılır. tavı r / kapak konusu / şubat 2000 / sayı : 20

yeralıyordu. CIA işe öncelikle kendi bünyesinde bir kültür-sanat birimi oluşturmakla başladı. Bu birimin görevi, ABD'nin "anti-komünizm" propagandalarını güçlendirecek bir kültürel oluşum yaratmak, Sovyet karşıtı kültürsanat akımlarını güçlendirm ek ve "aydın-sanat çıları" örgütleyerek antikomünist bir sanat cephesini oluşturmaktı. CIA'in, kültür-sanat bölümünün başındaki Tom Branden, birimin çalışmaları konusunda şunları söylüyordu: "SSCB'ye karşı, ABD'nin yaratıcı özgürlüğün ve entellektüel gelişmenin merkezi olduğunu göstermek için faaliyet gösterdik. Bunun için yazarları, müzisyenleri, sanatçıları toparladık. Bunu da başarılı bir şekilde yaptık. Kimse bizden şüphelenmedi. Bütün parayı biz koyunca, tanıtım faaliyetlerini yürüttük." CIA, Kültürsanat faaliyetlerinin bir parçası olarak


1947 yılında "Kültüre Özgürlük Kongresi" adlı bir kongre düzenledi. İlk toplantısı Berlin'de yapılan kongreye, 21 ülkeden ve her daldan 118 tanınmış "aydın-sanatçı" ve politikacı katıldı. Katılanların yüzde kırkı ABD'liydi, Kongre öncesinde çeşitli komiteler oluşturulmuş ve komitelerin başına öncelikle eski "komünistler" getirilmiştir. Kongrenin yürütme kurulu da yine benzer nitelikte kişilerden seçiliydi. Eski komünistler, SSCB'den kaçanlar, sosyalist ülkelerde ya da halk cumhuriyetlerinde yaşayan karşı-devrimci "aydın"lar, burjuva ülkelerin öne çıkan aydın-sanatçıları... Kongrenin faaliyetlerinde çeşitli yöntemler izlenmiştir. Satın alma, satın alınamayanlara yönelik saldırılar ve Marksist aydınlar arasında ideolojik bulanıklık yaratmaya dönük propaganda faaliyetleri bunlar arasında sayılabilir. İşlenen ana tema, ABD'nin özgürlükler ülkesi, SSCB'nin ve sosyalizmin ise özgürlüklere ve yaratıcılığa düşman, baskıcı, yasakçı bir sistem olduğudur. Bu nedenle, emperyalist sistem ve onun efendisi ABD kutsanmalı, SSCB ve sosyalizm lanetlenmelidir. Buna bağlı olarakta ABD'nin dünya halklarına yönelik saldırı ve katliamları "Özgürlük Savaşları" olarak görülüp alkışlanmalıdır. Kültüre Özgürlük Kongresi'nin başından sonuna kadar tüm faaliyetleri, kitap, dergi, gazete, film, konferanslar vb. tüm etkinlikleri ve yürüttüğü tüm kampanyalar CIA tarafından finanse edilmiştir. Bu, tüm belgelerle sabittir. Kongre, faaliyetlerini 1975 yılma kadar sürdürdü. CIA, soğuk savaş dönemi boyunca özellikle Avrupalı sanatçıları ve aydınlan denetim altına almak için vakıflar ağı oluşturur. Başta "Encounter" adlı ünlü san a t dergisi olmak üzere, uluslararası 12 sanat dergisi çıkarıldı. Zaman içerisinde bir çok ülkeye yayılan bu içerikteki dergilerin sayısı 800'ü bulmuştur. CIA'in bu dönemdeki faaliyetlerinden biri New York Modern Sanatlar Müzesi'nin kurulmasıdır. Bu müze, Rockfeller Vakfi'na ait gözüküyordu ki, burada CIA'in rolü gizli görülse de

Rockfeller Vakfı'nın faaliyetleri bilindiğinde Rockfeller'in, CIAin gizli yüzü olduğu gerçeğine de varılabilir. Ta ki, CIA'in, Amerikan tekellerinin özel güvenlik örgütü olduğu gerçeği akıldan çıkarılmadan. Yine kimi kaynaklara göre, bu dönemde, Sovyetlerdeki sosyalist gerçekçilik akımının karşısına "soyut ekspresyonizm" bir ekol olarak seçilmiştir. Bu ekolde ürün veren Jackson Pollack, Robert Mothenvall, William de Konning, Mark Rantko ve daha birçok sanatçı-yazar CIA tarafından desteklenmiştir. CIAnın baştacı ettiği yazarlardan birisi de George Orwell'dir. Entelektüellerimizin de baş tacı ettiği Orwell'in yazdığı "1984" ve "Hayvanlar Çiftliği" romanlarının temel vurgusu, sosyalizm ve SSCB düşmanlığıdır. "1984" adlı romandan aktaracağımız bir bölüm, Orwell'in CIAnın ilgisine ne derece layık olduğunu anlamaya yetecektir: "Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kendi hallerine bırakılırsa, kuşaklar, yüzyıllar boyu çalışırlar, üretirler, ölürler. İçlerinde başkaldırı için bir ilki oluşması şöyle dursun, yaşadıkları dünyanın bundan daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksundurlar.

nat Dairesi Şefi Tom Braden bu durumu şöyle açıklar; "II. Dünya Savaşı bittikten sonra, ABD'de Sovyet bestecisi Şostakoviç'in önderliğinde, gerçekleşen Dünya Barış Kongresi'nde Amerikan toplumundaki entelektüellerin ve sanatçıların ezici bir çoğunluğunun Amerikan Komünist Partisi üyesi olduklarını ya da Sovyetler'e sempati ile baktıklarını fark ettik. Bir şeyler yapmalıydık." Bu korku, beraberinde .ABD'deki aydın ve sanatçılara yönelik, anti-komünist saldırı kampanyasını getirir. Mc Carty Dönemi olarak adlandırılan dönemde saldırı dalgası doruk noktasına ulaştı. ABD'li Senatör Mc Carty başkanlığındaki "Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komisyonu-HUAC" 1947 ve 1951'de ABD'deki "komünist faaliyetleri" açığa çıkarmak gerekçesiyle, aydın ve sanatçıların da içinde bulunduğu geniş bir kesimi kapsayan bir sor u ş t u r m a kampanyası başlattı. Soruşturma'lar, komü-

( ...) Kafalarında düşünme diye bir şey olmadığı için onlara düşünme özgürlüğü tanınmıştır." İşte CIA, bu Orwell'in "Hayvanlar Çiftliği adlı romanının animasyon filmini hazırlayarak dünyaya dağıtır.(1) Kısacası soğuk savaş döneminde CIA adeta ABD nin "Kültür Bakanlığı" gibi çalışır. Mc Carty Harekatı, ABD'nin ve., CIAnın soğuk savaş yıllarında kültürel alandaki saldırgan politikaları bizzat kendi ülkesinde de derinden hissettirdiği sürecin adıdır. CIA Kültür-Sa-

tavı r / kapak konusu / şubat 2000 / sayı : 20

James Bond


nist faaliyetlerin yoğunlaştığı söylentilerinin dolaştığı Hollywood'a kadar uzandı. Soruşturmalar sırasında, Hollywod ikiye ayrıldı. Bir kısım aktör, HUAC'ın baskılarına boyun eğerek nedamet getirdi ve komite karşısında anti-komünist söylevler vererek kendilerini emperyalizm nezdinde aklamaya girişti. "Walt Disney, Karton Filmciler Derneği'nin, komünistlerle dolu olduğunu ve bu kişilerin Mickey Mouse'u parti çizgisine sokmak üzere stüdyosunu elinden almak istedikleri yönünde açıklama yaparak, ilerici, devrimci, sosyalist sanatçıları HUAC tarafından gerçekleştirilen saldırıların odak noktasına iyice yerleştirdi" HUAC'la işbirliği yapanlardan birisi de Aktörler Birliği Başkanı Ronald Reagan'dır. ikinci sınıf kovboy filmlerinin aktörü Reagan, komünistlerden korunmak için tabancayla gezdiğini söyleyerek, çapsız bir aktörlük yaşamından ABD Başkanlığı'na uzanan yolun taşlarını döşemeye başlamıştır. Bugün Pentagon, CIA ve Beyaz Saray üçgeninin el üstünde tuttuğu seçkin faşist, sinemanın dahi çocuğu Steven Spielberg'ü bir kaç dönem sonra başkanlık koltuğunda görmemiz acaba ne kadar şaşırtıcıdır. Şatafat ve şov ülkesine böyle başkanlar yakışmazını. Komite'y le işbirliği yapan ve tanıdığı devrimci, demokrat, aydın insanları ihbar eden diğerleri de hakettikleri ödülü almakta gecikmez. Ayn Rand ünlü bir yazar sıfatım kazanır. Adolphe Monjau, Gary Cooper, Robert Taylor gibi isimler ise "başardı" oyunculuk yaşamlarım sürdürmek için geniş olanaklara kavuşur. Yine komite önünde pek çok insanı ihbar eden yönetmen Elia Kazan ise, dev bütçeli film sözleşmelerinin altın imza atarken Rıhtımlar Üzerinde gibi "sinema klasikleri"nde U dönüşünün teorisini yapmaktadır. Bu arada bu filmin Hiram Abas'ı derinden etkileyen bir film olduğunu da öğreniyoruz. Eha Kazan beklediği ödülünü yıllar geçtikten sonra alacaktır. HUAC önünde ihanet edenler olduğu gibi, bunun karşısında onurunu ve kimliğini korumayı başaranlar da çıkmıştır. Sor-

guya çekilenlerden birisi de Brecht' tir. HUAC'ın, Brecht'e yönelttiği suçlamaların en başta geleni anti-faşist bir kimliğe sahip oluşudur. HUAC, açıktan şöyle der Brecht'e: "Hitler'le savaşırken anti-faşist olmak doğruydu, ama bu fikirle ri önceden savunuyor olmak çok büyük bir yanlışlıktır." Brecht, sorgulama sonunda ABDyi terk etmek zorunda kalır. HUAC karşısında onurlu bir tavır takınan sanatçılardan birisi de Hans Sisler'dir. Eisler kendisine "Komünizmin müzik alanındaki Karl Marx'ı olarak nitelendiriliyorsunuz. Bu nitelendirmeye ne diyorsunuz?" diye soran HUAC üyesine hiç tereddütsüz, "Onur duyarım" diye cevap verir. (2) HUAC'ın soruşturmaları sonucunda komite karşısında işbirliği yapmayı reddeden on sanatçı birer yıl hapse mahkum edildi. Ve pek çok oyuncu, yönetmen ya da senaryo yazan, komünist oldukları ya da HUAC'la işbirliği yapmayı reddettikleri gerekçesiyle Hollywood'dan dışlandı. Traji-komik bir örnektir ama komedyen Maks Kardeşler'e soy isimleri Marks'a benzediği için 200 soruşturma açılmıştır. Emperyalist Kültürün Truva Atı: Hollywood. II. Paylaşım Savaşı sonrası başlayan soğuk savaş yıllarında Hollywood birbiri ardına acayip yaratıkların dünyayı fethetmeye çalıştığı filmler üretir. Bu filmlerle alttan alta dünyanın komünizm istilasına uğrayacağı ve bunun önündeki tek gücün, özgürlükler ülkesi ABD olduğunun mesajı işlenir. Yine bu dönemin sinemadaki popüler konularından biri de, casusluk filmleridir. Bu tür (James Bond vb.) casusluk filmlerinin sonunda genellikle CIA ajanları, KGB ajanlarını ya da "komünist istilacıları", kahramanca altetmeyi başarırlar. II. Paylaşım Savaşı'nı konu alan filmlerde ise "Hür Dünya"yı Nazi istilacılarından genellikle ABD ordusu kurtarır. Oysa bu zaferin asıl sahibi savaşın sonunda Normandiya'ya çıkarma yapan ABD değil, faşizme karşı savaşta 20 milyon insanım kaybeden SSCB'dir. Hollywood, işte bu gerçeği t a vı r/ kapak konusu /şubat 2000/sayı : 20

milyonlarca insanın beyninden söküp atmak için onlarca düzmece film üretti. '6 0'lı yıllarda yaşanan Vietnam Savaşıyla birlikte Hollywood; ABDnin dünya halklarına yönelik saldırılarını meşrulaştırmaya dönük filmleri birbiri ardına piyasaya sürdü. Vietnam'ı baştan başa kana boyayan, milyonlarca Vietnamlıyı katleden ABD, yine aynı maskeyi yüzüne geçirmişti. "Azgelişmiş ülkeler" her zaman için Sovyet yayılmacılığının tehdidi altındadır. Ve ABD bu yayılmacılığa yerinde müdahale etmeli ve bunun içinde komünist istilacılığın tehdidi altındaki ülkelerin yardımına koşmalıdır. Ne var ki savaşın sonunda Hollywood filmlerinin aksine, ABD savaşı kazanamamıştır ve Vietnam halkından unutamayacağı bir tokat yemiştir. Hollywood, Vietnam sendromundadır. 1990'lı yılların başında sosyalist sistemin çökmesinin ardından ABD ile birlikte Hollywood da tarihsel düşmanım kaybeder. Bu yıllarda ilan edilen Yeni Dünya Düzeni ile birlikte Holly-wood filmleri de yeni sürecin gereklerine uygun tarzda bir dönüşüme uğramıştır. Artık sosyalist sistem ve SSCB olmadığına göre ABD'nin karşısındaki tek engel halk kurtuluş savaşları ve devrimci örgütlerdir. Emperyalizm nezdinde devrimciler, "demokrasi"nin, insan haklarının, barışın ve "uzlaşma"nın baş düşmanı, azılı teröristlerdir. Hollyvvood filmleri artık bu temayı işleyecektir. Derken sinema salonlarım ve televizyon ekranlarını, CIA'n ın dünyayı kana bulamak iste-


yen "teröristlerle" yaptığı savaşları anlatan filmler kapladı. Bu filmlerde, terö ristlerin -dünyayı kurtarm ak adına- öldürülmesi, gerektiğinde işkence yapı larak önemli sırların alınması öyl esine olağan bir tarzda işlenir ki, filmi izleyenler açısından bu sonu cun kaçınılmaz ve gerekli olduğuna inanmaktan başka bir yol kalmaz. Buradan elde edilmek istenen sonuç ise, gerçek yaşamda devrimcilere yönelik düzenlenen katliam ve işkenceleri halkların kafasında meşrulaştırmaktır. Televizyonun günden güne yaygınlaşması ve yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gel mesiyle birlikte, Hollyvvood filmleri ve bu filmlerin içerdiği Amerikan kültürü ve yaşam tarzı insanların beynine çok daha fazla nüfuz etme olanağı bulmuştur. Bunun yanı sıra aynı zamanda büyük birer tekel olan Hollyvvood'un ünlü film şirketleri, geri bıraktırılmış ülkelerin pazarlarına da girerek bu ülkelerdeki pazarı da tam amen ele geçirmiş lerdir. Böylelikle yenisömürge ülkelerdeki, "ulusal" film şirketleri her yönüyle Hollyvvood'a bağımlı hale gelmiştir. Bu bağımlılık Hollywood'un empoze ettiği Amerikan ideolojisiyle, Amerikan filrnlerinin kötü kopyalarını üretmesini beraberinde getirmiştir. Ülkemizde olduğu gibi, yenisömürge ülkelerin pek çoğunda komik olmaktan öteye geçemeyen kovboy filmleri, "Dünyayı Kurtaran Adam" gibi "bilim kurgu(!)" filmleri çekilmiştir. Hollywood çıkışlı diziler ve filmler, bir yandan ABD'nin,

emperyalist dünyanın efendiliğini beyinlere işlerken, diğer yandan da ulusal kültürleri ve gel enek-görenekleri de adım adım yoketmektedi r. Her türlü ahlaksızlık, değersizl eşme, özenticilik ve tüketim hırsı, açılan bu kanaldan halkların günlük yaşamına sokulmakta, düşünme biçiminde adım adım çarpıklaşmaya yolaçmaktadır. Emperyalizm, 1945'lerden bu yana dünya genelinde politikalarını halklara dikte ettirmede ve saldırgan yüzünü meşrulaştırmada Hollywood filmlerinden fazlasıyla faydal anmıştır. Bu süreç boyunca, CIA'nın eli hep Hollywood'un içindedir. Süreçlere uygun senaryoların yazımında, belli filmlerin fi nanse edilmesinde, dağıtımında, sanatçıların ve senaristlerin yönlendirilmesinde CIA'nın aktif rolü vardır. Sadece filmlerin çekilmesinde ve dünyaya dağıtımında değil, aynı zamanda ödüllendirilmesinde de bu etkiyi görmek mümkündür. Dünyanın en önemli film ödülü olarak kabul edilen Oscar'ın hangi filmlere verildiğine bakmak yetecektir. Os car ödülüne layık görülen filmlerin dev bütçeli ve büyük kar getirecek nitelikte, moda deyimle "bomba" filmler olması önemlidir. Ama bundan daha da önemlisi ödül almaya aday bir filmin, ABD'nin dünya genelinde, o süreçt e izlediği politikaları da en iyi şekilde işlemiş olması belirleyici etkendir. Örneğin bu yılki 71. Oscar ödüllerinde iki savaş filmi birbirine rakip olmuştu. "Er Ryan'ı

Kurtarmak:' adlı film, Amerikan ordusuna övgüler dizmenin karşılığında beş dalda ödüle l ayık görülürken, savaş karşıü film olarak nitel endirilen "İnce Kırmızı Hat" yarışmadan eli boş döndü. Tabi, Er Ryan'ın yönetmenin Spielberg olması, İnce Kırmızı Hattın yönetmenin Hollyvvood'la uzlaşamayan Terence Mallick olduğunu da unutmayalım. Oysa, sinema eleştirmenlerinin pek çoğu, İnce Kırmızı Hat, gelmiş geçmiş en iyi "savaş karşıü film" olarak değerlendi riyor ve asıl ödüle bu filmi layık buluyordu. Bu yılki Oscar ödüllerinin en çok ilgi çeken yanı şüphesiz Elia Kazan'ın bir kez daha ödüllendirilerek "Ömür Boyu Başarı" ödülüne layık görülmesiydi. E. Kazan 1951'deki HUAC soruşturmalarında komisyona ihbarlarda bulunmuş, birçok kişinin yaşamını karartmış ve bunun sonucu Kazan, ihbarlarının ödülü olarak "ünlü" bir yönetmen olmuştu. Olmuştu olmasına fakat sanat çılar arasında, emperyalist kültür ve ideolojinin sadık bir uşağı ve simgesi olmaktan kurtulamamıştı. Şimdi tekrar ödüle layık görülmesi akla hemen şu soruyu getiriyor: Acaba Oscar ödül lerini Akademi mi dağıtıyor yoksa CIA mı?.. Tüm bu anlattıklarımız CIA ve Pentagon tarafından onyıllardan beri en az askeri operasyonlar kadar ciddiyetle el e alınmaktadır. İletişim araçlarından Hollyvvood'a, eğitimden, kültürelsanatsal etkinliklere kadar hemen her alana el at an CIA'nın faaliyetleri, beyinleri dumura uğratma amacına hizmet etmektedir. Emperyalizmin bu konuda oldukça mesafe katettiği de bir gerçektir. Bu gerçekliğin önünde durabilmenin ve onu tersine çevirebilmenin yolu ise, savaşı yaşamın her alanına yaymaktır. • Dipnotlar 1- Nitekim, geçtiğimiz y ıl İngiliz Gizli Servisi MI-5'in kamuoy una açıkladığı belgelerin ardından Orwell'in kimliği net olarak açığa çıkmıştır. G. Orwell, soğuk savaş döneminden beri MI-5 için çalışan bir işbirlikçidir. Birçok insanı komünist olduğu gerekçesiy le gizli servise ihbar etmiştir. 2- Müziğin bittiği zaman.

tavı r / kapak konusu / şubat 2000 / sayı : 20


tavır / müzik / şubat 2000 / sayı: 20


bul surların içinde, ayrı bir dünyada yeralmaktadı r. Anadolu ile varolan kültürel bağlar saray idaresi tarafından koparılmış, onun yerine, sağlam temeller üzerinde yüks elmeyen, dışarıdan alınarak, kalıp halinde getirilen ve dayatılan bir yaşam tarzı, kültürel şekillenme hakim kılınmıştır. Tanzimatın ilanı ile dönemin padişahları, II. Mahmut ve Abdülmecit, demokratik ve kısmi haklar vermek zorunda kalmıştır. (Daha doğrusu bu verilen demokratik haklar o dönem Pera'da yaşayan azınlıklara olmuştur. Nitekim Türklere tiyatro vb. olnamak bile yasaktır.) Bunun sonuçları ise dış dünyaya açılım şeklinde somutlanmıştır. Daha doğrusu dış dünyanın yani Avrupanın ekonomik, kültürel şekillenmesi, saray çevresinde saygınlık kazanmıştır. Bu yıllarda ilericilik misyonu yüklenen bu değişim daha çok toplumu üst tabakalarında özenti niteliğinde hakimiyet kurmuştur. Salon toplantıları, nazenin, politik, dış dünya üzerine yapılan sohbetler Fransızca şarkılar eşliğiyle tamamlanmaktadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde varol an bu anlayış Cumhuriyet'in ilk yıllarında da kendini korumuştur. Bu günlerde Anadolu köyleri, kentleri ise adeta kendi yalnızlığı na terk edilmiştir. Anadolu, sadece İstanbul ve saray çevresini besledi ği oranda hatırlanmaktadır. Bütün herş ey İstanbul, saray ve çevresi i çindir. Ancak bununl a birlikte bir boyutu daha vardır ki, Anadolu, İstanbul'a göre daha yavaş bi r kültkürel-tabii müzikal de değişim yaşasa da, Avrupa'nın hakimiyet kurmaya yönelik girişimlerine karşın kendini korumasını bilmiştir. Gelişimini daha sonraki yıllara bırakarak müzikal yapısını ozanlar geleneğiyle dilden dile aktarmış, halkın içinde, sağlam bir kültürel-müzikal temeller korumuştur. Yani

gelişmeye açık, özü sağlam olan güçlü temeller. Elbette bu tem eller, daha sonraki yıllarda üzerine inşa edilecek yapının mimarlarını bekl eyecektir. Ancak Cumhuriyet'in ilanı ve daha sonraki yıllarda bu yönde açılımlar sağlayacak politikalar üretilemeyecektir. Gerek bilinçli, gerekse politikasızlıktan dolayı Anadolu'nun saf ve zengin müzikal zenginliğinin bütünü açı ğa çıkartılamayacaktır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın organlarının oluştuğu ve işgalci batı kuvvetlerine karşı savunma ve saldırı hattının kurulduğu yıllar büyük bedeller gerektirmekteydi. Halkın evlatları bu savaşta canlarını veri rken geride kalanlar acılarını bağırlarına basıp düşenlerin yerlerini dolduruyordu.Anadolu yanmış, yıkılmış, halk kan ağlıyordu. Acılar içerisinde yitirilen oğullar, kızlar... I. Paylaşım Savaşı'nın sonlarına doğru yaşanan Çanakkale Savaşı ve ardından memleketin işgal edilmesi üzerine başlatılan Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nda çekilen acıları tüm Anadolu halkları omuzlamıştır. Ve bu acıları omuzlayan halklar kendi dilince, üslubunca bu yılları türkülerine taşımıştır. Anadolu'nun her yerinde ardı ardına yakılan türküler, sefere gidenseferden gelen, göç eden halk veya Anadolu'yu dolaşan ozanlar tarafından diğer yörelerdeki halkın yanı başına taşınmıştır. Ve bu türküler dilden dile, kulaktan kulağa bugünlere kadar gelmiştir.

tavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20

Çanakkale içinde aynalt çarşı Ana ben gidiyom düşmana karşı di zeleriyle başlayan Kastamonu türküsü buna örnektir. Çanakkale Savaşı'na giden Kastamonu'lu bir gencin o günl erini dile getirmiştir. Yine Ulusal Bağımsızlık Savaşı yıllarında bu günl eri di le getiren, savaşın kahramanl arını anl atan çokça türkü vardır. Eğilmez başın gibi / Gökler bulut lu efem Dağlar yoldaşın gibi / Sana ne mutlu efem...

İşçiler İktidarda Anadolu bu günleri yaşarken; dünya da, I. Paylaşım savaşının yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışıyordu. Savaşın sonunda hepsi kaybetmişti. Kazanan, karlı çıkan yoktu. Herşeyden önemlisi ise bir yandan savaş tüm heybetiyle sürerken hi ç de tahmin etmedikleri bir şey olmuştu. Rusya'da büyük proleter devrim gerçekleşmiş ti, işçiler Rusya'nın kalbini, 1 9 1 7 Ekim'inde ele geçirmişlerdi. Artık bu topraklarda yeni bir ekonomik sistem, kültürel şekillenme hayat buluyordu. Tabi, Amerika ve Avrupa devletleri bu durumdan hiç de hoşnut değildi. Ancak ellerinden birşey de gelmiyordu. Kendi aralarında-


ki ekonomik çıkar kavgası sırasında dünyanın büyük bir parçasını ellerinden kaçırmışlardı. Tüm bunlarla birlikte daha da önemlisi, kurulan sosyalist sistemin daha sonraki yıllarda ne kadar yaygınlaşacağını kestiremiyorlardı. Sovyet Rusya'da kurulan sosyalist ekonomi ve yaş am biçimi her alanda olduğu gibi sanat ve müzik alanında da yepyeni bir çıkış yaptı. 25 Ekim 1917 akşamı Şafak kruvazörü, Petersburg yazlık sarayını topa tutarken, Şalyapin, Narodni Dom'da, Verdi'nin "Don Carlos" operasının Felipe II rolünü oynuyordu. Kendisinin de anlattığı gibi patlamalar çok yakından duyulmakt a, figüranlar ve korocular kulise kaçışmaktaydı. Nereye kaçtığını bilmeyen seyirciler s alonda kalmış; ancak birkaçı dışarı çıkabilmiş ve geri dönerek tehlikeli bir durum olmadığını, otobüslerin ters yöne düştüğünü söylemişti. Bunun üzerine top sesleri arasında gösteri yeniden başlamıştı. "Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi gösteriler devam etti..." Devrim için girişilen ayaklanmanın zafer gününe kadar Rusya'da devam eden müzik gösteri leri devrimden hemen sonra da gündemde kaldı. Ancak bir farkla.

Artık sanatta, herşeyde olduğu gi bi bir avuç ayrıcalıklı kesimin değil, tüm halkın olacaktır. "Besteci Aleksandr Greçaninov, Moskova'nın çeşitli semtlerinde ders amaçlı resitaller verdiğini anlatır; ders aralarında sanatçılar ringa balığı ile siyah, savaş yılları ekmeğinden oluşan yemekle teşvik ediliyorlarmış; armağan olarakta evlerine un, bal ve ara sıra küçük, bir parça ş eker ve çi kolata götürüyorlarmış." Müziğin, halkın tüm kesimlerine götürülmesinin çabalandığı yıllardır bu dönem. Yepyeni bir ülkeyi yapılandırmanın zorlukları da vardır elbette. İlk dönemlerde Lunaçarski'nin sorumluluğunda olan Kamu eğitimi için Halk Komiserliği'nin örgütlenmesiyle her yerde orkestral ar çoğalır ve bunl arın görev alanları genişletilir. Flarmoni orkestrası kurulur. Daha sonraları ise orkestralar çoğalır. Zor koşullarda geçen 1918-1919 kışında, sadece Pet ersburg Devlet Orkestrası 96 konser verir. Bunlar sadece verilen büyük konserlerdir. Bunun yanında okullarda vb. veri len konserler de çokçadı r. Bu sırada oluşan, müzisyen gereksinimi ise açılan konservatuvarlar tarafından karşılanır. Kısacası, sosyalist çalışma sistemi çerçevesinde atılan adımlar sayesinde bu dönem tam bir "kültür patlaması" olarak tanımlanır. Genç Sovyetler Birliği'nin kültür sanat politikalarında yaptığı değişim elbette müzikal gelişimi de beraberinde getirir. Özellikle, ülke topraklarında yaşayan, çarlık döneminde tam bir sömürü ağı içerisinde bulunan ve müzikal olarak gelişimini yapamayan ülkelerde bir hareketlenme gözlenir. Sovyetler içerisinde bulunan halkların müziklerini geliştirmeleri için türlü olanaklar sağlanır ve bu sayede varolan yerel müzikler evrensel normlara kavuşturulmaya çalışılır. Güçlü müzikal çalışmalara tavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20

15

ağırlık verilir. Bu yönde yapılan çalışmaların önleri açılır. Daha sonraki yıllarda bu konuda oldukça olumlu sonuçlar alınır. Kızılordu Korosu buna örnek niteliktedir. Ülke içerisinde yürütülen müzikal çalışmaların yanısıra, kurulan sistemin politik olarak dünyaya yansıması pekçok ülkede müziğe yepyeni bir bakış açısını getirir. Çeşitli ülkelerde yürütülen devrimci mücadeleler gerek müzik politikası gereks e müziğin, sürdürülen mücadeledeki moral motivasyon boyutuyla, kendi ülkeleri ne has tarzlarl a kimi akımların öne çıkmasını sağlar, içerik olarak daha toplumsal yapıların oluşmasını sağlar.

Cumhuriyet İlan Ediliyor Genç Sovyetler Birliği'nde durum böyleydi. Yeni bir yapılanmaya giren ülke o güne kadar hayata geçirilmemiş olan bir bakış açısıyla , sosyalizmle müziğe yön veriyordu. Türkiye de aynı dönemlerde, Meclisin kurulması ve ardından Cumnhuriyetin ilanıyla birlikte büyük bir yükün altına girmişti. Yıkık bir ülke, onarılması gereken büyük yaralar vardı. Ancak yine öncelikli onarılacak yer İstanbul olacaktı. Osmanlı'dan devralınan bakışaçısı kısmi değişikliklerle devam etmekteydi. Anadolu yine ikinci planda , İstanbul merkezdeydi. Tabi bunun yanında yeni başkent, Ankara yapılanması gereken öncelikli yerlerdendi. Fransızca parçal ar yine en gözde şarkılardı. Cumhuriyetle birlikte hız kazanan ve merkeze oturan batıyla bütünleşme çabaları bunu çok daha elverişli kılıyordu. Ayrıca, yine bu dönemde, eski İstanbullular'ın, Rumlar'ın yaygın olarak yaptıkları kantolar henüz kendini korumaktaydı. Daha son raki yıllar ise unutulmaya yüz tutan kantolar, hızlı bir azalma gös-


Klasik Türk Sanat Müziği Korosu

tererek bugün t amamen ortadan kalkmıştır. Hareketli bir şarkı eşliğinde yapılan dans olan kantolar, Beyoğlu, eski adıyla Pera ve çevresinde sunulmaktaydı. Osmanlı'da, ağırlıklı olarak s aray ve çevresinde çalınan, söylenen, dinlenen Klasik Türk Sanat Müziği, Cumhuriyet'in ilanı ile birlikte biraz daha kal abalık dinleyici topluluğuna hitap etmeye başladı. Bu yıllarda Klasik Türk Sanat Müziği tek sesli yapısını kısmen değiştirerek batının etkisiyle çok sesli bir yapıya yakınlaşmaya baş ladı. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde var olan çok sesli müzik çalışmaları adet a saray tekelinde bulunmaktaydı. Bu dönemde pekçok aydının çoksesli müzikle ilgisi Beyoğlu ve Şehzadebaşı gösterileriyle sınırlıydı. Daha sonra savaşlar ve türlü ekonomik bunalımlar yüzünden bu ilgi de gi derek söndü. Cumhuriyet sonrasında atılan yeni adımlar ise çoksesli Türk Sanat Müziği'nin önünü açtı. O dönem, Osmanlı'dan kalan tek, çok sesli müzik topluluğu "Makamı Hilafet Mızıkası" 1924'te Ankara'ya getirilerek adı "Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası"na dönüştürülmüştür. Ve bu orkestra düzenli aralıklarla konserl er vermeye başlamıştır. Aynı yıllarda, Ankara'da, Musi-

ki Muallim Mektebi kurulur. İs tanbul'da da tek sesli müzik eğitimi yapan "Darültalimi Musiki" nin çok sesli müziğe de yönel mesi gerçekleşir. Bu okullarda, öğretmen yetiştirmek amacıyla açı lan sınavlarda baş arı gösteren gençl erin Avrupa ülkelerine gönderilmelerine de bu yıllarda başlanmıştır. Batı ülkelerinde eğitimlerini tamamlayan besteciler 1930'dan sonra yurda dönmeye başlar. 1938'de "Ankara Devlet Konser vatuvarı" kurulur. Bunun yanında Musiki Muallim Mektebi, Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlanır. Ülkedeki çok s esli müzik çalışmaları böyle sürerken, Klasik Türk Sanat Müziği de kendi içerisinde gelişmeler sağlamaktadır. Özellikle 1900'lerin başlarında, bu konuda yapılan çalışmalar Klasik Türk Müziği kuramı ve ses sisteminin gelişmesinde katkılar sunmaktadır. Bu yıllarda, Şeyh Celaleddin Dede ve Şeyh Ataullah Efendi'nin çabaları görülmektedir. Şeyh Hüseyin Fahrettin Dede'nin de buna katılmasıyla birlikte bu üçlü grup, Rauf Yekta, Suphi Ezgi ve Hüseyin Saadettin Arel gibi üç gözde öğrencilerini Klasik Türk Sanat Müziği'nin kuramını oluşturma yolunda yönlendirmişlerdir. Hüseyin Saadettin Arel, 1 Temmuz 1948 tarihli Musiki Mecmutavır / müzik / şubat 2000 / sayı: 20

ası'nda 498 Türk Sanat Müziği makamının adını belirlemiştir. Bunların pek çoğunun bugün örneği bile kalmamış, bir çoğu unutulmuş, büyük bir bölümü de kullanılmaz olmuştur. Günümüzde kullanılan makamların sayısı ise 100'ü geçmez. Sanat müziği'nin teorisinin yazılması yönünde atılan adımlar daha sonra da devam etmiştir. Rauf Yekta B ey'in, Klasik Türk Sanat Müziği bilgisini kitaplaştırmasının ardından Suphi Ezgi'nin "Nazari ve Ameli Türk Musikisi" adlı beş ciltlik büyük yapıtı örnek olarak sunulabilir. Hüseyin Saadettin Arel ise bu dönemde, Sanat Müziği'nin önde gelenleri olarak tanımlanabilecek öğrenciler yetiştirmiştir. 1942'de Arel'in öğrencisi Ercüm end Berker, İÜ korosunda, hocasının yöntem ve sistemlerini uygulamıştır. 1976'da gene Arel'in doğrudan ya da dolaylı öğrencilerinden olan Ercümend Berker, Alaaddin Yavaşça, Cüneyt Orhon, Cavit Atasoy, Necdet Varol vb. İstanbul Türk Musiki Devlet Konservatuvarı'nın kuruluşunu gerçekleştirirler. Ancak bundan sonraki yıllarda atılan adımlar ve konservatuarlar temelinde yükselen çalışmalar ciddi bir yükseliş gösterememiştir. Geçmişten bugüne yaratılan güçlü es erlere sahip çıkılıp yaygınlaştırılamamıştr. Devlet tekelinde yapılan çalışmalar bilinçli, dar bir bakış açısını getirmiştir. Daha sonraları ise canlı, hareketli, renkli akımlara, popüler müziğe yenik düşmüştür. • -sürecek -Gelecek

say ılarda...

Faşizm sanatı esir almaya çalışıy or Faşizm Nazi Almanyası'nda kendini gösteriy or Halk türkü leri açmazda: TRT Arabesk Devrimci mücadele gelişiy or Dejenerasy on boy utlanıy or


B

atı yakasının hikayesinden söz ettiğimizde, kaçınılmaz olarak aklımıza, Avrupa "uygarlığı" gelecektir. Coğrafya bilgilerimiz bunu doğrular. Ancak, tartışmayı düşüncenin coğrafyası ve bu coğrafyanın getirdiği tarihsel sorunlar açısından ele aldığımızda, karşımıza aklın doğu yakası ve batı yakası olgusu çıkacaktır. Bu duruma verilebilecek en ilginç örnek; İstanbul'u 1453'te alan Fatih Sultan Mehmet'in, İstanbul düştükten sonra "Ben Doğu Roma İmparatoruyum" demesidir. Bu cümledeki "Doğu" ve "Roma" vurgusunun aynı anda kullanılması ciddi bir tutkunun ürünüdür. Daha düne kadar halkıyla aynı koşullarda yaşayan genç "Gazi Mehmet", İstanbul'u düşürdüğünde, yüzyıllardan beri gelen islam aleminin kanla yıkanmış tutkularını gerçeldeştinniştir. Fetihin en temel olan doğası gereği, fetheden, fethet tiğini kendine benzetir. Peki bu fetih niye fethettiğini kendine benzet ememiş ve fethedilmiştir? Savaşın ve fetihin ort aya çıkışı ilk planda tarihsel koşulların bir sonucu olarak düşüns el etkinliğe dönüşü r. Düşünce, maddenin en gelişmiş biçimidir ve maddenin soyutlamasıdır. Bir soyutlama olarak, Batı'yı feuhe yönelten düşünsel etkinlik, düz bir mantıkla aklın doğu yakasının hikayesi olmalıdır değil mi? Ancak, fetihten sonraki pratiği ince-

lediğimizde hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Fethedenin, benzeteceğine benzediğini ve aklın batı yakasının hikayesinin aslında eski bir hikaye olduğunu anlıyoruz. Yendiğini sananın yenilgisi diyalektiğin yasasına aykırı değildir. Çünkü, karşıtların çarpışmasının asimetrik bir doğası vardır. Karşıtlar eşit düzeyde sentezlenmezler. Biri diğerine baskın çıkar. Baskın çıkan karşıt, diğerinden bazı

tavı r / batı cılı k / şubat 2000 / sayı : 20

17

özellikler alır ama sonu çta belirleyi ci olan onun egemenliğidir. Aklın doğu yakasının maddesi, aklın batı yakasının ruhuna yenilmiştir. Bu ilginç sentezlenmeden sonra, ruhun, madde üzerinde belirleyi ci olması, yukarıdan aşağıya dayatılan, yani gökyüzünden yeryüzüne inen düşünsel bir iradeyi göstermiyor mu? Türk geleneklerine göre hilal ş eklinde kurulan bozkır çadırlarında, halkıyla birlikte oturan genç "Gazi Meh-


met'in, sınıflı toplum geleneğine dayanmayan bir hiyerarşik düzenin kültürünü taşırken, fetihten sonra, sınıflı t o p l u m ge leneğine göre baskıcı bir zor aygıtı olan devlet olgusunu yaratmış kültüre yönelmesi hangi maddenin ürünüdür? Daha düne kadar yiğitçe, mertçe, yalın bir yaşamın içinden, halkının arasından çıkarak, süslü püslü kıyafetler giyip, "Gazi" unvanının yerine "P adişah" unvanını alarak halkının daha önce tanımadığı bir zor aygıtının merkezi yapısı, saraya çıkması aklın doğu yakasının maddesi olmasa gerektir.

tal" adlı eserinde ne demek istediğini anlatan Marks mektubunun devamında, Türkiye'nin gelişimi ile büyük benzerlikler gösteren ve yine bir doğu ülkesi olan Rusya'yı örnek göstererek sözlerine şöyle devam eden "Rus köylüsünün elindeki toprak hiçbir zaman özel mülkiyet olmadığına göre, bu gelişme nasıl uygulanacaktır?"

Tarihsel bakımdan, Rus köy komününün kaçınılmaz dağılışı lehinde biricik sav şudur "Çok gerilere gidildiğinde, Batı Avrupa'da, her yerde az çok eski ( arkaik) tipte komün mülkiyeti bulunur; toplumsal ilerleme Şimdi bir çoğunuz toplumların tarihinin ile bu, her yerde yokolmuştur. Niçin yalnızca gelişimi içinde bu durumun normal olduğunu Rusya'da aynı yazgıya uğramasın? söyleyeceksiniz. Bu tarihe göre de Yanıtlıyorum: Çünkü Rusya'da, bu ül"barbar"lıktan "uygarlığa" geçiş böyle olacaktır keye özgü koşulların biraraya gelmesi yütabi. Hatta marksist olanların bir çoğu, "dünya zünden, ulusal Ölçüde kurulmuş olan taran tarihinde üretim biçinılerinin değişimi ve komünü, ilkel niteliklerinden adım adım gelişimi böyle olmuştur, Marks da böyle kopabilir ve doğrudan doğruya, ulusal söylemektedir" diyecekler. Madem ki bu ölçüde kollektif üretimin unsuru olarak yinelemeyi en çok marksistler yapıyor, o zaman gelişebilir. Kapitalist üretimin onlara hiç araya girmeden doğrudan Marks'ın çağdaşlığından ötürüdür M, Rus tarım kendisinden ileterek cevap verelim: 'Kapitalist komünü, kapitalizmin ( korkunç) iğrenç üretimin doğusunu incelerken, bunun temelinde serüvenlerinden geçmeden, bu üretimin tüm 'üreticinin üretim araçlarından kökten olumlu yanlarını benimseyebilir. Rusya, ayrılışının' yattığını ( işin sırrının bu olduğunu) modern dünyadan tecrit edilmiş değildir; söyledim, ve ayrıca, 'Bütün bu evrimin temeli, Doğu Hindistan gibi bir yabana fatihin tarımsal üreticinin mülksüzleştirilmesidir. Bu kurbanı da olmamıştır."(1) da şimdiye kadar, köklü biçimde ancak Demek ki, Batı'nın kendi öz dinamiğine İngiltere'de oldu.... Ama Batı Avrupa'nın bütün dayanan ve aşağıdan yukanya bir yol izleyen öteki ülkeleri aynı hareketi geçirmektedirler.' gelişimi, Doğu'da bazı toplumların kendine dedim. özgü dinamiklerini altüst eden bir noktaya gelmiştir. Bizim burada söylemek istediğimiz, Doğu toplumlarının ideal toplumlar olduğu değildir. Hatta doğu toplumlan içinde köleci düzeni hiç tanımamış olanlarının olduğu gibi, köleciliği "Bireylerin malı olan dağınık üretim araçlarının, toplumsal ve yoğunlaşmış birimler erken tanıyanları da vardır. Ancak, kendi haline, pek çok insanın cüce mülkiyetinin bir kaç özgün dinamikleri üzerinden yükselen "yeryüzünden gökyüzüne" kişinin dev mülkiyeti haline dönüştürülmesi, ... toplumlar, çıkmakta olduğu gibi ruhu maddenin önüne halk yığınlarının bu korkunç ıstıraplı koymayan ve ayaklan üzerinde durabilen mülksüzleştirme işlemi, sermayenin tarihinin toplumlardır. başlangıcını temsil eder.... Başkalarının.... emeklerinin sömürülmesine dayanan kapitalist Gerçekten de, ülkemizin bütün düşünce özel mülkiyet..." tarihi bu çatişma üzerine kurulmuştur. Böylece, son tahlilde, bir mülkiyet biçimi, Türkiye ile B a t ı arasındaki ilişkiler ve çelişkiler temelinde Avrupa uygarlığının başka bir özel mülkiyet biçimine sokulmuş olmaktadır (Batı hareketi). Zasuliç'e yazdığı ülkemizin düşünsel etkinliğine sızması, bu mektubunda "KapiBatılılaşma hayranı seçkinlerin bilincinde adeta "vahiy" etkisi yapDemek ki, ben, Bati Avrupa ülkelerinde bu hareketin 'tarihsel yazgı' olma yanını özellikle sınırladım. Niçin? Lütfen XXXII. bölümü karşılaştırınız, orada şunlar yazılıdır:

tavı r / batı cılı k / şubat 2000 / sayı : 20

18

mıştır. Ülkemiz seçkinlerinde kültür deyince ilk akla gelen, Batı'nın kendi özgün gerçekliği temelinde ortaya çıkan entellektüel birikimdir. Kendi ülkesinin topraklarına ait olan tarihsel ve toplumsal pratiğin öğrencisi olamayan seçkinlerin bilincine yansıyan bu süreç, onu umursamayan halkın bilincine de yansımış ve iki noktada düğümlenmiştir. Bunlardan ilki, 'Türkiye ile Batı", 'Türkiye ile Avrupa", "ulusallaşma ile Batı uygarlığı" arasındaki ilişkiler sorunu... ikincisi ise, "seçkinler ile yığın", "aydınlar ile halk" arasındaki çelişkiler sorunu. Bu ilişkiler ve çelişkiler, Türkiye Batı'ya daha yaklaştıkça, batı uygarlığı seçkinlerde derinleştikçe, seçkinleri halktan ayıran uçurum büyüdükçe içinden çıkılamaz bir durum doğmuştur. Bu adeta bir kördüğüm gibi çözülemez olmuş, ancak, sadece seçkinlerin bilincini dügümleyen bir bunalıma dönüşmüştür. Yukarıda da söylediğimiz gibi, aklın bati yakasının hikayesi çok eski bir hikayedir. Hepimizin bildiği gibi tüm Avrupa uygarlığı kendi tarihini Antik Yuna-n'dan başlatır. Bu aynı zamanda yazılı tarihin başlangıcıdır. Engels ise, bir makalesinde, Antik Yunan'ın insanlık tarihinin ilk yozlaşması olduğunu söyler. Ancak, Antik Yunan pratiğinden sınıf savaşımı adına çıkarılacak deneyimler çoktur. Evet, insanlık tarihi köleliği, milliyetçiliği (pan-helenizm) ve emperyalizmi (Atina emperyalizmi) ilk orada tanımıştır. Kendi tarihsel köklerini Antik Yunan tarihinde bulan Avrupa uygarlığı, bu birikime Haçlı Seferleri sırasında geldikleri (Araplardan ve özellikle İslam düşünürlerinin bir kesiminin Latinceye yaptığı çevirilerden) Doğu'da sahip olabilmişlerdir. Ne kadar ilginçtir ki, Doğu halklarının gerek entellektüel, gerek ise emek (çünkü köleler Yunan olanların dışında seçilirlerdi) birikiminden doğan Antik Yunan uygarlığı, yozlaştırdığı bu birikimi daha sonra Bati Roma'ya, Doğu Ro-ma'ya ve Avrupa uygarlığına aktarmıştır. Avrupa uygarlığı ise ardından, yağmacılık, talancılık, işgalcilik ile kendi içinden Amerika'yı doğurmuştur. P eki, Doğu, Antik Yunan'ın sınıflı


toplum yapısından doğan entellektüel birikimiyle ne zaman karşılaşmıştır? B ö y l e bir soru, bizim gözlerimizi Büyük iskender'in Anadolu'ya ve geniş bir coğra fyaya yaptığı fetihlere yöneltiyor. Bu a y n ı zamanda Antik Yunan uygarlığının bitişi oluyor ama ardından özellikle bizim yaşadığımız coğrafya ve çevresinde Hellenistik çağın başlangıcına işaret ediyor. Hellenistik düşünce, Antik Yunan uygarlığına ait olan ve sınıflı toplum yapısından üreyen tüm entellektüel birikimi kapsıyor . Kendi gerçekliğine cevaplar arayan bu düşünsel etkinliğin, kendi özgün gerçekliği olmayan topraklarda iradi olabilmesi , ruhu maddenin önüne koyan metafizik bir yol izlemiştir. Bu tamamıyla bilimsel yöntem sorunu haline gelmiştir. Sözünü ettiğimiz tarihlerde yaşanan bu sorunlar, bir batılılaşma misyonu dışında Doğu'da "akılcılığın" -sanki Do-ğu'da daha önce akıl yokmuş gibi- başlangıcı olarak gösterilmiştir. Oysa ki, bu düşünsel etkinliğin, kendi topraklarının gerçekliğine aykırı olduğunu söyleyen bir çok islam düşünürü de vardır. Bu islam düşünürleri "gerici" olarak -onl arın o çağlarda günümüzün bilimsel etkinliğinden haberdar olmamalarına şaşılarak suçlanmış ve Antik Yunan dünyasına ait birikimin içinden çıkan "akla" karşı şüphe duymaları hayretle karşılanmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, Avrupa ortaçağının kilisesinin "skolastik" felsefesi, Protestanlık ve tüm burjuva aydınlanma ç a ğ ı yine bu birikimin "akılcılığı" ile ortaya çıkmıştır. Hatta İslam dünyası bile süreç içinde bu düşünsel etkinliğin temelinde, "akılcılığa" karşı olmakla suçladığı bu

parlak düşünü rleri mahkum etmiştir. Günümüzde, postmodernist felsefeyi keş feden aklı evvel muhali f aydınlar, kendi "akılcılığı"m tüketmiş olan Batı'nın düşünsel etkinliğinin önünü açabil mek için geçmişin "modern aklı"ru suçlamak için kullandığı bir kavramlaştırma olan "araçcıl akıl" tanımlaması ile, eski bir hikayeyi yaşamaktadırl ar. Daha önce de söylediğimiz gibi, akim batı yakasının hikayesinin kökleri çok eskidir. Bu kökleri gerek BizansOrtodoks Kilisesi'nde, gerek ise Ant akya Kilisesi'nde görmek mümkündür, iktidar fetişizmi içindeki Osmanlı bile, aristokrasinin egemenliğindeki ortaçağın içinden meta fetişizmine dönük bir anlayışla çıkarak Rönesans'a yönelen Avrupa'ya yenilgisini, Galata bankerleri gerçeğinde yaş amıştır. Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı'nın her uluslararası antlaşmasında karşısına çıkmıştır. Ancak, Osmanlı beyazl aşma tutkusu içindeki zenci misali Batı'ya yürüyüşünü, kendi içine yürüyeni farketmeksizin inatla sürdürmüştür. Çıkışından çok kısa bir süre sonra yozlaş an İslam medeniyetleri bu yürüyüşe olanak sağlayan bir birikimi de taşımıştır zaten. Değişen dünya gerçeği, üretim araçlarının gelişmesinin dışmda da el e alınmalıdır. Bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçişin ideolojik temelleri, bu değişimi yaşayan toplumların gerçeğidir. Batı'nın burjuva devrimi, kendi doğasının gerçekliği içinde anlaşılmak ve bu özgülükler ele alınmaksızın değerlendi rilmemelidir. Dünyanın her kıtasının aynı anlayış içinde değerlendi rilmesi, şablonculuk olmanın yaranda, aynı zamanda bi limsel bir kategoriye sokulamayacak metafizik sosyolojinin kurbanı olmaktan kendini kurtaram ayacaktır. Maddenin doğasına aykırı olan bu tutum, bu çözümsüzlüğü zorlamaktaki ısrarını sürdürmüştür. Soruyu net bir şekilde sormakta yarar var. Avrupa'da evrimini tamamlamış feodalizmi komik duruma düşüren "yeni" burjuva devriminin kendine özgü yaşadığı çelişkilerle, Osmanlının gerek kendi içinde, gerek ise uluslararası ilişkilerde yaş adığı çeliş kiler birebir aynı çelişkiler midir? Böyle tavı r / batı cılı k / şubat 2000 / sayı : 20

19

bir soruya cevap verebilmek için olaylara nereden durup baktığımız önemlidir. Kısaca söyleyecek olurs ak, ayaklarımızı hangi toprağa bastığımız ve hangi topraktan sıçrayacağımız sorusu, bilimsel bir yöntem arayışının cevabı olacaktır. Hepimizin bildiği gibi: "Burjuvazi, bütün ulusları, yokolma ihtimaliyle karşı karşıya bırakarak, burjuva üretim biçimini kabullenmeye zorluyor; bu uluslar dirense de, onları, kendisinin uygarlık dediği şeye ayak uydurmaya, yani burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle, burjuvazi, kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır. Burjuvazi, köyü şehre tabi kılmıştır. Büyük şehirler kurmuş, köy nüfusuna göre şehir nüfusunu büyük ölçüde arttırmış ve böylelikle nüfusun önemli bir kısmını, kır hayatının aptallaştırıcı etkisinden kurtarmıştır. Nasıl, köyü şehre tabi kılmışsa; aynı biçimde, barbar ya da yarı barbar ülkeleri uygar ülkelerin boyunduruğu altına almış, köylü halkları burjuva halklara; Doğu'yu Batı'ya bağımlı duruma getirmiştir. Burjuvazi, üretim araçlarmm, mülkiyetin ve insan gücünün dağınıklığını gittikçe ortadan kaldırmaktadır. O, nüfusu merkezlere toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti az sayıda ellere geçirmiştir. Bu değişmelerin zorunlu sonucu politik merkezileşme olmuştur. Ayrı ayrı çıkarları, kanunları, hükümetleri, vergi sistemleri olan bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler, aynı hükümet, aynı kanun altında, aynı ulusal sınıf çıkarı olan, aynı sınır, aynı gümrük duvarı ardında, tek bir ulus halinde birleştiler."(2 ) Görüldüğü gibi, henüz o dönemlerde emperyalizm

kavramlaştırmasına gitmese de, Marks, ezen ve ezilen sınıf,


ezen ulus ve ezilen ulus çelişkisinin mantığını ortaya koymuştur. Yabancılaşma kavramı da, bu çelişkiler temelinde ele alınmalıdır. Ülkemizin muhalif veya muhalif olmayan seçkinleri de, bu temelde gelişen metafizik aklın müridi olmanın getirdiği bir sonuç olarak derinleşmiş bir yabancılaşmanın kurbanı olmaktan kurtulamamışlardır. Bu noktadan bakıldığında, ülkemizin entellektüel birildminin, düşünsel etkinliğinin kaynakları açığa çıkmakt adır. Avrupa uygarlığının kendi maddesinin en birikmiş biçimi olan düşünsel etkinliğinin, ülkemiz seçkinleri tarafından benimsenmesi ve başat olarak gösterilmesi, yöntem açısından bakıldığında soyutlamanın soyutlaması olmaktadır. Kendi halkı ile derinleşmiş uçurumu yaşayan aydının trajedisi buradadır. Bileşik kaplar yasasına uygun bir anlayış temelinde yaşamlarını sürdüren egemenlerle aydınların ilişkisi de, bu zavallılığın bir ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Böylesine derinleşmiş bir yabancılaşmanın içinde, evrens el kültür düzeyine giden yolda hangi sentezi ve antitezi yakalayabileceği z? Metafizik aklın

ürettiği tegorileri, yaşadığımız coğrafyanın tüm trajedilerini "ilerici dönem" diye nitelemişlerdir. Bütünüyle bu dönemler, tarihin ve diyalektik akışın temel yasası olan altüst oluşları (spiral akış), "kopuşçu" teorileriyle kopartarak anlaşılması çok güç olan bir ideolojiye bilimi mahkum ettirmişlerdir. Kopararak öne çıkarma tutkusu "ile-

ricilik" maskesi altındaki aydınların psikolojik rehabilitasyon seansları olmuştur. Burjuva devrimine denk düş en dönemlerin Osmanlısı, Batı'ya özgü bir aristokratlığın peşinde iken burjuvasız bir devlete burjuva olmak zorunda kalmıştır. Sanatçı ruhlu Dr. Selim, sanatçı olamadığı gibi devlet adamı olmakta da zorluk çekmiş ve Batı'nın gelişimini yakalayan bir savunm a mekanizm ası için, Batı'dan getirttiği hocalarla yeni bir ordu yapılanmasına yönelmiştir. Çevresini oluşturan yakınlarının doğmakta ol an finans kapitalin yakın dostu olan azınlıklardan oluşmasının yanı sıra, yeniden yapılandırılan orduya (Nizam-ı Cedid) hocalık eden Fransız subaylarına duyulan güvenin saflığını anlayamamak ve sonrasında gizli devlet erkanı nın toplantılarının aynı gün Fransız basınında yeralmasına karşı yaşanan şaş kınlığın doğurduğu traji-komik bir durum değil de nedir? Varolan durumlara verilen anlık politik cevaplar, hep derin izler taşıyan teorik sorunları geri plana ittiği için sorunlar daha da büyümüştür. Gelişen süreçte Avrupa için bir "Şark Meselesi" olarak görülen Osmanlının, Batı'nın bu ince hesaplarına karşılık olarak İslam dünyası ile Hristiyan dünyasını birbirine yaklaştemelinde ortaya attığı Tanzimat Fermanı da abesle iştigal olmanın ötesine geçem emiştir. Türkiye'nin modernleşme dinamikleri, aslında batili gibi olma tutkusunun bir sonucu olduğu için başarısız olmuştur. Tanzimat Fermanı'nın başarısız oluşunu egemenler ve seçkinler yine halkın "geri" oldutavır / batıcılık / şubat 2000 / sayı: 20

20

ğu fikrine yaslanarak çözümlemişlerdir. Oysa ki, Ferman'ın halkı bir amaç etrafında toplayabilecek devrimci bir nitelikten yoksun oluşu hiç düşünülmemiştir. Halkın bu Ferman'ı benimseyebilmesi için kendi öz dinamiğine dayanan bi r devrimci nitelik taşıması gerektiği; Ferman'ı Avrupa'y a sevimli gözükebilmek için ortaya atılışından anlamak pek de zor olmas a gerektir. Hatta o dönem içinde Pera'd a (Beyoğlu) tiyatro yapan Erm eni tiyatro sanatçısı Güllü Agop'un bir 'T ekel Fermanı" ile tiyatro t ekelini ele alması ve Türkler'e tiyatro yapabilme yasağının getirilmesi ilginç bir örnektir. Yukarıda saydığımız her batılılaşma tutkusunun ardından gelen zararın işbirlikçi egemenleri yıktırmadığı, çok ince hesapl arla İngilizler tarafından hazırlanan, Osmanlı-Rus Savaşı'nda da iyice anlaşılmıştır. Bu savaşla, Avrupa hem Osmanlı'yı çökertmeye başlamış, hem de Ruslar'ın Balkanlaı'daki ilerlem esini durdurmaya çalışmıştır. Bu savaşa Osmanlı'yı sokan İngilizler, Osmanlı ile açık ittifak, Ruslar'la ise gizli bir ittifakla savaşın sonuçlarını belirlemişlerdir. Avrupalı bankerlerden aldığı savaş borçlarını boynuna bir halka gibi asan Osmanlı, Avrupa'nın kapıkulu olmuştur. Sürekli imzalanan antlaşmalar, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet ve Almanl arla girilen ittifak sonucunda ortaya çıkan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı... Bütünüyle bu akışın kaçınılmaz sonu olarak tabi ki, açık işgal... Bu duruma getirdiği bir coğrafyayı açık işgale yönelen Avrupa'nın çok cesu r olmasına zaten gerek kalmamıştır. Batı normları çerçevesinde belirlenmiş olan siyaset geleneği, haliyle o geleneği daha iyi bilenler t arafından baş arıyla uygulanacaktır. Bu tarihsel pratik bunu göstermektedir. Avrupa'da yükselen burjuvazinin siyaset yapma geleneğinin doğuşunu çok eskiye ait bir entellektüel birikime dayandırdığından sözetmiştik. Ama burjuvazinin "parti" gel eneğini, Avrupa'da, ortaçağ içinde yükselen ve para ekonomisine dayanan borsa içinde pişirdiğinden daha önce sözetmemiştik. Para ekonomisi temelinde rönesansa


yönelen Avrupa kentlerindeki borsalarda bonolardaki ortaklıklar da gündem e geldiğinde ve özellikle bu konuda uzmanlaşmış Augsburglu Banker A. Hochstetter, parayı yalnızca kendi ailesi ve akrabalarından borç almamak, başk a kimselerden de almak gibi bir yöntem geliştirmiştir. Çeşitli sınıflardan insanlar o n u n bankasına para yatıracak ve karşıl ı ğ ı n d a f a i z alacaklardır böylece. Adı geç e n bu ortaklıklara, bankacılık terimlerini yaratan İtalyan dilinde "parte", ort aklığa "partito" ve katılanlara da "partigiani" denilmiştir. Her şeyin tamamlayıcısı olma tutkusu içindeki Fransızlar ise, XVI . yüzyılda bu terimleri "part, parti, partisan" diye kendi diline uyarl amıştır. Örneğin ; tuz vergisini toplamak amacıyla 1 555'te bir "parti kurulmuştur. Devlet borcunun vadesini uzatmak amacıyla Lyon'da çıkarılmış Kraliyet Tahvili'ne imza koyanl ar "Le Grand Parti"yi kurmuşlar ve para verenler ise "partisan"lar olmuşlardır. Ülkemizde, Batı'nın tüm değişimini ve entelektüel birikimini bir yöneliş olarak belirleyen egemenler, politik merkezileşmenin dinamiklerini kraldan daha çok krala bir anlayışla oturtmuşlardır. Sözünü ettiğimiz burjuva parti modelin i n oluşumu bile bizim ülkemizde ilginç bir gelişim göstermiştir. İttihat ve Terakki pratiği genelde batı normlarında eği tim görmüş asker kökenlilerden oluşan bir siyasi genetiğin yaratıcısı olmuştur. Onlar, açık işgali yaşayan bu topraklarda sonuna kadar Osmanlı subayı olarak kalmayı tercih etmişlerdir. Saraya bağlılık duyan bu subaylar, haliyle sarayın "hangi manda yönetimi daha doğru olur tartışmalarının içinde yeralmışlardır. Emperyalist işgali kabullenmeyen Anadolu halkının silahlanıp mücadeleye girişmesinin önünü kesmek için görevler almışlardır. Bu mücadele dağınık bir halde bile olsa, emperyalist işgale karşı mukavemet gösteren çetel erin liderleri asiler ve hainler olarak nitelendirilerek tasviye edilmişlerdir. Anadolu halkının topraklarını savunan savaşçı ruhu, o dillere destan Kurtuluş Savaşı'nın gerçek öncüsü olmuştur. Önü alınamayan bu öncülüğü örgütleyenler, Anadolu halkının

kahramanlığının üzerine adını yazmış ve gerçek kurtuluşun kızıl ellerini kırmaktan da geri durmamıştır. Çıkar ilişkileri temelinde ortaya çıkan burjuva parti modelinin yansıması, karikatürize olmuş bir siyasi genetiği cumhuriyet döneminde de bu coğrafyanın kalbine bir hançer gibi saplamış tır. Kör Avrupa hayranlığı öylesine bir sapmaya sürüklemiştir ki seçkinlerimizi, diğer doğu halklarına olan tutumlarında bir Avrupalı beyaz adamın, zenci ye gösterdiği tepkinin aynısını uygular olmuşlardır. Ülkemizde Türkçülük'ün ideologları bile Türk olmayanlar arasından çıkmıştır. Zaten Türkler'in modernleşme tarihi aslında batılılaşma tarihi olmanın ötesine geçememiştir. Cumhuriyet dönemi bunun en tipik örneğidir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, Anadolu halkının kültürü, egemenlerin Avrupa hayranlığının bir sonucu olarak ilkel kabile kültürü muamelesi görmüştür. Yasaklanmış bir kültürün gelişip serpilebilmesi sizce mümkün olabilir mi? Bütünüyle varoluşsal bir komplekse dönüşmüş olan modernleşme birikimi, günümüzde yine aldın batı yakasının hikayesinin bir sonucu olarak oryantalist tepkiselliğin kurbanı olmaya devam etmektedir. Bir yanıyla Avrupa ile bütünleşme adına Batı'nın emperyalist saldırganlığına topraklarını peşkeş çekenl er, diğer yandan kaybettiği kimliğini aramak adına mikrornilliyetçiliğin çözümsüz bataklığına saplanmışlardı r. 2000 yı lı yanılsaması, Tahkim yasası, Avrupa Birliği garibanlığı, günümüzde ülkemizde "yeni bir çağ", "yeni bir yüzyıl" ütopyası adı altında bir kere daha halkımızı dereye susuz götürüp susuz getirecektir. Şunu unutmamalıyız ki, gerçek bir yeni çağın damgasını ancak devrimler vurabilir. Her çağda olduğu gibi yatalaklaşmış olan, evrimini tamamlamış olan tavır / batıcılık / şubat 2 0 0 0 / sayı: 20

21

çağlar, gelmekte olan gerçeğin karşısında komik duruma düşmüşlerdir. Bugün ülkemizde "Sivas Kongresi'nin karikatürize edilmiş yansımasını halkımıza dayat anlar, kendi yatalaklaşmış çağlarının ikilemini yaşamaktadırl ar. Emperyalizmin vahşi saldırganlığı ve işbirlikçilerinin savaş aygıtına dönüşen devlet pratiği bu yatalaklaşmanın ve yozlaş manın göstergeleridir. Aklın batı yakasının eski hikayesi, bir "yeni"yi yaratamadığı gibi muhali flerini de kendi marangoz atölyesinde yontmaya devam etmektedir. Varoluşsal bir komplekse saplanmış akıl, kendi özgün dinamiklerine karşı olan kibirliliğini aristokratik muhalefet temelinde üretmektedir. Genelde Doğu'nun ve topraklanmızm birikimi ne çok fazl a idealize edilmeli, ne de çok fazl a küçümsenmelidir. Ama şu da bi r gerçektir ki, topraklarımızdaki gerek entelektüel, gerek ise ilkel sosyalist birikim, sıçrayacak olana tramplen olabilecek zenginliği içerm ektedir. Zaten bu dinamikler kimliğini arayana yardım a olacağı gibi, ruhu maddenin önüne koyan metafizik akıldan kurtuluşta yeni çağa damgasını vuracaktır. • yigittuncay@ hotmail.com

________ kay naklar. 1- K. Marks-E Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Çev: M. Belli, S. 2 5 3 - 2 5 4 , Sol Y a y . , Ey lül-1992 2- K. Marks, Komünist Manifesto, S. 48, Bilim ve Sosy alizm Y a y . , 1970


Anadolu'daki Ermenilerin günlük yaşamlarından yol a çıkarak, diğer halklarla olan ilişkilerini, sıkıntılarını, acılarım, sevinçlerini dile getirmeyi amaç edinmiş güçlü bir kalem... Kirkor Ceyhan. Kendine özgü anlatım tarzıyla, yer yer eleştirel, yer yer mizahi ama halkın kullandığı dili temel alan Ceyhan, uzun yıllar boyunca yaptığı araştırma, inceleme ve gözl emlerini eserlerine titizlikle yansıtmıştır. Ancak yaşamının sonlarına doğru, tecrübe ve birikimlerini kaleme al an Kirkor C eyhan, okuyucularına, Anadolu Ermenilerinin, yaşantılarını, sıcak bir halk diliyle taşımıştır... Yılların yorgunluğunu sırtında taşıyan Kirkor Ceyhan, geride iki kitap ve yaym a hazırlanmış am a henüz basımı tamamlanmamış bir eser bırakarak 26 Eylül 1999 tarihinde yaşama gözl erini yumdu. 29 Ekim 1926'da Sivas'ın Zara ilçesinde doğan Ki rkor Ceyhan, ilk eğitimini Zara'da, Gazi ve Cumhuri yet İlkokulları'nda aldıktan sonra

eğitimine Sivas Ortaokulu'nda devam et ti. Henüz ortaokul yıllarında edebiyata olan ilgisi açığa çıkar Ceyhan'ın. Ortaokula başladıktan kısa bir süre sonra geçim sıkıntısı ve yoksulluk nedeniyle okuldan ayrılıp terzi çı raklığına başlam ası ise onun edebi yata olan sevgisinin körelmesine yetmemiştir. Bu yıllarda gerçekçi edebiyatçıların eserlerini okuyup onlardan sonuçlar çıkarma çabası ise ileriye dönük hedeflerinin temellerini oluşturmuştur. Kitaplarından etkilendiği Sabahattin Ali'yi tanıma isteği, genç yaşında onu geliştiren, edebiyat a kazandıran etkenlerden olmuştur. Ortaokul yıllarında, Sivas'ta bulunduğu süre i çerisinde tanıştığı kapı komşusu Şımavon adlı Ermeni bir değirmenci onun materyalist dünya görüşünü kazanmasını sağlamıştır. 1946'da II. Paylaşım Savaşı'nm hareketli yıllarının hemen ardından

tavır / kitap / şubat 2 0 00 / sayı :20

evlenen Ceyhan daha sonra askerliğini yapmak üzere Erzurum'a gitti. Askerden geldikten sonra, 1949'da İstanbul'a göç etti. Bu süre içerisinde bir yandan edebiyatçıların güçlü eserlerini incelerken bir yandan da kendi halkı olan Anadolu Ermenileri'nin bütün özelliklerini, yaşam şartlarını, dülerini, kültürlerini yani herşeylerini öğrenmektedir. 1942 yılında Zara'dayken, hapishanede olduğunu öğrendiği Kem al Tahir'e mektuplar yazmaya başlamış, böyle bir tanışıklığı yıllar boyunca sürdürmüştür. Ancak ilk karşılaşma 1950'lerde Kemal Tahir'in hapishaneden çıkıp İstanbul'a gel mesiyle gerçekleşmiştir. Kirkor Ceyhan'ın eserlerine yansıyan özellik, Anadolu'nun sözlü


tarih ve anlatım geleneği gibi güçlü bir kaynağı kendine temel almış olmasıdır. Özellikle Sivas-Zara çevresinde yaşayan Ermeni ve Kürtler, bunun yanısıra Türkler'in birbirleriyle olan ilişkileri ve ayrımsız yaşamlarını tanıdık bir dille kaleme almış olmasıdır. Elbette bunun oluşmasındaki en büyük sebep Kirkor Ceyhan'ın toplumcu gerçekçi edebiyata olan ilgisi ve böyle bir bakış açısını benimsemesidir. Bu bakış açısı da Anadolu halklarının tüm yaşamlarım olduğu gibi eserlerine aktarmayı getirmiştir. 1965'te ailece Ermenistan'a göç edilir. Kısa süreli Ermenistan'daki yaşantısı 10 ay kadar sürmüştür. Ardından İstanbul'a geri dönüş... İstanbul'daki yaşantısına kaldığı yerden devam eder. Beyoğlu'nda terzi dükkanı açarak devam etmiştir. 1980'de, Fransa'ya, çocuklarının yanına gidişiyle ülkeden uzaklaşmış olması onun Anadolu'dan kopması anlamına da gelmez. Bundan sonra sık sık İstanbul ziyaretleri yaşamının bir parçası olur. Gerek yaşam tarzıyla gerekse kaleme aldığı eserlerinde görülen odur ki Anadolu insanının gelenek-görenek ve sosyal yaşamından bir an bile kopmadığıdır. Yayınlanmış eserleri "Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm" ve "Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize" Anadolu Halklarının yaşamlarını tüm açıklığıyla anlatmaktadır. Bu iki kitabıyla bizlere Anadolu Ermenilerinin ve bu topraklarda birlikte yaşayan halkların yaşam koşullarım tanımakta güçlü bir kaynak, yalın iki eser sunmuştur Kirkor Ceyhan. Kirkor Ceyhan, Fransa'ya göçünden bir süre sonra, '80 sonlarında Almanya'ya geçer ve orada yaşantısına devam eder. Almanya'nın, Bonn şehrinde yaşamının son yıllarını tamamlayan Kirkor Ceyhan, henüz üçüncü eserini hazırlamıştı. Son eseri olan "Kapıyı Çalan Kimdi? " henüz yayınlanmadan, 27 Eylül 1999'da yaşama gözlerini yumdu. •

Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize Kirkor Ceyhan'ın, yaşamının sonlarına doğru kaleme aldığı "Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize" Nisan '99'da Aras Yayıncılıktan çıktı. Ceyhan'ın ikinci eseri olan kitap, '96 yılında yine aynı yayınevinin çıkarmış olduğu "Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm" den sonra geliyor. Yazarın, genç yaşına kadar yaşamını sürdürdüğü Sivas-Zara çevresi ve orada yaşadıklan, yörede yaptığı gözlemler, incelemeler diğer kitabı olan "Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm"de olduğu gibi bu kitabının da temelini oluşturuyor. Bu bölgede yaşayan Ermeniler başta olmak üzere, doğallığında ilişkide oldukları Kürtler ve Türklerin yaşam şartlarını ve yıllardır çektikleri acılan dile getiriyor. Kitap altı öyküden oluşuyor. "Can Yerini Yadıdı", "Küpçü Hoca", "Sivas Ellerinde..,", "Mebus Ispanağı", "Pıte Ebe ile Torunu", "Avşarlının Fırını", adlı öyküler kitapta yer alıyor. Öykülerin bütünündeki dil ve anlatım biçimi kelimelerin Sivas-Zara ağzıyla söylenişini barındınyor. Bununla birlikte, eski Türkçede yer alan kimi kelimeler de öykülerde göze çarpıyor. Ancak öykülerde yer alan günlük yaşamda kullanılmayan kelimeler ve yöresel ağızlar, sıcak ve sohbet havasında anlatım sayesinde okuyucuyu zorlamayacak bir havaya bürünüyor. Yine, kullanılan anlatımdan kaynaklı olacak ki öykülerde geçen, günümüzde kullanılan dile yabancı kelimeler, öykülerin akıcılığını bozmuyor. Aksine okuyucuyu yöreye taşımaya yardımcı oluyor. Kirkor Ceyhan ağırlıklı olarak Ermeniler'i anlatıyor. Bu nedenle öykülerinde yer yer Ermenice kelimelere de yer veriyor. Bu nedenlerden dolayı da kitabın sonunda, kitapta kullanılan, eski Türkçe, Ermenice ve yöreye özgü deyim ve yine yörede yaşayan halkların kullandığı ağızda yer etmiş kelime ve cümlelerin anlamlarının belirtildiği sözlük ve açıklamalar ek olarak bulunuyor. Örneğin yukarıda belirttiğimiz kitapta yer alan öykü isimlerinden "Can Yerini Yadıdı", kitabın sonundaki "Sözlük ve Açıklamalar" bölümünde "Yaşama arzusu kalmamak, ölmek istemek." olarak belirtiliyor. "Allah senden razı olsun Ömer Ağa kardaş, en yakınlarım bile, ufak tefek alacakları için olur ki sona kalır da alamam diye, kapıyı eşiği sökerken, sen ne geldin ne de bir haber gönderdin. Al bu bostanın koçanını. Eksik ziyade, sen de hakkını helal eyle. Bundan daha fazlamız kalmadı... Ömer Ağa, Bağoğlugil'den; aptes alıp namaz kılmamış, inadına kumar oynayıp içki içmiş, metres tutup karı oynatmış, Zara'nın külhanilerindendi. Yeniden bir yudum rakı aldı, tütüp duran sigaraya uzandı. Ne bir lafa kadir oldu, ne de bostanın tapusunu eline aldı.... -Bak Enova, işte bu senet Garabed'in senedidir. Önünüzde yırtıyorum. Anam sütü gibi helal olsun.. Garabed'in bana borcu yok. Alın şu bostanınızın tapu koçanını. Ben bu çiftçilere bağışlıyorum." Kirkor Ceyhan öykülerinde ağırlıklı olarak diyaloglara yer veriyor. Yöre insanının yaşam, dil, din, sosyal değerler, ilişkiler bütününü kendi anlatımından ziyade konuşturduğu insanlar vasıtasıyla okuyuculara ulaştırıyor. "Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize" de okuyacağınız her öykü yöre insanının pek çok özelliğini tanıyacağımız diyaloglarını barındınyor. Yine bu diyaloglar yöre insanının yaşam birikimi ve deneyimi sonucunda dile getirdiği özlü sözleri içerisinde taşıyor. İnsan ilişkileri, saygı değer, yardım sever, paylaşımcı, kısacası Anadolu insanın saf, temiz değerler kültürünün var olduğu cümleler, öykülere özgün bir renk katıyor. Ve günümüzde yaratılmak istenen, dejenere, değersiz, bireyci topluma karşı erdemli bir yaşam öğütleyen cümleler öykülere aynca bir güç katıyor. Ne yazık ki yaşamının son yıllarında kalemi eline alan Kirkor Ceyhan, edindiği tecrübe ve gözlemlerini, yalnızca üç kitabına aktarabilmiş. Bu, yıllann gözlem ve birikimi daha nice sayfayı doldurmahydı. Ancak, ne yazık ki sadece üç kitabını okuma fırsatına erişebiliyoruz. Özellikle Sivas-Zara çevresi olsa da Anadolu'nun pek çok yerinde beraberce yaşayan halkların günlük yaşamlarını görmek ve onlara konuk olmak isteyenler için özgün bir yapıt "Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize." Kütüphanenizde yerini alabilecek bir eser... • tavı r / kitap / şubat 2000 / sayı : 20


Günümüzde kitle iletişim araçlarının süreci hakkında bilgi verebilir misison derece gelişmiş olmasına karşın niz? gerçekte insanlar yalntzlaştırılmaya, Tarihsel olarak kesin birş ey yok kendine ve çevresine karşı Yalnız muhteli f bilginlerin, yazarların, yabancılaştırılmaya çalışılmaktadır. Halkın alimlerin kendi yazıları, kendi görüşleri bir çok değeri yok olmaya, unutulmaya yüz var. Kimi Evliya Çelebiye dayandırıyor, tutmuştur. Var olan kültürel yozlaşmaya, kimi Mısır'dan geldi diyor, kimi de Orta yabancılaşmaya karşı hayatta kalma savaşı Asya'dan geldi diyor. Fakat benim kendi veren değerlerimizden biri de Karagöz kanaatim Orta Asy a'dan geldiği sanatıdır. Eskiden kahvehanelerde, sokak şeklindedir. Çünkü konuşmasıyla, kıaralarında, tiyatro salonlarında gösterilen yafetiyle, konularıyla, müziğiyle bize Karagöz sonraları ise televizyonlarda benzeyen insandır. Zat en nerden geldisadece Ramazan ayı boyunca gösterilir ğinin çok fazla bir önemi yok bence. hale gelmiştir. Şimdi ise oyunlar sınırlı Halk bunu kendine mal etmiş, sahipsayıdaki festivallerde ve tiyatro lenmiştir. Bu bizim demektir. Kalkıp şusalonlarında gösterilebilmektedir. Bu işe nun muydu, bunun muydu demeye hiç uzun yıllar emek veren, ustası olan kişiler lüzum yok. Bu Karagöz bizimdir. ise giderek azalmaktadır. Tarihselliği olan bu sanat, bugün yokolmaya yüz tutmuştur. Bu sanatı seçmeye nasıl karar verBu sanata ömrünü vermiş Hadi diniz? Poyrazoğlu kendisiyle görüşmeye Efendim, benim bu sanatı seçmeme sebeb çalıştığımız günlerde vefat etti. Yine, Cama İrfan Bey vardı. Allah rahmet kendini uzun yıllar Karagöz ve kukla eylesin. Halk Partisi zamanında buna sanatına veren, bu alanda emek harcayan Anadolu'yu dolaştırdılar. Küçük-pazar az sayıdaki kişiden biri olan Tacettin Diker Halk Odası'ndaydım, orada çalışıyordum. ile Karagöz üzerine sohbet ettik ve Ve oraya geldiler. On gün kadar sürekli düşüncelerini aldık. onları izledim. Hem perde arkasını, hem de perde dışarısını. Haşim Bey her sah Karagöz'ün ortaya çıkışı, tarihsel günü samur örtüsüntavı r / karagöz / şubat 2000 / sayı : 20

den Karagöz oynatırdı. Zaten benim bulunduğum muhitte Şehzadebaşı'na yalan bir muhitti. Bizim aile ocağında tiyatro çok sevilirdi Hep bu atmosfer içinde büyüdüm. Ve o dediğim gibi Haşim Bey'i de, Cama İrfan Beyi de, Küçük Ali Bey'i de dinledikten sonra ben de bu işe heves ettim. Zaten her gencin dramatik bir çalışması vardır dikkat eders eniz. Kiminde bu gelip geçici olur, kiminde ise kalıcı olur. Bizimki kalıcı oldu. Aşağı yukarı elli yılı aşkın zamandır uğraşıyorum. Karagözle daha yoğun olarak ilgilenmem 1973 yılında Nurettin Bey'in Atatürk Kültür Merkezinde bir kurs açmasıyla oldu. Ve o kursa başladım. Kurs dört sene devam etti. Orda da ben kendimin bu işi hakikatten yapıp yapamıyacağımı oradaki hocalardan öğrendim. Ve "Evet delikanlı, bu işi yapabiliyorsun." dediler. Ondan sonra da artık devam ettim. 1 9 7 6 yılında da kendi isteğimle Ziraat Bankası'ndan emekli oldum. Ve bu işe gönüllü olarak başladım. Biraz da iddialıydım. Çünkü o zamanlar, "Karagöz öldü" ( ! ) deniyordu. Hakikaten pek kimsenin oynattığı yoktu. Bu işe baş koyaraktan kültür merkezlerini dolaşarak, bu işi yaşatma-


ya çalıştık. Bütün gayem de bunu gençlere aktarmak. 1976 yılında da Akbank b i z i bünyesine aldı. Kukla-Karagöz Tiyatrosu kuruldu. 1 9 7 6 yılından bugüne kadar her Cumartesi-Pazar, bir kültür hizmeti olarak, ücretsiz devam ediyor. Aşağı yukarı iki üç nesil yetişti. İki sene evvel de bir kurs açıldı Çocuk Vakfı'nda. Ve ordan da bir onbeş kadar arkadaş yetişti. Ve ben şimdi müşteriyim o arkadaşlar Karagöz oynat abiliyorlar. O arkadaşlar s eneler geçtikçe birikimleri artac a k . Adamakıllı usta olacaklar. Bildiğimiz kadarıyla Karagöz oyn a t a n kişilere "hayali" deniyor. Hayali denir. Çünkü biliyorsunuz bunun yazılı bir metni yoktur. Her Karagöz oynatan kendinden birşeyler katar. D o ğ a ç l a m a yapılıyor yani. Evet doğaçlama yapılır. P e k i iyi bir "hayali"nin ne gibi özellikleri olması gerekiyor? Bir kere "hayali'nin Karagöz ve Hacivat sesini vermesi muhakkak şart. Sonra Hacivat'ı konuşan kimsenin de İstanbul lehçesiyle konuşması gerekiyor. Ben, "diğer illerin lehçesi bozuktu" demek istemiyorum ama Türkçe'nin örneği İstanbul lehçesidir, en iyisidir. Bunu konuşması şarttır. Bunu konuşmayan sakın Karagöz oynatmasın. Bir Karagöz oyunu genel olarak h a n g i bölümlerden oluşuyor? Evvela giriş, söyleşi-muhavere ondan sonra fasıl ve bitiştir. Bu oyunun kaidesidir, kimsenin bozmaya hakkı yoktur. Zaten bozulduğunda Karagöz ol maz. Bölümler arasında ne gibi farklılıklar var? Şimdi giriş bölümü diğer piyeslerde ve operalarda üvertir dediğimiz kısım oluyor. Muhavere dediğimiz de oyuna hazırlık oluyor. Seyirciyi oyuna hazırlıyor ve oyuna ısıtıyor. Ondan sonra da bir vesileyle fasıla, oyunun kendi konusuna giriliyor. Sonrasında ise oyunun bi-

tiş kısmı geliyor. Bitiş kısmında da "Her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affol a" denir ve oyun bitirilir. Bir Karagöz oyunu gösteribilmesi için nelere gereksinim vardır? Evvela figür dediğimiz tasvir lazım. Ondan sonra tef lazım; nareke dediği miz kamıştan yapılmış düdük lazım. Bir yardağınız lazım. Yardımcınız lazım. Çok gereklidir. Bir de perdeniz lazım. Perdenin farklı bir özelliği var mı? Farklı bir özelliği yok Eskiden iki duvar arasına gerilirdi. Şimdi o artık kalktı. Kimse duvara çivi vurdurm az. Şimdi portatif yapıyoruz. Eskiden 1 metreye 80 santimdi Şimdi ben 1 . 6 0 metreye 1 metre yaptım. Çünkü genişlettim biraz. İçine bazı aksesuarlar, dekorlar koyuyorum. Hatta bazı arkadaş lar bunu 3 metreye çıkarmak niyetindeler.

nu gelip seyretmek istemezdi. Ama bunu oynatanları ben daha ziyade biraz kabahatli buluyorum. Çünkü iyisini vermek lazım. Herşeyiyle. Oyunuyla, müziğiyle, perdesiyle, tasviriyle. İyisini verebilirseniz, siz de seyirci bulabilirsiniz. Ve zat en Karagöz de kendini yeni leyendir, günü oynayandır. Gününe göre oynamak lazım. Ama eski oyunlar kalacak, müzelik olacaktır. Bunu da bozmaya kimsenin hakkı yok Bugünü oynatacaksanız, bugünün dilini konuşacaksınız. Bilhassa gençler, çocuklar Karagöz'ü çok seviyor. Ve hiçbir zam an ölmedi, ölmeyecektir. Çeşitli illerde sizden başka K a r a göz oynatan var mı? Aşağı yukarı 1 5 - 2 0 kişiyi buldu Karagöz oynatanlar. Bir kısmı İstanbul'da, bir kısmı Ankara'da, bir kısmı da Anadolunun çeşitli illerinde.

Karagöz oynatan kişilerin sayısıKaragöz'ün unutulmasının önüne nın son yıllarda iyice azalmasını neye geçmek, yaygınlaşmasını sağlamak için sizce neler yapılmak? bağlıyorsunuz? Mümkün olduğunca çok çok oynatıp Bu, Karagöz oynatanların sayısının bunu gençlere gösterm ek lazım, iş burda. azalmasının sebebi "televizyon çı ktı" diÇünkü bilmiyorlar, kimse bilmiyor. yorlar, "radyo çıktı, sinema çıktı" diyorlar. Gençleri bırakın, büyükler bilmiyorlar. Ama ben bunlardan hiçbirine inanmıyorum. Ama gördükten sonra da zevkine Gelip görüyorsunuz, yirmialtı senedir de varıyorlar, ne kadar güzelmiş diyorlar. oynatıyorum ve herkes de gelip izliyor. Bize vakit ayırdığınız için teş ekkür Karagöz'ün seyircisi var. Ve zaten vakti ederiz. Çalışmalarınızda b a ş a r ı l a r ! geçmiş olsaydı kimse butavır/karagöz/şubat2000/s ayı:20 25


U ••

lkemiz halklar ve kültürler olarak çok zengin bir yapıya sahiptir. Bu zenginlik içerisinde Çerkesl er de kendilerine özgü kültürü, gelenekleri, yaşam biçimleriyle ayrı bir yerdedir. Farklı kültürlerini bu topraklann bir rengi gibi yapan Çerkesler'in asıl vatanı Kuzey Kafkasy a'dır. "Çerkes, Karadeniz'den Hazar Denizi'ne kadar olan, Kuzey Kafkasya topraklannda yaşayan halkların ortak adıdır. (1)

Çerkesler içinde bulunan tüm gruplar kendilerine Ç erkes dememekt edir. Adlarını kendileri değil başkaları vermiştir. Genelde kendilerine "Adıge" demeyi tercih ederler. Örneğin bir Adıge'ye kim olduğu sorulduğunda önce Adıge olduğunu, sonra kabile adını, sonra da soy adını söyler. Çerkesleri oluşturan halklar kendi içlerinde Adıge, Abhaz, Çeçen, Lezgi, Karaçay, Balkar gibi çeşitli isimler alırlar. Çerkeslerin hem müslüman olan kesimi hem de hıristiyan olan kesimi vardır. Bizim ülkemizde yaşayanların çoğu müslümandır. Göç Çerkesler, Kuzey Kafkasya'd a yüzyıllar boyu yaşamış bir halktır. Özgürlükle-

rine çok düşkün olduklarından vatanlarını çok sevdiklerinden, tarih boyunca her zaman baskı, katliam ve asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Tüm bu baskılar sebebiyle birçok halk gibi Çerkesler de anayurtlarına veda etmek zorunda kalmışlardır. Çerkesler'in ilk göç dalgası 1863'lerde başlar. İlk olarak Samsun ve İstanbul'a göç ederler. Yakl aşık bir milyon in san Kafkasya kıyılarından gemilerle Os manlı topraklarına gelir. Gelirken, birçoğu Karadeniz'in hırçın dalgalarında kaybolur, birçoğu da salgın hastalıklarda kırılır. Gelebilenler ise Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu'y a yerleşirler. Bu göç 1900’lü yıllara kadar sürer. Asıl göç dalgası ise 14 Haziran 1864'ten itibaren baş lar. Bu tarih aynı zamanda Çerkesler'in, Ruslar'la olan savaşında yenildiği tarihtir. Ruslar, Kafkasy a'yı ele geçirmek için Çerkes halklarına birçok zulüm uygulamıştır. Çarlık, güneye inme ve Kuzey Kafkasy a'yı boşaltarak kendine güvenlikli bölgeler yaratmak için Çerkes halkına yönelik katliamlara girişmiştir. Çerkesler'in vat anı Rus Çarlığı tarafından işgal edilerek zorla göç ettirilmişlerdir. Yine bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu hem içte hem de dışta büyük sorunlar tavı r / folklor / şubat 2000 / sayı : 20

yaşamaktadır. Dışta topraklarını kaybetmekte, içte ise ayaklanmalar yaşanmaktadır. Bu yüzden Bati Rumeli'de ve doğuda sınırlarını korumaya çalışmaktadır. Çarlık tarafından göç etmeye zorlanan Çerkesleri kendi çıkarları için kullanmak isteyen Osmanlı, göçü özentinici politikalar geliştirir. 1 8 6 4 yılında Akçaabat Kulesi'ne ve Sandere'ye 25 bin Çerkes gelir. Osmanlı'nın yürüttüğü göçü özendirici politikalar sonuç vermiştir. Böylelikle Samsun'a gelen göçmen sayısı 40 bini geçmiştir. Rus Çarı'ndan k a ç a n Çerkesler büyük umutlarla geldikleri Osmanlı topraklarında da aradıklarını bulamadılar. Bu kez de Osmanlı tarafından kullanılmaya başlandılar. Osmanlı, Çerkesler'i sorunlu bölgelere yerl eştiriyordu. Dıştan gelen saldırılara karşı istanbul'un güvenliğini sağlamak için Trakya, Marmara, İzmit, Balıkesir ve Bursa çevresine Çerkesler iskan edilerek bir güvenlik kuşağı oluşturuldu. İstanbul'u korumak için bir Çerkes kuşak oluştururken, Çerkesler'in ileri gelenleri ne de sarayda ve orduda önemli görevler verdi. Kurtuluş Savaşı ve Çerkesler Vatanın emperyalistler tarafından i ş -


gal edilmesi karşısında, Anadolu'daki Ulusal Kurtuluş Savaşı'na, Çerkesler'in önemli bir kesimi aktif olarak katıldı. Hatta, Mustafa Kemal'in çevresindeki paşaların birçoğu Çerkes asıllıydı. O dönemde Kurtuluş Savaşı'nda önemli başarılar kazanmış, savaşın içerisinde ustaca taktik ve yönlendirmeleriyle düşmana yenilgiler yaşatmış Çerkes Ethem'den bahsetmek lazımdır. Kurtuluş Savaşı'n ın başından sonuna kadar yer alan Çerkesler, Çerkes Ethem, komutasında "Kuvayi Seyyare"yi oluşturmuşlardır. Bu insanlar düğüne gider gibi savaşa gidiyor, tutkuyla savaşarak önemli başarılar kazanıyorlardı. Çerkes Ethem, yine bu dönemde Ege'de oluşturduğu bir cephe ile emperyalistlerin güdümündeki Yunanlılar'a karşı önemli direnişler sergilemiştir. Hatta bu direnişi aşamayan Yunan komutanlarından Zatirepulas, komutanlığına yazdığı bir raporla, Çerkes Ethem'in başarısını anlatıyordu: "Bahriye Nazırı Rauf un kendisi gün Çerkes ve mahiyetindeki yetişmiş olan Ethem'in başında bulunduğu Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş ve sayıları beş bini bulduğu tahmin edilen Çerkesler, Akhisar-Salihli arasında kuvvetli bir savunma hattı kurmuşlardır.'"(2) Ancak, ilerleyen dönemde, Çerkes Ethem ile M. Kemal arasındaki çelişkiler derinleşmiş, çatışmalar yaşanmıştır. Bundan dolayı Çerkes Ethem ordusunu dağıtarak Yunanlılara sığınmıştır. Kurtuluş Savaşı Sonrası ve Kemalistler'in Ge rçek yüzü Kurtuluş Savaşı'nda büyük rolleri olan Çerkesler, cumhuriyetin ilanından sonra Kemalistler tarafından yok sayıldı. M. Kemal'in "Türk, Kürt, Laz, Çerkes tüm anasır-i islamiyenin ortak savaşı" diye yaptığı değerlendirme iktidar ele alındıktan sonra ters yüz edildi. Vatanın kurtarılmasında canla başla, savaşan birçok halk üzerinde baskılar arttırıldı. Milliyetler, azınlıklar yok sayıldı Çerkesler de, Kemalistler'in bu politikasından nasibini aldı. Asimilasyon politikasına tabi tutuldular. Diğer halklar ve azınlıklarla birlikte Çerkesler de 'T ürkleştirilme''ye çalışıldı. 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu'y la Çerkes köylerinin ismi T ürkçe'leştirildi.

Çerkes ad ve soyadları kaldırıldı. Yerine ağaçlara asılan "Vatandaş T ürkçe İsim Koy!" tabelalanyla Çerkesçe ad takmaları yasaklandı. T ürkçe ad ve soyadları koymaları zorunluluğu getirildi. "Soyadı Kanunu'nun çıkmasıyla birlikte, jandarmalar, nüfus memurlarıyla birlikte ellerinde listelerle köylere gelip, şunlardan birini soyadı olarak seçeceksiniz diyorlar. Köylerdeki Çerkesler köy meydanlarındaki ağaçlara asılı listelerden soyadlarını seçiyorlardı.'(3) Bununla birlikte Çerkesler'in anadilde eğitim görmeleri, yayın yapmaları, örgütlenmeleri, sorunlarını dile getirmeleri engellendi; Çerkesçe alfabe yasaklandı, 1923 yılında cemiyetleri, dernekleri ve okulları kapatıldı. Marmara bölgesinde 14 Çerkes köyü, Çerkes Ethem bahane edilerek sürgün edildi T üm bunlar olurken başta, Başbakan Rauf Orbay vardı. Rauf Orbay ise bir Çerkes't i. Çerkesler'e yapılan baskıların, asimilasyonun altında onun imzası vardı. "İsmet Paşa'nın, Lozan'da 'öz kardeşlerimiz' dediği Çerkeslerden, 14 köy halkı (Gönen, Bandırma, Manyas dolaylarında) 2 Mayıs 1923 tarihinde Doğuya sürülmüş, Askeri Okullarda okuyan

Çerkes çocukları okullardan çıkarıltavı r / folklor / şubat 2000 / sayı : 20

mokrasi geleceğini sanmışlar, üzerlerindeki baskının hafifleyeceği beklentisine girmişlerdi Demokrat Parti'n in iktidara gelmesiyle birlikte Çerkesler üzerindeki zor, baskı ve asimilasyon politikası hafiflemiş ama onun yerine doğal asimilasyon dönemi başlamıştı. Ülkenin dışa açılması ve emperyalist ülkelere bağımlı hale gelmeye başlamasıyla kente doğru bir göç başlamıştır. Çarpık kapitalist gelişmeyi ve sanayinin kentlerde olduğunu düşündüğümüzde göçün nedeni de ortaya çıkıyor. Kapalı köy ekonomisi, bunun sonucunda parçalanmaya başlamıştır. Kırdan kente göç, daha çok gençlerde görüldü. Bunun sebebi ise lise ve üniversiteye gitmek isteyenlerin şehirlerde okumak istemeleriydi. Bu göç dalgası böyle başlamış, daha sonra da biçim değiştirmiştir. Bu arada Çerkesler, derneklerini yeniden kurmaya başladılar. Cumhuriyet döneminden sonra ilk dernek 1946 yılında kuruldu. Adı, İs-


tanbul Dosteli Yardımlaşma Derneği'ydi. 1952'de, Kafkas Kültür Derneği, 1961 yılında ise Ankara'da Kuzey Kafkasya Kültür Derneği kuruldu. Kente göç eden ve okuyan gençlerin çoğu gençlik hareketi içerisinde yer aldı. 12 Eylül '80 faşist cuntasıyla Türkiye'deki birçok demokratik kurum, kuruluş ve dernek gibi Kafkas kültür dernekleri de kapatıldı. Bu derneklerin üyeleri ya tutuklandı ya da dağıtıldı. Derneğin faaliyetleri durduruldu. 1985'lerde dernekler yeniden kuruldu. Demokrasicilik oyunu '83'te yapılan seçimlerle iktidara gelen ANAPla sürdürülüyordu. Bununla birlikte Sovyetler Birliği, sosyalizmden kopuşun eşiğindeydi. Gorbaçov'un başa geçmesiyle Çerkeslerde de bir hareketlenme başladı. Kafkasya'ya karşilıklı gidiş gelişler oldu. Bu ziyaretler her geçen gün artıyordu. Bu ziyaretlerin sürekli hale gelmesiyle, Türkiye'de ve Kafkasya'da yaşayan Çerkesler arasında bir ilişki başladı. Bugün sayılarını bilmiyoruz ama bu derneklerin adı sadece Kafkasya. Kimi yardımlaşma, dayanışma, kimi kültür derneği. Bu derneklerin ülkemizdeki Çerkes halklarının, Kafkasya halklarının kültürlerini yayması, ulusal bir kimlik savaşı vermesi, haklan için mücadele etmesi, Çerkes ve Kafkasya halklarının geleneklerini koruması, yayması gerekirken, bunları yapmıyorlar. En olumluları bile bir dayanışma, hemşehrilik örgütlenmesi olmaktan öteye gjdememektedir. Çerkesler'in kültürü, birçok halkta olduğu gibi kendine özgü bir kültüre sahiptir. Yüzyıllar boyu parçalanmışlığına rağmen Çerkesler'i oluşturan halkların birçok ortak kültürel özelliği var. Çerkes kültüründen bahsederken onu oluşturan en önemli nokta, insan faktörüdür. Çerkes kültürü ulusal ve köylü bir içerik taşır. Toprağa bağlı bir kültürdür bu. Köy yaşamı içerisinde oluşmuştur. Üretim yara ağır basar. Çerkes kültüründe bir kişi kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılamak ve üretmek zorundadır. Kişi yaşamı için ne gerekliyse kendisi bulmak, yapmak durumundadır. "Kazananı değerlendirip yatıran yaymak,

malına mal eklemek gibi bir amaçları yoktur. Tek amacı kendine yetebilecek üretimi yapmaktır. Maddi değer yargıları burada fazla önemli değildir." (5) ihtiyaçlarının fazlasını istemez. Gerekli olan neyse onları yaratır. Herşeyleri para değildir. P ara kıymetsiz bir kağıt parçasıdır. "En değerli mal insanlıktır." der bir Çerkes atasözü. Çerkes halkı için maddi, haksız kazanç önemli değildir, insanlık her şeydir. Değerli olan insan olma duygulandır. Değer yargısı ise isim, yani namdır. Bir Çerkes'in ismine leke sürdürdüğünde o artık bitmiş sayılır, isim ve şeref Çerkesler için çok önemlidir. Şerefine leke sürdürmek ölüm gibidir. Şerefine leke sürülen bir Çerkes yüz bulamaz, topluluktan dışlanır. Toplum kendini tek birey gibi hisseder. Birlik olma duygusu, düşüncesi yüksektir. Birlik olunca düşmanlarının kendilerini ezemeyeceğini bilir. Bedelin büyük olacağını bilir. Bu birlik duygusu kurallarına uymayan Çerkes yargılanır. Kolektivizmin gücüne inanırlar. Çerkesler için yaşam ölçüsü, düzeyi kolektivizmdir. Çerkeslerde kapıyı kapamak cimrilik anlamına gelir, istisnasız her evin iki kapısı vardır. Bunlardan biri sürekli açıktır. Çerkes halkı konukseverdir. Bu, bir gelenek haline gelmiştir. En belirgin özelliklerinden biridir. Evine bir misafir geldiğinde büyük-küçük herkes onu ayakta karşılar. "Evinize Abhaz gibi gelen bir konuğu, soyunu, sopunu, işinigücünü sormadan bağrına basmalısın." der bir Çerkes atasözü. Normal odalar tek ampulle aydınlatılırken, konuk odası iki-üç ampulle aydınlatılır. Konuk odasındaki tüm eşyalar konukların kullanımına ayrılmış, günlük yaşamda kullanımlarına izin verilmez, bunda özenli davranırlar. Saygıda kusur etmezler. Bir konuk Çerkes için önemlidir. "Misafir, çocuk dahi olsa, ona büyük misafirmiş gibi davran.", "Misafir üç gece kalırsa aüeden olmuş olur", "Kapı komşusu akraba sayılır." Çerkes bir ailenin erkek çocuğu belli bir yaşa geldiğinde yetiştirilmek üzere başka b i r Çerkes aileye verilir. O aile artık akraba sayılır. Çerkesler'de beraber iş yapmak, bir taşı beraber kaldırmak önemlidir. "Çok kişi beraber omuzlarsa, yeri oynatırlar." "Bir çok nehir birbirine karışınca de-

tavı r / folklor/ şubat 2000 / sayı : 20

niz olur." "Yalnız olan ağaç rüzgardan korkar." Daha onlarca, bunlara benzer atasözü vardır. Beraber iş yapmak, Çerkesler'de mutluluk verici bir iştir. Çerkesler'de gençlerin tanışması, sohbet etmesi, eğlenmesi amacıyla Zehes toplantılan yapılır. Bu toplantılarda kadın ve erkekler bilgisini, görgüsünü ortaya koyarlar. Kaynaşma sağlarlar. Bu toplantılan yöneten kişi ise yaşlı ve saygın bir Çerkes'tir. Bu toplantılarda her şey konuşulur. Eğer bu toplantılarda birisi gelenek ve göreneklerin dışında davranır, hareket ederse ayıplanır. Kan davasını ise ilginç bir yöntemle çözüyor Çerkesler. Kan davasının taraflarından birisi kan davasını bitirmek istiyorsa ve kararlıysa karşı tarafın küçük çocuğunu kaçırır. Çocuk ya emzirilir ya da "Biz bu çocuğun eğitimini üstleniyoruz." denir. Böylece iki aile akraba olur, kan davası da tarihe gömülür. Çerkesler, geleneklerine bağlı bir halktır. Yemek yeme de böyledir. Onlar için yemek yeme tören gibidir. Kuralları vardır. Ailenin fertleri bu kuralların dışına çıkmamalıdır. Sofranın baş köşesine evin en yaşlısı oturur. Ona '"Thamade" denir. Çerkesler'de çocuk yetiştirme de önemlidir. Saygı duyulan işlerden biridir. "Çocuk iyi yetiştirilirse hem ailenin hem toplumun çocuğudur; ama kötü yetişirse ya nızca ailenin çocuğudur." Çocuğun kötü olmaması için eğitime önem verilir. Hem erkek hem de kız çocuklan okuması için aileleri tarafından teşvik edilir. Çocuğa, okul eğitimi dışında insan sevgisi, dürüstlük, çalışkanlık, vatan, halk sevgisi, büyüklere saygı duygusu aşılanır. Her halkta olduğu gibi Çerkesler'in de kültürleri, gelenekleri yavaş yavaş yok olmaktadır. Onun yerini ise emperyalizmin yoz, bireyci, bencil, halkına ve vatanına yabancılaşmış bir kültürü yer almaya başlamıştır. •

dipnotlar 1- Çerkes Tarihi, Hayri Aksoy -Ay sun Kamacı, s. 16

2-age, s. 1 5 0 3- Cumhuriy et 24 Nisan 95, Özdemir Özbay "la röportaj 4- Kafkasya Yazıları, say ı 5, s. 49 5Age Say fa: 158


D

emeyecekl er; ceviz ağacı rüzgarda salındığı sıralar./ Ama diyecekler; Badanacı işçileri ezildiği sıralar./ Demeyecekler; çocuk yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralar./ Ama diyecekl er; Büyük savaşlar hazırlandığı sıralar./ Demeyecekler kadın odaya girdiği sıralar./ Ama diyecekler; Bütün güçlerin işçilere karşı birleştiği sıralar./ Demeyecekler; Karanlıktı o sıralar./ Ama diyecekler; Neden şairleri sessizdiler. Bertolt Brecht "Büyük savaşlar hazırlandığı sıralar" sessiz değillerdi belki am a 1 9 . yüzyıldan alınan "modernist" gelenekle Neruda'nın da dediği gibi "yalnızca soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları'nda duyuruyorlardı seslerini." "Asrın nihayetine layık bir şekil de san'atı san'at için yaratmaya soy lu kişilikli, ülküselleşmiş bir sanat kavramını yüceltmeye devam edi yorlardı. 1 9 . yüzyıl garibe, endere,

yapaya duyulan heves ve gerçeklerden kaçışın baştacı edildiği "modernist" gelenekle son buluyordu. Fakat tüm bunlar büyük s avaşların hazırlandığı yüzyılımızın başında gerçekl eri parçalamaya yetmiyor, büyük savaşl arın ertesinde ort alığı; kübizmin, ultraizmin, kreasyonizmin, dadaizmin... tozu dumanı kaplıyordu. I. Paylaşım Savaşı daha yüzyılımızın başında tüm düşleri altüst ediyor, ortada savaşın çıplak ve acı gerçekleri kalıyordu yalnızca. Gerçeklerden, savaşın ve vahşetin çıplak gerçeğinden kaçışın yeni yollan aranıyordu. Avrupalı aydınlar ve s anatçılar arasında. Yeni yol kısa bir süre sonra Zürih'te bulunuyordu: Saçmacılık ya da saçmanın sanatı; Dada. İki anlamsız hecenin yanyana getirilişinden doğan akım, dünya savaşının ortasında 1916'd a ortaya atılıyordu. Yaşamla ölüm arasmda hemen hiçbir ayrılık kalmadığını, insan değerinin sı fıra düştüğünü gören ve hiçbirşeyin sağlam, sürekli olduğuna inanmayan Avrupalı aytavı r / şiir / şubat 2000 / sayı: 20

dın ve sanatçılar dadai zme dört elle sarılıyorlardı. Savaş sonrası bunalımında yaşama katlanabilmek için yeni bir anlam aranıyordu. Anlam, Dada; yani herşeyin anlamsız olduğuydu. Dadaizm sonunda kendi kendim yok ediyordu ama saçmanın sanatı yeni görünümler altında gerçekl erden-gerçekçilikten kaçışın sığınağı olarak yüzyılımız boyunca varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Savaş acı ve ürkütücüydü. Avrupalı aydın ve sanatçılar bu gerçeklikten kaçmayı tercih ederken dünya bir yandan da haklı savaşların zaferleri ve bu zaferleri yaratan ve yazanların dizeleriyle sarsılıyordu. Kuzeyde "kara bir dehşet" gibi kol gezen ve tüm "uğursuz kinini" halkların üzerine saçan Çarlık tüm uğursuzluğu ve zulmüyle yıkılıp gidiyor, 1917 Ekim Devrimi'yle, Mayakowsky ve diğerleri gerçeği ve geleceği yazmaya başlıyordu. Ekim Devrimi, yalnızca ezilen sınıfların iktidarını gerçekleştirmekle


kalmıyordu; kendilerini baskı altında hisseden tüm sanat akımları dev rimde kendileri için bir açılım buluyordu. Yeni bir dünya doğuyordu ve yeni dünyanın, yeni şairleri en geniş özgürlükler içinde yaratmanın da adı oluyorlardı. Devrimle birlikte yeni sanat akımları doğuyor, devrim öncesi süreçlerin akımları yeni ve zengin biçimlere kavuşuyordu. "Devrime kendi evine girer gibi" giri yordu Mayakowsky. "Doğruca" giri yor ve "evin pencerel erini açmaya" başlıyordu. Sosyalizm, Rusya'yı, Sovyet emekçileri için bir yurt yapıyordu. Sovyet yurtseverliğini daha ihtilal dönemlerindeyken selamlayan ve ateşleyen bir şairdi Vilademir Vladimiroviç Mayakowsky (1893-1930), Sosyalist Gerçekçilik'in öncülerinden olan Mayakowsky için şiir yeni bir toplumu kurmaktı ve şiirleri bu toplumu anlatıyordu. Ekim Devrimi'nden sonra aydınları, devrimi desteklemeye çağırıyor; şair, oyun yazarı ve ressam olarak devrim heyecanını yaygınlaştırıyordu. 1922-1929 yılları arasında Batı Avrupa ve Amerika'da yaptığı geziler şiirlerinde, yazılarında yansımasını buluyor; kapitalizmin vahşeti, batılı aydınların vurdumduymazlığı ve sanatı bi reye indirgeyen akımlarla tanışıklığı onu devrime daha çok yakl aştırıyordu. 1921'de bir tufanın sonunda proleterlerin burjuvalara karşı kazandı ğı zaferi anlatan "Kutsal Güldürü" adlı oyunu sahneleniyor ve büyük bir başarı kazanıyordu. M ayakowsky kendi döneminin en etkin ve enerjik şairlerinden biri olarak yalnızca Sovyet şairlerini değil özellikle 1930' larda birçok Avrupalı şairi de önem li ölçüde etkiliyordu. Mayakowsky gibi pek çok şair, 1925-1930 yılları arasında Sovyetler'in harcadığı dev çabayı yazıyorlardı şiirlerinde. Genç Yes enin, "Pugaçev İsyanı"nı destanlaştırırken, Boris Pasternak, devrimin hizmetinde lirik şiirler yazıyordu. Vladimir Klebnikov da devrimin yetiştirdiği şairler arasına katılıyor-

du. Sanatta yeni görüş "Sosyalist Gerçekçilik" bu dönem de doğuyor ve gelişmeye başlıyordu. Sovyet Komünizmi denen ilk dönemlerde egemen edebi tür şiir oluyor en önemli şairlerin başlıca yapıtları o dönem lerde yayınlanıyordu. "Rus Doğuculuğu"nun şairlerinden Viktor Viktoroviç Şlebnikov (1885-1922) eski sözcükler kullanarak halka dönük büyüleyici şiirler yazıyordu. Sovyetler Birliği'nde doğduğu ve daha sonra diğer sosyalist ülkelerde geliştirildiği biçimiyle Sosyalist Gerçekçilik "sanat için sanat" anlayışına, biçimciliğe, soyuta ve izlenimciliğe karşı çıkıyor; ulusal sanata, halk sanatına, folklore yöneliyordu. Bir başka deyişle sanat, sosyalist bilincin bir biçimi, bir öğretim aracı "i çeriğiyle proleteryacı, biçimiyle ulusal" içeriğine kavuşuyordu. 1940'lı yıllar Sovyet yurtseverliğinin, Sovyet halkları nezdinde daha da bilince çıktığı yıllar oluyordu. Dünyayı kasıp kavuran Hitler faşizmi Sovyet sınırlarına dayandığında cephel erde savaşı yazıyordu. Sovyet şairl eri ve faşizme karşı bu büyük direnişin öncüleri, neferleri oluyorlardı. 1948'de Sovyetler Birliği'nde faşizmin istilasına karşı büyük bir zafer kazanılıyordu. Zafer, yurtseverlik duygularını güçlendiriyor, sosyalizm tutkusunu büyütüyordu. Bu tutku, Sovyet insanının gururu ve devrime bağlılığında somutlanıyordu. Yeni bir ahlak, destansı direnişin ertesinde Yevtuşenkolar'ın ve daha birçoklarının çabalarıyla yeni bir kültür yaratılıyordu. "Sovyet kül türü, Nazi saldırganlığına en büyük darbeyi vuruyor, Nazizmin histerik hezeyanlarını yerle bir ediyordu." Kendinden önce toplumu düşünen bir halkın, emeği yücelten ve gerektiğinde hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan kültürüydü bu. Faşizmin en azgın biçimiyle hüküm sürdüğü Almanya'da, devrim ci şairler tüm zorluklara karşı hem üretiyor hem de sosyalist sanat kuramlarını geliştiriyorlardı. Brecht, tavı r / şiir / şubat 2000 / sayı: 20

bunlardan biriydi. Kuramları bugün bile aşılamayan Bertolt Brecht sosyalizmin sanat faaliyetlerinin emekçilerinden biri olarak, gurur abidesi olarak tüm ihtişamıyla yerini koruyor. Doğu Avrupa ülkelerinde de Naziler'in tozu dumanı yerini sosyalizme bırakıyor ve sosyalizmin türküsü bu ülke ozanl arının dilleinde büyütülüyordu. Aynı tarihlerde Avrupa'nın diğer bir t arafında dadaizm miadını dolduruyor onun patırtıları arasında sü rrealizm (gerçeküs tücülük) "absürdün ve kaçışın" yeni sanatı olarak kendine yer buluyordu. Andre Breton önderliğinde 1924'de ortaya atılan akım, olaylar ve nesn eler arasındaki bağı kopararak gerçekliği altüst ediyor "yeni düşler ve çügınlıklar " peşinde gerçeğin üzerine kalın bir sis perdesi örtüyordu. Elbette ki bu yeni akım da s açmanın anlamsızlığıyla son bulacaktı. Bir süre sonra da saçmadan alınan bütün zevkl er gibi gerçeküs tücülük te Avrupa'nın doğu kanadında yerle bir edilecekti. Doğu Avrupa'da "açık gözler"l e emeğin ve sosyalizmin zaferini yaşayan şairler ve sanatçılar İsp anya'da Franco'nun faşistleri tarafından "açık gözler"le katlediliyorlardı. 1 9 3 6 yazıydı, "ölürsem bir gün/beni gitarımla gömün/altına kumun" diyen ünlü şair Lorca, "atları kara, nalları kara" muhafızl ar tarafından kurşuna diziliyordu. İspanya İç Savaşı'nın ateşli bir s avaşçısı olan Hernandez ise Neruda'nın deyimiyle "yavaş yavaş idam ediliyor" 1942'de hapishanede veremden ölüyordu. İç savaşın başlamasından kısa süre sonra gönüllü ol arak cephede görev alan daha son ra Siyasi Genel Karargaha geçerek kütür komiserliği yapan Hernandez, "O ana kadar sözcüğün tam anlamında devrimci bir şair olmamıştım. Burjuvaziyi yeren şiir ve dramlar yazmıştım; ama şiirlerimi silah olarak kullanmaya beni hainlikleriyle kesinlikle iten hainler oldular... İspanya'ya doğru yaklaşan büyük trajedinin,


korkunç şiirsel deneyin, bir rüzgar gibi hayatımı karşıladığını sezdim, duydum ve kendimi halkın ortasına attım." diyordu. Düşler aynıydı; kurtuluş sosyalizmdeydi. Bulgar şair Vaptsarov da tıpkı Hernandez gibi "halkın ortasına" atmıştı kendini. O yaşam koşul larının kaçınılmaz olarak komünist düşüncelere götüreceği alel ade işçi nin komünistin sembolü oluyordu. O, geceleri yorgunluktan bitkin yatan meçhul işçinin ta kendisiydi. Yalın ve güçlü bir aidatımın egemen olduğu şiirleriyle Bulgaristan'da faşizme karşı direniş hareketi nin simgesi oluyordu. Faşist terör arttıkça devrimci mücadele kı zışıyordu. Özgürlük arzusuyla dolup taşan gençl er çekinmeden silaha sarılıyordu. Ve sabretmenin kemikleş miş felsefesini atarak yeni idealleri ne bağl anıyorlardı: sosyalizm... 1950'li yılların sonuna gelindiğinde Avrupa ve Amerika'd a sapkın akımlar, sapkın kuşaklar yaratıyordu. Her on yıllık bir devinime bir kuşak at fetmek Avrupa'nın "özgünlüğü"ydü. Kuşakl an birbirine ekleyip farklı coğrafya ve kültürleri tek bir kuşağa dolayıp el çabukluğuyla bir çırpıda "Avrupa Kültürü" yaratılıyordu. '50 sonlarında Beat Kuşağı, '60 sonlarında Hippi Kuşağı, '70 sonlarında Ben Kuşağı ve '80 sonlarında Vuppie kuşağı.. Beat kuşağı kimliğini eroin ve esrarda buluyor, kokain Hippi kuşağıyla anılıyordu. Hippi Hareketi ekolojistler, feminizm, savaş karşıtı hareketler gelişen kapitalizmin bunalımlarını aşmak için ard arda piyasaya sürülürken; Mao, Uzak Asya'dan, Çin'den "Büyük Proleter Kültür Devrimi"ni başlatıyordu. Kültür devriminin yaratıcısı kitleler alacaktı. Sanat kitleleri devrime bağlayan ve devrimin sürekliliğini sağlayan itici bir kuvvete dönüşüyordu. Kendisi de bir şair olan Mao Tse-tung şiir ve politikanın bir arada yürütüleceğini i fade ediyordu. Çünkü biri özgünlüğü, öteki zorunluluğu ile bir bütündü.

...Latin Amerika'da, Jose Marti'nin kimliksizlik ve yabancılaşma dayageçen yüzyılın sonlarında attığı isyan tılıyordu kitlelere. Özerkleştirilen bu tohumları onu sadece Küba halkının ulusal sanat piyasasında s anatçıya da iki seçenek kalıyordu: Ya sanatçı onurunu kahramanı haline getirmekle kalmıyor Marti tüm Latin Amerika halklarının ve kimliğini yadsıyıp sırtını halka kurtuluş savaşında hiç sönmeyen bir meşale dönerek ürettiklerini düzene oluyordu. Çünkü, O, bir yandan silahıyla yedekleyecek ya da onuruyl a halktan ulusal onurun savunucusu olurken bir yana yapacaktı sanatını. Toplumsallığın yanda da kurtuluşun ve bağımsızlığın şiirini son bulduğunu, halkların kurtuluş yazıyordu. "Şiirler kalbimin düşleri, sömürüsüz bir dünya umutlarının artık anlamsız olduğunu parçacıklarıdır. Onlar savaşçılarındır benim" diyor ve ekliyordu Marti; "Hiçbir savunan Postmodernizmde m edyatik şiirim yapay olarak zorlanarak, önceden gerçeklik tüm gerçekliğin önüne geçiyor, olgular yeni kavramlarl a tasarlanarak yazılmadı; onlar gözden fışkıran yaşlara, yaradan fışkıran kan tanımlanıyordu; biçim ve görüntü-İMAJ. fıskiyesine benzerler." İnsanlığın en eski anlatı türlerinden Latin Amerika halkları s avaşı bü- olan şiir, yüzyılımızın başında sosyalist yütmek için silaha sarılıyordu. Kurtuluş gerçeklikle özünü buluyor ve tüm ve bağımsızlık umutları Latin kuşatmaları yararak "dünyadan daha bi r Amerika'da, Şili ormanlarının de- gerçek bir dünya"yı yazmaya başlıyordu. rinliklerinde, hudut boylarının dün- Sosyalizm halkların kurtuluş umutlarını yasında yaşanan hayatı ve yaşanacak besleyen bir kanala dönüşüyordu. Şiir, bin olanı anlatan dünyayı büyütmek isteyen yıllar öncesinde, ta ilkel komünal dönemde bir şairi Neruda'yı doğuruyordu. birlikte çalışıp üret meyle oluşan toplumsal Pek çok ülkeyi dolaşan, İspanya İç özne, sosyalizmle yeniden kavuşuyor, tüm Savaşı'nda Cumhuriyetçiler'le birlikte laf kalabalıklarını bir kenara iterek mücadele eden Neruda, tüm benliğiyle sömürüsüz, eşit bir dünyanın temel lerini bağlandığı, "vatanım" dediği bütün bir atıyordu "bir lav püs kürmesi gi bi alevli ve Latin Amerika'nın öfkesini, umudunu, herşeyi yıkıp geçen", "gök yolunda sefer eyleyen , hançerini güneşe saplayan ve dayatmasını yazı yordu şiirlerinde. hızla yukarılara yükselen bir savaşçı" şiir "kökenine kadar seviyorum" dediği doğuyordu. Bu yeni savaşçı şiir ne soyluca memleketi için. Oysa Avrupa'nın sırtım dünyaya ve döşenmiş salonların, ne de Avrupa'nın toza ahlaka dönmüş vurdumduymaz aydın- dumana bulanmış puslu havasının yarattığı sanatçıları yeni hayaletlerin peşinde bunalımlı aydınlarının ülküselleştirilmiş postmodernizmi yaratıyordu. İlk kez, dünyasını ne de günlük dünyanın sökü lüp süslenmiş, 1930'lu yıllarda ortaya atılan terim, '60'h kabalıklarından yıllarda popülerleşiyor ve bezenmiş yapay konuları işleyecekti. yaygınlaşıyordu. "Postmodernizm-bu Dünyanın ülküselleşmiş bir anlatımına sözcüğün hiçbir anlamı yoktur, değil; kendisine, günlük somutların olabildiğince sık kullanın" deniyor, dünyasına, kimi zaman iyi, kimi zaman anlamsızlık bir kez daha cilalanıp yeni gaddar bir dünyaya açılıyordu şiir. imaj piyasaya sürülüyordu. Tüketim Günümüze kadar dünyanın neresinde kapitalizminin bünyesine uygun olarak olursa olsun gerçek şiir ve toplumcu sanat da metalaştırılıp bir tüketim şairler mücadelenin içinde doğmuş, maddesine dönüştürülüyordu. dünya halklarının yol göstericisi Postrnodernizmin, "çok kültürlülük, olmuşlardır. Çağımızın gerçek çok kimlilik", "bireysel özgürlük" aydınlarıdır onlar. • yaftalan alanda kültürsüzlük, tavı r / şiir / şubat 2000 / sayı: 20


etiştirme yurtlarında çarpık aile ilişkileri, yoksulluk, aile içi şiddet gibi nedenlerle 24 bin çocuk kalıyor. Çoğu hiç ev görmemiş, sosyal yönleri gelişmemiş, sevgiye ve şefkate muhtaç 24 bin çocuk. Kimi bebek, kimi gençlik çağında. Hepsi de iyi insanlar olabilir. Hepsi de toplumda kendine yer edinebilir; topluma kazandırılabilir. Eğer onları topluma kazandırmayı başaramazsak bizim katilimiz olacaklar. Bu ortamda hepsi potansiyel birer hırsız, gaspçı ve katil olarak şekilleniyor. Biz farkında olalım veya olmayalım kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Oysa biraz ilgi bu tehlikeyi savuşturacak. O zaman gör ev bizim. Yani benim. Haydi Sevil, kendine biraz güven. Sen bu işin eğitimini aldın. Sen yapamazsan kim yapacak?" -Bayan,

kondu evleri, ufacık bakkal dükkanı, kıraathane, cami, muhtarlık. Yani adı gibi huzurlu bir mahalleye benziyordu. Evler Sevil'in dikkatini çekti. Bu çamur deryası şehirde gecekondu evleri rengarenk boyalıydı. Beyaz, pembe, mavi, eflatun, sarı... Bugün ilk mesaisini yapacaktı.

son durak(!) Sevil, şoförün sesiyle irkildi. Kendisiyle öyle derin bir sohbete dalmıştı ki; otobüsün durduğunun farkına bile varmamıştı. Hemen indi otobüsten. Serin bir rüzgar yüzüne çarptı. Önünde uzanan yokuşu tırmanmaya başladı. Burası yoksul bir mahalleydi. Okula giden çocuklar, tek katlı gecetavı r / öykü / şubat 2000 / sayı : 20

püs uzanıyordu. Huzurevi, çocuk yuvaları, spor salonu, çocuk parkı, lojmanlar ve kız yetiştirme yurdu. İşte burada çalışacaktı. Renkli evler geride kalmıştı. Şimdi önünde uzanan tüm binalar bej rengiydi. Sevil buna "devlet rengi" diyordu. Okuduğu


okuldan sınava girdiği Tapu Müdürlüğü'ne kadar tüm devlet binaları aynı renkte. Bej... Bahçe kapısından girerken okula giden çocukl arla karşı laştı. Ama çocuklar onunla ilgilenmediler. Yurdun kapısında duran kıza yaklaştı. - Günaydın. - Günaydın. - Ben buraya yeni tayin oldum. Sosyal Hizmet Uzmanıyım. Kız, Sevil'i baştan ayağa süzüyordu. Kız, "bana ne" dercesine omuz silkti. - Ben burada çalışacağım, yani si zinle... "Anladım. Demek sende sosislerdensin." demesiyle kaçması bir oldu. Sevil olduğu yere çakılıp kaldı. "Sosis mi?.." Bu da ne demekti? Bir kaçan kıza, bir de binaya baktı. Çok iyi duygularla gelmişti. Gerçekten bu çocuklarla çalışmayı çok istiyordu. Peki "sosis" ne demekti? İyi bir şey olmadığı kesindi, ama "Neyse, elbet öğrenirim." diye geçirdi içinden. Kavga, dövüş buradaki çocuklarla bir şekilde anlaşmak gerekiyordu. Ve Sevil, kız yurdunda çalışmaya başladı. Çocuklarla konuşmak, sohbet edebilmek için gece nöbetlerini istedi. Buna diğer öğretmenler ve hemşireler çok sevinmişti. Ancak Sevil' in gönüllü gece nöbetleri, sohbet etmeye bir türlü olanak vermiyordu. Sevil, her nöbetinde kendini dehşete düşüren olaylarla karşı karşıya kaldı, ilk nöbetinde bir öğrenci ilaç i çerek intihar etti. Hem de revirin anahtarını Sevil' in masasından aşırmıştı. Sevil'in tüm gecesi ambulans çağırm ak, ambulans gel meyince taksi istemek ve gece boyu hastaneden gelecek telefonu beklemekle geçti, ikinci nöbetinde yurtta büyük bir kavga patlak verdi, iki grup birbirine girmişti. Sevil ayırmaya çalıştı. Ama yediği bir to katla geri çekilmek kaldı. Çaresizlik içinde saatlerce izledi. Durumu bildirmek üzere aradığında "Böyle şeyler için mi ediyorsunuz?" diye azarlandı. nöbetinde yoklama yaparken

suratına zorunda kavgayı müdürü rahatsız Üçüncü

üç kızın yurtta olmadığını farketti. Önce müdüre, sonra polise haber verdi. Birkaç saat sonra üç kız polis tarafından yurda teslim edildi. Çok kötü dayak yemişlerdi. Sevil onların yaralarını sarıp biraz da konuşmak istediğinde terslendi. Gece odasına çekildikten bir süre sonra kapısına tekme atıp kırdılar. Karanlıkta dövdüler Sevil'i ve çıkıp gittiler. Sevil kimler tarafından dövüldüğünü bile anlamamıştı. Bunlar polisin getirdiği üç kız da olabilir, dün siciline rapor yazdığı kız da. Yüz kişinin içinde herkes olabilir. Sevil' in gece dövül düğü, kısa bir sürede tüm yetiştirme yurdunda duyulmuştu. Akşamları odalarda, gündüzleri bahçede, yemekhanede gizli gizli hep bu konuşuldu. Yurdun büyükleri yine kendi lerinin sorumlu tutulacağım düşünüyordu. Bir gece Pınar, tuvaletin kapısını sessizce açıp yan taraftaki banyoya yöneldi. Karanlıkta sadece sigara at eşlerini gördü. Burası gizli sigara içme yerleriydi. Odalarda sigara içmeme kararı alındığı günden beri sigaral arı burada içiyorlardı. Müdür bir gün buraya girip sigara izmaritlerini g ö r d ü ğ ü n d e "Nasıl olur, şimdi bir müfettiş gelse ben ona, burası bizim öğrencilerin sigara odası mı diyeceğim?" demişti. Buna rağmen bu odada sigara içilmesine müdahale etmediler. Ortalıkta içileceğine burada içilmesi daha iyiydi. Her şey gibi bu da gizli kapaklı olursa yapılabilirdi. Pınar da sigarasını yakarak oturdu. "Sevil hocayı fena dövmüşler." Aman boşver. O da herşeye burnunu sokup duruyor. Neymiş efendim bizi düzeltecekmiş. Zeynepler'i niye poli se vermiş o zaman?" Sevil, bu dayak olayından sonra bir süre gece nöbetlerinden ayrıldı. Ama yurttan ayrılmayı hiç düşün müyordu. Ne olursa olsun yurtta kalacaktı. Belki de bu çocukları iyi tanı mıyordu. Daha iyi tanıyabilmek için günlerce sicil odasından çıkmadı. Her öğrencinin dosyasını tek tek inceledi. Nerelidir, aile durumu nedir? Okulda niye başarısız, saplantıları tavı r / öykü / şubat 2000 / sayı : 20

var mı? Ne zam an bitlenmiş, niye kavgacı? Neler yoktu ki bu dosyalarda? Sevil kendince bir çizelge hazırladı. Öğrencileri durumlarına göre sınıflandırarak gruplar oluşturdu. Uyumlular, uyumsuzlar, çalışkanlar, tembeller. Çocukların yüzde 70'i asabiydi, yüzde 20'sinin uyum sorunu vardı, yüzde 80'inin psikolojik desteğe ihtiyacı vardı, yüzde 45'i yaş amaktan zevk almıyordu. Ve tamamı yaşamak zorunda olduğu bu yerden hiç m emnun değildi. Sevil, elde ettiği bu verilerle birlikte yurtta bir sosyal faaliyete ihtiyaç olduğu sonucunu çıkardı. Bir koro oluşturmak için planlar yaptı, ilanı panoya astı. Bazı öğrenciler hiç ilgilenmediler. "Tamam" diyenlers e ilk çalışmaya bile gelmediler. Bunlardan biri de Pınar'dı. Pınar uzun zamandır Sevil'in dikkatini çekiyordu. Öğretmenlerle hemen hiç muhatap olmayan 16 yaşındaki bir öğrenciydi. Yedi yıldır yurtta küçük büyük herkes tarafından seviliyordu. Dışarıda "ben yetiş tirme yurdunda kalıyorum" demekten utanmayan ender kızlardandı. Sevil, bugüne kadar ne kadar çaba harcarsa harcasm bir ol ay karşısında Pınar'ın duygularını anlayamamıştı. Gri gri bakan gözl erinde ne kızgınlık, ne sevinç ne de hüzün anlaşılabiliyordu. Pınar, sadece kendi arkadaş larının içinde rahat davranabilirdi. Sevil, yukarıya seslenerek Pınar'ı çağırdı. Pınar, yatağından kalkıp kapıya yöneldi. "Şimdi ne istiyor? Tamam, Sevil benden, kendisini kimin dövdüğünü öğrenmek isteyecek. Ne bileyim ben? Off, yeter artık ya bizi rahat bırakın ya da işinizi doğru dürüst yapın." Bu düşüncelerl e aşağıya indi . - Beni istemişsiniz hocam. - Gel Pınar, otursana. Sevil sevecenlikle yer gösteriyordu. Pınar, oturmakta tereddüt etti. - Otur, otur. Nasılsın? -İyiyim. - Ne var ne yok? Ne yapıyordun yukarda? - Hiç, uzanmış düşünüyordum işte.


- Ne düşünüyordun? - Önemli şeyler değil hocam. - Ama bugün, önemli bir işin vardı senin. - Yaa, işim yok. - Var, var. Hani koroya gelecektin? Pınar Sevil'in gözlerine baktı. Koro tamamen aklından çıkmıştı. "Niye gelirim diye dedim sanki" diye d ü ş ü n d ü . - Gelmedim işte. Canım istemedi. - Neden canın istemiyor Pınar. Gelirim diyen sen değil miydin? - Gelip ne yapacağım ki, koro ne işe yarayacak? Ben kendi kendime de türkü söylerim. - Ama... ama koroda hep beraber söyleyecektik. Çok güzel bir çalışma olacak. Yeni ve güzel şarkılar öğrenip şiirle birleştirerek bir program hazırlayabiliriz. - Hazırlayınca ne olacak? Kim dinler ki bizi? - Herkes dinler. Kimi davet eder sek o dinler. Hem... Sözün burasmda durdu. Söyleyeceği kelimeleri iyi tartması gerekiyordu. "Yurda bağış" diyecekti ki ağzının ucunda kaldı kelime. Kız rencide olabilirdi. Kafasını toparlayıp sakince devam etti. - Hem yurdu insanl ara da t anıtmış oluruz. - Yurdun tanıtılmaya ihtiyacı yok hocam. Bizi herkes kötü tanır. İnsanlar bizi görünce çantal arını daha sıkı tutar. Mahalledeki kadınlar çocuklarıyla oynatmaz. Biz... hiç sevilmeyiz. O yüzden kimse bizim karga sesimizi dinlemeye gelmez. - Neden gelmesinler. Siz biraz çaba gösterirseniz... Ama siz önünüze konan hiç bir olanaktan yararlanmı yorsunuz... Keşke bu sö zün öncesinde de durup düşünseydi. Kız çok sinirlenmişti. Olanak dediği neydi? Öğün yemek, yatacak yatak, o kadar(!) Öğret menler bile öğrencilerden uzak dururken ne olanağı(!) Kız gözlerini kızgınlıkla Sevil'e dikti. Sevil kıpkırmızı olmuştu. Bağıracaktı, vazgeçti. - Anlamıyorsunuz(!) dedi. Siz bizi sadece kağıtlarımızdan ve bitlerimiz-

den tanıyorsunuz. O tutanaklara bi raz da bizim niye bitlendiğimizi yazsanıza. Olanakmış! Sevil, kızın söyledikleriyle sarsılıyordu. Gerçekten de bu çocuklar zor durumdaydı. Çok küçük yaşlarda haketmedikleri pek çok şeyin diyetini ödemek zorunda kalıyorlardı. Ama biraz sosyal ilişki, biraz faaliyet ile daha iyi duruma gelemezl er miydi? Gelirlerdi tabi. Spor, tiyatro, resim insanlara bir meşguliyet kazandırır. Önlerine bir hedef koyarl ar. - Yanlış anladın, dedi. Ben sizi tabi ki sicil dosyanızdan tanımaya çalışmam. Ama hepiniz kapalı bir kutu gibisiniz. Hiç gelip derdinizi anlatmıyorsunuz. - Hocam nasıl anlatalım. Sana nasıl güvenelim? Buraya gelen hiçbir görevli bir yıldan fazla kalmak istemiyor. En sevdiğimiz hocalar bile tayin aldırmak için uğraşıyor. - Dur şimdi haksızlık etme. Sizinle yakın olmak için gece nöbetlerini aldım. Ama beni dövdünüz. -Valla ben bilemem. Dövene sor. Bize yakın olmak istiyorsun ama... - Evet. - Mesela, biz geçen gün karne al dık ya... -Evet? - Benim kaç kırığım olduğunu bi liyor musun? - Tabi ki biliyorum. Sen benim grubumdasın. - Peki kırıklarımı kimden öğrendiniz? - Karnemi sicil dosyama koyarken öğrendin değil mi? İşte sorun burada. "Getir karnene bakayım" diyebilirdiniz. Birlikte bakardık. Ama siz sormadınız. İşte anlatmak istediğim bu. Sadece karneyi dosy aya koyuyor ve derslerimin durumuna göre çi zel genize geçiyorsunuz. Sonra da bizi topluma kazandırm aktan bahsedi yorsunuz. Allah aşkına hocam insanlar toplum içinde çizelgel erle mi anlaşıyorlar? Sevil şimdi pek çok ş eyi daha iyi anlıyordu. Halini hatırını bile sormadığı insanlara koro kurdurmanın,

tavı r / öykü / şubat 2000 / sayı : 20

şarkı söyletmenin hiç bir anlamı yoktu. Zaten çocuklar gelmiyordu. Gelmezlerdi de. Çünkü Sevil'i samimi bulmuyorlardı. Karne meselesi kafasına takıldı. Kendisi karnelerini koşa koşa eve getirirdi. Annesiyle birlikte bakarlar, akşam da babasına gösterirdi. Karnesine hiç ilgisiz kalınmamıştı. Oysa buradaki çocukların karnelerini gösterecek kadar samimi buldukları hiç kimseleri yoktu. Sevil'e okulda öğretilmeyen şey buydu işte. Bunu düşününce içi burkuldu. Kızları sınıflandırarak tanıyamazdı. Pınar gittikten sonra koro planını panodan indirerek katları dolaşmaya başladı. Odaların birinden güzel kahkahal ar yükseliyordu. Bir süre kahkahal arı dinledi. Temizlikçi Zeliha Anne, kızları çevresine toplamış sohbet ediyordu. "Şu kadının belki okuma yazması bile yok ama hepimizden daha uzman. Her öğrencinin derdine yetişiyor. Herkesin aklından geçeni bakışlarından anlıyor. Nasıl anlamasın? Gece gündüz kızlarla birlikte. Odalarından çıkmıyor. Hastalandıklarında İhlamur kaynatıyor, geç gelen kızlara yemek ayırıyor. Kızlar da ona dertlerini açıyor yataklarını veriyor. Yani Zeliha Anne emek veriyor. Emek verdiği kızları da anne gibi sahipleniyor. Ya biz? Bu çocuklara iyi niyetli yaklaştığımızı sanıyoruz ama onları sadece birer istatistik rakamı gibi görüyoruz. Duygularını, düşüncelerini yüzdelerle ölçmeye çalışıyoruz. Çocuklar buna tepki gösteriyor işte. 'Sosis' bu anlama geliyormuş. Sos. Hiz. Yani biz. Kendimizi çocuklar yerine rakamlara adayanlar. Galiba düğüm burada." Kahkahaları ardında bırakarak sicil odasına yöneldi. Düğümü çözmeliydi. Dosyaları dolaplardan indirdi. Uyumlu birkaç öğrenciyi toplayıp konuşmayı ve buna göre genel bir toplantı yapmayı düşünüyordu. İsimleri not alırken kendi yaptığından irkildi. Yine çizelge hazırlıyordu işte. Bu düğüm böyle çözülemezdi. "Yine sosislik yaptım" diyerek notlarını yırttı. Dosyalan olduğu yere bırakarak kahkahaların geldiği odaya yöneldi. Düğüm burada çözülecekti. •


M

aşallah!..." dedi, Kadavra Şenol uzun kuyruğu görünce. Vehbi Koç'un cesedinin ve Erol Taş'ın kesilen ayağının çalınışından bu yana, ölülerin sigorta ettirilip, ettirilmediğini bilmiyorum ama sigorta şirketleri ortaya çıkana kadar, halkımız bu "Maşallah " kavramını, kaderci sigortacılığın keşfinden beri kullanmaktadır. "Merak etme Kadavracı'ğım, bilet fiyatları bu seyirde devam ettiği sürece nazar değmez." diye ekledim bende tabi. Bir yandan sohbet ederken diğer yandan kuyruktaki yerimizi aldık. Şimdi bir çoğunuzun "Allah, Allah ne kuyruğu bu kardeşim?" dediğini duyar gibiyim. O zaman söyleyeyim, yine havarim kötü olduğu bir gün arkadaşım Kadavra Şenol ve ben, Halk Sahnesi Oyuncuları'n a toplu bilet almak için, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'n ın gişesinin önünde saf tutmuş durumdayız. Ha,bu arada unutmadan, arkadaşımız Kadavra Şenol lakabından duyduğu rahatsızlığı Halk Sahnesine bildirdi Açmaya çalıştığı pazarlık sonucunda, hiç olmazsa lakabının "Ölgün" olarak değiştirilmesi talebinde bulundu. Halk Sahnesi ise bu talebe karşılık olarak "Kadavra "nın görecelilik yasasına olan tut//

kunluğunu bildiği ve bitmez tükenmez istekler sürecinin önünü açmaması gerektiğine inandığı için, varolan olguların da önemli deneyimler olduğunu hatırlatarak konuyu kapattı. Ancak Kadavra'da konunun hala kapanmadığı belli ki bilet kuyruğunda bile şansını denemeye Milli Piyango İdaresinin yüzünü kızartmayacak bir inatla devam ediyor. Bu tartışma yürürken, yanımızda bizimle beraber kuyrukta bekleyen yaşlı teyze konuşmaları dinlemiş olacak ki, beklenmedik bir anda konuyu dahil oldu... -Doğru söylüyor evladım Kadavra ve ben sıçradık. Evet. Aniden bize müdahale eden bu yaşlı teyzenin sesini duyduğumuzda birden kuyrukta olduğumuzu hatırladık. Kadavra düşüncelerinin doğruluğuna toplumsal bir taban yaratma mutluluğu içinde, tavır / tiyatro / şubat 2000 / say ı: 20

"Öyle değil mi teyzeciğim?" diye ekleyerek ittifakı oluşturdu bile. Haliyle yaşlı teyze, bu uzun kuyruğun ve kötü havarim sıkıntısını içinden atacak olan altın değerindeki sohbeti yakalamanın heyecanı ile devam etti... -Öyle evladım, öyle. Kadavra diye lakap mı olurmuş? Hem daha çok gençsin... Yaşlı teyze lakabı o kadar ciddiye almış olacak ki, herhalde birazdan kuyrukta kefen parası toplamaya başlayacak diye içimden geçirdim. Kadavra'n ın yüzündeki cenaze merasimlerine özgü tutuk gülümseme belirdiği anda konuyla ilgili bir iki cümle de benim etmem gerektiğini düşünerek... -T eyzeciğim, bu arkadaşımızın soğukluğuna, telekomünikasyon bozukluklarına, kısacası toplumla iletişim kurma zorluklarına bu yolla bir sıcaklık


getirmeye çalışıyoruz, diye ekledim... Yaşlı teyzenin bu tartışmadan pek hoşlanmadığı belli ki, konuyu daha fazla uzatmamaya, ancak, kuyrukta geçmesi gereken zaman gerçeğini de elden bırakmadan bu altın değerindeki sohbeti devam ettirmeye bir sarılışı vardı ki, görmeliydiniz. -Siz öğrenci misiniz? Bu soruyu, bizim Kadavra'nın "Ölülerin en güzel mezarı benimki." edasıyla cevabı kovaladı... -Evet teyzeciğim. Ben Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü'nde okuyorum... -Ya siz evladım? ... Bu soruya nasıl cevap vermeliyim!.. "Şimdi bak teyzeciğim hem ekonomik, sosyal, hem de üniversitelerimizin orman kanunlarıyla yürütülen yönetiminin ortaya koyduğu ezici gerçekler var ya..." diye mi cevaplamalıyım? Bu soru karşısında aklımın içinden geçen bu tramvayın beni daha fazla sendeletmesine izin vermeden kısaca özetledim... -Hayat üniversitesinde okuyorum teyzeciğim! Bu cevap bizim yaşlı teyzenin gözlerini beşlik misketler gibi yaptı. Kesinlikle hiçbir şekilde anlam veremediği bu cevaba karşı tepkisini göstermekten geri durmadı tabi.. -Aaa!.. O ne biçim üniversiteymiş öyle? Diploma veriyor mu bari? ... Doğrusu teyzenin bu tepkisi beklenmedik değil. Sohbetin bu bölümünün de teyzenin istemlerine cevap vermediği ortada ki, hemencecik sorulmayan soruların cevaplan bölümüne geçiverdik. Bütünüyle tüm koşullarını kendisinin belirlediği bu bölümde, yaşlı teyzemiz, nasıl büyüdüğünü, hangi okulda okuduğunu, kaç yaşında evlendiğini, memuriyet hayatına ne zaman başladığını, kaç yıl ve hangi devlet dairelerinde çalıştığını, kaç çocuğu olduğunu, onları nasıl büyüttüğünü, nerelerde okuttuğunu, hangi başarılan kazandıklarını, kaç para maaş aldığını, şu anda hayatın zorluklarıyla nasıl mücadele ettiklerini, her seçim döneminde verdikleri oyların nasıl boşa gittiğini geniş bir zaman diliminde kısaca" özetleyerek, "Allah devle-

timize, milletimize zeval vermesin! " diyerek bitirdi. Kadavra Şenol, teyzemizin bu iyi niyetli dualarına, halkımızın t ü m umutlarını somutlaştırdığı ve kaderin o cilveli ellerine teslim ettiği meşhur kavramlaştırmasıyla daha da bir paklandırdı... -İnşallah teyzeciğim, inşallah!... "Şu memur zihniyetini/bir kurt bir kuzuyu paralar gibi/paralamak isterdim..." diye aklımdan geçen Mayakowsky'nin bu dizeleri, ne yalan söyleyeyim istem dışı size yansıttığım duygularım. Bu nedenle özür dilerim. Belki de bugün biraz saldırganım. Aslında güçlü manevi bağlar en çok değer verdiğim şeylerdir. Ancak, böylesine körce bir manevi bağ beni hayretler içine düşürüyor doğrusu. Bütün bunların yanı sıra, bizim Kadavra'nın körcesine bu emekli me mur olan yaşlı teyzemizin yıllarca halkına emek vermiş bir emekçi olmasından dolayı gösterdiği sınırları aşan hoşgörüye ne demeli? Kimsenin emeğine ve emekçiliğine saygısızlık etmek istemem ancak bu görmedim, duymadım ve konuşmadım zihniyetinin "Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım." anlayışıyla bütünleşen memur zihniyetini ortaya çıkarması tahammül edilir bir şey değil. Ben bunları düşünürken Kadavra Şenol teyzemizle sohbeti koyulaştırdı bile... -Biliyor musun teyzeciğim bu oyunun yazarının çok ilginç bir yaşam öyküsü var. Kadavra Şenol çantasından eski bir dergi çıkardı ve sayfalarım karıştırmaya başladı. Emekli memur olan teyzemiz, hiçbir yaşamın kendisininkinden daha ilginç olamayacağım bildiği için ekledi... -Bizim hayatımız tiyatro olmuş evladım. "Öyle demeyin teyzeciğim." diyen Kadavra, elindeki eski dergiden okumaya başladı. -Bakın yazar ne diyor-. "Daha üniversitede öğrenciyken patlayan, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, beni, öğrenimimi yarıda bırakmaya ve savaşa katılmaya zorladı. Bir yıl sonra, kendimi faşistlerin kampında esir olarak buldum. Şunu da söylemeliyim ki: Bir kamptan ötekine zırhlı vagonlartavı r / tiyatro / şubat 2000 / savı : 20

la gide gide hemen hemen bütün Avrupa yı dolaştım. Sonunda bir kibrit fabrikasına çalışmaya gönderildim. 'Şansım varmış.' diye düşündüm. Çünkü ne de olsa kibritler küçük şeylerdir. Pekağır bir iş olmasa gerek dedim. Oysa kibritlerin, kibrit olmadan önce koca koca ağaçlar olduğunu bunları da benim taşımam gerektiğini müjdelediler. Sonra Ruslar geldiler ve beni kurtardılar. Serbest kaldığım yer ile ülkem arasındaki mesafe bir hayli uzundu. Bin kilometre yaya yürüdükten sonra Polonya'ya kadar gelebildim. Kilom, otuz beşe düştüğü için ayağıma çabuktum ve altı ay sonra İtalya 'ya varabildim." -Ay ay yazık... Bol bol et yeseymiş bari... Kadavra, teyzenin reçetesine aldırmadan devam etti... -"El çabukluğu ile şişmanlayıp ardından edebiyat lisansımı aldım. Bir yıl sonra lise öğretmenliğine başladım. Artık bir görevim, deniz, çiçekler ve kızlar vardı, bundan daha iyi olamazdı..." -Gördün mü bak artık rahata kavuştu. Derli toplu bir hayatı olmuş artık. Hep söylerim insan geleceğini düşünmeli diye... -"Düşünmüştür zaten teyzeciğim..." demekten kendimi alıkoyamamıştım. Kadavra okumasını sürdürdü... -"Ama ne fayda?.. Üç yıl sonra çalıştığım işte, çiçekler de, kızlar da benim için çekilmez olmuştu. Bir gemiye bindiğim gibi Güney Amerika'ya, Kolombiya'ya gittim. Fakat orada da iyi bir iş bulabilmek imkansızdı. " -Oldu mu ya şimdi? Sen ne güzel öğretmen olmuşsun, düzenini kurmuşsun. Evlenip çoluk çocuğa karışacaksın, onların geleceği için çalışacaksın... Yaptığı işe bak şimdi'.. 'Teyzemizin kendi zihniyetinden yola çıkarak başkaları için üzülmesi, aslında, kendi başına böyle bir şey gelmesinden korktuğu için olmasın" diye aklımdan geçiriyordum ki, Kadavra söze devam etti... -"Bu kez de şansım imdadıma yetişti. Bir İtalyan elçisi Guatemala için bir ateşe arıyordu. Kendisiyle görüştüm ve görevi kabul ettim." - Ha bak ne güzel. Hem de yüksek


mevkide bir memuriyet... -"Gittiğim ülkeye hayran olmuştum. Gölleri, Volkanları, pasifik kıyısındaki p l a j l a r ı , tropikal renkleriyle iç açıyordu." - Ne güzel. Hem yüksek bir mevkide memuriyet, hem de tatil gibi bir görev. S a b r e d e n derviş, muradına ermiş.. Teyzemizin risklere kapalı dünyasından bir yorum daha... - "Ama bir zaman sonra, ülkenin bu güzelliği yanında kızılderililerin sefal etini görmeye katlanamadım." - Haydaaaa!.. Nedir bu adamın adı? -Aldo Nicolai. - Alde Nikola mıdır nedir!.. Ben size söyleyeyim çocuklar, bu heri f var ya, hayatta adam olmaz. Otur oturduğun yerde be adam. Hem sana ne elin kızılderililerinden. - Öyle deme teyzeciğim. Bu gerçekleri görmezlikten mi gelmeliydi? Her ş ey bir yana, bütün bu olanlar karşısında salt insan sevgisi bile, onun aa duy masına ve tavır almasına neden olmuş. S e n c e bu doğru bir şey değil mi teyzeciğim? demem üzerine yaşlı teyzemiz, hayat boyu düşünmekten, yapmaktan kaçtığı şeylerle tekrar k arşı karşıya kalmanın verdiği duygunun altında ezilerek... - E e e e . . . tabi.. Öyle de... Ama o ne yapabilir ki tek başına... - Bak teyzeciğim, şu anda bilet almak için kuyrukta beklediğimiz "Kadın ile Memur" adlı bu oyunda da yazar, "gözlerimi kapar vazi femi yaparım" zihniyetini sorguluyor. Genel anlamda ise, toplumsallaşmış bir zihniyete karşılık olarak, "her koyun kendi bacağından asılır" anlayışını taşıyan küçük burjuvanın eleştirisini yapıyor. Bakın ne güzel, halkın parasıyla yine halka hizmet veren bu tiyatro, ucuz bilet fiyatlarıyla herkesin tiyatro seyredebilmesinin önünü açıyor. Böylelikle hem insanlığın genel kazanımı olan tiyatro s anatını yaşatmış oluyoruz, hem de tiyatro sanatını halkın geneline yaymış oluyoruz. Ama, hiç bu kazanımları insanlığın nasıl elde ettiğini düşündünüz mü? Böyle bir kamusal anlayışı yaşatabilmek için ne mücadeleler verildi ve bu mücadeleleri hatta kan dökülmesi pahasına veren emekçiler

vardı. Bir emekli memur olan teyzemize karşı kendimi tutamayarak yaptığım bu çıkış zaten yaşam karşısmda küçük dünyasına hapsedilmek zorunda bırakılmış olmasının yanı sıra, teyzemizi iyice köşeye sıkıştırmıştı. Daha fazla üzerine gitmek istemiyordum aslında. Zaten biz bu sohbeti yaparken bilet al ma sırası bize gelmişti bile. Biletlerimizi aldıktan sonra, teyzemizle tekrar görüşmek üzere diyerek ayrıldık. Oyun günü, tüm Halk Sahnesi Oyuncuları'yla birlikte tiyatronun fuayesinde oyunun başlamasını bekleyerek sohbet ediyorduk. Kalabalığın arasında gördüğüm bizim yaşlı teyzemizle uzaktan sel amlaştık. Teyzemiz, yanındaki kendisi gibi emekli memur olduğunu tahmin ettiğim yaşlı eşine bizi göstererek bir şeyl er anlatıyordu. Aradan çok geçm eden oyunun başlamasını haber veren üçüncü zil çaldı. Salona girdiğimde oyunun dekoru gözüme çarptı. Bakanlığa ait bir devlet dairesinin odasıydı. Odanın duvarları karanlık, rutubetli, küf tutmuş bir haldeydi. Kapısında ise yazan numara "657"idi. Oysaki oyunun orjinalinde "618"dir. "Neyse" dedim kendi kendime. Yönetmen böyle yapmakla, ülkemize özgü olan bir gerçekliğe gönderme yapmak istemiş. Odanın içindeki eşyalar, stilize bir dekor anlayışı temelinde, oyunun içeri ğine yardıma olan göndermelerle tasarlanmış. Devlet dairesine özgü olan dosyalar, büyük bir çalışma masası, deforme edilmiş dolaplar genel anlamıyla evrimini tamamlamış, yozlaşmış, eskimiş, artık yatalaklaşmış ve yıkılmaya yüz tutmuş eski bir oda. Oyun boyunca herkes çok güldü. Herkesin neş esi o kadar yerine gelmiş ki, tiyatro gırtlağını boşaltırken bile insanlar gül erek çıkıyorlardı. Benim suratım çok asılmış olacak ki, Dipnot Mehmet, her zaman ki gibi bilginin içselleşmesine yarayan kanalların tıkanmasına neden olan ezberciliği ile, gülerek "Dipnot'unu koydu. -Küçük burjuvaziyi ne güzel eleştirmiş değil mi? Doğrusu, gelmeden önce kendisine tavı r / tiyatro / şubat 2000 / sayı : 20

okumuş olduğumuz bu oyunla ilgili verdiğimiz bilgiyi öyle güzel ezberl emiş ki, o anlattığımız oyunun bu oyun olup olmadığını sormadı bile. Bu durum karşısında benim yüzüm iyice asıldı tabi. Haliyle yüzümün asıklığını görünce, sormak zorunda kaldı... -Ne oldu, bir şeye mi kızdın? -Sana bir şey soracağım "Dipnot'cuğum... -Sor... -Oyunun sonunda odanın duvarl arı yıkıldı değil mi? -Evet. -Yıkılan neydi sence? -Köhnemiş, tükenmiş olan. - B e n c e değil -Niye? -Çünkü, benim bu oyundan beklediğim ve yazarında yazdıklarından çıkardığım sonuca göre, çoğunluğun elinde olan, bu çoğunluğa hizm et etmesi gereken kamusal alana karşı, belli bir azınlığın elinde bir zor aygıtına dönüş müş ve bu zor aygıtının statükosunun sürekliliğini sağlayan "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" tarafsızlığıyla as lında taraf olan küçük burjuvanın eleştirisidir. -Eeee... Öyle değil miydi? -Değildi Tiyatro karanlıkta kalan, görünenin arkasını görebilen bir ışığı tutabilmelidir. Tüm üstü örtülü ilişkileri ve çelişkileri aydınlatabilmelidir. Düşünsene, günümüzde yaşanan temel çelişkilerden biri liberal ekonorninin havarilerinin "Devl et bireysel girişimciliğin önünü kesiyor". "Bırak yapsın, bırak geçsin" sloganı ile özelleştirme politikalarım dayatmasıdır. Bu liberaller, düne kadar kendi garantörleri olan zor aygı tım, bugün sırtlarında küfe olarak görmekte ve halkıda bütün bunlara inandırmaya çalışarak toplumsal taban sağlamaya çalışmaktadırlar. Halk da, bu olanlar karşısında "gerçekten işlemeyen bir devlet var", "özelleşirse, işlemeyenler işler hale gelecek" kandı rmacasına kanarak destek verecekler. Özelleş en Kamu İktisadi Teşkilatları ise, dünya sermayedarlarına ve onlarla içi çe geçmiş olan ülkemiz sermayedarlarına s atılarak, hatta tüm bunlar "Tahkim" ya-


sasıyla da garanti altına alınarak, teorik olarak da olsa halkın malı olanı onun ellerinden al acakl ar. Bu gözü doymaz sermayedarl ar, artık kamusal olanı da eline alarak, zaten dolaylı yoldan onun olanı resmi hale getirecek. Düşünsene daha düne kadar zaten bizim emeğimizle ortaya çıkan tüm KİT'leri, büyük mücedeleler sonucunda kısmen de olsa bize hizmet veren kurumlar haline getireibilmiş iken, bugün tüm bunları belli bir azınlığın özel mülkiyeti haline getirip, bir de bu özel mülkiyet olanı koruyan kanunları çıkarışına seyirci kalmaktayız. Bugün Amerika'da Adalet Bakanlığı bile özelleştirilmiştir. Adalet artık özeldir. Anladın mı? - Bütün bu anlattıklarını anladım. Ama, oyunla bağlantısını henüz anladı ğımı söyleyemem doğrusu. - Şimdi biz, küçük burjuva zihniyeti ni ve bu zihniyeti taşıyan memur tipini eleştirirken, safça bir görev aşkına da ol madığı bir zor aygıtına bekçilik eder ha le gelmesini eleştiriyorduk. Hatta kendi si bile çektiği tüm hayat zorluklarını va rolan durumdan dolayı çekmesine rağ men. Ama bu oyunda, ortaya konan eleştiri, küçük burjuvanın öznesi olarak "657"lileri belirlemiş ve aslında bu kesi min sözünün ettiği küfenin içinde otu ran, haybeden maaş alan, bununla da kalmayıp statükosu bozulmasın diye devletin küçülmesini sağlayacak olan özelleştirmeye de engel olan olarak gös terilmiş. -Haaa, şimdi anladım. Yani, topsullaşmış bir devletin ve çoğunluğun haklarını koruyan bir zor aygıtının yerine, üretimde ve karda özel mülk, haklarda ise küçülterek bir savaş aygıtına dönüştürülmüş devlet. Çok akıllıca... - Lokmayı yutanlara karşı öyle. Şimdi anladın mı yıkılan ne? - Evet. Eskimiş, köhnemiş olan değil, manevi olarak hala ayakt a olan kamucu anlayış. Vay be!.. Otobüs durağına yürürken bi zimle beraber olan ve sohb etimizi dinleyen Spartaküs Coşkun mevzuya aniden daldı... - Düşünsenize hiçbir şekilde devlet tanımayan bir kuramın taşıyıcısı olan

anarşizmin tiyatro alanınıdaki taşıyıcılarından biri ol an Dario Fo, daha düne kadar Amerika'ya girmesi yas ak iken, bugün kendisine Nobel ödülü veriliyor. Bu ne kadar ilginç değil mi? Spartaküs'ün, Yeni Dünya Düzeni, Globalizm ve ne üdüğü belirsiz "özgürlük" kuramlarına karşı verdiği bu örneğe bir örnekte ben vermek istedim... - Arkadaşl ar, şu İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nı ele alalım mesala... Bu tiyatro özelleştiğinde, bu tiyatroyu alan sermayedarlar ilk önce, personelin çok şişkin olduğunu söyleyerek işten çı karmalara başlayacakl ar... Ardından, bu bilet fiyatlarıyla prodüksiyonları karşılamamız mümkün değil diyerek, bilet fiyatlarını kimbilir kaç misli artıra caklar. O zaman bu tiyatronun gişeleri önünde bu kadar kuyruklar olabilir mi? Belki bu tiyatronun sanatçıları, serma yenin medya kanalizasyonlarındaki imkanlarından yararlanabildikleri için bütün bunları pek önemsemeyecekler. Bu söylediğimde ayrı bir sorun tabi, çünkü medyanın tüm yozluklarını para kazanm ak adına sanatçılıklarına nasıl yedirebiliyorlar, hala anlamış değilim? Bugün bu tiyatronun kadrosunda olan herkes kamusal istihdamın hizmetle rinden, bir öğretmenin, bir hemşirenin maaşlarını iki belki de üç katını alarak yararlanmaktalar üstelik. Bir sanatçının yaşam kaygısı duymadan sağlıklı üre tebilmesi ne kadar güzel bir şey değil mi? Bu oyunu sahneye koyan yönetme nin, aydınlığa çıkmış bu kadar gerçeğin içine karanlık tutan yorumu belki de onun şahsi problemlerinin bir ürünü dür. Dipnot Mehmet'in yüzünde bir ışık belirdi birden... - Ben bu yönetmenin adını birkaç yerde daha duydum. - Nerede duydun? - Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde tiyatro dersi veriyormuş. - Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi belediyeye bağlı değil mi? - Evet. Refah Partisinin belirleyiciliğinde yürütülen bir kültür merkezi. Bir de, Hülya Avşar'ın oynadığı bir oyun var ya! O oyunun da yönetmenliğini tavı r / tiyatro / şubat 2000 / sayı : 20

yapmış. - Neyse arkadaşlar, yanlışa karşı durmaktır yaşam, halka karşı durmak değil. Otobüs durağına geldiğimizde artık unuttuğumuz bu üzüntümüzü tekrar canlandıran soru Gülten'den geldi. -Kadının elbisesi ne kadar güzeldi değil mi? Cin Zeynep bu soru kaışısında tonikli cine çarpıldı desek yeridir... Bu darbenin etkisiyle Gülten'e dönerek... -Gülten'ciğim, şu seksi tasarımla dikilmiş olan o elbisenin niye kıpkırmızı olduğunu biliyor musun? -Hayır. -Çünkü, o kadının giydiği elbise seksi kızıl kışkırtıcılığı sembolize ediyor bence. Hatırlasana, Goethe'nin "Faust "undaki şeytani bir karekter olan Mephisto gibi yani. Mephisto, bir bilim adamı olan Faust zaman zaman gözükerek, bilim adamının saflığını ve erdemlerini yenik düşürmeye çalışan zaaflarını kışkırtarak Faust'u baştan çıkarmaya çalışıyordu. Bu oyunda kadın karekterini yorumlayan yönetmen, adet a Mephisto'yu andıran bi r kışkırtıcılığı, bana göre küçük burjuvayı ve azınlığı zor aygıtını eleştiren sosyalistleri kullanarak yapmaya çalışmış. Zaten bugün de öyle değil mi? Libareller, sosyalistlerin bu eleştirisini kaba kavramış olanlarını hep öne sürmüyorlar mı? -Haaa, öyle mi? Ben hiç böyle düşünmemiştim. Spartaküs Coşkun, Gülten'in bu cevabını duyar duymaz bir kahkaha patlatarak devam etti... -Aaaah, yapma Gülten, şimdi de elbiselerle mi özdeşleşiyorsun? Gülten her zamanki gibi Spart aküs'ün bu şakalarına kızdı t abi. Neyse, artık yüzümün asıklığı geçmiş ve biraz olsun moralim düzelmişti. Beklediğimiz otobüs durağa gelmişti bile. Tam otobüse binmiş ve cüzdanımdan bilet çıkarıyordum ki, Dipnot Mehmet dipnotunu düştü... -Unuttun mu, bugün bayram, otobüsler bedava... • urww.halksahnesi.org halksahnesi@hotmail.com


Bu sayıda yazdığımız 11. türkü öyküsüyle, "Halk Türküleri ve Öyküleri" dizimizi noktalıyoruz. Dizimizin başından itibaren çeşitli yörelerden halk türküleri ve bu türkülerin öykülerini anlatmaya çalıştık. Türküler, öyküleriyle yaratıl dı ve her öykü bir yaşam, üretim biçimini taşıdı içinde. Diyebiliriz ki türkü deryası içinde tek bir türkü bulunamaz yüreklere işleyen bir öyküsü olmayan. Türküler, yaşandıkları dönemi, ileriki nesillerin anlamasında ışık oldular. O dönemin aynası ve günümüze taşıyıcıları oldular. Anlatacağımız bu son türkü de, yine 1937-38 Dersim İsyanı'nın bağrında şekillenmiş ve günümüze kadar gelmiş. Kürtler'in tarihi bi r bakıma ayaklanmalar t arihidir de. Cumhuriyet öncesi ve sonrasında bir çok kez ayaklanmış, baş kaldırmış, bağımsızlıklarını istemişlerdir. Sadece Cumhuriyet sonrası dönemde ve 1924-1938 yılları arasında kayıtlara geçen ayaklanm a, isyan sayısı 17 dir.

Tüm bu isyanlar kanla bastırılmış ve sayısız insan katledilmiştir. Bu ayaklanmal ar, isyanlar içinde Dersim İsyanı'nı diğerlerinden ayı ran bazı özellikler vardır. Bu bölgede yüzyıllar boyunca büyük katliamlar yaşanmasma rağmen bir türlü devlet otoritesi kurulamamıştır. Dersimli Kürtler (bunların büyük bir kısmı Zaza'dır.) bölgenin arazi tavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20

yapısını da çok iyi kullanmış ve burada otoriteyi her zaman elinde bulundurmuştur. Ayrıca diğer tüm ayaklanmal ar bir şekilde bastırıl mıştır. Burası ayakta kalan son kal edir. Bu kale korunmalıdır. Bu yüzden Dersim, Kürtler için son derece önemlidir. "Genç Cumhuriyet" için de durum farklı değildir. "Müreffeh bir


Türkiye"nin önünde engel olabilecek, kala kala bir Dersim kalmıştır. Bu bölge halkının üstesinden gelindiğinde, Kürt ayaklanmal arının "kökünün kazınacağı" gibi, iç savaştan kurtulmuş bir Türkiye "muasır medeniyetler" arasındaki yerini alacaktır. Dersim ezilmelidir. Dersim'e yönelik harekat planları öncelere dayanır. Şeyh Sait Ayaklanması ile ilan edilen sıkıyönetim kaldırılmıştır. Ancak bölgeye fazla soluk aldırılmadan yeniden harekete geçilir ve "Genel Müfettişlik Kurumu" kurulur. Genel Müfettişliğin uygulamaları ve yetkileri sıkıyönetimden farksızdır. Bu süre içerisinde Dersim'de alınacak önlemlerle ilgili yapılan hazırlıklar tamamlanmış ve üç safhalı ve her safhası birer yıl sürecek olan bir çalışma programı çıkarılmıştır. Bu programa göre, aşiretlerdeki si lahlar toplanacak, aşiret reisleri bir daha dönm emek üzere uzaklara sürülecek, Dersim halkı batıya nakledilecek, dağnıık oturumlar merkezileştirilecektir. Bu, planın birinci safhasını oluşturmaktadır. Bu safhanın en önemli işi, aşiret reislerinin sürülmesidir. Böylece, halk öndersiz bırakılacak ve daha kolay teslim alınacaktır. Yine dağlık ve sarp bölgelerdeki köyler yakılacak, oradakiler merkezlere sürülecektir. Planın ikinci safhası, daha çok birinci safhayı tam amlayıcı niteliktedir. Bu süre içinde birinci yıldaki işler sürdürülecek; bunun dışında, reislerinden ayrılmış Dersimliler'e toprak verilecek, orada tarım ve ticaretle uğraşmaları sağlanacaktır. Okullar açılacak, eğitime önem verilecektir.

tin denetimini arttırmak için yollar, köprüler yapılacak, ticaret e ağırlık verilecektir. Böylece Dersim'in isyana kimliği tarih olacaktır. Tüm bunların maliyeti olan 1.200.000 TL gözden çıkartılmıştır. Bu arada askeri hazırlıklar da tamamlanmıştır. Bölgedeki tüm aşiretler tüm ayrıntılarına kadar (nüfusu, silah sayısı, binek hayvan sayısı) incelenmiştir. Tüm bunlar sürerken bir yandan da işin yasal yönü atlanmamış, bir dizi kanunla, gerçekl eştirilecek harekat, yasal zemine oturtulmuştur. (İskan Kanunu, Tunceli kanunu ) Egemenler cephesinde bunlar yaşanırken, Dersim aşiretleri de biraraya gelmiş, olası bir saldırıya karşı hazırlıklarını sürdürmektedir. Dersim aşiretlerinin başında, Dersim'in en etkin kişisi olan Seyit Rıza vardır. Bunların dışında tarafsızlığını ilan eden aşiretler olduğu gibi, iktidarla işbirliği yapan aşiretler de olmuştur. Hızla yapılan köprüler, yollar, Seyit Rıza komutasındaki aşiretleri telaşlandırmaktadır. Çünkü böylece yüzyıllarca süren yolların aşılmazlığı ortadan kalkacak, egem enler daha rahat gelecektir. Ayrıca şehrin içine hızl a karakollar yapılmaktadır. İlk olay 21 mart 1937'de meydana gelir: Newroz Bayramı'nı kutlayan Demenanlılar, bayramın coşkusuyla Kahmut Köprüsü'nü ateş e verip, karakolu t aciz ederler. 26 Mart'ta da Seyit Rıza komutasındaki bir grup Sin Karakolu'nu taciz eder. Ve ardı arkası kesilmeyen eylemler başlar. 26 Nisan 1937'de Askisor Karakolu 100 kişilik bir grup tarafından basılır. Yine 26-27 Nisan gecesi, Harçik Suyu'nun doğusunda bulunan 9. Seyyar Jandarma Taburu Süvari Bölüğü, 80 kişilik bir grup tarafından basılır ve çatışma sabaha kadar sü rer. Çatışmalar tüm hızıyla sürmektedir. Bu

"Dersim'de açılacak mekt eplerle istikbalin Dersimliler'ini bugünden daha medeni bir hale getirmek, Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduğunu öğretmek lazımdır. Mektepler vasıtası ile Türk lisanı Dersim'de temin arada tarafsı zlığını ilan eden Seyid edilmelidir." (*) Rıza'nın kardeşinin oğlu Reyber, sürekli Üçüncü ve son safhada ise devleonu ziyarete geltavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20

mekte ve hemen tüm ayrıntıları öğrenmektedir. Günün birinde Seyid Rıza'nın kurmaylarından Alişer'in İran' a geçeceğini öğrenir ve ziyaret bahanesiyle gittiği evinde onu öldürür. Reyber, uzun bir süre muhbirlik yapmış ancak bu olaydan sonra açıktan iktidarın istihbarat ağı ile çalışmaya başlamıştır. Halk üzerinde uygulanan şiddet gittikçe artmaya başlar. En küçük bir direnmeye bile tahammül gösterilmemekte, tüm köyler yakılıp yıkılmaktadır. Bir seneye yakın bir süre geçmiş, Dersim'e ağır bir darbe vurulmuş ama Seyid Rıza yakalanam amıştır. Kış yaklaşmaktadır. Dağl arda, kışın yakalanmasının zor olacağı düşünülerek bir plan yapılmıştır. Kendisine aracılar gönderilmiş, anlaşma yapılacağı söylenmiş ve buna ikna edilmiştir. Erzincan Merkez'e gel mesi söylenir. Seyid Rıza güvenip gelmiştir. Ama gelir gelmez, ileri gelenlerden oluşan 10 kişilik heyetiyle birlikte tutuklanır. Ve hepsi 18 Kasım 1937'de Elazığ'da idam edilirler. Onların idamıyla direniş çözülür. 1938 baharında, yeniden operasyon düzenlenir ve her şey t amamen kontrol altına alınmak istenir. Demenanlar hariç tüm aşiretler direnişi bitirirler. Ama onlar çekildikleri dağda, 1942 yılma kadar direnir. 1937-38 Dersim Ayakl anması, korkunç bir katliam politikasıyla bastınlabilmiştir. Binlerce köy yakılmış, yıkılmış, birlerce aile göç et tirilmiş, onbinlerce kişi öldürülmüştür. Ama Seyid Rıza'nm da dediği gibi görülmüştür ki, "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz." İşte Köye Dersim'in öyküsü... dipnot

(*) dersim kitabı, dersim'in ıslahı esasları kay nak Kürtler-İsyan, Tenkil (Hıdır Göktaş)


Koye dersim, vari mayo, Kurdistan Welat'e mayo Na ıvelat'e weşo delal, ewru parçe parçe mano Çene çene beri beri, qortu xortu şuri şuri dıjmen amo serra sero, Welati ma talan kerdo Seyit Rıza piru welat, ezik şuri şuri welat Hurdmenı amo sardı xurdo, seftani xelezya welat tavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20



Bu iki bölüm arasında ise Maria'nın öyküsü anlatılır. Maria gözaltına alındıktan sonra, işkencehane olan Olimpo Garajı'nda sorgulanmaya başlar. Tüm işkencelere karşın konuşmaz. Orada bulunan tüm insanlara olduğu gibi Maria'y a da çok yoğun işkence yapılır. Ancak ilerleyen günlerde farklı bir durum yaş anır ve Maria işkencecilerinden birini dışarıdan tanıdığım fark eder. Hatta öyle ki bu işkenceci dışarıda onu seven Felix'tir. Maria, Olimpo Garajı'nda tutulurken, Felix'in aşkına karşılık verir. Filmde, Maria'nın bu durumu kullanma çabası da s ezilmektedir. Ancak Maria'nın bu düşüncesi çok da sonu ç vermez. Y e r yer Felix'in Maria'yı koruma çabası görülse de bu durum onu sadece biraz işkenceden uzak tutmaya yetecektir. Filmde bu gelişmeler olurken bir yandan da cunt a yıllarının katliama, işkenceci yüzü verilmektedir. "Faili Meçhul" işler gözönüne serilerek, cuntanın karanlık yıllarının havası yaratılır. Filmin başından itibaren yer yer dönülen, helikopterle, şehri yukarıdan izleme sahnesi ülkenin ne kadar denetim altında olduğunu simgeliyor. Yoğun bir baskıyı, en ufak bir hareketliliği önleme çabasını anlatıyor. İzleyici üzerinde bu havayı yarat ma yönüyle başarılı sayılabilecek olan "Olimpo Garajı" tüm bunlarla birlikte

etrafında döndüğü konu itibarıyla bir çarpıldığı taşıyor. Konunun merkezinde bulunan Maria ve Felix arasındaki ilişki olabilirliği olmayan bir aşk. Yani varolan ortamda, varolan kişilikte böyle birşeyin olması mümkün değil, ancak herşeye karşın böyle bir konunun s eçil miş olması filmi gerçeklikten uzaklaş tırdığı gibi bilinçli olarak tablonun farklı çizildiğini gösteriyor. Kişilikler üzerinden ilerlers ek, düşünülebilir ki Maria'nın Felix'e aşık olması ve onu kullanmaya çabalıyor olması anlaşılabilir. Çünkü çizilen Maria tiplemesi çok da politik olmayan ve sadece devrimcilerl e ilişkisi olan, yoksullara yardım eden, onl ara okumayazma öğreten, yardımsever, genel anlamda örgütlü yapıyla ilişkisi olan biri. Ancak, Felix öyle değil. Felbc işini ciddiye alan, hatta işkence yapmaktan zevk alan biri. Nitekim filmin bir bölümünde, sorgu sırasında işkenceyle iki kişiyi öldürdüğü için görevinden alınarak -çünkü bir insanın sorgulanabilmesi için onun ölmemesi gerekir. Film,de de işkence şefleri tarafından bu böyle i fade ediliyor. Şefi tarafından dışarıda dolaş an, gözaltına alma operasyonlarına katılan ekibe veriliyor. Felix bu duruma sinirlenerek bu görevi istemiyor. Çünkü o, bu bölümde kalarak görevim sürdürmeyi, işkence yapmayı tercih ediyor, işte böyle bir kişiliğin Maria'ya yardım etmesini düşünmek mümkün değildir. tavı r / sinema / şubat 2000 / sayı : 20

Böyle bir kişiliğin içinde aynı zamanda yardımsever, insani duygular bulunması da mümkün değildir. Ancak filmde, bu tercih edilerek ve filmin merkezine bu oturtulduğu için de temel bir sorun ortaya çıkıyor. Bu nedenle izleyiciyi yanlış yönlendirecek bi r bakış açısı ortaya çıkıyor. Kaldı ki, böyle bir yaklaşım tarzı, o dönemi i fade etmesi için verilen tüm yönlerin de boşa çıkmasını sağlıyor. Bu nedenle, öne çıkartılmak istenen noktalar konusunda problem yaşanıyor. Bu yöntem vurgunun sapmasını getirir. Oysa ki, özellikle filmin son sahnesinde, ekranda beliren yazı Arjantin'de 1976-82 yıllan arasında cuntanın yaptığı katli amların öne çıkartılmak istenmesinden dolayı konduğunu gösteriyor. Böylelikle Maria ve Felix arasındaki aşk, filmin teması nedeniyle de yanlıştır. Ancak, özellikle tekrar tekrar vurgulanması gereken yön ise daha önce de belirttiğimiz gibi, Felix gibi bir işkencecinin insani yönleri ol amaz. O artık insanlık dışı bir varlıktır. Maria'nın bu yaklaşımındaki nedenin kısmen bu ilişkiyi kullanmak olduğunu belirtmiştik. Ancak artık filmin sonunda görüyoruz ki, bu ilişki de Maria'yı kurtaramıyor ve film boyunca gördüğümüz sahne t ekrarlanıyor. Yani sorgu, işlemleri bitenler "yasal mahkemelere gönderiliyor." Tabi bu kez grupta Maria da vardır. Yine her zaman olduğu gibi gönderilecek olanlar önce aşılanıyor. Ve böylelikle bayıltılıyor. Daha sonra ise araçlarla uçaklara yükleniyor. Uçak havalandıktan kısa bir süre sonra ise açık deniz üzerindeyken bayıltılmış insanlar denize atılıyor. Merkeze oturan konudaki çarpıklığın yanı sıra, Arj antin'deki uygulamaları ifade eden film, etkileyici bir hava yakalıyor. Bu yönü dikkate alınarak izlenebilecek bir film. Bunların yanı sıra çok etkileyici, öne çıkan müzikleri olmasa da özelikle bir kaç sahnede etkileyici bir hava yakalanabilmiş. Heyecanı arttırıcı müzikler kullanılabilmiş. •


Ünü, Yunanistan sınırlarını aşan, bütün dünyaya yayılan besteci, Mikis Theodorakis'in şarkılarını yorumlayan Vassilis Saleas'ın "Litany" isimli albümü, FM Records lisansıyla Yeni Dünya Müzik tarafından ikinci kez müzikseverlere sunuldu. Yunanistan'ın en iyi klarnetçilerinden biri olarak değerlendirilen Vassilis Saleas daha önce de, yine Yunanlı besteci Vangelis'in ezgilerini yorumlamıştı. Klarnet yorumlarında Akdeniz duyarlılığı taşıyan Saleas, yine Yeni Dünya Müzik tarafından sunulan "Yunan Çingene Şarkıları" isimli albüme de eşlik etmişti. 13 şarkısının yorumlandığı albümde,

Omorti Poli, Marina gibi popülerleşmiş T hedorakis şarkıları da bulunuyor. Albüme, Yannis Loannou, tuşlu çalgılar; Nicos, keman; Dimitris Papagelidis, klasik gitar; Yorgos Roilos, perküsyon ile eşlik etmiş. Abümün orkestrasyon ve sanatsal yönetimi Yannis K. Loannou tarafından yapılmış. Albüm kapağında, T heodorakis'in "sevgili Vassilis, benim müziğim ve senin eşsiz ustalığının biraraya gelmesinden, müthiş ve yürekten bir mutluluk duyuyorum." sözlerine de yer veriliyor. □

tavı r / müzik / şubat 2000 / sayı : 20


Yıllarca türkü araştırması yapan Yaşar Özürküt, bunun sonuncunda edindiği bilgileri, çeşitli halk türkülerini ve bu türkülerin öykülerim bir ki tap ve bir CD'den oluşan s etle türküseverlere sunuyor. Çalışmalarını 10 kitap-CD'de sunmayı hedefleyen Öztürk, birinci kitap-CD'yi geçtiğimiz haftal arda Ada Müzik'ten piyasaya çıkardı. Kitap dört ana başlıkta toplanmış. Birinci bölümde, 'Türkülere Emek Verenl er" başlığı altında, yıllarını türkülere ve türkü araştırmalarına adamış, birçok türküyü derl emiş, gün yüzne çıkarmış, hak bilimi araştırmaları yapmış, Pertev Naili Boratav, Mu-

zaffer Sarısö zen, Ruhi Su, Aşık Veysel, Neriman Altındağ ve Muzaffer Akgün anlatılmış. İkinci Bölümde, "Öyküleriye Türküler" başlığıyla CD'de yer alan yedi türkünün öyküsü anlatılıyor. Bu türküler, sırasıyla, Ağgül Seni Camekanda Görmüşler, Bebek Oy, Avşar Beyleri, Karakoyun, Çökertme, San Yıldız Mavi Yıldız ve Ala Geyik Üçüncü Bölüm Türkülerin Notaları başlığını taşıyor. Bu bölümde, adındanda anlaşılacağı gibi yukarıda saydığımız türkülerin notaları veriliyor. Dördüncü ve Son Bölümde ise "Yararlanılan Yazdı Kaynaklar" verilmiş. Kitabın CD'sinde ise Ağgül Seni

tav ır / müzik / şubat 2000 / sayı: 20

Camkanda Görmüşler türküsünü Turhan Karabuluf un yorumuyla, Bebek Oy türküsünü Muzaffer Akgün'ün yorumuyla, Avşar Beyleri Talip Özkan'ın yorumuyla, Karakoyun Kemalettin Kaya'nın yorumuyla, Çökertme Has an Mutlucan'ın yorumuyla, Sarı Yıldız Mavi Yıldız Neriman Altındağ'ın yorumuyla, Ala Geyik Aziz Şenses'in yorumuyla dinleyicilere sunulmuş. 'T ürkülerin Öykülerini saptamak, begelemek ve gel ecek kuşakl ara aktarmak" iddiasıyla hazırlanan kitap-CD serisi, her kitapta yedi-sekiz türkü olmak üzere önümüzdeki dönem çıkmaya devam edecek •


Sinema, Anti-Komünizm'le Buluştu! MUZAFFER ASLAN- TÜRSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı)'ın düzenlediği "2. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması", 6 Ocak 2000 tarihinde Lüt fi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda yapılan kapanış ve ödül töreniyle sona erdi. 27 Aralık 1999 tarihinde başl ayan ve 11 gün boyunca 7 salonda yerli ve yabana 91 filmin gösterildiği festivalin ana tem asını, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yılı nedeniyle "Osmanlılar" ve "Savaşın Anatomisi ve 20.yy" olmak üzere iki ayrı konu oluşturdu. Festivalin kapanış töreni, Sami Ayanoğlu'nun yönetmenliğini yaptığı "Yavuz Sultan Selim Ağlıyor" adlı filmden kısa bir bölümün gösterilmesiyle başladı. Festivalin Ulusal Yarışmalar Bölümü'nde "Osmanlılar" konulu Film Öyküsü Yanşması'nda, Film Öyküsü Ödülleri, Atilla Engin'in "Şeyh Bedreddin" ve Zeki Yılmaz'ın "Tamburi Cemil Bey" adlı yapıtlarına verildi. "Osmanlıdan Günümüze Kalan" Deneysel Film Yarışması Bölümü'nde ise; Kayhan Kırmızıgül, Yalan Akçınar, A y ç a Güler ve Gülçin Önel'in hazırladıkları "Anadolu Apartmanı" ile Deniz Yılmaz ve Özgür Özbalık'ın hazırladıkları "Hanım Sultan" adlı yapıtlara ödül verildi. Festivalin, Uluslararası Uzun Metrajlı Film Yarışması ve Uluslararası Belgesel Film Yarışması Bölümleri'ne 10 kurmaca ve 11 Belgesel olmak üzere 21 film katıldı. Bu dallarda yarışmaya katılan filmler, S İ Y A D (Sinema Yazarlan Derneği)'ın 'm ve Sinema-Tarih Buluşması Festival Seçici Kurulu'nun oluşturduğu iki ayn jüri tarafından değerlendi rildi. Sevinç Okyay, Murat Özer, Zari fe Öztürk ve Alin Taşayan'dan oluşan S İ Y A D Jürisi, Uluslararası Uzun Metrajlı Film Yanşması'nda: En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film Ödülü'nü; Marco Bechis'in İtalyan-İsp anyol ortak yapımı Arjantin'de cun ta yıllarında halka uygulanan baskılan ve Garaj Olimpo denen yerde yapılan işkenceleri konu alan "Olimpo Garajı (Garage Olimpo)" adlı filmine verdi. Uluslararası Belgesel Film Yanşması'nda: En İyi Belgesel Film Ödülü'nü; Kanadalı yönetmen Nettie Wild'in, Meksika'daki Zapatistalar'ın bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkım kullandığı, ulusal kurtuluş mücadelesini anlatan "Chiapas Adlı Bir Yer (A Place Called Chiapas)" adlı filmine, Mansiyon Ödülü'nü ise; Polonyalı yönetmen Dariusz Jablonski'nin "Fotoğrafçı (Photographer)" adlı filmine verdi 2. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması Seçici Kurulu'ndan oluşan Jüri ise; Uluslararası Uzun Metrajlı Film Yarışması'nda: Büyük Ödül'ü; Parisli yönetmen Regis Wargnier'in, 1 9 4 6 yılında "Stalin'in baskıları"(!) nı konu alan, karikatür derecesindeki anti-komünist filmi "Doğu Batı (East-West)" adlı filmine, Jüri Özel Ödülü'nü ise; İspanyol yönetmen Fernando Trueba'nın, General Franco taraft an bir film ekibinin Nazi Almanyası'nda çalışmalarını sürdürürken karşılaştıkları zorlukları ve Alman Faşizmim konu alan "Rüyaların Kızı" adlı filmine verdi. Seçici Kurul Uluslararası Belgesel Film Yanşması'nda: En İyi Belgesel Film Ödülü'nü; Kanadalı yönetmen Nettie Wild'in "Chiepas Adlı Bir Yer (A Place Called Chiepas)" adlı filmine, Jüri Özel Ödülü'nü ise; Esyan Silvan'ın Almanya, Avusturya, Belçika, İsrail ortak yapımı "Uzman (The Specialist)" adlı filmine verdi. 2. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması "Rüyaların Kızı" adlı filmin gösterilmesiyle sona erdi. 2. Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması bir çok ülkede yaşanan tarihsel dönemlerle ilgili filmleri bir araya getirdi. Fakat festival sonunda yapılan değerlendime, bir değerlendirmeden ziyade bir mes aj niteliği taşıyor. Seçici Kurul "Doğu-Batı" adlı filme Büyük Ödül'ü verirken, sosyalist bir sistemi tasvip etmediğinin, "Rüyaların Kızı" filmiyle de faşizmi reddettiği mesajım veriyor. Yani emperyalistlerin yeni dönem jargonlarından olan tüm totaliter rejimlere tavır aldığının altını çiziyor. Tüm ideolojilere eşit mesafede durduğunun mesajım gönderiyor. Sinemada tarihin buluşmasını anlatırken, sınıflar mücadelesini, var olan emperyalizm gerçeğini ve bağımsızlık mücadelelerinin üzerine bir sünger çekiyor. Artık bunlar geçmişte kalmıştır, ne o ne de bu, asıl olan "insanlıktır" diyor. • tavı r / haber yorum / şubat 2000 / sayı : 20


Nihat Behram'ın Yeni Kitabı Çıktı. İSTANBUL- Şair Nihat Behram'ın bugüne kadar yayınlanan 20 kitabından seçmelerin yer aldığı "Özlemin Dili Olsa" isimli kiitabı Gendaş Yayınları tarafından okurlarına sunuldu. Kitapta, Behram'm yazılan, kendisiyle yapılan röportajlar, toplantılarda yaptığı konuşmalar ve mesajlardan seçmeler yer ahyor. Ayrıca kitabın son bölümünde çeşitli yazarların Nihat Behram ve ürünleri hakkındaki değerl endirmelerini de içeriyor. 1946 yılında Kars'ta doğan Nihat Behram'm 10'u şiir olmak üzere yayınlanmış toplam 20 kitabı bulunmaktadır. Çeşitli yapıttan yabana dillere çevrilmiştir. •

2. Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü Aime Cesair'e Verildi. İSTANBUL-17 Ocak 2000 Pazartesi akşamı Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen törenle ödül Fransa'ya bağlı Martinik'li şair Aime Cesai r'e verildi. Ödülü veren seçici kurulda bulunanlar ise şöyle: John Berger(Ingiltere), Henrik Nordbrandt(Danimarka), Titos Patrikos(Yunanistan), Andrei Voznesenski(Rusya), Memet Fuat, Selahattin Hilav ve Cevat Çapan. Seçici kurul Aime Cesair'in, 20. yüzyüda bütün ezilenlerin özgürlük ve eşit lik özlemini çarpıcı dille açıkladığı için bu ödüle layık görüldüğünü belirtti. Sunuculuğunu Nevzat Şenol'un yaptığı gecede açılış konuşmasını Aydın Aybay yaptı. Konuşmanm ardından ödülü, Aime Cesair'in yaşından kaynaklı olarak rahatsız olması nedeniyle yakın arkadaşı Michael Moreu aldı. Michael Moreu'ya ödülü veren tiyat rocu Mehm et Ulusoy'un sahneye ne yaptığını bilemeyecek denli içkili bir şekilde çıkması izleyiciler tarafından protesto edildi ve Nazım Hikmet'e yapılan bir saygısızlık olarak kabul edildi. Geçen yıl şiir ödülünü alan Lübnan'lı şair Adonis de kısa bir konuşma yaptı. Ödül töreninin ardından Jülide Kural "Tanya"yı, Genco Erkal ise "Taranta Babu", "Bugün Pazar" ve "Vatan Haini" adlı şiirleri yorumladı. İstanbul Devlet Opera Balesi sanatçılarından Hülya Aksular koreografisi kendine ait olan "Güz" adlı baleyi Oktay Keresteci ile beraber sun du. Balenin ardından Nazım'ın "Tanya" adlı şiiri Sibel Kasapoğlu'nun koreografisiyle Canan Şadal ak, Çiğdem Erkaya, Serkan Çelik ve Selim Borak tarafından sahnelendi. Program Yunanistanlı sanatçı Ailiki Kayalıoğlu ve Costos Grigoreas'ın verdiği konserle sona erdi. •

SİYAD Ödüllerinin Sahipleri Belli Oldu. İSTANBUL- SİYAD'ın, Yılın En İyileri Ödülleri, 20 Ocak'ta Emek Sineması'nda düzenlenen törenle sahiplerine verildi.20 sinema eleştirmeni, '99 y ı l ı n d a gösterime giren yerli filmleri arasında, dokuz dalda beşer aday belirlemişti. Sinema Yazarları Derneği, geçen yılın En İyi Film Ödülü'nü, 50. Berlin Film Festivali'nin ana yarışması bölümüne katılması kesinleşen, Nuri Bilge Ceylan'ın "Mayıs Sıkıntısı" filmine, En İyi Yönetmen Ödülü'nü de bu filmiyle Nuri B. Ceylan'a verdi. SİYAD'm diğer dallardaki ödül dağılımı ise şöyle oldu. En İyi Senaryo, Zeki Demirkubuz (Üçüncü Sayfa); En İyi Kadın Oyuncu, Başak Köklükaya (Üçüncü Sayfa); En İyi Erkek Oyuncu, Taner Birsel (Kaç Para Kaç); En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Sena Yılmaz (Harem Suare); En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, Celal Perk (Lola ve Bilidikid); En İyi Görüntü Yönetmeni, Pasquale Mari (Harem Suare); En İyi Müzi k, Tamer Çıray (Salkım Hanımın Taneleri) Yerli filmlerin yanı sıra, En İyi Yabana Film Ödülü ve sinemaya emek verenl er arasından seçilenlere Özel Emek Ödülleri de veren SİYAD; En İyi Yabana Film Ödülü'nü, Tenence Malick'in "İnce Kırmızı Hat" adlı fil mine verdi. Özel Emek Ödülleri'ni ise Sinema Sanatçısı Filiz Akın'a, Cumhuriyet Gazetesi Sinema Yazan Turhan Gürkan'a, Emek Sineması'nın müdürü Hikmet Dikmen'e ve Sami Hazinses'e verdi. Sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan ve değerlendi rme dışı tutulan "Yol" filminden dolayı Şeri f Gönen ile Yılmaz Güney'in eşi Fatoş Güney' e, Özel Em ek Ödülü verildi. Yılın Umut Veren Sanatçı Ödülü ise "Gülün Bittiği Yer" filmindeki rolü üe Yağmur Kaşifoğlu'na verildi Ayrıca her yıl bir sinem a yazarına verilen ödül, Tuncan Okan; En İyi Senaryo Ödülü, Mahmut Tali Öngören; En İyi Film Müziği Ödülü ise Bülent Somay adına düzenlendi. Emek Sineması'nda düzenlenen tören, önümüzdeki haftal arda gösterime girecek olan Luc Besson'un "J an D' ark" adlı filminin gösterilmesiyle sona erdi. • tavı r / haber yorum / şubat 2000 / sayı : 20


Sosyal Yayınlarının Sahibi Enver Aytekin'i Kaybettik. İSTANBUL- Sosyal Yayınları'nın kurucusu ve aynı zamanda sahibi olan Enver Aytekin'i 27 Aralık 1999 günü kaybettik. 1927 yılında Diyarbakırda doğan Enver Aytekin, orta öğrenimini Diyarbakır Lisesi'nde tamamladı. 1945 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 1946 yılında, öğrencilik yıllarında, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'yle olan ilişkisi nedeniyle, dönemin sıkıyönetim komutanlığı tarafından iki ay süre ile gözetim altına alındı. 1950'nin Mayıs ayında Nazım Hikmet adına İstanbul'da düzenlenen Çiçek Palas toplantısına katılması nedeniyle tutuklandı. 1963 yılında aralarında Musa Anter, Edip Karahan ve Ziya Serefhanoğlu'nun da bulunduğu bir çok aydın ve sanatçı ile birlikte bölücülük yaptıkları gerekçesiyle yargılanarak tutuklandı. Enver Aytekin, çeşitli dönemlerde "Hür Gençlik" ve "Dicle-Fırat" adlı dergi lerde, " A h m e t Botanlı" t a k m a a d ı ile yazılar y a z d ı . D ü ş ü n Yayınevi, Tanin Gazetesi ve haftalık y a y ı n l a n a n Sosyal Adalet adlı gazetelerin yönetiminde yeraldı.1962 yılında, Sosyal Yayınları adlı yayınevini kurdu. Enver Aytekin, 28 Aralık Salı günü ailesinin, yazar, s anatçı ve yayıncı dostlarının katıldığı törenle Karacaahm et Meezarlığı'nda toprağa verildi. Enver Aytekin'in ailesine ve dostlarına dergimizin tüm çalışanları adına baş sağlığı diliyoruz.

Dergimizin

Antakya Bürosu Çalışanı Deniz Şah Tutuklandı.

ANTAKYA- 24 Aralık 1999 Cuma günü Antakya'da bulunan Migros, Gima, Toyota SA, Honda, Seat ve Tofaş bayiliklerine, DHKC'nin emperyalizmi ve zamları prot esto etmek amacıyla yaptığı saldırıyı bahane gösteren siyasi Şube polisleri 27 Aralık tarihinde birçok eve ve dergi bürolarına baskın düzenledi. Bu baskınlar sırasında, aralarında dergimizin Antakya Bürosu Çalışanı Deni z Şah, Asi Gazetesi'nin sahibi Gülay Aslan, Süleyman Heybeli, Deniz Ulusoy, Erdem Onur yıldız, Aysel Neslihan Huzmeli, Seval Yaprak, Leyla Aycıl, Turgut Duman, Göksel Ateş, Gülcan Görüroğullan ve Fikret Gürses Antakya Emniyet Müdü rlüğü'ne bağlı Siyasi şub e polisleri tarafından gözaltına aldılar. Yedi gün boyunca işkenceye maruz kaldıktan son ra 4 Ocak 2000 tarihinde tutuklandılar. Dergimizin Antakya Bürosu'nun olaya ilişkin yaptığı açıklamada; "Yedi gün boyunca işkenceye maruz kalan arkadaşlarımız, 4 Ocak günü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandılar. Arkadaşlarımıza Siyasi Şube polisleri ve Özel Tim polisleri ellerinde hiç bir kanıt olmamasına rağmen komplo sonucu suç yüklemişlerdir. Delil olarak iki pankart, iki adet fotoğraf makinası, bomba, silah vb. şeyleri arkadaşlarımızın evlerinde bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca yapılan baskınlarda evlerde bulunan Yaşadığımız Vatan, Kültür Sanatta Tavır, Ülkemizde Gençlik dergileri yasadışı gösterilmiştir. Antakya Yaşadığımız Vatan dergisi, Ülkemizde Gençlik dergisi ve Asi Gaz etesi büroları basılmış, çalışanları gözaltına alınmıştır." denildi. •

İstanbul

Üniversitesinde Nükleer Santrallere Karşı Etkinlik Düzenlendi.

İSTANBUL- 13 Ocak 2000 Perşembe günü, İÜ Fen Fakültesi Konferans Salonu'nda, İÜ Öğrenci Mecli si Girişimi nükleer santral kurulması çalışmalarına karşı bir etkinlik düzenledi. Ekinlik, panelle başladı. İzleyici sayısının yoğun olduğu panele, EMO(Elektrik Mühendisleri Odası) Yönetim Kurulu Sekreteri Hüseyin Yeşil, İÜ Fen Fak. Fizik Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Baki Akkuş ve İÜ Öğrenci Meclisi Girişimi temsilcisi katıldı. Nükleer santrallerin doğaya ve insana verdiği zararların anlatıldığı panelde, Türkiye'nin nükleer s antrallere ihtiyacı olmadığı çünkü m edyada aktarılan haberlerin tersine, Türkiye'nin enerji kaynaklarının yeterli olduğu anlatıldı. Dünyadaki bir çok ülkenin nükleer santralleri teker teker kapatmasıyla işsiz kalan nükleer santral yapımcılarının ve bu pazardan pay kapmak isteyen Türkiye'deki bazı kişilerin maddi çıkarlarından dolayı gündem e getirilen nükleer s antrallerin tamamen siyasi bir tercih olduğuna dikkat çekildi. Panele konuk sanatçı olarak katılan Fuat Saka'da nükleer sant rallerl e ilgili düşüncelerini açıkladı. Panel sonrası Öğrenci Meclisleri'ni anlatan kısa bir konuşmanın ardından Tolga Sağ'ın verdiği bir konserle etkinlik sona erdi. •

tavı r / haber yorum / şubat 2000 / sayı : 20




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.